Sayı 36 Ekim 2011 - ATAUM

Transkript

Sayı 36 Ekim 2011 - ATAUM
ATAUM
e-bülten
Avrupa Gündemi...
Yıl 3 - Sayı 36
Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi
EYLÜL 2011
Değişen Ekonomik Roller
Euro'ya BRICS Tuğlası
Küresel ekonomik kriz sürecinde yaşanan birçok “ilk”e bir yenisi daha ekleniyor. Bir zamanlar IMF’den mali destek alan Brezilya’nın
şimdi IMF aracılığıyla Avrupa’ya mali destek vereceğini, muhtemelen en “kâhin” ekonomistler bile tahmin edemezdi. ABD ve Avrupa’daki
krizler karşısında dünyada finansal istikrarı korumak ve “gelişmiş” ülkelerin ekonomisini canlandırmak, “gelişmekte olan” ülkelere düştü.
16 Haziran 2009’da Rusya’nın Yekaterinburg şehrinde toplanarak ilk zirvelerini gerçekleştiren BRIC grubu, Nisan
2011’de Güney Afrika’nın da katılımıyla BRICS’e dönüştü. Başlangıçta herhangi bir siyasi örgütlenme veya ticaret birliğine doğru yol alması öngörülmeyen BRICS, artık küresel sistemde daha etkin bir rol oynamak istiyor.
KÜRESEL EKONOMİDE ROLLER DEĞİŞİYOR
Esra AKGEMCİ
Küresel ekonomide yeni bir güç merkezi haline gelen BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika), Euro Bölgesi’ne borç kriziyle mücadelede yardım etmeye hazırlanıyor. 22 Eylül’de
Washington’da bir araya gelen BRICS Ülkeleri Maliye Bakanları ve Merkez Bankası Başkanları, Avrupa’da yaşanan borç kriziyle mücadeleye destek vermek amacıyla gerektiğinde IMF veya diğer uluslararası finansal kuruluşlarına destek sağlayabileceklerini açıkladılar. Fakat bir de şartları var: IMF’de daha fazla söz hakkı!
(devamı 3.sayfada)
Özgür
Dawit
Seçimin Gör
Dediği
Artık
Balkanlaş-ma
Şeyl Gazın Var,
Derdin Var
Begüm İMAN
sayfa 4-5
Mühdan SAĞLAM
sayfa 8-9
Ebru SÜLEYMAN
sayfa 10
Görkem ÖZİZMİRLİ
sayfa 15
Portre:
Joseph Fouché
Regata
Storica
Ana Dilime
Dokunma
'İşkenceli, Misketli'
Savunma Sanayi Fuarı
Nazlı AKGÜN
sayfa 16-17
Aylin AYDI
sayfa 21
Recep Ersel ERGE
sayfa 12-13
Esra DERE
sayfa 14
üyelik ve diğer talepleriniz için [email protected]
2
Norveç'te Breivik Sonrası
Alev YILDIRIM
EYLÜL 2011
ATAUM
e-bülten
Norveç'te Breivik Sonrası
Alev YILDIRIM
22 Temmuz’da, Norveç’te
Anders Behring Breivik’in
yaptığı tek kişilik eylem,
Norveç tarihindeki en büyük,
Avrupa’nınsa son yıllarda
gördüğü en büyük terörist eylem olarak tarihe geçti. Olay
hakkında çok şey yazıldı, çizildi. Bunlar genel olarak
Breivik’in akıl sağlığı yerinde
olmayan bir “kaçık” ya da eylemlerini tek başına gerçekleştiren bir "cani" olmasına
odaklanmıştı. Kimileri bunu
İslamafobi ile, kimileriyse
Avrupa’da büyüyen yabancı
düşmanlığıyla ilişkilendirdi.
Fakat göz ardı edilen önemli
bir nokta vardı ki, Utøya adasında hedeflenen Norveçli
sosyal demokratlardı. Sol ve
solun Breivik haliydi. Breivik
kendisini faşist ya da neonazi olarak tanımlamaktan
kesinlikle uzak durdu; onun
yerine farklı kavramlar tercih
ederek kendi terimlerini yaratmaya kalkıştı. “Sol”dan
anlaşılan ne Marksizm, ne
sosyalizm ne de sosyal demokrasiydi bu anlamda; sol,
Breivik’e göre, bugün Avrupa’yı sarmakta olan bir uzlaşma biçimiydi. Farklılıklarla bir arada yaşama isteğiydi. Çokkültürlülüktü.
Breivik’in yazdığı bin 516 sayfalık manifestoyu okurken ve
yaptığı 12 dakikalık videoyu
izlerken düşünmeden edemiyor insan: Kendisini neonazi, ırkçı veya faşist olarak
adlandırmak isteyeceklere sıkı sıkı tembihlerde bulunan
ve bu tanımlamaları kesinkes reddeden bu adamın anlattığı şeylerin aşırı sağdan
farkı ne? Neden neo-nazi
olarak adlandırılmaktan imtinayla kaçınıyor ve artık bayatlamış medeniyet çatışması teorisine sığınıyor?
Breivik’in öte yandan, manifestosunda titizlikle yeniden
inşa etmeye çalıştığı bir dizi
terim öne çıkıyor: Çok kültürlülük (multi-culti) ve kültürel Marksizm. Oysaki bütün
bun lar, bu gün Av ru pa
Birliği’nin sıklıkla dile getirdiği “Avrupa değerleri” söylemiyle öylesine bağlantılı ki,
bu noktada Breivik’in bunları
tamamen farklı bir açıdan değerlendirmesi oldukça düşündürücü. Bu değerler, hepimizin bildiği gibi, İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra
yerleşen ve bugün “Avrupa
kültürü” olarak da sıklıkla referans verilen değerler ve kesin bir biçimde ırkçılığa karşıtlığı vurguluyor. Savaş sonrası dönemde de Avrupa’da
“ırkçılık” ve “faşizm” tamamen olumsuz anlamda kul-
lanılmaya başladı ve sosyal
demokrasi, dönemin iki kutuplu sisteminin de etkisiyle
güçlendi. Avrupa’da komünizmin zayıfladı, demokrasiyle uyum içerisinde reformist politikalar öneren sosyal demokrasiyle sosyalizm
ise güçlendi. Bir anlamda içselleşen bu “Avrupa değerleri”, sosyal demokrasinin içselleştirilmesiyle bağlantılı.
Öte yandan Breivik, “kültür”
e ayrı bir vurgu yaparak bahsedilen “Avrupa değerleri” ve
sosyal demokrasiyi bu politikalarla özdeşleştiriyor ve sola olan karşıtlığını buradan
kurguluyor: Kültürel Marksizm yabancılarla uzlaşmamıza neden oldu ve kültürümüzü dönüştürerek bizden
olmayanları içimize kattı. Ardından da bütün sağ mitlerde kendisini gösterdiği üzere
bir Altın Çağ tanımlaması yapılıyor ve bu Altın Çağa olan
özlem belirtiliyor. Kimliğini elbette Hristiyanlık üzerinden
inşa eden Breivik, Tapınak
Şövalyeleri’nin dünyayı Müslümanlardan koruduğu bu
döneme olan özlemini anlatırken adeta bir bilgisayar
oyunu izlenimi veriyor: Oldukça fantastik ve tuhaf. Öte
yandan ürkütücü olan nokta
şu ki, Breivik’in yöneldiği nokta düşmanı değil, aksine, işbirlikçiler.
Kültür, tam da işbirlikçilerin
yeniden inşa ettiği bir biçem
alarak karşımıza çıkıyor:
Farklılıklarla bir arada, özgürlükçü, haklardan yana; ki
bu haklar teoride herkesi
kapsıyor. Salt millete, salt dine dayanan kültür tanımlaması anlamını yitirmiş durumda. “Faşist” kelimesi küfür olarak addedilir olmuş,
Breivik için bile. Eğer sol biçim değiştirmiş ve devrim fikrinden reformizme yönelmişse, sağ neden değişerek
solun söylemleriyle tanımlanmasın? Tam da bu noktada sağ söylemde bir yumuşama gerçekleştiriliyor: Irk
yerine kültür, ulus ve millet
yerine “Avrupa kültürü”. Kendi manifestosunu anadili dışında bir dilde, İngilizce dilinde yazan Breivik, “işbirlikçi
ve beyni yıkanan gençler”
olan kendi ırkdaşlarını gözünü bile kırpmadan katledebiliyor ve bunu kültürünü korumak için yaptığını iddia
edebiliyor.
Breivik’in eylemi ve eylemini
dayandırdığı manifestosu,
kafaları oldukça karıştırmış
durumda. Eylemin kime ve
neye yönelik yapıldığı bile halen tartışma konusu olsa da,
hedefte yeniden tanımlanan
“sol” ve birtakım “değer”ler
olduğu üzerinde mutabık
olunan bir nokta. Manifestosunda “saldırmaya karar verdiğinizde, yeterli olandan
çok daha fazlasını öldürmelisiniz; aksi taktirde, eylemin
beklenen ideolojik etkisini
azaltırsınız” diyen Breivik’in
ideolojisini anlamakta yarar
var. Tabii, klasik aşırı sağ ideolojilerden ayrıştırıcı nokta
olan “ırkçılığın reddi”ne dikkat kesilerek.
Breivik, bin 516 sayfalık manifestosuna öncelikle kendisini tanıtarak başlıyor. Kendisiyle yaptığı 60 sayfalık röportajla birlikte politik dayanaklarını ve bu görüşlerin nasıl şekillendiğini ayrıntılarıyla
anlatıyor ve paramiliter bir
organizasyon nasıl oluşturulur, hangi silahlar kullanılmalıdır, taktiksel planlama
ve lojistik nasıl sağlanmalıdır
vb. konularda ayrıntılı bilgiler ve “tavsiyeler” veriyor. Ayrıca, başarılı bir terörist saldırı sonucunda mahkemede
söylenilmesi gerekenler bile
belirtiliyor. Hedef “kültürel
Marksistler” ve bu hedef doğrultusunda savaşacak şövalyeler için tasarladığı şeref
madalyaları bile manifestoda verilmiş durumda. Bu noktada, hedefte Müslümanlar
ya da göçmenler yok; doğrudan, onların Avrupa’ya gelişini kolaylaştıran veya hakla-
rını savunan “işbirlikçiler” hedef gösteriliyor. Bu işbirlikçi
grubunaysa, bugün liberal
sol diye tanımlayabileceğimiz ve çok kültürlülüğü, farklılıklarla bir arada yaşamayı,
feminizmi, göçmenleri savunabilecek bütün gruplar dahil edilebilir. “Kültürel Marksizim” terimiyle yeniden tanımlanan sol ile birlikte, savunulan ideoloji de yeniden
tanımlanarak “ırkçı” yaftalaması reddediliyor ve neonazi, faşist ve ırkçılar, “Kültürel Muhafazakârlar” olarak
adlandırılarak dışarıda bırakılıyor. Gerçekleştirilen ve
gerçekleştirilecek olan terörist eylemler meşru bir zemine dayandırılıyor: “Hak
arama” iddiası. Devlet tarafından Breivik gibi düşünenlere gerçekleştirilen “baskı”,
biraz da komplo teorisi sosu
katılarak, hakkını arayan insanların hayati çıkarlarını savunma mücadelesine dönüşüyor.
Breivik’in karşı çıktığı kültür,
tam da onu yetiştiren kültür
olmasıyla dikkat çekiyor. Bugünün Avrupasını şekillendiren ve İkinci Dünya Savaşı
sonrası meydana gelen sosyal hareketlerin bir yansıması olan bu hayat biçimi, çok
kültürlülüğün yanı sıra birçok politik terimin yeniden tanımlandığı bir “kültür” inşa
etti ve bu yaşam biçimi, radikal solun parlamenter demokrasiyle uzlaşmasıyla
olumlu birçok özellik kazandı. İnsan hakları, ırkçılık karşıtlığı, toplumsal cinsiyet
eşitliği gibi değerlerle tüketim toplumuna yeni bir
“sosyal demokrasi” boyutu
katan bu anlayış, Breivik’i oldukça rahatsız etmiş durumda. İşin korkutucu yanıysa,
Avrupa’daki göçmen karşıtlığının sıradan bir söylem hale
gelmenin yanı sıra, “teorik”
bir temele, bir manifestoya
dayandırılması ve hepsinden
öte, solu hedef alması.
ATAUM
EYLÜL 2011
e-bülten
Euro'ya BRICS Tuğlası
Esra AKGEMCİ
3
BRICS ülkeleri neyi temsil ediyor?
Esra AKGEMCİ
Uluslararası yatırım bankası
Goldman Sachs’dan Jim
O’Neill, 2001’de hazırladığı
bir raporda, 2050’ye kadar
Brezilya, Rusya, Çin ve
Hindistan’ın dünya ekonomisinin en önemli aktörleri
haline geleceğini savunmuştu. “Building Better Global
Economic BRICs” adını taşıyan bu rapor, BRIC terimiyle
hem bu dört ülkenin baş
harflerini sıralıyor hem de bir
kelime oyunu yaparak İngilizcede tuğla anlamına gelen
“brick” kelimesine gönderme yapıyordu. Bu “tuğlalarla” yeni bir ekonomik blok kurulacak ve küresel ekonomik
güç G-7 ülkelerinden giderek gelişmekte olan ülkelere
kayacaktı.
Rapor çok ses getirdi ve dünyanın en hızlı gelişen ekonomilerinden oluşan BRIC ülkeleri, giderek daha fazla
gündeme gelmeye ve hep bu
kısaltmayla anılmaya başladı. Kimilerine göreyse bu
dört ülkeyi işbirliği yapmaları
için teşvik eden esas olarak önemli adımlar atıyorlar. KiRusya Devlet Başkanı Vladi- mi zaman Meksika, Güney
mir Putin’di. Nihayet 16 Ha- Kore, Suudi Arabistan, Katar,
ziran 2009’da BRIC ülkeleri li- Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikderleri Rusya’nın Yekaterin- leri ve Türkiye de, gelecekte
burg şehrinde toplanarak ilk bu gruba katılması muhtezirvelerini gerçekleştirdiler mel ülkeler arasında sıralave çok kutuplu, eşitlikçi ve de- nıyor.
mokratik bir dünya düzeni- Oysa BRICS ülkelerini bir
nin kurulması için çağrıda bu- araya getiren ve bir arada tulundular. 2010 Ağustos’tan tan nedenler sadece ekonoitibarense, siyasi bir organi- mik temelli değil. Bugün
zasyon kurulması için resmi BRICS ülkelerinin söz konusu
süreç başlatıldı ve gruba Gü- işbirliğinden beklentileri,
ney Afrika da davet edildi. Ni- dünya ticaretinden iklim desan 2011’de Güney Afrika’ ğişikliklerine kadar birçok konın da katılımıyla BRIC, nuda gelişmekte olan ülkeler
BRICS’e dönüştü. Goldman için ortak bir duruş sağlamak
Sachs’ın raporunda BRIC ül- ve sadece ekonomide değil
kelerinin herhangi bir siyasi aynı zamanda siyasette de
örgütlenme veya ticaret birli- “Batı” karşısında bir denge
ğine doğru yol alması öngö- unsuru oluşturmak. Son olarülmüyordu. Ne var ki, bu- rak 14 Nisan 2011’de Çin’in
gün gelinen noktada dünya- Sanya kentinde düzenlenen
nın gelişmekte olan en bü- BRICS Zirvesinde, finansal
yük ekonomilerinden oluşan krizden ve kriz sonrası küreve küresel sistemde daha et- sel ekonomide yaşanan denkin bir rol oynamak isteyen gesizliklerden doların egeBRICS ülkeleri, siyasi bir ya- menliğindeki mevcut para
pılanma içine girmek için sistemi sorumlu tutuldu ve
dolar yerine IMF’nin ödeme
birimi olan SDR (Special Drawing Right-Özel Çekme Hakkı) benzeri geniş tabanlı
uluslararası bir rezerv para
birimi kullanılması çağrısında bulunuldu. Zirvede, beş
BRICS ülkesinin kalkınma
bankasının ABD Doları yerine kendi para birimleriyle
karşılıklı kredi hatları kurması konusunda da anlaşılarak
önemli bir adım atıldı.
Bunun yanı sıra BRICS ülkeleri dünya siyasetinde de ortak tavır alarak güçlü bir konum sağlamış durumda.
Örneğin, BM Güvenlik Konseyi’nin Libya müdahalesine
zemin hazırlayan 1973 sayılı
karara karşı Konseyin daimi
üyeleri Çin ve Rusya ile geçici
üyeler Brezilya ve Hindistan
çekimser oy kullanmıştı. Libya’ya müdahaleyi desteklemeyen BRICS ülkeleri, Rusya
Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un ifadesiyle “Suriye’de
Libya senaryosunun tekrarlanmasına” da karşı çıkıyor.
