Sayı 4 Dem Dergisi Pdf

Transkript

Sayı 4 Dem Dergisi Pdf
dem
2016 / Sayı 4
İnsan,
ezberiyle kaçıyor izdihamından
dem dergisi
KÜLTÜR & EDEBİYAT KULÜBÜ
yayınıdır.
Sayfa | ii
Editör ‘ün
Notu……
Fotoğraf: m. kılıç
Merhaba,
Büyük sözler üzerinden anlıyor, büyük sözler
Duyamıyoruz birbirimizi çünkü kendimizi de
üzerinden teskin ediyoruz kendimizi. Yetmiyor
duyamıyoruz…
bazen değil mi? Başkasının içtiği su almıyor
Hüzünlü bir sazın teline tutunup gönlümüzün
susuzluğumuzu bazen.
peşine düşmüş sözler de var, yorulmadan tekrar
Başkasının mimikleri
üzerinden belirmiyor yüzümüzde gamzelerimiz…
tekrar açıp melhemliyorlar yaralarımızı;
Saçıp savurduğumuz her ne varsa, sonuçta
……
kendimizden eksiliyor. Özlemiyoruz sonra onları,
aradığım aşkı bulduysam, sendedir,
özleyemiyoruz
başkalarının
da.
Özlem
heveslerin
duygularımız
üzerinden
da
isteklere
ya bu benim içimde dolaşan da kimdir?
ya bu benim içimde mekân tutan da kimdir?
Adem evvelinden beri bir yanımız noksandır
dönüştü. Sevdiğimiz bir şarkı sözü vardı hani,
neylersin...
birlikte söylediğimiz. Bir tek o özlem duyuyor
beni bu âlemde divane gibi gezdiren sen
sesimize, çıkarmamızı bekliyor belki attığımız kör
değil misin?
geriye kalan yalnızca tanımadığım bu tendir.
kuyulardan kendimizi…
Şekiller üzerinden kurguladığımız hayatlarımızdan
gönle şifa ne sadır olacak diyen sorularımız da zül
geliyor aklımıza. Ne korkutuyor ne de sevindiriyor
İnsan için sessizlik yok, bizim sessizlik diye
duymadığımız başkasının sesi sadece. İçimizde
mekân tutan o kişi hiç susmuyor…
bizi düşüncelerimiz. Nasırlaşan gözbebeklerimizle
Duymak isterseniz, bizi kendimize çağıran ses
ne kadar görebiliriz ki?
niyetine topladığımız sözleri getirdik…
İçimizde güzelliğin dem tutması dileği ile,
Sayfa | iii
İÇİNDEKİLER
KÜNYE
Editör’ün Notu ………………………………………………………………………………………………………………………………..…..….…………….. iii
Yönetim
Fatih BOZ
Dondurma …………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..….……………5
Mahmut Esfa EMEK
Sonsuz Nehir………………………………………………………………………………..……………………………………………………………..………………….6
Yasin DEDEBEKİROĞLU
Hayrullah Efendi Lokantası: Acılı Günler…………………………………..………………….………8
Harun SELVİ
Editör/Dizgi
Talip TOSUN
Söyleşi (Yerine):
Bardağın Boş Kısmını Görmemek.........................................................................................12
Nihat BOZ
Kelimeler…………………………………………..……………………………………………………………………….………………………….………….………....…...15
Büşra Yağmur YILDIZ
Yazarlar Kurulu
Hüseyin TUNÇ
Fatih BOZ
Harun SELVİ
Talip TOSUN
Yasin DEDEBEKİROĞLU
BASKI
Kurumsal İletişim Müdürlüğü
Yazılarınızı
Paylaşabilirsiniz
Payla abilirsiniz
Bankamız çalışanları olarak
siz de yazılarınızı
bize göndere bilirsiniz.
Film:
“Dövüş Kulübü”……………………………………………………………………………………………………………..………………………….………..16
Ahmet Çağrı GÖKALP
Mülteci Ruhlar…………………………………………………………………………...………………………………………………………….………….….18
Ekrem ŞAHİN
Şiir:
Düğüm …………………………………………………….…………………………………………………….……………………………………….…………………………..20
Yavuz ÇOBAN.
Ruhtaki Aşinalık …………………………………….………………………………………………….…………..……….…………………………..…21
Yelizhan AYDIN
Gezi:
Doğu Karadeniz Gezisi.……………………………………………………………………….……………………………………………..22
Saim ŞAMLI
Şiir:
Tövbe …………………………………………………….…………………………………………………….…………………………………………………………………..26
Nezih DOLMACI
Arka Kapak Şiiri:
Hâl…………………………………………………………………………………………………….……..…..…………………………………………………………………………..28
Talip TOSUN
Mahmut Esfa EMEK
Dondurma
Parayı alır almaz hemen kitabevinin karşısında
bulunan Elif pastahanesine koşar, heyecanla ‘bir
dondurma’ der ve parayı uzatırdım. Hele benden
önce sırada birileri varsa ve terim kuruyana kadar sıra
beklemek zorunda kalırsam. Bu bekleme gazeteleri
getirdiğimde çektiğim acıdan daha çok canımı
yakardı.
Fotoğraf: Ertuğrul Gazi Budur
Benim ekmek kapılarımdan birisi de Cumhuriyet
Caddesi üzerindeki Üniversite Kitabevi idi.
Yazın her sabah demir parmaklıklı, tekerlekli
el arabasını alıp, dik bir yokuş çıktıktan sonra spor
salonunun karşısında bulunan Gameda’ya gider
hazırlanmış olan gazete paketlerini arabaya
yükledikten sonra kitabevine getirirdim. Düz yol
olması nedeniyle caddeye kadar rahat sürdüğüm
kendimden büyük arabayı yokuş aşağı çevirdikten
sonra artık kontrol edemezdim. Arabanın ağırlığı
zayıf bedenimi adeta sürüklerdi, ben onu değil de
sanki o beni kontrol ederdi. Gazete paketlerinin çok
ağır olduğu hafta sonlarında bazen tutamadığım için
araba elimden kayarak 2-3 metre kendi gider, bende
hızla koşarak arabanın önüne geçerek durdurmak
için sırtımı arabaya dayar, yine de durduramaz isem
sırtım dayalı halde yere otururdum, bazen böyle
oturur halde bile 3-4 metre giderdim. Bu halde tekrar
ayağa kalktığımda özellikle ellerimin titrediğini
hisseder, tekrar araba kayacak diye korkardım, ama
maalesef Kitapevine ulaşıncaya kadar bazen 2-3 kez
arabanın böyle kaydığı olurdu.
Dondurmayı alıp hemen pastahanenin yanındaki ara
sokağa girer, hiç kimsenin, bir gölgenin bile beni
görüp rahatsız etmesini hatta rüzgârın sesini bile
duymak istemediğim kuytu bir köşeye oturur, büyük
bir özenle, her yanının her açıdan eşit olması için
çabalayan bir sanatçı hassasiyeti ile yerdim,
Hele hele çalışıp kazandığım bir parayla almış
olmamın verdiği gurur dondurmaya özel bir tat
katardı.
Bir taraftan büyük bir keyif alırken öte taraftan
dondurmanın yavaş yavaş bitmeye de başladığını
görünce hafif bir burukluk hissi ile daha yavaş
yemeye çabalardım, Ama maalesef her zamanki gibi
eninde sonunda biterdi. Zaten, bir şey başlamaya
başlıyorsa bitmeye de başlamıyor muydu?
Ama bitsin, bedeli ağır bile olsa, yarın nasıl olsa bu
keyfi yine yaşayacağım ya.
Evet, kim bir dondurmayı bu kadar hak ederek
yiyebilir ki,
Ya da, tertemiz alın terinden yapılmış böyle lezzetli
dondurma yemeyi Allah bu dünyada kaç kişiye nasip
etmiş ki.
Dükkâna ulaştığımda kan ter içerisinde kalırdım.
Artık gazeteleri arabadan çıkartacak gücüm bile
kalmazdı. İçeri girip ‘getirdim’ dediğimde, genellikle
kasada duran Osman amca ya da bazen de kızı
kafasını uzatıp gazeteleri gördükten sonra ‘’Bir
Lira’’yı uzatırdı. Evet, sadece bir lira, bir dondurma
parası.
Değer miydi?
Sayfa | 5
Sonsuz Nehir
Yasin DEDEBEKİROĞLU
yapabiliyoruz. Çünkü yalnız kalıyor ve her şeyin
iletişim kurarak mümkün olduğunu anlıyoruz.
Modernize olmuş bir sistem içerisinde ne kadar
kendimiz olarak kalabilir, ne kadar biz olmaya çalışır
isek o kadar başarılı oluruz.
Güzel şeyler ümit edilerek yazılıyor her bir satır.
İnsanın bir olmaktan uzaklaşarak, kendini
bencilliğine mahkûm ettiği zamanlardayız. Giderek
biz olmaktan uzaklaşıyor ve iletişimsizliğimizi her
geçen gün daha da artırıyoruz. Elbette güzel şeyler
de filizleniyor. Bize düşen bu sevgi filizlerini
büyüterek dünyayı daha da yaşanabilir hale
getirmek yalnızca. Bütün bu
bahsedilenleri
gerçekleştirebilmek için önce
birey olarak üzerimize düşen
görevleri yerine getirmeli,
sonra sosyo-kültürel anlamda
insanlığın gelişimine bir tuğla
da biz koymalıyız. Ben, işin
yalnızca bir penceresinden
bakarak yapılabileceklerden
bahsediyorum. Müzik üzerine
yazmamın amacı ve müziğin
evrensel bir dil oluşu ve
müziğin
birçok
yönden
topluma fayda sağlayabileceğine olan inancımdır.
