2013 Eğitim

Transkript

2013 Eğitim
ODTÜ Geliştirme Vakfı Özel Lisesi
Türk Dili ve Edebiyatı Zümresi Yayını
Yıl: 2013 -Sayı: 11
YAŞAMAYA DAiR
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
IŞIYAN SAYFALAR
İÇİNDEKİLER
Ece Göktayoğlu, “Atatürk’e Mektup”.................................1
ODTÜ GELİŞTİRME VAKFI
EĞİTİM HİZMETLERİ A.Ş.
Adına Sahibi
Deniz Keskin
Kurucu Temsilcisi
Ankara Okulları
Genel Müdürü
Dr.Nevzat Adil
Okul Müdürü
Sema Aydın Keykan
Seçici Kurul
Basın Kulübü
İnceleme Kurulu
Hayriye Topçuoğlu
Dizgi
Ecem Şimşek
Sevinç Kübra Çakmak
Yaren Aksu
İpek Gülek
Berkay Çağlı
Grafik, Tasarım
Basın Kulübü
Hayriye Topçuoğlu
Sinem Erkan, Hazal Cihaner, Cenk Er, Alânur Altıntaş, Can Şahin,
Beyza Demirçalı, Görkem Tüzel, Ayça Kürkçü, Merve Erşahin,
Baran Şimşek, Ilgaz Yakar, Ece Batur,
“Yaşadıklarımdan Öğrendiğim...”...................................2-3
Can Çakmur, İpek Lim, Oray Altınoğlu, Elif Aydoğan, Toprak Yalçın, Erdem Evranos,
“Türkçem Benim Ses Bayrağım”.................................... 4-5
Leyla Nur Duman, “Tıp ve Felsefe” ................................6-7
Emine Aybala Deniz, “En İyi Arkadaşım” ...........................8-9
İlayda Oymak, Zeynep İnanç, Mert Filiz, Gökhan D., Cemre Başkır,
İdil Güzelküçük, İrem Akın, Taha Kavlakoğlu, Beliz Samlı, Oğuz
Kaan Temel, Zeynep Kaysı, Batuhan Altun, Naz Karasu, Dağhan
Edip Carlos, Zeynep Su Altınöz, Berkay Bucak, Emre Ergül, İlke
Yılmaz, Naz Pelin İskit
“Tanımanın ‘Harf’çesi”.............................................10-11
Arda Turhan, “Kafka’nın Gerçekliği”..................................12
Cem Anıl, “Beste”.......................................................13
Berk Uslu, “Carl Jung’ın 4’lü Yapısı ve Sinemada Karakter
Gelişimi .............................................................14-17
Defne Akşit, Görkem Tüzel, Merve Erşahin, Uğuray Varlı, Eylül
Tombakoğlu,
“Karagöz-Hacivat” ....................................................18
Esra Balcı, “Martin Eden”.........................................19-21
Ceren Alganatay, “Yazar Diplomat Ergun Sav’la Röportaj”.....22-23
Baskı
Elma Teknik Basım Matbaacılık
Tel: 312.229 92 65
Fax: 312 231 67 06
[email protected]
Bu dergi 2140 sayılı
Tebliğler Dergisi’nde belirlenen
esaslara göre hazırlanmıştır.
Hazırlık B Sınıfı, “Soğuk Bir Koku“ (Ortak Şiir).....................24
9-G Sınıfı, “Gün Doğmayacak” (Ortak Şiir) .........................24
Desenler:
Ece Batur .................................................................3
T.Atilla Maier.............................................................13
MAYIS 2013.IŞIYAN SAYFALAR
Ata’m, Sevgili Ata’m,
Seni hiç görmedim, senin sesini hiç işitmedim. Küçükken senin hakkında anılar okur, o
anılar içerisinde kendime bir rol verirdim. Hatta bir anında küçük bir kızın başını okşuyor,
ona “Aferin!” diyordun. Kaç kez o kız olduğumu gördüm rüyamda, tahmin bile edemezsin.
Kaç kez başımı okşadın, bana “Aferin!” dedin. Senden o “Aferin!” sözcüğünü duymak,
duyabilmek dünyalara bedeldi o zamanlar, çünkü sen bize kahraman olarak tanıtılan, şu
an okulda olmamızı sağlayan eşsiz bir adamdın. Mükemmellikle eş değerdin, hepimiz seni
örnek alıyorduk. Sonra büyüdük, neyin doğru neyin yanlış olduğuna kendimiz karar vermeye
başladık. Ancak değişmeyen bir doğru vardı o da sendin. Derslerimizi senin söylediklerinle,
senin yaptıklarınla geçirdik. Konuşmalarımızda, davranışlarımızda sen ve ilkelerin vardı.
Yani, hayatı seninle yaşadık... Seni hiç görmeden, sesini hiç duymadan sevdik. Seni, seninle
hiç yaşamamış olmamıza rağmen her şeyden çok sevdik ve seni tanımadan her gün daha çok
özledik.
Galiba ilkokul birinci sınıftaydım, günlerden de 10 Kasım, hatta saat dokuzu beş geçiyor.
Bir siren sesi tüm salonu kapladı, kimse sesini çıkarmıyor. O sırada kimisinin gözleri
dolmuştu, nedenini anlamamıştım. Onların aksine ben mutluydum; çünkü konumuz sendin.
Senden bahsetmek beni mutlu ederken niçin bazıları üzgündü? Şimdi anlıyorum nedenini,
büyüdükçe anlıyorum... Anlıyorum ki insanların neden “Saat dokuz olsun ama beş geçmesin!”
dediklerini. Türkiye senin istediğin Türkiye değil artık veya insanlar senin olmasını istediğin
gibi davranmıyorlar. Seni özlüyorum. Sen öyle müthiş adamsın ki kim tek başına koca bir
devleti yıkıp yerine yönetim şekli cumhuriyet olan bir devlet kurma fikrini ortaya atar? Sen
yaptın, sen bunu başardın. Bizim yapmamız gereken şey ise bunu koruyabilmek sadece,
sadece koruyabilmek.
1881 yılında Selanik’te pembe panjurlu bir evde doğdun ve ölmedin, hiç ölmedin. Şu an
131 yaşındasın ve bizimlesin, düşüncelerinle hep yanımızdasın. Çoktan göklere yükselmiş
olsan da senin yerin kalbimizde, sen o büyük sevginle kalbimizde, o büyük düşüncelerinle
beynimizdesin. Sana herkes adına ve her şey için büyük bir teşekkür borçluyum. Senin
yolundan ilerleyeceğim konusunda hem kendime, hem de sana en derinden bir söz veriyorum.
Şimdi, tüm bunları yazarken, duygulanmamak elde değil. Hüngür hüngür ağlamaktan
bahsetmiyorum, sadece gözlerin dolar, böyle konuşurken zorlanırsın, için yanar; işte ondan
bahsediyorum. Hani 74 yıl önce bir 10 Kasım sabahı bizi bırakıp gittin ya işte o zamandan
beri, yani 10 Kasım 1938 günü saat tam 09.06’da o özlem en derinlerde başladı, en içler
yanmaya başladı. Günümüzde bu özlem artarak devam etmekte. Seni özledik, bir zaman
makinesi yapıp seni görmeye gelmek istiyorum, galiba şu an en çok onu istiyorum. Hep
o anılarında olmak isteyen küçük kızın büyümüş aklının sana seslenişidir bu, tüm küçük
kızların düşünceleri. En içten sevgilerle Ata’m…
ECE GÖKTAYOĞLU
*9.sınıf öğrencimiz Ece Göktayoğlu’nun metni, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nda Milliyet
gazetesinde yayınlanmıştır.
1
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim...
“İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya”
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
Anı yaşamalısın bu hayatta
Çünkü bilirim ben,
Keşkeler fayda etmez zamana
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
Ne olursa olsun bakmayacaksın geriye
Ufkun açık, gözlerin ışık dolu olacak bu yolda
Gözlerinin ışığı aydınlatacak karanlık yolları
SİNEM ERKAN
HAZAL CİHANER
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
Mutlu olmak için çalışmalısın başarılı olmak için değil
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
Sadece kendine güveneceksin.
CENK ER
ALÂNUR ALTINTAŞ
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
Plan yapmayacaksın!
Çünkü hayat, aklındakilerden farklı
Ve hiçbir zaman bir nehir gibi akmıyor
Aksine, her an zikzaklar çiziyor
Ve yine seni düşündüğünü yapmamaya zorluyor.
CAN ŞAHİN
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
Her nefesini, nefesini kesmek isteyenlerin inadına al
Sevdiklerinle yaşayabileceklerini erteleme
Gülmende katkısı ve ağlamanda yanında olanları kaybetme
Mutluluk geçiciyse kullan da hayatın boyunca senle olsun.
BEYZA DEMİRÇALI
2
MAYIS 2013 . IŞIYAN SAYFALAR
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
Yaşadın mı umursamadan yaşayacaksın, gelişigüzel
Ne yarını planlayacaksın ne de düne yanacaksın
Çünkü dün geçti, yarın ise belki de ölüm kapıya geldi.
GÖRKEM TÜZEL
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
Yalanmış deyip hayata teslim edeceksin kendini
Ya da dünyaya bir kez geliyorum deyip
Hayatı yaşayacaksın.
AYÇA KÜRKÇÜ
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
Her fırtına çıktığında biraz daha büyüyeceksin.
Ve büyüdüğünü anladığın zaman belki de sen
Kendinden vazgeçeceksin.
MERVE ERŞAHİN
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
Hiçbir şeyi yaşamadan öğrenemeyeceğim.
BARAN ŞİMŞEK
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
Değerini bileceksin hayatın
Önüne çıkan her engele karşı
Yılmadan, pes etmeden...
