www.notindir.com

Transkript

www.notindir.com
www.notindir.com
www.notindir.com
www.notindir.com
TANRILARIN ARABALARI
Chariots of the Gods
ERICH VON DÄNIKEN
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ..3
BIRINCI BÖLÜM: EVRENDE AKİLLİ YARATİKLAR VAR Mİ? 4
IKINCI BÖLÜM: UZAY GEMIMIZ O DÜNYAYA ININCE 7
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: AÇİKLANAMAYANİN IMKÂN DİŞİ DÜNYASİ 11
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: TANRİ BIR ASTRONOT MUYDU? 22
BEŞINCI BÖLÜM: GÖKLERDEN GELEN – ATEŞ SAÇAN SAVAŞ ARABALARİ28
ALTİNCİ BÖLÜM: ESKI HAYAL ve MASALLAR Mİ, YOKSA ESKI GERÇEKLER
MI? 33
YEDINCI BÖLÜM: ESKI HARIKALAR Mİ YOKSA UZAY YOLCULUĞU
MERKEZLERI MI? 43
SEKIZINCI BÖLÜM: PASKALYA ADASİ – KUŞ ADAMLARİN ÜLKESI 51
DOKUZUNCU BÖLÜM: GÜNEY AMERIKA'NİN DERIN SİRLARİ ve BAŞKA
GARIPLIKLER 55
ONUNCU BÖLÜM: DÜNYANİN UZAY DENEMELERI 61
ONBIRINCI BÖLÜM: DOĞRUDAN HABERLEŞME IÇIN ARAŞTİRMALAR 72
ONIKINCI BÖLÜM: YARİN 80
GİRİŞ
Bu kitabı yazmak cesaret isteyen bir işti; okumak da aynı şekilde cesaret isteyecektir.
Kapsadığı kuramlar ve kanıtlar, geleneksel arkeolojinin özenle kurulmuş mozaik yapısına
uymadığı için, belki bilginlerimizce 'sözü edilmemesi gereken' kitaplar sınıfına
sokulacaktır. Geçmişimizi araştırmanın, geleceğimizi araştırmaktan çok daha çekici ve
serüvenli olabileceği gerçeği karşısında halk, belki kabuğuna çekilip orada kurduğu
dünyada yaşamayı seçecektir.
Ne olursa olsun, binlerce, milyonlarca yıl geriye uzanan geçmişimizin tutarsızlıklarla
dolu olduğu gerçeği, kesinlikle koruyacaktır. Geçmiş, ilkel dünyamızı, içi adam dolu
uzay arabalarıyla ziyaret eden bilinmeyen tanrılarla doludur; akıl almaz teknik
yeteneklerin var olduğu, günümüzde ise ancak bir bölümü yeniden bulunan bilgilerin
gizlendiği bir geçmiş...
Arkeoloji derseniz, o da tutarsızlıklar içindedir. Çünkü binlerce yıllık elektrik pilleri,
platin kopçalı kusursuz uzay giyimleri içinde garip yaratıklar, küçük elektronik beyinlerin
bile çözemediği on beş basamaklı sayılar yeni kazılarda ortaya çıkmaktadır. Bunları
yapmış olması gereken ilkel insanların, böylesine inanılmaz bilgileri nereden elde
ettikleri sorusu ister istemez kişinin aklına takılmıyor mu?
Tutarsızlıklar din alanında da sürüp gitmektedir. Şöyle ki, bütün dinler sözleşmiş gibi,
insanoğluna yardım ve kurtuluş vaat ederler. İlkel tanrılar da aynı şeyler için söz verirler.
Ama niçin verdikleri sözü tutmazlar; niçin son derece modern silâhlarını ilkel insanlara
karşı kullanırlar; niçin onları yok etmeyi tasarlarlar?
www.notindir.com
Binlerce yıldır kurulmasına çalışılan inançlar dünyasının artık yıkılacağı düşüncesine
alışalım. Birkaç yıllık dikkatli araştırma, hepimizi rahatlatan zihin kurumlarını yerle bir
etmeye yetiyor; gizli toplumların kitaplıklarında saklı duran bilgiler birer birer gün
ışığına çıkıyor; uzay çağı gizlilikler çağı olma niteliğini yitiriyor ve yıldızları hedef alan
uzay yolculukları, geçmişle aramızda kalan uçurumları kapatmaya başlıyor. Tanrılar,
rahipler, krallar, kahramanlar bu uçurumun karanlıklarından çıkıyorlar. Geçmişimizi
gerçekten eksiksiz öğrenmek istiyorsak, onları gizledikleri sırları açıklamaya
zorlamalıyız. Bu nasıl yapılabilir?
Arkeolojik araştırmaları modern laboratuvarlar üstlerine almalıdır!
Arkeologlar tarihsel yerleşme kalıntılarını, üstün duyarlıklı ölçü araçlarıyla yeniden
incelemelidirler!
Ve gerçeği arayanlar, bütün kurumlara kuşkuyla bakmaya koyulmalıdırlar!
On bin yıl öncesinin insanı için uzay yolculuğu bir sorun değil, bir gerçekti! Bunun
ispatı, karanlık geçmişte tanrıların bıraktıkları ve bugün anlamını çözmeye çalıştığımız
sayısız izlerdir. Evet, pek uzak çağlarda uzaylıların dünyamızı ziyaret ettiklerini ileri
sürüyorum! Bu dünya dışı akıllı yaratıkların kimler olduklarını ya da hangi gezegenden
geldiklerini henüz bilmiyorum. Ancak; o çağda yaşayan insansı yaratıkları kitle halinde
yok ettiklerine ve yeni, belki de ilk, 'homo sapiens'i ürettiklerine kesinlikle inanıyorum.
Bu iddia tümüyle devrimcidir; kusursuz gibi görünen zihin kurumlarını temelinden
sarsmaktadır. Amacım, bu iddianın delillerini gözler önüne sermektir.
Kitabım birçok kişinin cesaret vermesi ve işbirliğiyle hazırlanabildi. Son birkaç yıldır
yüzümü göremeyen karıma anlayışlılığı için, binlerce mil bana yol arkadaşlığı eden Hans
Neuner'e aksamasız ve değerli yardımları için, Dr. Stehlin ve Louis Emrich'e sürekli
destek oluşları için teşekkür etmek isterim. Ayrıca bana, Bilimsel ve Teknik Araştırma
Merkezlerini gezdiren Houston ve Huntsville NASA tüm personeline, Prof. Dr. Werner
von Braun, Prof. Dr. Willy Ley ve Bert Slattery'e ve dünyanın çeşitli bölgelerinde benden
yardım ve desteklerini esirgemeyen insanlara teşekkürü bir borç bilirim.
ERICH VON DÄNIKEN
BİRİNCİ BÖLÜM:EVRENDE AKILLI YARATIKLAR VAR MI?
YİRMİNCİ YÜZYIL İNSANI, türününevren dekitek örneği midir? Başka yıldızlardan
gözümüzle görebileceğimiz örnekler gelmediği sürece bu soruya verilen, «Evet,dünya
mız, üzerinde insan yaşayan tek gezegendir!» karşılığı geçerli ve inandırıcı kalacaktır.
Ancak son araştırma ve bulgulardan ortaya çıkan gerçekler dikkatle incelendiğinde, soru
işaretleri ormanının büyüdükçe büyüdüğü görülecektir.
www.notindir.com
Astronomlar bulutsuz bir gecede çıplak gözle 4500 yıldız görülebileceğini söylüyorlar.
Küçük bir gözlem evi teleskopu bu sayıyı iki milyona çıkarabiliyor. Modern yansıtıcı
teleskoplarca, Samanyolu’nu oluşturan milyarlarca yıldızın ışığını gözlemciye getirmek
gücünde. Ancak, evrenin heybetli ölçüleri açısından Samanyolu, çok daha büyük bir
yıldızlar sisteminin ufacık bir parçasıdır. Bu sistem yirmiye yakın galaksiden oluşur ve
yarıçapı bir buçuk milyon ışık yılıdır. (1 ışık yılı, ışığın bir yılda aldığı yoldur ve 300.000
x 60 x 60 x 24 x 365 = 9.460.800.000.000 kilometreye eşittir). Ancak böylesine korkunç
bir sayıyla anlatılan bu sistem bile, elektronik teleskopların gösterdiği nebulaların
büyüklüğü karşısında küçücük kalır.
Astronom Harlow Shapley, teleskoplarımızın görüş alanı içinde yaklaşık olarak
(100.000.000.000.000.000.000) yıldız bulunduğunu ve bunların binde birinde gezegenler
sistemi bulunduğunu tahmin ediyor. Bu tahminin temelinden hareketle, söz konusu
yıldızların binde birinde hayat için gerekli koşullar olduğunu kabul edersek, geriye
(100.000.000.000.000) yıldız kalıyor. Peki, bunların kaçında hayata uygun atmosfer var?
Binde birinde mi? Öyleyse (100.000.000.000) yıldız hayat için gerekli atmosferi taşıyor
demektir. Daha ileri giderek, bunların binde birinde hayatın ortaya çıktığını düşünürsek,
şu anda üstünde hayat olan 100 milyon gezegen bulunduğu anlaşılır. Bu hesaplar,
günümüzün tekniğiyle yapılan teleskopların gösterdiği yıldızlar temel alınarak
yapılmıştır. Bu arada tekniğin her gün gelişmeler gösterdiği unutulmamalıdır.
Biyokimyacı Dr. S. Miller'in varsayımını izlediğimizde hayatın ve hayat için gerekli
koşulların, birtakım başka gezegenlerde daha çabuk gelişmiş olabileceğini görürüz. Bu
varsayımı kabul edersek, 100.000 gezegende, bizimkinden daha gelişmiş uygarlıkların
bulunduğunu da kabul etmemiz gerekir.
Tanınmış bilim adamı, yazar ve W. von Braun'un arkadaşı Prof. Dr. Willy Ley, New
York'taki konuşmamızda görüşlerini şöyle açıkladı:
«Yalnız Samanyolu'ndaki yıldızların sayısı 30 milyar kadardır. Günümüz astronomi
bilginleri, bunların 18 milyarında gezegenler sistemi bulunduğunu kabul ederler.
Gezegen sistemleri arasındaki uzaklığın, gezegenlerin ancak yüzde birine bir yıldız
yörüngesine girme olanağı tanıdığını düşünelim. Bu durumda, hayatı destekleyecek güçte
180 milyon gezegenle karşı karşıya kalırız. Bunların yüzde birinde de hayatın gerçekten
ortaya çıktığını düşünürsek, geriye 1.800.000 gezegen kalır. Üzerinde hayat bulunan
gezegenlerin yine yüzde birinde «Homo Sapiens'e eşit akıl düzeyindeki canlıların
yaşadıklarını kabul edersek, Samanyolu’nda 18.000 uygarlık olduğu ortaya çıkar.»
Samanyolu'ndaki yıldız sayısının son sayımlarda 100 milyara çıktığı göz önünde
tutulursa, Prof. Ley'in dikkatle yaptığı hesaptaki uygarlık sayısı büyük çapta artar.
Ütopik sayıları ya da bilinmeyen galaksileri katmaksızın yapılan yukarıdaki tahmini,
biraz daha ilerletebiliriz ve 18.000 gezegenin en az yüzde birindegerçekten hayat
olduğunu ileri sürebiliriz.
www.notindir.com
Dünyaya benzer gezegenleri var olduğu, gerek hesaplar, gerekse bilimsel araştırmalar
sonucu, kuşku tanımaz bir duruma gelmiştir. Ancak hayatı destekleyen koşulların ille
dedünya nınkilerle özdeş olması gerekmez.
Hayatın yalnız dünyadaki koşullar altında geliştiği düşüncesi çoktan çürütülmüştür.
Oksijen ve su olmayınca hayat da olmaz inancı tümüyle yanlıştır. Öyle ki dünyamızda
bile oksijene gerek duymayan canlılar vardır. Anaerobik bakteri adı verilen bu yaratıklara
oksijen, öldürücü etki yapmaktadır. Neden uzayda aynı şekilde yaşayan gelişmiş türler
bulunmasın?
Çalışmalarını pek yakın tarihlere kadar dünyamız üzerinde yoğunlaştıran araştırmacılar,
gezegenimizi hayat için 'ideal' olarak nitelendirmişlerdi. Bol bol suyu, tükenmeyen
oksijeni, organik yollarla kendiliğinden yenilenen doğası ve ne çok sıcak, ne çok soğuk
iklimiyle dünyamız, bu niteliği hak eder görünüyordu.
İyi ama hayatın doğuşu ve gelişmesi böylesine katı kurallarla sınırlandırıldığında, ortaya
çıkan şaşırtıcı durumlara ne demeli? Bilginler,dünya da iki milyona yakın değişik canlı
türünün bulunduğunu tahmin ediyorlar; bunların bir milyon iki yüz bini bilimsel olarak
tanınıyor. Ancak, tanınanlar içinde birkaç bin türün, bugün geçerli kurallar
gereğince,yaşam aması gerekiyor! Bu durumda, hayat için gerekli koşulları belirleyen
yasaların yeni baştan ele alınıp incelenmelerinden başka çıkar yol yoktur.
Normal olarak yüksek radyoaktiviteli suların mikroptan arınmış olacağı düşünülebilir.
Ne var ki birtakım bakteri türleri, nükleer reaktörleriçevre leyen Dr. Siegel'in yaptığı bir
deney ise korku vericidir:
Siegel, Jüpiter'in atmosferini laboratuvarında yaratarak, birtakım bakterileri burada
üretmeyi denemiştir. Bilindiği gibi Jüpiter'in atmosferi, bizim anladığımız biçimde hayat
için hiç bir uygunluk göstermemektedir. Bununla birlikte Siegel'in bakterileri, amonyak,
metan ve hidrojene rağmen ölmemiş ve üremelerini sürdürmüşlerdir. BristolÜniversite si
entomoIojistlerinden[1]Hinton ve Blum'un deneyi de aynı oranda ürkütücüdür. Bu bilim
adamları, bir tatarcık türünü birkaç saat 100° santigrad ısıda kuruttuktan sonra,uzay kadar
soğuk olan sıvı helyuma atmışlardır. Daha sonra yüksek ısı vererek doğal hayata
döndürdükleri hayvancıklar hiç bir şey olmamış gibiyaşam alarını sürdürmüşler, hatta
'sağlıklı' yavrular bile doğurmuşlardı! Bunların dışında yanardağlarda yaşayan, taş yiyen,
demir üreten bakteri türleri de tanınmaktadır. Soru işaretleri ormanı büyüdükçe
büyümüyor mu?
Birçok araştırma merkezinde deneyler sürdürülürken, hayatın hiç bir zamandünya mız
koşullarıyla sınırlandırılamayacağının delilleri de artmaktadır.Dünya yüzyıllar boyu,
yerküreyi yöneten koşullar ve yasalarçevre sinde dönüp duruyor. Bu inanış, alışılmış ölçü
ve düşünce sistemlerini benimseyen araştırmacıların gözlerine her şeyi bulanık ve titrek
gösteren bir gözlük gibi yerleşti.Uzay incelenirken de çıkarılamayan bu gözlük yüzünden,
çağ açan düşünürlerden Teilhard de Chardin,uzay da ancak 'hayal'in gerçek olabileceğini
ileri sürdü!
www.notindir.com
Eğer başka gezegenlerde yaşayan akıllı yaratıklar da bizim gibi düşünüyorlarsa, kendi
hayatları için gerekli koşulları, bütün evren için geçerli sayıyorlar demektir. Böylece
bizim anladığımız biçimde bir hayat için kesinlikle öldürücü olan –150, 200 derece ısıda
yaşayan yaratıklar, evrende hayat izi ararken –150 dereceyi de birlikte arayacaklardır.
Tıpkı bizim geçmişimizi aydınlatmaya çabalarken kullandığımız mantık gibi...
Şu, ya da bu zamanda ortaya çıkan her atak düşünceye ütopya gözüyle bakılır. Ama
günlük gerçekler arasına giren ütopyalar sayılamayacak kadar çoktur! Burada verilen
örnekler en uzak ihtimalli türden olmakla birlikte, bugün kavramakta güçlük çektiğimiz
birtakım kavramlar açıklanınca, gerçek durumuna gireceklerdir. O zaman tüm engeller
yıkılacak ve insan,evren in gizli tuttuğu bilgilere bir adım daha yaklaşacaktır. Gelecek
kuşaklarevren de bugün hayal edemediğimiz ölçüde değişik türden canlılar bulacaklar,
biz orada olmasak bile,evren deki tek akıllı yaratık olmadıklarını, hele hiç de en eski
yaratık olmadıklarını kabul edeceklerdir.
Yaşı sekiz ya da on iki milyar olarak bilinen evrenden kopup gelen göktaşları,
mikroskoplarımızın altına organik bileşimlerin, izlerim getirmektedirler. Milyonlarca
yıllık bakteriler yeniden hayat kazanırken, uzaydaki sayısız güneşlerden çıkan sporlar,
boşluğu aşarak gezegenlerin çekim alanına kapılmaktadırlar. Milyonlarca yıldır süregelen
dönemlerde, yeni hayat türleri yaratılmakta ve gelişmektedir. Bu arada yerkürenin her
yanından toplanan sayısız taş örneklerinin incelenmesi, dünyamızın dört milyar yıl önce
meydana geldiğini ortaya çıkarmıştır. Ne var ki bilimin tek bildiği şey, bir milyon yıl
kadar önce,' insanı andırır birşey 'in dünyada yaşadığıdır! Ve dev zaman nehrine, ağır
çalışmalar, büyük serüvenler ve geniş çapta merak karşılığında kurduğu baraja ancak
7000 yıllık bir insanlık tarihi toplayabilmiştir. Evrenin milyarlarca yılla ölçülen geçmişi
karşısında bu sayı gülünç kalmıyor mu?
İnsanın bugünkü durumuna gelebilmesi için 400.000 yıl geçmesi gerekmişti. Neden
başka gezegenler bize benzeyen ya da benzemeyen varlıkların gelişmesi için daha
elverişli koşullar sağlamamış olsun? Neden başka bir gezegende bize eşit ya da bizden
üstün 'rakipler' bulunmasın? Birtakım kestirme karşılıklarla bu sorular hasıraltı edilemez!
Geçmişte yıkılmaz görünen yasalara bugün gülündüğü unutulmamalıdır. Sözgelişi,
yüzlerce kuşak dünyanın düz olduğu inancındaydı. Binlerce yıl güneşin dünyanın
çevresinde döndüğü ileri sürüldü. Bugün bile, Samanyolu’nun merkezinden 30.000 ışık
yılı uzakta, sıradan, minicik bir gezegen olduğu ispatlandığı halde, dünyanın, her şeyin
merkezi olduğuna inananlarımız var.
Uzay araştırmalarında elde ettiğimiz bilgiler, evren karşısındaki küçüklüğümüzü ve
değersizliğimizi çoktan ortaya koymuştur. Ancak geleceğimizin evrende gizli olduğu
gerçeği, değerinden bir şey yitirmemiştir.
Geleceğe şöyle bir bakmadan, geçmişi tarafsızlık ve içtenlikle araştırma gücünü
bulabileceğimizi sanmıyorum...
İKİNCİ BÖLÜM:UZAYGEMİMİZ ODÜNYAYA İNİNCE
www.notindir.com
TÜM KURGU-BİLİM yazarlarının büyükbabası sayılan Jules Verne bugündünya ca
ünlü bir yazardır. Fantezileri çoktan kurgu-bilim olmaktan çıkmış, seksen günde
yapılabileceğini düşündüğüdünyaçevre sindeki yolculuk, astronotlarca seksen altı
dakikaya indirilmiştir. Biz de, bu ileri görüşlü yazarın yöntemini izleyerek,uzay
gemisiyle ileride yapılacak bir yolculukta neler olabileceğini düşünmeye çalışalım.
Elbette sözünü ettiğimiz yolculuğun gerçekleşmesi, Jules Verne'in düşlerinin
gerçekleşmesinden çok daha kısa bir süre alacaktır. Bununla birlikte,uzay gemimizin 150
yıl sonra bilinmeyen bir yıldıza gitmek içindünya dan ayrıldığını düşünelim:
Gemimiz, deniz aşırı gemiler büyüklüğünde ve 99.800'ü yakıt olmak üzere, 100.000 ton
kalkış ağırlığında olsun.
İmkânsız mı?
Hiç sanmam! Daha bugünden parça parça yörüngeye sokulan uzay gemileri, dünya
çevresinde dolaşırlarken birleştirebiliyor. Hem bu birleşme işlemi yirmi yıldan az bir süre
sonra gereksiz kalacak; çünkü aya inecek dev gemileri yerde hazırlamak bir sorun
olmaktan çıkacak. Üstelik yarının roket atma işlemi için sürdürülen temel araştırmalar,
tam yolla ilerliyor. Bu araştırmalardan anlaşıldığına göre, geleceğin roket motoru, gücünü
nükleer enerjiden alacak ve ışık hızına yakın bir hıza ulaşacak. Aynı alandaki yeni
atılımlar arasında uygulama imkânı, basit parçalar üzerinde yapılan fiziksel deneylerle
ispatlanan'Foton Roketi' de var. Gövdesinde taşıdığı yakıt, roketi ışık hızına öylesine
yaklaştırıyor ki, göreliliğin her etkisi, özellikle fırlatıldığı yerle, kendisi arasındaki zaman
farkı açıkça görülebiliyor. Roket çalışınca yakıt elektromanyetik radyasyona dönüşüyor
ve salkım biçimi bir itici güç olarak, ışık hızıyla gövdeden ayrılıyor. Teorik olarak bu
sistemle donatılmış bir uzay gemisinin ışık hızının %99'una ulaşması gerekir ve bu hız,
güneş sistemimizin sınır kapılarını ardına kadar açmak için yeterlidir.
Akıllara durgunluk veren bir düşünce!... Ancak yeni bir çağın belkemiği sayılabilecek
olan yirminci yüzyıl insanı, büyükbabasının tanık olduğu ve akıl almaz bulduğu tren,
elektrik telgraf, otomobil ve uçak gibi teknolojik gelişme ürünlerinin, bugün olağanüstü
bir yanı kalmadığını aklından çıkarmamalıdır. Aynı şekilde kendisi de ilk radyo
yayınlarına, renkli televizyondan izlenen ilk uzay yolculuklarına ve dünya çevresinde
dönüp duran uydulara tanıklık etmiş, her halde birçoğunu akıl almaz bulmuştu. Kuşkusuz
onun çocuklarının çocukları gezegenler arası yolculuklara çıkacaklar ve üniversitelerin
teknik bölümlerinde kozmik araştırmalar yapacaklardır.
Gelelim hedefi uzak bir yıldız olan uzay gemimiz yolculuğuna: Her şeyden önce gemi
tayfasının, vakit öldürmek için ne gibi yollar tuttuğunu düşünmeye çalışalım. Çünkü
Einstein'ın İzafiyet Teorisine göre ışık hızının hemen altında yol alan bir uzay gemisinde
zaman, dünyada kalanlara göre çok daha yavaş geçer. İnanılmaz gibi görünüyor ama,
uzay gemimiz ışık hızının %99'una varan bir hızla gidiyorsa, dünyada geçen bir yüzyıla
karşılık, geminin içinde ancak 14,1 yıl geçiyor demektir. Uzay yolcularımızla, dünyada
www.notindir.com
kalanlar arasındaki zaman farkını, Lorentz değiştirgeçlerinin verdiği aşağıdaki formülle
hesaplayabiliriz:
(t: uzay yolcularına göre zaman,T : dünyadaki zaman,v : uçuş hızı,c : ışık hızı.)
Uzay gemisinin uçuş hızı da, Prof. Ackeret'in kurduğu temel roket denklemlerine göre
hesaplanabilir:
v: ivme,w : fırlatma hızı,c : ışık hızı,t : kalkıştaki yakıt ağırlığı.)
Zaman böyle ağır ağır akıp giderken gemi adamları hem görevleri gereği hem de vakit
öldürmek için, yanından geçtikleri gezegenleri inceleyerek, onların yerlerini belirleyecek,
görüntü analizleri yapacak, yerçekimlerini hesaplayacak ve yörüngelerini ölçeceklerdir.
Son olarak da koşulları dünyamıza en çok benzeyen bir gezegeni iniş yeri olarak
seçeceklerdir. Bunda amaç, tükenmeye yüz tutan yakıtlarını yenilemektir.
İnilecek gezegenin dünyamıza çok benzediğini kabul edelim. Daha önde de belirttiğim
gibi, bunun olmaması için hiç bir neden yoktur. Gezegen, dünyamızın 8000 yıl önceki
durumuna benzememekte ve üzerinde uygarlık da aynı aşamayı yaşamaktadır. Elbette
bütün bunlar inişten önce, gemideki araçlarla belirlenmiştir. İnilecek alan, 'bölünebilir
madde kaynaklarına'en yakın olan bölgedir. Gemideki araçlar, uranyum madenlerinin
hangi dağ sıralarında bulunabileceğini de güvenilir ve çabuk bir biçimde gösterirler.
İniş tasarlanan biçimde gerçekleştirilir.
Gemi adamlarının gözüne çarpan ilk şey, taştan araçlar yapan, mızraklarla vahşî hayvan
avlayan, otlaklarda koyun ve keçi sürüleri güden, ilkel biçimde çanak çömlek ve ev
gereçleri yapan birtakım yaratıklar olur.
Acaba bu ilkel yaratıklar, gökten inen canavar ve içinden çıkan garip şeyler hakkında ne
düşünürler? Her halde ilk yapacakları şey yerlere kapanıp yüzlerini toprağa gizlemek
olacaktır. O güne kadar aya ve güneşe tapmışlardır. Ama şimdi olan, korkunç bir şeydir:
Tanrılar gökten inmişlerdir!
Olayın ilk heyecanı geçince, ilkel yaratıklar bir kaya ardına geçip olanı biteni izlemeye
koyulurlar. Az ötelerinde kafalarında çubuklu şapkalar taşıyan, (antenli başlıklar); geceyi
gündüze çevirebilen (ışıldaklar) tanrılar harıl harıl çalışmaktadırlar. Yabancılar hiç güç
harcamadan göğe yükselirken (roketli kemerler) gezegen sakinleri neredeyse küçük
dillerini yutarlar. Bilinmeyen 'hayvanlar' homurdana vızıldaya gökte uçmaya başlayınca
da (helikopterler ve her işe yarayan taşıtlar) yüzlerini yine toprağa gömerler. Son olarak
tüyler ürpertici bir 'bumm'sesi duyulur (deneme patlaması). Yaratıklar çil yavrusu gibi
dağılarak mağaralarına kaçışırlar. Artık astronotlarımız onların gözünde yüce birer
www.notindir.com
tanrıdır.
Günler geçer. Uzay adamları yoğun çalışmalarını sürdürürler. Bir gün rahipler ve
büyücülerden oluşan bir topluluk tanrılarla ilişki kurmak için, ilkel içgüdüleriyle
kestirdikleri başkana yaklaşırlar. Yanlarında konukseverliklerini gösterecek armağanlar
vardır. Uzay adamlarımız elektronik beyin aracılığıyla onların dillerini hemen öğrenirler
ve nezaketlerine teşekkür ederler. Uzun uzadıya kendilerinin tanrı olmadığını, tapmaya
değer bir üstünlük taşımadıklarını anlatırlarsa da, sonuç alamazlar. İlkel dostlarımız başka
türlü düşünememektedir. Onlar yıldızlardan gelmiş, büyük güçler göstererek mucizeler
yaratmışlardır. Tanrılardan başka bir şey olamazlar! Uzay adamları direnerek yardım
teklif ederler. Yine sonuç yoktur. Olan bitenler çoktan, karşılarındaki ilkel yaratıkların
anlayış sınırlarını aşmıştır.
İniş gününden sonra olacakları tam olarak kestirmek güçtür, ancak aşağıdaki eylemlerin,
önceden düşünülmüş bir tasarı gereğince uygulanabileceği düşünülebilir.
Nüfusun bir bölümü kazanılarak,dünya ya dönüş için gerekli olan uranyum'un
araştırılması ve çıkarılması için eğitilir.
Yaratıkların en akıllısı 'kral' seçilir. Gücünün apaçık belirtisi olarak, tanrılarla doğrudan
doğruya ilişki kurulabileceği bir telsiz aracı verilir.
Uzay adamlarımız onlara basit uygarlık gereklerini ve birtakım ahlâk kavramlarını
öğretirler. Özellikle seçilmiş kadınlar gemi adamlarınca döllenir. Böylece doğal evrimin
birkaç aşamasını atlatan bir soy doğar.
Bu soyun uzayda uzmanlaşabilmesi için ne kadar zaman geçmesi gerektiğini kendi
tecrübelerimizden biliyoruz. Neyse, uzay adamlarımız dönüş yolculuğuna başlamadan
önce, arkalarında ancak çok çok sonra, yüksek teknik yetenekleri olan ve matematik
temellere kurulmuş bir uygarlığın anlayabileceği birtakım izler ve işaretler bırakırlar.
Gezegen yaratıklarını, kendilerini ileride bekleyen tehlikelere karşı uyarmanın ne ölçüde
yarar sağlayacağını da kestirmek pek güçtür. Onlara korkunç kıtalararası savaşları ve
atomik patlamaları konu alanfilm ler gösterdik ve savaşın iğrençliğini anlattık diyelim.
İleri uygarlık düzeyine ulaşan ve tarihkitap ları tiksindirici savaşlardan geçilmeyen
yirminci yüzyıldünya sı bile, durmadan 'savaş ateşiyle'oynadığına göre, onların da her
şeye rağmen, bir gün aynı çılgınlığa düşeceklerini düşünmek yerinde olur sanırım!
Uzay gemisi evrenin karanlıklarında kaybolup gidince, geride kalan dostlarımız, bu
inanılmaz mucizeyi konuşmaya başlayacaklardır: Tanrılar buradaydı! Başlarından
geçenleri babadan oğula, anneden kıza geçecek destanlar biçimine sokacaklar, tanrıların
geride bıraktığı armağanları, küçük araçları tapınaklarına kaldırarak, kutsal emanetler
olarak koruyacaklardır.
Eğer yazıyı keşfetmişlerse, olanları korkunç, olağanüstü ve mucizevî diye niteleyerek
yazmaya koyulacaklardır. Kitapları ve resimleri, sağır edici gürültülerle gökten inen bir
www.notindir.com
uçan gemiyi ve altın elbiseli tanrıları anlatacaktır. Denizlerin ve karaların üstünde uçan
savaş arabalarından, korkunç silâhlardan söz edecek, tanrıların geri dönmeye söz
verdiklerini, altını çize çize belirteceklerdir.
Bir zamanlar gördüklerini kayalar üzerine çizmeye koyulacaklardır:
Kafalarında başlıklar ve çubuklar bulunan şekilsiz devler; göğüslerinde çantalar taşıyan
yaratıklar; ne olduğu bilinmeyen varlıkların binip gökyüzünde dolaştıkları toplar; üstünde
ışınların fışkırdığı değnekler, kocaman böceklere benzeyen ve taşıt aracı olduğu kesin
olan garip biçimler...
Uzay gemimizin ziyaretinin doğuracağı türlü etkiler saymakla bitmez. Kitabımızın ileri
sayfalarında, eski çağlardadünyamızı ziyarete gelen 'tanrıların' da ne gibi izler
bıraktıklarını göreceğiz.
Gezegende bıraktığımız dostlarımızın bu olanlardan sonraki hayatlarını izlemek
kolaydır. Gizlice seyrettikleri tanrılardan, epey yeni şey öğrenmişlerdir. Geminin indiği
alan, kutsal bölge olarak açıklanır. Din merkezi sayılabilecek olan bu alanda, belirli
dönemlerde, 'hac' toplantıları yapılır ve tanrıların 'kahramanlıkları'anlatılır. Astronomik
kurallara uygun piramitler ve tapınaklar kurulur. Yüzyıllar geçer. İnsanlar çoğalır ve
savaşa başlar. Sonunda kutsal yerlerin çoğu toprak altında kalır. Daha sonra tanrıların
yerlerini bulan başka kuşaklar gelir, kazılar yapılır ve bu kuşakların karşısına binlerce
anlaşılmaz kalıntı çıkar.
İşte biz, bugün aynı aşamadayız. Üstelik aya inmeyi ve uzayın birçok sırrını çözmeyi de
başardığımız için, düşünce boyutlarımız oldukça geniş. Dev bir geminin, güney
denizlerindeki ilkel yerlileri ne ölçüde etkilediğini biliyoruz. Cortes'in Güney Amerika
insanlarını nasıl korkuttuğunu kitaplarımız yazıyor. Bu bakımdan, silik de olsa, bir uzay
gemisinin tarih öncesi dönemlerde nasıl etkili olduğunu düşünebiliriz.
Şimdi soru işaretleri ormanını meydana getiren açıklanmamış kalıntılar dizisine yeni bir
açıdan bakmalıyız. Bir araya geldiklerinde, tarih öncesi uzay yolculuklarından arta
kaldıkları anlamını taşıyorlar mı? Bizi geçmişin karanlıklarına götürürken, aynı zamanda
geleceğimiz için yaptığımız tasarılara ışık tutuyorlar mı?
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: AÇIKLANAMAYANIN İMKÂN DIŞIDÜNYASI
TARİHSEL GEÇMİŞİMİZLE ilgili bilgiler, dolaylı bilgilerden bir araya getirilmiştir.
Kazılar, eskikitap lar, mağara resimleri, destanlar v.b... Bütün bu malzeme, etkileyici ve
ilginç bir mozaik levhanın yapımında kullanılmıştı. Ancak parçaları, yalnızca önceden
tasarlanmış bir düşünce biçimine uyabiliyordu. Çoğu zaman da çimento apaçık
görülüyordu. Bir olay şöyle, şöyle olmuştur... Bu başka türlü açıklanamaz. Eğer
bilginlerimiz öyle istiyorlarsa öyle olsun. Ama var olan düşünce biçimlerinden ve geçerli
varsayımlardan kuşkuya düşüp de, sorular sormaya başlayınca tepki görüyorsak,
www.notindir.com
araştırmanın sonu gelmiş demektir. Geçmişimiz ancak bir yere kadar doğrudur. Yeni
görüşler ortaya çıktığında, eski varsayım hemen atılmalı ve yerine, o görüşlerden bir
yenisi getirilmelidir. Yeni varsayımı, geçmişi açıkladığı sanılan eski varsayımların yerine
koyma zamanı gelmiştir.
Güneş sistemi, evren, mikrokozm ve makrokozm hakkındaki bilgiler, teknoloji, tıp,
jeoloji ve biyolojideki ilerlemeler, uzay yolculuklarının başlaması ve bu türden birçok
şey, dünyamızın görüşünü elli yıl içinde olduğu gibi, değiştirmiştir.
Bugün, aşırı ısı değişimlerine dayanabilecekuzay elbiseleri yapılabileceğini biliyoruz.
Bugünuzay da dolaşmanın ütopik bir düşünce olmadığını biliyoruz. Renkli televizyon
mucizesini benimsemiş durumdayız. Işığın hızını ölçebildiğimiz gibi, Einstein'ın İzafiyet
Teorisini de ispatlayabiliyoruz.
Dünyamızın görüntüsünü çevreleyen buz kalıbı erimeye başlarken ortaya atılan yeni
varsayımlar, beraberlerinde yeni kriterler getiriyorlar. Sözgelişi, gelecekte arkeolojinin
yalnızca kazılar yapmakla uğraşan bir bilim dalı olmayacağı şimdiden anlaşılıyor.
Bulunan kalıntıların toplanması ve sınıflandırılması yeterli görülmüyor. Geçmişimizin
güvenilebilir bir resmini çizmek için öteki bilim dallarının da işe karışması bekleniyor.
Öyleyse imkânsızlıklardünya sına, bütün merakımız ve açık fikirliliğimizle girelim.
'Tanrıların' bize bıraktığı mirasa sahip çıkalım:
On sekizinciyüzyılın başlarında, Topkapı Sarayında, Amiral Pîrî Reis'e ait birçok eski
harita bulunmuştu. Berlin DevletKitap lığında saklanan ve Akdeniz'le Lût gölü
dolaylarını tam olarak gösterenatlas lar da bu amiralindi.
Bir süre önce bütün bu haritalar incelenmek üzere Amerikalı haritacı Arlington H.
Mallery'e verildi. Mallery bütün coğrafî konuların haritalarda yer aldığını, ancak gerçek
yerlerinde bulunmadıklarını belirtti ve Amerikan donanması haritacılarından Walters'ın
yardımını istedi.Walters ve Mallery, uzun çalışmalardan sonra haritaları modern bir
küreye uygulamayı başardılar. Çıkan sonuçla, bilimçevre lerinde yer yerinden oynadı:
Haritalar kesinlikle doğru çizilmişti. Üstelik Akdeniz ve Lût gölüçevre sini göstermekle
kalmıyor, Kuzey ve Güney Amerika kıyılarını, hatta Antarktika'nın ana hatlarını da
çiziyordu. Daha da şaşırtıcı olarak, Pîrî Reis'in haritalarında yalnız kıtaların dış hatları
değil, dağ sıraları, doruklar, adalar, nehirler ve ovalar tam bir doğrulukla görünüyordu.
Jeofizikyılı olan 1957'de haritalar, hem Weston Gözlem evi yönetmeni, hem de Birleşik
Devletler Donanması haritacısı olan Cizvit Rahibi Lineham'a verildiler. Lineham, titiz
araştırmalardan sonra haritaların akıl almaz ölçüde doğru olduklarını, üstelik o günlerde
bile doğru dürüst keşfedilmemiş bölgeleri açıkça gösterdiklerini bildirdi. İşin en akıl
almaz yanı, haritalarda ayrıntılarıyla görülen Antarktika dağlarıydı. Çünkü bu dağlar
1952 yılında, ses yansıtıcı araçlarla keşfedilebilmişti. Daha önce varlıkları bilinmiyordu
ve Antarktika tarih boyunca hep buzlarla kaplı kalmıştı!
Prof. CharlesH. Hapgood ve matematikçi W. Strachan'm son çalışmaları bize daha da
www.notindir.com
tüyler ürpertici bilgiler getiriyorlar. Uydulardan çekilmiş dünya fotoğrafları, Pîrî Reis'in
haritalarıyla karşılaştırılınca ortaya korkunç bir benzerlik çıkmış. Bilim adamları bu
haritaların asıllarının çok yükseklerden çekilmiş fotoğraflar oldukları sonucuna varmışlar.
Bunu nasıl açıklayabiliriz?
Bir uzay gemisi Kahire'nin tam üstünde, fakat çok yükseklerde uçarken fotoğraf
makinesini aşağıya doğrultuyor. Film banyo edilince ortaya şöyle bir görüntü çıkıyor:
Kahire merkez olmak üzere, 5000 kilometrelik bir dairenin içinde kalan bölgeler doğru
olarak görünmekte. Çünkü bu bölgeler merceğin tam altına gelmiştir. Ancak resmin
merkezinden uzaklaştıkça ülkeler ve kıtalar büzülmeye, gerçek biçimlerini yitirmeye
başlıyorlar.
Neden?
Dünyanın küre biçiminde olması yüzünden merkezden uzaklaştıkça kıtalar 'Aşağı doğru
batmaktadır'da ondan! Şöyle ki, Güney Amerika, uzunlamasına bir büzülme
göstermektedir. Aynı büzülme, ne hikmetse, Pîrî Reis'in haritalarında ve A.B.D.
uydularından çekilen fotoğraflarda da vardır.
Çabucak karşılık bulunabilecek birkaç soru sorulabilir. Bu haritalar atalarımızın elinden
mi çıkmıştır? Hayır! Çünkü yapılmaları için çok ileri bir tekniğin bulunması
gerekiyordu... Havadan resim çekebilecek düzeye ulaşmış bir teknik!
Haritaların çizildiği dönemlerde böyle bir teknik bulunmadığına göre, ne yolla
çizildiklerini nasıl açıklayacağız? Düşünce boyutlarımızı aştığı ve mantık kurallarına
uymadığı için belki hiç aldırmayacağız. Ya da bütün cesaretimizi toplayarak haritaların,
bir uzay gemisinden çekilen fotoğraflar aracılığıyla çizildiğini ileri süreceğiz.
Pîrî Reis'in haritaları, kuşkusuz asıllarının kopyasının, kopyasının, kopyasıydı. Bununla
birlikte, asılları olduğunu ve on sekizinci yüzyılda çizildiklerini kabul etsek bile, nasıl
çizildikleri yolunda en ufak bir açıklama yapamayız. Çünkü onları çizen kimse ya da
kimselerin, uçabilmeleri ve fotoğraf çekmesini bilmeleri gerekmektedir! Pîrî Reis'in de
kalyonlarından başka bir aracı olmadığına göre...
And dağlarının Peru eteklerinde, denize oldukça yakın bir düzlükte antik Nazca şehri
uzanır. Şehrin kuzeyindeki Palpa vadisinde de elli dokuz kilometre uzunluğunda, bin altı
yüz metre genişliğinde düzgün bir şerit vardır. Şeritte, paslanmış demiri andıran bir sürü
taştan başka bir şey görünmez. Bölge yerlileri buraya «pampa» adını verirler. Oysa
ortalıkta bir tek ot bile yoktur.Nazca düzlüğünden uçakla geçerseniz, gözünüze dev
çizgiler çarpar. Bunların bir bölümü birbirine paraleldir, bir bölümüyse birbiriyle kesişir.
Ayrıca iç içe geçmiş olan büyük dörtgenlerle çevrili olanlar da vardır.
Arkeologlar bunların İnka yolları olduklarını ileri sürerler.
Mantıkdışı bir düşünce! Birbirine paralel olan, birbiriyle kesişen, düzlükte uzanıp
www.notindir.com
giderken ansızın bitiveren yollar İnkaların ne işine yarayabilirdi!
Yolu andıran çizgilerin bulunduğu bölgede, tipik Nazca işi çanak çömlekler ortaya
çıkarılmıştır. Ancak bu sebepten dolayı, geometrik biçimde düzenlenmiş çizgileri Nazca
kültürüne bağlamak, gerçekleri geniş çapta basitleştirmekten başka bir şey değildir.
Bölgede ciddî kazılar 1952 yılından sonra başlamıştır. Yine de, ortaya çıkarılan eserler
doğru dürüst sıralanmamıştır. Yalnız geometrik biçimler ve çizgiler ölçülmüştür. Ortaya
çıkan sayılar, çizgilerin astronomik tasarılar gereğince çizildiğini ileri süren varsayımı
doğrulamaktadır. Peru eski eserleri uzmanı Prof. AIden Mason ise bu çizgilerde,
bambaşka bir din türünün ve özel bir takvimin gizlendiğini savunmaktadır.
60 km. uzunluğundaki Nazca düzlüğünün havadan görünüşü,bana tek bir şeyi
hatırlattı:Bir havaalanı !
O da nereden çıktı diyebilirsiniz.
Araştırma (=bilgi), ancak, incelenecek bir şey bulunduğu zaman yapılabilir. İncelenecek
şey bulamayınca da, yorulmak bilmeden çalışılır düzeltilir ve ortaya, var olan mozaik
levhaya tam tamına uyan parlak ve düzgün bir taş parçası çıkarılır. Klasik arkeoloji, İnka
öncesi insanlarının kusursuz bir yer ölçme tekniğine sahip olabileceklerini kabul etmez.
O çağlarda uçağın var olduğunu ileri sürmek ise tam anlamıyla şarlatanlık olur.
Öyleyse Nazca'daki çizgiler hangi amaca hizmet ediyorlardı? Benim görüşüme göre, bir
modelden dev ölçeklerle büyütülerek ve bir koordinatlar sistemi kullanılarak, ya da uçan
bir nesneden verilen talimatlara uyularak çizilmişlerdi. Bununla birlikte Nazca
düzlüğünün kesinlikle bir iniş alanı olduğunu ileri sürecek değilim. Yapımında demir vb.
madenler kullanılmış olsa bile, bunu ispatlayacak herhangi bir kalıntı bulunamaz. Çünkü,
taşın on binlerce yıl dayanabilmesine karşılık, birçok metal birkaç yıl içinde aşınıp gider.
