Geçmiş mi, Son Kullanma Tarihiniz?

Transkript

Geçmiş mi, Son Kullanma Tarihiniz?
Mein Herz Brennt
Selamlar,
K
alabalık bir sayı ile yine sizlerleyiz. Dergimizin lokomotifi Emre’nin üstüste patlattığı yazılarla bu ay Siyah Beyaz görsel ve yazınsal (ne?) bir şölene dönüştü.
Son aylarda hazırladığımız en keyifli sayı oldu. Afiyetle okuyun.
S
on dönemde bir çok favori grubum artarda yeni albümlerini sıraladılar. Rammstein, Nile, W.A.S.P ve
SLAYER bunlardan bazıları. SLAYER’ın adını geçmiş yılların hürmetine halen büyük harflerle yazıyoruz ancak
son albümlerinde bazı üzücü ve yorucu olaylar var ki
bunların başında “demirciler demir döver” tandanslı davul tonu geliyor. Metallica’nın da son albümü Death Magnetic’te kullandığı bu tuhaf davul tonunu, söz
konusu iki albümün de son şeklini veren Greg Fidelman
adlı prodüktöre borçluyuz. Kendine başka bir iş bulacağı günleri, daha fazla albüm heba etmeden göreceğimizi umuyorum iyimserce. SLAYER’ın 2000 sonrası çalışmalarını sevmeyen bir çok eski fanı mevcut. Ben her
daim SLAYER’ı sorgulamaktan kaçınıp yaptıkları her türlü atraksiyonu kabul ettim kendimce. Lakin son albümün prodüksiyonu beni bile isyan ettirdi. Parçalara diyecek sözüm her zamanki gibi yok ama bu böyle gitmez
SLAYER. Albümü dinlerken, sevdiği takımın berbat oynaması nedeniyle maç esnasında hırsından sahaya dalan
taraftar gibi hissetmedim değil. Önümüzdeki sayıda irdeleyeceğiz bu konuyu ama yine de iki çift laf etmeden
geçmek istemedim.
G
elelim Rammstein mevzusuna. Son albümleri “Liebe Ist Für Alle Da” ve albümden bir parçaya çektikleri klibi skandal olarak niteleyenler var. Evet biz de
albüm kapağını dergiye basmadık ama müzik dünyası
Marilyn Manson, Rockbitch, Red Hot Chili Peppers gibi
grupları hiç görmemiş gibi, sanki Rammstein daha önceleri Beatles imajlı bir “aile briç bezik rock” grubuymuş gibi tepkiler verildiğini de görüyoruz. Yahu zaten
Rammstein her daim her şeye müstehak grup imajı çizmedi mi? Evet “yaş ilerledi başımıza vurdu” formatı yok
değil ama Rammstein de bütün büyük gruplar gibi “ya
kabul et ya da dinleme” mantığıyla iş yapıyor. Albüm hiç
fena değil bence. Öte yandan Rammstein’dan hala yeni
bir Mutter beklediğim için “işte budur be” dedirtmedi.
W
.A.S.P’ın son albümü “Babylon”’u da geçen hafta dinledim. Şu sıralar çıkacak veya çıkmış olmalı. Gerek besteler, gerekse prodüksiyon olarak bir önceki albüm “D.O.M.I.N.A.T.O.R”a göre daha iyi tınlıyor
Babylon. W.A.S.P’tan beklenen her şey, artı bir de muhteşem bir Deep Purple - Burn coverı yer alıyor albümde. Yıllara direnen seksenler adamı Blackie Lawless’a
şapka çıkarıyorum. Bu sayının yetilmeyen konularından
biri de W.A.S.P’tı. Yine editör yazısında değineyim istedim.
N
ile’ın kafaya göze hitap eden yeni albümü “Those
Whom The Gods Detest”ten geçtiğimiz sayıda kısaca söz etmiştim. Bu sayıda Emre derinlemesine inceledi
konuyu. Albüm Nile’ın artık daha anlaşılır bir atmosfere
gireceğine dair sinyaller veriyor. Diğer albümlere dinlemesi kolay bir çalışma.
P
aradise Lost da “Faith Divides Us, Death Unites Us”
ile arayı açmadan devam ediyor. In Requiem ile gecelerimizi gündüzlerimize karıştıran, içinde bulunduğumuz yıllarda altın çağını yaşadığına inandığım bu toplulukla ilgili bir özel sayı yapsak yine de derdimizi tam anlatamayız. O derece hastasıyız ailece.
B
u ayki kapak konumuz Epica. Şahsen ilgilendiğim bir
topluluk değilse de ülkemizde onlara ilginin büyük
olmasını göz önünde bulundurarak sevenlerine jest yapmak istedik.
F
ransa’da gerçekleştirilen ve çoktan efsane olan
Hellfest’in bu seneki organizasyonunun üzerinden
biraz zaman geçti aslında ama ancak yetiştirebildi sevgili Çağlar Neçelik sizler için. Joey DeMaio’nun en sevdiği Türkler arasında yer alan arkadaşımız ve “ara sıra
yazar”ımız Çağlar’ı önümüzdeki konserlere dair izlenimlerini aktarması için sıkıştırmaya devam edeceğim :)
P
ınar’ın şık fotoğraflarıyla süslediği İstanbul Unirock
Extreme Metal Festivali yazısını dergide bulabilirsiniz bu ay. Artarda gerçekleştirdiği başarılı organizasyonlarla ülkemiz organizasyonları arasında çığır açmaya
doğru hızla ilerleyen Unirock’a da yeri gelmişken selam
edelim. Gelecek ay görüşmek üzere...
John Voxville
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
JOHN VOXVILLE
:: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU, BAHA ÖZER, BEGÜM ÜRÜGEN, CAN ÇAKIR, ÇAĞLAR NEÇELİK,
DURSUN ÇİFTKROSOĞLU GÜVENÇ ŞAHİN, MELİS BALCILAR,
MELİS SARILAR, MÜŞFİK CAN MÜFTÜOĞLU, PINAR TUNCER, ZELİHA KARAKOCA
:: İLETİŞİM ::
E-Mail: [email protected] | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
EMRE DEDEKARGINOĞLU
WD
er wartet mit Besonnenheit (sabırla bekleyenler)
er wird belohnt zur rechten Zeit (doğru zaman geldiğinde ödüllendirilecekler)
un, das Warten hat ein Ende (şimdi bu bekleyiş bitti)
eiht euer Ohr einer Legende (kulaklarınızı efsaneye verin)
NL
R
osenrot’tan beri dört sene geçti... Almanların
günümüz itibariyle dünyaya saldığı en büyük
müzik grubu Rammstein cephesinden ise pek bir
ses seda çıkmadı. 2007’de grubun vokalisti Till
Lindemann’ın ayrılacağı yönünde iddialar grubun
hayranlarının yüreğini ağzına getirse de grup bu
iddiayı hemen yalanladı. Zaten Lindemann’sız
bir Rammstein’in düşünülmesi bile zordu. Grup
aynı sene yeni albüm hazırlıklarına başladı.
İlk başta 2008 yılında albümün çıkabileceğini
belirtmişlerdi. Fakat albümden birkaç ay öncesine
kadar haber gelmedi. Geçtiğimiz temmuz Liebe
Ist Für Alle Da adlı şarkının tamamlanmamış hali
nete sızdı, sonra albüm detayları yavaş yavaş
gelmeye başladı. İlk single olarak açıklanan
Pussy önce adıyla “Noluyoz?” dedirtti, ardından
promo klip görüntüleri gelmeye başlayınca
herkes şok oldu. Kariyerlerinin başından beri
uçlarda gezen, şarkı sözlerinde sadomazoşizm,
ensestlik, nekrofili, pedofili, yamyamlık gibi
toplumlarda aşırı derece tabu olan konularda
sözler yazan, kliplerinde aşırılığa kaçan, konser
performanslarında bu aşırılığı piroteknik şovlarıyla
(Live Aus Berlin’deki Bück Dich performansını ayrı
anıyorum.) destekleyen grubun bu sefer cidden
kafayı sıyırdığını düşündü herkes... Mann Gegen
Mann’dan daha aşırı nasıl bir klip çekilirdi? Cevabı
yine aynı grup verdi. Pussy klibinde seks turizmini
ele alarak, gerçek porno yıldızlarıyla resmen kısa
bir porno film çekerek...
G
ünümüzde seveni kadar nefret edeni de çok
olan grubun bu fazla cesur hareketi geniş
çaplı münakaşa yarattı, yurdumuzun bu tarz
haberleri hiç kaçırmayan gazetesi Hürriyet’te
“Skandal klip..” başlığıyla haberini verdi. Grubu
sevmeyenler klibi “..ktan” diyerek geçerken,
grubun hayranları da bölünmüştü, kimisi
“Rammstein dalgasını geçmiş.” diyip takdir
ederken, kimisi de şarkıyı fazla boş, klibi de fazla
abartı bulmuştu.
R
ammstein’ın Herzeleid’den beri edindiği
aykırı imaj, insanların içindeki o ilkel
kalmış, evcilleşmemiş karanlık yönü birincil
konuma taşıyordu. Toplumsal yaşayışımızda
bu yönün yeri kabul görmüyor olabilir ama
akşam evinize gelip haberleri izlediğinizde ya
da gazetenizi okuduğunuzda görüyorsunuz ki
bu yön “bastırılmıyor”. Dünya gittikçe garip bir
yöne kayıyor. Rammstein’ın da öne çıkartarak
insanları rahatsız ettiği yön bu... Pussy’nin klibi
eve bir video klibe göre fazla açık ama insanların
eleştirdiği nokta bunu beş tane müzisyen adamın
yapıyor olması... Klipte dokundurulan konu şu
an kendi sektörünü, yıldızlarını ve hayatlarını
yaratmış bir ekonomi haline geldi. Rammstein
mizahi açıdan bu noktaya dokunuyor, evet, dikkat
çekiyor, evet, bu bir reklam oluyor ve bir kuraldır
ki reklamın iyisi kötüsü olmaz.
L
iebe Ist Für Alle Da bunca gürültü patırtının
içinde geçtiğimiz ay içinde piyasaya sürüldü.
Pussy ile birlikte albüm hakkında yapılan öngörüler
karışıktı. Fakat bu yazının yazıldığı zamana
kadar albüm satış bazında da, kritik olarakta iyi
gidiyordu.
G
rubun Herzeleid’de ilk ürünlerini verdiği,
özellikle Laibach, Oomph! ve Ministry’den
etkilenmiş müzikal yapısı şu ana kadar çıkarttıkları
tüm albümlerinde kendini göstermişti. Endüstriyel
tınlayan sert gitar riffleri üzerine bu havayı
destekleyen bas/bateri ritmleri, Flake’in grubun
müziğine çeşitlilik ekleyen geniş etkileşimli
klavyeleri ve Lindemann’ın kalın vokalleri grubun
“marka” özellikleri olmuştu. Grup, Neue Deutsche
Härte ve Industrial Metal olarak kategorize edilen
müziği içinde birçok farklı tarzdan da etkileşim
kullanıyordu. Albümden albüme müziğini daha
geliştiren grup, Rock ve Metal arasında geçiş grubu
görevi de üstlendiğinden, her geçiş grubunun
başına geldiği şekilde kendisine karşıt bir kitleye
de sahip oldu. Doğu Almanya gibi senelerce bir
duvarın gölgesinde kapalı kutu kalmış bir yerden
çıkıp, Almanca dilini kullanarak şarkılar yaparak,
bu derece popüler olmaları ve milyonlarca albüm
satmaları aslında takdir edilmesi gereken bir
başarıdır. (Almanca’nın Türk insanı üzerindeki “Ay
çok kaba dil!” önyargısına rağmen, Türklerin en
çok göç ettiği gavur ülkesi olması da ayrı ironidir.
:D) Tabii ülkemizde hala Du Hast ile bilinseler
de, Du Hast’ın üstüne birçok iyi parça verdiler,
Sehnsucht’un başarısını (bence) kariyerlerinin en
sağlam albümü olan Mutter ile perçinleyip, hit
bombası Reise, Reise ile bunu korudular, Rosenrot
ile şarkı yapılarında biraz hız kesip, atmosferik
bir albüm yaptılar ve şu an Liebe Ist Für Alle Da
ile karşımızdalar...
L
iebe Ist Für Alle Da, ironik kapağının arkasında,
Rammstein’ın
klasik
müzikal
yapısını
özümsemiş dinleyiciler için içine girilmesi kolay
bir albüm olarak gözüküyor öncelikle... Önceki
albümlerden farklı olan yan ise, şarkıların daha
bir sertleşmiş olması ki özellikle Christoph
Schneider’ın baterilerinde bu durum çok daha
net belli oluyor. Reise, Reise sonrası kesik kesik
kullandığı çift pedal geçişleri bu albümde daha
net ve şarkılarda sık sık kullanılmış. Grubun
metal etkileri belli bir oranda arttırılmış, ilk
dönemlerindeki düz ama vurucu gitar melodileri
daha çeşitlendirilmiş, fakat bunun yanında
önceki albümlerde olduğu gibi akustik gitar ve
ya atmosferik sesler de unutulmamış. Albümün
müthiş giriş şarkısı, Herzeleid’daki Rammstein’ın
yeniden düzenlenmiş versiyonu Rammlied, ağır bir
atmosfere ve melodik yapıya sahip olan B********
, albümden çıkacak olan ikinci single Ich Tu Dir
Weh, gayet hızlı tempoda ilerleyen Waidmanns
Heil ve oldukça gaz melodiler içeren Weiner
Blut yoğunlaşan metal etkisini birebir gösteren
şarkılar olmuşlar, Lindemann’ın vokalleri de
bu şarkılarda daha çatallı ve kirli bir hal alıyor.
Frühling In Paris grubun her albüme koymayı
gelenek haline getirdiği duygusal ballad görevini
akustik gitar ve Lindemann’ın başarılı vokalleriyle
uygularken, Roter Sand albümün en sakin şarkısı
olarak öne çıkıyor. Albüme adını veren şarkı Liebe
Ist Für Alle Da’da albümdeki sert şarkılardan
biri ve özellikle Schneider’ın baterileri, Flake’in
klavye solosu ve nakaratıyla dikkat çekiyor. Mehr
ise Mutter’dan çıkmış gibi duran, eski Rammstein
şarkılarına selam gönderen bir eser olurken,
Haifisch’de sağladığı elektronik altyapı ile Flake
göz dolduruyor. Pussy, albümün en tartışılan
şarkısı olması bir yana, albümdeki en basit ve
gerçekten single potansiyeli bulunduran şarkıda
Flake oldukça öne çıkıyor ve gitarlar da klavyeleri
destekliyor.
A
lbümün sınırlı basım versiyonunda ise dört
tane albüme giremeyen ekstra parça var ve
bu parçalarda da boş yok. Führe Mich, bana Reise,
Reise’daki Dalai Lama’yı andırdı. Donaukinder’da
yapı olarak Mutter’ı andıran, ağır ve karanlık bir
parça olarak öne çıkarken, Halt’ta albümdeki
sert şarkıları takip eden bir yapıda ilerliyor. Son
bonuş şarkı Liese ise Till Lindemann’ın vokalleri
ile Flake’in sağladığı sesleri buluşturuyor.
S
onuç olarak, Rammstein, Pussy ile çıkardığı
yaygaraya rağmen oldukça iyi bir albüm ile dört
senelik arayı sona erdirmiş. Pussy, albüm hakkında
çok az bir fikir veriyor, çünkü albümün geneli
daha sert ve ağır bir atmosfer içeriyor. Grubun,
işlediği formülü daha da ileri taşıdığı ve kesin bir
metal dokusuyla şarkıları ördüğü belli oluyor , bu
nedenle bunca senedir Rammstein’e uzak duran
metal müzik severlerin de bu albümü sevebilmesi
gayet olası... Till Lindemann’ın vokalleri ve
Flake’in grubun müziğine entegre ettiği değişik
türlerden etkilenmiş partisyonlar kadar, Richard
Z. Kruspe ve Paul Landers’ın sıkı gitar melodileri
ve Christoph Schneider’ın da dinamik baterileri
albümde oldukça öne çıkan noktalar oluyorlar.
Sehnsucht’un vuruculuğu, Mutter’ın bütün olarak
gücü ve Reise, Reise’daki çeşitliliği bir potada
eritmeyi başaran grup, oldukça güçlü bir Industrial
Metal eseri çıkartmış. Albüm, genel olarak grubun
en beğenilen albümü olan Mutter’a karşı neler
yapacak, zaman gösterecek.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
‘90larda Death Metal sahnesiyle öne çıkan ve yine aynı dönemin sonlarına doğru
Gothic Metal piyasası açısından önemli bir pazar olan Hollanda’nın yükselen
yıldızlarından Epica yeni albümüyle bizlerle... After Forever’dan ayrılan Mark
Jansen’in 2003 senesinde hayat verdiği Epica’yı genel olarak güzeller güzeli
afet-i vokali Simone Simons ile tanıyor, biliyor ve seviyoruz. (Şu metal aleminin
günümüzdeki belki de en taş bayanıdır gibisinden testosteron soslu bir yorum
ekleyip, konuyu kapatıyorum. :D) 2003 tarihli ilk albümleri The Phantom Agony
ile adını duyuran grup, senfonik bazlı Gothic Metal müziğiyle piyasaya yenilik
getirmese de güzel bir albüm ortaya çıkartmış ve takdir toplamıştı. Tipik
Symphonic/Gothic Metal formüllerini işlemelerine rağmen, başta grubun Nothing
Else Matters’ı ve ya Angelica’sı konumuna geçen Cry For The Moon ve The
Phantom Agony olmak üzere Seif Al Din ve Feint gibi parçalarda albümü iyi bir
noktaya taşımıştı. Ardından gelen Consign To Oblivion ise, grubun Gothic Metal
yönünden After Forever’a benzer şekilde Power Metal ile etkileşim içine girdiği,
senfoniye ve Simone’nin vokallerine dayanılan, gitarların mikste fazla kısıldığı,
şahsi görüşümce grubun ilk albümün devamını getiremediği, tadımlık bir geçiş
albümü olarak kaldı. Tabii, Simone Simons gibi bir vokal gruptayken onun üstüne
oynamaları normaldi fakat grubun müziğini geriye çekip, tamamen senfoni ve
bayan vokale yüklenmesi kendilerini yüzlerce Gothic Metal grubunun arasında
kaybetmelerine sebep olabilirdi. Consign To Oblivion’dan sonra çıkan Score adlı
enstrumental albümü geçersek, grup üçüncü albümleri The Divine Conspiracy’de
bu durumu tamamen düzeltti. Gruptan albüm öncesi ayrılan –ve bence fazla
düz çalan- Jeroen Simons yerine dahil olan God Dethroned bateristi Ariën van
Weesenbeek kesinlikle gruba yaramış ki, The Divine Conspiracy, yayınladıkları
üç albüm içerisinde en dinamik, olgun, sürükleyici ve başarılı albüm oldu.
Consign To Oblivion’dan ileriye atılmış fazlaca büyük bir adımdı albüm, grupça
performanslarının çok iyi olması bir yana –özellikle bateriler açısından çok iyiydi-,
şarkılar da gerçekten oldukça güçlüydü. Senfonik düzenlemelerde
zaten yetenekli olduklarını çoktan göstermişlerdi ve albüm bu açından
da hayalkırıklığı yaratmıyordu. İki gitariste sahip olmalarına rağmen
kaçındıkları çift gitar partisyonları ve solo kullanımına da bu albümde
yer vermişler, farklı tarzlardan etkileşimleri bir potada eriterek tam
anlamıyla Symphonic Metal tarzına kaymışlardı. Bu albüm Consign
To Oblivion’da gösteremedikleri potansiyellerini de tam anlamıyla
yansıtmıştı.