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
Olumlu bakan mutlu yaşar
Benim bir meyve sepetim var,
İçinde çürük ve taze elmalar
Asıl önemlisi, hangisidir fazla olan
Desen: ECE BATUR
ILGAZ YAKAR
ECE BATUR
“Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana”
Ataol Behramoğlu
3
D
“Türkçem
benim
ses
bayrağım”
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Dil ki toplum sesi, ifadesi, iradesi, bilinci ve hisleri... Toplumu bir arada
tutabilen tek kuvvet... Fakat nedir dili diğer bütün kitlesel değerlerden
ayıran? Nedir dili bütün toplardan ve tüfeklerden daha güçlü kılan? Ve
neden bir toplum ancak dili var oldukça var olabilir? Dil hiçbir zaman
sadece bir ifade aracı olmamıştır; ondan çok daha fazlasıdır. Dil, ona
yüklenen fikri, yani bir toplumun umudunu, iradesini, hislerini ve
varlığını koruyan; kurşundan, nefretten, kinden, intikam duygusundan
etkilenip bozulmayan bir kalkandır. Bir dili konuşan tek bir kişi kalmış
olsa bile dil ona tekrar özgürlük isteği aşılayan bir yoldaştır. İnsanlar
ne zaman dillerinin temsil ettiklerinden uzaklaşırlar ise, o zaman
dillerinin verdiği sarsılmaz koruma dağılır. Zaten o zaman o toplumun
var olması için hiçbir sebep kalmamıştır.
CAN ÇAKMUR
Dil bir toplumun kendini ifade etme biçimini, kültürünü, ortak
değerlerini içeren bir sistemdir. Ortak bir dili konuşan insanların
birbirlerini anlaması beklenir. Bu anlaşma hem günlük konuşmalarda,
hem edebiyatta, hem de bilimsel metinlerde eksiksiz sağlanabilmelidir.
Karşılıklı anlaşmanın hayatı kolaylaştırdığı yadsınamaz bir gerçektir.
Ne yazık ki bu anlaşma kimi zaman sekteye uğruyor. Okuduğunu
anlayamayan ve kendini doğru şekilde ifade edemeyen birçok insan
var. Dil bilincimiz yeterince gelişmiş değil. Kimileri konuşmalarında
yabancı sözcükler kullanıyor ve bu durumu bir eğitimlilik göstergesi
sayıyor. Eğitimli ve kültürlü bir insan doğru sözcükleri ana dilinden
seçebilir. Dilimizin bir eksiği yok. Bize düşen onu doğru ve yalın
kullanmayı öğrenmek. Bunun yolu da okumaktan, okuduğumuzu
anlamaya çalışmaktan, sözlük kullanmaktan, okulda dil ile ilgili
aldığımız dersleri dikkatli takip etmekten geçiyor. İnsan kendini
ana dili konusunda geliştirdiğinde daha kolay anlaşarak hayatını da
kolaylaştıracaktır.
İPEK LİM
Dilimize sahip çıkıyor muyuz? Dil bilinci nasıl gelişir? Veya bir dil neden
bir toplum için çok önemlidir? Etrafıma baktığımda birçok yabancı
dilde yazılmış tabela ve yabancı kelimeler kullanarak konuşan birçok
insan görüyorum. Bu durum gerçekten çok kötü.Bir halk için dil onun
en büyük hazinesidir ve atalarından kalan en büyük mirastır. Dilimiz
de bizim sahip çıkmamız gereken en önemli değerlerimizden biridir.
Bir insanda dil bilincinin gelişmiş olması o insan için çok büyük bir
değerdir. Dil bilincinin gelişmesi çok küçük yaşta oluşmaya başlar. Bu
yüzden ebeveyinlerimize ve öğretmenlerimize bu konuda çok büyük
sorumluluklar düşer. Dil bilinci gelişmiş olan bir ülke çağdaş bir ülkedir
ve gelişmeye çok açıktır bu yüzden dil bilincinin bir ülkede olması çok
önemlidir.
ORAY ALTINOĞLU
4
Dil toplumun kendisidir, dolayısıyla o topluma özgüdür. Toplumun
birlik ve beraberliğini sağlayan en önemli unsurlardan biridir. Dili
olmayan ya da diline sahip çıkmayan toplum, temeli olmayan bir
binaya benzer. İşte, bu noktada dil bilinci gelişmiş bir toplum, bir
fanus gibidir,dışarıya dirençli ve toplumu bir arada tutan…Dil olmazsa
fanusun koruyacağı bir toplum olmaz.Dil olmazsa o ülkenin milleti
bir sömürge olmaya,yönlendirilmeye ve ezilmeye mahkumdur.Ben
her zamanki gibi “Dilimize Sahip Çıkmalıyız! “ şeklinde öğütlerde
bulunmayacağım. Sadece her aynaya baktığınızda, sizi Türk
MAYIS 2013 . IŞIYAN SAYFALAR
hissettirecek bir şeye ihanet etmemeniz gerektiğini
düşünüyorum. Dil toplum, toplum ise hür bir hayat
demektir.
ELİF AYDOĞAN
Dil, toplum için özgürlüktür.Bir toplumun kendine
ait bir dilinin olmaması bir bakıma başka bir topluma
bağlı olduğunu gösterir. Örneğin her yönden güçlü
bir devletin kendine ait olmayan bir dili kullandığını
düşünün.Bu devlet her ne kadar sağlam yapılı olsa
bile bir süre sonra bütünlüğünü kaybeder çünkü
bir ülkenin başka bir dili kullanması demek, o dilin
kültürünün de yerleşmeye başlaması demektir.
Dil kendi içinde bir kültüre sahiptir. Atasözü ve
deyimler, bir toplumun geleneklerini ve manevi
değerlerini yansıtır. Kısacası bir toplumda başka
bir dilin kullanılması o toplumun önce kültürünü
ardından temelini çökertir.
TOPRAK YALÇIN
Tarih sahnesinde yapılmış olan ve günümüzde dahi
farklı biçimler, adlar altında süregelen savaşlara
ve iç karışıklıklara sebebiyet vermiş, bir toplumun
bireylerini birbirine çivileyen en büyük değer
yargılarından biridir belki de "dil”. Dünya üzerinde
muhtelif olarak bulunan en yaygın gereçtir "dil".
Barındığı her avuç toprağı ya yerin on kat dibine
sokmuş ya da on kat göğe çıkarmıştır "o". Haritanın
her noktasını mesken tutmuştur kendine. Doğu,
Batı...Fark etmez onun için. Böylece "evrensellik"
apartmanının çatısı altında bir oda da bulmuştur
kendisi için. Her ne kadar dünya üzerinde
"ötekileştirme" ve "bölücülük" kavramlarını en faşist
biçimde kullanma yetisine sahip olan değer yargısı
olsa dahi. Bir heykeltıraş edası ile toplumların
geçmişlerini yontmuş, geleceklerine vereceği
şekilleri de çizmiştir çoktan eskiz defterine. Bireyin
ve toplumun en yakın dostudur. Kendinden de yakın.
Acı konuşur bundan ötürü. Ayna olur sayesinde
hayat bulduğu her insana,topluluğa. Dünyaya bakış
açısını değiştirerek gözlerini açar bireyin ve fısıldar
kulaklarına naif bir ses tonu ile ne yüce bir varlık
olduğunu. Bundan ötürü korunmak ister, korundukça
yeniler kendini ve katlanarak büyür toplumun içinde.
Aidiyet duyduğu toplumdan da ilgi bekler aldığı her
nefes süresince.Nefes alır o,alır alır ve alır...İnfilak
eder günün birinde üstüne basılmasını bekleyen
bir sınır mayını gibi.Tek bir canı da koluna takıp
götürmez öyle kendi bitikliği ve işe yaramazlığı ile
birlikte. Çünkü bilir "o" yüceliğini, azizliğini. Nefes
bulduğu toplumlara nasıl nefes olduğunu. Mutludur,
huzurludur, sabırlıdır ve iyi niyetlidir en önemlisi
de.
ERDEM EVRANOS
5
Tıp
ve
Felsefe
Tıp ve Felsefe… İlk görüşte birbirinden çok farklı gözüken,
ilişkilerinin sadece hasta-doktor düzeyinde kalacağını
düşündüğümüz iki alan. İnsan ve doğasını temel alan
bu iki bilimin tarihsel süreçteki etkileşimlerine bakınca
aralarındaki benzerlik bizleri şaşırtıyor.
Mısır papirüsleri ve Mezopotamya’da bulunan kil
tabletlerinden öğrendiğimiz kadarıyla o yıllarda
hastalıklar; kötü ruhların vücudu ele geçirmesi olarak
görülüyor, bunun nedeninin de yapılan günahlar olduğu
düşünülüyordu. Bu dönemde doktorlar hasta adına tanrılara
yalvarabilme yetkisine sahip olan ruhban sınıfındaydı ve
teknik(uygulama, hayatı kolaylaştırma adına bilgi) ön
plandaydı. Fal, büyü, tılsımlar, muskalar ve bitki ilaçları
tedavi amaçlı kullanılmaktaydı. Yunan anlayışına kadar
tıbbın pratikte korkular, mitolojik kaygılar çerçevesinde
geliştiğini söyleyebiliriz.
Bir yerde yaşam ve insan varsa orada tıbbın olmaması
mümkün olamaz. Bunun farkında olan Yunanlılar, diğer tüm
dallarda olduğu gibi tıpta da büyük gelişme göstermişlerdir.
Bu dönemde sorulan soruların biçim değiştirmesi, insanları
pratik kaygılardan arındırarak bilimin içine sevk eder. Teorik
oluş, insanın düşünüp sorgulamasını, doğayı anlamasını ve
LEYLA NUR DUMAN
problemlere çözümler bulmasını sağlamıştır. Doğayı keşifle
ortaya çıkan bu merak arkelerin oluşmasını sağlamış ve bu
durum tıbba da ilham kaynağı olmuştur. Pisagor’un ‘’harmonia’’ tezinden yola çıkarak Alkmeon; sağlığın
temel dayanağını yaş ile kurunun, sıcak ile soğuğun; acı ile tatlının arasındaki uyum olduğunu düşünüyordu.
