e-Dergi için tıklayınız... - istanbul il millî eğitim müdürlüğü

Transkript

e-Dergi için tıklayınız... - istanbul il millî eğitim müdürlüğü
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
T. C.
İSTANBUL VALİLİĞİ
İL MİLLÎ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ
Başlarken
İSTANBUL
Eğitim ve Kültür Dergisi
(3 ayda bir yayınlanır)
İl Millî Eğitim Müdürlüğü Adına
İmtiyaz Sahibi
Dr. Muammer YILDIZ
Yayın Kurulu
Şerafettin TURAN
Mukadder GÜRSOY
Halime TOROS
Mustafa USLU
Yayın Yönetmeni
Adem YILMAZ
Editör
Bülent PARLAK
Fotoğraflar
Hakan KURT
Adres
İl Milli Eğitim Müdürlüğü
Ankara Cad. No: 2 Cağaloğlu
A- Blok / 3. Kat No: 2
Tel: 212 455 04 62
Mail: [email protected]
Web: http://istanbul.meb.gov.tr
zun bir yaz tatilinin ardından yeniden çocuklarımıza kavuşmuş
olmanın sevinci ve heyecanı içerisindeyiz. Aydınlık yarınlar, mutlu
ve başarılı hayatlar için güzel bir başlangıç önemlidir. “Öğrenme
sanatının unsurları” demiş Proust, “irade, disiplin ve zamandır.” Mevcut
imkânlarımızı değerlendirebilmek yetenek ve irade istiyor. İrade gücünün anahtarı başarıya inanmak ve bu uğurda düzenli olarak çalışmaktır. Sahip olduğumuz değerleri küresel dünyaya etkin bir biçimde sunamazsak ideallerimiz
kendi dünyamızla sınırlı kalır. Unutmamak gerekir ki insanı büyük yapan şey
ideallerinin büyüklüğüdür. Çocuklarımızı hayata hazırlarken onlara bilgi
aktarmak yerine, onlara, doğru bilgiye ulaşmanın yollarını araştırmayı, elde
ettiği bilgiyi etkin bir biçimde paylaşabilmeyi, bilgi üretebilmeyi ve insanlığın
yararına kullanabilmeyi öğretmeliyiz.
U
Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu güne eğitim sisteminin her tür ve kademesinde okul, öğretmen ve öğrenci sayısında büyük artışlar oldu. Eğitime olan
talep her geçen gün artıyor. Bugün farklı eğitim modellerinin hayata geçirilmesi çabalarıyla, dünya milletleri ile rekabet edebilecek bir potansiyele sahibiz.
Bu potansiyeli doğru ve verimli biçimde kullanmak biz eğitimcilerin performansına bağlıdır.
Çocuklarımızı, milletimizin millî, ahlaki, manevi, tarihî ve kültürel zenginliklerini benimseyen; ailesini, vatanını ve milletini seven; insan haklarına
saygılı, demokrasiyi özümsemiş, ailesine, çevresine ve dünyaya karşı görev ve
sorumluluklarını bilen, kendini ifade edebilen, soran, sorgulayan, düşünen,
kişileri dil, din, ırk, cinsiyet, sosyal ve ekonomik statü bakımlarından ayırmayan insanlar olarak yetiştirmek bizim en büyük idealimizdir.
İstanbul gibi muhteşem bir şehirde, ekibimle birlikte gecemizi gündüzümüze
katarak daha iyiye ulaşma çabasındayız. Millî Eğitim camiası olarak örgün
öğretimde; yaklaşık 2500 okulda, 55 bin derslikte, 93 bin öğretmenimizle, 2,5
milyon öğrenciye hizmet veren devasa bir teşkilatız. Çocuklarımız bizim her
şeyimiz ve onlar için elimizden gelenin en iyisini yapma arzusundayız.
Sizlerin desteği ile bu eğitim öğretim yılında da çok güzel başarılara hep
birlikte imza atabilmeyi diliyorum.
Baskı
Bilnet Matbaacılık
Tel: 216 444 44 03
2
Dr. Muammer YILDIZ
İstanbul Millî Eğitim Müdürü
Eylül / 2010
İ ç i n d e k i l e r
İçi n d eki l er
1I Muammer YILDIZ / Başlarken
2 I İçindekiler
4 I Haberler
8 I Kültür Sanat Haberleri
10 I AB Projelerimiz
12 I Nimet ÇUBUKÇU İle Röportaj
16 I Hilmi YAVUZ / Benim İlkokullarım
18 I Sunay AKIN / İstanbul'da Bir Oyuncak Müzesi
20 I Halime TOROS / Merhaba
22 I Ali URAL / Yazı ve Şiir Atölyesinde Bir Yıldız
24 I Ara GÜLER İle Röportaj
28 I Sadri ALIŞIK / İstanbul Şehri Şiiri
24
12
30 I Kemal SAYAR / Medya Çağında Çocuk Yetiştirmek
34 I Mehmet Zeki AYDIN / Ailede Ahlak Eğitimi
37 I Halil EKŞİ / Karakter Eğitimi
40 I Sevim CAN / Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
44 I Yankı YAZGAN / Eşitsizlik Çağının Sınavları
47 I Ziya SELÇUK / Başarılarımızdan Öğreniyoruz
50 I Nadir ÇOMAK / Okulu Lider Gibi Yönetmek
52 I Sueda ÖZBENT / Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi
56 I Ahmet AĞIR / Güvenli İnternet Kullanımı
60 I Ülkü A. ŞAHİN / Toplumsal Çevre Bilincinin Kazanılması
63 I Hediye A. KESKİN / Üç Öykü, Altı Ders, Bir Özür
66 I Talha UĞURLUEL / Tarihte Eğitime Gönül Verenler
70 I Şerafettin TURAN / Adile Sultan Sarayı
72 I Seyfettin Ünlü / Daru’l - Muallimin Mektebi Hatıraları
74 I Haluk ÖNER / Tanpınar’ın Öğretmenlik Yılları
76 I Tahsin YILDIRIM / Türk ve İslam Eserleri Müzesi
78 I Seçtiğimiz Kitaplar
80 I Sibel ATAGÜN / Umudu Öldürmek En Büyük Cinayettir
Eylül / 2010
34
3
H a b erl er
Oryantasyon Semineri
İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğü ve Aydın Üniversitesi işbirliği ile Müdür Yardımcıları Oryantasyon Semineri düzenlendi. Yeni atanan okul ve kurum müdür yardımcıları
için İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğü Ar-Ge Birimi ve İstanbul Aydın Üniversitesi işbirliği ile 22-28 Mart 2010 tarihleri arasında iki grup hâlinde 3 günlük "Eğitim Kurumları Yöneticiliği Oryantasyon Programı - II" adıyla hizmetiçi eğitim semineri
düzenlendi. 2 grup hâlinde ve 15 oturumda gerçekleşen seminer yeni atanan müdür yardımcılarının görevlerine uyum süreci için önemli kazanımlar sağladı.
Kapanış töreninde tüm katılımcıları temsilen 5 müdür yardımcısına sertifikalarını veren
İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız, yeni müdür yardımcılarının izlenimlerini dinledi. Son olarak İl Millî Eğitim Müdürlüğü yöneticileri, Ar-Ge Ekibi ve
Aydın Üniversitesi yetkilileri hatıra fotoğrafı çektirdi.
Kalem Tutan Eller
Millî Eğitim Bakanlığı, Garanti Emeklilik ve Boğaziçi Üniversitesi işbirliğiyle okuyan
ancak sokakta çalışmaya devam eden çocukları tamamen okula döndürmeyi amaçlayan
"Kalem Tutan Eller Projesi", Garanti Bankası Konferans Salonu`nda tanıtıldı. Projenin,
ailelere destek vermeyi, ebeveynleri çocuklarının risk altında oldukları konusunda bilgilendirmeyi, alternatif gelir kaynakları yaratmaya sevk etmeyi amaçladığını belirten Bakan
Çubukçu, İstanbul`da pilot olarak başlayacak projenin, 2010-2011 yıllarında büyüyen
ve göç alan Mersin, Şanlıurfa, Diyarbakır ve Van gibi illerde de uygulanacağını bildirdi.
Sokaklarda ulaşılmayı bekleyen çocuklara yönelik olarak son yıllarda önemli adımlar atıldığını belirterek bu sorunlu alanın metropolleşmeye ve büyümeye devam ederken getirdiği problemlerin de minimuma indirildiği bir dönemin yaşandığını söyledi. Garanti
Bankası Genel Müdürü Ergun Özen de projenin, Türkiye`nin sosyal gelişiminde önemli
bir rol oynayacağını belirterek toplum için önemli bir ihtiyaç olduğuna dikkati çekti.
Yetimler Gülmek İster
İl Millî Eğitim Müdürlüğümüz ve Doğa Koleji’nin ortak sürdüreceği "Yetimler Gülümsemek İster" projesinin protokolü ve tanıtım toplantısı yapıldı. Sunumu yapan öğrencilerin anlatımıyla "öğrenci meclislerinden çıkarak" proje hâline gelen fikir, bir kişinin çok
şey yapması değil, her kişinin birer şey yapması mantığından yola çıkmış. Bu sayede her
katılımcının bir payının bulunacağı proje gönüllülük esası ile başlatılmış. Öğrencilerin
fikir çalışmalarını yaptıkları proje ile her katılımcının yapacağı 100 liralık bağışla bir yetimin giydirilmesi planlanıyor. İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız, katıldığı programda proje hakkında görüşlerini belirtirken duygulu anlar yaşandı. Öğrenci
meclisinden çıkan bu proje fikrinin 15000 yetime ulaşacağını belirten Yıldız, demokrasi
eğitimi ve okul öğrenci meclislerinin ne kadar önemli ve yerinde çalışmalar olduğunu
vurguladı. Toplantıya ayrıca İbrahim Sadri, Yetimler Derneği Başkanı Tamer Horasan ve
birçok ilgili katıldı.
4
Eylül / 2010
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Hayırseverlere Vefa Gecesi
İstanbul Ümraniye, Sancaktepe ve Çekmeköy’de okul yaptıran hayırseverlere, Ağaoğlu
My City Hotel`de düzenlenen törenle, plaket ve onur belgesi verildi...
Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler, İstanbul İl Millî Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız ve birçok davetlinin katıldığı törende
eğitime dair konuşmalar yapıldı. Millî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu konuşmasında
eğitime yapılan yatırımlar ile ülkelerin gelişmişlik düzeyi arasında doğru orantı olduğunu, sorunların sadece merkezî bütçe imkânlarıyla çözülemeyeceğini vurguladı. İl Millî
Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız da yaptığı konuşmada İstanbul’a yeni okul ve derslik kazandıran hayırseverlere teşekkür etti. Düzenlenen konserin ardından hatıra fotoğrafı çektirildi.
YÖNVER`meye Başladık
İl Millî Eğitim Müdürlüğümüz ve Kültür Üniversitesi işbirliği ile devam eden YÖNVER
Projesi ilk toplantısını gerçekleştirdi. İlk olarak tüm İstanbul`daki ilçe milli eğitim müdürleri, ortaöğretimden sorumlu ilçe milli eğitim şube müdürleri ve okul müdürlerinin
katıldığı toplantı verimli geçti. Toplantıya İstanbul genelinden ilçe milli eğitim müdürü,
şube müdürü ve okul müdürü olan toplam 830 kişi katıldı.
Toplantıya Kültür Üniversitesi’nin ev sahipliğinde katılan İl Milli Eğitim Müdürü Dr.
Muammer Yıldız, projeyi hayata geçiren İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğü ARGE Ekibine, Kültür Üniversitesi ve toplantıya katılanlara teşekkür etti. Kültür Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Dursun Koçer ise toplantının ve projenin yapılmasında ortak olarak
bulunmaktan duyduğu onuru dile getirdi.
İstanbul’a 5 Yıldız
İstanbul eğitim alanında elde ettiği başarılarda sınır tanımıyor. Bu sene gerçekleştirilen
YGS ve LYS’de İstanbul’da eğitim gören öğrencilerimiz beş dalda altı birincilik alarak
İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nün gururu oldular. Her geçen yıl eğitim kalitesini
arttıran İstanbul İl Millî Eğitim, bu kalitesini sınavlarda da ortaya koyarak bu başarıların tesadüf olmadığını kanıtladı. Birincilik alınan dallar ise şöyle; TM, TS, DİL (İngilizce), DİL (Fransızca) ve DİL (Almanca).
İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız, sınav sonuçlarının açıklanmasının
ardından LYS’de derece yapan öğrencileri kabul etti. Tüm örgenci, öğretmen, idareci ve
velilere teşekkür eden Yıldız, günün anısına öğrencilere birer taşınabilir bilgisayar ve altın
hediye etti.
Eylül / 2010
5
H a b erl er
Yeni Tiyatro Oyunları İçin Yarışma Başlıyor!
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Eğitim Yönetmenliği’nin ana projelerinden
2010 Okullarda, mevcut eğitim sisteminde geri planda kalmış olan kültür sanat derslerinin güçlendirilerek ilköğretim çağındaki 3 milyon öğrencinin bilinçli sanat üreticileri
ve tüketicileri olarak yetişmesi için çalışmaya devam ediyor. Kültür sanat alanında projeler geliştirmek isteyen öğretmenlerin önlerindeki engelleri kaldırmayı öncelikli hedeflerinden biri olarak belirleyen Eğitim Yönetmenliği, 2010 Okullarda projesi kapsamında,
ilköğretim okulları ve liselerde Türkçe tiyatro oyunu yetersizliğine dikkatleri çekerek ‘Tiyatro Okullarda! Oyun Yazma Yarışması’nı başladı. Yarışmanın birincisine 5.000 TL,
ikincisine 3.000 TL, üçüncüsüne 2.000 TL ve mansiyon ödülü olarak da 10 kişiye 500
TL para ödülünün verileceği ‘Tiyatro Okullarda! Oyun Yazma Yarışması’ sonuçları 15
Kasım 2010 tarihinde açıklanacak. Yarışmaya katılmak isteyenler için son başvuru tarihi:
15 Ekim Cuma
18. Milli Eğitim Şûrası
18. Millî Eğitim Şûrası İstanbul ön komisyon çalışmaları İstanbul Lisesi’nde yüz eğitimcinin katılımı ile gerçekleştirildi. İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız
başkanlığında yapılan çalışmalara il millî eğitim müdür yardımcıları, ilçe milli eğitim
müdürleri ve şube müdürleri, okul müdürleri, müdür yardımcıları, sivil toplum kuruluşları, sendika temsilcileri, öğretmenler, okul aile birliği başkanları ve okul meclis başkanları katıldı.
26 - 27 Temmuz 2010 tarihlerinde gerçeklesen komisyon çalışmaları altı oturumda gerçekleşti. Yapılan çalışmalarla 18. Millî Eğitim Şûrası öncesinde İstanbul’da eğitim adına
yapılacak çalışmalarda rehberlik edecek önemli kararlar ele alındı.
Yeni Tiyatro Oyunları İçin Yarışma Başlıyor!
Türkiye Ulusal Beceri Yarışması, WorldSkills ve EuroSkills organizasyonlarının Türkiye
ayağı olan SkillsTürkiye tarafından, Millî Eğitim Bakanlığı Kız Teknik Öğretim Genel
Müdürlüğü koordinasyonunda Türkiye'de ilk defa yapılan yarışmaya, aşçılık ve servis,
ayakkabıcılık, çiçekçilik, çoklu medya yayını, elektronik, hareketli robotlar, hasta bakımı, kuaförlük, kuyumculuk, mekatronik, nalbantlık, hafif araç otomotiv tamiri olmak
üzere 12 ayrı dalda gerçekleştirildi. Yarışmada mesleki eğitim almış 17-25 yaş arasındaki
gençlerden oluşan 90 yarışmacı; 15 başhakem, 60 hakem, 35 ekip lideri gözetiminde yarıştı. Millî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu katıldığı ödül töreninde öğrencilerden, yaptıkları çalışmalar hakkında bilgi aldı. Bakan Çubukçu, törende yaptığı konuşmada,
girişimcilik, yaratıcı zeka, bilimsel düşünme, rekabet edebilme bilinciyle araştırmaya yönelten ve teşvik eden yarışmaların, öğrencilerin gelişimindeki önemini vurguladı. Dereceye girenler, Avrupa beceri yarışmalarında Türkiye'yi temsil edecekler.
6
Eylül / 2010
İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Eğitim Doğayla Buluştu
İl Millî Eğitim Müdürlüğümüz ile Darıca Faruk Yalçın Hayvanlar Alemi Ve Botanik
Parkı arasında sosyal sorumluluk projesi kapsamında gerçekleştirildi. İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız ve Darıca Hayvanat Bahçesi ve Botanik Parkı Genel Müdürü Arif Sankur tarafından 23 Temmuz 2010 Cuma günü Müdürlüğümüz Brifing
Salonu’nda protokol imzalandı. Protokol imza töreninde önce projenin kapsamı ve içeriği hakkında bilgilendirici bir sunum yapıldı. Ardından taraflar duygu ve düşüncelerini
ifade ettiler. Yeni yaklaşımlar çerçevesinde yapılan çalışmanın ne kadar güzel bir adım
olduğunu ifade eden İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız, öğrencilerin
doğayı yaparak yaşayarak öğrenmekle daha kalıcı bilgiler elde edeceklerini söyledi. Bu
projenin aynı zamanda bir sosyal sorumluluk projesi olduğunu ifade eden Yıldız,
imkânsızlıklar nedeni ile televizyon dışında bu ortamı görme ve gezme imkânı olmayan
öğrencilerin bu çalışma sayesinde bu imkânı elde etmiş olacağı ifade etti.
Dr. Muammer Yıldız Basın Mensupları ile Buluştu
İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız, basın mensupları ile buluştu. Beyoğlu
Öğretmenevi’nde gerçekleşen buluşma iftar yemeği ile başladı. Yemekten sonra bir konuşma yapan Dr. Muammer Yıldız, bugüne kadar gerçekleştirdikleri projeleri anlatarak
yeni dönemde yapacakları çalışmalardan bahsetti. İstanbul’un eğitim sorunlarına dikkat
çeken Yıldız, özellikle derslik ihtiyacını karşılamak için yapılan çalışmaları ayrıntılarıyla
dile getirdi.
Beyoğlu Öğretmenevi’nin tadilatı sonrasında basınla ilk buluşmanın gerçekleştiğini ifade
eden Yıldız, Beyoğlu’nun tarihî yapısı içersinde zamana yenik düşen binanın orijinal yapısı korunarak şimdiki hâline getirildiğini belirtti. Yemek sonrasında program çay sohbeti eşliğinde soru-cevap faslıyla devam etti. Gece sonunda, günün anısına basın
mensuplarıyla hatıra fotoğrafı çektirildi.
Mini Mini Birler, Sağlıklı Nesiller
İstanbul’daki ilköğretim okullarına yeni başlayan öğrenciler sağlık taramasından geçirilecek. İl Sağlık Müdürlüğü ile ortaklaşa yürütülen çalışma sayesinde 10 bin öğrencinin
sağlık taramasından geçirilmesi planlanıyor. "Mini Mini Birler, Sağlıklı Nesiller" başlığı
altında okul çevre şartlarının iyileştirilmesi ve koruyucu sağlık önlemlerinin alınarak bilinçli ve sağlıklı nesillerin yetişmesi için yapılan çalışmanın ilk adımı atıldı. Küçükçekmece Radisson Hotelde gerçekleşen iftar yemeği sonrasında protokol imzalanarak
yürürlüğe giren proje kapsamında 0-18 yaş çocukların tedavisinin ücretsiz olmasına rağmen bilinçsizlik ve duyarsızlık sonucu muayene ve tedavi edilemeyen ilköğretim 1. sınıf
öğrencileri hedefleniyor. İl Millî Eğitim Müdürlüğü, İl Sağlık Müdürlüğü ve Rotary
Kulübü tarafından imzalanan protokol kapsamında ortak koordinasyonla öğrencilerin
sağlık taraması yapılıp tedaviye ihtiyacı olan öğrenciler özel hastanelerde ücretsiz tedavi
edilecek.
Eylül / 2010
7
Kü l tü r S an at
Ölümünün 100. Yılında Osman Hamdi Bey
Türk Müzeciliği’nin kurucusu, arkeolog ve ressam Osman Hamdi Bey, ölümünün 100.
yılında Kocaeli Eskihisar’da müzeye çevrilen evinde ünlü Müzisyen Tuluyhan Uğurlu'nun kendisine adadığı konserle yâd edildi. Konser öncesinde Kocaeli Büyükşehir
Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu, Osman Hamdi Bey'in Hayatı ve Eserleri
konulu fotoğraf sergisinin açılışını yaptı. Karaosmanoğlu, "Osman Hamdi Bey, bu
tablosu ile bürokrasiyi eleştirmiş ve bürokratların kaplumbağa hızıyla iş yapmasını
hicvetmiştir. Günümüz Türkiye’sinde çok şükür bürokrasinin hantallığı, yerini aktif
çalışma ve dinamizme bırakmaktadır" dedi. Osman Hamdi Bey müzesi ve müzenin
hemen ilerisinde restore edilen kalesi ve sahil boyunca sıralanan eğlence merkezleri, çay
bahçeleri, taverna ve balık lokantaları ile Eskihisar, yakın gelecekte gözde kültür ve tatil
mekanları arasında yer almaya hazır olduğu izlemini veriyor...
Mevlana Araştırmaları Enstitüsü Kuruluyor
Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Süleyman Okudan, başvurusunu Şubat 2010'da
gerçekleştirdikleri Mevlana Araştırmaları Enstitüsü'nün açılması için Bakanlar Kurulu'ndan onay çıktığını, kararın 22 Ağustos tarihli Resmî Gazete'de yayımlandığını açıkladı. Okudan, Rektörlük Senato Salonu'nda düzenlediği basın toplantısında, Mevlana
Araştırmaları Enstitüsü ile Mevlana’yı tüm dünyaya akademik anlamda çok daha etkin
şekilde tanıtmak istediklerini söyledi. Mevlana ile ilgili bilimsel çalışma yapmak isteyen tüm akademisyenlerin bu enstitüde ortak amaç etrafında bir araya gelmesi gerektiğini vurgulayan Okudan, enstitünün yüksek lisans ve doktora örgencileri alacağını,
böylelikle bu alanda daha etkin ve bilimsel çalışmaların yapılabileceğini söyledi.
5 yıllık çalışma sonucunda YÖK'ün kararı ile kurulmasına karar verilen Mevlana Araştırmaları Enstitüsü, Mevlana’yı dünyaya en iyi şekilde anlatmaya çalışacak.
İstanbul’un Yitik Hazinesi Bulundu
Kent ansiklopedisinin ilk önemli örneği olan ancak yarım kalan Reşad Ekrem Koçu'nun
ömrünü adadığı İstanbul Ansiklopedisi'nin kayıp metinleri ve resimleri yıllar sonra ortaya çıkarıldı ve tamamlanması ümidi doğdu. Koçu, büyük özveri ve kişisel çabasıyla
iki kez yayınlanması için mücadele verdiği ansiklopedinin yayımını ölümüne kadar sürdürmüş ancak “Gökçınar” maddesine kadar gelebilmişti. İstanbul Ansiklopedisi'nin
kayıp sanılan metinleri, dokümanları, resimleri aslında sessiz sedasız bekliyormuş. Araştırmacı Nedret İsli, zarflarda bekleyen maddelerin, notların ve resimlerin köklü bir aile
tarafından muhafaza edildiğini ve az bir kısmı hariç günümüze kadar ulaştığını söylüyor. Kabaca tasnif edilmiş olarak korunan kıymetli arşiv bir hazine niteliği taşıyor. Ortaya çıkan nüshalar şayet yayınlanabilirse Koçu'nun bir ömür boyu peşinden koştuğu
hayali de gerçekleşmiş olacak.
8
Eylül / 2010
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Yazma Eserlerin Tamamı Dijital Ortama Aktarıldı
Yazma eserlerle ilgili 2002 yılında başlatılan dijital arşivleme çalışması tamamlandı.
Eserlerin tamamı dijital ortama aktarıldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve
Yayımlar Genel Müdürlüğü, kuruma bağlı 28 kütüphanede, toplam 167 bin 240 yazma
eseri bilgisayar ortamına aktardı. Yazma eserlere artık çok daha kolay ulaşılabilecek.
Yazma eserlerden sonra basma eserlerin dijital ortama aktarılmasına başlanacak.
Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı Kurulmasını Öngören Kanun Tasarısı TBMM Plan
Bütçe Komisyonu’nda görüşülerek kabul edilmişti. Tasarıyla bu yıl Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na bağlı olarak merkezi İstanbul'da kurulacak olan Türkiye Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı için Ankara, İstanbul ve Konya bölge müdürlükleri oluşturma
çalışmaları da sürüyor.
Söğüt’ten Üç Kıtaya Osmanlı Devleti Sempozyumu
Bilecik Üniversitesi tarafından düzenlenen ve 17 ülkeden 60'a yakın akademisyenin
katılacağı ''Söğütten Üç Kıtaya Osmanlı Devleti'' sempozyumu 17-20 Eylül tarihleri
arasında Bilecik'te yapılacak. ORDAF, IRCICA, İstanbul Ticaret Üniversitesinin de
katılımıyla düzenlenen sempozyumun bilim kurulunda Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof.
Dr. Azmi Özcan, Prof. Dr. Zekeriya Kurşun, Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya, Prof. Dr.
Mehmet İpşirli ve Prof. Dr. Ahmet Kavas gibi ünlü tarihçiler yer alıyor. Sempozyuma,
Yemen, Lübnan, Fas, Irak, Kuveyt, ABD, Mısır, Suriye, Kosova, Cezayir, Libya,
Romanya, Suudi Arabistan, İran, Ukrayna ve Sudan ile Türkiye'nin değişik üniversitelerinden 60'a yakın tanınmış akademisyen katılacak. Söğüt'te başlayacak sempozyum
Bilecik kent merkezinde devam edecek. Sempozyumda Türkçe, Arapça ve İngilizce
olarak tebliğler sunulacak.
Tarihçi Ziya Nur Aksun Vefat Etti
Tarihçi Ziya Nur Aksun, tedavi gördüğü İstanbul Üniversitesi Tip Fakültesi Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. 29 Mayıs 1930 tarihinde Konya'da doğan Aksun, Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Eserlerinden çok sohbetleriyle tanınan
Aksun, Osmanlı ve İslam tarihi hakkında geniş bilgisi, günlük siyasetin muhtelif
gelişmelerini tarih muhakemesiyle değerlendirmesi, Osmanlı-Türk devlet telakkisi
hakkındaki görüşleriyle birçok kişiyi etkiledi. Aksun'un, Dündar Taşer ve Erol Güngör
ile memleket meseleleri ve milli düşünce etrafında yaptığı sohbetleri Dündar Taşer'in
vefatından sonra derleyerek 1974 yılında Z.N. Rumuzu ve Dündar Taşer'in Büyük
Türkiye’si adıyla yayımladı. Ziya Nur Aksun, müsveddeleri 3 bin sayfayı bulan Osmanlı
Tarihi çalışmasını, Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar yazmış olmasına rağmen
tamamlayamadı.
Eylül / 2010
9
Pro j el er
AB PROJELERİMİZ
Proje Koordinasyon Ekibi
İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğü bünyesinde kurulan Proje Koordinasyon Ekibi, AB projeleri konusundaki
farkındalığı arttırmak, yeni açılan hibe programlarını tanıtmak amacıyla bugüne kadar pek çok seminer
düzenledi. Bu yıl 39 ilçeye ayrı ayrı verilen AB Eğitim ve Gençlik Programları toplantılarıyla her okula
ulaşılması hedeflenmiş ve bu hususta da büyük başarı elde edilmiştir.
1- Ortaöğretim öğrencilerinin yanlış
istihdam edilmesini önlemek amacıyla,
kariyer planlamaya yönelik etkili bir
aracın tasarlanması - Career Path Tool
(CPT):
Bu proje, AB Eğitim ve Gençlik programları çerçevesinde Leonardo da VinciYenilik Transferi Projeleri kapsamında
Bahçeşehir Üniversitesi Mühendislik Fakültesi koordinatörlüğü ile Şubat 2008
döneminde, Ulusal Ajans (UA)’a sunulmuştur. Proje ortakları Yunanistan, Slovenya, Macaristan, İngiltere’dir. UA
tarafından kabul edilmesiyle, Aralık
2009 tarihinde proje çalışmalarına başlanmıştır. Proje kapsamında ilk uluslar
arası toplantı Ocak 2009’da İstanbul’da
Bahçeşehir Üniversitesinin ev sahipliğinde gerçekleştirilmiştir. Proje çalışmalarıyla, orta öğrenimdeki öğrencilerin
kariyer planlaması için rehber öğretmenlere yönelik yazılım materyalinin
oluşturulması ve oluşturulan materyalin
nasıl kullanılacağının rehber öğretmenlere öğretilmesi hedeflenmektedir. Projeden doğrudan yararlanacak olan hedef
kitle 15-19 yaş grubu öğrenciler ile on10
lara rehberlik etmekte olan rehber öğretmenlerdir. Bu büyük çaplı olan projemiz
devam etmektedir.
2- İşsiz Gençlerin İstihdam Edilebilirliklerini Artırmak İçin Kariyer Geliştirme
Sistemi Oluşturmak - CPS- Career Pole
Star System:
Leonardo da Vinci- Yenilik Transferi
Projeleri kapsamında; Bahçeşehir Üniversitesi Mühendislik Fakültesi koordinatörlüğü ile 27 Şubat 2009’da Ulusal
Ajans’a sunulmuş ve daha sonra da kabul
edilmiştir. Proje ortağı ülkeler Yunanistan, Romanya, Slovakya ve Türkiye’dir.
Eylül / 2010
Geliştirilecek olan sistem 30 yaşın altındaki gençler için, istihdam edilebilirliklerini artırmak ve sürdürülebilir kılmak
amacıyla bir kariyer planlama sistemi
oluşturmaktır. Bu sistem gençlere kendi
kariyer planları ve gelişimlerini takip
etme, yeni hedefler koyma, kişisel
farkındalık ve karar alma yeterliliği
geliştirme, iş arama becerileri geliştirme,
Bilgi İletişim Teknolojileri üzerine beceriler kazanma ve eylem planı hazırlayıp
uygulama yeterliliği vermeyi hedeflemektedir.
3- Eğitimde Kariyer Basamakları - Career Pathways in the Education Sector
(CPES):
İngiltere’den İl Millî Eğitim Müdürlüğü,
Rehberlik Merkezi ve lise olmak üzere üç
ortakla, ayrıca yerelde Korkmaz Yiğit
Anadolu Lisesi ve Beşiktaş RAM ile işbirliği yapılarak hazırlanan Comenius
Bölgesel Ortaklıklar (Comenius Regio)
projesi Londra Haringey Bölgesi ile ortaklık kurularak hazırlanmış, sunulmuş
ve kabul almıştır. İki büyükşehirden eğitim otoroiteleri ve kurumlarının işbirliği
İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
bölgemiz açısından büyük önem taşımaktadır. Bu yıl ilk kez ülkemizden başvurusu kabul edilen ve sadece İl Millî
Eğitim Müdürlüklerinin başvurabildiği
bu programda kabul alarak öncü kurumlardan olmak çalışmalarımızı anlamlı kılmaktadır. Bu projenin süresi 24
ay ve hem yerel olarak hem de ulusal
çapta çok fazla çalışmaları beraberinde
getirmektedir. Bu bölgesel ortaklık ile
bir ilke imza atılarak çok verimli çalışmalara ve kültürel köprülere imza atılacaktır.
yöneticisinin katılımıyla Avrupa’da genel
eğitim sistemlerinin incelenmesi ve değerlendirilmesi amaçlı Arion çalışma
ziyareti gerçekleştirilmiştir. Tüm katılımcılar, yerel eğitim sistemleri ile ilgili
bilgileri paylaşmış, sistemler incelenmiş
ve değerlendirilmiştir. Bu çalışma ziyareti sonunda, kuvvetli dostluk bağlarının
kurulmasının haricinde, kurumlar ve
temsilcileri arasında yeni projeler için ortaklık oluşturulmuştur. Çalışma ziyaretinin sonucunda, grup raporunda,
“...farklı Avrupa ülkelerindeki benzerlikleri bulmak daha kolay olacaktır. Bu çalışma ziyareti
esnasında bazı benzerlikleri keşfettik ve
bir başka
1- İstanbul Liseler Arası AB Bilgi
Yarışması
ABGS ve AB Bilgi Merkezi tarafından
yürütülen bu projeyle, AB üyelik sürecinde bir ülke olarak Türkiye’ de toplumun bu süreç hakkında doğru ve tarafsız
bilgilendirilmesi çok büyük önem taşımaktadır. Bundan dolayı ortaöğretim
9.sınıflara yönelik yapılan bu proje yarışması beğeniyle devam ettirilmektedir.
2- Dünyanın Nehirleri Projesi
“Rivers Of e World – ROW”
İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve
British Council ortak projesi olup, İngiltere’ki ames Nehri festivallerini
hedef alan projeyle yüzlerce öğrencimizi
sanat alanında birleştirmek ve öğrencilerimize sanatsal açılardan değer katmak
hedef olarak belirlenmiştir. İlk etapta 6
ilköğretim okulumuz ile Londra’dan 6
ilköğretim okulları eşleştirilmiş ve çalışmalar hâlâ devam etmektedir.
4- Bir Elin Nesi İki Elin Sesi Projesi –
Hands on Youth:
Bu projemiz, AB Eğitim ve Gençlik
Programları çerçevesinde Gençlik Programı Eylem 4.3 kapsamında 25-29
Ağustos 2008 tarihleri arasında İstanbul’da hayata geçirilmiştir. Projenin hedefi Gençlik programı kapsamında yeni
projeler üretmek için ortaklık kurmaktır
Projeye İtalya, İspanya, Malta, Litvanya,
Letonya, Bulgaristan ve Polonya’dan toplam 15 gençlik çalışanı / öğretmen İstanbul’daki öğretmenlerle yeni projeler
üretmek ve ortaklık faaliyetleri gerçekleştirmek amacıyla katılmışlardır. İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğü’nü
temsilen, proje faaliyetlerini organize
eden ve etkinlikleri yürüten AB Projeler
Koordinasyon Ekibi ve üç ayrı lisede
görev yapan 3 öğretmen katılım göstermişlerdir. Proje faaliyetleri ve katılımcıların konaklaması Bahçelievler Abidin
Pak Öğretmenevi’nde 5 günlük bir program çerçevesinde gerçekleştirilmiştir.
Proje faaliyetleri çerçevesinde katılımcılar yeni proje fikirleri üretmişler, yeni
ortaklıklar kurmuşlar ve ilerleyen dönemlerde başvuru yapmak üzere çalışmalara aktif olarak katılmışlardır. Proje
bitiminde üç ayrı grup oluşmuş ve bu
gruplar yeni proje ortaklığı kurarak proje
fikri geliştirmişlerdir.
çalışmada bu bakış açısını geliştirmenin
ilginç olacağını düşünmekteyiz. Çünkü
bu durum Avrupa’da öğretmenler ve öğrenciler arasında değişim projelerini teşvik etmek için iyi bir yol olabilir.
Aslında, görüşlerimizi paylaşmak için
benzer toplantılar ve çalışma ziyaretleri
düzenlemek ve ülkelerimiz arası öğrenci
değişimi organize etmeye çalışmak birbirimizi daha iyi tanımak adına iyi bir
birleştirici olabilir.“ şeklinde dile getirmiştir.
4- Karagöz’ün Avrupa Birliği Dersi
Avrupa Birliği Genel Sekreterliği ve İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğü ortak
projesi olup pilot olarak belirlenen 10
okulumuzda Hacivat-Karagöz tiyatro
oyununun 4. ve 5. Sınıf öğrencilerimize
sergilenmesi hedeflenmiştir.
5- Genel Eğitim Sistemlerinin İncelenmesi ve Değerlendirilmesi:
15-19 Ekim 2007 tarihlerinde, İstanbul’da 9 program ülkesinden 10 eğitim
Uluslararası kaynaklı gerçekleştirilen
projelerin dışında PKE tarafından gerçekleştirilen yerel projeler ve etkinlikler
genel hatlarıyla şöyledir:
Tüm bu projelerin yanı sıra yine
İstanbul İL PKE proje uzmanları güncel
proje ve hibe çalışmalarına devam
etmektedirler.
Eylül / 2010
3- MyCity – Benim Kentim Projesi
Yine British Council ve
İstanbul İl Milli Eğitim ortak projesi
olup, Türkiye’nin
farklı 5 ilinde yer
aldığı projeyle öğrencilerimize sanat odaklı
değerler kazandırmak ve onların bakış açılarıyla İstanbul’u gözler önüne sermek amaçlarımızdandır.
Değişik ilçelerden katılımlarla okullarda
öğrencilerimizle sanat çalışmaları hızla
devam etmektedir.
11
Rö p o rtaj
“BAHÇEDE DÜŞEN HER ÇOCUK
BENİ ÜZÜYOR KOLTUĞUMDA”
Adem YILMAZ
Cumhuriyet tarhimizin ilk kadın Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu ile geçmişten bugüne yaptığı çalışmalardan, gündelik hayatından, okuduğu kitaplardan, geleceğe yönelik projelerine kadar pek çok konuda
konuşma fırsatı bulduk. İnce bir duyarlılıkla öğrencileri kucaklayan Bakan Çubukçu, bütün çocuklarımızı
mutlu ve bilgiyi hayatın içinde kullanabilecek şekilde yetiştirmeyi hedeflediklerini belirtti.
Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk
kadın Millî Eğitim Bakanısınız. Bu konudaki duygularınız nelerdir?
4 yıl boyunca Sosyal Hizmetlerden Sorumlu Devlet Bakanı idim. Kimsesiz
çocuklarımız, eli öpülesi yaşlılarımız,
engellilerimiz ve bir şekilde mağdur
olmuş tüm kadınlarımız kısacası toplumun en dezavantajlı kesimleri benim
sorumluluk alanımdaydı. Büyük özverilerle ama çok da severek yaptım bu
görevi. Manevi olarak çok büyük kazanımlar elde ettim bu Bakanlıkta. Sayın
Başbakanımızın tasarrufları sonucu da
4 Mayıs 2009 tarihinde de 6 sene boyunca eğitimde devrim niteliğinde
adımlar atan Sayın Hüseyin Çelik Bakanımızdan görevi devraldım. Ben,
Sayın Başbakanımızın böylesine önemli
bir görevi bir kadına teslim etmesini,
Cumhuriyet tarihinde bir ilk olması açısından çok önemsiyorum.
Eğitim şüphesiz çok geniş bir alan ve bu
alanda her konu en az bir diğeri kadar
12
düşünüyorum. Hükûmetimiz eğitimi,
her alanda kalkınmanın temel unsuru
olarak görmektedir. Bu önem doğrultusunda 58. ve 59. hükûmetler döneminde olduğu gibi, 60. hükûmet
döneminde de kamu kaynaklarının tahsisinde birinci öncelik eğitime yapılacak
yatırımlara verilmiştir.
önemli. Ancak sizin için en önemli konu
başlıkları nedir?
Eğitim gibi hepimizi ilgilendiren bir
alanda yeni yüzyıla ilişkin perspektifler
oluştururken yeni bir dünya oluşurken
süreci yakından izlemek ve doğru okumak kadar, “biz nasıl bir Türkiye istiyoruz ve özlemini duyduğumuz Türkiye’yi
oluşturacak genç nesilleri nasıl yetiştirebiliriz?” sorusunun da önemli olduğunu
Eylül / 2010
Son 8 yılda eğitimin alt yapısına yapılan yatırımla ciddi bir mesafe kat etmiş
olmakla birlikte, çözmemiz gereken
önemli bazı alanlar olduğunu hepimiz
bilmekteyiz. Bu anlamda önceliğimiz
okul öncesi, ilk ve orta öğretimde %100
okullaşma oranını yakalamaktır. Bunun
için de büyük bir gayret gösteriyoruz.
Bir çocuğumuzun bile eğitim dışında
kalmaması için yaptığımız çalışmaların
başında özellikle kız çocuklarının okullaşmasını sağlamak için düzenlediğimiz
kampanyalar gelmektedir. ‘Haydi Kızlar Okula’, ‘Tarladan Okula’ gibi
kampanyalar bu kapsamda değerlendirilebilir. Ekonomik durumu iyi olmayan öğrencilerimiz için de burs veriyor
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
veya annelerin hesabına şartlı nakit
transfer fonundan aylık olarak 25 TL ile
45 TL arasında değişen oranlarda katkı
sağlıyoruz. Fiziksel koşulları bakımından dezavantajlı olan bölgeler için pansiyonlu okulları hizmete sokuyoruz.
dan önemli gördüğümüz mesleki eğitime de öncelik veriyoruz. Şu an %
45’ler düzeyinde olan mesleki ve teknik
eğitimi %50’lerin üzerine çıkarmayı
planlıyoruz. AB standartlarına göre yeniden yapılandırılan mesleki ve teknik
eğitimde artık yeni bir anlayış söz ko-
Ülkemizin en büyük zenginliği olan
bütün çocuklarımızı çağın gerektirdiği
bilgi, donanım ve beceriyle zenginleştirerek yaratıcı, üretken, mutlu ve bilgiyi
hayatın içinde kullanabilecek şekilde yetiştirmek zorundayız. Eğitim ortamlarının iyileştirilmesi, bilişim teknoloji-
Çocuklarımızın eğitim dışında kalmaması için bütün tedbirleri almış durumdayız. Bu eğitim öğretim yılının
başında da 81 il valiliklerimize gönderdiğim genelgeyle çocuklarını okula göndermeyen ve bu tutumlarında ısrar eden
velilere ilişkin Çocuk Koruma Kanunu’ndan doğan hakkımızı kullanabileceğimizi hatırlattım.
Kız çocuklarının okullaşmasının artırılması hedefine önemli bir ivme kazandıran “Özellikle Kız Çocuklarının
Okullaşmasının Artırılması Projesi” ile
de yeni dönemde “Haydi Kızlar Liseye”
dedik. Bütçesi yaklaşık 32 milyon TL
olan bu proje ile iş piyasasına giriş için
kız çocuklarımızın ortaöğretim seviyesinde okullaşmasının arttırılmasını
amaçladık. Okul öncesi eğitimi de son
derece önemsiyorum. Bu çerçevede kademeli bir şekilde okul öncesi eğitimi
zorunlu hâle getiriyoruz. Dört yıl boyunca yürüttüğüm Devlet Bakanlığı
görevinde geliştirdiğim hassasiyetle engelli çocuklarımızın eğitimine de ayrı
bir önem veriyorum.