Müzik, insan kapasitesinin ne
derece yüksek ve mucizevi bir
varlık olduğunun kanıtıdır.
Allah’ın bize ne denli olanaklar bahşettiğinin apaçık
bir göstergesidir. Maalesef bizler bu imkânları
kaybetmeden kıymetini anlayamıyoruz. Çoğu
zaman bu imkânları kaybettiğimizde bir şeyleri
analiz etmeye başlıyor ve içsel muhasebemizi
Bizler; ait olduğumuzu zannettiğimiz bir
sahnedeyiz, yalnızız ve perdenin kapanmasını
bekliyoruz. Düş kuruyoruz, hedefler koyuyoruz ve
gelecek kaygısı büyütüyoruz. Geçmişten bir ses,
biraz cızırtılı ve bir o kadar hüzünlü hikâyeler,
taşıyor kaygılarımıza.
Çocukken kurduğum hayallerden uzakta köşe
koltuğuna oturmuş bir şarkı dinliyorum:
“Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın…”
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın…”
Şarkı ilerlerken aynı anda zihnimde, bir film şeridi
gibi şarkının hikâyesi akıyor.
Bilenler bilir, Ümit Yaşar
Oğuzcan, galata kulesinden
atlayarak intihar eden ve 17
yaşında hayatını kaybeden
oğlunun arkasından yazmıştır bu dizeleri. Efsane sanatçı
Münir
Nurettin
Selçuk
tarafından da bestelenmiştir.
Fotoğraf: Bilgin
SÖNMEZ
Böyle işte, müziğin kişiyi
kendine taşıyan, derleyip
toparlayan bir yönü var.
Diğer bir özelliği ise kendi
müziğiniz
bitince
başkalarından ödünç alabiliyorsunuz. Buyurun, benim
bu yazı için ödünç aldığım
müzikler. Umarım siz de
beğenirsiniz.
Sayfa | 6
Sizlere öncelikle
1986 yapımı bir
filden bahsetmek istiyorum.
Filmin
orijinal
adı Crossroads.
Türkçe
adıyla
Kavşak. Bir gencin müzik uğruna
bilmediği bir yola çıkmasını konu ediniyor. Bir
müzik türü olan
Blues ve ruhunu
şeytana satma (Müz-ğin kendi içtenliğinden koparılarak
ticari meta haline getirilmesi)
teması üzerinde
yoğunlaşmış bir film. Yeri gelmişken söyleyelim
Blues, 17. yüzyıldan itibaren Afrika'dan getirilen
kölelerin tarlalarda çalışırken söyledikleri, hüznü,
umudu, özgürlüğü ve derin acıyı anlatan şarkılardan
doğmuştur. Filmde, ünlü gitarist Steve Vai ile
kapışma
sahneleri
muhteşemdir.
Keyifle
izleyeceğinizi umut ediyorum.
***
Ülkemiz çok büyük değerler yetiştirmiş ve halen de
yetiştirmeye devam etmektedir. Söz konusu
değerlerimizden, üstatlardan (Barış Manço, Cem
Karaca, Erkin Koray) daha önce bahsetmiş idik. Bu
sayımızda genç kuşak diyebileceğim bir gruptan
“Flört”ten bahsetmek istiyorum. Tarihler 2010’u
gösterdiğinde 7 yıllık
bir aradan sonra çıkarttıkları “Demli” albümleriyle geri dönüş
yaptılar. Bu albümü
diğer albümlerden ayıran en önemli özellik
albümün tamamen analog kayıt teknolojisi
kullanılarak hazırlanması ve her bir enstrümanın aynı anda
çalınarak (hücum kayıt)
kaydedilmesiydi. Albümde 10 adet bir birinden
farklı eser yer almaktadır. Şarkıları dinlerken
grubun bir an için 70’lerde yaşadıklarını bile
düşünebilirsiniz. Grup, “Demli” albümünden tam iki
sene sonra “Anadolu Beat” isminde çok güzel bir
albümle yeni bir albüm ile geri dönüş yaptılar. Plak
ve cd formatıyla yayınlanan albümün cd ve dijital
yayınları da plak kopyasından alındı. Çıkan son iki
albümden başka sayılarımızda bahsedeceğim.
***
Ve yine, Pink Floyd’dan (yazıma ismini veren) bir
albümünü paylaşmak istiyorum. Özlediğimiz
zamanlara bir göz kırpmak istercesine yapılmış, bir
önceki albümü The Division Bell'in (1994) kayıtları
sırasında
grubun
kaydettiği
20
saatlik
yayımlanmamış öğelerin derlenmesi sonucu 2014
Kasım’ında dinleyicisiyle buluşan “The Endless
River” (sonsuz nehir) isimli Pink Floyd albümünden
bahsediyorum. Tam manasıyla bir uzun yol albümü.
2008 yılında kanserden hayatını kaybeden grubun
klavyecisi Richard Wright yazdığı ve grubun 94
yılında kaydettiği bir elveda albümü diyebilirim.
(grubun son albümüdür). Ve albümün en büyük
sürprizi; içerisinde Türkçe isimle Richard Wright’a
ithafen “Anısına” adında bir esere yer verilmesidir.
Albüm büyük ölçüde enstrümantal ve ambient
müzik öğeleri içerir. Albümün adı ise, grubun 1994
tarihli The Division Bell albümünün "High Hopes"
isimli şarkısına ait olan şu sözlerden alındı: "The
water flowing / The endless river / Forever and
ever." Grubun gitaristi David Gilmour, sözün iki
albümü birbirine bağlayan bir tür süreç görevi
üstlendiğine inandığını belirtti zira her iki albüm de
aynı dönemde kaydedilmişti...
Müziğinizin size eşlik etmesi dileği ile,
Sayfa | 7
HAYRULLAH EFENDİ LOKANTASI::
ACILI GÜNLER
Harun SELVİ
“Değişimler her zaman bunalım dönemlerinde gerçekleşir”
Paulo Coelho
Bindokuzyüzyetmişdokuz yılının sonlarına doğru,
ülkenin
içine
düştüğü
buhranın
gittikçe
derinleşmesiyle
birlikte,
yaşanan
acı
ve
umutsuzluklar da çoğalmış, koyu bir sis bulutu gibi
her tarafı kaplamıştı.
diğer alanlarında olduğu gibi o eski lokantaların da
yemek tarzlarını değiştiriyor, o hüzünlü zamanların
ruhuna uygun bol acılı ve baharatlı yemeklerin
neredeyse tüm lokantaların baş tacı haline gelmesini
sağlıyordu.
Üstüne üstlük bu da yetmezmiş gibi, kısa bir süre
sonra yaşanacak olan ihtilal de, getireceği yeni acı ve
kaygılarla birlikte bu karamsarlık dönemine tuz biber
ekecek, katlanılması güç zorlukların tıpkı bir örümcek
ağı gibi her tarafı sarmasına yol açacaktı.
Sanki gizli bir el o vakitler, insanların içinde
bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi dikkate alıyor, bu
yemeklerin sahip olduğu ruhla birleştiriyor, her ikisini
de birbirine uygun hale getirip sessizce köşesine
çekiliyordu.
Bu yeni dönem, yeme içme alışkanlıklarından giyim
kuşama, eğlence anlayışından müzik zevkine kadar
birçok alanda yaşanacak olan değişimin, yepyeni bir
kültürün de habercisi olacaktı ayrıca.
Böylece, İstanbul’daki birçok eski ve yeni lokanta,
şehri istila eden bu yeni göç dalgasının önünde
sürüklenecek, şehrin geleneksel damak zevkleri ve
ağız tatları da işte bu yeni dönemin simgesi o
muhteşem kebapların, o birbirinden güzel lahmacun
ve pidelerin, o harikulade içli köfte ve dürümlerin
esareti altına girecekti. Artık her köşe başında bir
lahmacun ve pide salonuna, her sokak arasında bir
Adana ve Urfa kebapçısına rastlamanız mümkündü.
Örneğin müzik alanındaki değişim, tam da arabeskin
yükselişe geçtiği, acının ve hüznün yoksul ama
gururlu insanların yüreğinde bir şeref madalyası gibi
taşınmaya başladığı ve o kederli şarkıların bir mızrak
gibi havada süzülerek yaralı ve incinmiş kalplerin tam
ortasından vurduğu günlere denk geliyordu.
Bu yıllarda, kırlardan şehirlere doğru akan insan
selinin getirdiği yeni alışkanlıklar, şehir hayatının tıpkı
Yetmişli yıllarda, birçok insanın yüreğini burkan,
ciğerini dağlayan o puslu hayat ise bu kez güldürmüş,
kısa bir süre sonra şehrin dağlarında, kırlarında,
bayırlarında, deniz kenarlarında, bir çeşme başı veya
Sayfa | 8
su kenarında, aklınıza gelebilecek hemen her yerde
karşınıza çıkabilecek bir kültürün daha o yıllarda
işaretini vermiş, beyaz atlet ve çubuklu pijamalar
giyip, ellerindeki faraşı habire sallayan mangal yürekli
insanların ateşini köze dönüştürmüş, bu birden bire
ortaya çıkıveren yeni şehir alışkanlığını öyle hiç de
itiraz etmeden kabullenivermişti.
Lokantanın o sıralarda işe başlayan kalfaları da bütün
hünerlerini gösteriyor, kebabın hasını, lahmacun ve
pidenin kralını yaparak lokantamızın sadece
Beyoğlu’nda değil, tüm İstanbul çapında adeta bir
lezzet üssü haline gelmesini sağlıyorlardı.
İşte o günlerde, o acıların her yanı sardığı, o ihtilal ve
değişim sancılarının şiddetini iyice artırdığı günlerde,
Hayrullah Efendi Lokantası da bu gelişmelerden
nasibini alıyor, değişimin o soğuk ve ürpertici nefesi
tarihi lokantanın her bir köşesinde hissediliyordu.