Empedokles ise kendisinden önce arke olarak belirtilen hava, ateş, su ve topraktan yola çıkarak sıcak
kuru nemli soğuk dört özellikle bağdaştırır. Bu koşutla düşünen hekim, organizmada da kan, balgam, sarı
safra, kara safra dört esanslı sıvı olduğunu ve bunların kalp, beyin, karaciğer ve dalaktan kaynaklandığını
söylemiştir
Yunan tıbbı Roma’da varlık göstermeden önce sağlıktan birtakım tanrılar sorumlu bulunur; büyü ve sihre
başvurulurdu. M.Ö. 1.yy da Asklepiodes ve Yunanlı hekimler Roma’da ün kazanarak cennetten bir elçi
olarak kabul görmüştür. Asklepiodes’in otoriteleri bir kenara atması, teolojik açıklamalardan kaçması, dört
salgı doktrinini reddederek vücudu daha materyalist bir yaklaşımla değerlendirmesi rasyonalizmin temelini
attı. Antik Roma’nın en önemli hekimlerinden Galen 17. y.y a kadar gelmiş geçmiş en iyi tıp adamı olarak
kabul edilmiş, düşünceleri bin yıl kadar rakipsiz bir otorite olarak kalmıştır. Aristo’nun “Doğa boşuna bir
şey yapmaz.’’ sözünü ilke edinerek kemik, kaslar, sinirler ve damarlarla ilgili araştırmalarda bulunmuştur.
Ne yazık ki Roma’nın çöküş döneminde ortaya çıkan salgın hastalıklar karşısında doktorların çaresiz kalması
sonucu, akılcı bilimsel çalışmaların tepki görmesi, çok tanrılı inancın yerine tek tanrılı inancın alması
sonrası dinin yanlış yorumlanması; insanları ister istemez batıl inanca sürükledi. Büyü kökenli muayene
yöntemleri geri döndü. Düşünme, araştırma arka plana itildi “Mutlak doğru ve bunu karşılayan mutlak
varlık tanrı vardır. Doğru olan bir bilgi olarak vardır ve bundan kuşku duyulamaz.’’ temeliyle biçimlenen
skolastik felsefe aslında inançla ve bilgiyi uzlaştırma amacı gütse de aralarında büyük farklar oluşmuştur.
İçsel gereksinimleri karşılayan inanç, dışsal gereksinimleri de el atınca akıl, sorgulama bir hayli arka plana
itilmiştir.
Batı, inançla akıl arasında çatışa dursun, Arap ve İslam dünyası Yunan geleneğinin koruyuculuğunu
üstlenerek çevirilerle, çalışmalarla düşünce sistemini ilerletmiştir. O dönemin bilimadamları aynı zamanda
değerli filozoflardı da. İbni Sina dönemin ünlü isimlerindendir ve El Kanuni adlı kitabı onu Delarus a rakip
olabilecek kadar ünlü yapmıştır. Ishak Ibn Humeyn, El-Razi, Biruni de dönemin ünlü filozof doktorlarındandır.
Gandişapur, Bağdat önemli bilim araştırma merkezleri olmuş ve hastaneler aktif çalışmaların yapıldığı yerler
6
MAYIS 2013 . IŞIYAN SAYFALAR
olarak ün kazanmış, örnek olmuşlardır. Sağlıkçı olmada sınav ve belgeyle kanıtlama sistemi getirilmiştir.
Hastaya ve insanın kendisine merhamet Müslümanlık açısından gelişime açıktı ve hastaya yardım etme,
ilgilenme üst boyuttaydı.
Avrupa’da karanlığa karşı ilk ses, MS.1000. yılda İtalya’nın Bologna şehrinden geldi. Bologna’da Öğrenci
Derneği Loncası üniversitas ile bugünkü üniversitenin temelini attı. Batı en sonunda inanç-bilim ayrılışıyla
Rönesans’a girdi. Rönesansla birlikte düşünce birliği ortadan kalkmış, herkesin farklı düşünebildiği yeni özgür
görüşler ortaya çıkmıştır. Kendisine yüzyıllardır dayatılan mutluluğu öbür dünyada arama zorunluluğunu,
bu dünyada da bulmak istemeye başlayınca, bilimsel düşünce başladı; felsefe saf değiştirerek inancın
değil bilimin yanında yerini aldı. Niccola Macchiavelli’den Montaigne’e birçok düşünür her şeyden önce
insan doğasını inceleme gereksinimi duymuş, insanın sorunları üzerine kafa yormuştur. Leonardo Da Vinci
insan vücudu üzerine araştırmalar yaparak anatomi ve fizyolojiyi geliştirmiştir. Kanın vücutta dolaşımı, ışık
konusu, göz fizyolojisi gibi birçok alanda çalışması olan çok yönlü bir kişiliktir.
Doruk noktası 18. yüzyılda yaşanan Aydınlanma sonrası gelişim bambaşka boyutlarla devam edecektir.
18. yüzyılda günümüze kadar gelen Modern Tıbbın temelleri atılacak ve hızlı bir şekilde gelişecektir. O
dönemde insan kadar bilginin de çoğalışı; bilimi dallara ayırma, disiplinleri derinlemesine inceleme fırsatı
sunmak, uzmanlaşmak zorunluluğunu gündeme getirmiştir. Tıbbın içeriği değiştiği gibi felsefe de değişmiştir.
Metafizik söylemler ve felsefe sistemleri rafa kaldırılmış yerine daha bilimsel ve kültür ağırlıklı söylemler
gelmiştir. İnsanın kendi ile ilgili düşünmeye başlamasıyla insani değerlerin önem kazanması (ki psikiyatrinin
başlangıcını bu yüzyılda bulmamız rastlantı değildir.) hümanizm ve romantizm akımıyla birleşerek insan
duyu ve duygu dünyasının önem kazanmasını sağlayacak, çalışmalar bu düşüncenin etkisiyle biçim ve içerik
zenginliği kazanacaktır. Tıbbın geçmişte felsefeyle birlikte yol alması gelişimi açısından bir gereklilikti.
Bir süre sonra insanın çok yönlülüğü ile paralel gelişen tıbbın, bugün ivmelenmek adına sadece felsefeden
yardım alarak ya da filozofların söyledikleri ile ilerleyemeyeceği kesindir
19. yüzyıldan itibaren felsefe, bilim dünyasından yönlendirici olmak dışında, çözümleyici olan olarak geri
çekilmiştir.
Bir süre geri çekilmiş gibi duran bilim ve felsefe ilişkisi bir başka anlam kazanarak yeniden günümüzde
önem kazanmaktadır. Tüm bu gelişmelere arkasını dönemeyecek olan felsefe, tüm bilimlerdeki gelişmeleri
yakından izlemek, haberdar olmak zorunda olan çok daha kapsamlı bir ödeve sahiptir. Birlikte çalışmak
zarar değil, yarar getirecektir.
Çünkü tıp ve felsefe aynı anne babanın, uzun zamandır görüştürülmeyen evlatlarıdır…
Kaynakça:
Sibel Öztürk Güntöre, Tıp ve Felsefe, Nobel Tıp Kitabevi, 2005
7
*Özgür Pencere 2013 Genç Kalem Öykü Yarışması “Genç
Yetenek Özel Ödülü”ne değer görülen öykü
EN İYİ
ARKADAŞIM
EMİNE AYBALA DENİZ
Günlerden pazardı. Pazar günlerini bilirsiniz, genelde evde oturulur. Baba gazetesini okur, anne çamaşırları
asar, çocuklar ya ders çalışır ya da hava güzelse dışarı çıkıp oyunlarının keyfini çıkarırlar. Neyse ki o gün
hava güzeldi ve kardeşimle dışarı çıkmaya karar verdik. Yanımıza bisiklet anahtarlarımızı aldık ve bahçeye
çıktık. Bahçenin iki yanındaki ortancalar bizi selamlıyordu. Kuşların ötüşü, çimenlerin nazlı nazlı sallanışı
bizi kendimize getirmiş, baharın tazeliğini hissetmemizi sağlamıştı.
Bir süre bankta oturup kardeşimin bisikletini çıkarmasını izledim. Sonra arabaların arkasından gelen bir ses
dikkatimi çekti. Acaba gidip ne olduğuna bakmalı mıydım? Biraz duraksadıktan sonra yavaş adımlarla arabaya
yaklaştım. Olabildiğince sessiz bir şekilde kafamı uzattım. Manzara inanılmazdı. Bir köpek yanında üç tane
yavruyla bitkin bir şekilde yatıyordu. Yavruların bir tanesi kıpırdıyor, yardım istercesine bana bakıyordu.
Bir süre ağzım açık, yavrulara baktım. Sonra kendime geldim. Hemen babama haber vermeliydim. Ben hiç
köpek bakmamıştım ama babamın bir sürü köpeği olmuştu. Herhalde ne yapması gerektiğini bilirdi.
Eve koştum. Babamı sürükleyerek bahçeye getirdim ve köpekleri gösterdim. Bir süre düşündükten sonra:
-Hemen bana bir battaniye getir, dedi.
Anneme olanları çabucak anlatıp battaniyeyi babama götürdüm. Yavruları yavaşça battaniyenin üstüne
yerleştirip arabaya koyduk. Anne köpeği de onların yanına yatırdık. Ben anne köpeğin başını dizime özenle
yerleştirip oturdum. Son anda annemle kardeşim de gelmek istediler ve onlar da ön koltuğa oturdular. Artık
gitmeye hazırdık. On dakikalık bir yolculuktan sonra veterinere vardık. Babam anne köpeği kucakladı,
biz de ellerimize birer yavru köpek alıp içeri girdik. Bekleme odasındaki sandalyelere oturup beklemeye
başladık. Az sonra bir yardımcı hekim bize gelmemizi işaret etti. Muayenehaneye girdik. Köpekleri odanın
ortasındaki uzun, metal masanın üstüne koyduk ve babam bana olanları anlatmamı söyledi. Ben de hiçbir
ayrıntıyı atlamayarak, hikayeyi baştan sonra anlattım ve beklemeye başladım. Veteriner, tek tek hepsini
muayene etti ve bize döndü. Yüzünde hayal kırıklığına uğramış gibi bir ifade vardı:
-Sanırım köpek doğumdan hemen önce bir kaza geçirmiş ve ciddi bir darbe almış. Onu kurtaramayız.
Yavruların da ikisi ölmüş ama üçüncüsü hâlâ hayatta. Yine de onun da kurtulması çok zor görünüyor. Çok
üzgünüm.
-Yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu?
Sesim fısıltı gibi çıkmıştı. Veteriner biraz düşündü ve:
-Aslında üçüncü yavruyu kurtarmayı deneyebilirim. Ama yine de kurtarabileceğimi sanmıyorum.
8
MAYIS 2013 . IŞIYAN SAYFALAR
-Bence denemeye değer.