Avrupa kaygılandırıyor
IMF ve Dünya Bankası’nın
Ekim’deki Sonbahar Yıllık
Toplantıları öncesinde Washington’da bir araya gelen
BRICS maliye bakanlarının
gündeminde, Avrupa’ya nasıl yardım edilebileceği vardı. Euro cinsi tahvil alımını artırmak ve zor durumdaki Avrupa ülkelerine doğrudan
destek vermek gibi birçok
olasılığı tartışan BRICS temsilcileri, doğrudan destek yerine uluslararası toplumun
birlikte hareket ederek hızlı
ve kararlı adımlar atabileceğini dile getirdiler. Bu adımların tartışılması için en doğru platformun da G-20 olduğunu vurgulayarak, G-20 liderlerine çağrıda bulundular. Nitekim, gelişmiş ülkelerde büyüyen ekonomik
kriz, gelişmekte olan ekonomilerin kaygısını artırmaya
devam ediyor ve hem gelişmiş hem de gelişmekte olan
ekonomilerin bir arada bulunduğu G-20, Euro kriziyle
mücadelede harekete geçmek için en doğru adres olarak beliriyor. En iyi ihracat
pazarları olması nedeniyle
Avrupa’daki krize büyük du-
yarlılık gösteren BRICS ülkeleri, Euro Bölgesi’ndeki krizin
ileride gelişmekte olan ekonomileri de içine çekebilecek
küresel krizlere yol açabileceğinden korkuyor.
Çin’in merkez bankası olan
Halk Bankası Başkanı Zhou
Xiaochuan, BRICS ülkelerinin dünya ekonomisinin istikrarının artırılmasına katkıda bulunmak için kendi durumlarına göre karar vererek üye ülkeler arasındaki işbirliğini yoğunlaştırması gerektiğini vurguladı: “2009’
da Londra’da yapılan G-20
Zirvesi’ne katılan ülkeler, finans krizi tarafından ağır biçimde vurulan ülkelerin zorlukların üstesinden gelmesi
için IMF’ye sermaye artırma
konusunda fikir birliğine varmıştı. Bu yıl sonbahar yıllık
toplantısında üye ülkeler, bu
gündemi tekrar ele almalılar.”
BRICS’in Avrupa’ya destek
için uluslararası finans kurumlarına nasıl ya da ne kadar finansman sağlayacağı
henüz belli değil. Fakat
Washington’daki toplantıdan önce Brezilya hüküme-
tin den ba zı kay nak lar,
Brezilya’nın BRICS ülkelerini
Avrupa’ya 70 milyar dolarlık
yardım etmek için ikna etmeye çalışacağını, eğer bu gerçekleşmezse tek başına IMF’
ye 10 milyar dolarlık kaynak
teklif edeceğini söylemişti.
Bununla birlikte BRICS ülkelerinin Avrupa’daki finansal
krize karşı kolektif yardım
yapması gibi bir seçenek çok
da olası görünmüyor. Zira
toplam rezervleri 4 trilyon doları bulan BRICS ülkeleri,
Avrupa’ya yardım yapabilecek yeterlilikte döviz rezervine sahip olsa da, BRICS blokunun hepsi Avrupa’ya yardımda gönüllü değil. Rusya
Maliye Bakan Yardımcısı Sergei Storchak, şu aşamada
BRICS ülkelerinin Euro Bölgesi’ne ortak yardım sağlamalarının imkânsız ve gereksiz olduğu görüşünde: “Biz
‘yardım’ ya da ‘destek’ gibi
kelimelerin kullanılmasından kaçınıyoruz. Bu konuyu
hem Avrupa ülkeleriyle, hem
de BRICS ülkeleri içinde
tartışacağız.” Storchak, zaten bu tarz bir yardım için hiçbir BRICS ülkesinde böyle bir
mekanizma olmadığını ve
her üye devletin farklı karar
alma süreçleri olduğunu vurguluyor. Hindistan ise içeride
yoksulluğun azaltılması için
çok fazla kaynak talebi varken, Avrupa’ya yardım için
uluslararası kurumlara para
aktarmanın doğru olmadığını düşünüyor. Bu durumda
IMF’ye yapılacak katkının
bazı şartlara bağlı olması
bekleniyor. BRICS ülkeleri
IMF’ye aktaracakları kaynak
karşılığında, IMF’deki söz
haklarını artırmak istiyor.
IMF’ye üye ülkelerin oy kotalarının değerlendirilmesi
Ocak 2014’te yapılacak.
BRICS ülkeleri şimdiden Avrupa ’nın ağırlıklı olarak söz
sahibi olduğu kurumda,
“fonun meşruiyeti ve verimliliği açısından” karar mekanizmalarında daha etkin
olabilmek, bunun için de daha çok oy hakkına sahip olmak istiyor. Görünen o ki,
BRICS önümüzdeki günlerde
küresel ekonomide ve özellikle Euro Bölgesi’ndeki krizde önemli bir aktör olarak daha çok karşımıza çıkacak.
4
Özgür Dawit
Begüm İMAN
ATAUM
EYLÜL 2011
e-bülten
Özgür Dawit
Begüm İMAN
“Bize Dawit Isaak’ı gösterin!
Nerede olduğunu söyleyin
ve onu gözlerimizle görmemize, Dawit’in bir doktor tarafından muayene edilmesine ve ailesiyle görüşmesine
müsaade edin. Kendini savunmasını ve yetkililerin onu
dış dünyaya tamamen kapalı
ve son derece katı bir tecritle
hapiste tutmasının yerinde
olup olmadığının araştırıl-
masını sağlayın.” Bu düşünce ve ifadeler, Eritre Yüksek
Mahkemesi’ne sunulan yaklaşık yetmiş sayfalık bir dilekçeden alındı. Söz konusu dilekçe, 2001’den beri usulü-
ne uygun herhangi bir yargılama olmaksızın Eritre’de hapiste tutulan ve İsveç vatandaşı da olan Dawit Isaak için
yapılan ilk resmi talep olma
özelliğine sahip.
‘Özgürce yazmayı seçti, özgürlüğünü kaybetti’
Gazeteci, yazar ve senarist
Dawit Isaak, 27 Ekim 1964’
te Eritre’de doğdu. Uzun ve
kanlı bir bağımsızlık savaşının ardından Eritre Devleti
bağımsız ilan edildiğinde 29
yaşında olan Isaak, 1987’de
İsveç’e mülteci olarak sığındı
ve orada temizlikçilik yaparak yaşamaya başladı. 1992’
de de İsveç vatandaşı oldu.
Eritre bağımsızlığını kazandıktan sonra ülkesine geri dönen, evlenen ve çocuk sahibi
olan Isaak, sonunda muhabir olarak işe başladığı
Eritre’nin ilk bağımsız gazetesi “Setit”in sahiplerinden biri oldu. Ancak, 1998’de
Eritre’nin bağımsızlığının oldukça kırılgan olduğunu gösteren yıkıcı bir sınır savaşına
dönüşecek çatışmaların tekrar patlak vermesinin ardından, ailesinin güvenliğini
sağlama düşüncesiyle İsveç’
e geri döndü. 2000’de ailesi
de Gotenberg’e yerleşen
Isaak, bir sene sonra Eritre’
ye tekrar gitti. Isaak ayrılmadan önce İsveç’teki arkadaşlarına gidişini şu sözlerle
açıkladı: “Olaylara uzaktan
bakmak değil, onların tam
da olup bittiği yerde olmak istiyorum. Ben bir gazeteciyim
ve işimi yapmalıyım.”
Ancak, Isaak’ın gittiği dönemde, Eitre’deki sınır savaşı
çok yoğun bir siyasi tartışmaya dönüşmüştü. O sırada, demokratik reform talebinde
bulunan 15 kabine üyesi, taleplerinin göz ardı edilmesi
üzerine, Mayıs’ta eleştirilerinin yer aldığı PFDJ’ye (Eritre
Halkı Kurtuluş Cephesi’nin
devamı niteliğindeki Demokrasi ve Adalet için Halk
Cephesi) yazılmış açık bir
mektubu internette yayınladılar. Basın da bu mektupla ilgili haberlere yer verdi. Ve
tam da uluslararası kamuo-
yunun bütün dikkatinin ikiz
kulelerin enkazına yöneldiği
sırada, Eritre hükümeti reformculara büyük bir darbe
indirdi. Birkaç gün içinde on
beş politikacının on biri, özgür basına öncülük eden on
gazeteciyle beraber tutuklandı. Bunların içinde, 23 Eylül 2001’de sabah saatlerinde gözaltına alınan Dawit
Isaak da bulunuyordu.
İşte Dawit Isaak’ı özgürlüğüne kavuşturma mücadelesi,
bu talihsiz olaya dayanıyor.
Çünkü o günden beri Etiyopya ajanı ve vatan haini ilan
edilen gazeteciler ve siyasiler hakkında ne resmi bir suç
iddiasında bulunuldu ne de
adil bir yargılama yapıldı. Tutuk lan dı ğı gün den be ri
Isaak’ın yaşadığına dair sadece birkaç işaret gündeme
geldi. Kasım 2001’de İsveç’
in Asmara’da bulunan o zamanki fahri konsolosu Lis Tru-
elsen, Isaak’ı parmaklıkların
arkasından şans eseri gördü
ve bir-iki kelime konuşma fırsatı buldu. Amerikan bir basın kuruluşu olan Gazetecileri Koruma Komitesi’nin bildirdiğine göre, ardından Nisan 2002’de işkence yaralarının tedavisi için hastaneye
götürüldü. Ve 2004’ün yazında, Stockholm’deki Eritre
büyükelçisi Araya Desta da
İsveç ulusal radyosuna yaptığı açıklamada Dawit Isaak’ın
iyi olduğunu söyledi. Yine de
bunca zaman, ne Isaak’ın
ailesinin, ne İsveçli yetkililerinin ne de uluslararası insan
hakları örgütlerinin onu görmesine izin verildi. Üstüne
üstlük Eritre otoriteleri,
Dawit’in İsveç vatandaşı olduğunu kabul etmiyor ve sadece Eritre vatandaşı olduğundan konunun Eritre’nin
içişlerine girdiğini iddia etmeyi sürdürüyordu.
ATAUM
EYLÜL 2011
e-bülten
Özgür Dawit
Begüm İMAN
5
Habeas Corpus
4 Temmuz’da İsveçli avukatlar Percy Bratt ve Jesús Alcalá
ile Fransız avukat Prisca
Orsonneau’nın önderliğinde
-yaklaşık 3 bin 600 gün kadar gecikmeyle- yapılan hukuki başvurunun ilk işaret ettiği şey “Habeas Corpus”.
Tam karşılığı, “kişinin hukuken yetkili bir mahkeme huzuruna vücuden çıkması”.
Söz konusu kurala göre, hukuka aykırı olarak fiziksel sınırlamalara maruz kalan bir
kimse meşru müdafaada bu-
lunabilir veya cezai takibat
yaptırabilir. Bu, sınırlama hukuka uygun olsa bile ölçüsünün aşılması durumunda da
geçerli olabiliyor. Kişinin, sebepsiz olarak veya hukuk dışı
saiklerle ceza takibine uğraması hâlindeyse, kötü niyetli
ceza takibatı nedeniyle tazminat davası açması mümkün. Aslına bakıldığında, Habeas Corpus’un temel hedefi
kabaca, on yıl önce Dawit
Isaak’ın başına geleni (kimsenin nerede olduğuna dair
hesap vermesi söz konusu olmaksızın kişinin ortadan kaybolmasını) engellemek. Kapsamıysa sadece hukuken yetkili bir mahkeme önüne çıkarmak, ne daha azı ne de
daha fazlası. Öyle ki, bu hüküm adil bir yargılamayı bile
içermiyor.
Aslında 1997’de onaylanan
geçici Eritre Anayasası’nda
da herkesin “kanun önüne çıkarılma emri için mahkemeye dilekçe verme hakkı”na sahip olduğu ifade ediliyor. Da-
hası, yukarıda değinilen talepte tartışılan bütün hususlar aslında yıllardır ulusal ve
uluslararası hukukta korunan temel tutuklu haklarına
gi ri yor. Bu gü ne ka dar
Isaak’ın ve diğer tutukluların
yaşadıkları yalnızca Eritre
Anayasası’na değil, Afrika
İnsan ve Halkların Hakları
Şartı’nın 6., 7., 9. ve 18. maddeleriyle Medeni ve Siyasal
Haklar Sözleşmesi’nin 7., 9.,
10., 14. ve 19. maddelerine
de tamamen aykırı.
lomasisi için koskoca bir
başarısızlık” olarak görülüyor. Geçtiğimiz ay içinde benzer eleştirilerin önceki Sosyal
Demokrat hükümetin Adalet
Bakanı Bodström ile Dışişleri
Bakanı Eliasson tarafından
da dile getirilmesi konuyu yeniden İsveç’in gündemine taşıdı. Eski bakanlar, sessiz diplomasi politikasının sonuç
vermediğini ve gazetecinin
salıverilmesi gerektiğini tekrarlamaktansa öncelikle
Isaak’a bir yasal temsilci
atanmasının önemini vurguladı. Hükümetin Isaak’ı görmeyi ve Eritre otoritelerinin
Isaak’ı hangi dayanakla yargılama olmaksızın tuttuğunu
öğrenmeyi talep edebilmek
için “Habeas Corpus” hükmünü içeren dilekçeyi desteklemesi gerektiğiyse, şu an
için yaygın kanı gibi görünüyor.
Hiçbir sonuç elde edilemediğinin iyice anlaşılması üzerine kamuoyunun beklentisinin arttığı şu günlerde, beklenen diplomatik ve yasal girişimleri yapmayan İsveç Dışişleri Bakanlığı “sükutunu”
sürdürürse kişi haklarının en
temelinde yer alan Habeas
Corpus’un bir parçası olduğu hukukun üstünlüğü ilkesinin katledilmesini “ikrar”
etmiş olacak.
'Sessiz' olun, adalet uyuyor
Uluslararası Af Örgütü,
Isaak’ı siyasi suçlu olarak kabul etti ve acil ve koşulsuz
salıverilmesi için hükümete
çağrıda bulundu; fakat Eritre
diğer benzer çağrı ve talepler gibi bunu da görmezden
geldi. Ancak, Isaak’ın özgürlüğüne kavuşmasını isteyenlerin öfkeleri yalnızca Eritre
hükümetine yönelmiş değil.
Zira Eritreli olmasının yanı sıra Dawit Isaak, “siyasi suçlu
olarak tutuklu olan tek İsveç
vatandaşı” sıfatını da taşıyor.
Son on yıl boyunca, konuya
ilişkin olarak “sessiz diplomasi” politikası izleyen İsveç
devleti, bu süre zarfında gerekli adımları atmakta yeter-
siz kaldığı gerekçesiyle defalarca eleştirildi.
Israrla sürdürülen bu “sessizlik”, maalesef Isaak’ın tekrar
tutuklanmak üzere üç günlüğüne salıverildiği 2005’ten
beri kayda değer hiçbir başarı gösteremedi. Altı yıldır
devam etmekte olan acizliğe
rağmen hükümet yetkililerinin stratejilerini değiştirmedeki gönülsüzlüğünün devam etmesiyse tam bir hayal
kırıklığı olarak değerlendirilegeldi. İsveç Akademisi’nin
müdürü Peter Englund’un da
ifade ettiği üzere, geçen on
yılın ardından, Isaak’ın tutukluluğuna ilişkin olarak izlenen politikalar “İsveç dip-
6
Atina-Almanya Seferi Yeniden Başladı...
Christos TEAZIS
ATAUM
EYLÜL 2011
e-bülten
Atina-Almanya Seferi
Yeniden Başladı...
Christos TEAZIS
Yunanistan’da 1950’lı yılların karakteristikleri arasında
şu başlıklarda pek çok şarkı
vardı: ‘’Atina-Almanya treni’’, ‘’Tatlı anacığım, gidiyorum’’, ‘’Gurbetçi’’, ‘’Gurbet
Şarkısı’’, ‘’Amerika’ya gittim’’ vb. Yunanlılar, radyoda,
televizyon’da, kâh yüksek
sesle kâh fısıldayarak Kazancidis’in gurbetle ilgili şarkılarını söylüyorlardı. O zamanlarda, zor toplumsal koşullardan kaçmaya çalıştıklarından dolayı, ağırlıklı olarak
Almanya’ya ve Amerika’ya
göç ediyorlardı. Buralarda işçi olarak geçimlerini sağlıyor
ve yaşamlarını sürdürüyorlardı. Zira, Almanya İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden inşa sürecine girmişti
ve kendisine ucuz işgücü
gerekiyordu... Amerika’ysa,
Yunanlılar için bir fırsatlar
ülkesiydi...
2000’lerin sonlarına doğruysa şarkı sözleri şöyle değişiyor: ‘’Parayı yediler’’,
‘’Onlardan bıktım’’, ‘’Pinoc
hio’’. Özetle ekonomik kriz
bu temaları içeren şarkı sözleri yazdırıyordu Yunanlılara.
Ekonomik krizin patlak vermesiyle birlikte, krizin bir başka yüzü ortaya çıkmaya başladı: Beyin göçü. Devlette çalışmak imkânı gittikçe azalıyor, işsizlikse artıyordu. Özel
sektörde iş bulmaksa tabii ki
ger geçen gün zorlaşıyordu.
Bunun farkına veren gençler,
iş bulmak için artık Yunanis-
tan’da şansları olmadığını
anlıyorlar ve dünyanın farklı
ülkelerinde iş bulma çabası
içine giriyorlar. Bir başka ifadeyle, Yunanistan’da ekonomik krizle birlikte 50’li yıllar
adeta yeniden canlandı.
