Haftalık Bülten

Transkript

Haftalık Bülten
Haftalık Bülten
16 Aralık 2011
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
Muhammad b. Abdulvvahhab kimdir? ..................................................................................... 3
Kur’an Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımlarının kafir olduğunu haber veriyor. Onların şeriatında
kafirle evlenmek caiz miydi? Yoksa bu peygamberler hanımlarının kafir olduğunu bilmiyor
muydu? ........................................................................................................................................ 7
Hitler, Lenin hakkında bilgi verir misiniz? ................................................................................ 9
"Sen kabirdekilere işittirecek değilsin" ayetine rağmen, niçin kabirdekilere telkin
yapılmakta ve selam verilmektedir? Eğer ölülere selam verme ve telkinde bulunma
hadisleri sahih ise bu ayet ile hadisi şerifler arasındaki çelişkiyi nasıl giderebiliriz? .......... 12
Mehmet Akif Ersoy'un hayatı ve eserleri hakkında bilgi alabilir miyiz? Abdulhamit Han
hakkında uygun olmayan ifadeler kullandığı doğru mudur? ............................................... 14
Açlık grevi (ölüm orucu) yapmak dinen caiz midir? ............................................................... 18
Her insana hususi bir şeytan musallat olmaktadır. İnsan manen terakki ettikçe şeytanı da
kendini geliştirip daha fazla zarar verebilir mi? ..................................................................... 20
Darwinistler insanın 2. kromozomunun ortasında telomer ve 2 tane sentromer olduğunu
belirtmişlerdir. Bizim onlara nasıl bir bilgi ile karşılık vermemiz gerekir? ........................... 22
Mevlana’nın "Bazı alimlerin Allah´ı ispat etmeye çalışmalarına şaşıyorum. Allah’ın varlığı
sabittir, sen kulluğunu ispat etmeye çalış!" sözüne göre Allah’ı varlığını ispat etmeye
çalışmak sakıncalı mıdır? .......................................................................................................... 23
Allah ile kulları arasında, “şartınız şartımız, siz lazım olanı ortaya koyun biz de koyalım”
anlamında bir sözleşme olmuş mudur? Allah isterse bir kulunu muhatap alıp onunla
konuşur mu? .............................................................................................................................. 25
Peygamberimiz (s.a.) iç çamaşırı kullanmış mıdır? Sünnete uygun olarak nasıl bir iç
çamaşırı tercih etmeliyiz? ......................................................................................................... 27
Hadis-i şerifte "vücudunu dağlatmayanların sorgusuz sualsiz cennete gireceği"
bildirilmiştir. Buna göre, vücudundaki yarayı dağlatanlar direk cennete giremez mi? ...... 28
Hz. İsmail'in (a.s.) Tevrat ve İncil'deki isimleri nelerdir? ........................................................ 30
"Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım" anlamındaki hadisi doğrudan destekleyen ayetler
var mıdır? ................................................................................................................................... 31
Bütün işçi ve savaşçı karıncalar kısır dişiler olduğu halde, Neml Suresi 18. ayette geçen
"yuvalarınıza girin" ifadesi neden eril kipiyle verilmiştir? ..................................................... 32
“Tevrat ellerinde iken seni hakem mi tayin ediyorlar? (Maide,5/43), “Mûsâ’nın insanlara bir
nûr ve rehber olmak üzere getirdiği” (Enam,6/91), “Mûsâ! Ben seni insanlar arasından
seçtim” (Araf,7/144) ayetleri Tevrat’ın evrensel olduğunu göstermez mi?.......................... 34
2
Muhammad b. Abdulvvahhab kimdir?
Muhammed b. Abdilvehhâb b. Süleyman et-Temîmî en-Necdî (ö. 1206/1792) Vehhâbiliğin
kurucusudur.
1115'te( 1703) Arap yarımadasının Necid bölgesinde küçük bir yerleşim birimi olan
Uyeyne'de doğdu. Hanbelî mezhebinde önemli âlimler yetiştiren ailesi Beni Temîm kabilesine
mensuptur. Babası Abdülvehhâb b. Süleyman, Necid bölgesinin tanınmış âlimlerindendi.
Muhammed, temel dinî bilgileri Uyeyne kadısı olan babasından öğrendikten sonra Mekke'ye
giderek kısa bir süre orada kaldı, ardından Medine'ye geçti. Medine'de Hanbelî âlimi
Abdullah b. İbrahim b. Seyf en-Necdî ve Muhammed Hayât es-Sindî başta olmak üzere
dönemin ileri gelen âlimlerinden dinî ilimleri tahsil etti. Ardından çeşitli dinî grupların
bulunduğu Basra'ya gitti. Ancak hocası Muhammed el-Mecmûî İle birlikte halkın dinî
yaşantısındaki bazı uygulamalara karşı çıktığı için şehirden uzaklaştırıldı. Onun karşı çıktığı
uygulama, daha sonraki yazılarında hasmâne atıflarda bulunduğu Basralı Şâzelî şeyhi
Muhammed Emîn el-Kavvâz'ın (ö. 953/1546) türbesine yapılan ziyaretler ve burada gösterilen
ibadet derecesindeki hürmetle alâkalı olabilir. Maddî imkânlarının yetersizliği yüzünden dolayı o dönemde Hanbelîliğin önemli merkezlerinden olan Dımaşk'a gidemeyip Lahsâ (Ahsa)
yoluyla Necid'e dönen Muhammed b. Abdülvehhâb, Uyeyne emiriyle ihtilâfa düşmesinin
ardından Hureymilâ kasabasına taşınan babasının yanına yerleşti. Onun Necid'e dönmeden
önce Bağdat, Halep, Hemedan, İsfahan, Kum, Rey, Dımaşk, Kudüs ve Kahire'yi ziyaret ettiği
kaydedilmekteyse de bu bilgiler Vehhâbî kaynaklarınca doğrulanmamaktadır.
Muhammed b. Abdülvehhâb. Necid'e vardıktan sonra bir âlim olarak görev alması
beklenirken babasının 1153'te (1740) ölümünün ardından şirk olarak gördüğü bazı dinî
uygulamalara karşı ıslahat hareketi başlattı. Ancak ciddi bir muhalefetle karşılaştı.
Muhaliflerinin şiddete başvurmaları ve suikast teşebbüslerinden sonra Hureymilâ'dan
ayrılarak Uyeyne'ye döndü. Burada daha önceden tanıdığı Emîr Osman b. Muammer tarafından iyi karşılandı ve fikirlerinin yayılması için siyasî destek gördü. Bu dönemde fikirlerini
yaymakla kalmayıp Cübeyle'de Müseylimetülkezzâb taraftarlarına karşı yapılan savaşta şehid
düşen bazı sahâbîlerin kabirlerini yıktırması sert tepkilere yol açtı. Lahsâ'nın güçlü
kabilelerinden Benî Hâlid şeyhi Uyeyne emîrine Muhammed'i öldürmesi veya sürgüne göndermesi konusunda baskı yapmaya başladı. Bunun üzerine Muhammed 1158'de (1745) Suûd
ailesinin yönetimindeki Dirye'ye gitmek zorunda kaldı.
Dir'iye'ye yerleşmesi Muhammed b. Abdülvehhâb'ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Suûd
ailesi kendisine sahip çıktı ve fikirlerinin yayılmasına destek verdi. Bu destek, Muhammed b.
Suûd ile oğlu ve halefi Abdülazîz dönemlerinde de devam etti. Bu dönem, Vehhâbî hareketinin geleceği ve etkinliği bakımından en önemli devre olarak görülmektedir. Muhammed dinî
muhaliflerini müşrik diye adlandırdığından taraftarları bunlara karşı cihad başlattı. Vehhâbîlik
hareketi, yaklaşık otuz yıl süren yavaş ve düzensiz bir yayılma döneminin ardından Suûd
ailesinin Necid'in tamamına hâkim olmasıyla büyük bir ivme kazandı. Bu müddet zarfında
İbrahim b. Süleyman, 1187'de (1773) Riyad'ı terketmek zorunda kalan Emîr İbn Devvâs ve
Zeyd b. Zâmil gibi önemli muhalifler bertaraf edildi.
Muhammed b. Abdülvehhâb, tevhid konusundaki düşüncesi doğrultusunda dönemindeki
müslümanlann birçoğunun fiilleri yüzünden müşrik sayılması gerektiğini ileri sürerek onlara
karşı cihadı müslümanların en temel vazifelerinden biri kabul etmiştir. Muhammed'in
savunduğu temel prensipler aslında İslâmî olmakla birlikte bunların uygulanmasında ortaya
3
koyduğu uzlaşmaz tutumu yüzünden kendisine saygı duyan çağdaşları dahi rahatsız olmaktaydı. Çağdaşı olan ulemâ arasında önemli bir yere sahip bulunan Yemenli Emîr es-San'ânî, İbn
Abdülvehhâb'ın görüşlerini başlangıçta kısmen desteklemiş olmasına rağmen öldürme ve
yağmalama olayları sonrasında onu İbn Teymiyye ve İbn Kayyim'in fikirlerini eksik ve yanlış
anlamakla suçlamış, hatta kendisini zemmeden bir şiir yazmıştır.
İbn Abdülvehhâb'ın gelecek nesiller üzerinde etkisi çok büyük olmuştur. Kavalalı Mehmed
Ali Paşa'nın Necid bölgesinde Vehhâbîliğin siyasî dayanağı olan Suûdîler'e vurduğu darbeden
kısa bir süre sonra Suudiler bölgede tekrar etkilerini arttırdılar. Ancak Vehhâbî prensiplerinin
uygulanması konusunda eski katı ve uzlaşmaz tutumlarından vazgeçtiler. Arabistan'daki
etkinliğinde Suûdîler'in siyasî ve askerî desteğine dayanan Vehhâbîlik, Arap olmayan
müslümanlara da tesir etti. Bunun iki temel sebebe dayandığı söylenebilir. Bunlardan
birincisi, İslâm'da tevhid inancına verilen önemle toplumların günlük dinî hayatları ve
uygulamaları arasında birtakım farklılıkların bulunmasıdır. Bu farklılığın fazla görüldüğü
toplumlarda Vehhâbîlik daha kolay yayılabilmiştir. İkinci sebep, görüşlerini Batı kültür ve
nüfuzuna çok uzak bir bölgede geliştiren Muhammed b. Abdülvehhâb'ın ortaya koyduğu
ilkelerin Avrupa'nın kültürel nüfuzunun ciddi şekilde etkili olmaya başladığı dönemde birçok
müslümanın alâkasını çekmesidir. Muhammed b. Abdülvehhâb'ın özellikle İslâm'ın tevhid
esasına vurgu yapması ve dinin bid'atlardan arındırılması gerektiğine dikkat çekmesi çok
önemlidir. Bu yönüyle Vehhâbîlik, Selefiyye hareketi üzerinde de tesirini göstermiş ve
günümüz İslâmî hareketlerini kısmen yönlendirmiştir.
İlmî Şahsiyeti:
Kültürlü bir aile çevresinde dünyaya gelen Muhammed b. Abdülvehhâb öğrenimine babasının
rehberliğinde başladı. Kur'ân-ı Kerîm'i ezberledikten sonra Hanbelî âlimi Muvaffakuddin İbn
Kudâme'nin fıkha dair eserlerini okudu. Bilgisini geliştirmek amacıyla Mekke'ye gitti; burada
arzuladığı ilmî havayı bulamadığı için Medine'ye geçti. Bu şehirde karşılaştığı Hanbelî âlimi
Abdullah b. İbrahim b. Seyf en-Necdî onun en Önemli hocası olmuştur. Muhammed b.
Abdülvehhâb, İbn Teymiyye anlayışı çerçevesindeki yeni Hanbelîlik ekolünü destekleyen
Abdullah b. İbrahim'den Kütüb-i Sitte ile birlikte İmam Mâlik'in el-Muvatta'ını, Şafiî ve
Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'lerini okuyup icazet aldı. Medine'deki diğer hocaları arasında
Muhammed Hayât es-Sindî, Muhammed b. Süleyman el-Kürdî, Şeyh Ali Efendi ed-Dağıstânî
ve Abdüllatîf el-Afâlikî el-Ahsâî gibi âlimler sayılabilir. Daha sonra Basra'ya giden ve orada
uzun süre kalan Muhammed b. Abdülvehhâb, Muhammed el-Mecmûrden dil bilimleri, hadis
ve siyer tahsil etti. Çok karışık dinî grupların bulunduğu bu şehirde Şîa ve çeşitli İslâm
fırkaları hakkında bilgi edinme imkânı buldu. Özellikle halkta görülen velîlere ibadet
derecesindeki hürmetin tezahürleri ve bunun sünnetle bağdaştırılmayan uygulamaları kendi
tezini ileri sürmesine zemin hazırladı. Burada ortaya koyduğu fikirlerinden dolayı kendisi ve
hocası şehirden uzaklaştırıldı.