Bu durumda şöyle bir varsayım ileri sürebiliriz:
Çizgiler, 'tanrılara,' «Buraya inin! Her şey sizin emrettiğiniz biçimde hazırlandı» demek
için çizilmişlerdi. Geometrik biçimlerin yaratıcıları 'tanrıların'yere inebilmesi için nelerin
gerekli olduğunu, belki çok iyi biliyorlardı.
Peru'nun birçok bölgesinde dağ eteklerinde, uçak nesnelere yol göstermek için
yapıldıkları kuşkusuz, kocaman işaretler vardır.
Bunların en ilginci, Pisco körfeziniçevre leyen killi tepelere kazılmış olandır.245 metre
uzunluğundaki bir işaret kilometrelerce uzaktan açıkça görünür. İlk bakışta bir sürü şeye
benzetilebilir. Diyelim üç çatallı bir zıpkına ya da üç kollu bir şamdana... Ama bunların
hiç biri değildir. İşaretin orta kolonunda upuzun bir halat bulunmuştur. Nedir bu? Çok
eski bir sarkacın kalıntısı mı?
Bu sorulara, var olan dogmalar yardımıyla karşılık bulmaya çalışmak, karanlıkta
görmeye çalışmaktan farksızdır. Ama bilginler, her zaman olduğu gibi, bunlara da birer
www.notindir.com
kulp takabileceklerini ve arkeolojinin kocaman mozaik levhasına uydurabileceklerini
sanmaktadırlar.
Peki ama, İnka öncesi insanlarını, o akıl almaz çizgileri, iniş şeritlerini çizmeye iten güç
neydi? Onları Lima'nın güneyindeki killi tepelere yüzlerce metre uzunlukta işaretler
yapmaya götüren nasıl bir çılgınlıktı?
Çok yükseklerden gelmesini bekledikleri varlıklar olmasaydı, çağın araçlarıyla yıllar
alabilecek çabalara girişirler miydi? Daha doğrusu, uçan yaratıklardan haberleri
olmasaydı, böylesine anlamsız görünen ağır işlere atılırlar mıydı?
Görüldüğü gibi, ortaya çıkan kalıntıların ve eski eserlerin açıklanmasında, arkeoloji tek
başına yetersiz kalmaktadır. Değişik araştırma alanlarından gelecek bilim adamlarının bir
araya toplanması, bilmecelerin çözümünü hızlandıracaktır. Düşünce alışverişleri ve
tartışmalar, karanlıkta kalmış noktalara ışık tutulmasını sağlayacaktır. Ancak bütün bu
bilim adamları, kalıplaşmış düşüncelerden uzaklaşmaya karşı koyup bizim sorduğumuz
biçimde soruları alaya almaya başlarlarsa, toplu araştırmanın hiç bir kesin sonuca
varamama tehlikesi doğacaktır. Ne yazık ki akademikçevre nin bilim adamları
kendilerine öğretilenin dışında gerçek tanımazlar ve geçmiş çağlardakiuzay
yolculuklarından söz edenlere bir ruh doktoruna görünmelerini tavsiye ederler.
Fakat değişen bir şey yoktur. Sorular yine karşılıksız kalmış, açıklanamayan kalıntılar,
arttıkça artmıştır.Şöyle ki , ekinoksları veren, astronomik mevsimleri açıklayan, ayın her
saatteki durumunu ve hareketlerini gösteren, bütün bunlardadünya dönüşünü hesaba
katan bir takvime ne buyurulur? Bu takvim Tiahuanaco'da, kuru çamurun içinde
bulunmuştur ve içindeki her şey kesinlikle doğrudur. Bu da onu tasarlayan, ortaya koyan
ve kullananların bizden üstün bir uygarlık düzeyine ulaşmış olduğunu ispatlamaktadır.
(Kendimize olan sonsuz güvenimiz, bu ispatı nasıl kabul edecek bilmiyorum!)
Bir başka akıl almaz kalıntı da, Eski Tapınakta bulunan yedi buçuk metre boyundaki
Büyük Put'tur. Tek parça kırmızı kum taşından yapılan put, yaklaşık olarak yirmi ton
ağırlığındadır. Ancak asıl büyük şaşkınlık, putun üzerindeki yüzü aşkın sembolün
kazılmasındaki ustalık ve düzgünlükle, saklandığı tapınağın ilkelliği arasındaki çelişkiden
doğmaktadır. Aslında tapınağa 'eski' denmesinin nedeni, yapımında kullanılan ilkel
tekniktir.
H.S. Bellamy ve P. Allan,' The Great Idol ofTiahuanaco ' (Thiahuanaco'nun Büyük Putu)
adlıkitap larında putun üzerindeki sembollerin anlamlarını deliller göstererek
açıklamışlardır. Varılan sonuçlar, temeli küre biçimli birdünya olan çok büyük bir
astronomi bilgisinin puta aktarıldığını göstermektedir.
Sembollerin belirttiği olaylar, Hoerbiger'in 1927'de, yani putun bulunmasından beş yıl
önce, yayınlandığı 'Gezegenler Teorisi'nde sözü edilen olayların aynısıdır. Gezegenler
Teorisi'nde, bir gezegenin dünyamızın çekim alanına girdiği ve aradaki uzaklık azaldıkça,
dünyanın dönüş hızının da azaldığı ileri sürülür. Teoriye göre, gezegen sonunda
parçalanmış ve ay oluşmuştur.
www.notindir.com
Putun üzerindeki semboller, bir gezegenin 288 günlük bir yıldadünyaçevre sinde 425 tur
yaptığını belirtir. Bu olağanüstü olay, Hoerbiger'in görüşünü doğrular görünmektedir.
Beilamy ve Allan putta,uzay ın 27.000 yıl önceki durumunun anlatıldığını belirtmekte ve
«Puttaki yazılar ileriki kuşaklara olanları anlatacak bir kayıt izlenimini veriyor.»
demektedirler.
Yüksek değeri olan bu antik esere 'eski bir tanrı heykeli' deyip geçemeyiz. Üzerindeki
sembollerin anlamları kesin olarak açıklandığı için karşımıza şöyle bir soru çıkar: «Bu
astronomi bilgisini, yapı sanatında bile pek geri olan ilkel insanlar mı bir araya getirmişti,
yoksa bu bilgi dünya-dışı bir kaynaktan mı gelmişti?»
Hangisini kabul edersek edelim, gerek putun, gerekse takvimin üzerinde böylesine
karmaşık bir bilgi kütlesinin bulunması, tüyler ürperticidir.
Tiahuanaco'daki sırlar bunlarla da bitmiyor. Şehir, yerleşme bölgelerinden
kilometrelerce uzağa ve 4.000 metre yükseğe kurulmuş, ulaşmak için Cuzco'dan (Peru)
yola çıkmak, günlerce demiryolu ve kayıkla yol almak gerekiyor. Şehrin bulunduğu
yüksek plato, bilinmeyen bir gezegenin yüzeyini andırıyor. Atmosfer basıncının deniz
düzeyindekilerden yarı yarıya az oluşu ve oksijenin de aynı oranda düşük bulunması,
insan gücü gerektiren işleri bir işkence haline getiriyor. Ama yerleşmenin kalıntıları
bütün bu engellerle alay eder gibi göğe yükseliyor.
Elimizde Tiahuanaco ile ilgili gerçek olduğu bilinen bir gelenek yoktur. Bu da
bilginlerin, kalıtım yoluyla günümüze gelen tam ve doğru öğretilerine dayanarak, şehrin
sakladığı sırları çözmesini engeller. Kalıntıların üzerine, geçmişin esrarengizliği,
karanlığı ve bizim bilgisizliğimiz sis gibi çökmüştür.
Şehirde duvarlar 100 ton ağırlığında kumtaşı bloklar üzerine, 60 tonluk başka bloklar
konularak yapılmıştır. Bakır kenetlerle tutturulan kocaman kare biçimi taşlar, pürüzsüz
oluklarla birleştirilmişlerdir. Oradaki bütün taş işleri, üstün bir ustalık işidir.10 ton
ağırlığında taş bloklarda, ne işe yaradığı henüz açıklanamayan iki buçuk metre
uzunluğunda delikler açılmıştır. Beş metre uzunluğunda aşınmış kaldırım taşları da şehrin
sırları arasındadır.1.80 metre uzunluğunda ve yarım metre genişliğinde su boruları,
başlarından korkunç bir felâket geçmiş gibi sağa sola saçılmışlardır. Saydıklarımızın
hepsinde çok şaşırtıcı, usta bir işçilik göze çarpmaktadır. Tiahuanacolu atalarımızın, su
borularını bugün bile ulaşılamayan bir pürüzsüzlük ve düzgünlüğe getirmekten başka
işleri, güçleri yok muydu? Hem de yeterli âletleri olmadığı halde! Hayatlarının önemli bir
bölümünü -o çağın araçlarıyla böyle olması gerekir- nasıl bu işe vermişlerdi?
Arkeologların onardıkları bir avluda, yığınlarla taş büst durmaktadır. Dikkatle
incelendiğinde bu büstler değişik ırklara özgü yüz biçimleri göstermektedirler. Bazı
yüzler ince, uzun; bazıları kalın, şiş dudaklı; bazıları iri ya da gaga burunludur. Çok
değişik kulak biçimlerinin yanı sıra, yüz ifadeleri de bazısında sert, bazısında yumuşaktır.
Birtakım büstlerin tepesinde de garip başlıklar durmaktadır. Bize çok yabancı gelen bu
büstler, önyargılarımız ve inatçılığımız yüzünden anlayamadığımız bir haber iletiyor
www.notindir.com
olamazlar mı?
Güney Amerika'nın arkeolojik harikalarından biri de yine Tiahuanaco'dakiGüneş Kapısı
dır. Tek parça taştan yaratılan bu dev eser, yaklaşık olarak üç metre yükseklikte ve beş
metre genişliktedir. Ağırlığı 10 ton kadar tahmin edilmektedir. Kapının üzerinde üç sıra
olarak dizilmiş 48 kare biçimi şekil vardır. Şekillerde, uçan tanrıyı temsil eden bir varlık
gösterilmektedir.
Esrarengiz Tiahuanaco şehrinden söz edenefsaneler , buraya yıldızlardan altın bir
geminin geldiğini söylerler. Gemiden, dünyanın Büyük Anası olmak isteyen Oryana adlı
bir kadın inmiştir. Oryana'nın yalnız dört perdeli parmağı vardır. Büyük Ana Oryana, 70
çocuk doğurduktan sonra yıldızlara dönmüştür.
Gerçekten de Tiahuanaco dolaylarında dört parmaklı varlıkları gösteren çok çok eski
resimler bulunmuştur. Kesin yaşı bilinemeyen bu resimlerin ne olduğunu, ya da efsanenin
nereden doğduğunu bildirecek hiç bir kayıt yoktur.
Bu şehir ne gibi sırlar saklamaktadır? Bolivya platolarında çözülmeyi bekleyen başka
dünyalardan mesajlar nelerdir? Tiahuanaco kültürünün başlangıcı ve sona ermesi
hakkında en ufak bir bilgi olmadığı halde, birtakım arkeologlar, buldukları birkaç gülünç
kil heykelciğe dayanarak, şehrin 3000 yıl önce kurulduğunu ileri sürerler. Oysa bu
parçacıkların, Güneş Kapısıyla hiç bir ortak yanları yoktur.Bilginler , her şeyi kolaylarına
gelen biçimde açıklamaya alışmışlardır. Kırık bir çömleği, şuradan buradan buldukları
parçalarla birleştirir, düzenlenmiş bütüne bir etiket yapıştırarak akıl almaz kültürleri
açıkladıklarını sanırlar. Böylece her şey sevgili mozaiklerine uymuştur! Bu yöntemi
uygulamak, geçmişte yüksek teknik yeteneklerin var olabileceğini ve uzaylıların gelerek,
tarih öncesi insanını etkilediklerini ileri süren düşünceye bir şans tanımaktan çok daha
kolaydır. Zaten, şunun şurasında, geçinip gitmek varken, böyle garip düşünceler ileri
sürmenin ne anlamı var?
Güney Amerika'dan söz ederken Sacsayhuaman'ı da unutmamalıyız! Ancak burada,
Cuzco şehriniçevre leyen görkemli savunma surlarının, 100 ton ağırlığındaki tek parça
blokların, turistlerin önünde hatıra fotoğrafı çektiği450 metre uzunluk ve15 metre
genişlikteki asma bahçelerinin durumunu anlatacak değilim. Anlatmak istediğim,
tanınmış İnka kalelerinin bir kilometre kadar ötesinde bulunan, bilinmeyen
Sacsayhuaman'dır. Hayal gücümüz bile, atalarımızın 100 ton ağırlığındaki bir kayayı taş
ocağından çıkarmak, oldukça uzak bir yere taşımak ve işlemek için ne gibi teknik
yeteneklere sahip olması gerektiğini kavrayamaz. Ancak 20.000 ton ağırlığında başka bir
blokla karşılaşınca, yirminci yüzyıl tekniğine alışmış bir insan bile beyninden vurulmuşa
döner. Bu dört katlı bir ev büyüklüğündeki taş blok, Sacsayhuaman kalıntılarından az
ötede ziyaretçilerin gözü önüne serilmiş yatmaktadır. Üzerinde çok ince ve usta
işlemeler, basamaklar, rampalar, delikler ve helezonlar vardır. Her halde İnkalar, bu
benzeri görülmemiş dev eseri, boş vakitlerini değerlendirmek için oturup yapmamışlardı.
Mutlaka bizce bilinmeyen bir amaca hizmet ediyordu. Ancak işin en korkunç yanı, bu
dev eser, bilmeceyi daha da karıştırmak istercesinetepetaklak durmaktadır! Böylece
merdivenler tavandan aşağıya doğru inmekte, delikler kumbara çentiği gibi başka başka
www.notindir.com
yönlere bakmakta, iskemleyi andıran resimler havada yüzermiş gibi görünmektedirler.
İnsan eli ve insan çabasının bu taşı kazdığını, taşıdığını ve işlediğini düşünebilir miyiz?
Düşünsek bile onu hangi akıl almaz gücün alıp tersine çevirdiğini bulabilir miyiz?
Hangi dev güçler, burada iş başındaydı? Ve hangi amaçla?
Ziyaretçi bunları düşüne düşüne ilerlerken,800 metre ötede, çok yüksek ısılarda
kayaların erimesi sonucu ortaya çıkabilecek kaya camlaşmalarıyla karşılaşır. Şaşkınlığı
bir kat daha artan ziyaretçiye, bu camlaşmayı buzulların yaptığı söylenir. Her sıvı gibi
buzullar da tek yöne doğru akarlar. Camlaşmanın oluşturduğu dönemlerde, sıvının bu
özelliğini değiştirmiş olabileceğini düşünemeyiz. Daha doğrusu, buzulların 16.000
metrekarelik bir alanda, sekiz ayrı koldan, sekiz ayrı yöne doğru aktığını mantığımız
kabul etmez!
Sacsayhuaman ve Tiahuanaco tarih öncesi yüzlerce sır saklar. Bunların bir bölümü,
üstünkörü ve inandırıcı olmaktan uzak açıklamalarla geçiştirilmiştir. Ancak Peru'daki
kaya camlaşmasının tıpkısı, Gobi çölündeki kumlarda ve Irak'taki kazı bölgelerinde de
görülmektedir. Bu türden kaya ve kum camlaşmalarının neden Nevada çölünde atom
bombası denemeleri yapıldıktan sonra ortaya çıkan camlaşmalara benzediğini kim
açıklayabilir?
Tarih öncesi bilmeceleri çözüp inandırıcı açıklamalar yapmanın zamanı gelmiştir.
Gerekli kuruluşların bu konuda araştırmacıların başlaması için emir vermeleri
gerekmektedir. Şöyle ki, Tiahuanaco'da sunî biçimde oluşmuş birtakım tepeler vardır.
4.300 metrekarelik bir alana dağılmış duran bu tepelerin 'tavan'ları hep aynı
yüksekliktedir. Bunların altında bina ya da tapınak gibi bir şeyin bulunması gerekir. Ne
var ki, bugüne kadar tepeler zincirine bir tek kazı bile yapılmamış, bir tek kazma darbesi
bile vurulmamıştır. Bu işte çalıştırılacak kişilere ödenecek paranın bulunma zorluklarını
kabul ediyorum. Ancak, bu bölgelere giden turistler, adım başında hiç bir işi gücü
olmayan askerler ve subayları görmektedirler. Hiç olmazsa, bu kişiler, uzmanların
önderliğinde çalıştırılamaz mı?
Dünyada bir dolu şey için para çabucak bulunabilmektedir. Özellikle geleceğimizin
araştırılması bu şeylerden biridir. Geçmişimiz karanlık kaldığı sürece, geleceğe bakmak
hiç bir yarar sağlamayacaktır. Acaba geçmişimiz teknik çözümlere ulaşmamızı
sağlayamaz mı? Bugün üzerinde kafa patlattığımız ve bulmaya çalıştığımız yenilikler,
çok eski çağlarda var olup sonradan toprak altına girmiş olamaz mı?
Modern araştırmacılar, bütün ısrarlara rağmen, geçmişi incelememekte direnebilirler.
Ama hiç olmazsa, modern ölçü araçları geçmişi araştıranların emrine verilemez mi?
Bugüne kadar hiç bir bilim adamı, elindeki modern araçlarla Tiahuanaco'da,
Sacsayhuaman'da, efsanevî Sodom'da ya da Gobi çölünde ne kadar radyasyon
bulunduğunu ölçmemiştir. Çivi yazısı tabletler ve insanlığın bütün eski kitapları, göklerde
gemileriyle dolaşan 'tanrılardan, yıldızlardan gelen, ellerinde korkunç silâhlar bulunan ve
yine yıldızlara dönen 'tanrılar'dan söz etmektedirler. Neden bu eski 'tanrılar'ın kimler ve
neler olduklarını araştırmıyoruz? Radyo Astronomlarımız, uzaya hiç durmadan sinyaller
www.notindir.com
göndermekte ve bilinmeyen akıllı yaratıklarla ilişki kurmaya çalışmaktadırlar. Neden çok
daha yakınımızda bulunan, dünyaya izlerini bırakmış, akıllı yaratıkları araştırmakla işe
başlamıyoruz? O izler hepimizin görebileceği biçimde, dünyanın dört bucağına dağılmış
olarak incelenmeyi beklemektedirler.
Günümüzden iki bin yıl önce, Sümerliler, parlak geçmişlerini yazıya dökmeye
başlamışlardı. Bu geçmişte anlatılan insanların, nereden geldiklerini bilmiyoruz. Tek
bildiğimiz, Sümerlilerin beraberlerinde çok ilerlemiş bir kültür getirdikleridir. Sümerliler
tanrılarını hep dağ tepelerinde aramışlardı. Öyle ki oturdukları bölgede dağ bulunmadığı
zaman, sunî bir 'dağ’ yapma yoluna giderlerdi. Astronomi bilgileri akıl almaz ölçüde
ileriydi. Gözlem evleri, ayın dönüşlerini, bugünkü hesaplardan ancak 0,4 saniye farkla
bulmuşlardı. İlerde daha uzun söz edeceğimiz Gılgamış Destanından başka, çok çarpıcı
bir şey daha bırakmışlardı: Kuyuncik (eski Ninova) tepesi dolaylarında bulunan bir
hesabın sonucu! Modern sistemimizle bu sonuç on beş basamaklı bir sayıdır:
195.955.200.000.000
Batı uygarlığının dedesi sayılan Yunanlılar, ise, uygarlıklarının en parlak dönemlerinde
bile 10.000'in üstüne çıkamamış ve 10.000'den ötesini kısaca 'sonsuz' diye kestirip
atmışlardı.
Çivi yazıları Sümerlilerin çok çok eski bir geçmişi olduğunu ileri sürer. Tabletlerin
yazdığına bakılırsa, ilk 10 Sümer kralı 456.000 yıl hüküm sürmüş, Tufandan sonra Sümer
ırkının yeniden kuruluşuyla görevlendirilen 23 kral 24.510 yıl, 3 ay, 3,5 gün başta
kalmıştır.
Sözü edilen hükümdarların adları damga ve paralara kazılıdır. Ancak yaşadıkları ileri
sürülen çok çok uzun yıllar, düşünce boyutlarımızı aşmaktadır. Öyleyse, bugünkü
düşünüş biçimimizi, şartlanmalarımızı bir yana bırakarak, çağdaş bilgilerin ışığında
geçmişe dönelim:
Binlerce yıl önce, yabancı uzay adamlarının, Sümerlileri ziyarete geldiğini düşünelim.
Bu yaratıkların, Sümer kültürünü ve uygarlığının temelini attıktan, insanlığın gelişmesine
böylece bir uyarımda bulunduktan sonra geldikleri gezegene döndüklerini kabul edelim.
Deneylerin ne gibi sonuçlar verdiğini görmek için de her yüzyılda bir dünyaya
uğradıklarını düşünelim. Burada Einstein'ın İzafiyet Teorisi yeniden işin içine giriyor.
Eğer bu akıllı yaratıklar ışık hızının hemen altında yolculuk ettilerse. Sümerlilerin her beş
yüz yılına karşılık, aşağı yukarı kırk yıl geçirmiş olacaklardı. Elbette Sümerliler de bu
arada kuleler, piramitler, konforlu evler yapıyor, kendilerine bu bilgileri veren
'tanrılara'adaklar adıyor ve dönmelerini bekliyorlardı. Yüzlerce dünya yılı sonra 'tanrılar'
döndüler. Bir Sümer tableti bu olayı şöyle anlatıyor: «Ve sonra tufan baş gösterdi.
Tufandan sonra da krallık gökyüzünden geri döndü...»
Sümerliler 'tanrılarını'hangi biçimlerde düşünür ve tanımlarlardı? Bu konuda en güvenilir
bilgi, Sümer mitolojisiyle Akad tablet ve resimlerinde bulunabilir. Bunlardan
anlaşıldığına göre 'tanrılar' insan biçiminde değillerdi. Hepsi sembollerde gösterilir ve
resimlerde bir yıldıza iliştirilirlerdi. Üstelik yıldızlar Akad tabletlerinde, aynı bizim
www.notindir.com
çizdiğimiz biçimde görünürdü. Bunda belki olağanüstü bir şey yoktur, ama Akadlar
yıldızların çevresine, türlü büyüklüklerde gezegenler de çizerlerdi. Ellerinde gökleri
inceleyecek hiç bir araç bulunmayan insanların gezegenlerin varlığından haberdar olması
şaşırtıcı değil mi? Bu 'tanrı' resimleri dışında kafasında yıldızlar taşıyan, kanatlı toplarla
gökyüzünde uçan insan resimleri de vardır. Yine Sümerlerden kalma bir resimde, bakar
bakmaz bir atom modeline benzeyen bir biçim vardır. Birbirini düzgün aralıklarla izleyen
toplardan oluşan bir daire...
İşte aynı bölgede birkaç tuhaf şey daha:
ü
Geoy Tepe'de6.000 yıllık helezon resimleri.
ü
Gar Kobeh'te 40.000 yıllık çakmaktaşı madeni.
ü
Baradostian'da 30.000 yıllık benzer kalıntılar.
ü
Tepe Asiab'da 13.000 yıllık mezarlar, heykeller, taş araçlar.
ü
Aynı bölgede, insana ait olup olmadığı kesin olarak bilinmeyen, taşlaşmış dışkı.
ü
Kerim Şehir'de araçlar ve taş oymalar.
ü
Barda Balka'daki kazılardan çıkan çakmaktaşından silâhlar ve başka araçlar.
ü Şandiar mağarasında bulunan ve C.14 metoduyla 45.000 yıllık oldukları kabul
edilen çocuk ve büyük iskeletleri.
Bu liste daha çok genişletilebilir. Ortaya konacak her kalıntı Sümerlilerin yaşadığı
bölgede, 40.000 yıl boyunca ilkel insanların yaşadığını ispatlar. Ancak Sümerliler bu
ilkelliğin arasında, ansızınkültür leri, uygarlıkları ve astronomi bilgileriyle
çıkıvermişlerdir. Bugüne kadar bunun nasıl olabildiğini açıklayan hiç bir doğru dürüst
varsayım ileri sürülmemiştir.
Dünyamıza evrenden çıkıp gelmiş, bilinmeyen yaratıkların geçmişte bıraktıkları izlerden
çıkarılacak sonuçlar hâlâ tahminidir. 'Tanrıların' gelerek, Mezopotamyalıların bir
bölümünü topladıklarını ve bilgilerini onlara geçirdiklerini düşünebiliriz. Müze
vitrinlerinden bize bakan heykelciklerin çoğu belirli bir ırk karışımı gösterirler. Pırtlak
gözler, kubbe biçimi alınlar, dar dudaklar ve genellikle düz, uzun burunlar. Şematik
düşünce sistemlerine ve onların ilkel insan kavramına hiç uymayan görüntü...
Pek eski çağlarda, evrenden gelen ziyaretçiler mi?
Lübnan'da camı andıran ve tektit adı verilen kaya parçacıkları vardır. Amerikalı Dr. Stair
bunlarda radyoaktif alüminyum izotopları bulmuştur.
Mısır ve Irak'ta kesilmiş kristal mercekler bulunmuştur. Bunları bugün yapabilmek için,
www.notindir.com
elektrokimyasal işlemler gerektiren caesium oksit kullanılır.
Helwan'da çok güzel dokunmuş bir kumaş parçası bulunmuştur. Aynı dokumanın bugün
yapılabilmesi için, bütün bilgi ve tecrübesini seferber eden tam bir fabrikanın çalışması
gerekir.
Galvanik ilkelere göre çalışan kuru elektrik pilleri Bağdat Müzesinde sergilenmektedir.
Aynı müzede, bakır elektrot ve bilinmeyen elektrolitlerden oluşan elektrik unsurları
vardır.
Kohistan'ın dağlık Asya bölümündeki bir mağarada takımyıldızların 10.000 yıl önceki
durumu kesin bir biçimde gösteren resimler vardır. Venüs ve Dünya çizgilerle
birleştirilmiştir.
Peru platosunda, platinden yapılma süs eşyalarına rastlanmıştır.
Chu Chu'daki (Çin) bir mezardan, alüminyumdan yapılmış kemer parçaları çıkarılmıştır.
Delhi'de, içinde sülfür ve fosfor bulunmadığı için yüzyıllarca paslanmadan duran bir
demir sütun vardır.
Bu 'imkânsızlıklar' listesi, aklı başında olan her insanı meraklandırmalı ve tedirgin
etmelidir. Özelikle bilginleri...
İlkel mağara adamları, hangi eğitim, hangi öğretim sonucu takımyıldızları tam yerlerine
çizmeyi başarmışlardır? Kristal mercekler hangi yüksek tekniğin dükkânından çıkmadır?
1800 derece santigrattan sonra erimeye başlayan platini kimler eritmiş ve şekil vererek
süs eşyası yapmıştır? Boksitten, büyük güçlüklerle elde edilebilen alüminyumu Çinliler
hangi bilgilerle çıkarmışlardır?
Kuşkusuz, karşılığı olmayan sorular. Ama bu onları soramayacağımız anlamına gelmez.
Bizden önce yüksek bir kültürün, ya da eşit düzeyde bir teknolojinin varlığını kabul
edemeyeceğimize göre, bir tek varsayım kalıyor: Uzaydan bir ziyaretçi! Ancak arkeoloji,
bugünkü yöntemlerle yönetilmeye devam ederse, geçmişimizin, gerçekten sanıldığı kadar
karanlık mı, yoksa fazlasıyla aydınlık mı olduğu hiç bir zaman anlaşılmayacaktır.
Arkeologların, fizikçilerin, kimyagerlerin, jeologların, metallürjistlerin ve bunlara bağlı
dalların bilim adamlarının çabalarını bir tek soruda yoğunlaştırdıkları, ütopik bir arkeoloji
yılının gerçekleşmesi yakındır. Bu soru, «Atalarımız geçmişte uzaylılar tarafından ziyaret
edildiler mi?» sorusudur.
Bu biçimde bir işbirliği akıl almaz sonuçlar doğurabilir. Şöyle ki, bir metallürjist bir
arkeologa maden bileşimlerini, bunların nasıl yapıldığını, çarçabuk anlatabilir. Bir fizikçi,
kaya resimlerinde anlatılmak istenen bir formülü hemen tanıyabilir. Bir kimyager,
elindeki gelişmiş araçlar yardımıyla, dev taş bloklarının bilinmeyen asitler aracılığıyla
koparıldığını ortaya çıkarabilir. Bir jeolog, belirli Buzul Çağı tortullarında dikkati çeken
www.notindir.com
noktaları açıklayabilir. Birtakım dalgıçlar, Sodom ve Gomora'da patlamış olabilecek
atom bombasının bıraktığı radyoaktif izleri aramak için Lût gölüne dalabilirler.
Neden dünyanın en eski kitapları gizli kitaplıklardır? İnsanlar gerçekte neden korkarlar?
Binlerce yıldır saklanan ve korunan bilgilerin gün ışığına çıkmasından mı?
Araştırma ve ilerlemeyi hiç bir güç durduramaz! Mısırlılar 4000 yıl boyunca tanrılarını
gerçek varlıklar olarak düşünmüşlerdi. Bizlerse ortaçağda ideolojik dürtülerle, cadı ve
büyücü avına çıkmıştık. Mısırlıların da, ortaçağın da üstünden yüzyıllar geçti. Ama dünya
hâlâ milliyetçiliğin en önemli şey olduğuna inananlar yüzünden kana bulanıyor. Eski
Yunanlılar da geleceği kaz bağırsaklarında okuyabileceklerine inanırlardı. Siz de inanıyor
musunuz?
Geçmişle ilgili bilgilerimizde, düzeltmeyi bekleyen binlerce yanlış vardır. Göstermelik
bir kendine güven, aslında inatçılığın akıllıca maskelenmiş biçimidir. Ortodoks
bilginlerin bir araya geldiği konferans masalarında bir şeyin 'ciddî' kişiler tarafından ele
alınabilmesi için, önce o şeyin ispatlanması gerektiği savunulmaktadır.
Ortaçağda, yepyeni düşünceleri olan bir insan, bunları açıklayacağı zaman, kiliseden ve
kilise yardakçılarından gelecek tepki, baskı ve zulümleri göze almak zorundaydı. O
günlere bakınca, işlerin daha bir düzeldiği ve kolaylaştığı görülüyor. Öyle ya, artık aforoz
korkusu, ateşlere atılma tehdidi falan kalmazdı... İnsanlar daha bir 'uygarlaştı'; düşünceler
açıklanabilir duruma geldi. Ama bir de madalyonun öteki yüzü var. Evet, gerçi bilim
adamları, gerçekleri savunanlar artık engizisyona verilmiyor, ama düşünceleri
susturularak yepyeni bir silâh iş başında. Bu silâh, Amerikalıların deyimiyle, «Öldürücü
Cümleler...» İşte o öldürücü cümlelerden birkaçı:
«Bu kurallara aykırıdır!» (Her zaman geçerli olanlardan.)
«Yeterince klasik değil!» (Pek etkileyici.)
«Çok devrimci!» (Söyleniş amacına hiç mi hiç uymuyor.)
«Üniversiteler bunu kabul etmez!» (İnandırıcı.)
«Başkaları da bunu denemişlerdi.» (Elbette, ama başarabilmişler miydi?)
«Bize çok anlamsız göründü!» (Buna diyecek bir şey yok!)
«Bu daha ispatlanmadı!» (Quod erat demonstrandum!)
Beş yüzyıl önce bir bilim adamı, mahkeme salonunda söyle bağırıyordu: «Sağduyusu
olan bir insan, dünyanın top biçiminde olabileceğini kabul edemez. Öyle olsaydı, alt
tarafta kalanlar boşluğa düşerlerdi!» Ve yine bir bilim adamı, «İncilin hiç bir yerinde,
dünyanın güneş çevresinde döndüğü yazmıyor. O bakımdan böyle bir iddia, kesinlikle
şeytan işidir!» diye yırtınıyordu.
www.notindir.com
Dar kafalılık, yeni düşünceler ortaya çıktığında, insanların yakasına yapışan bir hastalık
olsa gerek. Ama yirmi birinci yüzyıla yaklaşırken, araştırmacıların bu hastalıktan
kendilerini kurtarmaları ve karşılaşabilecekleri akıl almaz gerçekleri önyargıya
kapılmaksızın değerlendirmeleri tek çıkar yoldur. Bu arada, yüzyıllardır dokunulmaz
tanınan yasa ve bilgiler yeniden ele alınmalı, incelenmeli ve değerlendirilmelidir. Bu
atılımları durdurmaya çalışacak tepkiciler ordusu, nasıl olsa gerçekler adına savaşanlar
tarafından yenilecektir. Çok değil, yirmi yıl önce, bilim çevresinde uydulardan söz
edenlere deli gözüyle bakılırdı. Bugün bir sürü yapma uydu dünyanın çevresinde
durmadan dönmekte. Birtakım uydular ayın ve Venüs'ün yüzüne yumuşak inişler
yapmakta; birtakımı da Merih'in birinci sınıf fotoğraflarını çekerek dünyaya
göndermekte... Bu fotoğrafların ilki, 1958 ilkbaharında 0.000.000.000.000.000.01 vat
gibi akıl almaz ölçüde küçük bir radyo dalgasıyla gönderilmişti.
Ancak bugün dünya üzerinde akıl almaz diye bir şey kalmamıştır. 'İmkânsız'sözünün
bilim adamlarınca kullanılması ise, tam anlamıyla 'imkânsızdır.' Bu gerçeği günümüzde
kabul etmek istemeyenler, yarın kendi kendilerinden utanacaklardır. Öyleyse biz, binlerce
yıl önce uzak gezegenlerden gelen astronotların, atalarımızı ziyaret ettiğini savunan
varsayımımıza sıkı sıkıya sarılalım ve onu daha da geliştirmeye devam edelim:
Atalarımız astronotların üstünteknoloji si karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
Onları 'tanrı' kabul etmiş ve tapınmaya koyulmuşlardı. Astronotların bu tepki karşısında
sabırla, tapınılmaya göz yummaktan başka çareleri yoktu. Bu konuda, yakın bir gelecekte
bilinmeyen gezegenlere gidecek olandünya lıuzay adamlarının da, hazırlıklı olması
gerekir!
Dünyamızın bazı bölgelerinde hâlâ makineli tüfeğe şeytanların silâhı olarak bakan ilkel
insanlar yaşamaktadır. Öyleyse bir jet uçağı, bu insanlara, pekâlâ melekleri taşıyan bir
araç olarak görünebilir. Aynı şekilde bir el radyosundan çıkan sesleri tanrıların sesi
sayabilirler. Bu ilkel ve saf insanlar, bizlerin günlük hayatta kullandığımız teknik
araçların öyküsünü, efsaneler biçimine sokarak, babadan oğula aktarmaktadırlar. Gökten
gelen tanrıların resimlerini yaşadıkları mağaralara çizmektedirler. Tıpkı binlerce yıl
önceki ilkel insanların yaptığı gibi. Bir farkla ki, yirminci yüzyılın ilkel insanı, gördüğü
uçakların resmini çizmektedir, oysa binlerce yıl önce yaşayan ilkel insanlar çok başka
uçan nesneler görmüşlerdi...
Kohistan, Fransa, Kuzey Amerika, Sahra, Güney Rodezya, Peru ve Şili'de bulunan
mağara resimleri, varsayımımıza büyük katkıda bulunmaktadır. Bunlardan Tassili'de
(Sahra) olanları, Henri Lhote adlı bir Fransız bilgini ortaya çıkartmıştı. Yüze yakın
mağara duvarında rastlanan resimlerin ortak özelliği hepsinde hayvan ve insan şekilleri
yanında kısa, şık elbiseler giymiş şekiller olmasaydı. Bu varlıkların ellerinde sopalar,
sopaların üstünde de ne olduğu anlaşılmayan çantalar vardı.Bir duvarda , hayvan
resimleri yanında -Lhote'un isim babalığıyla- Büyük Merih tanrısı adını alan ve dalgıç
elbisesine benzeyen elbiseler giyen bir yaratığın resmi bulunmuştu. Resmin beş metre
boyunda olması, onu yapan 'vahşî'nin, hiç de sandığımız kadar vahşî olmadığını açıkça
gösterir. Çünkü yerden yüksekliği de göz önünde tutulunca, bu resmin ancak bir yapı
www.notindir.com
iskelesi kurularak yapıldığı ortaya çıkar. Mağara tabanının yüksekliğinde, binlerce yıldır
herhangi bir değişme olmamıştır. İnsan, bu Büyük Merih tanrısına bakınca, hayal gücünü
hiç zorlamadan biruzay -ya da dalgıç- elbisesi giydiğini söyleyebilir. Kafasında güçlü ve
geniş omuzlarından başlayan bir başlık vardır. Burun ve ağız yerine birtakım yarıklar
göze çarpar. Eğer bu resim tek olsaydı, şans eseri, ya da ressamının çok geniş hayal gücü
sonucu çizildiğini düşünebilirdik. Ancak bu garip varlığı gösteren şekiller Tassili'deki
birçok mağarada ve az değişikliklerle Kaliforniya'nın (A.B.D.) Tulare bölgesi kaya
resimlerinde de vardır.
İlkel insanların, ellerinden bu kadar gelebildiği için çarpık çurpuk şeyler çizdiği, ileri
sürülemez. Çünkü aynı mağara adamı, hayvan ve normal insan resimlerini üstün bir
beceri ve ustalıkla duvara işlemiştir. Bu da onun ne gördüyse onu çizdiğini gösterir! Inyo
County'de (Kaliforniya) bir mağara duvarında, ilk bakışta çift çerçeveli bir hesap cetveli
olduğu anlaşılan bir geometrik biçim vardır. Arkeologlar bunun tanrıları gösteren bir
resim olduğunu ileri sürerler.
İran'da Siyalk bölgesinde bulunan bir çömleğin üstünde kocaman dik boynuzları olan,
bilinmeyen türden bir hayvan resmi vardır. Olabilir, neden olmasın? Ne var ki bu
boynuzların her birinde, sağa ve sola doğru uzanan beşer helezon vardır. Arkeologlar bu
resme de tanrı sembolü etiketini yapıştırmışlardır. İnsanlar onların bilinmezliği ve
olağanüstülüklerinden yararlanarak, açıklanamayan bir dolu şeyi açıklayıverdiler.
Bulunan her biçim, bir araya getirilen her kırık çömlek, yeniden düzenlenen her kalıntı,
bir anda eski bir dine bağlanıverir. Eğer bulunan nesne, var olan dinlerden hiç birine
uymuyorsa, silindir şapkadan çıkan tavşan gibi yepyeni, uyduruk bir din yaratılır. Her şey
istenen biçime sokulmuştur; insanlar da bilginler de rahattır artık...
Ama, ya Tasilli, Amerika ve Fransa mağara adamları, gerçekten gördükleri şeylerin
resmini çizmişlerse? Çubuklardaki, boynuzlardaki helezonlar, ilkel insanın gördüğü
antenlerse? Var olmaması gereken şeylerin var olduğu bir gerçek değil mi? Daha önce de
belirttiğim gibi, ilkel ressamlar gördükleri şeyi kusursuz olarak resimlerine geçirebilme
yeteneğine sahiptiler: Güney Afrika'daki «Brandbergli beyaz kadın» resmi, rahatlıkla
yirminci yüzyıl resimleriyle yarışabilir. Kadının üstünde kısa kollu bir kazak, bacaklarını
iyice saran bir pantolon vardır. Ayrıca eldiven ve terlik giymektedir. Arkasında, elinde
dikenli bir sopa tutan, çok karmaşık, maskeli başlık giymiş zayıf bir adam durmaktadır.
Resim bir bütün olarak gerçekten çağımızda çizilmiş havası verir. Ancak Güney
Afrika'da bir mağara duvarında bulunmuştur!
İsveç ve Norveç mağararesimlerinde görülen tanrılarının hepsinin tek tip, tuhaf kafaları
vardır. Arkeologlara göre bunlar hayvan kafalarıdır, ilkel insanların hayvanları hem kesip
yediği, hem onlara tapındığı gülünç ve saçma bir düşüncedir. Üstelik bu tanrıların
yanında kanatlı gemiler ve sık sık çizilmiş tipik antenler de görülmektedir.
Kafası boynuzlu, güzel elbiseli insan resimleri Val Camonica'da da (Brescia, İtalya)
mağara duvarlarını süslemektedir. (Resim 13) Kafasıanten li,uzay elbiseli resimlerdünya
nın yalnız bir bölgesinde bulunsaydı, onlarla ilgili bir tek söz bile etmezdim. Oysa bu
resimler,dünya nın hemen her bölgesinde vardır. Bu durum insanın aklına, «Neden apayrı
www.notindir.com
yerlerde yaşayan insanlar ortak özellikleri olan resimler çizmişlerdir?» sorusunu
getirmiyor mu? Hele bu özellikler anten, elbise, başlık v.b.'yse...
Geçmişe yirminci yüzyıl gözüyle baktığımızda ve arada kalan boşlukları teknoloji
çağının getirdiği boyutlarla doldurduğumuzda, tarihi örten kara perdenin aralandığını
görüyoruz. Bundan sonraki bölüm kutsal kitapların varsayımımız açısından
incelenmesiyle ilgilidir. Sanıyorum ortaya çıkacak gerçekler, tarih araştırmacılarının
devrimci soruları susturma isteğini engelleyecektir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:T ANRI BİR ASTRONOT MUYDU?
TEVRAT sırlar ve çelişkilerle doludur. Sözgelişi, yaradılış bölümüdünya nın oluşmasını
tam bir ideolojik doğrulukla anlatır. Peki ama bu bölümün yazarları minerallerden
bitkilerin, bitkilerden de hayvanların oluştuğunu nerden biliyorlardı?
Yaradılış Bölümü i, 26'da şöyle der:
«Ve Tanrı, kendi benzerliğimiz ve görüntümüzde insanı yaratalım, dedi.»
Tek ve eşsiz Tanrı neden çoğul olarak konuşuyor? Neden 'ben' değil 'biz', 'benim' değil
'bizim' diyor? Tanrı'nın kendi yaptığı işlerden söz ederken tekil şahısta konuşması
gerekmez mi?
«Ve insan yeryüzünde çoğalmaya başladı ve kız çocukları doğdu. Tanrı'nın oğulları,
insanın kız çocuklarını beğendiler ve aralarından seçtiklerini eş olarak aldılar.» (Yaradılış
Bölümü i, 1-2).
İnsanın kız çocuklarını kendilerine eş olarak alan 'Tanrı'nın oğulları' kimlerdi? Tanrı bir
tek olduğuna göre 'Tanrı'nın çocukları' neyin nesiydiler?
«O günlerde dünyada devler yaşıyordu. Daha sonra Tanrı'nın oğulları, insanın kızlarına
çocuklar verdiler. Onlar eski ve şanlı insanlardan olma güçlü insanlar oldular.» (Yaradılış
Bölümü vi, 4).
Karşımıza yine insanlarla çiftleşen Tanrı'nın oğulları çıkıyor. İlk kez devlerden söz
edilmesi de burada. «Devler» hemen bütün eskikitap larda, doğu ve batı mitolojisinde,
Tiahuanaco efsanelerinde, Eskimo destanlarında sayfalarca yer kaplayan bir konudur. Bu
bakımdan, bir zamanlar gerçekten var olduklarına inanmamız gerekir. Acaba 'devler'
nasıl yaratıklardı? Dev binaları kuran, kocaman tasları oradan oraya sürükleyen
atalarımız mı, yoksa teknik yetenekleri olan iriuzay lılar mı? Kesin olan bir tek şey var:
Tevrat 'devler'den söz ediyor ve onları 'Tanrı'nın oğulları' olarak tanımlıyor.' Tanrı'nın
oğulları' ise insanlarla çiftleşiyor ve çoğalıyorlar!