Şimdiye kadar, Avrupa Birliği
ofisini ziyaret edip CV bırakanların sayısının beş yüz bini bulduğu belirtiliyor. Diğer
bir nokta da, on insandan
dördünün başka ülkeye gitme niyeti olması. Ülkede
yurtdışına gitmek için çözüm
arayanların sayısı hiç de az
değil. Hatta aralarından bazıları ‘’Ankara’da bizim için
iş var mı?’’ diye de soruyor.
Söz ettiğim ve kısaca anlatmaya çalıştığım iki göç dalgası arasında nicelik bakımından olmasa da nitelik bakımından büyük fark var. Zira, yakınlarda yaşanan ağırlıklı olarak bir beyin göçüne
tekabül ediyor. 50’lı yıllarda
göç edenlerin profili işçilerden ibaretti, şimdikilerin profiliyse eğitimli insanlardan
oluşuyor. Bu iki göç arasında,
benim kanaatime göre, çok
temel bir başka fark daha görülmekte: 50’li yıllarda göç
edenler, ‘’Biz gurbete gidiyoruz’’ derlerdi ve gitmek kendisini bir zorunluluk olarak
hissettiriyordu. Bu şarkı söz-
lerine de yansıyordu. Şimdi
gidenlerse ‘’Buradan kaçmak istiyorum’’ diyerek
Yunanistan’ı terk ediyor.
İnsanlarda bir nefret ve infial
duygusu oluştu. Kimlere?
Esasen siyasetçilere. Yunanistan’ın bu hale gelmesinin
sebebi onlar olduğunu düşünüyorlar.
İlk göç dalgasında (yani 50’li
yıllardakinde), vatan hasreti
ağır basarak yirmi otuz sene
sonra geri dönenler olmuş.
Bu ikinci göç dalgasındakilerden de geri dönenler olacak mı acaba?
ATAUM
e-bülten
İletişim
Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM)
Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara
Telefon: 0 (312) 362 07 62
Faks: 0 (312) 320 50 61
Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten
E-posta: [email protected]
Editör: Erdem DENK
Tasarım: Volkan KAYA
* Yazılarınızla katkıda bulunmak için [email protected] adresine email atabilirsiniz.
* ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir.
* Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları ATAUM`a aittir.
* Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir.
Sahibi: ATAUM adına Çağrı ERHAN · Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: B. Erdem DENK · Yayının Türü: Süreli (Aylık) · Basım Yeri: Hermes
Ofset Ltd. Şti., Kazım Karabekir Cad. Murat Çarşısı 39/16 İskitler/ANKARA Tel: 0(312) 341 01 97 · Basım Tarihi: 10.10.2011
ATAUM
EYLÜL 2011
e-bülten
Britanya'nın Gurkha'ları
Aysun ÜNAL
7
Britanya'nın Gurkha'ları
Aysun ÜNAL
Geçtiğimiz ay, Britanya ordusunda büyük ve önemli yere
sahip olan Gurkha’ların statüsü sorunu tekrar gündeme
geldi. Bu kez tartışılan, Gurkha’lara mülteci statüsü verilmesi. Yaklaşık iki yüzyıldır Büyük Britanya için dünyanın çeşitli yerlerinde savaşan
Gurkha savaşçıları, yalnızca
iki yıl önce belli kriterleri taşımaları şartıyla Britanya’da
yerleşim hakkı elde etmişlerdi; fakat bu son tartışmalar ellerinden bu haklarının alınması anlamına gelmekte.
Kim bu Gurkha’lar?
Tüm dünyada savaşçı kimlikleriyle tanına Gurkha’lar hakkında söylenen özdeyişlerden birisi onları kısaca şöyle
tanımlamaktadır: “Eğer bir
insan ölümden korkmuyorum diyorsa ya yalan söylüyordur ya da Gurkha’dır”.
1800’lerde Britanya İmparatorluğu’nun parçası olan
Hindistan’ın Nepal’i işgali sıra sın da far kı na var dı ğı
Gurka’lar, isimlerini sekizinci
yüzyıl Hindu savaşçısı Saint
Guru Gorakhanth’dan almakta. Nepalli savaşçılar
1814-1816 arasında yapılan
Gurkha Savaşı’nda Britanya
Doğu Hindistan Şirketi’nin or- ta Britanya ordusunda Gurkdusuyla savaşmışlar ve bu sa- ha taburu bile kurulmuştu.
vaşta İngilizleri ağır yenilgiye Bundan önce de Doğu Hinuğratmışlardı. Gurkha’lar ta- distan Şirketi adına paralı asrafından ağır yenilgiye uğra- kerlik yapan Gurkha’lardan
tılan İngilizler, hemen bir ba- 13’ü, 1947’den beri Britanrış anlaşması imzalayarak yalılar için tüm dünyada saGurkha’lara İngiliz ordusun- dık bir biçimde savaştıkları
da görev almalarını teklif et- için en yüksek askeri madaltiler. 1947’de Britanya Hin- ya olan Victoria Cross’a layık
distan’dan çekildikten ve Ne- görülmüş durumda.
pal de Hindistan’dan ayrıl- İkinci Dünya Savaşı’nda 200
dıktan sonra, hukuken aslın- binden fazla Gurkha savaştı
da tam anlamıyla bugünkü ve geçtiğimiz 50 yıl içerisinde
anlamda paralı bir askerlik- de Hong-Kong, Malezya, Borten bahsedilemese de Gurk- neo, Kıbrıs ve Falkland’da göha’lar tamamen Britanya or- rev aldı. Şu an da halen Irak
dusuna entegre edilmiş hat- ve Afganistan’da çeşitli gö-
revler almaktalar. Fakat sayıları İkinci Dünya Savaşı’ndan
beri hızla azalmakta; nitekim
o zamanlar 112 bin civarında olan sayıları şu an 3 bin
500’lerde seyretmekte. Sadece İkinci Dünya Savaşı’
nda yaklaşık 43 bin kayıp verdikleri belirtilmekte.
Ana yerleşim alanlarıysa
Falkland’daki Shorncliffe yakınlarında; fakat bu topraklar Britanya yönetiminde olmasına rağmen hiçbir Gurkha’nın Britanya vatandaşlığı
bulunmamakta.
Britanya’daki hukuki statüleri
Tony Blair yönetimi öncesine
kadar Britanya’da hiçbir hukuki statüleri bulunmayan
Gurkha’lara, oturma izni de
verilmemekteydi. Blair hükümeti 1997’den sonra emekli
olan Gurkha’lara en az dört
yıl orduda görev yapmış olmaları şartıyla 2004’te oturma izni verdi. Bu tarih Gurkha Tugay komutanlarının
Hong-Kong’dan dönüş zamanlarına rastlamaktaydı fakat Gurkha Adalet Kampanyası bu hakkın diğer Gurkha
askerlerine de verilmesi için
büyük bir seferberlik başlattı.
2008’de Yüksek Mahkeme
bu kararı bozdu ve Gordon Brown Hükümeti 2009’de diğer Gurkha askerlerine de
yerleşim hakkı verdi. Bu hakka rağmen savaşçılar kızgındı çünkü verilen hakkın uygulamasında herhangi bir
otomatik mekanizma öngörülmemekteydi; bir Gurkha’ya yerleşim izni verilip verilmeyeceği hükümetin tasarrufuna bırakılmıştı. Ayrıca
Britanya’ya yerleşmek isteyen Gurkha’ların taşımaları
gereken bazı gereklilikler de
mevcuttu. Buna göre, örneğin orduda yaptıkları görevden sonra en az üç yıl devamlı olarak Britanya’da bulunmaları, burada çekirdek
aileleri bulunması, bir cesaret ödülü almış olmaları zorunluluğu veya görev sırasında ağır bir kronik hastalığa yakalanmış olmaları gerekmekteydi. Gurkha Adalet
Kampanyası’nı yürütenler bu
Gurkha’lara mülteci statüsü mü verilecek?
Gurkha’lara Adalet kampanyasını yürütenler, geçtiğimiz haftalarda bir milletvekilini Gurkha’lara mülteci statüsü verilmesini talep etmesinden dolayı kınadılar ve endişelerini dile getirdiler.
Aldershot’tan vekil olan Gerald Howarth, “10 bin Gurkha’nın akın ettiği memleketine ciddi bir yük getiren
Gurkha’ları Britanya topraklarına dağıtmayı” önerdi.
Gurkha Adalet Kampanyası’nı yürütenlerden Peter
Carrol’e göreyse, bu öneri
kabul edilemez ve şoke edici
nitelikteydi. Henüz 2009’de
Britanya’ya yerleşme hakkını
elde eden Gurkha’ların bu
öneriyle büyük bir hayal kırıklığına uğradıklarını dile getiren Carrol, Başbakan ve
Başbakan yardımcısına mektup yazarak Howarth’ın engellenmesini ve “dizginlenmesini” istedi. Aldershot milletvekili Carrol ise BBC radyoya verdiği demeçte kendi
seçim bölgesinin bütçesine
önemli yük getiren Gurkha’
ların yerel servislerden özellikle sağlık bütçesine çok ağır
yükler getirdiklerinin altını
çizdi. Özellikle yerel insanlarla Nepalli savaşçıları kıyaslarken yaptığı yorumlarda bu iki toplumun aynı haklardan faydalanmasının İngilizler açısından adil olmadığını dile getirdi ve İngiliz
kültürüyle alakasız olan,
İngilizce konuşamayan veya
İngiliz iklimine alışkın olmayan Gurkha’ların İngiltere’
de yerleşmelerinin yanlış olduğunu savundu.
Önümüzdeki günlerde Carrol’un isteklerinin hükümet
tarafından nasıl karşılanacağı henüz belirsiz olsa da, on
şartları taşıyan yalnızca 100
Gurkha’nın bulunduğunu
söylerken hükümet 4 bin
300 civarında Gurkha’nın
yerleşim hakkı elde edebileceğini ileri sürmekteydi.
Babası da bir Gurkha olan ve
bu kampanyanın en büyük
savunucularından olan ünlü
oyuncu Joanna Lumley, gerek Kraliyet Ailesi gerekse hükümetle istişarelerde bulunup tüm Gurkha’ların bu haktan faydalanması için büyük
çaba sarf etti.
yıllardır ayrımcılığa uğrayan
Gurkha’ların bu açıklamalardan dolayı büyük bir endişe ve kaygı duydukları su götürmez bir gerçek. Yalnızca
iki yıl önce büyük zorluklarla
kazandıkları yerleşme hakkının ellerinden alınacak olması ihtimali bile büyük bir
üzüntü ve karamsarlık nedeni. Ayrıca Carrol’un bu ayrımcı ve etnik temelli bakış
açısının son zamanlarda gittikçe yükselen milliyetçi kampanyalara da ilham vereceği
şimdiden tahmin edilebilen
bir gerçek.
8
Seçimin Gör Dediği...
Mühdan SAĞLAM
EYLÜL 2011
ATAUM
e-bülten
Seçimin Gör Dediği…
Mühdan SAĞLAM
Ocak ayından bu yana ekonomik krizle boğuşan ve bugün iflasın eşiğine gelen
Yunanistan’daki yangın, AB
ve onun kalbi Almanya’ya da
sıçradı. Yunanistan için içinden çıkılması zor bir dönemin adı olan 2011, AB içinse
Euro bölgesinin geleceği ve
“dostun zor gününde birlik”
sınavı olması bakımından ayrı bir önem taşıyor. AB ekonomisinin lokomotif gücü Almanya ve Alman Şansölyesinin bu süreçteki tutumu, tam
da bu sebepten gerek ülkesinde gerek uluslararası kamuoyunda gündemin ana
maddesi olarak yer alıyor.
“Süper Seçim Yılı” olarak nitelendirilen ve bu yılın Şubat
ayından bu yana kademe kademe gerçekleştirilen eyalet
seçimleri, hem Merkel hem
de başında olduğu muhafazakâr-liberal hükümet açısından tehlike çanlarının çal-
dığını gösteriyor. 2011 seçimlerini “kader seçimleri”
olarak tanımlayan Almanya’
nın “Demir Lady”sinin ve lideri olduğu hükümetin kaderini seçim sonuçları üzerinden okumaksa zor değil…
Almanya’nın seçim maratonu
18 Eylül’de Berlin seçimleriyle sonlanan maratona 20
Şubat’ta, Hamburg seçimleriyle başlanmıştı. Hamburg
seçimleri, sonuçları bakımından 6 eyalette gerçekleştirilecek seçimlerin önemli bir
göstergesiydi. 20 Şubat’taki
seçimde Merkel’in Hıristiyan
Demokratları adeta duvara
tosladı. Hıristiyan Demokrat
Parti (CDU) daha önce sahip
olduğu oy oranının neredeyse yarısını kaybetti ve Hamburg eyalet meclisinde sadece 28 sandalye elde edebildi.
Öte yandan merkez sağ hükümetin küçük ortağı Hür Demokratlar, oylarını yaklaşık
yüzde 2 arttırarak eyalet meclisine girmeyi başarsa da, iktidar bloğu genel olarak bu
seçimde başarısız oldu. Hamburg seçimi, Merkel hükümetinin Euro politikasına karşı Alman kamuoyunun duru-
şunu gösteren ilk dikkat uyarısıydı. Eyalet seçimlerinin
ikincisi 105 sandalyeli Saxony-Anhalt seçimi, Hamburg
seçimlerinden 1 ay sonra, 20
Mart’ta gerçekleştirildi. Hükümetin büyük ortağı Hıristiyan Demokratlar seçimden
ilk sırada çıkmalarına rağmen Sosyal Demokratlarla
kurdukları koalisyondan medet ummaya devam etmek
zorunda kaldı. Öte yandan
iktidar ortağı Hür Demokratlar yüzde 5’lik seçim barajını
aşamadı ve meclis dışında
kaldı.
Yaklaşık 8 milyon seçmenin
bu lun du ğu Baden-Württenberg’teki eyalet seçimlerineyse “nükleer için seçim”
sloganı damgasını vurdu.
Eyaletteki 58 yıllık Hıristiyan
Demokrat hegemonya, seçim sonuçlarıyla sarsıldı. Liderliği kaptırmamış olması-
na karşın Merkel’in başında
bulunduğu Hıristiyan Demokratlar burada da yüzde
5.2’lik oy kaybı yaşadı. Dışişleri Bakanı Westerwelle’nin
Hür Demokrat Partisi (FDP)
ise oyların ancak yaklaşık
yüzde 5’ini alabildi ve kıl
payı meclis eşiğini aştı. Öte
yandan hiç kuşkusuz seçimin
en başarılı partisi, oylarını iki
katına çıkaran ve tüm oyların
yüzde 24’ten fazlasını alan
Yeşiller Partisi oldu. BadenWürttenberg’te “nükleer için
seçime” giden Alman seçmenin Yeşillerin yanında yer
alması, iktidarın nükleer
yanlısı tutumuna cevabı da
ortaya koydu.
Baden-Württenberg seçiml er iyl e aynı günde, 27
Mart’ta seçmen bir başka
eyalette daha seçim sandığına gitti. Rhineland-Palatine’
de yapılan seçimin galibi bir
önceki dönemde olduğu gibi
Sosyal Demokrat Parti (SDP)
oldu. SDP, yüzde ona yakın
bir destek kaybı sergilese de
liderliği Hıristiyan Demokratlara kaptırmadı. Öte yandan Hıristiyan Demokrat Parti (CDU), bu eyalette oylarını
yüzde 2.4 arttırırken, Hür Demokratlar hezimete uğradı.
Yüzde 10 oranında oy kaybıyla sarsılan Hür Demokrat
Parti, burada da eyalet meclisinin dışında kaldı.
22 Mayıs’taki Bremen seçimlerindeyse “şimdi doğru olanı yapma zamanı” sloganını
sahiplenen Hıristiyan Demokrat Parti aradığını bulamadı. Merkez sağ kanat, 19
partinin katıldığı seçimden
üçüncü parti olarak çıktı. Bu
seçimi farklı kılan noktaysa,
Batı Almanya tarihinde ilk defa Yeşiller Partisi’nin Hıristiyan Demokratları geçerek ya-
ATAUM
e-bülten
rışı ikincilikle tamamlaması
oldu. Seçim lideri SDP ile Yeşiller, 12 yıldır Hıristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratlar arasında devam eden
ortaklığa son verdi, eyalet
meclisinde koalisyon kurarak iktidarın sahibi oldu. Hıristiyan Demokratlar, bu seçimde sadece iktidar ortaklığını kaybetmekle kalmadı,
temsilci sayısında da düşüş
yaşadı.
Gelelim Başbakan Merkel’in
seçim bölgesi MecklenburgVorpommern eyaletindeki
seçimlere… 4 Eylül’de yapı-
EYLÜL 2011
lan seçimler, sarı-siyah hükümetin Doğu Almanya’daki
durumunu göstermesi bakımından ciddi bir sınavdı.