Muhammed b. Abdülvehhâb, bir süre Lahsâ'da Abdullah b. Abdüllatîf eş-Şâfiî'nin yanında
kalarak ondan faydalandı, ardından Hureymilâ'ya geçti. Bu şehirde bir taraftan babasının
tefsir ve hadis derslerine devam ederken diğer taraftan İbn Teymiyye ve İbn Kayyim elCevziyye'nin eserlerini incelemeye koyuldu. Bu eserler ufkunu genişlettiği gibi İslâm dışı
akımlarla mücadele gücünü de arttırdı. Çevresinde toplanan öğrencilere verdiği dersler
yanında ilk eseri olan Kitâbü't-Tevhîd'i burada kaleme aldı.
İbn Abdülvehhâb, ilk Hanbelî âlimlerinden ve bilhassa İbn Teymiyye'nin doktriniyle kısmen
İbn Kayyim el-Cevziyye'nin fikirlerinden etkilenmiştir. Onun Hanbelîler tarafından Ehl-i
4
sünnet'e uymadığı tesbit edilen Şîa. Mu'tezile ve Haricîler gibi fırkalara karşı düşmanca
duygular beslediği yazılarından anlaşılmaktadır.
Halk arasında velî diye tanınan kimselerin kabirlerini ziyaret için seyahatte bulunmak, türbelerine dilekler asmak, isimlerini tazim ifadeleriyle anmak, onlardan duaların kabul
edilmesini talep etmek şirktir. Muhammed b. Abdülvehhâb yaygın sûfi telakkilerine karşı
çıkarak gavs, aktâb, evtâd, abdal gibi manevî rütbeleri reddetmekte ve bunları haram
bid'atlardan saymaktadır.
Muhammed b. Abdülvehhâb kabir ziyaretini iki kısma ayırır. Meşru ziyaretin âhiretin
hatırlanması, ölülerin unutulmaya terkedilmemesi ve onlar için Allah'a dua edilmesi amacına
dayandığını söyler. Buna karşılık ölülerden yardım ve şefaat istenmesi için yapılan
ziyaretlerin haram olduğunu belirtir. Ayrıca kabirlerde mescid inşa ederek buralarda ibadet
maksadıyla toplanmak, bu tür ziyaretler için yolculuğa çıkmak -Hz. Peygamber'in kabri de
olsa- caiz değildir.
İbn Teymiyye'nin, dinin tevhide ve Allah'ın koyduğu esaslara göre ibadet ilkelerine dayandığı
düşüncesinden hareket eden Muhammed b. Abdülvehhâb, başta Sünnîlik bünyesine sokulan
kelâm ilmini ve naslara dayandırılmak istenen tasavvufun bütün şekillerini, ayrıca taklidi
şiddetle eleştirir, bunları bid'at olarak değerlendirir. Emir bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker
konusunda yine İbn Teymiyye'nin etkisinde bulunmasına rağmen düşüncelerinin uygulanması
hususunda onu geride bıraktığı görülür. Zira İbn Teymiyye bu görevin yapılabilmesi için
mâruf ve münkerin bilinmesi, tatbikatta nezaketle davranılması. karşılaşılacak zorluklara
sabredilmesi gibi esaslar koyarken İbn Abdülvehhâb'ın bunlara uymadığı ve çevresinde
mensubu olmayanların nefretini celbettiği bilinmektedir.
Muhammed b. Abdülvehhâb'a ait fikirlerin büyük bir kısmının hem kendi devrinde hem daha
sonra eleştirilmesine rağmen düşünce sisteminin geniş bir sahada etkili olduğu, Batı'nm İslâm
dünyasını işgal devresinde dinî değerlerin arındırılması ve İslâmî şuurun uyanması konusunda
önemli ölçüde rol oynadığı bilinmektedir. Başlangıçtan itibaren özellikle hac mevsimlerinde
dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen müslümanlar Vehhâbî düşüncelerini tanıma fırsatını
bulmuşlardır. Hindistan'da Tarîkat-ı Muhammediyye hareketinin kurucusu Ahmed Şehid'in
1822 yılında hacca geldiğinde bid'atların izâlesi ve Selef akidesine dönüş konusunda
Muhammed b. Abdülvehhâb'ın düşüncelerinden geniş ölçüde etkilendiği, ayrıca Kuzey
Afrika'da Muhammed b. Ali es-Senûsî tarafından başlatılan Senusiyye hareketinin
gerçekleştirdiği inkılâplar hususunda onun görüşlerinden faydalanıldığı kabul edilir.
Osmanlı-Türk toplumunda ise Muhammed b. Abdülvehhâb'ın düşünceleri ve başlattığı
hareket tasvip görmemiş, kendisi bîr isyancı olarak, düşünceleri de Haricî telakkisi
çerçevesinde değerlendirilmiştir. Onun, ulûhiyyet tevhidi anlayışı çizgisinde yaratılmışlara
ibadet konumunda gördüğü aşırı saygı ve bağlılık, kabir ziyareti, mistisizmi andıran derunî
hayat, dinin temel hükümlerine akıl ve bilim açısından yaklaşımda bulunup onların
sistemleştirilmesi, haberi sıfatların bu çerçevede yorumlanması gibi konulara yönelttiği sert
eleştiriler çok aşırı bulunmuştur. Bu tür bir din anlayışının hem samimi müslümanlan itham
altında bırakmak, onları şirkle suçlamak, hem de İslâmiyet'i bütün insanlığa hitap eden evrensel bir din olmaktan çıkarıp bir kabile dini haline getirmek gibi olumsuz sonuçlara
götüreceği endişesi dile getirilmiştir. Bunun yanında tevhid inancını özünde zedeleyecek,
dinin görünümüne zarar getirecek telakki ve davranışların müslüman toplum hayatından
ayıklanmasının gereği de vurgulanmıştır.
5
Muhammed b. Abdülvehhâb'ın ölümünden sonra nesli onun ilmi fonksiyonunu sürdürmüştür.
Suûd b. Abdülazîz'in Hicaz'ı zaptetmesinde (1805-1806) kendisine katılan ve Irak'taki
hareketini destekleyen Abdullah b. Muhammed b. Abdülvehhâb, bid'at ehlinden kabul ettiği
İsnâaşeriyye ve Zeydiyye doktrinlerine karşı reddiyyeler kaleme almıştır. Yine İbn
Abdülvehhâb'ın torunu olup Dir'iye kadılığı yapan, bu arada siyasete de karışan Süleyman,
Vehhâbîlik ve Irak münasebetlerini ele alan Kitâhü't-Tavzîh isimli bir eser yazmıştır.
Muhammed b. Abdülvehhâb'm ilmî ve siyasî görüşleri günümüze kadar özellikle Suudi
Arabistan'da ve Körfez ülkelerinde etkilerini sürdürmüştür.
Bazı Eserleri:
1. Kitâbu t-Tevhîd: Müellifin, öğretilerini en sert biçimde Hanbelî doktrini üzerine bina
ederek kaleme aldığı temel eseri olup tevhid, şirk. şirke götüren hususlar, şefaat vb. konuları
ele almaktadır. Üzerinde birçok çalışma yapılan ve yabancı dillere çevrilen eserin çeşitli
neşirleri gerçekleştirilmiştir.
2. Keşfü'ş-şübühât: Gerçek tevhide uymayan müslümanlara bir reddiye olan eser birçok defa
yayımlanmıştır.
3. Kitâbü'l-Usûli's-selâse: Abdülazîz b. Suûd'un isteği üzerine yazılmış ilmihal türündeki
risalede rab isminin anlamı üzerinde durulmuş, dinî rükünlerin açıklanmasına çalışılmış ve
Hz. Peygamber'İn sîretine kısaca yer verilmiştir.
4. Kitâbü Usûli'd-dîn.
5. Kitâbü Fazli'l-İslâm. İslâm kavramı, büyük günahlar, bid'at, iman esasları gibi konuları
içerir.
6. Mebâdi'ü'I-İslâm. Ahmed Celâl ve Muhammed Gâlî tarafından İngilizce'ye çevrilerek
metniyle birlikte yayımlanmıştır.
7. el-Kebâ'ir: Son iki eser M. Reşîd Rızâ'nın açıklamalarıyla Mecmû'atü'I-hadîs içinde
neşredilmiştir.
(Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Muhammed b. Abdilvehhab Md.)
6
Kur’an Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımlarının kafir olduğunu
haber veriyor. Onların şeriatında kafirle evlenmek caiz
miydi? Yoksa bu peygamberler hanımlarının kafir olduğunu
bilmiyor muydu?
İlgili ayetin meali şöyledir: “Allah, kâfirlere Nûh’un eşi ile Lût’un eşini misal getirir. Her ikisi
de iki iyi kulumuzun mahremi idiler. Ama inkâr tarafına giderek eşleri olan peygamberlere
hıyanet ettiler, kocaları da Allah’tan gelen cezadan eşlerini asla kurtaramadılar. Onlara
(ölürken veya kıyamet günü): “Haydi, cehenneme girenlerle beraber siz de girin!”
denilir”(Tahrim, 66/10).
Ayette meal olarak yer alan “eşleri olan peygamberlere hıyanet ettiler” ifadesi, Hz. Nuh ve
Hz. Lut’un onların kâfir olduklarını bilmiyor olduklarına delalet etmektedir. Çünkü, “hıyanet”
kavramı yapılan kötü işin gizli yapıldığını gösterir(krş. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).
Şunu da unutmamak gerekir ki, Allah bildirmediği sürece peygamberler de gaybı bilmezler.
Bu kadınların daha önce iman etmeleri, yıllar sonra nefis ve şeytana uyarak inkâra sapmaları
ve bu inkârlarını gizli tutarak münafıklık yapmaları da mümkündür.
Dolayısıyla gerçekte kâfir oldukları halde zahiren mümin olarak yaşamış olabilirler. Nitekim,
Tevrat’ta Hz. Nuh’un tufandan sonra gemiden çıktığı zamanda da eşinden söz edilir. (İbn
Aşur, ilgili yer). Bu da onun tufandan sonra inkâra saplandığını gösteriyor. Çünkü kafirler
gemiye binmemişler ve boğulmuşlardır.
Peygamber de olsa insanların görevi zahire göre amel etmektir. Binaenaleyh, bu
peygamberlerin zahirde/görünürde mümin olan eşleriyle hayatlarını devam ettirmelerinde
dinen bir sakınca yoktur.
7
“Her dinin bir Ahlakı vardır, İslam’ın Ahlakı ise hayadır” anlamındaki hadiste her dinden
kasıt nedir? İslam tek din değil midir?
“Her bir dinin kendine has bir ahlakı vardır. İslam’ın ahlakı hayâdır.” (Muvatta,
Hüsnü’l-Hulk 9) anlamındaki hadisteki her dinden kasıt, Hz. Adem’den beri gelen bütün
semavî dinlerdir.
İslam kavramı -manası itibariyel- her ne kadar bütün dinlerin ortak unvanı olsa da, her
devirdeki peygamberin getirdiği dinin ayrı bir adı vardır. Hz. Adem’in dini, Hz. Nuh’un dini,
Hz. Musa, Hz. İsa’nın dini, Hz. Muhammed’in dini gibi.. Veya Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam
dini gibi..
İslam dini -iman esaslarında ittifak eden- bütün semavî dinlerin -manası itibariyle- ortak adı
olmakla beraber, en son din olan Hz. Muhammed’in getirdiği dinin asıl adı olmuştur. Çünkü
semavî dinler iman esaslarında ittifak etmelerine rağmen, füruat denilen şer’î hükümler
konusunda farklı ahkâma sahiptir.
Birer hak din olmaları ve Allah’a teslimiyetleri bakımından semavî dinlerin hepsi de İslam
kavramı ortak paydasında birleşiyor. Fakat zaman ve zeminin şartlarına göre ilahî hikmetin ön
gördüğü farklı ahkâmla gelmeleri, onlara ayrı isim ve unvanlar kazandırmıştır.
8
Hitler, Lenin hakkında bilgi verir misiniz?
Hitler
Adolf Hitler, 20 Nisan 1889 yılında Yukarı Avusturya'nın Braunau kasabasında doğdu. Bir
gümrük memuru olan Alois Hitler (1837–1903) ve Klara Pölzl (1860-1907) 'ün altı
çocuğundan dördüncüsüdür.
