2012

Transkript

2012
ODA
2012
ODA
2012
Yayının Adı: Bosphorus Chronicle “ODA 2012” ekidir.
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu: Özel Amerikan Robert Lisesi / Güler KAMER - T.C.
Sorumlu Müdür ve Uyruğu: Güler KAMER - T.C.
Yayının Türü: Yerel - Süreli
Yayının Süresi: Aylık
Yayının Dili: Türkçe - İngilizce
Yayının Konusu: Okul Gazetesi
Yönetim Yeri
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No: 87
Arnavutköy / İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Basım Yeri
Birmat Matbaacılık Ltd. Şti.
100. Yıl Mh. Matbaacılar Sitesi
4. Cd. No.: 122 Bağcılar / İstanbul
Tel: (0212) 629 05 59 - 60
Faks: (0212) 629 01 39
e-posta: [email protected]
Danışman Öğretmen
Birol Özdemir
Editörler ve Sayfa Düzeni
Övgü Bozgeyik
Öykü Bozgeyik
Yayın Grubu
Hatice Zeynep Ceylan
Tilbe Çağlayan
Burcu Küçükoğlu
Derya İnal
İdil Gencosmanoğlu
Büşra Lena Mısır
Gizem Tulunay
Şerna Viyan Petekkaya
Çizimler: Cansu Tüzmen
İçindekiler
Sunuş / Öykü Bozgeyik - Övgü Bozgeyik
8
Yazı Tura / Bala Tabak
9
Cinayet / Mert Uzunoğulları
11
Lazım Değil ki / Sıla Göral
13
Okur Gözünden Roman / Övgü Bozgeyik
14
Suç ve Ceza / Büşra Lane Mısır
16
Eve Dönüş / Alara Aydınol
18
Bir Başka / Şerna Viyan Petekkaya
21
Pencere / Şerna Viyan Petekkaya
23
Şiirler / Buse Kurtar
25
Talihsiz Hilmi / Yağmur Çınar
30
Nereden Geldim Nereye Gidiyorum / Yağmur Çınar
32
Kalemimin Hilesi / Başak Dağlıoğlu
35
Bavul / Miray Palaz
37
Cin / Kayra Güral
39
Bayramlık / Mine Noyan
40
Kötülere Neden İhtiyacımız Var? / Yusuf Kumtepe
42
6503. Gün / Yusuf Kumtepe
43
Başkaldırının Özü / Öykü Bozgeyik
44
Cehennem Otoyolu / Derya İnal
48
Kelimeler Tekelde / Joe Florentin
52
İçerisi ve Dışarısı /Joe Florentin
53
Kalabalık Günler / Joe Florentin
55
Başka Şey / Joe Florentin
58
Bir Fotoğraf / Gül Ayhan
61
Stockholm Sendromu / Mehmet Karagüven
63
Soru İşareti / Mehmet Karagüven
65
Bir Bilim Adamı / Gizem Tulunay
66
Duvardaki Son Çizik / Gülay Bengü Ulukaya
68
Büyümek / Cansu Tüzmen
71
Akbabalar / Cem Aksoy
72
Benim Kahkahalarım/ Cem Aksoy
73
Adalet / Övgü Bozgeyik
74
Hamdi Holmes / Ege Cem Kırcı
77
Mevsim Yazıları / Zeynep Ceylan
80
Dönme Dolap / Mert Özdiken
84
Maske / Burcu Küçükoğlu
86
Bir Nazım Hikmet Romanı / Tilbe Çağlayan
88
Köprünün Diğer Tarafı / Doruk Kilitçioğlu
90
Ardakalan
Bana bir dinletim verin,
Biraz da zaman.
Ben bir deyim çıkarayım,
Bir duyuru sesi ondan.
Siz bir solukta onu dinleyin.
Sizin olsun artakalan zaman.
Özdemir Asaf
Öykü Bozgeyik - Övgü Bozgeyik
Sunuş
Edebiyat sadece duygu, düşünce ve fikirleri veya hayal dünyasını
okuyucuya ulaştırmak için değil, ayrıca zevk almak ve okuyucuya da bu zevki
yaşatmak için vardır. Bir yazar, yazdığını hissettiği zaman okurun dağarcığına
daha sağlam temellerle yerleşir. Böylece edebiyat denilince kalem, kağıt ve kitap gelmez akıllara. Edebiyat, başka bir boyut olur çıkar karşımıza.
İşte bu yüzden “oda”lar dolusu kelimeleri “oda”lar dolusu hisler ile
birleştirip “Oda”mıza koyduk. Hem naçizane yazarlarımız yazdıklarını sadece
kendileri için yazmış olmasınlar, seslerinin yankısı “oda”larının kapısından
dışarı taşsın diye, hem de okurlarımız “oda”larındaki seslere kulak verebilsinler
diye.
Bu sene, okulumuzun Türkçe bölümü sempozyum konusu roman
olduğu için kulüp üyelerimizin roman ile ilgili incelemelerine de bu sayımızda
yer verdik.
Edebiyatın küçük bir parçasını Oda’mıza aldık, beğenmeniz dileğiyle…
8
Bala Tabak
Yazı Tura
Bir televizyonu yoktu, bir cep telefonu bile yoktu. Evdeki çok sesli
orkestra, kaloriferin içinden ılık ılık geçen suyun lıkırtısı, soğumaya direnen
parkelerin çatırtısı ve patileriyle bu direnişi bastırmaya çalışan tekir kedinin
mırıltısı, bütün modern iletişim araçlarının gürültüsüne yeğdi. O şimdi pencerenin önünde oturuyor, sokaktan geçen insanların telaşesini, mahallenin delisini ve çocukların seksek oynayışını izliyordu. Bir an için, o çocuklardan biri
oluverdi sanki, zor da olmadı bu; çünkü o denli tecrit edilmişti ki yaşamanın kendisinden, hem bir çocuk gibi umursamaz olabiliyor, hem de çekirdek çıtlayarak
pencere önü televizyonunu izleyebiliyordu. Orkestraya yeni bir ses katılmıştı:
çekirdek. Birden mutfaktan bir ses duyuldu, su ısıtıcısının sesi. Su kaynamıştı.
Hem her şey bir kişilik olduğundan hem de evde ses olmadığından böylesine
küçük sesler bile korkutuyordu onu. Kendisini sürükleyerek mutfağa gitti, bir
çay poşetini büyükçe bir bardağa salladı, suyun siyah çaya mağlubiyetini izledi.
Aslına bakılırsa poşey çay sevmezdi Azize Hanım, ama çay demlemek için de
hiçbir nedeni yoktu ki, çay kalabalıkta demlenirdi. Türk kahvesi de içmezdi
Azize Hanım, fincanını çoktan vitrine kaldırmıştı, zaten fincanın cini kaçmıştı,
lokumlar ise kurumuştu. Günlerdir canı balık istiyordu, ama üşeniyordu yapmaya. Kendisi için balık unlamak, kendisi için balık kızartmak güç geliyordu; kendini ihmal etmesi kolaydı. Artık sadecebir gün ona yetecek barbunya pilakiyi
dolaptan çıkardı, yemeye koyuldu. Ham balık pazarındaki deniz gözlü adama
ne diyecekti ki. “Bana on tane hamsi ver!” mi diyecekti? Bilirdi pazarcıları,
sevmezdi pazarcılar taneyle satılan domatesleri, taneyle satılan balıkları; yarım
kilo, bir kilo olması gerekirdi, olamazdı ki... Kim yiyecekti?
Pencere önü televizyonunu izlemeye koyuldu tekrar. Hayatındaki tek
sıcaklığa, çay bardağına sarıldı. Evdeki tek ince belli bardağa... Fazlasına gerek
yoktu ki. “Bir sallanan sandalyem olsa” diye düşündü. Ne gerek vardı üç beş
kişilik koltuklara, sadece sokağın tozunu misafir ediyordu üzerinde bu koltuklar.
Bir sürü şey geçiyordu aklından, eski kocasının konuşurken tükürmesi, uzatma
kablosunu kemiren kedi, elektrik faturasının son ödeme tarihi. Yelkovan akrebi
kovaladı, çay soğudu. Kedi uyudu. Azize Hanım’ın gözleri kanlı, düşünüyor
hala. Karanlık sokakta birer birer aydınlanan camlar dikkatini dağıttı, vazgeçti
hayat memat meselelerini düşünmekten. Sahur vakti olmuştu. Ramazan davulcusunun gür sesini duyan uyanık komşular ışıklarını kapadılar. Azize Hanım
portmantoya doğru ilerledi. Bir bozuk para, bir kağıt para çıkardı. Pencere önü
lambasını açtı. O sırada diğer balkonlardan atılan bozuk paralar bir yağmur gibi
9
sokağa düştüler, yuvarlandılar yokuştan aşağı doğru, ramazan davulcusu da
arkalarından, yüzünde şaşkın, mutlu, avanak bir ifadeyle. Elinde kağıt parasıyla
kalakaldı Azize Hanım. Karşı pencerelerde ramazan davulcusunun arkasından
bağıran, zıplayan çocuklar; yemek hazırlayan anneler, televizyon ışıkları yüzlerine yansıyan pijamalı babalar. “İyi ki atmadım” diye düşündü Azize Hanım.
Sokağın neşesine yakışırdı çıngır çıngır bozuk paralar, ama bir yaprak gibi
süzülen kağıt para, kendisine artık alışıldık gelen hüznünü de yavaş yavaş indirirdi sokağa, açık ederdi kendini. Sokaklar da alay ederdi onunla, süzülen
kağıt parayı izleyen donuk gözler de sokağın alışık olduğu bir şey değildi, bozuk paralar gibi telaşlo, bozuk paralar gibi ışıltılıydı bu sokak.
Yerine oturdu Azize Hanım. Kapıt parayı cebine sokuşturuverdi. Mantosunun cebinden getirdiği metelikle oynamaya başladı. Neden, belki de neyden kaçmıştı? Metelik parendeler atarak pencere pervazına düştü. Yazı. Huzurevinde iyi bakıyorlar mıydı ona? Yazı. Kim her gün tuzsuz yemek yemek,
komposto içmek isterdi ki? Içtiği uyku hapının etkisiyle gözleri kapanmaya
başladı. Uyumalı mıydı? Yazı.
Uyuyan sahibinin kucağına yerleşti kedi. Parkeler ısınmaya, çatırdamaya
başladı. Akşamdan kalma çay, çay bardağının dibinde kurudu. Tıkır tıkır topuklularla işe giden genç kızlar sokakta boy gösterdi.
Birden kapı çalındı. Azize Hanım, mahmur mahmur kapıya gitti. Kapıyı
açtı gülümseyerek. Kimdi gelen? Hiç kimse. Alt kattan uzun süredir görüşmeyen
tanıdıkların şen şakrak kahkahaları duyuldu. Azize Hanım kapıyı kapadı. Parayı
havaya savurdu tekrar. Biliyordu, meteliğin suçuydu bütün kararları… İki yüzü
de yazı olan bu meteliğin suçuydu bütün yalnızlığı. Öyle miydi? Yazı.
Not: Küçük İskender’in Ayrılık Patileri şiirinden yola çıkılarak yazılmıştır.
10
Mert Uzunoğulları
Cinayet
Haydar Dağlı, güvenlik görevlisi, kırk iki yaşında. Cemalettin Ertürk,
şoför, altmış yedi yaşında. İkisi de eli yüzü düzgün adamlar. İkisinin bir ortak noktası var: Bayan Neslişah Benzur’un cinayet davasında iki yıldır sanık
olmaları.
Cinayet tarihi: 14 Kasım 2009. Yer: Feneryolu Sk.
Apartmanı. Saat: 14.45.
No:39, Oral
Haydar Dağlı, tam yanda, 37 numaralı Sepaş Sitesi’nin güvenlik görevlisi. Neslişah Hanım her akşam arabasını bir uyanık kendisiymiş gibi sitenin
girişiyle apartmanın arasındaki kaldırıma park eder, “ Buradan kamyon geçer.
Gerizekalı mı, mal mı bunlar da geçemiyorlar?” derdi. Site yöneticisi Dündar
Bey de Haydar’a “Oğlum madem bir sitenin girişini açık tutamayacaksın ne
demeye sana ayda 1400 lirayı sayıyoruz? Ulan bari bir işini yap, sabah zaten
uyuyorsun!” diye fırça atardı.
Evet, Haydar Dağlı sabahları uyuyordu, bir bebeği olmuştu,akşam
vardiyasında duruyordu, gündüzleri uyuyamıyordu. Bu yüzden asabiydi ve her
zamankinden çok sigara içiyordu. Bir gün Neslişah Hanım yine arabasını park
ettiğinde arka camını “ hakyemez” adını verdiği sopasıyla kırmış, “Öldürürüm
seni o****u!” demişti.
Cemalettin Ertürk, Neslişah Hanım’ın alt katında oturan emekli Albay Veli Topçu’nun şoförü olarak çalışıyordu. Torununu Amerika’da okumaya
yollayacaktı. Morali motivasyonu yerindeydi. Her sabah Veli Bey’i almadan
önce arabada 107.0 frekansındaki Ankara havaları çalan radyoyu açıp arabayı
yıkardı.
Sabahın 5.30’unda yıkama işlemleri başlar, 6.15’te Veli Bey alınırdı.
Cinayet günü “Karga b*kunu yemeden yaptığın işe bak, şerefsiz! Her sabah
dokumacı kızlar yalelli ya Allah diye mi uyanmak zorundayım ben?” sözleri
Neslişah Hanım’ın ağzından çıkmıştı.
Neslişah Hanım evinde boğulmuştu. Bu iki adamdan hangisi onu
boğmak istemesin ki? Cemalettin ve Haydar her sabah sohbet ettiklerinden çok
yakın arkadaştı. Teknik takip msn konuşmalarını buldu:
11
haydar-secureboy: Valla ben bu karıyı gırtlaklayacağım. Yeter lan nedir
çektiğimiz?
cemalettinthedriver: Yeğenim sana kalmadan ben boğacağım, manyak
ruh hastası bu.
Geçen sabah “Lerzan Mutlu Siz Mutlu” programında psikolog Prof.Dr.
Fahrettin Kerim Gökay’ı bir kadın aramıştı. İsmini vermek istemeyen izleyici
olarak gözüküyordu.
“Fahrettin Bey, rüyamda teletabi görüyorum. Bana pis pis gülüyorlar.
İhihihihihi asdasdasdasd ehehehehehe diye sesler çıkarıyorlar, korkuyorum. Bir
ağaç dalını uzatıp beni arkamdan tutup kendine çekiyor.”
Bu arayan Neslişah Hanım’dı. Ancak teknik takipten kaçmıştı. Neslişah
Hanım’ın rüyasında bu kez ağaç onu tutmuş ama kendine doğru çekmemiş, onu
boğmuştu. Bu yüzden işaret parmağı diğerlerinden koyuydu.
Ne Haydar ne Cemalettin bu durumun farkında… Ne polis ne yargıç…
İkisi de cinayeti kabul etmiyor, kanıt da yok. Dava da uzuyor, uzuyor, uzuyor…
İkisinin de hayatlarını yiyerek…
12
Sıla Göral
Lazım Değil Ki
Pek lazım değil zaten bana bir ev
Anahtarım girmiyor deliğe
Titriyor, hakim olamıyorum elime
Yollar desen engebeli
Pek lazım değil zaten bana bir kitap
Hayallerim solmuş, gözümde perde
Sahip değilim o cam izlerine
Unutmuşumdur okumayı bile
Pek lazım değil zaten bana yazmak
Yeni şeyler kaldı geride
‘Yarat’ıklar görünmesin gözüme
Unutmuşumdur yaratmayı bile
Pek lazım değil zaten bana güneş
Uyumak ancak karanlıkta...
Kalkmaksa rüyalarda
Rüya ne ki aslında?
Pek lazım değil zaten bana sevgi
Hiç istemiyorum yanımda birini
Kalbim yok yerinde, damarlarımda mürekkep
Yas desem zaten benim kendisi
Nereye gitti bunların hepsi?
Gerçi kaybetsem ne çıkar ki?
13
Övgü Bozgeyik
Okur Gözünden Roman
Roman okumak başka hayatlara kapı aralamaktır, yazarın yarattığı
dünyanın bir parçası olma fikrine dayanır. Roman yazmak nasıl kolay değilse,
roman okumak ve anlamak da belli bir bilgi birikimi gerektirir.
Tahsin Yücel, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okumanın zor olduğunu
söyler. Ancak bu kitabın sıkıcılığından değil, okuyucunun kendine yaşattığı belirsizlikten gelir. Yücel’e göre, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okuyan kişi kendine belli bir bakış açısı seçemez; çünkü roman okumak bakış açısı belirlemekle kolaylaşır. Okuyucu romanın gerçek olabilecek öğelerden mi oluştuğunu,
yoksa gerçekdışı kişiler ve olayları mı içerdiğini kolayca anlayamazsa bakış
açısını belirleyemez. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki ruh doktoru Ramiz’in
saptamaları, karakterlerin sıra dışı hayatları ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü
kurulumu gerçek olmayan bir dünya kurar. Ancak yine de kitabın içine sinen ‘gerçeklik’ duygusunu hisseder okuyucu. Tahsin Yücel bunun Tanpınar’ın
‘gerçek’ kavramını nasıl sunduğu ile ilgisi olduğunu söyler. Diğer bir deyişle
gerçekdışı gibi görünen öğeler Tanpınar’ın kaleminden ‘gerçek’ gibi çıkar ve bu
aslında okuyucunun taraf seçmesi gerekliliğini sorgulatır. Tanpınar’ın gerçeği,
bir fikir, bir düşüncedir Yücel’e göre; bu da Tanpınar’ı gerçek bir sanatçı yapar.
Nurdan Gürbilek’in sözleri de Tahsin Yücel’in Tanpınar ile ilgili düşünceleri ile
benzerlik gösterir:
“Bir metin hakkında kurulmuş bir cümle, o metin hakkında olduğu
kadar, bir okuma alışkanlığı hakkındadır da. Bu yüzden Tanpınar’da görünmeyen, belki de Tanpınar’da bizim göremediğimizdir.” Nurdan Gürbilek’in
bu sözleri, okuyucunun romana nasıl yaklaştığını, romanı ve romancıyı nasıl
şekillendirdiği ile ilgilidir aslında. Okuyucunun romana yaklaşımı romanda da
izler bırakır. ‘Romanda görünmeyen, okuyucunun göremediğidir’ tahlili okuyucu üzerine düşen görevi anlatır bir açıdan. Ancak bu okuyucunun her eserde
bir görev edinmesi gerektiği anlamına gelmez. Ödevsiz okumak son derece
özgürleştiricidir; bu yolla okuyucu daha özgün bir bakış açısı oluşturabilir.
Cahit Tanyol’un Tanpınar’ın Huzur eseri hakkında yaptığı yorum sonraki okuyucular için de bir bakış açısı oluşturma yolunda gider. Tanyol, Huzur’da
Yahya Kemal, Freud, Bergson ve Sartre izleri bulur; Tanpınar’ın bu izleri kendi düşüncelerinin temeli olarak saydığını ve yorumladığını söyler. Tanyol’un
“bizde bu romanla ilk defa felsefi düşünce romanının hayatıyla kaynaşıyor ve
14
lüzumsuz bir eklenti olmaktan kurtuluyor,” sözleri Huzur romanına yaklaşacak
okuyucunun belli bir tutum edinmesine neden oluyor. Tahsin Yücel’in okuyucunun ‘romana bir bakış açısıyla yaklaşılmalı’ tutumunun daha önceki okuyucueleştirmenlerin yaptığı yorumlarla biraz olsun şekillendiği söylenebilir.
Okuyucunun bakış açısını şekillendiren temel kavramlardan biri gerçekliktir. Gerçek üstü bir romanda bile okuyucu gerçeklik kavramını sorgulayarak
o romanın gerçek üstü olduğuna karar verir. Gerçeklik kavramının okuyucu
tarafından en çok sorgulanacak diğer edebiyat ürünleri tarihsel romancılık
başlığı altında toplanır. Burcu Alkan, Nedim Gürsel’in tarihsel romancılığını
incelerken roman için gerçeklik ve okuyucu arasında kurulan bağdan söz eder:
“Roman boyunca anlatıcının benzer şekillerde kendi varlığını ön plana çıkarması
kurgu ile gerçek arasındaki ilişki açısından büyük önem taşımaktadır. Bir yandan gerçekle kurgu iç içe geçerken bir yandan da anlatının kurgusallığı okurun
gözleri önüne serilerek ‘gerçeklik’ kavramından uzaklaşılır.”