Bu kadar tarih bilgisinden sonra yeni albüme gelelim. The Divine
Conspiracy’den beri geçen iki yılda grup geniş çaplı bir turne
programını izledi, Simone Simons’un talihsiz rahatsızlığı kendilerini
biraz zor durumda bıraktı ve grubun hayranlarını da endişelendirdi.
Simone Simons geçtiğimiz mayısta sonunda hastalığından tam
anlamıyla kurtulunca grup albüm çalışmalarına hız verdi ve ekim ayı
içerisinde Design Your Universe adlı dördüncü albümleri yayınlandı.
Konsept olarak daha önce din ve antik uygarlıklardan ilham alan grup,
bu sefer kuantum fiziğinden temel alınan felsefik yaklaşımlar üzerine
sözler yazmış. Mark Jansen bu konuyla ilgili “Albüm ismi, Design
Your Universe, kuantum fiziğindeki yeni gelişmeler üzerinde duruyor.
Bu bizlerin birbirimize atomaltı seviyede bağlı olduğunu kanıtlıyor.
Ayrıca, maddeyi yaratabileceğimizi ya da en azından düşüncelerimizle
etkileyebileceğimizi gösteriyor... çok ilginç bir gerçek. Çünkü bizim
için herşeyi değiştiriyor, bu gerçekleri kabul edip, hayatınıza entegre
ettiğinizde bizlerin tüm dünya görüşü çöküyor. Dolayısıyla albümün
adı bu olmalıydı.” gibisinden felsefik açıklamalarda bulunmuş, tam
anlamıyla anlayabilen beri gelsin diyorum. :)
Gelelim Design Your Universe’ın içeriğine... Benim gibi The Divine Conspiracy’i oldukça
beğenenlerdenseniz, haberler iyi... Ama bir Consign To Oblivion ya da The Phantom
Agony arıyorsanız, bu albüme alışmanız zaman alabilir. Çünkü temelde The Divine
Conspiracy devam ettirilmiş ama sanılmasın ki bu albüm öncülünün kopyası... Değil.
Epica’nın temel aldığı formül modifiye edilerek işlenmiş, yoğun senfonik düzenlemeler
ve korolar, Simone’nin düz ve soprano vokalleri, Jansen’in kontrast oluşturan brutalleri
ve grubun gitarlarıyla birleştirilmiş. Grubun gitarist değişiminin getirisi ilk dinleyişte
göze çarpıyor, God Dethroned’de bir dönem çalmış olan Isaac Delahaye, gruba keskin bir
Extreme Metal etkisi getirmiş, bu sayede grubun gitar bazında çeşitliliği oldukça artmış.
Melodic Death Metal’den Black Metal’e, grubun daha önce denemediği tarzlardan da
etkileşimler var. Ayrıca ilk defa bir Epica albümünde birçok şarkıda solo duyabiliyoruz
ki bu da grup adına oldukça iyi bir gelişme olarak kaydedilebilir ve sololar da genel
olarak gayet iyiler... Diğer bir dikkat çeken nokta ise Mark Jansen’in oldukça güçlenmiş
brutal vokalleri oluyor. Eski albümlerde bu kadar güçlü brutal vokalleri yoktu, hatta
yer yer Black Metal shrieklerine kayıyordu. Simone’nin vokallerine ise herhalde birşey
dememe gerek yok, hem düz hem mezzo-soprano vokallerinde yine oldukça başarılı bir
iş çıkaran Simons, şarkılara duygu ve tutku
veren birincil element olmaya devam ediyor.
Albümdeki şarkıları şahsen ayıramıyorum.
Kısaca demek istiyorum ki, bu albüm grubun
şimdiye kadar çıkardığı en iyi albüm... Daha ilk
dinleyişimde bana “Abo!” gibi kro bir tepkiyi
verdirtmeyi başardı. Son iki albümleriyle
çok büyük adımlar atan grup, bu albümde
birçok füzyonu çok başarılı bir şekilde
çalıştırabilmiş. Albümden çıkan ilk single
Unleashed ve diğer ticari yönü olabilecek
şarkı Deconstruct bile piyasaya salınmak için
fazla zengin yapılar içeren şarkılar... Yine
de albümün en güçlü şarkılarını sıralamak
gerekirse, aksak ritmleriyle surata tokat gibi
parçan ilk şarkı Resign To Surrender, Melodic
Death Metal dokusuyla Martyr Of The Free
Word, grubun yarattığı en başarılı epiklerden
Kingdom Of Heaven, duygusal ballad Tides
Of Time, Burn To A Cinder ve kapanış şarkısı
Design Your Universe öne çıkıyorlar.
Bu albüme, grubun ilk iki albümüne daha çok
hayran olanlar biraz zor ısınabilir demiştim.
Bunu deme sebebim, grubun özellikle bu
albümle birlikte tam anlamıyla Symphonic
Metal tarzına geçmesi, yani senfonik etiketi altında birçok farklı tarzı
bir potada eritmeye başlamasıdır. İlk albümdeki keskin gotik atmosferi
ile ikinci albümdeki Power Metal yakınlığı net bir şekilde albümde yer
almıyor, şarkılara yedirilmiş olarak karşımıza çıkıyor. Bir parçada gotik
hava taşıyan bir partisyon girdikten sonra daha farklı bir yöne kayabiliyor.
Hatta bu nedenle, albümün içerdiği düzenlemelerin gayet progresif
olduğunu söylemekte fayda var. (ProgArchives’e Epica’yı Progressive
Metal başlığı altında neden koyarlar diye düşünürdüm, artık cevabımı
aldım. :D) Dolayısıyla bu albümü daha rahat dinleyebilmek için bir önceki
albüme kulak aşinalığı gerekebilir. Grup olarak The Divine Conspiracy
ile bu yöne kayacaklarını göstermişlerdi ama bu kadar çeşitliliğe sahip,
zengin ve dolu bir albüm ile geleceklerini şahsen ben düşünmemiştim.
Bir sonraki albümde Symphony X tarzı bir Progressive Metal yaklaşımıyla
gelirlerse şaşırmamak gerek... :) Bu kararlılıkla
müzikalitelerini arttırmaya devam ederlerse, çok
daha iyi yerlere geleceklerdir. Çünkü şu an hem
kadro potansiyelleri hem de vizyonları buna çok
müsait bir konuma geldi.
Kısacası... Evanescence olma yolunda kendini
kaybeden Within Temptation’u, rahmetini almış
After Forever’ı,
progresif etkileşimli Gothic
Metal yolundan tipik Alternative Rock grubu olan
Nemesea’yı özlemle anmayı bırakabilirsiniz. Epica,
Hollanda gruplarının içine girdiği bu tıkanıklığı
çözecek kadar güçlenmiş bir şekilde karşımızda
duruyor. Power Metal, Gothic Metal, Progressive
Metal, Symphonic Metal tarzlarını seviyorsanız,
mutlaka Design Your Universe’ı tadın.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
M
etal müzikte hala çok tartışılan bir konudur bayan vokaller... ‘80lerde
Doro Pesh ve Sabine Classen gibi isimler bu işi kuralına göre yaparak
adlarından bahsettirmelerine rağmen, ‘90larda Paradise Lost’un Gothic Metal’e
yol vermesiyle metal müzik içerisinde kendisine yer bulan “meleksi bayan
vokal” kavramı, metalin agresif yönüne zıt olması sebebiyle hala sık sık fikir
kapışmalarına sebep oluyor.
L
iv Kristine’in başını çektiği soprano/meleksi
bayan vokal kavramını daha sonra Tarja Turunen
gibi tamamen operaya yönelen bayan vokaller
ile Cristina Scabbia gibi alternatif etkili bayan
vokaller devam ettirdi. (Sabine Classen sınıfından
gelen Angela Gossow gibi isimler de var, onlar
konumuz dışında olduğundan pas geçiyorum.)
Tabii bu durum şu an tamamen çorbaya döndü,
etraf bayan vokalden geçilmiyor ve kaçınılmaz
olarak bir kurtlar sofrası ortamı oluşuyor. Çünkü
bayan vokalin sesi ve seksapelitesine dayanarak
müziği ikinci plana atıp, piyasaya çıkan birçok
karbon kopya grupta var. (Hele Avrupa’da
Nightwish sonrası çıkan senfonik bazlı bayan
vokalli Power Metal sendromu başlı başına bir
felaket neredeyse...) Aradan sıyrılmak için illaha
ki müziği güçlü tutmak, sadece bayan vokali öne
çıkarmamak farz oluyor. Power Metal ve Gothic
Metal tarzları dışında bayan vokaller metal
müzikte çok yaygın kullanılan bir enstruman
olmadıklarından farklı gruplara rastlamakta çok
kolay olmuyor.
A
merika çıkışlı Echoes Of Eternity’de bu noktada
üzerinde durulabilecek bir grup... Günümüz
bayan vokalli gruplarından ayrı durdukları nokta
müziklerinde Extreme Metal tabanlı, ilk dönem
Iced Earth ve Death’in Symbolic/The Sound Of
Perseverance dönemini bolca andıran kompleks
Death/Thrash rifflerini melodik bir yaklaşım
ile kullanmaları ve bunu müziğe kontrast
oluşturan Liv Kristine tarzı meleksi bayan vokalle
birleştirmeleri... 2005 yılında kurulan grup henüz
piyasa da çok yeni olmasına rağmen geçtiğimiz ay
ikinci albümünü yayınladı. İlk albümlerini 2007
yılında The Forgotten Goddess adıyla yayınlayan
grup, karışık eleştiriler almış, adını yer altı piyasa
da duyursada büyük bir çıkış yakalamamıştı.
Vokalleri Francine Boucher’in bayağı bir dikkat
çeken fiziği de grubun popülaritesine “Oh, the
chick is hot!” söylemininden fazlasını yapmamıştı.
(Grupta Francine’nin fiziğinin sürekli ne
çıkartılmasından yana oldukça sıkıntılı olduğunu
belirtmişti.) Şahsi düşüncem, The Forgotten
Goddess’ın genç bir grup debutuna göre gayet iyi
olduğuydu, içinde Voices In A Dream, Expressions
Of Flesh ve The Forgotten Goddess gibi güçlü
şarkılar vardı ve grup elemanlarının enstruman
hakimiyetleri de potansiyelleri de belli oluyordu.
Francine Boucher’in vokalleri fazlasıyla Liv
Kristine’ı andırması sebebiyle çok orijinal bir tat
vermese de müzikle değişik bir kontrast yaratmıştı.
Grubun tarzı net aleminde Progressive Metal ve
Gothic Metal olarak anılsa da müzikal altyapı
olarak Progressive Metal daha uygun kalıyordu,
çünkü grubun vokaller ve az olarak kullanılan
akustik sesler dışında Gothic Metal’e uyan bir
yapısı yoktu, zira müzik tamamen Extreme Metal
tabanlıydı. Kısacası grupta farklı birşeyler vardı
ama bayan önderliğinde giden metal gruplarını
seven kitle tarafından da genel olarak ıskalandı.
G
rubun eylül sonunda çıkardığı yeni albümlerinin
adı As Shadows Burn, Nuclear Blast etiketiyle
yayınlandı. Grup için önemli bir detay ise çıkış
haftasında albümün Billboard listesinde 134.
sırayı almasıydı. Günümüzde Metallica, Iron
Maiden, Megadeth, Slayer gibi büyük isimlerin
dışında metal gruplarının adlarını Billboard gibi
sonsuz ticari listeleri sokması zorken grubun bunu
başarması kendilerini de doğal olarak oldukça
şaşırtmış. Tabii günümüzde Facebook, MySpace,
Twitter derken üç koldan internete reklam
yayan gruplar adlarını daha kolay duyurma şansı
yakalıyorlar, Echoes Of Eternity’de bu siteleri
kullanarak sıkça güncelleme yayınlamıştı.
A
lbüme gelirsek, As Shadows Burn, yapı olarak
ilk albümü kaldığı yerden devam ettiriyor.
Oldukça melodik bir yaklaşımla çalınmış,
çift gitar tabanlı kompleks riffler üzerine
Boucher’in vokalleri yine grubun temel çıkış
noktasını oluşturmuş. Güncel Thrash Metal,
Melodic Death Metal ve Progressive Metal
tarzlarından etkilenilen melodiler, yine baterist
Kirk Carrison’ın dinamik ve agresif baterileriyle
desteklenmiş. Debuta göre farklı olan noktalar
ise albümün atmosferik ve akustik seslerin
Descent Of A Blackened Soul dışında neredeyse
hiç yer bulmamış olmasından kaynaklanan daha
direkt ve kızgın ruh hali, vokallerin ilk albümdeki
meleksi prodüksiyona göre daha doğal ve temiz
gelmesi ve grubun ilk albümde denenmemiş
Extreme Metal numaraları da eklemesi olarak
sıralanabilir. Albüm başından sonuna kadar yüksek
tempoyla ilerliyor. Gitarist ve grubun beyni
Brandon Patton’un Death, Metallica, Megadeth,
Morbid Angel, Cynic, Malmsteen, Suffocation,
Fates Warning, Dissection ve Queensryche gibi
grupları en önemli etkileşimleri olarak sayması
bu albümün müzikal özeti hakkında genel bir
fikir verebilir. İlk albümdeki duygusal yoğunluğun
bu albümde seyreltilmiş olması sebebiyle ilk
dinleyişlerde hemen yakalayan şarkılar göze
batmasa da zamanla albüm kendini daha çok
göstermeye başlıyor. Müzisyenlik olarak yine
oldukça sağlam bir iş çıkartılmış, Machine Head
ve Soulfly gitaristi Logan Mader tarafından
yapılan prodüksiyon ise gayet başarılı olmuş.
Albümde öne çıkan parçalar albümün açılışını
yapan Ten Of Swords, atmosferik ve duygu
yüklü partisyonlarıyla dikkat çeken Descent Of A
Blackened Soul, taşıdıkları yoğun Extreme Metal
etkileşimleriyle Buried Beneath A Thousand
Dreams ve The Scarlet Embrace ve grubun
müzisyenliğini öne çıkartan enstrumental şarkı
Funeral In The Sky olarak sıralanabilir.
T
oparlamak gerekirse Echoes Of Eternity,
ilk albümünü aratmayan bir ürün ile geri
dönmüş. Bu albüm sahip oldukları potansiyeli
daha net bir şekilde ortaya koyabilecekleri ortamı
kazanmalarına yetecek mi, zaman gösterecek.
Ama grubu daha fazla kişiye ulaştıracağı belli...
Grupta bayan vokal olmasından dolayı birçok
Extreme Metal sever esgeçmeyi düşünebilir ama
en azından bir kez şans vermekte fayda var.
Çünkü karşımızda sıradan bayan vokalli gruplara
göre farklı birşeyler deneyen bir grup var.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
B
u okuyacağınız yazı, şimdiden söyleyeyim, objektif
bir yazı değildir. Paradise Lost’u çok seven, sayan,
üstte tutan bir hayranın elinden çıkmıştır.
D
evrimci gruptur Paradise Lost. Aynı zamanda
cesurdur. Tarz değiştirir, istediğini yapar. Doom/Death
Metal’den gelipte, Synth-Pop yapabilecek cesareti her
grup gösteremez. Paradise Lost hayran kaybetme, plak
şirketiyle bozuşma uğruna bile pes etmez. Bir yandan
Doom/Death Metal’in Winter, Disembowelment, My Dying
Bride ve Anathema ile öncülüğünü etmiş, öbür yandan
Celtic Frost’un Into The Pandemonium albümünde ilk
örneğini verdiği orkestral düzenlemeler/meleksi bayan
vokaller üzerine ağır ve kasvetli melodiler formülünü
işleyip Gothic Metal’e yol vermiştir. Yayınladıkları her
albümde belli bir kalitenin üstüne çıkmış, öncü olmuştur.
İ
lk keskin tarz değişimine gittikleri One Second
bile birçok Gothic Metal grubunu etkilemiştir.
Gothic Metal tarzında sololardan kaçmayan,
cömertçe kullanan sayılı gruplardan birisidir.
S
eksenlerin sonlarında kurulan Paradise Lost,
Celtic Frost’un etkileyip, Candlemass’ın
derin düşüncelere gark ettiği jenerasyonun önde
gelen temsilcilerinden birisi oldu. İlk albümleri
Lost Paradise ile Death Metal formuna hızdan ve
teknikten öte ağır kasvet ve duygusal yoğunluk
getirmiş, ikinci albümleri Gothic ile Gothic Metal
tarzını başlatmış, Shades Of God ile Doom/Death
Metal adına önemli bir eser vermiş, Icon ile Black
Album Metallica’sı ile Doom Metal’i buluşturmuş
ve Draconian Times ile klasik müziklerine görkemli
bir son vermişlerdi. One Second ise grubun
Depeche Mode, Sisters Of Mercy gibi farklı tarz
gruplardan etkileşimler taşıyarak müziklerine
Gothic Rock dokusu ördükleri ilk eser olmuş,
grubun kemik fan kitlesini böldüğü kadar yeni
hayranlar da kazandırmıştı. Grubun kariyerindeki
en kritik nokta ise Host olmuş, Synth Pop yapısıyla
herkesi şaşırtmış, kimilerince basit bir Depeche
Mode kopyası olarak hor görülmüş, kimilerince
ise Load gibi değeri sonradan bilinerek melodik
kalitesi takdir edilmiş ve kucaklanmıştı. Grubun
tekrar gitar bazlı müziğe döndüğü Believe
In Nothing ve tekrar metal müzik geçmişini
canlandırdığı Symbol Of Life ile yeni bir gelişim
süreci başlamış, 2005 tarihli Paradise Lost ile
grubun eski ve yeni dönemi sentezlenmişti. En
son çıkan albümleri In Requiem’de ise grup, içine
girdiği süreci One Second öncesi sert müzikal
altyapıya yaklaşarak devam ettirmiş ve hem
kritiklerden hem de hayranlarından tam not
almıştı. (Bense bir hayran olarak hiçbir albümü
ayıramam, hepsini sever sayarım ama Icon ve
Draconian Times’ın yeri kalplerimizde her zaman
ayrıdır. :D)
I
n Requiem ile birlikte grubun ulaştığı noktanın,
Host sonrası tekrar eski metal temelli yapıya
doğru doğal bir süreç olduğu grup tarafından
bizzat belirtiliyordu. Dolayısıyla, yeni albümleri
hakkında “In Requiem’den daha sert olacak.”
açıklamasını yapmaları bizleri şaşırtmadı. Yeni
albüm kayıtları öncesinde davulcuları Jeff
Singer’ı kaybeden grup, bu albüm için Peter
Damin ile çalıştı. (Biliyorsunuz ki grupta şu an
Adrian Erlandsson var.) Opeth ve Katatonia
gibi ünlü gruplarla çalışmış Jens Bogren’in
prodüktörlüğünü yaptığı yeni Paradise Lost albümü
Faith Divides Us/Death Unites Us geçtiğimiz
ay içinde günyüzüne çıktı. Klasik olarak önce
grubun açıklamalarını özet geçelim. Albümün
adı, ki gayet protest bir söyleme sahip, grubun
vokalisti Nick Holmes’a göre oldukça “kendini
anlatan” bir yapıda; “Dünyada dini inançlardan
dolayı kaynaklanan çok fazla bölünme var. Bizler
hepimiz aynı et ve kemikten yapıldık. Bir dini
diğerinden ne daha iyi yapabilir ya da gerçek
bir tanrı kendi yaratısının yokolmasını ister