İlk tahsilini doğduğu kasabada, orta tahsilini Linz şehrinde yaptı. On üç yaşında
tüberkülozdan babası (Hitler'in memur olmasını isteyen babası Alois Hitler ile arası açılmıştı
çünkü kendisi sanatçı olmak istiyordu), on sekiz yaşında (1907) annesi vefat etti.
Alman Tarihi derslerinde Akademideki profesörlerin Yahudi olduğu, ve Yahudilere karşı ilk
kinin burada oluştuğu anlatılır.
1912'de Viyana'dan Münih'e geldi. 1914'de I. Dünya Savaşı çıkınca Hitler, Bavyera ordusuna
gönüllü olarak girdi.
Alman mağlubiyetinden sonra Hitler, arkadaşı mühendis Feder ve altı kişi tarafından
kurulmuş olan Alman İşçi Partisi isimli gizli bir fırkaya katıldı ve kısa sürede bu fırkanın reisi
oldu. Fırkanın adını NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) olarak değiştirdi ve
nüfuzunu arttırdı. Taraftarlarına kısaca "Nazi" ismi verildi. Kendisine de, taraftarları, rehber
anlamına gelen "Führer" lakabını verdiler.
Parti 25 maddelik bir program hazırladı. Bu programın ilk maddesi Almanya'yı Versay'ın
zilletinden kurtarmak idi. Alman vatandaşlığının yalnız Alman kanını taşıyanlara hasredilmesi
lazım geleceği programın temel maddelerindendi. Aynı zamanda büyük sermayeyi
devleştirmek de yine programın esaslarından birini teşkil eder.
Völkischer Beobachter adlı gazeteyi yandaşları çıkarıyordu. Josef Goebbels bu gazetenin
tamamen parti bülteni halini almasını sağladı. Gazetede partisinin fikirlerini açıklayan
makaleler yayınladı.
1924'de Münih'ten hükümeti devirmek için teşebbüslerde bulundu fakat başarılı olamadı.
Bunun üzerine 10 ay hapse mahkum edildi ve bu zaman içinde "Mein Kampf" (Kavgam)
isimli bir kitapta fikirlerini yazdı. Bu kitapla birlikte yeni teşebbüslerine de yol gösterdi.
1924 ve 1929 yılları arasında partisi başarısız oldu. Ancak Dünya Ekonomik Krizinden sonra
daha fazla oy kazanabildi (1929). 1930 seçimlerinde yüzde 18 oy ile SPD'den sonra ikinci
büyük parti oldu. Hitler'in oyları Katoliklerden daha fazla Protestanlardan, şehirlerden daha
fazla kırsal bölge ve kasabalardan, işçilerden daha fazla orta ve üst kesimden geldi.
Seçimle işbaşına gelen Adolf Hitler kısa zamanda anayasa değişikliği hakkını elde etti.
Hemen ardından diğer partileri yasakladı.
Savaş sonucunda Almanya'nın yenilgisini gören Adolf Hitler ümitsizliğin iyice artması
üzerine 30 Nisan 1945'te Berlin'de karısı Eva Braun'la birlikte aynı anda siyanür hapı içip,
önce Eva Braun'u sonra da kendisini bir silah vasıtasıyla vurarak intihar etti. Kendi isteğiyle
Führerbunker bahçesinde benzinle cesetleri yakılmıştır.
9
Hitler faşist ve zalim bir diktatördür. Siyasi olarak dini kendine güç yapmıştır. Hitlerin
savunduğu ırkçılık fikri de İslam’ın haram saydığı bir fikirdir. Hatta dinsizlikten sonra en
tehlikeli bir fikirdir.
Lenin
Lenin, 22 Nisan 1870’te Rusya’nın Simbirsk kasabasında Ilya Nikolayeviç Ulyanov ve Maria
Aleksandrovna’nın üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi.
Kaynaklara göre babası Lenin’i aslında bir devrimci ya da dinsiz olarak yetiştirmemişti.
Ağabeyi Aleksander ve birkaç arkadaşının Çar Üçüncü Alexander’a karşı giriştiği ve
başarısızlıkla sonuçlanan suikasttan sonra 1887 yılında idam edilmeleri, aynı yıl Kazan
Üniversitesi Hukuk Fakültesine başlayan Lenin’in hayatını tamamıyla değiştirecek bir
gelişme oldu. Çünkü Ulyanov soyadının bulunması Lenin’in tutuklanmasına ve okuldan
atılmasına sebep oldu. (Vladimir Ulyanov)
1890 yılında Vladimir, Hukuk fakültesine yeniden kabul edildi ve 1891’de mezun oldu.
1892’de, St. Petersburg’da avukat olarak işe başladı. 1895 yılında, St. Petersburg’da “İşçi
Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği” adlı gizli bir örgüt kurdu. Aynı yıl sonunda
tutuklandı, 14 ay hapiste kaldıktan sonra Sibirya’ya, Şuşenskoye Köyüne sürgüne gönderildi.
Bu sırada Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisinin (RSDİP) program taslağını hazırladı. Bu
parti 1898 Mart’ında Minsk’te toplanan bir kongreyle kuruldu.
1900’de serbest bırakıldıktan birkaç ay sonra yurtdışına kaçtı ve İsviçre’ye yerleşti. Aralık
1900’de yayımlanmaya başlayan İskra Gazetesindeki bir makalesinde ilk kez ‘Lenin’ takma
adını kullandı. Bundan sonra Ulyanov soyadını kullanmadı ve “Vladimir Lenin” olarak
tanındı.
RSDİP’nin 1903’te ikinci kongresinde, bazı konularda ortaya çıkan görüş ayrılığı sonrasında,
çoğunluğu sağlayan Lenin ve yandaşları Bolşevik (Çoğunluk), muhalifleri ise Menşevik
(Azınlık) adlarıyla anılmaya başladılar.
6 Kasım 1917’de Bolşevikler Rusya’da bir ihtilâl sonucu iktidarı ellerine geçirdiler.
Hazırlanan programda ısrarla vurgulanan “aç olanlara yiyecek, köylülere toprak” sözleri geniş
halk kitlelerinde büyük etki uyandırdı. Ayrıca bu dönemde Lenin iktidarı korumak için Kızıl
Orduyu kurdurdu.
Bolşevik rejimine kurtarıcı olarak bakan Rus halkı, rejime karşı ilk başta büyük bir tepki
göstermedi. Ancak 1921 yılına gelindiğinde uygulanan komünizme karşı Menşeviklerin de
destek verdiği bir iç savaş patlak verdi. Hatta Avusturya, Almanya ve Japonya Menşevikleri
desteklediler. Ancak 1922’de sona eren savaşı Bolşevikler kazandı ve Lenin’in yıllardır
düşlediği Bolşevik diktatörlüğünün doğmasını sağladı.
Bolşeviklerin onuncu kongresinde, ülkedeki tek siyasi organ olan Bolşeviklerin (RSDİP)
dışında hiçbir siyasî hareket kalmamasına karar verildi. Bu partinin on birinci kongresi
Lenin’in katıldığı son kongre oldu. Çünkü bu kongrede Stalin genel sekreterliğe seçildi ve
parti içinde çok güçlü bir konuma geldi.
10
Lenin, Mayıs 1922’de felç geçirdi. Bir sonraki yıl gerçekleştirilen parti kongresinde ise
vasiyetnamesini okutan Lenin, 21 Ocak 1924 yılında 53 yaşında öldü.
20. yüzyılda dünyaya dehşet saçan ideolojilerin başında komünizm gelmekteydi. Karl Marx
ve Friedrich Engels isimli iki Alman felsefecinin fikirlerine dayanan ve insanlara eşitlik,
refah, adalet ve cennet vadeden bu ideoloji, Lenin, Stalin, Mao gibi zalim, diktatörler
tarafından dünya tarihinin en büyük kıyım ve katliamları gerçekleştirdiler, kendilerine
inananlara cennet değil, cehennem hayatı yaşattılar..
11
"Sen kabirdekilere işittirecek değilsin" ayetine rağmen, niçin
kabirdekilere telkin yapılmakta ve selam verilmektedir? Eğer
ölülere selam verme ve telkinde bulunma hadisleri sahih ise
bu ayet ile hadisi şerifler arasındaki çelişkiyi nasıl
giderebiliriz?
Ölü kabre konulup defin işi tamamlandıktan sonra, ölüye telkin verilip verilmeyeceği
hususunda âlimler farklı görüşlere sahip olmuşlardır; Ölünün kabre konulmakla artık
dünyadakileri duymasının mümkün olmadığını söyleyenler(1), telkinin ölüye hiçbir faydası
olmayacağına ve verilmemesi gerektiğine kaildirler. Kabirdeki ölünün dirileri duyabileceğine
kail olup, dirilerin onu duyamayacaklarını söyleyenler ise, telkin verilebileceğini söylemişler
ve Rasülullah (a.s.m) in Bedir'deki Ehl-i Kalîb'e hitabını da, ölülerin Allah dilediği zaman,
dirileri duyabileceklerine delil olarak zikretmişlerdir(2).
İmam Ebü Hanife ise, telkinin ne emredilmiş, ne de yasaklanmış olduğunu, insanların
definden sonra telkin verip vermemekte serbest olduklarını söylemiştir(3).
İmam Şafi'î ise definden sonra telkinin müstehap olduğunu söyler. İmam Ahmed b. Hanbel de
Şafi'î ile aynı görüştedir. Telkini müstehab gören Şafiiler; kabre konulan kulun dönüp giden
yakınlarının ayak seslerini duyduğuna(4) Hz. Peygamber'in Bedir'de öldürülen müşriklerin
seslenmesine(5) dair hadisleri delil göstermişlerdir.
İmam Mâlik, "Ölülerinize Lâilâhe İllellah telkin edin."(6) hadisindeki "ölüler" den, "ölüm
döşeğindeki hastaların" kastedildiğini belirterek, definden sonra telkine dâir sahih bir haber
bulunmadığı için, ölüye telkin vermek mekruhtur, demektedir.(7)
Telkin verilip verilmeme hususu ihtilaflı olsa da kabirdekilerin kendisine hitap edileni
işiteceğine dair rivayetler vardır. Bedir savaşında harbin sonunda Kureyş'den ölenler bir
kuyuya dolduruldu. Allah Resulü onlara hitap ederek: Ey filan oğlu filan ve falan oğlu falan!
Allah ve Resulünün size va'd ettiklerini gerçek buldunuz mu? Ben Allah'ın bana va'd ettiğini
gerçek buldum, dedi. Hz. Ömer: Ey Allah'ın Resulü! Ruhsuz cesetlere nasıl hitab
ediyorsunuz? diye sorunca Peygamberimiz: "Benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi
duyamazsınız. Şu kadar var ki, onlar cevap veremezler." (Müslim, Cennet, 76, 77) buyurdu.
Peygamber Efendimiz bir kabrin yanından geçerken yanındakilere "Selam size ey mü'minler
yurdunun sakinleri!" diyerek selam vermelerini emir buyurmuşlardır. (Müslim, Cenaiz, 102;
Ebu Davud, Cenaiz, 79; Nesâî, Taharet, 109; İbn Mace, Cenaiz, 36, Zühd,36; Muvatta',
Taharet, 28) Selam anlayana verileceğine göre ölüler kendilerini ziyaret edenleri tanıyorlar
demektir. Müdakkik alimlerden birisi olarak tanınan İbn Kayyım el-Cevziyye de ölülerin
özellikle Cuma ve Cumartesi günleri ziyaret edip dua edenlerden ve çocuklarının güzel
davranışlarından duydukları sevinci nakleder. (İbn Kayyım el-Cevziyye, Kitâbu'r-Ruh, 10)
Kabirdekilerin işitmeyeceği ile ilgili Fatır Suresindeki ayeti kerime de önceki ayetlerle
birlikte değerlendirildiğinde burada kafirlerin ölülere benzetilmiş olduğu şeklinde
yorumlanmıştır.