Gerçeklik özellikle tarih romanları için daha önemlidir, ancak bu,
Alkan’ın dediği gibi, kurgusal tarihle gerçek tarihin yakın bir ilişki içinde
olduğu anlamına gelir; aksi takdirde romanın sadece gerçek olduğunu varsaymak sanat-gerçek etkileşimini yok saymak olacaktır.
Kitap-lık dergisinin ‘Roman Kuramı ve Teknikleri’ dosyasında şöyle
der: “Romancının toplumsal yaşamına ilişkin gerçek olguları romanlarının
kurmaca yapısıyla karıştırmaya, bunları özdeş kılma yollarını aramaya
başladığımızda, ya da bir başka deyişle romanlardaki anlatı kişilerinin gerisinde gerçek yaşam kişilerini bulmaya çalıştığımızda, romanı roman yapan
olay örgüsünün düzenleniş biçimini (romanın anlatım ve içerik düzenlemelerindeki örgüsü ya da kurgulanışını) neredeyse bütünüyle dışlamış oluruz.” Yani
görülmeyeni görmek, romanın gerçekliğini fark etmeye çalışmaktan ziyade
kurgunun akışında karakterleri ve olayları anlamaktır. Gerçeklik yazara aittir ve
yazar okuyucuya ulaştırdığı ölçüde gerçektir.
Kaynakça
Yücel, Tahsin. “Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama Enstitüsü.” kitap-lık. 40
(Mart-Nisan 2000) : 130-132
İnci, Handan. “Elli Yılın Huzur Okumaları.” kitap-lık. 40 (Mart-Nisan 2000) : 133-143
“Dosya – Roman Kuramı ve Teknikleri.” kitap-lık. 87 (Ekim 2005) : 84
Alkan, Burcu. “Nedim Gürsel’in Tarihsel Romancılığı.” Notos. 27 (Nisan-Mayıs 2011)
: 90-95
15
Büşra Lena Mısır
Suç ve Ceza
Adımını atar atmaz kendini hissettiren soğuğa ve yıllardır tükenmek
bilmeyen kasvete boğulmuş bir odada uyuyakalmıştı Nevzat Bey. Gözlükleri
boynundan iple asılmış, senelerdir bıkmadan usanmadan tekrar tekrar okuduğu
“Suç ve Ceza” ise yere düşmüştü. Tam beş dakika sonra uyanacaktı. Safiye
istemsizce anahtarları çevirecek, kapının hemen yanındaki portmantoya paltosunu açıp o sevimsiz suratıyla “Günaydın.” diyecekti.
Safiye, Nevzat Bey’in Dilruba Hanım’dan olan tek çocuğuydu. Dilruba Hanım ise Nevzat Bey’in tek aşkı. Safiye yirmi bir yaşında bir üniversite
öğrencisiydi. Nevzat Bey’le hiçbir zaman baba kız ilişkisini kuramamış, ona
her zaman bir yabancı gibi davranmak zorunda kalmıştı. Safiye’ye göre bu durumun tek sorumlusu onu dünyaya getirirken vefat eden annesinin şarkılarda
yaşayan hayaletiydi. Haksızda sayılmazdı. Nevzat Bey bunu hiç dile getirmemiş
olsa da tek aşkı Dilruba Hanım’ın ölümünden kızını sorumlu tutmuş ve Dilruba
Hanım’ı şarkıların derin hüznünde aramıştı. Kızıyla arasındaki soğukluk o kadar büyüktü ki kızına isim koyması gerektiğinde bile kılını kıpırdatmamıştı.
Oğlunun yaşadığı acıyı umursamayan Nevzat Bey’in annesi, torununa kendi
adını vermiş bütün ihtiyaçlarını bizzat kendisi karşılamıştı.
O yıllarda Nevzat Bey kendini kitaplarına ve şarkılara adamıştı. “Suç
ve Ceza”yı da ilk o zaman okumuştu. O günkü zayıflığıyla kitap onu derinden
etkilemiş, Dilruba Hanım’ın zamansız ölümünü ona karşı işlediği bir kusura
bağlamıştı. Dilruba Hanım ölümüyle onu cezalandırmış ve asla affetmemişti.
Nevzat Bey uykusunun en keyifli yerindeyken Safiye’nin soğuk sesiyle
irkildi.
“Günaydın Nevzat Bey.”
Olduğu yerde toparlanıp gözlerini ovuşturan Nevzat Bey, “Safiye
hanım geldi yine.” dedi içinden. Annesinin hiç gülmeyen yüzü geldi aklına.
Safiye annesi Dilruba hanıma benzemektense , ona adını veren babaannesi
Safiye hanıma benzemeyi tercih etmişti.
“Günaydın.”
Safiye odanın soğukluğundan ve kasvetinden şikâyet etti bir süre.
Odadaki birkaç dağınıklığı toparladıktan sonra mutfaktan elinde bir kahvaltı
16
tepsisiyle döndü. Tepsiyi Nevzat Bey’in kucağına verdikten sonra onun yemek yiyişini seyretmemek için odayı dolaşmaya başladı. Gözü yine yılların
eskitemediği gramofona takıldı. Hayatının her günü en az bir kere gördüğü bu
gramofondan nefret ediyordu.
“Bu gramofon ve plaklar yüzünden onu hiç unutamadı.” diye düşündü
içinden. Sonra aniden kafasını Nevzat Bey’e çevirip:
“Nevzat Bey eğer birgün ölürseniz, Allah göstermesin, gramofonunuzu
çöpe atacağım.” dedi.
Nevzat Bey’in kaşları çatıldı. Ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra cevap
verebildi :
“Ondan neden bu kadar nefret ediyorsun ki?”
“Hiç. Sadece işime yaramayacak.”
Nevzat Bey, kızının babaannesiyle olan büyük benzerliğinden bir kere
daha nefret etti. Kucağındaki tepsiyi sehpaya bırakıp ayağa kalktı. En sevdiği
plaklardan birini taktı gramofonuna. Safiye sinirlendi. Girişe koyduğu paltosunu alıp gidecekken odaya geri döndü. Nevzat Bey pencerenin kenarından
dışarıyı seyrediyordu. Safiye’nin gözü yerdeki kitabı takıldı. Yine aynı kitaptı.
“Suç ve Ceza” Bir an için yerden kitabı alıp parçalamak istedi, sonra sakin bir
ses tonuyla Nevzat Bey’e seslendi:
“Nevzat Bey, eğer birgün ölürseniz, Allah göstermesin, şu kitabı çöpe
atacağım.”
Nevzat Bey, Safiye’yi duymadı. Duysaydı da bir şey fark etmezdi.
Öldükten sonra ne gramofonuna ne de o kitaba ihtiyacı olacaktı.
17
Alara Aydınol
Eve Dönüş
Trenin gelmesini bekliyordu. Eskiden otobüs durağındaki kuyrukta
beklerdi, şimdi yerin altında beklerken öldürüyordu zamanını. Ölü saatlerdi onlar; işten 18.00’da çıkıyordu, eve 19.00’a doğru ancak varıyordu. Aradaki süre
çöptü; ne işe yarayacak bir şey yapıyordu ne de kendiyle ilgili bir şey.
Metronun uğultulu merdivenlerinden inerken derinlere, hep metro
çalışanlarını düşünürdü. Güneş görmezler, günü bilmezler nasıl yaşayıp giderlerdi onlar? Başı sonu olmayan bir zaman dilimi içinde kaybolmazlar mıydı?
Onları düşündükçe kendini bir nebze daha şanslı hissederdi, aydınlığa daha
yakındı. Zaten şu son günlerde bu göreceli şanslı olma durumu, göreceli mutluluktu onu sonbaharın karanlığından çekip çıkaran.
Metro geldi, kapıları açıldı, bir dolu insan pıtır pıtır doluştu içeriye;
geride yetişmeye çalışan koşmaktan yorulmuş, sabahleyin özenle yapılmış
saçı elektriklenmiş, topukluları çarpılmış kadınlar ve kadınlara göre daha rahat
mizaçlı adamlar kaldı. Yine görecelikti onları daha geniş yaşıyormuş gibi gösteren; yoksa onlar da kötünün iyisi konumundaydılar.
Bir trenin içine onlarca insanın girip çıkması bir iki saniye sürdü. Bu
bir iki saniye içinde de yüzler, sesler ve kokular aynı hızla değişti. Yeni durağa
varmak da yine b hızla gerçekleşecek, kapılar açılacak; yeni insanlar gelecek;
bazısı geride kalacak; sesler, yüzler ve kokular değişecek ve tekrar kapılar
kapanacaktı. Bu kargaşa içinde, herkes birbirinden habersiz oradan oraya
savrulacaktı. Trenden indi. Kalabalıkta merdivende beklememek için bir sonraki merdivene hızlı adımlarla yürümeye başladı. Sevmiyordu metronun kokusunu. Gündüz de olsa gece de olsa sıcak ve boğuktu, ve de pisti.
Son merdivenleri ikişer ikişer çıkarken, havanın kararmamış olmasını
umut etti. Hemen kafasını kaldırdı yukarıya, gökyüzü koyu lacivertti, İstanbul’da
ışıklar yanmış ama geriye kalan her şey kararmıştı. Bu karanlık ve durgunluk
bitmişlik hissi veriyordu; sanki bütün enerjisini, neşesini almıştı. İşten çıkıp da
yola koyulduğu ilk andan itibaren ruhu ondan önce eve gidiyor ama bedeni bu
eziyeti çekmek zorunda kalıyordu. Otobüsten de indiğinde güneşin gökyüzünde
dalgalanan son ışınları da kayboluş olacak, karnından gelen ses biraz daha gür
çıkacak, gözleri biraz daha donuk olacaktı. Ama biliyordu ki eve gittiğinde yarın
tüm bu yolculuğu baştan yaşamayı göze alabilecek kadar unutmuş olacaktı.
18
*Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Akşam Vakti” şiirinden esinlenilerek yazılmıştır.
Akşam Vakti
Neden öyle sessiz duruyorsun öyle?
Şarkın mı tükendi dersin, biten günle,
Yoksa gün mü bitti şarkınla beraber?
Çığlıklar, içinde can verdiği bu an,
N’olur, gözlerine geceler dolmadan,
Bana altın gibi bakışlarını ver.
Cahit Sıtkı Tarancı
19
20
Şerna Viyan Petekkaya
Bir Başka
Geride bırakmak… Zordur. Bir parçan kalır hep orada. Kafanı kurcalar durur uzaklaştıkların. Anlamazsın. Anlayamazsın okuduğun kitabı,
okuyamazsın daha doğrusu. Gözlerin harfleri kovalar peşi sıra; ama o harfler
birleşip de kelimeleri oluşturmaz, görünmez cümleler düşüncelerine yerleşip de
anlam kazanmaz. Okuduğun sayfayı tekrar okursun, farkında olmazsın. Böyledir işte kopup gelmek, şaşarsın. Bir de aklını koparabilsen… Koparabilsen bir
de kalbini!.. Olmaz. Sen geldin; ama onlar hâlâ ordadır
.
Ütülenip katlanmış tiril tiril gömlekler, birkaç pantolon, rahat tişörtler,
bir de eşofman… Şu köşeye de pijamayı sıkıştırıp küçük göze çorapları tıkmak
lazım. Gönülsüzce hazırlanan bir valiz. Eller istemeyince hareket etmek, ne
kadar da uzar yarım saatlik iş! Sonunda “Bitti!” dersin. Derinlerde bir yerde
“Kesin bir şey unuttum.” hissi, zorlarsın fermuarı. Artık ağzı da kapanmış valiz
alay edercesine durur karşında, “Gidiyorsun işte.” der gözleriyle. Karnında bir
ağrı duyarsın. Sonra o ağrı bütün bedenine yayılır sanki; kilitler boğazını bir
yandan açarken yollarını gözyaşının. Sesin çıkmaz hiç. Gözlerinin kaybettiği
kan anlatır her şeyi. Gider, sarılırsın onlara son kez. Hiç bitmemesini dilediğin
bir öpücük kondurursun yanaklarına. Sonra bakarsın, son kez değilmiş, meğer
son kez sarılmamışsın onlara. Dayanamaz, gider bir daha sarılırsın, “Bu son, bu
sefer son.” diyerek...
Yatma zamanı. Malum, uçak sabah erkenden. Ne zordur gözlerini kapamak! Neticede son günündür, gitmeden önceki son günün. Gün de kalmamıştır
ya, son gecen. Göz kapakların yenik düşsün istemezsin, “yarın” adlı gardiyanın
esiri olmaktan korkarak. Üst kirpiklerin alt kirpiklerinle buluşursa eğer,
ayrılışları sabahı bulur diye endişelenirsin, içten içe titrersin. O gece defalarca
kez uyanmak, geceyi mümkün olduğunca uzun yaşamak istersin. Bırak, bölük
pörçük olsun uykun. O gece bitmesin de ne olursa olsun…
Korktuğun başına gelir sonra. Bir anda sabah oluvermiştir. İstemeye istemeye
bir şeyler atıştırırsın ki sersemliğin dağılsın. Hâlâ vardır bir umut. Bu sefer
de yol hiç bitmesin istersin, havaalanına giden yol. Asırlarca kalsan yolda hiç
bıkmayacakmışsın gibi hissedersin. Yeter ki havaalanı erisin, ulaşılmazın ötesinde gizlensin.
Uçağın küçücük penceresine dayarsın da kafanı, dalıp gidersin, sonra da
kaybolursun küçülen evlerin, daralan yolların, parıldayan nehirlerin arasında…
21
Canını acıtır. Artık orada olamamak gözlerini yakar, yüreğini yaşartır.
Tamam, dersin, olan oldu artık. Olmamıştır. Dağınık düşüncelerin kendini kandırmana izin vermez. Üstüne doğru gelmekte olan ayakkabıdan nasıl
kaçacağını şaşırmış bir karınca gibi hissedersin. Kokusunu yitirmiş bir parfüme,
tat alamaz olmuş gurmeye benzersin. En çok da gurmeye. Ne yediğin yemeğin
tadı vardır ne izlediğin filmin ne de bulutların arasında bir yol bulup da karşına
çıkan güneşin. Günler hiç geçmez sanki. Oysaki o gece, o son gece nasıl da
hızlı geçmiştir! Baş parmağınla ağzını kapadığın hortumu serbest bıraktığında
su büyük bir hızla koşar ya, aynen öyle geçmiştir, hiç acımadan.
Gözlerini kaparsın, yanaklarına inen bir sıcaklık hissedersin. Telefona
gider elin, ararsın. Ne diyeceğini bilmezsin, sadece “oradakilerin” sesini duymak istersin. Duyunca seslerini daha bir fena olur için; keşke aramasaydım,
dersin.
Serin hava yüzüne çarpsın; kulak kıkırdakların ve burnunun ucu,
kıpkırmızı oluncaya kadar üşüsün istersin. Bir umut, kendime gelirim dersin.
Gelmezsin.
Gün geçtikçe alışır görünürsün. Epey zaman sonra ise her bir atışını
duyarsın kalbinin. Derin uykusundan uyanmak için esneyip gerinen bir civcivin
yumurtasını çatırdattığı gibi çarpar durur göğüs kafesine. İşte o zaman anlarsın;
dönüş zamanı yakındır. İşte o zaman anlarsın ki alışmamışsın. O zaman parıldar
gözlerin, hisseder güneşi gülümseyen dudakların. O zaman…
O zaman bir başka olur valiz toplamak.
Bir başka hızlanır ellerin.
Başka atar yüreğin.
22
Şerna Viyan Petekkaya
Pencere
Az ötede bir pencere var. Simsiyah perdelerin ardına gizlenmiş kapalı
bir pencere… Geri kalan her yer boş. Bomboş. Ne duvarlarda bir tablo ne de
yerde bir halı var. Sağ bacağım hafif bir açıyla göremediğim pencereye doğru
dönmüş, sağ ayağım ise dışa doğru kıvrılmış, sol bacağım dimdik karşıya
uzanmış bir şekilde duruyorum. Sola doğru kıvırdığım gövdem, üzerindeki
yaradan dolayı sızlayan sol dizimin hizasında yere dayadığım sağ elim ve ondan
biraz uzakta ve ileride duran sol elim sayesinde dengede. Başım her ne kadar sol
arkaya doğru dönük olsa da gözlerimi ters yöndeki pencereden ayırmıyorum.
Hareket etmemem lazım. Her ne kadar kemiklerimin isyanını, vücudumda hızla
koşuşturmaya başlayan kanımın çığlıklarını işitsem de böyle durmalıyım.
Oda havasız. Merkezindeki Ben’den başka hiçbir şeyin olmadığı bu
odanın pencerenin sıkı sıkıya kapanmış kanatlarının ötesindeki nefese ihtiyacı
var; fakat hareket edemem. Hareket etmemem söylendi çünkü. Bir pencereyi
açmak için değer mi? Şu sağ yüzük parmağım yoruldu, az kaldırsam ne olur
ki sanki? Ama hayır, olmaz! Ne saçmalıyorum ben? Kirpiklerimin arasından
burnumun üstüne düşen saç teli çok gıdıklandırıyor; fakat üfleyip de başımdan
savamam onu. Ya odanın dengesi bozulursa? Bu küpün dengesi bozulmamalı,
çünkü sekiz köşesinin her birinin üzerinde farklı odalar kurulu. Her odada farklı
yaşamlar saklı. Pencereleri açık, hatta birer de kapıları olan odalar…
Ama hayır, ben hareket etmemeliyim. Görevim bu, dengeyi
sağlamalıyım. Sağ üst köşede bir hareketlenme seziyorum. Kumral saçlı şu afacan çocuk yine zıplıyor olmalı. Hemen sol ayağımı olduğu yerden biraz daha
sola kaydırıyor, ardından sağ bacağımı sol bacağımın üstünden geçirerek sol
ayağımın çaprazına yerleştiriyorum. Oldu gibi, yine dengedeyiz. Bu duruma
alışmış olmam iyi. Böylece en ani değişimde bile denge kaybının sebep olacağı
tehlikeler önlenmiş oluyor. Peki ya pencere? Ne düşünüyorum ben ya, sırası mı
şimdi? O da ne? Hemen arkamda, solda aşağıya doğru eğiliyor küp.
Başımı sağa dayıyorum. Gövdemi de azıcık çevirdim mi tamamdır.
Şimdi pencereyi, daha doğrusu arkasında bir pencere olduğunu bildiğim siyah perdeleri daha rahat görebiliyorum. Peki bu durum hep böyle mi devam
edecek? Köşeler zarar görmesin diye merkez karanlığa tutsak mı kalacak?
Nefesim daralıyor; ama perdeleri aralayıp pencereyi açamam. Ne derler sonra? Ya düşerlerse? Sol ayağımı biraz geriye çekiyorum. Sağ ayağımı da azıcık
23
içe kıvırıp kafamı yere dayadığım an dengeyi sağlıyorum. Ne? Yere dayamak
mı? Artık o karanlık perdeleri bile göremiyorum. Dayanamıyorum. Daha fazla duramayacağım sanırım bu şekilde. Bir anda kendimi perdelere asılmış buluyorum. Ve nihayet… Pencerenin ardındaki nefes… Merkezden uzaklaşmış
olmama rağmen neden hâlâ denge bozulmadı? Şimdi anlıyorum…
Dengenin de ihtiyacı olan şey havaymış. Bunca yıldır başkalarının
hayatlarının merkezine hapsolmuşken kendi hayatıma açılan pencereye ulaşmak
bu kadar kolay mıymış?