Bunun üzerine veteriner kafasını salladı ve biz de dışarı çıktık. Bekleme odasındaki sandalyelere oturup
beklemeye başladık.
Aradan bir saat geçmişti ki, veteriner dışarı çıktı ve bize gülümsedi:
-Küçük hanım, yanılmadınız. Onu kurtardım.
Mutluktan uçuyordum. Köpecik yaşıyordu!
-Bu arada elimden geleni yapsam da, gözlerini kurtaramadım.
Bir anda her şey alt üst olmuştu:
-Nasıl yani? Zavallıcık kör mü oldu?
-Ne yazık ki.
Önce kardeşlerini ve annesini kaybetmişti, şimdi de kördü. Hayat bazen gerçekten çok acımasızdı. Veteriner
de en az bizim kadar üzgün görünüyordu:
-Bu haliyle onu kimse sahiplenmek istemeyecektir, dedi.
Birden babam:
-Biz sahiplenmek istiyoruz, dedi.
Hepimiz şaşkınlıkla ona baktık. Sonra annem de başını salladı ve zavallı köpeciğin yeni evine doğru yola
çıkma vakti geldi.
Bir köpeğim olursa adını “Badem” koymak istemişimdir hep. Koydum da. Badem, gözleri görmese de bizim
sevgimizi anlıyor. Acınacak bir köpek değil o. Artık yetişkin, tecrübeli ve en az gözleri olan bir köpek kadar
cesur.
Badem bana çok önemli bir şey öğretti. Şartlar ne kadar zor olursa olsun, dört elle hayata tutunmayı ve
bırakmamayı. Annesinin ve kardeşlerinin ölmesi onun suçu değildi. Şartlar, onun aleyhine gelişti. Ama belki
o sabah beni cılız sesiyle çağırmasaydı, bugün hayatta olamayacaktı.
Artık pazar günlerimiz o kadar sıkıcı değil. Yine bisiklet sürüyoruz ve Badem de bizim yanımızda koşuyor.
Kedi sesi duyduğunda onları ağaca kadar kovalıyor. Mutfağın yerini biliyor ve çoğu zaman bizim çantalarımızı
karıştırıyor. Bunları yapmaya devam et Badem ve unutma ki, hiçbir zaman yalnız olmayacaksın. Bize kattığın
şeyler için sana minnettarız.
99
Tanımanın “Harf”çesi...
n
yılını
m
i
t
Öğre a, sınıfla ak,
r
d
başın kinliği ola r
i
t
ıza b
ma e
tanış daşlarım harfle
arka ildi ve o ne
es
ver
harf yan bir n kında
a
l
hak .
baş
m
a
r
v
ka
endi
veya aları ist
yazm
A
B
da sevdaya dahil, çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili. Ben Attila
İlhan’ın bu dizelerini çok seviyorum, kulağa çok hoş geliyor. Aslında ne
kadar ironik görünse de doğru bir yanı var. İLAYDA OYMAK
Bence bulutlar insanların duyguları gibidir, sinirlenince şimşek çakar,
üzülünce gözyaşı gibi yağmur yağar, dünya döndükçe değişen bulutlar
da insanların değişken duygularını gösterir aşk, öfke gibi…Zeynep İnanç
Canımın
C
Ç
D
F
G
10
Ayrılıklar
yanması beni en çok korkutan şey. Canımın yanması derken
fiziksel olarak değil, duygusal olarak yanması çünkü beni içten içe üzen,
etkileyen bir acı benim bütün hayatımı düşüncelerimi, yaşam tarzımı
değiştirir. Bu acıyı bana ancak bir dost, bir sevgili ya da aile bireyi
yaşatabilir. Karşıdaki insana verdiğim değer veya olan olayın büyüklüğü
beni gerçekten çok derinden etkileyebilecek kadar şiddetli olabilir.MERT
FİLİZ
Çırılçıplaktı silahlarımızın gövdesi.
Bir kerede dağıldı gökyüzü gözlerimizde
Loş ışıklar kavradı yas tutan akşamı
Ve ölmüştük, dedi Cemal Süreyya GÖKHAN TÜZÜN
“Dalgalar kıyıya usulca vururken, o uzaklara dalmıştı.”
Ankara’ya taşınmadan önce Samsun’da yaşıyordum. Bir kıyı kenti
olmasının verdiği en büyük avantaj, düşüncelerinize bazen uyan bazen
de tam tersini yansıtan denizin olmasıydı. Denizin sonunu hiçbir zaman
göremeyeceğiniz için, dalgalar denizi insanlara anlatmayı üstlenmiş
gibiydi. Bazen durgun, bazen tam bir deli…CEMRE BAŞKIR
“Fırtınalar
denizinde sürükleniyorum, hava bir açık, bir kapalı.” Bu
dizeler benim hayata bakışım gibi; biz gerçekten fırtınalı bir denizdeyiz
çünkü bütün zorluklara rağmen yaşıyoruz ama hayatımız bizim
tavırlarımızla değil karşımızdaki insanların değişen tavırlarına göre
şekilleniyor, onların etkilerinde kalıyoruz karar verirken. Bu bazen iyi
bir şekilde sonuçlanırken, bazen de hayatımızda en çok korktuğumuz
şeyleri başımıza getiriyor.İDİL GÜZELKÜÇÜK
Geçmis, hala üzüyorsa belki de o kadar geçmemiştir:
Geçmişin gerçekten “geçmiş” olabilmesi için o zamanlara dönüp
baktığında, insanın içinde hala pişmanlık, üzüntü, keşkeler veya belkiler
olmamalıdır. Eğer varsa o zaman geçmiş denilemez hatırladıklarınıza,
sadece sizin geleceğe doğru olan yolunuzda ayağınıza takılıp sizi düşüren
bir taştan başka bir şey değildir.İREM AKIN
MAYIS 2013 . IŞIYAN SAYFALAR
I
Isırmaktır
bazen sevginin en güzel
göstergesi. Bunu tüm samimiyetimle
söylüyorum ve katılıyorum. Ne pahalı
hediyeler isterdim ondan ne de başka bir şey.
Tek yapmasını istediğim, bana sarılması ve
küçük bir ısırık. Çünkü beni ona bağlayan tek şey bu
küçük ısırık. Alamut kalesi kitabında Meryem’in İbni
Tahir’in kalbinin altından ısırması gibi. Onları belki
de birbirine bağlayan tek şey o küçük yara ve diş izleri.
Ben de öyle bağlanmak istiyorum o sevdiğim kişiye
eskiden yaptıgı gibi gene sarılsın gene ısırsın beni
istiyorum…TAHA KAVLAKOĞLU
i
O
durabilmek. Aldığımız kolay ve önemsiz
kararlar aslında onlara tutunması en zor
olanlardır.BELİZ SAMLI
Okudugunuz
Özgürlük
benim için her istediğini
yapabilmek değil, insanın kendi kararlarını
verebilmesi ve kendi istekleri doğrultusunda
yaşamasıdır. Bir tüy kanattan ayrılmak
için düşer, dalgalar denizden ayrılmak için
vurur sahile, bir millet bağımsızlığını kazandığında
bir bayrağı hak eder ve özgürlüktür bir insanı kendi
benliğine kavuşturan.Bu nedenle her insanın içinde
bir ayrılma iç güdüsü vardır.ZEYNEP KAYSI
P
S
Sokaklarda
aram onları harflerle birlikte
kullanmaya başlamadan önce çok iyiydi.
Yani lise yıllarına kadar. Rakamlar benim
için matematik demek, Matematik ise ilgimi
çekmeyen ama hayatımın her yerinde olan bir ders ve
zorunluluk demek. Rakamlar beni korkutur çünkü;
matematikle aram hiçbir zaman iyi olmadı.NAZ
KARASU
ince bir çizgi çizmek kolay, zor olan üzerinde
şiirin son satırlarının edebi
bakımdan anlamlı ve hüzünlü olmasından
ötürü, son satırda “hiçbir vapur senin
gözlerine gitmiyor” gibisinden laflar benim
zihnimde böylesine yaman bir aşk acısı
çeken bir adamın, akşam üstüne yakın bir zamanda,
Ayvalık-Şeytan sofrası gibi bir mekânda, tabiri caizse
“güneşi batırırken” acısını bir nebze olsun hafifletmek
için bir kadeh içkisini yudumlarkenki an canlandı.
OĞUZ KAAN TEMEL
Ö
R
Rakamlarla
Portakalı sevmem, çünkü bana Ankara’nın
soğuk kış günlerini hatırlatır. Kış, soğuk ve
acımasız geçer başkentte. Soğukta ellerim
çatlamış, boğazımda sürekli bir acı, grip
olur. Ne zaman portakalı tekrar görmeye başlasam o
acımasız, soğuk rüzgarların yeniden geldiğini anlarım.
BATUHAN ALTUN
köpeklerin
duvarlarda
yankılanan havlamaları iyice duyulur,
domuzların yaptıkları alemler, aç gözlülükleri
iyice görülür, koyunlar ise daha çok, her
zamankinden daha çok dolaşır olmuştur.
DAĞHAN EDİP CARLOS
T
“Tilki var kafamda, bir sürü, hepsinin
kuyruğu birbirine bağlı…” Bu sözü bir
yakınımdan duyduğumda çok etkilenmiştim.
Kafasında binlerce şüphe vardı; sadece
birinden kurtulsa diğerlerinden de kurtulacaktı
elbette; Onu tilkilerle dolu bir odaya hapsetmeyi
seçmişti. Bu sözü hayatım boyunca unutabileceğimi
düşünmüyorum.ZEYNEP SU ALTINÖZ
U
Umut
Ü
Üsüdügümü hissettim sen yokken yokluğunda
Y
Yagmur:
Z
Zaman
olmazsa insanı insan yapan ne kalır
ki…Bir insanı kırmak çok kolaydır; ona
umut verirsin; asla gerçekleştiremeyeceği bir
umuttur bu, böylece o insan hayal kırıklığına
uğrar sonunda. İşte bu yüzden umut insanı hayata
bağlayan bir şeydir. BERKAY BUCAK
boğuldum sadece ve sadece seni umdum…
EMRE ERGÜL
Bir damla yağmur, hayatımızdaki
bir çirkinliği alıp götürür, bir karıncaya ya da
bir arıya hayat verir ama en önemlisi şiirlerin
kötü kahramanı yağmur, bize hayat verir.