12
"Kör ile gören, karanlıklar ile ışık ve gölgelikle sıcaklık bir değildir. Dirilerle ölüler de
bir değildir. Doğrusu Allah, dilediği kimseye işittirir. Sen, kabirlerde olanlara
işittiremezsin." (Fatır, 35/19-22)
Bu ayeti evvelindeki ayetlerle değerlendirildiğinde müfessirlerin genel kanaatine göre bu
karşılaştırmalı örneklerin olumlu olanları hakkı, imanı, iman sahiplerini ve kavuşacakları
güzellikleri; olumsuz olanları da bâtılı, inkarcılığı, inkarcıları ve kötü akıbetlerini temsil
etmektedir. Bu konudaki yorumlan şöyle özetlemek mümkündür:
Müminin tuttuğu yol sağlam, ufku ve basireti açık, niyet ve iradesi zinde, yaptıkları
kalıcı ve yarayışlıdır; kâfir ise ölüden farksızdır, basireti kapalı, kalbi kararmış,
yaptıklan anlam kazanamamış ve boşa gitmiştir.(8)
Râzî bu örneklere şöyle bir izah getirir: "Gören" kelimesi mümini, "kör" kelimesi kâfiri,
"aydınlık" imanı, "karanlıklar" küfrü, "gölge" rahatlığı ve huzuru, "sıcak" sıkıntıyı ve
yakıcı ateşi, "diriler" müminleri, "ölüler" kâfirleri anlatmak için kullanılmıştır(9). Yani
onlar işittiklerinden faydalanamamak ve onu kabul etmemek bakımından kabirdekiler
ayarındadırlar.
Burada kafirlerin hali ruhsuz ceset gibi hiç bir şeyi hissedip işitmeyeceği ve kabirdeki
cesetlerin nasıl insanı işitmesi mümkün değilse kafirler içindeki küfür karanlığından dolayı ey
Peygamber senin hitabını işitmezler şeklinde anlaşılabilir.
Berzah aleminde bulunan ruhların kabirleriyle alakası hasebiyle verilen selam ve hitabın
cesede değil ruha yapıldığı anlaşılmaktadır.
Dipnotlar:
1- Ölünün dirileri duyamayacağını ileri sürenler delil olarak: "(Ey Rasulüm) sen (a daveti)
ölülere duyuramazsın..." (Rûm, 30/52) âyeti ile, "..Sen kabirde bulunanlara işittirecek
değilsin. " (Fâtir, 35/22) âyetini zikretmektedirler ve Hz. Peygamber (S) in Bedirdeki ehl-İ
kalibe hitabını da, ashabına va'z ve nasihat olarak nitelendirirler. (el-Hapruti, Abdullâtif,
Tekmile-i Tenkihu'l-Kelâm, s. 145, ist.)
2- el-Harputi, 145-146, ist. 1332; Ibnü'l-Hümâm, I, 446-447.
3- el-Ceziri, el-Fıkhu Ale'l-Mezâhibil-Erba'a, I, s. 501. Beyrut, 1972.
4- Buhari, Cenaiz, 68; Müslim, Cennet, 70-72
5- Buhari, Meğazi, 8; Müslim Cennet, 76-77
6- Müslim, Sahih, Cenâiz. l, c. II, s. 631.
7- el-Ceziri, el-Fıkhu Ale'l-Mezâhibil-Erba'a, I, s. 501. Beyrut, 1972.
8- Taberî, Tefsir, XXII, 128-129
9- Razi, Tefsir, XXVI, 16
13
Mehmet Akif Ersoy'un hayatı ve eserleri hakkında bilgi
alabilir miyiz? Abdulhamit Han hakkında uygun olmayan
ifadeler kullandığı doğru mudur?
Cevap 1:
İstiklâl Marşı ve Safahat şairi olan Mehmed Akif Ersoy, millî-dinî hassasiyeti, karakter ve
seciyesiyle Müslümanların gönlünde yer edinen önemli bir şahsiyettir.
Şevval 1290'da (Aralık 1873) İstanbul Fatih'te Sarıgüzel'de doğdu. Babası, küçük yaşta tahsil
için Arnavutluk'un İpek kazası Şuşisa köyünden İstanbul'a gelmiş, "temiz" mânasına gelen
adının önüne temizlik ve titizliği dolayısıyla ayrıca "Temiz" sıfatı eklenerek anılan, Fâtih
Medresesi müderrislerinden Mehmed Tâhir Efendi, annesi aslen Buharalı olup Tokat'a
yerleşmiş bir aileden Emine Şerîfe Hanım'dır.
Emîr Buhârî mahalle mektebinde ilk öğrenimine başlayan Akif, burada iki yıl okuduktan
sonra Fâtih Muvakkithânesi'nin yanındaki ibtidâî mektebine yazıldı (1879). Safahat'ta. "Hem
babam hem hocamdır, ne biliyorsam kendisinden öğrendim" diyerek tanıttığı babası o yıl
kendisine Arapça öğretmeye başlamıştı.
Fâtih Merkez Rüşdiyesi'nden mezun olan Mehmed Akif (1885) Mülkiye Mektebi'nin idâdî
kısmına yazıldı. Babasının vefatı üzerine (1888) daha kısa yoldan meslek sahibi olarak hayata
atılmak için o sırada yeni açılmış olan Mülkiye Baytar Mektebi'ne girdi (1889). Aynı yıl çıkan
büyük Fatih yangınında evleri yanmasına rağmen Mehmed Akif bu sıkıntılar arasında
okulunu birincilikle bitirdi (1893)
Mektep yıllarında sporla, bilhassa güreşle meşgul oldu ve son iki senede şiire olan ilgisini
arttırdı. Mezuniyetinin ardından Ziraat Nezâreti Umûr-ı Baytariyye ve Islâh-ı Hayvanât
umum müfettiş muavinliğiyle memuriyet hayatına başladı. Görev yeri İstanbul olmakla
birlikte önce Edirne'de, daha sonra Anadolu ve Rumeli'nin çeşitli bölgelerinde dolaşarak
bulaşıcı hayvan hastalıklarıyla ilgili çalışmalar yaptı. Bir ara ordunun ihtiyacını karşılamak
için gerekli alımları yapmak üzere Şam ve civarında dolaştı. Bu seyahatlerde Köylüyü de
yakından tanıma imkânını elde eden, halkın dert ve meseleleri hakkında doğrudan bilgi sahibi
olan Mehmed Akif in tesbit ve tahlilleri şiirlerine realist ve canlı tablolar halinde aksetmiş,
çözüm tekliflerinin isabetli olmasını sağlamıştır. Sekiz on yaşlarında iken başladığı ve zaman
zaman ara verdiği hıfzını da kendi kendine çalışarak bu sıralarda tamamladı.
II. Meşrutiyet'in ilânından sonra Ebül'ulâ Mardin ve Eşref Edip'le birlikte devrin ilim ve fikir
hayatında önemli yeri ve tesiri olan, hemen hemen bütün şiir ve yazılarının çıkacağı Sırât-ı
Müstakim mecmuasını başyazarlığını da yaparak yayımlamaya başladı (27 Ağustos 1908).
Baytar Mekteb-i Âlîsi Me'zûnîni Cemiyeti başkanlığında bulundu (1910). Dârü'l-hi-lâfeti'laliyye Medresesi'nde Türkçe-ede-biyat muallimi oldu (1914).
Mehmed Akif, Balkan Savaşı sırasında kurulan ve ileriki yıllarda Millî Mücadele'nin
teşkilâtlanmasında önemli rol alacak olan Müdâfaa-i Milliyye Cemiyeti'ne bağlı Hey'et-i
Tenvîriyye'ye (Hey'et-i İrşâdiyye) katıldı.
14
Haksızlıklara tahammül edemeyen şair, müdürünün haksız yere vazifesinden alınması üzerine
memuriyetten istifa etti (1Mayıs 1913). Bu yılın sonunda, şiir ve yazılarıyla İttihatçılar'ın fikir
babası sayılan Ziya Gökalp'in ileri sürdüğü ırkçı düşüncelere ve aynı merkeze bağlı yazar ve
aydınların din karşıtı yayınlarına karşı çıkmasının hükümet tarafından tasvip edilmediğinin
bildirilmesi üzerine İstanbul Dârülfünunu'ndaki görevinden de ayrılmak zorunda kaldı.
Çıkarmakta olduğu Sebîlürreşâd da aynı sebeplerle İttihatçı hükümetler tarafından birkaç kere
kapatılmıştır.
Mehmed Akif, 1914 yılı başlarında Mısır ve Medine'ye, Teşkîlât-ı Mahsûsa'nın verdiği
görevle 1914’te Berlin'e, 1915’te Arabistan'da devlete bağlı kabilelerin desteğinin devamını
sağlamak amacıyla teşkilât başkanı Eşref Sencer'in(Kuşçubaşi) idaresindeki bir heyetle
Riyad’a, 1918’de Lübnan'a gitti.
Şeyhülislâmlığa bağlı dinî-akademik bir kuruluş olan Dârü'l-hikmeti'l-İslâmiyye'nin
başkâtipliğine tayin edilen Mehmed Akif (Ağustos 1918) daha sonra kuruluşun aslî üyesi oldu
(Ocak 1920). Ayrıca Kâmûs-i Arabî Heyeti üyeleri arasında yer aldı.
I. Dünya Savaşı'nın Osmanlı Devleti aleyhine sonuçlanması, ağır mütareke şartlan ve yurdun
işgaliyle Yunanlılar'ın İzmir'e çıkması üzerine başlayan Millî Mücadele hareketine fiilen
katılma kararıyla 1920 Şubatında Balıkesir'e giden Mehmed Akif burada Kuvâ-yi
Milliyeciler'le görüştü. Zağanos Paşa Camii ile çeşitli yerlerde halkı birliğe davet ve
direnmeye teşvik maksadıyla vaaz ve konuşmalar yaptı.
Burdur mebusu olarak meclise girdi. (5 Haziran 1920) Millî Mücadele'yi teşvik eden konuşma
ve vaazlar yaptı. Bunların en önemlisi meclis kararıyla gittiği Kastamonu'da Nasrullah
Camii'ndeki ünlü vaazıdır. Bu vaaz, son derece ihatalı bir bakışla dünyanın siyasî vaziyetini
tahlil edip Sevr Antlaşmasının bizim için nasıl bir felâket olacağını izah eden, onu yırtıp
atmayı ve Batılı sömürgecilerin karşısına iman ve silâhla dikilmeyi hayatî bir mecburiyet
olarak telkin edip Millî Mücadele'yi büyük bir heyecanla teşvik eden önemli bir belgedir.
1920 yılının son aylarında Erkân-ı Harbiye Riyâseti'nin isteğiyle Maarif Vekâleti millî marş
güftesi için bir yarışma açtı. Yarışmaya 700'den fazla şiir gelmesine rağmen nitelikli bir
manzume bulunamayınca konulan maddî mükâfat sebebiyle yarışmaya katılmayan Mehmed
Akif in de bir marş yazması ısrarla istendi. Mükâfat şartının kaldırılması üzerine Akif şiirini
tamamlayarak teslim etti. Meclisin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda okunan şiir ittifakla
İstiklâl Marşı güftesi olarak kabul edildi. Ancak meclis kararı olduğu için kazanana verilmesi
zaruri hale gelmiş bulunan nakdî mükâfat Akif tarafından alınıp Dârü'l-mesâî adlı bir hayır
cemiyetine bağışlanmıştır.
Millî Mücadele'nin zaferle sonuçlanmasının ardından Büyük Millet Meclisi'nin aldığı seçim
kararı üzerine yeniden teşekkül eden ikinci dönemde muhalefet grubuna mensup diğer millet
vekilleri gibi Mehmed Akif de aday gösterilmedi. Ekim 1923'te Abbas Halim Paşa'nın daveti
üzerine Mısır'a giden Akif in bu daveti kabulünde, kazanılan Millî Mücadele'den sonra ümit
ettiği İslâm birliği ve bu birlikte Türkiye'nin önemli rol oynaması idealinin
gerçekleşememesinin doğurduğu hayal kırıklığının büyük tesiri olmuştur. İki yıl kışları
Mısır'da geçirip yazları Türkiye'ye döndüyse de 1928'in sonundan itibaren sürekli Mısır'da
kaldı. Bunda da hak kazandığı emekli maaşının bağlanmamasından doğan geçim sıkıntısı ve
hükümetin muhalif kabul ettiği birçok fikir ve siyaset adamı arasında kendisinin de polis
takibine alınmasının ağırına gitmiş olması önemli rol oynamıştır.
15
Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki bütçe müzakereleri sırasında alınan bir karar üzerine (21
Şubat 1925) Diyanet İşleri Reisliği, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri için Elmalılı Muhammed
Hamdi'ye, tercümesi için de Mehmed Akif'e teklifte bulundu. Akif, yapılacak çalışmanın dinî
ve ilmî sorumluluğunu düşünerek uzun bir tereddütten sonra tercüme yerine meal denilmesi
ve Elmalılı M. Hamdi'nin hazırlayacağı tefsirle birlikte basılması şartıyla teklifi kabul etti.
1926-1929 yılları arasında yoğun bir mesai sarfedip tercümeyi bitirdiyse de vefatına kadar
üzerinde çalışmaya devam etti. Ancak ezanın kanun zoruyla Türkçe okutulduğu o yıllarda
namazların da devlet zoruyla Kur'an'ın Türkçe tercümesiyle kıldırılacağı endişesini
taşıdığından yaptığı anlaşmayı feshedip avans olarak aldığı bir miktar parayı geri verdi ve
çalışmasını teslim etmedi.