Yaradılış Bölümü xix,1-28'de Sodom ve Gomora felâketinin ayrıntılı ve heyecanlı
www.notindir.com
öyküsü anlatılır.
Bir akşam Lût baba şehir kapısı yakınlarında otururken Sodom'a iki melek gelir.
Anlaşılan Lût bu melekleri önceden tanımakta ve gelmelerini beklemektedir; çünkü görür
görmez geceyi evinde geçirmelerini teklif eder. Tevrat'ta, şehir halkının 'bu yabancıları
tanımak'istedikleri yazar. Ancak yabancılar, şehir zamparalarının cinsel isteklerini bir el
hareketiyle yok etme yeteneğine sahiptirler. Ayrıca kötülük yapmak isteyenlerin gözlerini
kör edebilmektedirler.
Yaradılış Bölümü xix. 12-14'e göre melekler, Lût'a yanına karısı; oğullarını, kızlarını,
damatlarını ve gelinlerini alarak, son hızla şehirden ayrılmasını, çünkü bir süre sonra
şehrin yok edileceğini söylüyorlar. Aile üyeleri bu garip uyarıya inanmak istemiyor ve
Lût'un soğuk şakalarından biri olduğunu ileri sürüyorlar. Buradan sonrasını Yaradılış
Bölümünden izleyelim:
«Ve sabah oldu; melekler aceleyle Lût'a seslendiler: Kalk; karını, buradaki iki kızını al;
yoksa kadınlarla birlikte yanıp gideceksin. Ve o oyalanınca ellerini ellerinin üstüne
koydular, karısının ve kızlarının da ellerini tuttular; Tanrı ona merhamet ediyordu; ve onu
önlerine kattılar ve şehrin dışına çıkardılar. Daha da ilerilere gidince; Kaçın, yaşamak
istiyorsanız kaçın, sakın arkanıza bakmayın, sakın düzlükte kalmayın, dağlara kaçın,
yoksa mahvolursunuz... dediler. Çabuk ol, daha uzaklara, kaç; çünkü uzaklara kaçmazsan
seni kurtaramam.»
Görüldüğü gibi 'melekler'in yerli halkça bilinmeyen bir gücü vardır. Telkin edilen acele
ve Lût ailesinin götürüldüğü hız da ayrıca düşündürücüdür. Lût işi ağırdan alınca, eline
yapışıp sürüklemeye başlarlar. Çok geç olmadan kaçmalıdırlar! Lût ailesi dağlara gitmeli
ve asla arkalarına dönüp bakmamalıdır. Ancak burada dikkati çeken bir nokta vardır: Lût
meleklere fazla bir saygı göstermemekte ve ikide birde durarak karşı koymaktadır;
«Dağlara kaçamam, varsın kötülük gelsin, öldürsün beni...» Bir süre sonra melekler,
kendileriyle gelmezse onu kurtaramayacaklarını yeniden söylerler.
Sodom'a gerçekte ne olmuştu? Her şeye kadir olan Tanrı bir tarifeye bir zaman ölçüsüne
mi bağlıydı? Değilse 'meleklerin' acelesi neydi? Yoksa şehir, saate bağlı bir güç
kaynağıyla mı yok edilecekti? Geriye sayma işlemi mi başlamıştı? Öyleyse patlama anı
yaklaştıkça melekler de can kaygısına düşüyorlardı. Lût ailesini güvenlik altına almak
için daha kolay bir yöntem yok muydu? Neden her şeye rağmen dağlara kaçılmasında
ısrar ediyorlardı? Ve neden hiç durmadan, asla arkalarına bakmamaları emrediliyordu?
Biliyorum bu sorular konunun ciddiyetine biçimsiz düşer gibi görünüyor, ama
Japonya'ya iki atom bombası atıldı atılalı, bu tür bombaların ne ölçüde zararlar
doğurduğunu ve canlı varlıkları nasıl öldürdüğünü -ya da ölüm ölçüsünde hasta ettiğiniçok iyi biliyoruz. Öyleyse sorularımıza karşılık bulmak için, Sodom ve Gomora'nın bir
tasarı uyarınca, yani bilerek, nükleer bir patlamayla yok edildiğini düşünelim. Belki de
'melekler'şehirde bulunan tehlikeli 'bölünebilir maddeleri' yok etmek, bu arada bir taşla
iki kuş vurarak, davranışları hoşlarına gitmeyen bir insan soyunu ortadan kaldırmak için
bu işe girişmişlerdi. Patlama zamanı kararlaştırılmış ve geri sayma işlemi başlamıştı. Lût
www.notindir.com
ailesi gibi kaçması ve kurtulması gerekenler, dağlara götürülmüştü, çünkü kayalar
tehlikeli ışınları büyük ölçüde emerek az zararlı duruma getirebilirlerdi. Ve -hepimiz
hikâyenin sonunu biliyoruz- Lût'un karısı döndü ve atom patlamasının oluşturduğu,
güneşten defalarca parlak ışığa baktı! O anda düşüp ölmüş olması, günümüz insanını,
özellikle atom bombasının ne olduğunu bilenleri, hiç şaşırtmayacaktır!
«Sonra Tanrı Sodom ve Gomora üzerine kükürt ve ateş yağdırdı...» Felâketin öyküsü
Yaradılış Bölümü xix. 27-28'de şöyle sona bağlanıyor:
«Ve İbrahim sabah erkenden kalkarak Tanrı'nın önünde durduğu yere gitti: Ve Sodom ve
Gomora'ya, düzlükteki topraklara baktı. Ve gördü ki, şehrin dumanları, ocak dumanları
gibi göğe yükselmektedir.»
Babalarımız kadar dindar olabiliriz ama, hiç olmazsa onlar kadar saf ve körü körüne
inanmış değiliz. En iyi niyetimizle bile, her yerde bulunan, her şeye kadir olan mutlak bir
Tanrı'nın, yaptığı işin sonunun nereye varacağını bilmediğimizi kabul edemeyiz: Tanrı
insanı yaratmış ve eyleminden memnun kalmıştı. Ama her halde bir süre sonra pişmanlık
duymuş olmalı ki, yarattığı insanları yok etmeye karar verdi. Çağımızın aydını bu
çelişkiyle birlikte, bir Şefkatli Babanın nasıl olup da, sayısız oğlunu ölüme yollarken Lût
ailesi gibilerini kayırdığı konusunda kuşkuya düşmelidir.
Tevrat'ta Tanrı'nın ve meleklerin gökten korkunç gürültülerle ve dumanlar saçarak indiği
birçok bölümde, değişik kişilerin ağzından, pek etkileyici biçimde anlatılır. Bunların en
ilginçlerinden birini peygamber Hezekiel anlatıyor: (Tevrat, Hezekiel i-iv)
«Ve otuzuncu yılda, dördüncü ayda, ayın beşinci gününde, ben Kebar ırmağı yanında
sürgünler arasında iken vaki oldu ki, gökler açıldı... Ve baktım, ve işte, kuzeyden buran
yeli, durmadan ateş saçan büyük bir bulut geliyordu, çevresinde parıltı ve ortasında sanki
ateş ortasında ışıldayan maden. Ve onun ortasından dört canlı yaratık benzeri çıktı. Ve
onların görünüşü şöyle idi: Onlarda insan benzeyişi vardı ve her birinin dört yüzü vardı
ve onlardan her birinin dört kanadı vardı. Ve ayakları doğru ayaklardı; ve ayaklarının
tabanı buzağı ayağının tabanı gibiydi ve cilâlı tunç gibi pırıldamakta idiler.»
Görüldüğü gibi Hezekiel aracın yere nasıl indiğini ayrıntılarıyla anlatıyor: Kuzeyden,
ışıklar saçan, pırıldayan bir şey, çöl kumlarını havalandırarak yaklaşıyor ve yere konuyor.
Tevrat ikide birde Tanrı'nın her yerde bulunduğunu belirtir. Öyleyse Tanrı burada neden
belirli bir yönden geliyor? Hem her şeye kadir olan Tanrı'nın istediği yere gitmesi için bu
kadar gürültü patırtı çıkarmasına gerek var mıdır?
Durumu biraz daha aydınlatmak için Hezekiel tanıklığını izleyelim:
«Ben canlı yaratıklara bakarken, işte canlı yaratıkların yanında, onların her yüzü için
yerde bir tekerlek vardı. Tekerleklerin ve yapılarının görünüşü zümrüt gibi idi; ve
dördünün benzeyişi ve görünüşleri ve de yapıları sanki tekerlekler içinde tekerlek.
Yürüdükleri zaman dört yanlarına da giriyorlardı; dönmeyerek yürüyorlardı. Tekerlek
çemberleri ise yüksekti ve korkunçtu; ve dördünün çemberleri çepçevre gözlerle dolu idi.
www.notindir.com
Ve canlı yaratıklar yürüdükçe, tekerlekler onların yanında yürüyorlardı; ve canlı
yaratıklar yerden yükseldikçe, tekerlekler yükseliyorlardı.»
Anlatımın şaşırtıcı ölçüde güzel olduğu göze çarpıyor. Hezekiel tekerlek içinde tekerlek
olduğunu ve tekerleklerin yürürken dönmediklerini söylüyor. Tekerleklerin çok hızlı
dönmesi yüzünden oluşan, çok belirgin bir göz yanılması! Anlaşılan, Hezekiel,
Amerikalıların bugün çölde ve bataklık bölgelerinde kullandıkları araçların bir benzerini
görmüştü. Bu durumda tekerleklerin kanatlı yaratıklarla birlikte havaya yükselmesi de
açıklığa kavuşuyor. Çünkü çok amaçlı araçlar; sözgelişi bir amfibik helikopter
havalandığı zaman, doğal olarak, tekerleklerini de beraberinde götürür... Hezekiel'i
dinlemeyedeva m edelim: «Ve bana dedi:Âdem oğlu, ayak üzerine dikil de seninle
söyleşelim... Ve arkamdan: Rabbin izzeti kendi yerinden mübarek olsun diye büyük bir
gürleme sesi işittim. Ve canlı yaratıkların kanatları birbirine dokundukça onların sesini ve
yanlarındaki tekerleklerin gürültüsünü; büyük gürleme sesini işittim.»
Hezekiel aracın kesin tarifini yaptıktan başka, nasıl havalandığını da anlatıyor. Tekerlek
ve kanatların 'büyük gürleme sesi' çıkardığını söylemesi, onun bu olaya kesinlikle
tanıklık ettiğini gösteriyor. 'Tanrılar' Hezekiel'Ie konuştuktan ve ülkenin yasalarını
düzeltmesini emrettikten sonra onu yanlarına alarak götürüyorlar ve korkmamasını
yurdunu henüz yüz üstü bırakmadıklarını söylüyorlar. Bu olay Hezekiel'i öylesine
etkilemiş olmalı ki, aracı değişik bölümlerde bıkmadan usanmadan anlatmayadeva m
ediyor. Üç yerde daha. 'Dört yöne gidebilen ve giderken dönmeyen tekerleklerden' söz
ediyor. Özellikle etkilendiği nokta aracın 'çepçevregözlerle dolu'oluşu. Tanrılar ona
gözleri olduğu halde görmeyen, kulakları olduğu halde duymayan bir «asi evinin»
ortasında oturduğunu söylüyorlar. Yurttaşları hakkında iyice aydınlandığını görünce, bu
tür ziyaretlerde hep olduğu gibi, yasalarla ilgili öğütler, emirler ve düzgün bir uygarlık
için gereken ipuçları vererek gidiyorlar.Hezekiel görevini benimsiyor ve 'tanrıların'
emirlerini yaymaya koyuluyor.
Bir kez daha değişik sorularla karşı karşıyayız.
Hezekiel'Ie kimler konuşmuştu? Bunlar nasıl yaratıklardı?
Kelimenin geleneksel anlamıyla 'tanrı' olmaları imkânsızdı; çünkü bir yerden ötekine
gitmek için araç kullanılıyordu. Böylesine bir hareket ise, her şeye kadir olan Tanrı ile
kesinlikle bağdaşmıyordu.
Bu olaya uygunluğu bakımından, yine Tevrat'ta anlatılan bir teknik buluşu ayrıca
inceleyelim:
Exodus (Çıkış) xxv, 10'da Musa, Kanun Sandığının yapımı konusunda Tanrı'nın verdiği
kesin emirleri anlatır. Talimatlar çok açıktır -ölçüler, pervaz ve çemberlerin nereye, nasıl
takılacağı, hangi madenlerin kullanılacağı apaçık ve kesin olarak belirtilmiştir. Bunda
amaç her şeyin 'Tanrı'nın'isteği gibi olmasını sağlamaktır. Öyle ki Tanrı birkaç sefer
Musa'yı yanlışlık yapmaması konusunda uyarır:
www.notindir.com
«Bak ve dağda sana gösterilen örneklere göre yap» (Exodus, xxv, 40).
Ayrıca 'Tanrı' Musa'ya kendisiyle, sandığın üzerindeki kefaret örtüsü aracılığıyla
konuşabileceğini söyler. Hiç kimse, der, sandığın yanına yaklaşmamalıdır ve sandığın
taşınması sırasında giyilmesi gereken şeyleri ve özellikle ayakkabıları ayrıntılarıyla
anlatır. Bütün bu uyarmalara rağmen bir aksilik olur. (2. Samuel vi, 2) Davud, sandığı
Uzza ile birlikte bir öküz arabasına bindirir. Ancak yolda giderlerken öküzlerden biri
tökezler ve sandık düşecek gibi olur. Bunun üzerine Uzza atılarak sandığı tutar ve
yıldırım çarpmış gibi birdenbire ölür.
Sandıkkuşkusuz elektrik yüklüydü! Eğer Tevrat'taki talimatlar uyularak sandığı yeniden
yaparsak, yüzlerce volt gücünde bir elektrik akımı doğacaktır. Biri pozitif, öteki negatif
yüklü olan iki altın tabaka, kondansatör görevi yapacaktır. Kefaret örtüsü üzerine
yerleştirilen iki altın kerubinden[2]birinin mıknatıs olması halinde de ortaya güzel bir
hoparlör çıkacaktır -belki de kerubinlerin içindeuzay gemisiyle Musa arasında bağlantı
sağlayacak bir telsiz aracı vardı-. Hatırladığım kadarıyla Exodus'un çeşitli bölümlerinde
sandıktan kıvılcımlar çıktığı ve Musa'nın öğüt ve yardıma ihtiyacı olduğu zaman bu
'iletici'den yararlandığını yazar. Musa 'Tanrı'sının sesini duyabilmekte, ancak onu
görememektedir. Bir keresinde 'Tanrı'ya kendisini göstermesini söyler. Tanrı'nın karşılığı
şudur:
«Ve dedi: Yüzümü göremezsin; çünkü insan beni görüp de yaşayamaz. Ve Rab dedi: İşte
yanımda bir yer var ve kaya üzerinde duracaksın; ve vakit olacak ki, izzetim geçtiği
zaman seni bir kayanın kovuğuna koyacağım ve ben geçinceye kadar seni elimle
örteceğim; ve elimi kaldıracağım ve arkamı göreceksin; ama yüzüm görülmeyecek.»
(Exodus xxxiii, 20-23).
Eski yazılarda bu olayın inanılmaz benzerleri vardır. Sözgelişi Gılgamış Destanı'nın
beşinci tabletinde -ki bu destan Sümer kaynaklıdır ve Tevrat'tan çok önce yazılmıştırhemen hemen aynı cümleye rastlıyoruz:
«Hiç bir ölümlü, tanrıların yaşadığı kutsal dağa gelemez. Tanrıların yüzünü gören
ölmelidir.»
İnsanlık Tarihi'ni anlatan başka eski kitaplarda böyle cümleler vardır. Neden
'tanrılar'kullarıyla yüz yüze gelmekten kaçınıyorlardı? Neden maskelerinin düşmemesi
için bu kadar çaba harcıyorlardı? Neden ya da nelerden korkuyorlardı? İnsanın aklına,
ister istemez Tevrat'taki bu olayın, doğrudan doğruya Gılgamış Destanından alınmış
olabileceği geliyor. Bu düşünüş fazlasıyla mantıklıdır. Çünkü Musa, Mısır saraylarında
büyümüş ve Mısır kültürünün temel taşı olan gizli kitaplardan bol bol yararlanma imkânı
bulmuştu. Bu kitaplıklarda Gılgamış Destanı da elbette yer alıyordu.
BelkiTevrat'ın yaşı hakkında da kuşkuya düşmeliyiz. Çünkü çok daha sonra yaşayan
Davud'un altıparmaklı ve altı tırnaklı bir devle savaştığı, 2. Samuel xxi, 18-22'de uzun
uzun anlatılmaktadır. Hatta bütün eski tarih, destan ve hikâyelerin bir noktada
toplandıktan sonra değişik ülkelere, değişik biçimlerde yayıldığını bile düşünebiliriz.
www.notindir.com
Lût gölü yakınlarında son yıllarda bulunan Kumran yazıları, Yaradılış Bölümünde sözü
edilen olaylara büyük benzerlik göstermektedirler Bugüne kadar bilinmeyen birçok yeni
buluntu da, göklerdeki savaş arabalarından, tanrı oğullarından, içinde canlı yaratıklar
çıkan bulut ve tekerleklerden söz etmektedirler. Musa Apokalips'inde (33. bölüm)
Havva'nın göğe baktığı ve dört parlak kartalın çektiği ışıktan bir savaş arabası gördüğü
anlatılır. Araba hiç birdünya lının anlatamayacağı ölçüde görkemlidir ve Âdem'in yanına
indiği zaman tekerleklerin arasından dumanlar çıkar. Aslında bu öykü bize yeni bir şey
anlatmamaktadır. Çünkü bütün eskikitap ve yazılarda, Âdem ve Havva'ya kadar uzanan
bir süre içinde görünen tekerlekli, dumanlı, ateşli savaş arabaları anlatılmaktadır.
Lamek yazıtlarında akıl almaz bir olay anlatılır. Gerçi tomarların bir bölümü, birtakım
cümle ve paragrafların okunmasını imkânsızlaştıracak kadar bozulmuştur ama, geride
kalanlar anlatmaya değer ölçüde meraklıdır:
Nuh'un babası Lamek, güzel bir günde evine dönünce, görünüşü bakımından aileye hiç
uymayan bir oğlanla karşılaşır. Bunun üzerine karısı Bat-Enoş'u çağırır ve çocuğun
kendisine ait olmadığını söyler. Bat-Enoş bildiği bütün kutsal şeyler üzerine yemin
ederek tohumun ondan, yani Lamek'ten geldiğini, bu işte ne bir askerin ne bir yabancının
ne de 'tanrı oğullarının' parmağı olduğunu anlatır. (Bu tanrı oğullarının kimler olduğunu
sorabilir miyiz? Bu aile dramının, Tufan'dan önce olduğunu da bu arada belirtelim.)
Bununla birlikte Lamek karısına inanmaz ve babası Methuselah'ın öğütlerini almak üzere
yola çıkar. Babasının evine varınca olayı olduğu gibi anlatır ve çok üzüldüğünü söyler.
Methuselah dinler ve çocuğun nereden geldiğini anlamak için bilge Enok'a başvuracağını,
bunun için de çok uzun ve yorucu bir yolculuk gerektiğini söyler. Ama ailenin bu çocuğa
tepkileri öyle büyümektedir ki, sonunda yolculuğa çıkmaya karar verir.
Enok, Methuselah'ın ailede birdenbire ortaya çıkan ve ne saçı, ne gözü, ne de derisi
kendilerine benzeyen bu çocuğu anlatmasını dinler ve yaşlı adamı çok üzücü bir haberle
birlikte evine yollar: Pek yakında dünya, insanlık ahlâksızlık ve alçaklık suçundan
yargılanacaktır. Ailedeki çocuk, büyük evrensel yargılamadan kurtulacak olanların
dedesidir. O bakımdan Lamek'e, çocuğa Nuh adını koymasını emretmelidir. Böylece
Methuselah evine döner ve oğlu Lamek'e kendilerini bekleyen felâketi anlatır. Lamek'in
çocuğu kabul etmekten ve Nuh adını koymaktan başka çaresi yoktur!
Aile öyküsünün en ilginç yanı, Nuh'un ailesinin, hatta büyükbabası Methuselah'ın, daha
sonra ateş saçan bir savaş arabasına binerek ebediyen göklerde kaybolan Enok tarafından
pek yakın bir felâket konusunda uyarılmış olmalarıdır.
Bu olay da, insan soyunun, uzaydan gelen bilinmeyen yaratıklar eliyle çoğaltıldığı
düşüncesini doğrulamıyor mu? Aksi halde, insanların hiç durmadan devler ve tanrı
oğulları tarafından döllenmesinin ve başarısız olan türlerin sürekli yok edilmesinin hiç bir
anlamı kalmıyor.
Bu açıdan bakınca, Tufan'ın, bir iki üstün kişi dışında kalan insanları ortadan kaldırmak
için bilerek yapıldığı anlaşılıyor. Böyle olunca da ilâhî bir yargılama niteliği ortadan
www.notindir.com
kalkıyor.
Günümüzde daha zeki bir insan türünün sunî olarak yaşatılması gerçekleşmeye doğru
giden kuramlar arasında. Tıpkı Tiahuanaco efsanelerinde anlatılan Büyük Ana'nın, güneş
kapısınauzaygemisi yle gelmesi ve 70 çocuk doğurması gibi. Tıpkı türlü dinkitap larının,
'Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı' demesi gibi. Birtakım eski dinkitap ları daha da
ileriye giderek, 'tanrı'nın istediği biçimde insanların' yaratılabilmesi için, birçok deneyler
yapıldığını yazıyor. Bilinmeyenuzay lılarındünya mızı ziyaret ettiğini ileri süren
kuramımıza göre, bugün bile bizi biz yapanın bu üstün varlıklar olduğu anlaşılmaktadır.
Bu deliller zincirinin bir halkasını da, tanrıların atalarımızdan istedikleri armağanlar
tamamlıyor. Bu istekler, hiç bir zaman güzel kokular ve kurbanlık hayvanlarla
sınırlandırılmamıştı. Armağanlar listesinde çoğu zaman çeşitli karışımlardan yapılmış
sikkeler de yer alıyordu. Gerçekten de Doğu'nun en büyük eritme kuruluşlarından biri,
Ezeon Geber'de bulunuyordu. Kazılarda ortaya çıkarılan bu kuruluş, son derece modern
bir ocak, türlü hava kanalları ve belirli amaçlar için açılmış deliklerden meydana
geliyordu. Günümüz eritme uzmanları bu kuruluştan nasıl bakır elde edilmiş
olabileceğini açıklayamıyorlar. Ancak burasının bakır elde etmek için kullanıldığı
kuşkusuzdur; çünkü Ezeon Geber dolaylarındaki birçok mağara ve galeride geniş bakır
sülfat stokları bulunmuştur. Söz konusu bütün buluntular 5000 yıllıktır!
Eğer bir gün bizim uzay adamlarımız da indikleri gezegende ilkel insanlarla karşılaşacak
olurlarsa, zavallılar üzerinde 'tanrı' ya da 'tanrı oğlu' izlenimi bırakacaklardır. Ama bir de
indikleri gezegende korkunç ileri bir uygarlığın insanlarıyla karşılaştıklarını düşünün. Her
halde o zaman, 'tanrı' olarak değil, zamanın çok gerisinde yaşayan zavallılar olarak
karşılanacaklardır!
BEŞİNCİ BÖLÜM: GÖKLERDEN GELEN – ATEŞ SAÇAN SAVAŞ ARABALARI
YÜZYILIN BAŞLARINDA, Asur kralı Asurbanipal'inkitap lığında, on iki kil tablet
üzerine yazılmış bir kahramanlık destanı bulundu. Destan Akatça yazılmıştı, ama daha
sonra bulunan başka bir kopyası Hammurabi'ye kadar uzanıyordu.
Son araştırmalar, Gılgamış Destanı'nın asıl metninin Sümerlilerce yazıldığını,
konularının Tevrat'taki Yaradılış Bölümüyle büyük benzerlikler gösterdiğini ortaya
koymuştur.
Destanın ilk tabletinde, galip gelen kahraman Gılgamış'ın Uruk şehriçevre sine yaptırdığı
surlardan söz edilir. 'Göklerin Tanrısı', içinde tahıl ambarı bulunan çok büyük bir evde
oturmaktadır. Surları koruyan birçok asker vardır. Gılgamış bir 'tanrı', insan karışımı
yaratıktır -üçte iki 'tanrı', üçte bir insan.- Uruk şehrine gelen hacılar ona ürpererek ve
korkuyla bakarlar; çünkü o güne kadar böyle bir güzellik ve güç görmemişlerdir. İşte
burada tanrılarla insanların çiftleşmesi düşüncesi yine karşımıza çıkıyor.
www.notindir.com
İkinci tablette, gökler tanrıçası Aruru'nun, Gılgamış'a rakip olması için Enkidu'yu
yarattığını okuyoruz. Enkidu gövdesi kıllarla kaplı, posttan elbiseler giyen, çayırlarda
otlayan, sığırlarla aynı yalaktan su içen bir yaratıktır. En büyük eğlencesi çavlanlarda
yüzmektir.
Uruk kralı Gılgamış, bu sevimsiz yaratığın sığırlardan ayrılması için güzel bir kadın
gerekli olduğunu anlar ve şehrin en güzel kadınlarından birini, Enkidu'yu kendine
çekmekle görevlendirir. Saf Enkidu bu oyuna gelir ve altı gün altı gece kadınla yaşar.
Derken Enkidu'yla Gılgamış dost olurlar.
Üçüncü tablet, uzaklardan gelen bir duman bulutunu anlatır. Gökler gümbürder, yer
sarsılır, sonunda 'Güneş Tanrısı' gelerek Enkidu'yu güçlü kanatları ve pençeleriyle kavrar.
Enkidu'nun gövdesine kurşun gibi biner ve göğsüne kaya gibi bir ağırlık oturur.
Destan yazarlarının çok gelişmiş bir hayal gücü olduğunu ve destanı çevirenler ve
çoğaltanların değişiklikler yaptığını kabul etsek bile, asıl şaşırtıcı yan olduğu gibi kalır:
Destan yazarları gövdenin belirli bir hızdan sonra kurşun gibi ağırlaştığını nereden
biliyorlardı? Bugün yerçekimi ve hız yasalarını en ince ayrıntılarına kadar biliyoruz. Bir
astronotun kalkış sırasında nasıl bir güçle koltuğuna yapıştırıldığını, göğsüne binen
basıncın ne ölçüde büyük olduğunu biliyoruz.
Peki Sümerliler bu bilgiyi nereden elde etmişlerdi?
Beşinci tablet, Enkidu'yla Gılgamış'ın 'tanrıların' oturduğu yere gidişlerini anlatır.
Kahramanlar tanrıça İrninis'in yaşadığı, ışıklar saçan kuleyi çok uzaklardan görürler.
İyice yaklaşınca bir ses duyarlar:
«Geri dönün! Hiç bir ölümlü, tanrıların yaşadığı kutsal dağa gelemez. Tanrıların yüzünü
gören ölmelidir.»
Exodus'te de: «Sen benim yüzümü göremezsin, beni gören insan yaşayamaz...» diyordu!
Yedinci tablette, Enkidu'nun ağzından bir uzay yolculuğu anlatılır. Enkidu bir kartalın
pirinçten pençelerine tutunarak saatler boyu uçmuştur. İzlenimleri şöyledir:
«Bana dedi ki: «Karalara bak. Neye benziyorlar? Deniz'e bak. Nasıl görünüyor?» Ve
kara, bir dağa; deniz de bir göle benziyordu. Dört saat daha uçtuk ve o yine konuştu:
«Karalara bak. Neye benziyorlar? Deniz'e bak. Nasıl görünüyor?» Ve kara, bir bahçeye;
deniz de bahçıvanın su kanallarına benziyordu. Dört saat daha uçtuktan sonra o yine
sordu: «Karalara bak. Neye benziyorlar? Denizlere bak nasıl görünüyor?» Ve kara,
lapaya, deniz de su birikintilerine benziyordu.»
Bu anlatım, bir canlı yaratığın dünyayı çok yükseklerden gördüğünü açıklamaktadır.
Olay tümüyle hayal ürünü olamayacak kadar doğrudur. Eğer yerkürenin çok
yükseklerden görünüşü hakkında bir bilgi olmasaydı, kim çıkıp da karaların lapaya,
denizlerin de su birikintilerine benzediğini söyleyebilirdi? Çünkü çok yükseklerden
www.notindir.com
çekilen resimlerinde dünya gerçekten orasında burasında su birikintileri olan bir tas
lapaya benzemektedir!
Aynı tablette bir kapının konuştuğu yazılmaktadır. Bu garip olayı, bugünkü bilgimizle
bir hoparlörün konuşması olarak nitelendiriyoruz. Sekizinci tablette,dünya yı çok
yükseklerden gören Enkidu, anlaşılamayan bir hastalıktan ölüyor. Hastalık öyle
esrarengiz ki, Gılgamış nedeninin göklerdeki canavarın zehirli soluğu olup olamayacağını
soruyor. Gılgamış göklerdeki canavarın zehirli soluğunun öldürücü olabileceğini nereden
biliyordu?
Dokuzuncu tablet Gılgamış'ın, dostu Enkidu'nun ölümünden duyduğu üzüntüyü ve aynı
hastalıktan öleceği korkusuyla tanrılara ulaşmak için çıktığı yolculuğu anlatır. Gılgamış
uzun süre yol aldıktan sonra, göklere destek olan iki dağın arasına gelir. Dağların tepesi
bir kemerle birleştirilmiştir ve buraya 'güneş kapısı' denir. Güneş kapısını bekleyen iki
dev önce onu bırakmak istemezler. Aralarında uzun bir tartışma geçer. Sonunda devler
Gılgamış'ın üçte iki tanrı olduğunu göz önünde tutarak geçmesine izin verirler. Gılgamış
giderek ardında sonsuz denizin uzandığı tanrıların bahçesine varır. Ancak yolda iki defa
tanrılar tarafından uyarılmıştır:
«Gılgamış, acelen nedir? Aradığın hayatı ve ölümsüzlüğü bulamayacaksın. Tanrılar
insanı yaratırken ona ölümü de verdiler. Ölümsüzlük yine tanrılara kaldı.»
Gılgamış'ın bunları dinleyecek hali yoktur. Her tehlikeyi göze almıştır ve amacı
insanların babası Utnapiştim'e ulaşmaktır. Ancak Utnapiştim büyük denizin ötesinde
yaşamaktadır ve oraya güneş tanrısınınkinden başka hiç bir gemi uçamaz. Üstelik yolu da
yoktur. Ama Gılgamış bütün tehlikelere göğüs gererek denizi aşar. On birinci tablet, onun
Utnapiştim'le yaptığı görüşmeyi anlatır.
Gılgamış insanların babasının ne kendinden büyük, ne de küçük olduğunu görür ve ona,
birbirlerine baba-oğul gibi benzediklerini söyler. Utnapiştim, geçmişini anlatmaya
koyulur. Bu bölüm Utnapiştim'in ağzından, yani birinci tekil şahıstan aktarılmıştır.
Daha da şaşırtıcı olarak, Tufan hakkında çok ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Tanrılar
Utnapiştim'i uyarmışlar, kadınları, çocukları, yakınlarını ve her işten ustaları, gelecek
olan büyük tufandan korumak için bir gemi yapmasını emretmişlerdi. Şiddetli, fırtınanın,
karanlığının, yükselen suların, gemiye binemeyenlerin düştüğü umutsuzluğun anlatımı,
bugün bile hayranlık uyandıracak ölçüde güçlüdür. Üstelik aynı Nuh'ta olduğu gibi,
yolculuğun sonunda bir karga ve bir güvercin yollanmış, sular alçalmaya başlayınca da
gemi bir dağın tepesine oturmuştur.
Gılgamış Destanı'yla Tevrat arasındaki paralellik ve benzerlik, hiç bir bilginin karşı
koyamayacağı ölçüde açıktır. Bu paralelliğin en ilginç yönü, destanla Tevrat'ın uğraştığı
tanrıların ve kehanetlerin ayrı ayrı olmasıdır.
Tevrat'ta anlatılan Tufan'ın destandakinin bir kopyası olduğunu kabul edersek,
Utnapiştim'in olayı kendi ağzından anlatması, Gılgamış Destanında Tufan'a tanıklık
www.notindir.com
etmiş, onu gözleriyle görmüş bir kişinin gerçekten var olduğunu ortaya koyar.
Aslında binlerce yıl önce doğuda müthiş bir tufan olduğu kesin olarak anlaşılmıştır. Eski
Babil'in çivi yazısı tabletleri, geminin nerede bulunması gerektiğini kesin olarak
anlatırlar. Bu bilgiden yararlanan araştırmacılar Ağrı dağının güney kesiminde, geminin
konduğu yeri göstermesi muhtemel olan üç tahta parçası bulmuşlardır. Ancak 6000 yıl
önce tahtadan yapılmış ve tufana dayanmış bir geminin kalıntılarını bulmak hemen
hemen imkânsız gibidir.
Gılgamış Destanı'nda Tufan'dan başka, yazıldığı çağda yapılamayacak türden olağanüstü
şeyler de anlatılmaktadır. Bunları, destanı yüzyıllar boyu elden geçirenlerin eklediğini de
düşünemeyiz. Çünkü anlatımlarda gizlenen bilgiler, ancak günümüz bilgileri aracılığıyla
anlaşılabilmektedir.
Belki de, birtakım yeni sorular bu karanlığa ışık tutacaktır. Gılgamış Destanı,
Sümerlerden değil de Tiahuanaco bölgesinden çıkmış olamaz mı? Gılgamış soyu Güney
Amerika'dan gelmiş ve beraberinde destanı da getirmiş olamaz mı? Doğrulayıcı bir
karşılık, Güneş Kapısından söz edilmesini, büyük bir denizin aşılmasını, aynı zamanda da
Sümerlilerin nasıl birdenbire ortaya çıktıklarını açıklayabilir. Kuşkusuz, Firavunlar
Mısır'ının gelişmiş kültürü, yazılmış, öğretilmiş ve öğrenilmiş eski sırları saklayan büyük
kitaplara dayanıyordu. Daha önce de belirtildiği gibi Musa bu ülkede yetişmiş,
kitaplıklardan bol bol yararlanma imkânı bulmuştu. Hangi dilde yazmış olduğu kesin
olarak bilinmese bile, beş kitabın yazarının aydın bir kişi olduğu kesindi.
Gılgamış Destanı'nın Asurlular ve Babilliler kanalıyla Mısır'a geldiğini, genç Musa'nın
onu okuyarak kendi amaçlarına uyguladığını düşünelim. Bu durumda gerçek Tufan olayı,
Tevrat'taki değil, Gılgamış Destanın'dakidir.
Böyle sorular sormamalı mıyız? Bana kalırsa, geçmişi araştırmanın klasik yöntemi
çoktan yıkılmıştır. Bu türden araştırma hiç bir zaman, kesin ve dokunulmaz sonuçlara
ulaşamaz. Kendi kurduğu bir düşünce biçimine öylesine sıkı sıkıya bağlıdır ki, yaratıcı
bir dürtü doğurabilecek yeni görüşlere hiç bir açık kapı bırakmaz.
Eski Doğu'ya yöneltilen araştırmaların çoğu, kutsal kitapların dokunulmazlığı ve
kutsallığı karşısında eriyip gitmiştir. İnsanlar soru sormaya ve kuşkularını bu tabu'nun
yüzüne haykırmaya cesaret edememişlerdir. Hatta büyük ölçüde aydınlanmış
sayılabilecek on dokuz ve yirminci yüzyıl bilginleri bile, sonunda Tevrat'ta anlatılanların
doğru olmadığını ileri sürmenin kaçınılmaz olduğunu gördüklerinden, binlerce yılın
yanlışından oluşan düşünce zincirlerinden kopmamayı seçmişlerdir. Ancak, en koyu
Hıristiyan bile, Tevrat'ta anlatılan birtakım olayların, o büyük Tanrı'yla bağdaşmadığını
anlamış olmalıdır. Kutsal kitabın dinsel dogmalarını korumak isteyen kişiler, önce çok
eskilerde insanı kimin eğittiğini, toplum hayatı için yasaları kimin koyduğunu, ilk sağlık
kurallarını kimin verdiğini ve yoldan çıkmış olanları kimin yok ettiğini açığa
çıkarmalıdırlar.
Bu türden sorular sormamız ve bu biçimde düşünmemiz dinsiz olduğumuz anlamına
www.notindir.com
gelmez. Beni ele alalım: Geçmişle ilgili tüm sorulara kesin ve inandırıcı karşılıklar
verildiği gün bile, daha iyi bir ad koyma isteğiyle TANRI dediğim BİR ŞEYİN var
olacağına inanıyorum.
Bununla birlikte, söz konusu düşünülmez tanrının, bir yerden ötekine gitmek için,
tekerlekli ve kanatlı araçlar kullandığı, ilkel insanlarla çok yakın ilişkiler kurduğu ve
maskesinin düşmemesi için hiç bir insanı yanına yaklaştırmadığını ileri süren dinsel
varsayım, delillerle desteklenmediği sürece, saldırgan bir iddiadan öteye geçemeyecektir.
Din bilginlerinin, 'Tanrı çok yücedir; onun kendini nasıl gösterdiğini ve kullarıyla nasıl
ilişki kurduğunu bizler düşünemeyiz'şeklindeki karşılıkları, ancak sorularımızdan bir
kaçış olabilir ve bu bakımdan doyurucu olmaktan uzaktır. İnsanlar yeni gerçekleri
görmek istemezler. Ama gelecek, geçmişimizi günden güne daha çok kemirmektedir. On
iki yıl kadar sonra insan Merih'e inecektir. Eğer orada bir tek eski, terk edilmiş bina
varsa, akıllı insanların bıraktığı bir tek nesneye rastlanırsa, mağara duvarlarında bir tek
resim bulunursa, dinlerimiz temelinden sarsılacak ve geçmişimiz hakkındaki bilgiler
karmakarışık olacaktır. Bu türden bir tek buluntu bile insanlık tarihinde devrim ve
reformların en büyüğüne yol açacaktır.
Uzayçağıyla birlikte Aydınların Mahkeme Günü de gelecektir. O zaman dinin bulutları
dağılacak veuzay a atılan kararlı bir adımla binlerce, milyonlarca değil, bir tane din ve
tanrı olduğu anlaşılacaktır.
Biz bunları bırakıp insanlığın geçmişi üzerine kurduğumuz varsayımı geliştirelim. Şu
ana kadar elde ettiğimiz görüntüyü şöyle özetleyebiliriz:
Çağlar önce bilinmeyen bir uzay gemisi dünyamızı bulmuştu. Gemi adamları kısa
sürede, gezegenimizin, akıllı yaratıkların gelişebilmesi için çok elverişli olduğunu
anlamışlardı. Ancak gelişmesi beklenen «insan», «homo sapiens» değil, bir başka türden
yaratıktı. Uzay adamları bu türün dişilerini sunî olarak döllemiş, kadınları, eski
destanlarda belirtildiğine göre, derin bir uykuya daldırarak dünyamızdan ayrılmışlardı.
Binlerce yıl sonra geri döndüklerinde karşılarına, yeryüzünün orasına burasına dağılmış
«homo sapiens» örnekleri çıkmıştı.
İleri uzaylılar döllenme deneylerini, toplum kurallarına uyabilecek yetenekte yaratıklar
yetişene kadar sürdürmüşlerdi.
Ancak ortaya çıkan insanlar hâlâ barbardılar.Uzay lılar geriye dönerek, onların yine
hayvanlarla yaşayabileceklerini düşünerek birçoğunu yok etmiş, daha az ölçüde başarısız
kalanları da başka kıtalara belki de başka gezegenlere taşımışlardı. Geriye kalan başarılı
örnekler toplum hayatının ilk ürünlerini vermeye başlamış, mağara duvarlarını
süslemeye, çömlekçiliği geliştirmeye, ilkel mimarlık örneklerini ortaya koymaya
yönelmişlerdi.
Bu ilk insanların uzay adamlarına sonsuz saygısı vardı. Çünkü onlar, bilinmeyen bir
yıldızdan gelmiş, yine oraya dönmüş «tanrılardı.» Esrarengiz nedenlerden dolayı bu
«tanrılar» bilgilerini insanlara geçirmeye meraklıydılar Yarattıkları insanlara özen
www.notindir.com
gösteriyor, onları kötülük ve ahlâksızlıktan korumaya çalışıyorlardı. Toplumların kurucu
bir biçimde gelişmesini istiyorlar, bu yüzden uyumsuzluk gösterenleri ortadan kaldırıyor,
kalanların gelişme yeteneğinde bir toplum kurması için gerekli temel kavramlar
öğretiyorlardı.
Delillerin eksikliği yüzünden bu varsayımda birtakım boşluklar vardır: Gelecek, bu
boşluklardan kaçının doldurulabileceğini gösterecektir. Bu kitap birçok tahminden oluşan
bir varsayımı ortaya koymaktadır ve bu varsayım doğru olmayabilir. Bununla birlikte,
tabuların koruyuculuğunda, saldırıya uğramadan yaşayan dinlerin kuruluş ilkelerine
bakınca, varsayımımın en az onlar kadar geçerli olabileceğini görmekteyim.
Gerçek hakkında birkaç kelime söylemek belki de yarar sağlayacaktır. Dinine inanan ve
kuşku uyandıracak bir saldırıya uğramayan her insan «gerçeği» bulduğuna da inanır.
Bu yalnız Hıristiyanlar için değil, küçük, büyük her dinin taraftan için geçerlidir.
Teosofistler[3]din bilginleri ve filozoflar, öğretilen üzerinde yıllarca kafa patlattıktan
sonra «gerçeğe» vardıklarına inanırlar. Doğal olarak her dinin bir tarihi, Tanrı'sının
verdiği sözler Tanrı'sının koyduğu yasalar ve... diyen peygamber ve bilge kişileri vardır.
«Gerçeğin» ispatlanması, insanın inandığı dinin tam içinden başlar ve dışına doğru isler.
Bunun sonucu olarak, çocukluktan başlayarak bizlere kabul ettirilen tek yönlü bir
düşünce biçimi ortaya çıkar.
Böylece birçok kuşak gerçeği benliğinde topladığına inanarak geçip gider.
Ben, daha alçak gönüllü davranarak, gerçeğe sahip olamayacağımızı, ona ancak
inanabileceğimizi ileri sürüyorum. Gerçeği bulmak isteyen insan, onu kendi dininin
siperleri ve sınırları içinde aramamalıdır. Hem hayatın amacı ve gereği nedir? Gerçeğe
inanmak mı, yoksa onu aramak mı?
Tevrat'ta yazılı olanların arkeolojik yollarla ispatlandığını düşünecek olsak bile bu
durumda, söz konusu inanışlardan oluşan bir din de ispatlanmış sayılamaz. Eski şehirler,
köyler sanat eserleri ve yazılı kalıntılar belli bir bölgede toprak üstüne çıkarılınca, o
bölgede insanların yaşadığı ve tarihin yazdığı bir uygarlığın gerçekten var olduğu ortaya
çıkar. Ancak bu buluntular o bölge insanının inandığı tanrının (uzay yolcusu değil de) tek
ve ulaşılmaz bir tanrı olduğunu açığa çıkaramaz.
Bugündünya nın dört bucağında yapılan kazılar, geleneklerin gerçeklere uygun
düştüğünü göstermiştir. Ama bir tek Hıristiyan çıkıp da, Peru'daki kazılar sonucu ortaya
çıkan İnka öncesi tanrısınıgerçek tanrı olarak kabul eder mi? Demek istediğim, gerek
mitoloji, gerek gerçek deneyler, bir toplumun tarihini oluşturur; bundan öteye geçemez.
Ama bence bu bile çok şeydir.