İLKE YILMAZ
biz farkında olmasak da
bizi
yönetirken bazı şeyleri yaşamamıza engel
olur. Zamanı geri alabilseydik geçmişte
söyleyemediğim sözleri söylemek için çok
farklı olabilirdi şimdi. NAZ PELİN İSKİT
11
KAFKA’NIN GERÇEKLİĞİ
ARDA TURHAN
“Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında kendini yatağında
dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” cümlesi ile başlar Kafka’nın
dönüşümü. “Korku çağı” olarak adlandırılan XX. yy , Yahudi yazarın gözünde,
özgürlüğü ve başkalarına duyduğu güveni azalmış olan insanlığın, bu duruma
gözlerini kapayıp içten içe hayvanlara benzediği ve korkudan ötürü sürülerle
hareket edip, başkalarına bağlandığı dönemdir.
Bana Kafka’yı anlattılar ben de anlatanları okudum.Onlar anlattıkça daha da
çok okuyorum. Bana dediler ki: XX.yy. Kafka’nın ilk çeyreğinde bulunduğu
korkuların çağıydı, özgürlük el altından kısıtlanmış, insanların haşerelerden
böceklerden farkı kalmamıştı. Neyse, o çağın artık kapandı. Şimdi yirmi
birinci yüzyıldayız, kimbilir ne haldeyiz? Bay K. tek bir dönemin kahramanı
olmayıp her döneme ait olsa da Franza Kafka bu dönemin kahramanı değil,
XXI.yy görmedi, göremeyecek.
Sabahları uyandığımda etrafa saçılmış gazeteler görüyorum.Üzerlerinde
büyük, renkli harflerle bir şeyler yazıyor. Ne yazdığını bilmiyorum, pek gazete
okumam. Yine de önemli şeyler olmalı,XXI.yüzyılın önemli şeyleri. Hani şu
içinde yaşadığım dönemin. Aynı zamanda evde, yolda insanlar bana hikayeler
anlatıyorlar, sanırım gazetedeki önemli şeyleri. Bazıları güzel hikayeler,
çoğunlukla üzücü ama olsun. Bazen bu güzel hikayeleri arkadaşlarıma
anlatıyorum. Doğru değilse ben evdeki, yoldaki insanın yalancısıyım.
Ben XXI.yy görmedim,yirmi biri anlayamam. Aynı zamanda XX. yy görmedim
yani Kafka’yı da tanımadım. Varlığına dair hiçbir kanıt bulmuş da değilim.
Belki Franz Kafka diye biri hiç yaşamadı ama bana yaşadı dediler. O yüzden
söyleyeyim, ben elimdeki kitabın yalancısıyım. Bu arada sanırım uyarmalıyım,
ilk paragrafta Kafka’nın insan görüşünü XX.yy. görmemiş kafamla kısaca
anlatmıştım. Bilin ki, ben parmaklarım tarafından kavranmış biyografinin
yalancısıyım.
Demek istediğim, ben şu yazıda adı geçen her şeyin yalancısıyım. Anlattıklarım
gerçek mi, ben şahit olmadım. XX.yy. en büyük yazarlarından biri olan
Kafka, hayatı korku içinde geçen ve bu korkuyu kalemıne anlatan Kafka,
vasiyetinde kalemine anlattıklarının yok edilmesini isteyen Kafka yani bu
XX.yy. öyküsünün kahramanı Franz Kafka, ne kadar gerçektir bilmiyorum.
Ama bu yine de güzel bir öykü…
*Bay K., Kafka’nın çoğu romanındaki kahramanın adı(lakabı)dır.
12
MAYIS 2013 . IŞIYAN SAYFALAR
BESTE
Notalar yağıyor zihnime bu akşam
Üzerimde sonsuz yıldızın zifiri karanlığı
ruhum karanlık, renksiz, boş
ve bu boşlukta notalar sarhoş...
Bir bilsem...
evrende bu kadar yıldız varken
neden benim gecem karanlık?
Notalar zorluyor zihnimi bu akşam
Önümdeki dalgaların beyaz uğultusu
Kara porteye iki beyaz nokta,
Notalarım hasta, hem de çok hasta...
Bir bilsem...
dizekte bu kadar az nota varken
nasıl bu kadar çok beste?
Haklısın garip kardeşim
anlatmak zor iş rakı şişesinde
ne yıldızım sonsuz, ne notalarım beste bu gece
bari bırakın da
ağlayayım gönlümce..
CEM ANIL
“Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum
Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip Musikiler alıyorum.
T.ATİLLA MAİER
Bir de rakı şişesinde balık olsam”
Orhan Veli Kanık
13
CARL JUNG’IN
DÖRTLÜ YAPISI
VE
SİNEMADA
ER
T
K
A
R
A
K
GELİŞİMİ
BERK USLU
Carl Gustav Jung, psikolojide insandaki nevrotik
çatışmayı tanımlamak yolunda çığır açan bir psikolog
ve düşünürdür. Dönemin ünlü ve en popüler kuramcısı
Freud’un kuramlarından esinlense de bağlı kalmamıştır.
Fakat yazışmalarında Freud, Jung’un bakış açısını ona
tamamen bir başkaldırı olarak kabul etmiş ve ikisinin
arasının düzelmeyecek şekilde açılması, Jung’un
Freud’un engellemelerine takılmadan bağımsız ve
tamamen özgün, insan ruhuna dair bir kuram yazmaya
devam etmesini sağlamıştır.
Jung’ın insan ruhu tanımlamasını ve Freudien düşünceye
aykırılığını belirtmek için, Freud’un kuramlarına ve
onun psikoseksüel nevrotik çatışma analizine bakmakta
fayda var. Freud, içten bir tanrıtanımaz olarak (Jung
da özel bir tanrı iddiasında bulunmamıştır) insanın
itkileri için biyolojik olmayan tüm temelleri reddetmiş,
insanın tüm psikolojik yapısının bireysel deneyimlerine
ve kendi kişisel yapısına bağlamıştır. İnsanın yaşamını
piskoseksüel evrelere bölmüş, düşünsel gelişiminin ve
oluşumunun bu evrelere göre oluştuğunu ve bunların
da kişisel bilinçdışını oluşturduğunu öne sürmüştür. öne
sürmüştür.
Jung ise Freud’un aksine analiz ve kuramlarında
nevrotik çatışmanın nedeni için psikososyal bir yaklaşım
izlemiştir. Freud’dan ayrıldığı temel nokta (özel bir tanrı
kavramını iddia etmese de) bütün insanlığın metafizik
boyutta bağlı olduğu ve bu ilişkinin insan kitlelerini aynı
eğilime yönlendirebildiği tezidir. Freud ise tanrıtanımaz
olarak bir insan topluluğu arasındaki bu bağ iddasını
şiddetle reddetmiştir. Jung, insanlar arasındaki bu
metafizik bağlantıya (herkeste karşılığı olan benzer
imgeler olmasına) `kolektif bilinçdışı’ demiştir.
Jung’ın kolektif bilinçdışı modelinde Freud’daki (kişisel
bilinçdışı) gibi kişisel anı ve duygulardan yararlanılmaz;
ortak çağrışımlar ve arketipler gibi daha kitlesel ve ortak
imgelerden oluşur. Arketipler, Jung’ın literatüründe,
“ben” ya da “anne” kavramları gibi herkes için bir karşılığı
olan herkesçe paylaşılan imgelerdir. Kitapta verilen bir
örnekte dendiği gibi herkesin bir annesi vardır; kimi
kültürlerde bu, “toprak ana” ile temsil edilirken, kimi
kültürlerde onun yerini “madonna” ,”tabiat ana” alır;
bazılarında aşk cisimleştirilirken başkaları içinse gelişimi
ve verimi simgeler. Herkes için geçerli bu simge, sayısız
insan ve açı tarafından yorumlanmakta da olsa, bu
temsillerin hepsindeki temel düşünce anne arketipidir.
Bilimsel olmayan kavramlardan hoşlanmayan Freud bu
yaklaşımı ne kadar tinsel ve batıl olarak yorulmlamışsa da
Jung’ın açıklamak istediği aslında sadece deneyimlerine
bakılmazsızın bütün insanların evrensel insani ana
başlıklarla birbirlerine bağlı olduklarıdır.Mitolojide de
rastlanır. Filmlerdeki arketipler ise oyuncular ve temsil
ettikleri temalardır.
14
MAYIS 2013 . IŞIYAN SAYFALAR
Sanat, edebiyat yani genel olarak anlatım, insanı konu aldığı için kurguda arketiplere sık rastlanır. Filmlerde
de sık rastlanan belli arketipler vardır, bunları çözümleyerek bir filmin ve karakterlerinin temel gelişimine
dair büyük ölçüde bilgi sahibi olunabilir. Bir filmde karakterin gelişimi ve ana sorunun çözümünden
bahsedebilmek için tüm arketiplerin bir araya gelebilmesi gerekir. Bu yazıda, sinemada karşılaşılan
benlikten ve bunu oluşturan arketiplerin işlevlerinden bahsedeceğiz.
KAHRAMAN: Benliğin başlıca simgesidir. Herkeste ortak olan “ben” imgesidir. Yalnızca bir arketip değil,
merkezi arketiptir. Diğer arketipler kahramanın çevresinde ona göre şekil alırlar. Diğerleri benliğin
kısımlarını simgelerken kahraman benliğin kendisidir. Bir film, kahramanın hikayesidir ve binbir yüzlüdür.
Devamlı değişimi ve gelişimi temsil eder aslında. Arketipler, karakter (kahraman) gelişiminin öğelerini
oluşturur. Freudyen literatürde ego olarak geçer.
PERSONA: Bu sözcük, Yunan tiyatrosunda oyuncuların taktıkları ve kim olduklarını belirten maskelerden
gelmektedir. Persona, kısaca biz, başkalarına gösterdiğimiz kişiliğimiz, maskemizdir. Başkalarının
görmesine izin verdiğimiz parçamızdır ki bu da sinemada ana karakteri temsil eder. Fiziksel düzeyde
bakıldığında oyuncular “persona”dırlar. Yüzleri sahnede karakterlerin kişilik ve hikayelerini anlatmaya
yarar. Karakterlerin filmde gördüğümüz halleridir.