mi? Dünya çapındaki sonsuz sayıda farklı sözde
inançlar sadece benim herhangi bir tanrının
varlığını reddetmemi güçlendiriyor ve beni
dinin kişinin ölüme karşı olan doğal korkusunu
kullanan insan yapımı, maddiyat öncelikli bir
fabrikasyon birşey olduğuna inandırıyor.” Grubun
prodüktör değişimi ile ilgili ise “Rhys Fulber’in
son albümde yaptıklarından gayet mutluyuz, ama
üç albümdür birlikte çalıştıktan sonra farklı bir
yaklaşıma gitmeye karar verdik. Canlı DVD’miz
The Anatomy Of Melancholy’deki işini duyduktan
sonra, Jens Bogren’in bu iş için uygun adam
olduğuna karar verdik.” diyen Nick baba, albüm
ile ilgili olarakta “Bu sefer yaklaşımız daha sert
bir yöne doğru oldu, son albümden de daha
fazla... Yirmi yılı aşkın müzikal yolculuğumuzda
önemli olan iletişimi koparmamak... Müziğimizin
değişik yüzleri olmuş olabilir ama her zaman
karanlık bir havaya sahipti ve yeni albümde
müzikal ve liriksel açıdan farklı olmayacak. Yeni
bir albüm yazmak her zaman heyecan vericidir,
asla müzik yapmaktan sıkılmadık ve bence bu
bir grupta olmanın en güzel kısmıdır. Her yeni
albüm kendimizi daha iyiye taşımamız ya da
herkes için farklı birşey yapmamız adına bir
mücadeledir. Tamamıyla modern bir Gothic
Metal albümü yapmak için uğraşıyoruz. “ diye
buyurmuş.
I
n Requiem sonrası artan beklentilerin ışığında
Faith Divides Us/Death Unites Us’a gelirsek...
Albüm, grubun dediği gibi In Requiem’i devam
ettiriyor ve öncülünden daha sert ve karamsar
bir atmosfere ev sahipliği yapıyor. In Requiem’de
grubun Believe In Nothing/Paradise Lost
dönemini andıran kısımlar da vardı. Bu albümde
grubun orta döneminde elde ettiği Gothic Rock
etkileşimi, süzgeçten geçirilerek albümün sert
melodik tabanına entegre edilmiş. Grubun bu
albümde işlediği müzikal yapı, Lost Paradise ve
Gothic albümleriyle bazı partisyonlar dışında
pek benzeşmiyor ama bu iki albümünün kirli
havası yer yer hissediliyor. Shades Of God, Icon
ve Draconian Times albümlerinin izleri ise daha
net belli oluyor. Ama sanılmasın ki bu albüm
tan anlamıyla köklere dönüyor, aksine eski ile
moderni bir araya getirmeyi amaçlamışlar. Nick
Holmes’un vokalleri genel olarak In Requiem’deki
gibi Draconian Times ve One Second sonrası
dönemi birleştiriyor, çatallı vokalleri ise asla
saf brutal vokale kaymadan, tam olarak Icon ve
Shades Of God albümlerinde yaptığı vokallerin
tam ortası ayarda gidiyor ki kendisiyle yaptığımız
röportajda brutal vokale pek yakın durmadığını
bizzat açıklamıştı. Albüm müzikal olarak In
Requiem’e göre daha melodik ve sert, grubun
daha önce pek denemediği tonlarda ve hızlarda
melodi ve riff kullanımları mevcut, Aaron Aedy/
Gregor Mackintosh ikilisi yine oldukça iyi bir işe
imza atmışlar. Bu albümde grup ilk defa yedi
telli gitar kullanmış ve bu eklemenin getirisi de
göze çarpıyor. Mackintosh’un soloları hakkında
herhalde bir yorum yapmama gerek yok, yeri
geldi mi coşturan yeri geldi mi de duygu seline
boğan sololarına bu albümde de devam etmiş.
Grupta sadece bu albüm için baterinin başına
geçen Peter Damin ise, Jeff Singer’ın monoton
tarzının aksine daha dinamik bateri partisyonları
bestelemiş.
Ş
arkılar hakkında özet geçmek gerekirse,
As Horizons End, Aaron Aedy’nin ritmleri
üstüne Gregor Mackintosh’un artık marka olmuş
solo gitar melodileri ile başlıyor, sert yapısı
ve Holmes’un çatallı vokalleri ve hüzün dolu
solosu ile albümün açılışını yapıyor. I Remain,
Shades Of God dönemi Paradise Lost ile son
dönem melodik yaklaşımlarını buluşturuyor.
First Light, albümdeki füzyonlara Paradise
Lost/In Requiem albümleriyle Icon vokallerini
birleştirerek katkıda bulunurken, Frailty
grubun daha önce hiç denemediği kadar hızlı
ve Black Metal etkileşimli giriş melodisi ile
resmen süründürüyor. Faith Divides Us, sert ve
katmanlı düzenlemelerinin üstüne One Second
dönemi Holmes vokalleri ile hüzünlü ve epik
bir şarkı olarak öne çıkıyor. The Rise Of Denial,
Shades Of God amansızlığındaki sert melodileri
eşliğinde modern Paradise Lost dokusunu içinde
taşıyor. Living With Scars grubun daha önce
fazla denemediği melodik açılımlara örnekler
içeriyor, Last Regret ise içerdiği müzikal açıdan
ağır ve hüzün dolu Doom Metal melodileriyle
dikkat çekiyorken, Universal Dream, Gothic’in
kasvetini taşıyan giriş melodisi, Pity The
Sadness’e selam gönderen partisyonları ile tam
anlamıyla nostaljik bir tat veriyor. Albümün
kapanış şarkısı In Truth ise, kasvetli atmosferi
ile albümün kapanışını yapıyor.
A
lbümün sınırlı basım versiyonunda Cardinal
Zero adlı hızlı ve sert bir şarkı ile Faith
Divides Us ve Last Regret’in Prag Orkestrası
tarafından yorumlanmış orkestral versiyonları
yer alıyor.
Ö
zetle, Paradise Lost yine kalitesini bozmadan
ve beklentileri fazlasıyla karşılayan bir
albüm ile geri dönmüş. Grubun geçmiş işlerinden
sık sık referans alsa da, akıllıca yerleştirilen
ve her şarkıda önceki albümlerden alınan
etkileşimleri dengeleyen modern Paradise
Lost yaklaşımı ve yeni denenen melodi/riffler
albümün ömrünü daha da uzatıyor ve asla grubu
tekrara düşürmüyor. Albüm, en son Symbol Of
Life’da hissettiğimiz o yoğun duygusal atmosferi
hem melodi kalitesi, hem müthiş soloları hem
de Nick Holmes’un son yıllardaki en iyi vokal
performansıyla birebir aktarıyor. Gittikçe
klişeleşen, bayan vokal ve “beauty and the
beast” konseptiyle tamamen tıkanma noktasına
gelen Gothic Metal’e gereken ilacı yine türün
babaları veriyor. Paradise Lost işte bu yüzden
büyük... Kendi kurallarını koydukları türde,
kimseyi takmadan ve örnek almadan yeni sınırlar
çizebiliyor oldukları için... İyi ki varsınız. Evet,
demiştim, fazlasıyla hayranlarıyım. :)
İ
kibinlerin ilk on yılını geride bıraktık sayılır. Bulunduğumuz dönemde Death Metal açısından en öne çıkan gruplardan birisi ise şüphesiz ki Nile oldu. Güney Carolina çıkışlı grup, ’93 senesinde kurulmasına
rağmen doksanlar boyunca yer altı piyasada kalmış ama ikibinli yıllarda birbiri ardına
çıkarttığı güçlü albümlerle adını fazlaca duyurmuş ve Death Metal tarzında söz sahibi
bir grup haline gelmişti. Grup bilindiği gibi
Eski Mısır uygarlığına olan yoğun ilgisi müziklerine taşınmış, Ortadoğu uygarlıklarının
o mistik havasını karanlık atmosfer ve Death Metal müzikalitesiyle birleştirerek kendisine özgün bir müzikal yapı elde etmişti.
Bu formülü başarılı bir şekilde işleterek günümüze kadar gelen grup, Annihilation Of
The Wicked dışında bozmadığı iki senede bir
albüm çıkartma geleneğinin sonucu olarak
yeni albümü Those Whom The Gods Detest’i
bu ayın başında piyasaya sürecek. Bu yazıyı okuduğunuzda muhtemelen albüm resmi
olarak çıkmış olacaktır.
K
ariyerine resmi olarak ‘98’de Amongst
The Catacombs Of Nephren-Ka albümüyle başlayan Nile, dönemin türdaş gruplarından içerdiği yoğun Antik Mısır etkileri
ve konseptiyle ayrılıyordu. Çiğ prodüksiyonlarla kaydettikleri ilk albümlerde Ambient/
Folk tadında partisyonlar yoğun olarak yer
alıyordu ve bu Death Metal tarzı içinde oldukça farklı bir deneme olarak görülmüştü.
Tabii o zamana kadar müziklerinde oryantal
müzikler ile ilgili fikirler kullanan gruplar
olmuştu ama hiç kimse Nile gibi bunu müzi-
EMRE DEDEKARGINOĞLU
ğin ana elementi haline getirmemişti. Bu formülle Black Seeds Of Vangeance ve In Their Darkened Shrines albümlerini çıkartan grup, takip eden
Annihilation Of The Wicked ile müziğini bir nebze
rafine etmiş, hızı ve sertliği daha çok öne çıkartmaya başlamıştı. Karl Sanders’in albümden önce
tamamen Antik Mısır etkili bir Ambient solo albüm
yapıp, tüm fikirlerini albüme aktarması, bazı kesimlerce AOTW’nin daha direkt ve agresif bir albüm olmasına neden olarak gösterilmişti. Benzer
rafine yaklaşım grubun 2007 senesinde çıkan albümü Ithyphallic’de de bulunuyordu, grup melodiler ve sololarda hala Antik Ortadoğu’dan beslense de Ambient/Folk bölümleri azaltılmıştı. Genel anlamda grup, temel aldığı formüle her daim
sadık kalıp, çok köklü bir değişikliğe kariyerleri
boyunca gitmemişti. Ama son iki albüm grubun
metal dışı elementleri daha ekonomik ve atmosferik amaçlı kullanmayı tercih ederek, direkt ve
agresif Technical Death Metal yaklaşımına yaklaştığını gösteren eserler olmuşlardı.
Ç
ok değil, 6-7 ay önce tekrar solo albüm çıkartan Karl Sanders, aradan geçen birkaç ay içinde Kollias ve Toler-Wade’yi tekrar toplayarak yeni
Nile albümünü hazırlamış. Yine Mısır’dan bir alıntı içeren güzel bir kapakla bizleri karşılayan Those Whom The Gods Detest üzerine Sanders “en
eklektik Nile albümü olacağını” belirtmiş ve “Hiç
umulmadık yerlere gideceğiz. Bu aralar bazı udi
müzikleri dinliyorum, İran ve Hindu müzikleri ve
yeni şarkıları etkileyecek olan şeyler kesinlikle
bunlar...” açıklaması yapmıştı.
ir Nile albümünden bekleyeceğimiz şeyler genellikle bellidir. Yüksek teknikalite içeren bir
müzisyenlik, sert ve hızlı aynı zaman da kompleks
şarkılar, yoğun Antik çağ mistizmi ve karanlığı ve
şarkılara farklı bir derinlik veren atmosferik kısımlar Nile’in başından beri üstünde durduğu formül ve ilk bakışta Those Whom The Gods Detest
bu formüle karşı gelmiyor. Albüm, Annihilation Of
The Wicked ve Ithyphallic’in doğal devam sürecini karşılayan bir yapıya sahip denilebilir. Giriş
şarkısı Kafir! ile oldukça yüksek tempoda, nefret
dolu sert melodiler ile başlayan albüm, yine aynı
şarkıda yeralan melodik nakarat ve ezan sesleri
ile uğursuz atmosferi başından sonuna kadar hissettiriyor. Hittite Dung Incantation, delişmen solosunun vuruculuğu üstüne tipik Nile agresifliğini
gösterirken, Utterances Of The Crawling Dead’de
Annihilation Of The Wicked albümünü andıran oryantal etkileşimli melodileri ile öne çıkıyor. Those Whom The Gods Detest, yerel enstrumanlarla
icra edilmiş girişi, yoğun melodileri, oryantal tınılı melodik nakaratı ve solosuyla dikkat çekerken, albümün en güçlü şarkısı olabilecek kapasi-
B
tedeki kompleks eser 4th Arra Of Dagon’u, Doom
Metal havası veren ağır riffler ve akustik tınılarla desteklenmiş melodiler ve özellikle kapanışındaki melodi ve nakarat uyumu oldukça öne taşıyor. Permitting The Noble Dead To Descend To The
Underworld, grubun hız sınırlarını zorladığı, brutal bir Nile eseri olurken, Yezd Desert Ghul Ritual In The Abandoned Towers Of Silence, tamamen
Ambient/Folk etkileri taşıyan, Sanders’in solo albümlerindeki gibi bağlama çaldığı etkileyici bir
enstrumental geçiş parçası rolü üstleniyor. Albümün son üç şarkısı Kem Khefa Kheshef, The Eye
Of Ra ve Iskander D’hul Karnon ise albümün kapanışına doğru metronomu daha da hızlandırıyor ve
bir saatlik albümün sonunu amansız, acımasız ve
oldukça sert bir şekilde noktalıyorlar.
N
ile’den boş çıkmıyor. Her albümüyle beklentileri karşılayan ve albümlerini dinleyen ço-
ğunlukta “Yardırmışlar abi!” hissiyatı yaratan
grup, son albümüyle bu senenin en iyi Death Metal albümlerinden birisini bizlere bağışladı. Albümün birçok yerde aldığı notlar gayet iyi gözüküyor. Özellikle Kafir!, 4th Arra Of Dagon ve Those
Whom The Gods Detest şarkılarının parladığı albüm, prodüksiyon açısından da en iyi Nile eseri
olmuş. Ithyphallic’deki o bulanık prodüksiyonun
yerine herşeyin net ve temiz duyulduğu, şarkılara
hakkını verecek netlikte bir prodüksiyon, grubun
temiz performansı, nakış gibi işlenmiş bateriler
ve oldukça iyi gitar sololarıyla da birleşince kulaklara bayram ettirecek bir Death Metal ziyafeti
ortaya çıkmış. Nile sevenler zaten albüme mutlaka bakacaklardır, ama Death Metal ve ya Extreme
Metal sevipte bu grubu ıskalayanlar varsa, zaman
kaybetmeden bu albüm ile Nile’i tanıyabilirler.
Grup yoluna hiç durmadan devam ediyor. Umarım
bu albüm turnesinde artık ülkemize de uğrarlar...
EMRE DEDEKARGINOĞLU
K
endisini iyice çalışmaya, üretmeye ve yaratmaya kaptırmış bir adam, Steven
Wilson. Geçen sene sonunda solo albümü Insurgentes’i çıkartan Wilson, bu
sene de No-Man ile yeni işler yayınladı, diğer yandan Orphaned Land ve Anathema
albümleri için prodüktörlük koltuğunda zaman geçirdi (geçirmeye de devam
ediyor) ve şubattan beri de asıl grubu Porcupine Tree’nin yeni albümü üzerinde
çalıştı. Artık bunca uğraş arasında nasıl zaman yarattı da albümü tamamladı,
bilemiyoruz ama yeni Porcupine Tree albümü The Incident geçtiğimiz aylarda
piyasaya sürüldü. Bizde bir ay rötarlı olarak albüme değineceğiz.
‘
90ların başında tamamen mizahi bir şekilde The Porcupine Tree olarak
başlayan Steven Wilson, projesini tek kişilik bir uğraş olarak devam ettirdiği ve
Psychedelic/Progressive/Space Rock arasında gidip geldiği dönemlerin sonucu
olarak çıkarttığı On The Sunday Of Life, Up The Downstair ve grup bazında
kaydedilen The Sky Moves Sideways albümleriyle adını yer altı piyasada yeterince
duyurmuştu. Aslında NWOBHM hayranı olan Wilson, zamanla ilgisini yetmişli yıllar
müzisyenlerine kaydırmış ve o uçsuz bucaksız dünyadan aldıklarını müziğine
yerleştirmişti. Özellikle Pink Floyd’un müziğini ve etkileşimlerini müziğinin
ana direği olarak kullanan Wilson’un, Porcupine Tree’yi tek kişilik projeden
bir gruba döndürmesi tam anlamıyla ’96 tarihi Signify albümüyle oldu. Signify
ile birlikte grubun Psychedelic Rock’tan Progressive Rock’a yakınlaşan yapısı,
takip eden Stupid Dream ve Lightbulb Sun albümleriyle Brit-Pop’tan Alternative
Rock’a kadar farklı tarzları da kapsamaya başladı. Ardından Extreme Metal’e
ilgi duymaya başlayan ve Opeth’in beyini Mikael Akerfeldt ile tanışan Wilson,
müziğine metal müzikten etkileşimler ekledi. Grubun bu ilerleme çerçevesinde
çıkarttığı In Absentia, oldukça büyük bir başarı getirerek grubun daha büyük
üne kavuşmasını sağladı. Deadwing ve son olarak 2007’de çıkan Fear Of A Blank
Planet, grubun artık günümüz Progressive Rock sahnesinin en önemli ve büyük
isimlerinden biri haline gelmesini garanti altına almıştı. Steven Wilson’un sürekli
değişen müzik zevklerinin de bir nevi yansıması olan Porcupine Tree, albümden
albüme Wilson’un farklı yönlerini bizlere göstermeye devam etti. Ki adamın
No-Man, Blackfield, Bass Communion, Incredible
Expanding Mindfuck gibi ayrı projelerinde PopRock’tan deneysel müziğe kadar farklı tarzlarda
işler yapması da müzik anlayışının ne kadar geniş
olduğuna kanıttı. Kendisinin Krautrock ve elektronik
müziğe de ilgi duyduğu ve Nine Inch Nails’ın beyni
Trent Reznor’u takdir ettiğini de ayrıca belirtmek
gerek...
H
er yeni Porcupine Tree albümü, farklı bir
yöne gittiğinden, grubun bir önceki albümüne
bakarak ne yapacağı pek kestirilemiyor. Fear Of A
Blank Planet, grubun müziğine Progressive Metal’e
yaklaşan derecede açılımlar getirdiği, daha direkt
ve kolay anlaşılan bir albümdü ve genel olarakta iyi
eleştiriler görmüştü. The Incident ise, yapı olarak
FOABP’in tam zıttı neredeyse... Grubun müziğindeki
o sert yaklaşımı unutun, The Incident’ta bir-iki
şarkı dışında pek yok. On dört parçaya bölünmüş
tek bir şarkıdan oluşan konsept bir albüm ile karşı
karşıyayız. Konsept açısından, birgün trafiğin
çok sıkışık olduğu bir durumda bir kazayı gören
ve oradaki “POLICE-INCIDENT” yazılı banttan
esinlenen Wilson’un açıklamaları, “’Incident’
(kaza), içinde yer alan insanlar için oldukça
yıkıcı ve travmatik anlamlara sahip bağımsız bir
kelime... Sonrasında benim arabama girmiş, benim
yanımda oturan ve kazada ölen birisinin ruhunu
hissettim. Bu tarz sismikolayların taşıdığı o soğuk
ifade ilgimi çekti ve medya ve haberlerde yer alan
diğer “kaza”ları toplamaya başladım. Birkaç genç
kızın Texas’taki dini bir topluluktan kurtulması
