Sözcüklerin Doğasında Gezinmek

Transkript

Sözcüklerin Doğasında Gezinmek
Yüksel Pazarkaya
Sözcüklerin Doğasında Gezinmek
Hazırlayan
Enver Ercan
2010
YÜKSEL PAZARKAYA
Hazırlayan
Enver Ercan
2010
Yüksel Pazarkaya
Sözcüklerin Doğasında Gezinmek 2010
Hazırlayan:
A. Enver Ercan
Kitap Tasarım:
Sadık Karamustafa
Grafik Tasarım ve Uygulama:
Aret Bedikyan
Koordinasyon:
Cemran Öder
Baskı:
Zebra Matbaacılık
TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş.
TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi E5 Karayolu Büyükçekmece 34522
Büyükçekmece-İstanbul
Tel: 0212 867 11 00
Faks: 0212 886 67 64
TÜYAP TÜM FUARCILIK YAPIM A.Ş.’nin 15. İzmir Kitap Fuarı onuruna bir kültür hizmeti olarak 500 adet basılmıştır.
İÇİNDEKİLER
Sunuş
B
Bu kitap, 15. İzmir Kitap Fuarı’nı onurlandıran Türk dilinin büyük ustası,
uluslararası kültür elçimiz Sayın Yüksel Pazarkaya’ya armağan olarak hazırlanmıştır. TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım Anonim Şirketi tarafından 17-25
Nisan 2010 tarihleri arasında gerçekleştirilen 15. İzmir Kitap Fuarı’nın bir
kültür hizmeti olarak yayımlanmıştır.
Saygılarımızla,
Nisan 2010
TÜYAP
8
Foreword
F
This book is dedicated to the great master of the Turkish language and an
international ambassador of culture, Yüksel Pazarkaya, for honoring the
15th İzmir Book Fair. The book is printed as a cultural service of the 15th İzmir Book Fair, held by TÜYAP Fair and Exhibition Organization, Inc. between the 17th and 25th of April, 2010.
With regards,
April 2010
TÜYAP
9
10
50. SANAT YILINDA
YÜKSEL PAZARKAYA İLE
SÖZCÜKLERİN GÖLGESİNDE
1
1940 İzmir doğumlusunuz. Kaynaklarda, liseyi bitirdikten sonra eğitim için Almanya’ya gittiğiniz belirtiliyor. 1940 ile liseyi bitirdiğiniz yıl
arasındaki Yüksel Pazarkaya’yı merak ediyorum açıkçası. Çünkü bugün baktığımızda, yazınsal alanda da, yaşamsal alanda da çok hareketli bir kimlikle karşılaşıyoruz. Bu kimliğin oluşmasında çocukluk ve
ilkgençlik yıllarınızda aile ortamınız nasıldı, arkadaşlarınız, ilgi alanlarınız... Bu konularda aydınlatır mısınız bizi?
İzmir Namık Kemal Lisesi’ni 1957 yılında bitirdim. Altınordu
Mahallesi’ndeki Yıldırım Kemal Bey İlkokul’undan sonra ortaya da Namık
Kemal Lisesi’nde başladım.
Doğumum İzmir’in merkezinde Basmane’de. Kira evleri olduğu için,
doğduğum evde fazla kalmamışız. İlk anımsadığım Hamamönü’deki bahçeli ev, ama hayal meyal. Asıl büyüdüğüm ev, ilkokuluma komşu sayılabilecek ufak bahçeli, hısım gibi ilişkilerimiz olan komşularımızın bahçelerinden
tahta perdeyle ayrılan iki katlı ahşap ev.
Annem babam –Zekiye, Mustafa- Sivrihisarlı. Babam askerliğini yaptığı
İzmir’de kalmış. Terzi. 1939 yılında memleketi Sivrihisar’da evleniyor ve annemle birlikte İzmir’e dönüyor. Geliş o geliş. Çocuklar hep İzmirli – ben birinci çocuk. Beni dört kardeşim izliyor – Yücel, Zuhal, Nihal, Nursel.
Çocukluğumun ve gençliğimin İzmir’i, 350 bin nüfusuyla, gerçekten
Ege’nin incisi. Bugünkü gibi, dört milyonu aşmış bir azman değil. Kurtuluş
Savaşı zaferle biterken, kaçanların yangın yerine çevirdiği kent, kırklı, ellili
yıllarda daha yangından kalma arsalarla dolu. Yeniden kuruluş süreci yaşı-
11
İzmir, 1948
yor. Ama düşündükçe, saygıyla andığım otuzların belediye başkanı Dr. Behçet Uz, bugün her zamandan daha fazla –yaralanmış da olsa- kentin akciğeri olan Kültürpark, yani fuar alanını kurmuş. Hem gezinti yeri, hem de fuarla dünya ticaretine bağlı.
İzmir, Altınordu Mahallesi – elbette İzmir şampiyonlukları kazanmış,
Milli takıma Şinasi Ertan gibi oyuncular vermiş basketbol ve futbol takımlarını yakından izleyerek, kendimi bildiğim ilk yaşlarda Altınordulu oldum.
(Sonraki yıllar Recepli, Vedatlı, Ali İhsanlı, Çengel Hüseyinli v.b. Beşiktaş’a
gönül bağladım. Çocukluktan gelen gönül bağı kopmuyor, ama bugün
Altınordu’nun esamesi okunmuyor, Beşiktaş da artık bütün diğer takımlar
gibi, “paralı, lejyon askerleri”nden oluşuyor.)
Babam, Yeni Asır gazetesine abone. İlkokulun birinci sınıfında hece
hece okumaya başladığım günden beri elimde gazete. İstanbul ve Ankara’dan
İzmir’e turneye gelen hiçbir tiyatro oyununu kaçırmıyorlar annemle babam. Yerli filmlerin müdavimleri. Henüz ilkokul öncesi kulaklarım, Elhamra, Tayyare, Yeni Sinema, Açık Hava Tiyatrosu v.b. kavramlarına aşina.
Sivrihisar’da ilkokul görmüşler, babam eski yazıyı da görmüş, ama İzmir
onların ufuklarını açmış, genişletmiş. Esat Mahmut, Kerime Nadir de olsa,
kitap okuyorlar. Böylece, benim de ilkgençlik okumalarım Esat Mahmut ile
başlıyor. (Aynı yaşlarda Dostoyevskilerle yetişen İnci’ye nasıl imrenmem!)
12
İzmir Namık Kemal Lisesi’nde sınıf arkadaşı Yıldıray ile (1952)
13
İzmir Namık Kemal Lisesi Cebir dersi (1957)
Orta ikide iyi karne ödülü olarak İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun İzmir
Yeni Sinema sahnesindeki bir oyununa götürülmem, –sahnedeki Reşit
Gürzap’ı hiç unutamam-, bugüne dek en derin izi kazır anlağıma. Ben de
hiçbir tiyatro oyununu kaçırmam artık, adı geçen sinema ziyaretlerine de
katılırım arada bir. İçimde uyukluyan tiyarto sevgisi, ilkokulda sınıfla izlediğimiz bir kukla oyunuyla ilk kez uyandırılmıştır.
Tahta perdenin ardındaki komşumuzun radyosu vardır. Onun çekimi
müthiş. Özellikle Tarzan ve Karagöz yayınları kulağımı her fırsatta sanki aygıta yapıştırır. Dönüp düşündüğümde, tiyatro ve radyo sevgimin tohumlarını kırklı yılların o ilk algılarında bulur gibi oluyorum.
Annem babam dindar insanlar, babam beş vakti kaçırmazdı. Ama dindar olduklarınca da, Cumhuriyet devrimlerine, çağdaş yaşama, Atatürk’e
bağlıydılar. İbadet özgürlüklerini istediklerince kullanıyorlardı; bir günden
bir güne bu alanda ne en ufak bir baskıdan, ne de örneğin Türkçe ezandan
yakındıkları olmuştur. Bize de din eğitimini kendi bildikleri gibi verdiler,
bazı duaları, namazı niyazı öğrettiler. Galiba ortaokul sıralarında bir yaz tatilinde babam mahalle camiindeki Kur’an kursuna gönderme niyetini dile
getirdi. Benim gönülsüz olduğumu sezince, bunu bir kez daha yinelemedi.