24
Buse Kurtar
I
ortaklıklarımız yüzünden
yerimizde sayıyoruz
aynılıklar bulmak için
bakıyoruz etrafımıza
bize konuşma sırası
gelsin diye
başkalarını duyuyoruz
hayır,dinlemek denemez buna
ve sıra bize gelince
o kadar hızlı konuşmalıyız ki
bir sözcük dahi atlamaksızın
ve bir saniye soluklanmaksızın
durmaksızın anlatmalıyız
nasıl katıldığımızı başkalarına
ortaklıklarımız yüzünden
yerimizde sayıyoruz
acıyla baş etmenin yolu
onun varlığını kabullenmektir
oysa yaptığımız her eylemde
onu dile getirirken bile
yalnızlığımızdan kaçıyoruz
farklı olmak zor geliyor hepimize
“kendi çizdiğimiz yolda yürümek niye
bir başkasının açtığı yol
ve iki lafın belini kıracağımız
yoldaşlarımız varken çevremizde”
hayır, paylaşmak denemez buna
yalnızlık paylaşıldıkça
olduğu şey olmayı
bırakmaz mı zaten
bu yüzden haykırmıyor muyuz
avaz avaz yalnızlığımızı
ortaklıklarımız yüzünden
yerimizde sayıyoruz
ve ben artık
25
ortaklık istemiyorum
aynılıklarınıza kına yakın
bütün hisselerimi devrediyorum
ben sadece
dinlenmek istiyorum artık
avaz avaz fısıldamaktan
kalabalıklaşan yalnızlığımı
tekrar anlamlarla yüklüyorum
bu ilk veda edişim değil
şüphesiz sonuncu da olmayacak
sadece yorgunum
aynalara bakmaktan
artık farklılıklar arıyorum
kendi yollarıyla gelmeli insanlar
daha öncekilere benzer olsa da
kendi cümlelerini kurmalılar
akıllarını oynatmalılar
ve delilik o denli
yerilmemeli
haydi konuşun benimle
duymak yerine bu defa
gerçekten dinleyeceğim sizi
26
Buse Kurtar
II
konuştuklarım,
sustuklarım çekirdeğini doldurmaz
yanmaktan korkarak
ellerimi cebime sokuyorum
ateşe yanaşmak yerine.
yeri hissettirircesine
eskimiş ayakkabılarım
fakat durmuyorum
ayaza inat
yıldızlara inat
sana inat
en çok
en çok da kendime
kendime inat
yürüyorum güneşe doğru
yağmur söndürmeden yetişmeliyim ona
söylemeliyim sustuklarım çekirdeğini doldurmayan
konuşacaklarımı..
anlatmalıyım
benim için nasıldı
sahi nasıldı
unutuyorum yahu
dur
dur be çocuk
oyalama beni!
güneşe yetişmeliyim
yağmur onu söndürmeden önce
ve söylemeliyim ona
ne kadar
olduğunu
dolduğunu yüreğime
neredeyse unutuyordum
haydi
haydi be çocuk
durma yağmurda
hava soğuk
27
git evine
ıslanma üşüme
bu yağmur, bu fırtına
sana göre değil
üşütürsün
konuş
konuş be çocuk
anlat sen de güneşine
yağmur onu söndürmeden önce
koş yetiş
konuş yetiş
haydi çocuk
sağ salim demeyeceğim
güle güle de komik olur
ağlaya ağlaya
kanaya kanaya
yaralı ölü
var güneşine
yağmurlar onu söndürmeden önce!
28
Buse Kurtar
III
hiçbir zaman başkasının olmayacaksın değil mi demiştin
ellerini avuçlarıma aldığım bir sonbahar akşamüstü
gözlerin ışıl ışıl çocukça bir hevesle yüzüme bakmıştın
hala bir parça yalan kalmıştır bende belki diye
yorulmuştun biliyorum sıkışıyordun kollarımın arasında kalmıştın
öpüşlerinde batıyordu kalbin inen kara sular içinde
o pek sevdiğin siyah topukluların acı veriyordu artık
hayır dedim hiçbir zaman olmadım biliyorsun, olmayacağım
kalbinin yarası parladı ve hücum etti yanaklarına yakut gibi
baca gibi tütüyordu yüreğin yüreğime dudakların
dudaklarıma dayıyordun ki gelmekten yorulmayayım
lakin biliyordun daha satın alırken o pek sevdiğin topukluların
bir gün ayaklarını parçalarcasına, kalbinin ucuna değercesine
acıtacağı gerçeği gibi cevaplanacağını sorularının
hiçbir zaman benim olmayacaksın değil mi demiştin
ellerini bıraktığım bir sonbahar akşamüstü
gözlerin dolu dolu çocukça bir hevesle yüzüme bakmıştın
hala bir parça yürek kalmıştır bende belki diye
kırılmıştın biliyorum üşüyordun kollarımın arasından çıkmıştın
ayaklarında batıyordu kalbin inen kara sular içinde
o pek sevdiğin siyah topukluların acı veriyordu artık
hayır dedim hiçbir zaman olmadım biliyorsun, olmayacağım
kirpiklerinin karası parladı ve aktı yanaklarından is gibi
baca gibi tütüyordu gözlerin gözlerime yüreğin
yüreğime tütüyordun ki gitmekten vazgeçeyim
lakin biliyordun daha satın alırken o pek sevdiğin topukluların
bir gün ayaklarını parçalarcasına, kalbinin ucuna değercesine
acıtacağı gerçeği gibi sonlanacağını varlığımın
hiçbir zaman olmayacaksın değil mi demiştin
hayır dedim hiçbir zaman olmadım biliyorsun, olmayacağım
29
Yağmur Çınar
Talihsiz Hilmi
Merhabalar efendim! Kulaklarıma mı baktınız? Dedeminkiler de
böyleymiş efendim, şaşırmayınız, fıtrat meselesi. Gözlerim de biraz şehladır,
bunu kimden aldım hiç bilmem. Havadaki kuşa bakarım, adam gelir bana çatar:
“Bir şey mi vardı düdük” Hemen olduğum yere sinerim, “Azıcık şaşılık var
bende” derim. Derim demesine de sesim kısılmıştır cümlenin sonuna doğru. Bu
sefer yanlış anlar yine o çam yarması: “Bana şaşı mı diyorsun sen? Senin o koca
burnunu alır...” Cümlenin devamını inanın ben de duymam, tabanları yağlar, giderim. Ne diyorduk? Burnum... Bu konuda çok hassasım beyler bayanlar. Hadi
kulaklarımı anladık, dedemi değiştiremem ya, gözler de çok sorun çıkarmaz;
kırmızıyı, maviyi pek güzel görürüm. Yüzümün tam ortasında tomurcuklanan o
burun ne? Burun nakli diye bir şey varsa, donör bulundu, 10 kişiyi burun sahibi
edeceğim! Ah ne güzel düşünce.
Bir süre önce kaale alınmamaktan sıkıldım, dedim “Oğlum Hilmi, bir
iş bul kendine!” Şöyle fiyakalı bir masa, üstünde de birkaç evrak, imza atıp dursam mesela tüm gün. Ben bu imza işine iyi çalışmıştım küçükken. Annem derdi
ki: “Bir adamın ağırlığı imzasından belli olur.” Beni bu söz öyle etkiledi ki, on
gün yemeden içmeden kesildim, sayfalar dolusu imza çalışması yaptım, en sonunda da okkalı bir tane buldum. Şimdi o imzanın ekmeğini yeme vakti! Birkaç
şirkete gittim, derdimi dilim döndüğünce dile getirdim, imzamı da gösterdim
göstermesine de beğenmedi hasbam! Ben de hiddetlendim, burnum şiştikçe
şişti “Sekreter parçası, eksik etek seni!” İki tane zebellah gibi adam belirmesin
mi bir sağımda bir solumda, ben yine pırrr uçuverdim! Bu tür bir iş aramaktan
da işte o zaman vazgeçtim.
Ne çalışma isteği eksildi içimden, ne de talihsizlikler bıraktı peşimi.
Bu ikisi bir araya gelince de evlere şenlik iş arama maceraları biriktirdim. “Evlere şenlik” diyorsam yanlış anlamayın. Aşağılanıp horlanan hep ben oldum,
başkalarını eğlendirdim daha çok. En sonunda o kadar bezdim ki, inşaat işçisi
olma fikri çok cazip geldi, imzamı kazırdım belki duvarlara çaktırmadan. Öyle
ya bir şirkettekiler mi yapıştırıyor imzayı. İnşaatın önünde durdum, çalışanları
izliyorum. Bir yandan da bu cılız halimle becerebilir miyim bu işi diye ölçüp
tartıyorum. Ustabaşı ilgilendiğimi görür görmez yanıma geldi, işçiye ihtiyaçları
var herhalde diye düşündüm. Benimki de düğüne çağrılınca ya odun eksik ya su
hesabı. Eşşekliğimi semesinler diye kasıldıkça kasıldım, sanırsınız Boğaziçi’nde
inşaat işçiliği üzerine yüksek lisans yapmışım, bir konuşmalar, bir mimikler
sormayın! Tam o sırada başımdan aşağı boya dökülmesin mi! Baştan aşağı bir
30
renk oldum, yeşil desem değil, beyaz desem değl; benim karizmaysa yerlerde.
O boyalı halimle kendime güvenim gidiverdi, Boğaziçi’nden açıköğretime yatay geçiş yaptım sanki. Bu macera da başlamadan bitiverdi.
Öyle yolda boya içinde sağımı solumu göremeden yürürken bir yerde
durmuşum, mola niyetine, neresi haberim yok. Bir adam tuttu kolumdan içeri
çekti beni. Bir alkış, bir kıyamet, nasıl hoşuma gitti tahmin edemezsiniz.
Bağırışlar, çığlıklar, birkaç saniye sonra: “Hilmi buraya! Hilmi buraya!” diye
tezahürata başlarlarsa hiç şaşırmam. Orada bir şeyler oldu, ben pek göremedim,
boyadan ve hayatta ilk kez alkışlanmanın sarhoşluğundan. Günün sonunda beni
bir güzel yıkadılar, meğer bir sihirbazın çırağı olmuşum da haberim yokmuş.
Beni gösterisine dahil etmiş, kutuya koyup kesip biçmiş, sağlam çıkmışım. Beni
kuşa, tavşana, beyaz mendile çevirmiş. Bir ara hafiflemiştim, hatırlıyorum, kuş
olduğum içinmiş meğer. İşte ben de böyle vasıfsızlıktan kurtuldum, ne gözlerim, ne kulaklarım, ne burnum, alkışlanırken çok mutluyum!
31
Nereden Geldim, Nereye Gidiyorum?
Yağmur Çınar
Yol zor, yolculuk uzun. Bedenimde bir eksiklik var sanıyorum, kolumu
yokluyorum, ayaklarıma bakıyorum. Kompartımanda bir kadın var, ne hoş,
ne zarif, yakışmıyor üçüncü mevkiye, gecenin karanlığını deliyor bakışları,
“Aynanız var mı?” diyorum, uzatıyor hiçbir şey demeden. Oysa aynadan çok
sesini istiyorum ben, zarafetin sesini duymamışım uzun zamandır. Ben ki
kapamışım kendimi dört duvar arasına, boş vermişim sevgiye. Tek gördüğüm
kendi çirkinliğim olmuş yıllar boyu. Yola çıkmışım son defa görmek için
en güzeli, yolda gördüğüm her güzel şeyi tatmak, duyumsamak istiyorum,
kompartımandaki kadın gibi. Aynaya bakıyorum gözlerim şişmiş biraz, uykusuzluktan olacak. İnsan bu kadar heyecanlıyken nasıl uyur? Yolu izliyorum,
nereden geldim, nereye gidiyorum?
Çok uzak sanmasınlar geldiğim yerleri, yabancı gözüyle bakmasınlar
bana istiyorum. Yanımda oturan genç bir kız var, belli, ilk gelişi olacak bu şehre.
Öyle merakla bakıyor ki etrafa, umut topluyor yoldan, havadan, sudan. Yabancı
olmadığımı görsünler diye rahat davranıyorum, bir iki cümle iyi olacak gibi:
“Okuyor musun?”. Kız çekiniyor önce; ama fazla sürdürmüyor o tavrını: “Evet,
üniversiteyi kazandım da.” Devamını getirmiyor, yabancıları konuşmaması
tembihlenmiş olsa gerek. “Ben yabancı değilim ki!” demek istiyorum; ama
diyemiyorum. Ben yabancıyım hem de çok. Yola, insanlara, tüm duygulara
yabancı… Şimdi niye geliyorum peki? Dünden bugüne ne değişti? Hiç! Benim gibi insanların hayatı değişmez ki öyle sık. Şu çaprazdaki adam mesela,
çok şey yaşamış, öğrenmiş besbelli. Yaşlarımız yakın, saçının beyazı benimkinden çok değil. Kaç kere âşık olmuş, sevdiğiyle uyumuş, nereleri gezmiş,
ne iş yapmış, fark burada. Ben bir kere yaşadım çoğu, bir kere olup da bana
yetecek kadar hakkıyla yaşadım ama. Tek aşk, tek gece, bir şehir, o da uzak,
tek iş, o da kısa süreli. Sonlarımız benzer mi diyorum? Sona yakın mıdır benim kadar? Kaptırmış mıdır parmaklarını makineye, yaşıyor mudur fabrikanın
tazminatıyla, devletin maaşıyla? Vücudumda hissettiğim eksikliği hatırlıyorum,
parmaklar ya, işte onlar, sevdiğim kadının saçında dolaşmadan yitip giden parmaklar.
Tren yolculuğu bitiyor, bu insanlarla da ayrılma vakti. Ayrılık kolay
iş, sonrasında yükünü taşıyabilenlere, ben taşıyamıyorum. O kadının sesi,
genç kızın ne okuduğu, o adamın hayatı hep içimde kalacak, cesaret edip
soramadığım her şey gibi. Haydarpaşa’da durup İstanbul’u selamlamak pozu
32
var, ben yapmıyorum. İnsan yabancıya selam verir mi? Verse de nezakettendir.
Ben nezaketi kaybetmişim diğer tüm duygularla beraber, bana nazik davranmayan her yer, herkes gibi çismişim üstünü İstanbul’un da.
Peki, şimdi niye dönüyorum? Nereden geldim, nereye gidiyorum?
Vapurdayım, artık aklımı yirmi dakika sonrasına vermeliyim. Ne
vapurdaki yolcular, ne martı, ne simit umurumda, hava soğuk ya çay istiyorum
sadece, içerken pişman oluyorum, bu keyfe hakkın yok.
“Ben eriyorum, ölüyorum yavaş yavaş, ondan geldim bu şehre, tek
sevdiğimi son bir kez görmeye.” Beynimden akıp giden tüm düşünceler arasında
sadece bu kalıyor şimdi, yankılanıyor iç sesim. Evden geldim, sevgilime gidiyorum. Kapıyı çaldığımı hayal ediyorum. “Kim o?” diyecek. Dağınık saçlarını
düşüneceğim o anda, güzelliğin baki midir senin? Yoksa beyazlamış mıdır
saçların? Ben ölüyorum, sana nasıl söylerim ki bunu? “Kim o?” dediğinde bir
ölüyüm ben demek isterken nasıl “Ben” çıkar sadece ağzımdan. Yok, olmayacak, ben ölüyorum, İstanbul’da bir vapurda, bedenimi geldiğim yere götürüyorum, ruhum can veriyor, martı seslerine karışarak.
Not: Turgut Uyar’ın “Bir Gün Sabah Sabah” şiirinden esinlenilmiştir.
Bir Gün Sabah Sabah
Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam,
Uykudan uyandırsam seni:
Ki, sisler daha kalkmamıştır Haliç ten.
Vapur düdükleri ötmektedir.
Etraf alacakaranlık,
Köprü açıktır henüz.
Bir gün sabah sabah kapıyı çalsam...
Yolculuğum uzun sürmüş oldukça
Gece demir köprülerden geçmiştir tren.
Dağ başında beş-on haneli köyler,
Telgraf direkleri yollar boyunca
Koşuşup durmuş bizle beraber.
33
Şarkılar söylemişim pencereden.
Uyanıp uyanıp yine dalmışım.
Biletim üçüncü mevki,
Fakirlik hali.
Lüle taşından gerdanlığa gücüm yetmemiş,
Sana Sapancadan bir sepet elma almışım.
Ver elini haydarpaşa demişiz,
Vapur rıhtımdadır pırıl pırıl,
Hava hafifden soğuk,
Deniz katran ve balık kokulu.
Köprüden kayıkla geçmişim karşıya,
Bir nefeste çıkmışım bizim yokuşu...
Bir gün sabah sabah kapıyı vursam,
-Kim o dersin uykulu sesinle içerden.
Saçların dağınıkdır, mahmursundur.
Kimbilir ne güzel görünürsün sevgilim,
Bir sabah vakti kapıyı çalsam,
Uykudan uyandırsam seni,
Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç ten.
Fabrika düdükleri ötmektedir.
Turgut UYAR
34
Başak Dağlıoğlu
Kalemimin Hilesi
Yağmur damlasının sesi,
Bir toz zerresi,
Yalan hayaller perisi,
Kalemimin yegâne hilesi
Yaşamın kendisi
Benliği
Yazdığım şiir gibi;
Bir var bir yok içimde
Gerisi, yaktığım ateş misali;
İki söner, bir yanar biçimde
Beni anımsatır kendime.
Varlığıma dair, anlatamadığım
Bana ait, yalnızca saklanıyor bir yerlerde
Hayatımın içinde, bensiz
Sessiz, sakin sessiz
Sırf anlatamadıklarımdan ibaret
Yaşam dediğim illet
Sen; kalemimin hilesi
Kâğıdımı da toz zerremi de kirlet
Kirlet, yaşamımı kirlet.
35
36
Bavul
Miray Palaz
Bir filmde olsaydık seninle, bir açılış sahnesi yazıyor olsaydım,
kamerayı dolabın üstüne yerleştirirdim, çantaların ardına. Önce karanlık olurdu
ekran, sen bavulu çekip indirince ikimizin yüzü görünürdü: seninki biraz hevesli, biraz karmaşık, benimki solgun, sonradan yapıştırılmış bir pul gibi taşıyor
ince gülümsemesini. Ama bir filmde değiliz, roman da yok ortalıkta. Ben
bunu yeni idrak ediyorum, herkeste unutup her bavulda baştan hatırlıyorum.
Dostoyevski’nin romanının o acımasız cümlesi yine yankılanıyor kafamın
duvarlarında: ‘‘Bütün suç şu senin edebiyatında Vanya! Tavanarasına kadar
çıkardı seni, mezara dek de indirecek.’’ Beni de indirir elbet yarın bugün, sende
değilse başkasında, eğer uyanmazsam. Eğer bir romanda yaşamadığımı fark etmezsem akut hayal kırıklığından öleceğim, bir de şaşalı cümlelerden.
Yine bir roman değil bu oda, hüzünlü bir film yeşili değil bavulun.
Siyah, yıpranıp yorulmuş, kenarları eprimiş. Gazeteden kupon kesip almamış
mıydık bunu? Büyüğünü almışsın, küçük boyunu bana bırakıyorsun. Zaten her
şeyin küçüğü bırakılır bana, lütuf gibi. Bavul yere konarken tozlar havalanıyor;
ben sıkıntıyla koltuğa konarken sen başka saçlara doğru havalanıyorsun. Ortada
belli bir saç da yok üstelik, uğruna benimkilerden vazgeçtiğin bir çift göz yok.
Belki anlamsız, ama bu daha çok yıpratıyor beni. Öyle olsa belki hırslanırdım,
hınçlanırdım. Kendimi karşılaştırırdım, bir tane de olsa daha melek yan bulurdum kendime, uydurma zaferlerle avunur, bir başkasına batırıp iğnelerimi
biraz rahatlardım. Şimdiyse başka seçenek yok, kendi eksikliklerimle başbaşa
kalacağım bu odada. İğneleri bir kenara atıp çuvaldızları batırıyorum kendime.
‘‘Belli olmasın’’ diyorum, ‘‘Belli etme.’’ Öyle çok duydum ki bu
öğüdü. Çok duydum, hiç tutamadım. Yalnızlık kadar suskunluk da Allah’a
mahsustu. İnsan anlatacaktı. Tevrat demiyor muydu ilk satırında ‘‘Önce kelime
vardı’’ diye? Yine aynı Allah demedi mi, ‘‘Oku’’? Neyi okuyacaktık, kelime
niçin vardı? Birileri anlatmalıydı, birileri belli etmeliydi. İnsan alemde ancak
anlatabildiği müddetçe yaşar. O adam mesela, yazmasa deli olacaktı. Çünkü anlatmak ruhun gıdasıdır. İnsan saydamdır, belli eder mizacını. Opak hale dönmek
için katran yutmalıdır yudum yudum. Çok denedim, olmadı. Şimdi sen belli etmemden gidiyorsun yine. Katranlar takılıyor boğazıma. Belli etmemeliyim, bu
saatten sonra bir işe yarayacakmışçasına. Herkesin haklı olduğunu biliyorum,
yine de anlamıyorum. Onca kurala zincirlenmektense o ezeli öğüdü tutsaydım
bambaşka olacaktı. Olmadı. ‘‘Böyle oldu’’ diyeceğim ‘‘ne yapalım’’. Cümlem-
37
in ikinci kısmına inanmayacağım, ilk kısım içimde yankılandıkça büyüyecek.
Böyle oldu. Böyle oldu. Böyle oldu. Böyle oldu. Böyle oldu.
Neden böyle oldu? Yine bilemeyeceğim. Soramayacağım. Sen gidene
kadar hiç belli etmeyeceğim. Belli etmemekten, belli etmeden içten içe çürümeye devam edeceğim. Bir kutsal kitap yazacağım kendime, şöyle başlayacak:
Oku, ama belli etme.