GÖLGE: Genelde simetrik yapıdaki arketiplerde güçler doğal bir denge içindedir. Jung’cu psikoloji benliğin
her parçasının karşıt ya da birleştirici başka bir parçayla birbirini tamamlamasını, ikililiğini savunur.
Kitapta örnek verildiği gibi Yin ve Yan, kadın ve erkek, iyi ve kötü’de olduğuna benzer şekilde her psikolojik
gücün kendi karşı gücü vardır. Persona’nın karşıt gücü ise gölgedir. Tıpkı güneşin bizim gölgemizi yere
yansıttığı gibi gölge de bilinç ışığında egomuzun gölgesini oluşturur. Bizim soluk yansımamız olan bu arketip
öteki bendir, hep içimizde olan ama farkedilmeyen psikolojik çatışmaya neden olan karanlık yanımızdır.
Filmlerde gölge; Dr. Jekyll ve Mr. Hyde örneğinde olduğu gibi, karakterin yüzleşmesi gereken sorunu yani
kendisinin kötü, başa çıkması gereken yanı (öteki ben) ya da persona’nın düşmanı olan kötü karakter olarak
ortaya çıkar. Kişisel gelişim ve simetrik bütünlük için, benliği oluşturan tüm arketiplerin bir arada olması
gerekir, bu da bir filmde çözüme ulaşmak istiyorsak kahramanın (persona’nın) kötüyle (gölge) kişisel olarak
karşılaşması ve onu kendisinin yenmesi gerekir. Bir senaryoda kötü galip gelir veya başka otoriteler onu
durdurursa kahramanın gelişimi tamamlanamaz ve psikolojik çatışma çözümlenemez. Bu yenme kavramı,
yüzleşmek, kabullenmek olarak da alınabilir.
15
Robert Louis Stevenson, Dr. Jekyll ve Mr. Hyde
TANRIÇA / AKILLI YAŞLI ADAM: Bu kavram Freudyen terminolojide süperegoya karşılık gelir. Yol gösterici,
iyilik figürü, yardım eden ve hedefi belirleyendir. Jung da Freud da ebeveynlerin çocukların ilerki
yaşamları üstünde derin ve önemli bir imajı olduğunu kabul ediyorlardı. Fakat Jung, Freud’dan farklı
olarak ebeveyn figürünün mitlerde ve düşlerde bir arketip olarak ortaya çıktığını düşünüyordu. Bu yüzden
tüm kültürlerin ortaya çıkardaki eserlerde ilahi anne veya koruyucu baba figürüne çok sık rastlanır.
16
Yıldız Savaşları/ Darth Vader - Obi Wan Kenobi
MAYIS 2013 . IŞIYAN SAYFALAR
Günümüzde baş karakteri kadın ve erkek olan birçok film
vardır .Tarihte şimdiye kadar resmedilmiş tüm tanrıça figürleri
rahatlatıcı, besleyici ve kutsal anne figürleridir. Lord Of The
Rings serisindeki Elf Galadriel veya Star Wars’taki Prenses
Leia buna örnek gösterilebilir. Kahraman bu anne figürüyle
filmde bir araya geldiğinde, duygusal, sezgisel ve akli olarak
bütünlenir. Filmlerde baba figürüne karşılık olaraksa akıllı yaşlı
adam kullanılır. Genelde ağabey, öğretmen, peder koç figürü
olarak karşımıza çıkıp bilgeliğinden yararlandırır. Karakterin
bu yol göstericiyle bütünleşmesi gerektiğini temsil eder akıllı
yaşlı adam. Star Wars’ta Obi Wan Kenobi bir baba figürüdür.
DarthVader ise onun gölge/karşıt/bütünler halini temsil eder.
(Darth Vader gerçekten de “karanlık baba” demektir)
ANİMA/ANİMUS:Anima ya da animus karakterin bütünleşmesi
gereken zıtlarından birisidir. Bütünleşmiş benlik hem kadınsı
hem de erkeksi özelliği taşıyan dengeli bir benlik olmalıdır.
Erkeklerde genelde duyarlılık, empati ve özen anlamına gelir.
Bu da filmlerde bir aşk ilişkisiyle temsil edilir. Anima kelime
anlamıyla harekete geçirici anlamındadır Kahraman dişi
karakteri kurtarınca, uğruna kendisini ortaya koyunca ya da
kavuşunca onu animasına, kadınsı tarafına dahil etmiş olur ve
benliğinin temel bir parçasını bütünler. Filmi izleyen izleyici
filmin bittiğinde karakterin tam olarak “tamamlandığını” ve
geliştiğini görmek ister. Kızı nihayet elde etmek filmlerin en
doyurucu anlarındandır. Kadın karakter içinse, animus benliğin
erkeksi tarafını temsil eder ve onun da tamamlanması gerekir.
Bu da genelde kadının sonunda kavuştuğu sevgilisi ile belli
edilir.
DÖRTLÜ YAPI
Dörtlü yapı Jung’ın arketipik modelinde, dört parçadan oluşan
iki karşıt ikiliği temsil eden tam bütünün temel şemasıdır. İnsan
ruhunda dört ana arketipik yapının birleşmesi tam bir dörtlü
yapıyı temisl eder. “Persona” ve “gölge” iç benliğin karşıt
ikiliğidir. Erkekte anima ve akıllı yaşlı adam; kadınlardaysa
animus ve tanrıça zıt cinsiyetin ebedi sembolleridirler. Eğer
bunu sinemadaki arketipik karakterlere uyarlarsak kahraman,
kötü, aşk ilişkisi ve yol göstericiye sahip oluruz.
Jung’cı modele göre, kahraman gelişimini tamamlayabilmek
için (hikayenin tamamlanabilmesi ve doyurucu olabilmesi için)
film boyunca arketiplerle karşılaşmalı ve bunları kendisine
katmalıdır. Yani gölgesini tanımlamalı (zayıflıklarını, sorununu
düşmanını) yol göstericisini bulmalı (varoluşsal aklı) ve
sevdiğinin kalbini kazanmalıdır(tatmin, karşı cinsel bütünlük).
Eğer bir film sürecinde tüm arketiplerle karşılaşılıyorsa bu
filmde psikolojik bütünlük elde edilmiş demektir.
17
KARAGÖZ-HACiVAT
DEFNE AKŞİT – GÖRKEM TÜZEL – MERVE ERŞAHİN
UĞURAY VARLI - EYLÜL TOMBAKOĞLU
Hacivat: Yar bana bir eğlence!
Karagöz: Bağırma ulan.
Hacivat: Yar bana bir eğlencee!
Karagöz: (Sahneye girer.) Bak beni buralara kadar
getirdin. Ne var, ne söyleyeceksin seherin köründe.
Hacivat: Vay Karagöz’üm sana bir müjdem var.
Karagöz: Ne? Mücver mi var, hadi gidip yiyelim.
Hacivat: Efendim, mücver değil. Müjde, müjde.
Karagöz: Hay Allah müstahakını versin. Dökül
bakalım.
Hacivat: Sana uğraş buldum Karagöz’üm.
Karagöz: Nereye ulaşacağız yahu?
Hacivat:Uğraş diyorum, uğraş. İş yani.
Karagöz:Diş mi? Ne varmış ki dişimde?
Hacivat:Diş değil yahu. Sana çalışacak yer buldum.
Gelirken Bebe Ruhi’ye rastgeldim de bizim buraya
köye sirk geliyormuş.
Karagöz: Ney? Sirke mi geliyormuş. Bizim evde
vardı, söyleseydin getirirdim.
Hacivat: Ah Karagöz’üm sana laf anlatmak da
deveye hendek atlatmaktan daha zor.
Karagöz: Sen anlatamıyorsan suç bende mi? (Vurur)
Hacivat: Peki Karagöz’üm peki. Sen sirkin ne
olduğunu bilir misin?
Karagöz:Senin gibi canbazların can alıp sattığı yer
değil mi?
Hacivat: Yok Karagöz’üm, hayvanların oynadığı
yerdir panayır, panayır.
Karagöz:Haa, panayır dersin. Bilirim ben oraları,
babamın götürmüşlüğü vardır.
Hacivat: Evet efendim, iş buldum sana orada.
Hayvan kafeslerini temizleyecek, ak pak edeceksin.
Karagöz: Temizleyeceğim demek. Peki bir şey lazım
mı?
Hacivat: Pek tabii. Faraş almaya gidelim biz seninle.
Karagöz: Ooo, Maraş’a mı gidiyoruz. Dondurma
almadan dönmem vallaha.
Hacivat: Of Karagöz’üm of!
18
MAYIS 2013 . IŞIYAN SAYFALAR
ESRA BALCI
Martin
Eden...
Günlerini
denizlerde
ve
meyhanelerde geçiren, işçi sınıfından, kaba, hantal
bir adam... Sevdiği kız için aradaki statü farkını
aşmak uğruna yaşamı bütün olarak algılamaktan
uzaklaşıp bireyciliğe yönelmiş bir aşık... Geniş algı
yelpazesiyle kısa zamanda azim ve çalışkanlığıyla
asıl amacının ona sunduğu tümsekleri atlayarak
başarıya (!) ulaşmış bir yazar... Ateşli bir Herbert
Spencer savunucusu ve vefalı bir arkadaş...
Martin Eden alışık olduğu çete kavgalarından birinde
zengin bir adamın hayatını kurtarır. Arthur adlı adam
bu iyiliğine karşılık Martin'i evlerine yemeğe çağırır
ve o gün Martin'in sanat tarihi öğrencisi güzel, kibar,
alışık olmadığı bir hayattan olan Ruth'la, Arthur'un
kız kardeşiyle tanışmasının başlangıcı olur. Ruth
kültürüyle, güzelliğiyle, farklılığıyla alt sınıftaki
birçok kızın gözdesi olan bu yakışıklı adamın üzerinde
bir etki yaratmayı başarır.
Martin gemilerin kömür depolarında ve işten döndüğü
zamanlarda ona barınacak yer olan kız kardeşi
Gentrude'un kocası Bernard Higgingbotham'ın onun
homurdanmalanyla bayağılaşmış ve kızkardeşinin
ruhu gibi yıpranmış olan evin küçük odasında
güzellikten bihaberdir. Martin Eden güzellik yolundaki
arayışıyla, hoyratça, masumca Ruth'a aşık olur. Ancak
Martin'in güzelliğe ulaşma yolundaki engeli Ruth'un
ve onun ailesinin Martin'le aralarındaki statü farkıdır.