14
Bunun yerine ama her tatilde bir iş tutup “hayata atılmayı” hep tutkuyla istedim ve uyguladım. Simit, pohaça, kurabiye, çikolata, karamela sattım,
“tartıyor, ölçüyor” diye kantarcılık yaptım. Lise yıllarımda İzmir’in en saygın ve büyük işyerlerinden Ayker firmasında muhasebede çalıştım. Bu yıllar
bana hayat hakkında çok şey öğretti. Ağabeylerim bildiğim değerli, aydın ve
çağdaş insanlar Ayker’lerden çok şey öğrendim.
Cumhuriyet öncesinin kozmopolit İzmir’i, cumhuriyet döneminde de
bu niteliğini korudu. Girit göçmenlerinin birinci kuşakta konuştukları Rumca ile kulaklarım doldu, üç beş kelime kaptım. Anafartalar Caddesi ile Fevzi Paşa Bulvarı aradında kalan bölge, içinden hemen her gün geçtiğim “Yahudi Mahallesi”. Savaş ertesinde on iki adaların Yunanistan’a geçmesi üzerine, başta Rodos olmak üzere on iki adadan gelen göçmenler, ellili yıllarda İzmir’e yerleşen Bulgaristan göçmenleri, NATO Güneydoğu karargâhıyla
gelen Amerikalılar ve diğer ulusların insanları, fuar zamanı gelen çeşitli
ulusların temsilcileri. Ve yine çoğun fuar zamanına rastlayan hasat sonrası iç Egeli köylünün alış-veriş, gezme ve düğün tedariki için dolduğu İzmir
bir insan harmanıydı ve çocukluk ve gençlik yıllarında orada yaşayan benim
gibi bir insanın kimliğini belirleyen önemli bir etmen oldu. Dış satımımızın
birinci limanı olması da, kozmopolit niteliğini çeşitlendirmiştir. Ellili yıllarla birlikte başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan, Anadolu’nun her yöresinden büyük göçle gelerek yarım yüzyılda nüfusu en az ona katlayan insanlarla yapı daha kozmopolit olmasa bile – belki daha kırsal oldu – insan harmanı toplum da yapı değiştirdi. İlk çocukluk yıllarımda yetiştiğim atlı tramvaydan troleybüse – bugün metroya – kadar altyapıyla kentin yeniden yapılanma sürecini bire bir yaşamak da bir çocuğun gelişiminde az şey değil. En
fazla etkilendiğim bir olay, ellilerin başlarında İsrail’e göç yüzünden, Yahudi Mahallesi dediğimiz semtin neredeyse boşalması oldu.
Bir de belleğime kazınan o güzel imge: Tütün mağazası dediğimiz, bugün binası duran ve korunması gereken, işyerinde ekmek parası peşinde
çalışan kadınlar, kızlar. Türkiye’de o yıllar kadının çalışmasına, geleneksel
ve varlıklı çevreler iyi gözle bakmıyorlar. Ama o ekmek kazanan kadınlar,
kızlar, Türkiye cumuhuriyet tarihinin büyük kahramanları. Onları yaşamak
bugünkü bilincimin ve kadınlara özel sevgimin –o zaman bilinçsiz de olsa–
tohumunu atmışlardır.
Bütün bunların yanısıra, Almanca bir deyimin Türkçe karşılığıyla, “-zaman demek içimden gelmiyor-, süremin lûtfu sayesinde” kişiliğimin gelişmesinde en büyük gönülborcunu ayrıksız bütün öğretmenlerime duyuyorum. Süremin lûtfu, çünkü kırklı, ellili yıllarda okullarımız ve öğretmenlerimiz henüz Cumhuriyet devrimlerinin coşkusunu ve onları yaratan Atatürk’e
duyulan gönülborcunu yitirmemişler. Kendileri de öğretmen ve eğitmen
olarak en iyi biçimde yetişmişler. Toplumdaki saygınlıkları yüksek, ana ba-
15
balar kızlarını öğretmene vermeye can atıyorlar. Onlara borcum ödenmez.
(Cumhuriyet sayesinde bugün bir yerlere gelmiş bazılarının Cumhuriyeti
yıkma çabalarına tanık oldukça, insansoyunun nasıl tıynetsiz, gönülbilmez
olabildiğini hafsalam almıyor.)
Hiç unutamayacağım bir anım; lise müdürümüz ve felsefe öğretmenimiz Hayri Çakaloz, 1955 yılında bir gün bütün okulu bahçede toplayıp,
binanın merdivenlerinden üzgün bir sesle, “Bugün büyük bilim adamı Albert Einstein’ı yitirdik”, diyerek, bize özetle onu anlattı ve andı, saygı duruşunda bulunduk. Öğretmenlerimiz böyleydiler. Kimya öğretmenim Melahat Hanım o zaman gencecik, pırıl pırıl bir öğretmen. Matematik öğretmenlerim Mustafa Tan ve Cemal Tanaç’ı anmalıyım (Tanaç, önceleri Afyon
Lisesi’nde Ahmed Arif’in de öğretmeni), müdür yardımcımız ve tarih öğretmenim Mürteza Gürkaynak’ı bütün diğerlerinin adına da sevgiyle ve rahmetle anıyorum. Yalnız bana değil, örneğin Mustafa Şerif Onaran’a, Dinçer
Sümer’e, Refik Durbaş’a v.b. edebiyat sevgisini aşılayan, kendisi de şair Fuat
Edip Baksı’yı unutamam.
İzmir Atatürk Lisesi mezunları, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girişlerde hep önde olurdu. İlk kez biz Namık Kemal Lisesi 1957 mezunları, hem bu
üniversiteye ve o yıl öğretime başlayan Ege Üniversitesi’ne girişte, hem de
devlet bursuyla yurtdışı sınavlarında Atatürk Lisesi’nin önüne geçtik.
Liseyi bitirdikten sonra okumak için bursla Almanya’ya gittiniz. Ben
işçi göçü sürecinde gittiğinizi düşünürdüm hep. Oysa İşçi göçü başlamadan yıllar önce gitmişsiniz. Bir bursla, okumak için. Almanya tek
adres miydi, yoksa başka ülkeler arasında bir seçim mi?
Liseden sonra 1957 yazında ilk kez İstanbul’a gelerek üç sınava girdim. İstanbul Teknik Üniversitesi’ne giriş sınavıyla, Sümerbank’ın ve Maden Tetkik ve Arama Kurumu’nun (MTA) yurtdışına öğrenci göndermek
için açtıkları sınavlardı bunlar. Önce İstanbul Teknik Üniversitesi belli oldu; kimyayı istememe karşın, kendi tercih hatamdan dolayı elektrotekniğe girdim. Ailemin maddi durumu uygun değildi. Namık Kemal
Lisesi’nden bir ebeveyn girişiminin sağladığı ayda 100 Lira bursla öğrenime başladım. (Sağlayan girişime gönülborcumu hiç unutmam.) Ama bu
para bir oda kirasına yetmeyeceği için, Sirkeci’de eski bir otelde gece bekçiliğini de aynı zamanda üstlendim. Orada kalıyordum. Ancak gece bekçiliği ve gündüz üniversite öğrenimi, yetersiz bakım ve beslenme beni kısa
sürede hasta etti. Tam o günler Sümerbank ve MTA sınavlarının sonuçları belli oldu, gazetelerde ilân edildi. İkisini de kazanmıştım. Bunu öğrenir
öğrenmez gece bekçiliğini ve elektroteknik öğrenimini kesip İzmir’e evimize döndüm. Annemin elinde ve onun yemekleriyle bir süre sonra kendime
geldim, iyileştim.
16
Dünya Fuarı’nda öğrenci arkadaşlarıyla (Brüksel, 1958)
Sümerbank, beni tekstil kimyası için Almanya’ya gönderiyordu. MTA
da petrokimya için İngiltere’ye. Lisede yabancı dilim İngilizce olmasına karşın, Türkiye’deki yaygın Alman ve Almanya hayranlığı, hiç düşünmeden yazgım oldu. Almanya dedim.