Mutfağa süzülüyorum sessizce, çaydanlığın kokusu ve sesi
kolaylaştırıyor belli etmemeyi. Usulca çıkarıyorum fincanları, sen içerideki
odada bavulun fermuarını gürültüyle çekiyorsun. Sen avaz avaz ‘‘Gidiyorum’’
derken ben kalmanı fısıldar gibiyim, dua edercesine. Ama Eros’tan bugünün
Allah’ına hiçbir tanrı duymuyor bu duaları. ‘‘Adı başka olsa ne fark eder, senin
benim Tanrım bir.’’ demiştik. Ama doğru muydu, kaç tane var, tek bildiğim hiçbir politeizm beni duymuyor. Yine de kendilerine istiyorlar beni, her seferinde
boş odalarda –öyle bıktım ki bu kalıptan- beni kendilerine muhafaza ediyorlar.
Yalnızlık peygamberi seçildim, kimse iman etmiyor.
Bavulu sürüklüyorsun, keşke taşımaya cesaret etsen. Sen zaten neyi
sırtlanırsın –Vazgeçtim. Suçlayarak yorulmayacağım, o gücümü üzülmeye çoktan harcadım. ‘‘Çay?’’ diyorum, sesim yorgun. O gün eve dönerken de yorgundu böyle, ama başka tınlardı. ‘‘Hayır’’ diyorsun, sesin sesin böyle duvar duvar tınlamazdı ki, mermere dönmüş konuşmayalı. Zaten sesini hep duysam da
öyle çok oldu ki konuşmayalı, unuttum nasıl bir histi. Ya da yalan. Unutmadım.
Sadece belli etmiyorum. ‘‘Tamam’’ diyorum ‘‘geç kalma madem’’. Bütün
mademlerimden nefret ediyorum. Sessizliklerinden de. Önce kelime vardı, ama
sen onu da kullanmıyorsun, bavulu sürükleyerek kapıyı açıyorsun.
Mutfaktan çıkmıyorum. İki fincana da kendim için çay dolduruyorum. Neden sonra, hava kararmaya yüz tutarken, ‘‘uzanıp kendi yanaklarımdan
öpüyorum.’’
38
Kayra Güral
Cin
Cin sormuş, dileğini adama;
Her canlı için bir tane ama,
Üç tane, kendisi içinse.
Adamın içinde bir ürperti, bir irkilme.
Çok kolay sordu bu cin:
Martı’ya kanat ver fazladan,
Yol alsın uçsuza.
Kediye süzgeç tak;
Dalsın dalabildiğince,
Domuza boyun ver zürafa gibi,
Yukarıları da keşfetsin aşağıları keşfettiği kadar.
Solucana ayak, balinaya akciğer,
Karaya “vurabilsin” dilediğince.
Hep vermek olmaz, kaplumbağadan kabuğunu al;
Savaşmayı öğrensin kaçmak yerine,
Kuştan kafesini, köpekten tasmasını;
Gidip işesin istediği yere,
Sıra bana geldi di mi?
Şu ağzımdaki bandı çıkar,
Ellerimi de çöz bakalım;
Bi zahmet, kağıdımı kalemimi de verirsen…
39
Mine Loyan
Bayramlık
Alarm çaldı. Okula giderken binbir bahane bulup beş dakika daha
fazla uyuyabilmek için yatağında dört dönen çocuklar bile çoktan yüzlerini
yıkamışlardı. Öncesinde, yeni aldıklarını hemen poşetinden çıkarıp on defa
giyen çocuklar bugüne hazırlanmışlardı. Bayramlıklarını giydiler ve anne
babalarının ellerini öptüler. Hatta birkaç tanesi, geçen gün top oynarken itip
yere düşürdüğü, diğeri derste onu öğretmene ispiyonladığı için tartakladığı, bir
diğeri ise “sümüklü” diye dalga geçtiği arkadaşlarını aradılar. Küsler barışsın
diye; nitekim bayramın yüceliğine tersti küsmek. Hem ne var bir hafta sonra
yine biri birini düşürüp, biri diğerini ispiyonlar, başkası yine alay eder çocuklarla yine başlar küslükler. Bir anda, idamlık kuzuların sahip olmadığı kadar derin
bir kardeşlik duygusu sarar ülkeyi, kaplar, yutuverir dört gün süreyle. Sonra
balinanın karnından sağ salim çıkan Hz. Yusuf gibi, hiçbir şey olmamışçasına
devam eder yaşamaya.
Barış ilan edilir dört bir yanda. Başkanlarımız, devlet büyüklerimiz
çıkar- ki tek bir sıfat bile bulamazsınız her birine uyabilen, o denli zengindir
başkan çeşitliliğimiz- halkın bayramını kutlar ve tüm İslam dünyasının. Amin.
Herkeste bir yarış, koyunu, kuzuyu en çabuk alıp bayramın ilk gününde kesivermek için. “Senle bir danaya girelim”” muhabbetleri derken, biri kardeşiyle bir
olur dana keser, diğeri kendi yağında kavrulup koyun keser, diğeri Türk Hava
Kurumu’na bağış yapar- ki hâlâ anlayamamıştır neden “hava kurumu”na bağış
yaptığını- rahatlar. Adana’da bir koyun kesilir, Bursa’da bir dana, İstanbul’da
koç kesen bile var. Gözleri bağlanır hayvancağızların, bizim bayramımız,
onların da bayramı sayılır. Hep bir araya gelirler bir kere, mutludurlar yani. Onlarda da bir sevgi, dostluk kardeşlik, en benim diyen dana bile kuzu kuzu gider
mezbahaya.
Birinci günde vukuat duyulmaz, birinci gün kör, sağır gündür. Kıyamet
kopsa haberi olmaz bayramın birinci gününde insanların, öyle bir telaş, öyle
bir acele, herkes sevap peşinde. Kardeşlik, dostluk derken, her küslüğü giderirken, doğudan gelen haberler gösterilmez, gösterilecekse de en erken üçüncü
gün gösterilir. Yoksa neme lazım, halk üzülüverir bayram bayram. Belki yazılır
büyük puntolarla manşetlere, “Bayramda kurban verdik” diye, “Bayramda bile
yaptılar”, “Annelerin bayramı, zehir oldu” diye. Her biri bir şey yazar, kimi
kışkırtmak ister, kimi acındırmak, kimi gazeteci o kadar yanlı yazar ki bazı
şeyleri, insan şaşkınlıktan donakalır, güler. Hiç kimsenin aklına gelmez, diğer
40
bir gün haber yaparken “Otuz beş terörist öldürdük” diye, kardeşlik ve dostluk
nidaları unutulup gider. Bayram, kurbanlarıyla, dostluklarıyla, “Bıçak kemiğe
dayandı” der çıkar devlet büyükleri, akan kan akmaya, insanlarsa izlemeye devam eder. İşte böyledir bizim bayramımız.
*Can Yücel’in Bayramlık şiirinden esinlenilmiştir.
Bayramlık
Koyunlar keçiler ve koçlar için
Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı
Bu barış var ya, bu barış
Cephedekiler için o kadar barış
Can Yücel
41
Yusuf Kumtepe
Kötülere Neden İhtiyacımız Var?
Kurtsuz “Kırmızı Başlıklı Kız”, cadı bir üvey annesi olmayan “Pamuk
Prenses” düşünebilir misiniz? Peki gerçekten hep iyiler mi kazanır? Kazanmak ,
başarılı olmak, uzun yaşamak için iyi olmak yeterli midir? Hiç birine bakıp “Bu
adamın içi kötü.” diye düşündünüz mü?
Keşke, keşke, keşke derim bazen; keşke Melih’e o gün selam vermeseydim, o beni hiç tanımasaydı, hiç pişman olmasaydım. Okul çıkışı servislerin
kalkmasını beklerken gördüm onu, sırtında siyah çantası, omuzları dik, sağa
sola istemsiz bir şekilde sallanırken dikkatimi çekti. Bana baktı, kafamı selamlama veya onaylama olarak anlaşılabilecek bir şekilde öne eğdim ve kötü biriyle
iyi arkadaşlığım başladı.
Ben Melih’i çok severim. Tuvalette alt dönemlerine zorbalık da yapsa,
ki bu konuda çok yaratıcı yöntemleri vardır; arada bir minik, ufak, küçücük
hırsızlıklar da yapsa, okul sonraları birkaç arkadaşı ile çeşitli vandalizm faaliyetlerine de girişse, ben Melih’i çok severim. Arkadaşım o benim. Bana hiç zarar
vermedi. Uzattığı sigaraları reddettiğimde biraz homurdanır, beni “eğlence”ye
çağırıp hayır cevabını aldığında kaşlarını çatardı o kadar.
Ona hiç kızmadım, yaptığı kötülükleri görür, yadırgar ama ses etmezdim.
Korktuğumdan değil, bana yaptığı işin doğru olduğunu, öyle gerektiğini, gayet
iyi mantıksal temellendirmelerle kanıtlayacağını bildiğimden, tatlı diline
kanacağımdan emin olduğum için ses etmezdim. Ona aşık değildim, ama o benim siyah pelerinli kahramanımdı. Yöntem yanlıştı belki, ama amaç doğruydu.
Pamuk Prenses’in annesinin aslında sevgiye muhtaç, kocasını ölesiye
seven, aynasına kocasına daha güzel görünmek, onun ilgisini kaybetmemek için
değer veren tutkulu bir kadın olduğunu; meşhur öyküdeki kurdun gerçekte bir
haftadır ağzına yemek koymadığını, ormanın cimriliği içinde midesi kazınmış
bir hayvan olarak ölümünü beklediğini ben Melih’ten öğrendim.
Melih benim arkadaşımdı. Benim kötü arkadaşımdı. Ben Melih’i çok
severdim. Siyah pelerinli kahramanımdı benim.
42
Yusuf Kumtepe
6503. Gün
Çarşamba günü, saat 06:45, Barış Manço’nun “Anlıyorsun Değil
mi?”siyle uyandım. Bugün lise hayatımın 1312. günü, okul hayatımın kreş hariç
4250. günü. Bugün hayatımın birbirinden farksız 6503. günü. Son iki yıldır
sabahları on beş dakika erken kalkıyorum tıraş olmak için, belki o bu sıradanlığı
biraz bozdu.
Odada benden başka dört kişi daha kalıyor, ama hep en erken kalkan
benim. Neden? Surveillant’ın o çirkin “Hadi beyler, sabah oldu!” sözü en çok
beni rahatsız ettiği için mi? Yoksa bu uyandırmanın hemen öncesinde çalmaya
başlayan Barış Abi’nin güzel sesini biraz daha dinlemek için mi?
“Okulu neden sevmiyorsun?” diye soruyor annem bazen. Kendi kedime “Asıl okul beni sevmiyor.” diyorum.
Bir İngilizce öğretmenim bazı hafta sonları cebinde bir lirayla dışarı
çıktığını, o günü bozuk paranın isteğine göre yaşadığını söylemişti. “Sağa mı
gideyim, sola mı? Yazı. Sola dönüyorum. Vapura mı bineyim, yürüyeyim mi?
Tura. Bekle beni İstanbul Boğazı.”
Niye her sabah sadece beş dakika kahvaltı yapmama rağmen,
homeroom’a geç kalıyorum. Niye her sabah o McDonalds’ta çalışsa dünyaya
daha hayırlı olacak kadından “Late again” lafını işitiyorum? Neden kimya derslerinde sürekli yeni bir konuya geçsek de bana hep aynı konuyu işliyormuşuz
gibi geliyor? Neden gözümdeki o politik gülümsemeyi atamıyorum? Neden
içim başka, dışım bambaşka?
Bugünü farklı yaşamalıyım. Bugün fark yaratmalıyım. Bugün
şaşırmalıyım, şaşırtmalıyım. Tura! Saat 7.00’ye kadar uyudum. Tura! O zaman önce duş, sonra tıraş. Yazı! Kahvaltıda bu sefer de beyaz peynir yiyelim.
Tura! “Ms.Sayfe bugün çok güzel görünüyorsunuz. Saçınıza bir şeyler mi
yaptınız?” Yazı! Kimya hocasıyla Avrupa’daki ekonomik krizi tartıştık. Yazı!
Öğle yemeğini o kızın yanında yedim. Tura! Hayatımın günü. Teşekkürler, bozuk param.
43
Öykü Bozgeyik
Başkaldırının Özü
Başkaldırının özü, insanın yaşadığı, kişinin sözü, söylenenlerin sesi,
yaşamın gözündedir. Yaşar Kemal’in kaleminden çıkan kelimeler, Çukurova insanına beden verirken, kelimelerden örülen olaylar aynı düşüncede
kesişen insanların yaşamlarını oluşturur. Romanlardaki insanlar, kahramanlar yaşarlar. Her harf, her kelime, her satır okuyucunun nefesi ile roman
kişilerine dönüşür. Başkaldıran halk, Yaşar Kemal’in insanların düşüncelerini,
yaşayışlarını, sıkıntılarını, isteklerini sentez haline getirmesinden doğar. İşte bu
yüzden herkes kendinden bir parça bulur Yaşar Kemal’in eserlerinde. Kimi bir
topluluğa başkaldırır, topluluktaki fikirlere uymaz kendi fikirlerini söyler. Kimi
karşısındaki kişiye başkaldırır, onun istekleri kendininkiyle uyuşmaz, çıkarlar
çatışır. Bazıları ise doğaya başkaldırır, olan olaylar, yaşananları kaldıramaz,
suçlu ararken döner durur, kendini doğada bulur. Ölüme de baş kaldırılır, ölümler alıp götürürken kişileri, izleri, insan dayanamaz kayıplara, tutunmak ister,
tutmak ister. Bir de kendine başkaldıranlar vardır. En anlaşılmaz ancak en derin
başkaldırıdır bu. Kendine başkaldıran insan yapabildiğinden daha fazlasını yapmak ister; olanlarla, yaptıkları ile yetinmez. Kahramanlık buradan doğar belki
de.
Yaşar Kemal, Ahmet Taner Kışlalı ile söyleşisinde başkaldırı ile ilgili olarak “İnsanoğlunun en büyük değerlerinden birisi, başkaldırıdır. İnsanın
doğaya başkaldırısı, insanın insana başkaldırısı, insanın zulme başkaldırısı...”
demiştir. Başkaldırı sadece karşı çıkmak değildir, başkaldırının özünde var
olanı kabul etmemek, tatmin olmamak ve daha iyisini istemek de vardır. Üç
Anadolu Efsanesi kitabında Köroğlu’nun Meydana Çıkışı bölümünde babası,
Ruşen Ali’ye, Köroğlu’na öğüt verir, “Kula kul olma, kulun emrine girme. Girersen, bil ki başına büyük belalar gelecektir. Kendi başına buyruk ol.” (15) Kula
kul olmamak, kendi seçimlerini yapıp güzel atlar yetiştirmek için başkaldırır
Köroğlu. Kendi değerlerini unutmamak, kendi düşüncesini savunmak da
başkaldırı olarak kabul edilebilir. Yaşar Kemal’in Nedim Gürsel ile röportajında
mecbur insan tipinden bahsetmesi, başkaldırı temasını açıklamaktadır. “Mecbur
insan diye bir tip var yeryüzünde. Ben onun psikolojisini vermeye çalışıyorum.”
Köroğlu’nun mecburiyeti, bireysel ve toplumsal çatışmalara karşı durmak ve atlara bağlı olan hayatını kendi kurallarına göre devam ettirmektir. Mecbur insan,
Berna Moran’ın bahsettiği “soylu eşkıya” tipi ile de uyumludur. Moran, İngiliz
tarihçisi E.J. Hobsbawn’ın haydutlar ile ilgili incelemesini anlatır ve toplumsal haydut denilen soylu eşkıya’nın özelliklerini sıralar. Haksızlıkları düzelt-
44
mek, hakkını savunmak veya öç almak için adam öldürmek, zenginden alıp
fakire vermek ve halk tarafından sevilen biri olmak soylu eşkıyanın özelliklerindendir. Moran bu konuda, “İnce Memed para dağıtmaz, adalet dağıtır. Yaşar
Kemal Çukurova’daki açgözlü ağaların köylülerin topraklarını ne gibi yollarla
el geçirdiklerini ve toprak dağılımı konusundaki haksızlığı belirtmek istediği
için İnce Memed’i bu haksızlığa başkaldıran bir devrimciye dönüşür,” der.
Halkın haksızlıklar karşısında bir kahramanı öne çıkarması veya kişinin kendi
yaşadıklarına dayanamayıp insanlık için savaşması, başkaldırının destansı bir
şekilde anlatılmasında büyük bir rol oynamaktadır.
İnce Memed’in dördüncü cildinde Ferhat Hoca vaaz verir, “İnsan kendine ,
kendi yüreğine, kendi korkusuna toptan başkaldırmadıkça insan soyu bundan
da beter olacak, aşağılanacak, zulüm, korku iliklerine işleyecek, insanlıktan
çıkacak(...) Allah seni bir tek şey, bir tek, bir tek şey için yarattı, başkaldırman
için yarattı. (...) Başkaldırman için umuttan daha değerli bir şey, bir silah
veremezdi sana. Onun verdiği umutla, sen eğer başkaldırmayı öğrenseydin,
ölümü bile yenerdin.” (304) Hocanın bu sözleri Memed’in yüreğini aydınlatır.
Memed’in başkaldırısında cesareti gördüklerinden ve duyduklarından edindiği
söylenebilir. Hem Köroğlu’na hem de Memed’e başkaldırması öğütlenmiştir.
Bu yüzden adalet özlemi çeken Köroğlu ve İnce Memed’in toplumsal düzeni,
halkın içinde bulunduğu koşulları ve haksızlıklar içindeki durumlarını düzeltmek için başkaldırmaları şaşırtıcı değildir.
Yaşar Kemal’in romanlarına dahil ettiği doğa olayları ve doğa-insan
ilişkisi de başkaldırı temasına uygundur. Atların şaha kalkması, kişnemeleri
ve dört nala gitmeleri Memed’in ve Köroğlu’nun duyguları ve gelişen olaylarla paralellik gösterir. Köroğlu yürekli ve yiğit olmanın yollarını ararken
sokakta köpeklerin dövüşüne rastlar. “Zağar dişine bir işkembe takmış, mahallenin bütün köpekleri de arkasına düşmüş (…) Zağar küçücük, el kadar,
arkasındaki köpeklerin her biri at gibi kocaman. Üstelik de bir değil beş değil,
bir sürü. Ruşen Ali durdu, hayranlıkla, şaşkınlıkla bu bir sürü devle, bu küçücük
karıncanın dövüşüne baktı,” (27) Ruşen Ali doğada gördüğü olaylardan, köpeklerin dövüşündeki cesaretten ilham alıp güçlü, korkusuz Köroğlu’na dönüşür.
Ayrıca, İnce Memed’in dördüncü cildinde Anacık Sultan’ın ölümüyle “…bir
yıldız kümesi dönerek, ışıkları savrularak doruğun üstüne indi,” (486) cümlesinde yıldızların ölüme başkaldırdığı sezilir.
Toplumsal, bireysel ve kişisel çatışmalara yer veren Yaşar Kemal,
insanın varlığının bir parçası olan başkaldırı temasını başarı ile ele almaktadır.
Kullanılan deyim ve halk deyişleri, manzum bölümler, kısa ve eylem cümleleri,
45
tekrarlamalar ve metin içi uyaklar anlatımın akıcı ve anlaşılır olmasına olanak
sağlamaktadır. Böylece Yaşar Kemal, epik, didaktik ve lirik anlatımları bir arada
kullanarak başkaldırmayı farklı bakış açılarından okuyucuya sunmaktadır.
Kaynakça
•Demokrasi, Roman, Dil, Eğitim, Sanat, Politika Üzerine." Söyleşi, Ahmet Taner
Kışlalı. Yaşar Kemal -YKY. Web. 10 Ocak 2012. <http://www.yasarkemal.net/soylesi/
docs/tanerkislali.html>
•Gürsel, Nedim. Yaşar Kemal: Bir Geçiş Dönemi Romancısı. Șișli, İstanbul: Doğan
Kitap, 2008. Baskı
•Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2-Sabahattin Ali'den Yusuf Atılgan'a.