Martin her zaman hayatın, denizciliğin ona getirdiği
sertlikte ve kabalıkta bir adam olmuştur. Ruth'a farklı
gelen hantal yürüyüşü, konuşma tarzı, konuşurken
heyecanına hakim olamaması bu yüzdendir. (Aslında
Martin'i Martin yapan bu özelliklerini ancak ne yazık
ki yitirdikten sonra fark edecektir.)
Ruth'a ulaşma isteği gün geçtikçe Martin için
dayanılmaz bir istek halini almaktadır. Martin
bu güzel kadını etkilemenin yolunun bilgi, sanat
ve kültürden geçtiğine karar verir ye Ruth'dan bu
konularda kendisini eğitmesi için yardım ister fakat
Martin bilmiyordur ki bu onun güzeli, aşkı, sevgiyi
arama yolunda sahip olduğu asıl değerleri yitirmesi
demektir.
Ruth onu eğitmeye, Martin onun sevgisiyle eğitilmeye
başlar. Gün içinde zamanın çoğu kütüphanede
geçirip, Bay Higgingbotham'ın içki kokulu, köhne
evinde ise hakkında hiç sahibi olmadığı konular
hakkında (Psikoloji, Matematik, Nezaket Kuralları,
Siyaset, Ekonomi vb.) ciltlerce kitap okur. Ruth'la
Martin’in yine bir araya gelir. Onlar Swinburne'un
ve Browning'in kitaplarından söz ederken, Ruth bu
alışık olmadığı adama karşı acıma ve sevecenlikle
yardım ederken aynı zamanda genç kızın aklını garip
düşüncelerle sarıyor, nabzını heyecanlı duygularla
ürpertiyordur.
Ruth’un verdiği eğitim olası sayılabilecek dilbilgisi
düzeltmeleri ile sınırlıyken, Martin ufkunu, kişiliğini,
kültürünü geliştirme ve kendini keşfetme yolunda
sağlam ve emin adımlarla ilerler. Martin geliştikçe
geride bıraktığını düşündüğü eski dünya, denizin,
gemilerin ve karanın dünyası, aç gözlü ve basit
kadınların, denizcilerin dünyası ona çok küçük bir
dünya gibi görünür. Şimdi ise ihtiyacı olan şeyler
güzellik, bilgi ve sevgidir.
Martin şiiri güzellik adına sevmiştir ama kızla
tanıştığından beri aşk şiirlerinin uçsuz bucaksız
geniş alanı içindedir. Çünkü Ruth’un aşkı onun
için güzelliğin ta kendisidir. Martin’in aklında “Bir
öpücüğe ölüyor Tanrı’nın çılgın aşığı...” dizeleri
vardır ve bu dizedeki olağanüstülüğe ve gerçeğe
hayran kalır. Ruth için ölebilir... O an kendisini
Tanrı’nın çılgın aşığı olarak hisseder. Martin için Ruth
öyle hayret uyandırıcı bir şeydir ki Martin yedikleri
kirazın onun dudaklarında yapmış olduğu lekeyi
19
algıladığı an Ruth’un kutsallığı parçalanır. Martin’in tümevarımla ulaştığı sonuç Ruth’un diğer insanlar gibi,
diğer kadınlar gibi bîr kadın oluşudur ki bu Martin için “güneşin gökten aşağıya düştüğünü görmek” gibi bir
şeydir. Martin Ruth’u kendi kafasında tanrısallaştırmıştır. Onun da insani özelliklere sahip olması Ruth ile
arasındaki mesafeyi azaltmıştır, en azından Martin böyle düşünüyordur.
Sekiz aydan sonra, Martin artık öğrenmiş olduğu doğru biçimde konuşma ve yüksek düşünceye ek olarak kendi
kişiliği üzerine de çok şey öğrenir. Bütün bunlarla birlikte kendine olan inancı da artar ve aklına hayatını
tümüyle değiştirecek olan o fikir gelir, yazmak. O gördüğü güzellikleri, duygularını, kendini anlatmak için
yazmak ister. Yazma fikrinin bilinçaltında oluşturduğu para kazanma fikri Martin’i asıl amacı olan Ruth’a
ulaştıracaktır. Martin Ruth’u bu düşünceyle ilk kez ve açık olarak mesafesiz görür! Onun yazma düşü Ruth
için doğmuştur. Martin Eden bir ün avcısı değil, sadece Tanrı’nın çılgın aşıklarından biridir. Tüm diğer şeyler
onun için aşktan sonra gelir. Düşünce serüveninden daha büyüğü aşk serüvenidir ve hayatı anlamlı yapan şey
Ruth’un var oluşudur. Kendi adına “başarmak”, sevdiği kadının onunla gurur duyması, onu değerli sayması
içindir. Martin’in edebiyata olan tutkusunu ve çalışma azmini bilmesine rağmen, ona inanmayan Ruth,
düzenli ve normal bir iş bulması konusunda Martin’e baskı uygulamaktadır.
Martin, kütüphaneye giden yolda City Hail Park’ta nutuk atan sosyalistler ve işçi sınıfı filozofları kümesini
keşfeder. Tartışan, heyecanlı adamlar Martin için geride kalmış kabalıklarına, küfürbazlıklarına rağmen
içlerinde barındırdıkları canlılıkla onun ilgisini çekmiştir. Ateşli tartışma sonrasında satır aralannda sıkça
geçen ve Martin’in belleğinde yer eden kişi Helbert Spencer’dır. Martin Spencer’ı okuyarak, anlayarak
entelektüel yaşamın bir derecesinden diğerine yükselmiştir. Martin’in bütün yönlerini merak yönlendirmiştir
ama Spencer ona öğretmiştir ki kopuk olayları gözlemleyerek varlıkları teğet geçmiştir.
Martin birikimini yazıya döker ancak yazdıklarının yayınlanmasını başaramaz. Yayınevleri onun yazarlığıyla
ilgilenmez. Hayatı tüm koşullarda altüst olan Martin’in tek tesellisi içkici, sıkı bir sosyalist ve hasta bîr
adam olan Brissenden ile dostluğudur. Brissenden Martin’i, üyesi olduğu arkadaş grubunun çoğunlukla
felsefeden, kimi zaman siyasetten, hayattan, psikolojiden konuştukları sohbet ortamına davet etmiştir.
Martin farkında olmasa da bu davet onun için gelecek yolunda attığı adımların temelini oluşturacaktır.
Martin’in yeni tanıştığı bu adamlar sık sık çatışsalar da, görüş sahibi adamlardır.
Brissenden de Martin gibi yazmaktadır. Sıradan bir gün Brissenden Martin’in önüne bir yazı bırakır.
Başlığı Efemerid olan bu yazı Martin’i bugüne kadar kazanmış bilgi düzeyi, sanat anlayışı ve yorumlama
becerisine göre kendisine hayran bırakır. Bu, Martin’in hayatında gördüğü (Ruth’dan sonra) en hayranlık
uyandırıcı şeydir ve Martin Brissenden’e bunu hemen yayıncılara postalamayı teklif eder. Brissenden teklifi
20
MAYIS 2013 . IŞIYAN SAYFALAR
reddetmiştir çünkü o, Martin gibi, para kazanmayı sevdiği
yola giden bir araç olarak görmekten öte sadece kendi
için yazıyordur.
Martin’in dergilere gönderdiği bütün el yazmaları masanın
altında yatmaktadır. Yalnız bir el yazması yolculuğunu
sürdürmüştür ve o da Brissenden’in “Efemerid’idir.
Martin Brissenden’i görmek ve iyi haberi ona vermek
için kaldığı otele gittiğindeyse Brissenden’in ölmüş
olduğunu öğrenir. Martin “Gecikmiş”i bitirir ve postayla
gönderir. Martin Brissenden’in ölmüş olmasından dolayı
suçluluk duymaktadır. Brissenden yığınlardan ölesiye
nefret etmiştir ve onun en iyi ve kutsal şeyi Martin
nedeniyle yığınların önüne atılmıştır. Kitap satış rekorları
kırmaktadır. Martin Efemerid’in parasını alır ve tüm borçlarını kapatır. Paranın artık onun için bir önemi
yoktur. O, haritasız ve dümensizdir, gidecek hiçbir limanı yoktur. Bu yüzden sürüklenmek onu yaşama daha
çok karıştırmıştır. Tüm yaşamının doruğundaki aşk ile birlikte yıkılışı içinde dergiciliğik ve komuoyu da
yıkılmıştır. Brissenden haklıdır, dergiler yığınların sözcüsüdür ve dergi yayıncıları da içlerinde başarısızlık
öyküleri barındıran insan sürüsünden farklı değillerdir. Martin, Brissenden’in haklı olduğunu anlamak için
boşuna çetin yıllar geçirmiştir.
Gecikmiş, kabulünden sonra satış rekorları kırar. Martin bir anda tüm sosyal sınıfların gündemi haline
gelmiştir. Çok kazanır ve masa altındaki bütün eserleri yüklü miktarlara kabul edilir. Yeni sosyal statüsü
içinde Martin elbette ki Ruth’un girişimiyle onunla karşı karşıya gelecektir. Kaldığı otelde Ruth’u kendisine
onu affetmesi için yalvarır halde bulan Martin artık Ruth’a karşı hiçbir şey hissetmemektedir.
Martin kendisinin hiçkimse olduğu sonucuna varmaktadır. Sokak kabadayısı Martin Eden gerçekti rama ünlü
yazar Martin Eden varolmamıştır. Bu düşüncelerin onda uyandırdığı tek istek vardır: denizlere dönmek.
Ün sahibi Martin hastadır, çok hastadır. İşçi sınıfından Lizzie Collony’nin dediği gibi onunki bedenen değil
ruhen hastalıktır.
Martin Mariposa’nın güvertesinde rıhtımdaki kalabalığı izlemektedir. Küçük bölmede uyumakta, kahvaltı
etmektedir. Tek yaptığı şey
dalgın, yorgun, ve mutsuz
olmaktır.
Martin
aslında
hiç
varolmamış
amacı
uğruna burjuvazinin sahte
dünyasına girmiş ve hayat
onu boşa geçirdiği yıllarla
cezalandırmıştır.