Bakanlığımızda engelli çocuklarımızın
okullara ücretsiz servis hizmeti verilmesinden, engel durumundan dolayı okula
gidemeyen öğrencilerimize evde eğitim
imkanı verilmesine, engelli envanterini
çıkarılmasından engelli öğrencilerin ailelerine ayda 432 TL ödenmesine, zihinsel ve görme engelliler için özel kitap
basımından yeni yapılan okulların engelli öğrencilerimizi de düşünerek fiziksel altyapılarının oluşturulmasına kadar
pek çok alanda düzenlemeler gerçekleştirdi. Ancak kaynaştırmalı eğitim başta
olmak üzere bu konuda kat etmemiz gereken mesafe var daha. İstihdam açısın-
Ülkemizin en büyük zenginliği olan bütün çocuklarımızı çağın gerektirdiği bilgi,
donanım ve beceriyle zenginleştirerek yaratıcı, üretken, mutlu ve bilgiyi hayatın
içinde kullanabilecek şekilde yetiştirmek zorundayız.
nusu. Mezunlarımıza diplomanın yanı
sıra bitirdiği alanla ilgili çalışma belgesi
veriyoruz. Öğrenci çalışma belgesiyle
çalışma hayatında kendine yer bulabilirken diplomayla da yüksek öğretimini
sürdürebiliyor. Aslında hızlı değişimlerin yaşandığı bir çağda eğitim sistemimizi sürekli olarak geliştirmek ve
eğitimde niteliği yükseltme arayışının
hiç bitmeyen bir süreç olarak görülmesi
gerekir. Bu süreci doğru yönetmek daha
sade ve hareket kabiliyeti yüksek yapılanmayı gerekli kılmaktadır. Eğitim sistemimizin geliştirilmesi yolundaki
çabalara özel sektörün daha etkin katılmasını, sivil toplum kuruluşlarının da
eğitimle ilgili karar alma süreçlerinde
yer almalarını önemsiyor ve bu yönde
çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
Eylül / 2010
lerinin eğitimde kullanılması, öğretmenlerin eğitimi gibi konular da milli
eğitimi bir adım daha öne çıkaracak ve
takip ettiğimiz önemli başlıklardandır.
Bir hususu daha belirtmek gerekir ki kadına karşı ayrımcılık başta olmak üzere
her türlü ayrımcılıkla mücadele etmemiz gerekiyor. Başka insanların, toplumların tarih, kültür, inanç ve gelenek
gibi sosyal değerlerinin en az bizimkiler
kadar değerli olduğu duygusunu çocuklarımıza, gençlerimize verebilmeliyiz. Milli Eğitim Bakanlığı olarak bu
eğitim öğretim yılında özel azınlık okullarının ders kitaplarının ücretsiz baskı
ve dağıtımını da yaptık. Demokrasinin
gelişmesi ve eşitlikçi, katılımcı, çoğulcu
bir demokratik kültürün oluşmasının
13
Rö p o rtaj
önündeki en önemli engel, hiç kuşkusuz toplumsal cinsiyet ayrımcılığıdır.
Devlet Bakanı olarak görev yaptığım
dönemde kadınların statüsünün güçlendirilmesi ve her alanda güçlü temsilleri için verdiğim mücadeleyi eğitimden
sorumlu bakan olarak daha güçlü bir şekilde sürdürecek olmaktan ayrıca mutluluk duymaktayım. Bu yaklaşım
sadece kadınlara değil, ülkemizin refah
ve kalkınmasına katkı sağlayacak güzel
sonuçlar doğuracaktır. Çağdaş bir eğitim için uygun şartlar ve ortam hazır-
olarak görüyorum ve okulöncesi eğitimi
son derece önemsiyorum. Bu çerçevede
kademeli bir şekilde okul öncesi eğitimi
zorunlu hâle getiriyoruz.
2009-2010 eğitim öğretim yılı için 32
ilde okulöncesi eğitimi pilot olarak zorunlu kıldık. Proje ile okul öncesi eğitim çağına gelen çocukların zorunlu
eğitime alınmasını hızlandırmış olduk.
Bu 32 il arasında Amasya, Nevşehir, Çanakkale, Bilecik, Edirne, Karabük, Ardahan, Gümüşhane, Trabzon, Yalova,
da bu yıl bir rekora ve ilke imzamızı
attık. Yaklaşık 16 bin okul öncesi öğretmenini tek seferde atamalarını yaparak
kadrolarımıza dâhil ettik. Bu sayı Milli
Eğitim Bakanlığı tarihinde bir ilktir.
Bunların hepsi okul öncesi eğitime verdiğimiz önemin bir göstergesi.
Sizleri de bugünlere öğretmenlerin getirdiği gerçeğinden yola çıkarak öğrenim hayatınız boyunca sizi derinden etkileyen
öğretmeninizi ve öğrencilik günlerinizle
ilgili bir anınızı bizlerle paylaşır mısınız?
Benim de çok kıymetli bir öğretmenim
var. Hayatımda iz bırakmış, güzele ve
doğruya yönelik pek çok şeyi kendisinden öğrendiğim sevgili ilkokul öğretmenim Besim Baş. En son 24 Kasım
Öğretmenler Gününde Ankara’ya geldi
ve bu özel günü birlikte kutladık. Zaten
hayatımın her döneminde Besim Öğretmenim hep yanımda oldu. Bağlarımız her daim çok kuvvetliydi. Bu yoğun
çalışma ortamında bile telefonda görüşür, hayır duasını alırım.
Dünyadaki birçok ülke nüfusundan fazla bizim öğrenci sayımız. Elbette bu kadar çok
öğrencinin, eğitimcinin yer aldığı bir ülkede kaynaklar her zaman yeterli olmuyor ne
yazık ki. Buna rağmen, konuşmamızın başında da değindiğim gibi, iktidarımız boyunca bütçeden en büyük payı alan bakanlık, Milli Eğitim Bakanlığı’dır.
lama yolunda gösterilen yoğun çabaya
her kesimin görüş ve güçlü desteğini
bekliyoruz.
Göreve geldiğiniz günden itibaren okul
öncesi eğitimi önemsediğinizi gözlemliyoruz ki az öce bunu ifade ettiniz zaten.
Milli Eğitim Bakanımız olarak okul öncesi eğitime bakış açınızı ve okul öncesi
zorunlu eğitimin bir parçası hâline getirme amacınızı öğrenebilir miyiz?
Okul öncesi eğitime yapılan yatırımı
Türkiye’nin geleceğine yapılan yatırım
14
Karaman, Tunceli, Kilis, Bolu, Kırıkkale, Bayburt, Burdur, Kırklareli,
Muğla, Düzce, Bartın, Artvin, Çankırı,
Kütahya, Rize, Isparta, Kırşehir, Giresun, Uşak, Eskişehir, Sinop ve Samsun
illerimiz bulunuyor. Yüzde 33 olan okul
öncesi okullaşma oranımız bu uygulamamız ile birlikte % 39’a ulaştı. Yeni
eğitim öğretim yılıyla birlikte de 25 ilimizi daha okul önsesi eğitimin verileceği iller arasına ekleyeceğiz. Hedefimiz
okul öncesi eğitimde yüzde 50’ye ulaşmak. Okul öncesi öğretmen alımında
Eylül / 2010
Sayın Bakanım, çok gizli tutmanıza rağmen ekranlara yansıyan bir haberle ilgili
size soru yöneltmek istiyoruz. Devlet Bakanlığınız döneminde bir gezinizde
Çocuk Esirgeme Kurumunda kalan kızımıza sahip çıktınız, ÖSS’ye girerken de
yanında bulundunuz. Bu kızımızla ilgilenmeye devam ediyor musunuz?
Evet, görüşüyoruz hâlâ. Bahsettiğiniz
kızımızın adı Gülsün. İstanbul’da bir kız
yetiştirme yurdunda devlet koruması altındaydı Gülsün. İlk kurum ziyaretlerimden birisinde tanışmıştık. Çok güzel
saz çalıyor ve şarkı söylüyordu. Az
türkü söylememişizdir birlikte. Kızlarımla birlikte gerçekten çok özel günleri
ve yılları paylaştık biz Devlet Bakanlığında. Birbirimize kenetlendiğimiz zor
günleri de yaşadık, keyifle ve neşeyle geçirdiğimiz günlerim de oldu. Bazen
“pastaları yaptık çay partimize bekliyoruz.” diye mesaj atarlardı, programım
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
uygunsa hemen yanlarına giderdim.
Şunu söylemem gerekir ki ben onlar
için hiçbir zaman bir bakan olmadım.
Onlar için her zaman ‘Nimet Abla’
oldum. Gülsün, Sabancı Üniversitesi’nde okuyor artık. Belki de benden de
etkilendi ve iki yılın sonunda alanını seçecek ve hukuk okuyacağını söylüyor.
16 milyon öğrencimiz, ülkemizin geleceği,
teminatı. Türkiye’nin “çağdaş medeniyetler seviyesini” aşması bir bakıma çocuklarımıza yapacağımız yatırımla doğru
orantılı. Hükümet olarak, eğitime verilen
destekten memnun musunuz?
time verdiğimiz önemin ve desteğin sadece birkaç örneği.
Bunca yoğunluğun üstesinden gelebilmek
için nasıl bir zaman planlaması yapıyorsunuz? Ailenizle birlikte vakit geçirmeye
zaman bulabiliyor musunuz?
Zaman sıkıntısı yaşasak da birlikte eğlenceli filmler izlemeyi, yemek yemeği,
hafta sonları fırsat buldukça uzun kahvaltılar yapmayı çok seviyoruz. En çok
sevdiğimiz şey de birlikte gülmek. Biz
de bu kadar çok öğrenme ve araştırma
yöntemlerinin, çeşitliliğinin olduğu bir
dünyada bile hâlâ öğretmenlerimizin
rolü ve değeri çok büyük; vazgeçilmezler. Fedakârlık ve özveri isteyen bu mesleği hakkıyla yapabileceğine inanan
adaylar seçmeli.
En son okuduğunuz kitaplar nelerdir?
En son Devlet Ana’yı yeniden okudum.
İstanbul Hatırası, Pazarlık, Biyografisine
Sığmayan Kadın Halide Edib ve Kemal
Dünyadaki birçok ülke nüfusundan
fazla bizim öğrenci sayımız. Elbette bu
kadar çok öğrencinin, eğitimcinin yer
aldığı bir ülkede kaynaklar her zaman
yeterli olmuyor ne yazık ki. Buna rağmen, konuşmamızın başında da değindiğim gibi, iktidarımız boyunca
bütçeden en büyük payı alan bakanlık,
Milli Eğitim Bakanlığıdır. Özellikle eğitimin alt yapı sorunları ile öğretmen
alımları başta olmak üzere hükümetimiz döneminde ciddi atılımlar gerçekleştirilmiştir.
2003 yılından 2010’a kadar 228 bin öğretmen atadık. Bu, mevcut öğretmenlerimizin yarısına yakınını bu iktidar
atamıştır demek. Buna ilaveten, 2010
yılı içinde 40.000 kadrolu öğretmen
alacağız dedik ve eğitim ailemize katılacak 10.000 öğretmenimizin atamasını
yaptık. 30.000 öğretmenimizin ataması
ise önümüzde günlerde yapılacak. Buna
ilaveten bu yıl içinde 1000 engelli öğretmen alımı gerçekleştireceğiz.
Lisans Yerleştirme Sınavına malumunuz
olduğu üzere artık çok az kaldı. Sınavdan
sonra da tercih telaşı yaşayacak öğrencilerimiz. Öğretmenlik mesleğini seçecek
adaylara sizin önerileriniz nelerdir? Kimler bu alanı seçmeli?
Verdiğim bu rakamlar öğretmen alımı
konusundaki duyarlılığımızı gözler
önüne sermektedir. Yine 2003 yılından
bugüne kadar toplam 142.634 derslik
yapımı tamamlanarak öğrencilerimizin
hizmetine sunulmuştur. 2010 yılı için
ise 14 bin dersliği tamamlamayı hedeflemekteyiz. Bunlar hükûmet olarak eği-
Öğretmenlik toplumda çok saygı duyulan ve manevi yönünün çok kuvvetli olduğu gerçekten kutsal bir meslek.
Öğretmen olmayı çok isteyen adaylar ilgili bölümleri seçmeli. Öğretmenlik,
öğretme isteği, aşkı ve azmi olanlar tarafından yapılabilecek bir meslek. Günümüz her ne kadar teknoloji çağı ise
eğlenebileceğimiz, gülebileceğimiz şeyler yapmaktan mutluluk duyuyoruz.
Eylül / 2010
Karpat’ın Türk Demokrasi Tarihi son
zamanlarda okuduğum kitaplardan bazıları.
Yeni eğitim sezonuyla ilgili neler söylemek
istersiniz?
Devasa bir ülkeyi anımsatan eğitim camiamıza başarılı ve huzur dolu bir yıl
geçirmelerini temenni ediyorum. Yepyeni bir yıl, yeni heyecanlar ve yeni
müfredat ile elele vererek bütün sorunların üstesinden geleceğimizi düşünüyorum. Hepimiz güzel ülkemizin
geleceği için yavrularımıza daha iyi yarınlar sunmalıyız.
15
D en eme
BENİM İLKOKULLARIM
Hilmi YAVUZ
Şimdi düşünüyorum da, ilkokula başladığım 1942 eylülünden bugüne tastamam 68 yıl geçmişken, belleğimin kuytularında hâlâ birer mücevher gibi duran o günlere dair hatıralarıyla bahtiyar bir insanım ben.
Herkesin çoğunlukla, sınıf arkadaşları aynıdır: Benim ilkokulun ilk üç sınıfındaki sınıf arkadaşlarımla, dördüncü ve beşinci sınıflardaki sınıf arkadaşlarım aynı kişiler değildir.
Benim ilkokullarım... Evet, bu başlığı,
sevgili Füruzan’ın ‘Benim Sinemalarım’
adlı kitabının adından esinlenerek koydum…
Ben ilkokula 1942-1943 ders yılında,
Bursa’nın Orhangazi ilçesinde, kasabaya
bir tepenin üzerinden bakan, merasim
merdivenli taş mektepte başladım.
Babam, Orhangazi’de kaymakamdı ve
2.Dünya Savaşı yıllarıydı. Mevhibe Öğretmenin sınıfıydı birinci sınıf. Okuma
yazmayı Mevhibe ‘Öğretmenim’ öğretmiştir bana.
Okumayı söktüğümde de 1942 yılı sonudur, üzerinde Atatürk’ün asker giysileriyle bir resminin bulunduğu
kartpostal armağan etmişti. Kartpostalın
arkasındaysa şunlar yazılıydı: ‘Birinci sınıftan Hilmi Yavuz, iyi okuduğu ve iyi
yazdığı için armağandır. Öğretmeni
Mevhibe.’ Bu kartpostalı hâlâ saklarım.
İlkokul un 2. ve 3. sınıflarını da Orhangazi İlkokulunda okudum. Sınıf arkadaşlarımdan sadece Orhangazi Hakimi
16
Ve kar yılıydı, diz boyunu buluyordu
ve askerler vardı, toplar yokuş boyunca mevzilenmişlerdi, kara gömülmüş.
Okula gitmek için o sabah evden çıkmıştım ve yokuş yukarı, karlara bata
çıka tırmanmaya savaşıyordum. Çelimsiz, hattâ sıska, nanemolla bir
çocuk.
Ahmet Tevfik Tunçok’un güzel kızı Doğdunur’u hatırlıyorum. O çocukluk (ve
ilk) aşkımdı benim… Bir de ‘Geçmiş
Yaz Defterleri’nde anlattığım o kara kışta
donma öyküsünü:
‘Ve kar yılıydı, diz boyunu buluyordu ve
askerler vardı, toplar yokuş boyunca
mevzilenmişlerdi, kara gömülmüş.
Okula gitmek için o sabah evden çıkmıştım ve yokuş yukarı, karlara bata çıka
tırmanmaya savaşıyordum. Çelimsiz,
hattâ sıska, nanemolla bir çocuk. Okulun merdivenlerini gördümdü, yaklaşmış
olmalıydım, merdivenlerin demir tırabzanlarını algıladım, o demirlere güzün,
sarı ayvaları vurup parçalardık, gözüm
Eylül / 2010
kararmış olmalı, kara düştüm yumuşacık, çantam elimden kaydı, uykum gelmişti, uzandım. Uzaktan köpek sesleri
mi duyuluyordu belli belirsiz. Daldım.
Uyandığımda evdeydim. Sobanın yanında, çırılçıplaktım, kalın tüylü bir Siirt
battaniyesine sarmışlardı (…)
Topların başındaki nöbetçi erler görmüşler düştüğümü. Karda donmak üzereymişim eve getirdiklerinde…’
Savaş yıllarında idareciler arasında nakil
ve tâyinler durdurulduğu için, Orhangazi’de neredeyse 7 yıla yakın bir süre
kalmıştık. 1945 yılında savaşın sona ermesinden hemen sonra, babamı, önce
Rize’nin Güneyce ilçesine tayin ettiler.
Valilik ya da en azından bir vali muavinliği bekleyen babam, bucaktan ilçe
olmaya henüz yükseltilmiş olan Güneyce’ye gitmeyi kendine yediremedi; sağlığı da pek iyi değildi zaten! Rapor aldı
ve biz, Orhangazi’den İstanbul’a göç
ettik ve Fatih’te, Çırçır’da, Fenerci Hüseyin Çıkmazı’nda babamın dayısının ço-
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
cuklarının ahşap evlerine ‘misafireten’ taşındık. Koca üç katlı konak yavrusu
evde, üç kardeş (babamın kuzenleri),
aileleriyle birlikte kalıyorlardı. Bize de
bir oda tahsis ettiler. O odada yaşadık.
Benim İstanbul’la ve tahtakurularıyla
tanışmam, o evde yaşarken olmuştur.
1945-1946 ders yılında Fatih’te, o
zamanki adıyla ‘40. ilkokul’da 4. sınıfa
başladım. (Okullar, numaralı olmaktan
çıkınca adı ‘Akşemseddin İlkokulu’
olmuştur.) Öğretmenlerden bir tek, matematikçi Şükriye Öğretmeni anımsıyorum. Bir ayağı aksadığı için ve sanki öc
alırcasına öğrenciler ona ‘Topal Şükriye’
demekteydiler. ‘Öç alırcasına’ dedim,
boşuna değil! Şükriye öğretmen notu kıt
ve acımasız bir öğretmendi çünkü…
özü’ne döndükten çok kısa bir süre
sonra, Samsun’un Terme ilçesine çıktı tâyini. 1947 yılı Ağustos’unun sonunda, o
ortasından Yeşilırmak’ın kollarından birinin aktığı, ‘iki geçe’li ve dünya şirini
Terme’deydik.
falan diye taktığı yoktu İsmet öğretmenin! İlginçtir: O sınıftan da iki kız sınıf
arkadaşımı hatırlıyorum. Hacı Kuzu’nun
torunlarıydılar: Olcay ve Günay! Sanırım ikisine de âşıktım! Çocukluk aşkları
işte; unutulmuyorlar!
İlkokul 5. sınıfı Terme’de okudum. 5. sınıfın meslekten sınıf öğretmeni yoktu.
O yüzden de, öğretmenimiz, Ankara
İlkokulu Terme’de bitirdim. Terme
Halkevi’nin kitaplığı, benim kitaplığım
gibiydi. Ve orada ‘kaymakamın oğlu’ ol-
Hukuk Fakültesi’nde son sınıf öğrencisiyken birkaç dersten bütünlemeye (o zamanki adıyla, ‘ikmâl’e!) kaldığı için
Terme’ye dönen İsmet Katar öğretmendi. Anlaşılan, o yıllarda, öğretmeni
bulunamayan ilkokullara, üniversitelerin
bütünlemeli öğrencilerinin ‘vekil’ sınıf
öğretmeni olarak atanmaları sözkonusu
olmaktaydı…
manın ayrıcalığını, onlarca kitabı dur
durak bilmeden okuyarak yaşadım.
Bir not: Herkesin çoğunlukla, sınıf arkadaşları aynıdır: Benim ilkokulun ilk
üç sınıfındaki sınıf arkadaşlarımla, dördüncü ve beşinci sınıflardaki sınıf arkadaşlarım aynı kişiler değildir.
Sınıf arkadaşlarıma gelince, adlarını hatırladıklarımı yazayım: Ataman Sinanoğlu, Muhsin Sesigür ve Metin
Altıparmak! Metin’le ‘nice yazlardan
sonra’ ve 1957’den 60’lı yılların başlarına
kadar devam eden bir arkadaşlığımız olmuştur.
O yıllarda İstanbul’daki ilkokulların adlarının belirli sayılarla anıldığını söylemiştim. Benimki 40. İlkokul’du, evet,
ama Fatih’te elbette başka ilkokullar da
vardı: Fatih Camii’nin hemen yanıbaşındaki taş mektep, belleğim beni
yanıltmıyorsa, 5. ilkokul’du; Zeyrek’tekiyse, 54. İlkokul… İlkokullarda niçin
numara verildiğini ve bu numaraların
neye dayanarak verildiğine bir türlü akıl
sır erdirememişimdir: Niçin bizim okul
40. İlkokul? Hangi gerekçeyle?
1946 yılı yaz aylarında, ben 5.sınıfa geçmişken babamın önce Çankırı’nın Şabanözü ilçesine atandığını öğrendik.
Ankara üzerinden Çankırı’ya, oradan da
Şabanözü’ne gittiğimizi hatırlıyorum.
Onun dışında Şabanözü’ne ilişkin hiçbir
şey yok belleğimde; Şabanözü’nde çok az
kaldık çünkü! Eğer yanılmıyorsam
babam, Ankara’ya gitti; İçişleri Bakanlığı’nda yetkililerle ne görüştüyse Şaban-
İsmet Katar Öğretmen hem çok sert
hem de eğlenceli bir hocaydı. Sınıf arkadaşlarımıza, arasıra, kendi düşürdüğü
kafiyelerle beyitler söylerdi: Bana da,
‘Hilmi Yavuz, Hilmi Yavuz, pek sıska/
Ona kâr etmez gayrı, ne üfürük ne
muska!’ diye takılır, ama biraz şımarırsak şamarı yerdik. ‘Kaymakamın oğlu’
Eylül / 2010
Şimdi düşünüyorum da, ilkokula başladığım 1942 eylülünden bugüne tastamam 68 yıl geçmişken, belleğimin
kuytularında hâlâ birer mücevher gibi
duran o günlere dair hatıralarıyla bahtiyar bir insanım ben…
17
D en eme
İSTANBUL’DA
BİR OYUNCAK MÜZESİ
Sunay AKIN
Dünyanın her köşesinden aldığım oyuncaklara, onlarla oynayan çocukların hayallerinin takılı olduğunu
biliyorum. O hayalleri dünyanın en güzel annesinin kucağına, İstanbul’a taşıdım. İnsanlığın tüm düşleri,
İstanbul Oyuncak Müzesi’ni gezen çocukların hayatlarında yeniden yeşerecek. Hayatın gerçek zenginliği
hisse senetlerinde değil, hissî senetlerdedir…
Oyuncağı küçümseyen bir
toplumun geleceği olamaz.
Uygar ülkelerde oyuncak düşleri artsın, kurduğu hayaller
çoğalsın diye alınır çocuğa.
Gelişmemiş ülkelerde ise
oyuncak bir tek amaçla verilir
çocuğun eline; oyalansın!
Oyuncağa değer vermeyen,
onu aşağılayan milletler başka
devletlerin elinde oyalanmaya
mahkûmdur. Gezdiğim onca
oyuncak müzesinde sergilenen
eserler bu gerçeği haykırdılar,
her seferinde. Oyuncağın tarihi bilimin tarihidir, sanatın
tarihidir. Önce düş vardır çünkü; gerçek
onun ayak izlerini takip eder.
Oyuncak müzeleri, geleceğimiz olan çocuklarımıza bilgi toplumu olmanın öneminin anlatıldığı ilk adımdır. Dünyayı
oyun ve oyuncakla algılayan çocuklar
için oyuncak müzesi sözcüklerin yerini
kurmalı bebeklerin, şatoların, trenlerin,
robotların aldığı bir kitap gibidir. Bu üç
18
katan milletlerin bunu başardığını haykırır. Hitler’in iktidara
geldiği 1933 yılından sonra yapılan oyuncak Nazi askerleri,
II. Dünya Savaşı’nın 1 Eylül
1939’da değil, çocukların düşlerinin, oyunlarının işgaliyle
başladığının kanıtıdırlar. Tüm
bunlar bize şu gerçeği haykırırlar: Oyuncaklar üretildikleri ve
oynandıkları dönemlerin en
önemli tanıklarıdırlar.
boyutlu masal kitabının içinde çocuklar
hem kendi dünyalarına hem de kendinden önceki çocukların dünyalarına
doğru bir yolculuğa çıkarlar. Oyuncak uçakların sergilendiği camekânın
önünde, bir havacılık müzesine sığmayacak çeşitlilikte uçaklarla karşılaşılır. İnsanın Ay’a adım attığı 1969 yılından
önce yapılan oyuncak uzay gemileri, düş
kuran, çocukların oyunlarına uzayı
Eylül / 2010
İstanbul Oyuncak Müzesi,
Erenköy ve Göztepe tren istasyonlarının tam ortasında bulunan aileme ait köşkte 23 Nisan
2005’te açıldı. Bu tarih özellikle seçilmiştir. Çünkü, Mustafa Kemal Atatürk’ün çocuklara armağanı olan bu
anlamlı gün, oyuncak müzesinin açılmasıyla bir nevi taçlandırılmıştır. Mutlu
sona giden bu yolu çok kolay yürüdüğümü söyleyemeyeceğim. Fakat, yaşadıklarımdan ve yaşayacaklarımdan asla
şikâyetçi değilim. Çünkü, ülkemde bir
müze kurmanın zorluklarını bilerek çık-
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
şında bir de oyuncak
müzesiyle anlatabildiysem ne mutlu
bana.
tım bu yola… Türkiye’de duyarlı, çocukları, çocukluğunu ve tarihi seven insanların çok olduğuna inandım ve asla
hayal kırıklığına uğramadım. Bir pergelin çivisi gibi yüreğimi bu inançtan hiç
ayırmadım ve gerçeği arama yolunda asla
yalnız kalmadım.
Sonunda kazanan ben değil, “biz” olduk.
İstanbul Oyuncak Müzesi’nin kapısından içeri giren bir anne ya da baba bir
eliyle çocuğunu tutuyorsa ayrılırken de
öteki elinden kendi çocukluğu tutuyor… Bunu yaşamanın, görmenin mutluluğundan daha büyük, daha yüce bir
ödül tanımıyorum.
Bir oyuncak müzesini ilk kez, yıllar önce
gittiğim Almanya’nın Nürnberg kentinde görmüştüm. O kadar çok etkilendim ki, tüm günümü hiç farkına
varmadan orada geçirdim. İstanbul
Oyuncak Müzesi’nin ilk oyuncağını da
Berlin’deki bir oyuncakçıdan satın aldım.
Bu oyuncak tekerlekli bir attır ve ben,
onun süvarisi olarak çıktığım yolda asla
bir oyuncak koleksiyoncusu olmaya niyetlenmedim. Yaklaşık dört bin antika
oyuncağı bir araya getirirken bir tek
amacım vardı; İstanbul’da bir oyuncak
müzesi açmak!
Masal diyarı İstanbul, bir oyuncak müzesini fazlasıyla hak ediyor. Ona olan
sevgimi, hayranlığımı kitaplarımın dı-
Ne İstanbul kirlensin istiyorum, ne de
çocuklarımızın düşleri. Vapurlarıyla,
camileriyle, martılarıyla, kuleleriyle İstanbul bana hep, bir
halının üstüne çocukların kurduğu
oyuncak bir kent
gibi görünmüştür.
Başımı ne zaman bu kentin sokaklarında
yürürken gökyüzüne kaldırsam, bulutla-
mizi elimizden alabilirler ama düşlerimize dokunmalarına izin vermemeliyiz.
Hayatın gerçek zenginliği hisse senetlerinde değil, hissî senetlerdedir. Oyuncak
müzesiyle İstanbul’un daha da güzelleştiğine ve daha da zenginleştiğine inanıyorum.
Bir müzeyi ilk kez altı yaşındayken ziyaret etmiştim. Trabzon’dan yaz tatili için
İstanbul’a gelmiştik ve babam bizi ilk
gün Arkeoloji Müzesi’ne götürmüştü.
Bir ay kaldığımız İstanbul’dan geri döndüğümüzde yeni bir oyun bulmuştum:
Müzecilik!
Annemin kolyelerini, küpelerini, yüzüklerini büyük bir çekmecenin içine koyuyor, çekmeceyi de yerinden çıkararak
sokağa taşıyordum. Müzecilik oyunum
çok uzun sürmemişti; altın ve gümüş
takılarının sokakta olduğunu gören
annem pencereden öyle bir çığlık atmıştı
ki, “Müzedeki Hayalet” filmini izlerken
bile o kadar korkmamıştım!
Galiba ben hâlâ bu oyunu oynuyorum!
rın arkasına gizlenen ve bizlerle oynayan
o çocukları görür gibi olurum. İstanbul’da yağmur o çocukların gözyaşları,
güneş ise gülümseyişleridir.
Not: Müzeye
www.istanbuloyuncakmuzesi.com
adresinden ulaşabilirsiniz.
Dünyanın her köşesinden aldığım oyuncaklara, onlarla oynayan
çocukların
hayallerinin takılı olduğunu biliyorum. O
hayalleri dünyanın en
güzel annesinin kucağına, İstanbul’a taşıdım. İnsanlığın tüm
düşleri,
İstanbul
Oyuncak Müzesi’ni
gezen çocukların hayatlarında yeniden
yeşerecek. Her şeyiEylül / 2010
19
D en eme
MERHABA...
Halime TOROS
“İnsanların, bedenlerin, düşüncelerin, duyguların ve eylemlerin birbiriyle buluşmasının, değişimin en
önemli tetikleyicilerinden biri olduğuna inanıyorum. Kurulan her bağlantı, eğer hepsini gözümüzle görebilseydik dünyayı örümcek ağıyla sarmalamış gibi gösterecek incecik birer iplik teli gibidir.”
Aslında bütün ilişkiler bu büyülü sözcükle; “Merhaba” ile başlıyor. Yüzlerce
insanın yüzünü bilmektense, bir insanın
adını bilmenin ne denli önemli olduğunu hissettiğimiz, kendimizi anlatmanın ve karşımızdakini anlamanın zorlu
ama bir o kadar da keyifli bir serüven olduğunun farkına vardığımız, hayata bir
ilmek daha attığımız, dünyaya bir insanla daha tutunduğumuz an...
yakınlaşma tekniği, yakınlaşma yordamıdır. Tabi her tanışıklık, her “merhaba”
mesafeleri kısaltıp insanları birbirine yakınlaştırmaz.
Kimi insanlar mesafeli durmayı yeğler.
Bunu, ya “benden uzak durun” anlamına gelen duruşları, jestleri, ifadeleriyle
yaparlar ya da fiziksel ortamlarını ona
göre düzenlerler. Ama bu yazının konusu, bir sözcükten yola çıkarak başkalarının hikâyelerine girmek, başka
hayatlarla tanışmak, başka dünyalarla genişlemek, tanış olmak ve sahiden bir şey
yapmaya girişmek niyetinde olanların
verdikleri selam.
Kendi yalnızlığımızda başka dünyaların
yanıp sönen ışıklarını görmenin elbette
avutucu bir yanı vardır. Olağanüstü
çeşitlilikte, olağanüstü zenginlikte ve olağanüstü renkte ışıklar veren bu dünyalarla konuşacak çok şeyimiz olduğunu
da sezeriz belli belirsiz. Ama çoğunluk
birbirimize nasıl yaklaşacağımızı, konuşmaya neresinden başlayacağımızı bilemeyiz. İşte bir ilişkiyi başlatmanın ilk
adımıdır “Merhaba”.
Ortega y Gasset’in tanımıyla selam;
“Rastladığımız insanlarla ilk alışverişimiz,
onlarla yapmayı düşündüğümüz her şeyden önce yaptığımız şeydir. Demek ki bir
20
açış, bir başlangıç hareketidir. Belli bir şeyi
yapmaktan çok, çevremizdekilerle sahiden
bir şey yapmaya girişmeden önceki giriştir.” Yine onun ifadeleriyle selam, insanlık tarihi boyunca evrim geçiren bir
Eylül / 2010
Daha az insanla karşılaşıp ama daha çok
konuştuğumuz günlerle kıyaslandığında,
günümüzde yüzlerce insanla rastlaşıyor,
ama daha az “tanış”ıyoruz. Kent hayatının insanlara öğrettiği o “uygar kayıtsızlık” hâli, bütün yaşama alanlarımızda
varlığını hissettiriyor.
O kalabalığa rağmen yanımızdan kimse
geçmiyormuş gibi yürümek, yanımızda
İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
kimse oturmuyormuş gibi seyahat
etmek, hele de belediye otobüslerinin
karşılıklı konulmuş koltuklarında oturuyorsak karşımızda kimse yokmuş gibi
davranmak, apartmanlarımızda kimse
oturmuyormuş gibi yaşamak... Yani tanışmadan, konuşmadan, dokunmadan
ve dertleşmeden sürdürmek yaşamı.
Durakta, yolda her gün karşılaştığımız
insanlara ilişkin belki zihnimizde bir
sürü hikâye yazıyoruz. Hatta aynı saatte
aynı yerde rastlaşmazsak kaygı bile du-
körü verilmiş bir selam ya da bize uzatılan eli iğreti bir şekilde sıkmak da muhatabında aynı duyguları uyandırır.
Selamı sabahı kesmek, selam vermemek,
görmezden gelmek de bir cezadır karşıdakine.
“Ben insanlığı birbiriyle henüz doğru dürüst tanışmamış bir aile olarak görüyorum” diyor “İnsanlığın Mahrem
Tarihi”nin yazarı eodore Zeldin:
“İnsanların, bedenlerin, düşüncelerin,
duyguların ve eylemlerin birbiriyle buluş-
Eksilmek bir anlamda; yalnızlaşmak…
Kıyısına kimsenin gelmediği ıssız bir ada
olmak…
Kalabalıkta kaybolmak…
Öyle bir yalnızlıktır ki bu, kimselerle
paylaşılmaz.
Özdemir Asaf ’ın dediği gibi,
“Paylaşılsa, yalnızlık olmaz”
Öyleyse yeniden merhaba.
Fotoğraf: Ara Güler
yabiliyoruz. Ama galiba dünyanın en
zor ve cesaret isteyen işlerinden biri, karşılık göreceğimizden emin olmadığımız
insanlara selam vermek.
Çünkü selam yalnızca tanışıklık, yalnızca
sevgi iletisi, sıcaklık belirtisi değil, aynı
zamanda bir onurlandırma ve saygı göstergesi de. Yerine getirilmediğinde öfke
uyandırır, saygısızlık addedilir. Üstün-
masının, değişimin en önemli tetikleyicilerinden biri olduğuna inanıyorum.
Kurulan her bağlantı, eğer hepsini gözümüzle görebilseydik dünyayı örümcek
ağıyla sarmalamış gibi gösterecek incecik
birer iplik teli gibidir.”
Selamı kesmek bizi hayata bağlayan o incecik gümüşsü ipliklerden birini daha
koparmak demek.
Eylül / 2010
Ne okusak?
eodore Zeldin,
İnsanlığın Mahrem Tarihi
Ortega y Gasset,
İnsan ve “Herkes”
21
D en eme
YAZI VE ŞİİR ATÖLYESİNDE
BİR YILDIZ
A. Ali URAL
Her hafta bir yazarı ve üslubunu ele alıyoruz. Türk ve dünya edebiyatının başyapıtları sahnemize çıkıyor
bir bir. Yunus Emre’den Mevlana’ya, Ömer Seyfettin’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Dante’den Baudelaire’e, Balzac’tan Faulkner’e, Refik Halit Karay’dan Peyami Safa’ya, Sabahattin Ali’den Sait Faik’e, Rilke’den
Rimbaud’ya büyük bir resmigeçit bu. Âkif’i de seviyoruz Fikret’i de. Nazım’ı da seviyoruz Necip Fazıl’ı da.
Üç yıldır her cumartesi sabahı
Mehmet Âkif Ersoy’a koşuyorum heyecanla. Mehmet Âkif
Ersoy, Pendik Belediyesi’ne ait
bir sanat merkezi. Bembeyaz
bir kültür köşkü. Pendik İstasyonu’na birkaç adım mesafede.
İçeriye girdiğinizde bir sergi salonu karşılıyor sizi. Bakalım
hangi ressamın resim sergisi var
bu hafta. Salonun içinde küçük
bir sanat turu atıp merdivenleri
iniyorum coşkuyla. Coşkuyla
evet, buraya gelip coşku duymamak mümkün değil.
Bu kadar sevimli ve sıcak bir konferans
salonu var mıdır İstanbul’da bilmiyorum. İki yüz kişilik küçük bir salon bu.
Fakat kahverenginin tonları o kadar
güzel, iç mimari o kadar yerli yerinde ki
ilk bakışta kucaklıyor sizi salon ve bırakmıyor. Fakat coşkumun nedeni sandalyeler, duvarlar ve sahne değil. Burada üç
yıldır kar kış demeden her cumartesi sabahı beni bekleyen sıcak bir topluluk
var. Yediden yetmişe koca bir aile. Beni
22
arkasında. Sandalyesinden
kalkmış, “Evladım hoş geldin!” diyerek karşılamaya hazırlanıyor. Necdet Tarım
kardeşimiz bir meteoroloji
uzmanı. Onunla da el sıkışıyoruz sahneye çıkmadan
önce. Bu sınıfın iklimini en
iyi o biliyor: Şiir, hikâye,
roman...
görür görmez yüzleri ışıldıyor. Aynı ışık
benim yüzümde de var. Çünkü ben de
onları gördüm. Gülümseyerek selamlıyoruz birbirimizi. Edebiyat ocağımızda
bir kere daha buluştuğumuz için seviniyoruz içten içe. Sınıf başkanımız Kamil
Remzi Cin her zaman olduğu gibi bana
doğru yürüyor güven veren tebessümüyle. Ahmet Özbilen (68) ağabeyimiz
başıyla selamlıyor olduğu yerden. Lütfiye Yücel(69) ablamız da hemen onun
Eylül / 2010
Küçük öğrencilerimizden Ertuğrul Burak ve kardeşi Neslişah el sallıyor uzaktan.
Uzaktan el sallayanlar arasında diğer küçüklerimiz Yasemin Titiz ve Büşra Kaya da var.
Gençlerimiz Abdurrahman Ayan, Songül Yalçın, Meryem Kılıç, Gülendam
Ulusoy, Gülden Orhan, Serpil Yıldız
Şen, Sümeyra Yaman, Tuna Yukay yerlerinden gülümsüyorlar. Sahne merdivenlerini tırmanırken Mustafa Ayvacı,
Nurgül Uçar ve Yasemin Çaylı da yerlerini alıyorlar. Elbette salonda bulunanlar
isimlerini hatırladığım edebiyat sevdalılarıyla sınırlı değil. Elli altmış kişilik seç-
İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
kin bir topluluk bu. Mikrofonu elime
alıp ilk cümlelerimi kurmaya başlıyorum
ki, salonun kapısı açılıyor ve yaşlı bir
adam elinde güllerle içeri giriyor. O salona girdiği zaman bir alkış kopuyor.
öğrenciler de. Yaşlılar da katılıyor gençler de. Önce iyi bir okur olunuyor. Sonra
yazma serüveninde büyük mesafeler alınıyor. Geçtiğimiz günlerde bir sürprizle
gözlerimiz aydınlandı. İstanbul Milli
Sayın Muammer Yıldız! Cevherin kıymetini sarraf bilirmiş. Bu atölyede yetişip yıllar sonra birer edebiyat cevheri
olacak gençlerimiz sizi hiç unutmayacak.
Zira her hafta tekrarlanan bir seremoni
bu. En yaşlı öğrencimiz halk şairi Ali
Rıza Kaya’nın(72) bahçesinde yetiştirdiği çiçekler kürsüdeki yerini almadan
başlamıyor ders. Her hafta bir yazarı ve
üslubunu ele alıyoruz. Türk ve dünya
edebiyatının başyapıtları sahnemize çıkıyor bir bir. Yunus Emre’den Mevlana’ya, Ömer Seyfettin’den Ahmet
Hamdi Tanpınar’a, Dante’den Baudelaire’e, Balzac’tan Faulkner’e, Refik Halit
Karay’dan Peyami Safa’ya, Sabahattin
Ali’den Sait Faik’e, Rilke’den Rimbaud’ya büyük bir resmigeçit bu. Akif ’i
de seviyoruz Fikret’i de. Nazım’ı da seviyoruz Necip Fazıl’ı da.
Türk edebiyatının parçalanmaz bir
bütün olduğunun bilincinde edebi değerlerimizi tek tek ele alıyor, örnek metinler çerçevesinde yaratıcı edebiyatın
izlerini sürüyoruz. Fakat sadece ustaları
anmakla bitmiyor iş. Sıra geleceğin ustalarında. “Hadi bakalım sıra sizde. Getirin çalışmalarınızı!” der demez bir
uğultu kopuyor salonda. Arılar ballarını
taşıyorlar kürsüye.
Tek tek satır satır okuyoruz öğrencilerimizin ürünlerini. Beğendiğimiz cümleleri ve mısraları alkışlıyoruz. Üzerinde
çalışılması gerektiğine karar verdiğimiz
yerlere işaret ediyor, reçeteler yazıyoruz.
Bu reçetelerle eczanelere değil kitapçılara
gidiliyor. Kimine Cahit Zarifoğlu iyi geliyor, kimine Turgut Uyar. Kimine Sait
Faik, kimine Tanpınar.
Pendik Belediye Başkan Yardımcısı Atilla
İpek bundan üç yıl önce kapımızı çalıp,
“Ali Bey, Pendik’te bir yazı ve şiir atölyesi
yapmaya ne dersiniz?” demiş ve başlamıştı macera. Bu atölyeye katılmanın ne
yaşı var ne şartları. Edebiyata gönül vermek yeterli. Öğretmenler de katılıyor
Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız şereflendirdi atölyemizi. O hafta Homeros’un İlyada’sını işliyorduk. Her
zaman olduğu gibi ardından öğrencilerimizin çalışmalarını değerlendirmeye
geldi sıra.
Üç yıldır atölyemize devam eden on beş
yaşındaki Ertuğrul Burak Özkök’ün şiirini okurken bir alkış koptu salonda. Ertuğrul’un atölyemizdeki yazı serüvenini
bilenler bu şiiriyle yaşına göre önemli bir
çıkış yaptığını görmüş, duygulanmışlardı.
Aynı heyecanı Dr. Muammer Yıldız
Bey’in yüzünde de gördüm. Nitekim
çok geçmeden o da söz alıp teorik ve uygulamalı sanat çalışmalarının gençler
için ne büyük bir fırsat olduğuna dair
heyecanlı bir konuşma yaptı. Ertuğrul
Burak’a sarılarak tebrik etti onu. Pendik
Yazı ve Şiir Atölyesi’nin önemine dikkati
çekerek Pendik Belediye Başkanı Sayın
Dr. Salih Kenan Şahin’e teşekkür etti.
“Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta
zayidir.” demiş atalarımız. Teşekkürler
Eylül / 2010
KELİME AVCISI
Kırk haramileri kovalarken güneş,
Dondu çığlık…
Denizine küsmüş martı,
Yırtıverdi gümüş dalgaları.
Yıldızlar üşüyor sıcaktan,
Üzerlerini örtüver.
Gitgide çoğalıyor gözlerim,
Zaman gibi.
Güneş göğe çıkmakta kararsız,
Ben susmaya uğraşırken,
Dile geliyor lâl.
Babam; topla kelimelerini oğlum,
Gidiyoruz…
Adımlarım yok baba,
Gelemem ben.
Sen git.
Ben senin sonsuzluğunda,
Kelime avlayacağım baba…
Ertuğrul Burak ÖZKÖK
23
Rö p o rtaj
“ESKİ İSTANBUL’UN KENDİSİ YOK
AMA FOTOĞRAFI VAR”
Bülent PARLAK
Galatasaray Lisesi'nin tam karşısında bulunan Ara Cafe'de konuştuğumuz Ara Güler, ilerlemiş yaşına
rağmen diriliğiyle gençlere taş çıkartacak gibi durdu tüm röportaj boyunca. Öfkesini ve sevgisini anında
belli eden Ara Güler, dünya çapındaki başarılarını yakasına takıp gezenlerden hiç değil. Sanki Sirkeci’de
karlı bir günde at arabasıyla titreyerek yürüyen o eşsiz fotoğrafı çeken o değil...
Fotoğraf deyince sadece Türkiye’de
değil, dünyada isim yapmış biriyle
röportaj yapmak hem benim için,
hem de fotoğraf severler için özel bir
duygu. Sizi biraz tanısak Ara Bey
nasıl olur?
tabildiğimi gördüm. Benim fotoğraflarımda anlayanlar için tiyatro
hala vardır. Film gibidir fotoğraflarım. Arka plan, ön plan, kompozisyon görürsün. Mana görürsün.
Ben hikâyeciliği fotoğraflarda sürdürüyorum.
Evlat, 1928 yılında İstanbul’da
doğmuşum. Çocukluğumdan beri
benim fotoğrafa, kameraya ilgim
zaten var. Muhsin Ertuğrul’un tiyatrosunda öğrencilik yaptım
kurslara giderek. O zamanlar rejisör veya oyun yazarı olmak istiyordum. Muhsin Ertuğrul bana
tiyatro sevgisini katmıştır.
Sanatçılar genelde bu cümleyi kamuoyu ile paylaşmasalar da sizin
"Çektiklerim içinde en çok beğendiğim budur." dediğiniz bir fotoğraf
var mı? Hangisini en çok seviyorsunuz çektiğiniz fotoğraflar arasında?
İnsan her eserini sever ama özel
olanı mutlaka vardır. Sirkeci’de çektiğim bir fotoğraf var. Sirkeci’de bir
tramvayın önünde at arabasını
çeken arabacının fotoğrafımı çok
severim.
O arada İstanbul Üniversitesi’ne
devam ettim. 1950’de sizler daha
dünyada yokken, dünyada sizden
habersizken gazeteciliğe başladım.
Dünyada hemen hemen gitmediğim yer kalmadı, çekmediğim fotoğraf. Birçok ödül aldım, devlet
sanatçılığı ödülü de buna dahil.
Önceleri hikaye de yazardım. Ama
sonra fotoğrafla daha çok şey anla24
Tam anında çekilmiş bir fotoğraftır, denk gelmiş ve ben de uyanık
davranmışımdır orada. Anlık bir
olaydır. Bir saniye geç kalsam o fotoğraf olmazdı. Bir dakika, öylesine
Eylül / 2010
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
çok uzun bir süredir ki fotoğraf çeken
için. Bunu ancak bu işle uğraşan bilir.
Eski İstanbul fotoğrafları da önemlidir.
Ben çekmeseydim olmayacaktı. Başka
kimse de yok. Eski İstanbul’u çekmiş
olmak İstanbul’un yok olmasının önüne
geçti. Kendisi yok ama fotoğrafı var.
Picasso'dan Hitchcock'a kadar çektiğiniz
birçok fotoğraf var. Bir arşiv oluşturma çalışmanız yok mu?
yok, çünkü ne nerede, bilen yok. Çektiğim fotoğraflar tarihlerine göre tasnif
edilmedi ki. Mesela, Hindistan ile ilgili
çektiklerim bir kutudadır ama 12 kez
gitmişimdir Hindistan'a! Bir dolu kutu
vardır böyle.
Hangisinin hangi tarihte çekildiğini,
hangi kentte çekildiğini nereden bilebilecekler? Ben de başlarında duramam.
Başlarında dursam fotoğraf çekmeye
vakit kalmayacak. Arşivle uğraşılacağına
fotoğraf çekmek daha iyi gibi geliyor
bana. Bu arada tanınmış fotoğraflarımın
hepsi yüksek çözünürlüklü olarak taranmıştır. Ancak onlar taranırken bir şeyi
fark ettim. Meşhur denilen o karelerin
önü ve arkası yoktur, tek karedir. Tramvayın önünde at arabasını çeken arabacının filmi tozlanmıştı. Suyun altına
Ölmeden bir gün önce hepsini yakmak
lazım. Aksi takdirde bunları kiloyla satarlar. Sadece Türkiye’nin değil dünyanın çok önemli arşivi var.
Aslında daha fazlası da var bende fotoğrafların. Magnum'a bakarsan benim
yaptığım işi yapan bir dolu adam görürsün. İnternetle birlikte arşivler için çalışmalar arttı ve bunları da internet
üzerinden insanlara sunuyorlar. İyi de ne
kadarını koyabilirsin ki?
Philip Jones Griffith mesela... Çok iyi bir
foto muhabiridir. "İnternette arayın da
bakalım ne kadar fotoğrafı var?" dedim
yanımdakilere. Adamın o kadar çok fotoğrafı var ki, internette olan sadece devede kulak. Benim bildiğim birçok
fotoğrafını koymamışlar mesela oraya.
İnternette sitelere koymazsan insanlar
bilmiyor fotoğraflarını. Şimdi de bu
çıktı: İnternette fotoğraf yayınlatmak,
arşiv yapmak. Bilgisayarda ne kadar
varsa o kadar çekmişsin zannediyorlar.
Binlerce, sayamayacağımız kadar çok fotoğrafları var fotoğrafçıların ya hu.
Benim de çok ama kutularda duruyor.
Bunların arşivlenmesi için hiçbir çalışmam yok benim.
Peki bu fotğraflarınızın akibeti ne olacak
Ara Bey?
Bu fotoğrafların dökümünü çıkarmak
gerekiyor. Ama nasıl olacak bu, bilemiyorum. Benim yerime yapacak birileri de
Eylül / 2010
25
Rö p o rtaj
sokup tozunu alayım dedim film eridi
gitti. Allah’tan elimde baskısı vardı da
röprodüksiyonunu yaptırdım. Hatta
korkudan 20 kopya yaptırmışım. Ancak
bu işlem sırasında netlik kayboluyor,
siyah rengin tonu değişiyor. Neyse ki dijital teknoloji var ki sıfır kayıpla bu işlemi yaptırabildim. Bundan iki üç yıl
önceki şartlarda olsaydık gitmişti fotoğraf!
Siz aynı zamanda bir İstanbul tarihçisisiniz. Neler değişti İstanbul'da? Bir fotoğrafçı gözüyle ne dersiniz?
Eski İstanbul’u ben bile bilmem. Ama
bildiğim İstanbul’da mesela denize girmek diye bir şey vardı. Şimdi deniz çok
kirlendi. Balık da çıkmıyor. Ben İstanbul çocuğuyum. Çocukluğumdan beri
fotoğraf çekerim. Eskiden hatırlıyorum.
Salacak'ta konakların bahçeleri vardı.
Çok güzel, harika yerlerdi oralar.
Evlerin kapıları hâlâ gözümün önünde.
Gözümün önünden gitmiyor. Dün gibi
26
hatırlıyorum sanki. Hepsi erguvanlarla,
bin bir çeşit güllerle, çiçeklerle falan kaplıydı. Bu yeşillik arasından bir kedi geçerdi. Şimdi böyle şeyler yok.
Otomobiller var her yerde. Sokak başında otoparkçılar var. Gidip bir yeri çekemezsin. Artık bu şehirde fotoğraf
çekmek için kompozisyon bulmak çok
zor.
Ülkemizi baştan başa dolaştınız. Gitmediğiniz yer hemen hemen kalmadı sanırım. Doğuya, güneydoğuya defalarca
gittiniz. Urfa, Antep, Nemrut… Buralardaki değişimi nasıl anlatırsınız?
Çoğu şey orada da aynı. Maalesef hiçbir
kentin bir özelliği kalmadı. En azından
gördüğüm yerler için bunu söyleyebilirim. Önceleri Urfa'da birtakım sokaklara dalardım. Çok güzeldi. Birecik
köprüsünün altında akan Fırat nehrinin
ortasına ip yaparlardı. Her yerde sazlar
vardı. Şimdi git Urfa'ya bak nasıl?
Çok tuhaf bir yer olmış orası. Urfa
Eylül / 2010
mıdır, değil midir, belli değil. Burası neresi? Dünyanın her yeri olabilir. Ne medeniyeti? Türk mü? Kürt mü? Roma mı?
Ne? Her yer birbirine benziyor. Antalya
ne hale geldi? Bina yığını... Başka kelime bulamıyorum. Bunlar hep para kazanma heveslerinden oldu. Bir kente
turist girdi mi orada kent kalmaz. Turist,
sadece kendi istediği dünyayı yaratıyor
ve geldiği yere istediği yaşamı kuruyor.
Dükkânı turist için, mağazası turist için,
eşyası turist için. Kentleri turistlere satıyoruz biz.
Kent ve insan arasındaki değişimlerden
bahseder misiniz?
Ne diyebilirim ki şimdi sana? Artık herkes aynı. İnsanlar çok renksiz, renksizleştiler iyice. Eskiden mahalle diye bir
şey vardı, meydanda manav vardı, nalbant vardı, ayakkabılarımızı tamir eden
insanlar vardı. İnsanlar muhabbet ederlerdi sokaklara oturup. İnsanların bir
arada bulunma zamanları azaldı. Şimdi
sokaklarda otomobil parkından başka
İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
bir şey yok. Artık doğal hayat kayboldu.
Her taraf maden duvar. Herkes maden
kutuların içinde. Hava yok. Sinirler alışıyor. Çocuklar ona göre doğuyor.
Sadece insanları değil, hayvanları da yok
ettik biz. Tavuklar, fabrikalarda sun’i
olarak büyütülüp kesiliyor. Toprağa basmıyor, böcek yemiyor. Hormonla şişiriliyor. Sonra sen onun yumurtasını
yiyorsun. Aslında yediğin yumurta değil.
Artık insanlar da öyle yetişiyor. Yarın bir
firma diyecek ki benim yeraltında çalışacak beş bin kişiye ihtiyacım var. Hemen
üretilecek.
Fotoğraflarını, portrelerini çektiğiniz bir
sürü ünlü var. Bir anekdot anlatır mısınız?
Alfred Hitchcock ile yaptığımız çalışmayı unutamam. Onun çekimi biraz sıkıntılı olmuştu. Ayaklarını ön plana
alarak bir fotoğraf çekmek istedim.
Hitchcock da rejisör falan olduğu için,
fotoğraf işlerini de iyi biliyor. Karşımda
kurnazca hareketler yapıyor. Adam ne de
olsa, korku sinemasının ustası, korkuya
görsellik veren kişi; tabi ki tecrübeli. Çalışırken sanki rol yapıyor, sesler çıkartıyor, oyun oynuyordu.
Sabah 11.00’de başladığımız çalışma hiç
unutmuyorum akşam 5’te bitti. Bana
kızdı başlarda, sevmedi ama sonra alıştık
birbirimize. Şakalaşmaya başladık. Baktı
ki, ben ondan daha matrak biriyim,
rahat rahat çalıştık sonra.
Ben de içimden: “Yahu ben, Picasso'larla
falan çalışıyorum. Sen de kim oluyorsun? Sen Hitckok isen ben de Ara Güler’im.” diyorum.
Son olarak yine İstanbul ile ilgili soru sormak istiyorum. Günümüz İstanbul’u sizde
hâlâ o eski heyecanları oluşturuyor mu?
İyi ki bu soruyu sordun evlat! Şu andaki
İstanbul’u soruyorsan hayır, yaratmıyor.
Eylül / 2010
Ama benim şansım o eski günleri de yaşamış olmam. Bugün dahi İstanbul'un
sokaklarında gezerken eskiyi hatırlayabiliyorum.
Çünkü eski günlerini iyi biliyorum İstanbul’un. Benim için önemli olan da bu
zaten. “Bu sokakta Rum madam oturuyordu; güzel bir kadındı, camdan bakardı...” diyebiliyorum. Ya da sokağın
köşesini döndüğümde 'Buradan tramvay
geçerdi' diye düşünebiliyorum.
Memleket sadece bir bayrak, bir marş
değildir. Yaşadığın topraklardır. İnsanlar
yaşadıkları topraklarda gömülmek isterler.
Babam bir gün bana 'Beni niçin doğduğum memlekete götürmüyorsun' diye
sordu. Neresiydi gitmek istediği yer? Şebinkarahisar... Gittik, doğduğu köyü
aradık, bulduk. Hayatındaki en önemli
'mantrası' bu oldu.
27
Şiir
İSTANBUL ŞEHRİ ŞİİRİ
Sadri Alışık
Bu benim dünyaya ilk gelişim,
yıkarak saltanatını koca Fatih’in.
Kundakla kefen arasında bir gün,
İstanbul, İstanbul deyişim.
merhaba Kız Kulesi, merhaba Eyüp Sultan,
Kanlıca, Şehremini merhaba…
Bir İstanbul esiyor çocukluğumdan,
ekşi bozalı, Arnavut kaldırımları lapa lapa.
Yuşa’dan mı okunur ezanlar, Hırka-i Şerif’ten mi?
Komşularımız kaptanlar, Malta taşlı ikindilerden kalan.
Hâlâ o beyaz gergeflerde mi?
Bir tarih gömmüşler Karacaahmet’inde Üsküdar’ın,
sanki çarşaflı kadınlar mercan terliklerinde unutulan.
Duyun-u Umumiye emeklisi faytonlar.
Hâlâ bir sonbahar Acıbadem’de
cuma selamlıklarından beri saraylılar.
Merhaba Beylerbeyi, merhaba Sultan Selim,
merhaba iki gözüm İstanbul’um, merhaba…
Aşı boyası sokaklarında ne mevsimler eskimiş..
Sakalsız saçlar kestirdiğim ince boncuklu berber dükkânları.
Kapalıçarşı bakırcılar, lacivert mayıslarda köprü altları,
ve Boğaziçi’nde Şirket-i Hayriye duman duman…
Nerdesin o İstanbul, nerdesin?
28
Eylül/ 2010
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Hani çıkrık seslerinde mehtapları dinlediğim,
Mediha teyzelerin leylak bahçeleri,
büyükbabamın Kuva-i Milliye hikâyeleri.
Hani tahta tekerlekli arabalarım.
Hani bayram yerlerinde unutulan çocukluğum?
Gene bir başka İstanbul’du bir zamanlar kafesli ıtırlarıyla,
beyaz başörtülerin lavanta çiçekli öğleden sonralarında ıslanan.
Açılır kapanır iskemlelerinde uzun çarşının,
İstanbul’u taşırdı bakır siniler.
Sultanîyegâhtan bir hıdrellez mesiresi,
sessiz sadakat şarkıları söylerdi.
Haliç vapurlarında söz kesilmiş tazeler.
Hey yavrum hey!
Burunbahçe dalyanında İstanbul’u çekerlerdi denizden,
ıslatmadan…
Kaç bayram mendil geçmişti elimden çeyiz sandıklarının.
Bütün uykularını koynuma alıp uyurdum İstanbul’un.
Rüyalarımda hâlâ o günahlar uyanır,
hiç geçemediğim sokaklarında işlenen.
Merhaba Sultanahmet, Yerebatan merhaba…
Merhaba iki gözüm İstanbul’um merhaba,
merhaba efendim, merhaba...
Eylül/ 2010
29
Ma kal e
MEDYA ÇAĞINDA
ÇOCUK YETİŞTİRMEK
Prof. Dr. M. Kemal SAYAR
Psikiyatrist
Çocuklarıyla daha çok zaman geçiren ebeveynler, kendi içsel arzularına karşı çıkmadıkları için zamanla kendilerini daha iyi ve enerjik hissediyor, daha mutlu oluyor, enerjilerindeki artış, iş ve özel hayatlarına da
olumlu yönde yansıyor. Anne-babaları ile aralarındaki bağın kuvvetlenmesi çocuklarda da huzursuzluk
ve hırçınlık gibi davranışları azaltıyor, kardeşlerle iletişimde olumlu gelişmelere yol açıyor.
Anne-baba olmak hiçbir zaman kolay
değildi. Günümüzde ise daha da zorlaştı.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında aileler
çocuklarını daha çok kendi ailelerinde
gördükleri gibi yetiştiriyorlardı. Ebeveynliğin başlıca kriteri, çocuğun fiziksel ihtiyaçlarını karşılamaktı. Yaşam
şartları nedeniyle çocuklar da aileye destek olacak görevler üstlenmek zorunda
kalabiliyorlardı. Sanki bir zorunluluktan,
çocuğun üstlenmesi gereken bir yükten
söz ediyor gibi görünüyoruz ancak, bu
sayede çocuklar da ailelerini daha yakından izleyebiliyor, böylece yetişkinlerin
kurallarını ve toplumun beklentilerini
öğrenme fırsatını yakalıyorlardı.
Psikoloji biliminin gelişimiyle anne-babalık ile ilgili teoriler de geliştirilmeye
başlandı. 1950’lerde çocukları ‘kontrol
etmek’ yerine, onlarla ‘arkadaş olma’yı
öneren yeni bir anne-babalık modeli sunuldu. Zamanla başka teoriler de geliştirildi ve iyi ebeveyn olabilmek için
yapılması gerekenlerin listeleri çıkarıldı.
Ebeveynlik, artık çocuğun fiziksel ihtiyaçları karşılamanın ötesinde bir anlama
30
okuldan çıkınca gidilecek etüt merkezini
belirlemek, çocukları madde kullanımına karşı korumak, cinsel konularda
gerekli eğitimi vermek, televizyon ve bilgisayar başında geçirilen zamanı kontrol
altında tutmak ebeveynin düşünmesi gerekenler listesinin üst sıralarında.
kavuşmuştu. Çocukların duygusal ihtiyaçlarını karşılamak ve onlara kaliteli bir
eğitim vermek giderek önem kazanıyordu. Çocuğun sosyalleşmesine yardımcı olmak, yaşıtlarıyla birlikte vakit
geçirmesini desteklemek, okul dışı etkinliklere katılması için ona fırsat vermek gerekiyordu. İletişim çağıyla birlikte
sosyalleşmenin anlamı ve sınırları da önceki zamanlarda olmadığı kadar genişledi. Artık çocuklar için en iyi okulları
bulmak, okul öncesi kurumları seçmek,
Eylül / 2010
Araştırmalar, okul öncesi dönemdeki çocukların, kendilerine yönelik programlar kadar televizyon dizilerini de
izlediklerini gösteriyor. Üstelik çocuklar
için hazırlanan yapımlarda bile bir saat
içinde ortalama beş tane şiddet içerikli
sahne görülebiliyor. Bazı popüler çocuk
programlarında şiddet içerikli sahnelerin
sayısı saatte 200’e kadar çıkabiliyor.
Özellikle 5 yaş ve altındaki çocuklarda
şiddet içeren davranışlara yönelim artıyor. Şiddet içerikli bilgisayar oyunları,
her ne kadar üzerlerinde ‘yetişikinlere
yönelik’ yazsa da çocuklar tarafından da
sık sık oynanıyor. Bilgisayar oyunları ve
televizyon programlarında şiddet ve cinsellik içeren görüntüler arttıkça, çocukların zihinlerinde oluşturdukları objeler,
hayvanlar, insanlar ve olaylarla ilgili
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
şemalar şiddet ve cinsellik temaları üzerine kurulmaya başlamıştır. Medyada
normal dışı gösterimlerin sayısı arttıkça,
çocuklar normal şartlarda kendi dünyalarında karşılaşma ihtimallerinin çok
düşük olduğu imgelerle farklı bir gerçeklik kurar hale gelmişlerdir. Üstelik
merak duyguları körelmeye ve yön değiştirmeye başlamıştır.
Beynin çalışma sistemine kısaca göz
atmak, anlatmak istediklerimizi daha iyi
izah edecektir. Beyin dışarıdan gelebilecek ve alışılmadık her uyarıyı dikkate
almak üzere çalışır. Aslında beynin bu
fonksiyonu tamamen insan yaşamını
devam ettirmeye yöneliktir. Fakat medyada gösterilen programların içerikleri
çoğunlukla şiddete veya cinselliğe yönelik olunca beyindeki bu sistem de her
seferinde devreye girer. Daha gelişmiş olması gereken düşünce sistemi, bir müddet sonra bu sistemin devreye girmesiyle
yavaşlar. Hiperaktivite ve huzursuzluk
artar, konsantrasyon yetisi azalır, şiddete
yönelik davranışların sayısında artış
meydana gelir.
Çocukların günlük 4-5 saat televizyon
izlemeleri sırasında bu sistem her üç ile
beş saniye arasında tetiklenir. Oysa çocukların, yaptıkları işe konsantre olmaları, bu sırada kendi kendilerine iç sesleri
ile konuşmaları, yaptıklarını sorgulamaları ve bir sonraki hamleyi hesap etmeye
çalışmaları gerekmektedir.
İç konuşma, özellikle televizyonun açık
olduğu ortamlarda sürekli olarak kesintiye uğrar. Sürekli uyaran aldıkça ister istemez beynin dışarıdan gelen verileri
değerlendirme sistemi harekete geçer. Bu
noktada program yapımcılarının kendilerini savunurken “Biz sadece insanlara
istediklerini veriyoruz.” demeleri bir açıdan doğrudur. İnsanlar şiddet içerikli
görüntüler izlemeye koşullanırlarsa, bu
tarz programları izleme isteği elbette
artar. Bu durum özellikle yeni gelişen
beyinlerde, yani çocuklukta ve gençlikte
şiddet ve cinsellik içerikli görüntülere
maruz kalan bireylerde sıkça görülür.
Yoğun bir günün ardından, çocuklara
zaman ayırmak anne-babalara zor gelebilir. Bu nedenle bazı ebeveynler çocuklarla birebir zaman geçirmek yerine,
onları oyalayıcı başka faaliyetler bulmaya
çalışırlar. Çocuklar bilgisayar başında
veya televizyon karşısındayken ebeveynler de dinlenme fırsatı bulurlar. Bu yöntem, pratik bir çözüm olarak ilk başta işe
yarar gibi görünse de, sonrasında ebeveyni meşgul edecek, üzecek ve hatta
ona suçluluk duygusu hissettirecek sorunlara da sebep olabilir.
Endüstri çağının beraberinde getirdiği
hızlı hayat, kimi zaman ebeveynlere kim
olduklarını, sorumluluklarını ve önceliklerini unutturabiliyor. Ancak birçok
inceleme, iş saatlerini ve günlerini çocuklarıyla vakit geçirmek için yeniden
düzenleyen ebeveynlerin, bu düzenlemelerden sonra kendilerini çok daha iyi
hissettiklerini gösteriyor. Çocuklarıyla
daha çok zaman geçiren ebeveynler,
kendi içsel arzularına karşı çıkmadıkları
için zamanla kendilerini daha iyi ve
enerjik hissediyor, daha mutlu oluyor,
enerjilerindeki artış, iş ve özel hayatlarına da olumlu yönde yansıyor. Annebabaları ile aralarındaki bağın kuvvetlenmesi çocuklarda da huzursuzluk ve
hırçınlık gibi davranışları azaltıyor, kardeşlerle iletişimde olumlu gelişmelere yol
açıyor.
Günümüzde sadece çocuklar değil, ebeveynler de medyanın etkisi altındadır.
Birçok kaynaktan nasıl daha iyi ebeveyn
olunacağına ilişkin bilgi akışına maruz
kalan anne-babalar, aslında çocuklarını
sağlıklı bir biçimde gözlemlediklerinde
ne yapmaları gerektiğine karar verebilecekken bilgi yağmuru altında kafa karışıklığı
yaşayabilirler.
Medyanın
yücelttiği ebeveynlik tutumları anne-babalarda oradan gelen beklentileri karşılama
gerekliliği hissini doğurabilir.
Bu beklentiyi karşılayamayan ebeveynler kendilerini toplum tarafından kabul
görmemiş ve hatta reddedilmiş gibi hisEylül / 2010
İletişim çağıyla birlikte sosyalleşmenin anlamı ve sınırları da önceki zamanlarda olmadığı kadar genişledi.
Artık çocuklar için en iyi okulları bulmak, okul öncesi kurumları seçmek,
okuldan çıkınca gidilecek etüt merkezini belirlemek, çocukları madde kullanımına karşı korumak, cinsel
konularda gerekli eğitimi vermek,
televizyon ve bilgisayar başında geçirilen zamanı kontrol altında tutmak
ebeveynin düşünmesi gerekenler listesinin üst sıralarında.
sedebilirler. Halbuki ebeveynler çocuklarını tanımaya, sevmeye ve onlar için
neyin gerekli olup olmadığını bilmeye
çalışarak en sağlıklı kararları alabilirler.
Örneğin, çocuğunun okulda daha sağlıklı yiyeceklerle beslenmesi için çaba sarf
eden bir anne, oğlunun beslenme çantasına peynir ve tahıllı ekmekten yapılmış
sandviçler koyarken, diğer ebeveynler
çocuklarının hazır yiyecekler yemesine
izin veriyor olabilir. Bu annenin çocuğu,
kendisini diğer çocuklarla kıyaslayıp
başka annelerin daha ‘lezzetli’ yiyecekler
hazırladıklarını düşünebilir. Ancak anne
bu tutumunun nedenlerini anlatıp çocuğunun gelişimi için özen gösterdiğini
net bir biçimde ifade edebilirse çocuk
hem yaşadığı ayrıcalığın farkında olacak,
ileride alacağı bazı kararların toplumdan
farklı duruş sergilemesini doğal karşılayabilecektir hem de kendi ailesinin değer
yargılarını içselleştirecektir.
Televizyonun Çocuğun Psiko-Sosyal
Gelişimine Etkisi
Çocukların gerçek ve hayali ayırt etme
31
Ma kal e
becerisi ileri yaşlarda gelişen bir beceridir. Üç yaştan önce çocuklar için televizyonda gördükleri her şey gerçektir.
Mesela, televizyonda gördükleri bir bardak suyun, eğer televizyon yana eğilirse
döküleceğini zannederler. Üç yaşından
sonra ise televizyondaki gerçekliğin yaşamımızdaki gerçeklikten bir ölçüde
farklılık gösterdiğini anlamaya başlarlar.
Bir şeye atfedilen gerçeklik ne kadar fazla
ise ondan etkilenmemiz de o derece fazla
olacağından gerçeği ve hayali ayırt edemeyen küçük çocukların televizyondan
etkilenmelerinin daha büyük boyutlarda
olduğunu görebiliriz.
Özdeşim kurdukları sanal kahramanlarla
yatıp kalkan, tıpkı o çizgi kahraman gibi
olmak isteyen, onun gibi kötülerle savaşan, kavga eden çocuklar için yaşları küçüldükçe gerçeği ve gerçek olmayanı
ayırt etmek o kadar daha zordur. Çok
fazla televizyon izleyen çocuklar sürekli
izledikleri sanal dünyada yaşamaya ve
gerçek hayata adaptasyon sorunları çekmeye başlarlar. Bunun trajik bir örneği
de, birkaç yıl önce sevdikleri bir çizgi
film kahramanı gibi uçacağını zannedip
evlerinin üst katından atlayan çocukla
ilgili haberlerdir. Bu elbette çok uç bir
örnektir. Ama aynı zamanda bizi çocukların dünyasını anlamaya ve gerekli önlemleri almaya sevk eden bir örnektir.
Benlik Algısı ve Kişilik Gelişimi:
Çocukların kendi özgün kimliklerini
oluşturana kadar özdeşim kurmaları bu
sürecin doğal bir parçasıdır. Çocuk da
zaman zaman kendini izlediği programlardaki karakterler yerine koymaktadır.
Kahramanı kimse o da o olmayı istemektedir. Özellikle ergenlikle birlikte bu
süreç daha önem kazanmaktadır. Kimliğini şekillendirmeye çalışan ergen için
model alacağı kişiler önemli bir etkiye
sahiptir. Ve bu kişiler genelde popüler
medyada yer alan kişilerdir. Televizyonun -ve aslında tüm medyanın- bize ‘iyi’
olarak sunduğu bireyler, ergenlerin gelecekte olmayı hayal ettikleri kişilerdir.
Peki nedir bu ‘iyi’?
32
Televizyon özellikle kızlara zayıflık ve
güzelliği empoze etmekte, onların benlik algıları reklamlarla etkilenmektedir.
Zayıf olanlar ‘güzel’, normal kilolu ve
toplu olanlar ‘çirkin’ olarak etiketlenmektedir. Bu etiketlemeye maruz kalan
ergen, kendini kabul edebilmek, iyi ve
güzel algısına sahip olabilmek için erken
yaşlarda rejim yapma, aşırı spor yapma,
kozmetik ürünler kullanma, televizyondaki zayıf ve güzel kişi olabilme çabasına
girebilir. Televizyondaki kızlar bakımlı,
güzel, zayıf, dışa dönük, bakım ve güzellik konularıyla ilgilenen; erkekler ise
güçlü, zengin, bakımlı olarak gösterilmekte, bu standartlara erişemeyen kızlar
ve erkekler kendilerini yetersiz hissede-
bilmektedirler. Dizilerdeki güzel kızı,
zengin ve yakışıklı delikanlı kapmaktadır. Kızlar o kız gibi güzel olabilmeyi, erkekler de o erkek gibi zengin ve güçlü
olabilmeyi arzu etmektedir. Kendisini
‘güzel’ gören bazı kızlar karşılarına dizilerdeki gibi güçlü, zengin ve yakışıklı erkeklerin çıkmasını beklemektedir. Bazen
de bazı evli kadınlar, eşlerinden kendilerine dizilerdeki ‘jön’ler gibi davranmalarını, sürprizler yapmalarını beklemekte,
bu olmadığında ise ciddi hayal kırıklığına uğramaktadırlar.
Televizyon izlemek pek çok etkinlikten
daha önemli ve eğlenceli hâle gelmiştir.
Çünkü tüm dünya o kutunun içindedir.
Tiyatroya gitmek, sinemaya gitmek,
kitap okumak yerine televizyon izlemeyi
tercih eden çocuğun/ergenin sosyal ilişkileri zayıflar.
Eylül / 2010
Televizyon ve Şiddet:
Televizyondaki şiddet içerikli gö¬rüntü
ve haberlerin hem yetişkin hem de çocuklar açısından zararlı yönleri olduğu
su götürmez bir gerçektir. Her gün haberlerde, dizilerde ve çeşitli programlarda izlediğimiz şiddet haberleri normal
bir olay gibi sunulmakta, buradan başkalarının acılarına duyarsız kalmanın sorunları çözmenin kabul edilebilir bir
yolu olduğu mesajı çıkabilmektedir. Şiddet, haberlerde, filmlerde, çizgi filmlerde
hayatın doğal bir parçası gibi sunulmaktadır. Önlem olarak yetişkinlere hitap
eden programların çocuklara izlettirilmediği evlerde bile çocuk şiddet unsurundan tam olarak korunamamaktadır.
Yetişkinlerin izlediği şiddet içeren programlardan korunan çocuğun izlediği
çizgi filmler de şiddet ögeleriyle dolu
olma riski taşımaktadır.
Dünyayı tanımaya çalışan çocuklar için
sorunun ciddiyeti daha ileri boyuttadır.
Çocuk, şiddeti görenle özdeşim kurması
durumunda da şiddeti uygulayanla özdeşim kurması durumunda da zarar görmektedir. İlkinde şiddeti görenle
özdeşim kuran çocuk, ‘kötü dünya sendromu’na yakalanabilir. Yani; dünyaya
olan güvenini yitirir ve kendini güvensiz, saldırgan bir dünyada yaşayan zavallı
biri gibi görür. Özellikle küçük çocuklarda korkular geliştirme, uyku ve yeme
bozuklukları, sık sık ağlama nöbetleri,
şiddetin mağduru olacağı korkusu görülebilir. Bazı çizgi filmlerde kahramanlar
dövüşmekte, yaralamakta ve yaralanmakta, aldıkları darbelerden sonra bile
bir şey yokmuş gibi ‘özel güçleri’ sayesinde ayağa kalkmaktadırlar. Yani şiddet
onlara zarar vermemektedir.
Çocuk, izlediği çizgi film kahramanlarıyla özdeşim kurduğunda ise, kendini
riske atacak davranışlara girişme tehlikesinin ortaya çıktığını görürüz. Ayrıca
başka bir bireye vurduğunda, şiddet uyguladığında da aynı o kahraman gibi
hiçbir şey olmayacağını düşündüğünden, karşısındakine daha kolayca ve
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
düşünmeden vurabilmekte, zarar verebilmektedir. Bazen çizgi film kahramanı
kötülerle savaşan, onları cezalandıran ve
kıyasıya şiddet uygulayan biridir. Ancak
o, ‘kötüleri’ cezalandırdığı için, yaptığı
şey kabul edilebilirdir. Çocuk da büyük
bir tezahüratla kahramanın, rakibini
dövmesini desteklemektedir. Kötünün
ne olduğunu dahi bilemeyecek, anlatamayacak çocuk anlamadığı şiddeti destekler konuma gelmektedir. Çizgi
filmlerde, şiddet dışında başka çözüm
yolları aramayı öğretmek yerine, en
basit, kaba ve ilkel sorun çözme metoduna dönüş vardır. Oturup konuşup uzlaşan çizgi film kahramanları kaç tanedir
dersiniz? Böylece çocuklar alternatifler
üretmeyi, işlevsel çözümler aramayı bırakıp, kaba gücün hüküm sürdüğü bir
dünyayla tanışmaktadırlar.
Okul Başarısına Etkisi:
Çocukların okul öncesi becerilerinin geliştiği çağlarda televizyonu çok izlemenin gelecekte okul başarısını da
düşürdüğü gözlenmiştir. Okul başarısı
ile ilgili çalışmalarda, evlerinde daha çok
televizyon izleyen ve odasında televizyonu olan çocukların, daha az ve ebeveyn eşliğinde televizyon izleyenlere göre
daha başarısız oldukları ortaya çıkmıştır.
Araştırmacılar günlük televizyon izleme
süresinin ortalama 2 saat ile sınırlı tutulmasını ve izlenen programın içeriğinin
eğitsel ve yaşa uygun olmasını, izleme
eyleminin ebeveyn gözetiminde olmasını
ve sonrasında program hakkında konuşulmasını tavsiye ederler. Böylelikle televizyonun tek yönlü etkileşimi ortadan
kaldırılmaya çalışılır. İzlenen programda
net olmayan mesajları netleştirmek, oradaki bir olay hakkında yorum yapmak
ve çocuğun programdan kötü etkilenmesine sebep olabilecek belirsizlikler,
anlaşılmamış veya yanlış anlaşılmış noktalar üzerinde konuşup çocuğun izlediğini anlamlandırmasını sağlamak için,
yetişkin yardımına ihtiyaç vardır. Amerikan Pediatristler Birliğine göre, çocukluğun ilk yıllarında pasif biçimde
televizyon izlemek, üreticiliği ve problem çözme becerisi gelişimini olumsuz
etkilemektedir. Hatta daha da ileri gidilerek, 0-2 yaş aralığındaki çocuklara
televizyon izletilmemesi tavsiye edilmektedir.
Reklamlar ve televizyondaki şovlar, renkli, canlı ve hareketli bir dünya sunmaktadır. İmajlar sürekli değişmektedir.
Böylece çocuğun dikkati sürekli bölünmekte ve uzun süreli olarak bir şeye
odaklanamamaktadır. Televizyondaki
bilgi, eğlence ve her şey hızlı bir biçimde
tüketilmekte, çocuklar da bu hızlı tem-
kalınan mahremiyet ihlallerinin sadece
küçük çocukların değil, yetişkinlerin de
ruh sağlığı üzerinde oluşturabileceği
olumsuzluklar uzun süredir tartışılmaktadır. Birey ile toplumun sınırları gün
geçtikçe birbirine karışmaktadır. Pijamayla başkasının yanına çıkmanın saygısızlık ve özensizlik sayıldığı bir yaşam
biçiminden, sadece yarışma kurallarının
önem kazandığı, kamera karşısında
mahremiyetin neredeyse ortadan kalktığı
bir yaşam biçimine doğru gelinmiştir.
Özellikle okul öncesi dönem çocuklarının da evde anneleriyle oldukları gündüz
saatlerinde yayınlanan ‘realite’ programlarında gündem oluşturan travmatik
olaylar en ince detayına kadar seyirci ile
paylaşılmakta, bu da gelişim dönemi itibarıyla ‘neyin neden olabileceğini’ anlayamayan çocuğun dünyasına ‘tam olarak
adlandırılamadan’ girmektedir.
Reklamlar:
Araştırmacılar günlük televizyon izleme süresinin ortalama 2 saat ile sınırlı tutulmasını ve izlenen programın
içeriğinin eğitsel ve yaşa uygun olmasını, izleme eyleminin ebeveyn gözetiminde olmasını ve sonrasında
program hakkında konuşulmasını tavsiye ederler.
poyu hayatlarına transfer etmektedir.
Böylece derste dakikalarca yerinde oturup dinlemek, okumak onlara tekdüze
gelmektedir. Oysa televizyon başında geçirdikleri süre ne kadar canlı, işitsel ve
görsel açıdan hareketlidir! Bu yüzden,
pek çok ebeveyn çocuğun uzun süre televizyon izleyip bilgisayarda oynadığından, ama dersi dinlemediğinden şikâyet
eder.
Mahremiyet İhlali:
Uygun olmayan yaşlarda televizyonda ve
artık daha sık şekilde internette maruz
Eylül / 2010
Çocuklara hitaben yapılan reklamların
bir diğer etkisi de yıllar sonra görülür.
Günümüzün çocukları gelecekte de
senelerce çarpıcı müzikler ve görüntülerle bilinçaltına işlenen ve iyi kavramlarla özdeşleştirilen bu markaların sadık
tüketicileri olacaktır. Kısacası bugün reklamlarda bihassa çocukları etkilemeye
odaklanan stratejilerin arttığı gerçeği ile
yüz yüzeyiz. Reklamların önemli bir
kısmı da yağ, şeker, karbonhidrat oranı
yüksek abur-cubur gıdaları için hazırlanmıştır. Çocuk televizyonda tanıtılan
abur-cuburu yiyerek televizyonun
önünde oturmaktadır. Daha uzun süre
oturdukça daha fazla yemekte, daha fazla
yedikçe obezite riski artmaktadır. Televizyonun önünde geçirilen saatler çocuğun koşup oynayacağı, sağlıklı fiziksel
egzersizlere vereceği zamandan çalmakta,
hatta uyku vakti konusunda pazarlıklara
sebep olmaktadır. Kısacası, televizyon izin verildiğinde- bir çocuğun sağlıklı gelişimi için önemli sayılabilecek uyku,
beslenme ve spor alanlarını sabote edebilme gücüne sahiptir.
33
Ma kal e
AİLEDE AHLÂK EĞİTİMİ
Prof. Dr. Mehmet Zeki AYDIN
Cumhuriyet Üniversitesi
Çocuk, sosyal hayata uyum sağlayacak davranışları küçük yaşlarda öğrenir ve öğrenmeler kolay sökülüp
atılamayacak kadar derin bir şekilde yerleşir. Günlük hayatta “huy” dediğimiz karakter vasıflarının pek
çoğunun temeli çocuklukta aile vasıtasıyla atılır. Çocuk sadece insanlarla değil, eşya ile olan ilişkilerinin
esasını da burada öğrenir.
Ahlak, insanın bir amaca yönelik olarak kendi arzusu ile iyi
davranışlarda bulunup kötülükten uzak olması ya da bir
toplumda insanların uymak
zorunda oldukları davranış kuralları şeklinde tanımlanmaktadır.
okullarda verilen derslerden
ibaret değildir. Bir bakıma,
bütün toplumu bir okul ve her
insanı da bu okulun hem
öğretmeni hem de öğrencisi
sayabiliriz.
Ahlakın gerekliliği ve önemi konusunda çok şey söylenebilir. Bu
konudaki bir soruya verilecek en
basit cevap, ahlak olmazsa toplum da olmaz, yani insanlar ahlaksız bir arada yaşayamazlar
şeklindedir.
Kaynağı ister dine, ister başka
bir otoriteye dayansın, insanlar
arası davranışların bir kısmı, her zaman
“iyi” ve “kötü” gibi değer yargılarına
göre değerlendirilecektir. Bu yargıların
bulunduğu her yerde ahlaki davranış söz
konusudur. Yeni yetişen nesillere ahlaki
değerlerin öğretilmesi bu bakımdan
önem taşır. İnsan ahlaki davranışları bilmiş olarak doğmamaktadır. Bu davra34
nışların değişik toplumlarda değişik şekiller alması ve farklı olarak değerlendirilmesi de onların sonradan öğrenilmiş
değerler olduğunu gösteriyor. Biz hangi
durumda nasıl davranmamız gerektiğini,
içinde yaşadığımız toplumun yetişkin bireylerinden veya yaşıtlarımızdan öğreniyoruz. Şu hâlde ahlak her şeyden önce
bir eğitim konusudur. Bu eğitim, sadece
Eylül / 2010
Eğitimle ahlak iç içedir. Eğitimle ilişkisi bakımından ele
alındığında ahlak, hayatla
doğrudan ilgili olması ve insanın insanca yaşama çabasına
yardımcı olması bakımından
her çağda eğitimin hem amacı
hem de konusu olmuştur. Eğitim, bireyi ister toplumun
etkin bir üyesi yapma süreci,
ister sorumlu bir yetişkin olarak hayata kazandırma ya da
bir mesleğe hazırlama çabası olarak düşünülsün, ahlakın bu süreç içinde herhangi bir şekilde yer aldığı ve alacağı bir
gerçektir.
Ahlak eğitimi sağlıklı düşünen, hisseden
ve davranan bireylerin yetiştirilmesi için
gerekli ve vazgeçilmez bir eğitimdir.
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Sağlıklı bir toplumun oluşumu, bireylerin sağlıklı olmasına bağlıdır. Geleceğini
garanti altına almak isteyen toplumlar,
ahlaklı bir nesil yetiştirmek için gayret
göstermişler, ahlaki eğitime önem vermişlerdir.
yapılan çalışmalar, ailenin çocuk üzerindeki ilk etkilerinin son derece önemli olduğunu göstermiştir. Anne babanın ve
ailenin diğer bireylerinin çocukla olan
etkileşimi, çocuğun aile içindeki yerini
belirlemektedir.