Cağaloğlu, İstanbul: İletişim Yayınları, 1990. Baskı
•Yaşar, Kemal. İnce Memed 4. Istanbul: Toros Yay., 1991. Baskı
•Yaşar, Kemal. Üç Anadolu Efsanesi: Köroğlunun Meydana Çıkışı, Karacaoğlan,
Alageyik; Halk Hikayesi. İstanbul: YKY, 2007. Baskı
46
47
Derya İnal
Cehennem Otoyolu
Julio Cortazar’ın Cehennem Otoyolu adlı kısa romanı, modern roman
öğelerini taşıyan en tipik romanlardan biridir. Bu kısa romanda en çok öne çıkan
özellik ise, karakter nitelendirmelerinin dolaylı yoldan yapılması ve karakterlerin psikolojik gelişimidir. Yazar, öykü boyunca karakterlerin adlarını vermez. Karakterler, sürdükleri otomobiller ile tanıtılarak otomobil markalarıyla
özdeşleştirilmiştir. Roman boyunca da karakterler sürdükleri otomobilin
markasıyla adlandırılırlar. Örneğin Peugeot 404’ü süren bir mühendis, De
Soto’yu süren bir Amerikalı turist, Ariane’ı süren bir köylü, Peugeot 203’tekiler
ise mutlu bir ailedir. Buna göre Peugeot 203 bir aile arabası, Ariane taşrayla
özdeşleşmiş bir araba, De Soto pahalı ve Peugeot 404 de pratik ama gösterişli
bir araba olarak gösterilmiştir.
Kısa roman, Paris’e giden güney otoyolunda günlerce süren trafik
sıkışıklığı içinde geçer. Romanın baş karakterlerinden biri, Peugeot 404 süren
bir mühendistir. Romanın öyküsü, Dauphine süren bir genç kızın trafikte
sıkışıp kaldığı ilk anlarda saniyeleri saymaya çalışmasıyla başlar. Karakter, ancak iki saat sonunda sadece elli metre ilerleyebilmiş olduklarını fark ettiğinde
ümitsizliğe düşerek zamanı ölçmenin mantıklı olmadığını anlar. Zaman geçtikçe
yapacak bir şey bulamayan yolcular da arabalarından inip birbirleriyle sohbete
başlarlar. Bu sıralarda yoldaki herkes yetişmesi gereken yerleri düşünmektedir.
Arada sırada arabalar arasında trafik sıkışıklığının nedeni konusunda yanlış
haberler dolaşır. Bunlardan biri otoyolun ortasına küçük bir gezi uçağının ya da
planörün düştüğü ve asfaltı çökerttiği için beş arabanın devrildiği kadar abartılı
tahminlerdir ve yolcular bu haberlere olan inançlarını da gittikçe kaybetmeye
başlarlar. Malesef trafik sıkışıklığının nedeni otoyolda çok fazla araba olmasıdır
ve hiç kimsenin bu konuda yapabileceği bir şey yoktur. Bu çaresizlik hali bütün
yolcuları saracak, bir yolcuyu arabasından kaçmaya, bir diğerini de intihara kadar sürükleyecektir.
Kısa roman boyunca dayanılmaz bir ağustos sıcağından ve daha
sonraları birden gelen fırtınalı bir soğuktan bahsedilir. İki durumda da rahat
olamayan yolcular sıcaklarda gölge yapıp birbirlerinin başlarına ıslatılmış
bezler koyup serinlemeye çalışarak, soğukta ise ellerindeki kalın giysileri
paylaşarak dayanışmaya çalışırlar. Bu durum, yiyecek ve su azaldıkça da devam eder. Sonunda yiyecek ve su bulmaya çıkan bir grup oluşturulur ve bu grup
diğer yolcu gruplarıyla görüşerek yiyecek-su takası yapar. Bu durumda adeta bir
48
kabileleşme görülür ki hem bazı gruplarla anlaşılamaz, hem de kendi grubuna
ihanet edenler dışlanır. ’[…] daha uzakta aynı sorunları taşıyan onunkine benzer örgütlerin kurulmuş olduğunu fark etti, örneğin bir Alfa Romeo sürücüsü
onunla konuşmayı reddetmiş, aynı sırada beş araba aşağıdaki grubun temsilcisine yollamıştı onu.’ (Cortazar 24) O kadar ki suyun bulunamadığı bir zamanda
Simca’daki gençlerin buldukları suyu kendilerine sakladıklarını gören, kabile
şefi denilebilecek Taunus’un sürücüsü, onları tokatlar.
Saatler geçtikçe yolcular daha da kötü bir duruma gelirler. Bir gece intihar eden adamın cesedini ne yapacakları tartışması da kendi arabasının bagajına
koyup bagajı sıkıca yapıştırma kararıyla sonlanır. Etraftaki köylü halk otoyolda
mahsur kalanlara karşı düşmanca bir tavır takınmıştır ve kimseyi tarlalarında
istememektedir. Bir gece bir köylü arabalara orağını bile fırlatır. Bu sırada ciddi
bir su sıkıntısı olduğundan bir Ford Mercury ve bir Porsche karaborsacılığa
başlar ve giderek artan fiyatlara sürekli su sağlar. Aynı zamanda yolcular
arasında arkadaşlıktan öte bağlar kurulmaya başlar ve Dauphine ile mühendis
arasında güçlü bir sevgi bağı oluşur.
Son günün akşamında öndeki arabaların hareketiyle mühendisin içinde
bulunduğu grup da harekete başlar ve hareketin ilk dakikalarında herkesin
düşündüğü tek şey duş, yemek ve uykudur. Ancak arabalar hızlandıkça sıralar
karışır, arabalar aynı hizada kalmazlar ve grup dağılmaya başlar. Mühendis,
önceleri sevgilisi Dauphine ile tekrar buluşabileceği umudunu taşısa da, ondan
giderek koparak onu bir daha göremeyeceği gerçeğini kavrar ve öykü burada
sonlanır.
Cehennem Otoyolu, sadece trafiğin durumunu değil, aynı zamanda trafiğin insan psikolojisi üzerindeki etkisini de eleştirmektedir. Bunun ilk
örneğini, öykü başlarken zaman kavramı ile verir. Zaman, iş yapabilen biri
için son derece önemlidir ancak bir yerde tıkılı kaldığında gittikçe önemini
kaybeder ve zaman tutmadan da yaşanabileceği öğrenilir. Romandaki Dauphine sürücüsü trafik sıkışıklığının ilk anlarında saniyeleri saymaktadır çünkü
yapacaklarını düşünerek bunları hesaplamak gereksinimini duyar. Ancak zaman
geçtikçe yapacaklarını planladığı zaman gerçekleştiremeyeceğini anlar ve bu
nedenle onun için zaman önemini kaybetmeye başlar. Romanda zaman kavramı
anlatılırken doğal olarak bir abartıya gidilmiş ve trafik sıkışıklığı saatler yerine
günler boyu sürmüştür.
49
Aynı şekilde birbirine muhtaç olunca insanların nasıl yakınlaştığı ve
gruplaştığı gözlemlenebilir. Yiyecek ve içeceği kendi başına karşılayamayan insanlar etraflarındakilerle dayanışmak zorunda kalırlar ve bu bir tür kabileleşmeye
yol açar. Daha sonra kabileleşme giderek gereksinimden çok aidiyet duygusuyla gelişir. Bu nedenle aslında aynı trafikte olup aynı tür yoklukları yaşayan
‘kabileler’ arasında küçük tartışmalar patlak verir. Oysa bu anlamsızdır çünkü
trafikte tıkılı kalan herkes aynı ihtiyaçları gidermek amacındadır.
Bu kabileleşmenin sonucu olarak da otoriteyi ele alan kişi her durumda
takip edilir. Bunun abartıldığı bir örnek olarak da ceset olayı verilebilir. İntihar
eden bir adamın cesedini arabanın bagajına kitlemekten başka çaresi olmayan
insanlar, bunu sıradan bir işmiş gibi gerçekleştirirler ve sonra neredeyse unuturlar. Kısa romanda belki de en çok eleştirilen özellik çabuk bağlanmadır. Bir kere
birine muhtaç olduğunda, insanın ondan ayrılması zorlaşır. Bu özellik, romanın
baş karakterlerinden biri olan mühendis aracılığıyla anlatışmıştır. Mühendis,
günlerce beklediği olay gerçekleştiğinde yani yol açıldığında ona odaklanmak
yerine yolda beraber zaman geçirdiği insanları artık göremeyeceğine, gece
yemek dağıtmayacağına ve hastalara bakamayacağına üzülür ve kısa bir sure
boyunca saplantı halinde grubun tekrar bir araya gelmesini bekler.
Cehennem Otoyolu’nda Cortazar, Roland Barthes’in ‘büyük gotik katedrallerin oldukça tam karşılığı durumunda’ olarak nitelendirdiği otomobiller
üzerinden bir eleştiride bulunur. Otomobillerin üstün olduğu yanılgısı ve aslında
insane hayatına getirdiği trafik sıkışıklığı gibi gündelik kısıtlamaları anlatırken
otomobili küçük bir ev gibi gören insanların da yanlışlığını gözler önüne serer.
Bir başka deyişle Cehennem Otoyolu, ‘insanların arabalaşmasıyla’ anlatılan
başarılı bir öyküdür.
50
51
Joe Florentin
Kelimeler Tekelde
Aklimdakilerden ve gorduklerimden elime takilan şeyler var, onları
söylemek istiyorum. Ama onlara direk ulaşan kelimeler kullanilmamaktan
soluklasmis. Yerindeliklerini bile kaybetmis. Ve ben her insan doğuşumda; söyleyeceklerime, eksik yollardan bihaber, ulaşmaya çalışıyorum. Diyeceklerim
var,diye düşünüyorum, onları aklımda kurgulayip hevesimin gerisinde bekletiyorum. Ama ne diye? Ilk terklerinde kulağımda yankilanacak farksizliklarini
duymak için en fazla kaç kere çaba gösterebilirim?
Daha once de soyledim. Hep soyledim. Kelimeler tekelde. Bir dünya
insan, bir dünyadır konuşuyor, ama kelimeler tekelde. Emanet edilen kelimeler, emin eller bulamayacaklarından kaçmış, insanlarda durmamış. Şimdiye
kadar soluklaşmış. Ve insanlar üstlenmedikleri kelimelerin yerlerine yenilerini
yaratmış. Kelimeler tekelde.
Kelimeler bile özgür değil, hepsi tekelde. Anlamlarla vergilendirilmiş
her kullanımda, insan çaresiz. Çünkü kelimeler, onun ulaşamayacağı bir elde.
52
Joe Florentin
İçerisi ve Dışarısı
Kelimelerle ayırmak kolay, ama salınan kelimelerin kontrolünün mümkün olmadığını bilmek gerekir. Bir kere içerisi ve dışarısı dendi mi çekilen
sınırlarla her şey daha da belirsizleşir. İnsan neyin üstüne giderse, o şey insandan
hızlı, insandan uzaklaşıyor. Sınırlar da böyle. Siz onlara bir çizgi bahşetmişken,
onlar size bahşettikleri seçenekleri; kalınlaşıp siyahlaşan gövdelerinin altında
yokluğa ulaştırıyor. Siz istediğiniz şekilde niteleyebilirsiniz her nesneyi ve her
düşünceyi. Ama onların da size bir cevap hakkı doğacaktır ve onlar sizin kadar
kibar olmayacaktır.
İçerisi ve dışarısı denilir, bir bilgiyi avucun altında tutmanın rahatlığıyla.
Ama konuşmak, herhangi bir kelime sarf etmek; tüm bilinenleri özgürlüğüne
kavuşturmak gibi. Ne denirse denir ve denenler hareketsizliklerini kaybeder.
Koyu renklerle içerisini ve dışarısını ayıracak çizgiler çizmeye çalışırken, insan; kullandığı her kelimeyle yarattığı çizgilere rüzgâr olur.
Tekrarın üzerini ezip geçtiği bahsime mazeret olmasa da bilinmeli: Siz elinizde
tuttuğunuz gerçekliğin kırılganlığını kimseyle paylaşamazsınız. Ve paylaşma
zorunluluğundan sıyrıldığı için her insan aklı özgürdür. Özgürdür diyorum, ama
özgür olmak istiyor mudur? Herkes günlerini, paylaşımlarının nasıl başkaları
tarafından köleleştirildiğini anlatarak ve bunun ne denli onların benliklerini
yediğini söyleyerek geçirebilir. Ama adının anılması bile bir çekince olan insan
aklı, bir sır gibi dillerin gerisinde, içerisine “içeri” adını veren yerde bulunur.
Netleştirmek, isimlendirmek her zaman çözümlerin ilk adımı gibi
gözükse de esasen ilk yapılması gereken, sorunu anlamaktır. Ama insan aklı
özgürdür. İnsandan bağımsızdır. Ve varlık diye kelime türetmenin sıkıcılığına
gelemeyecek kadar asi insan aklı, ne elle ne de zihinle tutulur. Somut veya soyut değildir. Nesneler gibi isminin altında yer almaz, çünkü o sadece isimdir.
Ve isminin olduğu yerde, gerçeklik düzleminin üzerinde ağırlığıyla çatlaklar
oluşturmuş, çatlaklardan insanın uzağına sızmıştır. İnsan onu bulamaz, ama
çözümler üretir. İlk olarak isimlendirir, ama boşluğa verilen isimler sorundan
başka bir şey doğurmaz ve insan sorunları anlamaz.
İçerisi ve dışarısı demiştim. İçimden ödün vermeyerek samimiyetimi
koruyacağım. Samimiyetin başkasına verilen bir şey olduğuna inanmıyorum.
Daha ziyade kişiden çıkan konuşma isteğinin şartsızlığıdır samimiyet.
İçerisi ve dışarısı demiştim. Benin çizgilerine mi, yoksa benin
53
içindekilere mi ben denir? Özne olmanın birey içerisindeki hali bile bir rekabet. İçerisi diyorum. Bir içerisi seçtikten sonra içerileri bitmiyor. Geriye ben
diyebileceğim sadece benin kim olduğunu seçen bir irade kalıyor. Onu etrafından
ayıran katmanlardan haberdar, onlardan daha derinde; ama onlara bağlı değil ve
bu kadar fazla mecburiyet, bu kadar çok seçimin getirdiği bölünmüşlüklerin en
küçük parçası o. O diyorum, onun ağzından konuşuyorum. O olamıyorum.
Bakın, apolitize olmuş diye suçlanan hiçbir fikir aslında düşünüldüğü
gibi elini ayağını dünyadan çekip tekil kafalara girmiş değil. Biz şehirli çocuklar, neredeyiz bilmiyoruz. Ama bilinmezliği kutlarken küfretmediğimiz yok. Bir
sik bitmedi. Çünkü onları bir yola sokan başlangıçları yok. Ve biz ben olup
içimizde, en benimizde, bizdeki benden dışarıya fikirler üretiyoruz.
54
Joe Florentin
Kalabalık Günler
kayıp şehrin nüfusu bizden çok
havasındandır
deyip geçiyoruz
___
çenenin çukurundan boynuna düşen
kan damlaları pıhtılaşmış.
doğanın kanunu bu diyorsun
boynumu son kez kaldırıyorum
geriye bakıyorum
bir kurtuluş veya biri var mı?
___
karşılaştığım yüzlerden eğiliyor boynum gene
yıkıntı korkudan değil
yetersizlikten
___
aynadan duvarlarla, tek kişilik bir
hücre gibi beynin
basamakların üzerinde
başkalarını aşağı itmeyi bekleyen kolların var.
___
mumun son demleri.
yavaşça uykuya dalacak ateş
gürültümüzden korkup titriyor
dalgalanıyor
___
özürlere ihtiyacımızı mazur görsünler.
___
gözlerim seni arıyor ve seni buluyorum
özrü unutup sevgimden bahsediyorum
55
yanlış cümlelerin farkına varmıyorum bazen.
büzülen ağzım kontrol mekanizmam
___
kamburlaşıp devrilmeye zorlamıyorum kendimi.
bana çarpacak gibiler, etrafımdan dolaşıyor.
___
Dur!
duydular
___
yalanlarımı sakla ve arka kapıdan çık.
beni o halde görmeni istemiyorum
.
.
.
ben buz gibi ellerimi ısıtıp
sana dokunabilecek olana kadar
ellerimi arkada kavuşturup
gözlerimi sana dikeceğim
çünkü her elimi oynatışımda
ciddileşip beni unutmandan
korkuyorum.
____
huzur dediğin tek kişilik
uyku değil.
cenin pozisyonuna dönmeden
söyleyeceğim.
mutluluğun, deşip açman gereken
midemde saklı.
benimkini senden alamayacağım belki
ama beni delmeye çalışırken
onun yaydığı sıcaklık
çok güzel.
____
56
bunu hiçbir zaman tam olduğu gibi
anlatamayacağım.
hem gerçek bir kere söylendi mi
bahsi kapanır.
bu yüzden de çok sıkıcı.
____
kalbimi hızlandırıyorsun.
biraz heyecandan
ama daha çok
hızlanmam için hızlanıyor kalbim
en çok harekete şimdi ihtiyacım var
ama hayal kırıklığı gözümü korkutuyor
____
yorgunluktandır korkumuz
diyip geçiyoruz
____
uykularım bana rüyalar borçlu
57
Joe Florentin
Başka Şey
kapı tıkırtılarının yavaşlığını duyuyor musun
sanki bizi delirtmeye çalışıyorlar
başkalaşım geçirdikleri içindi ilk suçlama
aynı inkar, aynı zıtlığın habercisi
yanılmak seni beni üzmese de
onların elinde büyük bir koz
gideceğini söylüyorsun
ve kendi kendime konuşmam
hiç güvenli değil
neden tekrara dayalı ki aflarım?
aynılığa şaşıranı ilk defa görüyorum
hepimiz ve hepinizle
aradakileri anlatmak
toplanmış çaresizliği vurgulamak gibi
belirtmek istediğim kafirlik değil
(ne benim ne de başkasının)
vurgu sabitse zaten
kısmi olarak
veya çoğunlukla
ya da dilime güvendiğiniz kadar
dediğim doğrudur
gözümün demin kapalı olduğunu biliyorum
biçarelikten söz etmiştim
acaba ona mı alınıp gitti
ve sen yenisin
aklımdakilerin hepsi kadar eski
ama gidenden yeni
halsizlik nedir bilmezdim
sanki tüm dediklerimin sarsılmaya ihtiyacı var
gayretimi aradığım yardıma yüklemişim
her haber alışım, en az bir önceki kadar şaşırtıcı
58
-ve nasıl rol yapıldığını o anda öğrendim-(desem)
benden başkasıyla konuşuyor musun?
kendimi her gördüğümde
yanımda sen vardın
kesinlikle varlıklardan bahsetmiyorum
ama hep sen vardın
‘bir sen’ de demiyorum, ‘onca sen’ de
ama sen sanki hep vardın
sordum
sen hiç bensiz oldun mu?
dediklerim öncesinin mi, sonrasının mı takip edemiyorum
halsizlik nedir bilir misin?
ben öğrenmeye gayret ediyorum
hitabım mecburiyetten mi
değil mi
sanırım bir fikir yürütemiyorum
eskiden aslı kaybolmuş derdim kendimin
ama aslen olmak bitmekmiş
ve olmama yarışı(tutukluk yaratan)
ve olmama yarışı bitmezmiş
çünküyle cümleler başlamaz, dendi
ben bildiğimle gidemeyeceksem, ne yapacağım?
itiraf etmesi zor ama
yaralar hakaretten ziyade
iltifat gibi
bol ceplidir hafızam
yanımda sen varsın ve ben de anlatıyorum
sana bir kere bile ‘kimsin’ dedim mi?
hatrıma yazılmış aynı kişilersin
seni tanımak uğraş değil
başka şey
59
60
Gül Ayhan
Bir Fotoğraf
Bugün iş yapmak yok demedim mi Mary, dedi Bayan Cameron,
üstündeki önlüğü çıkar da fotoğraf odasına gel. “Siz gelene kadar bulaşıkları
hemen yıkarım diye düşündüm Bayan Cameron, hemen geliyorum.” Dedi ve
önlüğünü mutfaktaki askıya astı. Bayan Cameron tüm günlerini fotoğraf çekmeye adadıkları günlere has canlılığıyla merdivenlere yönelmişti bile. Böyle
günlerde -ki bu günler pek sıktı- ellisine merdiven dayamış, ufak tefek bir
kadın olmaktan çıkar, gözlerine genç, soylu kadınlara has bir ışık yerleşirdi.
Gülümsemekten alıkoyamadı kendini Mary. Aklında annesinin ilk kez fotoğraf
çektirmeye gittikleri günkü heyecanıyla Bayan Cameron’ı takip etti.
Fotoğraf odası, misafir odası bozularak yapılmış, güneşli günlerde
güneşin en güzel sabah ışıklarını alan aydınlık bir odaydı. Bayan Cameron
hemen hemen tüm fotoğraflarını duvarına siyah perde asılı bu odada çekerdi.