hakkında, komşularını katleden bir aile, balık
avlayan bazı insanlar tarafından nehir üstünde
bulunan bir ceset ve daha fazlası... Her şarkı
birinci şahıs göz önüne alınarak yazıldı ve şarkılar
bağımsız medya aktarımlarını insanileştirmeye
çalışıyorlar.” şeklinde... Karmaşık bir konsepte
dayanan albümün müzikal yapısı da doğal olarak
karmaşıklaşıyor ki The Incident, kesinlikle kolay bir
albüm değil... Zaman isteyen, defalarca dinleme
sonunda anlaşılan ve ilk dinlemede aklınızda
neredeyse hiçbir şey bırakmayan bir albüm... İlk
dinlememi hatırlıyorum, aklımda kalan melodi
sıfırdı, hiçbir şey anlamamıştım ve “Bu adamlar
ne yapmış?” moduna girmiştim. Devamında gelen
dinlemeler ile albüm yavaşça kendisini göstermeye
başladı. Genel bir özet yapmak gerekirse, albüm
karmaşık yapısının yanında Porcupine Tree’nin
çeşitli dönemlerinden de izler taşıyor. Grubun
daha sert müzik icra ettiği son albümlere oranla
daha deneysel bir yapı izlenmiş. Albümün tek bir
parçadan on dörde bölünmüş olması ve aradaki
geçişlerin net bağlantılarla birbirine birleştirilmiş
olmaması nedeniyle dinleyiciyi zorluyor. Albümün
genel atmosferi ise oldukça karanlık ve karamsar,
zaten adında “kaza” gibi olumsuz bir kelimeyi
taşıyan albümün pozitif bir tat vermesi doğal olarak
beklenemez.
G
rubun metal etkileşimleri, Opeth’in Blackwater
Park albümünü andıran riffler taşıyan The Blind
House, Tool’a selam gönderen Octane Twisted ve
oldukça aksak ritmler içeren (Meshuggah?) Circle
Of Manias şarkılarında öne çıkıyor. The Incident,
Nine Inch Nails-vari elektronik sesler ile başladıktan
sonra daha sert gitar riflerine ev sahipliği yapıyor.
Drawing The Line ise güçlü nakaratı ve karanlık
klavyeleriyle dikkat çekiyor. The Yellow Windows
Of The Evening Train, Richard Barbieri’nin Sigur
Ros tadında Ambient ses denemeleriyle grubun
Post-Rock’a uzattığı bir el gibi görülebilir. Grubun
In Absentia/Lightbulb Sun dönemi akustik gitar
kullanımı geçiş şarkılarında özellikle göze çarpıyor.
T
ime Flies ise, albümdeki en uzun şarkı olarak,
solosu ve yoğun Pink Floyd dokusu –ki bazı
yerlerde Dogs tadı alabiliyorsunuz- ile albümü
taşıyan şarkı oluyor. I Drive The Hearse ise, Time
Flies’tan sonra en çok öne çıkan, yoğun ve duygusal
bir şarkı ve kapanışı hakkıyla yapıyor.
A
yrıca, ikinci CD’den de bahsetmek gerek,
konsepte bağlı olmayan ve daha bağımsız
şarkılar ikinci CD’de yer alıyor. Bonnie The Cat
aralarındaki en sert şarkı, diğer üç şarkı Flicker,
Black Dahlia ve Remember Me Lover nispeten daha
ağır ve atmosferik şarkılar... Flicker ve Remember
Me Lover’a özellikle dikkat diyorum.
P
orcupine Tree, gerçekten zor bir albüm yapmış.
Fear Of A Blank Planet, Deadwing ve In Absentia
çarpıcılığı yok, sade ve minimalist, aynı zamanda
fazlaca zaman isteyen değişik bir albüm The
Incident... Grup bu albüm ile kendi hayran kitlesini
de keskin şekilde bölebilir. Asla kötü bir albüm yok
karşımızda ama zor ve ilginç yanlar taşıyor. Steven
Wilson bir kez daha bizleri şaşırttı. Bizlerde verdiği
bu bulmacayı çözmeye uğraşmaya devam ediyoruz.
MELİS SARILAR
İnsanoğlu doğar, acı çeker ve ölür. Kimilerinin başına gelmedik kalmaz. Yakınları ölür, savaşır, iflas eder, ağır hastalıklara kapılır. Yine de bu tür
insanların yaşama çabası vardır. Bir türlü bezmezler hayattan... Herşeye rağmen gülebilmek
buna denir. Sanırım böylece olgunlaşır ve bambaşka bir hale bürünürler. Ruh odalarında çeşitli maskeleri vardır. Toplum hangisini isterse onu
takarlar. Hayata tutunurlar yani bir uçtan... Bazılarınınsa imitasyon acıları vardır. Buna “rahat
batması” denir. Her halükarda üzülecek birşeyleri vardır, hayat çok acı vericidir onlar için. Bu
düşünce sadece organları birbirine denk insanlara aittir. En çok da onlar maskelerden sözederler. “Her gün bir maske takıyorum ama içten içe
çığlıklar atan benim” tarzı ayağa düşmüş, kolpadan söylemlerle dikkat çekmeye çalışırlar. Onların ruh odaları bomboştur. gereği bile yoktur aslında dolu olmasının. Çünkü, onlar saçmalıklarla yeterince doludur zaten. Yeni boyanmış ama
içi ağır kokulu çöp dolu olan bir çöp kutularından
farksızlardır. Kısaca insanoğlu dediğin maskeli ve
maskesizler olarak ikiye ayrılır. Maskelilerin ardına sığınıp hayata tutunabileceği, topluluk içine karışabileceği maskeleri vardır. Maskesizlerse onların maskelerinin imitasyonunu yaptırırlar
ama bir türlü oturamaz yüzlerine. Ama onlar denemeye devam ederler.
Şimdi size bir “maskeli” den sözedeceğim. Popüler kültürümüzün içinde ama aklı bir karış yukarıda: David Bowie
AİLE BOYU DELİLİK
Düzenli bir aile yaşamı olmayan çocuğun ileride
büyük sorunları olur. Bu herkesin bildiği birşeydir.
Eğer bir çocuğun ailesi yoksa ya da hepsi ruh hastasıysa o çocuğun normal olmasını bekleyemeyiz.
Fakat Bowie neredeyse tümü delilerden oluşan
bir aileye rağmen “neredeyse normal” bir birey
olarak ayakta kalabilmeyi becerebilmiştir . Deliliğin kökleri Bowie’nin büyükannesi Margaret’da
başlar. Margaret Birinci Dünya Savaşı’nda yeralmış kocası James Edward Burns ve beş çocuğuyla
mazbut bir hayat sürmekteyken, birden kendini
kitaplara verir. Artık ne evden çıkıyor ne de ailesinin diğer üyeleriyle ilgileniyordur. Yaptığı bütün
iş eve kapanıp kitap okumaktır. Karısından hayır bulamayan James ise kendini alkole verir. Ev,
içindeki beş çocuğu tümüyle sorunlu bir hayata
yazırlayan bir temel olmuştur. Nitekim Burns ailesinin çocuklarının üçü raporlu biri raporsuz olmak üzere dördü çeşitli akıl hastalıklarıyla uğraşmıştır. Bu “ev değil tımarhane”den ilk kaçan kişi
raporsuz ruh hastası Margaret Mary Burns nam-ı
diğer Peggy olmuştur. Bir süre faşist gruplarla takılır. O sırada bir barmenden hamile kalır. Barmen Peggy’ye evlenme vaatlernde bulunmasına
rağmen Peggy’ yi ve karnındaki minik Terry’yi bırakıp çeker gider. Terry, gelecekte bir ruh hastası
ve küçük kardeşinin bir numaralı kahramanı ola-
caktır. Bu oalydan altı yıl sonra Peggy birinden
evlilik dışı bir çocuk daha dünyaya getirir. bu talihsiz çocuğun adı Myra’dır. Myra’ya bakamayacağı için bir ailenin yanına verir. Peggy bu zamanlarda bir yandan da şizofreniyle savaşmaktadır.
Histerik halleriyle etrafındakilere illallah dedirten bu kadın bir süre sonra John isimli biriyle tanışır. John babasının parasını yiyen, gezici tiyatro grubuyla dolaşan serseri bir tiptir. Nereye elini atsa orayı batırır. Bu durumdan oldukça rahatsız karısı tarafından da terkedilmek üzeredir. Bu
olaylar içinde nevrotik Peggy bile onun hayatına
bir ışık gibi doğmuştur. Karısıyla ayrılınca Peggy
ile evlenir.
Bu arıza çiftin 8 ocak 1947 yılında bir oğulları olur. İsmini David Robert koyarlar. “Daha önce
yaşamış gibi bilge gözlere sahip olan” bu çocuk
David Bowie’den başkası değildir.
David, aile ilgisinden bol bol nasibini alarak büyümüştür. Fakat kardeşi Terry adeta üvey evlat
muamelesi görmüş, hor görülmüş sonra da aksi
biri olup çıkıvermiştir. Ailede tek sevdiği kişi küçük kardeşi David’dir. David de Terry ile zaman
geçirmekten büyük keyif almaktadır. Onların bu
eğlenceli zamanları Terry’nin askeri okul için
evden ayrılması ile son bulmuştur. Çünkü Terry
okuldan “eve” döndüğünde annesi tarafından kovulmuş ve teyzesinin yanında kalmaya başlamıştır. David ve Terry bu duruma rağmen sıksık görüşürler. David’i müzik ve beat kuşağıyla tanıştıran
isimdir aynı zamanda Terry. Ruh hastalığının aile
içinde gerek kalıtsal olmasından, gerekse yaşadığı zorluklardan olsa gerek Terry de bir süre sonra akıl bağlarını dünyadan koparır. Kendini kitap-
lara verip evden dışarı çıkmaz bir süre sonra da
bir trenin altına altına atlayarak intihar eder. Bu
olay David’i çok etkiler. Bowie de bir süre sonra
kardeşi ve diğer akrabaları gibi kendini kitaplarla eve kapatır. Böceklerle kendine ayrı bir dünya yaratması bu süreç içinde okuduğu Kafka’nın
ünlü eseri “Dönüşüm” den sonra olacaktır.
David tıpkı diğer maskeliler gibi kendini dertlerinden soyutlamış ve kendine yeni bir gezegen
yaratmıştır. Şimdi maskelerini deneme zamanıdır.
MASKELER
ZIGGY STARDUST
“ziggy played guitar
jamming good with weird and gilly
and the spiders from mars
he played it left hand
but made it too far
became the special man
then we were ziggy’s band”
Ziggy gitarı sol elle çalan bir androiddi. Marstan
gelen örümcekleriyle beraber bir grup kurdu ve
ortalığı yıktı geçirdi. Ziggy cüzzamlı bir mesihti. Egosuyla sevişirdi. Sonunda aklını kaçırdı ama
hayranları onu yalnız bırakmadı. Çünkü Ziggy’nin
şarkılarının titreşimleri onları kendinden geçirirdi, taparlardı ona. Ve bu güzel hayranlar Tanrılarının canını aldılar. Ziggy öldü.
ALADDIN SANE “ a lad insane”
“Motor sensational, paris or maybe hell - (Im waiting)
Clutches of sad remains
Waits for aladdin sane - you’ll make it”
İsminden de anlaşılacağı gibi Terry’ ye ithaf bir
karakterdir kendisi. Ziggy’nin bir gelişmişidir,
onun Amerika’ya gidişidir.
THIN WHITE DUKE
“The return of the thin white duke
Throwing darts in lovers eyes
Here are we, one magical moment, such is the
stuff
From where dreams are woven
Bending sound, dredging the ocean, lost in my
circle
Here am i, flashing no colour
Tall in this room overlooking the ocean”
Uykusuzluk ve kokainin yüzünden beti benzi atmış şık bir karakterdir kendisi. Duke, grotesk ve
“romantik” olarak nitelendirebilir fakat duyguları olmayan buz gibi bir kişiliktir. Ne yapacağı kestirilmez. Kendisine faşist ve ırkçı diyenler olmuştur ama bu görüşün doğruluğu hala muallaktadır.
Bowie’nin okültizme saplantısından doğmuştur.
Kısaca Duke muğlak bir adamdır. kafasının içinde
ne döndüğünü bilemeyiz.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
İ
çinde bulundurduğu elemanların Fates Warning,
Symphony X, Prymary, Agent Steel, Pantera, Balance Of Power gibi gruplarda çalışmış olması nedeniyle “supergrup” olarak adlandırılan Redemption, Amerika’dan çıkan yeni bir Progressive Metal grubu... Gitarist Nick van Dyk’in liderliğinde kariyerine 2003 senesinde kendi adlarını taşıyan debut albüm ile başlayan grup, asıl çıkışını Fates Warning’in pek sevdiğimiz vokalisti Ray Alder’ın
katılmasından sonra yayınlanan The Fullness Of
Time ile yaptı. Oldukça güçlü bir albüm olan The
Fullness Of Time, 2005 senesinin en iyi Progressive Metal albümleri arasında kendine önemli yerler buldu. Bu albüm sayesinde önemli bir Progressive Metal/Rock firması olan Inside Out ile anlaşan
grup, ardından 2007’de senesinde The Origins Of
Ruin’i yayınladı ve önceki albümünün verdiği ivmeyi bozmadan devam ettirdi. Progressive Metal sınırları içerisinde, fazla deneyselliğe girmeden, Dream Theater, Fates Warning ve Symphony X gibi tü-
rün öncü gruplarının etkileşimlerini, Metallica ve
Iron Maiden gibi önemli isimlerden aldıklarıyla ve
yer yer Power Metal ve Thrash Metal riffleriyle buluşturarak, melodik, teknik ve kompleks şarkı yapılarına yediren grubun müziği, geleneksel Progressive Metal seven dinleyicileri için tatmin ediciydi.
T
he Origins Of Ruin sonrası bu senenin başında ilk canlı konser DVDlerini Frozen in the Moment: Live in Atlanta adıyla yayınlayan grup, geçtiğimiz ay yeni albümünü yayınladı. Albüm hakkında
grup cephesinden gelen açıklama, “Müzikal olarak,
temel Redemption formülünü büyütmeye ve geliştirmeye devam ettik. Güçlü melodiler ve duygusal
yaklaşımlarla birleştirilmiş sertliğin sınırlarını zorlamayı sürdürdük ve düşünüyorum ki şarkıların bütünü oldukça güçlü, gerektiği yerlerde içine teknikalite katılmış, suratınızda patlayacak derecede
sert Prog-Metal eserlerinden daha sakin ve özenli
dakikalara kadar çeşitli...” şeklindeydi.
A
lbüm öncesi de ayrı bir ek bilgi olarak, grup
cephesinden kötü bir haber de gelmişti. Grubun beyni Nick van Dyk’e, geçtiğimiz sene sonunda
talihsiz kemik iliği kanseri türü tanısı konulmuş ve
van Dyk bu konuyla ilgili uzun bir açıklama da bulunmuştu. Hastalığını “genellikle düzelmediği kabul edilen ve %34 oranında 5 yıllık yaşama zamanı bulunduğu söylenen oldukça kötü bir kan kanseri türü” olarak tanımlayan gitarist, bu hastalığı
yenmek için elinden geleni yapacağını belirtmişti.
Umarız kendisi bu talihsiz hastalığı, kararlığını sürdürerek en kısa zamanda atlatır.
G
rubun yeni albümü Snowfall On Judgment
Day’e gelirsek... Grubun da dediği gibi, temel
Redemption formüllerine bu albümde de sadık kalınmış. Gruba tam zamanlı üye olarak alınan klavyeci Greg Hosharian’ın da grubun klavye kullanımında bir değişikliğe sebep olmamış. Genel olarak
karanlık ve sert bir albüm var karşımızda, ilk şarkı
Peel’in sert Thrash-vari riffleri ve soloları, Alder’ın
melodik vokal melodileri, Dream Theater’ı andıran
teknik ritm ve melodi değişimleri nasıl bir albümün
bizleri beklediği hakkında genel bir özet sunuyor.
Walls daha geleneksel yapısı ve katmanlı gitarları
ile dikkat çekerken, Leviathen Rising, Thrash Metal etkileşimli sert rifflerin yer yer öne çıkan klavye
melodileri ile tezatlık oluşturduğu bir parça oluyor.
Karamsar piyano dokunuşları ile başlayan Black
And White World, karanlık ve hüzünlü gitar melodileriyle orta tempoda ilerliyor. Unformed, hafif oryantal tınılı bas yürüyüşünün üzerine kurulu gitarlarıyla başta Tool hissiyatı yaratıyor, ardından klasik Redemption formülleri işlemeye başlıyor, melodik vokal nakaratı, klavye destekli sesler ve katmanlı gitar melodileri ile şarkı destekleniyor.
K
eep Breathing’de önceki şarkı gibi karanlık bas
yürüşü üstüne akustik sesler ile başlıyor, ardından Alder’ın sakin vokalleri takip ediyor. Şarkıda
tekrar sert ve hızlı melodiler öne çıkıyor. Another Day Dies’te 18 sene
sonra tekrar bir Ray Alder ve James LaBrie düeti bizleri karşılıyor. (Daha
önce ’91 tarihli Fates Warning albümü Parallels’te yer alan Life In Still
Water’in nakaratında düet yapmışlardı.) Şarkı sert yapısı kadar vokalleri
öne çıkartan bir yönde ilerliyor, ortalara doğru son dönem Dream Theater sertçalarlarını andıran teknik partisyonlar devreye giriyor. What Will
You Say ise, Fates Warning’in A Pleasant Shade Of Grey dönemini andıran bir ballad, albümün sert atmosferi içerisinde Ray Alder’ın hissiyatlı vokalleri ile bir nevi nefes almanızı sağlıyor. Fistful Of Sand’de albümdeki sert ve hızlı parçalardan birisi olurken, kapanış şarkısı on bir dakikalık epik Love Kills Us All / Life In One Day, Dream Theater’ın Hollow
Years’ını andıran, pozitif bir atmosfere sahip son kısmıyla özellikle dikkat çekiyor.
G
enel olarak bakarsak, karanlık, sert ve Redemption’a özgü o atmosfer ve melankoliyi içinde taşıyan, grubun diskografisinin devamını
sağlayabilecek güçte bir albüm olmuş Snowfall On Judgment Day... Prodüksiyon açısından grubun dört albümü içerisinde en iyisi olduğunu da
belirtmekte fayda var, önceki albümlerinde yer yer yapay tonlar yer alıyordu ve yeni albüm ile her enstrumanın net olarak kulaklara ulaştığı temiz bir prodüksiyona geçmeleri olumlu bir puan kazandırıyor. Grubun en
güçlü albümünün hala The Fullness Of Time olduğunu düşünsem de bu
albümün de bulunduğumuz sene içerisinde çıkan Progressive Metal albümleri içerisinde dinlenmeyi hakeden bir eser olduğunu söyleyebilirim.
Özellikle Dream Theater ve Fates Warning seven Progressive Metal dinleyicileri albüme göz atabilirler zira Fates Warning’in yokluğunda Ray Alder vokalini duyabilecekleri tek albüm de Snowfall On Judgment Day...
Yazı ve Fotoğraflar
PINAR TUNCER
Unirock extreme, bu yaz ilki gerçekleşen ve bir bakıma Unirock fest.e
“doyamadık!” diyen müzikseverlerin tek günlük extreme festivali oldu.