Gerçeği arayanlar, ispatlanmamış yeni ve cesur düşüncelere, yalnızca düşünce (ya da
inanış) biçimlerine uymadığı için karşı çıkmamalıdırlar. Yüz yıl önceuzay yolculuğu diye
bir şey söz konusu olmadığı için, babalarımız ve büyükbabalarımız, atalarınauzay dan
www.notindir.com
ziyaretçiler gelip gelmediğini düşünemezlerdi. Çok korkunç ama ne yazık ki her an
çıkabilecek bir Hidrojen bombası savaşının günümüz uygarlığını toptan yerle bir ettiğini
düşünelim. Beş bin yıl sonra arkeologlar New York'taki Hürriyet Heykeli'nin parçalarını
bulacaklar, günümüz düşünce biçimiyle hareket ediyorlarsa, bilinmeyen bir tanrı, belki
ateş tanrısı (heykelin elindeki meşale yüzünden) belki güneş tanrısının (heykelin
başındaki ışın biçimi uzantılar yüzünden) heykeliyle karşı karşıya olduklarını sanacaklar
ve heykelin aslında çok basit bir anlam taşıdığını hele özgürlüğü temsil ettiğini asla
anlamayacaklardır.
Geçmişin yollarını dogmalarla tıkamaya artık imkân yoktur.
Eğer gerçeği aramaya koyulacaksak, önce bütün cesaretimizi toplayarak bugüne kadar
izlediğimiz yollardan ayrılmalı, sonra da doğru ve gerçek kabul ettiğimiz her şeyden
kuşku duymaya başlamalıyız. Yeni düşünceler saçmadır diye gözlerimizi ve
kulaklarımızı kapayamayız.
Şunun şurasında, elli yıl önce aya iniş düşüncesi de alay konusuydu; saçma ve gülünç
bulunuyordu...
ALTINCI BÖLÜM:ESKİ HAYAL VE MASALLAR MI, YOKSA ESKİ GERÇEKLER
Mİ?
GEÇMİŞTE VAR OLAN birtakım şeylerin bugün geçerli düşünüş ve inanışlara göre
var olmaması gerektiğini daha önce belirtmiştim. Ancak geçmişten günümüze kadar
gelebilen akıl almaz şeyler bunlarla da bitmiyor.
Neden mi? Çünkü Eskimoların mitolojisi de, ilk kabilelerin kuzeye pirinç kanatlarla
getirildiğini söylüyor!
En eski Kızılderili efsanelerinde ateş ve meyve getiren bir ateş kuşundan söz ediliyor.
Son olarak da Maya Efsanesi Popol Vuh; tanrıların; her şeyi, evreni, pusuladaki dört
yönü ve dünyanın küre biçiminde olduğunu bildiklerini anlatıyor.
Eskimoların sözünü ettikleri metal kuşlar nelerdir?
Kızılderililer ateş kuşunu nerede görmüşlerdi? Mayaların ataları dünyanın yuvarlak
olduğunu nasıl öğrenmişlerdi?
Aslında mayalar çok zeki insanlardı ve çok gelişmiş birkültür leri vardı. Bize yalnız o
akıl almaz takvimi bırakmakla kalmamış, çok karmaşık hesaplar da ulaştırmışlardır.
Şöyle ki, Mayalar bir Venüs yılının 584 gün olduğunu biliyorlar vedünya yılının
365,2420 gün olduğunu tahmin ediyorlardı. (Günümüzde en ileri araçlarla yapılan
hesabın sonucu 365,2422 gün!) Bıraktıkları hesaplar 64 milyon yıl öteye uzanabiliyordu.
Hatta birtakım yazılarda 490 milyon yıla yaklaşan sayılarla uğraşılıyordu. Bir elektronik
www.notindir.com
beyin yardımıyla bulunduğunu akla getiren ünlü Venüs formülünün, bir grup orman
insanından çıkmış olması çok şaşırtıcıdır. Formül bir «Tzolkin» yılını 260, birdünya
yılını 365 ve bir Venüs yılını 584 gün olarak almaktadır.
365'in 73'e bölümünün 5 ve 584'ün 73'e bölümünün de 8 vermesinden hareketle şu sonuç
çıkmaktadır:
(Ay)
20 x 13 x 2 x 73 = 260 x 2 x 73 = 37.960
(Güneş) 8 x 13 x 5 x 73 = 104 x 5 x 73 = 37.960
(Venüs) 5 x 13 x 8 x 73 = 65 x 8 x 73 = 37.960
Yani bu üç devir 37.960 gün sonra birleşecektir. Maya mitolojisi o zaman tanrıların
büyük dinlenme yerine geleceğini ileri sürer.
İnka öncesi halklarının dinî efsanelerinde, yıldızlarda insanların yaşadığından ve
«tanrıların» Pleiadas takımyıldızından geldiğinden söz edilir. Ne gariptir ki Sümer, Asur,
Babil ve Mısır'da bulunan yazılı tabletlerde de aynı şey anlatılmaktadır: «Tanrılar»
yıldızlardan gelmiş ve yine oralara dönmüşlerdir. Göklerde dolaşmak için ateş arabaları
ya da gemileri vardır. Ellerinde her zaman korkunç silâhlar bulunmaktadır. Birtakım
kişilere ölümsüzlük için söz vermişlerdir.
İlkel insanların, tanrılarını göklerde aramaları ve onları tanımlayıp sanat eserlerine,
geçirmeleri sırasında bütün hayal güçlerini kullanmaları doğaldır. Bu bakımdan sözünü
ettiğimiz efsane ve yazıtların, gerçeği yansıtmaktan çok, abarttığı düşünülebilir. Ama
anormallikler bunlarla da kalmıyor ki.
Bir örnek daha verelim:Mahabharata 'nın yazarı, bir ülkeyi on iki yıllık kuraklıkla
cezalandırabilecek bir silâhın varlığını nereden biliyordu? Hem de doğmamış bebekleri
annelerinin karnındayken öldürecek güçte bir silâhın varlığını...
En kötümser tahminle 5000 yıl önce yazılan bu Hint Efsanesini, günümüz bilgileri
ışığında okumak gerçekten çok ilginç olacaktır.
Ramayana'da Vimanalar'ın, yani uçan makinelerin, cıva ve püsküren rüzgâr yardımıyla
çok yükseklerde uçtuğunu yazar. Vimanalar ileriye, yukarıya ve aşağıya hareket
edebilmektedirler. Geniş çapta manevra yeteneği olan uzay araçları! Aşağıdaki bölüm N.
Dutt'un 1891'de yaptığı çeviriden alınmadır:
«Rama'nın emriyle görkemli savaş arabası korkunç gürültüyle bir bulut dağına
yükseldi...»
Yine uçan bir nesneden söz ediliyor ve üstelik nesnenin havalanırken korkunç gürültü
yaptığı belirtiliyor. İşte Mahabharata'dan bir bölüm daha:
www.notindir.com
«Bhima, Vimanasıyla güneş kadar parlak bir ışının üzerinde uçuyordu ve fırtınaların gök
gürültüsü gibi bir ses çıkarıyordu.» (C. Royf 1889).
Mahabharata'nın yazarı, roketler hakkında bir şey bilmese ve bu araçların bir ışın
üzerinde, büyük gürültüler çıkararak gittiğini görmese bu satırları yazabilir miydi?
Samsaptakabadha'da, uçan ve uçmayan savaş arabaları diye iki ayırım yapılmaktadır.
Mahabharata'nın ilk kitabında da, Kunti adlı evlenmemiş bir kadının, Güneş Tanrısıyla
çiftleştiği ve güneş kadar parlak bir oğul doğurduğu anlatılmaktadır. Kunti -o günlerde
bile- utanç duygusundan kurtulmak için çocuğu bir sepete koyar, nehire salar. Şuta
Kastından, değerli bir kişi olan Adhirata çocuğu bulur ve büyütür.
Musa'nın öyküsüyle akıl almaz bir benzerliği olmasa, anlatmaya değmeyecek bir öykü!
Ayrıca, insanların tanrılar tarafından döllendiğine değinen bir başka örnek olması da,
dikkati çekiyor. Gılgamış Destanında olduğu gibi Aryuna (Mahabharata'nın kahramanı),
tanrıları aramaya ve onlardan silâh istemeye gidiyor. Büyük tehlikelere göğüs gerdikten
sonra gök tanrısı İndra'yı karısı Sachi'nin yanında buluyor. Ancak buluşma herhangi bir
yerde değil, göklerde uçan bir savaş arabasında oluyor! Üstelik tanrılar, gökyüzünü
gezdirmeyi teklif ediyorlar.
Mahabharata'da anlatılan olaylar yazarının görgü ve tanıklığı ettiği izlenimi verecek
kadar açık ve anlaşılabilir biçimdedir. Bir bölümde, üzerlerinde metal taşıyan bütün
savaşçıları öldüren bir silâh anlatılır. Savaşçılar, silâhın etkilerini zamanında
öğrenebilirlerse, üzerlerindeki bütün metalleri çıkarmakta ve ırmağa girip gövdelerini ve
silâhın değdiği her şeyi yıkamaktadırlar. Yazarın açıklamasına göre, bu boşuna değildir,
çünkü tedbir alınmazsa saçlar ve tırnaklar dökülür ve yaşayan her şey rengi solarak
zayıflar...
Sekizincikitap ta İndra, tanrısal jetiyle yeniden karşımıza çıkar. Bütün insanlar arasında
yalnızca Yudhisthira'ya, ölümlü olduğu halde, göklere gelme izni verilmiştir. Enok ve
Eliyah'ın öyküsünü hatırlamadan edebilir miyiz?
Aynı kitapta, belki de dünyaya atılan ilk Hidrojen bombasının patlaması anlatılmaktadır.
Gurkha, yüce Vimanasıyla uçarken, üç katlı şehrin üstüne bir tek gülle düşürür. Buradan
sonrasının anlatımında öyle kelimeler kullanılmaktadır ki, insan Bikini'de patlayan ilk
Hidrojen bombasını hatırlamadan edemez: «Güneşten bin kere daha parlak, beyaz, sıcak
bir bulut, sonsuz ışıklar saçarak, yükseldi ve şehri bir kül yığını yaptı...»
Gurkha yere indiğinde Vimana'sı, son derece parlak bir antimon bloku andırmaktadır.
Ayrıca filozofları ilgilendiren bir bölümü de, bu arada aktarayım: Mahabharata, «Zaman,
evrenin tohumudur!» der...
Tibet kitapları Tantyua ve Kantyua da, gökteki inciler adı verilen, tarih öncesi uçan
makinelerden söz ederler. İki kitap da, bu bilginin gizli olduğunu ve kitleler için
olmadığını özellikle belirtirler. Samarangana, Sutradharafda, kuyruklarından ateş ve cıva
püskürten hava gemilerine ayrılmış birçok sayfa vardır.
www.notindir.com
Eski kitaplardaki ateş sözünün yanan ateş olması gerekmez; çünkü elektrik ve manyetik
türler de dâhil olmak üzere, kırk değişik anlamda ateş sayılmıştır. Eski insanların ağır
metallerden enerji elde edebileceğini bildiklerine inanmak güçtür. Bununla birlikte eski
Sanskrit kitapları basit birer mit olarak reddetmek de imkânsızdır. Eski kitaplardan alınan
bölümler, eski insanların uçan tanrılar gördüklerini kuşkuya yer vermeyecek ölçüde
ispatlamaktadırlar. Arkeologların hâlâ kullandıkları, «Böyle bir şeyin var olduğu kabul
edilemez... bunlar çeviri yanlışlarıdır... yazarlar ya da kopya edenlerin abartmasıdır...»
cümleleriyle hiç bir sonuca ulaşamayız. Teknoloji çağının verilerinden yararlanan yeni
bir varsayım, geçmişimizin karanlığına ışık tutmak için uygulama alanına konmalıdır.
Nasıl geçmişteki uçan gemiler açıklanabiliyorsa, kullanılan korkunç silâhlar da
açıklanabilmelidir. İşte Mahabharata'dan bir bölüm daha:
«Elemanlar çözülmüş gibiydi. Güneş durmadan dönüyordu. Silâhın ateş gibi ısısıyla
kavrulan dünya, hummaya tutulmuş gibi çemberler çiziyordu. Filler, korkunç sıcaklıktan
korunmak için oradan oraya koşuşuyorlardı. Sular kaynıyor, hayvanlar ölüyor, düşmanlar
biçilmiş gibi yere yığılıyordu. Ağaçlar korkunç ışığa hedef olarak, orman yangınlarındaki
gibi yanarak devriliyorlardı. Filler kulakları sağır eden gürültülerle koşuyor ve geniş bir
alanda birer birer düşerek ölüyorlardı. Atlar, savaş arabaları yanmışlardı ve savaş alanı
yangın yerine dönmüştü. Bir süre sonra denizin üzerine sessizlik çöktü. Rüzgârlar
esmeye, dünya parlamaya başladı. Ortaya çıkan görüntü tüyler ürperticiydi. Düşenlerin
gövdeleri korkunç ısıyla yanmış, insanlıktan çıkmıştı. Bundan önce böyle bir silâhı ne
görmüş, ne de duymuştuk.» (C. Roy, Drona Parva 1889.)
Öykü bundan sonra, kaçıp kurtulabilenlerin, vücutlarını, araçlarını ve silâhlarını
yıkadıklarını, çünkü her şeyin, tanrıların öldürücü soluğuyla kirlendiğini anlatıyor.
Gılgamış Destanında ne diyordu? «Enkidu, yoksa seni tanrısal canavarın zehirli soluğu
mu öldürdü?»
Vatikan Müzesi Mısır Bölümünün eski yöneticisi Alberto Tulli, M.Ö. 1500'lerde
yaşamış olan III. Tutmosis'ten kalan bir yazı parçası bulmuştu. Yazıda, gökten bir ateş
topunun düştüğü ve çok kötü bir koku yayıldığı anlatılıyor.
Tutmosis ve askerleri olayı izliyorlar ve ateş topu güneye doğru kayarak kayboluyor.
Sözünü ettiğimiz bütün kitaplar ve yazılar, çağımızdan binlerce yıl önce yazılmışlardı.
Yazarları değişik ülkelerde yaşayan, değişik kültür ve dinleri olan kişilerdi. O günlerde
önemli olayları dünyaya bildirecek özel ulaklar yoktu ve kıtalararası yolculuklar günlük
olaylardan değildi. Bütün bunlara rağmen, şaşırtıcı ölçüde birbirine benzeyen garip
olaylar, sayısız kaynaklardan ve dünyanın dört bucağında birbirinden habersiz yasayan
insanlar tarafından bize ulaştırılmıştır.
Bütün bu yazarların akıllarından zorları mı vardı? Hepsi de aynı hayali mi görmüştü?
Mahabharata'nın, Tevrat'ın, Gılgamış Destanı'nın, Eskimo destanlarının, Kızılderililerin,
İskandinavyalıların, Tibetlilerin ve birçok başka kaynağın uçan tanrılar, garip tanrısal
www.notindir.com
araçları ve bunlarla ilintili felâketleri, bir şans eseri olarak ve herhangi bir temele
dayanmaksızın anlattığını düşünemeyiz.
Hemen hemen birbirinin eşi olan bu yazılar, belirli bir gerçekten doğmuş olmalıdırlar;
yani tarihöncesi olaylardan. Onlarda, o çağlarda görülen olayların ve şeylerin bir
yansıması vardır. Geçmişteki yazarların hepsi de gerçekleri abartmış olabilirler, ama ana
gerçek olduğu gibi kalmıştır. Hepsinin de, birbirlerinden haberleri olmadan, tek türden bir
yalan uydurmalarına imkân var mıdır?
Bir örnek düşünelim:
Afrika'da bir bölgeye, ilk defa bir helikopter iniyor. Yerlilerin hiç biri, o güne kadar
böyle bir araç görmemiştir. Helikopter korkunç gürültülerle çalıların arasına bir boşluğa
iniyor ve içinden kafalarında koruyucu başlıklar, üstlerinde savaş elbiseleri ve ellerinde
makineli tüfeklerle askerler çıkıyorlar. Oralardan geçen bir vahşî, olaya görgü tanıklığı
ediyor; büyük bir şaşkınlık ve korkuyla, gökten gelen şeyden çıkan bilinmeyen
'tanrılara'bakıyor. Bir süre sonra helikopter havalanıyor ve gökyüzünde kayboluyor.
Vahşî yalnız başına kalınca olayı düşünmeye ve yorumlamaya koyuluyor. Köyüne
koşarak gökten gelen tanrısal kuşu, çıkardığı korkunç gürültüyü ve içinden ateş kusan
silâhlarla çıkan beyaz derili adamları anlatıyor. Mucizevî ziyaret artık yerlilerin
destanlarına girmiş, gelecek kuşaklara anlatılmak üzere beyinlerine kazılmıştır. Doğal
olarak, babadan oğula geçerken tanrısal kuş daha da büyüyecek, içinden çıkan yaratıklar
daha da korkunçlaşacaktır. Öyküye yeni yeni ekler katılacak, olaylar daha da abartılarak
anlatılacaktır.
Ancak gerçek olay yine vardır ve değişmemiştir. Yani düzlüğe bir helikopter inmiş,
içinden birtakım beyaz adamlar gerçekten çıkmışlardır. Yalnızca gerçek olan biraz
süslenmiş ve bilgisizlikten ötürü abartılmıştır.
Belirli şeyler uydurulamaz. Eğer bu tür olaylar yalnız bir, iki eski kitapta yazılı olsaydı,
tarihte uzaylılar ve uzay gemileri aramazdım. Ama neredeyse bütün eski kitaplar aynı
hikâyeyi anlatınca, sayfalarına gizlenen gerçekleri gün ışığına çıkarma gereğini duydum.
«Adem oğlu, kulakları olduğu halde duymayan, gözleri olduğu halde görmeyen bir asi
evinin içinde yaşıyorsun...» (Hezekiel xii, 2.)
Sümer tanrılarının, belirli yıldızlarla simgelendiğini biliyoruz. Herodot'un anlattıklarına
bakılırsa, bu tanrılardan en büyüğü olan Marduk, yani Merih (Mars) için dikilen 800
talent ağırlığında, saf altından bir heykel vardı. (Bu ağırlık ortalama 24.000 kiloya eşittir.)
Ninurta, yani Sirius, evrenin yargıcıydı ve ölümlüleri cezalandırırdı. Sümerliler Merih'e,
Sirius'a, Pleiades'e hitap eden tabletler yazarlardı. Sümer şarkıları ve ağıtlarında zaman
zaman o günlerin insanına çok anlamsız görünmesi gereken silâhlardan, o silâhların
etkilerinden söz edilirdi. Merih için yazılan bir övgüde, onun ateş yağdırdığı ve
düşmanlarını şimşek gibi bir parlaklıkla öldürdüğü anlatılmaktaydı.
www.notindir.com
Birkaç yıl önce, Bağdat'ın 160 km. güneyindeki Nippur kasabası yakınlarında, 60.000 kil
tabletten oluşan bir Sümer kitaplığı bulundu. Böylece Tufanı anlatan en eski belge de ele
geçmiş oldu. Tablette, tufan öncesi beş şehirden söz ediliyordu. Eridu, Badtibira, Larak,
Sitpar ve Şuruppak. Bunların ikisi daha ortaya çıkarılmamıştı. Tufanı anlatan tabletlere
göre, Sümerli Nuh'un adı Ziusudra idi. Ziusudra, Şuruppak'ta yaşamış ve gemisini orada
yapmıştı. Şu anda elimizde Gılgamış Destanı'ndan da eski bir tufan hikâyesi var, ama kim
bilir, belki yeni buluntular daha da eski kayıtları ortaya çıkaracaktır.
Ölümsüzlük ve yeniden doğma, eski kültürlerin insanlarının kafalarını kurcalayan bir
konuydu. Köleler ve hizmetçiler, efendilerinin mezarına gönüllü olarak girerler, canlı
canlı gömülürlerdi. Şub-At mezarında yetmişe yakın iskelet, son derece düzgün bir
biçimde, yan yana yatar bulunmuştu. Demek ki bu insanlar, hiç bir direnme göstermeden,
parlak renkli elbiselerine sarınıp belki de zehir içerek, ölümün gelmesini beklerlerdi.
Sarsılmaz bir inançla, mezarın ötesindeki yeni hayatı gözlerlerdi. Peki ama bu ilkel
insanların aklına yeniden doğma düşüncesini kim sokmuştu?
Eski Mısır yazılan da, gökleri gemilerle aşan yüce yaratıklardan söz eder. Güneş Tanrısı
Ra için yazılan bir yazıdan bir parça:
«Sen yıldızların ve ayın altında dolaşansın, sen, Aten gemisini, yorulmak bilmeden
dönen yıldızlar ve Kuzey Kutbundaki batmayan yıldızlarla, yeryüzü arasında sürensin.»
Bu da bir piramitten alman bir parça:
«Sen, güneş gemisini milyonlarca yıl yönetensin.»
Mısırlı matematikçilerin çok çok ilerlemiş olduklarını kabul etsek bile, milyonlardan söz
etmelerini kolay kolay açıklayamayız. Hele bu sayı yıldızlar ve tanrısal gemilerle
bağıntılıysa. Mahabharata ne diyordu? «Zaman, evrenin tohumudur!»
Memfisfte Tanrı Ptah, firavuna egemenliğinin yıldönümünü kutlaması için iki kalıp
vermiş ve kendisinin altı çarpı yüz bin yıllık yıl dönümünü de kutlamasını emretmişti.
Bilmem eklememe gerek var mı? Ptah, kalıpları parıldayan bir gök arabasıyla getirmişti.
Edfu'daki kapı ve tapınakların üzerinde kanatlı güneş ve sonsuzluk işareti taşıyan şahin
resimleri hâlâ durmaktadır.Dünya üzerinde Mısır'daki kadar çok kanatlı tanrı resminin
bulunduğu bir yer daha yoktur.
Bütün turistler Asuan yakınlarındaki Fil adasını bilirler. Adanın en eskikitap larda bile
adıFil adası dır, çünkü Eski Mısırlılar adanın file benzediğini kabul ederlerdi. Haklıydılar
da. Ada gerçekten bir file benzemektedir. Ancak eski Mısırlılar bunu nereden
biliyorlardı?
Adanın file benzetilmesi için çok yükseklerden görülmesi gerekiyordu. O dolaylarda,
benzerliğin ortaya çıkmasını sağlayacak herhangi bir yükselti de yoktu. Mısırlılara adanın
file benzediğini kim söylemişti?
www.notindir.com
Edfu'daki bir bina üzerinde yeni bulunan bir yazıda, binanın doğaüstü bir kaynağa ait
olduğu okunmuştur. Binanın yer planını, tanrısal varlık Im-Hotep'in yaptığını söyler aynı
yazı... Kimdi bu Im-Hotep?
Yine Mısır yazılarından anlaşıldığına göre, çağının Einstein'ıydı. Hem doktor, hem
yazar, hem rahip, hem mimar, hem de filozoftu. Yaşadığı günlerde yalnız tahta araçlar ve
bakır kullanılırdı ki, bunların hiç biri kocaman granit blokları kesmeye elverişli değildi.
Bununla birlikte, üstün insan Im-Hotep, firavunu Coser için, basamaklı Sakkara
piramidini yapmıştı. 65 metre yüksekliğindeki bu anıtta görülen ustalık, başka hiç bir
Mısır sanatçısında ne görülmüş, ne duyulmuştu. Çevresi 10 metre yüksekliğinde ve 585
metre uzunluğunda bir duvarla çevrilen piramide, Im-Hotep «Sonsuzluk Evi» adını
vermiş, tanrılar dönünce kendisini uyandırsınlar diye oraya gömülmüştü.
Bütün piramitlerin, belirli yıldızların durumuna göre yapıldıklarını biliyoruz. Ancak bu
bilgi, erken Mısır astronomisi hakkında çok az delil bulunması karşısında biraz sıkıntı
verici olmuyor mu?
Sirius, Mısırlıların merak sardıkları birkaç yıldızdan biriydi. Ama Sirius'un Memfis'ten
bile ancak sabaha karşı, ufkun hemen üstünde ve Nil taşmalarının başladığı dönemde
gözlenebilmesi, bu merakı biraz garipleştiriyor. Dahası da var; Mısırlılar bu yıldızı,
günümüzden 4221 yıl önce yaptıkları takvime temel almışlar ve yıldızın, 32.000 yıl
sürecek yıllık devirlerini hesaplamışlardı.
Mısır astronomlarının, bütün eski astronomlar gibi, birtakım yıldızların aşağı yukarı 365
gün sonra, gökteki aynı yere geldiklerini anlayacak kadar gözlem yapacak zamanları
vardı. Ama gerek kolaylığı, gerek daha doğru sonuçlar verme imkânı olan ay ve güneşi
kullanmak dururken, neden Sirius'u takvimlerine temel almışlardı? Sirius takviminin
kurulmuş bir sistem ya da ihtimaller kuramı olduğunu düşünebiliriz; çünkü yıldızın
görünüş tarihini önceden bildirmesine imkân yoktu. Sirius'un Nil'in taşmaya başladığı
zaman, ufukta görünmesi rastlantıdan öteye gidemezdi. Bilindiği gibi, Nil her yıl taşmaz;
taşma günleri de her zaman aynı günde olmazdı. Yoksa Mısır'da da eski bir gelenek mi
vardı? Rahiplerce gizlenen, korunan bir vaat, bir yazı mı söz konusuydu?
FiravunUdimu'ya ait olduğu sanılan mezarda, altın bir gerdanlıkla, kesinlikle tanınmayan
bir hayvanın iskeleti bulunmuştu. Bu hayvan neydi ve nereden gelmişti? Mısırlıların daha
birinci sülâle başlarında ondalıklar sistemini kullanmalarını nasıl açıklayabiliriz? Böylesi
gelişmiş bir uygarlık, o çağlarda nasıl ortaya çıkmıştı? Mısırkültür ünün yeni başladığı
çağlardan kalma bakır ve bronz nesnelerin kaynağı neresiydi? Onlara akıl almaz
matematik bilgisini ve hazırlanmış bir yazıyı kimler vermişti?
Sayısız sorular doğuran anıtsal binaları incelemeye geçmeden, birkaç eski kitaba daha
göz atalım.
Bin bir gece masallarının yazarları, inanılmaz konu zenginliğini neye borçluydular?
Sahibi istediği zaman lambadan çıkan bir dev hayal etmek, hangi bilgilere dayanıyordu?
www.notindir.com
Hangi cüretkâr beyin, Ali Baba ve Kırk Haramiler'deki «Açıl susam açıl!» olayını
düşünmüştü?
Elbette böyle düşüncelerin, günümüzde şaşırtıcı bir yanı kalmamıştır; çünkü
televizyonun düğmesine basar basmaz konuşan resimler çıkmakta, birçok büyük binanın
giriş kapısı foto hücreler aracılığıyla kendi kendine açılmaktadır. Ancak çok eski
hikâyecilerde öyle bir hayal gücü vardı ki, günümüzün kurgu-bilim yazarları onların
yanında bomboş kimseler gibi kalırlardı. Demek ki bu insanların hayal gücünü
ateşleyecek ve yaşanmış birtakım bilgilerden oluşan bir kıvılcım vardı.
Doğal olarak eski Norveç ve İzlanda geleneklerinde de göklerde yolculuk yapan
'tanrılardan' söz edilir. Tanrıça Frigg'in Gna adlı bir kadın hizmetçisi vardır. Tanrıça bunu
karaların denizlerin üstünde uçabilen cins bir atla değişik dünyalara gönderir. Atın adı
'Nal atıcı'dır ve bir keresinde Gna onunla dolaşırken çok yükseklerde acayip yaratıklara
rastlar. «AIwislied» de dünyaya, güneşe ve aya insanların, 'tanrıların', devlerin ve
cücelerin görüş açısından olmak üzere birçok değişik ad verilmişti. Ufukları çok sınırlı
olan bu insanlar, böyle bir boyutu nereden kazanmışlardı?
Bütün İskandinav ve eski Alman destanları binlerce yıl önce yazılmışlardır ama,
dünyanın simgesi olarak disk ya da top kullanırlar. Tanrıların önderi Thor, elinde çekiçle
gösterilir. Prof. Kühn, 'çekiç' sözcüğünün 'taş' anlamına geldiğini ve Taş devrine kadar
uzandığını; daha sonra da, gelişmeye uyarak, bronz ve demir çekiçlere dönüştüğünü ileri
süren bir görüşü destekler. Bu da, Thor'un ve çekiç simgesinin çok eski olduğunu, belki
de Taş Devri'ne kadar indiğini gösterir. Üstelik «Thor» sözcüğünün Sanskrit
destanlarındaki karşılığı 'gökgürültüsü çıkaran' anlamına gelen «Tanayitnu»dur.
Kuzeylilerin, tanrılar tanrısı kabul ettikleri Thor, Almanların Wanen'inin en büyük tanrısı
olup gökleri tekinsiz kılar.
Geçmişin incelenmesine ışık tutmak için ortaya attığım yeni görüşler tartışılırken, eski
kitap ve yazılarda rastlanan uzayla ilgili bölümlerin bir araya getirilip tarih öncesinde
uzaylıların dünyamıza geldiğinin ispatlanacağı söylenebilir. Benim amacım kesinlikle bu
değildir. Yapmak istediğim, şu anda geçerli varsayımda hiç bir yer almayan eski kitap ve
yazılardaki çok önemli bölümleri, tarih araştırmacılarının gözü önüne sermektir. Bu
bölümlerde en belirgin özellik, yazarlarının, çevirmenlerinin, kopya edenlerinin bilimler
ve sonuçlar hakkında hiç bir şey bilmemeleri gerekirken, bilimsel bilgilerin ürünü olan
olayları anlatmalarıdır.
Eğer bu olaylar günümüz bilginleri tarafından belirli bir dine bağlanarak geçiştirilmemiş
olsalardı ben de çevirilerin yanlış olduğunu ve kopyalarının abartmalarla dolu olduğunu
kabul ederdim.
Ancak varsayımına ters düşen bir şeyi ret ve destekleyen bir şeyi kabul etmek, bilimsel
araştırmacıya yakışmayan bir şeydir. Söz konusu bölümlerin, 'uzayboyutu' kullanılarak
yapılmış çevirilerin var olduğunu ve o zaman teorimin kazanacağı gücü ve alacağı biçimi
bir düşünün!
www.notindir.com
Tezimizi biraz daha ilerletmek için Lût gölü yakınlarında bulunan vahiy ve dua
kitaplarından birkaç başka örnek verelim. Bunlar içinde tekerlekli, ateş saçan tanrısal
arabalardan en çok söz eden yine Musa ve İbrahim'in vahiy kitapları oluyor.
«Varlığın ardında, ateşten tekerlekleri olan, çepeçevre gözlerle dolu bir araba gördüm.
Tekerleklerinin üstünde ateş saçarak parıldayan bir taht oturuyordu.» (İbrahim, Vahiy
Kitabı xviii, 11/12)
Profesör Sholem'in açıklamasına göre, Musevî mistiklerinde görülen taht ve araba
simgelemesi, Hellenistik ve erken Hıristiyan mistiklerinde görülen «pleroma» (Işık
bolluğu) anlatımıyla uygunluk göstermektedir. Saygıdeğer bir açıklama ama, bilimsel
olarak ispatlanmış kabul edilebilir mi? Gerçekten birtakım insanların, sürekli olarak
anlatılan, korkutucu ateş saçan arabayı gördüklerini kabul etsek, durum ne olacaktır?
Kumran yazıtlarında gizli bir parça sık sık kullanılırdı; dördüncü mağara belgeleri
içinde, aynı astrolojik konu üzerinde birleşen ve aynı biçimi alan değişik unsurlar vardır.
Yıldızlara ait bir gözlemin üzerinde şu başlık vardır:
«En akıllı olanın, şafağın bütün çocuklarına yolladığı sözler.»
Eski kitaplarda gerçek ateş saçan arabaların anlatıldığını ileri süren varsayımıma karşı
çıkacak ezici ve inandırıcı bir varsayım var mıdır? Elbette, geçmişte ateş saçan arabaların
var olmayacağını söyleyen budalaca iddiadan başka! Sorularımla yeni alternatiflerle yüz
yüze getirmek istediğim insanlar, zaten bu karşılığı vermeyeceklerdir. Yine de belirtmek
isterim: Pek yakın bir geçmişte, değerli bilginler, gökten taş (yani meteor)
düşemeyeceğini, çünkü gökte taş bulunmadığını ileri sürüyorlardı. Hatta on dokuzuncu
yüzyıl matematikçileri bir trenin saatte 36 km'den hızlı gidemeyeceği, çünkü o hızın
üstüne çıktığı anda içindeki havanın dışarı çekileceği ve yolcuların boğulacağı sonucuna
varmışlardı. Yüzyıldan az bir süre önce havadan ağır nesnelerin asla uçamayacağı
ispatlanmıştı.
Geçenlerde, tanınmış bir gazetenin eleştirmeni, Walter SuIIivan'ın «Signals from the
Universe» (Evrenden sinyaller) adlı kitabını kurgubilim olarak nitelendirmiş; zaman
değişimi ve dondurma işlemleri gerçekleşse bile, uzaydaki engellerin aşılıp EpsilonEridani ya da Tau-Ceti'ye varılamayacağını ileri sürmüştü.
Geçmişte, çağdaş eleştiriye kulak asmamış hayalperestlerin yaşamış olması çok mutluluk
verici bir şeydir. Onlar olmasaydı, bugün 220 kilometre hızla giden trenler de
olmayacaktı. (Dikkat: Yolcular, 36 kilometrenin üstüne çıkılınca ölürler!) Onlar
olmasaydı, bugün jet uçakları da olmayacaktı. (Dikkat: Havadan ağır nesneler
uçamazlar!) Ve yine onlar olmasaydı ay roketleri de olmayacaktı. (Çünkü insan kendi
gezegeninden ayrılamaz!) Bugün de yalnız hayalperestler için var olan o kadar çok şey
var ki!
Birtakım bilginler gerçek adı verdikleri şeylere bağlı kalmaktan çok hoşlanırlar. Böyle
yapmakla, bugünün gerçeklerinin, dünün hayalperestlerin kurduğu Ütopik düşler
www.notindir.com
olduğunu unuttuklarının farkına varmazlar. Çağımızın gerçek olarak tanıdığı çağ-açan
bulguların çoğunu büyük şanslara borçluyuz; sistemli araştırmalara değil. Bunların
önemli bir çoğunluğu da, cesur spekülasyonlarla sınırlayıcı önyargıların üstesinden
gelmiş «ciddî hayalperestler» yardımıyla ortaya çıkmıştır. Şöyle ki, Heinrich Schliemann,
Homer'in Odise'sinin yalnızca bir hikâye, bir masal olmadığını kabul etmiş ve sonuç
olarak Truva'yı keşfetmişti.
Geçmişimiz hakkında kesin hükme varabilmek için henüz çok az şey biliyoruz. Yeni
buluntular, birçok açıklanamamış sırrı çözebilir. Eski hikâyelerin inceden inceye
okunması, kocaman bir gerçeklerdünya sını tepetaklak etmeye yetebilir. Ne yazık ki,
korunabilenlerden kat kat çokkitap yok edilmiştir.Güney Amerika'da , bir zamanların
bütün bilgeliğini anlatan bir kitabın olduğundan söz edilir.Kitap , 63'üncü İnka Kralı
Pachacuti tarafından yok edilmiştir. İskenderiyekitap lığında büyük bilgin kurtarıcı
Ptolemaios'a ait olan ve insanlığın bütün geleneklerini yazan 500.000 cilt, önce kısmen
Romalılar tarafından yüzyıllar sonra da Halife Ömer tarafından yakılmıştır. Hiç bir
zaman yerine yenisi konulamayacak değerdeki eserlerin, İskenderiye'deki halk
hamamlarını ısıtmak için kullanıldığını düşünmek insanın tüylerini ürpertiyor!
Kudüs'teki Tapınak kitaplığının başına neler gelmişti? 200.000 kitabı koruduğu söylenen
Bergama kitaplığına ne olmuştu? Çin İmparatoru Chi-Huang M.Ö. 214'te politik
nedenlerle binlerce tarih, astronomi ve felsefe kitabının yok edilmesi emrini verince,
hangi sırlar ve hazineler kül olup gitmişti? Yeni kaideler kabul eden Paul, Efes'te kaç
kitabı yok etmişti? Bunlardan başka kaç kitap dinsel fanatizm yüzünden kaybolup
gitmişti? Rahipler ve misyonerler, gözlerini kör eden bir dinsel gayretkeşlik içinde, kaç
yüz bin geri gelmesi imkânsız bilgiyi yok etmişlerdi?
Bütün bu saydıklarım yüzlerce, binlerce yıl önce olan şeyler. Acaba o günlerden beri,
insanlar bir şey öğrenebildi mi? Ne gezer... Daha yirmi, otuz yıl önce Hitler, şehir
meydanlarında yüz binlerce kitabı ateşe veriyordu. 1966'da aynı şey Mao'nun Çin'inde
oldu. Neyse ki günümüzde kitaplar artık tek tek değil, binlerce kopya olarak basılıyor.
Bunlara rağmen elde kalabilen kitap ve yazılar ise çok uzak geçmişten geniş çapta
bilgiler getirebiliyorlar. Her çağın akıllı ve tedbirli adamları, geleceğin savaş, kan, ateş ve
devrim getireceğini biliyorlardı. Bu bilgi onları, sırlarını ve geleneklerini kocaman
binalara ve yok edilmekten korunabilecekleri emin yerlere gizlemeye götüremez miydi?
Olayları piramitlere, tapınaklara, belgelere ve anıtlara «gizlemiş» olamazlar mıydı?
Bence bu düşünceyi biraz yoklamamız gerekiyor; çünkü günümüzün ileriyi gören
insanları şu anda aynı şeyi gelecek için düşünüyor ve uyguluyorlar.
1965 yılında New York toprağına, bu dünyada olabilecek en korkunç felâkete bile karşı
koyacak sağlamlıkta yapılmış, iki zaman kapsülü gömüldü. Kapsüllerde geleceğe iletmek
istediğimiz ve binlerce yıl sonrası insanının ataları hakkında bilgi edinmesini sağlayacak
günlük bilgiler bulunuyordu. Kapsüller çelikten de dayanıklı bir metalden yapılmışlardı
ve atom patlamalarında bile yok olmayacaklardı.
«Günlük haberler» dışında şehirlerin, gemilerin, otomobillerin, uçakların, roketlerin,
www.notindir.com
resimleri; metal ve plastik eşya örnekleri; kumaşlar ve elbiseler; günlük yaşamda
kullanılan ev araçları, madenî paralar, tuvalet malzemeleri; matematik, fizik, tıp biyoloji
ve astronomi ile ilgili kitapların mikrofilmleri de vardı. Geleceğin bilinmeyen kuşağı için
yapılan bu hizmeti tamamlamak için de, ilerinin dillerine çeviri yapılabilmesi için, yazılı
örnekleri açıklayan bir anahtar kitap konmuştu.
Gelecek kuşaklara zaman kapsülleri içinde aydınlatıcı bilgi sunma düşüncesi, Westinghouse Electric firmasında çalışan bir grup mühendis tarafından ortaya atılmıştı. Anahtar
kitaptaki şifreleri bulan ise John Harrington'du. Bu adamlar deli mi? Hayalperest mi?
Bence bu tasarının gerçekleştirilmiş olması çok yararlıdır. Günümüzde 5.000 yıl ötesini
düşünen kimselerin bulunduğunu bilmek çok güzel bir şey! O günlerin arkeologu için
ortaya çıkacak sorunlar, bugününkilerden pek de değişik olmayacaktır. Çünkü bir atom
savaşı sonunda dünya kitapları hiç bir ise yaramaz duruma gelecekler, böylece
övündüğümüz bütün ilerlemeler, yok oldukları, yok edildikleri ve havaya uçuruldukları
için beş kuruş bile etmez olacaklardır.
Aslında New York'lu mühendislerin ne ölçüde haklı olduklarını göstermek için bir atom
savaşının patlamasına gerek yoktur. Dünyanın ekseninde meydana gelecek bir iki
derecelik bir değişme, yazılı her kelimeyi ve dikili her binayı yok edecek güçte bir
felâkete yol açabilir.
Bu durumda, geçmişin bilge kişilerinin de ileri görüşlü New Yorklular gibi bir atılım
yapmadıklarını kim iddia edebilir?
Bir atom ya da hidrojen bombası savaşının yöneticileri silâhlarını her halde Zulu
köylerine ve zararsız Eskimolara yöneltmeyeceklerdir. İlk ve asıl hedef uygarlık
merkezleri olacaktır. Başka bir deyişle radyoaktif kargaşalık, en gelişmiş, en ilerlemiş
halkların üstüne çökecektir.
Uygarlık merkezlerinden uzakta yaşayan vahşîler ve ilkel insanlar yok olmaktan
kurtulacaklardır. Ancak hiç bir zaman, parçası olamadıkları kültürümüzü geleceğe
aktaramayacaklardır.
İleri görüşlü ve hayalperest kişilerin bir yeraltı kitaplığı yaratma çabası da bir işe
yaramayacaktır; çünkü yeryüzünün bütün normal kitaplıkları ortadan kalkacak ve sağ
kalan vahşîler; yeraltına saklanmış gizli kitaplar hakkında hiç bir şey bilmedikleri için,
gelecek kuşaklara o konuda bilgi iletemeyeceklerdir. Dünyanın birçok bölgesi çöl
durumuna girecek, yüzyıllarca etkili olabilen radyasyon yüzünden hiç bir bitki
yetişmeyecektir. Kendi başına kalan doğa, yıkıntılar arasında ilerleyecek; demir ve çelik
pas tutacak, eriyecek, toz olacaktır. Böylece iki bin yıl sonra yirminci yüzyıl uygarlığının
o kocaman şehirlerinden eser kalmayacaktır.
Ve her şey yeniden başlayacaktır! İnsan ikinci, belki de üçüncü defa serüvenine
atılacaktır. Uygar bir yaratık olması için yine binlerce yıl geçecektir. Felâketten 5000 yıl
sonra kazı yapan arkeologlar, yirminci yüzyıl insanının demir kullanmayı bilmediğini
www.notindir.com
ileri süreceklerdir; çünkü ne kadar derine inerlerse insinler en ufak bir demir parçası bile
bulamayacaklardır.
Rusya cephesinde kilometrelerce uzanan beton tank tuzaklarına rastlayacak ve o
buluntuların kuşkusuz astronomi ile ilintili çizgiler olduğunu açıklayacaklardır.
Karşılarına birçok bilmeceyi çözebilecek teyp kasetleri çıktığında şaşırıp kalacaklar,
belki de çalınmış ve çalınmamış kasetler arasında bir ayırım yapamayacaklardır.
Yüzlerce metre yükseklikte binaları olan dev şehirlerden söz eden yazılar, böyle şehirler
var olamayacağı için bir yana atılacaklardır. Londra metrosunun tünelleri, çağın bilginleri
tarafından geometrik bir merak sonucu olarak nitelendirilecek, ya da hayret verecek kadar
iyi düşünülmüş bir lâğım şebekesi oldukları ileri sürülecektir. Hiç durmadan kıtadan
kıtaya dev kuşlarla uçan insanlardan, arkasından tuhaf ateşler saçarak gökyüzünde
kaybolan gemilerden söz eden kayıtlar bir yana bırakılacak ya da mitoloji olarak kabul
edilecektir. Çünkü dev kuşlar, ateş püsküren gemiler var olamaz.
7000 yılının çevirmenleri de türlü zorluklarla karşılaşacaklardır. Yazı parçalarında
anlatılan yirminci yüzyıl dünya savaşını nasıl açıklayacaklarını şaşıracaklardır.
Ancak Marx ve Lenin'in nutuklarını ellerine geçirince, bu anlaşılmaz çağın dinlerinden
birinin iki yüksek papazını bulduklarını sanarak sevineceklerdir. Ne büyük şans!
Yine de insanlar, yeterli ipuçları bulunduğu sürece, birçok şeyi açıklayabileceklerdir.
Beş bin yıl uzun bir süredir. Doğa, süslenmiş taş blokların bu süreyi aşınmadan
geçirmelerine izin vermektedir. Oysa aynı özeni demire ve demirden yapılmış eşyalara
göstermemektedir.