Bu dönemde, o leziz lahmacun ve pideler, kısa bir
dönem benim de kalfalığımı yapmış olan Mükremin
Kalfanın elinden çıkıyordu çoğunlukla. Benim
yanımda çalıştığı günlerde, ancak öğlene doğru
kendisine gelebilen, ikindi vakti olduğunda ise
"şekerim düştü" bahanesiyle bir köşeye çekilip gizlice tetris oynayan Mükremin Kalfanın.
Bu dönemde, Hayrullah Efendinin menülerinde de tam anlamıyla bir devrim
yaşanıyor, lokantanın
o eski yemek kültürüne ait düzeni alt üst
oluyor, o damakları ılık
bir meltem gibi yalayan, ipeksi bir eldiven
gibi okşayıp geçen
zarif ve latif tatların
yerini ağızları kasıp
kavuran, bir yangın yerine çeviren, bir fırtına, hatta
bir tayfun gibi her damağı yerle bir eden lezzetler
alıyor, isotlar, pul biberler, acılı ezmeler, dürümler ve
çiğ köfteler havalarda uçuşuyordu. Demirhindi
şerbetlerinin, gül şuruplarının, tarçın ve karanfil
çaylarının yerini ise artık şıralar, acılı şalgam suları ve
o bol köpüklü mmmh nefis yayık ayranları alıyordu.
Üstelik o günlerde, Hayrullah Efendinin emektar
aşçıları bile bu döneme büyük bir hızla uyum sağlıyor,
seviniyor, sanki uzun zamandır gizlice bu anı
bekliyorlarmış gibi hiç bir endişe ve korku duymuyor,
tıpkı suyun içine girdiği bir kabın şeklini alması gibi
büyük bir hevesle bu sürece ayak uyduruyorlardı.
Bir zamanların kalburüstü yemeklerinin yerinde ise
yeller esiyor, Osmanlı, Fransız ve İtalyan usulü
yemeklerin yerini Adana ve Urfa kebapları, dürümler,
çiğ köfteler, mumbar dolmaları, lahmacun ve pideler
ile o muhteşem künefeler alıyordu.
Gün, Aşçı Kalfası Bülent'in, Mükremin Kalfanın,
Mûteber Kalfanın günüydü anlayacağınız.
Mükremin Kalfamız sabahları öncelikle taş fırını yakar, çıkardığı ilk lahmacun
ve pidenin tadına da yine
önce kendisi bakardı.
Lahmacunun çıtır kenarlarına, kavurmalı pidenin
de uç kısımlarını kopartıp
yumurtanın sarısına banmasına bayılır, büyük bir keyif içinde lokmalarını
çiğneyip afiyetle yutardı. Ama en sonunda mutlaka
sağ elinin parmaklarını bir araya getirip dudaklarına
götürür, "Mmuah! İşte bu be, işte bu! "diye nâra atar
ve başarısını da kutlardı.
Kısa boylu, kilolu, hafif kıvırcık saçlı ve gözlüklü
olduğu kadar nazik ve kibar biriydi Mükremin
Kalfamız. Sadece bir seferinde, o da elinden
düşürdüğü kepçesini yerden almaya çalışan bir
yamağın arkasından yaklaşıp “höh” diye korkutması
dışında da kimseyi üzmemiş, o yumuşacık kalbiyle hiç
kimseyi kırmamış, kırdıklarınınsa hemencecik
gönlünü alıvermişti Mükremin Kalfa.
Yine aksini iddia etse de midesine de bir hayli
düşkündü kerata.
Yemeyi ve içmeyi severdi.
Öyle ki, ilk gençlik yıllarında, gemilere duyduğu
merak sonucu başlayan denizcilik hayatı bile bu
yüzden, sırf, mürettebatı bulunduğu geminin ağzına
Sayfa | 9
kadar dolu kilerine gece gizlice sızma girişimi
yüzünden yara almış, bu macerası, kıyılan içini
hunharca bastırmak istemesindeki ısrarı sebebiyle,
geminin Bolulu aşçısı tarafından bir beyzbol sopasıyla
kovalanmasıyla da son bulmuştu.
dumanların arasında kaybolur, tıpkı bir sis bulutunun
içinde gezinen hayalete dönüşür, çoğu zaman bir
maşa gibi kullandığı uzun ve kemikli elleri, paslanmaz
saplı şişlerin, bakır ızgara ve mangalların, tavaların ve
sahanların arasında hızla gidip gelirdi.
Yine lokantada yaptığı rekor denemelerinden birinde
de, bir oturuşta tam onsekiz tane dürüm, yirmibir
tane şiş, ondört tane içli köfte, onyedi tane lahmacun
ve belki inanmayacaksınız ama tam yirmisekiz tane
çiğ köfte ve koca bir sahan dolusu kuru köfte yemiş,
herkesi hayretler içinde bırakmış, "e yuh artık, bu
kadar da olmaz
yahu" dedirtmişti Mükremin
Kalfa.
Salladığı yelpazenin etrafa yaydığı kokular ise usulca
sokağa taşar, başta lokantadaki müşteriler olmak
üzere herkesin burnunu sızlatır, ciğer görmüş bir kedi
gibi saldırma isteği duymalarına, ağızlarının suyunun
akarak bulutların üstünde dolanmalarına neden
olurdu.
Mûteber
Kalfanın
sanki evin arka
bahçesinde,
yeni
biçilmiş taze çimlerin
üstünde
ya
da
masmavi bir havuz
kenarında
verilen
barbekü partisindeymişcesine hazırladığı
kuzu şişlere, ciğer
şişlere, et ve çöp
şişlere ise genellikle
domatesler,
biberler, patlıcanlar
ve o muhteşem
İçtiği üç maşrapa dolusu şalgam suyu, iki
sürahi dolusu
ayran ve yine
bir güğüm dolusu memba suyu
da iştahını kesmeye yetmemişti üstelik.
Sadullah Usta
ve diğer aşçılardan gizlice yapılan bu rekor denemesi
de, Münip Ustanın işi fark etmesi, Mükremin Kalfanın
da ağzının tam ortasına fırın küreğini yemesiyle
birlikte son bulmuş, Mükremin Kalfayı o gün, o her
şeyin bir yıldız gibi başının etrafında döndüğü gün
lokantada kıvrandırıp durmuştu. Meşe odunundan
yapılma kallavi oklavanın bıraktığı morlukların iziyse
çok daha uzun zaman sonra silinmiş, sırt, kol ve
bacaklarındaki bu inatçı lekeler, bir alâmet-i fârika,
bir mühr-ü sultâni, bir damga-i Osmân-i gibi
Mükremin Kalfanın zavallı vücudunda sergilenmişti.
Mûteber Kalfaya gelince.
Hayrullah Efendinin hızla bir ocakbaşı lokantasına
dönmesini sağlayan o muhteşem kebapların, o
harikulade etlerin pişirilmesinden sorumluydu
Mûteber Kalfamız.
Közlenmiş ateşin karşısında durmaktan ağarmış
parlak çehresi, kebapların gün boyu etrafa yaydığı
kokulu soğanlar eşlik ederdi.
Hayat hikâyesi de bir hayli ilginçti Mûteber kalfanın.
Dedesi Dolmabahçe Sarayının seçkin aşçılarından
birisiydi.
Bindokuzyüzyirmili yılların ortalarına doğru, Osmanlı
hanedanının yurt dışına çıkartılması ile birlikte,
Mûteber kalfanın anne tarafından dedesi olan Asalet
Usta da yurttan ayrılmış, önce İsviçre’ye ardından
Paris’e gitmiş, mâiyeti altında bulunduğu şehzade ve
sultanların uzun yıllar boyunca hizmetinde
bulunmuştu.
Asalet Ustanın çok sonraları, bindokuzyüzellili yılların
sonlarına doğru ülkeye dönmesiyle birlikte ise,
ailenin içine düştüğü ekonomik sıkıntılar, hayatın
türlü zorlukları, çocukların ve torunların artık kendi
ayakları üzerinde durmasını da mecbur kılmış, işte
tam o günlerde, aşçı yamağı olarak Hayrullah
Efendinin kanatları altına sığınan Mûteber Kalfa da,
Sayfa | 10
saray terbiyesi görmüş bir aşçının torunu olarak
başta Mükremin Kalfa olmak üzere tüm lokanta
çalışanlarının büyük saygınlığını kazanmıştı.
Üstelik Mûteber Kalfa, daha küçük yaşlarda başladığı
kebapçılık mesleğini de bu sıra da ilerletmiş, başta
Hamdi ve Nazif Usta olmak üzere büyük ustaların
yanında geliştirmiş, bilhassa Mükremin Kalfa ile
birlikte gittikleri diğer İstanbul lokantalarından,
örneğin Ramazan Efendi Lokantasından derin bir feyz
almış, böylece, edindiği bu büyük tecrübelerle
birlikte mesleğindeki saygınlığını daha da bir
artırmıştı.
Bu yıllarda, Mükremin Kalfa ile Mûteber Kalfanın
yedikleri ve içtikleri de ayrı gitmez, sonradan
aralarına katılan Bülent Kalfayı da alıp gezilere
çıkarlar, o lokanta senin bu lokanta benim dolaşıp
dururlar,
bilhassa
döner
ve
köftelerini
küreklemekten, çıtır lahmacunlarının arasına yaprak
döner serip yemekten büyük haz aldıkları Ramazan
Efendi Lokantasında, o “herşey beleş” günlerinde
kendilerinden geçerler, meze ve yemekleri tıpkı bir
korsan gibi yağmalayıp lokantadan bir türlü çıkmak
bilmezlerdi.