Ahlaki eğitimin amacı, olgun davranışlar konusunda alışkanlık sağlayıp üstün
ahlakı gerçekleştirmektir. Yine ahlak eğitiminin amacı, bireyi ve toplumu kötü
ahlaktan korumak ve kurtarmak, bunun
yanında iyi ahlakla donatmak ve devamını sağlamaktır. Bu nedenle, çocuklara
ahlaki ve ahlaki olmayan özellikler hakkında doğru bilgiler verilmeli, sağlam
kanaatler oluşturulmalıdır.
Çocuğa yöneltilen davranış ve ona karşı
takınılan tavır, ilk yaşantıların örülmesinde büyük önem taşımaktadır. Okul
öncesi dönemde çocuk, sosyal birey olmayı öğrenirken aynı zamanda özdeşim
yapacağı bir modele ihtiyaç duyar. Kişilik oluşumu için gerekli olan özdeşim,
büyük ihtimalle aile içindeki yakın bir
üye ile gerçekleşmektedir. Genellikle özdeşim nesnesi anne baba olmaktadır;
fakat ağabey, teyze, hala, dayı ya da amca
dinî ve ahlaki bilgi ve tutumları ailesinden öğrenir. Çocuğun eğitimi her şeyden önce temel ruhî ihtiyaçlarının
karşılanmasına bağlıdır. Bunlar sevgi, disiplin ve özgürlüktür. Bu üç ihtiyaç, birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır ve birlikte
karşılanır.
Bebeklikte sevgi ihtiyacı yoğundur, ileri
yaşlarda ise sevgi ihtiyacının yanında özgürlüğü sağlama ve disiplin verme gereği
de ortaya çıkar. Çocuk için ailenin
önemi, sadece onun maddî ihtiyaçlarını karşılamaktan kaynaklanmamaktadır. Çocuğun maddî ihtiyaçları şu veya
bu şekilde karşılanabilir. Ancak aile
içinde sağlanan sevgi ve güven ortamını
başka yerlerde sağlamak oldukça zordur.
Çocuğun ahlak eğitiminde en önemli
kurum ailedir. Aile, ahlaki duyguların
uyandırılması, uygulanması ve ahlaki
bilgilerin kazandırılması yoluyla ahlak
eğitimi görevini yerine getirir. Aile bu
görevlerini gayrı resmî bir ortamda yerine getirir. Eğitimin mekânı her yerdir
(okul, aile, toplum), fakat bütün eğitimin temeli ailededir.
Çocuk, sosyal hayata uyum sağlayacak
davranışları küçük yaşlarda öğrenir ve
öğrenmeler kolay sökülüp atılamayacak
kadar derin bir şekilde yerleşir. Günlük
hayatta “huy” dediğimiz karakter vasıflarının pek çoğunun temeli çocuklukta
aile vasıtasıyla atılır. Çocuk sadece insanlarla değil, eşya ile olan ilişkilerinin
esasını da burada öğrenir. Cömertlik,
cimrilik, temizlik, düzenlilik, dağınıklık,
çekingenlik ve sosyallik gibi alışkanlıkların kazanılması hep çocukluktaki eğitime bağlıdır.
Eğitimciler, çocukların gelecekte uyumlu ve başarılı olabilmeleri için en sağlıklı
eğitim yollarının geliştirilmesi çabası
içerisindedirler. Her ne kadar kişilik gelişiminin insanın hayatı boyunca süregeldiğini kabul etsek de kişilik gelişmesi
ve yapılanmasında temelin çocukluk döneminde atıldığı gerçeği geçerliliğini korumaktadır. Sosyal uyum üzerine
Eğitimle ahlak iç içedir. Eğitimle ilişkisi bakımından ele alındığında ahlak, hayatla
doğrudan ilgili olması ve insanın insanca yaşama çabasına yardımcı olması bakımından her çağda eğitimin hem amacı hem de konusu olmuştur.
gibi aile içinden bir erişkin de özdeşim
nesnesi olabilir. Bu üyelerin bozuk bir
kişilik yapısına sahip olması hâlinde,
olumsuz davranış örneğinin çocuğa yansıma ihtimali artmaktadır.
Eğitimin en iyi gerçekleştirileceği yer ailedir. İnsanlar, temel değerlerini yeni nesillere aile aracılığı ile aktarır. Birey, ilk
Eylül / 2010
Çocuk için özellikle anne sevgisi çok
önemlidir. Anne sevgisinden mahrum
kalan çocuk, diğer ihtiyaçları giderilse
bile, dokunma ve sevme ihtiyacı doyurulamadığı için, psikolojik açıdan tutarsız davranışlar gösterebilir. Yetiştirme
yurtlarında yapılan araştırmalar bu durumu açıkça göstermektedir. Çocuk sevgiyi ailede öğrenmektedir.
35
Ma kal e
Her ailenin, çocuğun eğitimiyle ilgili
mutlaka doğru bilgilere sahip olması
gerekir. Bu husus hiçbir şekilde ihmal
edilmemelidir. Anne-babaların çoğu,
ebeveynlerinin kendilerini yetiştirme tarzından şikâyet ederken kendi çocuklarını
nasıl yetiştirmek istedikleri konusunda
ya fazla fikirleri yoktur ya da bu konuda
düşünmeye vakit bulamazlar. Hayatlarını devam ettirirken ebeveynliğin kendiliğinden olacağını zannederler. Bu
“pasif ebeveynlik tutumu” içine düşme
hatası herkesin başına gelebilir.
mümkün değildir. Yasalar da çocukların
yetiştirilmesi görevini aileye vermiştir.
Çocuğun bedensel, ruhsal ve sosyal gelişimi sevgi dolu sıcak bir ortamda yetişmesine bağlıdır. Böyle bir ortamı
sağlayan ilk ve temel topluluk kuşkusuz
ailedir. Herkes ailesinin bedensel özellikleri gibi, düşüncelerini, inançlarını,
tutumlarını da taşır. Çünkü bütün bunları çoğu zaman bilinçsizce, ailenin hayatından, uygulamalarından alır.
Ailenin yani anne babanın çocuğunun
Çocuğun bedensel, ruhsal ve sosyal gelişimi sevgi dolu sıcak bir ortamda yetişmesine bağlıdır. Böyle bir ortamı sağlayan ilk ve temel topluluk kuşkusuz ailedir. Herkes,
ailesinin bedensel özellikleri gibi, düşüncelerini, inançlarını, tutumlarını da taşır.
Ebeveynlik sadece olunan bir şey değil,
yapılması gereken bir görevdir. Annebaba olmak, boş zaman olduğunda yapılan basit bir iş olarak değil, aktif bir
öncelik olarak seçilmelidir. Herkes iyi
bir anne-baba olabilir. Bu sadece ebeveynlik yapmaya hayatta öncelik vermeyi istemekle sağlanabilir.
Çocukların, hayatı, anne-babalarıyla birlikte aktif bir şekilde yaşayarak öğrenmeye, tanımaya ihtiyaçları vardır ve
onlardan ayrı olarak, pasif bir şekilde bu
36
eğitiminde bazı görevleri vardır. Bu görevlerinin başında çocuğun maddî ihtiyaçlarının karşılanmasından sonra onun
sosyalleşmesi gelmektedir. Sosyalleşme,
toplum içinde yaşayabilmek demektir.
Bunun için toplumun kuralları bilinmelidir. Toplumda insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hukukî düzenlemelerin
yanında ahlaki kurallar önemli bir yer
tutar. O hâlde aile, çocuğuna ahlaki kuralları öğretmelidir.
Okullar eğitim için çok önemli, vazgeEylül / 2010
çilmez ve yeri doldurulamaz kurumlar
durumundadırlar. Okulları örgün eğitim kurumları olarak nitelendirir, onları
yaygın eğitimden ayırırız. Bu ayırım, aslında okulu daha yakından tanımak ve
onunla özel olarak meşgul olmak kolaylığı sebebiyledir. Okullar kadar yaygın
öğretim hizmeti yapan kurum var mıdır
acaba?
Okullar, özellikle ilköğretim okulları vatandaşın ayağına kadar gitmekte, zorunlu oluşu sayesinde de yetişmekte olan
yeni nesle ortak değerleri kazandırmaktadır. Ailelerin bir kısmı çocuklarının
okula gitmesi ile onlarla birlikte okulun
verdiklerinden etkilenmekte, yararlanmaktadırlar. Her ümidi örgün eğitim
kurumlarına, okullara bağlamak doğru
bir düşünce değildir. Okul bilgi verir.
Bilginin davranış hâline dönüşmesi, bilgili kişinin iyi ahlaklı, karakterli kişi olması,
o
bilgilerin
duygularla
bütünleşmesine bağlıdır.
Duygular ise, okul çağından çok önce
insanda vardırlar ve belli yönlerde şekil
almaya başlamışlardır. Eğitim için okul
çağını beklemek, okulun başarısını tehlikeye atmak demektir. Eğer okul öncesinde duygular geliştirilmemiş ve doğru
yönlendirilmesine çalışılmamışsa, okulun verdiği bilgiler büyük çapta eğreti
kalacak, çocuk onları ezberleyecek, fakat
kendisine mal edemeyecektir.
İyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı, güzeli-çirkini teorik olarak öğrenip kuralları,
kanunları ezberlediği hâlde, yalan söylemeyi, rüşvet almayı, çalmayı, kişisel çıkarını her şeyden üstün tutmayı,
başkalarını bertaraf etmek için onlara iftiralar atmayı, ayıplarını araştırarak, hilelerle onlara zarar vermeyi sürdüren,
hatta bunları başarı sayan kimselerin varlığı, onların öğrendiklerini benimseyememiş olmalarındandır.
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
KARAKTER EĞİTİMİ:
ANNE-BABALAR İÇİN STRATEJİLER
Doç. Dr. Halil EKŞİ
Marmara Üniversitesi
Ailelerin çocuklarında olmasını istedikleri özellikleri genel olarak iki başlık altında toplamak mümkündür:
Başarılı ve iyi insan olmaları. Başarılı olmaları, onların okul performanslarının iyi olması, akranları
arasından sıyrılmaları, iyi bir iş sahibi olmaları gibi hususları içerir. Hayatta başarılı olmak, ailelerin
üzerinde hassasiyet gösterdikleri birincil husustur.
Bilindiği gibi, bir çocuk dünyaya getirmek; pek çok sorumluluğu da beraberinde getirir. Özellikle “değişim”in ivme
kazandığı, küreselleşme anaforunun,
ailenin çocuk yetiştirme konusundaki
endişelerini artırdığı bugünlerde... Teknolojik gelişmenin, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar hızlı olduğu ve
kültürler arası etkileşimin had safhaya
çıktığı bir ortamda yaşıyoruz. Çocuklarımıza sunulan imkânlar, tahminlerimizin çok ötesinde. Tabi bu imkânların
beraberinde getirdiği “yan etkiler” de...
İçinde yaşadığımız kürenin durumunu,
birtakım suç istatistikleri, şiddet yaygınlığı ve benzerleri ile birlikte düşündüğümüzde daha da karamsar olmaktayız.
Medyada sıklıkla rastladığımız; iyi okullarda okuyan gençlerin birtakım
“sapkın” inanç sistemlerine bağlanarak
“intihar” etmeleri durumu, artık kanıksanmaya başlandı.
Kötü örnekler çoğaltılabilir, ama biz burada yazıklanma ya da yakınma yerine
daha ziyade “Ne yapmalı?” sorusuna;
başka bir ifadeyle, “Bu kaçınılmaz gibi
ları içerir. Hayatta başarılı olmak, ailelerin üzerinde hassasiyet gösterdikleri birincil husustur. Bu, zaman zaman iyi
insan beklentisinin üzerini örtebilmektedir. Özellikle de çocuklarımızın okul
değiştirmeleri gereken sınav zamanlarında artık neyin amaç, neyin araç olduğu iyice birbirine karıştırılmaktadır.
Oysa öncelikli olan, çocuklarımızın iyi
insanlar olarak yetişmeleridir.
görünen meydan okumalara ve iç karartıcı manzaraya karşı aileler neler yapabilirler?”e cevap arayacağız.
Ailelerin çocuklarında olmasını istedikleri özellikleri genel olarak iki başlık altında toplamak mümkündür: Başarılı
olmaları ve iyi insan olmaları. Başarılı olmaları, onların okul performanslarının
iyi olması, akranları arasından sıyrılmaları, iyi bir iş sahibi olmaları gibi hususEylül / 2010
İyi insan; sorumluluk sahibi, saygılı, iyiliksever, içten, diğerkâm (özgecil), doğru
sözlü olmak gibi temel insani değerleri
benimsemiş, onlarla hareket eden bireyler olması beklentisini ifade eder. Bu çalışmada “Karakter Eğitimi” olarak
isimlendirilen ve ailelere, çocuklarının
iyi insan olması beklentilerini gerçekleştirme konusunda yardımcı olacağını düşündüğümüz birtakım stratejiler,
öneriler ve bir uygulama örneğinden
bahsedeceğiz.
Öncelikle karakter eğitimi kavramı üzerinde duralım. Karakter eğitimi, çocuklarımızın temel ahlaki ve insani değerleri
37
Ma kal e
anlama, onlara karşı hassas olma ve onlarla birlikte yaşamalarına yardımcı
olmak amacıyla gerçekleştirilen “kasıtlı”
birtakım etkinlikler repertuarıdır.
Tanımda geçen “kasıtlı” kelimesinin dikkat çektiğini tahmin ediyoruz. Kasıtlı,
çünkü sadece doğru düşünme ve problem çözme gibi sürece yönelik yaşantılarla çocuklarda “kendiliğinden” iyi
karakterin oluşacağı düşünülemez.
a) Birinci Kural: Önceliği Ebeveynliğe Vereceksiniz
İyi ve karakterli çocuklar yetiştirmek,
buna zaman ayırmayı ve itinayı gerektirir. Eğitimciler, nitelikli öğrenmede iki
konuyu önemli bulmaktadır: Zamanında gerçekleştirilmesi gereken görevler ve öğrencilerin öğrenmeye ilgi
duymalarının sağlanması.
b) İkinci Kural: İyi Örnek Olacaksınız
“İyi örnek” olunması ve bu iyi örnekliğin
“Karakter eğitimi” yaklaşımı, insan doğasında var olan birtakım “iyi niteliklerin” ortaya çıkması, gelişmesi ve doğruya
yönelmesi için “müdahale” edilmesi gerektiğine inanmaktadır. Çocuklara sadece ve sadece kendi ayakları üzerinde
durmalarını öğretmek, yukarıda detaylarına girmediğimiz istatistiklerin ortaya
koyduğu sonuçları doğurmaktadır. Çocukların kendi ayakları üzerinde durması
elbette gereklidir. Ancak bu yeterli değildir…
Karakter eğitimi, başta aile olmak üzere
okulun ve toplumun ortak sorumluluğundadır. Aile, ilk ve öncelikli karakter
şekillendiricidir. Ağırlık okul öncesi dönemde olmak üzere, yükün çoğu ebeveynin sırtındadır. Çocuklarımızın iyi
birer insan olarak yetiştirilmelerinde, ailelerin desteklenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Toplum olarak aile yapımızın
sağlamlığı ile övünürüz. Bununla birlikte, “yeni” dünyanın şartlarına ve
“süper” tehditlerine karşı strateji ve uygulamaya yönelik etkinliklerle ailenin
desteklenmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Karakter eğitimi, başta aile olmak
üzere okulun ve toplumun ortak sorumluluğundadır. Aile, ilk ve öncelikli
karakter şekillendiricidir. Ağırlık okul
öncesi dönemde olmak üzere, yükün
çoğu ebeveynin sırtındadır. Çocuklarımızın iyi birer insan olarak yetiştirilmelerinde, ailelerin desteklenmesi
gerektiğini düşünüyoruz.
Stratejiler
Bilindiği gibi karakter eğitimiyle ilgili
öncelikli konu, temel prensiplerin ortaya
konulmasıdır. Çocukların ilk ve öncelikli
karakter “şekillendiricileri” olan ailelerin,
bu işlevlerini yerine getirirken uymaları
gereken ana ilkelerin ne olduğunu bilmeleri oldukça önemlidir. Aşağıda K.
Ryan ve K. E. Bohlin’in kaleme aldıkları
karakter eğitiminin olmazsa olmaz on
kuralını bulacaksınız.
hiç aksatılmadan sürekli olması beklenir;
insanların çoğu bu beklentiden hoşlanmaz. Bununla birlikte bu durum anne
babalar için kaçınılmazdır. Çocuk, ahlaki değerleri de bu yolla öğrenir.
c) Üçüncü Kural: Bu Mesuliyeti Tek Başına Üstlenmeyeceksiniz
Çocuklarımızın çevresindeki bütün -iyi
veya kötü- insanlar, potansiyel modellerdir. Bu kişilerin, çocuklarımıza ne tür
etkiler yaptıkları konusunda bilinçli ol-
38
Eylül / 2010
malı ve kötülüklerden emin, iyinin sunulduğu ortamlar oluşturmalıyız.
d) Dördüncü Kural: Çocuğun Okul Yaşamıyla Son Derece İlgili Olacaksınız
Anne babalar çocukların birincil karakter eğitimcileri olmakla birlikte, öğretmenlerin ve okulların da bu konuda
önemli rollerinin olduğu unutulmamalıdır.
e) Beşinci Kural: Çocuğun Kalbine ve
Aklına Ne Girdiğine Son Derece Dikkat
Edeceksiniz
İyi karakterli olmanın bir anlamı da
“neyin doğru neyin yanlış, kimin iyi
insan kimin zayıf insan olduğuna dair
bir anlayış geliştirebilme”dir.
f ) Altıncı Kural: Temel Kuralları İhmal
Etmeyeceksiniz
Çocukların doğuştan getirdikleri özelliklerin iyiye yönlendirilmesi ve ahlaki
değerlerin oluşturulması zaman ister.
Öncelik, dürüstlük, başkalarına saygı ve
sorumluluk gibi temel değerlere verilmelidir. Büyüdükçe sabır, adalet ve ölçülü olmak üzerinde yoğunlaşılmalıdır.
g) Yedinci Kural: Seven Bir Kalple Ceza
Vereceksiniz
Çocukların sınırlara ihtiyacı vardır. Ama
maalesef, çoğunlukla bu sınırlar aşılacaktır. Makul bir ceza, karakter eğitiminin bir boyutudur. Çocuklar neden
cezalandırıldıklarını bilmeli ve bunun
anne baba sevgisinden kaynaklandığını
hissetmelidirler.
h) Sekizinci Kural: Ahlaki Bir Dil Kullanacaksınız
Olaylar basitçe “uygun” ve “uygun olmayan” diye sınıflandırılamaz. Başkalarına zarar veren davranışlar “yanlış” ve
“doğru” olarak nitelendirilmelidir.
ı) Dokuzuncu Kural: Karakter Eğitimini
Asla Tek Başına Kelimelere Yüklemeyeceksiniz
Çocuklar, iyi karakterin kelimelerden
daha fazla bir şey olduğunu erkenden
öğrenirler. Bu yüzden ebeveynler çocuklarına, karakter eğitiminde temelin davranışlar -kendi davranışları- olduğunu
öğretmelidir.
j) Onuncu Kural: İyi Karakteri Evinizin
Asli Önceliği Hâline Getireceksiniz
İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Anne babalar ve çocuklar, sürekli bazı
şeyleri yetiştirmek noktasında baskı altındadır. Bunlar mazeret olmamalı; çocuklar, büyüklerin temel dikkatinin,
kendilerinin iyi bir karaktere sahip olmaları üzerinde yoğunlaştığını bilmelidirler.
Öneriler
Çocuklara iyi karakterlerin kazandırılması, evin ve okulun gayretlerinin çevre
tarafından desteklenmesiyle mümkündür. Yaşadığımız çağ, “medya ve akran
gruplarının gençler üzerinde etkisinin
oldukça yüksek olduğu ve dolayısıyla ailelerin, çocuklarının ahlak gelişiminde
güçlü bir rol almalarını” gerektiren bir
çağdır. İşte size bu çabalarınızı destekleyecek bir demet öneri:
Evde iyi davranışlara modellik yapın.
Komşusunun haklarına saygı gösteren,
başkalarının arkalarından konuşmayan
ebeveynler, adalet veya sorumluluğa dair
çocuklarıyla konuştuklarında elbette
daha etkili olacaklardır. Kendinize ve ailenize yüksek ahlaki standartları hedef
edinin.
• Çocuklarınızla değerleriniz ve fikirleriniz hakkında açık bir biçimde konuşun.
Hangi konulara önem verdiğinizi çocuklarınız bilmelidirler. Çocuklarınızın,
sizin prensiplerinizin veya düşüncelerinizin gerekçelerini anladıklarından emin
olmalısınız.
• Eşinize, çocuklarınıza ve diğer aile fertlerine karşı saygılı olun. Unutmayın, çocuklarınızın başkalarına karşı duyarlılık
ve empati kazanabilmeleri, diğerlerine
saygıyla davranmalarına bağlıdır ve bu
konuda model sizsiniz.
• Ailenin her ferdine karşı davranış tarzınızda nezaketi elden bırakmayın. Bu
durum çocukların böyle davranışları
model almalarına ve dolayısıyla öğrenmelerine yol açacaktır.
• Hem ev içi hem de ev dışı sorunlarını
sağlıklı yollarla nasıl çözebileceklerini,
kendi hayatınızda uygulayarak gösterin.
• Mümkün olan sıklıkla ailenizle yemek
yiyin (televizyonsuz bir ortamda). Yemek
hızlı bir atıştırma bile olsa, bu zamanı,
çocuklarınızın sorunlarını dinlemek için
bir fırsat olarak kullanın.
• Çocuklarınıza, hayatınızda değer verdiğiniz, beğendiğiniz kişilerden bahsedin. Sahip olduğu hangi özelliklerden
dolayı onları beğendiğinizi izah edin.
Onların kendi kahramanları hakkında
da konuşun.
• Mevcut durumları (okuldaki bir olay,
gazetede bir haber vb.) karakter eğitimi
ile ilgili konuşmalarınızı başlatmak için
fırsat bilin. Unutmayın, karakter gelişimi hayatın dışında değil, içindedir,
daha doğrusu hayatın kendisidir.
• Çocuklarınızın günlük problemlerini
kendilerinin çözmelerine müsaade edin.
• Aile etkinlikleri planlayın. Çocuklarınızı bu planlarınıza dâhil etmeyi unutmayın. Kendi önerilerine değer
verildiğini fark etsinler.
• Çocuklarınızın yanında asla kötü
alışkanlıklarınızı sergilemeyin (umarız
yoktur). Bu alışkanlıklara karşı çocuklarınıza, gerekli donanımları sağlayın.
• Çocuklarınıza ahlaki ve manevi değerlerinizi (hangilerine sahipseniz)
aşılamayı
ihmal etmeyin. Araştırmalar ahlaken güçlü bireylerin suça daha az
yönelik eylemler ortaya
koyduklarını göstermektedir.
• Ailenizle birlikte çeşitli sosyal hizmetlere
katılın. Çocuklarınızla
birlikte yardım kuruluşlarını, bakıma muhtaç kişilerin kaldığı
kurumları ziyaret edin.
Evde iyi davranışlara modellik yapın. Komşusunun hakÇevrenizde yardıma
larına saygı gösteren, başkalarının arkalarından komuhtaç kimseler varsa
nuşmayan ebeveynler, adalet veya sorumluluğa dair
onlarla ilgili yapılacak
çocuklarıyla konuştuklarında elbette daha etkili olaçalışmalara çocuklarıcaklardır. Kendinize ve ailenize yüksek ahlaki standartnızı da dâhil edin. Çoları hedef edinin.
cuklarınızla
birlikte
evde okuma zamanı
oluşturun. Özellikle edebî eserler, karakSeçeneklerden bahsedin, cesaret aşılayın.
ter gelişimi için harika birer kaynaktır.
• Evle ilgili sorumlulukların bir kısmını
Kitaplardaki karakterlerin sergiledikleri
üstlenmelerini sağlayın. Çok küçük dahi
davranışlar üzerine konuşun.
olsalar onların yapabileceği ufak tefek
• Çocuklarınızın para harcamaları koişler her zaman bulunabilir. Onlar bünusunda plan yapmalarına yardımcı
yüdükçe sorumlu oldukları daha fazla işolun. Kendi bütçelerini yapsınlar. Siz de
leri olacaktır. Böylece, çokça şikâyet
maddi olmayan ödüllendirme yöntemini
edilen “sorumsuz çocuklar” yetiştirmekullanmaya özen gösterin.
nin önü alınmış olacaktır.
• Çocuklarınızla sizin hayatınız ya da
geçmiş büyüklerinizin hayatları hakkında konuşun. Böylece kendi yaşamlarında başkalarının etkilerini ve önemini
kavrayabilirler. Bu aynı zamanda, bir aile
geleneği oluşturulmasını da sağlar.
Eylül / 2010
39
Ma kal e
EĞİTİMDE
TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ
Dr. Sevim CAN
MEB - Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı
Toplumsal cinsiyet eşitliği demokrasinin ve adaletin temel bir ilkesi, sürdürülebilir kalkınmanın da koşullarından biridir. Toplumu güçlendirmenin temelinde de kadınların güçlendirilmesinin önemli olduğu
gerçeği bulunmaktadır. Bu noktadan hareketle kadınların toplumsal konumlarına dayalı mevcut engellerin aşılması ve buna yönelik tüm önlemlerin alınması zorunluluğu bulunmaktadır.
Sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi alanlarda değişim, gelişim ve dönüşüm toplumu oluşturan bireylerin niteliği ve
etkinliğinin artmasını zorunlu kılmaktadır. Bu açıdan kadın ve erkeğin her düzeyde aldığı eğitim önemlidir. Ancak
eğitim süreçlerine katılım ve eğitim imkanlarından yararlanma konusunda kız
çocukları ve kadınlar aleyhine bir durum
söz konusudur.
Toplumsal cinsiyet eşitliği demokrasinin
ve adaletin temel bir ilkesi, sürdürülebilir kalkınmanın da koşullarından biridir.
Toplumu güçlendirmenin temelinde de
kadınların güçlendirilmesinin önemli olduğu gerçeği bulunmaktadır. Bu noktadan hareketle kadınların toplumsal
konumlarına dayalı mevcut engellerin
aşılması ve buna yönelik tüm önlemlerin alınması zorunluluğu bulunmaktadır
(TCE Ulusal Eylem Planı, 2009, 3). Kadınlar ve erkekler arasında hak, özgürlük
ve sorumluluk açısından eşitliğin sağlanması toplumsal cinsiyete dayalı politikaların oluşturulmasının da temelidir.
Eğitimin her aşamasında cinsiyete dayalı
40
eşitsizliğin ortadan kaldırılması için politikalar üretilmesi yanında bu sürece
dahil bireylerin toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık, duyarlılık ve
bilinç kazanmasında da eğitim en
önemli araçtır. “Eğitim” toplumsal cinsiyet eşitliği konusuda hem sorunun
hem de çözümün ana alanıdır.
Eylül / 2010
Türkiye’de, son yıllarda kadının toplumdaki statüsünün geliştirilmesi, kadın
haklarının korunması, kadın-erkek eşitliğinin tam anlamıyla sağlanması için
Anayasa ve yasalarda gerekli düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Ayrıca toplumsal
cinsiyet eşitliğinin ana plan ve politikalara yansımasını sağlamak amacıyla ilgili
tüm tarafların işbirliğiyle “Toplumsal
Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı:
(2008-2013)” hazırlanmıştır. Yol haritası
niteliği taşıyan bu Eylem Planı’nın Eğitim bölümünde yer alan hedefler şunlardır:
• Eğitimin her kademesinde kız çocuklarının okullulaşma oranlarının artırılması,
• Fiziki ve teknik kapasitenin artırılması,
• Yetişkinler arasında “kadın okur yazarlığı”nın artırılması,
• Eğitimciler, eğitim programları ve materyallerinin “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”ne duyarlı hale getirilmesi.
Eylem Planı çerçevesinde eğitim süreçlerine katılım, eğitim imkanlarından
yararlanma, eğitim ortamlarının düzen-
İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
lenmesi, öğretim programları ve eğitim
materyallerinin cinsiyetçi dilden arındırılması, eğitimcilerin toplumsal cinsiyet
eşitliği konusunda eğitim alması gibi eğitimin tüm boyutlarıyla ele alındığı çalışmalar yapılmaktadır.
Eğitim süreçlerine katılım (okul öncesi
eğitim, ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğrenim düzeyi) açısından kız çocuklarının karşılaştığı sorunların başında
okullaşma oranının düşüklüğü gelmektedir. Kız çocuklarının okullaşma oranları 2009–2010 eğitim-öğretim yılında
okul öncesinde % 47,9, ilköğretimde
%97,8 ve ortaöğretimde ise %
45,7’dir(Kadının Durumu, 2010, 11).
Okullaşma oranlarının artırılması, öğretmen ihtiyacının karşılanması, fiziki
altyapının tamamlanması, eğitim hizmetlerinin çeşitlendirilmesi, toplumsal
farkındalık düzeyinin yükseltilmesi vb.
amaçlarla kamu kurumları, özel sektör,
sivil toplum kuruluşları, uluslar arası kuruluşlar iş birliği ile proje ve kampanyalar düzenlenmektedir.
Bunlar arasında; “Benim Ailem”, “7
Çok Geç Kampanyası”, “Anne ve Çocuk
Eğitim Programı”, “Baba Destek Eğitimi Programı”, “Okul Öncesi Eğitim
Kampanyası”, “Anne Baba Çocuk Eğitimi Projesi”, “Gezici (Mobil) Anaokulu”, “Haydi Kızlar Okula”, “Eğitime
%100 Destek Projesi”, “Temel Eğitime
Destek Projesi (TEDP)”, “Çocuk Dostu
Okul Projesi”, “Özellikle Kız Çocuklarının Okullaşmasının Artırılması Projesi”, “Ana Kız Okuldayız Okuma
Yazma Kampanyası”(http://www.anakizokuldayiz.com) bulunmaktadır.
2007-2013 yıllarını kapsayan ve uygulamasına başlanan 9. Kalkınma Planı Stratejisi’nde (Kalkınma Planı, 2009, 94;
CEDAW, 25), “İlköğretimde okul terklerinin azaltılması için başta kırsal kesime ve kız çocuklarına yönelik olmak
üzere gerekli tedbirler alınacak ve ortaöğretime geçiş oranları yükseltilecektir”
ifadesi ile kız çocuklarının okullulaşması
devlet tarafından öncelikli sorunlar
arasında ele alınmıştıt. Millî Eğitim Bakanlığınca 2010-2014 Stratejik Planlamasında her ilde en az bir YİBO’nun
“Kız YİBO’ya dönüştürülmesi hedefi yer
almaktadır (Stratejik Plan, 2009, 90).
Okulu bulunmayan, nüfusu az ve dağınık yerleşim birimlerinde ilköğretim çağındaki kız ve erkek çocuklarını eğitim
imkânına kavuşturmak üzere “Taşımalı
İlköğretim Uygulaması” yürütülmektedir (2010 Bütçe Raporu, 2009, 5). Bir
Millî Eğitim Bakanlığı Hizmetiçi Eğitim
Dairesi Başkanlığı, Kız Teknik Öğretim
Genel Müdürlüğünce öğretmenlere
toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda
farkındalık kazandırmak amacıyla
“Toplumsal Cinsiyet Eşitliğini Geliştirme Seminerleri” düzenlemektedir.
Ayrıca 2007 yılından bu yana Sabancı
Üniversitesi tarafından "Kadınların ve
Kız Çocuklarının İnsan Haklarının
Korunması ve Geliştirilmesi Ortak Programı (BMOP)” kapsamında ortaöğre-
“Cinsiyet eşitliği” kavramı tüm dersleri ilgilendirmektedir. Bu nedenle içerik
açısından uygun örnekler üretilirken duyarlı olunmalı ve eşitlikçi bir dil
kullanılmalıdır.
diğer uygulama ise Sosyal Riski Azaltma
Projesi (SRAP) kapsamında yürütülen
Şartlı Nakit Transferi uygulaması ile,
ilköğretime devam eden erkek öğrenciye
20 TL, kız öğrenciye 25 TL, ortaöğretime devam eden erkek öğrenciye 35
TL, kız öğrenciye 45 TL eğitim desteğinin sağ-lanmaktadır (2010 Bütçe Raporu, 2009, 5). Bu desteklerin ödemeleri
“Kadının aile ve toplum içindeki konumunun güçlendirilmesi” amacıyla doğrudan annelere yapılmaktadır.
Eylül / 2010
timde görev yapan öğretmenlere yönelik
toplumsal cinsiyet konusunda farkındalık ve bilinç kazandırabilmek amacıyla,
“Mor Sertifika Programı” düzenlemektedir(http://www.sabanciuniv.edu/ssbf/bm
op/tr/index.html).
Milli Eğitim Bakanlığınca 2004-2006
yılları arasında eğitim materyallerinin
kadınlar ve erkeklerle ilgili kalıp yargıları yansıtan cinsiyet eşitliğine uygun
olmayan ifadeler, bilgi, resim ve fotoğ41
Ma kal e
raflardan arındırılması yönünde çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmaların daha
kalıcı ve sistematik hale gelmesi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem
Planı belirtilen hedef, stratejileri gerçekleştirmek amacıyla Talim ve Terbiye
Kurulu Başkanlığı bünyesinde Nisan
2009’da “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
Komisyonu” kurulmuştur.
Milli Eğitim Bakanlığınca 2004-2006
yılları arasında eğitim materyallerinin
kadınlar ve erkeklerle ilgili kalıp
yargıları yansıtan cinsiyet eşitliğine
uygun olmayan ifadeler, bilgi, resim
ve fotoğraflardan arındırılması yönünde çalışmalar yapılmıştır.
Komisyonca Başkanlık bünyesinde bulunan Kitap İnceleme ve Değerlendirme
Komisyonları ile Program Geliştirme
Özel İhtisas Komisyonlarında görevli
öğretmen ve uzmanlara toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık kazandırmak amacıyla 16 Temmuz 2009
tarihinde Sayın Bakanımız Nimet ÇUBUKÇU’nun katılımı ile “Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
Çalıştayı” düzenlemiştir. Çalıştayda
42
konu ile ilgili araştırma yapan akademisyenler, sivil toplum kuruluşları, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Aile ve
Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü
gibi tüm tarafların katılımı ile bugüne
kadar yapılan çalışmalar, katedilen mesafe, olumlu-olumsuz gelişmeler, bundan sonra yapılacaklar ve öneriler ele
alınmıştır. Çalıştayın ardından çalışmanın somuta dönüştürülmesi amacıyla
“Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği” kitabı hazırlanmıştır. Kitapta
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği (Kavramsal
çerçeve ve tanım), Türkiye’de KadınErkek Eşitliğini Sağlamaya Yönelik Ulusal Mevzuat (Anayasa, Medeni Kanun, İş
Kanunu, Ceza Kanununda vb. “eşitlik”
kapsamında yapılan değişiklikler), Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem
Planı, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve
Eğitim (Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi
kapsamında eğitim alanında yapılan çalışmalar, Millî Eğitim Bakanlığınca cinsiyet eşitliğinin sağlanması amacıyla yapılan
çalışmalar, ders kitaplarında inceleme sırasında dikkat edilecek somut öneriler) bölümleri yer almaktadır. Kitapta yer alan
önerilerden bazıları şunlardır (Bağlı,
Esen, 2003, 127-153):
• Türkçe’nin isim ve fiil düzeyinde cinsiyete bağlı değişkenlik gösteren bir dil
olmadığı dikkate alınmalıdır.
• “Cinsiyet eşitliği” kavramı tüm dersleri
ilgilendirmektedir. Bu nedenle içerik
açısından uygun örnekler üretilirken duyarlı olunmalı ve eşitlikçi bir dil kullanılmalıdır.
• İsim, resim, sayılabilir diğer unsurlar
ve birimlerde kadınlarla erkekler, kız çocuklar ile erkek çocuklar arasında niceliksel ve niteliksel bir eşitleme
sağlanmalıdır.
• Kadınları ve kız çocuklarını özne olarak seçerek olumlu ayrımcılık oluşturulmalıdır.
• “Bilim adamı” ifadesi yerine “bilim insanı” kullanılmalıdır.
• Öykülerde ve yeniden oluşturulan metinlerde kadın ve erkek için belirlenmiş
Eylül / 2010
kalıplaşmış rollerin tersine çevrilerek yazılması sağlanmalıdır.
• Kadın kahramanların da içinde olduğu
metinler yazılmalıdır.
• Meslek sahibi başarılı kadın vurgusu
yapılmalıdır. Kadınlar için “uygun meslek” kalıp yargısından kurtulmuş bir dil
kullanılmalıdır.
• Cinsiyetler arası iş bölümünde kalıp
rollerden kurtulmuş metin oluşturulmalı, resim ve fotoğraflar kullanılmalıdır.
• Oyunlar her iki cinsin bir arada oynayabileceği oyunlardan seçilmeli, oyun ve
oyuncakların cinsiyetten bağımsız düşünülmesi sağlanmalıdır.
• Annelik ve babalık rolleri “fedakârlık”
ve “itaatkârlık” tanımlamasından uzak
yazılmalıdır.
• Kadın hakları kavramının belli bir döneme ait olmadığı, devam eden bir süreç
olduğu vurgusu yapılmalıdır.
Kızlar ve erkekler için benimsenen farklı
sosyalleşme biçimlerinin her iki cinsin
tercihlerini etkilediği bilinmektedir. Bu
tespitten hareket eden Millî Eğitim Bakanlığı, ders kitapları ve eğitim materyallerinde cinsiyet eşitliğinin sağlanması
ve kadına karşı ayrımcılığın engellenmesi
amacıyla, ilgili kaynaklarda kadın-erkek
ile kız ve erkek çocuklara ait bilgi, fotoğraf ve resimlerde sayısal ve niceliksel
açıdan eşitlik sağlamaya çalışmaktadır.
Geleneksel olarak kadın için uygun görülen rollerde/işlerde (öğretmenlik, annelik, hemşirelik, ev kadınlığı gibi) ya da
önemsiz rollerde gösterilen kadınlar yerine, toplumda aktif olarak rol alan “başarılı kadın” vurgusuna yer verilmekte,
erkeğin güçlü, başarılı, zeki, aktif ve bağımsız, kadının ise uysal, düzenli, duygusal gibi özelliklerle tanımlanmasından
kaçınılmaktadır.
İlköğretim ders kitaplarında; sporcu,
mühendis, araştırmacı kadın ve kız çocuğu öğelerine yer verilmekte, metinlerde yer alan kahramanların kız ve erkek
çocuklardan oluşmasına dikkat edilmek-
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
tedir. Yine ilköğretim ders kitaplarında
“oy kullanan kadın” fotoğraflarına yer
vermenin yanı sıra, kadın muhtar ve belediye başkanı figürlerine de yer verilmektedir (Sosyal Bilgiler 5, 2006, 45;
Sosyal Bilgiler 6, 2006, 161).
Değişen siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik şartlara bağlı olarak toplumda
bireylere atfedilen rollerin yeniden ta-
nımlamasına ihtiyaç duyulmuştur. Biyolojik anlamda bireylere yüklenen rollerin yanında toplumda öğrenilen rollerin
de yeniden tanımlaması ve aktarılmasında eğitim sisteminin tüm alanlarının
önemi büyüktür.
Yenilenen ve geliştirilen öğretim programlarına göre yazılan ders kitaplarında
geleneksel olarak uygun görülen işlerde
ya da önemsiz rollerde gösterilen kadınlar yerine, toplumda aktif olarak yer alan
başarılı kadına ve cinsiyetler arasındaki
işbölümünde kadın-erkek, anne ve baba
tarafından aile içinde işlerin paylaşıldığına vurgu yapılmaya çalışılmıştır.
İnsan hakları kavramının tüm insanların
hak ve özgürlüklerden yararlanması ve
sorumluluklarını yerine getirmesinde yeterli olmadığı ortadadır. Toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının belirlenmesi,
uygulanması ve bu politikaların kalıcı ve
köklü olabilmesi için “zihniyet değişimine ve zihinsel dönüşümüne” ihtiyaç
duyulmaktadır.
Hayata “toplumsal cinsiyet gözlüğü” ile
bakmak bakış açımızı da değiştirecek,
bugüne kadar alışılmış ve kalıplaşmış
pek çok söz ve davranışın sorgulanmasına da fırsat sağlayacaktır. Cinsiyet eşitliğinin her alanda sağlanmasının temel
amacı, toplumu oluşturan bireylerin
kendine güvenen, üretken, mutlu, huzurlu ve sağlıklı bir hayat sürerek toplumun gelişmesine katkı sağlamasıdır. Bu
açıdan toplumda birbirine bağımlılık ile
bağlılık dengesini kurmuş kendine güvenen ve üretken bireylerin yetişmesi
eğitimin temel amaçları arasındadır.
Bu tür çalışmaların gerçekleşmesinde bireysel gayretlerden ziyade kurum kültürünün oluşmasına ihtiyaç vardır. Farklı
birimlerce yürütülen çalışmaların koordinasyonu ve takibinin sağlanması ile
2013-2014 yılına kadar belirlenen
hedeflerin gerçekleşmesi ve sürecin takibi amacıyla Millî Eğitim Bakanlığı
bünyesinde toplumsal cinsiyet eşitliği
konusunda eğitim almış kişilerden “Toplumsal Cinsiyet İzleme Birimi” oluşturulmalıdır.
İnsan hakları kavramının tüm insanların hak ve özgürlüklerden yararlanması ve sorumluluklarını yerine
getirmesinde yeterli olmadığı ortadadır. Toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının belirlenmesi, uygulanması
ve bu politikaların kalıcı ve köklü
olabilmesi için “zihniyet değişimine
ve zihinsel dönüşümüne” ihtiyaç
duyulmaktadır.
Kaynakça:
BAĞLI, Melike Türkân -Yasemin ESEN, “Ders Kitabı Yazarları İçin İnsan Hakları Işığında Yol Gösterici Bazı Somut Öneriler” Ders Kitaplarında İnsan Hakları: İnsan Haklarına Duyarlı Ders Kitapları İçin, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2003, s.131-139.
CAN, Sevim, “Millî Eğitim Bakanlığı Faaliyet ve Uygulamalarının Eğitimde Cinsiyet Eşitli-ğinin Sağlanması Açısından Değerlendirilmesi”, Uluslararası-Disiplinlerarası Kadın Ça-lışmaları Kongresi (05-07 Mart 2009), Sakarya Üniversitesi, Sakarya (2009). S. 269-280.
CEDAW Ülke Raporları, 6. Ülke Raporu, Ankara 2008.
Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), DPT Yayınları, Ankara 2007.