Daha önce de belirttiğim gibi,Delhi'deki bir tapınak avlusunda, 4000 yıldır hava
şartlarına göğüs geren, ancak içinde sülfür ve fosfor bulunmadığı için paslanmayan bir
demir sütun durmaktadır. Bu bilinmeyen karışım geçmiş çağlardan bir haber iletmek
istercesine turistlere bakmaktadır.
Belki de gerçekten, ellerinde büyük bina kurma olanağı olmayan, ancak gelecek
kuşaklara kültürlerinin bir delilini bırakmak isteyen ileri görüşlü mühendisler tarafından
dikilmişti.
Bugün dünyanın birçok yerinde en ileri teknikle bile benzeri yapılamayacak eski binalar
ve tapınaklar vardır.
«Var olmaması gereken var olamaz» kuralına göre bunların; akılcı birer açıklamasının
yapılmasına çalışmaktadır. Öyleyse bizler de gözlüklerimizi çıkartıp bu araştırma ve
çalışmalara katılalım...
YEDİNCİ BÖLÜM: ESKİ HARİKALAR MI YOKSAUZAYYOLCULUĞU
MERKEZLERİ Mİ?
www.notindir.com
ŞAM'ın BİRAZ KUZEYİNDE Baalbek Terası uzanır. Teras, 20 metre uzunluğunda ve
2.000 ton ağırlığında taş blokların yan yana getirilmesiyle yapılmıştır. Arkeologlar neden,
nasıl ve kimin tarafından yapıldığı konusunda inandırıcı bir açıklamada
bulunamamışlardır. Yalnızca Sovyet Profesörü Agrest, terasın, dev bir havaalanının
kalıntısı olabileceği üstünde durmaktadır.
Eski Mısır kültürüyle ilgili kişilerin verdiği bilgilere bakılırsa, Eski Mısır herhangi bir
değişim dönemi geçirmeden, birdenbire, hazırlanıp bırakılmış duygusu veren bir
uygarlıkla ortaya çıkıvermiştir. Büyük şehirler, görkemli tapınaklar, çok üstün yetenek
gösteren dev yapıtlar, büyük işçiliğin göze çarptığı çok güçlü sokaklar, kusursuz lâğım
şebekeleri, kayalara oyulmuş mezarlar, akıl almaz boyutlarda yapılmış piramitler ve daha
birçok şaheser topraktan fışkırmış gibidir. Tarihöncesi pek bilinmeyen bir ülke için bu
apansız ilerleme ve gelişme tam anlamıyla mucize olabilir.
Mısır'da tarıma elverişli alanlar yalnız Nil deltasında nehrin sağ ve sol yakasındaki
küçük bölümlerdedir.Bununla birlikte , uzmanlar, Büyük Piramit'in yapıldığı günlerde 50
milyon kişinin yaşadığını ileri sürüyorlar. (Bu sayı M.Ö. 3000'de bütün dünya nüfusunun
20 milyon olduğunu ileri süren görüşle büyük bir çelişkiye düşüyor!)
Böylesine büyük tahminlerde birkaç milyon az olmuş, ya da fazla olmuş fark etmez,
ancak bütün bu insanların doyurulması gerektiği unutulmamalıdır. Çünkü eski Mısır'da
yalnız yapı işçileri, taş işçileri, mühendisler, denizciler değil; yüz binlerce köle, iyi
örgütlenmiş bir ordu, el üstünde tutulan bir rahipler sınıfı, sayısız tüccar, çiftçi ve memur
da vardı. Üstelik, ülkenin gelirleriyle bolluk içinde yaşayan bir de Firavun sarayı
bulunuyordu. Bütün bu saydığımız insanlar, Nil deltasının kısıtlı tarımürün leriyle
yaşayabilirler miydi?
Piramitlerin yapılmasını açıklayan bilgilerde, taş blokların kütükler üstünde yuvarlanarak
taşındığı söylenir.
Ancak Mısırlıların o çağlarda (tıpkı bugün olduğu gibi) güçlükle yetişen birkaç ağacı,
özellikle palmiyeleri, kesip kütük yaptıklarına inanmak çok zordur. Çünkü hurmaların
sağlayacağı besinden ve ağaç gövdelerinin sağlayacağı gölgeden vazgeçemezlerdi.
Bununla birlikte piramitlerin yapılabilmesi için kütük gerekiyordu; başka hiç bir teknik
açıklama olamazdı! Yoksa Mısırlılar kütük mü ithal ediyorlardı? Kütük ithal edebilmek
için çok geniş bir filoları olmalıydı; üstelik kütüklerin İskenderiye'ye indirildikten sonra
Kahire'ye kadar Nil üstünde taşınması gerekiyordu. Büyük Piramit'in yapılması sırasında
at ve araba bulunmadığına göre, yine kütüklere dönüyoruz! At ve araba on yedinci sülâle
zamanında, yani M.Ö. 1600'lerde kullanılmaya başlamıştı. Açıkçası, bu işin içinde bir iş
vardır? Bilginler ise, taşların kütükler üzerinde taşındığını söylerler...
Piramit'i kuranların teknolojisi ile ilgili birçok soruna karşılık bir tek ciddî çözüm yoktur.
www.notindir.com
Mısırlılar kaya mezarlarını nasıl oymuşlardı? Galerileri ve odaları kazmak için ne gibi
araçları vardı? Mezar duvarları pürüzsüzdü ve çok güzel kabartmalarla süslenmişti.
Kayalık toprakta, mezar odasına kadar, büyük bir ustalıkla kazılmış sütunlar ve çok
ilerlemiş bir taş işçiliği gerektiren merdivenler vardı. Bugün de aynen korunan bu akıl
almaz mezarların karşısında turist grupları büyük bir hayranlık duyarlar; ama hiç biri
mezarların esrarengiz yapılış tekniği hakkında doğru dürüst bir açıklama alamaz. Kesin
olan bir şey vardır:
Mısırlılar, en eski çağlarda bile tünel kazma sanatında ustadırlar; çünkü en eski
mezarların kazılış biçimi, en yenilerin aynısıdır. Altıncı sülâleden Tety'nin kaya
mezarıyla, Birinci Krallıktan l. Ramses'inki arasında hiç bir fark yoktur. Oysa ikisinin
yapılış tarihleri arasında en azından 1000 yıllık bir ara vardır. Bundan da anlaşılacağı gibi
Mısırlılar eski tekniklerine katkıda bulunacak herhangi yeni bir şey öğrenmemişlerdi.
Hatta yeni kaya mezarlarının çoğu, eskilerinin zayıf bir kopyası olmaktan ileri
gidemiyordu.
Yolu, Kahire'nin batısındaki Keops Piramit'ine düşen bir turist, midesinin tam orta
yerinde, esrarengiz geçmişin kalıntıları karşısında ortaya çıkan kasılmayı duyar. Rehberi,
Firavunun burada gömülü olduğunu söyler. Turist bu büyük bilgeliği (!) sindirdikten ve
birkaç çarpıcı fotoğraf çektikten sonra evine döner. İşte bu Keops Piramit'i yüzlerce
çılgın ve tutarsız düşünceye esin kaynağı olmuştur.
Charles Piazzi Smith 1864'te yayınladığı 600 sayfalık «Our Inheritance in the Great
Pyramid» (Büyük Piramit'teki Mirasımız) adlı kitabında, piramitle dünyamız arasında
tüyler ürperten birçok bağıntıyı açıklamıştır.
Kitapta çok eleştirici bir incelemeden sonra bile, bizleri düşünmeye itecek birtakım
gerçekler bulunmaktadır.
Eski Mısırlıların güneşle ilgili bir dine bağlı oldukları çok iyi bilinen bir gerçektir. Güneş
Tanrıları Ra, göklerde gemisiyle yolculuk yapardı. Eski Krallığa ait Piramit yazıları
firavunun, tanrılar ve gemileri aracılığıyla, göklerde tanrısal gezintilere çıktığından söz
eder. Yani, Mısırlıların da firavun ve tanrıları uçabilirlerdi...
Keops Piramiti'nin yüksekliğinin bir milyarla çarpımının güneşledünya mız arasındaki
uzaklığı vermesi bir rastlantı mıdır? (93 milyon mil) Piramit'in üstünden geçen
meridyenin karaları ve denizleri tam eşit iki parçaya bölmesi bir rastlantı mıdır? Taban
alanının, yüksekliğinin iki katına bölünmesinin Pi = 3,14159 sayısını vermesi bir rastlantı
mıdır? Piramittedünya ağırlığını gösteren hesapların bulunması bir rastlantı mıdır?
Piramit'in kurulduğu kayalık alanın büyük bir özen ve doğrulukla düzeltilmiş olması bir
rastlantı mıdır?
Keops Piramiti'nin kurucusu Firavun Kufu’nun, anıtı yaptırmak için neden özellikle o
kayalık taraçayı seçtiğini açıklamaya yarayacak bir tek ipucu bile yoktur. Kayada doğal
bir yarık olduğu ve firavunun bundan yararlandığı düşünülebilir mi? Bir açıklama da
firavunun piramit'in gelişmesini yazlık sarayından izlemek için orayı seçtiğini ileri sürer.
www.notindir.com
Bunların ikisi de sağduyuya aykırıdır: Bir kere, Firavun'un taşıma zorluklarını ortadan
kaldırmak için, doğudaki taş ocaklarına yakın bir yeri seçmesi gerekirdi. Sonra yıldan
yıla artan gürültü patırtı ya bile bile katlanması imkânsızdı.Kitap lardaki açıklamalara
karşı söylenebilecek birçok şey olduğuna göre, tanrıların burada da işe burunlarını sokup
sokmadıklarını sormak daha akıllıca olmaz mı? Ancak rahipler aracılığıyla, tanrıların
piramit'in kuruluş yerini seçtirdiklerini kabul edersek, insanlığın geçmişiyle ilgili
kuramıma bir delil daha kazandırmış oluruz. Çünkü piramit yalnız karaları ve denizleri
iki eşi parçaya ayırmakla kalmaz, aynı zamandadünya nın ağırlık merkezinin de tam
ortasında bulunur. Şimdiye kadar sözünü ettiğim olgular birer rastlantı değilse ki böyle
olduğuna inanmak pek güçtür; piramit'in kurulacağı alanın,dünya nın küre biçimini ve
kıtalarla denizlerin dağılımını çok iyi bilen varlıklarca seçildiği ortaya çıkar. Bu arada
Pîrî Reis'in haritalarını da unutmayalım! Bütün bunların rastlantı olduğunu, peri masalları
gibi açıklanabileceğini sananlar yanılmaktadırlar.
Kayalık taraça hangi güçle, hangi makinelerle, hangi teknik kaynaklarla düzeltilmişti?
Kaya mezarları hangi imkânlarla ve nasıl kazılmıştı? Nasıl aydınlatılmıştı? Piramitlerde
ve Firavunlar vadisindeki kaya mezarlarında meşale ya da benzeri bir aydınlatıcı
kullanılmamıştı. Duvarlarda ve tavanlarda ne bir kararma, ne de kararmanın silinip yok
edildiğini gösterecek bir iz bulunmuştu. Taş bloklar ocaklardan nasıl ve neyle
çıkarılmıştı? Keskin kenarlar ve pürüzsüz yüzeyler nasıl sağlanmıştı? Tonlarca ağırlıktaki
bu kayalar nasıl taşınmış ve santimetrenin binde biri gibi bir yakınlıkla nasıl
birleştirilmişlerdi? Elbette burada da karşımıza bir sürü açıklama çıkmaktadır: eğimli
düzlükler, üstünde taşların itildiği yollar, rampalar v.b. bir de doğal olarak yüz binlerce
Mısırlı kölenin emeği; fellahlar, mimarlar ve taş işçileri.
Bu açıklamalardan hiç biri, eleştirici bir yoklamaya dayanacak güçte değildir. Büyük
Piramit, hiç bir zaman anlaşılamamış olan bir tekniğin gözle görülür tanıklığını
yapmaktadır.
Günümüzde, yani yirminci yüzyılda, hiç bir mühendis, bütün kıtaların teknik kaynakları
emrine verilse bile Keops Piramiti'nin bir benzerini yapamaz.
2.600.000 dev blok taş ocaklarından çıkarılmış, biçimlendirilmiş, taşınmış ve yapı
alanında santimetrenin binde biri gibi bir yakınlıkla birleştirilmişti. Ve ta içerlerde,
duvarlar rengârenk boyanmış, resimler çizilmiş ve süslenmişti.
Piramit'in kurulduğu alan, firavunun kaprisleri sonucu seçilmişti.
Piramit'in boyutlarını mimarı şans eseri bulmuştu.
Birkaç yüz «biri işçi on iki ton ağırlığındaki taş blokları, (var olmayan) kütükler
üzerinde, (var olmayan) iplerle çekip taşımışlardı.
Bütün bu işçiler (var olmayan) yiyeceklerle beslenmişlerdi.
Firavun'un yazlık sarayı dışına kurdurduğu (var olmayan) kulübelerde uyumuşlardı.
www.notindir.com
(Var olmayan) ses yükselticilerinden duyulan tempolara uyarak, on iki ton ağırlığındaki
taş blokları göğe doğru yükseltivermişlerdi.
Çalışkan işçilerin olağanüstü bir çabayla günde on parçayı üst üste koyduklarını kabul
edersek, piramitteki iki buçuk milyon taşın 250.000 gün, yani664 yılda yerine
yerleştirildiği ortaya çıkar. Oysa piramit'in 20-30 yılda tamamlandığı ileri sürülmektedir.
Elbette büyük bir ciddiyetle geliştirilen bu düşünceye gülünç deyip geçemeyiz. Ancak
piramidin yalnızca bir firavun mezarı olduğuna inanacak kadar saf mıyız? Bundan sonra
piramitteki matematik ve astronomi işaretlerini baştan sona şans eseri olarak
niteleyebilecek biri çıkabilir mi?
Bugün Büyük Piramit'in yaptırıcısı olarak tartışmasız Firavun Kufu bilinir. Neden?
Çünkü bütün yazılar ve tabletler Kufu'ya aittir. Bence piramidin bir insan ömrü süresinde
bitirilmiş olması imkânsızdır. Bu bakımdan Kufu, ününü sürdürmek için o yazı ve
tabletleri hazırlatıp oraya koydurmuş olamaz mı? Bu yolla ün sağlamak geçmişte pek
tutulurdu. Sözgelişi, bir diktatör kendisine ün sağlamak istediğinde aynı işe girişirdi. Eğer
burada da durum gerçekten böyleyse, Kufu kartvizitini bırakmadan çok önce piramidin
yapılmış olması gerekirdi. Oxford'daki Bodleian Kitaplığında bulunan bir belgede, Kopt
yazarı, Mas-Udi, Büyük Piramiti Mısır Kralı Surid'in yaptırdığını ileri sürer. Ne var ki bu
Surid, Mısır'ı Tufandan önce yönetmiştir. Bu bilge Surid, rahiplerine, bütün bilgeliklerini
yazmalarını ve Büyük Piramit'e gizlemelerini emretmiştir. Demek ki Kopt geleneğine
göre piramit Tufandan önce yapılmıştı.
Herodot, ikinci tarih kitabında bu görüsü doğrulamaktadır.
Teb rahipleri ona 341 dev heykel göstermiş, bunların her birinin 11.340 yıllık Mısır
tarihi içinde dikildiğini söylemişlerdi. Şimdi her yüksek rahibin yaşadığı süre içinde bir
heykel diktirdiğini biliyoruz. Herodot bunu kendi gözleriyle görmüştü, çünkü Mısır'da
kaldığı süre içinde tanıştığı bütün rahipler, oğulun babayı izlediğini ispatlamak için,
kendi diktirdikleri heykelleri göstermişlerdi.
Ayrıca rahipler açıklamalarının çok kesin ve doğru temellere dayandığını, çünkü
kuşaklar boyu olanların türlü biçimlerde yazılarak ileriye aktarıldığını belirtmişler; 341
heykelin 341 ayrı kuşağı temsil ettiğini ve bu 341 kuşaktan önce tanrıların insanlar
arasında yaşadığını söylemişlerdi. Yine rahiplerin bildirdiğine göre o günlerden sonra hiç
bir tanrı Mısırlılara insan biçiminde gözükmemişti.
Mısır'ın tarihsel dönemi genellikle 6.500 yıl olarak bilinir. Öyleyse rahipler gezgin
tarihçi Herodot'a geçmişlerin 11.340 yıl olduğu şeklinde bir yalanı söylemeye neden
gerek duymuşlardı. Hem neden 341 kuşak boyunca tanrıların insanlar arasında
yaşamadığını belirtmişlerdi? Bu iki noktada göze çarpan kesin ayrıntılar, çok eski
çağlarda 'tanrılar' gerçekten insanların arasında yaşamamış olsalardı, çok anlamsız
olmazlar mıydı? Daha doğrusu rahipler Herodot'a yalan söylememişlerdi!
www.notindir.com
Büyük Piramitin nasıl, neden ve ne zaman yapıldığı hakkında hiç bir şey bilmemekteyiz
164 metre yüksekliğinde ve 31.200.000 ton ağırlığında sunî bir dağ, akıl almaz bir
uygarlığın delili olarak karşımıza dikiliyor ve insanlar onun müsrif bir firavunun
mezarından başka bir şey olmadığımı ileri sürüyorlar! Bu açıklamaya inanabilecek varsa
bir şey denemez... Aynı ölçüde anlaşılmaz olan ve henüz inandırıcı biçimde
açıklanmamış bulunan mumyalar da, geçmişin karanlıklarından büyülü bir sır
saklarmışçasına bize bakmaktalar. Arkeolojik buluntular, bazı ulusların gövdeyi
mumyalama tekniğini bildiklerini ve tarihöncesi insanının ölüm sonrası ikinci bir hayata,
yani gövdesel dönüşe inandığımı ileri süren görüşü doğrulamaktadırlar. Söz konusu
görüşün ispatlanması için, geçmişin dinsel felsefelerinde gövdesel dönüşle ilgili bir tek
delil bulunması yeterlidir. Çünkü ilkel atalarımız, yalnızca ruhsal dönüşe inansalardı,
gövde üzerinde olağanüstü mumyalama işlemleriyle uğraşmazlardı. Oysa Mısır
mezarlarından çıkan mumyaların hepsi de gövdesel dönüş için hazırlanmıştı.
Belgelerin, gözle görülür delillerin söyledikleri şeyler saçma ya da gülünç olamazlar!
Mısır'daki resimler ve destanlar, 'tanrıların' yıldızlardan geri gelerek, iyi korunmuş
gövdeleri yeni bir hayata uyandıracaklarını söylerler. Mezar odalarından, çıkan
mumyalanmış gövdelerin kusursuz biçimde olması ve mezarın ötesindeki bir hayata
ulaşma inancı da buradan gelir. Yoksa bir ölünün para, mücevher ve sevdiği eşyalarla ne
alışverişi olabilirdi? Üstelik ölen kişinin yanına, canlı canlı gömüldükleri kuşkusuz olan
hizmetçiler verilmesi, bütün hazırlıkların eski hayatın yeni bir hayatta devam etmesi için
yapıldığını gösterir. Mezarların hepsi de inanılmayacak kadar dayanıklı yapılmıştır; hatta
birçoğu bir atom patlamasına bile karşı koyabilecek sağlamlıktadır. İçlerine konan değerli
taşlar, özellikle altın, kolay kolay yok edilemeyecek türdendir. Ne var ki beni burada
ilgilendiren, mumyalama işleminin daha sonraki istismarı değildir. Beni yalnızca bir tek
soru ilgilendirir:
Gövdesel yeniden-doğuşu bu insanların kafasına kim koymuştu? Cesedin binlerce yıl
sonra diriltilebilmesi için gövde hücrelerinin çok emin bir yerde çok iyi bir biçimde
korunması gerektiği düşüncesi nasıl ortaya çıkmıştı?
Bugüne kadar bu esrarengiz durum, yalnızca dinsel açıdan değerlendirilebilmişti. Ancak
'tanrıların'törelerini ve yaşayış biçimlerini bütün Mısırlılardan iyi bilen Firavun, o çağ
için çılgınca sayılabilecek bu düşünceyi çok iyi biliyordu: «Kendime binlerce yıl
korunabilecek ve çok uzaklardan görünebilecek bir mezar yaptırmalıyım. Tanrılar geri
dönüp beni uyandıracaklarına söz verdiler. (Belki de çok ileride yaşayacak doktorlar
beni, yeniden yaşatacak bir yol bulurlar.)»
Bu konudauzay çağı insanı olarak neler söyleyebiliriz? Fizikçi ve astronom Robert C. W.
Ettinger, 1965'te yayınladığı «The Prospect of Immortality» (Ölümsüzlük Umudu) adlı
kitabında, insan gövdesi hücrelerinin tıp ve biyoloji açısından birkaç milyar kere
yavaşlatılarak yaşayabileceği bir dondurma yolu gösteriyor. Bu düşünce günümüz için
ütopik görünebilir, ancakdünya yüzündeki her büyük klinikte insan kemiklerini donmuş
olarak yıllarca saklayabilen ve gerektiğinde yeniden kullanılmasını sağlayan bir 'kemik
bankası' vardır. Yinedünya nın birçok yerinde, taze kan, eksi 196 derece santigratta
sonsuz bir süre saklanabilmektedir. Canlı hücreler de sıvı nitrojen ısısında sonsuza kadar
www.notindir.com
korunabilmektedirler. Acaba Firavunun pek yakında uygulama alanına konacak olan bu
görüşler hakkında bilgisi mi vardı?
Biraz sonra anlatacağım bilimsel araştırma sonuçlarını daha iyi kavrayabilmek için bu
cümleleri iki kere okumalısınız: 1963'ün mart ayında Oklahoma Üniversitesi biyoloji
uzmanları, Mısır Prensesi Mene'nin deri hücrelerinin yaşamakta olduğunu açıkladılar.
Oysa Prenses Mene öleli birkaç bin yıl oluyordu!
Birçok yerde bulunan mumyalar öylesine kusursuz ve düzgün korunmuşlardı ki,
görünüşleri bakımından canlı bir insandan ayırmak güçtü. İnkalardan kalan buzul
mumyaları ise gömülmelerinden çağlar geçmiş olmasına rağmen, teorik olarak
yaşıyorlardı. Ütopya mı? 1965 yazında Rus televizyonu bir hafta süreyle dondurulmuş iki
köpek gösterdi. Hayvanlar yedinci gün eritilmiş ve eskisinden daha neşeli olarak
yaşamaya devam etmişlerdi!
Amerikalılar -bu bir sır değildir- uzay tasarıları gereğince, astronotları uzak yıldızlara
yapılacak yolculuklarda dondurma işiyle, gayet ciddî olarak uğraşmaktadırlar.
Bugün düşünceleriyle alay edilen Profesör Ettinger, insanın fırınlarda yakılmaktan ve
mezarlarda kurtlara yem olmaktan kurtulacağı uzak bir geleceğin kehanetini yapmaktadır.
O gelecekte, dondurma mezarlıklarında ya da hücrelerinde tıp biliminin ölüm nedenlerine
çare bulması için bekleyen donmuş insanlar yeniden hayata döndürülecektir. Ancak bu
ütopik düşüncenin gerçekleştiğini düşünürsek, gözümüzün önüne dondurulmuş
askerlerden oluşan ve bir savaş sırasında eritilerek cepheye sürülecek bir ordu geliyor.
Gerçekten korkunç bir düşünce.
Peki ama, mumyaların geçmiş çağlardaki uzay yolcularından söz eden kuramımızla ne
ilgisi var? Bu kanıtları boşu boşuna mı sıralıyorum? Hayır:
Sorarım: Eski insanlar gövde hücrelerinin belirli bir işlemden sonra milyarlarca kere
yavaşlayarak yaşamaya devam ettiğini nereden biliyorlardı?
Sorarım: Akıllarına ölümsüzlük düşüncesi nereden gelip yerleşmişti ve gövdesel uyanış
kavramını kimlerden öğrenmişlerdi?
Eski insanların büyük çoğunluğu mumyalama tekniğini biliyorlardı ve zengin kişiler bu
işlemi uygulayabiliyorlardı.
Ancak beni ilgilendiren, bu ispatlanması mümkün gerçek değil, yeniden uyanış ve hayata
dönüş düşüncesinin kökenidir. Bu düşünce bir kralın ya da prensin kafasında ansızın mı
belirlenmişti, yoksa başarılı bir Mısırlı, 'tanrıların' cesetleri üzerinde özenle çalışıp onları
bombalara karşı dayanıklı taş lahitlere yerleştirmesini mi izlemişti? Ya da 'tanrılar'
(uzaylılar), cesetlerin belirli bir işlem geçirdikten sonra yeniden diriltilebileceği
konusundaki bilgilerini akıllı bir prense mi aktarmışlardı?
Bu tahminler, çağdaş kaynaklardan doğrulama beklemektedirler. Birkaç yüz yıl sonra
www.notindir.com
insanlık, uzay yolculukları konusunda bugün düşünemeyeceği kadar büyük bir ustalık
kazanmış olacaktır. Seyahat acenteleri, gidiş ve dönüş tarihleri kesin, gezegenler arası
gezilerle uğraşacaklardır.
Elbette bu ustalığın sağlanması için, bütün bilim dallarının, uzay yolculuğundaki
gelişmelerle atbaşı gitmesi gerekmektedir.
Ancak elektronik ve sibernetik tek başlarına bir yarar sağlayamayacaklardır; tıp ve
biyoloji de, insan ömrünün uzatılması için yollar aramakla, bu gelişmeye katkıda
bulunacaktır. Günümüz uzay araştırmalarında da bu konunun üzerinde çok
durulmaktadır.
Burada kendi kendimize sorabiliriz: Geçmişteki uzay yolcuları, bizlerin bugün bulmaya
çabaladığımız şeyleri biliyorlar mıydı? Bilinmeyen akıllı yaratıklar, gövdenin şu kadar
bin yıl sonra diriltilebilmesi için neler gerektiğini bulmuşlar mıydı? Belki de
'tanrılar'açıkgözlük ederek, çağının bütün bilgilerini kendinde toplamış birtakım önemli
kişilerin, öğretecekleri yöntemlere göre mumyalanmasını ve korunmasını istemiştir,
öylelikle de bir gün binlerce yıl öncesinin tarihini gözleriyle görmüş insanları sorguya
çekebileceklerini ve ayaklı bir tarih kitaplığı elde edebileceklerini düşünmüşlerdi. Kim
bilir? Böyle bir sorgu, geri dönen 'tanrılar' tarafındangerçekten yapılmış olamaz mı?
Aslında çok ciddî bir iş olan mumyalama sanatı, ortaya çıkmasından bir süre sonra
günün modası durumuna gelmişti. Birdenbire herkes yeniden dirilme sevdasına kapılmış;
birdenbire herkes büyükbabasının yaptıklarını yaparsa yeni bir hayata dönebileceğine
inanmaya başlamıştı. Bu tür yeniden doğuşlar hakkında gerçekten biraz bilgisi olan
yüksek rahipler ise, bu merakın sınıflarına büyük kazanç sağlayacağını görünce, geniş
çapta bir istek uyandırmaya girişmişlerdi.
Daha önce de, Sümer krallarının fizik açıdan imkânsız yaşlarına ve kutsal kitapta
rastlanan inanılmaz yaşlara değinmiştim. Bu insanların, ışık hızına yaklaşan uzay
gemilerindeki zaman değişimi sonunda hayat süreleri uzamış uzaylı yaratıklar olup
olamayacaklarını sormuştum.
Kitaplardaki bu kişilerin mumyalanmış, ya da dondurulmuş olduklarını düşünürsek, akıl
almaz yaşları hakkında bir ipucu elde etmiş olmuyor muyuz? Bu varsayımdan hareket
edince de aynı yaratıkların, geçmişteki önder kişileri dondurup (ya da efsanelerde dendiği
gibi derin bir sunî uykuya daldırıp) geri döndüklerinde canlandırarak sorguya çektiklerini
düşünemez miyiz? Doğal olarak bu önderin yeniden mumyalanma ve 'tanrılar' dönene
kadar dev tapınaklarda korunma görevi rahipler sınıfına düşüyordu.
İmkânsız mı? Gülünç mü? En budalaca itirazları yapanlar, genellikle kendilerini doğa
yasalarına kesinlikle bağlı gören kimselerdir. Oysa 'doğa'nın kendisi 'kışlama' ve yeniden
uyanışın örneklerini vermektedir.
Tamamen donduktan sonra ılık bir ortamda eriyen ve hiç bir şey olmamış gibi yüzmeye
devam eden balık türleri vardır. Çiçekler, larvalar, kurtlar yalnız kışlamakla kalmaz,
www.notindir.com
baharda pek sevimli bir kılıkta yeniden ortaya çıkarlar.
Bir kere de şeytana uyalım: Mısırlılar mumyalamayı doğadan öğrenmiş olamazlar
mıydı? Böyle bir durum söz konusu olsaydı, kelebeklere ya da mayıs böceklerine
tapmaları gerekirdi. Oysa böyle bir tapınmanın izine bile rastlanmamıştır. Gerçi dev
lahitler içinde mumyalanmış hayvanlar bulunmuştur, ama ne bu hayvanların özellikleri,
ne de Mısır iklimi, 'kışlama' olayını, dolayısıyla mumyalamayı öğretebilecek türden
değildir.
Helwan'ın 9 kilometre kadar ötesinde, hepsi birinci ve ikinci sülâleye ait olan 5000 kadar
irili ufaklı mezar vardır. Bu mezarlar mumyalama sanatının6000 yıl önce bilindiğini ve
uygulandığını gösterirler.
Profesör Emery, 1953 yılında Kuzey Sakkara'daki eski mezarlıkta birinci sülâle
firavunlarından birine (Vadyis olduğu kuvvetle, sanılmaktadır) ait olan geniş bir mezar
bulmuştu. Ana mezardan ayrı olarak üç sıra halinde dizilmiş72 mezar daha vardı.
Bunlarda, krallarına yeni hayatında hizmet etmek isteyen hizmetçiler gömülüydü. 64
genç adam ve 8 genç kadının gövdeleri üzerinde en ufak bir şiddet izi yoktu.Yani bu
insanlarçevre lerine duvar örülmesine hiç bir şekilde karşı çıkmamışlardı. Neden?
Bu durumun en tanınmış ve basit açıklaması, mezarın ötesindeki ikinci bir hayata
inandıklarıdır. Firavun'un yanına altın ve mücevherlerden başka, ikinci bir hayata hazırlık
olarak yemek, yağ ve baharat konulması bu inancın gücünü göstermektedir. Eski Mısır'da
mezarlar, soyguncuların dışında daha sonraki firavunlar tarafından da açılırdı. Böyle
durumlarda, ikinci hayat için konulan yiyeceklerin dokunulmamış olduğu görülürdü.
Başka bir deyişle, ölü, onları ne yemiş, ne de başka bir dünyaya götürmüş olurdu. Bunun
üzerine firavunlar mezarı yine kapattırır ve eskileri alarak yeni yiyecekler koyarlardı.
Daha sonra da hırsızlara karşı türlü tuzaklar kurulurdu. Bütün bunlar eski Mısırlıların
ölülerin hemen değil uzak bir gelecekte dirileceklerine inandıklarını göstermektedir.
1954 Haziranında, yine Sakkara'da hiç dokunulmamış bir mezar bulunmuştu.Mezar
odasında, bir kutu içinde altın ve mücevherler kondukları gibi duruyorlardı. 9 Haziran
günü Dr. Goneim lahiti törenle açtı. Lahit'te hiç bir şey yoktu! Kesinlikle hiç bir
şey...Mumya ve bütün mücevherleri dururken çürüyüp gitmiş miydi?
Moğolistan sınırının doksan kilometre kadar ötesinde Sovyet bilim adamıRodenko ,
Kurgan V adıyla bilinen mezarı bulmuştu.
Mezar içi tahta kaplı, kayalık bir tepe biçimindeydi. İçerisi tamamen buzla doluydu;
böylece mezar odalarındaki her şey donmuş bir halde korunmuştu. Odalardan birinde
mumyalanmış bir kadın ve erkek cesedi vardı. İkisinin de yanına gelecekteki hayatlarında
ihtiyaç duyabilecekleri şeyler konulmuştu. Kaplar içinde yiyecekler, elbiseler,
mücevherler vemüzik aletleri. Buzlar çıplak mumyalar dâhil her şeyi kusursuz biçimde
korumuşlardı. Bilginler bir başka odada geniş bir dikdörtgene rastladılar. Dikdörtgenin
içinde her birinin ortası resimlerle süslü altışar karelik dört sıra vardı. Dikdörtgen bir
bütün olarak, Ninova'daki Asur sarayında bulunan taş oymanın kopyası gibiydi!
www.notindir.com
Karelerin ortasına çizilmiş resimler, kafaları, karmakarışık boynuzlu, sırtlarıkanatlı
yaratıkların göğe doğru yükselişlerini gösteriyordu...
Moğolistan'daki kalıntıları ruhsal dönüşle bağdaştırmak imkânsızdır. Mezarlardaki
dondurma odaları -duvarların tahtayla kaplanmış olması ve içerdeki buz yığınları bu
nitelemeyi gerektiriyor- ruhun vedünya nın ötesindedir; başka amaçlar için hazırlanmıştır.
Eski insanların, bu biçimde hazırlanmış cesetlerin, ileride dirilmesini mümkün kılacak
duruma geleceklerini nereden öğrendikleri sorusu akla takılmıyor mu?
Çin'de Wu Çuan köyünde içinde 17 erkek ve 24 kadın iskeleti bulunan, 15 metreye 13
metre boyutlarında dikdörtgen bir mezar vardır. Buradaki iskeletler üzerinde de herhangi
bir şiddet izi görülmemektedir. And dağlarında buzul mezarları, Sibirya'da buz mezarları,
Çin'de, Mezopotamya'da ve Mısır'da topluluklar ve bireyler için mezarlar vardır. Kuzey
Avrupa'dan Güney Afrika'ya kadar olan bölgelerde mumyalar bulunmuştur. Bütün
ölülerin yanına ilerideki hayatlarında gerekecek şeyler konmuş ve mezarlar binlerce yıl
dayanabilecek biçimde yapılmışlardır.
Bütün bunlar yalnızca bir rastlantı mıdır? Bütün bu kişisel meraklar ve kaprisler sonucu
mu ortaya çıkmıştır? Yoksa gövdesel dönüş üzerinde, bizce bilinmeyen çok eski bir vaat
mi vardır? Öyleyse bu vaat kimlerden gelmiştir?
Jericho'daki[4]kazılarda 10.000 yıllık mezarlar ve alçıdan yapılmış 8.000 yıllık büstler
bulunmuştur. Bu da şaşılacak bir durumdur, çünkü bölge halkı görünüşte çömlekçilik
tekniğini bilmemektedirler. Jericho'nun bir başka bölgesinde ise tavanları kubbe biçimli
silindirik evler ortaya çıkarılmıştır.
Karbon izotopu C.14 yöntemi, bu kalıntıların 10.400 yıl öncesine ait olduklarını
göstermiştir. Bu bilimsel tarih, Mısır rahiplerinin Herodot'a aktardıkları tarihle apaçık bir
uyum göstermektedir. Rahipler atalarının 11.000 yıl boyunca görev yaptıklarını
söylemişlerdi. Bu da yalnızca bir rastlantı mıdır?
Lussac'taki (Poitou, Fransa) tarihöncesi taşlar da özellikle dikkat çeken kalıntılar
arasındadır. Üstlerinde, şapkaları, ceketleri ve kısa pantolonlarıyla gösterilmiş modern
insan resimleri çizilidir.Ab be Breuil bu resimlerin gerçek olduklarını söylemiş, böylece
bütün tarih öncesini karmakarışık etmiştir. Taşları kimler kazmıştı? Postlara bürünmüş
bir mağara adamının duvarlara yirminci yüzyıl insanının resmini çizdiği düşünülebilir
mi?
1940'ta Güney Fransa'daki Lascaux Mağaralarında gerçekten çok güzel Taş Çağı
resimleri bulunmuştu. Resimlerin bugün yapılmış gibi canlı ve kusursuz olmaları akla
hemen iki soru getiriyor. Mağara, neden emek ve özen isteyen bu resimler için
aydınlatılmıştı ve duvarlar neden bu hayret verici resimlerle süslüydü?
Bu soruları budalaca bulanlar, apaçık ortada olan çelişkileri açıklayabiliyorlarsa
açıklasınlar! Eğer Taş Çağı mağara adamlarını ilkel ve vahşî kabul edersek, mağara
duvarlarındaki kusursuz resimleri bunlar yapmış olamazlardı. Çünkü ilkel kişiler böyle
www.notindir.com
resim yapma yeteneğine sahip olsalardı, barınmak için kulübeler kurmazlar mıydı?
Bilginler, hayvanların milyonlarca yıl öncesinden beri yuva ve barınak kurma
yeteneğinde olduklarını açıklamaktadırlar. Ne var ki «Homo sapiens»in aynı yeteneğini o
kadar eskilere uzatmak, geçerlikte olan görüşler açısından imkânsızdır.
Gobi çölündeki Kara Kota harabelerinin çok altında, (bu harabeler, ancak çok yüksek ısı
etkisiyle oluşabilen o garip kum camlaşmalarının görüldüğü bölge dolaylarındadır)
Profesör Koslov M.Ö. 12.000 yılına ait bir mezar buldu. Mezardaki lahitlerde iki zengin
adamın cesetleri vardı ve lahit kapaklarına dikey bir çizgiyle ikiye ayrılmış daire
resimleri çizilmişti.
Borneo'nun batı kıyılarındaki Subis dağlarında, Katedral benzeri oyulmuş mağaralar
bulunmuştu. Ortaya çıkarılan kalıntılar arasında öyle güzel ve kusursuz dokumalar vardı
ki, en iyimser insan bile bunların ilkel mağara adamlarının elinden çıktığını kabul
edemezdi. Sorular, sorular...
Arkeolojinin kalıplaşmış görüşleri hakkındaki kuşkular artmaktadır. Ancak son iki bin
yıllık tarihimiz hakkında herhangi bir kuşkum olmadığını öncelikle belirteyim; kitabımda
yeni sorular sorarak aydınlatmaya çalıştığım tarih, en uzak geçmişteki kapkaranlık zaman
bölümleridir.
Aynı şekilde, evrenden gelen, bilinmeyen akıllı yaratıkların ziyaretlerinin bizim genç
zekâları ne zaman etkilemeye başladığını gösterecek bir tarih de veremem. Bununla
birlikte bu ziyaretlerin Erken Paleolitik Çağda, yani M.Ö. 10.000 ile 40.000 yılları
arasında yer almış olabileceğini savunuyorum. Günümüzde var olan ve herkesi pek mutlu
eden tanınmış C.14 yöntemi, 45.600 yıldan sonrasını kesin olarak tarihleyememektedir.
İncelenen nesne ne kadar eskiyse, yöntem de o kadar güvenilmez olmaktadır.En tanınmış
bilginler bile C.14 yönteminin, 30.000 ile 50.000 yıllık organik nesnelerin kesin yaşını
ölçemediğini, ancak bu iki tarih arasında tahminî bir yaş gösterdiğini, bu bakımdan
güvenilir olmadığını söylemişlerdir.
Bu eleştirici sözler belirli sınırlar içinde kabul edilmelidir; ancak C.14 yöntemine paralel
olan ve en yeni ölçü aygıtlarıyla donatılmış bir tarihleme yöntemine gerek duyulduğu
kesindir.
SEKİZİNCİ BÖLÜM: PASKALYA ADASI – KUŞ ADAMLARIN ÜLKESİ
ON SEKİZİNCİ YÜZYILIN başlarındaPaskalyaAdasına ayak basan Avrupalı denizciler,
âdeta gözlerine inanamamışlardı... Şili kıyılarının3050 kilometre açığındaki bu küçücük
kara parçasının her yanına yüzlerce dev heykel saçılmış duruyordu. Çelik kadar dayanıklı
volkanik kayalar, tereyağı keser gibi kesilmiş; 10.000 tonluk kayalar dağlardan
koparılmıştı. Yükseklikleri10 ile20 metrearasında değişen 50 tonluk heykeller, hareket
ettirilmeyi bekleyen robotlar gibi durmaktaydı.
www.notindir.com
Araştırmalar, heykellerin ilk yapıldıklarında şapkalı olduklarını göstermiştir; amaşapka
lar bile heykellerin kökenini bulmaya yetmemektedir. Şapkaların yapımında kullanılan on
tonluk taşlar, gövdelerinden ayrı bir yerde bulunuyordu; üstelik gövdelere
oturtulabilmeleri için metrelerce yukarıya kaldırılmaları gerekiyordu.
O günlerde her heykelde, üzerinde garip bir hiyeroglif yazı olan tahta tabletler
bulunuyordu. Ancakgünümüzde bu tabletlerin yalnızca on tanesidünya müzelerindedir ve
üzerlerindeki yazıyı henüz kimse çözememiştir.
ThorHeyerdahl'ınbu esrarengiz devler üzerindeki incelemeleri, ortaya, en eskisi en
kusursuzu olan üç kültür dönemi çıkartmıştır. Heyerdahl, bulduğu kömür kalıntılarının
M.S. 400'e ait olduğunu ispatlamış, bununla birlikte, bulunan ocakların ve
kemiklerin,heykel lerle herhangi bir bağlantısı olup olmadığı anlaşılamamıştır. Heyerdahl
ayrıca, kaya yüzleri yakınında ve kraterler dolaylarında yüzlerce bitirilmemiş heykel
bulmuştur. Sağa sola dağılmış duran binlerce taş araç ve balta, heykel yapma işinin
ansızın bırakıldığı izlenimini vermektedir.
Paskalya adası, herhangi bir kıta, ya da uygarlıktan çok uzaktadır. Adalılar güneş ve
yıldızlarla, başka ülkelerde olduğundan daha ilgilidirler.Volkanik bir ülke olduğu için
adada ağaç yetişmez. Taş dev heykellerin kütükler üzerinde taşındığını ileri süren
alışılmış açıklama yolu, o bakımdan burada hepten geçersizdir. Üstelik ada, ancak 2000
kişiyi besleyebilecek güçtedir. (Paskalya adasında bugün birkaç yüz yerli yaşar.) Bir
geminin taş işçilerine yiyecek ve giyim eşyası getirmesi o çağlarda imkânsızdır.Öyleyse
taşları dağlardan söken, heykelleri yapan ve bugün durdukları yerlere taşıyanlar kimlerdi?
Heykeller nasıl işlenmiş, cilalanmış ve dikilmişlerdi? Taşı başka ocaklardan çıkarılan
şapkalar, nasıl yerleştirilmişlerdi?
Çok canlı hayal gücü olan insanlar, Mısır piramitlerinin büyük bir işçi ordusu tarafından
yapıldığını ileri sürseler bile, hiç kimse aynı yöntemin burada uygulandığını düşünemez;
çünkü yeterli insan gücü yoktur.Adada yaşayabilecek 2000 insanın, ilkel araçlarıyla gece
gündüz çalışmış olsalar bile, çelik sertliğindeki volkanik kayaları yerlerinden söküp
işlemeleri imkânsızdır. Hem nüfusun bir bölümü çorak toprakları sürmek, bir bölümü
debalık avlamak ve ip örmek zorundadır.
Hayır! 2000 kişinin, yardım görmeden, bu dev heykelleri yapmış olmaları kesinlikle
mantık dışıdır. Paskalya adasında daha fazla insanın yaşaması da imkânsızdır.
Öyleyseheykeller neden adanın içlerinde, taş ocaklarına yakın değil de, kıyı şeridinde
duruyorlardı? Hangi tapınmanın hizmetindeydiler?