Mehmed Akif'in Mısır yıllarında Kur'an mealinden sonraki en önemli meşguliyeti,
Kahire'deki el-Câmiatü'l-Mısriyye'nin Edebiyat Fakültesi'nde Türk dili ve edebiyatı dersleri
vermesi oldu (1929-1936).
1935'te rahatsızlanan Mehmed Akif, hava değişimi için bir aylığına Lübnan'a ve o sırada
Fransız idaresinde bulunan Antakya'ya gitti. Hastalığının ağırlaşması üzerine 17 Haziran
1936'da İstanbul'a döndü. Nişantaşı Sağlık Yurdu'nda tedavi gördü. Said Halim Paşa'nm
Alemdağ'daki Baltacı Çiftliği'nde oğlu Prens Halim tarafından misafir edildi. Son günlerini de
aynı ailenin Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanında kendisine ayırdığı dairede geçirdi ve orada
vefat etti (27 Aralık 1936).
Resmî şahıs ve makamların ilgi göstermediği İstiklâl Marşı şairinin cenazesi, Beyazıt
Camii'nden üniversite gençliğinin ve halkın katıldığı büyük bir cemaatle Edirnekapı
Mezarlığı'nda dostu Babanzâde Ahmed Naim'in kabrinin yanında toprağa verildi. 1960
yılındaki yol inşaatı sebebiyle her iki mezar Süleyman Nazif'in kabriyle birlikte Edirnekapı
Şehitliği'ne nakledildi. Mehmed Akif yılı olarak ilân edilen vefatının ellinci senesinde (1986)
Kültür Bakanlığı tarafından kabrinin üzerine yeni bir lahit yaptırıldı.
Eserleri
Safahat. Mehmed Akif in sağlığında yedi ayrı kitap halinde bazıları birkaç defa basılan,
ölümünden sonra tek cilt olarak yayımlanan ve tamamı aruzla yazılmış 11.240 mısralık 108
manzumeden ibaret külliyatının genel adıdır. Birinci kitabın dışında diğerlerinin ayrıca birer
adı da bulunmaktadır,
Mehmed Âkifin gerek 1908'den önce gençlik devrinde gerek sonraki yıllarda yazdığı, ancak
Safahat'a almadığı, kendi ifadesiyle "Safahat hacminde" şiirleri olduğu bilinmektedir. Önemli
bir kısmını bizzat kendisinin yok ettiği bu şiirlerden devrin dergilerinde ve dostlarına yazdığı
mektuplarda kalmış veya bazı kişilerin hatıralarıyla ortaya çıkmış olanları birkaç bin mısraı
bulmaktadır. Bunların önemli bir kısmı M. Ertuğrul Düzdağ'ın hazırladığı Safahat neşirlerine
eklenmiştir.
Tefsirler. Mehmed Akif'in on sekizi manzum olan ve Safahat'a alınmış bulunan elli yedi tefsir
yazısının tamamı Sebîlürreşad'ın 183. sayısından itibaren muhtelif nüshalarında "Tefsîr-i
Şerif" başlığı altında yayımlanmıştır. Bunlar, dönemin güncel meseleleriyle ilgili âyetlerin ele
alındığı yazılardan meydana gelmektedir.
Makaleler. Mehmed Akif'in cemiyet, edebiyat ve fikir bahisleri etrafında makale, sohbet ve
hâtıra şeklinde kaleme alıp Sırât-ı Müstakim ve Sebîlürreşâd'da "Hasbihal". "Edebiyat
16
Bahisleri", "Eski Hâtıralar", Letâif-i Arab'-dan" başlıkları altında neşrettiği elli yazıdan ibaret
olup Abdülkerim ve Nuran Abdülkadiroğlu tarafından Mehmed Akif Ersoy'un Makaleleri
adıyla yayımlanmıştır (Ankara 1987).
Halen elli kadar mektubu neşredilmiş olan Akif'in birkaç yüz mektubunun daha özel ellerde
bulunduğu tahmin edilmektedir.
Ayrıca, Müslüman Kadını (İstanbul 1972), İslâmlaşmak (İstanbul 1337), İslâm'da Teşkîiât-ı
Siyâsiyye, İçkinin Hayât-ı Beşerde Açtığı Rahneler (İstanbul 2003), Anglikan Kilisesine
Cevap (Ankara 1974) gibi tercümeleri de vardır.
Mehmed Akif in bütün eserleri İsmail Hakkı Şengüler tarafından yayıma hazırlanmış ve son
tashihleri M. Ertuğrul Düzdağ eliyle yapılarak on ciltlik Mehmed Akif Külliyatı içinde
toplanmıştır. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Mehmed Akif Ersoy md.)
Cevap 2:
Peygamberlerden başka herkes hata edebilir. Bu açıdan Merhum Mehmed Akif de Cennet
mekan Sultan Abdülhamid han da hata edebilir. Biri diğeri için hatalıdır diyebilir.
En çalkantılı dönemde 33 sene padişahlık yapmış bir insanı iki kelime ile anlatmak elbette
mümkün değildir. Bir insanı hatalardan tenzih edip “ulu”lamak, ya da bütünüyle hatalı sayıp
yerin dibine batırmak, hem sosyoloji bilimi açısından, hem de insanın mahiyeti bakımından
doğru değildir.
Mehmed Akif Ersoy, son derece duygusal bir şair ve fikir adamı, Sultan Abdülhamid ise
siyaset ve aksiyon adamıdır.
Fikir adamı, şartlar ne olursa olsun hürriyet ister. Siyaset adamı ise “şartların gereği olarak”
zaman zaman hürriyetleri kısıtlama cihetine gider. Bu ikisi, temelde aynı yolun yolcusu, aynı
kıblenin insanı olsalar bile, ister istemez çatışmaya girerler. Akif de Sultan İkinci Abdülhamid
ile çatışmış, "Köse İmam", "İstibdat" gibi şiirlerinde hakaretâmiz bir üslupla yargılamıştır.
Ne olursa olsun, insanları, yanlışları ve doğrularıyla birlikte değerlendirmek esastır. Bu
ölçekte değerlendirilmeleri halinde, Mehmed Akif ve Sultan Abdülhamid her ikisi de
vicdanlarda “beraat” kararı alırlar.
17
Açlık grevi (ölüm orucu) yapmak dinen caiz midir?
Önce böyle bir harekete niçin ve ne maksatla teşebbüs edildiğine bakmak lâzımdır. Böyle bir
davranış bir çeşit protestodur. Bir devletten veya kuruluştan normal yollarla hakkını alamayan
kimseler, ümitlerini kesince açlık grevine giderek haklarını talep etmektedirler.
Evvelâ, böyle bir hak aramanın mantıkî ve meşru olmadığını belirtmek lâzımdır. Şayet meşru
bir hak talep ediliyorsa, gayri meşru ve anormal bir yola başvurmak yersiz olur.
Böyle bir hareketin gayri meşru olduğu, yâni dinimizin tasvip etmediği şu şekilde anlaşılır:
Ölüm orucuna başlayan veya başka bir tâbirle açlık grevine giren bir insan, birşey yeyip
içmemektedir. Aç ve susuz kalan bir insan ise gün geçtikçe takâtten düşüp zayıflayacak,
neticede ölüme gidecektir. İnsanın kendi kendini ölüme terk etmesinin, canına kıymasının
diğer bir adı da “intihar”dır. İntihar ise İslâmın kesinlikle haram saydığı bir harekettir. Çünkü
bizi yoktan var eden, beden elbisesini giydiren, hayat gibi bir nimeti bahşeden Allah, bütün
bunları biz insanlara bir emanet olarak ihsan etmiştir. İnsan bu emaneti korumakla, onu
tehlikelerden uzak tutmakla mükelleftir. Bu emaneti kendi eliyle tehlikeye atan insan Allah
katında mes’ul duruma düşer. “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın”1 buyuran Yüce
Rabbimiz; insanın hem maddî, hem de mânevî hayatını her türlü tehlikeden korumasını
emretmektedir.
Bunun için, insanın ölmeyecek kadar birşeyler yeyip içmesi farzdır. Çünkü bedenimiz, ancak
yeyip içmekle ayakta durabilir, hayatiyetini devam ettirebilir. Bu farzı yerine getiren insan
büyük bir sevap kazanır. Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz, “Şüphesiz, Allah helâl olan
herşeyden dolayı mükâfat verir. Hattâ kulun ağzına götürdüğü lokmada bile sevap vardır”
buyururlar.2
Bu âyet ve hadisten şu hüküm çıkmaktadır:
“Bir kimse yemeyi ve içmeyi terk etse ve bu sebepten de ölse Allah’a karşı isyan etmiş, âsi
olmuş olur.”3 “Yemeye, içmeye gücü kudreti olduğu halde ölünceye kadar aç kalan kimse
günahkâr olur.”4
Bilindiği gibi, dinimiz domuz eti ve hayvan leşi yemeyi, içki içmeyi yasaklamıştır. Fakat
insan muztar durumda kalır, yiyecek içecek birşey bulamazsa, ancak ölüm tehlikesini
atlatacak kadar, haram sayılan bu maddelerden yeyip içebilir. Böyle bir durumda kalan, yani
hayatî tehlike geçiren bir insan bu çeşit haram sayılan yiyecek ve içecekleri bulur da yemezse
yine mes’ul duruma düşer. Muteber fıkıh kitaplarımızdan El-Feteva’l-Hindiyye’de bu hususta
şöyle bir fetva bulunmaktadır:
“Bir kimse şiddetli açlık hâline düşer, leş gibi haram sayılan bir yiyecek bulur da yemez veya
hiçbir şey yemeyerek oruç tutarsa, günahkâr olur.”5
Yine kul hakkını yemenin haram olduğunu biliyoruz. Fakat açlıktan dolayı ölüm tehlikesine
maruz kalan bir insan, başkasının elindeki bir yiyeceği içeceği alıp yiyebilir, içebilir. Aynı
kaynakta şöyle denir:
“Bir kimse şiddetli açlık veya susuzluk çekerken yanındaki arkadaşında bir yiyecek ve içecek
olsa da vermese, onunla kavga yapar, zorla alır, tehlikeyi giderir.”6
18
Aynı şekilde dilenmeyi dinimiz haram kılmıştır. Fakat açlık tehlikesi geçiren bir insan
dilenmeye tâkati olduğu halde kimseden bir yiyecek istemeden ölürse yine günahkâr olur.
Çünkü kendi eliyle canını tehlikeye atmış olmaktadır.
İşte bu saydığımız sebeplerden dolayı, bir insan herhangi bir sebeple açlık gerevine girse,
ölüm orucu tutsa, hayatını tehlikeye atmış olacağından mes’uldür. Bir nevi intihar
sayılacağından, haram olan bir hareket işlemiş demektir. Son yıllarda ülkemizde de örneğini
gördüğümüz bu hareket Avrupa’dan gelen bâtıl bir âdetten başka bir şey değildir.
1. Bakara Sûresi, 195.
2. Mecmau’l-Enhur, 2: 524.
3. A.g.e.
4. el-Feteva’l-Hindiyye, 5: 338.
5. A.g.e.
6. Mecmau’l-Enhur, 2: 528.
Mehmed Paksu
19
Her insana hususi bir şeytan musallat olmaktadır. İnsan
manen terakki ettikçe şeytanı da kendini geliştirip daha
fazla zarar verebilir mi?
İnsanlar gibi şeytanlar da farklı farklıdır. Çok aşırı zararlıları olduğu gibi her insana özel
verilmiş şeytanlar da vardır. Nitekim bazı hadislerde şeytanların bu farklılıkları farklı
meselelerde anlatılmıştır.
Hz. Cabir (r.a) anlatıyor: Rasülullah (s.) buyurdular ki: "İblis'in arşı deniz üzerindedir.
Oradan askerlerini gönderip insanları fitneye atar. Bunlardan, yanında mertebece en
yüksek olanı en büyük fitneyi çıkarandır. Askerlerinden biri gelip: Şunu şunu yaptım!
der. İblis: Hiçbir şey yapmamışsın! der. Sonra bir diğeri gelip: Ben falanın peşini
hanımıyla arasını açıncaya kadar bırakmadım! der. İblis onu kendisine yaklaştırıp: Sen
ne iyisin! der" (Müslim, Münafikûn, 66-67).
Başka bir hadis-i şerifte de "Ramazan ayı girince Cennet kapıları açılır, Cehennemin
kapıları kapanır ve merede-i şeyâtîn zincire vurulur." (Buhari, Savm, 5) buyurulmuştur.