Öyle ki o günlerde, Ramazan Efendinin sadece döner
ve köftelerini de yemekle kalmazlar, etrafta dekor
amaçlı kullanılan güzelim bal kabaklarını, iplere
dizilmiş ve duvarlardan aşağıya sarkıtılmış kuru biber
ve patlıcanları, sarımsakları ve soğanları da dişleyip
yemeye kalkarlar, adeta bir çekirge sürüsü gibi
hareket ederek lokantayı kuruturlardı.
İşte hayat o yıllarda, tıpkı bir sarkaç gibi neşe ve
keder arasında gidip geliyor, bir nehir gibi kıvrılarak
hızla akıp geçiyordu.
Hayrullah Efendi Lokantası ise o günlerde, akıntıya
kapılan bir dal gibi sağa sola sürükleniyor, can
çekişen bir kuğu gibi sessizce ölümünü bekliyordu.
O gün, o son nefesin verileceği gün yaklaşıyordu...
Sayfa | 11
BARDAĞIN BOŞ
KISMINI GÖRMEMEK
Nihat BOZ
“Allah işlerini iyi ve güzel yapanları sever.”
(Ali İmran, 148)
Çocukluk, öğrencilik, eş ve ebeveynlik gibi sosyal
yaşamımız, sanat ve meslek gibi iş yaşamımız
süresince görev ve sorumluluklarımız hakkında
Sorgulama, soru sormak, sorumluluk…
Kavrama ve sorgulama ve yaşamını da yaptığı
sorgulamaya ve vardığı karara göre sürdürme
imkânına sahip olunması, insan olmanın ayrıt edici
özelliklerinden birisidir.
ebeveynlerimiz, öğretmenlerimiz daha profesyonel
Her olay ve olgunun tanımlanıp irdelenmesi,
bazda olmak rehberler, psikolog ve sosyologlar,
bağıntılarının ve sonuçlarının bu tanımlanma ve
kişisel gelişim uzmanları gibi kişilerin söylemleri,
irdeleme
konuya ilişkin kitaplar ve medyada verilen bilgiler ile
sorgulama. Bardağın boş kısımlarına bakmak da işte
geleceğe ilişkin kişisel, sosyal ve mesleki/iş
bu sorgulama ve aynı zamanda soru sorma
yaşamımıza ilişkin yönlendirmelere muhatap oluruz
gerekliliğini zorunlu kılmaktadır. Ne yazık ki; birey
tüm aşamalarında.
ve toplum olarak ve hatta tarihsel medeniyetimiz
Her bir olay, olgu veya sorunu kendi iç dinamikleri
ve özelinde, muhatap kişi veya toplumların kişisel ve
kültürel özellikleri nazara alınarak hak ettiği özgül
ağırlıklarıyla değil de ifade biçim farklı olsa da özde
aynı olan; iyimser olmak, olumlu düşünmek, stres
zemininde
kurulmasını
amaçlar
dâhilinde çoğunlukla sorgulama yerine hep bize
dayatılan veriler ile yetindik. Hep görünen ve
dayatılan
ile
yetindiğimiz
için
gelişmedik,
yenilenmedik, sürekli kullanıldık ve sonuçta yenik
düştük; medeniyet, toplum ve birey olarak.
yapmamak, üzülmemek gibi genelleştirilmiş klasik
Bardağın boş kısmı ile meşgul olmamak önermesi de
önermeler
dayatılan bakış açılarından birisidir. Halbuki;
ile
bireysel
biçimlendirmeye zorlanıyoruz.
ve
toplumsal
bardağın dolu kısmı zaten doludur, bunun sadece
bir veri olmanın ötesinde hiçbir önemi de yoktur ve
Sayfa | 12
dolu kısım ile uğraşmak da çoğunlukla abesle iştigal
Azla
etmektir.
sormamak,
Alternatif ve belki dahası karşıt bir önerme olarak
bardağın boş tarafına da bakma önermesi; sadece
şikâyet etmek, elindekilerle mutlu olmamak,
yetinmek,
sorumluluk
sürekli
evet
almamak,
demek,
hiç
soru
hayır
diyememek veya tam aksine hayır demek dışında
bir çaba sarfetmemek geri kalmış, gelişmemiş tüm
toplumların ve hatta başarısız bireylerin ortak bir
özelliğidir.
olumsuz bakış gibi dar bir
kapsamda
‘Evet’ veya ‘Hayır’ diye-
nitelendirilerek ayıplanan
bilmek özgür ve bağımsız
ve suçlanan bir yaklaşım
olabilmektir, düşünce ve
biçimi olmaktadır. Ger-
inancını açıklamayabilme,
çekte ardağın boş kısmına
düşünce
bakmak ise; aksiyoner-
göre yaşama özgürlüğüdür.
liktir, özgüvendir, bilinçli
Sorumluluğun
seçimler yapmaktır, ihti-
yapmak da; görevi yerine
malleri
hesaplayarak
getirmek, rutin ve mutadı
çözümsüzmüş gibi gözü-
yapmak, mevcut sorunları
ken sorunlar karşısında
gidermek değil, en iyisini ve
akılcı çözümler bulmaktır,
en
etki
olasıdır.
alanımız
dışında
yaşananları dahi lehimize
çevirebilmektir,
ve
inançlarına
gereğini
fazlasını
yapmakla
Mazeretler ve dışımızdaki
“olması
insanları suçlamak…
gerekeni oldurmaktır”.
Her zaman için yapma-
Elbette ki; bu bakış açısı
ve sorumluluk duygusu aynı zamanda mükemmellik
ötesine yolculuğa daveti içerir ve sonuçta çoğu
insanın sahip olduğu zevklerden ve dahası
imkânlardan
yoksun
bırakabilir.
gerçeklikler,
gözlerimizin
sabitlenmesi,
tutkulu
Ancak,
gelecek
ve
özveri
bu
üzerinde
ile
çaba
dıklarımız
haklı
ve
gerçek mazeretlerimiz var-dır. Haklı ve doğru olsa
da mazeretlerimizi önümüze aşılmaz duvarlar
haline getirmek, mazeretlerin arkasına gizlenmek
yerine çözümler üzerinde yoğunlaşmak tercihimiz
olmalıdır.
Çoğu
göstermemize engel olmasa gerektir.
için
kere
yaptıklarımızdan
değil
yapa-
madıklarımızdan pişmanlık duyduğumuz gerçeği de
Azla yetinmek…
bardağın boş kısmına odaklanmamızı zorunlu
Sadece mevcuda odaklanmak, bardağın boş
kılmaktadır.
olmasının
sonuçlardan hep dışımızdaki insanları suçlamak
nedeni
üzerine
hiç
düşünmemek,
ihtimalleri hesaplamak çabasını gereksiz görmek,
Yaşamımızdaki
nasıl yaşıyorsa öyle
Haklı ve doğru olsa da mazeretlerimizi
yaşamak, mevcut ile
önümüze aşılmaz duvarlar haline getirmek,
olabilir.
sorunlar ve
şeklindeki klasik savunma mazeret bile değildir.
çevresindeki çoğunluk
yetinmek bir tercih
tüm
mazeretlerin arkasına gizlenmek
çözümler üzerinde yoğunlaşmak tercihimiz
olmalıdır.
İyimserlik ya da kolaya
kaçış…
Sabır, umut, özgüven, tevekkül gibi iyimser bakış
açılarının yok olduğu anda,
zorluklar karşısında direnSayfa | 13
me ve mücadele gücümüzün de yok olacağı
olarak nitelendirerek karşıt bir saldırıyı tercih
gerçeğidir. Diğer bir gerçek ise; iyimserlik adına
ederler.
bardağın boş kısmına bakmamak şeklindeki kolaya
kaçıştır. Kolaya kaçış ise; muhatap olunan olay, olgu,
Amacılık…
sorun ve sonuçların gerektirdiği sorumluluğu
Olay ve olguların tamamını ve her zaman için
almaktan, çaba göstermekten kaçıştır.
negatif yönleriyle değerlendirmek, kişisel olarak her
İşlerimizin, olması gereken nitelik ve nicelikte
olmamasının
ve
sonuçta
verimsizliklerimizin,
sebeplerinden
başarısızlıklarımızın,
kalitesizliğimizin
birisidir
kolaya
temel
kaçış.
Başarısızlıklarımız sonrası, tevekkül ve kadere razı
durumda karamsar bakış açısına sahip olmak ve
umutsuzluğa davet değildir amacımız. Tam aksine,
eksikliklerimizi tespite, yanlışlıklarımızı görmeye,
dahası sorunlarımıza çözüm oluşturmaya, aksiyoner
olmaya, sonuç elde edebileceğimize davettir.
olma inancının arkasına sığınmak da kolaya
Bardağın
kaçışlarımızın diğer gerekçeleridir. Unutulmamalıdır
olumlulukları görmeme, her şeyi olumsuzlama
ki; tevekkül ve kadere razı olma; elden gelenin
şeklindeki bir bakış açısına neden olduğu inkâr
yapıldığı, vazife gereği olan esbaba tevessül edildiği
edilemez. Bilimsel verilere, evrensel gerçeklere ve
noktada söz konusu olabilecek değerlerdir. Hülasa;
mantık kurallarına uygun öneri ve görüşlere karşı
“tedbir - tevekkül –teslimiyet”...
dahi, sırf farklı bakabilme veya eleştiri noktasında
Kolaya kaçışı tercih edenler, sadece aksiyon
almayarak
pasif
davranmakla
yetinmezler
çoğunlukla, aynı zamanda, bardağın boş kısmını
boş
kısmına
odaklanma
çabasını;
durmak adına çoğu kere de sorumluluktan kaçış
gerekçesi ile sürekli olumsuzluklar gündeme
getirilebilir, her cümlenin arkasına “ama- ancakfakat-…” gibi kavramları eklenebilir.