Kadına Yönelik Uluslararası Sözleşme ve Kararlar, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Mü-dürlüğü Yayınları, Ankara 1993.
Millî Eğitim Bakanlığı 2010 Yılı Bütçe Raporu, Devlet Kitapları Müdürlüğü, Ankara 2009.
Millî Eğitim Bakanlığı 2010-2014 Stratejik Planı, MEB, Ankara 2009
Türkiye’de Kadının Durumu, KSGM, Ankara 2010.
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği: Sorunlar, Öncelikler ve Çözüm Önerileri, TÜSİAD, KAGİDER Yayınları, İstanbul Temmuz 2008.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı (2008-2013), KSGM, Ankara 2008.
http://www.ksgm.gov.tr/uluslararasi_Belgeler_cedaw.php (erişim 1 mart 2009)
http://www.ksgm.gov.tr/Projeler_tamam_eslestirme.php# (erişim 3 Mart 2009)
İlköğretim Sosyal Bilgiler Ders Kitabı 5, Milli Eğitim Yayınları, İstanbul 2006.
İlköğretim Sosyal Bilgiler Ders Kitabı 6, Milli Eğitim Yayınları, İstanbul 2006.
Kadın ve Eğitim (Politika Dokümanı), KSGM, Ankara 2008.
Eylül / 2010
43
Ma kal e
EŞİTSİZLİK ÇAĞININ SINAVLARI
Prof. Dr. Yankı YAZGAN
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi
İnsan beyninin gelişim sürecinde gerçekleşen iki ana işlemden birincisi, nöronların yeni dallar geliştirerek
diğer nöronlarla bağlar kurması ile başlıyor. Bu süreci bütünleyen “karşıt” süreç ise, nöronların kullanılmayan bağlantılarının budanması (yok edilmesi). Gri maddeyi oluşturan nöronlar, yaşanan olaylar ya da
kaydedilen bilgiler ölçüsünde birbirleriyle bağlar kurarak beraber “hareket” etmeye başlarlar.
Beyin gelişim hızındaki eşitsizlikler ergen
sınav adaylarını nasıl etkiler?
İyi sayılan okulların az, o okullarda okumak isteyenlerin çok sayıda olduğu durumlara çözüm olarak getirilmiş SBS ya
da OKS gibi topluca girilen, sık sık kaldırılıp konulan sınavlara değişik zeminlerde itiraz edilegeldi. Bu yazının en son
kaleme alındığı 2010 yazında, SBS uygulaması 6 .ve 7. sınıflardan kaldırılmıştı. Nasıl bir sistemin uygulanacağı,
uygulamaların tutarlılık ve saydamlığı
bir yana, binlerce birincisi olan sınavlarla
ne yapılabileceği belirsiz kalmaya devam
edecek gibi gözüküyor. Bu yazıda, sınav
sisteminin eleştirisi gibi uzmanlık alanım
dışındaki bir konuya girmeyeceğim.
Ancak sınavlara giren çocuklara ilişkin,
nörobiyolojik ve psikolojik gelişimlerine
ilişkin bir eşitsizlik üzerinden bazı görüşlerimi ifade edeceğim.
Sınava ilişkin eşitsizlik eleştirileri arasında en çok üzerinde durulanlardan birisi, bu sınavlara hazırlanma sürecinin
ciddi eşitsizlikler içerdiği oldu. Kurslar,
44
Gelişimleri doğal dağılım gereği eşit olmayan çocukların, beyinsel ve zihinsel
gelişimlerinin en eşitsiz olduğu dönemde, sadece sorularda eşitliği sağlayan
bir sınavlar dizisine girmelerini adaletli
görmüyorum.
Gelişimlerinin eşitsizliğinde, sosyal ya da
ekonomik farklılıkları da aşan, beyin gelişimine ilişkin bir düzensizlik önemli bir
rol oynuyor. Nasıl bir düzensizlik? Önce,
gelişimin düzenini hatırlatmaya çalışayım:
özel öğretmenler gibi mali kaynak gerektiren durumlardaki eşitsizlikler ise, ya
tarikat dersanelerine fırsat sağladığı, ya
da sınıfsal ayrıcalıkları keskinleştirdiği
için yoğun eleştiriler aldı. Kimsenin pek
kulak asmadığı bu önemli itirazlara ben
de bir perspektif eklemeyi deneyeceğim.
Eylül / 2010
İnsan beyninin gelişim sürecinde gerçekleşen iki ana işlemden birincisi, nöronların yeni dallar geliştirerek diğer
nöronlarla bağlar kurması ile başlıyor.
Bu süreci bütünleyen “karşıt” süreç ise,
nöronların kullanılmayan bağlantılarının budanması (yok edilmesi). Gri maddeyi oluşturan nöronlar, yaşanan olaylar
ya da kaydedilen bilgiler ölçüsünde birbirleriyle bağlar kurarak, beraber “hareket” etmeye başlarlar. Bu yaşantılar ya da
bilgiler tekrar tekrar kullanılmadıkları
takdirde, nöronlar arasındaki uzantıların
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
oluşturduğu bağ kaybolur; anı da, bilgi
de silinir. Bu yolla “gereksiz” doku azalır. Gri maddenin toplam kalınlığında
(beynin dış kabuğu) önce bir artış (silinenden çok kaydedilenin olduğu bir
dönem), sonrasında da azalma, bir incelme (gereksizliklerden arınılan bir
dönem) olur.
İkinci işlem, gri maddedeki incelmeye
paralel olarak gelişen, beyaz madde olarak da bilinen destekleyici dokudaki
artıştır. Beynin “beyaz” bölümü, nöronların ve oluşturdukları dokuların arasındaki iletişimi sağlayan bir tür “kablo”
sistemi olarak görülebilir. Bu kablolamanın verimi arttıkça, daha az sayıda
nöron ile bilginin ve yaşantının işlemlenmesi mümkün olur. Beyaz maddenin
artışına paralel olarak, birinci işlemdeki
incelme döneminin sonucunda (öncekine göre) daha az gri madde ile en az önceki kadar zihinsel etkinlik sağlanır.
Bu zihinsel etkinlik artışı, daha hızlı
işlem yapma, “bir bakışta anlama”, “cevabın hızla akla gelmesi” gibi sınavlara
ilişkin becerilere yansıyacak cinsten bir
değişikliktir. Yaşlıların kendilerinden
daha zeki çocuk ve gençlere göre daha
etkin problem çözücüler olmalarının,
konuları pek iyi bilmeseler bile akıl yürütme ile sorunları aşabilmelerinin, deneyimlerini kullanabilmelerinin sırrı bir
parça da bu gri/beyaz oranının düşmesindedir.
Özetle, beyindeki gri maddenin zaman
içinde azalması, beyaz maddenin çoğalması beyin gelişiminin önemli bir
göstergesidir. Özellikle “problem çözümü”ne dönük akıl yürütme becerilerinin, birikmiş deneyim ve bilginin
kullanımın bu gelişimsel gösterge ile ilişkisi vardır. peki, bu gelişimin en belirgin
olduğu dönem ne zamandır? Bu gelişim
hamlesinin ilk basamağı 18-48 ay arasında gerçekleşir. İkincisi ise, 11-14 yaşlar arasında... Hemen her çocuk bu
döneme 11 ile 14 yaş arasında bir dönemde girer. Bazıları 11, bazıları 12, ba-
zıları 13, bazıları 14 yaşındayken. Yaklaşık 11 yaşına kadar iyi kötü eşit ivmeyle ilerleyen beyin gelişim hızı, bu
gelişim hamlesi döneminde, kişiden kişiye büyük farklar göstermeye başlar.
eşitsiz olduğu 11-14 yaş dönemi, sınav
bu dönemin son yılında da olsa, 3 yıla
yayılacak bir bilgi birikimini ölçecek bir
sınava hazırlanma sürecini de kapsamaktadır.
İlkokul yıllarında (çok eski yıllardaki
tipte) benzer sınav uygulamaları yapıldığında, henüz gelişim ivmeleri arasındaki
makas çok açılmamıştır. O dönemde,
gelişim düzeylerindeki farklılık, ivme
On dört yaşındaki ergenlerin en az %
25’lik bir kesiminin beyin gelişimleri,
doğalarına özgü ve herhangi bir patoloji
içermeyen yapısal sebeplerle grubun kalanından daha yavaş ilerlemektedir.
Özellikle “problem çözümü”ne dönük akıl yürütme becerilerinin, birikmiş deneyim ve bilginin kullanımın bu gelişimsel gösterge ile ilişkisi vardır. peki, bu gelişimin en belirgin olduğu dönem ne zamandır? Bu gelişim hamlesinin ilk
basamağı 18-48 ay arasında gerçekleşir. İkincisi ise, 11-14 yaşlar arasında.
farklılığından ziyade o anda gelebildikleri noktanın bir yansımasıdır. Sınava
hayatın o döneminde “yakalanmış” olmanın etkisi, beyin gelişim sürati eşitsizliğini pek yansıtmaz. Lise çağının son iki
yılı içindeki üniversite adaylarında ise,
gelişim hızları tekrar birbirine yakın düzeye erişmiş, gelişimin temel basamakları olabildiğince tamamlanmıştır.
Aradaki farklar iyi kötü kesinleşmiştir.
Üç sınıfa yayılmış sınav uygulamasının
(şu an için) kaldırılması bu eşitsizliği, sınanma noktası açısından, azaltmış görünebilir. Diğer yandan gelişim süratinin
Eylül / 2010
Doğal sebeplerle oluşan ve zaman içerisinde değişme olasılığı olan bir eşitsizliğin, çocukların kaderini tayin edici
nitelik kazandırılmış bir sınavın belirleyici olmasına içimiz nasıl razı olacak?
Çocuklar arasındaki kapasite ve eğilim
farklılıklarının henüz kesinleşmediği,
ama farklılık oluşma süratlerinin de birbirinden alabildiğine farklı olduğu 1114 yaş dönemindeki bir hazırlığa dayalı
olarak kıyaslamalı ve sıralamalı ölçümler
yapmak, bırakın toplumsal ve eşitlikçi
eğitim perspektifini, yarışmacı perspektif
açısından bile adil değildir.
45
Ma kal e
Hem yaş grupları, hem de cinsiyetler
arasında beyin gelişim hızı açısından
eşitsizliğin en yüksek olduğu 11-14 yaş
dönemini çocukların geleceklerinin belirlendiği sınavlara hazırlanmakla doldurmak büyük bir eşitsizlik ve zarar
doğurmaktadır.
etkileyici mi, değil mi? Özellikle, dikkatin çelinebilirliği yüksek çocuklarda
yarar görme beklentimiz daha fazla. İki
yönde de örneklere rastlıyorum. Verilerin daha fazla birikmesi gerekiyor.
Ancak, bu hakkın tanınması ve kullanılır olması ilkesel olarak iyi bir gelişme.
Özellikle “problem çözümü”ne dönük akıl yürütme becerilerinin, birikmiş deneyim ve bilginin kullanımın bu gelişimsel gösterge ile ilişkisi vardır. peki, bu gelişimin en belirgin olduğu dönem ne zamandır? Bu gelişim hamlesinin ilk
basamağı 18-48 ay arasında gerçekleşir. İkincisi ise, 11-14 yaşlar arasında.
ÖSS/SBS’de DEHB’ye Ayrıcalık
Tanınması
Yarışmacı sınavlarda Dikkat Eksikliği
Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanılı
çocuklara değişik ayrıcalıklar tanınmasını farklı gelişen çocukların temel
haklarını ilerletme anlamındaki iyi gelişmelerden birisi olarak görüyorum.
DEHB sebebiyle diğer çocuklarda
olmayan bir dezavantajlı duruma düşen,
kolayca dağılan ve dış etkilere açık
oldukları için zorlanan çocuklara ayrı
salonda girme ve okutman denetimi uygulamalarının, bir rahatlık getirmesini
beklerim. Bu rahatlık sınav başarısını
46
Benzer ayrıcalıklarda olduğu gibi, fırsatçı
ruhlu vatandaşlarımız, “acaba bizim çocuğumuzun da dikkati dağınık mıdır?”
(ki “sınavda ayrı salonda ve başımızda bir
okutman ile girebilelim”) diyerek harekete geçebiliyorlar. Hakkın kötüye kullanımı olasılığının, resmi çevrelerde bu
ayrıcalığın kaldırılması “refleksi”ni doğurmasından çekiniyorum.
Çözüm olarak, başvuru tarihinden bir
hafta önce “hastalanma”ya (raporlandırma anlamına) kısıtlama getirmek ya
da tanının bir süredir mevcut olduğunu
ve çocuğun bir tedavi gördüğünü/görmeye devamının gerektiğini önkoşul olaEylül / 2010
rak koymak, gerçek ihtiyaç sahiplerini
ayırdedici olabilir.
Lise bitirme çağındaki çocukların girdiği
benzer sınavlardan birisi olan Amerikan
SAT’de, fazladan zaman tanıma gibi uygulamaların da yapıldığını not düşeyim.
Bu haklardan yararlananların hem geçmiş durumunun iyi dökümante edilmesi, hem de önerilen uygulamadan
yararlanacağının bazı denemelerle kanıtlanması beklenmekte, bir sağlık kurulu
raporu ile yetinilmemekte. Fazladan
zaman tanımanın yararına inanan uzmanlar olduğu gibi, fazladan zaman tanınsa da DEHB tanılı çocukların bu
sefer de uzatılmış süreye yetişmekte zorlandıkları görülebiliyor. Aktif bir tedavi
almakta olan DEHB’li çocuklar, ayrıcalıkların sağladığı diğerleriyle “eşitlenme”
olanağını daha iyi yakalayabiliyorlar.
Bu ayrıcalıklardan yararlanarak “iyi bir
okul” kazansa da kazandığı okulda başaramaz diyerek karşı çıkan uzmanlar da
var. Diğer yandan, DEHB’nin gelişimsel
bir bozukluk olması, zaman içinde ortaya çıkan fırsatların problemin gidişini
değiştirmesine olanak tanıyan bir klinik
yapı sunar. Ayrıcalıkların sağlanmasını
bir “durum eşitleme” olarak görürsek,
bu ayrıcalıkları sunup, yararlanıp yararlanmama kararını bireylere bırakmayı
uygun görürüm.
Bu tartışmanın son sözünü söyleyecek
kişinin ben olduğunu düşünmüyorum.
Ama, yararlanabilecek bir kişi olsa bile
bu hakkın sürdürülmesinin doğru yaklaşım olduğuna inancımla bu makaleyi
noktalayayım.
(“Hiperaktif Çocuk ve Ergen Okulda”,
Doğan Kitap, 2010’)
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
HATALARIMIZDAN DEĞİL
BAŞARILARIMIZDAN ÖĞRENİYORUZ
Prof. Dr. Ziya SELÇUK
Gazi Üniversitesi
Gerçekten hata yaptığımızda neler oluyor? Yaptığımız yanlışları tekrar yapıyor muyuz? Hata yapanlara
karşı toplum ve kültürümüzün tutumu ne şekilde ortaya çıkıyor? Çocuk yetiştirme ve eğitiminde hata nasıl
karşılanıyor? Anne-babalar ve öğretmenler neden hata odaklı bir bakış açısı geliştiriyor? Bütün bu soruların cevabı elbette karmaşık psikolojik, antropolojik, sosyolojik, nörolojik açıklamalar gerektiriyor.
Günlük hayatta hatalar ve öğrenmeye
ilişkin çeşitli yargılar ve genellemelerle
sık sık karşılaşıyoruz. “Bu bana ders
olsun.” “Tecrübe hayatta yapılan hatalardan oluşur.” “Hata yapacak ki öğrensin.” türünde ifadeler bunlara örnek
olarak gösterilebilir. Mehmet Âkif Ersoy’un bir şiirinde ifade ettiği;
Geçmişten adam hisse kaparmış...
Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi tekerrür, diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
dörtlüğü yine bu konuda örnek olarak
gösterilebilir. Gerçekten hata yaptığımızda neler oluyor? Yaptığımız yanlışları
tekrar yapıyor muyuz? Hata yapanlara
karşı toplum ve kültürümüzün tutumu
ne şekilde ortaya çıkıyor? Çocuk yetiştirme ve eğitiminde hata nasıl karşılanıyor? Anne-babalar ve öğretmenler neden
hata odaklı bir bakış açısı geliştiriyor?
Bütün bu soruların cevabı elbette karmaşık psikolojik, antropolojik, sosyolojik, nörolojik açıklamalar gerektiriyor.
Neuron adlı derginin 30 Temmuz 2009
tarihli sayısında, MIT Picower Enstitüsü’nden Nöroloji Profesörü Earl K.
Miller ve çalışma arkadaşları hata ve öğrenme süreci açısından son derece ilginç
bir araştırmaya imza atmışlar. (Why We
Learn More From Our Successes an Our
Failures).
Eylül / 2010
Bu çalışmada beyin hücrelerinin yapılan
en son davranışların başarılı olup olmadığını takip ettiği ortaya konulmuş.
Maymunlar üzerinde yapılan bu araştırmada, bir davranış başarılı olduğunda
beyin hücrelerinin hayvanın öğrendiği
şeylere göre ince ayar yaptığı gözlenmiş.
Yapılan bir hata sonrası ise beyinde
47
Ma kal e
herhangi bir gelişme olmamakta veya çok az bir değişim görülmektedir. Yani
maymun herhangi bir öğrenme deneyiminde hata
yaptığında ilgili hücrelerde
dikkate değer oranda olumlu
bir değişim ve gelişim olmazken başarılı bir deneyim
geçirildiğinde beyin hücrelerinde ciddi gelişmeler kaydedilmektedir.
geniş ölçüde birbirleriyle
bağlantılıdır. Bununla beraber, beynin geri kalan kısmının, bir tepkinin doğru ve
yanlış olduğunda ürettiği
kısa, sinirsel sinyaller ile
soyut çağrışımları öğrenmemizde yardımcı olduğu
düşünülmektedir. Fakat araştırmacılar, bir saniyeden bile
kısa süren bu geçici aktivitenin daha sonra gerçekleşen
aksiyonları nasıl etkilediğini
bir türlü anlayamamışlardır.
Bu araştırma, beynin deneyime yönelik tepkileri değiştirme yetisine ışık tutuyor.
Ayrıca, nasıl öğrendiğimizi
anlamak, öğrenme bozukluklarını tanımak ve tedavi
etmek konusunda da yardımcı oluyor.
Araştırmacılara göre, “ödüllendirilen bir denemeden
sonra yapılan yeni bir denemede tepki seçiciliği daha
güçlü iken hata yapılan bir
denemede ise daha zayıftı.
Bu durum, hayvanın çağrışım yapmayı öğrendiği
mi yoksa bu işte zaten iyi mi
olduğu sorusunu ortaya
çıkardı.
Deneyin aşamaları kısaca
şöyle özetlenebilir: Maymunlardan bilgisayar ekranında değişen iki resme
bakmaları isteniyor. Resimlerden birinde, maymun,
bakışını sağa doğru kaydırdığında ödüllendiriliyor. Diğer
resimde ise sola baktığında
ödüllendiriliyor. Maymunlar
deneme yanılma yoluyla
hangi hareketlerin hangi resimler için gerekli olduğunu
buluyor.
Araştırmacılara göre, “Doğru
bir tepkiden sonra, beynin
bu iki bölgesindeki sinirlerden gelen elektriksel tepkimeler daha sağlamdı ve daha
çok bilgi naklediyordu. Başarılı tepkiler, maymunların
bir sonraki denemede doğru
cevaba daha yakın olmasına
Öğretmenler, yöneticiler, anne-babalar için ne tür fikirler yardımcı oldu. Bu durum,
Doğru bir cevaptan ve buna geliştirilebilir? Hatalarımızdan değil başarılarımızdan öğreni- neden hatalarımızdan değil
gelen ödülden sonra oluşan yoruz.
de başarılarımızdan öğrendisinirsel aktivite, maymunlağimizin sinirsel anlamda
lişme görülmüyor. Başka bir deyişle, sarın birkaç saniye sonra gelen diğer testaçıklamaktadır.”
dece başarılardan sonra beyin işlem yaplerde daha başarılı olmalarına yardımcı
maya devam ediyor ve maymunun
oluyor. Maymun doğru cevabı bulduAslında daha kapsamlı olan bu araştırdavranışı gelişme gösteriyor.
ğunda beyninde doğru olanı yaptığını
manın kısa özetinden nasıl bir değerlenbelirten bir sinyal meydana geliyor.
dirmeye ulaşılabilir? Öğretmenler,
İlginç olan bir diğer bulguya göre ise,
yöneticiler, anne-babalar için ne tür fimaymun herhangi bir öğrenme yaşantıDoğru bir cevaptan hemen sonra, sinirkirler geliştirilebilir? HATALARIMIZsına
gireceği
zaman
ilgili
hücreler
koler bilgileri daha keskin ve etkili bir biDAN DEĞİL BAŞARILARIMIZDAN
nuyla ilgili önceki yaşantılarının başarılı
çimde işliyor. Maymun bir sonraki
ÖĞRENİYORUZ.
olup olmadığını sorguluyor. Miller’e
seferde doğru cevabı daha kolay buluyor.
göre, ön lob korteksi ve bazal ganglion
Fakat bir hatadan sonra herhangi bir geİşte bu cümle tüm eğitim ve öğrenme
48
Eylül / 2010
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
süreçleri için anahtar bir anlam taşıyor.
Eğer başarılarımızdan öğreniyorsak
neden öğrencilerin hatalarını bulmaya ve
kaç hatası olduklarına göre onları sıralamaya dayanan bir ölçme-değerlendirme
sistemimiz var. Neden okul yöneticileri
genel olarak çalışanlarının başarılarından
çok hatalarını bulmaya kodlanmışlar?
Niçin başarısızlara ve başarısızlığa ayrılan vakit çoğunlukla daha fazla olur?
Eğer beyin bir başarısızlık yaşantısından
sonra öğrenme ve gelişmeye yönelik
etkinlik göstermiyorsa öğrencilerin geçirdiği başarısızlık deneyimleri onlar üzerinde nasıl bir etki yaratıyor olabilir?
Örneğin bir öğrencinin hatasını bulduğumuzda bu davranışımız onun başarısızlığının bir gerekçesi oluyorsa
başarısızlığın kaynağı kimdir? Ya da bir
öğrencinin sınav kağıdındaki yanlışları
ortaya çıkarmak ona nasıl bir katkı sağlıyor olabilir?
Teftiş sistemi öğretmenin eksikliklerine
rehberlik ettiğinde öğretmenlere başarısız oldukları alanları mı hatırlatıyor
acaba? Okul müdürleri daha çok bir
problem olduğunda öğretmenlerle etkileşime girerse bu yaklaşımın öğretmen
gelişimine ne katkısı olabilir? Anne-babalar çocuklarını hataları konusunda
uyardıklarında bunun işlevsel bir sonucu
doğuyor mu acaba? Neden “Kırk kere
söyledim hala aynı şeyi yapıyorsun?”
sorusu evlerde ve okullarda çok sık kullanılıyor?
Yukarıda yer alan tüm sorular biz eğitimcilerin çocuk yetiştirme, öğretmen
eğitimi, yönetici yetiştirme, ölçme-değerlendirme, müfredat, teftiş sistemi gibi
konuları yeni baştan sorgulamasını gerektiriyor kanımca.
Günümüzde eğitim araştırmalarının
tıbbi teknolojilerle desteklenmesi, gelenek görenek, tecrübe ve sınırlı kuramsal
bilgiye dayalı eğitim anlayışımızı farklı
pencerelerden sorgulamamızı zorunlu
kılıyor. Artık MR cihazlarıyla her yıl ya-
Günümüzde eğitim araştırmalarının tıbbi teknolojilerle desteklenmesi, gelenek görenek, tecrübe ve sınırlı kuramsal bilgiye dayalı eğitim anlayışımızı farklı
pencerelerden sorgulamamızı zorunlu kılıyor.
pılan öğrenme araştırmalarının sayısı
binleri buluyor. Bu durum, eğitim araştırmaları konusunda disiplinler arası
perspektifi daha fazla önemsememiz
gerektiğinin de bir işareti. Eğitim araştırmalarında beyin odaklı ve yüksek
Eylül / 2010
teknoloji destekli bakış açısının önümüzdeki yıllarda eğitim sistemini daha
fazla etkileyeceğini söyleyebiliriz.
49
Ma kal e
OKULU LİDER GİBİ YÖNETMEK
Yrd. Doç. Dr. Nadir ÇOMAK
Muş Alparslan Üniversitesi
Öğretmenlik sevgi kahramanlarının mesleğidir. Öğretmenler en az ana ve babalar kadar sevgi kahramanı
olmayı hak ederler. Bir öğretmen öğrencilerini karşılıksız sever ve sevmelidir. Bir okul yöneticisi öğrencilerine sevginin gizemli atmosferini teneffüs ettirebilirse inanın karşılaştığı disiplin sorunlarının da önüne
geçebilir. Sevginin verdiği otokontrol çelik halatlardan daha güçlüdür.
Bilgi çağı olarak ifade edilen 21. yüzyılda
bilgiyi üretmek ve kullanmak insanlara
kurumlara ve toplumlara büyük avantaj
sağlamaktadır. Çağımızın okul yöneticisi
her şeyden önce çağın getirdiği yenilik ve
değişimlere karşı bir farkındalık oluşturmalıdır. Özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerini etkili bir şekilde kullanma
becerisine sahip olmalıdır.
Bir okul yöneticisinde bulunması gereken
becerilerin en önemlilerinden birisi iletişim becerisidir. İletişim becerisi toplumdan soyutlanmış ortamlarda, örneğin bir
dağ başında yapılabilecek işlerde çok sık
kullanılan bir beceri olmayabilir. Fakat
eğitim yönetimi için iletişim becerisi en
gerekli becerilerdir.
Bir eğitim yöneticisi, sahip olacağı beceriler ile okulu gerçek bir öğrenme ortamı
haline dönüştürebilir. Okulda şiddetin ve
zararlı alışkanlıkların önlenmesinin yolu
da öğrenci ile iyi bir iletişim kurmaktan
geçer. Okul ikliminin hoşgörü ve güler
yüzden oluştuğu bir ortamda şiddetin ve
diğer zararlı alışkanlıkların yer bulması
mümkün değildir.
50
gini ve kokusunu belirler. “Bir eğitim yöneticisinde geliştirilmesi gereken en
önemli beceri iletişim becerisidir.” demek
bir abartı değildir. Çünkü diğer bütün iş
ve işlemlerin insanlara ulaştırmanın iletişimden başka bir yolu ve yöntemi yoktur.
İnsanlar ancak iletişim becerilerinin gelişmesi nispetinde yeteneklerini daha iyi
ifade edebilir. Bunu mahir bir yemek ustasının yaptığı nefis bir yemeği berbat bir
şekilde servis yapmasına benzetebiliriz.
Sizin de servis yapılmayı bekleyen çok
güzel yemekler gibi yeteneklerininiz olabilir. Önemli olan bu yeteneklerinizi nasıl
sunduğunuzdur.
İletişim ustası bir eğitim yöneticisi
Bir okulda öğrenme kültürünün gelişebilmesinin öncüsü lider konumunda bulunan eğitim yöneticisidir. Takım
çalışmasının gerekli olduğu bir okul
ortamında atılacak her adımın çalışanların motivasyonu üzerinde olumlu veya
olumsuz bir sonuç doğuracağı akıldan
uzak tutulmamalıdır.
İletişim, bir öğrenme ortamının iklimini
oluşturan en temel etkendir. İletişim biçimleri birlikte yaşama kültürünün renEylül / 2010
Liderlik yapan yönetici
“Okul müdürü” dediğimizde aklımıza
iki farklı model gelir. Bunlardan en klasik
olanı patron tavırları ile etrafına emirler
yağdıran model, diğeri ise lider karakterli
bir müdür modelidir.
Özel bir öğretim okulunda 5. sınıf öğrencisi Merve eski okul müdürü hakkında şu düşüncelerini dile getirmişti;
“Anneciğim, eski müdürümüz koridorlarda bağırdığında bizler korkumuzdan
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
kaçacak delik arardık. Fakat yeni müdürümüz o kadar güler yüzlü ki, onun bu
davranışları bizi okulumuza daha çok
bağlıyor.” Kalite gözlerden saklanamaz.
Minik yürekler anlamaz, bilmez demeyiniz. Okul müdürünün konuşurken seçtiği kelimeler, sesinin tonu ve konuşma
şekli iletişim kalitesini belirler. Birileri sizi
takip ediyor. Takip edenler dünyanın en
zeki ve akıllı varlıkları olan çocuklarımızdır.
Beden dilinin sırrını çözelim
Birlikte yaşadığınız insanların beden dilini okumak iletişim şifrelerini çözmemizi
sağlar. Unutmayın ki başkalarının beden
dilini okumak kendi beden dilimizi
yönetmekle başlar. Bu nedenle duruşumuzu, yürüyüşümüzü, jest ve mimiklerimizi yönetmemiz vermek istediğimiz
mesajı daha sağlıklı bir şekilde ulaştırmamızı sağlar. Kendi beden duruşunu yöneten bir yönetici, işi gereği iletişim
kurduğu insanların beden dillerindeki
mesajları da anlayabilir. Böylece personelin tedirginliğini ve endişelerini önceden
hissederek çözüm üretebilir.
Etkili konuşup, etkili olalım
Bir okul yöneticisi işi gereği insanlara
sözlü olarak hitap etmek zorundadır.
Kendi eğitim hayatınızı bir düşünün;
okul törenlerinde beklemenin bazen dayanılmaz olduğunu hissetmiş olmalısınız.
Bir işkenceye dönüşen konuşmaları dinlemenin nesi bu konuşmaları dayanılmaz
hale getirmektedir? Bu sorunun üzerinde
önemle durulmalıdır.
Çünkü öğrencilere çok önemli bilgilerin
kolaylıkla verilebileceği bir fırsat cömertçe harcanmaktadır. Bizi dinleyen öğrencilere hitap ederken öncelikle onların
farklı yaş gruplarından oluştuklarını hiç
unutmayıp onların sabırlarını zorlamamalıyız. Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki
etkili konuşma becerilerini kullanabilen
bir okul yöneticisi öğrencilere yaptığı her
bir konuşmayı bir eğitim fırsatına dönüştürebilir.
Okul müdürü olarak görev yaptığım bir
özel öğretim kurumunda çok güzel bir
uygulama yapmaya başladık. Öğrencilere
sabah törenlerinde bir soru soruyordum
“Çocuklar okulumuzda güne nasıl başlanır? Cevap: “Güler yüzle.” Soru sormaya
devam ediyordum: “Okulumuzda gün
nasıl sona erer?” Öğrenciler hep birlikte
“Güler yüzle!” cevabını veriyordu. Özellikle “Parolamız?” dediğimde “Başarı!”,
başarmak için “Mazeret?” dediğimde
“Yok” cevabını hep birlikte ve gür bir
sesle söylemeleri kendilerini ve dinleyen
herkesi motive ediyordu.
Öğretmenlik, sevgi kahramanlarının
mesleğidir. Anneler karşılıksız seven en
büyük sevgi kahramanlarıdır. Öğretmenler en az anne ve babalar kadar sevgi kahramanı olmayı hak ederler. Bir öğretmen
öğrencilerini karşılıksız sever ve sevmelidir.
Bir okul yöneticisi öğrencilerine sevginin
gizemli atmosferini teneffüs ettirebilirse
inanın karşılaştığı disiplin sorunlarının da
önüne geçebilir. Sevginin verdiği otokontrol çelik halatlardan daha güçlüdür.
Proje merkezli düşünelim
Bir okul yöneticisi akademik anlamda
proje üretimini bizzat teşvik etmelidir.
Böylece düşünmeye ve üretmeye verdiği
önemi bizzat davranışlarıyla gösterebilir.
Proje hazırlamak öğretmen ve öğrencinin
motive edilmesi ile yakından ilişkilidir.
Sanatı sevip etkili yazalım
Bir okul yöneticisinin yazı yazma becerisi
ile resmi yazılara cevap vermekten daha
fazlasını kastediyoruz. Bir okul yöneticisi
aynı zamanda bir yazar hassasiyetinde olmalıdır. Bir okul yöneticisi yalnızca günlük tutmayı başarabilse bile her dönem
bir kitap yayınlayabilir. Böylece yazma
becerisini geliştiren bir eğitim yöneticisi
öğrencileri arasından da minik yazarların
ve sanatçıların yetişmesini teşvik etmiş
olur. Sanat sevgisi taşıyan bir okul yöneticisi güzel sanatların her dalında faaliyette bulunabilir ve sanatın okul
ortamında gelişmesine katkı sağlayabilir.
Yönetim gücümüzü sevgiden alalım
Bir eğitim yöneticisi arkadaşımdan “Eğitim ilgi, sevgi ve bilgi işidir” sözünü işitmiştim. Gerçekten eğitimin sevgisiz,
sevginin bilgisiz ve bilginin de ilgisiz bir
şekilde öğrenciye verilemeyeceğini duyarak ve hissederek öğrendim. Bilgiyi, insanı ve özellikle öğrenciyi sevmeyen bir
kişinin öğretmenlik mesleğini yapması
çok zordur.
Eylül / 2010
Okullarımızda görev yapan idarecilerimizin proje merkezli düşünmeyi benimsemesi demek öğretmenlerimize proje
hazırlama konusunda rehberlik yapmaları imkânının ortaya çıkmasını sağlar.
Öğretmenlerin proje hazırlama konusunda teşvik edilmesi öncelikle proje konusunun öğretmenlerin gündemine
alınmasını sağlar. Proje hazırlamak için
önce okul idarecileri ve öğretmenlerin
bakış açılarının değişmesi gerekir.
Statükonun olduğu yerde gelişim durur.
Bugün için şunu net bir şekilde ifade edebiliriz ki, 2003 yılından itibaren içerisinde İstanbul Milli Eğitim Müdürümüz
sayın Dr. Muammer Yıldız’ın da bulunduğu bir ekip tarafından başlatılan yeni
öğretim programları hazırlama çalışmaları ile devlet, çoğu özel öğretim kurumları ve üniversitelerin önüne geçmiştir.
İstanbul’un donanımlı ve vizyoner bir
lider vasıflarına sahip olan bir İl Milli
Eğitim Müdürü tarafından yönetilmesi
gelişim ve değişim için önemli bir
fırsattır.
51
Ma kal e
TÜRKİYE’DE YABANCI DİL EĞİTİMİ
Yrd. Doç. Dr. Sueda ÖZBENT
Marmara Üniversitesi
Her dilin yapısal özelliklerinin yanı sıra mantıksal özellikleri de farklıdır. Bu tip farklılıklar kendilerini özellikle sayıların, tarihlerin ve saatlerin okunmasında gösterir. Bu gibi özellikler kültürel öğelerle birleşerek
o dili konuşan insanların o dildeki düşünce tarzlarını belirler ve düşündüklerini nasıl ifade edebileceklerinin sınırını çizer.
Dil nedir, nasıl öğrenilir ve nasıl öğretilir? İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için kelimelerle veya
işaretlerle yaptıkları anlaşmaya “dil”
denir (TDK, 1983). Dil bir iletişim aracıdır ve kökleriyle belli bir kültüre bağlıdır. “Dil edinimi, insanların dili (dilleri)
nasıl anladıklarına ve konuştuklarına
dair bir süreçtir. Dil edinimi gramer kurallarını ve kelimeleri ezberlemekten ibaret değildir” (Özbent, 2008: 27). Bir dile
hakim olmak öncelikle ve özellikle o dili
doğru yerde ve doğru biçimde kullanmak demektir. Bir dili konuşamadığımız
sürece o dili etkin bir biçimde kullanamayız ve iletişim kuramayız. “Dil, toplumsal yönü olan bir anlaşma aracıdır”
(Polat, 2001:35). “İletişimsel yetiyi”
edinmenin yolu ise öncelikle “kültürel
yetiyi” edinmekten geçer. Öyle ise dil
öğrenen bir kişinin sadece iki dil hakkında bilgilerle değil aynı zamanda iki
kültür hakkındaki bilgilerle donatılması
gerekir. Kültür hakkında yeterli bilgiye
sahip olmayan kişiler bazı şeyleri yanlış
anlayabilirler veya kendilerini doğru biçimde ifade edemeyebilirler. Aktaş’a göre
52
tıksal özellikleri de farklıdır. Bu tip farklılıklar kendilerini özellikle sayıların, tarihlerin ve saatlerin okunmasında
gösterir. Bu gibi özellikler kültürel öğelerle birleşerek o dili konuşan insanların,
o dildeki düşünce tarzlarını belirler ve
düşündüklerini nasıl ifade edebileceklerinin sınırını çizer. Mevcut kelime hazinesi her dilde farklı anlam yelpazeleri
içerisinde değerlendirilir. Türkçe ve yaygın olarak öğretilen Almanca, İngilizce,
Fransızca gibi diller farklı dil ailelerine
aittirler ve bu sebeple yapıları ve işleyişleri farklıdır. Bu durum öğrenme ve öğretme güçlüklerine yol açmaktadır.
yabancı dil eğitimindeki asıl sorun gerek
ders kitaplarında gerekse bir ders sürecinde temel dil becerilerini de kapsayan
iletişimsel yetinin kazandırılmasına ve
geliştirilmesine yönelik uygulamalara,
değişik stratejilere ve etkinliklere toplu
olarak yeterince yer verilmemesinden
kaynaklanmaktadır” (Aktaş, 2004: 45).
Kültürel bilgilerin aktarılabilmesi için
beden dilinin yanı sıra görsel ve işitsel
ders araç ve gereçleri de gereklidir. Her
dilin yapısal özelliklerinin yanı sıra manEylül / 2010
Öğrenilmesi gereken dil becerileri dinleme, konuşma, okuma ve yazmadır.
Tam da konuşma ile ilgili ciddi sıkıntılar
vardır. Yabancı dil dersi için ideal sınıf
mevcudu 20 kişidir. Oysaki devlet okullarının sınıf mevcudu çok kalabalıktır.
Elbette bunun çeşitli sebepleri vardır.
Fakat yabancı dil derslerinde 20-25 kişilik şubeler oluşturulabilse çok iyi olur.
Yetersiz olan yabancı dil ders saatinin dışında öğrencinin pratik yapabilme im-
İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
kanı yoktur. Bu nedenle yabancı dil
derslerinin ağırlıklı olarak yabancı dilde
yapılmasında büyük fayda vardır. Yücel’in de belirttiği gibi ölçme ve değerlendirme açısından kolaylık sağladığı
için dersler ağırlıklı olarak yazma ve gramer eksenli yürütüldüğünden konuşma
becerisini desteklemiyor ve “hedef dilin
kültürüne ait bilgiler aktarılamıyor”
(Yücel, 2008: 855). Ancak burada unutulmaması gereken çok önemli bir
nokta; öğretmenin yabancı dili öğretebilmesi için yabancı dili iyi bilmesi ve
bunun eğitimini almış olması gereğidir.
Oysa ki yabancı dilin 4. sınıftan itibaren
öğretilmeye başlanmasıyla ortaya çıkan
yabancı dil öğretmeni sıkıntısı sınıf öğretmenlerinin görevlendirilmesiyle aşılmaya çalışılmaktadır. Ancak sınıf
öğretmenleri bu konuda eğitim almamışlardır. Bu nedenle son derece doğru
bir düşünce ile yola çıkılmış olmasına
rağmen istenilen sonuç bu uygulama nedeniyle mümkün olamayacaktır. Yabancı
dil eğitimi daha erken yaşlarda başlarsa
bu konuda daha başarılı olmak mümkündür. Yapılan araştırmalar çocuk yaşlarda yabancı dilin çok daha iyi ve çabuk
öğrenilebildiği yönündedir (Chomsky
1980; Wode 1988). Bu konuda çok sayıda psikolengüistik araştırmalar mevcuttur.
Penfield/Roberts (1951) ve daha sonra
Lenneberg’in (1967) yaptığı klinik araştırmalar ergenlik öncesi çocukların öğrenme için her iki beyin lobunu
kullandığı, fakat ergenlik (Lenneberg’e
göre 12 yaş) çağında “kritik dönem”
diye adlandırılan evre ile beyin lobları
arasında görev paylaşımının meydana
geldiğini ve bu yaştan sonra dil ediniminin yavaşladığını göstermiştir. Bunun
kanıtı olarak ergenlik öncesi herhangi bir
beyin lopunda meydana gelen hasarlarda
bu bölgenin görevini başka beyin bölgelerinin üstlendiği gösterilmektedir. Yine
aynı çalışmada ergenlik sonrasında böyle
bir telâfinin mümkün olmadığı söylenmektedir. Yapılan araştırmalar küçük
yaşta yabancı dil öğrenenlerin telaffuzlarının o dili anadili olarak konuşanlardan
farksız olabileceğini göstermiştir. “Kritik
dönemin” tam olarak hangi yaşa tekabül
ettiği konusu tartışılsa da (Krashen
1973; Penfiel/Roberts 1959; Kinsbourne
1975; Brown/Jaffe 1975) Lenneberg’in
temel görüşü hâlâ geçerlidir. Ergenlik
sonrası dil edinimi ne kadar mükemmel
olursa olsun az da olsa aksan kalacaktır.
bancı dile olan ilginin ve desteğin arttığı
bilinmektedir (Taşkaya, 2007: 770).
“Gardner (1973) de öğrencilerin ailelerinin o dil grubuna olan tutumunun öğrenciyi etkilediğini belirtmiştir (Akt.:
Taşkaya, 2007: 770). Bu durumda öğrenciye niçin yabancı dil öğrenmesi gerektiği öğretmen tarafından açıklanarak
öğrenciyi motive etmek gerekir.
Motivasyon eksikliği yabancı dil edinimini ve öğretimini olumsuz yönde etkileyen bir faktördür. İlkhan (2007)
motivasyon düşüklüğünün sebepleri arasında “yabancı dil bilgisinin üniversite sınavının ilk basamağında giriş puanlarına
katkısının olmamasını ve iletişim aracı
olarak kullanılmamasını” göstermektedir. Üniversite sınavına odaklanan öğrenci yabancı dili ihmal ederek, yabancı
dilde gerekli olan süreklilik bozulmakta
ve az da olsa öğrenilen yabancı dil unutulmaktadır. Sınıfta oluşan monoton
ders ortamı güncel ve özgün iletişim
materyalleriyle ve çağdaş öğretim ve eğitim araç gereçleriyle desteklenmelidir.
Üniversite sınavına odaklanan öğrenci yabancı dili ihmal ederek
yabancı dilde gerekli olan süreklilik bozulmakta ve az da olsa öğrenilen yabancı dil unutulmaktadır.
Sınıfta oluşan monoton ders ortamı güncel ve özgün iletişim
materyalleriyle ve çağdaş öğretim
ve eğitim araç gereçleriyle desteklenmelidir.
Günlük hayatta kullanmadığı veya ihtiyaç duymadığı bir dili öğrenmek için
öğrenci çaba sarf etmemektedir. Öğrencilerin büyük çoğunluğunun aileleri tarafından desteklenemediği de bir
gerçektir. Yabancı dil bilmeyen anne ve
baba çocuğuna yardım edememektedir.