Stuttgart Üniversitesi’nde kimya öğrenimi görmüşsünüz. Ama doktoranızı aynı üniversitenin Edebi Bilimler Enstitüsü’nde yapmışsınız.
Kimya ve edebiyat. İlginç. Edebiyat ilginiz Almanya’da mı başladı?
Kimyayı Türkiye’den burs aldığım için okudum, ama severek okudum.
Ancak en başından itibaren kimya derslerine koşut olarak, edebiyat ve tiyatro bilimleri ve felsefe derslerini de izlemeye başladım. Öyle ki, kimya öğrenimi sırasında yardımcı asistanlık önerisini edebiyat bilimleri kürsüsünden
aldım ve çalışmaya başladım. Kimya diplomamı alır almaz da, edebiyat bilimleri ve felsefe ögrenimi için kayıt yaptırdım ve doktorayla tamamladım.
Tiyatro tutkumu Türkiye’den dağarımda getirdim ve de Moliére özentisi ilk çocukça yazı denemelerimi. İlk şiirlerimi ve şiir çevirilerimi 1960 yılında Stuttgart Öğrenci Derneği’nin organı YAPRAK dergisinde ve Stuttgart
Üniversitesi’nin öğrenci dergisi “Notizen” sayfalarında yayınladım. Ama
17
Germersheim (Ağustos, 1958)
Mainz 2 Üniversitesi Diller Enstitüsü (1959).
18
1959 Mayıs’ında Stuttgart’a geçmeden önce, Şubat 1958 – Nisan 1959 arası
Ren kıyısındaki Germersheim kasabasında Mainz Üniversitesi’ne bağlı Yabancı Diller ve Tercümanlık Enstitüsü’nde (A.D.I.) hem Almanca öğrendim,
hem de 1958/59 kış döneminde bizden sonra yeni gelen Türk öğrencilere
enstitünün resmen öğretim görevlisi olarak Almanca dilbilgisi dersi verdim.
Yani şaka gibi 18 yaşında üniversite hocalığı da yapmış oldum. Kendim bu
dersi orada sonraları dünyaca üne kavuşan Türkolog Şinasi Tekin’den görmüştüm. Ne büyük bir şans. Hamburg’da doktorasını yaptıktan sonra askere alınıncaya kadar Germersheim’da öğretim görevlisiydi. (Alman sevgilisi
orada görevli olduğu için mi gelmişti?) Üç ay gibi kısa bir süre de olsa öğrencisi oldum. Sonra askere gitti. Yeni gelen öğrenciler onun ününü işitince, yönetime gidip, biz de bir Türk hocadan dilbilgisi dersi istiyoruz, diye
tutturdular. Yetkililer, hoca Türkiye’ye döndü, biz başka hoca bilmiyoruz,
sizin bildiğiniz varsa, önerin, demişler. Orada bildikleri benden başka Türk
yoktu. Altı aylık Almancamla onlara “allame” görünmüşüm ki, bu işi bana
önerdiler. Cahil cesur olur, derler ya, gözüm kapalı, öneri okul tarafından
kabul edilirse yaparım, dedim. Kabul ettiler, sözleşme bile imzalandı. Sevgili Şinasi Tekin’in notlarını “inekleye, inekleye” öğrencilerime aktarmaya çalıştım. Galiba onlardan çok ben öğrendim o sıra Alman dilbilgisini.
Evet, o Germersheim enstitüsü bize çeşitli Alman üniversitelerinde asıl
öğrenimimize başlamadan önce Almancayı tam gün çeşitli öğretmenlerle ve
uygulama için Tudor denilen ve bire bir konuşma temrinleri yaptığımız kişilerle – çoğunlukla Alman öğrencilerdi bunlar – yoğun biçimde görece kısa
sürede öğretti. Tudorlarımdan biri, savaşta bir kolunu yitirmiş eski bir tiyatro oyuncusuydu. Almanya’ya gelmeden kısa bir süre önce İzmir’de son gördüğüm tiyatro oyunu, Ankara Devlet Tiyatrosu’ndan “Anne Frank’ın Hatıra
Defteri” olmuştu. Germersheim’a geldiğim ilk günler uğradığım kitapçıda
Anne Frank’ın hatıra defterinin aslını cep kitabı olarak görünce, hemen aldım. Almanya’da aldığım ilk kitap budur. Seyrettiğim oyundan konuya aşinalıkla, kitabı da kolay anlayacağım sanısına kapılmıştım. Bunun böyle olmadığı, hâlâ kitaplığımda duran o kitabın daha ilk sayfasında altı çizilen bilmediğim, anlamadığım sözlerden bellidir. Ama o ilk günler ve haftalar eski
tiyatro oyuncusu hocama Almancanın kafasını gözünü vura kıra, seyrettiğim oyunu anlatmaya çabaladığımı bugün gibi anımsıyorum. Güz Öyküleri
kitabımın ilk metni “Kolsuz Oyuncu” bu öğretmenimi öyküler.
Sevgili Enver, sorunu böyle dolambaçlı yoldan yanıtlamaya çalışıyorum. Bir heves, bir eğilim vardı, ama gerçekten ilk yazıları Almanya’ya
geldikten sonra yayınlamaya başladım. Pek de şaşırtıcı olmasa; 18 yaşımı
Almanya’da doldurup “reşit” oldum. 1961-62 yıllarında İzmir Yeni Asır gazetesinde ilk şiirlerimi ve Almanya’dan yazdığım makaleleri yayınladım. İlk
öykü denemelerimi 1962 zilinda Zeren dergisinde yayınladım. “Öküz Eti”
19
adlı öyküyle de 1963 yılında (1 Ağustos sayısı) Varlık dergisine adım attım;
dergi ve yıllıklarda, sonraları Cep Dergisi’nde de, şiir, öykü, çevirilerim, makale, eleştiri ve araştırı yazılarım yayınlandı. Sevgili Yaşar Nabi’nin elinden
tuttuğu gençlerden biri olma mutluluğunu yaşadım. (Anti parantez, İnci’nin
çevirileri de o yıllar Varlık’ta çıkıyordu.) Gerisi, bir tutku konusuydu, bugüne dek sürüyor.
Bir anlamda işçi göçünü Almanya’da karşılayan bir Türksünüz. O
günleri nasıl anımsıyorsunuz?
Almanya’ya geldiğimde toplam birkaç yüz Türk öğrenciyle diplomat dışında neredeyse başka alanlarda hiç Türk yoktu. Almanya başdöndürücü bir
yeniden yapılanma ve kalkınma hamlesi içindeydi. Ama bu arada Batı’nın
temsilcisi olarak Doğu Almanya ile yarış içindeydi. Bu yarışta Batının kapitalist dünyası arkasındaydı. Zaten Savaş sonrası müttefiklerin velayeti altındaydı. Savaşın antlaşmayla bitiş ve Almanya’nın hem birleşme, hem bağımsızlığına kavuşma tarihi bilindiği gibi, 3 Ekim 1990 (Almanya’nın şimdi ulusal bayramı). Savaş sonrası kalkınma hızına insan gücü yetmiyordu. Genç
erkek nüfus savaşta kırılmıştı, kadın istihdamının yüksekliği de yeterli işgücünü sağlamıyordu. İlk yabancı işçiler 1955 sözleşmesiyle İtalya’dan, özellikle işsizliğin yüksek olduğu Sicilya’dan getirildi. 1960 yılında İspanya ve
Yunanistan ile sözleşme yapıldı.