Bayan Cameron Mary’nin topuzunu işaret ederek: “Saçlarını aç Mary, seninki
kadar güzel bir yüzüm olsaydı dışarı bile saçlarım salık çıkardım.”
Mary, otuzlarında gençlik yıllarının güzelliğini çoktan kaybetiş bir
hizmetçide Bayan Cameron’un ne gördüğünü asla anlamamıştı.; ama Bayan
Cameron’u üzmemek için başını öne eğip hafifçe gülümsedi. Üstelik ne kocası
William, ne de kızları bir kez bile onu güzel bulduklarını ifade etmişti,; aslında
evlendiğinen beri Bayan Cameron dışında, kendisi dahil, kimse böyle bir şey
söylememişti.
“Bugün ışık mükemmel, bunu kaçırmamalıyız Mary. Pencerenin
önünde dur ve bana bak.” Bayan Cameron Mary’nin üç ayaklı bir yaratığa
benzettiği kameranın arkasına geçmişti bile. Mary siyah kocaman göze bakıp
gülümsedi.
“Hayır, hayır. Bugün aklımda çok başka bir şey var. Sana verdiğim
kitaptaki Lady Elaine’i hatırlıyorsun değil mi? Bugün Elaine kadar hüzünlü,
onun kadar sanatsal bir şey yapmalıyız Mary. Aklında sonsuza kadar kaybettiğn
Lancelot var. Hiç umudun yok. Yere öyle bak.” Mary yapmak zorunda olduğu
tek şeyin ev işleri olduğu günleri özlemle anarak yere baktı. Fakat tüm çabalarına
rağmen saçatçıyı memnun edememişti anlaşılan.
61
“Işığı daha iyi ayarlamalı. Pencereye doğru bakmayı dene ve unutma,
sen bugün evde ne yemek yemeli diye düşünmüyorsun. Hiç aşık olmasın mı,
Mary? William’la evlenmeden tutulduğun ama evlenemediğin birti yok muydu?
Hatta adı neydi? Neyse sanki karşında o varmış gibi bak. Evet, aynen böyle
çeneni biraz daha yukarı kaldır. Çok iyisin Mary. Kıpırdama sakın ve...”
Deklanşörün sesini duydu Mary.
“Ne güzel göründüğüne inanamazsın kızım. Şimdi bir tane daha çekelim. Göstermiyorsun ama senden pekala bir oyuncu da olabilirdi.”
Mary tam Bayn Cameron’un istediği gibi pencereye bakarken camdaki
yansımasında onu gördüğünü düşündü. Onu ilk gördüğü günkü gibi kahverengi gözleriyle gülümsüyordu Mary’e. Işıkta parlayan nişan yüzüğüyle onun
olacağını fısıldıyordu kulağına. Sonra Bayan Cameron’un sesini duydu:
“Bu çektiğim en güzel fotoğraf olabilir Mary, senin sayende.”
Dipnot
Anlatılan hikayenin özeti: Elaine Arthur’un şövalyelerinden Lancelot’u bir turnuvada görür ve ona aşık olur, hatta Lancelot turnuvada yaralandığında ona
iyileşene kadar bakar. Ancak Lancelot kraliçe Guinevere’e aşıktır ve Elaine’in
aşkını karşılıksız bırakarak Camelot’a döner. Eliane de üzüntüsünden bir hafta
sonra ölür.
62
Mehmet Karagüven
Stockholm Sendromu
Bu sabah yine erkenciyiz. Şoför daha güneşin doğmasına saatler varken gelip aldı beni. Kadıköy’e geliyoruz. Sabahın bu erken saatlerinde Kadıköy
tanınmayacak kadar sakin olur. Her yöne koşuşturan insanlardan, arabaların
gürültüsünden eser yoktur. Martılardır bu anlarda Kadıköy’ün sahipleri, onlar
denizin üstünde uçup bağrışırken dükkânlar yeni yeni açılmaya başlar. Benim
gibi birkaç otobüs de günün ilk seferlerine hazırlanmaktadır.
Bu ilk sefer genelde ısınma turu havasında geçer. Kartal’a bu saatte
pek giden olmaz. Gün asıl, Kartal’a varmamızla başlar. Peronlarda beklerken
diğer arkadaşlarla muhabbet ediyoruz. Biz tabi bu işin tecrübelileriyiz. Son
dönemde gelen Mercedesler falan bizi biraz rahatlattı ama hâlâ bize ihtiyaç
var. 20 yıldan fazla süredir bu yollardayım, artık üretildiğimiz Macaristan’da
bile bizden kalmadı ama İstanbul’da dolu var. Çevreyi kirletiyormuşuz diyorlar
ama belediye yine üstün zekâsını kullanıp bizi yeşile boyadı, üstümüze birkaç
çiçek resmi çizip yanına da “Çevre dostu, yeşil motor” yazdılar. O kadar özenle
yaptılar ki bu işi neredeyse biz bile çevre dostu olduğumuza inanacaktık. Halbuki, bizde değişen bir şey yok, hâlâ egzozumuz yanından geçtiklerimizi nefessiz bırakıyor. Hâlâ giderken her birimiz bir manda sürüsü kadar gürültü yapıyor,
böğürüyoruz. Bizi süren şoförler vites geçirmek için uğraşırken bel fıtığı oluyorlar. Aslında ben de istemiyorum bu durumu, ama yapacak bir şey yok. Yeni
otobüsler satın alınsa bile yetmediği için biz hâlâ yollardayız.
Bu yeni gelen Mercedeslere baktıkça da diyorum ki, biz bu yolları,
bu züppelere mi bırakacağız? Geçen gün biri gelmiş diyor ki: “Abi, sen hâlâ
Kartal’a gitmekte zorlanmıyor musun? Bir gün yolda falan kalırsan, ara beni
hemen gelip çekeyim seni. Ee, bizim motor güçlü, değil iki tane sürüyle otobüs
olsa çekeriz, evelallah.” Herifteki artistliğe bak, yaşına bakmıyor, bize artistik
yapıyor. Neyse, Allah bunların da cezasını veriyor. Geçen gün gördüm, bunlardan iki tanesi kafa kafaya çarpışmış, Kadıköy’ün orta yerinde. Biri ışıklardan
dönüp perondan çıkacakmış ki ötekisiyle çarpışmış. İkisinin de ön taraf komple
pert. Ben bu yollarda 20 yıldır giderim, bir kez olsun kaza yapmadım, zaten
kaza yapmış olsam, hiç tamir etmeye uğraşmazlar doğrudan hurdaya verirlerdi.
Ondan sonra da tıraş bıçağı olurduk. Bunlar teknolojik olarak iyi olabilir ama
kontrolsüzler. Kontrolsüz güç, güç olmadığına göre bize bu yollarda hep ihtiyaç
olacak.
63
Gelecek nesiller de bizim egzozumuzda boğulacak, gürültümüzü
duyup çıldıracaklar. Yüzlerce şoför bizim yüzümüzden bel fıtığı olacak. Biz
İstanbul’u bırakmak istesek de İstanbul bizi bırakmıyor. İstanbul, bu Stockholm
Sendromu’ndan kurtulamadıkça 92 model İkarus hep bu yollarda kalacak.
64
Mehmet Karagüven
Soru İşareti
Sabah oldu, yatağından kalktı, kahvaltısını yaptı, işlerini halletti, dışarı
çıktı. Tüm bunların arasına da birer virgül koydu. İşine gitmek üzere yola çıktı.
“Günaydın Teyze!” dedi yolda gördüğü yaşlı komşusuna, sonuna ünlem işareti
koydu, bir de tırnak içine aldı. “Selamünaleyküm!” diyerek girdi bakkala, sonra
şöyle devam etti: “Bir seslenme belirttiği için sonuna ünlem işareti koymak
lazım.” Mahalledeki herkes gibi onun bu ilginç huyunu bilen bakkal üzerine
fazla gitmedi, “Sen de haklısın be Hamdi,” dedi. “Burada bağlaç olan ‘de’ ayrı
yazılır he unutmayalım” dedikten sonra sigarasını aldı, “Haydi, hayırlı işler!”
deyip tekrar dışarı çıktı.
Hamdi’nin bu ilginç takıntısının nereden kaynaklandığını o dahil
kimse bilmiyordu. Herkesin farklı takıntıları olabilirdi; ama o takıntısıyla belki
de dünyada tekti. Onu tanıyanlar, bu takıntıya alışmışlardı, fakat yabancılarla
konuştuğu zaman, mümkün olduğunca takıntısını saklamaya çalışıyor,
saklayamadığında ise uygun bir dille açıklıyordu. Takıntısı ona pek bir sıkıntı
vermemişti henüz. Ta ki, bir kızla tanışıp ona aşık oluna kadar.
Zamanla, kız da ondan etkilendi ve ilişkileri ilerlemeye başladı. Sevdiği
kızla buluşacağı zaman Hamdi iyice heyecanlanıyor, takıntısı belli etmekten
korkuyordu. “Söylenen cümlelerdeki yazım ve noktalama kurallarını açıklamak
gibi enteresan, belki delice bir takıntısı olan bir adamla kim birlikte olmak ister
ki?” diye düşündü. Bu zorlu mücadelesinde oldukça başarılı olmuştu; bir kural
söyleyeceği zaman yutkunarak engelliyordu kendini. Sonunda o kritik gün
gelmişti.
Sevgilisine evlenme teklif edecekti. Her türlü hazırlığı yapmıştı. Çok
da heyecanlıydı. O an geldiğinde yüzük kutusunu açtı ve şöyle dedi: “Benimle
evlenir misin? Soru işareti.” Aylardır kendini engellemişti, ama bu kritik anda
takıntısı ortaya çıktı. Sevgilisinin yüzündeki mutluluk yerini şaşkınlığa bıraktı.
Hamdi, ne yapacağını şaşırdı. “Çok özür dilerim, benim böyle bir takıntım
vardı, senden gizledim. Soru işareti, aman nokta.” dedi. Sevgilisi, kendisiyle
dalga geçildiğini düşünüp hemen o mekanı terk etti. Hamdi arkasından gözü
yaşı bakakaldı. “Allah bu takıntımın belasını versin! Ünlem işareti.” dedi. Eliyle de yukarıdan aşağıya düz bir çizgi çizip altına bir de nokta koydu.
65
Gizem Tulunay
Bir Bilim Adamı
Oğuz Atay’ın kaleminden “Bir Bilim Adamının Romanı” Mustafa
İnan’ı doğumundan ölümüne kadar olan süreci biyografik roman türünde eşine
daha rastlamadığımız bir biçimde ki yapıtını önümüze serer. Bu roman, İnan’ın
köy ortamında yetişip erdemini, ahlakını ve en önemlisi kültüründen hiçbir
şekilde kaybetmeden büyük şehirde okuyup bir bilim adamı olma serüvenini
anlatır.
İnan’ı roman kahramanı yapmaksızın, edebi kurgulara başvurmadan
direk bir hocanın ağzından İnan’ın efsaneleştirilmiş biçiminde bir roman
tarzı görürüz. Belirli bir düşüncenin çok üzerine yüklenmeden, sadece küçük
dokunuşlarla açık ve yalın cümleler kullanılarak okuyucuya ne demek istediğini
hissettirir ve amacına ulaşır Atay. Bir düşünceyi illa ki kabul ettirme çabası yoktur. Romandaki temel fikir de buna dayanır. Kaçıştır roman.
Atay’ı okurken, sanki gerçeklerden daha uzak yerlere taşındığımızı
hissederiz. O gerçeği cümleler arasında kaybeder yazar bu yapıtında da. Halbuki, gerçeği cümlelerin arasında bu denli sakladığından okura gerçeklikten
uzaklaşmadığını öykünün sonunda anlatmıştır. Her hangi bir hayal dünyasında
kurgulanmış biçimde de yazmaz. Atay’ın kendi öğretmenine verdiği bu
değeri, romanıyla okuyucuya ulaştırması, İnan’ında yarattığı bu büyük etkiden kaynaklanmaktadır çok daha derine inilirse eğer. Onun bu “düşünme”
uğraşısındaki neden, Atay’ın kendisinin de söylediği gibi “düşünme sanatı”nı
iyi kullanmış olmasıdır.
Düşünme sanatını öğretmek İnan’ın önde gelen bir amacıdır. Kendini
hocalığa adamış olan İnan, hocalığın sadece bir meslekten ibaret olmadığına;
insanlara ezber öğretmek yerine mantık aşılama ihtiyacının olunduğuna inanır.
Her şekilde düşünmek, sürekli farklı yerlerden yararlanmak ve bunları
başkalarına öğretmek, sunmak ister. Tek bir yere sabit değildir. Babası tarafından
adam olmaz dendiği için destek göremeyen İnan, babasına kanıtlayacağı bu kabiliyetinden dolayı hayatta başarılı olur. Daha küçüklüğünden itibaren olgun
düşünceli ve mantıklı olan İnan, kendini öğrenciyken dahi, bir hoca olarak bulur. Bunu ölümüne kadar sürdürür de.
O, para kazanmak uğruna inşaat mühendisi olmaz; bir bilim adamı olup,
66
bilim adamı yetiştirmeye çabalar tüm hayatı boyunca. Ülkemizde ne Einstein’lar
çar çur edilmektedir ki ancak her yol para kazanma yoluna çıkmamalıdır. İşte
İnan’ın benimsediği düşünce budur.
Bu da şu fikri ortaya koyar ki geçim derdi olmaz da koşullar iyi bir
derecede olsa, ülkemizde çok sayıda bilim adamı çıkardı. Başka ülkelerde
okuduktan sonra orda kalarak oranın pazarını yapmaktansa, okuduktan sonra tekrar ülkemize gelip milliyetçi bir biçimde, kendi vatanımızı yükseltmek
uğruna çabalasak daha faydalı olur. Aksi takdirde sadece paranın peşine giden
bencil beyinler olup çıkarız. Ülkemizin koşullarını düzenli hale getirmek bizim ellerimizdedir aslında. Atay’ın “Ülkede derinlikten önce yaygınlığın önemli
olduğunu düşünüyordu ve geniş bir alana yayılan suyun derinliği azalır diye
düşünüyordu.” sözünden İnan’ı bu şekilde yargılayabiliriz.
Oğuz Atay’ın bir diğer üzerinde durduğu nokta ise Mustafa İnan’ın
değerinin öldükten sonra anlaşılmasıdır. Günümüzde de bir çok insan öldükten
sonra doğmaz mı aslında?
67
Gülay Bengü Ulukaya
Duvardaki Son Çizik
Konuşmak, bağırmak istiyorum; ancak sesimin yankılarını sadece
kendim duyduktan sonra neye yarar? Yürümeyi, konuşmayı öğrendiğim; tombul ve beceriksiz ellerimle ilk defa kalem tuttuğum, duvarlarını hiçbir şeyi
andırmayan resimlerimle donattığım, nereye gidersem gideyim sonunda hasretine dayanamayıp döndüğüm biricik evim, artık sadece içi bol olan dört duvardan
ibaret. Bu evin eskiden bize ait olduğunu gösteren bir tek parça kalmamış ne
yazık ki, aslında burada eskiden insanların yaşadığından bile şüphe edilebilir
artık.
Canımı en çok acıtan, yeni gelecek kiracının burada nasıl anılarımız
olduğunu bilmeyecek olması. Belki karnelerimin asılı olduğu duvarlara umursamazca posterler asacak, belki de okuduğum ilk kitapların durduğu rafa sırf
misafirlerini etkilemek için sergilediği ve hayatında bir kere bile kapağını
kaldırmadığı kitapları koyacak. Eminim ki odamın kapısındaki çizikleri
görünce küplere binecek. Peki, babam o çizikleri her sene boyumu ölçmek için
yaptığını ve her çizik bir öncekinden yukarıda olunca sevinçten ne yapacağımı
şaşırdığımı anlatsa, bir şey ifade eder mi?
Dün komşularımızla vedalaştık. Doğruyu söylemek gerekirse bir sürü
yaşlı teyzenin yemekler getirip “Ah keşke gitmeseydiniz!” diye ağlaması beni
pek etkilemedi. Onları en son dedemin cenazesinde görmüştüm, ondan önce
de ablam yurt dışında okumaya giderken. Ne zaman bizim eve gelseler ya biri
ölmüş oluyor ya da biri uzun bir süre için uzakta yaşamaya gidiyor. Bu sefer
gidenler arasında ben de varım ve gitmenin en az kalmak kadar zor olduğunu
yeni anlıyorum.
Ben bu düşüncelere dalmışken kardeşimin küçük adımları boş evin
içinde yankılanıyor. Gözlerimin kenarında biriken yaşları siliyorum, içten içe
onun bu neşesini, enerjisini kıskanıyorum. Şortumun kenarından çekiştirerek
soruyor: “Ağabey neden bu evden taşınıyoruz biz?”. Ona söylemiyorum ama
ben de taşınmamız için geçerli bir neden göremiyorum doğrusu. Annem; yeni
evimizin okula daha yakın olduğunu, geniş bir bahçesi olduğunu söyleyip duruyor. Ama sabah kendini ait olduğu yerdeymiş gibi hissederek biraz erken
uyanmak yerine yabancı bir odada istediği saatte uyanmayı kim tercih eder?
Peki, taşınacağımız o çok “modern” sitede kaç kişi hayatlarında kardeşleriyle
top oynarken cam kırmamaya çalışmanın verdiği o eşsiz heyecanı tatmıştır?
Taşınmamızın ne kadar anlamsız olduğunu kendi kendime söyledikçe canım
68
daha çok yanıyor, ben de kestirip atıyorum : “Bilmem ki, anneme sor.”.
Konuşmak istemediğimi anlıyor, hiçbir şey söylemeden çıkıp gidiyor. Ben de
bir kez daha kendi kendime kalıyorum soğuk, beyaz duvarların ortasında.
Bu sırada nakliye kamyonunun sesi tüm mahalleyi sallıyor. İçimden
hala kamyonun lastiğinin patlamasını diliyorum, ya da taşınacağımız eve
girdiğimizde başka bir ailenin oraya taşınmakta olduğunu görmeyi, ya da annemin bir anda vazgeçip eşyalarımızı gerçekten ait oldukları yere yerleştirmesini.
Kapıdan geçerken çizikler tekrar gözüme çarpıyor; en alçak olanı dizimi
hizasında, en yüksek olanı ise ancak omzuma geliyor. Doğaüstü bir gücün beni
kolilere doğru ittiğini hissediyorum. Kendimden geçmiş bir şekilde eğilip bir
kalem alıyorum ve şu anki boyumu kapıya işaretliyorum.
Bir daha bunu yapamayacağımı biliyorum; ama içten içe büyüyünce
çocuklarımı buraya getirip çizikleri göstermek, belki benimkilerin hemen
yanına onların boylarını da işaretlemek istiyorum. Annem aşağıdan sesleniyor,
kalemi alıp merdivenlerden aşağı iniyorum. Duvara attığım son çiziğin çıkardığı
rahatsız edici ses her yerde yankılanıyor ve kulaklarımı kapatsam da hayatım
boyunca beni rahat bırakacağa benzemiyor.
69
70
Cansu Tüzmen
Büyümek
Büyümek, sessizce kırılabilmesi kalbin,
İki dudağın arasına sıkışmış
Acımasız bir yargıyla.
Gökleri delen bir haykırış kadar keskin
Bir elveda, eriyorum denizlerin sonsuzluğunda
Büyümek, ayaklarımı göğsüme çekmek
Ve kollarımı dolamak gecenin karanlığına.
Düşlerden yaptığım örtünün altına saklanmak,
Karanlıkta ismini fısıldamak
Usulca, ölü bedenlere dokunmak,
Kalp atışları arasına sıkışmış
Yaşamı aramak.
Büyümek, gözyaşlarıyla karşılamak
Doğan güneşi, özlemle uyanmak
Her güne, her geceye, özlemle yaşamak
Senle ve ya sensiz olabilirmişcesine
Yaşamak.
Büyümek dişlerimle gülümsemek,
Ve boğazımda tutabilmek gözyaşlarımı
Büyümek dimdik dikilebilmek karşında
Ve her geçen saniye bin bir parçaya ayrılmak
Her geçen gün eksilmek hayattan.
71
Cem Aksoy
Akbabalar
Bir şehir çölün ortasında,
Issız terk edilmiş şehir…
Ve örümcek ağlı binalar
Ve salıncaklar sallanır boşta.
Demirler paslı ve tahtalar kırık…
Çimler kurumuş ve kumla kaplı.
Dökülmüş sıvalar ve çatlak camlar…
Akbabalar tellerden bana bakarlar.
Geceler sessiz bu şehirde:
Yıldızlar aydınlatır sadece
Ve mehtap,
Tenimi yakar;
Gözlerimi yakar;
Ruhumu yakar.