Ailenin eğitim düzeyi yükseldikçe yaEylül / 2010
Fakat maalesef görsel öğeler olmadan
kaset çalardan dinleme yetersizken, çoğu
okulda bu bile mümkün değil. Taşkaya’nın (2007) yaptığı araştırmaya göre
öğretmenlerden bazıları “okullarda hiç
yabancı dil ders araç-gereci olmadığını
belirtmiştir”(Taşkaya, 2008: 770; Karaca, 2008: 546). Ancak okulda teknoloji destekli öğrenim materyali olduğu
bazı durumlarda ise öğretmenin bunları
nasıl kullanabileceği hakkında yeterli bilgisinin olmaması nedeniyle bunlardan
gerektiği gibi faydalanamaması söz konusu olabilmektedir (Karaca, 2008:
545). Bu durumda materyal kullanımı
hakkında hizmet içi eğitim seminerleri
faydalı olabilir. Aktaş (2004) görsel ve
işitsel araç gereçlerin derse olan motivasyonu artırıp dersi renklendireceğini söylemektedir. Öğretmenler araç gereçlerin
derste gerektiği gibi kullanılabilmesi için
ders saatinin artırılmasının gerekli olduğu görüşündedirler (Karaca, 2008:
546).
53
Ma kal e
Küçük yaştaki öğrencilere eğlenceli, sıcak ve kendilerini rahat hissedebilecekleri bir ortamda bağlama dayalı bilgi sunulmalıdır. Bütünsel öğrenme esas alınıp kelimeler öğretildikten sonra alfabe, yazım kuralları ve
ilerleyen süreçte de gramer kuralları öğretilebilir.
Küçük yaştaki öğrencilerin konsantrasyonunun 15-20 dakika ile sınırlı olduğunu göz önünde bulundurarak onları
motive edecek ve dersten zevk almalarını
sağlayacak oyunlar, şarkılar, grup çalışmaları, drama aktiviteleri vb. yöntemler
kullanılabilir. Öğrenci ne kadar çok
duyu organı ile derse katılırsa öğrenme
başarısı da o derece yüksek olacaktır. Öğrencinin yaşına ve dil seviyesine göre
görme ve işitmeye, dersin içeriği ile
uyumlu uygulama ve oyunlar eşlik
ederse yabancı dildeki içerikler daha iyi
öğrenilecek ve kalıcı olacaktır. Küçük
yaştaki öğrencilere eğlenceli, sıcak ve
kendilerini rahat hissedebilecekleri bir
ortamda bağlama dayalı bilgi sunulmalıdır. Bütünsel öğrenme esas alınıp kelimeler öğretildikten sonra alfabe, yazım
kuralları ve ilerleyen süreçte de gramer
kuralları öğretilebilir.
Öğrenci belli bir melodi eşliğinde çağrışım yöntemiyle öğrendiği İngilizce bir
kelimeyi seneler sonra bile hatırlayacaktır. Çünkü müzik sayesinde dil merkezlerinin ağırlıklı olarak bulunduğu sol
lopa sağ lop da eşlik eder. Öğretmenler
54
kitaplarla birlikte kaset, CD, DVD gibi
gereçlerin MEB tarafından verilmesinin
iyi olacağı görüşünde birleşmektedir
(Karaca, 2008: 546).
Bu sürecin sonunda öğrenciler üniversiteye başladıklarında yetersiz yabancı dil
bilgisi ile gelmektedirler. Ancak mezun
olduklarında onları çetin bir iş hayatı
beklemektedir. Çoğu sektör küreselleşen
dünyada rekabet edebilmek için iyi dercede en az bir, mümkünse iki yabancı dil
bilen eleman aramaktadır. Bu nedenle
hedef, öğrencilerin ikinci bir yabancı dil
öğrenerek üniversiteden mezun olmalarıdır. Bunu başarabilmek için MEB’in ve
YÖK’ün işbirliği ve uyum içinde çalışmalarını sürdürmeleri faydalı olacaktır
(İlkhan, 2007: 3; Ozil, 2008: 689).
Ozil’in (2008) de belirttiği gibi genel bir
sınav bunun sağlam temelinin atılması
yönünde gereklidir. “Öte yandan bu
genel sınav ortaöğretim ve üniversite arasında yabancı dil açısından bir bağ kurulmasına da yardımcı olacaktır.” (Ozil,
2008: 689). “Bunca emek ve yatırım ve
yabancı dil öğretiminin boşa gitmemesi
Eylül / 2010
için, bir an önce öğretim ve denetim sistemlerinin ve koşullarının oluşturulması
gerekir” (Ozil, 2008: 690). YÖK’ün Haziran 2006’da hazırladığı ve 2007’de
kitap olarak yayımladığı taslak rapora (*)
göre “AB ülkelerinde öğrencilerin en az
iki yabancı dil bilmelerinin beklendiği,
öğrencilerin en az bir yabancı dil bilerek
liseyi bitirmelerinin gerekli olduğu,
ancak Türkiye’de üniversiteye gelen öğrencilerin önemli bir bölümünün yabancı dil bilmediği ve bu eksikliğin
giderilmesinin yükseköğretime kaldığı
vurgulanıyor” (Akt.: Ozil, 2008: 689).
Yücel, çalışmasını uyguladığı bölgedeki
öğretmenlerin “tamamına yakınının (3
öğretmen hariç) öğrendikleri dilin anavatanına gitme imkânı bulamadıklarını”
vurgulamaktadır (Yücel, 2008: 857).
Tapan’ın da vurguladığı gibi Avrupa Birliği’nin yabancı dil eğitim politikası her
Avrupa yurttaşının en az iki yabancı dil
bilmesi esasına dayanır. Yabancı dil öğretimi uzun bir süreçtir. Liseyi yabancı
dil öğrenemeden bitiren bir öğrencinin,
seneler öncesine dayanan bu eksiğini
üniversite eğitimi ile birlikte gidermesi
çok zordur. Bu sürecin sonunda iyi bir
yabancı dil bilmeyen bir öğrenci istediği
işte çalışamayacak veya gelecek nesillere
yabancı dil öğretmekle yükümlü olursa;
kendisinin de iyi bilmediği bir dili öğretemeyecektir. Dolayısıyla bu kısır döngünün böyle sürüp gitmemesi için
yukarıda da belirtildiği gibi MEB’in ve
YÖK’ün birlikte yabancı dil eğitim
programları oluşturmaları elzemdir.
Öneriler:
- Yabancı dil derslerinin ilkokul 1. sınıfta
başlatılması ve ders saatlerinin mümkün
olan ölçüde artırılması yararlı olacaktır.
Küçük çocukların aklının karışmaması
için 1. sınıftaki uygulamanın dinleme
esaslı olmasında fayda vardır. Alfabe,
okuma ve yazma öncelikle anadilde edinilirse öğrenci bu temel üzerine yabancı
dili daha güvenli bir şekilde kurabilecektir.
- 4. ve 5. sınıflar için yeni başlatılmış
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
olan bu olumlu kararın uygulama aşamasının düzenli aralıklarla takip edilmesi ve gözden geçirilmesi maksimum
verimin alınmasını sağlayabilir.
- Kitaplar öğrencilerin ilgisini çekecek
resimlerle ve yeni teknoloji ile birlikte
kullanılacak şekilde düzenlenebilir.
- Ders değişik aktiviteler ve çocuğa hitap
eden kitaplarla sevdirilmelidir.
- Okulların ders için gerekli olan araç gereçlerle mümkün olduğunca donatılması
ve öğretmenlerin gerek bu araçların kullanımı ve gerekse yabancı dil öğretimindeki gelişmeler ile ilgili hizmet içi
eğitimlere düzenli olarak katılması yerinde olacaktır. Kalabalık sınıfların yabancı dil dersinde şubelere ayrılması iyi
olacaktır.
- İlköğretim ile başlayan yabancı dil eğitiminin gelişimi genel olarak denetlenebilirse; üniversite mezunlarının iyi bildikleri
bir yabancı dile ve belki de ikinci bir yabancı dile sahip olmaları gerçekleşebilir.
- İngilizce her ne kadar lingua franca olsa
bile, sadece İngilizce ile yetinmeyip imkânlar dahilinde Almanca, Fransızca ….
gibi dillerin de seçenek olarak okullarda
sunulması yerinde olacaktır.
(*) T.C. Yükseköğretim Kurulu: Türkiye’nin yükseköğretim Stratejisi (Taslak Rapor). Haziran 2006 Ankara
Kaynakça:
Aktaş, Tahsin (2004): Yabancı Dil Öğretiminde İletişimsel Yeti. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 12, 45-58
Aktaş, Tahsin (2008): Yabancı dil öğretiminde kültürlerarası yaklaşım. Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi Ulusal Kongresi, Bildiriler, Ankara: Bizim Büro Basımevi,
61-66.
Brown, J. & Jaffe,J. (1975): Hypothesis on cerebral dominance. Neoropsychologia 13, 107-110.
İlkhan, İbrahim (2007): Yabancı Dil Öğretiminin Sorun-Çözüm Bağlamında Değerlendirilmesi Üzerine.
www.yadem.comu.edu.tr/1stELTKonf/TR_Ibrahim_Ilkhan_Sorun_Cozum.htm. (10.2.2010)
Karaca, A. Feride (2008): İngilizce öğretmenleri derslerinde ne tür teknoloji destekli öğretim materyalleri kullanmaktadırlar? Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi Ulusal Kongresi, Bildiriler, Ankara: Bizim Büro Basımevi, 544-547
Kinsbourne, M. (1975): e ontogeny of cerebral dominance. Aaronson & Rieber, 244-250.
Krashen, S. D. (1973 ): Lateralisation, language learning, and the critical period: Some new evidence. LL 23, 63-74.
Lenneberg, Eric H. (1967): Biological Foundations of Language, New York/London/Sydney: Wiley.
Ozil, Ş. (2008): Türkiye’nin yükseköğretim stratejisi ve üniversitelerde yabancı dil öğretimi. Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi Ulusal Kongresi, Bildiriler, Ankara:
Bizim Büro Basımevi, 686-690.
Özbent, Sueda (2008): Entegrasyon Sürecinde Dilin Önemi: Türkiye’deki Entegrasyon Kursları.Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü Yayını, İstanbul,
cilt 16, sayı/No: 1-2, 25-36
Özbent, Sueda (2007): Sınıfta Beden Dili. Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt: 27, Sayı: 2, 259-289
Penfiel, W. & Roberts, L. (1959): Speech and brain mechanismus. Princeton, NY: Princeton University Press.
Polat, Tülin (2001): Avrupalılık bağlamında kültür boyutuyla yabancı dil. Alman Dili ve Edebiyatı Dergisi. Studien zur deutschen Sprache und Literatur XIII,
İstanbul, 29-40.
Türkçe Sözlük, TDK, Ankara, 1983
Tapan, Nilüfer (2001): Eğitimde yeniden yapılanma çerçevesinde Almanca öğretmenlerinin yetiştirim sürecine eleştirel bir bakış. Studien zur deutschen Sprache
und Literatur XIII, İstanbul, 41-56.
Taşkaya, Serdarhan M. (2007): İlköğretim I. Kademede Yabancı Dil Dersine Giren Sınıf Öğretmenlerinin Karşılaştıkları Sorunlar ve Çözüm Önerileri, Türkiye’de
Yabancı Dil Eğitimi Ulusal Kongresi, Bildiriler, Ankara: Bizim Büro Basımevi, 767-772
Wode, H. (1988): Einführung in die Psycholinguistik. eorien, Methoden, Ergebnisse. Hueber, Ismaning.
Yücel, Erdinç (2008): Devlet okullarında yürütülen yabancı dil eğitimine eleştirel bir bakış. Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi Ulusal Kongresi, Bildiriler, Ankara:
Bizim Büro Basımevi, 854-858.
Eylül / 2010
55
Ma kal e
GÜVENLİ İNTERNET KULLANIMI
Yrd. Doç. Dr. Ahmet AĞIR
İstanbul Üniversitesi
İnternet kullanımı çocukların ders çalışmasına, sosyal ilişkilerine, ebevynleri ile olan iletişimine engel olacak ölçüde artmadan ve internet etkinlikleri bir kaçınma aracı halini almadan, internet kullanımını makul
ölçülerde sınırlandırılmalıdır. Var olan alışkanlığı yasakla sonlandırmaya çalışmak, internet kullanımını
hem daha çekici hale getirir, hem de ergenlikte çocuğun özel yaşamına müdahale olarak algılanır.
Günümüzün en önemli ve etkili aracı
olan Internet, kısaca “dünya üzerindeki
bilgisayar ağı” olarak tanımlanmaktadır.
İngilizce'de "uluslararası ağ" anlamına
gelen “international network” sözcüklerinin birleştirilmesinden oluşmuştur. Bu
iletişim ağında bilgisayarlar birbirlerine
fiziksel olarak (kablolar, uydu bağlantıları, vb.) bağlıdır. Bu bağlantılar sayesinde herhangi bir yerden bilgisayar, cep
telefonu veya özel bir araç ile Internet’e
ulaşılabilinir.
Bugün iki milyara yakın insan bilgilenme, haberleşme, eğitim, alış-veriş ve
eğlence amacıyla Internet’i kullanmaktadır. Artık Internet, tüm insanların
günlük yaşamlarının vazgeçilmez öğelerinden biri haline gelmiştir.
Internet’te sunulan hizmetler sürekli gelişmiş ve özellikle son beş yıl içindeki gelişmeler ile sadece sayfaları değil insanları
da birbirine bağlamaya başlamıştır. Bu
şekilde kullanıcılar sadece izleyen, tüketen değil, aynı zamanda bilgi üreten,
yayınlayan, paylaşan bireyler haline gel56
mektedir. Günümüzde çocuklar ve gençler nerede olurlarsa olsunlar, buldukları
her olanak ve zamanda (okulda, evde,
Internet kafede, oyun konsollarından,
dizüstü bilgisayarlardan ve/veya cep telefonlarından) Internet’e erişmektedirler.
Bu kadar yaygın şekilde kullanılan Internet, doğal olarak kötü niyetli insanlar
için de önemli bir ortam haline gelmiştir. Bu yüzden Internet’in güvenli bir şekilde kullanması gerekliliği ortaya
çıkmıştır. Özellikle Internet’e daha kolay
ve sürekli erişim için mobil teknolojilerinin kullanımının yaygınlaştırılmaya çalışılması, güvenliğin önemini bir kat
daha arttırmaktadır.
Eylül / 2010
Bu yeni aracı kullanan yetişkinler sahip
oldukları bilgi, tecrübe ve sezgileri ile
zaman zaman sorunlar yaşasalar da
yollarını bulabilmektedirler. Fakat çocuklar bu yeni ortamında ortaya çıkan
tuzaklara çok açıktırlar ve mutlaka bilgilendirilmeleri ve bilinçlendirilmeleri gerekmektedir. Ancak burada temel sorun,
ebeveynlerin de bu yeni aracın olası tehlikeleri ve nasıl korunulacağı ve nasıl bilinçli bir kullanıcı olunacağı konusunda
bilgisiz olmaları veya gerekli bilgilere
ulaşamamalarıdır.
Çocuklar ve Internet Kullanımı
Çocuklar ve gençler Internet’i mesajlaşmak, gezinmek, oyun oynamak, bilgi
edinmek, anında sohbet etmek, resim,
müzik veya metin belgeleri bulmak, indirmek veya değiş tokuş etmek için kullanmaktadır. Bunlar arasında Internet’te
gezinme, okul arkadaşları ile anında veya
elektronik posta ile mesajlaşma gibi kullanımlar ilk sırada yer almaktadır. Arkadaşlıklarını sürdürmek, arkadaşlar veya
arkadaşlık hakkında konuşmak, sosyal
yaşantıları paylaşmak, gündelik olaylar
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
hakkında sohbet etmek sosyal ilişkilerini
sürdürmelerini sağlamaktadır. Mesajlaşma, ergenlik çağındaki çocuklar tarafından can sıkıntısından kurtulmanın
bir yolu olarak da görülmektedir.
Kızlarla erkeklerin Internet kullanımları
arasında da bazı farklar vardır. Genellikle
kızlar mesajlaşmayı tercih etmekteyken,
erkekler çoğunlukla Internet’te gezinmekten hoşlanırlar. Bazı çocuklar, yalnızlık duygusundan kurtulmak için
Internet’te tanımadıkları kişilerle de tanışıp iletişime geçerler. Dolayısıyla, söz
edilen Internet kullanımları, çocuğun
sosyalleşme süreci içinde, kendini tanıması, kendi doğru ve yanlışlarını, kurallarını, değerlerini ve normlarını sınaması
için başka sosyal etkileşimlere ek olarak
kullandığı birer araçtır.
Çocukların İnternet Kullanırken
Karşılaşabilecekleri Olumsuzluklar
Bilgisayar oyunları da doğal olarak çocuklara çok çekici ve eğlenceli gelmektedir. Gelişen teknolojiler ve ortamlar
sayesinde görselliği artan oyunlar, hem
yetişkinlerin hem de çocukların ilgisini
çekmektedir. Birçok gencin ve çocuğun
boş zamanlarını değerlendirmek için seçtiği video oyunlarının yaklaşık %80’ini
şiddet içermektedir. Şiddet içerikli
bilgisayar oyunları çocuklarda şiddet
eğilimlerinin ortaya çıkmasına neden
olabilmektedir. Bu durum, ebeveynleri,
video oyunlarının çocukların davranışlarını olumsuz etkileyebileceği ihtimali
üzerinde düşünmeye sevk etmektedir.
Oyunlar, çocuklar tarafından her geçen
gün daha çok oynanmakta ve tüketilmektedir. Oynanan bir oyun nerede ise
bir daha oynanmamakta ve yeni oyunlar
aranmaya başlanmaktadır. Bu şekilde
çocuklar da tüketim toplumunun bir
parçası haline gelmektedir.
Çocuk İstismarcıları
Çocuk pornografisi, kız ve erkek çocuklarının cinsel istismarını içeren filmler ve
resimlerden oluşan, uluslararası olarak
da yasaklanmış olan zararlı pornografi
Bugün artık tüm dünyada milyonlarca üyeye sahip olan Facebook, FriendFeed,
Twitter, Myspace gibi sosyal ağlara Türkiye’den de yüz binlerce kişi üye olmaktadır. Bunun yanında, forumlar da bir tür sosyal ağ olarak tanımlanabilmektedir. Forumlar, içerisinde yüzlerce kişinin belirlenen herhangi bir başlık altında
e-postalarla tartışma yapabildiği, kişilerin görüşlerini ve bilgilerini kolaylıkla
paylaşabildiği sanal ortamlardır.
türüdür. Bu tür filmlerin çekilmesi,
üretilmesi, indirilmesi, dağıtılması, paylaşılması ağır bir suçtur. Çocuk pornografisi yayınları birçok ülkede yasadışı
olmasına rağmen bu sektör büyük bir
hızla genişlemektedir. Yılda 2 milyon
çocuğun bu amaçla kullanıldığı ve pazarın 20 milyar dolara ulaştığı tahmin edilmektedir.
Bu durumda sadece polisiye önlemler
yetersiz kalmaktadır. Her ne kadar ülkemizde çocuk pornosu ile ilgili durum
tam olarak araştırılamamış olsa da internette Google arama motorunda bu
isimle yapılan aramalarda Türkiye'den
dört şehrin dünya sıralamasında ilk 10’a
girmiş olması ülkemizde korku yaratmaktadır.
Bu sektör için çalışanlar çocuklara tuzak
kurup kendilerini çocuk gibi tanıtıp
önce güvenlerini kazanmaktadır. Zaman
Eylül / 2010
içinde çocukları cinsel ve uygunsuz
hareketler yapmaya teşvik etmekte kimi
zaman da tehdit ederek amaçlarına ulaşmaktadırlar.
Çocuklar en çok akşam ve gece saatlerinde tehdit altındadırlar. Kötü niyetli
kişiler gündüz çoğunlukla işte olduklarından, eve döndüklerinde akşamlarını,
istismar edebilecekleri bir çocuk aramakla geçirirler. Pornografik resimler,
tacizciler tarafından baştan çıkarmanın
bir aracı olarak kullanılır. Bu resimler
çocuk pornosu içerikli de olabilir.
Bunun amacı, yetişkinler ile çocukların
cinsel ilişkide bulunmalarının normal
olduğunu gösterme isteğidir. Aileler,
çocuklarının bu resimleri sadece bilgisayarda değil, CD veya hafıza kartlarında
da saklayabileceklerini unutmamalıdırlar. Çocuk tacizcileri amaçlarına erişmek
için ilk başta interneti kullansalar da bir
süre sonra telefonla da arayabilirler.
57
Ma kal e
Bunun amacı, çocuğu telefonda da istismar etmek veya dışarıda bir görüşme
ayarlayabilmektir. Çocuklar telefon
numarası vermeye isteksiz de olsa cinsel
tacizciler kolaylıkla kendi numaralarını
verirler. Çocuk bu numarayı aradığında,
telefonların arayan numarayı gösterme
özelliği sayesinde çocuğun telefon numarasını kolaylıkla öğrenebilirler.
İnternet Bağımlılığı
Psikolojik sorunların görünen yüzü olarak da değerlendirilebilecek internet ve
sohbet bağımlılığı, aslında bağımlı kişilik
hakkında ipuçları sunabilmektedir. O
nedenle sohbet başından ayrılmayan çocuğun kişilik özelliklerinin incelenmesi
önemlidir. İnternette çok fazla vakit geçiren bireylerin çok daha hassas, yalnız,
çabuk sıkılan, içedönük, kendine güveni
az olan, bağımlılık geçmişi ya da yatkınlığı olan bireyler olduğu üzerinde durulmaktadır.
Sosyal Ağlar
Sanal ortamda sosyal iletişim kurmaya
yarayan ağlara “sosyal ağlar” (Social Networks) denilmektedir. Genellikle ortak
özelliklerden (bölge, meslek, okul, hobi,
vb.) hareketle yola çıkan, çok sayıda
üyesi bulunan ve üyelerin birbirleri ile ilgili daha fazla bilgi edinebildikleri ortamlar olan sosyal ağlar günümüzde çok
popüler olmuştur. Bugün artık tüm
dünyada milyonlarca üyeye sahip olan
Facebook,
FriendFeed,
Twitter,
58
Myspace gibi sosyal ağlara Türkiye’den
de yüz binlerce kişi üye olmaktadır.
Bunun yanında, forumlar da bir tür sosyal ağ olarak tanımlanabilmektedir. Forumlar, içerisinde yüzlerce kişinin
belirlenen herhangi bir başlık altında epostalarla tartışma yapabildiği, kişilerin
görüşlerini ve bilgilerini kolaylıkla paylaşabildiği sanal ortamlardır. Dolayısıyla,
forumların da yukarıda bahsedilen sosyal ağlar ile bu yönüyle ortak özelliklere
sahip olduğu söylenebilir. Bu tür ağlarda çocukları ve gençleri bekleyen en
büyük tehlike, kimliklerini açığa çıkaracak kişisel bilgileri vermeleri ve fotoğraflarını ekleyerek tamamen tanınır,
ulaşılabilir bir hale gelmeleridir.
Sohbet Odaları
İnternette “sohbet”
(chat) ve “anında
karşılıklı
mesajlaşma”
(Instant
Messaging-IM ) internet
üzerinden
olarak karşılıklı iki
veya daha fazla kişi
arasında yazışarak
kurulan iletişimdir.
Windows Live Messenger, Yahoo, Messenger, Skype vb.
kullanıcıları bu hizmetlerinden ücretsiz
yararlandırmaktadır.
Günümüz teknolojileri, çevrimiçi olarak
sohbet etmeyi, birbirini görerek (bilgisayar kameraları aracılığı ile) ve üstelik bedava olması nedeni ile daha da çekici
hale getirmektedir. Bu hizmetlerden yararlanan kullanıcılar arkadaş listelerine
ekledikleri kullanıcıların çevrimiçi (online) olup olmadıklarını, çevrimiçi iseler
meşgul olup olmadıklarını görebilmekte,
sohbet etmek veya karşılıklı mesajlaşmak
istemedikleri kişileri engelleyebilmektedirler. Çocuklar ve gençler anında karşılıklı mesajlaşma sırasında birbirlerinin
arkadaşları ile de mesajlaşırlar. Bu yüzden arkadaşlarının arkadaşının da güvenecekleri kişiler olduğunu düşünürler.
Eylül / 2010
Oysa anında karşılıklı mesajlaşma çok
özel bir iletişim şeklidir ve özen gösterilmelidir.
Sohbet odalarında, istenmeyen davranışlarda bulunanlar, bazı sitelerde gönüllü kişiler tarafından gözlemlenir ve
uygunsuz yazı ve davranışlarda bulunanların o ortama tekrar girişleri engellenir. Böyle bir denetimin olmadığı
ortamlarda ise yine çocuklar açısından
tehlikeler doğabilmektedir.
Güvenli bir İnternet İçin Ebeveynlere
Öneriler
• Öncelikle, çocukla karşılıklı güvene dayalı ve iletişime açık bir ilişki kurulmalıdır. Böylece, çocuklar internet
ortamlarında rahatsız edici kişi veya durumlarla karşılaştığında ebeveynden yardım alabileceği güvenine sahip olur.
• Çocukların internette şiddete, pornografiye veya benzer olumsuz uyaranlara
maruz kalmaması için öncelikle, internet erişimi için gerekli filtreleme programlarının
bilgisayarda
olması
sağlanmalıdır.
• Aileler bilgisayar ve video oyunlarının
çocuklar üzerinde zararlı etkileri olabileceğini göz önüne alarak onları ekran başında çok uzun süre kalmalarına izin
vermemelidirler. Oynadıkları oyunların
içeriğine de mutlaka sınırlandırmalar getirmeli ve denetlemelidirler.
• Ebeveynlerden en az biri, çocuklar
kadar interneti tanımalı ve kullanabiliyor olmalıdır. Böylece, çocuğun Internet’te neler yaptığı hakkında bilgi sahibi
olunabilir ve onun neyle uğraştığı takip
edilebilir.
• Çocukla birlikte internette zaman geçirmeli ve ona interneti kullanma biçimleri konusunda model olunmalıdır.
Birlikte bilgi aramak, kişisel internet sayfası hazırlamak veya resim ve müzik dosyaları bulup indirmek, çocukla kaliteli
zaman geçirilmesini sağlar.
• Evdeki kişisel bilgisayar herkesin gözü
önünde ortak bir yaşam alanında bulundurulmalıdır. Böylece, bazı istenmedik
durumların daha ortaya çıkmadan
önüne geçilebilinir.
İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
• İnternetin olumsuzlukları ve internette
çocukların karşılaşabileceği istenmedik
durumlarda neler yapabileceği hakkında
çocuklar bilgilendirilmelidir. Örneğin,
çocuğun rahatsız eden iletişimleri sonlandırabileceğini hatta gerekirse internetten çıkabileceğinin söylenmesi bile
çocuğun kendine güvenmesini ve kontrolün kendisinde olduğu inancının gelişmesini sağlar.
• İnternet kullanımı çocukların ders çalışmasına, sosyal ilişkilerine, ebevynleri
ile olan iletişimine engel olacak ölçüde
artmadan ve internet etkinlikleri bir
kaçınma aracı halini almadan, internet
kullanımını makul ölçülerde sınırlandırılmalıdır. Var olan alışkanlığı yasakla
sonlandırmaya çalışmak, İnternet kullanımını hem daha çekici hale getirir, hem
de ergenlikte çocuğun özel yaşamına
müdahale olarak algılanacağı için işe yaramayabilir. Her zaman belli zaman dilimlerinde ve belli bir süre için internet
kullanımı alışkanlığı getirilmelidir.
• İnternet kullanımı çocuğun
gündelik yaşamını sekteye
uğratacak bir düzeye
geldiyse, okuldaki rehber öğretmene veya bir uzmana başvurarak durumla
başa çıkabilmek için profesyonel yardım alınmalıdır.
Sonuç
Fiyatları ucuzlayan özellikleri artan internet erişimi için geliştirilen ADSL teknolojisi ile evlerde, okullarda internet
rahatlıkla kullanılabilir olmuştur. Tüm
bu gelişmeler sonucunda doğal olarak
çocukların internet kullanımı artmıştır.
Bu artış ile olumlu gelişmeler yaşandığı
gibi yavaş yavaş bazı olumsuzluklar da
ortaya çıkmaya başlamıştır.
Ortaya çıkan sorunlara bakıldığında “internet” sorunların nedeni gibi görünmektedir. Oysa sadece bir araç olan
internet, kullanıcısına istediği şekilde
hizmet etmektedir. Dolayısı ile sorununun gerçek kaynağı internet değil
“kullanıcı” dır. Kullanıcının yanlışları,
yetersizliği, bilinçsizliği onun olumsuzluklar yaşamasına, zarar görmesine
neden olmaktadır.
Benzer sorunlar aslında
uzunca bir süre önce
ortaya çıkan ve
halen devam
eden televizyon
kullanımında da görülmüştür. Çocuklar gereğinden uzun
süre ve yaşlarına uygun olmayan programları izleyerek olumsuzluklar yaşamışlardır ve halen de yaşamaktadırlar. Bu
sorunun yanına ek olarak artık internet
de gelmiştir.
Ortaya çıkan internet kaynaklı sorunlar
bazı farklılıklar gösterse de hem TV kullanımında hem de internet kullanımında
çözüm, “bilinçlenme”dir. Bu bilinçlenme hem ebevynlerde hem de çocuklarda olmalıdır. Yeni iletişim teknolojileri çok hızlı geliştiği, değiştiği ve
yaygınlaştığı için kullanıcı kitlesi ortaya
çıkan olumsuzlukların farkına geç varmaktadır. Yeni teknolojiler her ne kadar
basitçe ve kolaylıkla kullanılması için tasarlanmış olsalar da ebevynlerin, bu yeni
araçların kullanımı, özellikleri ve olası
zararları hakkında bilgi edinmeleri gerekmektedir.
Son olarak, televizyonda olduğu gibi,
internet araçlarında da reklamlardan
gelir elde etme işlemi yaygınlaşmıştır.
Ücretsiz olarak kullanılan birçok internet uygulaması, gelirlerini reklamlardan sağlamaktadır. İnternet reklamları
genelde kullanıcılardan elde edilen bilgilere göre, kullanıcıya özel reklamlar
olarak hazırlanıp yay ı n l a n m a k t a d ı r.
Günümüzde artık reklamların internette ve
cep telefonlarında yayınlanması için projeler ve teknolojiler geliştirilmektedir.
Çok yakında cep telefonlarında reklamlar ile karşılaşılacak ve çocuklar bu reklamların
muhtemel olumsuzluklarına maruz kalacaktır. Bu tür olumsuzluklar için en
önemli önlem “bilinçlenme”, “bilinçli
kullanıcı” olmaktır.
Kaynakça:
Ağır, A. Bilgisayar Oyunları ve İlköğretim Öğrencilerinin Bilgisayar Oyunu Oynama Alışkanlıkları, Oyun Tercihleri. "Yeni İletişim Ortamları ve Etkileşim Uluslararası Konferansı", İstanbul. , (2006)
Canbek , Gürol – Sağıroğlu, Şeref. Çocukların ve Gençlerin Bilgisayar ve Internet Güvenliği, Politeknik Dergisi, Cilt:10 Sayı: 1, 2007, s. 33-39,
Sharples, Mike ve diğerleri, E-safety and Web 2.0 for children aged 11–16, Journal of Computer Assisted Learning, 25, 2009, s.70–84
Tönel, Adnan. Uzaktan Kumandalı Çocuklar, Hayykitap, İstanbul, 2007.
Turam, Emir. Televizyon ile Yetişen Nesil Ekranaltı Çocukları, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1996.
Vessey, Judith A.; Lee, Joanne E. Violent Video Games Affecting our Children. Pediatric Nursing, Vol.26, No:6, November December 2000, s.607.
Ek kaynaklar: http://www.guvenliweb.org.tr / http://www.guvenlicocuk.org.tr / http://www.ihbarweb.org.tr
Eylül / 2010
59
Ma kal e
TOPLUMSAL ÇEVRE
BİLİNCİNİN KAZANILMASI
Yrd. Doç. Dr. Ülkü Alver ŞAHİN
İstanbul Üniversitesi
Çevre ile ilgili konularda aktif katılım sağlayacak, olumsuzluklara karşı tepki oluşturacak, bireysel çıkarların toplumsal çıkarlardan ayrı düşünülemeyeceği gerçeğini kavratacak bir eğitim yöntemi ve halkın
katılımını amaçlayan eğitim sistemi, kitlelerin düşünme ve karar verme gücünü de geliştirecektir. Çevre
eğitimi, yalnız bilgi vermekle kalmamalı, insan davranışına da etki etmelidir.
Giriş
Anayasamızın 56. maddesinde "Herkes
sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama
hakkına sahiptir, çevreyi geliştirmek,
çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir." ifadesi yer almaktadır.
Hem anayasamızda hem de 2872 Sayılı
Çevre Kanunumuzda, devlete görevler
verilmesinin yanında çağdaş bir yaklaşımla bireylere de çevrenin korunması
için sorumluluk vermektedir. Bireysel
olarak çevrenin korunmasında temel
olan ise kişilerin çevre duyarlılığı ve bilincine sahip olmasıdır. Bu bilincin kazanılmasının ise en önemli ve kalıcı yolu
beşikten – mezara eğitimdir.
Çevre eğitiminde bireylere çevrenin
önemi konusunda farkındalık yaratmak
en temel hedef olmalıdır. Bireyler çevre
konusunda bilgilendirilmeli, bilinçlendirilmeli ve bu bilgileri günlük yaşamlarında kalıcı davranış değişikliklerine
dönüştürebilmeli ve sorunların çözümünde katkı sağlamalıdırlar. Böylelikle,
tüketim bilinci olan, ihtiyacı kadar tüketen, gelecek nesillere karşı sorumlu ve
60
oluşturduğu ortamlardır. Hava, su ve
toprak çevrenin fiziki bileşenleridir. Bitkiler, hayvanlar ve mikroorganizmalar ise
biyolojik çevre unsurlarıdır. (Çınar,
2008) Çevredeki doğal denge ancak bu
fiziki ve biyolojik bileşenler arasındaki
uyuma bağlıdır.
Çevre kirliliği; insanlara ve onların tüm
aktivitelerine olumsuz yönde etki yapan
çevre değişikliği veya kaynakların yanlış
yerde, hatalı kullanımı, başka bir anlatımla modern insanın ekosistemi, ekolojik yönden kabul edilemeyecek şekilde
zorlaması olarak tanımlanabilir. (Keleş,
1997)
duyarlı çağdaş çevre bilincine sahip yeni
insan modelleri geliştirilmiş olacaktır.
Çevre Kirliliğinin Tanımı
Çevre kavramı canlı yaşamının sürdüğü
“biyosfer”’deki tüm bileşenleri içerir. Yaşadığımız çevre doğal çevre ve yapay
çevre olarak sınıflandırılabilir. Doğal
çevre canlı yaşamının sürdüğü fiziki ve
biyolojik ortamdır. Yapay çevre ise, insanların doğal kaynakları kullanarak
Eylül / 2010
İnsanoğlunun varlığından itibaren çevre
kirlenmesi mevcuttu. Ancak doğal denge
bu kirlenmeyi tolere edebilmekteydi.
Dünya nüfusundaki hızlı artış ve beraberinde insanoğlunun rahat ve konforlu
yaşam arzusu sonucu oluşan 19. yüzyılda
sanayi devrimi ile birlikte çevre kirliliği
maksimum boyuta ulaşmıştır. Doğal
çevredeki su, toprak ve hava kirlenmekte
ve asit yağmurları, ozon tabakasında incelme ve iklim değişimi gibi global kirli-
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
lik problemleri meydana gelmektedir.
Bunun yanında çarpık, betonlaşmış ve
sağlıksız kentler oluşmaktadır.
Fosil yakıt kullanımı, sanayileşme, hızlı
nüfus artışı, enerji üretimi, ormansızlaşma gibi etkiler sonucunda atmosfere
salınan gazlar sera etkisinde artış yaratmaktadır. Bu durum, dünya yüzeyinde
sıcaklığın artmasına ve küresel ısınmaya
yol açmaktadır. Ağaçlandırma, ormancılık faaliyetleri ve orman yangınları ile
mücadele etmek iklim değişikliğini önlemede en önemli unsurdur. Toplumsal
kalkınma süreci hızla devam ederken,
teknolojik gelişmelerin ve ulusal politikaların çevreye duyarlı sistemler ile
bütünleştirilmesi doğal dengenin korunmasında en etkin yöntem olacaktır.
Çevre kirlenmesinin oluşumundan insanlar sorumlu olduğu gibi önlenmesi de
insanların elindedir. Bunun için toplumların çevre bilincine sahip bireylerden oluşması sağlanmalıdır.
Çevre Bilinci
Günümüzde insanoğlu doğayı sınırsızca
kullanmaktadır. Doğanın verdiklerinden
yararlanmak yetersiz kalmış ve bilim ve
teknoloji gelişmesi ile doğaya üstünlük
kurma eğilimi başlamıştır. İnsanlığın
varlığı doğal kaynakların varlığı ile sürdürülebilecektir ve bu kaynakları kirleten insanlık korumak ve temizlemekle
de yükümlü olmalıdır. Ancak doğal kaynakların ve çevrenin korunmasının, bireyler üzerinde kanuni yaptırımlar
uygulayarak yapılması kalıcı ve sürdürülebilir değildir. Çevre kirliliğinin önlenmesi için en temel çıkış noktası çevre
bilincini kazanmış bireylerin toplumları
oluşturmasıdır.
Çevre bilinci; temelde çevre duygusuna
sahip olunmasıdır. Çevre konularında
bilgisi olan, yorum yapabilen, ilişki kurabilen ve duyarlı olan bireyler çevre
duygusuna sahiptir. Çevre ile ilgili edinilen bilgilerin yaşamsal davranış biçimine dönüştürülmesi gerekir. Aşırı
tüketimin kontrol altına alınması, kay-
nakların daha iyi kullanma imkânlarının
geliştirilmesi, atıkların geri dönüşümünün ve tekrar kullanımının sağlanması
ve yeni, temiz enerji kaynaklarının kullanımının tercih edilmesi gibi çevre konuları bu davranış biçimine sahip
bireylerin oluşturduğu toplumlarda
mümkün olacaktır.
Çöpleri toplatarak çocuklara da yetişkinlere de çevre bilinci kazandırılamaz ve
onlara çevre eğitimi verilemez. Bu yaklaşım, ancak ve ancak popüler ve anlamsız bir yaklaşımdır. Önemli olan, çöpün
ne olduğunu kavratmak ve çevreye atıl-
ması ile oluşacak sorunların ve bu sorunların bireylerin yaşamını nasıl
olumsuz etkileyeceğini öğretmektir. Bu
yaklaşımla ancak bilinçli toplumlar oluşturulabilir, bu da ancak etkin bir toplumsal eğitim ile başarılabilir.
Çevre Eğitimi
Çevre eğitimi, tüm dünyanın gündeminde olan çevre sorunlarının ortaya çıkardığı bireysel ve toplumsal bir ihtiyaç
haline gelmiştir. Çevre eğitimi; örgün
eğitim, yaygın eğitim ve hizmet içi eğitim olmak üzere üç ana başlık altında
toplanabilir. (TÇA, 2004)
Eylül / 2010
Eğitimlerde bireylerin yaşadıkları çevreyi
fark etmeleri, anlamlandırmaları ve koruma tedbirlerini planlamaları sağlanmalıdır. Örgün, yaygın ve hizmetiçi
eğitimler birbirine paralel yürümesi gereken ve birindeki kitlenin diğerini etkileyeceği iç içe geçen bir mekanizmadır.
(Şekil 1) Bireysel karakterin oluşumu 5
yaşına kadar olmaktadır. Çocuklar, kendisine model seçtiği kişileri (aile fertlerini) taklit ederek oluşturduğu
davranışlarını öğrendiği bilgiler ile birleştirirler. Model olan kişilerin davranışları ile öğrettikleri arasında uyum
olmalıdır, çocuk çelişkiye düşmemelidir.
“Yeşili Koru” ifadesi çocukta etki yaratmaz, aile bireylerinin bunu uygulamalı
olarak anlatması kalıcı ve işlevsel bir etki
yaratacaktır. Bireylerin çocuklukta oluşan bu karakter ve davranış yapısı ilköğretim ve ortaöğretim sürecinde yeni
öğrenimlerle gelişir. Dolayısı ile bireysel
eğitimde en temel nokta ailedir. Bilinçli
ve duyarlı bir ailede yetişen çocukların
alacağı çevre eğitimi daha etkin sonuçlar
verecektir ve kalıcı ve bilinçli davranış
değişiklikleri yaratacaktır.
Yaygın eğitimde iletişim araçları ile (televizyon, gazete, intenet vb.) çevre konuları sürekli işlenmelidir.
61
Ma kal e
İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak için
kullandıkları, çevrelerinde bulunan
doğal kay-nakları gelişigüzel değil, rasyonel kullanmaları için gerekli ve sürdürülebilir bir bilincin kazanılması
öğretilmelidir.
Ailede çevre bilincinin temelini atan çocuklar eğitimleri süresince (anaokul, ilköğretim, ortaöğretim ve yüksek öğretim)
sürekli çevre konusunda doğru ve aktif
bilgi almalıdırlar. Çevre eğitimi disiplinler arası bir eğitim yöntemi ile yapılmalı
ve çocuklarımızın bilgiyi sentezleyebilmesi sağlanmalıdır. Eğiticilerin hangi disiplinde eğitim verirlerse versinler
mutlaka öğrenciler üzerinde çevre duyarlılığı yaratacak bir program çerçevesinde hareket etmeleri sağlanmalıdır.
Çevre tek bir derste mevcut durum anlatılarak geçilmemelidir. Çevre eğitimi,
eğitim sistemi içinde aktif olarak irdelenen ve kirliliğin tanımı uygulamalı ve
görsel olarak mevcut müfredat içerisindeki ilgili ünitelere monte edilerek yapılmalıdır. Çevre eğitimi güncel
konulara vurgu yapan dinamik bir sistemle yapılmalıdır. Bunun için tüm eğiticilerin çevre konusunda eğitimler
alarak bilinçli toplumlar yetiştirmeyi hedeflemesi gerekir.
Kamu kuruluşlarında çalışan özellikle
yöneticiler olmak üzere tüm çalışanlara
Çevre eğitimi güncel konulara
vurgu yapan dinamik bir sistemle
yapılmalıdır. Bunun için tüm eğiticilerin çevre konusunda eğitimler
alarak bilinçli toplumlar yetiştirmeyi hedeflemesi gerekir.