Sosyalist uygulamaya geçmeye çalışan Doğu Almanya nesnel nedenlerden ve yönetim sorunlarından aynı kalkınma hızını tutturamıyordu. Devlet
eliyle istihdamı da birçok kişi benimsemiyordu. (17 Haziran 1953 işçi kalkışmasını Sovyet tankları bastırırken, olayı penceresinden izleyen Brecht,
bu halkı beğenmiyorsanız, kendinize yeni bir halk seçin, diyen alaycı bir
şiir yazacaktı!) Dolayısıyla iki Almanya arasında özellikle Berlin’de kolay geçişli sınır, insanların başta Berlin olmak üzere, Batı’ya gelip çalışmalarına
olanak sağlarken, Doğu Almanya’nın işgücünü boşaltıyordu. Önceleri devlet başkanı Ulbricht’in, “Kimse bir duvar örmek istemiyor” sözüne karşın,
13 Ağustos 1961 günü Berlin’i ve iki Almanya’yı bölen duvarın yapımı başladı. Sınır duvarı, peşinen ateş etme iznine sahip silahlı askerler tarafından
sürekli denetleniyordu. Duvar kalkıncaya değin yüzün üzerinde insan orada öldürüldü. (Duvarın yapılmaya başladığı gün Stuttgart Üniversite Tiyatrosu ile Uluslararası İstanbul Kültür Şenliği dolayısıyla çağrılı olduğumuz
İstanbul’daydım ve tiyatro arkadaşlarımla bir Boğaz gezisindeydik. Duvar
haberini Alman arkadaşlarımdan biri vapurda duyurdu.)
O sıralar hanüz sayıca çok sınırlı olan Marksistler, emperyalizme set çekiyor gerekçesiyle duvara destek çıkarken, -örneğin Frankfurt
Üniversitesi’nin bir tiyatro oyununda-, ben belki de dünya edebiyatında duvar üzerine ilk şiiri 27 Kasım 1961 günü önce Yeni Asır gazetesinde yayın-
20
Stuttgart’ta öğrenci odasında (1960).
ladım. Ben de sosyalisttim ve bugün de dünya görüşümde bir farklılık yok,
ama insanları ayıran, insanlara engel oluşturan duvarlara, sanıyorum daha
çok duygusal, karşı çıkıyordum:
30 Ekim 1961 günü, duvar yapımının üzerinden üç ay bile geçmeden,
Almanya’nın sanayi, inşaat ve hizmet sektörlerindeki büyük işçi açığını bu
kez Türkiye’den işçi alımıyla karşılamak için, Ankara Sözleşmesi imzalandı. Altmışlı yılların sonuna dek Türkiye’den gelen işçi sayısı bir milyonu buldu. Hepsine kucak açıldı. Gerekseme öyle büyüktü. (O yıllar Türkiye yönetimi işçi gönderiminde hiçbir etnik ve mezhepsel ayrım yapmamıştır; bunlar
daha sonra yapılan yanlışlardır.)
Bugün Almanya’ya gelen birisi, ikinci bir Türkiye’ye gelmiş duygusuna kapılabilir. Ne de olsa Türkçe Almanya’nın ikinci anadili sayılır. Türkçe
ile yaşamak, neredeyse hiç Almanca bilmeden, olanaklıdır. Ama altmışlı yıllarda ilk gelenler için durum bambaşkaydı. Çoğunluk kırsaldan geliyordu,
uygarlık ve üretim araçları bakımından çok farklı bir süreçten. Tek söz dil,
yol yordam, yasa, Almanya’da gelenek görenek nedir bilmiyordu. O ilk kuşak bence de kahraman bir kuşaktır. Üretim sürecine, tüketim sürecine, çevreye ve yasalara öylesine uyum sağladılar ki, Alman işverenler sözleşmeleri sona erince de, onları ısrarla tuttular, öngörülmesine karşın, geri göndermediler. Onlar uyum konusunda mutlaka dil bilmenin gerekmediğini de ya-
21
Stuttgart Üniversitesi tiyatro ekibi ile Türkiye dönüşü Stuttgart istasyonunda (1961 yazı).
şamlarıyla kanıtladılar. (Dil bilmemek yalnızca onların yaşamlarını zorlaştırmıştır.) Çok ağır, çok güç bir yaşamdı. Çoluk çocuk aile, sağlık v.b. açılardan büyük bedeller ödediler. Doksanlı yıllara kadar Türkiye ile ilteşim, telefon dahil, deveye hendek atlatmaktan beterdi.
Türk işçilerine yönelik uyumsuzluk tartışmaları, bugün de olduğu gibi,
hep konjüktürün düştüğü, sanayi ve hizmet sektörlerinde onlara gereksinimin azaldığı dönemlerde ortaya atılır. Bir de daha altmışlarda Türkiye’den
gelenlerin ilk topluluk oluşturmaya başlamalarıyla birlikte yerden biter gibi
türeyen soyguncular, dolandırıcılar, din ve ulusallık sömürücüleri gibi, fırsatı ganimet bilen fareli köyün kavalcıları, densizler ortaya çıkarak uyumsuzluk görüntüsü yaratmışlardır. Ancak Alman güvenlik ve denetimi, kamuoyu ve medyası bunlara karşı hedefli biçimde harekete geçmek yerine, genellemeyi yeğler. Bu soygunculara karşı (bir bölümü Türkiye’de konuşluydu) Türk hükümetleri de hiçbir önlem almayı gerekli görmemiştir. Çünkü,
iktidarlar da genelde hep soyguncu ve yolsuzluk takımından olmuştur.
Özellikle altmışlı yıllar, iki farklı uygarlık ve iki farklı üretim altyapısı
ya da teknolojisinin karşılaşmasının yarattığı hassas (Lessing’in deyimiyle
pregnan) bir ânı gösterir. Toplumbilimsel açıdan olduğunca, insana ve topluma yönelen sanat açısından da en tetikleyici ândır. Onların içinde, onların
arasında ve onlarla birlikte yaşayıp da, bunun ayırdına varmayan bir yazar,
bir sanatçı, bu adı hak eder mi?
22
Stuttgart’ta bir etkinlikte (1970’li yıllar)
Stuttagart’ta çalışma odasında (1970’li yıllar).
23
İlk kitabınız bir şiir kitabı: “Koca Sapmalarda Biz Vardık”. Yıl 1968.
Sonraki iki kitabınız da şiir. Bana hep saçma bir soru gibi gelir, ama
soracağım: Neden şiir?
İlk gençlik yıllarımda duygusallık ağır basıyordu, hemen herkeste olduğu gibi. Ama yıllar ilerledikçe, edebiyat ve felsefeyle uğraşım derinleştikçe,
özellikle de okudukça, edebiyatın her türüyle her şeyden önce bir dil sanatı
olduğunu öğrendim. Dil sanatlarının zirvesini de şiirin oluşturduğunu ya da
dil sanatlarında uçlara en kestirme yoldan şiirle gidilebileceğini düşünmeye
başladım. Hâlâ öyle düşünüyorum.
İlk kitabımda 1960-68 arası yazdığım, çoğunu dergi ve gazetelerde yayınladığım şiirlerden bir seçme yer alır. İlk bölümün adı “Almanya’da Bizden Çizgiler”. Bu bölümdeki şiirlerin başlıkları Almanya’ya ilk gelen Türk işçilerinden bazılarının özel adlarıdır. Bu şiirler, Türkiye’den Almanya’ya göçenlerin durum ve duruşlarıyla, duygu ve algılarıyla edebiyattaki ilk yansımalardır.
(İlk kitap diyorsak, telif ilk kitaptır söz konusu. Daha önce, 1966 yılında
Frankfurt’taki Suhrkamp Yayınevi’nde, sevgiyle andığım şair arkadaşım Helmut Mader ile birlikte yaptığımız iki dilli Orhan Veli Kanık – Poesie kitabıdır.)
İlk öykü kitabınız “Oturma İzni”, 1977 tarihini taşıyor. Hemen iki yıl
sonra bir başka öykü kitabınız “Yaban Sıla Olur mu?”yu yayımlıyorsunuz. Kitapların adları bile öyküleri nasıl bir ruh hali içinde yazdığınızın
ipuçlarını barındırıyor.
“Yaban Sıla Olur mu?”, “Oturma İzni”nden iki dilli bir seçmedir, üç
baskı yapmıştır. “Oturma İzni” öykülerinin şöyle bir özelliği var. Yetmişli
yılların başlarında Almanya’daki Türklerin yaşamından, Almanlarla ilişkilerinden kotarılarak Köln Radyosu için yazıldılar. İlk öykü “Vaynat Dedikleri”,
1972 Noel’inde akşam radyodan yayınlandıktan sonra, radyoya dinleyicilerden yüzlerce mektup geldi. (Mektup birinci iletişim aracıydı o yıllar daha!)