“Amacılar”ın önemli kısmı, sakıncası olmayan işlere
Unutulmamalıdır ki;
girişmekten bile çekinen, gölgesinden korkan,
tevekkül ve kadere razı olma;
elden gelenin yapıldığı, vazife
umutsuz gerçekçiler iken diğer bir kısmı ise tam
aksine, bardağın boş kısmını görmek gerektiğini
vurgularken bir sorumluluk alanlardır.
“Amacılık” adına dolu tarafı görmeme, inkâr,
gereği olan esbaba tevessül
önemsememe, küçükseme noktasının tehlikesi
edildiği noktada söz konusu
sorgulamayan, her şeye tamam diyenlerin tehlikesi
olabilecek değerlerdir.
kadar
bakmayan,
görmeyen,
sormayan,
de göz ardı edilmemelidir.
Sonuç…
Hülasa;
“Hayır –evet” veya “ tamam-ama” karşıtlığında,
“tedbir - tevekkül –teslimiyet”...
olması gereken dengeyi kurarak, bardağın dolu
tarafına bakma çabası kadar bardağın boş kısmına
da bakma çabası içinde olmamız gerekliliğinin
doğru çözüm olduğu gerçeğini kabul ve gereğini
görmek
gerektiğini
vurgulayanları,
şüpheci,
yapma temennimiz ile…
optimist, pesimist, kötümser kişilerin kolaya kaçışı
Sayfa | 14
Büşra Yağmur YILDIZ
tindeyiz. Öyle ki bazen dudaklarımızdan istemediğimiz
kelimeler dökülebiliyor. Bazen de isteyerek olmaması
gereken sözler sarf edebiliyoruz.
Birçok öğüt bizlere az ve öz konuşmanın hikmetinden
haber verir. Fakat kimilerimiz konuşmayı çok sever,
kimilerimiz konuşarak kendini daha iyi ifade eder,
kimilerimiz de çok konuşmamızın gerektiği görevleri
ifa eder.
Konuşunca
rahatlıyor,
içimizdeki
sıkıntıları,
omzumuzdaki yükleri kelime kayıklarına bir bir
bindirip uçsuz bucaksız okyanuslara salıveriyoruz.
Adreslerini bilmeden, varacağı menzili görmeden.
Oysa her bir kelime kanaviçe misali nakşediliyor, kader
defterimize..
“Bu olsun da başka bir şey istemem” diyoruz bazen.
Bazen de ”keşke böyle olmasaydı..” diyoruz.
Hâlbuki bilmiyoruz, geçmişin kelimeleri şimdinin taşlı
yollarıdır…
Hal’iniz saklanabilir, ahvalinizi gizleyebilirsiniz,
kelimelerinizi asla. Bir insan kelimeleridir her hal
üzere; duası dersen, bakıp görmesi dersen, sonunda
hepsinin “anlamı” en az bir kelimedir.
Kelimeler
Fotoğraf: Büşra Yağmur YILDIZ
Her şey bittikten sonra geriye ne kalır? Bu soru bizi
yoruyor, biliyorum… Anlam’ın başlangıcı bir kelime
değil midir?
“Oku!!!” Sen senden çok önceleri yazılmış kaderini
oku, oku yüzyıllarca senin yüreğinden yol alacak
kusursuz ve noksansız kelimeleri oku. ”Ben okuma
bilmem ki..”
Kelimeler, onlar bizim tarihimiz; kaldırıp bakarsak
yüzüne aynası geleceğimizin. “Kelimeler dile gelirse
kalkıp yürürler” diyor bir yaren. Gün olur yar olur, dost
olur, gün olur sinede birer yara olur.
Kelimeler kader olur da fark
Kelimelerimiz dua eder gibi özenle
hangi kelimeyi arıyorsak o kelime
Kelimeler gün gelir sahibini bulur.
onları veya niyetimize gelirler.
etmez insan.
seçim ister. Biz
de bizi arıyor:
Niyetimiz bulur
Tevazu bir insana ancak bu denli yakışabilir.
Söyleyene ait değildir kelimeler, duyan taşıyor yükünü
çoğu zaman. Bundandır, vardığı gönüldür asıl sahibi.
Senin ilmin ezelden Hak mürekkebinden kâinata
damladı efendim.
Bu yüzden unutuyor insan, bitmiyor yarası bir
başkasının hep bu yüzden.
Sözü kıymetli olanın, sahibinin adı ile “oku!!!” ve ne
ise muradın…
Yoğun hayatlarda nefes almak ve bazen oldukça
zor şartlarda kelimelerimizi yaşatmak mecburiye-
Her şey bittikten sonra geriye ne kalır? Unutuyor insan,
unutuyor.
Bunu da biliyorum.
Sayfa | 15
DÖVÜŞ KULÜBÜ
“Sahip oldukların sonunda senin sahibin oluyor”
Ahmet Çağrı GÖKALP
Dövüş Kulübü (Fight Club), 1999 Hollywood yapımı
bir film. Başrollerini Brad Pitt, Edward
Norton ve Helena Bonham Carter’ın paylaştığı
filmin Chuck Palahniuk’un yazdığı aynı isimli
romandan Jim Uhls senaryolaştırmıştır. David
Fincher’ın yönetmenliğini yaptığı film, 21. yüzyıl
tüketim toplumuna değişik bir perspektiften bakma
denemesidir. Bu yönüyle film, kapitalist sistem
içerisinde bireylerin, sistemin kendilerine dayattığı
metalar dünyasının insanı nasıl parçaladığını ve
buna karşı bireylerin oluşturdukları anarşist yapıyı
işliyor.
Film, ruhsal açıdan ölmüş bir toplum içinde tek düze
yaşamı olan bir kişinin hayatını anlatmaktadır. Kişi,
(Anlatıcı-Edward Norton) bir otomobil firmasında
güzel bir işe sahip fakat sosyal çevresi, arkadaşları
olmayan sıradan birisidir. Psikiyatrist tavsiyesiyle
kanserli hastaların terapi gruplarına katılır ve orda
Marla (Helena Bonham Carter) ile tanışır. Yolculuk
sonrası evini yanmış halde
bulduğunda
arayabileceği tek kişi yolculuk sırasında tanıştığı
sabun satıcısı Tyler (Brad Pitt) olacak ve hayatı
değişecektir. Tyler, anlatıcıya farklı şeyler
öğretmeye farklı düşünmesine sebep olmaya
başlar. Bu farklılaşma sonunda Tyler’ın kurduğu bir
kulüp ortaya çıkar. Dövüş Kulübü. Gündelik
hayatlarından
bunalan
sıkılan insanlar akşamları bu
kulüpte toplanarak kendi
aralarında dövüşür ve stres
atıp kendilerince egolarını
tatmin ederler.
Kulübün iki kuralı vardır.
Bunlardan birisi, kulüp hakkında kimseye söz etmemek
diğeri ise, kimseyle konuşmamak. Buna rağmen
kapitalist sistemde kendilerini dışlanmış ve önemsiz
hisseden her birey bu kulübe akın etmeye başlar ve
kulüp üyelerinin sayısı gün geçtikçe artar. Dövüş
Kulübü’nün üyesi arttıkça Tyler’ında gerçek fikirleri
ortaya çıkmaya başlar. Kulübü sadece iş ve sosyal
hayatlarında ezilen insanların egolarını tatmin
ettikleri bir yer değil düzeni değiştirecek topluluk
olarak görmektedir. Önce küçük çaplı hırsızlıklar ve
eylemler yaparlar. Lakin bunlar sadece büyük eylem
için küçük denemelerdir. Asıl proje Kıyamet
Projesidir. Kıyamet Projesi, Tyler’in anlatıcıya haber
vermeden planladığı, bütün bankalar havaya
uçurulacak ve herkes, her şeye sıfırdan başlanması
planlanan projenin adı. Projeyi öğrenen anlatıcı
Tyler’a hesap sorar ve Tyler ortadan kaybolur.
Kontrolden çıkan durumu
düzeltmek amacıyla Tyler’i
her yerde aramaya başlar.
Aradığı her yerde Tyler olarak
kendisi karşı-sına çıkmaktadır. Tyler ismi geçtikçe
insanlar
“anlatıcı”
yani
kendisini işaret etmektedir.
İşin içinden çıkamayan anlatıcı sonunda gerçeğin farkına
varır; Tyler kendisidir ve
planlar tamamen kendi
ürünüdür. Kendisini ihbar
etse de Kulübün üyeleri artık
Sayfa | 16
her yerdedir ve bu ihbar sonuç getirmez. Kıyamet
Projesi tamda planladığı fakat istemediği gibi devam
etmektedir. Bu aşamadan sonra Kıyamet Projesini
durdurmanın
tek
yolunun Tyler’ı yani
kendisini
olduğunu
düşünür
ve
kendi
kafasına bir kurşun
sıkarak intihar eder.
Lakin projeyi durduramaz…
Kapitalist sistemde toplum içinde bireylerin
sadece üretici ve tüketici gibi birer makine
olarak görülmesi insanı
huzursuz eden bir konumlandırmadır. Bu
konumlandırmada insanın çalıştığı işi, sosyal hayatı,
eşi, evi, arabası o insanın toplum içindeki insan olma
derecesini belirlemektedir. Dolayısıyla insan,
bilinçaltına yerleştirilen bu noktadaki değerli olma
amacına göre yaşamını şekillendirmektedir. Filmde,
“sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba
değilsiniz, kredi kartları limitiniz değilsiniz…” repliği
ile bu durumu çok net reddetmektedir.
Filmde, insanların, sadece emirlere uyan bu
emirlerin oluşturduğu kalıplardan dışarı çıkmaya
korkan bastırılmış kitleler nasıl halinde yönetildiğini,
“İtaat et – Tüket – Öl” metaforu içinde
anlatmaktadır.