“Şeffaflık ve kararlılık” sloganıyla seçime giren Hıristiyan Demokratlar, seçimde
yaklaşık 6 puanlık bir düşüş
yaşayarak oyların sadece
yüzde 23.1’ni alabildi. Böylece merkez sağ hükümetin
büyük ortağının meclisteki
temsiliyeti 18 vekille sınırlı
kaldı. Merkez sağın diğer
temsilcisi Hür Demokratların
düş kırıklığıysa çok daha büyük oldu. Yaşadığı oy erozyo-
nu yüzde 7’yi bulan FDU, yapılan altı seçimin dördünde
meclis dışında kalmış oldu.
Yedi eyalette Şubat’tan beri
gerçekleştirilen seçimler, Almanya siyasi tarihinin en hareketli dönemlerinden biriydi. Seçim yılı olarak anılan
bu süreç, 18 Eylül’de başkent
Berlin’deki kritik seçimle son
buldu. 2 milyon seçmenin oy
kullandığı Berlin seçimlerinin galibi yine SDP oldu. Seçimlerin kaybedeniyse yine
Hür Demokratlardı. Bir önceki seçime göre seçmen desteğini ciddi oranda yitiren
Seçimin Gör Dediği
Mühdan SAĞLAM
9
FDU, yüzde 2’nin altında oy
alarak Berlin’de etkisini yitirdi. İktidar bloğunda yer alan
parti, böylece başkentte de
yüzde 5’lik seçim barajının altında kaldı. Berlin seçimlerinin en dikkat çekici sonucuysa, liberal söylemleriyle dikkat çeken Korsanlar Partisi’nin başarı oldu. Korsanlar
Partisi, oyların yaklaşık yüzde 9’unu alarak ilk kez bir
eyalet parlamentosunda temsiliyet kazandı.
Koalisyonda soğuk duş etkisi
Görülen o ki, AB’de yaşanan
ekonomik kriz ve domino etkisiyle krizin yayılması, birliğin dinamosu Almanya’yı da
sarsıyor. Almanya’nın krizle
boğuşan ülkelere milyarlarca Euro’luk yardım taahhüdünde bulunması, nükleer
enerji konusunda kararlı bir
tutum takınmaması, son ola-
rak dış politikada yaşadığı
yalpalamalar, merkez sağ hükümetin ipinin çekilmesine
giden yolu açıyor…
Gerek seçmenin gerekse parti temsilcilerinin yoğun eleştirilerine maruz kalan Şansölye Merkel, seçim sonuçları sonrasında da daha üst perdeden tepkilerle yüzleşiyor.
Merkel’in bu kadar yoğun
eleştirilmesinin başlıca sebebi, ekonomik krizlerle boğuşan Euro bölgesi ülkelerine
taahhüt edilen 211 milyar
Euro’luk yardım fonu… Yedi
eyalet seçiminin beşinde
meclis dışı kalan siyah sarı koalisyonun küçük ortağı Hür
Demokratların da başarısız-
lıklarının temelinde bu kurtarma paketlerine destek vermeleri olduğuna inanılıyor.
Seçim sonrasında Hür Demokratların önemli isimleri,
paketin gözden geçirilmesi
gerektiğini savunmuş ve oylamada ret oyu kullanabileceklerinin sinyallerini vermişti.
Nükleer enerji, çevre, dış politika..
Zorlu eyalet seçimleri sınavında sınıfta kalan Berlin’deki koalisyonun hezimete uğramasının bir başka sebebiyse, nükleer enerji ve çevre politikaları konusunda takındığı kararsız tutum. Mart ayında Japonya’yla birlikte tüm
dünyanın gözlerini nükleer
enerjiye çeviren Fukuşima’
daki patlamanın etkileri Almanya’yı sarsmaya devam
ediyor. Nükleer santraller ko-
nusunda kamuoyu ikna edilemedi. Dışişleri Bakanı Westerwelle’nin “nükleer enerji
konusunda bir referandum
niteliği taşıyor” dediği Baden
-Württemberg ve RheinlandPfalz eyalet seçimlerinden
net bir “nükleere hayır” cevabı yükseldi. Her fırsatta
nükleere enerjiye karşı olduğunu vurgulayan Yeşiller Partisinin elde ettiği başarılarsa,
hükümete nükleer enerji ve
çevre politikaları konusundaki tutumunu gözden geçirme çağrısı niteliğinde…
Hükümetin kamuoyu önünde prestij kaybı yaşamasının
bir başka sebebi de dış politikasındaki yalpalamalar. Kamuoyu, Afganistan’a asker
gönderilmesi tartışmalarından beri hükümetin dış politikasında sapmalar olduğuna inanıyor. Büyük bir ekonomik güç olan Almanya’nın
dünya gündeminde yeterince etkin olmayarak gücüyle
örtüşmeyen bir sessizliğe bürünmesi kamuoyundaki bir
diğer rahatsızlık. Özellikle
Şubat 2011’den bu yana
Arap coğrafyasında yaşanan
gelişmeler karşısında hükümetin sessiz kalmış olması
da eyalet seçimlerinde seçmen tercihlerine etki etmiş
görünüyor.
için de kritik bir anlam taşıyor du. Al man Fe de ral
Meclisi'nde (Bundestag) yapılan oylamada, 611 milletvekilinden 523’ü yardım paketine "evet" oyu verdi; 85
milletvekili red oyu kullanırken 3 milletvekili de çekimser kaldı. Ve böylece, Alman-
ya’nın 2012’ye kadar Yunanistan’a sağlayacağı kredilerin miktarı 211 milyar Euro’
ya yükseldi.
Berlin’deki koalisyon için bu
zor viraj, az fireyle atlatılmış
görünüyor. Buna karşın, tüm
bu seçim maratonu hükümet
için alarm zillerinin çaldığına
da işaret ediyor. Merkez sağ
koalisyon şimdilik kendini güvenceye almış görünse de,
2013 seçimlerine dair öngörülerde tünelin ucunda ışık olduğunu söylemek hiç de kolay değil.
Kritik oylama
Öte yandan 29 Eylül’de yaşanan bir gelişme, eyalet seçimleri sonuçlarının ardından yazılan felaket senaryolarına bir şerh koydu. Zira Yunanistan Yardım Paketi’nin
Almanya Federal Meclisi’
nde oylanması, sadece Papandreu için değil, Merkel
10
Artık Balkanlaş-ma
Ebru SÜLEYMAN
EYLÜL 2011
ATAUM
e-bülten
Artık Balkanlaş-ma
Ebru SÜLEYMAN
"Bölünme", Balkanlar için gayet tanıdık bir kavram; ne de
olsa "bölünmenin" eş anlamlısı "Balkanizasyon" terimini
ortaya çıkarmış bir bölge söz
konusu. Farklı talepleri olan,
değişik etnik grupların bir
arada yaşadığı devletlerin
korkuyla bahsettiği "Balkanizasyon", bu aralar kaynaklandığı yerde de tartışma konusu. Konuyu gündeme getirense, Kosova'nın kuzeyinde
Temmuz’dan beri süregelen
çatışmanın 27 Eylül’ de şiddetini tekrar arttırması oldu.
Geçici bir anlaşmayla, Ağustos’tan beri KFOR'un denetimi altında olan Kosova'nın
kuzeyi, anlaşmanın sona ermesi itibariyle yeniden karıştı. Eylül başında Kosova
Başbakanı Hashim Thaçi, Sır-
bistan sınırında bulunan
1. ve 31. gümrük kapılarının
EULEX ve KFOR tarafından
desteklenecek sınır operasyonuyla 16 Eylül'de denetim
altına alınacağını açıkladı.
Açıklamaların ardından,
direniş gösteren kuzeydeki
yerel Sırplar, yolları ablukaya
alan barikatlarını güçlendirip, protestolarına da hız verdi. Sırbistan'ın AB, NATO ve
BM Güvenlik Konseyi'ne bu
tek taraflı eylemin durdurulması konusunda itirazda
bulunmasına rağmen operasyon gerçekleşti.
Sırbistan ise, uluslararası
platformlarda operasyonun
ve EULEX ile NATO'nun operasyona destek vermesinin
yasadışı olduğu ve bu hareketle AB arabuluculuğunda
sür dü rü len müzakerelerin
devamlılığının da tehlikeye
atıldığı görüşünde. Yerel
Sırplar bu durumu, Sırbistan’la olan bağlarını kopartacağı ve tanımayı reddettikleri bir ülkenin kurumlarının
bölgeye yerleşeceği gerekçesiyle kabul edilemez buluyorlar ve uluslararası kurumları, Kosovalı Arnavutlara
kendi kaderini tayin hakkını
tanırken kendilerine baskı
yapmalarından dolayı "ikili
oynamakla" suçluyorlar.
İşte durumun istikrardan çok
uzak olduğu bu ortamda,
tam da müzakerelerin sonuncu faslının açılacağı 27
Eylül'de, barikatları kaldırmaya çalışan NATO güçleri
ve yerel Sırplar arasında çatışma yaşandı. 16 siville 4 as-
ker yaralandı. Olayların ardından müzakereleri kesen
Sırbistan, tartışılacak tek konunun Kosova sınırında meydana gelen çatışmalar olduğunu belirterek müzakeredeki son faslı iptal etti.
EULEX, gelen talepler doğrultusunda yaşanan olaylar
hakkında soruşturma açacağını duyurdu.
Yaşanan olaylar, bölgede kalıcı bir çözümün ve istikrarın
sağlanamadığını bir kez daha gösteriyor. Sorunun halledimesi için kullanılacak
araç konusunda hemen hemen herkes aynı fikirde: Müzakerelerin devam etmesi.
Ancak anlaşmazlığın giderilmesi için müzakere edilecek
konular hakkında değişik
öneriler var.
Daha çok sınır, daha az çatışma (?)
Bölünme, Yugoslavya'nın dağılmasından beri konuşulsa
da, özellikle Batı başta olmak üzere uluslararası toplum ve ona yakın olan
Kosova'daki mevcut yönetim
tarafından kesinlikle reddediliyor. Kosova'nın da dâhil olduğu muhtelif ülkelerden çeşitli analistler, kuzeyde bölünmenin kalıcı bir çözüm
olabileceğini ve bunun en
baştan beri yapılmamış olmasının bir başarısızlık olduğunu belirtiyorlar. Anlaşmazlıkara çözümün her iki
tarafı da memnun edecek bir
mukaveleyle sağlanması gerektiği ve bu yolun da bölünmeden geçtiği konusunda
hemfikirler. Şüphesiz, "sınır
değişikliği" konusunda en istekli taraf Sırbistan. Ülkenin
içişleri bakanı Ivica Dacic, bölünmenin en uygun yol olduğu konusunda ısrar ediyor ve
hatta bu konunun Sırbistan’la Arnavutluk arasında
görüşülmesi gerektiğini ekliyor. Aynı zamanda Sırbistan
başkanı Tadic'in de bölünmeye sıcak baktığı biliniyor.
EULEX ve NATO'nun kuzeydeki eylemlerini sert bir şekilde eleştiren BM’nin Mitrovica bölgesi eski temsilcisi
Gerard Gallucci'ye göre de
bölünme gerçekçi bir çözüm
olarak algılanıyor. Sonuç
olarak, Belgrad yönetimi "sınır değişikliği" umutlarını devam ettiriyor ve bu doğrultuda kuzeyde yaşayan Sırplara
destek vermekten vazgeçmeyecek gibi görünüyor.
Diğer taraftan sorunu farklı
tanımlayan grupların çözüm
önerileri de doğal olarak tamamen değişiyor. Kosova'
daki muhalif Kendin Karar Al
hareketi, Sırbistan’la müza- içine geçmiş bir şekilde etnik
kere yapmaya tamamen kar- azınlıkların çokça bulunduğu
şı. Onlara göre asıl sorun Sır- Balkanlarda ve dahası dünbistan tarafından tanınmak yada -Kosovalı yöneticilerin
değil. Önemli olan, Arnavut de özetlediği gibi- "Pandora'
ulusunun tarihsel amacını bi- nın kutusunu açacağından"
ran önce gerçekleştirerek ve bir domino etkisi yaratArnavutluk’la Kosova'nın ve masından endişe duyuluyor.
bunların yanısıra Sırbistan, Sınır değişikliği belki de
Makedonya ve Karadağ'da Kosova'daki anlaşmazlığı çöbulunan Arnavut şehirlerinin zerken Makedonya, Arnaentegrasyonu, yani Büyük vutluk, Bosna-Hersek ve SırArnavutluk Projesi. Bu doğ- bistan arasında yeni sorunrultuda atılması gereken ilk lara yol açacak. AB, artık
adım da, başka bir ülkeyle Balkanlar'da bölünme dönebirleşmesini yasaklayan mad- minin kapandığını açık bir bideler içeren ve kendi irade- çimde söylerken, sınır değileriyle haklarını kısıtladığını şikliklerine izin verilmeyecedüşündükleri anayasanın de- ğini bildiriyor ve bu doğrultuğiştirilmesi.
da AB'ye adaylık “havucunu”
Sırbistan, bölünmenin ger- Sırbistan'a baskı yapmak için
çekleşmesi kaydıyla Büyük kullanıyor.
Arnavutluk'un kurulmasını ra- Arnavutluk Dışişleri Bakanlıhatsız edici bulmuyor. Sırbis- ğı, Kosova’yla birleşme kotan sınırında Arnavutların ço- nusunda yaptığı açıklamağunluk oluşturduğu bölge- da, bağımsız Kosova devletilerle, Kosova sınırında Sırp- ni bölgedeki barışı ve istikraların çoğunluk oluşturduğu rı sağlayacak bir unsur olabölgelerin "takasını" öneren- rak gördüklerini ve Arnavut
ler de var. Her iki tarafın da ulusunun Euro-Atlantik enanlaşarak sınır değişikliğine tegrasyonun altında bir aragitmesinin kalıcı bir çözüm ya gelebileceğini söylüyor.
olacağı düşünülürken, bu dü- Böylece bölünme ve birleşşüncelere özellikle Batı mer- meye karşı olduklarını da
kezli uluslararası kuruluşlar göstermiş oluyor. Makedonkesinlikle karşı çıkıyor. Bö- ya'daki en büyük Arnavut parlünme fikirlerinin, birbirinin tisinin lideri de halktan,
Kosova'da meydana gelen
anlaşmazlıktan uzak durmalarını istemiş durumda. Bölgenin istikrara ve hukuka saygıya ihtiyacı olduğunu belirterek sınırlardaki herhangi
bir değişikliğin tüm Balkanlar'da istanmeyen sonuçlar
doğurmasından endişelendiklerini belirtiyor.
Uluslararası kuruluşların ortak fikriyse, Kosova için hazırlanan ancak Sırbistan tarafından kabul edilmeyen Ahtisaari Planı'nın uygulanması. Plan ile Kosova'nın adem-i
merkezileşmesi ve bu sayede
kuzeydeki yerel Sırpların
özerklik kazanmaları, yani
Kosova sınırları içinde kalıp
Sırbistan’la yakınlaşmaları
öngörülüyor.
Sonuç olarak etnik sorunların dorukta olduğu bu bölgede, self-determinasyona bağlı bölünmeler ve sınır değişiklikleri tehlikeli görülüyor.
Görünüşe göre "Balkanlaşma"nın pabucu, uluslararası
toplum tarafından dama
atılmış durumda; yerine,
ulus-üstü bir yapı altında birleşerek ve aynı zamanda da
yerelleşerek, halkın istek ve
ihtiyaçlarını karşılamak daha çok kabul görüyor.
ATAUM
e-bülten
EYLÜL 2011
Belçika: Son Bir Umut
Onur HAZNEDAR
Belçika: Son Bir Umut
Onur HAZNEDAR
Bu günlerde Belçika, hükümet kur ma nok ta sın da
önemli bir dönüm noktasına
gelmiş durumda. Haziran
ayından beri geçici hükümetin başbakanlığını yürüten
Yves Leterme, henüz hükümeti kurmayı başaramadı ve
Belçika bu alanda rekor üstüne rekor kırmaya devam
ediyor. Buna bir de Yves
Leterme’nin yılsonu itibariyle
görevinden istifa edeceği ve
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’ne geçeceği haberi eklenince, belirsizlik hali
önümüzdeki dönem de devam edeceğe benziyor. Bir
devletin bu kadar uzun bir dönem hükümetsiz idare ettirilebilmesiyse, diğer ülkelerde
daha farklı tartışmaları beraberinde getiriyor.
Yves Leterme’nin görevini bırakacağını açıklamasıyla ta-
tilini yarıda kesen ve acilen
ülkeye dönen Kral II. Albert,
Valon Sosyalistlerinin Başkanı Elio Di Rupo’yu belki de
son kez hükümeti kurmakla
görevlendirdi. Belçika Kralı
var olan durumu şu şekilde
değerlendiriyor: “Tarihin en
uzun süreli hükümet kurma
çalışması beni çok kederlendiriyor. Belçikalıların ne kadar büyük bir riskle karşı karşıya bulunduklarını söylemezsem görevime riyakârlıkta bulunmuş olurum.” Hükümeti kurmakla görevlendirilen Elio Di Rupo, ülkede
8 partiyi ilk kez aynı masa etrafına topladı ve hükümet
kurma konusunda oldukça
önemli adımlar atıldı. Müzakereler sonucunda başkent
Brüksel’in çevre mahallerinde oturan Fransızca konuşan
Volonlara özel seçim hakları
tanındı. Esas itibariyle Flaman bölgesinde olmasına
karşılık çoğunluğun Fransızca konuşuyor olması, seçimlerde ve seçim sonrası kurulacak koalisyon hükümetlerinde büyük anlaşmazlıklara
neden oluyordu. Çünkü Flaman seçim bölgesine giren
bu alanda Fransızca konuşan Valonlar kendilerini temsil eden partilere oy veremiyordu. Anlaşmaya varılan düzenleme her ne kadar Brüksel’in çevre mahallerini kapsıyor olsa da, ilerisi için bir
umut niteliğinde. Elio Di Rupo durumu şu şekilde değerlendiriyor: “Şu anda yapmamız gerekenden uzaktayız ve
hala birçok konuda tartışma
halindeyiz.” Diğer parti liderleriyse çok önemli bir köprünün geçildiği kanaatinde.