O zaman Türkçe Yayınlar’ın başında bulunan rahmetli Hubert Knich, bundan öylesine etkilenmiş ki, bana telefon açtı. “Bu masallardan yazmaya devam et!” dedi. Kendisi Türkçe bilmiyordu, masal zannetti anlaşılan. Günde
40 dakikalık Türkçe yayınların en fazla on dakikası bu tür bir öyküye ayrılabilirdi. Böyle bir sınır vardı. Kendim de radyocu olarak, kulaktan girenin kolay anlaşılabilmesi için, kısa tümcelerle duru, yalın bir dil gerekli, diye düşünüyordum.
Bu öykülerden oluşan dosyaya bir de altmışlı yıllarda Varlık dergisi ve
yıllığında yayınladığım ve mutlaka kitabıma almak istediğim öyküleri de ekledim ve Derinlik Yayınları’na, Necati Tosuner’e gönderdim. Necati de dosyadan iyi bir ayıklama yaparak, kitabı çıkardı. Ayıkladıkları arasında o ilk “Vaynat Dedikleri” öyküsü de var. Kitap çıkınca, dosya dolusu eleştiri yazıldı, ya-
24
zanlar arasında örneğin Fakir Baykurt da vardı. Varlık dergisinde “Oturma
İzni”ni uzun uzun övdü. Anımsadığımca, tek olumsuz eleştiriyi Cumhuriyet’te
Rauf Mutluay’ın bir tümcesi oluşturuyordu: 25 lira fazla bir fiyat! Yıl 1977,
kitap 140 sayfa...
Almanya’da Almanca edebiyat ve felsefe dersleri vermişsiniz. Bu, bir “Alman” kadar dile ve kültüre hâkim olduğunuz anlamına geliyor elbette.
Gerçekten 1966 – 1979 arası Stuttgart Üniversitesi’ndeki asistanlığım sırasında haftanın beş günü her gün iki saat Almanca dersi, 1970 – 1985 arası Stuttgart Halk Yüksek Okulu’nda Alman ve Türk edebiyatı kursları (burada 1972 – 1985 arası Yabancı Diller Bölüm Başkanıydım), Amerika’da Princeton, Bryn Mawr, St Louis Washington ve Ohio State üniversitelerinde Alman
edebiyatı konuk profesörü olarak dersler verdim. 2000 yılında ayrıca Dresden
Üniversitesi’nde poetika dersleri... Daha önce de belirttiğim gibi, henüz 18 yaşında, kendim henüz doğru dürüst öğrenmemişken Mainz Üniversitesi Germersheim Enstitüsü’nde Almanca ders verdim. (Derslere Almanya’da emekli olduktan sonra bir anlamda vatan hizmeti babında iki yıl da Çanakkale
Üniversitesi’nde devam ettim. Hem Türk Edebiyatı, hem de Alman Edebiyatı bölümlerinde (2004 – 2006). Burada 2005 ders yılı açılış töreninde ilk dersi
verme onurunu yaşadım (konum Avrupa Birliği idi). Ayrıca 2006 yılında Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi Onursal Doktora sanı verildi.)
Stuttgart Üniversitesi’nde bir yandan kimya okurken, yanı sıra edebi bilimler, felsefe ders ve seminerlerini en baştan izlemeye başladım. Kimyanın
hemen ardından Edebi Bilimler ve Felsefe öğrenimine kaydoldum. 1972 yılında, “18. Yüzyıl Alman Edebiyatında Tek Perdelik Oyunların Dramaturjisi”
konulu 350 sayfalık Almanca bir çalışmayla doktora tezimi verdim. (1973 yılında da kitap olarak yayınlandı.)
Bütün bunlardan söz etmem, yine de Türkçe ile Almancam arasındaki farka değinmek için. Türkçe doğuştan anam, yurdum; buna karşılık, Almanca sevgilim. Ama öyle bir sevgili ki, elli yıldır direnir, nazlanır durur.
İşin aslı bu.
Her şairin bir dergi düşü vardır. Yayınlamasa bile kafasında yaşattığı.
Siz bu düşü gerçekleştirmişsiniz. 1980yılında yayımlamaya başladığınız “Anadil” dergisinin amacı neydi?
Benim dergi düşüm yetmişli yıllarda doğdu. Bu düş, öncelikle kişisel
bir hevesten doğmadı. Varlık, Türk Dili, Gösteri gibi önde gelen dergilere zaten yazıyordum. Fakat Almanya’da ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde yazarlarımız vardı. Türkçenin edebiyat dili olarak Avrupa’da varlığı söz konusuydu.
Bu benim tasam olmaya başlamıştı. Yetmişli yıllarda eşim İnci’ye söz ettim
bu tasamdan. Vaktim ve param olsa, Almanya’da bir dergi çıkarmak isterim,
25
dedim. Adı da hazır, dedim: Anadil. Bunu sıralı sırasız temcit pilavı gibi tekrarlamaya başlayınca, İnci de bana, “Bu da senin hovardalığın olsun”, dedi.
“Kumarın yok, sigaran yok, barın yok...” Böylece, 1980 aralığında iki ayda
bir olmak üzere, Anadil çıkmaya başladı. Aslında Aras Ören ve Güney Dal
ile konuşmuş, birlikte yapmaya karar vermiştik, ama ben Stuttgart’ta – derginin yeri de –, onlar Berlin’de, birlikte yapmak olanaksız. Onlar her zaman
yazılarıyla katıldılar. Ben de İnci’nin yardımıyla dergiyi tek başıma kotarmaya başladım. O zaman bilgisayar yok henüz. Yazıların istenmesi, toplanması, ayıklanması, düzeltilmesi, temize çekilip baskı levhasının çıkarılması, basıldıktan sonra alıp eve getirmesi, abonelere gönderilmek üzere zarflanması, pullarının yapıştırılmasına dek işi İnci ile birlikte yüklendik. – Bunları kime anlatıyorum, sevgili Enver! – 1982 yılına kadar dayanabildim, 13
sayı çıktı. Yaklaşık 500 abonesi vardı, somut giderler çıkıyordu, ama İnci
ile benim emeğim zamanım, yazarların telif hakları uçuyordu. Yalnız heves almakla kalmadım, bugün adı bilinen kimi yazar arkadaşlar ilk adımlarını Anadil’de attılar. Derginin ortasında dört ile altı sayfa arasında değişen, renkli “Beispiele” başlıklı Almanca sayfalar vardı, yani Türk yazarlarından Almancaya çevrilmiş tadımlık örnekler. Derginin Alman okurları da vardı, hatta Japonya’da Türkolog abonemiz bile. Sevindirici yanı, Avrupa’da
bir ilk olan Türkçe edebiyat ve sanat dergisi Anadil anaç çıktı. Onu hem
Almanya’da hem diğer bazı ülkelerde yavruları izledi. Bu da böyle bir serüvendi işte, İnci’nin dediği gibi, benim hovardalığım.
Almanya’da birçok Türk şair ve yazar yetişti. Siz ilklerdensiniz. Uzun
yıllar genelde bu şair ve yazarlar Türkçe yazdı. Kimileri Almancaya
çevrildi ama biz “Almanya’da Türk edebiyatı”olarak tanımladık bu olguyu. Daha sonra Almanca yazan kuşaklar yetişti. Şimdi onları Türkçeye çeviriyoruz. Bu sürecin en önemli tanığı sizsiniz. Bizi aydınlatır
mısınız: Neler oldu?
Uzun bir öykü. Almanya’da Türklerin edebiyatı üzerine hem Türkçe,
hem Almanca pek çok yazı yayınladım. Biz büyük bir edebiyat geleneğinin
sürgünleriyiz. Sürgün sözünü iki anlamıyla da alabiliriz burada. Bu yalnızca şiir geleneği de değil, bazılarının sandığı gibi. Ama şiir en fazla bilinen.
Bence, hem Divan, hem de Halk şiiri geleneğimiz büyük. Divan şiirine bir
de çağdaş anlayışla yaklaşırsak, çok da modern özelliklerini saptayabiliriz.
Örneğin, kanımca, en belirgin özelliği, şeylerden, nenlerden, doğadan değil, dilden sözden, sözcükten yola çıkması. Bu öylesine çağdaş ve modern
bir yaklaşım ki...