Ne yazık ki, bu küçük kara parçasına gelen ilk misyonerler, adanın karanlık geçmişinin
karanlık kalmasına sebep olmuşlardı. Ellerine geçen hiyerogliflitabletleri yakmışlar,
eskitapınma biçimlerini yasaklamışlar, her türlü geleneği yok etmişlerdi. Ancak bütün
çabalarına rağmen adalıların, tıpkı bugün olduğu gibi, adalarına «Kuş adamlar ülkesi»
demelerini önleyememişlerdi. Sözlü olarak aktarılan bir efsane, çok eski zamanlarda,uçan
adamların geldiğini ve ateşler yaktığını belirtmektedir. Kocaman gözlü uçan yaratıkların
resimleri efsaneyi doğrulamaktadır.
www.notindir.com
Paskalyaadasıyla, Tiahuanaco arasındaki benzerlikler ilk bakışta göze çarpar. Orada da,
burada olduğu gibi, aynı biçimde yapılmış taştan devler vardır. Oradaki heykellerin de
yüzlerinde gururlu, kaygısız bir anlam vardır. Francisso Pizarro, 1532'de, İnkaları
Tiahuanaco hakkında sorguya çektiğinde hiç kimsenin selin harabe olmazdan önce
görmediği, çünkü Tiahuanaco'nun insanlığın gecesi arasında kurulduğu karşılığını
almıştı. Gelenekler Paskalya adasına «dünyanın merkezi» adını verirler. Tiahuanaco ile
Paskalya adası arasındaki uzaklık 5600 kilometreden fazladır. Kültürlerden biri ötekini
nasıl etkilemiş olabilir?
Belki İnka öncesi mitolojisi burada bize bir ipucu verebilir. Mitolojinin yaratıcı tanrısı,
eski ve ilkel bir ilâh olanViracocha 'dır. Geleneğe göre Viracochadünya yı, henüz
karanlıktayken ve güneş yokken yaratmıştı. Taştan bir devler soyu yaratmış ve devler
hoşuna gitmeyince hepsini birden derin bir sele gömmüştü. Sonra Titikaka gölü
üzerindeki güneşi ve ayı doğurmuş, böylecedünya ışığa kavuşmuştu. Evet, -burayı
dikkatle okuyunuz- sonra da Tiahuanaco'da kilden insan ve hayvanlar yaratarak onlara
hayat üflemişti. Daha sonra yarattığı bu insanlara dilleri, gelenek ve görenekleri vesanat
ları öğretmiş, bir bölümünü başka kıtalara uçurarak oradayaşam alarını sağlamıştı. Bu
işin ardından Viracocha ve iki yardımcısı, ülkeden ülkeye dolaşarak emirlerinin yerine
getirilip getirilmediğini ve yaptıkları işin ne gibi sonuçlar verdiğini denetlemişlerdi.
Viracocha genellikle yaşlı bir adam kılığına girer, And dağlarıyla, kıyı şeridinde
dolaşırdı. Ancak çok kez insanlar tarafından iyi karşılanmazdı. Bir keresinde Cacha'da
gezinirken insanların kendisine karşı takındıkları tavırlara çok kızmış ve bir tepeyi ateşe
vererek bütün ülkeyi alevlere boğmuştu. Bunun üzerine nankör insanlar bağışlanmalarını
dilemişler, Viracocha da bir el işaretiyle ateşi söndürüvermişti.
Ardından yine yollara düşmüş, önüne çıkan insanlara öğüt ve emirler vererek onları
eğitmişti. İnsanlar artık onun için tapınaklar yapmaktaydılar. Sonunda Viracocha, Manta
kıyılarında bütün insanlara elveda demiş, geri gelmek istediğini söyleyerek okyanusun
dalgaları üstünde kaybolup gitmişti.
Güney ve Orta Amerika'yı ele geçiren İspanyol fatihleri, buralarda Viracocha
efsaneleriyle karşılaşmışlardı. Bundan önce hiç biri, göklerden gelen dev bir beyaz
adamdan söz edildiğini işitmemişlerdi. Hayretler içinde kalarak, güneşin oğullarının
insanları nasıl eğittiklerini ve her türlü sanatı öğrettikten sonra nasıl kaybolup gittiklerini
öğrenmişlerdi. İspanyolların dinledikleri bütün efsaneler, güneşin oğullarının bir gün geri
döneceklerini söylemekteydi.
Amerika kıtası, eski kültürlerin beşiği olmasına rağmen, Amerika'nın geçmişi hakkında
bildiklerimiz 1000 yıldan öteye gitmez. İnkaların M.Ö. 3000'de Peru'da, iplik tezgâhları
olmadığı halde neden pamuk yetiştirdikleri bizler için kesin bir sırdır. Mayalar yollar
yapar, ancak tanıdıkları halde tekerlek kullanmazlardı. Guatemala'daki Tikal piramidinde
yeşim taşından, beş kenarlı bir gerdanlık bulunması bir mucizedir. Mucizedir, çünkü
yeşim taşı Çin'de çıkarılır.Olmeklerin taş işleri akıl almaz şeylerdir: Dev kafaların üzerine
yerleştirilmiş nefis başlıklarıyla ancak bulundukları yerde görülüp hayranlık
www.notindir.com
duyulabilirler. Çünkü ülkedeki hiç bir köprü, söz konusu taş heykel ve blokların ağırlığını
çekebilecek kadar sağlam değildir. Yakın tarihlere kadar, kaldırma araçlarıyla 50 ton
ağırlığındaki tek parça taşları taşıyabiliyorduk. Bugün çok geliştirilmiş vinçler yüzlerce
tonlukları kaldırabilmektedir. Ne var ki atalarımız binlerce yıl önce bu taşları taşımış,
kaldırmış ve yerleştirmişlerdi! Nasıl?
Görünüşe bakılırsa eski insanlar dev taşları tepelere çıkarıp indirerek çok uzaklara
taşımaktan özel bir zevk almaktaydılar? Mısırlılar piramit yapımında kullandıkları taşları
Asuan'dan getirirlerdi. Stonehenge mimarları kocaman taş blokları güneybatı Galler'den
ve Marlborough'tan taşırlardı. Paskalya adasının taş işçileri, ısmarlama dev heykellerinde
kullandıkları taşları, işlendikleri yerin çok uzağındaki taş ocaklarından çıkarır ve
taşırlardı. Tiahuanaco'daki bazı tek parça kayaların nereden geldiklerini ise
bilmemekteyiz. Her halde uzak atalarımız pek tuhaf insanlar olmalıydılar; çünkü işlerini
bile bile güçleştirirler ve heykellerini, tapınaklarını, mezarlarını en olmadık yerlere
kurmaktan hoşlanırlardı. Bütün bunlar yalnızca zorlu bir hayatı sevdikleri için miydi?
Çok uzun geçmişimizinsanat çılarının bu kadar budala olduklarını kabul edemem. Eğer
eski bir gelenek heykellerin kesinlikle nereye dikileceklerini, piramitlerin nereye
yapılacaklarını belirtmemiş olsaydı, bütün busanat eserleri, taş ocaklarının hemen
yakınında yapılmış olurdu. Sacsayhuaman'daki İnka kalesinin, Çuzco'nun tepesine şans
eseri değil; bir geleneğin orayı kutsal nokta olarak belirlediği için yapıldığına
inanıyorum.
Aynı şekilde insanlığın en eski anıtlarının kurulduğu yerlerde, en ilginç ve önemli
kalıntıların dokunulmamış biçimde durduklarına ve bu kalıntıların günümüz uzay
yolculuklarının gelişmesine çok büyük katkıda bulunabileceklerine inanıyorum.
Binlerce yıl önce gezegenimizi ziyaret eden bilinmeyen uzay yolcularının, en az bizler
kadar ileriyi görebilmeleri gerekirdi. Bir gün dünyalının da kendi yetenekleriyle uzaya
açılacağını her halde düşünmüşlerdi.
Dünyalıların da uzayda hemcinslerinin bulunabileceği ve onlarla ilişki kurulabileceği
konusunda inançları olduğu bilinen bir tarih gerçeğidir.
Günümüzde antenler ve vericiler ilk radyo dalgalarını, bilinmeyen akıllı yaratıklara
ulaşması için uzaya yollamışlardır. Ne zaman karşılık alacağımızı ise bilmiyoruz. Belki
on, belki on beş, belki de yüz yıl sonra. Hatta mesajlarımızı hangi yıldızlara
yönelteceğimiz konusunda da bir fikrimiz yok, çünkü hangi yıldızın bizi daha çok
ilgilendireceğini bilmiyoruz. İnsana benzeyen akıllı yaratıklar mesajlarımızı alabilecekler
mi? Bilmiyoruz. Bununla birlikte, bizleri amacımıza ulaştıracak bilgilerin, dünyamızda
bulunduğu inancını destekleyecek o kadar çok şey var ki. Bugün yerçekimini etkisiz
kılmaya çalışıyor, ilkel parçacıklar ve anti-madde üzerinde deneyler yapıyoruz. Peki
dünyamızda gizli duran gerçekleri bulmak, böylece hiç olmazsa anavatanımızı öğrenmek
için yeterli çalışmalar yapıyor muyuz?
Tarihle ilgili şeyleri tam olarak değerlendirebilirsek, bir zamanlar geçmişimizin mozaik
www.notindir.com
levhasına çok güç uyan şeylerin, akla yakın duruma geldiğini görürüz; bunlar yalnız
eskikitap lardaki ipuçları değil, yerkürenin her yanında eleştirici araştırmalarımızı
bekleyen «güç gerçekler»dir de.
İnsanın yapacağı son aşama, bugüne kadar süregelen varlığını haklı göstermek ve
gelişmek için gösterdiği çabaların, gerçekte, uzaydaki varoluşla ilişki kurmak için
geçmişinden ders almak olduğunu, anlamak olacaktır. Bu aşamaya varılınca da, en
kurnaz, en katı düşünceli kişiler bile, insanın görevinin, evreni kolonize etmek ve ruhsal
ödevinin, bütün güç ve deneylerden edinilmiş bilgilerini bu yola yöneltmek olduğunu
kabul edecektir.
Var olan bütün güçler ve zekâlar, uzay araştırmalarının emrine verilir verilmez, dünya
üzerindeki savaşların saçmalığı apaçık ortaya çıkacaktır. Her ırktan insanlar, halklar,
uluslar, uluslarüstü bir birleşmeyle, uzak gezegenlere yolculuk işiyle uğraşmaya
başlayınca, dünya bütün küçük sorunlarıyla birlikte evrenin doğal akışı karşısında hak
ettiği yeri alacaktır.
Okültistler[5]artık lambalarını söndürebilir, simyacılar potalarını yok edebilir, gizli
kardeşlik örgütleri kukuletalarını çıkarabilirler. İnsanlığa binlerce yıldır büyük bir
kurnazlıkla yutturulan saçmalıklara artık bu dünyada yer yoktur. Evren kapılarını açar
açmaz daha iyi bir geleceğe ulaşılacaktır.
Uzak geçmişimizin anlaşılmasındaki büyük kuşkuculuğumu, bugün elimizde olan
bilgilere dayandırıyorum. Kuşkuculuğu yalnız Thomas Mann'ın 1920'Ierdeki bir
konuşmasında belirttiği biçimde anlıyorum:
«Kuşku duyanın olumlu yönü, her şeyi mümkün kabul etmesidir!»
DOKUZUNCU BÖLÜM: GÜNEY AMERİKA'NIN DERİN SIRLARI VE BAŞKA
GARİPLİKLER
İNSANLIK TARİHİNİN son iki bin yıllık döneminden kuşkuyla söz etmeye niyetim
olmadığını belirtmiştim, ancak Yunan ve Roma tanrıları ile birçok efsane ve destan
üzerinde, çok uzak geçmişin etki ve izleri olduğuna inanıyorum. İnsanlık ortaya
çıktığından beri türlü gelenekler var olagelmişti. Daha yeni kültürlerde de bu eski
geleneklerin, dolayısıyla çok uzak geçmişin izleri görülür.
Guatemala ve Yucatan ormanlarındaki kalıntılar, Mısır'ın dev binalarıyla
karşılaştırılabilir. Meksika başkentinin 60 mil güneyindeki Cholula Piramiti'nin taban
alanı, Keops Piramiti'ninkinden daha geniştir. Mexico City'nin 30 mil kuzeyindeki
Teotihuacan Piramiti ise ek binalarıyla birlikte 12 kilometre karelik bir alanı kaplar.
Bütün binalar yıldızlara göre sıralanmıştır. Teotihuacan'dan söz eden en eski kitaplar,
tanrıların burada toplandıklarını ve insanlık hakkında, daha «homo sapiens» ortaya
çıkmadan karar aldıklarını anlatır.
www.notindir.com
Dünyanın en doğru takvimi olan Maya takviminden ve Mayaların Venüs formülünden
daha önce söz etmiştim. Bugün, Chichen Itza, Tikal, Copan ve Palenque'deki bütün
binaların bu akıl almaz takvime bağlı olarak yapıldıkları ispatlanmıştır. Mayalar,
piramitleri ihtiyaçları olduğu için yapmamışlardı. Tapınakları ihtiyaçları olduğu için
kurmamışlardı. Bütün bu görkemli binalar, takvim her elli iki yılda, belirli sayıda
basamaklar yapılmasını emrettiği için yapılmışlardı. Yani her taş, takvimle bağlantılıydı
ve bitirilen her bina belirli astronomik gereklere kesinlikle uyuyordu.
Ancak M.S. 600 yıllarında tam anlamıyla akıl almaz bir şey oldu! Ansızın ve gözle
görülür bir nedene dayanmaksızın bu insanlar büyük güç ve sabırla yaptıkları şehirleri,
zengin tapınakları, birer sanat eseri olan piramitleri, heykellerle çevrili alanları ve çok
geniş stadyumları terk ederek gittiler. Binalar, caddeler ve bütün taş işleri ormana
karışarak yıkıntı haline geldiler. Hiç bir yerli bir daha o bölgeye dönmedi.
Bu çok büyük ulusal göçün eski Mısır'da da olduğunu düşünelim. Kuşaklar boyu
tapınaklar, piramitler, şehirler, su kanalları ve yollar yapan, bu yüksek binaları süslemek
için ilkel araçlarıyla taşları kazıyan halk, binlerce yıl süren bu görevleri bitince, her
şeylerini bırakıp çorak kuzeye göç etmiş olsunlar. Böyle bir tutum, yakından tanıdığımız
tarihsel olaylar incelenince hemen anlamsızlaşır, çünkü gülünçtür. Zaten bir tutum ne
kadar anlaşılmaz durumdaysa, onu açıklamaya çalışan düşünceler de o kadar çok sayıda
olur. Bunun en güzel örneğini Maya göçünün açıklanmaya çalışılmasında görüyoruz:
Öne sürülen ilk düşünce, Mayaların yabancılar tarafından şehirlerden atıldığıdır.
Ancakkültür ve uygarlıklarının doruğunda bulunan Mayaları kim yenebilirdi? Üstelik
bölgede hiç bir askerî çatışma izine rastlanmamıştı. Göçü doğuran nedenin iklimdeki
büyük bir değişiklik olduğu düşüncesi göz önüne alınabilir. Ancak bu görüşü de
destekleyecek herhangi bir iz yoktur. Olamaz da, çünkü Mayaların eski ülkelerinin
sınırıyla, yeni krallıklarının arasındaki uzaklık topu topu 352 kilometredir ve bu uzaklık,
iklimdeki felâket derecesinde bir değişimden kaçmak için kesinlikle yeterli değildir.
Mayaların bir salgın hastalık yüzünden göç ettiklerini ileri süren düşünce de araştırmalar
yapılınca çürüyüp gitmektedir. Bu görüşlerin ardından karşımıza su sorular çıkar:
Kuşaklar arasında bir savaş mı olmuştu? Gençler yaşlılara karşı mı ayaklanmışlardı? Sivil
bir savaş mı kopmuştu? Yoksa bir ihtilâl mi? Bütün bu sorulara bir çırpıda karşılık
verilebilir: Eğer durum böyle olsaydı, nüfusun belli bir bölümü, özellikle yenikler, ülkeyi
terk ederler, galip gelenlerse oldukları yerde kalırlardı. Oysa arkeolojik araştırmalar bir
tek Maya'nın bile bu bölgede kalmadığını göstermiştir. Bütün halk, kutsal yerlerini
ormanda savunmasız bırakarak göç etmişti.
Bu konuda benim de birtakım varsayımlarım var; ancak bunlar da ötekiler gibi,
ispatlanmış değil. Saydığım açıklamaların ihtimal hesaplarını düşünmeden, kendi
görüşlerimi cesaretle ortaya koyacağım.
Çok eski dönemlerde Mayaların atalarını uzaylı yaratıklar olduğunu sandığım, tanrılar
ziyaret etmişlerdi. Birtakım delillerin eski Amerikan kültürünü kuranların, eski Doğu'dan
göç ettiklerini ileri süren teoriyi destekler görünmesine rağmen, Maya dünyasında
doğunun hiç bilmediği ve özenle korunan bazı kutsal astronomi, matematik ve takvim
www.notindir.com
bilgileri ve gelenekleri bulunmaktaydı!
Rahipler bu geleneksel bilgiyi bütün güçleriyle korumaktaydılar, çünkü «tanrılar» bir
gün dönmeye söz vermişlerdi. Böylece çok büyük bir din olan Kukulkan, ya da «Tüylü
Yılan» dini kurulmuştu.
Rahipler geleneğine göre «tanrılar», takvim uyarınca yapılan büyük binalar bitirilince
göklerden geri döneceklerdi. Bu bakımdan insanlar kutsal ritme uyarak tapınakları ve
piramitleri bir an önce bitirmeye uğraşıyorlardı. Çünkü her şeyin tamamlandığı yıl,
birleşme yılı olacaktı. O zaman tanrı Kukulkan yıldızlardan gelecek, binaların ve
şehirlerin yönetimini eline alarak insanlığın arasında yaşayacaktı.
Sonunda bütün işler tamamlandı ve tanrıların dönüş yılı geldi. Ancak hiç bir şey
olmuyordu. İnsanlar bütün bir yıl boyunca şarkılar söyleyerek, dualar okuyarak
beklediler. Köleler, mücevherler, yiyecekler ve yağ sunuldu. Ama göklerde hiç bir
hareket yoktu. Ne bir tanrısal araba göründü, ne de tanrıların gök-gürültüleri duyuldu.
Hiç bir şey, kesinlikle hiç bir şey olmadı.
Rahipler ve insanlar korkunç bir hayal kırıklığına uğradılar. Yüzyılların çabası boşa
gitmişti. Kuşkular doğmaya başladı. Takvim hesaplarında bir yanlışlık mı vardı?
«Tanrılar» bir başka yere mi inmişlerdi? Hepsi birden korkunç bir yanlışlık mı
yapmışlardı?
Sırası gelmişken Maya takviminin başlangıç yılı olan M.Ö. 3111 yılından da söz edeyim.
Bu tarihi ispatlanmış kabul edersek, Mısır kültürünün başlangıcıyla arasında yalnızca
birkaç yüzyıllık bir ara olduğunu görürüz.
Aslında birçok Maya yazısında bu destansal yıldan söz edilir ve üstün doğruluktaki
Maya Takvimi sürekli olarak bu yılı tekrarlar. Bu durumda beni kuşkuculuğa iten konular
ikiye çıkıyor. Ama kuşkulara yol açacak konular bunlarla da bitmiyor.
1935 yılında Planque'de (Eski Krallık), büyük bir ihtimalle tanrı Kukumatz'ı (Yucatan'da
Kukulkan) gösteren bir taş kabartma bulundu. Kabartmadaki resme önyargılardan uzak
bir bakış, en kuşkulu kişiyi bile durup düşündürecek güçteydi.
Resminortasında, gövdesinin üst bölümü motosiklet yarışçısı gibi eğilmiş bir insan vardı.
Kullandığı aracı çocuklar bile roket olarak tanımlayabilirlerdi. Ön bölümü ince bir uzantı
meydana getiriyor, biraz aşağıya inince kenarları çentikleşiyor ve en altına doğru daha da
genişleyerek, alevler püskürten roket biçimi alıyordu. Büzülmüş adam, elleriyle ne
olduğu anlaşılamayan birtakım kontrol kollarını yönetiyor, sol ayağıyla da pedalımsı bir
şeye basıyordu. Giyimi çok düzgündü: geniş kemerin tuttuğu bir kısa pantolonu, yakası
Japon stili açılan bir ceketi ve kollarıyla bileklere sıkı sıkıya yapışan bantları vardı. Buna
benzer modern astronot resimleri hakkındaki bilgimiz yüzünden, adamın kafasında başlık
eksik olsaydı çok şaşırırdık doğrusu. Ama o da vardı; bilinen çentikleri, tüpleri ve
tepesinde antenimsi bir çıkıntıyla birlikte...Uzay yolcumuz (adam açıkça bu şekilde tasvir
edilmiştir) öne doğru eğilmekle kalmıyor, aynı zamanda gözlerini tepesinden sarkan bir
www.notindir.com
alete dikmiş dikkatle bakıyordu. Astronot koltuğu, üstünde simetrik biçimde düzenlenmiş
kutular, daireler, noktalar ve helezonlar bulunan kıç bölümünden desteklere ayrılmıştı.
Bu kabartma bize ne anlatmak istiyor? Hiç bir şey mi? Herkesin kolaylıkla uzay
gemisiyle bağdaştırabileceği bir resim, budalaca bir hayal gücünün ürünü olabilir mi?
Planque'deki taş kabartma da deliller zincirinden çıkarılacak olursa, bilginlerin göze
çarpan buluntular üzerinde yürüttükleri incelemelerin içtenlik dışı olduğu ortaya
çıkacaktır. Şunun şurasında gerçek nesneleri inceliyoruz; hayalet görmüş gibi korkmaya
ne gerek var?
Karşılıksız kalan sorularımızı sormaya devam edelim.
Mayalar neden en eski şehirlerini deniz ya da nehir kenarlarına değil de, ormanın
ortasında kurmuşlardı?
Tikal, Honduras körfezinden kuş uçuşu153,5 Km . Campeche koyundan kuş uçuşu243
Km . ve Büyük okyanustan kuş uçuşu354 Km . uzaktadır.Midye , istiridye ve deniz
minarelerinden yapılma eşyaların bolluğu, Mayaların denizle ilişkileri olduğunu gösterir.
Öyleyse ormanlara yapılan bu «uçuşun» sebebi neydi? Su kıyılarına yerleşmek dururken
su depoları yapmanın ne anlamı vardı? Yalnız Tikal'de193.150 metre küp kapasiteli 13 su
deposu bulunmuştu. Neden bu insanlar daha «mantıklı» yerler varken, özellikle buraları
seçmişlerdi?
Uzun çalışmalardan sonra hayal kırıklığına uğrayan Mayalar, daha kuzeye göç ederek
yeni bir krallık kurmuşlardı. Takvimin öngördüğü tarihlere uygun piramitler, tapınaklar
ve şehirler bir kere daha yapılmaya başlamıştı.
Maya takviminin doğruluğu hakkında bir fikir vermek için kullandığı zaman dönemlerini
sıralayalım:
20 kin = 1 uinal, ya da 20 gün
18 uinal = 1 tun, ya da 360 gün
20 tun = 1 katun, ya da 7.200 gün
20 katun = 1 baktun, ya da 144.000 gün
20 baktun = 1 piktun, ya da 21.880.000 gün
20 piktun = 1 kalabtun, ya da 571.600.000 gün
20 kalabtun = 1 kinçiltun, ya da 121.521.000.000 gün
20 kinçiltun = 1 atautun, ya da 232.0401.000.000 gün
www.notindir.com
Ormanın yeşil tavanını delerek göğe yükselenler yalnız takvim uyarınca yapılmış taş
basamaklar değildi; çünkü Mayalar gözlem evleri de kurmuşlardı.
Chichen'deki gözlemevi, Mayaların ilk yuvarlak binasıdır. Restore edilmiş bina bugün
bile bir gözlemevine benzemektedir. Üç taraça üzerinde kurulmuş daire biçimi yapının
içinde, en üstteki gözlem direğine kadar çıkan helezon bir merdiven vardır. Kubbenin
üstünde yıldızlara yöneltilmiş delikler ve yağmur tanrısının maskeleriyle, kanatlı bir
insan resmi görülmektedir.
Mayaların astronomiye olan ilgileri, başka gezegenlerdeki akıllı yaratıklarla ilgili
varsayımımıza yeterli olmayabilir. Ancak bu astronomi merakının doğurduğu birtakım
karşılıksız kalmış sorular oldukça hayret vericidir:
Mayalar, Uranüs ve Neptün'ün varlığını nereden biliyorlardı? Neden Chichen'deki
gözlemevinin delikleri en parlak yıldızlara yöneltilmişti? Palengue'deki roket kullanan
tanrı kabartmasının anlamı neydi? 400 milyon yıllık hesapları olan Maya takvimi hangi
amaçla hazırlanmıştı? Güneş ve Venüs yıllarını en küçük basamaklarına kadar
hesaplamak için gereken bilgi nereden elde edilmişti? Bu akıl almaz astronomi bilgisini
kimler aktarmıştı? Bütün bu olaylar Maya zekâsının şans ürünleri miydi? Yoksa her
gerçek, ya da birleştirilmiş bütün gerçekler, çok uzak bir geleceğe yöneltilmiş, devrim
yaratacak bir mesaj mı gizliyorlardı?
Olayları bir araya toplayıp elekten geçirecek olursak, araştırmacıları, hiç olmazsa bir
bölümünü çözmek için, geniş çapta uğraşılara sokacak sürüyle tutarsızlık ve saçmalık
kalacaktır. Çünkü çağımız araştırmacılarının, imkânsızlık denilen şeylerle
karşılaştıklarında yılmamaları gerekir.
Anlatacak bir hikâyem daha var; Chichen Itza'daki Kutsal Kuyu'nun hikâyesi. Edward
Herbert Thompson bu kuyunun çamurları içinden mücevherler ve sanat eserleri yanında,
genç erkek ve genç kız iskeletleri de çıkartmıştı. Diego de Landa, eski kaynaklara
dayanarak, Maya rahiplerinin kuraklık zamanlarında bu kuyu başında ciddî törenler
düzenlediklerini ve yağmur tanrısına öfkesini yatıştırmak için erkek ve kız çocukları
kuyuya atarak kurban ettiklerini ileri sürmüştü.
Thompson'un bulguları, de Landa'nın iddialarını ispatladı. Ancak bu korkunç hikâye
kuyunun dibinden yeni soruların çıkmasına yol açtı. Kuyu nasıl meydana gelmişti?
Neden kutsal olarak tanınmıştı? Tıpkı buna benzeyen birçok başka kuyu olduğu halde,
neden özellikle bu seçilmişti?
Chichen Itza kutsal kuyusunun tam bir benzeri, Maya gözlemevinin yetmiş metre kadar
ötesinde, ormanın içinde saklı durmaktadır. Yılanların, zehirli kırkayakların ve korkunç
böceklerin savunması altındaki deliğin boyutlarıyla tamamen aynıdır; dikey duvarları
ormanın türlü etkileriyle çürümüş, bozulmuş ve bataklaşmıştır. Kısacası iki kuyu arasında
inanılmaz bir benzerlik vardır. İkisindeki suyun derinliği de aynıdır; rengi yeşilden,
kahverengiye, kimi zaman da kan kırmızısına çalar. Kuşkusuz iki kuyu da aynı çağdan
www.notindir.com
kalmadır; belki de oluşumlarını göktaşlarına borçludurlar. Ne var ki çağdaş bilginler,
yalnızcaChichén Itza 'nın kutsal kuyusundan söz eder, büyük benzerlik gösteren ikinci
kuyudan, ileri sürdükleri düşüncelere uymadığı için hiç söz etmezler. Ayrıca iki kuyunun
da Castillo piramidinden uzaklıkları 815 metredir. Bu piramit, tanrı Kukulkan «Tüylü
Yılan» için yapılmıştı ve dolayların en büyük piramidiydi.
Yılan, hemen hemen bütün Maya yapılarının simgesidir. Çevresi çok zengin bir bitki
örtüsüyle kaplı olan Mayaların, çiçek kabartmaları yerine, adım başında yılan resimleri
yapmış olması pek şaşırtıcıdır. Hele ilk çağlardan beri kötülüğü temsil eden ve
yaratıldığından beri toz toprak içinde sürünen yılanın, tanrı sembolü biçiminde
düşünülmesi daha da şaşırtıcıdır. Ama, Mayalar arasında durum böyledir.
Tanrı Kukulkan'ın (Kukumatz) daha sonraki tanrı Ouetzlcoatl ile bir ilgisi olabilir. Maya
efsanesi bu Ouetzlcoatl'ı şöyle anlatıyor:
Ouetzlcoatl, doğan güneşin bilinmeyen ülkesinden gelmişti; beyaz bir elbisesi vardı ve
sakallıydı. İnsanlara bilimleri, sanatları ve töreleri öğretmiş, çok bilge yasalar koymuştu.
Onun denetiminde mısır koçanları bir adam boyunda olur, pamuk renkli yetişirdi.
Görevini tamamlayınca denize dönmüş, yolculuğu sırasında insanları eğitmeye devam
etmiş ve deniz kıyısında kendisini sabahyıldızına götürecek gemiye binerek dünyadan
ayrılmıştı.
Oueztlcoatl'ın da dönmeye söz verdiğini belirtmek, bilmem gerekiyor mu?
Doğal olarak, bu yaşlı bilgenin ortaya çıkışıyla ilgili bir dolu açıklama vardır. Sakallı bir
kişiye o dolaylarda pek az rastlandığından onun bir Mesih olduğu ileri sürülmüştür. Hatta
bir görüş daha ileriye giderek, Ouetzlcoatl'ın çok eski bir İsa olduğunu savunmaktadır!
Bu iddialara inanmıyorum. Eski dünyadan gelip Mayaların arasına giren bir kişinin, insan
ve eşya taşımak için tekerleği bilmesi gerekirdi. Ouetzlcoatl gibi bir misyoner, kanun
koyucu, doktor ve birçok uygulama alanında öğüt verici bir tanrının ilk yapacağı
şeylerden biri zavallı Mayalara tekerlek ve araba kullanmasını öğretmek olurdu. Oysa
Mayalar hiç bir zaman tekerlek kullanmamışlardı.
Tarihteki karışıklıklar zincirini, bulanık geçmişteki başka garipliklerin bir özetiyle
tamamlayalım.
1900 yılında Yunan sünger avcıları, Antrikitera'dan yüklenmiş mermer ve bronz
heykellerle dolu batık bir gemi buldular. Gemideki bütünsanat eserleri kurtarıldı ve
yapılan araştırmalar, geminin İsa döneminde battığını ortaya koydu. Ele geçen eserler
incelenince, bütün heykellerin toplamından daha değerli, şekilsiz bir parça bulundu.
Bilginler parçayı inceleyince bunun, üstünde daireler, yazılar ve çarklar bulunan bir
bronz plaka olduğunu gördüler ve çok geçmeden yazıların astronomiyle ilgili olduğunu
anladılar. Ayrı parçalar temizlenince ortaya hareket edebilen göstergeleri, karmaşık
ölçüleri ve üzerleri yazılı metal plakaları olan garip bir alet çıktı. Makinenin her parçası
birleştirilince, yirmiden çok küçük çarkı, bir tür değiştirme donatımı ve büyük bir ana
çarkı olduğu görüldü. Bir yüzünde, çevrilince bütün çarkları değişik hızlarda döndüren
www.notindir.com
bir mil vardı. Göstergeler, üstleri uzun yazılarla dolu bronz kaplarla korunuyordu.
Bilmem «Antrikitera makinesi,» eski çağlarda birinci sınıf bir mekanik ustalığın varlığı
hakkında en küçük bir kuşku bile bırakıyor mu? Üstelik makinenin çok karışık olması,
türünün ilk örneği olmadığını göstermiyor mu? Amerikalı Profesör Solla Price, aracın ay,
güneş ve belki öteki gezegenlerin hareketlerini belirtmeye yarayacak bir hesap makinesi
olduğu görüşünde.
Makinenin yapılış tarihi olarak M.Ö. 82 yılını vermesi o kadar önemli değildir. Bu küçük
çaptaki planetaryumun [gökevi] ilk örneğini kimlerin yaptığını bulmak çok daha önemli
olacaktır!
Hohenstaufen İmparatoru II. Frederik, 1229'da Beşinci Haçlı Seferinden olağanüstü bir
çadırla dönmüştü. Çadırın ortasında saat gibi çalışan bir motor vardı ve halk kubbe biçimi
tavandan, takımyıldızları, hareket halinde izleyebiliyordu. Açıkçası, çadır doğudan gelme
bir planetaryumdu. 1200'lerde, gerekli mekanik yetenekler bulunduğu için varlığını
yadırgamıyoruz; ancak Yunan planetaryumu, İsa döneminde, dünyanın dönüşünü göz
önünde tutan bir uzay kavramı olmadığı için biraz düşündürücü oluyor. Eski çağların
bilgili Arap ve Çin astronomları bile bu kavramdan yoksundular; Galileo ise Yunan
planetaryumunun yapılmasından 1500 yıl sonra doğmuştu. Atina'ya gidecek olursanız
«Antikitera makinesini» mutlaka gidip görünüz; Husal Arkeoloji Müzesinde sergileniyor.
II. Frederik'in çadır planetaryumu ise yalnızca yazılı belgelerden tanınıyor.
İşte geçmişten miras kalan garipliklerden birkaçı daha:
Denizden 3200 metre yükseklikte Marcahuasi çöl platosundaki kayalarda, 10.000 yıl
önce Güney Amerika'da kesinlikle yaşamamış olan aslan ve deve gibi hayvanların kaba
çizgilerle verilmiş resimleri bulunmuştu.
Türkistan'da, mühendisler bir tür camdan yapılma yarım daire biçiminde nesneler
bulmuşlardı. Arkeologlar bunların kökeni ve özellikleri hakkında hiç bir açıklama
yapamamışlardı.
Nevada çölündeki Ölüm Vadisinde, büyük bir felâket sonucu yıkılmış olması gereken
eski bir şehir yıkıntısı vardır. Bugün bile erimiş kaya ve kumların izleri görülebilir. Bir
yanardağ püskürmesinin doğuracağı ısı, kayaları eritmeye yeterli olamazdı, üstelik önce
binaları kavrulurdu. Bugün ancak lazer ışınları bu yeterli ısıyı çıkarabilmektedir. İşin
garip yanı, bu bölgede bir tek ot bile yetişmemektedir.
Lübnan'daki Hacer el Kıble (Güneyin Taşı) bir milyon kilo ağırlığındadır. Gerçi taş
işlenmiştir, ama insan gücüyle hareket ettirilmiş olması imkânsızdır.
Avustralya, Peru ve Yukarı İtalya'da, erişilmesi çok güç olan kaya yüzlerinde, henüz
açıklanamayan çok ustaca yapılmış işaretler vardır.
Ur'da bulunan altın plakalar, göklerden gelen ve insana benzeyen «tanrıların» plakaları
rahiplere sunduğundan söz ederler.
www.notindir.com
Avustralya, Fransa, Hindistan, Lübnan, Güney Afrika ve Şili'de, içlerinde bol miktarda
alüminyum ve berilyum bulunan garip kara «taşlar» vardır. En son incelemeler bu
taşların çok uzak bir geçmişte ağır bir radyoaktif bombardıman ve yüksek ısıya hedef
olduklarım göstermiştir.
Sümer çivi yazısı tabletleri, çevresinde gezegenleri olan yıldızlan gösterirler.
Rusya'da arkeologlar, iki yandan kalın kolonlarla desteklenen dik açılı bir çerçeve
üzerine yan yana dizilmiş on toptan oluşan bir hava gemisi kabartmasına rastladılar.
Toplar kolonlara yaslanıyordu. Başka Rus buluntuları arasında, elbisesi yakada bir
başlıkla sımsıkı kapalı olan, insanımsı bir yaratığın küçük bronz heykeli vardı.
Ayakkabılar ve eldivenler de aynı şekilde sımsıkı elbiseye tutturulmuştu.
British Museum'daki bir Babil tableti üzerinde geçmiş ve gelecek ay tutulmaları
verilmektedir.
Çin vilâyetlerinden Yunnan'ın başkenti Kumming'de göğe doğru tırmanan silindir
biçimi, roket benzeri makinelerin oyma resimleri bulunmuştu. Oymaların bulunduğu
piramit, bir deprem sırasında Kumming gölünün tabanından ansızın ortaya çıkmıştı.
Bunları ve daha birçok bilmeceyi kim çözecek? İnsanlar eski geleneklerin yanlış,
hatalarla dolu, anlamsız ve konu dışı olduklarını ileri sürerken, yalnızca davadan kaçıp
kurtulmaya çalıştıklarını fark etmiyorlar. Aynı şekilde bütün çevirilerin yanlış olduğunu
söyleyerek birtakım görüşleri çürüttükleri halde, işlerine gelince onlardan yararlanmakta
bir sakınca görmüyorlar. Gözleri ve kulakları gerçeklere, hatta varsayımlara kapatmanın
korkakça bir davranış olduğuna inanıyorum. Çünkü yeni sonuçlar, insanları alışılagelmiş
düşünme biçimlerinden uzaklaştırabilme gücündedir.
Dünya yüzünde her gün, hatta her saat bazı değişiklikler olmaktadır. Bugünkü modern
ulaşım ve haberleşme araçları yeni buluşları bir anda dünyaya yaymaktadırlar. Bu arada
bilginlere düsen görev, geçmişin kayıtlarını, çağdaş araştırmalarda kullandıkları yaratıcı
coşkuyla incelemek olmalıdır. Geçmişin keyfi serüveni, ilk aşamasını tamamlamıştır.
Şimdi de insanlık tarihinin ikinci hayranlık uyandıran serüveni, insanoğlunun uzaya
açılmasıyla başlamaktadır.
ONUNCU BÖLÜM:DÜNYANINUZAYDENEMELERİ
UZAY YOLCULUĞUNUN herhangi bir anlamı olup olmadığı konusundaki tartışma
henüz susturulmamıştır. Dünyada çözüme bağlanmamış bir sürü sorun dururken,
insanoğlunun evrene burnunu sokmaması gerektiğini ileri süren basit bir iddia, uzay
araştırmalarının, kısmen ya da bütünüyle anlamsız olduğunu ispatladığı kanısındadır.
Halkın hoşuna gitmeyecek bilimsel tartışmalara girmek istemediğim için, uzay
www.notindir.com
araştırmalarının mutlak gerekliliğini gösterecek birkaç kesin ve geçerli nedene
değineceğim.
Merak ve bilgiye susamışlık, çok eski çağlardan beri insanı araştırmaya yönelten itici bir
güç olmuştur. Bir şeyin NİÇİN ve NASIL olduğu soruları, gelişme, ilerleme için birer
mahmuz görevi yapmışlardır. Günümüz yaşama koşullarını, onların yarattıkları sürekli
hareket ortamına borçluyuz. Konforlu ulaşım araçları, büyük babalarımızın katlanmak
zorunda olduğu ulaşım güçlüklerini ortadan kaldırmıştır; el gücünün doğurduğu
zorluklar, makineler tarafından gözle görülür ölçüde azaltılmıştır; yeni enerji kaynakları,
kimyasal karışımlar, soğutucular ve türlü araçları, eskiden insan elinin yapmak zorunda
olduğu isleri üstlerine almışlardır. Bilimin yarattığı şeyler insanlığın laneti değil,
mutluluğu olmuştur. Hatta yarattığı en korkunç şey olan atom bombası bile, bir gün
insanlık yararına kullanılacaktır.
Bugün bilim, hedeflerine koşar adımlarla yaklaşmaktadır. İlk fotoğrafın temiz bir resim
olarak gelişmesi için 112 yıl gerekmişti. Telefonun kullanılma alanına konması 56 yılda
gerçekleşmiş, iyi bir alıcı radyo 35 yıllık bilimsel araştırma sonucu yapılmıştı. Ancak
radarın kusursuz hale gelmesine 15 yıl yetmişti. Çağ açan buluş ve gelişmeler, gitgide
daha kısa bir süre içinde ortaya çıkıyordu. 12 yıllık araştırma siyah-beyaz televizyonu
gerçekleştirmiş, ilk atom bombasının yapılması topu topu altı yıl almıştı. Bunlar 50 yıllık
teknik ilerlemeden seçilmiş yüce, biraz da ürkütücü örneklerdir. Gelişmeler hedeflerine
her geçen gün daha da hızlı varmaya başlayacaklardır. Önümüzdeki yüzyıl, insanlığın
sonsuz düşlerinin büyük çoğunluğunun gerçekleştiği bir yüzyıl olacaktır.
İnsan ruhu karşı çıkmalar ve uyarmalar arasında kendine bir yol açmasını bilmişti.
Karşısına dikilen duvardaki, havanın kuşlara, suların da balıklara özgü olduğunu
söyleyen yazılara aldırmadan, kendisi için uygun görülmeyen alanları fethetmeyi
başarmıştı. Bugün insan, doğa yasaları denilen şeylere karşı çıkarak uçabilmekte, nükleer
güçlü denizatlılarla aylarca suyun altında kalabilmektedir. Zekâsını kullanarak,
yaratıcısının kendine uygun görmediği kanat ve yüzgeçleri yapmayı başarmıştır.
Charles Lindberg destansı uçuşuna başlarken hedefi Paris'ti; ancak kafasını Paris'e
ulaşmaktan çok, insanın tek başına ve zarar görmeden Atlantiği geçebileceğini göstermek
için kurcalıyordu. Uzay yolculuğunun da ilk hedefi aydır. Ancak bu yeni bilimsel ve
teknik tasarının da gerçek amacı, insanoğlunun uzayda söz sahibi olabileceğini
göstermektedir.
Öyleyse, neden uzay yolculuğu mu?
Dünyamız birkaç yüzyıl sonra korkunç bir nüfusa sahip olacaktır. İstatistikler 2050
yılında dünya nüfusunun 8,7 milyar olacağını göstermektedir. 200 yıl kadar sonra da bu
sayı 50 milyara yükselecek, böylece kilometre kareye düşen insan sayısı 335 olacaktır.
Düşünmek bile güç! Denizden yiyecek elde edileceğini ve deniz tabanına şehirler
kurulacağını ileri süren sakinleştirici teoriler, nüfus patlaması karşısında iyimser
savunucuların düşündüğünden çok önce, yetersiz çareler durumuna düşeceklerdir. 1966
yılının ilk altı ayı içinde, Endonezya'nın Lombok adasında salyangoz ve ot yiyerek sağ
www.notindir.com
kalmaya çalışan 10.000'den çok insan açlıktan ölmüştü. Birleşmiş Milletler eski genel
Sekreteri U Thant, Hindistan'da açlıktan ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan 20 milyon
çocuk bulunduğunu açıklamıştı. Bu sayı, Zürichli Profesör Mohler'in açlığın dünyayı
egemenliği altına alacağı iddialarını, desteklemektedir.
Dünyayiyecek üretiminin, bütün teknik yardımlara ve kimyasal gübrelemeye rağmen,
nüfus artışıyla atbaşı gidemediği açıklanmıştır. Sağ olsun, kimya doğum kontrol haplarını
insanlık emrine vermiştir. Ama az gelişmiş ülkelerdeki kadınlar hapları kullanmayı
reddederlerse kimya ne yapsın? Oysa yiyecek üretiminin, nüfus artışıyla aynı düzeye
gelebilmesi için doğum oranının on yıl içinde yarı yarıya azaltılması gerekmektedir. Bu
akılcı çözüm yolunun gerçekleşebileceğine ne yazık ki inanamıyorum. Çünkü ahlâk
dürtülerinin ve dinsel yasaların yarattığı önyargının «ses duvarı», nüfus artışına uygun bir
hızla aşılamayacaktır. Her yıl milyonlarca insanı ölüme göndermek mi, yoksa onları hiç
doğurmamak mı daha insanca, hatta tanrısaldır?
Aslında doğum kontrolü verdiği savaşı kazansa; tarım yapılabilir alanlar genişletilse;
henüz bilinmeyen yollarla üretim iki katına çıkarılsa; balıkçılık daha fazla yiyecek
sağlasa; okyanus yataklarındaki alglardan yararlanılsa ve daha bir dolu şey yapılsa bile,
bütün çabalar korkunç sonu geciktirmekten, yüz yıl ileriye atmaktan başka bir işe
yaramayacaktır.