Kamuoyunun farklı kesimle-
Yeni bir seçim Belçika’nın sonu olabilir
En geç Ekim sonuna dek müzakereleri sonlandırmayı
amaçlayan Elio Di Rupo eğer
bu sefer de hükümet kuramazsa, yeni bir seçime kesin
gözüyle bakılıyor. Fakat yeni
bir seçim sorunları da beraberinde getiriyor. Genelde kısa soluklu koalisyon hükümetleriyle yönetilen Belçika’
da ayrılıkçı Bert De Wever liderliğindeki Yeni Flaman
İttifakı’nın (NVA) oylarını arttıracağına kesin gözüyle bakılıyor. Son kamuoyu yoklamaları da NVA’nın oylarını
yüzde 5-6 oranında arttıracağı yönünde. Yani yeni bir
seçim demek, ayrılmanın
eşiğine gelmek demek. Bu
nedenle belki de son kez hükümetin kurulması için 8 parti bir araya gelmiş durumda.
Bu noktada Brüksel’in hem
Flamanlar hem de Valonlar
açısından oynadığı kilit role
dikkat çekmek gerek. Kent,
Flamanlar açısından vazgeçilmez; bu nedenle her ne kadar ayrılmak isteseler de
Brüksel’i Valonlarla paylaşmak istemiyorlar. Aynı durum koalisyon hükümeti kurmak isteyen Valon sosyalistler için de geçerli; bu nedenle hükümetin kurulma aşamasında Brüksel sürekli sorun teşkil ediyor ve sürecin
tıkanmasına sebep oluyor. Kısacası, Brüksel bir yandan
devletin bölünmesini engellerken hükümetsiz kalınmasına da neden oluyor.
Belçika’nın 15 ayı aşkın süredir hükümetsiz idare edilebiliyor olması, başta İngiltere
olmak üzere birçok devletin
dikkatini çekmiş durumda.
Bir ülkenin gerçekten bir hükümete ihtiyacının olup olmadığı konusunda çeşitli tartışmalar yapılmakta. Geçen
günlerde İngiliz televizyonu
Channel 4 bu konuda bir
araştırma da yaptı ve Belçika
örneği üzerinden İngiltere’yi
inceledi. Kendisiyle bir söyleşi yapılan Belçikalı siyaset uzmanı Rolf Falter’a göre,
İngiltere ile Belçika farklı siyasal geleneklere sahip. Belçika 1899’dan bu yana hep
Flaman ve Valonlardan oluşan koalisyonlarla yönetilmiş. İngiltere’deyse genelde
sadece 10 yılda bir merkez
partinin değişmesi söz konusu; koalisyonlar istisnai bir
durum. Mevcut koalisyon hükümetinin David Cameron
ve Nick Clegg tarafından sadece bir hafta içinde kurulduğu da bir gerçek; yani
Belçika’dakinden (şu an
için!) yaklaşık 92 kat daha çabuk. Sonuçta bu tip karşılaştırmaların yapılması aslında
pek de doğru değil. Zira her
rinden de her geçen gün gidişattan memnuniyetsizliği
belirten açıklamalar geliyor.
Eylül’de Belçika’nın ikinci büyük şehri Antwerp’te toplanan hâkimler ve savcılar, şu
anki ortamdan oldukça şikâyetçiler. Politikacıları hareketsizlikle ve beceriksizlikle
suçluyor; partilerin demokrasiyi ayaklar altına alarak
devleti yönettiklerini belirtiyor. Aynı şekilde finansal kuruluşlar da bir an önce hükümetin kurulması ve böylece
önemli reformların yapılabilmesi konusunda devlete baskıda bulunuyor. Ama halka
inildiğinde bu durumdan
pek fazla şikâyetle karşılaşılmıyor. Çünkü Belçika’da son
30 yıldır işler genelde yerel
yönetimler aracılığıyla sürdürülüyor, yani hükümet krizi aslında halka yansımıyor.
ülkenin kendine has yapısal
özellikleri var ve bunlar doğrultusunda bir tarihsel süreçten geçiliyor.
Kısacası, Belçika ayrılma ya
da bir arada kalma konusunda önemli bir dönüm noktasında. Eğer hükümet kurulamazsa seçimlerle beraber ayrılma olasılığı daha da yükselecek. Son bir umutla müzakereler şu an devam ediyor. Fakat kamuoyundaki hâkim hava hükümetin yine kurulamayacağı yönünde. Belçika gazetelerinde (epeydir)
“Güle Güle Belçika” manşetleri atılıyor. Ama yine de başkent Brüksel’in ayrılma noktasında oluşturduğu kilit rolü
de unutmamak gerekiyor.
Belçika’nın bölünmesi, şimdilik Flamanların hayallerini
süslüyor; Valonların da kâbusu oluyor.
11
12
Ana Dilime Dokunma!
Recep Ersel ERGE
EYLÜL 2011
ATAUM
e-bülten
Ana Dilime Dokunma!
Recep Ersel ERGE
Litvanya’da yeni eğitim yasasının sebep olduğu tartışma
büyürken, huzursuzluk da artıyor. Konu azınlık hakları…
Yeni düzenlemeyle azınlık
okullarında Litvanya tarihi,
coğrafya ve vatandaşlık bilgisi derslerinin Litvanca verilmesi zorunlu hale geliyor.
Hâlbuki bugüne kadar hemen hemen hiçbir ders için
böyle bir zorunluluk olmamıştı. Dahası, azınlık okullarında okuyanlar 2013'ten itibaren Litvanyalı öğrencilerle
aynı lise bitirme sınavına girecekler. Sınav tabii ki Litvanca olacak. Ana dilde eğitime
getirilen bu sınırlamalar
özellikle Polonya kökenli va-
tandaşların hedef tahtasında. Polonya-Litvanya Dostluk Antlaşması’nın ihlal edildiğini ve krizin basit bir hak
savaşından daha fazlasını
ifade ettiğini savunuyorlar.
Litvanyalılar ise Hükümetin
arkasında. Etnik kökenleri
itibariyle yabancı olsalar da
resmen “Litvanya vatandaşı“
olan herkesin devletin resmi
dilini öğrenmek zorunda olduğunu düşünüyorlar. Yasanın getirdiği yenilik bu fikirle
sınırlı olsaydı hiç de haksız sayılmazlardı, ancak durum
bundan biraz daha karmaşık. Yasada ayrıca, yeterli sayıda öğrencisi olmayan köy
ve kasaba azınlık okullarının
kapatılması, buralarda eğitim gören öğrencilerin standart devlet okullarına nakledilmesi öngörülüyor. Başkent Vilnius ve çevresinde 14
binden fazla öğrenciye Lehçe eğitim veren 120 okul var
ve bunların yarısı kapanma
tehlikesi altında.
Litvanya'da azınlıklar 3.5 milyonluk toplam nüfusun yüzde 16'sını oluşturuyor. Polonya diasporası bunların en
büyüğü ve toplam nüfusun
yüzde 7'sine tekabül ediyor.
Hal böyle olunca en çok
gürültüyü onların çıkarması
da şaşırtıcı değil. Yasanın kabul edildiği Mart’tan bu yana
sokakları terk etmeyen Po-
lonyalılar, Vilnius ve Varşova
bir yana, yoğun olarak
yaşadıkları Washington ve
Chicago'da bile seslerini
duyurmayı başardılar. Ne
var ki bir türlü Litvanya Hükümetinin dikkatini çekemediler. Ne kamu denetçisine
yapılan başvuru ne de toplanan altmış binden fazla imzanın bir faydası oldu. Nihayet bıçak kemiğe dayanınca
Polonyalı öğrenciler grev
kararı aldı. Eylül başında iki
binden fazlası Başkanlık
Sarayı önünde toplanıp yeni
yasayı bir kez daha protesto
etti. Gösteriye Rus okullarından öğrenciler de katıldı.
versiteye kadar kendi dilinde dilik askıya aldılar.
eğitim alabildiği dünyadaki Litvanya Hükümeti, iki yıl öntek ülke Litvanyadır.”
ce kaldırılan Ulusal Azınlıklar
Ancak, bu beyanlara baka- ve Göç Başkanlığı’nı Kültür
rak görüşmenin faydasız ol- Bakanlığı çatısı altında tekrar
duğu sonucuna varılmamalı. kurdu ve başına Polonya köBilakis, iki lider önemli bir kenli bir Litvanya vatandaşı
noktada uzlaştılar. Alınan ka- getirildi. Kültür Bakanı, gerar doğrultusunda, yasanın rekçe olarak, azınlık sorunPolonyalı azınlık üzerindeki larını idarenin en üst basaolası etkilerini tespit etmek maklarında ele almak isteüzere bir uzmanlar kurulu diklerini söyledi. Bu gelişme
oluşturulacak. İki taraf da Litvanya kamuoyunda hoşböylece sorunun hızla çözül- nutsuzluğa sebep olurken
mesini umuyor. Gerçekten Polonyalı azınlık tarafından
de, tüm görüş ayrılıklarına beklendiği gibi olumlu karşırağmen çözüm iradesinin or- landı. Bu arada ülkesine döntak olduğunu söylemek müm- müş olan Polonya Başbakanı
kün. Öyle ki, sadece birkaç Tusk, Litvanya’daki gelişmesaat içinde yaratılan bu iyim- lerin dikkatle takip edileceğiser tablo, Polonyalı gösterici- ni söyleyerek güven tazeledi.
lerin bile ateşini söndürdü. Aynı zamanda AB ParlamenÖğrenciler çözüm vaadini sa- tosu üyesi de olan Polonya
mimi ve ikna edici bulmuş ol- kökenli Litvanya milletvekili
malılar ki, gelişmeyi takdirle ve Polonyalı Seçmenler Hakarşıladıklarını göstermek is- reketi (AWPL) Genel Başkanı
tercesine grev kararını şim- Waldemar Tomaszewski de
gelişmeleri olumlu bulduğunu söyledi. Bu yorum özellikle dikkate değer, çünkü Tomaszewski krizin yeni filizlendiği süreçte sarf ettiği şu
sözler nedeniyle mahkemelik olmuş durumda: “Vilnius
bölgesinde uyum sağlamaya
çalışması gereken topluluk
Polonyalılar değil, Litvanyalılardır. Biz baştan beri burada
yaşıyoruz. Sonradan gelenler Litvanyalılar olduğuna göre uyum sorunu da onların
sorunudur. Burası bizim toprağımız. Vilnius'taki eski mezarlıkların hepsinde Lehçe
isimler var.” Etnik kargaşa yaratmakla suçlanan Tomaszewski, iki yıla kadar hapis
cezası alabilir. Ama bu kadarla kalırsa belki de sevinmesi gerek. Çünkü bu sözler,
tarihi gerçekler ne olursa olsun Litvanya devletinin egemenliğini hiçe saydığı şeklinde algılanmakta.
Çözüm yolunda ilk adımlar
Polonya Başbakanı Donald
Tusk, bu son gösterinin ardından meseleye kayıtsız kalamayacağına karar vermiş
olmalı ki, ani bir karar alarak
meslektaşı Andrius Kubilius
ile görüşmek üzere Litvanya’
ya gitti. Toplantıdan sonra
açıklama yapan Tusk, eğitim
reformunu takiben büyüyen
gerginliği kaygı verici bulduğunu söyledi ve ekledi:
“Polonyalı azınlığı ilgilendiren başka konuları da ele aldık ama ana başlığımız eğitimdi. Özellikle yeni düzenlemenin açık yüreklilikle tartışılması gerekiyor.” Litvanya
Başbakanı Kubilius ise, şahsi
fikrine göre, ülkesindeki Polonyalılara sağlanan eğitimin yüksek standartta olduğunu söyledi: “Burada tekrar
belirtmek isterim ki, Polonya
dışındaki en iyi Lehçe eğitim
sistemi bizdedir. Polonyalı
azınlığın anaokulundan üni-
ATAUM
EYLÜL 2011
e-bülten
Ana Dilime Dokunma!
Recep Ersel ERGE
Raporun etkileri
Ana muhalefetin Miller
Raporu’nda beğenmediği bir
diğer nokta da, uçağın teknik sorunlarından hiç bahsedilmemesiydi. Ancak raporda VIP uçuşlarından sorumlu
olan 36. Özel Hava İkmal
Alayı zaten sertçe eleştirilmişti. Hatta Savunma Bakanı
da bu eleştirileri üstlenerek
istifa etti. 36. Alay lağvedildi
ve pilot eğitimiyle uçuş güvenliğinden sorumlu 3’ü general 13 yüksek rütbeli ko-
mutan emekliye sevk edildi.
“Görevi ihmal” iddiasıyla iki
komutan hakkında soruşturma açıldı. Suçlamayı reddeden komutanların üçer yıl
hapsi isteniyor.
Bu arada, devletin kalan iki
resmi uçağı hangara çekildi.
Başbakan, uçuşlarının bir süreliğine ulusal havayolu şirketi LOT ile anlaşmalı olarak
yapılacağını duyurdu. Ve Polonya şu anda AB Dönem
Başkanlığı’nı yürütüyor.
Litvanyalıların iki ülkenin ortak mirasından gurur duymaları gerektiğini ifade etti.
ZSzP, “amacının Litvanya iç işlerine karışmak olmadığını”
belirttikten sonra şu yorumda bulundu: “Litvanya otoritelerinin tavrı, ortak tarihimizi sırtlarından atılacak bir
yük gibi gördükleri izlenimi
veriyor.”
Aynı zamanda AB Parlamentosu üyesi de olan Polonya
kökenli Litvanya milletvekili
ve Polonyalı Seçmenler Hareketi (AWPL) Genel Başkanı
Waldemar Tomaszewski de
gelişmeleri olumlu bulduğunu söyledi. Bu yorum özellikle dikkate değer, çünkü Tomaszewski krizin yeni filizlendiği süreçte sarf ettiği şu
sözler nedeniyle mahkemelik olmuş durumda: “Vilnius
bölgesinde uyum sağlamaya
çalışması gereken topluluk
Polonyalılar değil, Litvanyalılardır. Biz baştan beri burada
yaşıyoruz. Sonradan gelenler Litvanyalılar olduğuna göre uyum sorunu da onların
sorunudur. Burası bizim toprağımız. Vilnius'taki eski mezarlıkların hepsinde Lehçe
isimler var.” Etnik kargaşa yaratmakla suçlanan Tomaszewski, iki yıla kadar hapis
cezası alabilir. Ama bu kadarla kalırsa belki de sevinmesi gerek. Çünkü bu sözler,
tarihi gerçekler ne olursa olsun Litvanya devletinin egemenliğini hiçe saydığı şeklinde algılanmakta.
Mektup diplomasisi
Vilnius görüşmesinden sonraki günlerde Litvanya, eski
Polonya Cumhurbaşkanı
Lech Walesa’yı insanlığa hizmetlerinden dolayı en yüksek ikinci devlet nişanıyla
onurlandırdı. Ne var ki efsane lider, Polonyalı azınlığın
Litvanya’da ihmal edildiği gerekçesiyle nişanı kibarca reddetti. Walesa, Varşova’daki
Litvanya Büyükelçisine gönderdiği mektupta, Vilnius
Polonyalı azınlığa karşı yürüttüğü politikaları gözden
geçirirse söz konusu nişanı
kabul etmekten büyük mutluluk duyacağını yazdı. Eğitim yasasının yol açtığı sorunlardan başka, Polonya kökenlilerin bütün resmi belgelerde adlarını “Litvancalaştır-
mak” zorunda kaldıklarından bahsederek, “lütfen insanların soyadlarına ve vaftiz
adlarına saygı gösteriniz” diye görüş bildirdi. Bu noktada
belirtmek gerekir ki, Polonya
kökenlilerin soyadlarını Polonya alfabesindeki harfleri
kullanarak özgün biçiminde
yazıp yazamayacakları tartışmasına aylar önce son nokta konulmuştu aslında. Avrupa Adalet Divanı, Litvanya’
nın kendi sınırları içinde Litvanya alfabesini şart koşma
yetkisi olduğuna, bunun AB
normlarıyla çelişmediğine
hükmetmişti.