Sevilen grupların birkaç hafta öncesinden açıklanmasıyla birlikte festival hakkındaki düşünceleri yorumları ve beklentileri de duymaya başladık...
Festivale günler kala, belki de en büyük katılımcı kitlesinin sebebi
olan Kalmah, gitarist-vokalisti Pekka Kokko’nun parmağını çim biçme makinesiyle yaralaması sebebiyle Istanbul Unirock Festivalindeki ve
Finlandiya’daki bir konserlerini iptal etmek durumunda kaldılar.
Ne yazık ki en iyi imkanlarla sunulmaya çalışılan organizasyonun ilk talihsizliği bu oldu ve birçok Kalmah fanı festivale katılımı iptal etti. Her
ne kadar Kalmah’ı izleyemeyecek olsak da, güzel bir festival günü ve
izlenmeye değer gruplar vardı önümüzde.
Ve 3 ekim günü...
Taksim’den Maçka Küçükçiftlik parkına doğru yürürken, sahnede yerini almış olan Biocrime sololarını duymaya başlamıştık bile. Kulağımıza
gelen gitar sololarıyla birlikte hem hava şartları bakımından hem de bu
yaz festivale, müziğe ve konsere doyamadık diyenler açısından güzel
bir günün başlangıcıydı.
Biocrime’ın hemen ardından sahne alan Ankara’lı death metal grubu Carnophage, vokalistleri Oral Akyol askerde olduğundan ötürü,
sahnede Decaying Purity vokalisti Serkan Niron ile yerlerini aldılar.
Yerli gruplarla kendimize geldiğimiz dakikalarda yavaş yavaş yağmaya başlayan yağmur, elbette kimsenin keyfini bozmaya yeterli olmuyordu.
Artık Graveworm için son saydığımız dakikalarda Moribund Oblivion
sahnedeki yerini almıştı.
Eski parçalarına da ağırlık veren grup “machine brain” ve
“Kayboldum”u çalarken Graveworm ekibi de son hazırlıkları için
backstage de görünmeye başlamıştı.
...ve saat 19:00 civarı. Bizler elimizde fotoğraf makinesi, sahne
önünde yerimizi almıştık bile.
Duyulan ilk tınılar “I the machine “ e ait... Graveworm’un çok fazla
parçasını seviyor olmama rağmen sanırım giriş için daha iyi bir parça düşünülemezdi.
Fakat grubun sahne performansı ve teknik yönden durumları hakkında genel bir yorum yapacak olursak çok
iyi bir izlenim bıraktıklarını söyleyemeyeceğim. Sound
tam olarak oturtulamadığı için gitarları hiç duyamadık
diyebilirim. Bateri ve klavye eşliğinde güzel melodiler
geldi kulağımıza fakat gitar soloları ne yazık ki çoğu
parçada neredeyse hiç duyulamadı. Graveworm sahne
üzerinde biraz ses sorunu yaşadı diyebiliriz. Ama grubun performansına diyecek yoktu.
...Saatler 21’e yaklaşırken, sahne önü en büyük kalabalığına kavuşmuştu. Legion Of The Damned dinleyicisi!
“Sons of the Jackal” ile güzel bi giriş yapan grup, Malevolent Rapture-2006, Sons of the Jackal-2007 ve
Cult of the Dead-2008 albümlerinden ağırlıkta olmak
üzere en sevilen parçaları çaldılar. Sahne performanslarına da diyecek yoktu.
Gravewormdaki ses sorunlarını Legion’da fazla hissetmedik ama “keşke biraz daha yüksek olsaydı gitar”
dediğimiz yerler de oldu. Tabi mekanın şehir içinde
bulunmasından kaynaklanan ses sınırlaması da buna
bir etken olabilirdi.
Kısacası ufak aksaklıklara rağmen, gün boyu katılımcıların en büyük coşkusu Legion Of The Damned ile
taşındı festival alanına.Yorgunluk, beklenen en büyük
grubun sahneden inmesiyle hissedilmeye başlandı..
Festival programı açıklandığı andan itibaren tepkiyi en çok
çeken durumlardan birisi de Pentagram’ın kapanışta çıkacak olmasıydı. Yerli bir grubun festival kapsamında en son
grup olarak sahne alması pek de alışık olmadığımız bir durumdu. Buna tepkisi olan izleyicilerin bir kısmı festival alanından Legion Of The Damned’ı izleyip ayrılırken, Pentagram saatler 23’e yaklaşırken sahnede yerini aldı.
Yorulmuş olmamıza rağmen güzel bir Pentagram performansı daha izledik ve 3 Ekim’i kısaca göz önüne alacak ve
Kalmah’ın bize son dakikada yaşattığı hayalkırıklığını da
saymayacak olursak, Unirock Extreme; bize güzel bir yaz
kapanış festivali yaşattı.
2010’da mekanımız aynı mı olur yoksa farklı bir mekanda
mı buluşuruz elbette bilemiyoruz henüz ama 2010 Unirock
Fest. umarız beklenmedik aksaklıklar yaşamadan, yine sevilen gruplarla yaza giriş yapar.
Festival Öncesi
ÇAĞLAR NEÇELİK
Her sene yurtdışında festival izleme geleneğini bu sene de devam
ettirme düşüncesindeydim. Graspop’a daha önceden iki kere gitmiştim ve bu sene yine güçlü bir line up kurmuşlardı. Hellfest aklımı karıştırıyordu ve farklı bir iş görüşmesi için Festival headlinerlarından Manowar’ın beyni Joey DeMaio’nun daveti kararsızlığıma son verdi. Hellfest’e gidiyordum. Hemen akreditasyonumu
ayarlattım ve gidiş biletimi aldım ( Dönüş için ucuz bilet bulamadığımdan giderken dönüş biletim yoktu ) Festival arkadaşım kendine bilet almak için kasan Amir’di. Ona da akredit ayarladıktan
sonra herşey tamamdı.
Festivalden bir gün önce 18 Haziran’da Paris uçağına bindim. Üç
küsür saat süren sorunsuz bir yolculuktan sonra uçak alana indi.
Pasaport, bagaj işlemlerinden sonra Opera bölgesine gitmek için
otobüse bindim. Tam iş çıkışına denk geldiği için fena trafiğe yakaladım. Istanbul’un trafiğine alışık olan ben bi an önce otele gitmek ve oradan Amir ve arkadaşına katılmak için sabırsızlanıyordum. Karışık ama düzenli metro ile kalacağım otelı geçte olsa
buldum. Otelde bizim tayfayla buluşup eşyalarımı bıraktım. Paris gece hayatının merkezi Mulin Rouge çevresine metro’yla gittik. Bi bara girip bi iki bira içtikten sonra ertesi gün erken kalkacağımız için otelin yolunu tuttuk. Üç saat sonra uyanıp tren garına geçtik. Nantes trenine binip 2 saatlik yolculuk sonrasi Nantes
a geldik. Hızlı tren olduğu için onca yolu 2 saatte gelmek gerçekten güzeldi. Nantes’da banliyö treni ile aktarma yapıp oradan da
minibüsle festival alanına geçtik.
1. Gün
Girişte basın çadırından bilekliklerimizi aldık ve çadırımızı kurmak için kamp alanına geçtik. Yurtdışında festival alanları içeri yiyecek içecek ve alkol sokulabilen yerler. Katılımcılar burada gündüz yemek yiyor, alkol alıyor, demleniyor. Çadırları kurduktan sonra festival alanına büyük bir kitleyle beraber hareket ettik. 18 00 e kadar ilgimi çeken hiçbir grup olmadığı için festival alanını
VIP/Press area’yı keşfe çıktım. Wacken formatında yanyana iki ana sahne ve alanın kenarlarında iki
tane ana sahneden daha ufak sahne mevcuttu. Mekan ortalama 15 20 bin kişiyi rahatlıkla alabilecek
kapasitedeydi. Toprak çimen karışımı alanda özellikle pogo olduğunda yoğun bir toz bulutu kalkıyor
ve buda nefes almayı oldukça zor hale getiriyordu.
Alanın yanında özel imalat demirden dekorlar ( Bilenler bilir Mad Max ve Waterworld konseptine benzer bir atmosfer ) vardı. Gece ateşler yakılıyor ve
bu atmosfer inanılmaz bir hal alıyordu. VIP alanı ise
Giger’ın maketlerinin etrafa saçıldığı ve kocaman
bi bahcesi olan bi yerdi. Metal marketi de gezip
ucuz cd leri de topladım ilk günden. Voivoid merak
ettiğim bi isimdi. Jason Newsted’de sahne alacak
dedikodusu yüzünden sahnenin yanında saf tuttum
ama elemanlar sahneye çıkınca hayal kırıklığı yaşadım. Jason yoktu J üç dört şarkı sonrası sıkıldım ve
Samael’in çaldığı çadıra uzadım. Seyirci gruba güzel tepki verdi ve Samael’de bunun karşılığını verdı. Saat 7 de Papa Roach vardı ve ilk albümleri yüzünden bu gruba hala ilgi duyuyordum. Last Resort
ve Broken Home gibi hitlerde ortalığın tozunu attı-
lar. Benim için festivalin gerçek başlangıcı W.A.S.P.
ın sahne almasıydı. Ana sahnede 50 dakika boyunca Chainsaw Charlie, The İdol, I wanna be somebody, Wild Child, Animal gibi bombalar patladıkça
seyirci ve ben orgazm pozisyonundaydım. Kilo da
alsa, yüzü de pörsüse o Blackie babaydı ve anonsları hareketleri ile gerçek bir rockstarı oynuyordu
sahnede. Türkiye konserinden daha aktif daha bir
coşkuluydu grup. WASP sonrası diğer ana sahnede
DOWN vardı ve Metallica konserinde tanışma fırsatım olan bu efsane karakterleri gerçek anlamda ilk
kez izlemek istiyordum ( Metallica konserinde koşturmacadan sahnede sadece bi şarkı izleyebilmiştim) Pek şarkılarını bilmesemde Phil Anselmo gercekten yaşayan en önemli frontmanlarden hala. Seyirciyi inanılmaz gazlıyor ve anonsları güçlü. Down
gerçekten sıkı bi performans sergiledi ve çaldıkları
sürece özellikle southern stoner seven kitleyi mest
etti. DOWN sonrası diger ana sahnede Anthrax vardı. Yanyana sahneler ve ardı ardına bombardıman
gibi dev grupları izlemek insanı evet şapşal edebiliyor. Anthrax hiç izlemediğim ve yıllardır en çok izlemek istediğim bi kaç gruptan biriydi ve ben sosyete metal formatını bırakıp en önlere Scott Ian
ın tarafına hücum ettim. Konser Indians ile başladı. Çok fena mosh, pogo ve crowd surf aksiyonu da beraberinde geldi. Hala ilk günlerindeki gibi
dinamik ve sahnede basmadık yer bırakmıyorlardı.
Scott kendine has stilde zıplıyor ve Charlie davula
ilk günlerdeki gibi abanıyordu. Yeni ve genç vokal
Dan Nelson bence grubun hakkını veriyor. ( Bu yazıyı yazdığım sırada gruptan potalandığını öğrendim.
) Sahnesi de, dinamizmi de, sesi de gruba oturmuş.
Got the time, Antisocial, I am the law gibi hitleri sıraladılar. Ben nihayet ‘the big four’ u tamamlamış
olarak tekrar yan sahneye doğru yol aldım. Black
Sabbath, pardon Heaven and Hell co headliner olarak sahne alacaktı. Sahne mistik ve karanlık atmosferde dekore edilmişti. E5150 ile sahne aldılar. Dio
67 yaşında olmasına rağmen detone olmayan ve sürekli sahnede koşan bir adam. Tabi Iommi, Gezeer ve uzay üssü formatında bi davul kitiyle Vinnie’
nin de hakkını vermek lazım. Tek başına Tony Iommi bile metalin yaratıcısı olarak saygıyı hak eden
biri. Grup Mob Rules, Children of The Sea, I , Bible Black, Time Machine, Die Young ve Heaven and
Hell gibi şarkıları çaldı. Heaven and hell şarkısında seyircinın katılımı ve ses, ışık gösterisi görmeye
değerdi. Bu kadroyla grubu ikinci izleyişim ve kesinlikle 2007 Graspop’ta gündüz çaldıkları için bu
tarz bi show yapamamışlardı. Black Sabbath’ı hem
Ozzy’li, hemde Dio’lu kadro ile izlediğim için ken-
dimi şanslı hissediyorum itiraf etmeliyim. ( 75 dakika çaldıkları için Neon Knights resmen güme gitti.) Heaven and Hell bile tek başına gecenin zirvesi olabilecekken sırada Mötley Crue vardı. Bir saat
süren arada sahneye perde çekildi ve arkada hummalı bir çalışma başladı. Bir saatin sonunda Los Angeles azizleri sahnedeydi ve herkes çılgınca önlere
baskı yapıyordu. Kickstart My Heart ile konser başladı. Vince Neil’i zayıflamış gördüm. Sesi hala eskisi gibi ve Mick Mars’ta sağlığına kavuşmuş görünüyordu. Wild Side, Shout at The Devil, Saints of
LA, S.O.S., Girls girls girls, Dr. Feelgood gibi hitleri çaldılar. Bi ara Tomy Lee sahneden aşağı inip seyirciyle kaynaştı. Ama grubun asıl karizma adamı
bence Niki Sixx. Sonuç olarak Motley Crue’da izlemiş olduk. Saat 2.30 olmuştu ve ayaklarımı hissetmiyordum. Çadıra dönüp dinlenmek için kamp alanına yöneldim. Fakat okyanusa yakın bi yerde olduğu için heryeri sis bastığından o çadırı bulmak tam
bir saatimi aldı. Ve uyku saati.
2. Gün
Çadırda uyumak zorunda kalanlar bilir gece serin,
sabah güneşle beraber cehennem gibi sıcak olur.
Bu yüzden saat 9 gibi çadırdan fırladım ‘yandım
anam’ diyerek. Ayılma ve kahvaltı faslı sonrası
VIP alanına dinlenmeye gittim. Saat 12 ye kadar
takılıp Amir’ın tavsiyesiyle Grand Magus izlemeye gittik. Gerçekten iyi bir doom grubu ve sonuna kadar izletti kendisini. Sonrasında bi kaç şarkı Polonya devi Vader izledim. Bana hitap eden bi
müzik türü olmadığı için çok zevk aldığımı söyleyemem. Ama saygım sonsuz. Sonrası Devildriver
sahne aldı ve Amerikan Metal core’un öncü grubu
festivalin tozunu attı resmen. Heaven Shall Burn
de izlenmeye değer bi isimdi ama bu türle pek haşır neşir olmadığım için bi kaç şarkı izleyip dolanmayı, bira içmeyi ve insanları gözlemlemeyi tercih ettim. Zaten bu tür çok sahneli mega line up
li festivallerde sevdiğin gruplari bile konsantre olmuş halde izleyemiyorsun. Bi yerden sonra müzik, sıcak ve grupların çokluğu insanı sersemletiyor. Cradle of Filth Black Metal ile pek işim olmasa da izlemek istediğim gruptu ve gündüz sıcakta
çaldıkları için o efsane showlarını sergileyemediler. Herzamanki gibi vokalist Dani Filth karizmatik bi frontman. Hakkını vermek lazım. Saat 7
de Soulfly sahne aldı. Max Cavalera hangi tür metal dinleniyorsa dinlensin mutlaka görülmesi gereken bir lider. Grup sahne aldığında muhteşem
bir crowd surfing hareketi başladı. Bu arada sözünü etmem gerek ki güvenlik oldukça yumuşak
ve yardımseverdi. Hatta bir eleman botun üzerinde surfing yapacak kadar eğlenceli bir ortam-
dı. Fakat aynı zamanda duman kaldıracak kadar
sert bir pogo da vardı. Blood – fire – war – hate ile
başlayan konser, Prophecy, Mars, Back to the primitive gibi Soulfly hitleri yanı sıra Refuse resist,
Troops of Doom, Roots gibi şarkılarla sürdü gitti
ve vakit darlığından tadı damakta bırakarak bitti. Fransız Gojira’ya biraz baktım. Ama ben Misfits
ve Machine Head’i bekliyordum. Misfits ve Enslaved çakıştığı için yarı yarıya izlemeyi planlıyordum ama Misfits beni kilitledi. Hele sonlara doğru
Last Caress, Attitude, Die die my darling şarkılarını original grubundan dinlemek gerçekten özeldi.
( Her ne kadar Danzig olmasa da ) Misfits sonrası ana sahnede Machine Head başladı. Benim için
çok önemli olan Burn My Eyes albümünün yaratıcıları sahnedeydi. Rob Flynn’ı nihayet izlemek
önemliydi. Imperium, Old,None but my own gibi
şarkılar ortalığı yararken ( ki moshpit inanılmazdı) konser zirve anında yani Davidian’la bitti. Benim içinde gecenin zirvesi buydu. Bittikten sonra yan sahnede Killing Joke vardı ve bir döneme
damga vuran bu grubun sahnesini izlemek belkide
bir kez yakalanacak bir fırsattı. Çok fazla şarkısını bilmesem de Jaz Coleman’ın vokalı ve showugörülmeye değerdi. Sacred Reich uzun yıllar sonra reunion yapmıştı. Görmek gerek diyerek çaldıkları RockHard tent’e geçtım. Bi süre takıldıktan sonra Gecenin finalını yapmak adına ana sahneye geçtim. Marilyn Manson Sahnedeydi.. Bi kaç
şarkı önlerde izledim. Oldukça kalabalık bir kitle
vardı sahne çevresinde. Showu kesinlikle görmeye
değer olsa da bi yerden sonra yorgunluk ve üşüme baskın çıktı ve çadırın yolunu tuttum.
3. Gün
Yine sabah 9 da ayaklandım. Amir ve
arkadaşı Gökhan’la beraber kahvaltı moduna girdik. Bugün festival harici Manowar’la özel iş münasebetim
olacaktı ve bu önemli bir toplantıydı.
Volbeat’e kadar da ilgimi çeken grup
yoktu. Volbeat’i ikinci kez izleyecektim. Ilk izlediğimde pek grupla ilgili fikrim yoktu. (Graspop 2007) Şarkılarını da bimiyordum. Fakat artık işin
rengi değişmişti. Bu grup her sene biraz daha büyüyor. Daha büyük festivallerde ana sahnelerde çalıyor. Bunda kaliteli albümlerin yanı sıra iyi bir
performans grubu olmaları da muhakkak büyük etken. Guitar gansters
and Cadillac Blood, Sad Man’s Tongue
gibi şarkılarla kitleyi rahatlıkla avucuna aldı Michael Paulsen. Marry Ann’s
Place şarkısını çalmamaları benim
için hayal kırıklığıydı. Holy Hell Manowar eski davulcusu Ryhno’ nun grubu.
Manowar’ın torpiliyle sahne alan beni
pek çekmeyen bayan vokalı olan amerikalı bi grup. Sonrasında sahne alan
Dragonforce ise virtüoz müzisyenlerden kurulu ve müziği sürekli solo atmak yada gitarda slip çekmek, sahnede de atlayıp zıplamak olarak gören
eğlenceli olmaya çalışıp aynı ritimlerle sıkıcılıktan öteye gidemeyen bi
grup (Power metal 90larda güzeldi).
Pain Of Salvation defalarca izlediğim
için fazla bakmadım. Saat beş civarı Manowar tur menajeri ile buluştum
ve bana grubun all access kartını verdı. Bu artık festival alanında her noktaya erişimin anahtariydi. Kendisiyle grubun alana gelecegi saat olan 11