Halk şiirimize, edebiyatımıza gelince, o daha çok yaşam ve insan gerçekliğini taşıyan bir şiirdir. Daha toplumsal bir yanı vardır. Ama Yunus’tan
Karacaoğlan’a, Pir Sultan’dan Âşık Veysel’e yer yer bugün bile ulaşamayaca-
26
ğımız dil ustalıklarıyla da bezelidir. Hem de sade, yalın anadilimizde! Gerçekten çok zengin ve çeşitli cumhuriyet şiirimizin, edebiyatımızın kaynakları bunlar, elbette gittikçe daha fazla dünyaya açılmanın etkileriyle birlikte.
Şimdi böyle bir geleneğin yaşayan bireyleri dünyanın neresine giderse
gitsinler, şiirlerinin, edebiyatlarının köklerini de birlikte taşırlar. Bir de bu,
Almanya gibi, Avrupa’nın diğer ülkeleri gibi, gittikleri yerde var olan bir kültür diliyle, zengin edebiyat ve düşün gelenekleri ve tarihleriyle karşılaşırsa,
o gidenlerden yazar ve düşünür çıkmaması için, donmuş olmaları gerekir.
Şimdi daha Almanya’ya işçi göçü başlamadan önce, ellili yıllarda Türk
öğrencilerin Alman üniversitelerine gelmeleriyle birlikte edebiyat etkinliği
de görülür. En bilinen örnek, Stuttgart Türk Öğrenci Birliği’nin Yaprak adlı
dergisidir, orada görülen ürünlerdir. Hem öğrenci yazarlara ortam oluşturmuştur, hem de Türkiye ile edebiyat ve düşün bağı sağlamıştır. Örneğin, Oktay Akbal da burada yazmıştır. Benim de ilk adımımı attığım ortamdır bu
dergi.
O yıllar Türkiye’de en bilinen ad, bu dergiden yetişen rahmetli Tanju
Üner. Altmışlı yıllarda Varlık dergisinde çok sık rastlanırdı bu ada. Hem kapak resimlerinde, iç desenlerde, hem de yayınlanan öykülerinde. O zaman
bu genç yazar ve sanatçı, bugün de unutulmaması gereken öyküler yayınlamıştır Varlık ve Yaprak dergilerinde. Hangi gaileler yüzünden edebiyatı ve
resmi sürdürmedi, bilmiyorum. Ama onun adını burada anmak benim için
bir vefa borcudur.
30 Ekim 1961 Ankara Sözleşmesi ile Türk emekçiler Almanya’ya akın
akın gelmeye başladıktan sonra, o insanlarla ilgili ilk şiirleri, öykü ve makaleleri yazmaya ve yayınlamaya başladığıma daha önce değindim. Gelenler arasında rahmetli Bekir Yıldız ve Fethi Savaşçı gibi genç yazarlar vardı.
Daha sonra Aras Ören, Güney Dal ve Habib Bektaş derken, okuma amaçlı Köln’e gelen Necati Tosuner, görevli gelen Haluk Aker, Ömer Polat, Fakir
Baykurt, 12 Eylül’ün sürdüğü Dursun Akçam, Mahmut Makal, Adnan Binyazar, daha sonraları katara katılan Gültekin Emre ve Ali Asker Barut, nihayet Almanya’da zamanla Türkçe yazmaya başlayanlar, Türk edebiyatının,
isterseniz Türkçe edebiyatın (çünkü zamanla Türkçe Almanya toplumunun
ikinci anadili konumuna geldi) Almanya’ya uzanan dalları oldular. Bir çoğu
Türkiye’deki edebiyat ortamıyla da çok yakın ilişki içindeydi. Hepsini ancak
Türk edebiyatı içinde değerlendirebiliriz. Bunlara bir de gezgin yazarlarımızı ekleyebiliriz, örneğin her yıl uzunca bir süre için gelip gezen ve yazan bir
Nevzat Üstün vardı v.b.
Değerlendirme işini uzmanlarına bırakarak, Almanya’da yetiştikleri
için Almanca yazan daha genç kuşaklara geldi sıra. Edebiyat bir dil olayı olduğu için onları günümüz Almanca edebiyat içinde görmek, yapıtlarına bu
yoldan yaklaşmak yanlış olmaz diye düşünüyorum. En ünlüleri, tarihsel bir
27
sıralamayla Zafer Şenocak, Zehra Çırak, Şinasi Dikmen, Akif Pirinççi, Emine Sevgi Özdamar, Feridun Zaimoğlu, Selim Özdoğan v.b.
Hangi gerekçeyle olursa olsun, Almanya’ya geçici ya da sürekli göç sürdükçe, Türkçe yazanlar olacaktır. Almanca yazanlarsa, gittikçe daha fazla
Almanca edebiyatın temsilcileri olarak kabul göreceklerdir. Almanca edebiyata farklı çeşniler katarak. Daha çok bu değişik tatlar, çeşniler ödüllerle de
değerlendiriliyor.
Bir de Berlin Duvarı’nın yıkılması var. Berlin Duvarı ile yakından ilgilendiniz. Çalışmalar yaptınız. O süreci de sizin tanıklığınızdan öğrenmek isterdim.
13 Ağustos 1961 günü yapımına başlanan Berlin Duvarı, 9 Kasım 1989
günü yıkılmaya başlanarak, Doğu ve Batı Almanya arasında sınır açıldı. Yapımı o günkü Doğu Almanya (D.D.R.) yönetimi tarafından gerçekleşen duvarın yıkımı Doğu Almanya halkının eliyle oldu. Bu önemli farka parmak
basmak gerekir. Duvar üzerine belki de ilk şiiri yazdığıma değinmiştim. İstersen, bu şiiri buraya alalım:
yangın duvar
eşkiya duvar. kulak vermez,
sağır. bayrak kaskatı.
adsız duvar. yaşamı seçtim.
kör duvar.
türlü duvar vardır acunda
yangın duvar bile.
yürek bir yangın duvarda biter
ve tükenir gider.
türlü duvar vardır acunda.
kıyacı duvar bile.
yangın duvar.
yüreğe bir yangın duvar düşer
ve yiter gider.
(İlk basım, Yani Asır, İzmir, 27 kasım 1961)
28 yıl içinde kaç can aldı, kaç can yaktı kıyacı duvar. Duvarın yıkım
günü Princeton’da konuk profesördüm. Olayı ancak televizyondan izledim.
Almanya’nın Sesi Radyosu (Deutsche Welle) beni telefonla Princeton’da buldu ve edebiyatta Berlin Duvarı üzerine bir söyleşi yaptı.
Duvarın yıkılması, yeryüzünde yeni bir dönemin de imidir. Bu yeni döneme çeşitli adlar verilmiştir, herkesin kendi beklentisine ve çıkarına göre.
28
Ama bu im, Sovyetlerle birlikte Doğu Bloğu’nun sonuna nişan koyar, tek kutuplu postmodern, neoliberal seçeneksiz görünen bir evreye sokar dünyamızı. Gelişmeleri hep birlikte izliyoruz. Tarih durmuyor, donmuyor. Bu konuyu geçelim.
Duvar’ın yıkımı Almanya’nın birleşmesi, Dört Artı İki Barış Antlaşması (Amerika, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği artı Doğu ve Batı Almanya),
Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez bağımsızlığına kavuşması anlamına geliyor. Buna Almanya’daki Türkler, bazı Almanlardan daha
fazla sevindiler. Bazı Batı Almanlar, “Bizim Türkler bize Doğu Alman’dan
daha yakınlar”, diye konuştular. Bu yüzden, günümüze dek, “yüreklerdeki
duvar” kavramı dillerden düşmüyor.