Ve kaçış yok tahtakuruları sarar etrafımı
Ve kaçış yok çıngıraklı yılanlar
Ve kaçış yok
Akbabalar tellerden bana bakarlar.
Kapkara bir han vardır burada.
Kapkara kanlı kapkara duvarları vardır.
Kapkara masaları, kapkara sandalyeleri,
Kapkara içkileri, tozdan kararmış bardakları…
İşte oranın beyaz çarşaflarında uyurum her sabah.
Ne gün öksürsem uykumda,
Akbabalar tellerden kalkarlar.
72
Cem Aksoy
Benim Kahkahalarım
Ruhunun yalnızlıklarında mıdır kalabalıkların?
Korkularında mı saklıdır kahkahaların?
Aksam namazına on kala mı aklına gelir günahların,
Gülmelerin ardından mı gelir gözyaşların?
Varoluşların yok oluşları mıdır hayal kırıklıkların?
Umut eder misin sen de kozalarındaki aşkları,
Umut eder misin sen de kaleminde yaşayan canları,
Umut eder misin ki sen de dağa ilan-i aşk eden karıncayı?
Sabah kahveleri koyu, çok koyu Celaleddin.
Ben bu gece gelmesem affet beni.
Yastığıma vururum kendimi ve bağlasan durmam bu gece,
Kanat çırpışlarım şaklamaz güneşin gölgesinde,
Kafataslarımda kramplar bu gece.
Tıpkı dün, ondan önceki gün ve ondan önceki gece…
Ve tarih yazıldığından beri Zigguratlarda,
O geceden beri,
Ve bir deli tekerleği bulduğu gece gibi,
O geceden beri…
Hani kahkahalarım?
Gözaltlarıma sıkışan kahkahalarım…
Nereye kaçtı kahkahalarım?
Belki Avustralya`ya, belki Merih’e, belki ötesine kaçan kahkahalarım...
Bir kadın vardı hep gül derdi bana.
Niyeti kötüydü demek ki bindi kahkahalarıma
Ve daha kafamı çevirmeden geçti Üsküdar`ı,
Tebessüm, tebessüm...
Hangi Arap atı yakalar,
İçimin ışığından hızlı koşan kahkaha mı,
Tutmazsa onu kara semalardaki öbür yıldızlar?
73
Övgü Bozgeyik
Adalet
Çok uzun zaman oldu, nasıldı, unutmuş gibiyim. Aslında unuttum
da diyemem, kendime haksızlık yapmış olurum. Unutmak başlı başına bir
haksızlık zaten. Unutulana da, unutana da. Çok uzun zaman oldu, hiç böyle
hissetmemiştim. Ya da hissetmiştim de, unutmuş muydum? Hayır hayır. Demek
istediğim, duygularım çok karışık. Daha önce de böyle hissetmiş olmalıyım.
İlkokuldayken gördüğüm cılız akan dereyi o ünlü nehir diye tanıtmaları gibi.
İnanıp inandığına utandıranların yanında gibiyim. Sanılarından çekinir olmuş
biriyim ben. Halbuki, sanmak ne demek, en iyi onu bilirim.
Çünkü hep sandım. İnandırılıp yaşadım. Her gün kapısından adımlarımı
fark etmeden attığım evin önünde aslında durup düşünmem gerekiyormuş, sonradan öğrendim. Anlar anlarda saklı, sonrasında anlam vermek kolay olmuyor;
bunu ağzımdan çıkan ‘Hadi o zaman benimle gel,’ sözlerime yabancı kaldığım
sonraki anlarda fark ettim. Karşındaki istemezse, gelmez; istemeyip de gelirse,
sen inandırılmış olursun. Kandırılırsın, belki biraz da sen kandırırsın. Hadi o
zaman gel, demişim! Ben. Benimle gel. O an da bu sözleri söylediğim anda
saklıymış.
Hayır demedi kimse bana. Hayır, gelemem. Ya da hayır gelmek istemiyorum. Ya da hayır işim var. Kimse hayır demedi. Hadi benimle gel dediğimde
kendimden nasıl eminsem benimle geldiğinde de şüphem yoktu. Emindim,
emindi sanki. Olanlar olacakların temennisi, beklentilerim geleceğin göstergesi,
umutlarım onun sesi gibiydi. Emin gibiydik.
Halbuki sonradan öğrendim, yorumlarımız da hep bizden yana olurmuş.
Ne düşünmeye ve hissetmeye meyilliysek, kişileri ve olayları kendi yarattığımız
kurallara göre yargılarmışız. Avukatsız, yargıçsız, kendi ‘adil’ mahkememizde.
Herkes kendine adilmiş. Birini iyi görmekte ısrarlıysan, o kötü olamazmış. Ya
da tam tersi.
Belki de tüm bunları yeni fark ettiğim için her adımımla çiğnediğim
kaldırım taşlarına aslında bayatlamış gerçeklerimi tükürüyorum bir bir. Her fark
ediş, bir yok ediş. Anılarımı yok etmeye kıyamadığımdan unutuyorum teker
teker. Unuttuğumu unutuyorum. Aklıma adilim ben. Kalbim hep bildiğini okur
zaten. Bu nedenle gel dediğimde gelenlerden şüphe etmem. Zaten doğrusu da
bu değil midir?
74
Etrafımda benimle birlikte yürüyen her insanın başka hedefi var. Biri
randevusuna gidiyor, birileri sergi, film, oyun görmeye, birkaçı ziyarete, birçoğu
gezmeye… Bense esen rüzgar hırpalanmış ceketimden içeri girdikçe ürpererek
biraz daha sarılıyorum kendime.
Çok uzun zaman oldu görüşmeyeli, nasıldı yüzü, unutmuş gibiyim.
Kırışık alnının altında yatanları bildiğim günleri her hatırlar gibi olduğumda
içimde buz kesmeye namüsait bir mahkeme başlıyor. Gözlerine gelemiyorum
bile, sesini duyamıyorum kalabalıktan, sokak müzisyenlerinin gürültüsünde
uğuldayan kulaklarımda.
O da kendine adildi. Kırışıklıklarını belirginleştirir, tamam derdi. Tütsü
kokan evinin tavanını kendi boyar, yıldızlarla süslerdi. Kapalı alanlardan korkan insanlar gibi başlar, özgürüm ben edasıyla bitirirdi işini. Temiz, birden.
Emekle, ama öylesine. Tamam diyerek bildiğini okuyanlardandı. Hep böyleydi
madem, ben nasıl inanmıştım? Söz verenin sözünden önce kendine bakacaksın.
Sözler değil, veren önemli. Bir söz gelir geçer, geriye tutabilmiş mi tutamamış
mı, bu kalır.
Ben de tutamamışım sözlerimi. Bana öyle dediler. Ama diyorum ya,
inandırılıp inandığına utandırılanlardanım ben. Beni o tavandaki renk boyamış,
tütsü başımı döndürmüş, yıldızlar gözümü almış, özgürlük kokusu aklımı
karıştırmış, en sonunda ben kendimi kandırmışım.
Çok uzun zaman oldu konuşmayalı, ne demeli şimdi? Uçuşan beyazların
içinde, melekler gibi süzülürken, tebrikleri mi kabul ediyordur sadece? ‘Tebrikler’, ‘İyi görünüyorsun’? Hayır hayır. Sadece ‘merhaba’ belki? Kuru bir
‘nasılsın’, sonra da pervasız bir ‘görüşürüz’. Tüm paylaştıklarımızı bir darbede
sıfıra indirerek, anıları tükürür gibi. Unutmuş gibi.
Rüzgârın fısıltısı sesimi alıp götürürken, onu görünce dayanamadım,
fazlasını söyledim. Öylesine üstüne geçirdiği elbise üzerinde eğreti duruyordu.
Tabii, dedim kendi kendime, böyle biri beyazları tercih etmez. Özgürlüğüne
aykırı. Kendi mahkemesinde özgürlük kararı çıkmış gibi, her hareketi bağlardan
arınmışlığın ispatı sanki. Onu görünce, aklımdakiler uçtu gitti, rüzgardan beni
koruyan ben çıktım, şüphelerime kapılarak, onca insan arasında savundum kendimi. Umduklarımı nasıl bulamadığımı, nasıl kandırıldığımı anlattım. Gülümsemesi dondu önce, kaşları kalkmaya başladı. Pırıl pırıl, aydınlık yüzündeki
anlam, teninin pembeleşmesiyle değişti, şaşkınlık kapladı her yanını, açık kah
75
verengi saçlarının diplerine kadar. O kadar şaşırdı ki, ne söylediğimi merak ettim, yüzüne savurduğum sesimi duymaya çalıştım. Yeni değildi hiçbiri, hepsi
aklımda dönüp duranlardı.
Çok uzun zaman olmuş, unutmuş gibiyim nasıl baktığını. Alnındaki
kırışıklıklarının altındaki anlamı bu kadar çabuk kavrayacağımı tahmin eder
miydim? Anılar gerçekleştikleri anlara ait, bu yüzden içimde çoğalttıklarımı
bıraktığım an anılaşamadan benim alnıma kazındı bir kırışıklık kılığında. Bir
an olarak. Şaşırma sırası bendeydi az ötede duran beyazlar içindekini görünce,
alakasızlık aklımı başıma getirince.
Herkes kendine adil, çok uzun zaman olmuş yanılmayalı.
Söylemiştim, inandığıma utanırım. Kendi kendime inanıp kendimi
utandırdım.
76
Ege Cem Kırcı
Hamdi Holmes
Hamdi Bey karanlık bir sokakta sessizce ilerliyordu. Yavaşça duvara
sırtını yasladı ve kafasını yan sokağa doğru çevirdi. Evin ışıkları yanıyordu,
öyleyse vakit daha gelmemişti. “Bu işlerde sabırlı olmak lazım” diye düşündü
Hamdi, ay gökyüzünde büyüyor, kediler kaldırımda oynaşıyor, arka sokaktan
arnavut kaldırımlarını çiğneyen lastik sesleri geliyordu. Duvarın dibine çömeldi.
Elindeki mandalinayı yemeye koyuldu, Amerikan filmlerinde dedektifler nasıl
ki devriye gezerken donutlarını yiyorsa o da şimdi pusuya yatmış mandalinasını
yiyordu. Ancak bir fark vardı, o da Hamdi’nin yalnız oluşuydu. Ama bu durum
onu rahatsız etmiyordu, çünkü Hamdi Haccacoğlu yalnız çalışırdı. Birden evde
bir hareketlenme sezdi, ardından kapı açıldı ve yüzünü seçemediği bir kadın
evin kapısına bir poşet bırakıp kapıyı çarptı. Bir bomba mıydı bu? Yanaştı, biraz
daha, bir adım daha ve kapıya geldi. “Şüphesiz ki, bu bomba bir bomba olsaydı
bu kadar pis kokmazdı” diye geçirdi içinden, ardından kapıya kulağını kabarttı.
İçerideki kadın çocuklara bağırıyor, sinir krizleri geçiriyordu. “Yine kriminal
bir vakayla karşı karşıyayız” dedi. Sonra kapıdan geri çekildi, biraz yürümek
istediğine karar verdi ve köşe başına doğru hareketlendi.
Hamdi Bey iki sokaktan geçtikten sonra cilveli bir kahkahayla irkildi, ardından topuk seslerini duydu; tik tak tak, ve gittikçe kuvvetlenen bu sese
doğru döndü. Karşısında süslü püslü bir kadın duruyordu. Kendini bir adım
geri çekti. Ardından kadın konuşmaya başladı; Hamdi Bey kelimeleri seçemiyordu, kadın elini omzuna attığında bir anda beyninden vurulmuşa döndü. Bu
bir ajandı, hayır kadındı; yoksa kadın ajan mıydı, ama kadın değildi, o zaman
ajandı. Sesi her şeyi ele veriyordu. Ah, oh diye iç geçirdi. Dış güçler bir kostümle beni kandırabileceklerini sanıyorlar, ama insanın sesi kendini ele verir!
Hemen koşarak uzaklaştı oradan.
Beş dakika kadar koştuktan sonra yanlış sokaklara saptığını, olmaz
yerlere gittiğini fark etti, bir taksi çevirdi, şoför gideceği yeri sordu. Hamdi
tarif etmeye çalışıyordu ama sürekli yanlış sokaklara sapıyorlardı. Taksimetre
de hunharca artırıyordu üstündeki sayıları. “Ben bu kadar parayı ömrümde bir
arada görmedim be!” diye yakardı içten içe. Vampir taksici şimdi de sıkılmış
sorular soruyordu. “Memleket neresi?” dedi. “Gaziosmanpaşa” diye yanıt
verdi Hamdi. Hakkında bilgi almak istiyordu taksici ama bu kadar belli edebilirdi. Taksici ikna olmadı, “Aslen nerelisin, baba tarafını soruyorum.” dedi.
Hamdi iyice bunalmıştı. “Gana” dedi, madem herkes maymundan geliyordu,
77
Afrikalıydı o zaman. İzlediği belgeselde maymunların Afrika’da yaşadığını
görmüştü. Ardından taksiden indi, evin ışıkları artık sönmüştü.
Kapıyı yavaşça araladı, parmak ucunda yürüyerek odasına geçecekti
ki güdümlü terliği ansızın kafasında hissetti. Yere yığıldı, kadın ona yaklaştı,
elinde diğer terliği sallayarak: “Neredeydin sen?” diye bağırdı. Hamdi çaresizdi, “Oğullarıma mandalina da mı alamayacağım ben?” dedi. Gömleğinin
üstündeki mandalina kabuklarını işaret ediyordu...
78
79
Zeynep Ceylan
Mevsim Yazıları
Büyük bir kışın ortasındayım. Ne zaman büyük bir kışın ortasında olsam, onu daima anlamak isterim, ille atlatmak değil. Dört mevsimi de içeren
bir bakış açısıyla, hayatın bu olduğuna dair kendimi ikna etmeye çalışırım.
Ne zaman hayatın bu olduğuna dair kendimi ikna etmeye çalışsam, Murathan
Mungan’ın birkaç kelimesine sığınırım. Tabii Mazhar Fuat Özkan grubunun
şarkı sözleriyle şekillenen dudaklarımdan yardım alarak.
Tam ortasındayım yağmurun
Karın, soğuğun ortasındayım…
Yüksek Topuklar romanı, kışı anlamak adına başvurduğum bir
dayanaktır mesela. Gerçekten ümitsizliği üşütür belki, ama daha güçlü olurum.
Soğuğa alışırım.
Yediden yetmişe kadar her yaştan, her cinsten, her sınıftan kadının
aslında ne kadar aynı yaşamaya zorlandığının, toplum yargısının, bütün bir
kültürün ve çarpık anlayışların o toplumun tek tek her bireyinde nasıl yaralar
açtığının hikayesi bu roman. Yüksek topukların üzerinde yükselen kadınlar,
“kadın yorgunu” erkekler ve hepsinden önemlisi “toplum yorgunu” bir toplum… Evet, kadınlık gerçekten de beş yaşında öğrenilebiliyor. Evet, bir kişinin
topluma karışma biçimi inandığı değerlere taban tabana zıt olabiliyor. Kapana
kıstırıcı bu durumda insanın hayatı, içinden geçen cümleler halinde geçiyor.
(Yüksek Topuklar, sf 1)
Olgun ve yaşadıkları sonucu hayat yorgunu halini alan Nermin
adında bir kadını ve beş yaşında olduğu halde tüm bir kadınlık kültürünü onda
bulabileceğiniz Tuğde’yi sunar size bu kitap. Anne ve eş olmanın kısıtlayıcı
etkisiyle boğuşmaya çalışan kadınlardan tutun da, bekar fakat yalnızlık çeken,
kötümser yapısıyla kendini insanları eleştirmeye iten eski solcu kadınlara kadar
her durumdan; zengin fakat buz gibi soğuk evlerden tutun da ailenin daima bir
arada olduğu ancak “aşağı sınıf” kabul edilen evlere kadar her türlü mekandan; solculuğun tavan yaptığı 70’lerden tüketim kültürünün alıp başını gittiği
günümüze kadar ülkemizin geçtiği tüm süreçlerden kesitler sunar. İnsanların ne
kadar aynı ve ne kadar farklı olduğunu görmek için birebir…
80
Nasıl da paylaşıyor insan isterse,
Nasıl da birmiş meğer hasretler.
Şairin Romanı ise başka bir hikaye tabii. Tamamen sıcacık değil,
dünyamızda görülen insan halleri sarmaşık gibi kitaptaki şiirsel dünyayı sarmış.
Ancak öyle canlı, öyle imgesel bir doğa tasviri var ki buranın bir tür “ideal
dünya” olduğunu anlıyorsunuz. Ütopya asla değil, ancak insanların olduğu bir
yer ne kadar iyi olabilirse o kadar iyi.Öte yandan, bu kitabı okuyunca neresinden tutacağınızı şaşırıyorsunuz. Üzerinde on beş yıl çalışılmış olduğunu duyunca şaşırmıyorsunuz çünkü gerçekten de denildiği gibi emeğe, tabiata, ölmekte olan edebiyata ve özellikle şiire bir övgü bu. Oyuncaklı, bilmeceli, ayrı bir
fantezi dünyası burada söz konusu olan. Baktıkça aklınıza Yüzüklerin Efendisi
romanları gibi fantezi türünün klasikleri gelmekle birlikte yitirilen değerlere
gösterdiği saygıyı görünce: “İşte karşımda Murathan Mungan” diyorsunuz kendinize. Romanın dünyasını oluşturan Yerküre gezegeninde şiir gibi duyguları
ve hayatı içtenlikle anlatan her şey adeta din yerine geçiyor. Öyle ki, bizim
dünyamızda para için yapılan her şey, maddi şeyler uğruna gösterilen her türlü
emek ve uğraş, açgözlülük ve karanlık işler o dünyada şiir gibi manevi unsurlar
için uygulanıyor.
Yıllar sonra ölmeye hazırlanan ve bu amaçla yurduna dönen ünlü ve
bilge bir şair, yurdunu son kez gezerken ölmeye hazır olmadığını ve yaşamın
her defasında bir kez daha onu şaşırttığını keşfediyor. Yirmi yıllık inzivasını
Yerküre’nin baş ülkesi Anakara’yı iki çırağıyla beraber gezerek bozan bir bilge,
çıraklarına şiir ve hayat hakkında sürüyle şey öğretirken bilgeliğini yaptığı
konuşmalar aracılığıyla dünyayla paylaşıyor. Bu arada, tüm şairlerin başında
bilinmeyen nedenlerle gölge gibi dolaşan korkunç bir şair katili ve onun izini
süren atlı polis ve yardımcısı da önemli karakterler arasında. Hepsinin ortak
amacı, On Üç Dolunaylı Yıl Şenlikleri’nin gerçekleşeceği başkent Odagend’e
gitmek…Tüm Anakara’nın çekimtaşı olarak tanımlanan bu kentin, her gezginin
eninde sonunda gezintisini noktaladığı yer olarak da tanımlanır.
Başlangıçta huzurlu ve ağır bir akışı olsa da, Odragend’deki büyük
son yaklaştıkça hız artıyor. Olaylar heyecanlı bir boyut kazansa ve açgözlü
karakterlerin hikayesinin kahramanlarımızınkiyle kesişmesiyle macera dozu
artsa da, bu arada kitabın 592 sayfalık bir şiir olduğunu asla unutmuyorsunuz.
Baktığınızda bir tek şiir bile bulamayacağınız bu roman, aslında bu eksikliği
hissettirmez bile, hatta onca sözü edilen bazı şiirlerin metnini okuyamamamız
hayal gücümüzü harekete geçirir. Karakterleri tanıdıkça ve romandaki dünyayı
81
gördükçe, yazdıkları şiirleri merak ediyorsunuz. Şiirin güzelleştirdiği ve anlam kattığı böyle bir dünya, bir şair olan Murathan Mungan’ı anlatıyor adeta.
Yazarın içindeki dünyayı görüyorsunuz, özellikle bu romanı okuyunca “Evet,
hayat budur” veya “Evet, hayatın böyle olması gerekir” diyorsunuz. Benim için
tüm bunlar bahar demek. Çamur var mıdır? Elbette. Ancak unutmayın ki bu
yağmurla, zengin doğayla ve bereketle oluşur.
Nasıl da mecburmuşuz
Sabretmeye, sevmeye, öğrenmeye.