Buradan
yola
çıkarak
postmodernizmin insana vaat ettiği bütün o
özgürlük, eşitlik, adalet kavramlarının hiçbirini
gerçekleştiremediği bu yaşam ideolojisinin de
gerçekleştiremeyeceği
vurgulanıyor.
Tek
özgürlüğün tüketim özgürlüğü olduğu ve bu
ortamda içi boşaltılan insanın onu insan yapan
kavramlarının yerini televizyon gibi nesnelerin aldığı
gösterilmektedir. Sonuçta, çevresindeki olaylara
karşı son derece ilgisiz, hayatın her alanında kendi
çıkarları için savaşan, bireysel faydayı ön planda
tutan topluluklar oluşturulmakta ve bu sonucun,
başlangıcında sistemin planladığı daha fazla üretim
ve daha fazla tüketim toplumu idealini
gerçekleştirdiğini göstermektedir.
İtaat, modern sisteminde insanların DNA’larına
kadar işlenmiştir. Filmin ilerleyen sahnelerinde,
insanlar mevcut duruma isyanlarını anarşist
tavırlarla dile getirmeye başladıkları
halde oluşturdukları anarşist yapının
başındaki yöneticinin emirlerinden
çıkamadıklarını da göstermektedir.
Bu durum, itaat kültürünün insanda
bıraktığı
tahribatı
göstermesi
bakımından çok ilginçtir. Şöyle ki,
kulübün kurucusu Tyler’ın haberi
dışında bir şey gerçekleştirilemiyor
daima
onun
söylemleri
uygulanılıyor. Tyler’ın emirleri
sorgulanmıyor
bir
diktatör
konumlandırmasıyla her denildiği
yapılıyor. Anarşizmin kökeninde
bütün kurallara karşı durmak kuralsız, içinden
geldiği gibi yaşamak olsa da insanlar yönetilmek
dışında farklı bir olgu görmediğinden anarşizimde
de kendilerine kurallar koyup birilerinden emir
almaya devam ediyorlar. Bu noktada çıkış yolu
bulamayan insan zihnen parçalanıyor ve manen
vicdanını kaybediyor. Bu da gösteriyor ki,
aydınlanma mitinin getirdiği değişiklikler bir huzur
toplumu inşasına yardımcı olamıyor, aksine kendi
faşizmini oluşturuyor.
Aslında filmin bütün amacını anlatan sahne olarak
son sahneyi seçebiliriz. Anlatıcı, kendini vurduktan
sonra yanına Marla gelir ve neler olduğunu sorar.
Anlatıcı, iyi olduğunu ve ona inanmasını söyler. Ve
tam “Her şey yoluna girecek” derken arkasında
bulunan bütün banka, rezidans ve iş merkezi
kuleleri patlayarak yıkılır. Bir nevi her şeyin yoluna
girmesi için sistemin yıkılıp her şeyin sıfırdan
başlaması gerektiğini vurgularcasına…
İyi seyirler…
Sayfa | 17
Mülteci Ruhlar
Ekrem Şahin
Sırt çantasından fırçasını çıkarıp kızının saçlarında
kararlı bastırıyordu ki Kızıldeniz’i ikiye ayıran asayı
gezdirmeye başladı. Yola çıkmadan önce tokalar
arıyordu. Ulaştıkları son kara parçası babasıyla
taktığı örgüleri tek tek düzeltti. Annesinin şefkatine
buluşacakları yer olacaktı. Sonra kızının saçındaki
hasretken anne olmanın ne kadar ağır geldiğini
uğur böceği tokayı çıkarıp haritanın üstüne iliştirdi.
düşündü. Küçük kızını sıklıkla önüne oturtup bu
“Bu uğur böceği baban olsun. Yolun sonunda
anları tekrarlamasındaki sebep belki de şefkatiyle
kavuşmuş oluruz” diyerek öptü tokayı.
onu
emzirmeye
çalışmasındandı.
Bu
zaman
dilimleri, merhametini kızına en güzel ifade
edebildiği anlardı. Bugün her zamankinden farklı
olarak kızının dalgalı saçlarını elleriyle düzeltirken,
karşısında sonsuzluk
dalgalarını
düzeltmeye
hissiyle
çalıştı.
uzanan denizin
Sükûnet
dolu
bakışları, sektirmek için atılan taş oldu. Dualarına
katıp gecenin karanlığında denize fırlattı.
Gecenin karanlığını
artıran
karartılar etrafta
gezinmeye başlamıştı. Gülümsemenin bulaşıcılığı
gibi korkular da kalpten kalbe bulaşıyor; kalabalığın
ahengi tedirginliğin seslendirildiği bir koroyu
andırıyordu. Sadece arada bir duyulan çocuk
kıkırdamaları
gecenin
gergin
yüzünü
yumuşatabiliyordu. Bu seslerle geçmişe dönüp
annelerin korkmadan evden dışarı çıktığı, babaların
“Babamla ne zaman bir araya geleceğiz?” sorusuyla
ellerinde poşetlerle eve gelebildiği sıradan ama
irkildi. Onu göğsüne yaslayıp babasının kendisinde
kendilerine ait özgür dünyalarına dönebiliyorlardı.
kalan kokusunu sürdü yüzüne.
Sureti geceye karışmış biri etrafta dolaşıp herkesin
Sonra cebinden çıkardığı bir haritayı kızının ellerine
kucağına sarı renkli can simitlerini bırakmaya
tutuşturup onu kendi hayal dünyasına davet etti.
başladı. İtirazsız kelimelerle…“İki kişiye bir tane, iki
Bulundukları kıyıları işaret edip, parmağıyla denizin
kişiye bir tane…”
üzerinde düz bir çizgi çizdi. Haritaya o kadar sert ve
Sayfa | 18
Çevrede hiçbir ağızdan “Hangimize?” sorusu
kaybetmemek
çıkmadı.
giremeyen
Yedirmek için oturulan bir sofrada ya da yaşatmak
için
çiftleri
kutsal
mekânın
andırıyorlardı.
havasına
Bedenleriyle
burada ama ruhlarıyla başka yerdeydiler.
için var olunan bir hayatta bu sorunun cevabı ne
Başlayan yolculuğun ve şişme botun yekpare bir
kadar basitti…
uzvu haline geldiler. Onunla sağa sola yatıp onunla
Okula
göndermek
için
önlüğünü
giydirirken
takındığı sakin tavrıyla bağladı can yeleğini.
Dudaklarında biriken dualar nefes olup çakıl
taşlarına dönüştü. Sonra her biri birer muska
hareket eden bir parçaya… Kızını sıkı sıkıya tutmaya
çalışan sağ elinde anne şefkatinin yumuşaklığını
yaşarken, içindeki tufanı botun iplerine yapışan sol
elinden dışarı döküyordu.
niyetine küçücük kızın ceplerine giriverdi. Saçlarına
Bir taraftan fırtınanın inadı diğer taraftan dalgaların
bir buse kondurup kucağına aldı ve karanlıkta
bitmez tükenmez kararlılığı kendilerini taşıyan
uzanan ellerin yardımıyla şişme botun üzerine çıktı.
botun ruhunu aniden çekip çıkarıverdi. Sahte can
Denizin tuzlu kokusu, gece vakti karadan esen
meltemin ferahlığı, dalgaların sesi, bota vuran
suyun serinliği, zihinlerin maviye tamamladığı siyah
gökyüzü…
Doğanın
güzelliğine
rağmen
eşini
yeleklerinin kendilerine hayrı dokunmaz oldu. O
heybetli yapısıyla askeri bir varlığı andıran bot
denizin üzerine atılmış haki renkli bir kumaşa
dönüştü. Etrafa saçılan sıcacık bedenlerle birlikte…
Suyun soğukluğuyla uyuştu eller. Deniz
yolculuğunda
insanın
tövbekârlığını
hatırlatan ayetle irkildi zihinler…
Rüyadan uyanmak için açıldı gözler…
Minik
kızının
bağlamaya
zaman
bulamadığı dalgalı saçları denizin
dalgalarıyla
bütünleşti.
Hayalleri
taşıyan harita, denizin üzerine açılmış
aynı
güzergâhın
yolcularını
yeni
bekliyordu.
mülteci
Köşesine
iliştirilmiş tokanın üstündeki uğur
böceği ise onlardan önce uçup gitmiş
gözüküyordu.
Artık sadece bedenleri değil ruhları
da mülteciydi.
Fotoğraflar: Bilgin Sönmez
Sayfa | 19
Düğüm
filizleneli çok oldu
toprağın yok, suyun da
seni ben, canımdan besledim
ve duymasan da, sana aşk diye
seslendim.
sigaramın közündeki dumana
tedirgin bir üveyk gibi kanat çırptın
süzüldükçe harlanan,
suyun değil, toprağın söndüreceği
yangındın.
her doğuşumda sana uyandım ben
yalancı mavilere de dalmadım zaten
başımı dizine yaslayıp, uyumalıydım
sadece
durmalıydı zaman,
güneş ve bulutlar durmalıydı
her halin ile, geriye sen kalmalıydın
yarım, dolu ve hilal…
oysa ben, suretlerine bakıp kör
oldum
yürüdüm amaçsız, durmadan
yürüdüm
gecenin son vakti ise, seninle öldüm
çünkü seni ben, canımda besledim
Ve duymasan da sana, aşk diye
seslendim.