Ama Almanya’daki Türklere başlangıçta pek de olumlu bir süreç getirmedi Almanya’nın birleşmesi. Almanya birleşirken, önceki uyum süreci
epeyce yol almış ve Alman Türkler gittikçe artan bir kabul görmeye başlamışlardı. Ancak, birleşmeyle birlikte bu süreç durdu, eski deyimle akamete
uğradı. Niçin? Çünkü, siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal açıdan Doğu
Almanya eyaletlerinin Batı’ya uyum süreci öne çıktı. Bütün zaman ve olanaklar bu acil sürece yatırıldı. Hatta özel bir dayanışma vergisi getirildi. Yirmi yıldır bu vergi sayesinde doğu eyaletlerine yılda en az yüz milyar Euro
(Avro) akmaya başladı. Uyum özellikle ekonomik alanda büyük ölçüde başarılı oldu. Yalnız bu değil, Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa ile bütünleşme çabalarını da buna eklemek gerekir. Türkiye de, tıpkı Alman Türkler
gibi, AB ile ilişkilerde geriye itildi. Doğu Bloğu yıkılmasaydı, Türkiye çoktan AB üyesiydi. Ama yıkıldıktan sonra Doğu Avrupa ülkelerinin AB ile uyumu, bütünleşmesi öne geçiverdi. Süreç Balkan ülkeleriyle gündemde. Onlar
da alındıktan sonra Türkiye ile somut birleşme süreci başlayabilir. Bu durumda şimdiye dek verilen ödünler hep karşılıksızdır. Sıra kendisine geldiği zaman da, Türkiye’nin AB üyelğini oturup çok ciddi tartıp biçmesi, düşünmesi gereklidir. Halk oylamasına götürmelidir. Yani çıkarlarına hâlâ uygun mu, sorusunu.
Özellikle ekonomik durağan dönemlerde Almanya’da başta Türkler
olmak üzere, yabancılara saldırılar, düşmanlıklar artar. Bu belki bir ölçüde anlaşılabilir. Politika bunun önünü almak istemediği sürece, giderek
kendi istihdam sorunlarını bile bile yabancıların üzerine yıkmaya kalktığı zamanlar, yerlilerle yabancılar arasında bir rekabet duygusu bilenir.
Almanya birleştikten sonra, hem nüfusun bir anda 16 milyon büyümesi, hem de yeni ekonomik sorunlar yüzünden, fareli köyün kavalcılarına
gün doğdu. Özellikle Türklere karşı düşmanlıklar tırmandı, Mölln ve Solingen v.b. kentlerde Nazi kundaklamaları sonucu, insanlar gece uykularında diri diri yakıldı ya da zehirlendi. Bu konuyu da burada keseyim.
Sorunu “Almanya Üzerine” adlı kitabımda (Sis Çanı Yayınları, 1995) Al-
29
man aydınlarıyla enine boyuna irdelemeye çalıştık. İlgilenenler oraya da
başvurabilirler.
Almanya birleştikten sonra ben ilk kez eski Doğu Almanya kentlerini
görmeye başladım. 1992 yılında Leipzig, Dresden kentlerini ilk gördüğüm
zaman, keskin nostaljik bir duyguyla kendimi 1958 yılında Batı Almanya’ya
ilk gelişimde yaşadığım hava ve görünüm içinde duyumsadım. Bugün ama
her yıl akan yüz milyar Avro sayesinde birçok Doğu Alman kenti batıdakilerden daha güzel görünmeye bile başladı. 2009 yılında ziyaret ettiğim Görlitz, Weimar, Leipzig, Dresden bende bu izlenimi yarattı.
Hemen şunu da ekleyip, bu konuyu noktalayalım. 1958 Şubat’ında
Almanya’ya gelirken, rahmetli babam beni, “Yolun açık olsun. Orada Almanya birleşince, güzel günler yaşayacaksın”, diye uğurlamıştı. Müthiş bir
öngörü, uzak görüş!
Yeniden edebiyata dönelim mi? Edebiyatın her türünde yapıtlar veren
nadir imzalardan birisiniz. Şiir, öykü, roman, inceleme, tiyatro, çocuk
kitabı, antoloji, çeviri. Biz en az tiyatro yazarlığı yönünüzü biliyoruz.
Epeyce ödül aldığınız halde.
Tiyatro benim ilk gençlik tutkum. Devlet Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu,
Küçük Sahne, Sururi’lerin, Hepgüler’lerin, Karaokçu ve Karaca’ların İstanbul Tiyatrosu, Kenterler v.b. İzmir’e gelen diğer tiyatroların hiçbir oyunlarını kaçırmazdım. İstanbul’a, Ankara’ya gidince de yerinde izlerdim. Altmışlı yıllarda özellikle Stuttgarter Zeitung ile Frankfurter Allgemeine Zeitung’da o
zaman Türk tiyatrosunun büyük çıkışını sayfalar dolusu yazılarla tanıtmaya çalıştım. Rahmetli Günay Akarsu’nun tiyatro dergilerine, Sururi-Cezzar
Tiyatrosu’nun program dergisine sürekli yazdım. Gösteri ve Milliyet Sanat
dergilerinde tiyatro yazılarım yayınlandı. Yalnız onlar değil, Alman gazetelerinde de yalnızca Türk tiyatrosu üzerine yazmadım. Almanya’daki bazı
oyunlar, tiyatro etkinlikleri üzerine de eleştiriler yazdım. Örneğin, on yıllardan beri Almanya’nın önde gelen yönetmenlerinden, yıllarca Viyana Burgtheater genel müdürlüğü de yapmış, ondan sonra da ünlü Brecht tiyatrosu Berliner Ensemble genel müdürlüğüne gelen Claus Peymann’ın sahneye koyduğu Hanns Heny Jahn’ın “Strassenecke” adlı oyununun ilk gösterimi
üzerine yazdığım eleştiri (1965), Peymann üzerine Stuttgarter Zeitung’da çıkan ilk eleştiridir.
Stuttgart Üniversite’sinde öğrenime başladığım zaman en şaştığım şey,
üniversitenin henüz bir tiyatrosunun olmamasıydı. Lisedeyken de sahneye
çıkmış birkaç Alman arkadaş ile birlikte 1961 yılında üniversitenin ilk resmi tiyatrosunu kurduk. 1963 – 69 yılları arasında bu tiyatroyu ben yönettim.
Çok sayıda oyunda oynadım, oyun sahneye koydum. Başka tiyatrolarda da
Almanca oyunlar sahneye koydum: Brecht’ten Pinter’e, Dilmen’den Nâzım’a.
30
Evet, Batı Almanya’da bir Türk yazarının ilk oyununu, Güngör
Dilmen’in “Canlı Maymun Lokantası”nı Almancaya çevirip, sahneye koydum (1965). Erlangen ve İstanbul üniversite tiyatroları şenliklerine çağrıldık. Altmışlı yıllarda Erlangen Uluslararası Tiyatro Şenliği’ne her yaz gittim
ve şenliğin yayın organında oyunlar hakkında yazdım. Stuttgart Üniversitesi
Tiyatrosu olarak İstanbul’a ilk kez 1961 yılında, son kez de 1968 yılında çağrıldık. 1961 yılında Borchert’in “Kapıların Dışında” ve Camus’nün “Doğrular” adlı oyunlarını, tabii Almanca olarak, götürdük. İstanbul dışında Ankara, İzmir ve Bursa’da da oynadık. 1968 yılı İstanbul şenliğinin de sonu oldu.
Yasaklı dönemlerinde ve Cumhurbaşkanı olduktan sonra demokrat kesilen
Demirel hükümeti o yıllar, “solcuların soluğunu dinliyordu”. Tabii bu arada
benim de soluğumu. 1968 yılında İstanbul’a Nâzım Hikmet’in “Demokles’in
Kılıcı” oyununu benim rejimle Almanca olarak gönderdik. Hem sol yaftasıyla şenlik yasaklandı o yıl, hem de bizim ekip özellikle Nâzım’ı getirdiği
için izlendi ve “sınır dışı” edildi. Bu skandalı da yazdım o zaman Stuttgarter Zeitung’da doğal olarak. Kendim zaten, solculuktan dolayı pasaportum
uzatılmadığı ve dövizim de kesildiği için gidememiştim. Ekip bensiz gitmişti. Ama başına bu işler geldi.
Sordun diye genişçe anlatıyorum, belki ilk kez. Yoksa reklam olsun diye
değil. Oğlumuz Toygar dünya düzeyinde bir reklam sanatçısı, ama ben bu
işten hiç anlamadığım gibi, hep kuşkuyla yaklaşmışımdır.