de backstage önünde buluşmak üzere sözleştik. Ben hemen kulis tarafına
geçtim. Kafamda Geoff Tate ve Europe ile tanışmak vardı. Backstage alanı
Headliner için ayrı diğer gruplar için
ayrı dizayn edilmiş. Şöyle ki tüm diğer
gruplar aslında spor salonu olan bir binanın içinin oda oda ayrılması ile oluşturulmuş. Ortada catering için masalar var. Tabi Europe – Dream Theater
gibi grupların alanı ile diğer ufak sahnelerde çalan grupların arasında ana
bir paravan vardı. Europe benim çocukluğumun grubuydu ve yıllardır onları canlı izlemek için yanıp tutuşuyordum. Joey Tempest yanında bi kaç
gazeteci karşıda duruyordu. Yanında
da John Norum vardı. Gittim ve işleri
bittiğinde fazla kasmadan tanıştım ve
fotograf çektirdim. Oldukça sempatik
ve sıcaktı. Yan odada Geoff Tate ses
egzersizi yapıyordu sesi rahatlıkla duyuluyordu. Bi taraftan da Mike Portnoy elinde yiyecek dolu tabakla Dream Theater odasına yöneliyordu. Anlayacağınız tam rock n roll all star bi
aradaydı. Biraz oyalandıktan sonra
atıştırmalık bişeyler aldım cateringden ve tekrar sahne yanından konser
alanına çıktım. Epica sahne almıştı.
Bi iki şarkı izledikten sonra diğer sahneye yöneldim. Epica’da son yıllarda
büyüyen bi isim. Bu arada backstage
de turlarken Pestilence ve Destruction kaçtı ama onları daha önce de izlemiştim. Stratovarius sahnedeydi ve
yeni kadrosuyla ilk kez izliyordum.
Kulis arkasında Kotipeldo’yu görmüştüm. Sahneleri fena değildi ama
Timo Tolki’siz bence Stratovarius’un
bi anlamı yok. Grubun son yılları zaten kepazelik ayarında olaylarla dolu
olduğu için bence çoktan dağılmalıydılar. Yine de Black Diamond’da çok
eğlendiğimi söylemeden edemiyeceğim.Queensryche benim için önemli bi gruptur ve tekrar izleyeceğim
için çok mutluydum. Grubun çıkmasına yakın backstage alanına gittim
ve sahne almak için bekleyen Geoff Tatle ile tokalaştım. Gayet sıcaktı. Grup sahneye çıkarken bende seyirci arasına geçtim. The whisper, Best I can, The thin line,Empire
gibi hitlerin yanında son albümlerİ American Soldier’dan The Killer,
Man Down, A dead Man’s words gibi
yenileri de çaldılar. I don’t Believe in Love gibi marş olmuş bi şarkı-
nın olmaması handikaptı. Grup sahnede sönük ve bu işten artık sıkılmış
gibiydi. Geoff Tate muhteşem bi vokal ama bazi şarkılarda sesi eski gücünden bıraz uzak. Ne olursa olsun
onlar benim için çok önemli üç albümün sahipleri ve ben ölene kadar
onları dinlemeye devam edeceğim.(
Operation Mindcrime – Empire – Promised land ) Mastadon’u iki üç şarkı izleyip tekrar kulisin yolunu tuttum. Europe hazırlanıyordu ve ben
diğer elemanlarla ufaktan muhabbet
kurdum. Tekrar çıkıp biraz Cathedral
ki en önemli doom gruplarından biridir. Fazla beklemeden Europe için
ana sahneye yöneldim. Yılların devi
Superstitius, Start from the Dark,
Cherokee gibi hitleri sıraladı. Sahnede malesef 50 dakika kalacaklardı ve bu bi çok eski hitin makaslandığı anlamına geliyordu. Son iki şarkıda ise ortalık yıkıldı. Rock the night
ve The final Countdown’da tüm seyirciler hep beraber zıplıyordu. Joey
Tempest gerçek bir rockstar ve seyirciyi avucuna aldı. John Norum ise bir
gitar virtüozü. Umarım ileride tekrar
izlerim diye düşünürken grup sahneden indi. Saat 10 da Suicidal Tendencies ve Moonspell aynı anda sahne
alacaktı. Önce suicidal tarafına yöneldim. Grup sahnede muhteşemdi.
Diğer tarafa bakarken kaçırdığım anlardan biri
ise ana sahneyi seyirciye açıp o şekilde takılmaları oldu. Moonspell ise bildiğiniz gibi. Opium, Vampiria, Alma Mater üçlüsüne denk geldim. Sonrasında Sahne almak üzere olan Dream Theater için
ana sahneye çıktım kenarda beklemeye başladım.
Petrucci – Portnoy ve diğerleri geldi. İn The presence of enemies ile konser başladı. Herşey bildiğiniz gibi. 10 dakika kadar izledikten sonra saatin
11 olduğunu fark ettim ve Manowar’ın kulisine yöneldim. Boynumdaki pass kart sayesinde kapıdaki azman guardı geçtim ve içeri girdim. O sırada
Meets n Greets için içerde 10 kişi vardı. Grup üyeleri ile konuşuyolardı. Joey’in yanına gidip kendimi tanıttım ve selamlaştık. Grubun fanlarla yakın ilişkisi ve tektek ilgilenmesi takdirimi kazandı. Joey beni sonra Erik Adams ve Karl Logan’la
tanıştırdı. Meets n greets sonrası grup hazırlanmak için odalarına çekildi. Bende çıkıp bi kaç şarkı Amon Amarth izlemek için üçüncü sahneye yöneldim. Amon Amarth son dönemde zirve yapan
gruplardan ve Johan ve viking tayfası muhtemelen
son bi yılda iki kere geldiği için o bildiğiniz showu
yaptı. Manowar’ın çıkmasına 20 dakika kala tekrar kulislerine gittim. Grup o bildik sahne kıyafetlerı ile showa hazırdı. Joey yanına çağırdı ve yarınki aksam yemeğinde uzun uzun konuşacağımızı,
bugun için konserden keyif almamı söyledi. Zaman geldi ve grup önde ben ve tur menajeri arkada sahneye yöneldik. Intro başladı ve grup herzamanki gibi Manowar şarkısı ile sahne aldı. Sahne
üzerinden seyirciyi izlemek ayrı bi keyif. Her taraf seyircinin salladığı bayraklarla doluydu. Blood
of my enemies, Brothers of metal, Heart of steel,
kings of metal gibi klasikler sonrası Joey DeMaio
elinde mikrofon sahnede seyirciyi gaza getirmek
için o klasik anonslarını yaptı. Bu Manowar showunun bi parçası, Sonra bass soloya girdi. Bittiğinde
festivali organize eden iki adamı sahneye çağırıp
plaket falan verdi. Gods made heavy metal, fast
taker, hail and kill gibi hitler sonrası grup bi seyirciyi sahneye çıkardı ve beraber bir şarkı çaldılar ve gitar hediye ettiler. Sanırım o Manowar fanı
için hayatının en güzel gecesiydi. Grup 50’lerinde
( Karl Logan hariç ) ve hala formunun zirvesinde.
Bu orjinal davulcu (Grubun ilk albümünde çalmıştır) Donnie Hamzik’in grupla ikinci konseri ki Scott
Columbus ailevi sorunlar nedeniyle gruptan ayrılmıştı. Konser The crown and the ring ve havai fişek gösterisi ile son buldu. Grupla kulise döndüm
ve Tur Menajeri ile yarın aksam 7 de Nantes da
otelde buluşmak üzere sözlesip kulisten ayrıldım.
VIP alanında after party modunda inslar takılıyordu ve ben yorgunluktan sadece çadıra yöneldim.
Ertesi sabah Amir çadırı topladı ve uçağı erken saatte olduğu için erkenden alandan ayrıldı. Ben biraz daha dinlenip Nantes’a yöneldim.
Nantes/Paris
Şehri gezecek vaktim vardı ve şatosunu, çevresindeki kafelerin barların yanyana dizildiği ufak sokakları gezdim. Ufak ama gerçekten sıcak bi şehir. Fransa’da ingilizce bilmek sorunları çözmüyor. Fransızlar ingilizce fakiri. Ama tarzanca,
beden dili falan anlaşmak mümkün. Saat 7’de
Manowar’ın kaldığı otele gittim ve Joey DeMaio ve asistanı ile buluştum. Beni bir Fransız restoranına götürdüler. Joey tam bir iş adamı. Magic Circle Music firması ki bu firma Merch dağıtımı, Grup menajerliği, Festival Organizasyonları,
Albüm dağıtımı gibi işlerle uğraşıyor. Benimle görüşmesindeki neden benim Türkiye’de iş yaptığım
firmanın beraber iş yapma teklifiydi. ( Ki kendisi 29 haziran’da bir günlüğüne bu işi tekrar görüşmek için Türkiye’ye geldi ) Bundan sonrası iş görüşmesi şeklinde gecen yemek sonrası vedalaştık
ve ben gece Paris trenine binerek Nantes’dan ayrıldım. Tam bir rüya kenti olan Paris‘te gezmedik
yer bırakmadım.Buraya kadar gelip Eyfel, Louvre,
Champs-Élysées
gibi yerleri görmeden gitmek olmazdı. Fakat kalacak yer ayarlamadığım için havaalanına döndüm
ve bi şekilde bi kaç saat uyudum gece. Sabah kalktığımda halsizdim ve ateşim vardı. Bi an önce uygun fiyata Istanbul’a uçak ayarladım ve memlekete döndüm. Bu yolculuk başlangıcındakı halsizlik
sonrası Istanbul’da 4 gün evden dışarı çıkacak halim yoktu. Ama değdi mi? Kesinlikle!
H
erkese selamlar sevgiler; nasılsınız bakalım? Yaz
aylarının sona ermesi ile neşeli hardcore/Bay
Area Thrash’inden kasvetli sonbahar havaları ile
melankolik hiper depresif doom black ortamlarına
koştuğumuz şu günlerde ben de değişken ruh
halimi oldukça tatmin eden bazı çalışmalar
yaptım. İlki, uzun süredir her elemanı ayrı ayrı
İzmir-İstanbul-Ankara’da yaşayan, yaş ortalaması
33 olan safkan Death Metal grubu olan Hecatomb
ile sevgili kardeşim Erkan Tatoğlu’nun stüdyosu
Midas’ın Kulaklığı’nda kayda girdik. Davul kaydı
Erkan’dan aldığım moral destek ile kısa zamanda
bitti ve gitar/bas/vokal kayıtlarına başlandı. Artık
bizim ruhumuzdan mıdır yoksa Midas’ın Kulaklığı
Stüdyolarına has bir olay mıdır bilinmez böylesine
old school bir hava bugüne dek hiçbir kayıtta
yakalayamamıştık. Ölesiye 90’lar Florida’sı. Bizim
için çok çok önemli bir kayıttı bu, iyi olmalıydı
ve bunun için de sadece en iyi stüdyo değil en iyi
insanla çalışmak ihtiyacı içindeydik. Çünkü 2006
senesinden beri 1-2 ayda bir, çoğunlukla Ankara’da
olmak üzere buluştuk. Gitarist Rıfat kardeşim gece
üşenmeden otobüse biniyor sabah uykulu gözlerle
kendisini alıyor doğru stüdyoya gidiyor, elinde 10-15
rifle geliyor beraberce eleme/düzenleme yapıyor,
ben de kendimden 5-10 rif koyuyor beraberce parça
düzenliyorduk. Bu koşturmaca zaman zaman sekteye
uğradı, araya askerlikler girdi vs vs ama 8 tane ultra
old school death metal parçasından oluşan ve savaş
konseptiyle iç içe bir albüm için parçaları bitirdik.
Bunca emek sadece ama sadece kendimiz içindi. Bu
zor koşullar altında ortaya çıkan eser hayatımızın
ileriki dönemlerinde gurur duyacağımız bir şey
olacak bundan eminiz. Yakında www.myspace.com/
hecatombtr adresinden yayınlanacak promo
parçayı da sizlerle paylaşacağız. Diğer önemli
gelişme ise eski köklü hardcore alternatif
gruplarımızdan Flatground’un vokalisti sevgili
kardeşim Yıldıray Çınar ile msn sohbetimiz
esnasında yeşeren bir fikirle ortaya çıkan
“Horrorbitch”. her şey çok çok ani gelişti,
Erkan Tatoğlu ile de konuşuldu ve ok alındı yine
Midas’ın Kulaklığı’nda buluşuldu. Bir tek Pazar
günü ve bir de sanıyorum Cuma akşamıydı 2 saat
civarında yazılan ve canlı olarak kaydedilen
2 parça ile hayata geçti Horrorbitch. www.
myspace.com/horrorbitch
adresinden
yayınlanan 2 şarkıdan da görüleceği üzere leş
death crust grind core öğeli rahatsız bir şeyler
ortaya koyduk. Beklenti yine kendimize dair,
mutlu olduk mu? Olduk. Gerisi boş. Ama tüm
bunları neden anlattım derseniz şu zorluklara
ve bu yaştaki adamların yaptıklarını göstermek
istedim. Çünkü şunun onda birini göremediğim genç
arkadaşları üzüntüyle izliyorum.
A
rkadaşlar, süreç Türkiye’de şöyle işler: Lise 1-2
gitar/davulla tanışılır. Bu dönemde sokaklarda
davul çalınıyorsa elde bagetle (Tek bir sefer bile
yapmışlığım yoktur benim :) ) gitar çalınıyorsa
klasik bile olur ama elde gitarla gezilir. Ortada grup
yokken bestelenmiş tek bir şarkı yokken grubun
bir logosu vardır. Sonraki aşamada gruplar ikiye
ayrılır; cover çalanlar ve kendi parçalarını yapanlar.
Sürecin bu kısmında rastladığım bazı arkadaşların
17-18 yıl öncesinde de karşılaştıklarım gibi Metallica
Seek and Destroy/Sanitarium/Enter Sandman
çaldıklarını ıslak gözlerle izliyorum. Olmaz olamaz
diyorum ama kulaklarımla 2009 senesinde hala aynı
notaları, aynı sözleri duyuyorum… İnanılması zor. Bu
arkadaşların bazıları bir süre sonra kendi parçalarını
yapmaya başlasa da çoğu sıkılıp üniversite sınavına
çalışırken bırakıyorlar bu işi. Diğer kesim millet
ne kadar dalga geçerse geçsin ilk şarkılardaki
tecrübesizliği azimle aşan arkadaşlardır. Bu
arkadaşlar iyi kötü konserlere çıkmaya başlarlar
ama bizim meşhur seyircimiz grubun en etkileyici
şarkılarındansa yine Metallica cover’ı çalınca coşar.
Grup sahneden iner cover yapmayan ama aslında
çok daha iyi performans sergileyen bir başka grupla
kıyaslandığında cover yapan grubumuza methiyeler
düzülür. Sadece kendi parçalarını çalan grubumuz
da mecburen sonraki konserde çalmak için cover
parça aramaya koyulur. Yanlış anlaşılmasın, yıllardır
çok köklü gruplarda çaldım çalmaktayım, bizler de
cover çalıyoruz, eğlenmek için, sevdiğimiz için.
Ama köklü grup olmanın getirdiği üzere en az cover
çalınan parça kadar kendi parçalarında da seyirciyi
eğlendirebiliyorsak bunun bir anlamı vardır.
Her neyse, sonra sıra gelir demoya, kafada plan
demoyla ortamda infial yaratmaktır. Büyük patlama
yapacaktır demo ve albüm teklifi gelecektir.
Konserlere çağırılacaktır. Hiçbiri olmaz, 2. demoya
girilir çalış ve beste kalitesi çok ilerlemiştir, çıkılan
konserlerle biraz daha tecrübe kazanılır ve her
konser daha iyi performans gösterilir. Sonra sıra
gelir albüme. Paralar biriktirilir, anneden babadan
para alınır, borç alınır vs vs vs kayda girilir. İyi
kötü bir kayıt yapılır ve firma aranır basması için.
Çoğunlukla bulunamaz ve ya Myspace’ten ya da
grubun web sitesinden bedava dağıtılır. Hayaller
suya düşmüştür. Eh ama burası Türkiye’dir. Gerçi
bakmayın dünyada da durum çok farklı değildir,
indiragandi metoduyla indirilen mp3’ler 3 kere
dinlenilir kolayca tüketilir. Az önce yazıyı hazırlarken
MSN’den eskiden de yazdığım Zor dergisinden
sevgili kardeşim Okan’la laflıyorduk; Slayer’ın son
albüm olmamış be abi dedim. Acaba 15 yıl önce aynı
albüme aynı şeyi der miydik diye düşündüm sonra;
çünkü orijinal albümü almak için sabır gösteremeyip
geçici de olsa mp3’ünü indirip, şarkıları winamp’ta
ilk 20 saniyelerini dinleye dinleye geçmiş son
şarkıya gelmeden off demiş sıkılmıştım bile… Oysa
Reign in Blood çıktığı zamanlar elime geçtiğinde
günde 20 kere dinlemezsem vicdan azabı çekerdim.
Sorun Slayer’da mı bende mi bilinmez ama bende
ve toplumda bu kolay elde edilen bir şeyin çabuk
tüketilmesi ve kıymetinin bilinmemesi gibi bir
rahatsızlığın var olduğu tartışılmaz. Ha Lombardo
baba’ya yakışmayan düzlükte çalış, Hanneman ve
King’e yakışmayan tonlarda gitarlar ve Araya’ya
yakışmayan punk vokaller de “Season in the abyss”
sonrası hiçbir zaman eski tadı alamadığım Slayer’ın
hatası…
H
er zamanki hastalığım gereği konudan konuya
atladım ama yine gelmek istediğim nokta bu
işin giderek egotik mastürbasyon halini aldığıdır.
Kişisel tatmin ülkemiz düşünüldüğünde daha da
öte bir amaçtır çünkü bu ülkede metal müzisyeni
sadece ama sadece üniversite sona kadar hadi o da
olmadı askere gidene dek üstlenecektir müzisyenlik
görevini. Ardından iş güç sıkılma evlilik derken
haydi eyvallah. Yukarıda yarım kaldığı üzere grup
artık 50 kişiye çalınca şükreder olup konserlerden
de sıkılmaya başlamıştır. Albümlerini ise eş dost
kuzen almakta, aslında en çok destek vermesi
gerekenler onlar olduğu halde konserlerine girmek
için beleş bilet kuyruğuna giren arkadaşları “oğlum
bir hediye etmedin imzalı albümünü” demektedir
etraflarında. Tam bir kullanılmışlık hissi yani… O
zaman işte ya bu işleri bırakıp gitme zamanıdır ya da
tükürürüm böyle işin içine diyerek kendin, sadece
kendin için bu müziği yapmak zamanıdır. Çok şükür
ki ben o eski zamanlardaki konserlere yetiştim.
O herkesin çılgınca gözlerinin içinin coşku dolu
olduğu, grup çalarken en az 200 kişinin headbang
yaptığı konserleri kastediyorum. Ankara’da 2 tane
stüdyonun olduğu, hatta bu stüdyolarda bazen
twin pedalı bırakın bozuk olduğundan kros pedalsız
davullarda çaldığımı hatırlıyorum. İşte buralardan
geçip gelmek artık o zevkleri tadıp “yenileri
olmasa da olur, ben yaşadım yaşayacağımı” diyerek
tüm olumsuzları sallamamak da mümkün oluyor.
Ama yeni başlayan arkadaşları bu sürecin gidişatı
yüzünden uyarmak isterim. Bir kere mutlaka ama
mutlaka kendileri için okullarını bitirip iş güç sahibi
olmalılar. Hep diyorum para kazan ki istediğin
müziği yapacak kadar paran olsun, para kazanmak
zorunda olup istemediğin müziği yapmak zorunda
kalma… Son dönemlerde yerli grubun demosunu