Hadiste geçen "Merede", inatçılar, direnenler, saldırganlar demektir. Bu ifadeyle, şeytanların
en azgınları, ipe-sapa gelmezleri, gözü dönmüşleri kastedilmektedir.
Yüce Allah insanı yol gösteren bir melekle desteklediği gibi onun yanına, kendisine vesvese
veren, kötülüğü süslü gösteren, kötülük yapmaya teşvik eden ve fitneye çağıran bir de şeytan
vermiştir. Bu konuda peygamberlerle diğer insanlar arasında hiçbir ayırım da yapılmamıştır.
Şöyle ki: "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar
aldatmak için birbirlerine yaldızlı (içi bozuk dışı süslü ve aldatıcı) sözler söylerler. Yani
vahyeder gibi seri bir ima ve işaretle öyle süslü, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların
sadece dışındaki süsüne bakanlar aldanır ve onların şeytanlıklarına meftûn olurlar"
(En'am, 6/112-113). Hz. Peygamber de bir soru üzerine: "Her insanın yanında bir şeytan
vardır, demiş. Seninle de mi ey Allah'ın elçisi diye sorulduğunda, evet, fakat Rabbim
ona karşı bana yardım etti de, o da bana teslim oldu" (Müslim, Münâfikûn, II; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, VI, 115) cevabını vermiştir.
Şeytandan Korunmanın Çaresi
İnsan yüzünü hakka çevirdikçe kendi şahsi şeytanı da cılızlaşır. Manevi mertebesi
yükseldikçe teslimiyeti artar. Bunun yanında şerli şeytanlar da ona musallat olmakta daha
fazla gayret göstermektedir. İnsan ise bunların şerlerinden korunmak için Allah'a sığınarak
kendini koruma altına alır. Manevi bir zırh ile korunma noktasına gelen insana şeytanların
şerlileri dahi zarar verememektedir.
İnsanı şeytana tutsak eden nefsî hastalıklar arasında zayıflık, ümitsizlik, emelsizlik,
şımarıklık, aşırı sevinç, kendini beğenmişlik, yersiz övünme, zulüm, azgınlık, inkâr,
nankörlük, acelecilik, başıboşluk, serserilik, cimrilik, açgözlülük, hırs, münakaşa, gösteriş,
şüphe, kararsızlık, cehalet, gaflet, düşmanlıkta katılık, aldatma, yalan iddia, sabırsızlık,
şikayet ve yakınma, infak etmeme, isyankârlık, inatçılık, tahakküm, haddi aşma, mala
düşkünlük ve dünyaya dört elle sarılma sayılabilir. Nefis bu hastalıklardan kurtulup da
mutmain olunca içini Allah'ın zikri, şeytandan sakınma, güç ve gayretin Allah ile mümkün
20
olduğunu itiraf etme, gökleri ve yeri ayakta tutan ve yok olmaktan koruyan Allah'a yöneltme
gibi, insanın maneviyatını güçlendiren ve rûhî kalitesini yükselten faziletlerle dolar. Bu
duruma yükselen insandan şeytan artık çekinmeğe başlar ve onunla karşılaştığında yolunu
değiştirir. Nitekim Hz. Peygamber Hz. Ömer'e hitaben şöyle demiştir: "Ey Hattab oğlu
Ömer! Şeytan asla seninle karşılaşmaz. Sen bir yoldan giderken, o muhakkak senin
yolundan başka bir yola yönelir gider."(Buhari, Fedâilü'l-Ashâb, 6)
Gerek Peygamberimizin şahsi şeytanının kendisine teslim olması gerekse Hz. Ömer gibi bir
şanlı sahabeye şerli şeytanların yaklaşmeya cesaret edememesi Şeytan'dan Allaha hakkıyla
sığınanların korunduğunun açık bir göstegesidir.
İlave bilgi için tıklayınız.
Cinlerin şerrinden Allah’a sığınma nasıl olmalıdır?
21
Darwinistler insanın 2. kromozomunun ortasında telomer ve
2 tane sentromer olduğunu belirtmişlerdir. Bizim onlara
nasıl bir bilgi ile karşılık vermemiz gerekir?
Bunun cevabı bilimsel olur. Siz aynı kromozomları incelersiniz. Belirtilen hususlar ikinci
kromozomda yoksa olmadığını belirtirsiniz. Şayet bahsedilen yapılar bu kromozomda varsa, o
zaman da bulunduğunu doğrulamış olursunuz.
Bu konuda yorumlar faklılık gösterecektir. Ateist evrimciler bu yapıları, tesadüfe ve evrime
havale edecekler, yaratılışçılar da Allah’ın ilim ve kudretine vereceklerdir.
Zaten tartışma da bu yorum faklılıklarından çıkmaktadır.
O yorum faklılıkları da inanç ve kültür değerlerine dayanmaktadır. Çatışmanın kaldırılması
için, evrimcilerin ateist yorumlarını bilimsel bilgi gibi takdim etmekten vazgeçmeleri, evrimin
karşıt görüşlerine de yer vermeleri gerekir.
Evrimle ilgili konular, sorular ve cevaplar için www.sorularlaevrim.com sitemize bakmanızı
tavsiye ederiz.
Prof. Dr. Adem Tatlı
22
Mevlana’nın "Bazı alimlerin Allah´ı ispat etmeye
çalışmalarına şaşıyorum. Allah’ın varlığı sabittir, sen
kulluğunu ispat etmeye çalış!" sözüne göre Allah’ı varlığını
ispat etmeye çalışmak sakıncalı mıdır?
Mevlana’nın bu ifadesini bildiğimiz kadarıyla şöyle bir kaç maddede özetleyebiliriz:
- Mevlana bu sözü kendi makamında söylemiş olabilir. Ona göre, Allah’ın varlığında asla
şüphe yoktur, o zaten ispatlıdır. İnsanlara düşen ise, kulluk görevini yaparak samimi bir kul
olduğunu ispatlamaktır. Her makam kendi konumuna uygun bir söz ister. Cenazede güldüren,
düğünde ağlatan bir söz söylemek -makamın konumuna uygun olmadığı için- çirkindir.
Mevlana burada tahkik değil, hakikat makamında konuştuğu için öyle demiştir.
- Bütün ruhlar “Elestü bezmi”nde Allah’ın “ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusuna
cevaben “Evet” diyerek Allah’ın varlığını kabul etmişlerdir. Ancak ruhlar, alem-i ervahtan
gelip insanın bedeniyle birleşince, hayvanî ve nebatî unsurların tesirinde kalan nefis -şeytanın
da telkiniyle- tereddütlere maruz kalmış ve eski ahdini unutmuşlardır. Bu ahdin yeniden
canlanması için iki temel yol vardır. Birincisi, salih amel yoluyla nefsi tezkiye ederek...
İkincisi, ilim yoluyla marifetullah’ı talim ederek.
Mevlana’nın zamanında genellikle iman esaslarında fazla bir sarsıntı olmadığı için, nefsin
terbiyesi adına salih amel yaptırarak ona kulluğunu hatırlatmak icap ediyordu. Mevlana
hazretleri bu makamda nefsin bu terbiyesine işaret etmiş olabilir.
Zamanımızda ise, iman esasları sarsılmış, “Elestıu bezmi”nde verilen sözler -insanların büyük
çoğunluğu tarafından- tamamen unutulmuştur veya unutulmuş gibi davranılmaktadır.
İnsanları bu derin gaflet uykusundan uyandırmak için şok etkisini yapacak ilmî ispatlara
ihtiyaç vardır.
- Mevlana bir mürşittir. İrşad görevinin hikmetle yürütülmesi gerekir. Muhatapların
konumu, ihtiyacı irşat ekseninde ön planda tutulması gereken bir husustur. Mevlana
hazretlerinin bulunduğu çevrede ve dönmede iman esaslarından çok, amel esaslarına az riayet
ediliyordu. Bu arada -öyle anlaşılıyor ki- bazı alimler bulundukları çevrenin ihtiyacını göz
önünde bulundurarak Allah’ın varlığının ispatına çalışmışlardır. İşte Mevlana onların bu
çalışmalarının çok fazla ihtiyaç duyulan bir hizmet metodu olmadığını anlatmak ve önemli
olanın, kulluk şuuruyla hareket etmeyi netice veren bir irşat metodunu uygulama adına
“Allah’ın varlığı zaten ispatlıdır, önemli olan insanların kulluklarını ispatlamalarıdır” demiş
olabilir.
İçinde bulunduğu çağda imansızlık veya iman zayıflığı kol gezdiği için her şeyden önce başta
Allah’ın varlığının ispatı olmak üzere iman esaslarını ders vermenin zorunlu olduğu açıktır.
Bu açıdan öncelik iman esaslarının ispatına ve taklitten tahkik mertebesine çıkarılmasına
ihtiyaç vardır.
Nitekim Bediüzzaman hazretleri, bu gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koymuş ve eski
zamanların büyük mürşitlerinin bu asırda olması durumunda bütün irşad ve gayretlerini iman
esaslarının ispatına ve takviyesine sarf edeceklerin ifade etmiştir:
23
“...Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (ra) ve
Şah-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbanî (ra) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün
himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi.
Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye
sebebiyet verir.
İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur. Ekmeksiz
insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye
gıdadır.
Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye
ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak
bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil...”(Mektubat/5. mektup).
Burada vurgulanmak istenen mana, her dönemin siyasi ve içtimai yapısının değişik
olduğudur. Elbette bu değişikliği tatmin edip doyuracak her dönem için ayrı ve taze bir
Kur’an tefsiri gerekiyor. Zaten her yüz yılda gelen müceddidler de bu vazifeyi yerine
getiriyorlar.
Mevlana Hazretleri kendi döneminin hekimi idi, o dönem insanlarının anlayış ve seviyesine
göre hareket ediyordu. O dönem gitti, yeni dönemler geldi ve şartlar çok değişti. Elbette
değişen şartlara uygun olacak yeni hekimlerin çıkması gerekir. İşte Bediüzzaman Hazretleri
burada bu noktaya işaret ediyor.
- Ayrıca Hz. Mevlana’nın bahsettiği ispat konusu, tahkiki imana vesile olup, hakiki marifeti
netice veren Kur’anî bir ispat tarzı değil, felsefeden beslenen kuru akılcılık tarzı bir
ispatçılıktır. Risale-i Nurların mesleği Kur’anî olduğu için o tenkit edilen ispat kapsamına
girmez. Risalelerdeki ispat tarzı Kur'anîdir:
“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olup
giderdi.”(Enbiyâ, 21/22)
Özetle söylemek gerekirse, bu gibi mübarek zatları ve sözlerini bulunduğu dönem ve o
döneme ait şartlar içinde değerlendirmek gerekir. İmanın umumi olduğu, günahların
işlenmediği bir dönemde, öncelikli ve revaçta olan konu elbette amel-i salih ve takva
olacaktır. Ama imanın sarsılmış, günahların sel gibi her tarafı kuşattığı bir toplumda, öncelikli
ve revaçta olan konu elbette iman ve İslam esaslarının isbatı ve kuvvetlendirilmesidir.
24
Allah ile kulları arasında, “şartınız şartımız, siz lazım olanı
ortaya koyun biz de koyalım” anlamında bir sözleşme olmuş
mudur? Allah isterse bir kulunu muhatap alıp onunla
konuşur mu?
Buradaki açıklamalar bazı ayetlerin ifadelerinden alınmıştır. Bu ayetlerde bütün müminlere
yapılan çağrılarla bir nevi sözleşme yapılmıştır. Her fert kendi iç muhasebesinde bu ilahî
taahhüde muhatap olduğunu düşünebilir ve kendini ona göre ayarlayabilir.
Bu muhatap olma şekli elbette bir peygamber gibi olmaz. Bu sadece Kur’an okuyucuları
arasında yer alan bir mümin olarak istediği dersini almak manasına gelir. İman, cihad, ilim,
takva, namaz, oruç, hac gibi, konulara kendini muhatap kabul etmek de bu türden bir hitap
şekline bir mazhariyeti ifade etmektedir.
İlgili ayetlerden bazılarının mealleri şöyledir:
“Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki ben de size karşı ahdimi yerine
getireyim”(Bakara, 2/40).
“Resulüm! De ki: “Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir/çok affedicidir, engin
merhamet ve ihsan sahibidir”(Ali İmran, 3/31).
“Ey iman edenler! Siz Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, Allah size hakkı batıldan
ayırd edecek bir anlayış kuvveti verir, sizin günahlarınızı örter, sizi affeder. Allah
büyük lütuf sahibidir”(Enfal, 8/29).