Polonyalı aydınların toplandığı bir dernek ise (ZSzP), Litvanya Cumhurbaşkanına hitaben yazdığı açık mektupta,
‘Polonyalılar uyumsuz ve sadakatsiz’
Litvanya Başbakanı Kubilius’a göre, Polonya tarafı
Litvanya’daki azınlığın durumunu objektif olarak değerlendiremiyor: “Uzmanların
çalışması Polonyalıların daha objektif bir bakış açısı
edinmesine vesile olacak ve
çeşitli nedenlerle oluşan korku ve endişeyi giderecektir.”
Litvanya Cumhurbaşkanı ise,
ZSzP’den aldığı mektubun
da etkisiyle olsa gerek, çok
daha yüksek perdeden konuşarak ülkesindeki Polonyalı azınlığı sadakatsizlikle
suçladı. Azınlık temsilcisinin
cevabıysa gecikmedi: “Litvanya’daki Polonyalılar Devlete hiçbir zaman sadakatsizlik etmemiştir. Sadece bazı
kararları protesto ediyorlar
ki, bu, demokratik bir devlette yadırganacak bir şey de-
ğildir.” Polonyalı azınlık, sadakatsizlik suçlamasına aslında ilk kez muhatap olmuyor. Varşova'da görev yapan
Litvanya Büyükelçisi, ülkesindeki Polonyalıların "Vilnius otoritelerine sadık olmadıklarını" üç ay önce dile getiren ilk isimdi: “Polonya'da
yaşayan Litvanyalılar, Litvanya'daki Polonyalıların aksine, sadık vatandaşlardır. On-
ların da sorunları var ama
başkaldırmıyorlar. Aynı sadakati Litvanya’daki Polonyalılardan da beklerdim. Ne
yazık ki, Litvanya vatandaşı
gibi davranmıyorlar. Litvanya'da Rus, Belarus ve Yahudi
kökenli olanlar da var ve hepsi de Polonya kökenlilere göre daha Litvanyalı."
koymuyor.
Bu arada, Polonya’nın Lublin
kentinde, AB ülkelerindeki
azınlık sorunlarını ele alan
bir konferans başladı. Beş
yüz küsur milyonluk AB’de
on milyonlarca insanın etnik
kökeni, dili veya dini açısın-
dan azınlık grubunda olduğu
düşünüldüğünde, konferanstan çıkacak sonuçların
Litvanya dâhil bütün Avrupa’da çok sayıda insanın kaderini etkileyecek yeni gelişmelere etkide bulunması ihtimal dâhilinde gözüküyor.
Yolun sonu nereye çıkacak?
Şu an itibariyle Polonyalı
azınlık çözüm vaatlerine güvenmeye devam ediyor. Tartışmalı eğitim yasasında henüz lehe somut bir değişiklik
de yok. Gerilim hala gelişme
evresinde ve belki de bir fırtına öncesi sessizliği yaşanı-
yor. Uzlaşma çabasının uzun
sürmesi halinde tansiyonun
tekrar yükselmesi an meselesi. Çünkü soyadlarını yıllardır Litvanca yazmaya sabreden Polonyalı azınlık, ana
dilde eğitim söz konusu
olunca elinden geleni ardına
13
14
'İşkenceli, Misketli' Savunma Sanayi Fuarı
Esra DERE
EYLÜL 2011
ATAUM
e-bülten
'İşkenceli, Misketli'
Savunma Sanayi Fuarı
Esra DERE
Londra Excel Merkezi, 13-16
Eylül tarihleri arasında dünyanın en büyük ve en sansasyonel “savunma sanayi” fuarına ev sahipliği yaptı. Dünyanın en büyüğüydü, çünkü
46 ülke toplam bin 391
stantta yeni ürünlerini tanıtacaktı. Sansasyoneldi, çünkü katılımcı ülkelerden ikisi
(İsrail ve Pakistan) “ürün” kataloglarını illegal savunma
sanayi çizgisinde genişletmekte bir mahsur görmemişti. Birleşmiş Milletler tarafından kullanımı yasaklanan misket bombası ve işkence aletlerinin tanıtıldığı
broşürlerini fuarda dağıttılar.
Fakat bu aleni yasadışı ticaret, Yeşil Parti lideri Caroline
Lucas ile Uluslararası Af
Örgütü’nden Oliver Sprague’nin fuar yerindeki incelemelerine ve takiben savaş
karşıtlarının tepki ve şikâyetlerine takıldı. Neticede TAR
Ideal Concept isimli İsrail firması, Pakistan Mühimmat
Fabrikası ve Pakistan Savunma İhracatı Geliştirme Örgütü, tabir yerindeyse fuardan kovuldu.
Geçen Mart’ta Uluslararası
Af Örgütü ve Omega Araştıma Vakfı’nca yayınlanan raporun aksine bu kez işkenceye meydan veren, işkenceciye alet edevat sağlayanlar
Avrupa ülkesi değil. Avrupa
ülkeleri bu defa (aradan ge- çeleri, sersemletici silah ve
çen yalnızca bir yılda) işken- copların yanı sıra misket
ce aletinden, ticaretinden bombaları ve firmaya göre
elini eteğini çekmiş ve bu ya- “öldürücü olmayan, terörle
sadışı ve hatta insanlık dışı mücadele ve iç güvenlik için
olayı kınamaya koyulmuş du- kullanılan” aletler de bulunrumda. Oysa daha bir buçuk makta. Bu açıklamadan anyıl önce “Kelimelerden Bel- laşılacağı üzere, firma ya misgelere” adlı geniş raporda ket bombalarının illegal olbaşta İtalya olmak üzere duğundan ya da bu bombaİspanya, Belçika, Macaris- ları illegal yapan özelliklertan, Almanya, Çek Cumhuri- den habersiz görünüyor. Zira
yeti’nde faaliyet gösteren ba- salkım bombası olarak da adzı şirketlerin yasal boşluklar- landırılan bu bombalar,
dan faydalanarak İsrail’den “bomba içinde bomba” olaVenezüella’ya kadar dünya- rak biliniyor; yani hedefe
nın dört bir yanına işkence atıldığında ana bomba infialetleri sattığı belgelenmişti. lak edince içindeki misket büBu uluslararası ticaret, işken- yüklüğündeki minik bombace ve kötü muamele için ta- cıklar da dağılarak çevreye
sarlanmış “güvenlik” aletle- saçılıyor ve arka arkaya patrinin uluslararası ticaretini ya- lıyor. Etki alanı geniş oldusaklayan 2006 tarihli AB dü- ğundan verdiği zayiat da büzenlemesine bariz bir şekilde yük oluyor. Etrafa yüzlerce şaaykırıydı. Buna rağmen bu- rapnel parçası saçan misket
gün İsrail ve Pakistan’ı bombasının siviller üzerinde
“haklı” olarak kınayanlar, da- oluşturduğu tehlike, havada
ha düne kadar “İsrail ve patlamayan bombacıklar. Bu
Pakistan”dılar.
bom ba cık lar, düş tük le ri
Öyle ki, fuardan kovulan alanda mayın işlevi görerek,
İsrail firmasının yöneticisi To- söz konusu çatışma bittikten
mer Avnon da tu kaka ilan uzun süre sonra bile -firmaedilen broşürlerin fuar orga- nın ileri sürdüğünün aksinenizatörlerince önceden kont- “öldürücü” olabiliyor. Buraya
rol edilip onaylandığını ve fu- kadar İsrail ve Pakistanlı kaar sırasında gösterilen tepki tılımcıların savunmasında kave kınamaların “saçmalığın bul edilebilir bir nokta bulötesinde” olduğu görüşün- mak mümkün görünmüyor.
de. Onaylandığı iddia edilen Gelelim organizatör ve kontürünler arasında ayak kelep- rolör ev sahibi İngiltere’ye.
İngiltere, bundan üç yıl önce
misket bombalarını yasaklayan Oslo Anlaşması’na taraf
oldu. Böylece bu silahın yasaklanması konusundaki kararlılıklarını teyit eden 49 ülke ile aynı safta yer almayı
yeğledi. Dolayısıyla bu anlaşmaya taraf olan bir ülkedeki fuar organizatörlerinin
“broşürlerde misket bombası tanıtımı yapıldığından habersiz oldukları” açıklaması,
pek inandırıcı bulunmuyor.
Daha derin bir araştırmayla
başka yasadışı broşür ve reklamları da gün ışığına çıkarabileceğini iddia eden Yeşil
Partisi lideri Lucas, bu konuda alınması gereken tavrı
“İngiliz toprakları üzerinde
yasadışı silahların tanıtımını
savunan milletvekili veya polis kalmamalıdır” şeklinde dile getiriyor.
Geçtiğimiz yıl “Kelimelerden
Belgelere” isimli raporun gözler önüne serdiği gibi, demokrasi timsali ülkelerin yasa ve insanlık dışı işkence
aletlerinin alıcı, satıcı ve aracısı olmaları dehşete düşürücü bir gerçek. Bugün, aynı ülkelerin bu alet ve bombaların tanıtımını fütursuzca görmezden gelmeleri ve hatta
göz boyarcasına kınamayla
geçiştirmeleri de en az bu
gerçek kadar dehşete düşürücü.
ATAUM
EYLÜL 2011
e-bülten
Şeyl Gazın Var, Derdin Var
Görkem ÖZİZMİRLİ
Şeyl Gazın Var, Derdin Var
Görkem ÖZİZMİRLİ
AB kriterlerine uyum konu- timi konusunda da uyum ça- AB içerisindeki önemi göz bu açıdan önem kazanıyor.
sunda birçok alanda sorun balarını sürdürmeye çabalı- önüne alınırsa, Polonya’ nın Son dönemde gündeme geyaşayan Polonya, enerji üre- yor. Bilhassa enerji faslının uzun vadeli enerji planları da lense, “şeyl gazı” tartışması.
‘Şeyl gazı’ nedir?
İngilizce Shale kelimesinin
doğrudan Türkçe’ye uyarlanmışı olan “şeyl”, organik
malzeme yönünden zengin
kaya anlamına geliyor. Bu
uzun anlamının arkasındaysa, enerji potansiyeli gizli.
10 yıl öncesine kadar şeyl gazından bihaber olan dünya,
ABD şirketlerinin kayaları
parçalamaya ve yatay sondaj çabalarına yönelik teknolojik yatırımlarından sonra bu alana bir umut gözüyle
bakmaya başladı. En kötüm-
ser tahminler bile, dünya
üzerindeki şeyl gazı rezervlerinin dünyada bilinen tüm
gaz rezervlerini yüzde 20 seviyesinde artıracak kadar yoğun olduğu yönünde. Projeksiyonlar, sessizce çıkan
gaz üretimindeki bu yeni yöntemi, “içinde bulunduğumuz
10 yılın en büyük enerji
inovasyonu” olarak görüyor.
Zira verilere göre mevzubahis kayanın enerji potansiyelinin ancak yüzde 10’u petrole dönüştürülebiliyor. Şeyl
ise geride kalan yüzde 90’lık
potansiyele işaret ediyor. Yapılan sondaj daha derin ve
pahalı; fakat ABD’nin bu yöntemle 100 yıllık bir enerji rezervi yaratması ve Rus doğalgazına bağımlılıktan kurtulma fikri, tüm Avrupa için çok
cazip. Tabii bir de bu konuya
yatırım yapan ABD şirketlerinin piyasa müdahaleleri de
göz ardı edilemez.
Geçtiğimiz beş yılda şeylden
gaz üretimi Teksas, Luiziana
ve Pensilvanya’da yayıldı. Bü-
tün bu yeni üretim, ABD’de
doğalgaz fazlılığı yarattı. Bunun sonucunda da doğalgaz
fiyatları ve kamu faaliyetleri
düştü. Şimdilerde Amerikan
şirketleri, daha fazla enerjiye
aç ülkelerde verimli şeyl sahaları arıyor. Özellikle, doğalgaz fiyatlarının kimi zaman ABD’dekinin iki katına
ulaşan Avrupa ve bazı şehirlerin yakınında konuşlanmış
geniş şeyl yataklarına odaklanmış durumdalar.
Polonya şeyl gazı cenneti mi?
Polonya’nın özellikle kırsal
bölgelerinde enerji üretimi
hala kömürle sağlanıyor.
Özellikle bireysel ısınma sistemi olarak kömür-linyit revaçta. Çünkü ucuz ve diğer
ısınma kaynaklarına erişim
çok zor. Öte yandan, bölgesinde odun varlığı yüksek
olan yerlerde, halk daha da
ucuz olması sebebiyle ısın-
mak için enerjiyi bu kaynaktan sağlamayı tercih ediyor.
Fakat Polonya’nın önünde
kömürün depolanmasına dair teknik bir sorun var. Talep
çok yüksek ve bu kadar kömür depolanamıyor. Öte yandan, Polonyalı bürokratlar
Polonya’nın uyması gereken
gaz emisyonu şartlarına da
dikkat çekiyor. Fakat bu ko-
şullara uymak için AB fonlarına olan ihtiyaçlarını da ısrarla dile getiriyorlar. Şu an
enerji üretimin yüzde 95’inin
kömürden karşılayan Polonya’nın yaptığı plana göre,
5.3 trilyon metreküplük şeyl
gazı rezervi ülkeyi 2035’e kadar enerjisiz bırakmayacak
bir rezerv. Zaten Polonya,
Hollanda ve Türkiye’yle be-
raber en yüksek şeyl gazı rezervine sahip Avrupa ülkesi
olarak görülüyor. Bu açıdan
2014’te şeyl gazı üretimiyle
stratejik bir atılım öngörülüyor. Fakat sorun sadece finansal değil; işin bir de çevresel boyutu var.
rokratların buna karşı çözümüyse çok net: Polonya’da
yerleşimin olmadığı çok kırsal bölge var ve oralarda şeyl
gazının ne zararı olabilir ki!
Gene de 4-5 km derinliklere
kadar yapılan sondajın 700-
800 metreden içme suyu bulan ülkede sorunlara yol
açabileceğini de eklemekten
geri durmuyorlar.
Şeyl gazı, çevreye karşı!
Şeyl gazının çevreye bıraktığı
etki, kömürden yüzde 20100 arasında daha fazla. Bu
da Fransa’nın şeyl gazı sondajını çevrede bıraktığı radyoaktif materyaller ve kimyasal atıklar yüzünden yasak-
lamasını açıklamak için yeterli bir veri. Öte yandan,
zengin tortulu her kayanın
sondaj çalışmasıyla enerji
üretimine yönelik değerlendirilmesi, su kaynaklarını da
tehdit ediyor. Polonyalı bü-
Rüzgar enerjisi Polonya için kurtuluş mu?
Şeyl gazına karşı bir kesim
rüzgar enerjisinin kullanımından bahsediyor. Yenilenebilir enerji yatırımı olarak
rüzgarın 2030’a kadar ancak yüzde 20 oranında enerji
üretiminde yer alabileceği
söz konusu olunca, şeyl gazının kurtarıcı olarak görülmesi de anlam kazanıyor. Öte
yandan bürokratlar, Polonya’
nın sadece birkaç bölgesinde
böyle bir potansiyel olduğunu, ayrıca bu enerjiye de
“manzaramız kapanacak”
gerekçesiyle karşı çıkan insanlar olduğunu söylüyor.
Çevrecilerin çoğunluğu da
rüzgar enerjisini savunurken, bir kesimse rüzgar
enerjisinin de hayvan türleri- çıkartıyor. Kimin haklı oldune zarar verdiğini ve kuş tür- ğuysa, 2035 yılına gelindilerinin yok olmasına sebep ol- ğinde içme suyu ve doğanın
duğunu söylüyor.
mı yoksa enerjiyi kısa vadeKısacası, ABD şirketleri Po- den kazanmanın mı daha
lonya’da yatırım yapmak isti- önemli olduğuna karar verilyor. Devlet bir an önce ener- diğinde ortaya çıkacak gibi.
jiye ulaşım için şeyl gazını
“stratejik” görüyor. Çevrecilerse ekolojik dengeleri öne
15
Portre
Nazlı AKGÜN
Joseph Fouché
Stefan Zweig, "Fouché" kitabında şöyle der: "Sinirlerine söz geçirmesini bilir, şehvet onu baştan çıkaramaz...
Başkalarının tutkularını tüketmelerini, kendilerini denetleyemez duruma gelip açık vermelerini büyük bir sabırla
bekler. Sonunda büyük bir şiddetle ve acımasızca vurur. Sinir nedir bilmeyen sabırlılığın kazandırdığı üstünlük
korkunçtur. Beklemesini ve kendisini her bakımdan gizlemesini bilen kişi, en deneyimli insanı bile yanıltabilir."
Fransız devriminin en önemli
casuslarından biri olan Joseph Fouché, 21 Mayıs
1759’da Nantes yakınlarındaki küçük bir köyde dünyaya geldi. Annesi Marie Françoise Croizet, babası ise Julien Joseph Fouché idi. Denizci bir ailenin çocuğu olan Fouché, fiziksel olarak oldukça
güçsüz ve zayıf göründüğünden diğer mesleki eğitimler
yerine kiliseyi tercih etti.
Gençlik yıllarını manastırda
geçirmesinin ardından öğ-
retmen olmaya karar veren
Fouché, sırasıyla Niort, Saumur, Vendôme, Juilly ve
Arras’taki okullarda görev aldı. Sonrasında rahip cübbesini çıkartarak kilise yemini
etmekten kaçınan Fouché,
“Rosati” adı verilen aydınların toplandığı mekâna gitmeye başladı. Burada Fransız devrimin liderlerinden
Maximilien de Robespierre
ile dost olsa da, devrim sürecindeki güç mücadeleleri onları ezeli iki düşman yaptı.