İnsanın bir gün Merih'e yerleşeceğine ve tıpkı Mısır'a taşınacak Eskimoların sıcak iklime
uyum göstermesi gibi, Merih'teki koşullara uyacağına inanıyorum. Dev uzay gemileriyle
gidecek gezegenler torunlarımız tarafından tıpkı yakın çağlarda Amerika ve
Avustralya'da olduğu gibi, kolonize edilerek oturulur hale getirileceklerdir. Bunun için
uzay araştırmalarına ağırlık vermeliyiz.
Torunlarımıza yaşama şansı tanımak zorundayız. Bu görevini yerine getirmeyen her
kuşak, insanlığı gelecekte açlıktan ölümle karşı karşıya bırakmaktadır.
Bu yalnız bilim adamını ilgilendiren soyut bir sorun değildir. Kendini gelecek için
sorumlu tutmayanlara, uzay araştırmalarının insanlığı üçüncü dünya savaşından
koruduğunu belirtmek isterim. Toptan yok olma tehdidi, büyük güçleri, büyük bir savaşın
eşiğinden döndürmemiş midir? Bugün bütün A.B.D.'ni çöl haline getirmek için hiç bir
Rus askerinin Amerika'ya ayak basmasına gerek olmadığı gibi, hiç bir Amerikan
askerinin de Rus topraklarında ölmesine gerek yoktur; çünkü tek bir atom bombası,
radyoaktif etkileri koskocaman ülkeleri yaşanmaz duruma sokmaya yetmektedir. Saçma
görünebilir ama ilk kıtalararası füzeler, barışı bir yere kadar garanti altına almışlardır.
Uzay araştırmalarına harcanan milyarların, ülkelerin gelişmesine harcanmasının daha
doğru olacağı görüsü ikide birde öne sürülmektedir. Bu görüş hatalıdır; çünkü endüstriyel
uluslar az gelişmiş ülkelere yalnız politik amaçlarla değil, kendi endüstrilerine yeni
pazarlar açmak için de yardım yapmaktadırlar. Bu bakımdan az gelişmiş ülkelere
yapılacak daha geniş yardımlar daha uzun süreli görüş açısından söz konusu olamazlar.
1966 yılında Hindistan'da, her biri yılda 5 kilo yiyecek tüketen 1,6 milyar fare yaşıyordu.
www.notindir.com
Devlet, sofu Hintliler fareleri koruduğu için bu felâketi önleyecek hiç bir harekette
bulunamıyordu. Yine Hindistan'da ne süt veren, ne koşum hayvanı olarak kullanılabilen,
ne de kesilip yenebilen 80 milyon inek yaşamaktadır. Kalkınmanın birtakım dinsel
tabularla engellendiği böyle geri kalmış ülkelerde, gelecekteki hayatı tehlikeye sokan örf,
âdet ve inanışları silmek için birçok kuşağın gelip geçmesi gerekecektir.
Burada da uzay çağının gazete, radyo ve televizyon gibi haberleşme araçlarına insanları
aydınlatma ve ilerletme görevi düşmektedir. Dünya küçülmüştür. Herkes birbiri hakkında
daha çok şey bilmekte ve öğrenmektedir. Ulusal sınırlamaların geçmişte kalan bir kavram
olduklarını anlamak için uzay yolculuklarına ihtiyaç vardır. Bunların sonucu olarak
meydana gelen teknolojik ilerlemeler ise, insanların ve kıtaların, evrenin boyutları
karşısındaki önemsizliğinin, uzay araştırmalarında halkların birleşmesi için yerinde bir
dürtü ve teşvik olduğu anlayışı yaymakla yükümlüdürler. Her çağda insanlığı
canlandıracak ve bilinen sorunları aşarak erişilmez görünen gerçeklere varmasını
sağlayacak bir parolaya gerek duyulmuştur.
Uzak araştırmalarının endüstri çağında yerini sağlamlaştıracak bir başka etken de, bu
araştırmaların yarattığı endüstri kollarının çeşitli nedenlerle işlerini kaybetmiş yüz
binlerce insanın hayatlarını kazanabilecekleri yeni bir iş alanı açmış olmasıdır.
«Uzayendüstrisi», otomobil ve çelik endüstrilerini çoktan geride bırakmıştır. 4000'den
fazla yeni buluş, varlığınıuzay araştırmalarına borçludur. Bunların hepsi de yüksek bir
hedef için yapılan araştırmaların yan ürünleridir ve kimse kökenlerini düşünmediği halde,
günlük hayata girmişlerdir. Elektronik hesap makineleri, mini alıcılar, mini vericiler,
radyo ve televizyon transistorları, yemeğin yağ olmadığı zaman bile yapışmadığı tavalar
hepuzay araştırmaları sonucunda ortaya çıkmıştır. Uçaklardaki güvenlik araçları,
tamamen otomatik yer-kontrol sistemleri, otomatik pilotlar ve çok gelişmiş elektronik
beyinler de bilmeden, kişilerin özel hayatlarını etkileyen bir gelişme tasarısının
ürünleridir. Bunların dışında, halkın hiç bilmediği, mutlak boşluk içinde çalışan kaynak
ve yağlama sistemleri, foto-elektrik hücreler ve sonsuz uzaklıkları fetheden ufak enerji
kaynakları dauzay araştırmalarının getirdiği buluşlardandır.
Uzayaraştırmalarına akan vergi selleri, vergi ödeyenlere inceleme sonuçlarını taşıyan bir
ırmak halinde geri dönmektedirler. Herhangi bir biçimdeuzay araştırmalarına katılmayan
uluslar bu teknik devrim karşısında ezileceklerdir. Telstar, Echo, Relay, Trios, Mariner,
Ranger ve Syncom gibi ad ve kavramlar, karşı durulmaz araştırmalara giden yoldaki
işaretlerdir.
Dünyanın enerji kaynakları kısıtlı olduğu için, yakın bir gelecekte uzay yolculuğuçok
büyük bir önem kazanacaktır. Çünkü insan, şehirlerini aydınlatmak, evlerini ısıtmak ve
araçlarını çalıştırmak için Merih ya da başka gezegenlerden bölünebilir madde elde
etmek zorunda kalacaktır. Atom gücü istasyonları, daha bugünden en ucuz enerjiyi
ürettiklerine göre, endüstriyel kütle üretimi yakın bir gelecekte bu istasyonlara bağımlı
olacaktır. Dünya bu istasyonlara gerekli bölünebilir maddeleri sağlayamadığı gün de,
başka gezegenlere başvurmaktan başka çare kalmayacaktır. Araştırmaların taze sonuçları
bizleri her gün sıkıştırmaktadır. Gerekli bilgilerin yavaş yavaş babadan oğula geçirilmesi,
çoktan tarihe karışmıştır. Yalnızca bir düğmeye basarak çalıştırılan radyoyu onaran
www.notindir.com
teknisyen, genellikle plastik bir tabaka üzerine yerleştirilen karmaşık devreler ve
transistor teknolojisi hakkında her şeyi bilmek zorundadır. Kısa bir süre sonra bu
bilgisine, mikro-elektroniğin ufacık parçaları konusunu da katmak durumunda kalacaktır.
Gündelikçi işçiler bile çıraklarına öğrettikleri bilgilere yenilerini katmaktadırlar.
Büyükbabalarımız zamanında belirli bir dalda usta olan kişiye, elde ettiği bilgiler bir
ömür boyu yeterdi. Ancak bugünün ve yarının ustaları eski bilgilerine hiç durmadan
yenilerini eklemek zorundadırlar. Dün geçerli olan şey, yarın geçersiz olacaktır.
Milyonlarca yıl sonra da olsa, güneş bir gün ölüp gidecektir. Ancak bir devlet adamı,
kafası kızıp da atomik yok etme aracını harekete geçirecek olursa, beklenen felâket çok
önceden dünya üzerine çökecektir. Ayrıca bilinmeyen ve önceden kestirilmeyen bir uzay
olayı da dünyanın sonunu getirebilir. İnsan bu düşünceye hiç bir zaman inanmak
istememiştir; birçok dinde, ruhun ölümden sonra yaşayacağı umudunun gerçek nedeni de
bu olabilir.
Açıkçası uzay araştırmaları insanın özgür iradesinin ürünü değil, bir iç zorlama sonucu,
geleceğinin umudunu uzayda arama isteğidir. Nasıl geçmişte uzaylıların dünyamızı
ziyaret ettiklerine inanıyorsam, bugün de uzayda birçok akıllı yaratığın yaşadığına
inanıyorum. Hatta bunların bir bölümünün, bizden daha eski ve gelişmiş olduğunu
sanıyorum. Ancak bunların kendi çaplarında uzay araştırmaları yaptığını ileri sürdüğüm
anda, kurgu bilim dünyasına girmiş olurum; bu da benim için kafamı arı kovanına
sokmaktan farksızdır!
En azından yirmi yıldır dünyanın birçok bölgesinde «uçan daireler» görülmektedir. Bu
konudaki edebiyat onlara U.F.O. adını takmıştır. (İngilizce’de Unidentified Flying
Objects «kimliği bilinmeyen uçan nesneler» sözlerinin kısaltılmışı.) Ancak U.F.O.'ların
heyecanlı hikâyesine değinmeden, uzay araştırmalarının yararlılığı konusunda birkaç
örnek daha vermek isterim.
Uzay yolculukları için araştırma yapmanın kazançsız bir iş olduğu, ne kadar zengin
olursa olsun, hiç bir ülkenin bu araştırmaya gerekecek parayı sağlayamayacağı söylenir.
Doğrudur, tek başına araştırma hiç bir zaman kazançlı olmamıştır; kazanç getiren,
araştırmanın ürünleridir. Aslında uzay yolculuğu araştırmalarından bu günkü aşamasında
kazanç ya da kendi kendini ödeme beklemek yanlış olur. Üstelik uzay araştırmalarının
4000 yan ürününün yatırımlara ne ölçüde karşılık verdiğini gösterecek herhangi bir
terazileme yapılmış değildir. Bence, başka araştırma dallarında çok az görülen bir karşılık
verdiği kuşkusuzdur. Gerçek hedefine varınca da yalnız kazanç getirmekle kalmayacak,
aynı zamanda insanlığı korkunç sondan kurtaracaktır. Bu arada, bütün COMSAT uydu
dizisinin, şimdiden ticarî nitelik kazandığını belirtmek isterim.
1967 Kasımında Der Stern şöyle diyordu:
«Tıpta kullanılan hayat kurtarıcı makinelerin büyük çoğunluğu Amerika'dan
gelmektedir. Bunlar atom araştırmaları, uzay yolculukları ve askerî teknoloji
sonuçlarının, sistemli bir değerlendirmesiyle ortaya çıkan ürünlerdir. Hemen hepsi,
endüstri devleriyle, tıbbı her gün yeni zaferlere sürükleyen Amerikan hastaneleri
www.notindir.com
arasındaki soylu işbirliğinden doğmuştur.
Şöyle ki, Starfighter'Iarı yapan Lockheed Company, tanınmış Mayo Clinic'le işbirliğine
girerek, elektronik beyinleri temel alan yeni bir hastabakıcılık tekniğini geliştirme
yolundadır. North Amerikan Aviation yetkilileri, tıp alanından gelen önerileri göz önüne
alarak, ciğerinden rahatsız olanlara kolaylıkla soluk aldırabilecek bir «Amfizem kuşağı»
üzerinde çalışmaktadırlar. NASA'nın önerisiyle, uzay gemilerinde mikro-göktaşlarının
etkisini ölçmek için kullanılan bir makine, belirli sinir hastalıklarında çok küçük kas
kasılmalarını gösteren bir alete dönüştürülmüştür.
Amerikan elektronik beyin teknolojisinin bir başka hayat kurtaran yan ürünü de «kalp
makinesidir.» Bugün 2000'den fazla Alman göğüslerinde bu aletle yaşamaktadırlar.
Bu alet, pille çalışan bir mini jeneratörden oluşmakta ve deri altına yerleştirilmektedir.
Doktorlar bundan çıkan bir kabloyu, vena cavadan geçirmekte ve sağ kulakçıkla
birleştirmektedirler. Böylece sürekli gelen akımla kalp ritmik hareketlerle çarpmaktadır.
Hayat makinesinin pilleri üç yıl sonunda tükenince basit bir işlemle yenilenebilmektedir.
Amerikan firması General Electric, tıp teknolojisinin bu küçük mucizesini geçen yıl
çıkarttığı çift hızlı bir modelle daha da geliştirmiştir. Makineyi taşıyan kişi tenis oynamak
ya da trene yetişmek için koşmak istediğinde küçük bir mıknatısı, makinenin
yerleştirildiği nokta üzerinde bir an dolaştırmakta, böylece kalbi daha hızlı
çalışmaktadır.»
Der Stern'in raporundaki uzay araştırmalarının yan ürünlerini görenler artık bu
araştırmaların yararsız olduğunu ileri sürebilirler mi?
Die Zeit'in 47 numaralı Kasım 1967 sayısında, «Ay Roketlerinden Uyarma» başlığı
altında şunlar söyleniyordu:
«Aya yumuşak iniş yapacak araçlar için geliştirilen donatımlar, araba fabrikatörleri
tarafından büyük bir ilgiyle karşılanmıştır. Her ne kadar yolcuları bütün çarpışmalardan
koruyacak türden değillerse de, kazalarda ölüm ve yaralanma oranını büyük ölçüde
azaltmaktadırlar. Uçak yapımında gitgide daha çok kullanılan «bal peteği» yastıkları,
ufak bir ağırlıkla, büyük gerilim gücü yaratmaktadırlar. Bunlar otomobil endüstrisinde de
denenmektedirler: Gaz türbiniyle çalışan Rover deneme arabasının tabanı «bal
petekleri»nden yapılmıştır.
Araştırmanın bugünkü durumunu ve hızlı gelişimini bilen bir kimse, «Bir yıldızdan
ötekine gitmek hiç bir zaman mümkün olamayacaktır» biçimindeki sözleri hoşgörüyle
karşılayamaz. Günümüzün genç kuşağı, «bu imkânsızlığın» gerçekleştiğini görecektir.
Rusların 1967'de insansız iki uzay aracını stratosferde birleştirerek ispatladıkları gibi, çok
güçlü motorları olan dev uzay gemileri yapılacaktır. Uzay araştırmalarının bir kesimi
daha şimdiden, uzay gemilerinin önüne yerleştirilerek ufak gök cisimlerini etkisiz kılacak
elektrik kemeri gibi bir koruyucu perde üzerinde çalışmaktadır. Bir grup seçkin fizikçi
ise, tachyon adıyla bilinen şeyleri bulup çıkarma çabasındadırlar.
www.notindir.com
Bu teorik parçacıklar, ışıktan hızlı uçabilmektedirler ve en düşük hız sınırlan ışık hızıdır.
Bilim adamları tachyonların var olduğunu bilmektedirler; geriye yalnız varlıklarının
fiziksel delilini bulmak kalıyor. Bu türden deliller neutrinolar ve anti-maddeler için
bulunmuştur bile!Uzay yolculuğuna karşı olanlara soralım: Binlerce insan, belki de
çağımızın en akıllı adamlarının değerli zamanlarını ve güçlerini basit ütopya ya da hedef
için harcadıklarına inanıyorlar mı?
Şimdi de ciddîye alınmama tehlikesine aldırmadan UFO'lardan söz edeyim.
UFO'lar Amerika'da, Filipinler'de, Batı Almanya'da ve Meksika'da görülmüşlerdi. UFO
gördüğünü ileri sürenlerin %98'inin meteoroloji balonu, şimşek, garip bulut oluşumları,
yeni tür uçaklar, hatta şafakta görülen garip ışık ve gölge oyunları gördüklerini kabul
edelim. Kuşkusuz bunların bir bölümü de toplu heyecanın kurbanlarıydı. Ortada olmayan
bir şeyi gördüklerini ileri sürüyorlardı. Bu arada kendinden söz ettirmeye meraklı olanlar
da boş durmayarak, basında türlü türlü haberler çıkarttırıyorlardı. Bütün bu kafadan
çatlakları, yalancıları, isterikleri, ün düşkünlerini dikkate almazsak, geriye, içlerinde
görevleri gereği gök olaylarına alışık kişiler bulunan geniş bir gözlemciler grubu kalıyor.
Basit bir ev kadını, bir çiftçinin düştüğü yanılmaya düşebilir ama tecrübeli bir uçak pilotu
UFO görürse, işin içinde bir iş olduğu ortaya çıkar. Çünkü bir uçak pilotu seraplara,
şimşeklere, meteoroloji balonlarına v.b. alışıktır. Bütün duyularının tepkileri; özellikle
kusursuz gözleri her an denetlenir; uçuştan birkaç saat öncesinden, uçuş sonuna kadar
alkol almasına izin verilmez. Üstelik bir pilot hiç bir zaman saçma sapan şeyler
söylemeye yanaşmaz, çünkü çok iyi ücret aldığı işini çok kolaylıkla kaybedebilir. Bu
durumda birçok pilot (hava kuvvetlerinde görevliler dâhil) aynı hikâyeyi anlatırsa,
dinleme zorunluluğu doğar.
Ben, UFO'ların ne olduklarını bilmiyorum. Bunların bilinmeyen akıllı yaratıklara ait
uçan nesneler olduklarını da söylemiyorum. Ancak bu görüşe karşı çıkılabileceğini
sanmıyorum. Dünyanın dört bir tarafına yaptığım geziler sırasında, ne yazık ki hiç bir
UFO'ya rastlamadım. Bununla birlikte, belgeleri olan, doğrulanmış olayları aktarabilirim:
5 Şubat 1965 günü Amerika Savunma Bakanlığı, iki radar görevlisinin raporunu
incelemek üzere bir Özel UFO Bölümü kurulduğunu açıkladı. 29 Ocak 1965 günü bu iki
görevli, Maryland Askerî Havaalanının radarında kimliği bilinmeyen iki uçan nesne
görmüşlerdi. Bu nesneler havaalanına saatte4350 mil gibi korkunç bir hızla güney
yönünden yaklaşmışlar, alanın30 mil yukarısında keskin bir dönüş yaparak radar
menzilinden çıkmış ve kaybolmuşlardı.
3 Mayıs 1964'te içlerinde üç de meteoroloji uzmanı bulunan birçok Canberrali
(Avustralya) sabahın erken bir saatinde, gökyüzünü kuzeydoğu yönünde aşan büyük ve
parlak bir uçan nesne gözlemişlerdi. Görgü tanıkları daha sonra, NASA yetkililerine
«şey»in nasıl taklalar attığını ve küçük bir nesnenin nasıl ona yaklaştığını anlatmışlardı.
Küçük nesne parlak kırmızı bir ışık çıkararak gözden kaybolmuş, büyük «şey» ise
kuzeydoğu yönünde uzaklaşmıştı. Meteoroloji uzmanlarından biri, «Bugüne kadar bu
UFO hikâyeleriyle hep alay etmiştim. Ne söyleyeceğim şimdi?» demişti.
www.notindir.com
23 Kasım 1953'te Michigan'daki Kinross Hava Üssü'nün radarında kimliği
belirlenemeyen bir uçan nesne görülmüş; ve o sırada F-86 uçağıyla talim uçuşu yapan
Uçuş Teğmeni R. Wilson'a nesneyi izleme izni verilmişti. Radar merkezindeki bütün
görevliler Wilson'un kimliği belirlenemeyen nesneyi 160 mil kadar kovalamasını
gözlemişlerdi. Birden iki uçan gövde, ekranda içice gelmiş ve Teğmen Wilson'a yapılan
bütün radyo çağrıları karşılıksız kalmıştı.
Olayı izleyen günlerde, olayın geçtiği her yer arama birliklerince karış karış taranmış.
Superior gölünde yağ izleri bulmak umuduyla aralıksız araştırmalar yapılmıştı. Ancak hiç
bir şey bulunamamıştı. Uçuş Teğmeni R. Wilson ve uçağından kesinlikle hiç bir iz yoktu!
13 Eylül 1965 gecesi saat bir dolaylarında Polis Çavuşu Eugene Bertrand, Exeter (NewHampshire, A.B.D.) yakınlarındaki bir geçitte, arabasının direksiyonu başında çıldırmış
gibi oturan bir kadına rastladı. Kadın daha ileriye gitmeyeceğini, çünkü kırmızı ışıklar
saçan dev gibi bir şeyin kendisini 101 numaralı yola kadar kovaladığını, sonra da ormana
dalıp kaybolduğunu söylüyordu.
Orta yaşlı polis memuru, kadının biraz deli olduğunu düşündü ve üstünde durmadı. Az
sonra arabasının telsizinden derhal merkeze gelmesi bildirildi. Merkezde meslektaşı Gene
Tolland, genç bir adamın parlak kırmızı ışıklar saçan bir nesneden kaçtığını söylediğini
anlattı.
İki arkadaş, birkaç polis memuru daha alarak arabalarıyla devriye gezisine çıktılar. Bu
aptalca hikâyenin mantıklı bir açıklamasını buluruz umuduyla iki saat kadar çevreyi
araştırdılar; herhangi bir olağanüstülüğe rastlamayınca dönmeye karar verdiler. Altı atın
durduğu bir çayırlıktan geçerlerken, birden atlar çıldırmışçasına kaçmaya başladılar.
Hemen ardından ortalığı kıpkırmızı bir ışık kapladı. Genç bir polis memuru kendini
tutamayarak; «Orada! Oraya bakın!» diye bağırdı. Gerçekten de ateş saçan kırmızı bir
nesne, ağır ağır ve gürültü çıkarmadan arabanın üstüne doğru geliyordu. Hem de
ağaçların üstünden, yani uçarak! Bertrand hemen telsize sarılarak merkezi aradı ve
Tolland'a nesneyi kendi gözleriyle gördüğünü söyledi. O arada yol kenarındaki çiftlik ve
komşu tepeler de kırmızı bir ışıkla kaplanmışti. Yanlarında ikinci bir polis arabası dürdü.
İçinden çıkan memur;
«Allah kahretsin!» diye bağırdı, «Tolland'a bağırmanı işittim telsizde. Delirdiğinizi
sandım, fakat şuna bak!»
Esrarengiz olayın soruşturması sırasında elli sekiz kişinin ifadesi alındı. Aralarında
meteoroloji uzmanları ve Kıyı Koruma görevlileri, başka bir deyişle bir meteoroloji
balonunu helikopterden ya da bir uyduyu bir uçağın ışıklarından ayırabilecek güvenilir
gözlemciler de vardı. Ortaya çıkan raporda birtakım beyanlar vardı, ama kimliği
belirlenemeyen uçan nesne hakkında hiç bir açıklama yoktu.
5 Mayıs 1967'de Marliens (Cote d'Or) Belediye Başkanı Ban Malliotte, yoldan 650
metre içerdeki bir yonca tarlasında, garip bir deliğe rastladı. Delik beş metre çapında, 30
www.notindir.com
santim derinliğinde bir daireydi. Dairenin her yanından 10 santim derinliğinde ince yollar
çıkıyordu. Yolların bittiği yerlerde ise 35 santim derinliğinde delikler göze çarpıyordu.
Toprağa ağır bir metal parmaklık bastırılmış gibiydi. Bunlardan da şaşırtıcı olarak, gerek
deliklerde, gerekse yollarda morumsu beyaz bir toz vardı. Marliens dolaylarındaki bu
tarlayı kendi gözlerimle gördüm. O izleri hayaletler bırakmış olamazdı!
Bu olaydan ne gibi sonuçlar çıkarmalıyız? Birçok insanın -bazen büyük gizli
toplumların- apaçık gördükleri olaylar karşısında, gerçekçiliğe sığmayan tutumlara
girmeleri üzücüdür. Bu insanların birtakım önyargıları yüzünden, ciddî bilginler, gülünç
olma korkusuyla gerçekleri incelemekten kaçınmaktadırlar.
6 Kasım 1967 günü Alman Televizyonu 2. programında yer alan «Uzaydan saldırılar
mı?» konulu konuşmada, bir Lufthansa uçağının kaptan pilotu, kendisinin ve dört
arkadaşının görgü tanığı oldukları bir olayı anlattı. 15 Şubat 1967 günü, San Francisco'ya
inişten on, on beş dakika önce, uçaklarının çok yakınında 10 metre çapında, çok parlak
ışıklar saçan bir nesne görülmüş ve bir süre birlikte uçmuşlardı. Gözlemlerini
ColoradoÜniversite sine göndermişler, ancakÜniversite yetkilileri başkaca bir açıklama
bulamadıklarından, pilotların gördüğü uçan nesnenin, atılan bir uydudan kopan bir parça
olduklarını açıklamışlardı. Kaptan pilot, bir milyon millik uçuş tecrübesinden sonra ne
kendisinin, ne de meslektaşlarının, düşmekte olan metal'in çeyrek saat havada asılı
kalabileceğine ve uçağın hızına uyarak uçabileceğine inanamadıklarını belirtti. Üstelik
yanlarında uçmuş olan UFO yerden de üç çeyrek saat gözlenebilmişti. Kaptan pilot hiç de
hayalperest bir adam izlenimi vermiyordu...
21 ve 23 Kasım 1967 tarihli Die Suddeutsche Zeitung'lardan iki haber:
«Belgrat (Özel muhabirimizden)
Son birkaç gün içinde güneydoğu Avrupa'nın değişik bölgelerinde, kimliği bilinmeyen
uçan nesneler (UFO'lar) görülmüştür. Hafta sonunda Agramlı bir amatör astronom bu
parlak gök nesnelerinden üçünün resmini çekmeyi başarmıştır. Ancak uzmanlar,
Yugoslav gazetelerinin baş sayfalarını kaplayan bu fotoğraflar hakkındaki görüşlerini
açıklaya dursunlar, Montenegro'nun dağlık bölgelerinden yeni UFO'ların görüldüğü
bildirilmiştir. O dolaylarda çıkan orman yangınlarına UFO'ların yol açtığı ileri
sürülmektedir. Özelikle İvangrad köyü sakinleri, son birkaç gündür her akşam ışıklar
saçan çok garip uçan nesneler görüldüğünü söylemektedirler. Yetkililer o dolaylarda
gerçekten birkaç orman yangınının baş gösterdiğini, ancak bunlardan hiç birine neyin yol
açtığının anlaşılmadığını açıklamışlardır.»
«Sofya (UPI)
Bulgaristan'ın başkenti Sofya üzerinde bir UFO görülmüştür. Bulgar Haber Ajansı
BTA'nın bildirdiğine göre, UFO çıplak gözle de görülmüştür. BTA, uçan gövdenin önce
güneş yuvarlağından büyük olduğunu, sonra trapez biçimi aldığını belirtmektedir.
Sofya'da teleskoplarla da gözlenen nesnenin güçlü ışınlar yaydığı bildirilmektedir. Bulgar
Hidroloji ve Meteoroloji Enstitüsü, uçan gövdenin kendi gücü ile hareket ettiğini ve
www.notindir.com
yerden 29 kilometre yukarıda uçtuğunu açıklamıştır.»
1967 sonbaharında yapılan 7. Uluslararası UFO Araştırmacıları Dünya Kongresinde,
«Uzay yolculuğunun babası» olarak bilinen Wernher von Braun'ın öğretmeni, Profesör
Hermann Oberth, UFO'ların hâlâ bilim dışı bir sorun olduklarını, ancak bunların
«bilinmeyen dünyaların uzay gemileri» olabileceklerini söyledi «Kuskusuz bu gemileri
kullanan ve yapanlar bizden kültürel açıdan çok ileri kimselerdir. Olayları yeterince
değerlendirecek olursak onlardan çok şey öğrenebiliriz.»
Dünya'daki roket gelişmelerinde büyük katkısı olan Oberth, güneş sisteminde bile, bizim
anladığımız biçimde hayat için, gerekli koşulların var olduğu gezegenler bulunabileceğini
söylemektedir. Kendisi de bilim araştırmacısı olan Oberth, ciddî bilim adamlarının da,
başlangıçta hayalî gibi görünen sorunlarla uğraşmalarını istemektedir. «Bilginler doymuş
kaz gibidirler; yeni düşünceleri hemen budalaca diye niteleyerek kafalarını sokmazlar.»
17 Aralık 1967'de 'İkinci Düşünceler' başlığı altında Die Zeit şöyle diyordu:
«Ruslar yıllardır batıdaki uçan daire heyecanıyla alayedip durmuşlardı. Bu yakınlarda
Pravda'da böyle garip gök araçlarının var olamayacağını belirten resmî bir yalanlama
çıkmıştı. Şimdiyse Hava Kuvvetleri Generallerinden Anatolyi Stolyakov, bütün UFO
raporlarını inceleyecek bir komiteye başkan atanmıştır. Bu durumla ilgili olarak Times
gazetesi şunları yazmaktadır: 'UFO'lar ister toplu hayallerin ürünü olsun, ister Venüslü
ziyaretçiler oldukları ileri sürülsün, isterse tanrısal bir uyarma olarak kabul edilsinler;
haklarında mutlaka bir açıklama olmalıdır; yoksa Ruslar hiç bir zaman bir Soruşturma
Komisyonu kurmazlardı.»
30 Haziran 1908 sabahı saat 07:17'de Sibirya'da görülen olay, 'uzaydan gelen nesneler'
konusunda en ilginç olanıdır. Trans-Siberian Demiryolu'nun yolcuları güneyden kuzeye
doğru kayan bir ateş topu görmüşlerdi. Bu parlak kütlenin stepte kaybolmasından az
sonra gök gürültüsünü andıran korkunç bir ses treni sarsmış, ardından kesintisiz
patlamalar duyulmaya başlamıştı.Dünya üzerindeki Sismograf istasyonları hatırı sayılır
bir yer sarsıntısı kaydetmişler, olayın merkezinden 885 kilometre uzaktaki Irkuts'taki
sismografın iğnesi bir saat boyunca durmadan titremişti. Gürültü ise yarıçapı 1000
kilometreyi aşkın bir alanda duyulmuştu. Sürülerle ren geyiği ölmüş, göçebeler
çadırlarıyla birlikte göğe uçmuşlardı.
Görgü tanıklarının ifadelerinin toplanmasına ancak 1921'de o da Profesör Kulik'in ön
ayak olmasıyla başlandı. Kulik ayrıca Taiga'nın bu seyrek nüfuslu bölgesine yapılacak bir
araştırma gezisi için de para toplamayı başardı. 1927'de Tunguska'ya varan bilim
adamları dev bir göktaşının yarattığı bir kraterle karşılaşacaklarına inanıyorlardı. Ancak
olayın geçtiği bölgeye varınca yanıldıklarını anladılar. Patlamanın merkezinden 60
kilometre kadar uzaktan başlamak üzere hiç bir ağacın tepesi yoktu. Merkeze yaklaştıkça
çevre daha da çoraklaşıyordu. Merkezde ise bütün ağaçlar, telgraf direkleri gibi
yontulmuş, en iri ağaçlar dışa doğru parçalanmışlardı. Daha kuzeye ilerleyen bilim
adamları, her yanda geniş çapta bir yangının izlerine rastlayınca, bölgede korkunç bir
patlama olduğu kanısına vardılar. Bataklık toprakta, türlü boylarda deliklerle karşılaşınca,
www.notindir.com
göktaşlarından kuşkulanarak toprağı kazdılar. Ancak hiç bir kalıntı yoktu; ne bir demir,
ne bir nikel ne de bir taş parçası... Araştırmaya iki yıl sonra daha büyük delme araçları ve
geliştirilmiş teknik araçlarla devam edildi. Ancak 35 metre derinliğe kadar kazıldıysa da,
hiç bir göktaşı kalıntısı bulunamadı.
1961 ve 1963 yıllarında Sovyet Bilimler Akademisi Tunguska'ya iki araştırma ekibi daha
gönderdi. 1963'teki ekibe jeofizikçi Solotov önderlik ediyordu. Bu sefer en modern
teknik araçlarla donatılmış bilim adamları, Sibirya patlamasının nükleer bir patlama
olduğu sonucuna vardılar.
Bir patlamaya yol açan belirli fiziksel büyüklük oranları bilinirse, o patlamanın türü de
ortaya çıkar. Tunguska patlamasında çok büyük ışın enerjisi saçıldığı biliniyordu. Bilim
adamları patlama merkezinden 17,5 kilometre ötede bile radyasyon etkisiyle kavrulmuş
ağaçlar bulmuşlardı. Ancak yaş bir ağacın ateş alabilmesi için santimetre karesine 70 ile
100 kalori arasında ışın enerjisi düşmesi gerekiyordu. Zaten patlamanın şimşeği öylesine
parlaktı ki, uzun süre, 199,5 kilometre uzakta bile ikinci gölgeler yaratmaya devam
etmişti.
Bu ölçümlerden yararlanılarak patlamada ortaya çıkan ışın enerjisinin 2,8 x 1023erg
dolaylarında olduğu hesaplandı. (Açıklayayım: Bilimlerde erg,' işin ölçüsüdür.'1
gramkütlesi olan bir böcek,1 santimetre yüksekliğinde bir duvara tırmanırken 981 erg
değerinde güç ortaya koyar.)
Araştırmacılar 17,5 kilometrelik alan içindeki ağaçların küçüklü büyüklü dallarının
karbonize olduğunu görmüşlerdi. Bu da anî bir ısınmanın söz konusu olduğunu
gösteriyordu. Yani dallardaki karbonlaşma, bir orman yangını değil, bir patlama sonucu
ortaya çıkmıştı! Üstelik karbonlaşmanın görüldüğü ağaçlar, ışığın süzülmesine engel
olacak gölgelerin bulunmadığı yerlerdeydi. Böylece ağaçların radyasyona hedef oldukları
kesinlik kazandı. Bütün bu etkilerin bir araya toplanması, 1023erglik bir enerji
oluşturuyordu. Bu enerji 10 megatonluk bir atom bombasının yok edici gücüne eşitti.
Yani:
100.000.000.000.000.000.000.000 erg!
Bütün incelemeler bir nükleer patlamanın söz konusu olduğunu gösteriyor, kuyruklu
yıldız çarpması, ya da göktaşı düşmesi gibi iddiaları temelden çürütüyordu.
1908 nükleer patlaması için ne gibi açıklamalar yapılmıştı?
1964 Martında Leningrad gazetelerinden Svesda'da, Cygnus takımyıldızındaki
gezegenlerden birinde yaşayan akıllı yaratıkların,dünya yla ilişki kurmak istedikleri ileri
sürüldü. İddiayı savunan Genrich Altov ve Valentina Şuraleva, Sibirya'daki patlamanın,
1853 yılında Hint okyanusundaki Krakatoa Yanardağının indifası sırasındauzay a
dağılan, çok güçlü ve yoğun radyo dalgalarına bir karşılık olduğunu belirtiyorlardı. Uzak
yıldızlardaki varlıklar, bu radyo dalgalarınıuzay dan gelen sinyaller olarak
değerlendirmişler ve gerektiğinden çok güçlü bir Laser ışınınıdünya ya yöneltmişlerdi.
www.notindir.com
Işın, Sibirya üstlerinde atmosfere çarpınca maddeye dönüşmüştü. Bu açıklamayı, biraz
zorlanarak hazırlanmış izlenimi verdiği için kabul edemiyorum.
Olayı anti-maddenin toprağa çarpmasıyla açıklamak isteyen teoriyi de kabul
edemiyorum. Uzayın derinliklerinde anti-madde bulunduğuna kesinlikle inanıyorsam da,
Tunguska'da izine rastlanabileceğini sanmıyorum; çünkü maddeyle anti-maddenin
çarpışması, ikisinin de yok olmasıyla sonuçlanır. Üstelik bir anti-madde parçasının
dünyaya kadar maddeyle çarpışmadan gelebilmesi çok uzak bir ihtimaldir.
Ben, nükleer patlamanın, bilinmeyen bir uzay gemisinin enerji pilinin patlaması sonucu
ortaya çıktığını ileri sürenlerin görüşüne katılıyorum. Garip bir görüş mü? Belki, ama hiç
olmazsa imkânsız değil.
Tunguska göktaşı hakkında raflar dolusu kitap vardır. Ancak en önemli bilgilerden biri,
patlama merkezindeki radyoaktivitenin, bugün bile, başka yerlerde olduğundan iki kere
fazla olduğudur. Ağaçların ve yaş çemberlerinin dikkatlice incelenmesi, radyoaktivitenin
1908'den sonra gözle görülür biçimde arttığını doğrulamaktadır.
Bu olay -ve başkaları- hakkında tek ve kesin bir bilimsel delil ortaya konuncaya kadar
hiç kimsenin, hem de neden göstermeksizin birtakım açıklamaları reddetmeye hakkı
yoktur. Güneş sistemimizdeki gezegenler hakkında bildiklerimiz çok kolay anlaşılır
türdendir. Bizim anladığımız biçimde hayat, o da kısıtlı miktarlarda; yalnızca Merih'te
gelişebilir. İnsan, hayatı kendi aklının yarattığı teorik bir sınıra hapsetmiştir. Bu sınırın
adı ekosferdir. Güneş sistemimizde yalnızDünya , Venüs ve Merih ekosferin sınırına
girerler. Bununla birlikte hayatın, yalnız bizim anladığımız biçimde olmayacağını,
bilinmeyen hayat türlerinin gelişmek için bambaşka koşullar arayabileceğini
unutmayalım. 1962 yılına kadar Venüs'te hayat olduğuna inanılıyordu. Mariner ll'nin
Venüs'e 33.789 kilometre yaklaşarak yolladığı bilgiler bu gezegeni de kural dışı bıraktı.
Mariner ll'den gelen raporlar, Venüs'ün aydınlık ve karanlık yanlarındaki yüzey ısısının
420 derece santigrat olduğunu bildiriyordu. Böyle bir ısıda su bulunması imkânsızdı;
ancak erimiş metallerden oluşan gölcükler bulunabilirdi. Böylece Venüs'ü Dünya'nın ikiz
kardeşi olarak niteleyen düşünce de, kökten yıkılmış oldu. Bununla birlikte, yüzeyde
bulunan karbonla karışık hidrojenin her türlü bakteri için yetişme ortamı olabileceği
inancı yerleşti. Yakın zamanlara kadar bilginler Merih'te hayat olmasının
düşünülemeyeceğini ileri sürüyorlardı. Ne var ki bir süredir bu iddia 'zorlukla
düşünülebilir' biçimini almıştır, çünkü Mariner IV'ün başarılı Merih seferi, istesek de
istemesek de Merih'te hayat olabileceğini ortaya koymuştu. Hatta komşumuz Merih'in
sayısız bin yıl önce bir uygarlık barındırmış olması bile mümkündür. Her durumda da
Merih'in ayı olan Phobos özel bir dikkat ve inceleme gerektirir.
Merih'in iki ayı vardır: Phobos ve Deimos (Yunanca anlamları Korku ve Dehşettir).
Bunlar, Amerikan astronomi uzmanı Asaph Hail tarafından 1877'de keşfedilmeden önce
de biliniyorlardı. 1610 yıllarında Johannes Kepler, Merih'in yanında iki uydu
bulunduğundan kuşku duyuyordu. Capucine rahibi Schyrl, Merih aylarını bir iki yıl daha
önce gördüğünü ileri sürmüştü, ancak yanılmış olmalıydı, çünkü çağının optik araçlarıyla
www.notindir.com
Merih'in çok ufak uydularını görmesine imkân yoktu. Jonathan Swift, «Gülliver'in
Seyahatlerinin üçüncü bölümünü oluşturan «Laputa ve Japonya'ya bir Seyahat» adlı
kitabında, Merih aylarını akıl almaz biçimde anlatır, üstelik büyüklüklerini ve
yörüngelerini de verir. Bu parça üçüncü bölümden alınmadır:
«(Laputa astronomları) zamanlarının büyük kısmını bizimkinden kat kat üstün
teleskoplar yardımıyla gök cisimlerini incelemekle geçiriyorlar. En büyük teleskoplarının
boyu bir metreyi aşmıyorsa da, bizim metrelerce uzunluktaki teleskoplarımızdan daha
çok büyütüyor ve yıldızları daha temiz gösteriyor. Bu avantaj onlara Avrupalı
astronomlardan daha çok şey keşfetmelerini sağlıyor. 10.000 yıldızlık bir katalog
yapmışlar, oysa bizim en büyük katalogumuzda en çok bu sayının üçte biri kadar yıldız
kayıtlı. Aynı şekilde Merih'in çevresinde dönen iki uydu keşfetmişler. Bunlardan içeride
olanı, asıl gezegenin merkezinden üç çap, dışarıda olanı ise beş çap uzaklıkta. Birincisi
Merih çevresindeki turunu on, ikincisi yirmi bir buçuk saatte tamamlıyor; öyle ki dönme
sürelerinin karesi, Merih'in merkezinden olan uzaklıkların küpüyle orantılı oluyor. Bu da
onların, öteki gök cisimlerinde görülen yerçekimi yasalarının tıpkısına sahip olduklarını
gösteriyor.»
Swift, kendisinden tam 150 yıl sonra keşfedilmiş olan Merih uydularını nasıl anlatabilir?
Birtakım astronomlar, Swift'ten de önce Merih'in uyduları olabileceğini tahmin
ediyorlardı. Ancak tahmin bu ölçüde kesin bilgiler vermek için yeterli olamaz. Swift'in
bu bilgiyi nereden elde ettiğini bilmiyoruz.
Gerçekten de bu uydular, güneş sistemimizdeki uyduların en küçük ve en garibidirler.
İkisi de Ekvator'un üstünde, hemen hemen daire biçimi bir yörünge izlerler. Eğer bizim
ay'ımız kadar ışık yansıtıyorlarsa, Phobos'un 16 kilometre, Deimos'un da yalnızca 8
kilometrelik bir çapı olmalıdır. Ama eğer yapmaysalar ve daha çok ışık yansıtıyorlarsa,
bu ölçülerden de küçük olmalıdırlar. Güneş sistemimizde, ana gezegenden daha hızlı
dönen tek uydular bunlardır. Merih'in dönüşüne göre, Phobos bir Merih gününde iki tur
yaparken, Deimos gezegenden biraz daha hızlı döner.
Birçok astronom Merih aylarının, Merih'in çekim alanına kapılan başıboş uzay parçaları
olabileceğini düşündüğü için, planetoidler teorisi doğdu. Ancak iki uydunun da ekvator
üzerinde ve aynı yörüngede uçmaları, bu teoriyi savunulamaz duruma düşürür. Uzaydan
gelen bir parça, bir rastlantı sonucu bu durumu alabilir, ama ikisi birden almış olamaz.
Son ölçümler modern uydu teorisini ortaya koydu:
Ünlü Amerikan astronomi bilgini Carl Sagan ve Rus bilim adamı Şlovski, 1966'da
yayımladıkları «Uzaydaki Akıllı Hayat» adlıkitap ta, uydu Phobos'un yapma bir uydu
olduğunu kabul ederler. Sagan bir dizi ölçüm yaparak Phobos'un içi oyuk bir uydu
olduğu sonucuna varmıştır ve içi oyuk bir uydu doğal olamaz.
Gerçekten de Phobos'un yörüngesindeki gariplik, görünüşteki kütlesiyle hiç bir benzerlik
göstermemekte; tersine, içi oyuk gövdelerin yörüngesine benzemektedir. Moskova
Stenberg Enstitüsü Radyo-Astronomi Bölümü yöneticisi Şlovski, Phobosltaki normal
olmayan, garip bir hızlanma gözledikten sonra aynı sonuca varmıştır. Bu hızlanma, bizim
www.notindir.com
yapma uydularımızda görülen hızlanmaya çok benzemektedir.
Günümüzde Sagan ve Şlovski'nin kuramları, birçok insan tarafından ciddîye
alınmaktadır. Amerikalılar, Merih uydularını dünyaya taşıyacak yeni roketler
tasarlamaktadırlar. Ruslar da önümüzdeki yıllarda Merih uydularını birçok
gözlemevinden inceleyeceklerdir.