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) destek olursanız, O da size yardım
eder ve savaşta ayaklarınızı kaydırmaz.”(Muhammed, 47/7).
“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona sıkıntıdan çıkış kapıları açar. Onu
hiç ummadığı yerlerden rızıklandırır”(Talak, 65/2).
Allah’ın Kur’an’da buyurduğu bu taahhüdü kıyamete kadar bakidir.
Gerçek vefa, sarih ve zımnî olarak Allah'a karşı verilen sözlere sadık kalmaktır Meselâ,
"Ben, Allah'ın kuluyum, O da benim Mâbud'um Hazreti Muhammed aleyhissalatü
vesselâmın ümmetiyim, İslâm'ın müntesibiyim" gibi ifadeler söz verme demektir
Vefa, dosta ait bir sıfattır. Dost, dostunu asla terk etmez. Dostluğun devamı da ancak vefaya
bağlıdır.
Allah’ın ahdini bozmak, O’na verilen sözde durmamak, gerek Allah’a gerek insanlara verilen
söze aykırı davranmaktır.
Allah’ın ahdi ile başka manalar da kastedilmiş olabilir:
25
1. Ahit, Allah’ın yaratırken insanın içine koyduğu Allah’ı tanıma kabiliyetidir. Buna fıtrat
ahdi (doğal ahit) de denir ki, “Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden
zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?’ (demişti). ‘Evet, buna şahidiz’ dediler”(Araf, 7/172) ayetinde bu fıtrat ahdine
işaret edilmiştir.
2. Kâinatta Allah’ın birliğinin delillerini düşünüp de şu engin evrenin yaratıcısına kulluk etme
kanaatine varmak da Allah’ın ahdi sayılır. Zaten yaratılışta insanın içine konulan yetenek,
insanı bu kanaate götürür.
3. Allah’ın ahdi, daha sonra gelecek peygambere inanacakları hakkında gerek
peygamberlerden, gerek onlara inananlardan alınan sözdür. “Allah, peygamberlerden şöyle
söz almıştı: ‘Bakın, size kitap ve hikmet verdim; sonra yanınızda bulunan kitabı
doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım
edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’
demişti. ‘Kabul ettik’ dediler” (Al-i İmran, 2/81) ayetinde bu ahde işaret edilmiştir.
İlave bilgi için tıklayınız: Ahd ve ahde vefa..
26
Peygamberimiz (s.a.) iç çamaşırı kullanmış mıdır? Sünnete
uygun olarak nasıl bir iç çamaşırı tercih etmeliyiz?
Hz. Peygamberin kıyafetleri şu parça ve çeşitlerden oluşmaktadır:
Mübarek başlarına; burnus veya kalensüve adı verilen bir külah üzerine sarılmış sarık
(‘imame) giyerlerdi.
Üstlerine giyindikleri elbiseleri de ridâ, izâr ve kamîs şeklinde olurdu. Giyindikleri kıyafet umumiyetle- iki parça olup; üst parçasına ridâ, alt parçasına da izâr denirdi. Kamîs ismi
verilen önü kapalı entari gibi uzun gömlek giyinmeyi ise daha fazla tercih ederlerdi. Gerektiği
zaman bunların üzerine; cübbe, aba, bürde gibi adlar verilen hırka nevinden bir kıyafet
giydikleri de olurdu.
Ayaklarına giydikleri ayakkabı çeşidi ise; nâleyn adı verilen sandal tipi pabuçla, huffeyn
denen potin veya mest tipi ayakkabılardır.
Kaynakların verdiği bilgilere göre; Hz. Peygamber (sav)'in bütün giyim eşyaları bu
parçalardan meydana geliyordu. Kendilerinin çorap giymedikleri hususunda vesika değerini
taşıyan bir kayda rastlayamadığımızı da belirtmeliyiz.
Farsça "Şalvar" kelimesinden arapçaya mal edilmiş olan "sirval" veya "seravil" (iç donu)
giydiklerine dair bir rivayete raslanmamaktadır. Bununla birlikte Buhari'de geçen bir rivayette
Peygamberimiz'in: "Giyecek izar bulamayan kimse şalvar (seravil) giysin" buyurdukları
kaydedilir. (bkz. El-Camiu's Sahih VII, 38)
Elbetteki Peygamberimiz zamanında günümüzdeki gibi bir iç çamaşırı yoktu. Sirval denilen iç
donu ise nadiren kullanılan bir çamaşırdı. Giyim konusunda önemli olan avret yerinin
örtülmesidir.
(bk. Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimiz'in Şemaili, Damla Yayınevi, İstanbul-1998, s.
120-121)
27
Hadis-i şerifte "vücudunu dağlatmayanların sorgusuz sualsiz
cennete gireceği" bildirilmiştir. Buna göre, vücudundaki
yarayı dağlatanlar direk cennete giremez mi?
İmran İbnu Husayn (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ümmetimden yetmişbin kişi (Mahşer' de) hesaba çekilmeden cennete girecektir!"
buyurdular.
Kendisine: "Ey Allah'ın Resulü! Bunlar kimlerdir?" diye sual edildi.
"Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye başvurmayanlar, teşâüm'e (uğursuzluğa)
inanmıyanlar ve Rabblerine tevekkül edenlerdir!" buyurdu.
Ukkâşe (radıyallahu anh) kalkıp: "Ey Allah'ın Resûlü! Dua buyur, Allah beni onlardan
kılsın!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Sen onlardansın!" müjdesini verdi. Bir başkası daha
kalkıp: "Ey Allah'ın Resûlü! Beni de onlardan kılması için Allah'a dua ediver!" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm: "O hususta Ukkâşe senden önce davrandı!" cevabını verdi."
[Müslim, İman, 371, (218).]
Hadis-i şerifte hesap görmeden cennete gidenlerin özellikleri:
“Vücudunu dağlatmayan, muska gibi şeyler taşımayan, bir şeylerin uğursuzluk
getireceğine inanmayan ve Rablerine gereği gibi tevekkül edenler.” olarak bildirilmiştir.
(bk. Buharî, tıp, 17; Müslim, İman, 371).
Burada vurgulanan dağlama ve muska/okuma gibi tedavi şekillerinde şirke götürecek yanlış
bir algılamadan ötürü söz konusu edilmiştir. Cahiliye devrinde bu yanlışlıklar çokça
olduğundan, Efendimizin (asv) bu uyarıları, bu konulara dikkat çekmesi, tevhit inancını
pekiştirmeye yöneliktir. Yoksa, Efendimizin bizzat Kur’an'la ve dağlamayla tedavi olduğu,
hatta bazen tavsiye ettiği bilinmektedir.(bk. Nevevî, İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi).
Hadisleri doğru anlayabilmek için tearuz eden hadislerin vürud (varid olma) şartlarını
değerlendirerek te'liflerini sağlamak gerektir. Her bir hadîsi, alakalı olduğu hâdiseyle birlikte
tahlil etmek hadisi doğru anlamayı sağlar. Bu durumda dağlama usulüyle tedaviye cevaz
veren: "Tedavî usullerinizden en faydalı olanlar kan aldırmak, bal şerbeti ve
dağlamadır" hadîsi ile buna müteârız olan: "Vücudunu dağlattıran.... Allah'a tevekkül
etmemiştir" hadîslerini alakalı oldukları hadiselerle birlikte tahlil etmek gerekir. Bu hadîsler
iki farklı hâdiseye hamledilerek te'lîf edilmiştir:
Birinci hadîs kanın durmaması, vücudun iltihaplanması gibi dağlamayı gerektiren halde buna
ruhsat ifâde eder.
İkinci hadîs ise hastalanmadan önce, hastalanmayı önlemek için veya ciddî bir ihtiyaç hasıl
olmadan zan üzerine dağlamaya başvurmayı yasaklar, çünkü dağlama tehlikeli, ağır bir tedavi
metodudur. Bu hadiste, hesap görmeden cennete gidenlerin durumu, tevekkülün en arı/duru
hali nazara verilerek anlatılmış, bununla -Kur’an veya diğer ilaçlarla tedavi olmanın şirk
olduğuna değil-, tevhidin mertebelerine işaret edilmiştir.
28
İlave bilgi için tıklayınız:
Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadisinde dağlamanın tedavi yöntemi olarak kullanılabileceğini
belirtmektedir. Ayrıca dağlamayı yasakladığı da rivayet edilir. Günümüz açısından bu konuyu
değerlendirir misiniz?
29
Hz. İsmail'in (a.s.) Tevrat ve İncil'deki isimleri nelerdir?
Arapça bir kelime olmayan İsmâîl'in aslının İşmavil olduğu, İsmâîn şeklinin de bulunduğu
(1) Süryânîce olup "Allah'a itaatkâr" anlamına geldiği nakledilmekle birlikte (2) kelimenin
aslı İbrânîce Yişmâ'el'dir ve "Tanrı işitir" mânasındadır.
Tevrat'ta Yişmael kelimesi meleğin, "İşte sen gebesin ve bir oğul doğuracaksın ve onun
adını İsmail koyacaksın, çünkü Rab sana olan cefayı işitti" (3) sözünden hareketle
İbrânîce'de "işitmek, bir dilek veya isteği kabul etmek" anlamına gelen şâma fiiline
bağlanmaktadır.
Bu fiil, Hâcer'e yapılan cefanın Rab tarafından duyulması (4) veya İbrahim'in, oğlu İsmail'le
ilgili temennisinin (5) ayrıca çölde çocuğun susuzluktan ağlamasının Allah tarafından
işitilmesi olaylarıyla da bağlantılı kılınmaktadır. (6)
Kelime Kitâb-ı Mukaddes'in eski nüshalarında Hismael, Ismahel,Hismahel ve Smahel
şekillerinde de yazılmıştır. (7)
1- Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîki, s. 7, 13, 14; Horovitz, s. 91-92; Jeffery, s. 63-64
2- Tâcü'l-'arûs, "İsmâll" md.; Fî-rûzâbâdî, VI, 39
3- Tekvîn, 16/11
4- Tekvîn, 16/11
5- Tekvîn, 17/20
6- Tekvîn, 21/17
7- DB, III/1, s.991
(bk. TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul-2001, c.23, s. 76)
30
"Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım" anlamındaki hadisi
doğrudan destekleyen ayetler var mıdır?
Kur`an, Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) için, “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil
âlemîn” yani, "Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 21/107)
buyuruyor.
Bu ayet, ilgili hadisin manasına uygundur. Çünkü, ayette geçen “âlemîn”, “kâinât” demektir.
Hadiste geçen “eflâk” de “kâinat” demektir. Âlemîn sözcüğü yerine kâinat sözcüğünü
koyduğumuzda bu ayetin farklı bir anlamı şöyle olur: “Biz seni, kainata rahmet olmasaydın
göndermezdik.”
Bu açıdan bu ayet ile “Sen olmasaydın, sen olmasaydın Ben Âlemleri yaratmazdım.” sözü
arasında manaca neredeyse örtüşme vardır.
Ayrıca şu ayetler de, söz konusu hadisi destekler mahiyettedirler:
“Andolsun içinizden size aziz bir peygamber gelmiştir." (Tevbe, 9/128)
" Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah`ın izniyle Allah`a
çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzap, 33/45 ve 46)
“Ve sen elbette yüksek bir ahlâka sahipsin.” (Kalem, 68/4)
Bu ayetler ve buna benzer çok ayetler zımnî ve işârî olarak “Levlâke” hadisini teyit ve
takviye ediyorlar.
Bilgi için tıklayınız:
Levlake hadisi olarak bilinen "Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri (kâinatı)
yaratmazdım" kudsî hadisi ne anlama gelmektedir? Kaynağı var mıdır?
31
Bütün işçi ve savaşçı karıncalar kısır dişiler olduğu halde,
Neml Suresi 18. ayette geçen "yuvalarınıza girin" ifadesi
neden eril kipiyle verilmiştir?
Ayetin meali: "Derken Karınca vadisine geldiklerinde, onları gören bir dişi karınca: "Ey
karıncalar, haydin yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları, sizi farketmeyerek ezip
çiğnemesinler!" diye seslendi." (Neml, 27/18)
Ayette karı‎nca melikesi (kraliçesi), "gâlet/dedi" tabiriyle ak‎ıllı‎ konumunda değerlendirilmiş,‫‏‬
kendilerine söz söylenen diğer karı‎ncalar da akı‎llı‎lar konumunda say‎ılmış‎‫‏‬lardı‎r.