çevre eğitimi verilmelidir. Kamuda yapılacak tüm projeler ve planlamalar gelecek nesilleri doğrudan etkileyen
işlevlerdir ve bu nedenle kamuda çevreyi
düşünen duyarlı ve bilinçli bireylerin
görev alması sağlanmalıdır. Özel sektör
yöneticileri ve çalışanları da çevreye duyarlı kişiler olmalı ve faaliyetlerinde çevre
korunması öncelikli hedef haline gelmelidir. Türkiye’de özel sektör çevre korun-
masını mevcut sistemde kanunu zorunluluklar nedeni ile yerine getirmektedir
ve günü kurtaran çözümler üretmektedir. Ancak çevrenin korunması günlük
planlama ile değil uzun vadeli sürdürülebilir politikalar geliştirerek kalıcı olacaktır. Bu bilincin tüm çalışanlara
kazandırılması eğitimler ile sağlanmalıdır.
Çevre ile ilgili konularda aktif katılım
sağlayacak, olumsuzluklara karşı tepki
oluşturacak, bireysel çıkarların toplumsal çıkarlardan ayrı düşünülemeyeceği
gerçeğini kavratacak bir eğitim yöntemi
ve halkın katılımını amaçlayan eğitim
sistemi, kitlelerin düşünme ve karar
verme gücünü de geliştirecektir. Çevre
eğitimi, yalnız bilgi vermek ve sorumluluk hissi oluşturmakla kalmamalı, insan
davranışına da etki yapmalıdır. Unutulmamalıdır ki; geleceğimiz yapacağımız
tercihlerle şekillenecektir!
Kaynaklar:
1) Keleş, R. 1997, İnsan Çevre Toplum, İmge Kitabevi yayınları ISBN 975-533-025-9.
2) Çınar, Ö. 2008, Çevre Kirliliği ve Kontrolü, Nobel Yayın Dağıtım ISBN 978-605-395-128-5.
3) TÇA (Türkiye Çevre Atlası); XVIII. Çevre Eğitimi, 2004, Çevre ve Orman Bakanlığı, ÇED ve Planlama Genel Müdürlüğü Çevre Envanteri Daire Başkanlığı.
62
Eylül / 2010
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
ÜÇ ÖYKÜ, ALTI DERS, BİR ÖZÜR
Hediye Ayanoğlu KESKİN
Bağcılar Lisesi
Belki bu şehre haksızlık ettiğimi önce kendime itiraf etmem gerekiyordu. Belki de yıllarca unutamadığım
bu üç hikâyede hep kötü adam diye İstanbul’u suçladığıma pişmanım. Yaslı, nazlı, boyalı, şımarık,
sevinçli, süslü gelin… Nice kavmin almak istediği taze… ‘’Taşım, toprağım altın.” diyerek bizi birbirimize
düşüren fettan… Oydu belki… Aklımızı çelen, iştahımızı kabartan…
1. Ders:
“Rüyalarımızı gerçekleştirmenin en iyi
yolu uyanmaktır!” (1)
Bundan yaklaşık yirmi yıl evvel elleri
öpülesi öğretmenim bu sözü düşünerek
mi duruyordu tezgâhın başında bilmiyorum. Ancak 1989 yılının sömestr tatilinde anımsayabildiğim en berrak resim
küçük bir maydanoz tezgâhının önünde
şubat soğuğuna teslim olmuş öğretmenimin bir yandan da yeşillikleri satmak
için bağırmasıydı. Kendimi sarsılmış hissettim. Sadece kürsüde veya tahtada görmeye alıştığım, çoğu zaman insan mı,
melek mi olduğunu anlayamadığım öğretmenimi meyvelerin, sebzelerin arasında görmek tek bir his uyandırdı
içimde: “Utanç!”. Babamın ellerini daha
çok sıkmış, koca gövdesinin arkasına
saklanıp öğretmenimden maydanoz almasın diye dua etmiştim…
Akşam babam öğretmenimi bana fark
ettirmemek(!) için başımı çevirdiğini,
beni arkasına sakladığını anlatınca annemin: “İstanbul büyük bir alacaklı, ona
hep borçlu kalacağız” cevabını yıllarca
unutamadım.
mara Üniversitesi, İstanbul gelininin sağ
koluna Abdülhamit tarafından takılan
bir altın bilezik… Sıradan ve bir o kadar
hem gözü hem bedeni yoran bir İstanbul manzarası. Duraktayım… Panayırın
ortasındayım. Cebelleştiğim dersler
kadar yoruyor beni, gelen otobüse binmek için o kalabalıkla savaşmak… Boş
yer kapmak ve genellikle kapalı olan
köprü yolunda bir nebze dinlenebilmek
uğruna ilk akbili basan olmak…
2. Ders:
“Başarıyı neden insanlığa hizmetimizin ve
onlarla ilişkimizin niteliği yerine, otomobilimizin fiyatı ve maaşımızın çokluğuyla
ölçeriz!”(2)
1998 yılının yağmurlu bir kasım günü
Göztepe’den Beşiktaş’a gidiyorum. MarEylül / 2010
Bu rahatlığı bozan şeyse fakülte hocamı
bazen bindiğim otobüste görmek
olurdu. Manzara beni yıllar önce bir pazara götürürdü… Duyduğum tek şey
yine utanç olurdu. Tek fark bu sefer hocamı görmezden gelemeyişimden ibaretti. Oturduğum yeri kendisine
bırakmam için başka bir yol olsa denerdim… Acaba suçlu İstanbul trafiği mi?
Yoksa ben Martin Luther’in cümleleriyle
başlamamalı mıydım bu hikayeye?..
3. Ders:
“Kaç yaşında olduğunu bilmesen, kaç yaşında olurdun?”(3)
Coelho der ki: “Çocuklardan öğrenebi63
Ö ykü
leceğimiz üç şey, nedensiz yere mutlu
olabilmeleri, her zaman meşgul olacak
bir şey bulmaları, elde etmek istedikleri
şey için tüm güçleriyle savaşmalarıdır.”
Milenyum yılını unutamam. Ben
çocukken 2000’li yıllarda uzaylılarla konuşacağımıza, Mars’a seyahat edip ışınlanacağımıza o kadar inanmıştım ki; “Yıl
2001… Kaptanın seyir defteri uzay mekiğinin dünyadan yüz bin ışık yılı uzakta
olduğunu yazıyor…” diye başlayan 80’li
yılların bilim-kurgu filmlerinin abartısına mı, kendi saflığımıza mı kızacağımı
bilemiyordum.
Evet, milenyum yılını unutamam… Öğretmen olmuş ve okul çıkışı sinema
önünde öğrencim Vasıf’ı dev gibi adamların dev gibi ayakkabılarını boyarken
görmüştüm. Coelho’nun sözlerini o
zaman anımsamıştım işte… Çünkü
Vasıf hep gülümsüyordu… Boya sandığı
boyundan büyüktü ama meşgul olacak
bir şey bulmuştu… Savaşıyordu… Masallardaki küçük orman cinlerine benziyordu. Yanına yanaşıp kirli yüzünü
okşamıştım… Sormuştum… Şaşırmıştım… Ve yine utanmıştım: “Burası İstanbul hocam! Boğazı olan çalışır.
Boyacıııı!..” diye bağırıp yanımdan uzaklaşırken duygu kardeşliğine gurur da eklenmişti.
Kaç yaşında olduğunu bilmesem Vasıf
64
kaç yaşında olurdu? Yakıcı sıcağına rağmen yüzünü güneşe dönmüş bu çocuğun gölgesi yolunu kapatmıyordu. Ah
unutmadan! Vasıf için önemli bir ayrıntı
değil gerçi ama onun kollarının doğuştan hiç olmadığını, ayaklarıyla boya
yapıp, kalemi ağzıyla tutarak bana şiirler
yazdığını söylemiş miydim?
4. Ders:
“Gerçek her zaman görünen değildir.” (4)
Bunları neden anlattığımı bilmiyorum.
Belki bu şehre haksızlık ettiğimi önce
kendime itiraf etmem gerekiyordu. Belki
de yıllarca unutamadığım bu üç hikâyede hep kötü adam diye İstanbul’u suçladığıma pişmanım. Yaslı, nazlı, boyalı,
şımarık, sevinçli, süslü gelin… Nice kavmin almak istediği taze… ‘’Taşım, toprağım altın.” diyerek bizi birbirimize
düşüren fettan… Oydu belki… Aklımızı çelen, iştahımızı kabartan… Ancak
o gelini ağlatan, o taşı toprağı talan eden,
denizini karartıp ormanını sarartan, ha
bire şişmanlatıp bizi kustuğunda kızan,
adına; trafik çilesi, gurbetin eli, geçim
derdi, dertler şehri diyerek kapının
önüne koyan bizler değil miyiz?!
Evet… Burada memur olmak meşakkat… Burada öğrenci olmak sabır… BuEylül / 2010
rada zengin olmak ayrıcalık… Burada
öğretmen olmak fedakarlık… Burayı yaşamak ise tarifsiz… Zira gerçek her
zaman görünen değildir.
5. Ders:
“İnsanlar kırmızı bir güle doğru koşarken
ayaklarının altında ezilen kır çiçeklerinden habersizdirler.”
Madem günah çıkarıyorum, neden pişman olduğumu sormayacak mısınız? İstanbul’u
affetmemi
anlatacağım,
İstanbul beni affedene kadar. Nedim’in
İstanbul’un lale kokulu havasını soluyup, şarkılar yazdığını anlatırken beni
dinlemek yerine şehre gelen bir rap grubunun konserine bilet arayan öğrencilerim... Aslında her şey sizinle başladı.
Verdiğim ödevi inatla internetten indirmek istediğinizi söyleyince size Beyazıt
Devlet Kütüphanesi’ni gezmenizi şart
koşmuştum. Hayali bir kırmızı gül uğruna koşup dururken ayaklarınızın altında ezilen kır çiçeklerini ilk kez o
zaman fark edip onları toplatmaya karar
vermiştim…
Son Ders
“Damın karla kaplı olması evin içinde
ateş olmadığını göstermez.” (5)
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Bu size vereceğim dersin temasıydı. Otobüse doluşurken en azından “bir gün”
nasıl bir şehirde yaşadığınızı bilmenizi istemiştim. Bakırköy’den E-5’e çıkıp Mecidiyeköy’den Maslak’a uzanmıştık.
Gökdelenleri görünce sadece New York’ta olmadıklarına kanaat getirmiştiniz.
Şaşkınlığınız geçmeden İstanbul kartpostallarının vazgeçilmez resmi “Boğaz
Köprüsü” uzaktan görününce birbirinizi
dürtüp manzarayı seyre dalmıştınız.
Kızkulesi’nin hikâyesini soran arkadaşınıza öykünün “kaderden asla kaçılamayacağı” temasını işlediğini söyleyip yine
öğretmencilik oynamıştım. Yalıları içiniz
geçerek izlemiş, bazı korulukların içlerindeki yalılarla beraber sultan hanımlarına yüz görümlüğü olarak verildiğini
anlatınca inanmamış, yanlış zamanda
yaşadığınızı söyleyip gülüşmüştünüz.
Köprünün tam ortasında Asya Kıtası’ndan Avrupa Kıtası’na, Batı’dan
Doğu’ya geçtiğimizi söyleyince alkışlamıştınız.
Çamlıca tepesine varınca simit yiyip çay
içmiştik… Artık sazlar çalınmıyordu
Çamlıca’nın bahçelerinde belki ama Nedim’in şarkılarını hatırlamıştınız. Uzaktan dünyanın ilk ve tek altı minareli
camii Sultanahmet ile kardeşi Ayasofya’yı selamlamıştınız. Topkapı Sara-
yı’nın ihtişamı gözünüzü kamaştırmıştı.
Boğazdan geçen gemilerin iznimiz olmadan dümen bile kıramayacağını öğrenince kibirlenmiştiniz... Dünyada iki
kıtayı birbirine deniz altından bağlayan
ilk tüp geçidi anlatınca adını sormuş,
“Marmaray’ı” beğenmiştiniz. Kanlıca’dan, Kandilli’den ilerleyip Anadolu
Hisarı’nın yarım bıraktığı işi karşıda yavuklusu Rumeli’nin tamamladığını öğrenip surlara el sallamıştınız… Hisarı
diken Fatih’in adına yapılan köprüden
dönüş yolculuğuna başlamıştık…
Sağımız Karadeniz, solumuz Marmara,
önümüz Avrupa, arkamız Asya… Altımızdan geçen mavi atlasın, üstümüze örtülen yeşil yorganın sarhoşluğu içinizi
ısıtmış olmalı ki başınızı cama dayamıştınız… İrkildiğinizde otobüsün sizi tarihimizin en köklü eserlerinden olan
İstanbul Üniversitesi’ne eski adıyla Darü’l-Fünun’a getirdiğini görünce, inip
test kitaplarınızın kapaklarını süsleyen o
dev kapısını seyre dalmış, bir gün o kapıdan geçeceğinizin hayallerini kurmuştunuz…
mış gezimizin son durağının kütüphane
kapısı olduğunun farkına o zaman varmıştınız.
Artık kucağınız kır çiçekleriyle doluydu.
Soğuk olduğu hissedilen bu kent yaşattığı acıların, içinde yaşayan insanlardan
kaynaklandığını söyleyemezdi. Çünkü
dili yoktu. O gün konuşamadıklarını
size göstermişti.
Soğuk olan bu kent aslında damı karla
kaplı olan ama içi sıcacık bir yürek
eviydi. İşte çocuklar! Ben kapıyı açıp
içeri girdim, ateşin yanına oturdum. Ellerimle beraber yüreğimin de buzları
eriyince af dilediğim İstanbul’un bağışladığını anladım beni…
Ders bitmiştir…
1. Sm Power
2. M.L. Kıng
3. Satchel Paige
4. Arısto
5. Berth Lahr
Ve… Semtin adını size sorduğumda
“Beyazıt” demiştiniz.. Adımlarınız sizi
ilerideki devlet kütüphanesine götürmüştü de ecdadınızın her şeyi buradan
“ilimden, okumaktan” başlattığını anlaEylül / 2010
65
Gez i Yaz ı s ı
TARİHTE
EĞİTİME GÖNÜL VERENLER
Talha UĞURLUEL
Ne büyük insanlarmış, ne de güzel işler başarmışlar. Dünyayı yönetirken çevrelerine ilim irfan saçmış,
doğruda ve erdemde hep öncü olmuşlar. Peki ya şimdi bu güzel insanların torunları olan bizler neden
böyle olamıyoruz? Nedir bu pejmürdeliğimiz, ilim ve terbiye yoksunluğumuz? Nerede kaldı o büyük
medeniyet ve bizim fukaralığımız? Onları bu kadar yüce yapan şey neydi diye düşünüyorum.
Ağır ağır kaldırıyorum başımı saatlerdir
okuduğum tarih kitabından. Ne büyük
insanlarmış, ne de güzel işler başarmışlar. Dünyayı yönetirken çevrelerine ilim
irfan saçmış, doğruda ve erdemde hep
öncü olmuşlar. Peki ya şimdi bu güzel
insanların torunları olan bizler neden
böyle olamıyoruz? Nedir bu pejmürdeliğimiz, ilim ve terbiye yoksunluğumuz?
Nerede kaldı o büyük medeniyet ve
bizim fukaralığımız? Az önce binbir düşünce içinde yükselen başım yeniden
omuzlarımın önüne düşüyor. Onları bu
kadar yüce yapan şey neydi diye düşünüyorum. Onlarda olan, fakat bizde olmayan, onların sonuna kadar bağlı
olduğu fakat bizim ihmal ettiğimiz şey
neydi?
Daha fazla duramıyorum dört duvar arasında. Kaçarcasına uzaklaşıyorum tarih
kitaplarımın yanından ve sokağa atıyorum kendimi. Araba gürültüleri, insan
kalabalıkları daha bir sıkıyor içimi. Kafamdaki soruların cevaplarını bulamamanın sıkıntısıyla başımı dinleyecek bir
yer arıyorum kendime. Hızlı adımlarla
66
uzaklaşıyorum kalabalıklardan. Başımı
kaldırıp etrafıma baktığımda binlerce insanın arasında buluyorum kendimi ama
hiçbiri konuşmuyor, aksine sonsuz bir
sükut haliyle beni seyrediyor gibiler.
Belki de sorumun cevabını asıl sahiplerinden öğrenmeliyim diyor ve önümde
uzunan mezarlığın içine dalıyorum.
Üzerini adımladığım taş yol beni etrafı
duvarlarla çevrili bir hazireye götürüyor.
Burada, Osmanlı Devleti’nin başında en
Eylül / 2010
uzun süre Şeyhülislamlık yapan Ebu’ssuud Efendi yatıyor. Kabrinin başına gidiyor ve ruhuna fatihalar gönderirken
uzun uzun düşünüyorum. Sen hayatta
iken herkes gelir sorunlarını sana açar ve
çaresini senin fetvalarında arardı. Ne
olurdu şöyle bir doğrulsan da bizim bu
zavallılığımızın sebeplerini söyleyiversen.
Gözyaşamı silerken buradan defalarca
geçmeme rağmen şimdiye kadar fark etmediğim bir şey gözüme çarpıyor. Ebu’ssuud Efendi’nin kabrinin hemen
dibinde sanki yerden yeni bitmiş gibi
duran küçük bir tuğla taş bina görüyorum. Ne olduğunu öğrenmek için yaklaştığımda bunun bir Sıbyan Mektebi,
yani İlköğretim Okulu olduğunu anlıyorum. Üzerindeki yazıları incelediğimde hayretim daha da artıyor. Çünkü
okulu yaptıran kişi bizzat Ebu Suud Hz.
Vefatı öncesinde de burada, kendi yaptırdığı okulun bahçesinde gömülmek
istemiş. Bir mânâ veremiyor ve ilerliyorum. Az ileride bulunan büyük Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın türbesine
doğru yaklaşıyorum. Kesme taştan yapılma bir kapıdan geçerek içeriye girdi-
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
ğimde avlu içinde, başka yapılar da dikkatimi çekiyor. Türbenin iki köşesinde
iki ayrı bina. Hele bir tanesi çevresindeki
yirmiye yakın kubbeli odası ile ilerilere
doğru uzanıyor. Bunlar Sokullu Mehmet Paşa’nın hayatta iken yaptırdığı
Medrese ve Darü’l-kurra binaları. Peki
Sokullu Mehmet Paşa neden İstanbul’da
bulunan ve kendisinin yaptırdığı iki
büyük camiden birinin bahçesinde değil
de burada yatmayı istemiş ve Mimar Sinan’a türbesini buraya yaptırmıştı.
Hemen yanında gül kurusu renginde
büyük bir bina gözüme çarpıyor. Burasının da bir okul olduğunu söylememe
sanırım gerek yok. Mehmet Reşad Han,
sağlığında bu okulu yaptırarak adını Reşadiye Numune Mektebi koydurmuş ve
devletin diğer okullarına örnek olsun
diye düşünmüş. Okulun tüm masraflarını da kendisi üzerine almış. İyi de
neden bu mezarlığa ve türbesinin hemen
yanına diye düşünüyorsanız, Mehmet
Reşad’ın vasiyetine kulak verin derim.
Sanki bana bir şeyler anlatıyor gibiler
ama tam kavrayamıyorum. Yürümeye
devam ediyorum. Köşeyi döndüğümde
19.yy’ın ünlü Kaptan-ı Deryalarından
Hasan Hüsnü Paşa’nın Türbesiyle karşılaşıyorum. Türbenin tam karşısında ilginç çatılı bir bina var. Kapısında “Fî hâ
kütübün gayyime ” yazıyor. “İçerideki
kitaplar sağlamdır, kıymetlidir.” Evet
burası bir kütüphane. Hasan Hüsnü
Paşa tarafından yaptırılmış, hem de tam
türbesinin karşısına. Buraya kitap okumaya gelenler giderken Kütüphanenin
banisinin ruhuna da bir şeyler okusunlar diye. Allah Allah mezarlıklar içinde
bir kütüphane diyor ve tüm şaşkınlığımla ilerlemeyi sürdürüyorum.
Türbesini bu okulun bahçesine yaptırırken yanındakilere şöyle demiş yaşlı padişah; “Ben çocukları çok seviyorum.
Yattığım yerden onların seslerini duymak istiyorum. Bu sebeple benim türbemi bu okulun bahçesine yapınız.”
Eğitime bu kadar önem veren atalarım
olduğunu görerek gururla bu iftihar tablosunun da karşısından ayrılıyorum.
Muhteşem bir türbe binasıyla daha karşılaşıyorum. Burası Osmanlı Devleti’nin
35. Padişahı Mehmet Reşad’ın istirahatgâhı. Kendisi hayatta iken Mimar Kemalettin Bey’e yaptırmış burasını.
Yolumun bir sonraki köşesinde bir eğitim kurumuyla daha karşılaşıyorum.
Ama artık eskisi kadar şaşkın değilim.
Burası Ünlü Kaptan-ı Deryalardan, ayrıca Sadrazamlıkta yapmış olan Büyük
Hüsrev Paşa’nın türbesi. Ama türbesinin
üç yanını da hayır kurumları ile donatmış. Medfun olduğu yapının hemen
duvar bitişiğinde büyük bir mektep var.
Diğer yanında ise talebelerin ikametleri
için odalar yaptırmış. Türbesinin tam
karşısına da ampir tarzda harika bir kütüphane.
Eylül / 2010
Eğitime gönül vermiş bu yiğit insanların
eserlerinin şahsında artık bir mezarlıkta
gezmediğimin farkındayım. Buraya sadece bir Eyüp Mezarlığı deyip geçmenin
yanlışlığının idrakinde olarak ilerlemeye
devam ediyorum. Peki bu eğitim gönüllüleri sadece erkeklerden mi çıkmış. Bayanlardan okul, kütüphane yaptıran
olmamış mı derken, birkaç adım ötemde
sorumun cevabı ile karşılaşıyorum. 3.
Mustafa’nın hanımı ve 3. Selim’in annesi Mihrişah Valide Sultan’ın İmaret,
Sebil ve Sıbyan Mektebi bana Osmanlı’da kadınların da hayır işlerinde erkeklerle nasıl yarıştıklarını anlatır gibi
duruyorlar. Eğitime o kadar gönül vermişler ki, ebedi istirahatgâhlarını seçerken de okullarının bahçelerinde yatmayı
seçmişler.
Peki diyor diğer yanım, böyle hayırsever
hanımlardan başka kimler var. Bulmakta gecikmiyorum. Aksaray’ın tam
orta yerinde hergün önünden binlerce
insanın geçtiği Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan yapılarını
hatırlıyorum. O muhteşem cami, bahçesindeki kütüphane ve ünlü Pertevniyal Valide Sultan Lisesi ile yaptırdığı bu
eğitim kurumlarının yanında yatan Pertevniyal Sultan’ın türbesi. Peki başka
diyor yine şüpheci yanım. Zihnim kanatlanmışcasına Çemberlitaş’a götürüyor beni. 2. Mahmud haziresindeyim. 2.
Mahmud’un fesli sandukasının yanında
sessizce duran üzeri gümüş tellerle işli
67
Gez i Yaz ı s ı
puşideli sandukaya bakıyorum. Sultan
Abdülmecid’in annesi hayır eserleriyle
ünlü Bezmialem Valide Sultan yatıyor
burada. Bu hazire acaba hangi eğitim
kurumunun bahçesinde diye düşünüyorum. Başımı kaldırdığımda yuvarlak
alınlıklı şirin pencereleri olan pembe bir
bina ile karşılaşıyorum. Burası hayırsever annemizin 1849’da yaptırdığı Valide
nın Bezmialem Sultan tarafından karşılandığını yazıyor. Ve yaptırdığı okulun
bahçesinde yatan bir eğitim neferini
daha selamlayarak oradan da ayrılıyorum.
Bu küçük zihni seyahat sonrasında yeniden Eyüp yollarını adımlamayı sürdürüyorum. Eyüp Camii’nin yanındayım.
enterasan olan şey, bir camiyi çevreleyen
tam iki tane medrese olması. Caminin
bir kapısı bir okula, diğer kapısı diğer
okula açılıyor. Camiye girmek için okullardan birinin içinden geçmek zorundasınız. Allah’a giden yolun ilimden
geçtiğini anlatan bu mimarinin muhteşemliğine bakınız. Medreselerin cami ile
kucaklaştıkları noktada da Zal Mahmud
Paşa ile 2.Selim’in kızı olan hanımı Şah
Sultan’ın birlikte yattıkları türbelerini
görüyorum.
Eyüp Mezarlığı’ndaki bu kısa gezim sırasında sabahtan beri kafamı kurcalayan
sorunun cevabını artık biliyorum galiba.
Eğitime büyük önem veren, bu uğurda
servetlerini ortaya döken ve ölürken de
bu kurumların bahçelerine defnedilmek
isteyen insanlar başka ne ile açıklanabilir
ki. Zihnim eğitim neferi başka paşalar
düşünüyor ve bulmakta geçikmiyorum.
Çemberlitaş’ta Köprülü Mehmet Paşa
Külliyesi.
Mektebi adıyla meşhur olan okul binası.
Bugün hala Cağaloğlu Anadolu Lisesi
olarak eğitim hizmetlerini sürdürüyor.
Birden mektebin açılış günü canlanıyor
gözlerimin önünde. Mutluluktan gözleri
yaşaran Bezmialem Valide Sultan haremde okuttuğu talebeleriyle kapının yanında duruyor. Herkes ellerini açmış
dualar ediyor.
Halkın önünde duran devrin padişahı
Sultan Abdülmecid ise annesinin okulunun açılışını yaparken, halkını eğitime
önem vermeye teşvik etmek için kendi
çocukları Murat ve Fatma’yı da bu okula
kaydettiriyor.
Küçük bir kubbenin tam önündeyim.
Üzerinde Saçlı Abdülkadir Tekkesi yazıyor. Dikkatli bir tetkikten sonra burasının, devrin büyük Şeyhülislamı Hoca
Saadettin Efendi tarafından bir Darü’lHadis olarak yaptırıldığı öğreniyorum.
Mimar Sinan’a inşa ettirilen ve içerisinde
Peygamber Efendimiz’in mübarek sözlerinin öğretildiği bu sevimli binanın avlusuna giriyorum. Beni, İstanbul’un en
büyük mezar taşları karşılıyor. Bunlar
Hoca Saadettin Efendi’nin mezarına ait
baş ve ayak taşları. Evet yanılmıyorum.
Bu büyük alim ve devlet adamı da yaptırdığı okulun duvarının tam dibinde yatıyor.
Fransızca yayınlanan Le Journal de
Constantinople gazetesinin 24 Nisan tarihli nüshasında okulun tüm masrafları-
İleride silüetini gördüğüm büyük külliyeye doğru ilerliyorum. Burası Zal Mahmud Paşa camisi. Fakat burada
68
Eylül / 2010
Tam Divan Yolu kenarında açık türbesi
ve türbeyi saran Medrese revakları ile o
da bambaşka bir tablo oluşturuyor Divanyolu kıyısında. Bu külliyede bir güzel
farklılık da, Medresenin ana dersane binası ile külliyenin mescidinin aynı binada değerlendirilmiş olması. Külliye’de
gözlerim bu güzel okul ve bahçesinde
yatan Sadrazamımız dışında bir de kütüphane arıyor. Bulmakta zorlanmıyorum. Medresenin hemen arka tarafında
Köprülü Mehmet Paşa’nın oğlu Fazıl
Ahmet Paşa tarafından yaptırılmış olan
şirin Kütüphane binasını görüyorum ve
tabi içerisindeki paha biçilmez el yazması
eserleri de.
Divan yolundan aşağılara doğru ilerledikçe daha nice kütüphane, cami ve
medrese görüyorum. Ama gözlerim
okullarının bahçelerinde yatan eğitim
neferlerini arıyor. Tam Bayezid Külliyesi’nin karşısındayım. Alt katları caddeye
bakan dükkanlar şeklinde dizayn edilmiş
şirin külliye burası. Alim ve sanatkar vasıfları ile ünlenmiş bir paşamıza Koca
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Ragıp Paşa’ya ait. Onunda türbesi, kendi
yaptırdığı Sıbyan Mektebi ve Kütüphanesi ile çevrili. Dünlerde olduğu gibi
bugünlerde de kütüphanesi kitap sevdalıları ile dolup taşıyor.
Koca Mustafa Paşa Caddesine doğru
ilerlerken başımı nereye çevirsem dev bir
külliye ve insanlığın faydası için şekillendirilmiş mimariler görüyorum. Elbette ki banileri de içlerinde yatıyor.
Davutpaşa, Bayrampaşa, Cerrahpaşa
derken Hekimoğlu Ali Paşa’ya geliyorum. Devasa bir cami ve camiye girmek
için muhakkak altından geçmeniz gereken bir kütüphane. Altından geçen herkese sanki, “benim içimdeki kitapları
okumadan geçme” der gibi bir hali var.
Avluya girer girmez de Ali Paşa’nın türbesi ile karşılaşıyorum. Bir kez daha ellerimi göklere kaldırıp, halkının ilim ve
irfanı için tüm gayretini sarfeten bu eğitim gönüllülerine fatihalar gönderiyorum.
Paşaların arasında Eyüp’teki Hasan
Hüsnü Paşa gibi ömrü gemilerde geçenlerde var. Deniz adamının okul yaptırmakla ne işi olur diye düşünecek
oluyorum. Ama zihnim yanıldığım konusunda beni hemen ikaz ediyor. Birçok
denizci paşanın adı geçiveriyor aklımdan. Cezayirli Hasan Paşalar, Barbaroslar, hatta Galata’da, Mimar Sinan’a
yaptırdığı dev külliyesinin medrese binaları ile çevrili avlusunda yatan Kılıç
Ali Paşa’ları hatırlıyorum.
Paşaları ve kadınefendileriyle eğitime
canla başla sarılmış olan bu güzel
teb’anın padişahını düşünüyorum birden. Bunlar yüzyıllarca dünyaya
hükmetmişler. Yığın yığın altın ve mücevhere sahip olmuşlar, devasa sarayları,
yüksek yüksek, ihtişamlı şatoları olmalı
derken, şimdiye kadar gördüklerimin kat
kat daha büyüğü devasa yapılar zincirinde buluyorum kendimi.
Evet gerçekten de muhteşem binalar,
inanılmaz büyüklükte ve sağlamlıktalar.
Fakat hiçbiri de padişahların kendi şahısları için yapılmamışlar. Dev camileri
merkezine alan bu yapılarda insanlığın
faydasına ne ararsanız görebiliyorsunuz.
İlim adına en küçük kurum olan Sıbyan
Mekteplerinden en yüksek kurum olan
Medreselere, kütüphanelerden, kervansaraylara, imaretler, hamam, Darü’lkurra, Darü’l-hadis, tabhane, sebil,
çeşme ve daha neler neler. Tabi her külliyenin kalbinde de orayı yaptıranın tür-
manlı coğrafyasının en büyük külliyesi
duruyor. Cami etrafında insanlık için yapılmış tam 22 binadan oluşan dev bir
hayır kurumu var. Evvel, Sani, Salis ve
Rabi Medreseleri, Tıp Medresesi, Şifahane ve diğerleri. Gözlerim Kanuni’nin
türbesini arıyor. Tam aradığım yerde buluyorum. Bu eğitim kurumlarının ortasında ve Dar’ül Kurra binasının hemen
yanında. Yattıkları yerlerin yanlarında
devamlı Kur’an okunsun istiyorlar ve
besi.
Bu hayırsever padişahlardan birkaçını ziyaret etmek istiyorum. İşte İstanbul’un
şanlı Fatihi ve O’nun bize armağanı olan
büyük Fatih Külliyesi. İşte ilme ve irfana
verilen önemin sembolü yapılar dizisi.
Ortada muhteşem bir mabed. Etrafında
tam sekiz adet devasa Sahn-ı Seman
Medreseleri. Onların arkasında da yine
sekizer adet Tetimmeler. 1460 yılında
atalarımızın ulaştığı bu eğitim anlayışı
insanı hayretlere düşürüyor.
türbelerini hep Kur’an Okullarının yanlarına yaptırıyorlar. Sultanahmet Cami’nin banisi 1. Ahmet de bu dev
külliyesinin hemen yanındaki Dar’ül
Kurra ve Dar’ül Hadis’inin yanında yatıyor.
İstanbul’un dördüncü tepesine tırmanıyorum. Buradan eski İstanbul’u seyretmek çok güzel. Ama yanımdaki devasa
yapıya bakmaktan şehre pek bakamıyorum. Çünkü karşımda bütün bir OsEylül / 2010
Kafamdaki soru işaretlerinin izale olmasının verdiği rahatlıkla derin bir nefes
alarak yerimden doğruluyorum. Çünkü
artık onları zirveye taşıyan sırrı biliyorum. Hepsi de hayatları boyunca eğitim
deyip oturmuş kalkmış, çevrelerini eğitim kurumları ile donatmış ve bir gün
bir yerlerde düşüp kalırsak bizi bu kurumların yakınlarına hatta bahçelerine
defnedin demişlerdi.
69
E ği ti m Tari h i
ADİLE SULTAN SARAYI
KANDİLLİ KIZ LİSESİ
Şerafettin TURAN
İstanbul Milli Eğitim Müdür Yardımcısı
Kandilli Burnu üzerinde İstanbul Boğazı’na nazır en güzel tepelerden birinde Adile Sultan Yokuşu’nda
bulunan Kandilli Kız Lisesi, uzun bir dikdörtgen kitle olarak kayalık ve eğimli bir arazi üzerine doğu-batı
yönünde yerleştirilmiş; batı cephesi Boğaziçi görünümüne yönlendirilmiştir. Bu konumundan ötürü saray,
önde üç, arkada iki katlıdır.
Kandilli Burnu üzerinde İstanbul Boğazı’na nazır en
güzel tepelerden birinde Adile
Sultan Yokuşu’nda bulunan
Kandilli Kız Lisesi, uzun bir
dikdörtgen kitle olarak kayalık ve eğimli bir arazi üzerine
doğu-batı yönünde yerleştirilmiş; batı cephesi Boğaziçi görünümüne yönlendirilmiştir.
Bu konumundan ötürü saray,
önde (batı) üç, arkada iki katlıdır. Elli beş odası vardır.
Saray, yaklaşık 32x93 m ebatında dikdörtgen bir taban
üzerindedir.
Yeri, tarihi kayıtlara göre Sultan I. Mahmut ile Şeyhülislâm Vani Mehmet
Efendi Vakfıdır. Binayı kardeşine hediye
etmek için Sultan Abdülmecit 1856 yılında kardeşi için almış fakat Abdülmecit ölünce Sultan Abdülaziz (d.1830- ö.
1876) tarafından kız kardeşi Âdile Sultan için yazlık ikâmetgâh (saray) olarak
yaptırılmıştır. Hangi tarihte yapıldığı
kesin olarak bilinmemekle birlikte, Ab70
dülaziz’in tahta çıktığı 1861 yılından
sonra yapıldığı kabul edilebilir. Saray
1914’te Hazine’ye geçmiş ve tapuda Hazine-i Maliye adına tescili yapılmıştır.
Mimarı, Serkis Balyan Efendi’dir. Galatasaray Sultanisi’nin (Lise) kızlara ait
tam bir muadili olarak burada açılması
düşünülen kız okulu, bazı nedenlerle bir
türlü açılamamıştır. Araya I. Dünya Savaşı girmiş, Trablusgarp öksüzlerine yurt
yapılması düşüncesiyle Harbiye Nezareti
tarafından binaya sahip çıkılmış, fakat
Eylül / 2010
1916 yılında Maarif Nezareti
konuya el koyarak binayı geri
almış ve nihayet aynı yıl, aynı
yapıda “Adile Sultan İnas
Mekteb-i Sultanisi” adı altında, ilk ve yuva bölümlerini
de kapsayacak nitelikte, Türkiye’nin ikinci kız lisesi açılmıştır. (İlki bugünkü adı
İstanbul Kız Lisesi olan Bezmi Âlem İnas Sultanisi’dir.)
Okul 10 sınıflık bir düzende
kurulmuştur. Kuruluşa göre
ilk 5 sınıfı Kısm-ı İrtidai (İlkokul) 6, 7, 8, 9 ve 10. sınıfları
da Kısm-ı Sultani olacak ve ayrıca yuva
bölümü de bulunacaktı.
Bu kuruluşa rağmen o tarihte okulda
yalnız 6 ve 7. sınıflar bulunuyordu. Okul
bu düzen içinde Almanya’dan bu iş için
özel olarak getirilen Frau Crommer’in
idaresine verilmiştir (1916-1918). 19191920 öğretim yılı sonunda 5 kişiden ibaret ilk mezunlarını veren okulun, sonraki
yıllarda mezun sayısının her yıl büyük
bir hızla arttığı görülecektir. 10 yıl öğre-
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
nim süreli Kandilli İnas Mekteb-i Sultanisi, 1924- 1925 eğitim- öğretim yılında yapılan bir değişiklikle Kandilli Kız
Orta Mektebine dönüştürülmüş ve 7 yıl
bu nitelikte çalışmıştır. Daha sonra Boğaziçi halkının ve özellikle Anadolu yakası sakinlerinin kızlarının gidebileceği
bir liseye şiddetle ihtiyaç duyulması üzerine, okulun yeniden lise haline getirilmesi için müdürlükçe bir daha girişimde
bulunulduğu halde, fen derslerini okutacak öğretmen bulunmadığı gerekçesiyle, teklif Maarif Vekâletince kabul
olunmamıştır.
1931-1932 eğitim- öğretim yılı başında
Kandilli Rasathanesi Müdürü merhum
Fatin Gökmen’in (Gökmen Hoca) matematik ve fizik dersleri için rasathane
mensuplarından yararlanılabileceğini
bildirmesi üzerine, 1931 yılı Eylülünden
başlanmak üzere okul, tekrar lise olarak
kullanılmaya başlamıştır. 1969-1970
eğitim- öğretim yılıyla birlikte yeni yapılan binaya taşınılmıştır ve halen okul
öğrencileri öğretimini modern bir eğitim
tesisi olan bu binada sürdürmektedir. Tepedeki tarihi yapı ise pansiyon olarak
kullanılmakta iken 7 Mart 1986 tarihinde çıkan yangında kullanılmaz hale
geldi. 364 yatılı öğrenci diğer kız okullarına dağıtılarak öğretim yılı tamamlandı. Kandilli Kız Lisesi yangından üç
yıl sonra yeni pansiyon binasına kavuştu.
likle uygulama
esnasında çok hassas
davranıldı. Uygulamada alanında uzman
kalemkarlar, varakçılar, ressamlar, hattatlar özveriyle önemli restorasyonlar
yapmışlardır. Aslına uygun Restorasyonu
yapılan saray 2005 yılı içinde Sakıp Sabancı Kandilli Kültür ve Kongre Merkezi olarak hayat bulmuştur. Okul iki
eğitim binası ve bir pansiyon binası
olmak üzere 3 ayrı binada eğitim hizmeti
vermektedir. Saraydan elde edilen kira
geliriyle okul binaları depreme karşı güçlendirilmiş ve yenilenmiştir.
Onarım için KANKEV, İstanbul Valiliği
ve Özel İdare’nin katkılarıyla gerekli projeler hazırlanarak ilk maddi kaynak devlet tarafından sağlandı ve binanın kaba
yapısının yeniden inşası 1999 depreminden evvel bitirilerek yok olma tehlikesinden kurtuldu.
Saray planı şematik olarak üç bölümden
oluşmaktadır: Batı bölümü: Âdile Sultan'a ait olan bu bölüm, yüksek bir
subasman üzerindedir. Sarayın birinci kattaki cümle kapısına iki kollu
bir merdivenle çıkılır. Dört kolonla
taşınan bir şahnişin, girişin üstünü
örter ve revaklı bir sahanlık oluşturur.
İstanbul Valiliği’nin katkılarına ilâveten
merhum Sakıp Sabancı’dan gelen büyük
destekle iki etapta hayata geçirilen projenin ihale çalışmaları sonlandırıldı.
Proje sarayın orijinaline uygun olması
için İTÜ Restorasyon bölümündeki
değerli hocalarla birlikte hazırlandı. Orijinaline uygun hazırlanan projede özel-
Girişte mermer döşeli büyük bir taşlık ve iki yanında büyük odalar vardır. Merdiven kirişini taşıyan bir çift
kolonun iki yanında yükselen iki
kollu bir merdivenle üst kata çıkılır.
Sultanın özel dairesinin bulunduğu
üst katın, zemin ile benzer bir şeması
vardır. Yalnız buradaki salonun veya
Eylül / 2010
sofanın denize bakan cephesine, girişin
üzerini örten şahniş eklenmiştir. Beş
pencere ile manzaraya açılan sofanın iki
yanında büyük salonlar bulunmaktadır.
Sofa, merdivenin iki yanından birer koridorla orta bölüme bağlanır.
Doğu bölümü: Bu bölümün girişinde
uzun ve büyük bir taşlık vardır. Geniş ve
rahat bir merdivenle üst kata ulaşılır. Bu
katın da odaları büyük bir sofa konumunda olan salonun kuzey ve güney tarafında yer almaktadır. Salonun doğu
ucunda servis hacimleri, batı kenarında
ise orta bölüme açılan kapılar bulun
maktadır.
71
H atı ra
BİR ÖĞRETMENİN DARÜ’L
MUALLİMİN MEKTEBİ HATIRALARI
Seyfettin ÜNLÜ
Kadıköy’ünden Cihangir’ine, Çamlıca’sından Beyoğlu’suna, Eyüp’ünden Bebek’ine böyle bu. Günün hangi
saatinde hangi semtine giderseniz gidin mutlaka şiirle karşılaşırsınız. Bir yerde tarih size şiir olarak
gülümserken bir başka yerde günlük hayatın karmaşası, telaşı, tazeliği sizi şiirin içinde yaşatır.
1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile açılan ve bugünkü eğitim-öğretim
sistemimizin ilk modelini oluşturan Rüştiye
Mektepleri’nde başarılı öğretim yapılabilmesi için ortaya çıkan öğretmen ihtiyacının
karşılanması yönünde atılan adımların başında Dar’ül Muallimin Mektepleri gelmektedir. Rüştiye Mekteplerinin öğretmen
ihtiyacının giderilmesi, o yılların eğitim
kurumları olan medreselerden karşılanamayacağını düşünen Tanzimatçıların çabaları sonucunda Sultan Abdülmecit’in
fermanı ile öğretmen yetiştirmek amacı ile
16 Mart 1848’de İstanbul’da Darul-Muallimin adı ile ilk öğretmen okulu açılmıştır. Bu okula sadece erkek öğrenci
alınıyordu. Programında yapılan değişikliklerle zamanla ilkokullar, liseler içinde
öğretmen yetiştirilen üç bölümlü bir okula
dönüştürüldü. 1870 yılında ilk ve orta öğretim kız mekteplerine kadın öğretmen yetiştirmek amacı ile Darul-Muallimat adı
ile kız öğretmen okulu da açıldı. Öğrencilerine maaş bağlanan bu okullarda program tamamen fen bilimlerini ön plana
alan bir eğitim modeline dayanmaktaydı.