albümünü satın almayıp indirmek gibi hareketler
içine girildi. Eskiden utanılırdı ama şimdi alenen
yapılıyor. Varsın yapılsın, varsın Youtube’da izlediği
grup gibi çalamadı diye dalga geçsin yerli gruplarla.
Unutulmasın ki yerli gruplar amatör ama dışarıda
bu işi yapan gruplar profesyonel. Hayır bunu
çalış ve beste kalitesi anlamında değil amatör ve
profesyonelin sözlük manalarını kastetmek için
diyorum. Profesyonel, yani bu işin uzmanı ve daha
da ötesi bu işle ilgilenen para kazanan kişidir. Bu
adam sabah akşam gitar/davul çalarken biz burada
işimizle/okulumuzla uğraşıyoruz. O tek turnede bizim
10 yıllık grubumuzun çaldığı toplam konser sayısının
2 katı kadar sahneye çıkıyor. Olacak elbette farklar.
Ama son dönemde cidden güzel haberler geliyor.
Öyle güzel işler çıkartıyoruz ki, metal müzikte 3.
dünya ülkesi olmaktan sıyrılmamıza yardımcı olacak
grupların sayısı giderek artıyor, ne mutlu. Ama bu
arkadaşlar da bu işten para kazanılamayacağını
anladıklarında ve belki de hayatın zorlukları
yavaş yavaş karşılarına çıktığında motivasyonlarını
kaybedip bırakırlarsa… Evet, olacak olan da bu…
Sepultura ülkemize pek çok yönden inanılmaz
benzeyen bir ülke olan Brezilya’da devlet sanatçısı
ünvanını alacak boyutta, hatta yanlış bilmiyorsam
Brezilya Kültür Bakanlığı nezdinde büyük değer ve
destek görmüştü. Bu o döneme has bir şeydi ve
şu an öyle bir şeyin olması ne Brezilya’da, ne de
burada mümkün gözükmemekte. Günümüz dünyası
kötümser olmak istemesem de her geçen gün
beni üzecek gelişmelere gebe. Gidişat ne olacak
bilmiyorum ama umuyorum ki içimizdeki heyecan
geçip gitmesin, her türlü zorluğa karşın bir şeyler
yapan ve ilk aşamada kendisinden çok başkalarının
ne düşündüğünü önemseyen, yani sizlere ve
fikirlerinize çok değer veren grupların konserlerine
giderek destek olun. Bu sayıyı havaların getirdiği
buhranın da etkisiyle biraz melankolik modda
yazdım. Daha bir folklorik yazma zamanı da gelecek
elbet. Bir dahaki sayıda görüşmek üzere.
Dursun Çiftkrosoğlu
www.myspace.com/goremaster
ZELİHA KARAKOCA
F tto
Fo
o: H
Hü
üsa
sam Ç
Ça
aka
kalo
alo
oğ
ğllu
Geçmiş mi, Son Kullanma Tarihiniz?
Y
aşamla ölümün bağlandığı noktada anlaşılır hep gerçek sanılanla
gerçeğin çelişmesi. Tüm karanlıklar, bunalımın eşiğindeki depresif çağ çocukları gibi kapattığınız için mi perdeleri, alkışlar hayatın gerçeği ölüm için yağdırılırken… Oysa bir çağın siyahı, yaşadığını ölürken fark eden insanlara inat, yaşadığını bilen, yaşamayı seven
ve bir o kadar da asil değil miydi ki..?
S
oğuk, soluk ve yalnız bir yolculuğa uğurlanırken beyazlarla sarmalanmaz mıyız?!? Ve biz giderken geride kalanlar siyahtır. Simsiyah… Zıtlıktan doğan uyumla büyülenir ruhlar.. Çelişkilerden çıkan
kaoslarla beslenir ölümlü bedenler.. Görmemekte direttiğiniz her
şey bakış açılarınızda gizlidir. Fakat farkındalıktan noksansınızdır.
K
ırmızının içinde tüm cevaplanmamışlıklar…Sizde bir yerde.. Kaybolmuşluklarınızın kenar mahallelerinde.. Sokak aralarındaki kan
kırmızı yitirilmişliklerde… Baktığınızda nötr her şey.. Hayatın monotonluğuna inat bir isyan çıkarmak gelir yüreklerinizden bazen. Köşelere kaçış başlar, ilerleyebilmenin korkusundan belki de… Enerjiniz,
sinerjiniz, tüm benliğiniz kaçışlardadır. Çünkü alışmak istersiniz durağanlığa. Çünkü aykırıdır kırmızının içinde aranan cevaplar. At gözlüklerini o kadar benimsemişsinizdir ki, onla yaşamanın tüm ağırlığına rağmen, hep kalsın istersiniz, görmenin acıttığı yanılgısıyla…
Z
amanı gelmedi mi değişimin? Hep sarıp sarıp baştan izlediğiniz
filmin içine farklı kesitler eklemenin? Klasikleşmiş ruhlarınızı, biraz uçlara taşımanın!? Benimsediğiniz filmin ömrü iki saat, ya sizin
ömrünüz? Yok yok siz yine de son kullanma tarihi geçmiş bir film olarak yaşayınız!
ŞARKI İNCELEMESİ 2
Artist: Amon Tobin
Şarkı: Grief
Albüm: The Mixes
Not: İncelemeyi okumadan önce Grief’in hem
Ryuichi Sakamoto versiyonunu hem de Amon
Tobin versiyonunu edinmenizi tavsiye ederim.
Geçen ay hatırlayacağınız üzere Ryuichi
Sakamoto’nun Grief’ini incelemiştik ve bu ay
içinde Amon Tobin remixinin inceleneceğini
önceden duyurmuştuk. Bu ay sözümüzü tutup
elimizden geldiğince Amon Tobin’in Grief’ini
inceleyeceğiz. Geçen ay ki gibi bestecinin hayatına ilişkin detayları vermeyi gerekli görmüyorum; tahminim kendisi hakkında az çok bir
şey bildiğiniz ve hiç değilse en azından, fark
etmeksizin de olsa, bir yerlerde dinlemiş olduğunuz. Bu yüzden doğrudan konuya gireceğim.
Bu yazı bağlamında, Amon Tobin’in şarkıyı nasıl
ele aldığı, neleri öne çıkardığı, niçin öne çıkardığı, şarkının kendi içindeki durumu ve ortaya
çıkan eserin Ryuichi Sakamoto’nun ki ile karşılaştırılması incelenecektir. Öyle ise başlayalım.
Öncelikle şarkıyı dinledikten sonra anlayacağınız üzere Amon Tobin çok yaratıcı (bu ön ad
onu tasvir etmek için yetersiz kalır) bir elektronik müzik sanatçısıdır. Bu yüzden aslen çağdaş ve etnik unsurların birleştiği klasik bir parça olarak yorumlanabilecek bir parça onun
elinde karanlık ve elektronik bir esere dönüşmüştür. Peki bir şarkının elektronik olması tam olarak ne demektir, yani elektronik olmak akustik olmamakla mı tanımlanmalıdır, ya
da daha basit bir deyişle eserin sahibi parçasını
çalgılara çaldırmıyorsa o parça elektronik midir? Elbette hayır. Elektronik müzikte sunuş biçimi devreye girer, yani arkada giden şey tencere tava bile olabilir, ancak onları sunuş biçiminiz parçanın türünü belirleyecektir. Elektronik müziğin en önemli yönlerinden biri atmosferi yaratma konusundaki başarısıdır, klasik müzik bir atmosferi yaratmak istediği atmosfere uygun melodilerle sağlarken, elektronik müzikte böyle bir zorunluluk yoktur. Eğer
mutlu bir atmosfer yaratmak istiyorsanız, şarkının başına bir bebeğin gülme seslerini koyup,
daha başından şarkının atmosferini belirleyebilirsiniz. Konuya dönecek olursak, Amon Tobin Grief’i tam bir elektronik müzik yapan sanatçı kafasıyla ele almıştır; bunu şarkının başında derinden gelen seslerle kurduğu karanlık
DOĞU KAAN ERASLAN
20.10.09, Ataşehir
atmosferden ve sonrasında artık kendi imzası
sayılabilecek karmaşık ritmlerin girişinden anlayabiliriz. Kısaca Amon Tobin şarkıyı nasıl ele
aldı? Amon Tobin şarkıyı elektronik müzik yapan sanatçı gözünden ele aldı.
Peki Amon Tobin, parça da neleri öne çıkardı.
Eğer kişileştirme yapmak bu açıklama için yerinde bir tercih olacaksa, Amon Tobin bu parçada özellikle kemanların yalnızlığını ve çoğu
zaman yaptığı gibi ritmlerini öne çıkarmıştır.
Aynı zamanda orijinal parçanın son “kalın çorap” bölümüne vurgu yapmıştır. Şarkının genelinde “kalın çorap” bölümünün atmosferi sezilmektedir zaten; zira ilerde biraz daha açıklayacağımız üzere Amon Tobin’in hüzün kavramıyla, Ryuichi’nin ki bir değildir. Şimdi ise neden kemanların yalnızlığını ve ritmleri öne çıkardığını belirtelim. Hüzün, tahmin edebileceğiniz üzere insan hayatındaki en bireysel duygulardan biridir, ve yine anlaşılır bir biçimde
insan hüzünlüyken yalnızdır, yani çevresindeki insan sayısı fazla önemli değildir, hüzünlü
adam, o an için yalnızlık durumunu yaşadığını
hisseden adamdır. Durum bu olunca Ryuichi’de
ipeksi hüznün omurgası olarak değerlendirdiğimiz eserin girişindeki kemanlar, Amon Tobin’in
remixinde, sadece girişteki kemanlar için konuşmak gerekirse, birebir bireyin hüzün karşısındaki yalnızlığını temsil ederler. Ritmlerin
durumu ise biraz daha farklıdır. Ritmler Amon
Tobin’dir. Bu bir makale yazıp altına imzanızı
koymaya benzer, Amon Tobin girişteki kemanlara, başlangıçta derinden gelen seslerle kemanın sesini soyutlamak bir anlamda yabancılaştırmak suretiyle atfettiği yalnızlık, Amon Tobin’in
hüzün üzerine bir “makale”sidir, ve hemen ardından giren ritmler de bu makalenin imzasıdır. Bu arada belirtmeden geçmemiz gereken
bir yer daha var o da Amon Tobin’in eserin orjinalindeki bütün öğeleri korumuş olması; örneğin Amon Tobin’in versiyonunda da arka planda
sürekli aynı giden bir melodi var; ancak bunun
Ryuichi’nin Grief’inde başlarda arka planda bulunan hafif hüzünlü yaylılardan farkı büyük, ya
da bir başka örnek, Ryuichi’de eserin atmosferini güçlendirmek ve dinleyiciyi biraz germek
için konulmuş çan sesi; Amon Tobin’de kendini
piyano olarak gösteriyor, vs. Konuya dönecek
olursak Amon Tobin bir anlamda kendi hüzün
anlayışını, Ryuichi’nin terminolojisi ile ortaya
koymuş ve kendine ait görüşlerin altını çizmiştir. Terminolojisinden kastım Ryuichi’nin şarkısını aracı olarak kullanmıştır, yani bir anlam-
da kendini Ryuichi’nin kelimeleriyle ifade
etmiştir, altını çizmekten kastımsa ritmlerdir. Bunun dışında vurgulanması gereken bir başka konuda efektlerdir. Parçada
efektler daha çok atmosferi güçlendirmek
için kullanılmıştır, Ryuichi’de bunu kendi
şarkısı için yapmış olduğundan bu durum
Amon Tobin’in genel öğeleri koruma durumuna eklemlenebilir.
Şarkıyı kendi içinde ele alıcak olursak, en
başta derinden gelen bir ses, ve sesin hemen ardından kemanlar girer, ve ardından
bir perküsyon sesi. Bunların hepsi insanı
germek için gerekli atmosferi sağlayacak
şekilde bir araya getirilmiştir, ve ilk yirmi
beş saniye yani ritmler girene kadar da işlerini oldukça iyi yaparlar. İnsan, ilk yirmi
beş saniyelik süre zarfında, takip edecek
bir şey bulamayıp, da sadece bu seslere
konsantre olduğundan atmosfer rahat ve
yoğun bir biçimde oluşmaktadır. Ritmler
girdikten sonra ikinci dakikaya kadar fazla bir değişiklik olmaz, ikinci dakikalardaki
süsleme bir yeniliğin habercisi olarak bize
gelir ve arkadan başka yaylılar olaya dahil
olur, ikinci dakikanın ortalarında bu yaylılara bir ses daha eklenir, ve üçüncü dakikada insan seslerine yakın seslerin girişine
kadar bir değişiklik olmaz, tabi ritmsel süslemeler dışında. İnsanımsı sesler de girdikten sonra üç dakika kırk saniye kadar fazla bir değişiklik olmadan gider, sonrasında
ise şarkının orjinalinden tanıdık “kalın çorap” melodisi girer, ve sonra o da susar ve
şarkının ritm başladıktan sonra ritmin sustuğu tek yere geliriz. Burası piyano seslerinin kendini iyice belli ettiği yerdir,ve bir
atmosfer değişimi yaşanır; sonrasında ritm
tekrar başlar ve alışık olduğumuz atmosfere geri döneriz ve şarkı başlangıçtaki derin
seslerle biter. Peki bunlar neyi anlatır. İlk
kısım yalnızlığın Amon Tobin’ce tasviri dedik, sonrasında olanlarsa orjinal şarkının
bir başka seyrinden başka bir şey değildir.
Ne yazık ki, Amon Tobin’in kullandığı her
şeyi sembolik bir biçimde yorumlayamayacağım; ama bazı temel noktalara bakmakta fayda var, girişteki yaylıları ve ritmi geçiyorum; insan sesine benzer sesleri, grotesk bir bakışla çarpıtılmış ağlama sesleri olarak görüyorum, ritmlerin ilk defa susup orjinal parçadaki “kalın çorap” bölümünün verilmesini ise bir selamlama olarak alıyorum ya da Amon Tobin’in Ryuic-
hi Sakamoto’nun Grief’in de beğendiği ve
değiştirmeden koymaya layık gördüğü bölüm olarak yorumluyorum. Bu yerin bağlandığı ritmsiz ve Amon Tobin’e özgü olan
yeri ise bir cenaze marşının tasviri olarak
alıyorum. Hatta birazcık zorlamayla bu bir
savaş portresi olarak bile sunabilir; çünkü o an arkada çalan ritm (şarkının geneline yayılmış karmaşık olmayan ritm) orduyu andıracak kadar sert. Bundan sonra da
eserdeki her şey bir arada veriliyor bunu
da hüznün yoğunluğuna bağlayabiliriz sanırım.
Ryuichi ile Amon Tobin arasındaki en büyük fark, Ryuichi’de hüzün kurtuluşa ulaşmanın ilk aşaması, var olmaktanda, anlaşmazlıktanda kaynaklansa bu hüzün, bir
kurtuluşa giden yolun ilk adımıdır; ancak
Amon Tobin’de böyle bir durum yoktur.
Amon Tobin için hüzün gelip geçici olabilmekle birlikte, herhangi bir üst amaca ya da soyluluğa hizmet etmez, hoş ve
içten içe arzulanılacak bir tarafı da yoktur. Bu sebepten mütevellit Ryuichi eserinin başına hoş etnik kemanlar koyabiliyorken, Amon Tobin derinden gelen gerilim
sesleri ile başlamıştır ve yine aynı nedenden dolayıdır ki Ryuichi eserini daha sakin bitirebiliyorken yani manevi anlamda
insanı daha rahat bırakabiliyorken; Amon
Tobin’inkisi sadece bir bitap düşmedir, hüzünden yorulmaktır ve bu yüzden insanı
rahatlatan ve kulağa hoş gelen bir biçimde bitmez. Eserin içindeki bölümler tamamen biçimsel olarak bir birini tutuyor olsa
da içerik olarak oldukça farklıdırlar. Sonuç
olarak denilebilir ki, iki eser aslında aynı
şekle sahip olmalarına rağmen çok farklı
arka planlarda ve çok farklı renklerde sunulmaktadırlar.
Buraya kadar yazdıklarımızı özetleyecek
olursak. Öncelikle ilk sorumuz Amon Tobin bu şarkıyı nasıl ele aldı? Bir elektronik müzik sanatçısı kafasıyla ele aldı. Neleri ön plana çıkardı? Kemanın yalnızlığını ve ritmi ön plana çıkardı. Niçin onları
ön plana çıkardı? Çünkü kendi hüzün görüşünü onlarla destekleyebiliyordu. Eserin
kendi içinde seyiri biçimsel olarak Ryuichi ile hemen hemen aynı. Ortaya çıkan iki
eser arasındaki temel farksa, iki bestecinin hüzne bakış açılarından kaynaklanan
bir farktır.
MÜŞFİK CAN MÜFTÜOĞLU
Edgard Varese
was more than just an inventive
musician, he was a visionary. Most
of today’s music has been effected and/or inspired from his ideas of electronic
music and sound projection. Even in very different genres that in no way related
to Varese’s music, it is possible to see the traits of his ideas. His purpose of freeing
music from the performers interperation has already came true. The machine
that produces music, just the way the composer wants it to be has been in use of
musicians for a couple of decades; that is called computer.
His
idea of fourth dimension of music has been in our lives for such a long
time that I have found it hard to realise what it was first. It was a very
natural thing for me to control the way that sound was being produced from
a source, the way that it came to listeners ears. That is to control the sound
frequencies, timbres, panning options, giving it effects... etc. Such elements
have been manupulated by musicians and audio engineers for a very long time
and has actually been related to Varese’s sound projection idea. That has been
Varese’s legacy that became a very crucial part of any genres of music today.
For
me one of Varese’s most interesting idea was replacing melodic cou
terpoint with more complex sounds, taking the melodic and armonic
feeling away from music and giving it a much more different feeling. I understood
his vision better when I listened to Poeme Electronique, where he actually tore
apart my expectations. When I listen to music, any kind of music, I always look for
the melodic and armonic progress, timbre is rather important but what I actualy
look for has always been those two elements. In Varese’s Poeme Elecronique I
was able to find neither of these elements nor a rhythmical structure. He took
melodical, armonical and rhythmical feelings away from music by using complex
timbres and noises and forced the listener –at least me- to aproach the music with
a different perspective. His vision frees the music in such a degree that neither
atonal nor twelve tone is able to. For these reasons most of the people perceived
his work not as music but something else. He changed the music in its core so
drastically that he had to call himself not a musician but a worker in rhythms and
frequencies but he was actually nothing less than a revolutionary musician, who
is way ahead of his time and whose compositions are still hard to understand even
today.