Yavuz ÇOBAN
Fotoğraf: Merve GÜREL
Sayfa | 20
Ruhtaki Aşinal
A inalı
inalık
Fotoğraf: Merve GÜREL
‘Elest bezmi’nden gelen bir tanışmışlık var, kurulan
Yelizhan AYDIN
ilişkinin öbür tarafında. Ruha dokunan ses, harekete
geçirir göz imbiğinden yüreğe süzülen o renksiz
Amansız bir çalkanışa girer, gönül kabındaki hisler. Ne
görüntüleri. Konuşulan, paylaşılan, yazılan, çizilen
olduğunu anlamadan ama neyin olduğunu bilerek.
her ne varsa bilindik bir yüzle karşılar şimdiyi.
Parola sormadan giriş yapan bu tanınmışlık, hemen
Kanıksarsın hemen, benimsersin yitirilmiş sevdalar
mesken tutar kendine burayı. Kendi dünyası olarak
arasında bulduğun bu kayıp şehri. Beklenmez, bir
tasavvur eder ve oranın rengiyle boyanır bu şeffaf
gezintiye çıktığın bu yolculuk, aşırtmaz seni. Her
görüntü.
gidilen yer onun eliyle işlenmiş, onun bakışıyla
çözümler, yüceliğe doğru yükselen sevgi huzmelerini.
resimlenmiş, onun duyuşuyla kuşatılmış. Sanki her
Artık iki ayrı ruhun vuslat anını yaşadığı bu derin ve
şey onun kalbiyle hayata geçirilmiş. Bir o kadar
geniş alanda her şey yeni anlamlarıyla yüklenir,
bilindik, bir o kadar sıcak ve bir o kadar yabancı…
sıradanlıklar tersinden okunmaya başlar, yollar
İçselliğin dışında kalan beden, ruhundaki bu anlamlı
değişime çok bir mana yükleyemez. Çünkü ruh,
bedenden önce yaratılmıştır başka bir dünyada.
Beden, her yönüyle ruhu takip etmiştir. Bu kitlesel
yığın, gizlerle kaplı ilişkinin hiçbir noktasında yerini
alamaz lakin hak ettiği yerde de duramaz. Aniden
beliriverir karşında; yıllardır aradığın o bakış, o duyuş,
o hissediş! Başka bir âlemden gelen bir yansıma
olarak algılarsın sen. Ya da yaşanılan, o kadar bilindik
gelir ki sana, çok uzak mesafelerden gelen bu
görüntü, sıradan bir hal alır senin için. Hiç bir refleks
göstermeden, acaba sorusunu yöneltmeden, gönül
rahatlığıyla kabul edersin, mekanik bir boyutta
gönderilen arkadaşlık davetiyesini. Bir an bile
duraksamadan, bir adımı geriye koymadan, bir soluk
bile harcamadan ve her lahza değişen bedende bir
Mahremiyetin
sırlarına
ulaşırcasına;
kestirmelerle daha bir kısalır, hesapsız yürüyüşler
duraklamalarla sorgulanır, mat bakışlar o dünyanın
ışığıyla aydınlanır; görünmezlikler, okunmazlıklar
ardına gizlendiği karanlık perdeden sıyrılıp, ilan eder
kendi bilinirliğini, ar oluş hikâyesini. Dağılan tüm o
görüntüler,
bir
bir
toplanır
kırılmış
aynanın
parçalanmış cam parçalarından. Sen ve ben,
karşılaştırmalı bir üstünlük olmaktan çıkarılıp,
ayrıldıkları bütünselliğe bir geri dönüş serüveni
başlatılır;
“yaşanılır
bir
dünya
için”
üretilen
formüllere karşı bir başkaldırı bildirgesi yayımlayarak.
İki ayrı resim birleştiğinde ortaya çıkan bedensel
uyumsuzluk,
ayarsızlık
ruhların
bir’lenmesinde
gözükmez. Ruh, adapte eder kendini, yarım kalmış
diğer tümüne. Böylelikle onun aşinalığı sağlama
alınır, denge kurulmuş olur iki ayrı varlıkta…
hücre bile yenilenmeden, yinelenmeden…
Sayfa | 21
DOĞU
DO U KARADENİZ
KARADEN Z GEZİS
GEZ Sİ
Saim ŞAMLI
İçimizden dış dünyaya bakan bir penceremiz var. O
pencereden nefes alıyoruz aynı zamanda. Bir evin
her bir penceresi başka bir görsel açı sunuyor bize.
Her birimiz aynı evin farklı penceresinden
bakıyoruz dünyaya ve “insanın mizacı” diyoruz
buna.
Bundandır, herkesin hemhal olmak istediği ayrı bir
uğraşı var. Kimisi kuş besliyor, kimisi bir spor
kulübünün taraftarı, kimi de bizi gibi gezip görmeyi
seviyor, kimi başka bir şeyi… Neyi niye sevdiğimizi
bazen kendimize bile açıklayamıyoruz ama “hobi”
deyip geçiyoruz. Gezmek, benim için evet bir hobi…
Bu dem Doğu Karadeniz’e gidelim dedik. Bu
gezimizin planını geçtiğimiz Ocak ayında Sarıkamış
Şehitleri ziyaretinde yapmıştık. Hoş 2006 yılında
kurduğumuz kulübümüz ile günü birlik geziler dâhil
yüzü aşkın gezi, ziyaret, seyahat gerçekleştirmiş
bulunmaktayız. Biz bu seyahatlerimizde gittiğimiz
yerin Albaraka şubelerine uğramayı ve şube
çalışanlarının evlerinde kendilerini ziyaret etmeyi,
iş
arkadaşlarımıza
kendilerinin
yanında
olduğumuzu hissettirmeyi de şiar edindik.
18 Mayıs Çarşamba akşamı kiraladığımız 9 kişilik
araç ile gezimiz Kurtköy’den başladı. Gezimize; ben
(Saim Şamlı -ÖSOM), Recep Öztürk(Pendik E5
Şube), İlhami Özdemir (İç Kontrol Müd.), Mustafa
Güre (KOM) ve oğlu Yusuf Bilal Güre,
Ufuk Yılmaz(KOM), İbrahim Aktaş (Hukuk Takip
Müd.), Serhat Sonay(Altunizade Şube) ve Hakan
Kınalı (Bireysel Krediler Müd. ) arkadaşlarımız
katıldı.
Gece başlayan yolculuğumuz Gerede’de sabah
03.00 ‘de bir çorba molası ile devam etti.
Çorbalarımızı içtikten sonra Çorum Osmancık’ta
sabah namazı molasına kadar şoför hariç tüm
arkadaşların horultusuyla geçti. Sabah namazımızı
kıldıktan sonra Samsun şehir merkezine yollandık.
19 Mayıs sabahı ilk kez Samsunda idik. İlkadım
ilçesinde Kurtuluş Savaşımızın ilk ateşinin yakıldığı
beldede olmanın heyecanını yaşadık. Daha sonra
küçük bir Samsun turu atarak kahvaltımızı yapacak
olduğumuz Fatsa Şubemiz personeli Tevfik Akbaş
ağabeyimizin evine Fatsa’ya doğru yol almaya
başladık. Dedim ya gittiğimiz yerlerde iş
arkadaşlarımızın evlerine uğruyoruz diye.
Tevfik Abimiz Fatsa sahilde babasının (kayınpederi)
denize sıfır yalısında bizlere öyle bir kahvaltı sundu
ki anlatamam, hoş kahvaltıdan daha önemlisi
emekli öğretmen olan babası İsmail Amcanın ve
annesinin gösterdikleri örnek misafirperverliği
unutamam. Yine şube çalışanlarımızdan Suat
Keleşoğlu Bey, Necmettin Demirel Bey ve Talat
Sırımsı Bey’in İsmail Amcanın evine gelerek bizi
Sayfa | 22
Değirmendere’ye, oradan da konaklayacak
olduğumuz
yer
olan
Büyük
Çiftlik
Köyü(İyidere/Rize)’ye yani benim köyüme doğru
hareket ettik. Akşam saatlerinde evimize varıp
akşam namazını kıldıktan sonra önceden
hazırlanmış çaylarımızı yudumlarken ertesi gün
gideceğimiz yerlerin planını yaparak dinlenmeye
çekildik.
onurlandırmaları ayrı bir güzellikti. Bu vesile ile
Tevfik abimize, eşine, anne - babasına, oğlu Tolga
ve şubemiz çalışanı arkadaşlarımıza çok teşekkür
ederiz.
Kahvaltımızı yaptıktan sonra Ordu Boztepe’ye
doğru yol aldık. Ordu şehir merkezinden aracımızla
döne döne çıktığımız Boztepe’de muhteşem bir
şehir manzarası seyri yaptıktan sonra ekibimizin bir
bölümü teleferik ile bir bölümü de aracımız ile
aşağıya indik ve Giresun’a doğru yola devam ettik.
Giresun Bulancak’ta Sahil camiinde şube
Müdürümüz Nuh Ermiş Bey ile öğle namazımızı kılıp
hasbihal ettik. Daha sonra Giresun’u geçip Görele
ilçesine gelince saatlerimiz 14:00‘ü gösteriyor ve
midelerimiz zil çalıyordu.
Pidesiyle meşhur ilçemizde mola verip pidelerimizi
yedikten sonra rotamız Trabzon ve Trabzon’da
Sümela Manastırı’nın yer aldığı Maçka oldu.
Gümüşhane sapağından Maçka’ya geldiğimizde
memleketimizin sisli, serin havaları bizlere hoş
geldin dedi. Manastır tadilatta olduğu için “Ayine
katılamadık:))” Maçka’dan aşağıya tekrar Trabzon
Yeri gelmişken köyümden kısa bahsetmek isterim.
Köyüm, benim için nefes alma yeri. Köyde üç tane
çay fabrikası var, yüksek tepelere kurulu köyde
doğanın kendi kokusuyla beraber çay fabrikalarının
içimi rahatlatan bir rayihası var. Gecesi, gece kuşları
ve gece böceklerinin sesiyle gündüzü, gözün
alabildiği kadar yeşiliyle dinlendiriyor insanı. Sabah
ezanı bir farklı uyandırıyor insanı burada ve farklı
uyanıyor insan burada. Karadenizde sisin dağla,
ağaçla, insanla kurmuş olduğu ilişki ise her insanın
kendi hissettiğinde gizli..