Martin
kendisine
ayrılan
küçük
bölmede uzanırken kendisine
iyi gelecek şeyi bulmuştur
ansızın. Onu sadece eski
Martin yapan tek şeyle karşı
karşıyadır şimdi. Ayaklan o
tanıdık tadı hissettikten sonra
kendini benliğinin kollarına
bırakır.
Gerçek,
kolarmı
açmış onu sarmalamaktadır.
Yavaşça derine, en derine
ilerler, suyun derinliklerinden
hava kabarcıkları su yüzeyine
yükselmeyi durduruna dek...
21
Arkadaşlarıma aktarmak üzere bana geçmişinizle ilgili
bazı bilgiler verebilir misiniz?
İlk olarak kendi meslek hayatımla ilgili bir espriyle
başlayayım. Ben hukukçuyum. Londra’da da tiyatro
okudum. Ankara’ya döndüğümde elimde iki meslek vardı.
Hukukçuluk ve tiyatroculuk. İkisini de çok seviyordum ve
ikisini de birleştiren bir meslek bulup, diplomat oldum.
Tiyatroculuk yanı olan Ergun Sav, tiyatronun tanımını
yapmış ve bu tanım daha sonra da pek çok kişi tarafından
kullanılmıştır. Ergun Sav’a göre tiyatro; insanı insana
veren sanattır.
Aşağıda Ergun Sav’a sorduğum sorulara verdiği cevapları
bulacaksınız. Bu cevapları okurken, umarım siz de benim
kadar keyif alırsınız.
Hayatınız boyunca birçok yazarla tanışmışsınız. Bugüne
kadar tanışmayı istediğiniz fakat tanışamadığınız biri
oldu mu?
CEREN ALGANATAY
Harold Pinter. Ben Londra’da London School Of Speech
and Drama’ya gittim. Her okulun efsane mezunları
vardır. Harold Pinter da onlardan biriydi. Büyük bir
yazardı. Benim okuduğum okuldan mezun olmuş. Onu
tanımayı isterdim.
İlk kitabınızı kendiniz mi bastınız?
Evet, ilk kitabı kendim bastım fakat çok büyük bir hataydı.
2.000 tane kopya bastırmıştım. Etrafımdaki insanlara,
kitapevlerine birkaç kopya verdim ancak gerisi elimde
kaldı. Ben de getirdim annemin evine yığdım kitapları.
Evde yer kalmayınca da mecburen aşağı inip, kitapları
yakmak zorunda kaldım. Bu şekilde de heralde kendi
kitaplarını yakan ilk kişi oldum.
Daha sonra ilk kitabınızı Bilgi Yayınevi’ne basılması
için tekrar verdiniz mi?
Hayır.
En sevdiğiniz hikayeniz hangisi? Neden?
İki tane en sevdiğim var. Birincisi “Diplomatura”. Zaten
en çok satar kitabım da o oldu. Mizah olduğu ve içinde
anektodlar bulunduğu için onu severim. Bir de “Halk
Hikayeleri” vardır. 1970’de Nijerya’dan döndüm. Turgut
Özakman bir stüdyo kurmuş radyoya reklamlar yapıyor.
İş Bankası bir tanıtıcı reklam yapmak istiyor. Halk
hikayelerini dramatize edip reklam olarak yayınlamaya
karar veriyor Turgut. Bana: “Sen yazsana!” dedi. Bütün
halk kikayesi kitaplarını topladım ve başladım yazmaya.
Çok tutan bir etkinlik oldu. İş Bankası da bunu kitap
yapmak istedi. Daha sonra bunu hikayeler olarak yazıp
bastırdık.
22
MAYIS 2013 . IŞIYAN SAYFALAR
En sevdiğiniz yazar kim?
benzetirdiniz?
Çok zor bir soru oldu. En sevdiğim yazar demeyeyim,
en sevdiğim insan ve bana çok yardımı dokunan bir
ağabeyim, Haldun Taner. Bana çok katkısı olmuştur.
Eğer soyut olarak düşünürsek, bence dostluğu,
sevgiye; arkadaşlığı, aşka benzetebiliriz. Eğer
somut olarak düşünürsek, dostluğu, motorsiklete;
arkadaşlığı ise otomobile benzetebiliriz. Arkadaşlık
çok daha sıkı ve yoğun bir şeydir. Dostluk, ahbaplık
işte.
Hikaye
yazarken
konularınızı
buluyorsunuz? İlham kaynağınız var mı?
nerden
Hikayeler tamamen benim hayal gücümün ürünü.
İlham kaynağım yok.
Sizce yaptığınız en değişik çeviri hangisiydi?
Neden?
Yakın zamanlarda kitap çıkartmayı düşündünüz
mü?
Ben Harold Pinter’ın çok büyük bir hayranıydım.
Onun «The Dumb Waiter” adlı bir piyesini çevirdim.
Türkiye’de de “Git Gel Dolap” olarak oynandı.
Eskiden, çok katlı evlerde mutfak aşağıda, yemek
salonu ise yukarıda olurdu. Arada bir boşluk
bulunurdu. Bu boşluk dolaba benzerdi ama aslında
yemek taşımaya yarayan küçük bir asansördü. Kapağı
açılıp, içine tabak koyulup, düğmeye basılırdı.
Asansör yukarı çıktığında, yukarıdaki garsonlar
kapağı açıp tabağı alıp servis yaparlardı. İşte bu
asansörün adı İngilizce’de “The Dumb Waiter”.
Şimdi bunu sessiz uşak diye çevirsem, kimse bir şey
anlamayacak. Araştırdım, soruşturdum, Tokat’daki
konaklarda bu sistem varmış ve yukarı aşağı gidip
geldiği için bu dolaplara “git gel dolap” denirmiş.
Ben de bu şekilde çevirmeye karar verdim.
En son “Sözler Uçar Yazılar Kalır» adlı kitabı
çıkarttım, yazarlığımın 50. yılı diye. Yeni bir kitap
çıkartmayı düşünmüyorum.
Yazlığınızla ilgili bir kitabınız var. En sevdiğiniz ya
da hiç unutamadığınız bir anınız var mı?
Erdem Yormuk, doktorluk yapıyor. Çok da güzel
taklit yapar. Bir gün kağıt oynarken biri “Hoca sen
nerelisin Allah aşkına?” diye sordu. Erdem cevap
verdi: “Aslında bakarsan ben Karşıyakalıyım.” Bizim
Şakir ordan atladı: “Uyy hocam desene hemşeriyuk
o zaman.”
Hiç bir film senaryosu yazmayı düşündünüz mü?
Hayır.
Sizce bir hikaye nasıl yazılmalıdır? Bir hikayeyi
güzel ve çekici kılan nedir?
Kolay okunmalı, ilginç olayları olmalı, ilginç tipler
olmalı ve bir mesajı bulunmalı, uzun cümlelerden
kaçınılmalı.
Genç yazarlara tavsiyeniz nedir?
Ben bir zamanlar meslek memuru sınavında başkanlık
yaptım. Oradakilerin önüne bu “Diplomaturka” adlı
kitabı koydum. İçinde sınava giren gençler için
öğütler var. Bütün yazarlara tavsiyelerimi oradan
bulabilirsiniz.
Günümüzdeki edebiyat eserleri hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Ben biraz demodeyim diyebiliriz. Bütün hayatım
boyunca okudum ama son beş senedir çok okuduğumu
söyleyemeyeceğim. Orhan Pamuk’u kesinlikle
okuyamıyorum çünkü Türkçesine çok kızıyorum.
Öbürlerini de çok okumadım, haksızlık etmeyeyim.
Bizden bir Dil ve Anlatım sınavında dostluk ve
arkadaşlığı bir şeye benzetmemizi istemişlerdi.
Bir yazar olarak, siz dostluk ve arkadaşlığı neye
Tiyatro oyunu yazmak nerden aklınıza geldi?
Yanımda evrak işlerinden sorumlu Çiçek Hanım
çalışırdı. Kızı tiyatro okulunda okuyordu. Okulda rol
dağılımı yapmışlar ancak Çiçek Hanım’ın kızı ve dört
arkadaşına rol kalmamış. Çiçek Hanım da gelip bana
bildiğiniz beş kızın başrolde oynadığı bir oyun var
mı diye sordu. Ben de bir oyun verdim ve bir hafta
sonra ne oldu diye sordum. Oyunda dört kız, bir tane
de erkek oyuncu varmış. Hocası da bu nedenle oyunu
kabul etmemiş. Kızı çok üzülüyormuş bunu duyunca,
oturup “Beş Arkadaş” adında bir oyun yazdım ve bu
oyunu oynadılar.
Bu tiyatro oyununu ne kadar sürede yazdınız?
Bir ay.
Ergun Say bilgili olduğu kadar çok da esprili değerli
bir yazar. Röportajımızı bitirirken şöyle dedi: “Biz
okur-yazar bir aileyiz. O (Eşi Jale Hanım) okur ben
yazarım.”
23
NİSAN 2013 . IŞIYAN SAYFALAR
Kollektif Şiir Yazma
(Tüm sınıfın katılımıyla, verilen bir sözcükten veya dizeden çağrışım yoluyla anlamlı bir şiir oluşturma)
SOĞUK BİR KOKU
GÜN DOĞMAYACAK
Puslu bir kış sabahı,
Hasretle bakan gözlerinin derinliklerinde,
Göz gözü görmüyordu.
Kaybederim kendimi istemsizce.
Renksiz duman sarmıştı etrafı.
Gün doğumuna doğru,
Sislerin ardından doğan güneş…
Bilinmezliğin yolunda yürüyorum…
Köy çocuklarının sevinç çığlıkları sarıyor etrafı.
Sen neredesin?
Güneşin sıcaklığıydı ısıtan içimi.
Çanlar çalındığında fark ettim yokluğunu,
Titreyen kollarım…
Zamanın seni karanlıklara boğduğunu,
Ameliyat masasının soğukluğunu hissediyorum sırtımda.
Dökülen yapraklarda kalan mutluluğu…
Yalnızlığın sesiydi, fısıldayan kulağıma.
Anladım ki gün bir daha doğmayacak.
Soğuk bir koku…
HAZIRLIK B
24
Sen neredesin?
9-G