Benzer belgeler

Untitled

Untitled brutal vokalleri oluyor. Eski albümlerde bu kadar güçlü brutal vokalleri yoktu, hatta yer yer Black Metal shrieklerine kayıyordu. Simone’nin vokallerine ise herhalde birşey dememe gerek yok, hem dü...

Detaylı

opethveruhs i sler i

opethveruhs i sler i iş çıkaran Simons, şarkılara duygu ve tutku veren birincil element olmaya devam ediyor. Albümdeki şarkıları şahsen ayıramıyorum. Kısaca demek istiyorum ki, bu albüm grubun şimdiye kadar çıkardığı ...

Detaylı

Untitled

Untitled gelenek haline getirdiği duygusal ballad görevini akustik gitar ve Lindemann’ın başarılı vokalleriyle uygularken, Roter Sand albümün en sakin şarkısı olarak öne çıkıyor. Albüme adını veren şarkı Li...

Detaylı

yasaklanan, sansürlenen ve tepki gören albüm kapakları

yasaklanan, sansürlenen ve tepki gören albüm kapakları biraz zaman geçti aslında ama ancak yetiştirebildi sevgili Çağlar Neçelik sizler için. Joey DeMaio’nun en sevdiği Türkler arasında yer alan arkadaşımız ve “ara sıra yazar”ımız Çağlar’ı önümüzdeki k...

Detaylı

Merhaba

Merhaba biraz zaman geçti aslında ama ancak yetiştirebildi sevgili Çağlar Neçelik sizler için. Joey DeMaio’nun en sevdiği Türkler arasında yer alan arkadaşımız ve “ara sıra yazar”ımız Çağlar’ı önümüzdeki k...

Detaylı

THE KING IS GONE

THE KING IS GONE biraz zaman geçti aslında ama ancak yetiştirebildi sevgili Çağlar Neçelik sizler için. Joey DeMaio’nun en sevdiği Türkler arasında yer alan arkadaşımız ve “ara sıra yazar”ımız Çağlar’ı önümüzdeki k...

Detaylı

Darkthrone

Darkthrone biraz zaman geçti aslında ama ancak yetiştirebildi sevgili Çağlar Neçelik sizler için. Joey DeMaio’nun en sevdiği Türkler arasında yer alan arkadaşımız ve “ara sıra yazar”ımız Çağlar’ı önümüzdeki k...

Detaylı

Untitled

Untitled Jansen’in 2003 senesinde hayat verdiği Epica’yı genel olarak güzeller güzeli afet-i vokali Simone Simons ile tanıyor, biliyor ve seviyoruz. (Şu metal aleminin günümüzdeki belki de en taş bayanıdır ...

Detaylı