Sabah ezanı okunuyor, namazlarımızı kılıp biraz
daha istirahat ettikten sonra sabah kahvaltısı için
Rize Huzur Lokantasının meşhur Rize kavurmasını,
Hukuk Müşavirliğimizden Rize Recep Tayyip
Erdoğan Üniversitesi Adalet Meslek Yüksek
Okuluna geçmiş olan Süleyman Kandemir ile yedik
ve kendisi ile hasbihal ettik. Kahvaltıdan sonra
eskilerde tasavvuf büyüklerinin toplaştığı bir yer
olan Güneysu ilçemizdeki Kıbledağı mevkiindeki
Kıbledağı Camii ve Dua Tepesine yol aldık. Binyüzon
metre rakımlı yer sisli ve puslu bir dağın tepesinde
insanın
kendisiyle
muhasebeleşebileceği
Sayfa | 23
muhteşem huzur verici bir ortamdı doğrusu.
Camide hummalı bir çalışma söz konusu idi.
Ziyaretimizi kısa tutup zor bir yolu olan
Kıbledağı’dan yeteri kadar fotoğraf çekerek ayrılıp
Ayder Yaylasına doğru yollandık.
Ayder, Çamlıhemşin ilçesinin meşhur bir yaylasıdır.
Küçük şelaleleri (biz şarşara diyoruz.), ahşap evleri,
sisli dumanlı görseli ile mükemmel bir doğa
harikası. Alacağımızı alıp tarihi camiinde Cuma
namazını kılıp Çaykara Uzungöl‘e (Şerah) doğru
devam ettik.
Burada şu konuya değinmeden geçemeyeceğim
Doğu Karadeniz’imizin tüm yaylaları aslında
birbirlerine bitişik kardeş yaylardır. Aralarında yol
olmadığı için bir yayladan diğer yaylaya geçmek için
sahile inip tekrar yukarıya çıkmak zorunda
kalıyorsunuz. “Yeşil Yol Projesi “ ile bu sıkıntıyı aşma
yönünde çalışma başlatıldı. Bu proje ile yaylaların
birbirine bağlanması sağlanacak, bu vesile ile hem
ulaşım kolaylaşacak hem de yaz turizmine imkân
sağlanacak. Bu yönüyle mükemmel bir proje
olacaktır. Bu proje bittiğinde, Samsun yaylalarından
başlayıp Artvin’deki yaylalardan çıkacaksınız ve
yaylaları sahile inmeksizin gezebileceksiniz.
Uzungöl’e vardığımızda, takvim yapraklarını
süsleyen Uzungöl Camii karşıladı bizi. Uzungöl’ü
geçip çıkılabilecek en yüksekliğe çıkıp Uzungöl’ün o
muazzam görüntüsünü yukarıdan görmek ve o
muazzam yayla havasını hissederek fotoğraflar
çektikten sonra aşağıya, meşhur çifte minareli
camiye ikindi namazımızı kılmaya indik. Uzungöl’e
yerli turistten daha çok Arap kardeşlerimizin
teveccühü bizlerde ayrı bir heyecana sebep olmadı
değil.. Artık gün sonuna güneşin batımına doğru
yaklaşmıştık sanki güneş, Uzungöl ‘de bir farklı
batıyordu o kızıllığın göle yansıtarak mükemmel bir
görsel sunuyordu bizlere... Bu görüntüleri
arkamızda bırakarak evimize, ertesi günkü büyük
programımızı gerçekleştirmek için yol aldık.
Evde karalahana sarması temalı yemeğimizi yiyip
çaylarımızı içtikten sonra odalarımıza çekilip günün
yorgunluğunu atmaya başladık. Ertesi gün (büyük
gün:)) Recep Usta’nın mükemmel Menemenli
kahvaltısı ile sabah 5:00’da başladı. Kahvaltımız
bittikten sonra beraberce Artvin yoluna koyulduk.
Bilindiği üzere Artvin Doğu Karadeniz’in en uç
noktası ve yolları en sarp, geçitleri tehlikeli yarlarla
dolu bir vilayetimizdir. Hopa’ya kadar sahilden
devam eden yolumuz Cankurtaran geçidinden
geçerken muhteşem bir görüntü ile beraber çok
dikkatli bir sürüş sorumluluğunu yükledi bizlere.
Neyse ki alışık olduğumuz bir coğrafya. Bu zor
yoldan sonra Borçka’ya,
oradan da Borçka
Karagöl’e. Buralar yüksek rakımlı çam ağaçlarının
bolca olduğu bir yer. Karagöl’e orta zorlukta yoldan
vardıktan sonra muhteşem bir doğa ile başbaşayız.
Hissedilenleri anlatmak, bal yemeyene balı
anlatmak gibi…
Sayfa | 24
Bu gün büyük gün dedim ya rotamız Maçahel
Vadisi. Bu arada yol şartları bizi zorluyor; bir
tarafımız dağ bir tarafımız Çoruh nehrine yapılmış
barajlar ve dar denebilecek bir yoldayız. Maçahel
Vadisi o kadar sarp bir yer ki Gürcistan’ın özerk
bölgesi Acaristan ile birbirine geçişkenlik arz ediyor.
Yollar bazen iki aracın aynı anda geçişine müsait
olmadığı yerler... Bu sarp yolların bizi, vadideki
Maral Şelalesine götürmeyeceğini anlamamız
üzerine şelaleye varamadan geri döndüğümüzü de
söyleyeyim de siz anlarsınız bölgenin durumunu.
Maçahel Vadisinden dönüşte, geldiğimiz yoldan
köye dönmeyelim kararını alarak, Çoruh vadisi
boyunca Yusufeli’ye, oradan da İspir üzerinden
köye gidelim dedik. Yollarda inşaatlar ve baraj
çalışmaları var, dolayısıyla akşam batmadan İspir
yolunu almalıyız. İki yerde karşıdan gelen araçlar
nedeni ile yol bitti
ve zor bir şekilde geçişi sağladık. Akşam ezanları
İspir’de okundu. Burada uğradığımız pestilciden
pestil aldık, neredeyse bizim aldığımız pestil kadar
da pestilci bize ikramda bulundu. Misafirperverliğin
bu boyutta yaşatılıyor olması bizi ayrıca mutlu etti.
İspir’de madden ve manen heybelerimizi
doldurduktan sonra Ovit Dağı üzerinden
İkizdere’ye, oradan da köyümüze geldiğimizde gün
akşam
saatlerini
bulmuştu.
Ertesi
gün
İstanbul’umuza dönecektik, çok yorgunduk hafif bir
akşam kahvaltısından sonra hemen odalarımıza
dağıldık. Köyün o dindirici havasında sağlam bir
uyku çektik doğrusu. Bir yoğun geziyi daha bitirip
işimizin, evimizin başına gelebilmek için yola sabah
5:00 ‘de İstanbul yoluna revan olduk…
Şimdiye kadar yaptığım gezilerden tecrübem şu ki;
yolda olmanın, bir de birlikte yolda olmanın insanı
test eden birçok unsuru var. Bunlar; sabır, karşılıklı
anlayış, yardımlaşma ve her an için olumlu havayı
diri tutma vs. İnsanın yolda canlı (diri/uyuşmadan)
kalma cabası, bir o kadar zor ve bir o kadar da
insana huzur veren bir hal. Bu nedenle gezmek,
sadece dışımızdaki dünyayı görme ve gördüklerimiz
üzerinden hissettiklerimiz değil aksine gezmek,
gezip gördüğümüz dış dünyanın uyaranları
üzerinden hislerimize rağmen ve onlarla beraber
kendi iç dünyamızın huzur içinde anlık dizaynı
demektir...
Yolunuz açık olsun! Nice başka gezilere dertsiz
tasasız hep beraber İnşallah…
Sayfa | 25
Tövbe
Başı öne eğik,
Bir damla yaş kirpiklerde
Taze tomurcuklanmış
Kararsız
Nereye akacağını bilemeden
Öylece kalakalmış.
…
Gözleri kapalı
Kapatmış ölümlü vücudunun
Bâb-ı Âlî’sini
Fani koşturmacalara
Dünyanın pasını dışarıda tutarcasına
Günahlara set vururcasına
…
Vücudu bükülmüş
“Mim” gibi – secdede
Filizlenmiş titreyen dudaklarda tövbe
Bir özür peşinde,
Bir rahmet, bir affediş,
Can’ın, cananın sahibinden af dileyiş
Fotoğraf: Ertuğrul Gazi BUDUR
Sayfa | 26
Ve açılmış nihayet
Eller semaya
Genizden gelen bir hıçkırık,
Bir umut, bir haykırış,
Çığlık çığlık,
Gözyaşlarına karışmış,
Sessizce süzülen
Yüzünden…
….
“Boş dünyanın, boş koşusu gözlerimi kör etmeden”
“Dar dünyadan bir kefene sarılıp da gitmeden”
“Sensin beni ayırmayacak Sırat-ı müstakimden”
“Sensin Allah (C.C.)!”
“Estağfurullah!”
“Estağfurullah!”
“Estağfurullah!”
Nezih DOLMACI
Fotoğraf: Merve GÜREL
Sayfa | 27
hâl
hâl1
hâl bul, dedi derviş;
buğulu bir ses gibi yaklaşıyor,
dilsiz bir yetim gibi geçiyor zaman.
insan,
ezberiyle kaçıyor bu izdihamdan.
hâl bul!
talip tosun
Fotoğraf: Ertuğrul Gazi BUDUR
Sayfa | 28