Karı‎ncan‎ın söylemesinden maksat, bağı‎rması‎, ses çı‎karması yani karıncaların kendi iletişim
ve frekanslarıyla anlaşması ş‎eklindedir. Dolay‎ıs‎ıyla diğer diş‫‏‬i karı‎ncalar için de melikenin
sözü udhulne ş‫‏‬eklinde değil, ak‎ıll‎ı erkeklere(insanlara) hitap edilir gibi
"udhulû" ‫‏‬şeklinde olmuş‫‏‬tur.
Müfessirlerin çoğunun görüşü, bu karı‎ncan‎n diş‫‏‬i(kraliçe) kar‎ınca olduğu şeklindedir.
Onun için işçi ve dişi karıncalara, erkeklere ait olan kiple 'udhulû' denmesi sesinin,
bağı‎rması‎nı‎n, mesajı‎n‎ın karı‎ncalar tarafı‎ndan, insanlar, adamlar gibi (güzelce)
anlaşı‫‏‬‎lmasından dolayı‎dı‎r.
Kraliçe karı‎nca Hz. Süleyman ve askerlerinin kendi vadilerine doğru geldiklerini görünce
kaçm‎‫‏‬ış ve çevresindeki kar‎ıncalar‎ı uyarıcı bir sesle bağırmış, ‎‫‏‬onlar da ona uymu‫‏‬şlardı‎r. Bu
durum ve karı‎ncalar arası‎ndaki bu iletiş‫‏‬im, konuş‫‏‬maya benzetilmi‫‏‬ş ve konu‫‏‬şma olarak
değerlendirilmiş‫‏‬tir. Karı‎ncalar arası‎ndaki bu iletiş‫‏‬im akı‎llı insanları‎n normal konuş‫‏‬malar‎ına
benzetilmi‫‏‬ştir ve onlar sanki akı‎llı insanlar, adamlar gibi değerlendirilmiş‫‏‬lerdir. (Ebu’s-Suud,
ilgili ayetin tesfiri)
Müfessir Hazin, ayette udhulû denilip, udhulne denilmemi‫‏‬ş, yani di‫‏‬şiler için değil, erkekler
için kullanılan kiple gelmi‫‏‬ş olmas‎ını şö‫ِ‏‬yle açı‎klar: Karıncalara o esnada anlayış‎‫ ‏‬verilmi‫‏‬ş,
akıllı adamlar gibi anlamaları sağlanmıştır. Dolayı‎s‎ıyle onlara hitap da insanlara, adamlara
yapı‎lan hitap gibi olmu‫‏‬ştur ve udhulû denilmi‫‏‬ştir. Yüce Allah’ı‎n onlara anlayış‎‫ ‏‬ve konuş‫‏‬ma
vermi‫‏‬ş olması‎ imkansı‎z bir‫‏‬şey değildir. (Hazin, İlgili ayetin tefsiri)
İşte karıncalar bu halleriyle akıllı varlıklar gibi olunca, onlara, akıllı varlıklara hitap edildiği
gibi hitap edilerek cemi müzekker salim kipi kullanmıştır. (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri)
Kraliçe karıncanın, Süleyman aleyhisselam ve ordusunu bilebilmesi ve diğer karıncalara
“Süleyman ve orduları farkına varmadan sizi ezmesin, kırmasın” diyerek insanvari
mantıklı muhakemeli tedbirde bulunması, bunun onlara İlahî bir ilham ve Yüce Allah’ın Hz.
Süleyman’a ikram ettiği bir mucize olmasındandır. Kullanılan ifadelerde insanların
erkeklerine ait fiil ve zamirlerin kullanılması da yine Yüce Allah’ın onlara ihsan etmesiyle
tehlikeden korunmak konusunda insanlar gibi tedbirde bulunmaları hikmetindendir.
Diğer taraftan, “Şehirdeki kadınlar dedi ki: ..." (Yusuf, 12/12) ayetinde kadınlara ait fiil
gerekirken, kadınların cemiyetinin erkek gibi kuvvetli olmasına işaret için müzekker/eril kipi
olan "gâle" fiili kullanılmıştır.
32
"Bedevîler dedi ki: ..." (Hucurât, 49/14) mealindeki ayette ise, erkeklere ait fiil gerekirken
kadına ait olan müennes/dişil fiil olan "gâlet" kullanılmıştır. Çünkü bedevi, çölde yaşayan,
göçebe, medeni olmayan ve şehir hayatı yaşamayan gibi anlamlara gelir. Bunların ortak
noktası ise, bir araya gelememek ve belli bir güç oluşturamamaktır.
Bu açıdan kadınların bir cemiyet kurarak oluşturdukları gücü ve kuvveti, dağınık halde
yaşayan ve bir topluluk oluşturamayan erkekler aynı kuvveti oluşturamadığı gibi, böyle
bir kadın cemiyetine karşı da aciz kalacaklardır.
Bedevilerle ilgili ayet, cemiyet oluşturmayan erkeklerin kendine güvenmesinden gelen ve
yalnızlıktan doğan zaafa kadın kipi ile işaret ediyor. Kadın ise acizliği ve zayıflığı temsil
ettiği halde cemiyet haline geldiklerinde güçlü ve kuvvetli olduklarına işaret etmek üzere ilgili
ayette eril kipiyle ifade edilmiştir. (bk. Nursi, Lemalar, 21. Lema)
İşte aynı durumun soruda geçen ayet için de geçerli olduğu söylenebilir. Cemiyet ve koloni
halinde yaşayan karınca topluluğuna bu özelliklerinden dolayı müzekker kipiyle hitap edilmiş
olabilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Neml suresi 18. ayeti açıklar mısınız? Bu ayette karıncaların algılama, değerlendirme ve
irade gücünün olduğu bildirilmektedir. Bu nasıl yorumlanmalıdır?
33
“Tevrat ellerinde iken seni hakem mi tayin ediyorlar?
(Maide,5/43), “Mûsâ’nın insanlara bir nûr ve rehber olmak
üzere getirdiği” (Enam,6/91), “Mûsâ! Ben seni insanlar
arasından seçtim” (Araf,7/144) ayetleri Tevrat’ın evrensel
olduğunu göstermez mi?
İlgili ayetlerin mealleri şöyledir:
“Kendi kitapları olan ve içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat ellerinde iken nasıl olup
da seni hakem tayin ediyorlar? Sonra ne diye peşinden dönüp senin hükmüne razı
olmuyorlar? Aslında onlar mümin değildirler”(Maide, 5/43)
“Bazı Yahudiler de Allah’ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü “Allah hiçbir insana hiçbir
şey indirmemiştir.” dediler. Sen onlara de ki: “Peki, Mûsâ’nın insanlara bir nûr ve
rehber olmak üzere getirdiği ve sizin de parça parça kâğıtlar haline koyup işinize geleni
gösterdiğiniz, fakat çoğunu gizlediğiniz ve sizin de babalarınızın da bilmediğiniz birçok
şeyleri sayesinde öğrendiğiniz o kitabı kim indirdi?” Ey Resulüm sen: “Allah indirdi.”
de! Sonra bırak daldıkları batıllarında oynaya dursunlar”(Enam, 6/91).
“Allah buyurdu ki: “Mûsâ! Ben seni risaletlerim, mesajlarımla ve hitabıma mazhar
etmemle öbür insanlar arasından seçip mümtaz kıldım. Şimdi şu sana verdiğim
nübüvveti al ve bu nimetime şükreden kullarımdan ol!”(Araf, 7/144).
- Maide suresinde meal olarak yer alan “Kendi kitapları olan ve içinde Allah’ın hükmü
bulunan Tevrat ellerinde iken nasıl olup da seni hakem tayin ediyorlar?” ifadesinin
manası şudur: “Bir kısım Yahudiler Tevrat’ın Allah’ın kitabı olduğuna inandıkları halde
onunla amel etmiyor ve Peygamber olmadığını iddia ettikleri Hz. Muhammed’i hakem tayin
ediyorlar; Allah’ın kelamı olduğuna inanmadıkları Kur’an’a göre hüküm vermelerini
istiyorlar..” Allah onların bu samimiyetsiz ve çelişkili davranışlarına “(Allah’ın kelamı
olduğuna inandıkları)Tevrat ellerinde iken, nasıl olup da (Kur’an’a iman etmedikleri halde)
seni hakem tayin ediyorlar? (Kaldı ki hoşlarına gitmediği zaman) senin verdiğin hükmü de
kabul etmiyorlar..” ayetiyle dikkat çekmiştir.
Görüldüğü üzere, bu ayette Tevrat’ın evrensel bir kitap olduğunu gösteren hiç bir emare ve
bilgi kırıntısı söz konusu değildir. Kaldı ki, hem Tevrat’ta hem Kur’an’da Hz. Musa’nın bütün insanlara değil- İsrailoğullarına gönderildiği açıkça ifade edilmiştir. (bk. Saf, 61/6;
Casiye, 45/16) Hayatı boyunca Hz. Musa’nın sadece yahudilerle ilgilenmesi bu konuda
reddedilmesi mümkün olmayan başka bir delildir.
- Enam suresindeki ayette, o günkü Medine’de oturan bir kısım Yahudiler, Kur’an’ın semavî
kimliğini inkâr etmek için kendi kitaplarının da inkârı anlamına gelen bir ifadeyle “Allah
hiçbir insana hiçbir şey indirmemiştir.” demişler. Enam suresinde bu çelişkiye “Resulüm!
Sen onlara de ki: “Peki, Mûsâ’nın insanlara bir nûr ve rehber olmak üzere getirdiği ve
sizin de parça parça kâğıtlar haline koyup işinize geleni gösterdiğiniz, fakat çoğunu
gizlediğiniz ve sizin de babalarınızın da bilmediğiniz birçok şeyleri sayesinde
öğrendiğiniz o kitabı kim indirdi?” mealindeki ifadeyle dikkat çekilmiştir.
34
- Araf suresinin ilgili ayetinde yer alan “insan” sözcüğünde bütün insanlar değil,
İsrailoğulları söz konusudur. Kaldı ki “Allah buyurdu ki: “Mûsâ! Ben seni risaletlerim,
mesajlarımla ve hitabıma mazhar etmemle öbür insanlar arasından seçip mümtaz
kıldım..” mealindeki ayette yer alan “insanlar arasından seçme” ifadesi her peygamber için
geçerlidir. Çünkü her peygamber başka insanların arasından seçilmiştir.
Diğer taraftan, geçmiş peygamberlerin hemen hepsi belli bir bölgeye, belli bir kavme geldiği
bilinmektedir. Demek oluyor ki, Hz. Musa’nın da “insanlar arasından seçilmiş olması”
onun dininin bütün insanlara hitap eden evrensel bir din olduğunu göstermez. Kaldı ki,
Yahudi alimleri de böyle bir iddiada bulunmamışlardır. Aksine Musevî dinininYahudiliğe
mahsus bir din olduğunu vurgulamışlardır.
Bugün bütün dünyada bir kaç milyonu geçmeyen mensuplarıyla Tevrat’ın evrensel bir din
kaynağı olduğunu söylemek mümkün müdür? Buna mukabil Müslümanların sayısı bugün
dünyada yaklaşık bir-iki milyar arasındadır. İslam dini evrensel değil de başka dinler mi
evrenseldir? Tarih boyunca ve bu günkü dünyada da Yahudi ve Hıristiyanlar dahil pek çok
kesimden İslam dinine giren yüz binlerce insan vardır.
- Son olarak şunu söyleyelim ki, din konusunu bir futbol takımı tutar gibi tutmak ve körü
körüne taassup etmek telafisi mümkün olmayan zararlar doğuracaktır. İslam dinine göre,
Tevrat, Zebur ve İncil de -sonradan değiştirilmiş haliyle değil- Allah tarafından
indirilmiş haliyle birer semavî kitaptır. Bunlara inanmayan İslam dairesine giremez. Bu
sebeple, hiç bir müslümanın, hak olan diğer ibrahimi dinlerden dolayı sorguya çekilmesi söz
konusu olmaz. Fakat kırk yönden mucize olan Kur’an’ın Allah’ın kelamı ve binden fazla
mucize gösteren Hz. Muhammed’in -diğer kardeşleri olan peygamberler gibi- bir peygamber
olduğunu kabul etmeyen insanların sorgulamaları esnasında çekecekleri sıkıntı ve duyacakları
pişmanlık ve hissedecekleri perişanlığı düşündükçe insan olarak üzülmemek mümkün
değildir.
Bilgi için tıklayınız:
Tevrat'ın tahrif olmadığını iddia edenlere, bizzat Tevrat'tan delil var mıdır? Eğer
değiştiyse, Kur'an'da neden Yahudilere ve Hıristiyanlara, Tevrat ve İncil ile
hükmetmeleri emri vardır?
35

Benzer belgeler