Doğu ve batıdaki birçok bilim adamının desteklediği, bir zamanlar Merih'te gelişmiş bir
uygarlık olduğu görüşü doğruysa, aynı uygarlığın bugün neden var olmadığı sorusu
ortaya çıkar. Merih'teki akıllı yaratıklar yeni bir ortam aramak zorunda mı kalmışlardı?
Gün geçtikçe daha çok oksijen kaybeden gezegenleri onlara yerleşecek yenidünyalar
aramaya mı zorlamıştı? Uygarlıkların yıkılmasına biruzay felâketi mi neden olmuştu?
Son olarak da, Merihlilerin bir bölümü komşu gezegenlerden birine kaçmayı başarmışlar
mıydı? Dr. Emanuel Velikovski, 1950'de yayınlanan ve bilimçevre lerinde hâlâ tartışılan
«ÇarpışanDünya lar» adlı kitabında, dev bir kuyruklu yıldızın Merih'e çarptığını ve bu
çarpışma sonunda Venüs'ün ortaya çıktığını öne sürmüştü. Venüs'te yüksek bir yüzey
ısısı, karbonla karışık hidrojenden oluşmuş bulutlar ve düzensiz bir dönüş bulunduğu
takdirde, teorisi ispatlanacaktı. Az önce sözünü ettiğim Mariner ll'den gelen bilgiler,
Velikovski'nin teorisini doğrulamaktaydı. Venüs, «tersine» dönen tek gezegendi; yani
Merkür,Dünya , Merih, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün'ün uyduğu güneş sistemi
kurallarına uymuyordu.
Eğer Merih gezegenindeki uygarlığın yok olmasına, uzayla ilgili bir felâket yol açtıysa,
dünyamızın geçmişte uzaydan birtakım ziyaretçileri ağırladığını ileri süren teorime
değerli malzemeler sağlanır. O durumda Merihli devlerin dünyaya kaçıp, orada
rastladıkları yarı-akıllı yaratıklarla çiftleşerek 'homo sapiens'i ortaya çıkartmaları imkân
dâhiline girer. Merih'teki yerçekimi dünyadaki kadar güçlü olmadığı için Merihlilerin
bizlerden daha ağır ve iri yaratıklar olmaları gerekir. Böyle olunca da, destanlarda, kutsal
kitaplarda sözü edilen gökten gelen devlerin, kocaman taşları oradan oraya taşıyanların,
dünyada henüz bilinmeyen sanatları öğretenlerin gerçek yüzü ortaya çıkmış olur.
Bir dolu şey hakkında çok az şey biliyoruz. Çözümlenebilecek bütün bilmecelere bir
karşılık bulunana kadar, «İnsan ve Bilinmeyen akıllılar» konusu, araştırmacıların
defterinde kalacaktır.
ON BİRİNCİ BÖLÜM: DOĞRUDAN HABERLEŞME İÇİN ARAŞTIRMALAR
NİSAN 1960’ta West Virginia'nın sakin U\J vadilerinden birinde, bir deney başlatıldı.
Green Bank'taki büyük radyo teleskop, 11,8 ışık yılı uzaklıktaki Tau-Ceti yıldızına
yöneltilmişti. Genç ve ünlü Amerikan astronomi bilgini Dr. Frank Drake, uzaydaki
bilinmeyen akıllılarla ilişki kurabilmek için radyo sinyallerinden yararlanmayı amaçlayan
bu tasarının önderliğini yapıyordu. İlk deneyler dizisi 150 saat sürdü ve başarısızlıkla
sonuçlanmasına rağmen, tarihe OZMA tasarısı olarak geçti. Deneylerin kesilme nedeni,
deneyde görev alan bilim adamlarından bir bölümünün, uzayda radyo iletimi olmadığını
www.notindir.com
ileri sürmesinden çok, o günlerde istenen hedefe ulaşacak güçte aletlerin
bulunmamasıydı. OZMA, türünün tek denemesi olarak kalmayacaktır. Pek yakında ayın
yüzeyine, yıldızlar arasında büyük uzaklıkları tarayarak radyo sinyalleri yakalamaya
çalışacak radyo teleskoplar dikilecektir.
Uzayda radyo sinyalleri aramaktansa, uzaya radyo sinyali göndermek daha yararlı olmaz
mı? Bununla birlikte bilinmeyen akıllı yaratıkların Rusça, İspanyolca, ya da İngilizce
anlamalarını bekleyemeyiz.
Bu durumda varlığımızı bildirebilmek için üç yol kalıyor: Matematik semboller, Lazer
ışınları ve resimler. Bunlardan birincisi en çok başarılı olma eğiliminde. Ancakuzay a bu
çeşit semboller göndermek için galaksiler arası dalga uzunlukları bulmamız gerekiyor.
Hidrojen atomlarının çarpışmasından doğan 1420 megahertzlik frekans bu iş için en
uygun olanıdır. Çünkü hidrojen bir elemandır veuzay da tanınma şansı çok yüksektir.
Üstelik 1420 megahertz,dünya atmosferindeki kalabalık radyo dalgalarının dışında kalır;
böylece yanlışlık ve karışma ihtimalleri ortadan kalkmış olur. Bu yolla da,uzay lı
yaratıklara kadar rahatlıkla ulaşabilecek ve onlarca tanınabilecek bir sinyal elde edilir.
Bu konuyla ilgili olarak, 22.12.1967 tarihli Die Zeit'da «Ay, ışınlarla bombardıman
edilecek!» başlığı altında çıkan haber çok ilginçtir:
«Ayın dünyaya olan uzaklığı hemen hemen kesin olarak bilinmekteyse de, astronomi
uzmanları tatmin olmamaktadırlar. Bundan dolayı aya inecek ilk astronotlar yanlarında
aynalar götürecek ve bunları ayın yüzeyine yerleştireceklerdir. Bu aynalar birbirine dik
açılı olan üç yansıtıcıdan oluşacaklar ve kendilerine yöneltilen her ışığı, kaynağına
yansıtabileceklerdir.
Bu ayna sistemi saniyenin yüz milyonda biri kadarlık sürelerle çıkan bir Lazer
şimşeğiyle bombardıman edeceklerdir. Lazer ışını 1,50 metrelik bir açıklığı olan bir
teleskopla birlikte kullanılacak, aydan geri dönen ışınlar bu teleskop tarafından alınarak
bir fotokopi aracına iletileceklerdir.
Böylece ışınların gidip gelme süresinden yararlanılarak ayın uzaklığı çok yakın bir
biçimde bulunacaktır.»
Aynı türden bir şey tersine düşünülebilir. Yani birtakım uzaylı yaratıklar varlıklarını
başkalarına bildirme çabalarına girişmiş olabilirler. Şöyle ki, CTA 102'nin radyasyon
enerjisi, 1964 sonbaharında ansızın artmıştı. Bunun üzerine Rus astronomi bilginleri,
dünyanın belki de çok gelişmiş bir uygarlıktan sinyaller aldığını açıklamışlardı. CTA 102
yıldızı, California Institute of Technology'nin radyo astronomları tarafından 102
numarayla kayıtlandığı için bu adı almıştı.
Astronomi bilgini Şolomitski, 13 Nisan 1965 günü Moskova Stenberg Enstitüsünde
yaptığı konuşmada şunları söylemişti:
«1964 Eylülünün sonunda ve ekiminin basında, CTA 102'den gelen radyasyon enerjisi
www.notindir.com
çok fazlalaşmış, ancak bir süre sonra yeniden normale dönmüştü. Yılsonuna doğru
kaynağın gücü yine ansızın yükseldi, ilk kaydı düşürmemizden tam 100 gün sonra ikinci
bir doruğa vardı.»
Şolomitski'nin şefi Profesör Slovski de radyasyonda bu tür dalgalanmaların normal
olmadığını eklemişti.
Bu sırada Hollandalı astrofizikçi Maarten Schmidt, kesin ölçülere dayanarak, CTA
102'nin dünyadan 10 milyar ışık yılı uzakta olduğunu ortaya koymuştu. Bu durumda
akıllı yaratıkların yolladığı radyo ışınları 10 milyar yıl önce yola çıkmış oluyordu. Ancak
günümüzün son hesapları, dünyanın o zamanlarda var olmadığını gösteriyordu. Bu
anlayış uzaydaki başka hayatların araştırılması işlemi için bir bakıma bitirme vuruşuydu.
Bununla birlikteuzay da hayat arama, hiç bir başarı şansına sahip olmasaydı, Amerika
Rusya, Jodrell Bank ve Almanya'daki Stockert astrofizikçileri, araştırmalarını kocaman
yöneltme antenleriyle radyo yıldızlar ve kazarlar üzerinde yoğunlaştıramazlardı. EpsilonEridiani ve Tau-Ceti yıldızları bizden 10,2 ve 11,8 ışık yılı uzaktadırlar. Yani bu
'komşularımıza' yollanacak radyo dalgaları 11 yılda hedefe varabilir ve 22 yıl içinde bir
karşılık almamız sağlanabilir. Daha uzaktaki yıldızlarla radyo dalgaları aracılığıyla
haberleşme, aynı oranda daha uzun süreler gerektirir. Milyonlarca ışık yılı uzaklıkta
kurulmuş uygarlıklarla haberleşme ise bu yolla imkânsızdır. Peki, bu çeşit bir atılım için
elimizdeki tek teknik kaynak, radyo dalgaları mıdır?
Sözgelişi, varlığımızı gözle görünür biçimde belli edebiliriz. Jüpiter ya da Merih'e
yöneltilecek güçlü bir Lazer ışınının, oralarda akıllı yaratıklar yaşadığı sürece, dikkati
çekmemesi imkânsızdır.[6]Bir başka düşünce de, geniş alanlarda büyük renk farklılıkları
gösterecek, aynı zamanda da evrensel bir geçerliliği olan matematik ya da geometrik bir
sembolü temsil edecek türden bitkiler ekmektir. Atılgan ve mantıklı bir öneri şu
biçimdedir: Kenarları 600 mil uzunluğunda olacak bir eşkenar üçgenin kenarlarına
patates ve ortasındaki bir daireye buğday ekilebilir. Böylece her yaz kenarları yeşil, ortası
sarı bir eşkenar üçgen oluşur. Bu durumda eğer onları aradığımız gibi, bizi arayan akıllı
yaratıklar varsa, söz konusu şekil hemen dikkati çeker. Çünkü neresinden bakılırsa
bakılsın, hiç bir şekilde bir tabiat harikasına benzemeyecektir. Bir başka düşünce de,
ışıkları dikine yollayacak bir fenerler zinciri kurmayı önermiştir. Bu fenerlerin yaratacağı
ışık denizi uzaklardan bakınca bir atom modeline benzeyecektir. Bu türden daha birçok
öneri vardır.
Bütün bu öneriler, birilerinin bizi gözlemesi halinde geçerli olabilecektir. Yoksa bu
sorunu yanlış yerinden mi tutuyoruz?
Gizli olan her şeye antipati duymamıza rağmen, daha keskin açıklanamamış bazı fiziksel
olaylara bakmamazlık edemeyiz: Sözgelişi, geniş bir bilimsel temel üzerinde kanıtlandığı
halde henüz açıklanamamış olan zekî beyinler arasındaki düşünce alışverişi konusunda.
Birçoküniversite ninpara psikoloji bölümünde, manyetizma, hayal, düşünce nakil v.b.
gibi daha önce açıklanmamış olaylar, çok kesin bilimsel yöntemlerle araştırılmaktadırlar.
www.notindir.com
Bu incelemeler sırasında birtakım hayalet hikâyeleri ve dinsel çılgınlıkların ürünü olan
olaylar aradan çıkarılmaktadır. Pek yakın zamanlara kadar tabu sayılan bu araştırma
alanında, büyük gelişmeler kaydedilmiştir.
1959 ağustosunda Nautilus denemesi sonuçlandı. Deneme, düşünce naklinin yanı sıra,
insan beyinleri arasındaki aklî haberleşmenin radyo dalgalarından güçlü olabileceğini de
gösterdi. Deneme şu biçimdeydi:
Nautilus, «Düşünce vericisi»nden binlerce kilometre ötede, suyun birkaç yüz metre
altına dalmıştı. Bütün radyo haberleşmeleri kesilmişti, çünkü bugün bile radyo dalgaları
belirli bir derinliği aşamazlar. Öte yandan Bay X ile Bay Y arasındaki aklî haberleşme
devam ediyordu.
Böyle bilimsel testlerden sonra insanın aklına, beynin başka neler yapabilecek güçte
olduğu sorusu geliyor. Beyin ışıktan hızlı haberleşmeyi sağlayabilir mi? Bilim tarihine
geçen Cayce olayı belki bu soruya karşılık verebilir.
Kentuckyli basit bir çiftçinin oğlu olan Edgar Cayce, beyninde gizli duran akıl almaz
yeteneklerin farkında değildi. 5 Ocak 1945'te öldüğü halde, doktorlar ve psikologlar hâlâ
onun hareketlerini değerlendirmeye uğraşıyorlar.
Edgar Cayce, daha pek gençken hastalanmıştı. Her yanına kramplar giriyor, yüksek
ateşten komada yatıyordu. Doktorlar kendisine gelmesi için çabalarlarken, Edgar Cayce
ansızın yüksek sesle ve açık seçik konuşmaya başlamıştı. Neden hasta olduğunu, hangi
ilâçlara gerek duyduğunu açıklamış belirli otlardan yapacakları bir merhem
hazırlamalarını ve belkemiğine sürmelerini söylemişti. Doktorlar ve çocuğun yakınları
şaşkınlık içinde kalmışlardı, çünkü çocuğun bu bilgiyi nereden elde ettiğini ve birtakım
sözcükleri nereden öğrenebileceğini hiç biri bilmiyordu. Edgar, kendi tavsiye ettiği
ilâçlarla kısa sürede iyileşti ve ayağa kalktı.
Bu olay bütün yörede günün konusu olmuştu. Birçok kimse Edgar'ın komada
konuştuğunu göz önüne alarak, ipnotize olduğunu ileri, sürmüştü. Ancak çocuğu ipnotize
edebilecek hiç bir etken yoktu. Edgar bir arkadaşı hastalanınca, daha önce ne gördüğü ne
de duyduğu Latince adlarla bir reçete yazdırtmaya başladı. Arkadaşı bir süre sonra
iyileşmişti.
İlk olay bilimsel çevrelerde ciddî karşılanmamıştı, ancak ikinci olay sonunda Amerikan
Tıp Birliği, böyle olayları gözlemek ve her ayrıntıyı kaydetmek üzere bir komisyon
kurdu. Cayce uyku durumundayken, ancak uzun görüşmelerin sonucu olabilecek bilgi ve
yetenekler kazanıyordu.
Bir keresinde çok zengin bir adam için hiç bir yerde bulunmayan bir ilâcın «reçetesini
yazmıştı.» Adam büyük gazetelere ilânlar vererek ilâcı aramaya koyulmuştu. Paris'ten
mektup yazan genç bir doktor, babasının bu ilâcı yıllar önce hazırladığını, ama hiç bir
yerde kullanmadığını bildiriyordu. Söz konusu ilâcın yapımında kullanılan maddeler,
Cayce'ın belirttiği maddelere çok benzemekteydi.
www.notindir.com
Edgar daha sonra bir başka ilâcın «reçetesini» yazmış, ayrıca bulunabileceği çok uzak bir
laboratuvarın adresini de vermişti. Laboratuvara edilen bir telefon, ilâcın henüz
geliştirilmekte olduğunu ortaya çıkarttı. Formülü hazırlanmış, ancak bir ad
konmadığından daha satışa çıkarılmamıştı.
Edgar, dünyanın dört bir yanından koşup gelen hastalar için günde iki kez, ikisinde de
doktorların yanında ve ücret almadan, görüşme yapıyordu. Teşhisleri ve reçeteleri her
zaman doğru oluyordu; ancak trans durumundan çıkınca ne söylediğini hatırlamıyordu.
Doktorlar nasıl teşhis koyduğunu sorduklarında Edgar istediği beyinle ilişki
kurabileceğini ve istediği bilgileri toplayabileceğini söyledi. Dediğine göre hastanın
beyni, gövdede neyin eksik olduğunu bilirdi. Elbette bu durumda yapılacak işlem çok
basitti! Hastanın beynine rahatsızlığın nerede olduğunu soruyor, sonra da dünya üzerinde,
ne yapılması gerektiğini bildirecek beyni arıyordu. Ben, diyordu Edgar, bütün beyinlerin
bir parçasıyım.
Bu şaşırtıcı düşünce teknoloji gerçeklerine uygulanınca şöyle bir görüntü ortaya çıkar.
New York'taki dev bir elektronik beyin, bütün fizik bilgileriyle doldurulabilir. Nereden
ve ne zaman sorguya çekilirse çekilsin, karşılığı saniyeden de küçük zaman birimleri
içinde verilebilir. Bir başka elektronik beyinde Zürich’te bütün tıp bilgilerini toplayabilir.
Moskova'daki bir başkası bütün biyoloji bilgilerini, Kahire'deki bir benzeri de bütün
astronomi bilgilerini kapsayabilir. Radyo bağlantısıyla Kahire'deki elektronik beyin,
saniyenin yüzde birinde Zürich’tekine karşılık verebilir. Edgar Cayce'ın beyni de, bugün
ufak çapta uygulanmakta olan elektronik beyin birleştirmesine benzer biçimde çalışıyor
olmalıydı.
Şimdi cesur bir tahminde bulunacağım: Ya bütün beyinlerde, her türlü canlı yaratıkla
ilişki kurmayı sağlayacak bilinmeyen enerji biçimleri varsa? Bugün insan beyninin ancak
onda birinin gücü ve çalışma biçimini biliyoruz. Peki, geriye kalan onda dokuz ne
yapıyor?
Birçok hastalığın irade yoluyla iyileştirildiği bir gerçektir, ancak bu konuda kesin bir
bilimsel açıklama, hatta kesin bir bilgi bile yoktur. Beyinde en güçlü enerji biçimlerinin
var olduğunu kabul edersek, beyinden yayılacak güçlü bir tepki, her yana anında
yayılacaktır. Eğer bilim bu «vahşî» düşünceyi gözle görülebilir biçime getirirse, uzaydaki
bütün zekâların aynı yapıda oldukları anlaşılır.
Bu olağanüstü düşüncenin gerçekten var olabileceğini göstermek için 29-30 Mayıs 1955
tarihleri arasında yapılmış olan bir deneyin raporunu vereyim. Söz konusu iki gün içinde
1008 insan, aynı saniyede birtakım resimler, cümleler ve sembol grupları üzerinde
konsantre olmuşlardı. Bu yoğun düşünceleruzay a yayılmışlardı. Sonuçlar şaşırtıcıydı.
Deneyde görev alan kişilerden hiç biri ötekini tanımıyordu ve oturdukları yerler arasında
yüzlerce kilometrelik farklar vardı. Bununla birlikte bu kişilerin yüzde 2,7'si bir resim,
daha doğrusu bir atom modelinin resmini gördüklerini belirtmişlerdi. Aralarında herhangi
bir anlaşma söz konusu olamayacağı için yüzde 2,7'si aynı «aklî resmi» görmüş olmaları
şaşırtıcıdır. Telepati? Hokus pokus? Şans? Kesin olan bir şey varsa, o da her şeyi daha iyi
www.notindir.com
bilmediğimizdir. Şimdilik açıklanamayan bu alanlardan yeniden konumuza dönelim.
Kasım 1961'de West Virginia, Greenbank'taki Ulusal Radyo Astronomi Gözleme Evinde
on bir yetkilinin gizli bir toplantı yaptığı artık bir sır değildir. Bu toplantının da konusu,
dünya dışı akıllı yaratıklardır. Aralarında Dr. Giuseppe Cacconi, Dr. Su Şu Huang, Dr.
Philip Morrison, Dr. Frank Drake, Dr. Otto Struve, Dr. Carl Sagan ve Nobel ödülü almış
Melvin Calvin de bulunan bilim adamları, Green Bank Formülü olarak bilinen sonuca
varmışlardı. Bu formüle göre galaksimizde bizimle ilişki kurmaya çalışan ya da
kendileriyle ilişki kurulmasını bekleyen 50 milyon değişik uygarlık bulunduğunu
göstermektedir.
N=R+fpnef|fjfCL
Bu formülde:
R+
: Güneşimize benzeyen yıldızların ortalama sayısı,
fp
: Üstünde canlı bulunması mümkün yıldızlar,
ne
: İnsan standartlarına uygun hayatın gelişmesi için gerekli koşulları
sağlayabilecek gezegenlerin ortalama sayısı,
fl
: Bu tür gezegenlerden üstünde gerçekten hayat gelişenler,
fi
: Güneşlerinin ömrü boyunca kendi güçleriyle hareket edebilen akıllı canlıların
bulunduğu gezegenler,
fc
: Teknik uygarlıklarını geliştirmiş akıllı yaratıkların yaşadığı gezegenler,
L
: Ancak uzun süre ayakta kalan uygarlıkların birbirleriyle karşılaşabilmeleri
bakımından, uygarlıkların hayat süresi,
Formüldeki her bölüm için en ufak sayıları aldığımızda,
N = 40
En büyük sayıları aldığımızda,
N = 50.000.000 çıkar.
Başka bir deyişle, en kötümser tahminle Samanyolu’nda 40 grup akıllı yaratık vardır ve
bunlar başka uygarlıklarla ilişki kurmaya çalışmaktadırlar.
En atılgan tahmin ise uzaydan bir işaret bekleyen 50 milyon bilinmeyen uygarlık
bulunduğunu gösterir. Green Bank hesapları, bugünkü yıldız sayısını değil, Samanyolu
var olduğundan beri gelip geçmiş bütün yıldızları temel alır.
www.notindir.com
Bilim adamlarının güvendikleri bu formül yüz binlerce yıl önce, çok gelişmiş
teknolojileri olan uygarlıkların var olmuş olabileceğini ortaya koyar. Bu da çok eski
çağlarda dünyamızı ziyarete gelen 'tanrılar' üzerine kurduğum teorimi destekler.
Amerikan astro biyologu Dr. Sagan da, dünyanın doğuşundan bu yana en az bir kez
uzaylılar tarafından ziyaret edildiğine inanmaktadır.
Exobiyoloji, henüz kuruluş döneminde bulunan bir bilim dalıdır. Yeni bilim dalları
tutunabilmekte büyük güçlük çekerler. Ancak tam bir tarafsızlıkla dünya dışı hayatı
incelemeyi amaçlayan exobiyoloji, birçok tanınmış bilim adamı tarafından desteklendiği
için aynı güçlüğü duymayacaktır. Bu yeni dalın ciddiyetini anlatmaktansa, bünyesinde
topladığı bilim adamlarını sıralamak daha yerinde olur sanırım:
Dr. Freeman Ouimby (NASA exobiyoloji program şefi), Dr. Ira Blei (NASA), Dr.
Joshua Lederberg (NASA), Dr. L. P. Smith (NASA), Dr. R. E. Kaj (NASA), Dr. Richard
Young (NASA), Dr. H. S. Brown (Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü), Dr. Edward Purcell
(Harvard Üniversitesi Fizik Profesörü), Dr. R. N. Bracewells (Stanford Radyo Astronomi
Enstitüsü), Dr. Townes (1964 Nobel Fizik Ödülü), Dr. l. S. Şlovski (Moskova Stenberg
Enstitüsü), Sir Bernard Lowvell (Jodrel Bank), Dr. Wernher von Braun (A.B.D. Satürn
Roket Programı Başkanı), Profesör Dr. Oberth, (von Braun'un öğretmeni), Profesör Dr.
Stuhlinger, Profesör Dr. E. Sanger ve daha birçokları...
Bu kişiler, dünyanın dört bir yanındaki exobiyolojistlerin temsilcileridir. Hepsinin de
amacı, kitabımda teker teker ele almaya çalıştığım araştırma alanlarını çevreleyen
uyuşukluk duvarını yıkmaktır. Türlü karşı çıkmalara rağmen exobiyoloji yaşamaktadır ve
bir gün en ilginç ve en önemli araştırma dallarından biri olacaktır.
Uzayın derinliklerine birini yollamadan, orada hayat olup olmadığını nasıl kesinlikle
anlayabiliriz? İstatistikler ve hesaplar, dünya dışında hayat var olduğunu göstermektedir.
Uzayda bakteri ve sporların izine rastlanmıştır. Bilinmeyen akıllı yaratıkların aranmasına
başlanmış, ancak inandırıcı, gözle görülür ve ölçülebilir bir sonuca ulaşılamamıştır.
NASA da bunları göz önüne alarak sekiz değişik aracı geliştirmektedir. Bunların görevi
güneş sistemimizdeki ufak gezegenlerde hayat olup olmadığını göstermektir.
İşte söz konusu araçlar:
Ekseni çevresinde dönen Optik Dağıtma,
Profili,
Mültivatör,
Vidikon Mikroskopu,
J-Band Hayat Arayıcısı,
www.notindir.com
Radyo-İzotop Biyokimyasal alet,
Kütle Spektrometresi,
Kurt Kapanı,
Ultraviyole Spektrofotometresi.
Halka çok yabancı kalan bu teknik terimlerin ardında gizlenenleri gösterebilmek için
birkaç ipucu vereyim:
«Ekseni çevresinde dönen Optik Dağıtma Profili», üstünde durmadan dönen bir ışıldak
bulunan bir laboratuvar aracıdır. Hedefine indiği andan itibaren ışınlar saçmaya ve
molekül aramaya başlar. Moleküller her türlü hayat için gerekli olan şeylerdir. Bunlardan
biri, üç kimyasal bileşimin yan yana gelmesinden oluşan geniş, helezon biçimli DNS
molekülüdür. İçindeki bileşimler nitrojenli organik alkali, şeker ve fosforik asittir.
Kutuplanmış ışınlar bir şeker molekülüne çarpınca, kesintiye uğrarlar; çünkü nitrojenli
alkali adenin'in şekerle kimyasal birleşiminin «ışınlara karşı aktif» etkisi vardır. DNS
molekülündeki şeker bileşiminin de «ışınlara karşı aktif» etkisi bulunduğundan, araçtaki
ışıldağın bir şeker-adenin bileşimine rastlaması ve bu bileşimin yarattığı kesintiyi sinyal
olarak dünyaya göndermesi, o gezegende hayat olduğunu göstermek için yeterlidir.
«Mültivatör,» bir roket tarafından küçük bir bavul gibi taşınan ve gezegen yakınlarından
geçerken yüzeye fırlatılan yarım kilo ağırlığında bir alettir. İçindeki minik laboratuvar, on
beş değişik deney yapma ve bunların sonuçlarını dünyaya gönderme yeteneğindedir.
«Radyo-İzotop Biyokimyasal araç,» Gülliver takma adıyla geliştirilen bir aracın resmî
adıdır. Amacı başka bir gezegene yumuşak iniş yapmak ve 15'er metre uzunluğundaki üç
yapışkan ipi değişik yönlere fırlatmaktır. Bu ipler birkaç dakika sonra geri çekilecek ve
üstlerine yapışan toz, mikrop ve her türlü biyokimyasal nesne, bir sıvıkültür ortamına
daldırılacaktır. Bu ortamın bir bölümü radyoaktif karbon izotopu C.14'le zenginleştirilmiş
olacaktır; bu durumda içine giren mikro-organizmalar, metabolizmalarından karbon
dioksit, CO2, çıkaracaklardır. Karbon dioksit gazı sıvıkültür den kolaylıkla ayrıştırılacak
ve C.14 çekirdeği bulundurulan gazın radyoaktivitesini ölçen bir araca yollanarak
sonuçdünya ya bildirilecektir.
NASA'nın dünya dışı hayatı bulmak için geliştirdiği bir araçtan daha söz etmek
istiyorum. Kurt kapanı olarak bilinen bu araç da bir başka gezegene yumuşak iniş
yapacak ve çok çok kolay kırılabilen bir ucu bulunan emici tüpünü yüzeye uzatacaktır.
Tüp yere değer değmez ucu kırılacak ve her türden toprak örnekleri içine dolacaktır. Bu
aracın içinde de her türden bakterinin hızla büyümesini sağlayacak kültür ortamları
olacaktır. Bakterilerin hızla çoğalması sıvı ortamları bulandıracak ve pH değerlerini
artıracaktır. (pH değeri bir asitin asitlik derecesidir.) Bu iki değişim de kolaylık ve
doğrulukla anlaşılabilecektir: Sıvıda oluşacak bulanmayı bir ışın ve foto-hücre, asit
bölümündeki değişmeyi de bir elektronik pH ölçme aracı gösterecektir. Ortaya konacak
sonuçlar gezegende hayat olup olmadığı konusunda kesin sonuçlara varmamızı
www.notindir.com
sağlayacaktır.
NASA programı ve onunla ilintili olan dış dünyalarda hayat arama çalışmalarına
milyonlarca dolar harcanacaktır. Yukarıda sözü edilen ilk araçlar Merih'e yollanacaktır.
Kuşkusuz, insan bu minik laboratuvarları izleyecektir. Dr. von Braun ilk insanın Merih'e
1982 yılında ayak basacağını söylemektedir. NASA'nın bu yolculuğu gerçekleştirmek
için gerekli teknik kaynakları vardır, yalnızca Amerikan Senatosunun yeterli ve kesintisiz
yatırımlarını beklemektedir. A.B.D.'nin bugünkü sorumluluklarına ek olarak Vietnam
savaşı ve uzay programı gibi iki büyük para yutucusu vardır ve bunlar dünyanın en
zengin devletine bile ağır bir yük olmaktadır.
Merih yolculuğu için tasarılar tamamlanmış, gidecek uzay gemisinin maketi yapılmıştır.
Maket[7]HuntsviIIe'deki olağanüstü bir insanın, Dr. Ernst Sthliger'in masası üzerinde
durmaktadır. Stuhlinger, Huntville, Alabamadaki George Marshall Uzay Uçuşu
Merkezinin bir bölümü olan Araştırma Proje Laboratuvarının yöneticisidir.
Laboratuvarlarında yüzlerce bilim adamı çalışmakta ve plasma, nükleer ve termofizik
alanlarında deneyler yapmaktadırlar. Geleceğin elektronik roket motoru ve insanı Merih'e
götürecek uzay gemisinin desinatörü Stuhlinger'dir.
Stuhlinger'i Amerika'ya, arkadaşı Dr. Wernher von Braun, İkinci Dünya Savaşının
hemen ardında getirmişti. Birlikte Amerikan Hava Kuvvetleri için roketler yapmışlar,
Kore Savaşının patlak verdiği sıralarda Fort Bliss'teki merkezden Huntsville'e taşınmışlar
ve dev atılımlara alışkın Amerika'nın bile görmediği bir tasarı üzerinde çalışmalara
başlamışlardı.
O günlerde Huntsville, Appalaş dağlarının eteklerinde küçük, sakin bir kasabaydı.
Roketçilerin gelişiyle bu ufak pamuk kasabası sirke döndü. Fabrikalar, roket deneme
platformları, laboratuvarlar, dev hangarlar ve daha bir sürü çelik kuruluş, göz açıp
kapayana kadar her yanı kapladı. Bugün Huntsville'de 150.000 kişi yaşamaktadır ve
kasaba halkı heyecanlı uzay hayranları olmuşlardır. İlk Redstone roketlerinin ateşlenmesi
sırasında korku içinde bodrumlarına kaçışan Huntsvilleliler, bugün Satürn roketlerinin
her yanı kaplayan korkunç gürültüsüne aldırmamaktadırlar. Her Huntsvillelinin yanında,
Londralıların şemsiyeleri gibi, birer kulaklıkları bulunmaktadır. Kasabalarına «Roket
Kenti» adını vermişlerdir ve Senatonun her yatırım kısıtlama kararında taşkınlıklar
yapmaktadırlar. «Almanları» ve NASA'Iarı ile övünmektedirler, çünkü Huntsville bugün
NASA merkezlerinin en büyüğü olmuştur. Bütün dünyanın yakından tanıdığı Redstone
roketlerinden, dev Satürn V'e kadar her roket burada tasarlanmış ve uygulama alanına
konmuştur. A.B.D.'nin ay programı için bugüne kadar harcadığı para milyarları
aşmaktadır. Huntsville'de von Braun'un emri altında 7.000 teknisyen, mühendis ve bilim
adamı çalışmaktadır. 1967'de A.B.D.'nin uzay programı için her alandan 300.000 bilim
adamı görev almıştı. 20.000'i aşkın endüstri firması da tarihin en büyük araştırması için
çalışıyorlardı.
Dr. Pschera, HuntsviIIe'i ziyaretim sırasında, araştırma gruplarının hiç durmadan yeni
'parçalar'geliştirmek zorunda olduklarını söylemişti. Dünyada kullanılan birçok teknik
araç yapıştırma ve kaynak işlemleri, uzaydaki boşluğa çıkınca çalışmaz hale geliyorlardı;
www.notindir.com
bu bakımdan mutlak boşlukta iş görebilecek araçların geliştirilmesi gerekiyordu.
Uzaygemileri endüstrisi, otomobil endüstrisini çoktan geride bırakmıştır. 1 Haziran
1967'de Cape KennedyUzay Merkezinde 22.828 kişi çalışıyordu. Bu istasyonun yıllık
harcaması ise 475.784.000dolar dı!
Bütün bunlar birkaç delinin aya gitmek istemesinden midir? Sanırım günlük araçlardan
dünyanın her yanında hayat kurtaran araçlara kadar (ki bunlar yalnızca yan ürünlerdir)
uzay yolculuğuna neler borçlu olduğumuzu gösterecek yeterli örnekler verdim.
Gelişmekte olar süper teknoloji insanlığa felâket getirmeyecektir; tersine, insanlığı dev
adımlarla ileriye götürecektir.
Wernher von Braun'ın bu kitabın konusu hakkındaki düşüncelerini öğrenmek fırsatını
buldum:
«Dr. von Braun, güneş sistemimizdeki öteki gezegenlerde hayat bulacağımıza inanıyor
musunuz?»
«Yakın bir gelecekte Merih'e gideceğimize ve orada ilkel hayat biçimlerine
rastlayacağımıza inanıyorum.»
«Uzayda bizden başka akıllı yaratıklar olması sizce mümkün müdür?»
«Evet, uzayda yalnız bitki ve hayvanlar değil, akıllı yaratıklar da olduğuna inanıyorum
Bu türden bir hayatın bulunması çok ilginç olacaktır, ancak güneş sistemimizle başka
güneş sistemleri arasındaki uzaklık ve galaksimizle başka galaksiler arasındaki daha da
büyük uzaklığı göz önüne alırsak, bu türden hayatı bulmanın, ya da doğrudan haberleşme
sağlamanın çok güç olduğu görülecektir.»
«Galaksimizde teknik açıdan daha ileri varlıkların yaşadığı, ya da yaşamış olabileceği
düşünülebilir mi?»
«Bugüne kadar galaksimizde ileri tekniğe sahip varlıkların yaşadığını gösterecek bir delil
ya da işaret ele geçirmiş değiliz. Bununla birlikte, istatistik ve felsefî temellerden
bakınca, bu tür gelişmiş canlıların varlığına inanıyorum. Ancak yine belirteyim, bu
inanışı ispatlayacak herhangi bir bilimsel temel, kurulmuş değildir.»
«Bizden eski akıllı yaratıklar çok uzak bir geçmişte dünyamızı ziyaret etmiş olabilirler
mi?»
«Bu ihtimali reddetmeyeceğim. Ancak bildiğim kadarıyla bunu gösterecek herhangi bir
arkeolojik çalışma yapılmış değildir.»
«Satürn roketinin babası» ile yaptığım görüşme burada sona erdi. Ne yazık ki kendisine
uzay gözüyle bakıldığında sayısız sorulara yol açan arkeolojik buluntulardan, eski
kitaplardaki garipliklerden ve açıklanamamış bir dolu bilmecelerden ayrıntılarıyla söz
www.notindir.com
edemedim. Ama Dr. von Braun kitabımın basılmasını bekliyor.
ON İKİNCİ BÖLÜM: YARIN
BUGÜNKÜ YERİMİZ neresidir?
İnsan bir gün uzaya egemen olacak mıdır?
Uzayın erişilmez uzaklıklarında yaşayan akıllı yaratıklar, çok uzak bir geçmişte
dünyamızı ziyaret ettiler mi?
Uzayın bir yerindeki bilinmeyen varlıklar bizimle ilişki kurmaya çalışıyorlar mı?
Araştırmaların tüyler ürpertici sonuçları gizli mi tutulmalıdır?
Tıp ve biyoloji dondurulmuş insanları hayata döndürecek bir yol bulabilecek mi?
Dünya insanı yeni gezegenleri kolonize edecek mi?
Oralarda buldukları canlılarla ilişki kuracaklar mı?
İnsan ikinci, üçüncü ve dördüncü bir dünya yaratacak mı?
Özel robotlar bir gün doktorların yerini alacak mı?
2100 yılının hastaneleri, hastalar için birer yedek parça dükkânı olacaklar mı?
İnsan ömrünü sunî kalp, ciğer ve böbreklerle sonsuza kadar uzatmak bir gün mümkün
olacak mı?
Bu türden sorular kocaman bir şehrin telefon rehberini dolduracak kadar çoğaltılabilir.
Her geçen gün yepyeni bir şey bulunmakta ve imkânsızlıklar listesinden bir soru daha,
cevaplandırılmış olarak atılmaktadır.
Yeni bilimin adı, gelecek bilimdir! Amacı ve hedefi, eldeki bütün teknik ve aklî
imkânlardan yararlanarak, geleceğin tasarlanması, ayrıntılı incelemesi ve anlaşılmasıdır.
Düşünce tanklarıdünya nın her yanına dağılmış durumdadırlar. Yalnız Amerika'da
bunlardan 164 tane vardır. Hükümetten ve ağır endüstriden siparişler kabul etmektedirler.
En tanınmış düşünce tankı Santa Monica, Kaliforniya'daki Rand Corporation'ınkidir.
Yüksek rütbeli hava kuvvetleri subayları, kıtalararası savaş durumu üzerinde kendi
araştırmalarını yapmak istedikleri için 1945 yılında kurulmuştu. Bugün 843 seçilmiş
bilim adamının çalıştığı bu merkezde, insanlığın en olmaz görünen serüvenlerinin
tasarıları yapılmaktadır. Daha 1946'da Rand bilim adamları,uzay gemilerinin askerî
www.notindir.com
yararları üzerinde duruyorlardı. Rand, 1951'de türlü uydular için bir program
geliştirdiğinde, ütopyacı olarak nitelendirilmişti. Rand çalışmaya başlayalı beri,
kendisinden önce gözlenmemiş olaylar hakkında 3000 açıklama yapmıştır. Rand bilim
adamları dakültür ve uygarlığımızı büyük ölçüde ilerleten 110kitap yayınlamışlardır.
Bu araştırmaların sonu yoktur ve olmayacaktır.
Aşağıdaki enstitüler de gelecek için aynı türden araştırmalar yapmaktadırlar.
Harmonon Hudson, New York'taki Hudson Enstitüsü, Santa Barbara, Kaliforniya'daki
General Electric'e ait İleri Çalışmalar İçin Tempo Merkezi, Massachusettes'deki Arthur
Little Enstitüsü ve Columbus, Ohio'daki Batelle Enstitüsü.
Hükümetler ve büyük kuruluşlar, bu gelecek düşünürleri olmadan yapamazlar.
Hükümetler, askerî tasarılarını yıllar sonrasını göz önüne alarak yapmak zorundadırlar;
büyük kuruluşlar ise hesaplarını yirmi, otuz yıl sonrasını düşünerek yapmak
zorundadırlar.
Günümüzdeki bilgilerle, sözgelişi, Meksika'nın, önümüzdeki elli yıl içindeki
gelişmesinin nasıl olacağı hesaplanabilir. Bu tahmini yaparken, var olan teknoloji,
ulaştırma ve haberleşme durumu, siyasal akımlar gibi her türlü gerçek göz önüne alınır.
Bugün bu tahmini yapmak nasıl mümkün oluyorsa, bilinmeyen yaratıklar da 10.000 yıl
önce, dünyamızın gelişmesi için aynı tahmini yapmış olabilirler.
İnsanlık elindeki bütün güçlerle geleceğini incelemek zorundadır. Bu çalışmalar
yapılmadığı takdirde, geçmişimizi aydınlatmak belki de mümkün olmayacaktır.
Geçmişimizi çözmek için gerekebilecek ipuçlarının arkeolojik alanlarda yatmadığını,
onlardan ne çıkaracağımızı bilmediğimiz için üstlerine basıp geçmediğimizi kim ileriye
sürebilir?
Bir «Ütopik arkeoloji yılı»nı istemem bunun içindi. Eski düşünme biçimlerine
«inanmadığım» için, başkalarının da varsayımıma «inanmalarını» istemiyorum. Bununla
birlikte, geçmişin doğurduğu bilmecelerin, pek yakın bir tarihte bütün teknolojik güçlerle
çözümleneceğini bekliyor ve umut ediyorum.
Uzayda milyonlarca başka gezegen bulunması bizim suçumuz değildir.
Tokomai'deki Japon heykelinin gözlük takmış olması bizim suçumuz değildir.
Planque 'deki taş kabartmanın bulunması bizim suçumuz değildir.
İnsanlık tarihinin bütün eski kitaplarının, sürüyle saçmalık sergilemesi bizim suçumuz
değildir.
Ama bütün bunları görüp de ciddîye almamak bizim suçumuzdur.
www.notindir.com
İnsanın önünde, görkemli geçmişini unutturacak görkemli bir gelecek uzanmaktadır. Bu
bakımdan uzay araştırmaları, gelecek araştırmaları ve bugün imkânsız görünen tasarıların
gerçekleşebilmesi için, cesaret gerekmektedir. Şöyle ki, geçmiş üzerinde yapılacak kararlı
bir araştırma, gelecekle ilgili birtakım çağrışımları uyandırabilir. Bu çağrışımların
ispatlanması da gelecek kuşakların mutluluğu için, geçmişimizi aydınlatmaya yetebilir.
BİTTİ
[1]Böcek bilimiyle uğraşan kimse.
[2]Kanatlı Melek.
[3]İnsanın maddî olanaklar ya da çok erdemli bir duygusallık içindeyken Tanrı ve
Meleklerle görüşmesi imkânına inanan felsefe taraftarı.
[4]Jericho: Kudüs'ün kuzeydoğusunda, Lût gölü dolaylarında bir kasaba.
[5]Okültistler: Gizli, ya da esrarengiz öğretilere bağlı olanlar, belirli teosofist inanç
örgütleri.
[6]2 Mart 1972'de Amerikalılar Jüpiter gezegenine, insansız biruzay aracı yolladılar. Bu
aracın 1973 aralığında gezegene varması ve gezegen hakkında çeşitli bilgiler yollaması
bekleniyor. Hazırlanan programa göre, 11 günde aya varan araç Jüpiter'i inceledikten
sonra, dönmemek üzere güneş sisteminden çıkacaktır.
[7]Kitabın yazılmasından sonra bu proje tamamlanmış ve 13 Kasım 1971'de beş buçuk
aylık bir yolculuktan sonra247.000.000 mil [397.507.968 kilometre] aşarak Mariner 9,
Mars'ın çekim alanına girmiştir. Hemen televizyon resimleri göndermeye başlamışsa da
toz fırtınaları görüntüyü engellemiştir. Ancak 22 Ocak 1972 yılında gelen televizyon
resimleri, bu esrarengiz gezegen hakkında süregiden birçok teoriye yeni bir biçim
vermiştir. Yine 1971 yılı 2 Aralığında, Sovyetler, ilk bilimseluzay robotunun Merih'e
yumuşak iniş yaptığını açıkladılar. Bu yolculuk 188 gün sürmüştü, korkunç bir kum
fırtınasına rağmen gerekli araçlarpara şütle indirilmişti. Bu araçlar gezegenin güney
bölümüne Electris ve Phaetonic bölgelerine iniş yaptılar. Gezegene inen alet, çeşitli
televizyon resimleri göndermiştir.
www.notindir.com

Benzer belgeler