Joseph Fouché için Stefan rucu Meclisin seçim ilanına
Zweig şöyle der: Sadık olma adaylığını koymasının ardınkonusunda yaşamı boyunca dan milletvekilliğine seçiledeğil bir insana, Tanrı’ya kar- rek siyaset sahnesindeki haşı bile kendisini sorumlu his- yatına başladı.
setmemiştir. Gerçekten de Her şey uğruna en fazla çıkakendisi Fransız Devrimi’nde rı sağlamaya kararlı olan Fosırasıyla monarşist, jironden, uché, radikal ve ılımlı kanat
jakoben, direktuvarcı ve Na- arasındaki çatışmalarda Jipolyoncu olmuştur. İlk olarak rondenlerin ellerinde tuttukNantes halkına siyasi semi- ları gücü fark edince, Jakonerler vermeye başlayan Fo- ben safında yer alan Robesuché, kısa bir süre sonra pierre ile dostluğunu bitireAmis de la Constitution’un rek Jirondenlerin tarafında
başkanı oldu. 1792’deyse Ku- yer almaya karar kıldı. XVI.
ATAUM
e-bülten
Louis hakkında hüküm verilecek gün olan 16 Ocak
1793’teyse, kürsüye çıkıp
Kral’ın idam edilmesi yönünde "ölüm" diyerek oy kullananların sayısının oldukça
fazla olduğunu görünce Jirondenleri oyuna getirerek
radikal Jakobenlerin tarafına geçti. Taraf değiştirmesi
Robespierre’in güvenini tekrar kazanmasına yetmezken,
aksine idealleri yerine çıkarları peşinde koştuğundan ne
kadar güvenilmez olduğunu
gösterdi. Devrimden sonra
Lyon'daki isyanı bastırma görevi esnasında yüzlerce kişiyi
mermiyle öldüren Fouché,
Lyon Kasabı olarak anılmaya
başlandı. Bu sırada yaşanan
kanlı olayların vardığı noktaya isyan eden Georges
Jacques Danton, Desmoulins ile birlikte daha ılımlı politikalar izlemeye karar verdi.
Onların Jakobenleri eleştirmesi, Fouché’de ılımlıların
daha üstün gelebileceği hissini uyandırınca Lyon Kasabı
Fouché, bir anda Lyon’un
kurtarıcısı oldu. Toplu idamların durdurulmasını, sorumluların hesap vermesini istemeye başladı.
Robespierre ise kendi düşüncelerine muhalefet eden herkesi yok etmeye kararlıydı.
Jakobenlere meydan okuyan
Georges Jacques Danton giyotinle idama gönderilirken,
Fouché de Lyon'daki olayların hesabını mahkemede vermek üzere Paris'e çağrıldı. Sonunun kötü olacağını hisseden Fouché, özür dilemek
için Robespierre’in evine bile
gitti. Ancak iş sandığı kadar
kolay değildi. Jakobenlerden
dost kazanmak için komiteyi
ziyaret eden Fouché, 7
Haziran’da Jakobenler Kulübünün başkanlığına seçildi.
Fakat Robespierre mecliste
yaptığı konuşmalarla Jakobenleri yine kendi tarafına
EYLÜL 2011
çekti ve Fouché’nin kulüpten
ve dolayısıyla başkanlıktan
atılmasını sağladı. Artık sonunun Danton ile Desmoulins gibi olmasından endişe eden Fouché, kendisi gibi
Robespierre’den korkanları
yanına alarak komplo hazırlıklarına başladı ve gerçekten de hepsinden önce Robespierre giyotine gönderildi. Kendi canını kurtaran Fouché, yeni meclise seçilemeyince üç yıl casuslukla uğraştı
ve yeni iktidar Barras için çalıştı. 3 Kasım 1799’da polis
bakanlığı görevine getirildi.
Polis bakanı Fouché, bu sefer
de Jakobenliğini unutmuştu
ki, sürekli şikayet edenlere
tepki olarak Jakoben Kulübü'
nü kapattı.
Aldığı gizli haberlere dayanarak üyelerinin iç anlaşmazlıkları yüzünden Direktuvar’ın sonunun geldiğini
anlayan Fouché, Napoléon
Bonaparte’ın karısından da
Bonaparte’ın yakında döneceği sırrını öğrendi. Bonaparte Mısır’dan döndüğünde
halkın ona gösterdiği coşkulu karşılamayı görünce bundan sonra hâkimiyetin kimde
olacağını anlayan Fouché,
ilk iş olarak Bonaparte’ı ziyaret etti. Hükümet darbesine
kadar ikili oynayan Fouché,
Napoléon Bonaparte'ın kazanan taraf olduğunu öğrenince rengini belli etti. Zaferi
kazanan tarafa o kadar rahat ve görünür bir şekilde
geçti ki, Fouché’nin karakteri
bir kez daha anlaşılmış oldu.
Konsüllüğü sırasında gittikçe
güçlenen Napoléon, ömrünün sonuna kadar hükümdar seçildi, Cumhuriyet sona
erdi ve monarşi başladı. Bu
gidişata başından beri engel
olmaya çalışan Fouché,
Napoléon'un da dikkatini
çekti ve Napoléon, polis
bakanlığı gibi bir kuruma gerek kalmadığını iddia ederek
onun görevine son verdi.
Politikadan vazgeçemeyen
Fouché, Birinci Konsül'e gizli
gizli belgeler götürmeye devam etti. Fouché ile Napoléon ikilisi birbirine güvenmese de birbirine hizmet etmeye devam etmekteydiler. Fouché, Napoléon tarafından
bakanlığa tekrar getirildi ve
beşinci kez bağlılık yemini etti. Kısa bir süre sonra da Otranto Dükü yapıldı; fakat
İngiltere’yle gizli barış görüşmeleri yürüterek imparatora
açıkça meydana okuması
ona üç yıl sürecek bir sürgüne mal oldu. 1814’te Napoléon düşürülüp yerine XVIII.
Louis kral olduğunda sürgünden geri dönen Fouché,
yine sessiz kalarak bekledi ve
tahmin ettiği gibi Napoléon
Mart 1815'te tahtına geri
döndü. Fouché'yi düşman
olarak karşısına almaya cesaret edemeyen Napoléon,
onu üçüncü kez polis bakanı
yaptı ve ikilinin güvensiz ilişkisi tekrar başladı. Öyle ki
Napoléon polis bakanı olarak tayin ettiği bu kurnaz
adamın peşine kendi polislerini takıyordu. Önceki dönemde bu ilişkideki üstün taraf Napoléon olsa da,
1815’teki son mücadelede
en başından beri daha güçlü
olan Fouché idi. Napoléon,
Fouché’nin Metternich ile
yaptığı gizli görüşmeleri öğrenince kendisine yapılan bu
ihaneti Fouché’nin maskesini düşürmek için kullanabilece ği ni dü şün dü. Fa kat
Fouché'nin zekası yine üstün
geldi: Metternich’den mektup aldığını kendiliğinden
tüm soğukkanlılığıyla itiraf etti ve mantıklı bir açıklamayla
süsledi. Artık Napoléon’un
Fouché’yi kovmak için bir bahanesi yoktu.
Haziran 1815’te Napoléon
Waterloo savaşını kaybettiğinde Fouché bir yandan za-
Portre: Joseph Fouché
Nazlı AKGÜN
17
feri kazanan tarafla hemen
ilişki kurdu, diğer yandan da
milletvekillerine onun diktatörlük ilan edeceğini söyleyerek Meclis kararıyla Napoléon'un tahtı bırakmasını sağladı. Napoléon Bonaparte’ın
hâkimiyeti sona erdiğinde artık iktidarın tepesinde tek başına Joseph Fouché vardı.
Cumhuriyetçi görünmeye devam eden Fouché, hükümeti
bir bakanlık makamı karşılığında XVIII. Louis’ye sattı.
XVIII. Louis, erkek kardeşinin
katili, yedi defa yeminini
bozmuş Fouché’yi, Meclis’in,
İmparator’un ve cumhuriyetin bakanlığını yapmış bu kişiyi sekizinci kez ve bu defa
kendisine bağlılık yemini etmek için karşıladı. Fakat kraliyet ailesinin tüm fertleri
Fouché’ye istemeye istemey e m akam veren XVIII.
Louis’den bu bakanı kovmasını istedi. Hesapları bu
defa tutmayan Fouché, Otranto Dükü olarak değil,
1792’de kralı ölüme mahkûm eden Nanteslı Fouché
ve “Lyon Kasabı” olarak
Fransa dışına sürgüne gönderildi. Sonrasında Prag,
Linz ve Trieste’de zamanını
geçiren Fouché, 26 Aralık
1820’de öldü. Joseph Fouché, onun hayatından haberdar olan sonraki bütün siyaset adamlarının kâbusu oldu. Fouche’nin hayatını okuduktan sonra kendi emniyeti
için derhal gizli servis şefini
görevden alma gereğini duyan Stalin’i bunlara örnek
gösterebiliriz. Ayrıca 30 Kasım 1929’da, Vossische Zeitung gazetesine demeç veren Atatürk de, söz Napolyon’a geldiğinde, onun hatalarına değinirken, ‘Napolyon, Polis Bakanı Fouché’nin
yaşamını bildiği halde, onu
görevinde bırakmıştır’ diyerek Fouché’yi anımsamıştır.
Eylül'de Avrupa
Michel de Montaigne (28 Şubat 1533-13 Eylül 1592)
“Denemelerde gördüğüm
her şeyi Montaigne’de değil,
kendimde buluyorum.”
PASCAL
Pek çoğumuzun ilkleri arasında o olmuştur. Çocukluktan çıktığımız yaşlarda bize
bizi anlatan, sohbeti tatlı bir
dost olarak bizi dünya üzerine, insan üzerine ve bizatihi
yaşamak üzerine düşünmeye yönlendiren ve her birimizin farklı seslerle işittiği Montaigne, tıpkı Pascal’ın dediği
gibi her bir satırda bize biraz
Montaigne’i ve fakat daha
çok kendimizi veriyor. Yüzyıllara inat, her denemede yeniden hayat buluyor. Fransız
rönesansının yaşandığı o yıllarda zengin bir tüccarın ailesiyle yaşadığı büyük malikânede doğmuştu. İçinde büyüdüğü aile hayatının üzerinde bıraktığı etkilerle döneminin dinamikleri arasında kendini var etmişti. Geleceği planlanmış bir çocuk
olarak attığı her adımın neticesinde kendine kattıklarıyla
ve doğumundan ölümüne
içinde büyüttüğü, biriktirdikleriyle beslenen Montaigne,
16. yüzyılın en etkileyici ve ilham verici yazarlarında, filozoflarından biri oldu. Kendi
isteği dışında kurulan hayatında, devletin hizmetinde çalışmış, kendi isteğinden bağımsız bir biçimde evlendirilmiş, talihsiz bir biçimde
doğan 6 çocuğundan 5’ini
kaybetmişti. Yine de tüm yaşadıklarıyla var ettiği düşünceleri onu bağımsız kılmıştı.
M.S. 46- 120 yılları arasında
yaşamış ve orta dönem platoculardan olan Yunan tarihçi ve deneme yazarı Plutarchus’tan esinlendiği ve dahası
insanı, insan doğasını ama
hepsinden çok kendisini
anlatmayı amaçladığı denemelerini bir bir kaleme almıştı. Kiminde zayıf hafızasının anımsadıklarından dem
vurmuş, kiminde anlaşmazlıklara, sorunlara çözümler
getirmeye çalışmış, kiminde
de döneminin en önemli
olaylarından biri olan “Din
Savaşları”na olan nefretini dile getirmişti. Yüzyıllar boyu
elden ele, nesilden nesile
okunan “Denemeler”, samimi dilinin ve yazılış tarzı-
nın ötesinde okuyucuya sunduğu düşüncelerle de çok büyük bir yere sahip olmuş ve
hatta İngiliz ve Fransız edebiyatının gelişiminde de
önemli bir dinamik olarak belirmişti. Bugün aradan geçen
yüzyıllara rağmen neredeyse
Pınar Dilan SÖNMEZ
her kütüphanenin, kitaplığın
vazgeçilmez eserlerinden biri olan “Denemeleri”yle Montaigne, hepimizin yaşamına
değen ve onlara karışan felsefesiyle yaşıyor.
General Primo de Rivare ve İspanya’da Darbe
Birinci Dünya Savaşı’nın tarafsız devletlerinden İspanya, sahip olduğu tarafsızlık
statüsü sayesinde savaş boyunca hem ittifak hem de itilaf devletleri için önemli bir
malzeme tedarikçisi durumuna gelmiş ve neticede küçümsenmeyecek bir ekonomik patlama yaşanmıştı. Ne
var ki dünyanın ve Avrupa’nın içine düştüğü bunalımların büyük etkileri, eko-
nomideki bu avantajlı konumun kısa sürede sona ermesine ve ülkenin borç batağına sürüklenmesine yol açacaktı. Özellikle İspanyol Gribi adı verilen ve dünyanın
pek çok yerinde milyonlarca
insanın ölümüne sebep olan
hastalıkla savaş sonrası dönemin ekonomik darboğazının yarattığı çıkmaz, ülke
içinde ayaklanmaların baş
göstermesine neden olmuş-
(13 Eylül 1923)
tu. Artan şiddet olaylarıysa düşünüyor ve yaşanan yolhenüz demokrasi deneyimi suzluklar konusunda orduoldukça zayıf olan İspanya i- nun soruşturulacağını belirçin yeni bir dikta dönemini a- tiyordu. Bu iddialar karşısınçacak ve halkı sıkıyönetimle da şaşkınlığa uğrayan orkarşı karşıya bırakacaktı. duysa iddialara yanıtını 13
İspanya ciddi bir düşüş için- Eylül 1923’te sert bir biçimde
deydi ve İspanyol ordusunun verecek ve De Rivera liderli1921’deki Fas yenilgisi bu dü- ğinde, Kral XIII. Alfonso’nun
şüşün doruk noktası olacak- desteğiyle gerçekleştireceği
tı. Cortes yani İspanyol Par- askeri darbeyle ülke yönetilamentosu bu gidişattan as- mini eline geçirecekti. Yeni
keriyenin sorumlu olduğunu yönetimin başbakanı olarak
ATAUM
e-bülten
göreve başlayan Rivera’nın
ilk işi, Cortes’i dağıtarak yönetimin sıkıyönetim kanunları çerçevesinde işlemesini
sağlamak olmuştu. Amacının İspanya’nın anayasal düzeninde önemli, kısa bir parantez açmak ve bu sayede
eski, kendi çıkarlarından başka bir şeyi düşünmeyen politikacıların yarattığı bu yıkık
İspanya’dan yeni bir İspanya
kurmak olduğunu belirtmişti. Sansür vb. uygulamalarıyla diktatörlük yönetiminin temel özelliklerini ortaya koymakla beraber, ülkede işsizliğin azaltılması, fakirlerin durumlarının iyileştirilmesi gibi
çabaları da göz önünde bulundurulduğunda Rivera klasik bir diktatör olmaktan
uzaktı. Ülkenin özelikle ekonomik alandaki altyapısını
güçlendirmeye yönelik girişimlerde bulunan Rivera, muhafazakâr tutumuna rağmen
reformist olarak yeterli seviyedeydi ve fakat aynı zaman-
da radikal politikaları da ülkedeki geleneksel bir güç
olan elitleri korkutmak için
yeterliydi. Özellikle solcu muhaliflerin dikta rejimine yönelik protestoları sürerken
belli bir kesim ise ülkeyi yönetebilecek güçlü bir liderin
varlığının arayışı içindeydi.
Nitekim uygulanan politikalar başarı sağlayamayacak,
artan enflasyon ve Rivera’nın
Arnavutluk’un Varşova Paktı’ndan Çıkışı
İki kutuplu düzenin yarattığı
rekabet ortamı, 1960’lı yılların ortalarından itibaren yumuşamaya doğru evrilmeye
başlamıştı. ABD ve SSCB’nin
güçlerinin neredeyse dengelenmesi, iki süper devletin de
sıkışmasına ve dahası bloklar içinde kopuşların ortaya
çıkmasına neden olacak, ortaya çıkan bu durumsa yeni
politikaların benimsenmesine yol açacaktı. Stalin’in ölümünün ardından iktidarı ele
geçiren Kruşçev’le birlikte
Sovyetler Birliği iç ve dış politikasında küçümsenmeyecek
değişikliklere gitmişti. Özellikle 1956’da gerçekleştirilen SBKP’nin 20. Kongre-
Eylül'de Avrupa
Pınar Dilan SÖNMEZ
EYLÜL 2011
si’nde alınan kararlarla ekonomik ve siyasal alanda
önemli avantajlar sağlanmaya çalışılmış, “sosyalizme
farklı yollardan ulaşma”,
“barış içinde bir arada yaşama” gibi temel ideolojik değişimler görülmüştü. Bu dönüşümle birlikte özgürlükçü
hareketler artmaya başlayacak ve yeni politikaların verdiği cesaretle Çekoslavakya,
Polonya gibi Doğu Avrupa ülkelerinde ayaklanmalar baş
gösterecekti. Nitekim özellikle ekonomik alanda belirmiş sıkıntılar ve bu doğrultudaki ayaklanmaların önünü
tamamen kesmek çok kolay
değildi. Arnavutluk da 1960’
hem halk nezdindeki meşruiyetini yavaş yavaş kaybetmeye başlaması hem de ordu içindeki desteğini yitirmesi, 1930’da dikta rejiminin sonunu getirecekti.