Eldivenler, Hikayeler’in hüznü, ilk romanına göre biraz daha incelikli
sanki. Bir hayatı yarım bırakıp giderken diğer hayatına yanlış zamanda ve yanlış
yerde devam eden bir kadın kahraman, içinde anı ve hikaye değeri taşıyan her
şeyi ellerini giydirerek saklar. Onun ve incittiği tüm insanların kaderi onun ellerindeydi. Bir kez o eller yavrusunu ateşe atınca adeta onları gizlemek istemiş,
sonuçta kullandığı eldivenler, yalnızca elleri değil, hikayeleri de doldurmuştu.
Sevdiklerini yarı yolda bırakıp yalnızlaşan bir kadının ardında bıraktığı, farklı
hikayeleri yansıtan farklı eldivenlerdi yalnızca.
Her biri farklı karakterleri ve günlük yaşamdaki farklı duyguları,
düşünceleri ve durumları simgeliyor. İnsanlar arasına toplum tarafından çekilen
sınırlar, dev duvarlar ve çelik teller tüm hikayelerin ortak paydası gibi görünüyor.Ya sosyal sınıflardan, ya cinsel kimlikten, ya yapılan farklı farklı tercihlerden
ötürü belli kayıplar vermiş insanların öyküleri her biri. Okudukça sonbahara
özgü hafif bir hüzünle beraber şaşırtıcı bir zenginlik gördüm. Sararıp solmuş
yaprakların dallarından kopuşu ne büyük bir görsel şölen sunuyormuş meğer.
Murathan Mungan’la ilk kez romanları aracılığıyla tanışan biri olarak şiirlerini merak etmiyor değilim. Bu yüzden, bana kesin mesajlar veren
romanlardan alacağımı alıyor, düz yazıyla düzleştirilmemiş duyguları bu kez
şiirlerinde arıyorum. Yaz Sonu adlı şiirinde aradığımı buluyorum sanki…
yaz inceliyor, güz
bizse hiç büyümeyen rus bebekleri
bir düşte karşılaşmıştık, bir düşte kaybolduk
hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
birbirinin karanlığına kapatılmış
birbirinin içinde tipiye tutulan
her kozaya ayrı biçilen uzun kışlardan
82
hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
ilkgençliğin yazıları bitti. Şimdi bırakılmış çiftlikler
yağmurlarla boşalmış leylek yuvaları
elimizde sorular, gün yeniden dağıtıyor
kalanlar için yazılanları
yaz sonu yaz sonu yaz sonu
Biliyorum
yine haziran yine temmuz yine ağustos
Bu yazarda dünyanın dört köşesinden dört mevsimi nasıl da bulduğuma
hala hayret ederek, çikolata almak üzere yürüyüşe çıkıyorum. Aydınlatıcı bir
Murathan Mungan seansından sonra karların altındayım. Yeni çikolata paketim,
bana nedense o geçici yaz mutluluğunu hatırlatıyor. Yazı tanımlarken hep bu
“geçici” kelimesini kullanmama şaşırıyorum. Yazın böylesine uçucu olduğunu
fark etmemiştim daha önce. Hiçbir sıcaklığın sonsuza kadar sürmeyeceği asla
bu kadar açık olmamıştı. Kışlar, sonbaharlar, ilkbaharlar nedense daha katı. Yazlarsa yine Haziran, yine Temmuz, yine Ağustos. Sonra da yaz inceliyor, sonra
güz. Bense hiç büyümeyen Rus bebeği olarak, her yıl kendimi aynı şeylerle
dolduruyorum.
Tam varıyorum ki hedefe
Bir yenisi başlıyor
Bu oyun hep aynı değişmiyor
Hâlâ devam hâlâ figân
Hem de bile bile.
Görüyorum ki kar dinmiş. Yerlerde ise hala kar var. Başka şeyler de
görüyorum bu arada: birkaç kuru yaprak, evlerin tarhlarında parlak çiçekler,
hatta güneş. Birden anladım ki, mevsimin kış olmasına rağmen şimdi aylardan
mutlu olma zamanı.
83
Mert Özdiken
Dönme Dolap
Odaya derin bir sessizlik çökmüştü. Bu noktada mesleğimin,
gazeteciliğin, en önemli kurallarından birini ihlal etmiştim: “Röportaj esnasında,
karşındakinin sessizliğe gömülmesine izin verme.” Ancak, bu röportaj zaten
bütün kurallardan uzak, yıllar boyunca yapmış olduğum yüzlerce röportajdan
çok farklı ilerliyordu. Kimsenin özel yaşamı hakkında en ufak bir fikir sahibi olmadığı, meclis kürsüsünden ‘indirildiği’ on beş yıldan beri de bir kez
olsun medyada gözükmemiş yaşlı politikacı Nurettin Oyunbozan, beni son
derece dostça karşılamış ve bana çok sıcak davranmıştı. Bu noktada herkesin,
bütün Türk halkının merak ettiği soruyu sorma cesaretini buldum, ve sesime
verebileceğim en çocuksu ve masum ifadeyle sordum:
-
yok?
Yıllar boyunca yalnız yaşadığınızı biliyoruz. Peki neden hiç dostunuz
Olduğu yerde doğruldu ve sinirlenmiş gibi bana baktı. Sonra güldü,
cebinden bir para çıkardı.
Çakmağı çıkarma yarışını ben kazanınca purosunu yaktım, ve bana
teşekkür etti. Ayağa kalktı, bastonuna dayanarak odanın öteki ucundaki
fotoğrafa doğru yavaşça yürüdü. Benden uzaklaştıkça, sanki fotoğrafın içindeki
geçmişe daha da çok giriyordu. Ben de kalktım, ondan bir adım geride olmaya
dikkat ederek fotoğrafa yaklaştım. Fotoğrafta, elini tuttuğu bir kadınla birlikte,
küçük bir lunaparkın önünde duruyordu. Altında, fotoğrafın 1985’te çekildiği
yazıyordu. Uzun süre fotoğrafa baktık; belki beş, belki on dakika sürmüştü.
Daha sonra bana döndü:
-
Büyük mevkiler, büyük sorumluluklar ister. Ben, o mevkiyi kaldırmasını
bilemedim.
Elini sıkıp odayı terk ederken, elimde aslında Oyunbozan’la ilgili hiçbir
şey yoktu. Gazeteciliğin yazılı olmayan, ancak her gazetecinin zorda kalınca
başvurmayı düşüneceği yolu seçtim ve gelecek günkü sayfama Oyunbozan’ın
fotoğraflara anlamlı bakışından yola çıkarak bir hikaye uydurdum:
84
25.12.2009 tarihli gazete köşesi:
…Oyunbozan, 1985 yılında tanıştığı sevgilisinden ayrılacak
kadar çok tutulmuştur mevki sevdasına. Sevgilisini sevmektedir, ancak kolay
yoldan güç kazanma kaygısı ve yaptığı hatalar, onu adım adım tepeye çıkarsa
da sevgilisinin gözünden düşürmüştür. O gün, 1985 sonbaharında bir lunaparkta çektirdikleri fotoğraf da son günlerini göstermiştir. O gün ayrılık günüdür
ve Oyunbozan kız arkadaşıyla yere basmayı seçeceğine, bir gün çıktığı gibi
ineceğini bile bile tek başına dönme dolaba atlayıp sevgilisinin gittikçe küçülmesini seyretmiştir.
Haberimden memnundum, ancak Oyunbozan’ın tepkisini merak ediyordum. O gün, tahmin ettiğim gibi birkaç saat sonra bir telefon geldi, arayan
oydu. Açtıktan sonra, aramızda geçen konuşmayı aynen aktarıyorum:
-
Merhaba, köşenizin okudum.
-
Kemal Bey, umarım sizi sıkan bir şey yoktur(!)
-
Hayır hayır. Tam aksine, artık bir hikayem olduğum için çok mutluyum. Elinize sağlık, her şey için teşekkürler.
85
Burcu Küçükoğlu
Maske
Maskenin altında ne var, bilmiyorum.
Rengarenk makyajın altından gülümsüyorsun.
Dudaklarında belirgin bir kıvrım,
Dişlerinse görünmüyor.
Keskinler mi? Acıtır mı ısırdığında?
Sımsıkı kenetlendiler mi yoksa sabırla?
Nasıl soluyorsun?
Burnunda sevimli koca bir kırmızı,
Duymuyorum nefes alışların
Huzurlu mu hırçın mı?
Utanıyor musun,
Yanakların da mı kırmızı yoksa?
Ya da bembeyaz mı, soğuk?
Peki hayret içinde misin gerçekten
Yoksa yalancı mı siyahla çizilmiş kaşların?
Güçlü müsün eciş bücüş mü
Uyumsuz renklerle donattığın kostümünün altında?
İçten mi kandırmaca mı fısıltıların?
Ve arkadaki müzik dalga geçiyor gibi,
Bilmiyorum kahkahaların gerçek mi sahte mi?
86
87
Tilbe Çağlayan
Bir Nazım Hikmet Romanı
“Hava Kurşun Gibi Ağır” bir Hıfzı Topuz romanı. Adını bir Nazım Hikmet şiirinin ilk dizesinde almış olan bu roman, Nazım Hikmet’i her yönüyle
anlatmanın yanında Nazım Hikmet’in yaşadığı dönem hakkında da okuyucuya
kapsamlı bir resim sunuyor. Nazım Hikmet’in kendi ürünlerinden yapılan
alıntılar ise kitabı çok daha anlamlı kılıp okuyucuya da çok keyifli bir okuma
deneyimi tatma fırsatı veriyor. “Hava Kurşun Gibi Ağır” çok özel bir sanatçının
hayatına olan özel bir bakışla tanıtıyor bize Nazım Hikmet’i, onun dünyasını ve
memleketini.
Romanda Nazım Hikmet ana karakter olarak yer alırken Nazım
Hikmet’in ilişkide bulunduğu, görüştüğü pek çok insana da yer veriliyor. Nazım
Hikmet’in Orhan Kemal, Oktay Rifat, Pablo Neruda ve Picasso gibi arkadaşları
ile olan ilişkileri dönemin sanatsal ve siyasal yaşantısına ilişkin çıkarımlarda
bulunmamızı sağlıyor. Hatta şairi hapishane yıllarında ziyaret eden Vâlâ Nurettin
gibi arkadaşları Nazım Hikmet’in ve okuyucunun dış dünyayla olan önemli bir
bağlantısı haline geliyor. Nazım Hikmet’in romantik ilişki içerisinde bulunduğu
pek çok kadın da ilişkilerinin tüm doğallığı ile okuyucuya yansıtılıyor. Nazım
Hikmet’in, sevgilisi Münevver’e yazdığı şiirin altına eklediği nottaki “Çok
şükür ki müspet anlamda bendeniz romantiklikten kurtulamayacağım (199).”
cümlesi Hikmet’in aşka olan tutkusunu anlattığı gibi Topuz’un şairin aşka olan
tutumunu ve sevgililerini doğru ve gerçekçi yansıttığını da gösteriyor.
Roman genellikle tarihi kaynaklara dayandırılmış ve büyük bir
çoğunluğu alıntılar üzerinden ilerliyor. Buna bağlı olarak yazar kullandığı önemli kaynakları kitabın sonundaki “Teşekkür” kısmında referans olarak gösteriyor.
Mektuplar ve şiirler yazarın en çok alıntıladığı metinler olarak göze çarpıyor
ve hikâyede de önemli bir yer taşıyorlar. Romanın bir bölümünde Topuz, Vâlâ
ile Hikmet’in mektuplaşmasını “Eski dostlar yine sürekli mektuplaştılar. İlerde
Nazım’ın iç dünyasını tanımak isteyenler için bu mektuplar en büyük kaynak
olacaktı (192).” cümleleriyle anlatıyor ve mektuplara romanında neden sıkça
yer verdiğini de böylece açıklamış oluyor. Gerçekten de mektuplar Hikmet’in
fikirlerini ve duygularını algılayabilmemizde büyük yer tutuyor. Mektuplar ve
şiirlerin yanında farklı kaynaklara da yer veriliyor. Örneğin Hikmet’in grev
kararı alması üzerine “Ankara’da ve İstanbul’da aydınlar[ın] Cumhurbaşkanı
İsmet İnönü’ye, Başbakan Günaltay’a dilekçeyle başvurarak Nazım’ın affını
(214)” istemeleri dilekçelerin bir özeti ve dilekçeyi imzalayanlar ile veriliyor.
88
Genellikle kaynaklara dayandırılan romanın bazı kısımlarında hikâyeleştirme
amacıyla yazarın kurgusal eklemeler yaptığı da göze çarpıyor.
Alıntılanan şiirlerin okuyucu açısından en keyifli özelliği ise şiirlerin
Nazım Hikmet’in hayatına yerleştirilmiş olarak sunulmalarının şiirlerin yazılış
sebebini anlayabilmemizi sağlaması. Kitabın henüz başlarındayken Nüzhet
tarafından terk edilen Hikmet’in “bu kesin ayrılışın ardından ‘Mavi Gözlü
Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri’ şiirini (77)” yazdığını öğrenmek ve çok
bilindik bu şiirden yapılan alıntıyı daha anlamlı okuyabilmek okuyucuya mutluluk veriyor. Tabii ki Hikmet’in sadece aşk ve sevgi temalı şiirlerine yer verilmiyor. Onun siyasal kimliğini ve memleket özlemini anlatan şiirlerin hikâyeleri de
bu şiirleri okuyucu için çok daha mânâlı kılıyor.
Roman üçüncü kişinin bakış açısıyla anlatılıyor; fakat romanın Hıfzı
Topuz’un kaleminden olduğu rahatça anlaşılabiliyor. Nazım Hikmet’le bir
dönem arkadaşlık kurmuş ve sıkça görüşmüş olması Hıfzı Topuz’un kalemine haklı bir taraflılık kazandırıyor. Yazar özellikle Nazım Hikmet’le görüştüğü
yılları kendi gözlemlerine de yer vererek; fakat kaynaklardan ve gerçeklerden
kopmadan anlatıyor. Kitabın içinde yer alan albüm ve yazarın “Seni nasıl unuturum Nazım?” başlığıyla Nazım Hikmet’e yönelik yazdığı not romanın bir biyografiden öte olabildiğince nesnel bir kişisel anma kitabı olduğunu gösteriyor.
Nazım Hikmet’i sadece okutmayıp aynı zamanda yaşatan roman,
Nazım Hikmet’i daha iyi öğrenmek isteyen veya Nazım Hikmet eserlerinden az
da olsa keyif alan herkes tarafından okunmalı.
89
Doruk Kilitçioğlu
Köprünün Diğer Tarafı
Galata Köprüsü’nden geçiyordum aceleyle. Elde çantam, üzerimde paltom,
hafif hafif yoğun kar tanecikleri, vücut sıcaklığımdan dolayı hissedemediğim
bir soğuk… Adeta koşar adımlarımla yol alıyordum, ancak karşı taraf, fersah
fersah yol alan bir geminin içinden görünen uzak kara gibi, yaklaştığını hissettirmemek konusunda ustaydı. Bacaklarım kasılmaya başlamış, kalbim küt küt
atıyordu.
İnsanları geçmekti en zoru. Kalabalık, zaman ilerlemiyormuşçasına
yavaş ve bitmez tükenmez bir Türk ordusu kadar geçilmezdi. Ben ise yer
bulduğum zaman koşan, bütün araları ve geçiş olanaklarını kullanan ve bu
olanaklar olmadığı vakit “pardon”, “müsaade eder misiniz?”, “acelem var pardon” cümlelerini nefesim yettiğince kullanan bir insandım.
Fakat O, sadece duruyordu. Bunca hareket ve acelenin içinde çok kolay
gözden kaçabilecek bir adamdı. Kahverengi paltosu, hafif kırlaşmış saçları,
elinde yakılmış ama hiç sigara ile seyrediyordu. Bakışları bir havaya, bir suya,
bir yoldan geçen insanlara gidip geliyor, yüzündeki o hafif gülümseme hiçbir
zaman değişmiyordu. Bir zamansızlık içinde kalmış bir makine gibi, kafası bir
o yana bir bu yana dönüyordu.
Göz göze geldik. Öyle mistik bir an değildi; gözleri bir saniye beni
süzdü, sonra geçti tekrar suya daldı bakışları. Ancak o beni görmüştü, ben de
onu görmüştüm. Bu, değiştirilemez bir gerçekti.
Gereksiz bir huzursuzluk doldu içime. Böyle dünyayla alakası yokmuş
gibi görünen, çift taraflı insan seli içinde tek hareket etmeyen kişi olan o, benim
aceleme bir hareket gibiydi. Sanki dünya üzerinde hiçbir derdi yoktu, geçimini
sağlaması önemsizdi. Sanki ilgisini çeken tek şey insanları gözlemlemek,
kuşları gözlemlemek, doğayı gözlemlemekti.
Yapılacak tek şey vardı. Geç kalma riskine rağmen onunla konuşmak:
-
-
-
-
Sigaran bitmiş, dedim.
Hayat bitmedi ya!, diye cevap verdi.
Perşembe öğleni hiç işin yok mu? Diye sordum.
Benim işim bu, dedi.
90
İşte büyük konuşmamız bundan ibaretti. Sadece sinirlenmiş olarak
çıktım bu konuşmadan. Birkaç hızlı adım attım, dönüp arkama baktım. O yine
kuşlara bakmaya geri dönmüştü. Belki benim gittiğimi fark etmemişti. Ancak
elinde yeni bir sigara vardı artık. Onu izlemediğim o kısa arada eskisini atıp
yenisine başlamıştı. Dalgınlığından, yeni sigarayı da bitireceğe benzemiyordu.
Adımlarımı hızlandırarak yola devam ettim. Sadece zaman kaybı
olmuştu bu benim için ve bir insanın bu kadar boş olabilmesi sinirimi bozmuştu.
Bir ömür süren köprünün sonuna vardım. Ancak hâlâ içimi kurcalayan
bir his, bir huzursuzluk vardı içimde. Birkaç adım daha attım gideceğim yere
doğru, ancak o huzursuzluk ağır bastı. Dönüp köprüye baktım. Eskimiş paltosunu tekrar gördüm onun, bir kez daha baktım ona. Tesadüftür ki, tekrar göz
göze geldik (onunla). Aslında hâlâ o gün o beni gördü mü bilmiyorum. Ancak
o anda, onunla konuşmam gerektiğine karar verdim. Tekrar oraya dönsem geç
kalırdım, o yüzden akşam dönerken onu görürüm düşündüm ve yürümeye devam ettim.
Sonraki hafta boyunca gidiş ve dönüşlerimde onu aradım, balıkçılara
sordum, kimse hatırlamıyordu bile öyle bir insanın var olduğunu. İçimdeki
merak, bir türlü geçmedi. Ta ki bir sene sonra onu aynı yerde, aynı manzaraya
bakarken görene kadar. Aynı palto, aynı saçlar, aynı duruş.
Arkasından geçip gittim. O, hayatı umursamayan, ondan korkmayan insanların da olduğunun göstergesiydi. Onunla konuşarak bu büyüyü
bozamazdım.
Onunla asla tanışmadım. Onunla asla anlaşamazdım. Çok farklıydık.
Belki başka bir zaman, başka bir yerde. Günlerden bir gün, belki tanışabilirim
onunla.
Not: Orhan Veli’nin Galata Köprüsü şiirinden esinlenerek yazılmıştır.
91
Galata Köprüsü
Dikilir köprü üzerine,
Keyifle seyrederim hepinizi.
Kiminiz kürek çeker, suya suya ;
Kiminiz midye çıkarır dubalardan;
Kiminiz dümen tutar mavnalarda;
Kiminiz çimacıdır halat başında;
Kiminiz kuştur, uçar, şairane;
Kiminiz balıktır, pırıl pırıl;
Kiminiz vapur, kiminiz şamandıra;
Kiminiz bulut, havalarda;
Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı,
Şıp diye geçer köprünün altından;
Kiminiz düdüktür, öter;
Kiminiz dumandır, tüter;
Ama hepiniz, hepiniz...
Hepiniz geçim derdinde.
Bir ben miyim keyif ehli içinizde?
Bakmayın, gün olur, ben de
Bir şiir söylerim belki sizlere dair;
Elime üç beş kuruş geçer;
Karnım doyar benim de.
Orhan Veli
92
Anmak Unutmak
İki tür nokta var
Biri önüne ve ardına bakar,
Biri ardına bakmaz,
Ardını noktalar.
Özdemir Asaf

Benzer belgeler

Martı Ocak 2011 - Robert College

Martı Ocak 2011 - Robert College Yayının Adı: Bosphorus Chronicle “ODA 2012” ekidir. İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu: Özel Amerikan Robert Lisesi / Güler KAMER - T.C. Sorumlu Müdür ve Uyruğu: Güler KAMER - T.C. Yayının Türü: Yerel - Süre...

Detaylı