Bu okullar 1924 yılında Maarif Vekaletine
bağlanmış ve kız öğretmen okulu ve erkek
öğretmen okulu olarak adları değiştirilmiş
72
vecumhuriyetin en önemli eğitim kurumlarından olmuşlardır. 1948 yılında kuruluşlarının 100. yılı kutlamaları
çerçevesinde dönemin İlköğretim dergisinin
1 Temmuz 1948 yılı 249-251 sayılarında
çeşitli hatıralar yayımlanmıştı. Bunlardan
biri de o yıllara içerden bir yaklaşım getiren
II. Maarif Kongresi (1943) heyetinde yer
alan dönemin Talim Terbiye Dairesi Muamelat Müdürü Behiç Enver Koryak’ın hatıralarıdır. Bu hatıralarda akıcı bir dille
bir dönemin panoraması çizilmektedir:
DARÜ’L MUALLİMİN-İ ÂLİYE
YILLARIM
Biz girdiğimiz vakit öğretmen okulunun
adı böyle idi ve yaşı henüz altmışla sayıEylül / 2010
lırdı. Üstad Hakkı Altunbezer’in kaleminden çıkma “Dar’ül Muallimin-i
Aliye” yazısı Moda sırtındaki binanın
demir parmaklıklı kapısında önce gözlerimizi aldı, sonra gitgide gönlümüzü
sardı. Onun siyah cama pırıl pırıl altın işleyen istifinde hayalimiz nur ordusunun
yolunu görürdü. İkiz “ayın”lar çoğalarak
oradan fırlar, ellere “meşale-i irfan”ı tutuşturur, kalplere “azizm ve ümit”i doldurur ve ordu cehaleti, geceyi yıka yıka
hep ilerlerdi.
Merhum Altunbezer, ruhumuzun dokusunda bir altın nakıştır. Tek ve Çift kanatlı bölüklere ayrılmış büyük kapı...
Kırmızı cepken ve poturlu kapıcı... Kenarlarına şimşirler, duvar çekmiş, tepesine
ağaçlar kemer örmüş, beton köşeli orta
yol… Siyah pelerinler bu dekorun içinde
meydana çıkar veya gözden kaybolurdu.
O zamanlar “Fikir Ordusu”nun üniforması pelerindi. Mayıs ayları Fener stadında ilk defa gençlik bayramı yapanlar,
“Dağ başını duman almış” şarkısını ilk
söyleyenler siyah pelerinlilerdir. Birini yakasından eteğine kadar daima ilikliyerek
“Muallim Mim Cevdet” giyerdi. Öğretmen okulunu onsuz düşünmek mümkün
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
değildir. Mim Cevdet, İstanbul’u İstanbul eden her yeri öğretmen adaylarına tanıttı; ince sesini, derslerinkinden başka,
kâh okullarının tarihini anlatırken “Cevdet efendi- Cevdet Paşa”yı yaşanan güne
bağlayarak. Kâh yabancı dil müzekereleri
yaparak, kâh bir meslek konusunu ele
alarak yorulmadan ve bıkmadan öğretmen adaylariyle konuşmakta tüketti; nihayet gırtlağından hastalanıp göçtü.
Öğretmen okulunun yetmişinci yılını
Kadıköy’ünde kutlamıştık. Binanın deniz
tarafına doğru inişli müsamere salonu
tıklım tıklım misafir, öğretmen, öğrenci
dolu idi. Işıklar hep sahneye birikip de
koro ve orkestra okul marşına başlar başlamaz toptan ayağa kalkma ile kabaran
heyecanımızı hiç unutabilir miyiz? Sanki
ayağa değil, havaya kalkıyorduk.
Ayat-ı hakikat okunur rayetimizde.
Bu bayrak bulutların üzerinde dalgalanmıyor, uçlarıyle alnımızı okşamıyor
muydu?
Ye’sin ebedi hasmıyız, ümmidi muazzez
Rehberlik eder mişyet-i zi-fikretimizde.
Ölümüne henüz alışamadığımız Tevfik
Fikret’in ruhu öğretmen okuluna armağanı olan marşın temposunda, şimdi bizimle beraber değil miydi?
Cehlin, gecenin hadimiyiz…
Kara cehli, karanlığı, geceyi yıkacaktık.
“Ferda” bu idi.
Her yıldırımda bir gece, bir gölge devrilir;
Bir ufk-u iytila açılır…
Ve arkasından başka bir marş:
Yüksel ve yükselt!
Ülkü sıtması marşlarla sona eriyor. Müsamerenin gerisinde ne var ki? Bize meslek ülküsünü aşılayan örnek öğretmenleri
ilkin Kadıköy’ünde tanıdık. Faik Sabri,
pencereleri Kalamış’a bakan coğrafya dersanesinde harita ve levhaları askılara geçirmiş, şemaları ve grafikleri renkli
tebeşirlerle tahtalara çizmiş, vereceği dersin özetini çıkarmış, talebelerini beklerdi.
Yeşil hasır perdeli resim dersanesinde Şevket Dağ’ı hazır, gün ışığını ayarlı, çifte
modelleri sehbalarında, cilbentleri tek ki-
şilik özel masalara dağıtılıyor bulurduk.
Onun karşısında müzik dersanesini Musa
Süreyya’nın sanatı, kibarlığı ve çok sesli
okul şarkılarının ahengi doldururdu. Seracettin ya cebinde harvağ tohumları, ya
elinde bir tutam bitki, hakim ve mürebbi,
“nebatat” dersine gelirdi.
gören asker arkadaşlarımız sınıflara dönmüş, hepimizde hüzün ve darlık duygusu.
Bazan da bizi bitkilere, Uzunçayır’a götürür, bu bilginin insana ekmek, peynir
kadar lazım olduğunu söylerdi. Bedros
sevimli titizliğiyle matematik dersinde biçimsiz ve hizasız rakam yazdırmaz, zihin
hesabında gecikmeye tahammül etmezdi.
Sonra 1919 Mayıs’ı. İzmir’in işgali, siyah
bayraklar, Fatih ve Sultanahmet mitingleri, Halide Edip’in meydanlarda uzayan
mazlûm sesi: ‘Türkler… Müslümanlar!...
Karanlık günler içinde yaşıyoruz...’
Mahi Bey, geometri teoremlerini açmak
ve tekrarlamakta sabır misalleri verir,
Mesut Efendi kürsüsüne pürüzsüz bir “ilmiye” vekarıyle geçerdi. Fizyoloji dersine
gelen Ebul Muhsin Kemal’i idare ağır alışının timsali gibi görürdük. Okulun başında ölen Servet, ne başarıcı bir insandı!
Ya İhsan Şerif ’le İhsan Sungur hangi öğretmen onlardan fazla sevilebilmiştir. Sınıfta sesi keser, çıt çıkarmaz, “Baba”nın
yolunu gözlerdik. O dersini tavanda uzak
bir noktaya bakarak anlatırdı, biz onun
ağzının içine bakardık ev isterdik ki, ders
hiç bitmesin, tarih hep böyle tatlı akıp
geçsin. Tatbikatçı İhsan Bey elimizden
tutup bizi öğrenci sırasından öğretim
kürsüsüne çıkaran adamdı.
Meslek “besmele”sini onun önünde çektik, ondan “destur” aldık. İlk dersimizin
heyecanını o gördü, bize ilk cesareti o
verdi. Onun ufuk açan derslerini daha
küçük sınıflardan özlerdik. Bizi, o sınıflardan tanımağa çalışır, mütalaalarımıza
gelir, teneffüslerimize katılır, rehberlik
edecek yüz vesile bulurdu. Gelişmesinde
başlıca âmil olduğu Talim ve Terbiye
mesleğini okuldan sonra yıllarca Bakanlık
Talim ve Terbiye Kurulu’nda da Müsteşarlıkta da irfanıyle destekledi.
Aziz ölüler! Hepinizin kalbimizde yeri,
kafamızda izi var. 1918 Sonbaharı, bozgun... Okulumuz Cağaloğlu’ndaki küçük
binada. Mütareke, memleketi bir mengene gibi sıkıyor. Çözülüşü yakından
Eylül / 2010
Şimdi İstanbul solgun bir güldü.
Öksüz kalbime bir parça dökül,
Solgun gül, solgun gül!
Gece, okulun arka tarafındaki anfili salonda geç vakitlere kadar toplu duruyor,
gazete idarehanelerinden haber bekliyoruz. Bu haberler acı, ezici, kahredicidir.
Ama:
Ye’sin ebedî hasmıyız…
Çalışıyoruz. Dersler, el yazması Hayat
dergisi… Küçük bir mukavemet havadisi
gözlerimizi yaşartıyor, göğüslerimizi kabartıyor. Akşam yine heyecanla konuşuyoruz. Türk şairi Mehmet Emin’in
bastırıp yaydığı “Türk’ün Hukuku”nu
okuyoruz. 1919-20’de milli hareket büyümüştür. Bir gün Ruşen Eşref Ünaydı,
kürsüsüne Anadolu’dan bir kalpakla dönüyor.
Azm-ü Ümit...
Sonra İstanbul’un işgali… Letafet apartımanı. Tekrar:
Ufukta günün boynu büküldü…
Arkasından Süleyman Nazif ’in ateşten
alevden hitabesi.
Ve yaz sonlarında küçük vapurlar genç
öğretmen gruplarını birer birer “vatan
semti”ne götürüyor. Artık kimimiz dersanede, kimimiz kurtuluş cephesindeyiz.
Daha sonra zafer, İstiklal ve Cumhuriyet.
O zamandan beri kaç yaz geçti ve her yaz,
eğitim ordumuza okullardan “meşale-i
irfan”la donanmış ne kadar genç katıldı.
Bir vakit ki gençler şimdi yaşlıdır, fakat
yine yolda, hakikat bayrağının altındadır.
Behiç Enver KORYAK
(İlköğretim 1948, sayı 249- 251)
73
Ara ştı rma
AHMET HAMDİ TANPINAR’IN
ÖĞRETMENLİK YILLARI
Haluk ÖNER
Tiryaki Hasanpaşa İlköğretim Okulu
“Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri ve biraz da bu branşlardaki seçkin güzellikler dolayısıyla öbür
fakültelerden gelen gençler, Tanpınar’ın yumuşak-kısık sesini dinliyorlardı. Bu derslerde katı çizgileri
yumuşatan birleştirici ve ruhları bir potada eritip sonra yeniden şekillendiren bir konuşmanın sırrını gördüm. Sevilenlerin rıhtım taşına düşen gölgelerini onunla seyrettik. O bize güzel olanı görmesini öğretti.”
“Ben bütün bir masalı olan adamdım.”
Ahmet Hamdi Tanpınar
Edebiyat ve kültür dünyamızın son 40 yılında kendisinden en çok bahsettiren
isimlerdendir, Ahmet Hamdi Tanpınar.
Yaşadığı dönemde hak ettiği ilgi ve övgüyü göremeyen Tanpınar pek çok entelektüel
gibi
ölümünden
sonra
keşfedilmiştir. Yalnızca şiir, roman ve hikâyeleriyle değil edebiyat tarihi ve düşünce alanında yazdıklarıyla da devrini
aşmış bir sanatçıdır. Eserlerinde geçmiş,
yaşanan zaman, edebiyat, plastik sanatlar,
şiir, psikoloji, estetik, musiki ve felsefe iç
içe geçmiş haldedir. Edebiyat ve kültür tarihimizi bir bütün halinde ve devam düşüncesiyle görmek isteyenlerin başvuracağı
ilk kaynak, bu alanlardaki boşlukları dolduran, kopuklukları geçmiş ile gelecek
arasında kurduğu köprülerle sağlamlaştıran eserleriyle Ahmet Hamdi Tanpınar olmalıdır.
Şiirleri; Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler, Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanları; XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi ve
sonradan kitaplaştırılan pek çok makale ve
denemesi ile Tanpınar, şiiri, musikiye;
düzyazıyı, şiirselliğe dökmüş bir sanatçı-
74
1923 yılında mezun olur. Tanpınar
1923’te üniversiteyi bitirdiği yıl Erzurum
Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanır.
Erzurum’da bir buçuk yıl kalan Tanpınar,
Erzurum’u yıkan 1924 depreminde oradadır. Erzurum’da kaldığı süre içinde,
şehri ziyaret eden Atatürk’le tanışma fırsatını da bulmuştur. Erzurum’da “bir savaş
artığı, bilge/meczup” olan Tahsin’den
ilham aldığı “Erzurumlu Tahsin” hikâyesini yazmıştır.
dır. Örneğin onun XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni okuyanlar edebiyat tarihinin
yanında bu tarihe estet bir bakış açısının
da en güzel örneğini okumuş olurlar.
23 Haziran 1901 tarihinde İstanbul'da
doğan Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul'da Ravza-i Maarif İptidaisi’nde, Sinop
ve Siirt rüştiyelerinde, Vefa, Kerkük ve
Antalya sultanilerinde öğrenim görür.
Baytar mektebini bırakarak girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden
Eylül / 2010
Tanpınar, “Hayatımızda kaybolan şeylerin
ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı
beslenen iştiyaktır.”diye tanımladığı Beş
Şehir denemelerinin de ilk adımlarını da
Erzurum’da atmıştır. Erzurum, Konya Ankara, Bursa ve İstanbul’dan oluşan şehir
denemeleri ile ilgili izlenimlerini öğretmenlik yaptığı sıralarda edinmiştir.
1925’te iki yıl boyunca çalışacağı Konya
Edebiyat Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanır. Güzellik anlayışını besleyen
temel şiirlerinden biri olan “Eşik” manzumesini Konya’da yazar: “Eşik manzumemi
Claude Farrere’in Çin’e dair bir konferansında (Les Annales) gördüğüm bekleyiş
manasında bir Çin havuzu; kapı ile eşik
arasında bir göz bana ilham etti. O zaman
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Konya’da idim.” Beş Şehir’in bir bölümünü de yine Konya’daki görevi sırasında
yazmıştır.
1927’den sonra beş yıl boyunca kalacağı
Ankara’ya atanır. Ankara’da çalıştığı ilk
okul Ankara Lisesi’dir. Sonrasında yine
edebiyat öğretmeni olarak Gazi Terbiye
Enstitüsü’nde çalışır. Ankara’da günlerini
mesai ve oda arkadaşı Suut Kemal Yetkin’le geçirir. Bu yıllarda öğretmenlikten
arta kalan zamanının çoğunu yeni çıkan
yayınları takip ederek ve ‘aydınların tek
buluşma yeri’ olan İstanbul Pastanesi’nde
sohbetler yaparak geçirir. Ankara yıllarına
dair izlenimlerini Beş Şehir’in Ankara bölümünde bulmak mümkündür. Suut
Kemal Yetkin’in bir şantiyeye benzettiği
Ankara, Tanpınar’ın gözünde “yeni insan
ve yeni devlet” çalışmalarının merkezi olmaktadır. Merkez olma gücünü de bütün
bir kültür tarihimizden almaktadır. 1930
yılında ‘Türkçe ve Edebiyat Muallimleri
Kongresi’ne de Ankara’da bulunduğu yıllarda katılır.
Çocukluk ve gençlik yıllarını anlatırken“daima iki memuriyet arasında” oradaydık dediği İstanbul’a 1932 yılında bir
daha ayrılmamak üzere gelir. İstanbul’da
geçirdiği dönemler, Tanpınar’ın yıllar
boyu yaptığı okumalar ve edindiği yaşam
tecrübelerinin edebi eserlere yansıdığı en
verimli dönemleridir. Önce Kadıköy Lisesi’nde çalışır.1933 yılında da Ahmet Haşim’in vefatı nedeniyle boşalan ‘Güzel
Sanatlar Akademisi sanat tarihi öğretmenliği’ kadrosuna atanır. Aynı dönem
Amerikan Koleji'nde Türk Edebiyatı derslerini de verir. Ertesi yıl estetik ve mitoloji
dersleri de vermeye başlar.
Ahmet Hamdi Tanpınar, öğretmenliğe 15
Kasım 1939’a kadar devam eder. O tarihte
İstanbul Üniversitesi’nde açılan XIX. Asır
Türk Edebiyatı Kürsüsü’nün başına getirilir. 1942–1946 yılları arasında Maraş
Milletvekilliği ve sonrasında 1949’a kadar
Milli Eğitim Müfettişliği görevlerini de
yapan Tanpınar, vefatına kadar (1962) bu
görevde kalır.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Anadolu’da
yaptığı öğretmenlik dönemine ve öğretmenliğine dair bilgilere rastlamak oldukça
zordur. Ancak üniversitedeki hocalık yıllarına dair bilgileri ve öğrencilerinin onun
hakkındaki düşüncelerini pek çok anı kitabı ve müstakil yazıda görmek mümkündür. Tanpınar’ın derslerinde aldığı notları
yıllarca bir hazine gibi saklayan ve sonrasında yayınlanmasına izin veren Gözde
Halazoğlu onun hocalığı ve dersleri için
şu anlamlı sözleri söyler: “1958 öncesi
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi olma
şansına eriştim. Derslerinde ve seminerlerinde anlattıklarını, en ufak bir değişiklik
ve ilave yapmadan, yazıya geçirmeye çalıştım. Bunu yaparken hiçbir zaman onları
mezuniyet imtihanlarında sorulabilecek
bilgiler olarak düşünmedim. Hocamızın
kelimeleri birer mücevherdi ve ben bunları yıllar boyunca defterimizin sahifeleri
arasından çıkarıp ilk günkü ışıltıları ile
seyredebilecektim. Tanpınar Hocamıza
çok şey borçluyuz. Bir gülün gülden başka
bir şey de olduğunu bize o öğretti... Sevilenlerin rıhtım taşına düşen gölgelerini
onunla seyrettik. O bize güzel olanı görmesini öğretti.”
Tanpınar’ın öğrencilerinden ve asistanlığını da yapmış olan Turan Alptekin onun
ilk dersini ve hocalığını şu sözlerle dile getirmiştir: “Ahmet Hamdi Tanpınar’ı ilk
olarak bu şiir yıllarında dinledim. O
zaman Fındıklı’da bulunan Edebiyat Fakültesi’nin giriş katındaki soldaki anfide,
edebiyat fakültesi ve Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri ve biraz da bu branşlardaki seçkin güzellikler dolayısıyla Teknik
Üniversite ile öbür fakültelerden gelen
gençler, çoğu ayakta, Tanpınar’ın yumuşak, kısık sesini dinliyorlardı. Hoca da
kürsüde ayakta konuşuyordu. Bu derslerde katı çizgileri yumuşatan birleştirici
ve ruhları bir potada eritip sonra yeniden
şekillendiren bir konuşmanın sırrını gördüm.”
Birol Emil, onu anlamanın yalnızca derslerini dinlemekle mümkün olmadığını,
bunun yanında eserlerini de dikkatle incelemek gerektiğini anlatır: “Ahmet
Hamdi Tanpınar bir buçuk aydan beri hocamdı. Kendim için çok yüklü bulduğum
derslerine alışmaya çalışıyor, her yeni ve
güzele duyulan o hayranlıkla cümlelerinden, konuşmalarından parıltılar kapmak
istiyordum. Fakat anlıyordum ki o sadece
derslerinden ibaret değildi. Kendisini
derslerinin dışında bir yerde aramak lazımdı. Bir gün, çok sevdiğim bir arkadaşımın tesadüfen mırıldandığı ‘Bursa’da
Zaman’ın mısraları o vakte kadar farkında
olmadığım bir güzellik duygusuyla içime
yerleşti ve o andan itibaren ben, gittikçe
derinleşen bir hayranlığın ve sevginin bir
çeşit talihim olduğuna karar verdim.”
Bir toplumun yakalayabileceği en büyük
talihlerden biri, tek başına bir dünya kurmayı başarabilen, zamanın sınırlarını
aşmış, çok yönlü sanatçılara sahip olabilmektir. Ahmet Hamdi Tanpınar Türk kültür ve edebiyat tarihinin yakaladığı en
büyük talihlerden biridir.
Kaynakça:
Haz. Uçman Abdullah- İnci Handan, Bir Gül Bu Karanlılarda Tanpınar Üzerine Yazılar, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2002
Enginin, İnci- Kerman Zeynep, Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa Dergâh Yayınları, İstanbul 2008
Tanpınar Ahmet Hamdi, Edebiyat Dersleri, (haz. Abdullah Uçman) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2002
Tanpınar Ahmet Hamdi, Yaşadığım Gibi, (haz. Birol Emil) Dergâh Yayınları, İstanbul 2002
Eylül / 2010
75
Mü zel eri mi z
İSTANBUL
TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ
Tahsin YILDIRIM
Kısıklı İlköğretim Okulu
İstanbul öyle etkileyici ve büyüleyici bir şehir ki, görüp de onun hakkında övgü dolu sözler sarf etmeyen
neredeyse yok gibidir. Şairler, edipler, sanatçılar ve ünlü kişiler İstanbul'un farklı boyutlarını veciz ifadelerle dile getirmişler. Bu durum, tarih boyunca sürmüş ve görünen o ki gelecekte de böyle sürecek. İstanbul’un fethi dünya tarihinin önemli olaylarından biri olarak tarihteki yerini almıştır.
İnsanların önceleri meraktan topladıkları eşyalarının, savaş ganimetlerinin,
zenginliklerinin sergilendiği mekânlar,
zamanla toplumların gurur duydukları,
geçmişleri ile övündükleri ve inşa edecekleri kimliklerine bir meşruiyet kaynağı olması için ziyarete açtıkları
sergilere dönüşmüştür. Bu dönüşüm ilgi,
merak ve köken arayışından müzecilik
doğmuştur.
Türk tarihinde ilk müze denemesi
1845–46 yıllarında Tophane-i Amire
müşiri Ahmet Fethi Paşa tarafından İstanbul’da yapılmıştır. Paşa, ordudaki eski
silahları ve çeşitli tarihî eşyaları sergilemek için Aya İrini Kilisesi’nin alanına bu
eserleri yerleştirir. O dönemde ancak
özel izinle gezilebilen bu mekân, ilk kez
1869’da müze olarak nitelendirilip resmen bir müdürlük hâline getirilmiştir.
Ardından eski eserlerin korunmasına yönelik önlemler için ilk yasal düzenleme
13 Şubat 1869 tarihinde yürürlüğe
konan Asar-ı Atika Nizamnamesi ile olmuştur. 1877 yılında müze komisyonu
kurulmuş, 1881 yılında da Osman
76
1983 yılında, bugün içinde bulunduğu
İbrahim Paşa Sarayı'na taşınmıştır. Yapılış tarihi kesin bilinmeyen bu saray 16.
Yüzyıl Osmanlı sivil mimarî örneklerinin en önemlilerindendir.
Hamdi Bey müze müdürlüğüne atanmasından sonra bizde müzecilik modern
bir kimliğe bürünmeye başlamıştır. Bahsimize konu olan Türk ve İslâm Eserleri
Müzesi ise adından da anlaşılacağı üzere
Türk ve İslâm sanatı eserlerini bir çatı altında toplayan ilk Türk müzesidir. 19.
Yüzyılın sonunda başlayan kuruluş çalışmaları, 1913 yılında tamamlanmış ve
müze, Süleymaniye Camisi külliyesi
içinde yer alan imaret binasında 1914'de
"Evkaf-ı İslâmiye Müzesi" (İslâm Vakıfları Müzesi) adı ile ziyarete açılmıştır.
Cumhuriyet'in ilanından sonra ise
"Türk ve İslâm Eserleri Müzesi" adını almıştır. Müze 1983 yılına kadar burada
hizmet vermiştir.
Eylül / 2010
İbrahim Paşa sarayı Roma kalıntıları
üzerine inşa edilmiştir. Saraya ismini
veren kişi Kanuni Sultan Süleyman'ın
damadı ve veziri olup ona 13 yıl sadrazamlık yapmıştır. At Meydanı Sarayı olarak da bilinen yapı İbrahim Paşa'nın
Kanuni'ye damat olmasından sonra
İbrahim Paşa Sarayı olarak anılmaya başlanmıştır. Sarayın Kanuni Sultan Süleyman tarafından Sadrazam İbrahim
Paşaya hediye edildiği de kaynakların
naklidir.
İbrahim Paşa Sarayı birçok düğün, şenlik ve kutlamanın yanı sıra isyanlara da
sahne olmuş, İbrahim Paşa'nın 1536'da
öldürülmesinden sonrada başka sadrazamlarca da kullanılmış, ayrıca kışla, elçilik sarayı, defterhane, mehterhane,
dikimevi ve cezaevi olarak da kullanılmıştır. Dört büyük iç avlu çevresinde yer
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
alan saray, çoğu ahşap olan Osmanlı sivil
yapılarının aksine, taştan yapılmış olması nedeniyle, günümüze kadar ulaşabilmiştir. Yapı 1966–1983 yılları
arasında onarım görmüştür. Türk ve
İslâm Eserleri Müzesi, 1984 yılında Avrupa Konseyi Yılın Müzesi Yarışması Jüri
Özel Ödülü'nü, 1985 yılında da Avrupa
Konseyi-Unesco tarafından çocuklara
kültür mirasını sevdirme konusundaki
çalışmalarından ötürü verilen ödülü almıştır.
Teması itibariyle dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, kırk bin eseri aşan
koleksiyonu ile İslâm sanatının hemen
her döneminden ve her türünden seçkin
eserlere sahiptir. Müze yedi bölümden
oluşmaktadır.
Etnografya Bölümü: Müzede sonradan
oluşturulan bölümdür. Burada Anadolu'dan toplanmış halı-kilim tezgâhları,
dokumalar, yün boyama teknikleri, halk
dokuma ve işleme sanatı örnekleri, yöresel zenginlikleri içinde kostümler, ev eşyaları, el sanatları, el sanatı aletleri,
çadırları kendilerine özgü mekânlar
içinde sergilenmektedir.
Halı Bölümü: Dünyanın en zengin halı
koleksiyonunu oluşturan halı bölümü,
yurtdışında Müzenin tanıtımına büyük
katkı sağlamıştır. Bu özelliğinden dolayı
Müze, uzun yıllar "Halı Müzesi" olarak
anılmıştır. Ender bulunan Selçuklu halıları, 15. yüzyıla ait seccade ve hayvan
figürlü halılar, 15.-17. yüzyıllar arasında
Anadolu'da üretilen ve Batı'da "Holbein
Halısı" olarak anılan geometrik desenli
ya da kûfî yazıdan esinlenen halılar bu
bölümün önemini ve değerini bizlere
göstermektedir.
geniş bir yer tutmaktadır. Çeşitli
milletlere ait hat sanatının ender ürünleri bu müzededir.
Elyazmaları arasında, Kur'an-ı Kerim’ler
dışında
çeşitli konularda yazılmış kitaplar ve
bunların ciltleri ilgi
çekicidir. Osmanlı
sultanlarının tuğralarını taşıyan fermanlar, beratlar, her
biri bir sanat eseri niteliğindeki tuğralar,
İslam dünyasının minyatürlü yazmaları
ve divanlar müzenin önemli parçalarındandır.
Ahşap Eserler Bölümü: 9.-10. yüzyıl
Anadolu ahşap sanatının örneklerinden
oluşmaktadır. Anadolu Selçukluları ve
Beylikler döneminden kalan ender parçaların yanı sıra, Osmanlı döneminin
eşsiz ahşap eserleri, Kur'an cüzü muhafazaları, rahleler, çekmeceler müzenin
ilgi çekici parçalarıdır.
Taş Sanatı Bölümü: Gerek İslam gerekse
Türk tarihinin kimi motifli kimi figürlü,
ama hemen hepsi yazılı taş eserleri burada bir araya getirilmiştir. Selçuklu Dönemi taş sanatının ender ve seçkin
örnekleri, erken dönem taş eserleri, çeşitli dönemlerde farklı üslupla yazılmış
kitabeleri gerek nitelik, gerek nicelik açısından önemlidir.
Seramik ve Cam Sanatı Bölümü: 1908–
1914 yılları arasında yapılan kazılarda
elde edilen parçalar bu bölümün ana
kaynağını teşkil etmektedir. Erken-İslâm
Dönem seramik sanatının aşamalarını
bu eserler vasıtasıyla görmek mümkündür. Buradaki seramik ve cam eşyalar
Müslüman milletlerin çeşitli coğrafyalardaki 9. yüzyıldan günümüze ortaya
koyduğu eserleri ihtiva etmektedir.
Maden Sanatı Bölümü: Büyük Selçuklu
İmparatorluğu dönemine ait, tarihli
ender örneklerden havan, buhurdan,
ibrik, ayna, cami kapı tokmakları ve
İslâm maden sanatı alanında önemli bir
yeri olan burç ve gezegen sembolleriyle
bezeli figürlü 14. yüzyıl şamdanları koleksiyonun önemini ortaya koymaktadır.
Müzede ayrıca Osmanlı maden sanatı
önemli ürünlerinden olan gümüş, pirinç, tombak, değerli taşlarla süslü sorguç, kandil, gülabdan, buhurdan,
leğen/ibrikler de yer almaktadır.
Not: Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür
Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne
bağlı olan İstanbul Türk ve İslam Eserleri
Müzesi Sultanahmet Meydanı İbrahim
Paşa Sarayındadır. Müze pazartesi hariç
her gün 09.30-16.30 saatlerinde ziyarete
açıktır.
El Yazmaları ve Hat Sanatı Bölümü: İslamiyet’in ilk zamanlarından günümüze
kadar uzanan zaman diliminde meydana
getirilmiş yazmalar ve hat sanatı örnekleri İslamiyet’in yayıldığı coğrafyalardan
gelmiştir. Bu bölüm müzede önemli ve
Eylül / 2010
77
Seçtiğimiz Kitaplar
Orhan Okay / Bir Hülya Adamının Romanı: AHMET HAMDİ TANPINAR / Dergâh Yayınları
Orhan Okay, hem Tanpınar’ın hem de Mehmet Kaplan’ın öğrencisidir ve o da bir mihverdir. Uzun
yıllar boyunca Tanpınar hakkında çeşitli yazılar yazmış, eserlerini yorumlamıştır. Okay’ın bu eserinde, okuyucular Tanpınar’ın bugüne kadar ulaşılmamış kaynaklardan derlenen bin bir ayrıntı
ile zenginleştirilmiş bir biyografisini bulacakları gibi, birçok da resimle karşılacaklardır.
Yıllardan beri oluşturduğumuz Tanpınar resimleri arşivini bu kitapta kullandık. Eser, Tanpınar’ın
daha da derinlikli olarak bilinmesine kaynaklık edecektir. Bütün eserlerini yayımladığımız Prof.
Dr. Orhan Okay’ın bu çalışması da geniş yankı uyandıracaktır.
MEHMET AKİF DÜZYAZILAR / A.VAHAP AKBAŞ / Beyan Yayınları
Hem İstiklal Marşı’nı yazdığı hem de Safahat gibi önemli bir şiir şaheseri bıraktığı için daha çok
şair yönü ön plana çıkmış olan Mehmet Akif’in az bilinen başka bir yönünü ortaya çıkaran yeni
bir eser yayımlandı. Mehmet Akif’e ait tüm metinleri yayınlamaya devam eden Beyan Yayınları
tarafından fikir dünyamıza sunulan bu eser Düzyazılar ismini taşıyor ve Mehmet Akif’in Safahat
dışında kalmış yazılarını; makalelerini, sohbetlerini, vaazlarını ve Kuran tercüme ve tefsirlerini içeriyor. Akif’in Düzyazıları, kişiliği, fikri, zevki, besleyici kaynakları, donanımı, dil ve edebiyat anlayışı, çevresi ile ilgili çıkarımlara müsait olması bakımından da önemlidir. Kitabı oluşturan yazılar,
Safahat’la ve dostlarının hatıratıyla hafızalarımıza çizilen Âkif portresini tamamlamaktadır.
İmparatorluk Başkentinden Kültür Başkentine İstanbul / Prof. Dr. Feridun Emecen / Kitabevi
İstanbul tarih boyunca gerek Doğu ve gerekse Batı dünyasında dini ve siyasi açıdan çok önemli
bir yere sahip olmuştur.İki kıtanın geçiş yerinde ne tam Doğu’ya ne de tam Batı’ya ait bulunan
bu şehir, her iki medeniyetin adeta bir temsilcisi olarak asırlarca süren farklı bir misyonu ruhunda taşımış ; her iki medeniyetin mensuplarınca değişik amaçlarla fakat sonuçta benzeri algılayışlarla ilginç bir tarihi geçmişten süzülüp gelmiştir.
Eserde, İstanbul tarihinin kadim asırlardan zamanımıza kadar ulaşan süreçteki serüveni, her biri
ciddi araştırma mahsulü olan makaleler bağlamında ortaya konmaktadır.
Tezkireden Biyografiye / Mustafa İsen / Kapı Yayınları
Divan Edebiyatının gizli kahramanları bu kitapta... Tezkire yazarları. Yüzyılların zevki onlarla bugüne taşındı.Mustafa İsen, onlara yeniden bilimin ve sanatın gözüyle baktı. Dünü bugüne, bugünü düne taşıdı.
“Doğu ve Batı Türkçesi arasında kültür elçiliği görevi üstlenerek hem bu iki edebî lehçeyi birbirine yaklaştıran hem de arada kopukluklar olmasına engel olan bu kahramanların rolünü takdir
etmek lazım. Bir kısmı zorunlu olarak doğdukları toprakları terk ederek başka yerlerde yaşamak
zorunda kalsalar bile onlar, kültür tarihimiz için son derece hayırlı hizmetler ifa etmişler, medeniyet mozayiğimizi zenginleştirmişlerdir.”
78
Eylül / 2010
İstanbul Eğitim ve Kültür Dergisi
Leonardo da Vinci / Yazılar / YKY
Dünya tarihinin büyük dehalarından, çok yönlü Rönesans adamı Leonardo da Vinci yalnızca sanat
alanında değil, bilindiği üzere bilimsel konularda, mimarlık ve askerî mühendislik alanlarında da
çalışmıştır. Yazılar – Masallar, Kehanetler, Nükteler ve diğerleri, Leonardo da Vinci’nin doğrudan
bilimsel araştırmaları ya da görsel sanatlarla ilgili yazıları dışındaki bütün metinlerini bir araya getiriyor. İtalya’da ilk baskısı 1952’de yapılan Yazılar, Da Vinci’nin bizzat kaleme aldığı, yaklaşık yedi
yüz sayfalık iki elyazması 1967 yılında Madrid Ulusal Kütüphanesi’nde bulununca, genişletilmiş
yeni baskısıyla okurla buluşur. Madrid elyazmalarında Da Vinci resim ve mekanik ilgisini bir yana
bırakır ve farklı alanlarda düşüncelerini kaleme alır.
Çocuklara Söz Geçirme Sanatı / Ali Çankırılı / Zafer Yayınları
Doğru ve kabul edilebilir davranışları öğrenmeye çalışan çocuklar için de durum aynıdır.
Koyduğunuz sınırlar yol gösteren levhalar gibidir. Sınırlar, sanıldığı gibi, çocukların haklarını kısıtlamak, onlara baskı uygulamak değildir. Sınırlar, çocuklara korundukları, güvende oldukları ve
değer verildikleri duygusu kazandırır. Aile içi kurallara uymalarını, işbirliği yapmalarını, otoriteye
saygı duymalarını sağlar. Sorumluluk kazandırır. Sınırlar, onaylanan davranışları tanımlayan, çocuğa hatalı davranışlarını düzeltme fırsatı veren eğitici ve öğretici bir etkiye sahiptir.
Bu kitap çocuklara nasıl doğru sınırlar koyacağınızı, bağırmadan, sinirlenmeden, ceza vermeden
nasıl söz geçireceğinizi anlatmaya çalışacaktır.
Dünya Nimeti / Knut Hamsun / Timaş
Nobel ödüllü ünlü yazar Knut Hamsun’un eseri Behçet Necatigil’in büyülü çevirisi ve kapsamlı
önsözüyle okurlarla buluştu. “Dünya Nimeti 1917’de çıktı. Issız toprakları canlandırmak için insan
gücünün verdiği imtihanları, tabiat kuvvetleri ile çetin savaşları hikâye eden bu roman, katı ve
boş topraklara düşen alın terlerinin önce kıt kanaat, giderek cömert hasadını, bu başarıdaki
büyük hazzı dile getirir. Roman, cahil bir göçmen olan Isak’ın basit, cahil karısı Inger’le birlikte
çorak ve haşin toprakları sabırla nasıl bereketli, yeşil bir yurt parçası haline getirdiğini anlatır.
Eser, usta edebiyatçı Behçet Necatigil’in başarılı çevirisiyle edebiyat severleri Hamsun’un kaleminin bereketli sofrasına, “Dünya Nimeti”ne davet ediyor!
Kapı Yayınları
Hiperaktif Çocuk ve Ergen Okulda / Prof. Dr. Yankı Yazgan / Doğan Kitap
Bu kitapta; her çocuğa ve ergene ihtiyacı ölçüsünde bilgi ve beceri kazandırmayı amaçlayan, çocuklara yapıştırılan etiketlerden ziyade onların kim olduklarıyla ilgilenen öğretmenler, okul psikologları, danışmanlar ve rehberlik servisi uzmanları, sınıftaki işlerini kolaylaştırıcı bilgi ve
yöntemleri bulacaklar. Anne ve babalar ise öğretmenlerin çocuklarıyla ilişkilerini kuvvetlendirmeye yarayabilecek bilgileri, ev ortamında çocuklarının gelişimini desteklemek için kullanılabilecek öğrenme ve davranış ilkelerini öğrenecekler. Kitapta, dikkati dağınık, dalgın, sabırsız,
hiperaktif çocuklar okul hayatında ne tür zorluklar yaşarlar? Öğretmen ile anne-baba arasındaki
işbirliği nasıl geliştirilebilir? gibi pek çok konuda çözüm önerileri sunulmaktadır.
Eylül / 2010
79
S i n ema
Charlie Banks / Umudu Öldürmek
En Büyük Cinayettir
Sibel ATAGÜN
Ve Charlie'nin yatağının altında korkuyla büyüttüğü çocukluk kabusu,
kenar mahallelerin fakir çocuğu
Mick Leary.
Charlie Banks...1970'lerin New
York'unda, kültürlü bir ailenin
şanslı çocuğu olarak büyüyen on
yaşında bir çocuk Charlie.
Charlie (Jesse Eisenberg) üniversite okumuş
ve saygın bir işi olan ebeveynlerinin şefkat
dolu gözetiminde büyürken bir yanda
maddi zorluklar içerisinde zengin insanlara
kin güderek büyüyen gençlerle arkadaşlık
kurmaktadır. Bu arkadaşları arasında, çevresinde asi ve cesur tavırlarıyla sivrilen, her
türlü serseriliğine kendisinin hışmına uğrama korkusundan ses çıkaramayan gençleri toplayan Mick Leary (Jason Ritter) de
vardır. Mick'in agresif tavırlarına kimsenin
ses çıkaramamasını hayret ve dehşetle izleyen Charlie, nihayet kimsenin cesaret edemediğini yapacak ve Mick'in sebepsiz yere
döverek arkadaşlarını öldürmesini ihbar
edecektir.
Doğru bildiğinden vazgeçmeme, adaletten
yana olma ile çevresini ve arkadaşlarını kaybetme korkusu arasında kalan Charlie, şikayetini geri alarak üniversite yollarını tutsa
da anne ve babası onun yarım bıraktığı işi
tamamlayacak ve Mick'in hapse girmesini
sağlayacaklardır. Bundan sonra Mick'i ve ispiyonculuğunu unutmayı seçerek üniversite
hayatına atılan Charlie, yıllar sonra karşısında Mick'i bulunca çocukluğundan gelen
korkular geri dönecektir. Mick bir yandan
Charlie'nin arkadaşları arasında popülerliği
elde etmeye başlar. Bir yandan da hayatında
ilk kez okumaya, düşünmeye çaba sarfetmektedir. Her ne kadar değişmeye başlasa,
bir şeyler okusa, bilmediği kültürel ortamlara girmeye, değişik bir çevre ile başbaşa olmaya başlasa da, Mick, anne-baba
ilgisinden uzak yurtlarda ve sokaklarda sevgisiz geçen hayatının verdiği hırsa yenilerek
80
yeni edindiği arkadaşlarına da şiddet eylemleri göstermeye başlamıştır. Böylece onu
kısa sürede hayranlıkla bağrına basan yeni
zengin çevresi, bir o kadar hızlı bir şekilde
hayatlarından atmaya çalışacaklar ve
Mick'in değişme ihtimali yarım bırakılarak,
Mick, geldiği yerlere, sokaklara geri gönderilecektir.
Bir çocuğun yetişmesinde aile ya da başka
bir kurumdan gördüğü sevginin ne kadar
önemli olduğu, sevgisiz ve şiddet dolu sokaklarda büyüyen bir gencin belli bir yaştan sonra cennetin içerisine dahil edilse de
değişmesinin ne kadar zor olduğu vurgulanırken, değişme taraftarı olan birine gösterilmesi gereken sabrın önemi de ortaya
dökülüyor.
Mick Leary'nin final sahnesinde Charlie'ye
söylediği sözler bu anlamda dikkat çekici.
"Sen benim bağışlamak istediğim ilk ve tek
ispiyoncusun. Çünkü bana ümit etmeyi öğrettin". Mick, engellemeler ve şiddet içerisinde, ayakta kalabilmek için zor
kullanmayı, gerektiğinde öldürmeyi öğrenmiş bir "suçlu". Hayatında ilk kez kitap
okumaya başlamış, düşündüklerini ifade
Eylül / 2010
edebildiğini, dünya, insan, varlık hakkında
düşünüp sorgulayabildiğini farketmiş ve
bunun heyecanını yaşamaya başlamış. Ama
hala, kendisini hor gördükleri için küçüklüğünden beri nefret ettiği "zenginler" arasında kendini savunma ve ispat etme gereği
hissetmekte. Ve kendisine yöneltilen en
küçük suçlamada hırsı, nefreti ve öfkesi zengin insanlara karşı ayaklanmış ve eski şiddet
eylemlerine geri dönmüştür. Normal şartlarda asla bağışlamayacağı ve hatta öldüreceği Charlie'yi sadece hırpalamakla
yetinerek kaçmış, Charlie'nin deyimiyle
mezuniyetinin ilk adımını atmış, çünkü hayatında ilk ve son kez merhamet göstermiştir.
Mick'e karşı biraz daha sabır ve hoşgörü
gösterilse, demir haline gelen insanlığının
erimesine biraz daha zaman verilse bir şeyler daha değişecek miydi? Yoksa nefret içerisinde büyümüş bir gencin değişmesi
imkansız mıdır? Belki de Durst'un bize düşündürmek ya da kendisine sormak istediği
soru budur. Ne kadar meşakkatli olsa, uzun
sürse dahi neticede kainatı içinde barındıran "bir insan"ın değişmesi, kalbedilmesi ise
söz konusu olan, asırlarca beklemeye değmez mi?
İnsan, sevgi ile büyür, sevgi ile yaşar. Sevgiye karşı duyarsız olacak hiçbir canlı yoktur. Sadece bu cevherin parlaması için biraz
sabır, biraz zaman, biraz emek gerekmektedir. Her bir cevher başka hayatlara değecekse, o cevheri ortaya çıkarmak herkesin
borcudur.