(13 Eylül 1968)
larla birlikte yeni politikalar
belirleyecek, dahası SSCB’ye
rest çekecekti. Stalin’in iktidarı döneminde SSCB ile yakın ilişki içinde olan uydu bir
devlet olarak Arnavutluk,
Stalin’in ölümünün ardından
özellikle Kruşçev’le birlikte
bu yakın politikasını terk etme kararı almıştı. Gerek 20.
Kongre kararlarının etkisi gerekse 1961’deki 22. Kongre’
de benimsenen çok merkezliliğe geçiş politikası Arnavutluk’a aldığı kararı uygulamaya sokma fırsatı verecekti.
Varşova Paktı’nın ya da
NATO’nun kendi güvenliğini
sürekli tehdit ettiği düşüncesiyle hareket eden Arna-
19
vutluk lideri Enver Hoca, kendine yeterlilik politikası izlemenin ülkesi için en iyi ve geçerli yol olacağı algısına sahipti. Nitekim devlet 1961’
den itibaren Varşova Paktı’
nın çalışmalarına katılmamaya başlayacak; nihayet
13 Eylül 1968’de Varşova
Paktı’ndan tamamen çekilecekti. 1968 Prag Baharı ve
Çin Halk Cumhuriyeti gibi yeni ve küçümsenemeyecek
güç odaklarının Arnavutluk
gibi bazı Doğu Avrupa devletlerini SSCB’ye karşı desteklemesiyle komünist blokta yaşanan çatlak iyiden iyiye
derinleşecekti.
20
Regata Storica
Aylin AYDI
EYLÜL 2011
ATAUM
e-bülten
Regata Storica
İtalya’nın tarih kokan şehri
Venedik, adeta sular üstünde yüzen bir masal kenti gibi.
Sokaklarında kimi zaman
aşk kimi zaman tarih kimi zaman da sanat rüzgârları
eser. Bu çok yönlü şehri çeşitli adacıklara ayıran kanallar
söz konusu ve bu kanallar da
çeşitli etkinliklere, festivallere ev sahipliği yapıyor. Her yıl
eylül ayının ilk pazar günü
gerçekleştirilen “Regata Storica”, bu kutlamalardan sadece biri fakat aynı zamanda
da en önemlisi.
Regatta kelimesinin etimolojisi hakkında çeşitli tartışmalar söz konusu. Günümüze
gelindiğindeyse kelime, Venedik ’le birlikte “kayıklar
üzerindeki yarış” anlamını
kazandı. Regattaların oyun
alanı olan Grand Canal
(Büyük Kanal), Venedik’in en
büyük kanalı olmasının yanı
sıra şehri de ikiye bölmekte.
Yarışlarsa esas olarak mayıs
ayında başlıyor. Regata Storica (Tarihi Regatta) ise bu ya-
rışların en sonuncusu. Aynı
zamanda diğerlerine göre tarihi önemi de daha büyük.
Tarihi Regata, aslında yılın
da ana yarışı. Bununla beraber, diğer adalar ve Venedik
lagün toplulukları da kendi
regattalarını yıl boyunca düzenlemekte. Pazar günü öğleden sonra başlayan Tarihsel Geçit, Büyük kanal boyunca yapılmakta ve döneme özgü kıyafetler giyen tayfalar da sandallar içerisindeki yerlerini almakta. En
Aylin AYDI
önemli kürek yarışlarıysa,
Venedik’in çeşitli komşularıyla yapılan yarışlar olmakta.
Venedik’in tarihi yapısıysa izleyicileri bu atmosfere kolayca adapte eder nitelikte. Yarışlar başladığında izleyicilerin sesleri hem kanal boyunca yankılanıyor hem de böylece yarışa ve yarışçılara cesaret veriyor. Regatta sona erdiğindeyse coşkulu kalabalık
kanallardaki sandalları dolduruyor.
Geçmişten gelen bir ses: Viva Regata!
Regattaların geçmişi 13. yüzyılın ikinci yarısına kadar
uzuyor. Eski Venedik Başkanı
Giovani Soranzo, şehre yabancı bir prens geldiğinde,
papalık seçimlerinde ya da
başkanlık seçimlerinde, su
geçit törenleriyle Venedik’in
ihtişamının kutlanmasına karar vermişti. Askeri zaferleri
kutlamak ve yabancı devlet
adamlarını onurlandırmak
için yapılan kutlamalar, ilk
kez Serenissima’da düzenlenmişti. Günümüzdeyse ta-
rihi geçit ve kürek-tekne yarışları olmak üzere iki bölümden oluşuyor.
Ragattalar, eski zamanlarda
olacak herhangi bir karışıklığı önlemek ve gerek olursa
müdahale etmek için kendine has şekilleri olan “bisonne”ler tarafından yönetilirdi.
Günümüzde düzeni koruma
görevi bulunmayan bisonneler Tarihi Regatta’yı başlatıyor. Tarihi Regatta, “bucintoro” adı verilen kayıklarla,
Venedik kürek kulübü tekne-
Venedik tarzı kürek çekme
Venedikliler’in en bilinen yarışı olan regattalar, her zaman yerlilerin ve yabancıların ilgisini çekmiştir aslında.
Yarışla ilgili bazı temel bilgiler vermek gerekirse, yarış
geçmiş zamanlarda Serenissima Cumhuriyeti’nin tüm vatandaşlarına açıkken bugün
yalnızca Venedikli kürekçiler
bu yarışa katılabiliyor. Tarihsel geçitten sonra yapılan ilk
yarış olan Genç Kürekçiler Yarışı gelecek vaat eden genç
adamların mücadelesine
sahne oluyor. Ki bu yarış iki
kürekle idare edilen ve oldukça teknik özelliklere sa-
hip “pupparini”lerle yapılıyor. Daha sonra kadınların
maskeli yarışları başlıyor.
İsminin böyle olmasının sebebiyse, kayıkların burunlarının “buata” maskesine benzemesi. Yine iki kürekle idare
edilen bu kayıklar, eski zaman cariyeleri kılığına girmiş
maskeli kadınlar tarafından
kullanılıyor. Üçüncü yarış, erkek gücüyle kullanılan altı kişilik “caorline” kayıklarıyla
yapılıyor. Söz konusu kayıklar, günümüzde nehir taşımacılığının yanı sıra lagünlerin etrafında seyahat etmek
amacıyla da kullanılmakta.
leri tarafından oluşturulan,
su üzerinde yapılan renkli geçit töreniyle başlıyordu. Bu tören ilk kez 1489’da Kıbrıs
Kraliçesi Caterina Cornaro’
nun Venedik’e gelmesi şerefine yapılmıştı. Ki bu olay,
Serenissima’nın bariz bir şekilde Akdeniz Adaları’na hükmetmesinin de başlangıcıydı. Diğer taraftan deniz ve
dış ticarette elde ettikleri başarılar, bu kürekçilere sahip
olmaları açısından önem taşımaktaydı.
Regattalar bugün hala dünyadaki Venedik kürekçileri
için kavgacı sezonun doruk
noktasını temsil ediyor. Diğer
yandansa Venedik’in geçmişte denizlerdeki ekonomik
ve siyasi ağırlığını açıkça gözler önüne sermekte. Dolayısıyla yarışmalarda birinci olmak kürekçiler için Venedik
sporunun tarihinin içinde belirli bir ölçüde de olsa yer almak anlamına geliyor.
Tarihi Regatta’nın şampiyonluk yarışlarının doruk noktasını, iki kürekle idare edilen
çok ince şekilli hafif tekneler
yani “gondollar” oluşturuyor.
En popüler lagün kayıklarının üzerinde yapılan regattaların aksine, bu yarışlarda
önemli olan kürekçilerin kol
güçleri değil kişisel yetenekleri.
Tüm bu Venedik tarzı teknelerin ve onları kullanan gondolcuların katı kuralları mevcut. Örneğin 1562’de çıkarılan bir yasa gereği tüm gondollar siyaha boyanıyor. Bunun yanı sıra gondolculuk da
kesin kurallara bağlanmış
durumda. Öyle ki ailenizde
bir gondolcu yoksa bu mesleği yapabilmeniz imkânsız.
Ayrıca gondolcular kendi içlerinde enteresan bir iletişim
tarzı da yaratmışlar. Günlük
konuşmalarında kullandıkları özel terim ve kelimeler
söz konusu.
Büyük Kanal’da kazanmak
bugün hala her yarışmacı
için en çok istenen şey. “Alla
veneta” (Venedik) kürekçisi
olmak ise pek çok Venedikli
için yasaklanmış bir rüya
olarak duruyor.
Avrupa`nın
Bayrakları
Yiğit KÖSEOĞLU
Belçika
Bugünkü Belçika toprakları,
ya da genel coğrafi bir terimle ifade edilirse “Alçak
Ülkeler” -yani Hollanda, Lüksemburg ve Belçika- Avrupa'nın hareketli siyasi tarihinin ortasında yer alan, hem
bu tarihi şekillendiren hem
de bu tarihten etkilenen
önemli siyasi yapılanmalara
ev sahipliği yaptı. Bu siyasi
hareketlilik tahmin edilebileceği gibi bu coğrafya üzerinde tarih boyunca kullanılan
bayraklara da yansıdı ve bu
coğrafya bir benzetmeyle
devletler kadar bayraklar mezarlığına da döndü.
Şunu hemen belirtelim; bu
bölgede bugün bulunan Benelüks devletlerinin bayraklarının öyküleri bir çok yerde
kesişmekte, sonra ayrılmakta, daha sonraysa tekrar birleşebilmektedir. Konumuz
Belçika bayrağı olduğundan,
bu karmaşıklığı göz önünde
tutarak şimdi bu bayrağın hikâyesine kulak verelim.
Biraz önce değinildiği gibi,
bu bölge tam bir bayraklar
mezarlığı. Belçika bayrağına
giden yolda kullanılan tüm
bayraklardan burada bahsetmekse gerçekten güç. Bu
sebeple bu uzun hikâyenin
önemli kırılma dönemleri
üzerinde durmak daha yerinde olacaktır.
Belçika bayrağına giden yolun başlangıcını 9. ve 11. yüzyıllar arasında Lotharingia
bölgesinde kullanılan ve
kırmızı-beyaz-kırmızı şeritlerden oluşan bayrak olarak
belirleyebiliriz. Bu bayrak,
13. yüzyılda ufak bir değişikliğe uğrayarak üstten aşağıya kırmızı ve beyaz şeritlerden oluşacak ve 16. yüzyıla
kadar kullanılacaktır.
9. ve 11. yüzyıllar arasında
kullanılan bayrak
13. yüzyıldan sonra kullanılan bayrak
16. yüzyılın başlarından itibaren Alçak Ülkelerin güneyden gelen bir tehditle karşılaştığını görüyoruz: İspan-
yollar. Bu ülkeler güneyden
gelen bu yoğun baskıya fazla
direnemedi ve bu yüzyılın
sonlarından itibaren İspanyolların denetimi altına girdi
ve İspanyol Hol lan da sı
(1581–1713) kuruldu. Bu yeni siyasi oluşum, beraberinde yeni bir bayrağı da getirdi
ve üstten aşağıya doğru kırmızı, beyaz ve sarı renklerden oluşan zemin üzerinde
Burdungy haçı olarak bilinen
tırtıklı bir kırmızı haçın olduğu bayrak benimsendi.
İspanyol Hollandası'nın bayrağı
Tarihler 1713'ü gösterdiğinde İspanyol Hollandası bir
başka siyasi gücün denetimi
altına girdi. İspanyollardan
sonra bölgede Avusturyalıların sözü geçmeye başladı ve
A vus tur ya Hollandası
(1713–1795) kuruldu. Avusturya Hollandası'nın bayrağını incelediğimizde, İspanyol Hollandası'nın bayrak zeminine sadık kalındığını,
ama bayrağa Avusturya
İmparatorluğu'nun sembolü
olan çift başlı kartalın eklendiğini görmekteyiz.
ten aşağıya doğru kırmızı, si- Son olarak bayraktaki renkyah ve sarı renklerden oluş- lerin anlamlarından da bahtuğu görüyoruz.
sedersek sarı cömertliği simgelerken, kırmızı cesareti ve
gücü, siyah ise kararlılığı
sembolize etmekte.
Belçika bayrağı son halini 23
Ocak 1831'de bir parlamento kararıyla aldı ve yatay olarak sıralanan renkler Fransız
1790'da ortaya çıkan bayrak bayrağının ve milliyetçilik ideolojisinin büyük etkisinde
Burada bu renklerin nereden kalınarak birçok Avrupa
geldiğine ve anlamlarının ne bayrağı gibi dikey olarak yeolduklarına da değinmekte niden tasarlandı. Bayrağın
yarar var. Öncelikle bayrağın renkleri de siyah, sarı ve
renkleri tarihsel olarak çok kırmızı olmak üzere önceki
gerilere gitmekte ve şimdiki bayraktan tamamen ters bir
Belçika devletinin de bir ili dizilimle sıralandı. Bu bayrak
olan Brabant'ın armasından hakkında verilecek son bilgi,
gelmekte. Diğer yandan İkinci Dünya Savaşı sırasında
B r a n b a n t D ü k l ü ğ ü ' n ü n yaşadığı Nazi işgali esnasın(1183-1430) bu bölgede da Na zi Almanyası'nın
kurulmuş en eski siyasi yapı- kırmızı zemin üzerindeki silanmalardan biri olması bu yah gamalı haçtan oluşan
armasının renklerinin milli- bayrağının kullanılmasıdır.
yetçiler tarafından neden Bu bayrak 1945'te savaşın biseçilmiş olduğunu cevaplar tişiyle ortadan kalkmış ve
nitelikte gözükmektedir. Bu 1831'de kabul edilen bayraarmaya baktığımızda arma- ğa geri dönülmüştür.
nın siyah bir zemin üzerinde
pençeleri ve dili kırmızı renkli, sarı bir aslan tarafından
oluştuğunu görmekteyiz.
Brabant bölgesinin arması
Avusturya Hollandası'nın
bayrağı
1700'lü yılların sonunda yaşanan Fransız Devrimi'nin etkisi tüm hızla yayılırken bu
dalgadan en hızlı etkilenen
coğ raf ya lar dan bi ri de
bugünkü Belçika toprakları
oldu ve halk Avusturya
İmparatorluğu'nun toprakların da ki hü küm ran lı ğı na
karşı ayaklandı. Belçikalı milliyetçi kanat bu mücadeleden zaferle çıktı. Bu gelişmeler sonucunda 1790'da Belçika Birleşik Devletleri kuruldu ve bugünkü Belçika
bayrağı da ilk kez ortaya
çıkmış oldu, ama tek bir farkla: Bu bayrağın şeritleri yatay
olarak sıralanmaktaydı. Belçika Birleşik Devletleri'nin
bayrağına bu bağlamda göz
attığımızda bu bayrağın üst-
Belçika Bayrağı
BASINDA TÜRKİYE - AB
İLİŞKİLERİNİN 50 YILI
13 Eylül 1963'te Hürriyet gazetesinde yayınlanan bu haber,
ATAUM bünyesinde hazırlanan “Basında Türkiye-AB İlişkilerinin 50 Yılı“ (ed. Erdem Denk) başlıklı kitaptan alınmıştır.
Türkiye-AB ilişkileri, çeşitli iniş-çıkışlara rağmen tarafların bir şekilde sürdürmekte kararlı göründükleri ve somut
gelişmelerin çok ötesinde anlam yükledikleri bir süreç. Bu 50 yıllık sürecin kimisi unutulan kimisi de belleklerde yer eden
halkalarının basının farklı kanatları tarafından nasıl haberleştirildiği de önemli. Zira yazılı basın, sadece tarihsel gelişmeleri
bir bütünlük içinde değerlendirmek ve siyasal süreçlerin izini sürmek açısından değil, ilgili gelişmelerin yaşandıkları andaki
algılanış ve yansıtılış şekillerini tespit etmek açısından da ziyadesiyle “öğretici” olabilir. Farklı dönemlerde farklı gelişmeler
konusunda Türkiye’de oluşan farklı algıları çarpıcı bir şekilde tespit etme olanağı yaratacağı için...
Avrupa
Gündemi...
ATAUM
ATAUM-BİM (09-2011)
e-bülten
bulmak isteyene not:
sadece elektronik posta kutusunda bulunur...

Benzer belgeler

e-bülten - ATAUM - Ankara Üniversitesi

e-bülten - ATAUM - Ankara Üniversitesi Esra AKGEMCİ Küresel ekonomide yeni bir güç merkezi haline gelen BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika), Euro Bölgesi’ne borç kriziyle mücadelede yardım etmeye hazırlanıyo...

Detaylı