Tiyatro işlerime devam edersek, 1964 yılında Stuttgart’ta hevesli Türk
işçi ve öğrencilerle Almanya’da ilk Türkçe tiyatroyu da kurup yönettim. İnci
de katılıp, iyi bir oyuncu olduğunu birçok oyunda gösterdi. Cahit Atay, Turan Oflazoğlu, Özdemir Nutku v.b. yazaraların oyunlarını sergiledik. Daha
çok Türk işçilerinin kaldıkları yurtlarda ve danışma merkezlerinde. Bu çalışmalar yıllar sonra üniversitelerde araştırma ve doktora konusu yapıldı.
Amerikan üniversitelerindeki konuk profesörlük dönemlerinde de Princeton ve Ohio’da– verdiğim derslerin yanı sıra öğrencilerle tiyatro çalışmaları yaptık.
Kendi tiyatro yazarlığıma gelince: İkisi Almanya’da olmak üzere, sekiz oyunumdan beşi sahnelendi, dört oyunum Kültür Bakanlığı Yayınları arasında, biri de Türkçe-Almanca olarak Almanya’da kitaplaştı. Ankara
Devlet Tiyatrosu’nın Şinasi Sahnesi’nin açılışı, 1988 yılında benim “Mediha” oyunumla, Raik Alnıaçık’ın rejisi ve Serap Sağlar ile Rüştü Asyalı’nın
başrollerde oynamasıyla yapıldı. 1989 yılında “Mediha” beş Alman kentinde yedi oyunla başarılı bir turne yaptı. 1992/93 oyun mevsiminde İstanbul
Devlet Tiyatrosu’nda yine sevgili Raik Alnıaçık’ın yüz güldüren yönetimiyle “Ferhat’ın Yeni Acıları” adlı oyunum sahnelendi. O yılın en iyi oynanan
oyunu seçilerek “İsmet Küntay Ödülü”ne lâyık görüldü. Raik Alnıaçık emekli olduktan sonra bir de “Tahta Perde” adlı oyunumu sahneye koymak istedi,
31
ama bu henüz gerçekleşemedi. Bugüne dek anlayamadığım uygulama yöntemi yüzünden, neredeyse on beş yıl önce edebi kurul tarafından kabul edilen “Köşetaşı” ve “Haremden Kadın Kaçırma” adlı oyunlarım oynanmadan
unutuldu gitti. “Haremden Kadın Kaçırma” 1993 Salihli Belediyesi oyun
yarışması birincisi. “Köşetaşı” da bir kez verilen Diyarbakır Belediyesi Dr.
Orhan Asena Ödülü sahibi.
Nihayet, 1973 yılında kitap olarak da yayımlanan 350 sayfalık doktora çalışmamın konusu tiyatro: “18. Yüzyıl Alman Edebiyatında Tek Perdelik
Oyunların Dramatürjisi”.
Aklıma gelmişken hemen sorayım: Somut Şiir akımının belki de tek
Türk şairi oldunuz. Neydi somut şiir, neden içinde yer aldınız, şiire ne
gibi katkıları oldu?
Birinci Dünya Savaşı rezaletine Dada nasıl bir yazınsal ve dilsel tepkiyse, somut şiir de Nazi dönemine, Nazilerin dili istismarına ve İkinci Dünya Savaşı felaketine tepkiden doğan uluslararası bir akımdır. Ama doğduğu yer Almanya’dır, özellikle de Stuttgart kentidir. Bu harekete Japonya’dan
Amerika’ya, Brezilya’dan Çekoslovakya’ya dünyanın pek çok ülkesinden katılım olmuş, hareket uluslararası bir akıma dönüşmüştür. Stuttgart Okulu
kavramı oluştu. Çünkü, bu akımın kuramını, ama aynı zamanda kendisi de
yazdığı metinlerle uygulamaya katılan, Stuttgart Üniversitesi’nin felsefe, estetik, imbilim, bilim kuramı ordinaryüsü Max Bense temellendirmiştir. Akıma ad olan somut şiir (konkrete poesie) kavramını ise, 1953 yılında Eugen
Gomringer ilk kez kullanmıştır. Gomringer’in susmak metni ünlüdür:
susmaksusmaksusmaksusmaksusmak
susmaksusmaksusmaksusmaksusmak
susmaksusmak
susmaksusmak
susmaksusmaksusmaksusmaksusmak
susmaksusmaksusmaksusmaksusmak
Dilin Nazilerce, siyasilerce, dincilerce, soyguncularca v.b. sürekli ve
derin istismarına karşı dedim. Savaş ertesinde yaşam yeniden başlarken,
Almanya’da yazarlar sıfır yılı kavramını ortaya attılar. Her şeye sanki sıfırdan başlamak isterce. Dil geleneklerinin yığdığı çağrışım, anıştırma, yan
anlamlar, dil istismarının getirdiği çarpıtmalar, saptırmalar, soysuzluklar, yazınsal erdem için büyük bir sorun oluşturuyordu. Öyle ki, Frankfurt
Okulu’nun önde gelen iki filozofundan biri, Adorno “Auschwitz’den sonra
şiir yazılmaz” dedi. Brecht bir şiirinde, ağaçlardan söz etmenin cürüm olduğunu söyler. Bırakalım, o dünya tarihinin en büyük felaketi olan Nazi dönemi ve İkinci Savaşı, bugün bile, diyelim Türkiye’de – ama yalnız Türkiye’de
32
değil – siyasetin diline baktığınız zaman, o dille yazmak cürüm değil midir?
Dil, en az birbiriyle ilişkisi olmayan iki ayrı kanala ayrılmış değil midir? Giderek, siyaset dili karşısında, apayrı bir kanalda olsa bile, şiir yazmak kolay
mıdır? Şiir yazıyorum ya da bilim yapıyorum, derken yanı sıra, o siyaset diline, yobazlık diline, neoliberal soygunculuk diline arka çıkan yazıları o dillerin ortamı olan organlarda döşenmek, şair olduğunuzu mu kanıtlar? En
allâme şair olsanız, ne yazar? Romancı olsanız, ne yazar?
İşte, genel ve temel tutumu ve tavrı bu olan somut şiir akımı, işe dili salt
kendine indirgeyerek, dilin en tekil, en yalın yapıtaşlarından başlayarak girişmiştir. Kısaca a a’dır, a’dan başka bir şey değildir, diyerek. Max Bense’nin
bir sözüyle, “yalnız cam cam gibidir”. Bir yerde Orhan Veli’nin (benim için
cumhuriyet şiirimizin tek dehasıdır), Garip önsözünde dediği gibi, keşke
sözcükleri, dili, kullanmadan şiir yazmak mümkün olsa... Nedir bu? O, şiirimizde bir devrim öngörmekte ve sıfırdan başlamak istemektedir. Bu olanaklı değildir, çünkü yine ezelden beri var olan dile, söze başvurmak durumundadır. Ama o daha kesin ve keskin bir devrim düşüncesi içindedir.
Dilin en ufak yapı taşlarından başlayarak, yapıyı yeniden yükseltme poetolojisi var somut şiir temelinde. Ama unutmayalım, en ufak dil öğesi de,
harf de, dildir ve geleneği, tarihi vardır, anlamdan ve imden yalıtılmış değildir. Orhan Veli’nin özlemi gerçekleşemez.
Bana gelince, 1959 yılında Max Bense’nin derslerini, seminer ve kologyumlarını, studium generale çerçevesinde sergilerini izlemeye başladım,
Stuttgart Okulu’nun içine pat diye düştüm. Yeniyetme bir şair adayıyım. Bir
yandan somut denemeler yazıyorum, bir yandan da bildiğim şiir anlayışında. Kısa sürede bu iki tavır birbirini etkilemeye, birbiriyle iletişime, alış verişe başladı. İlk kitabım Koca Sapmalarda Biz Vardık (1968), özellikle ikinci
kitabım Umut Dolayları (1969) bu bileşimin örnekleriyle doludur.
Türkiye’de bu akımla ilgili ilk yazıları 1961 ve 1962 yıllarında Yeni
Asır’da, özellikle Gençlik dergisinde örnekleyerek yayınladım.
Somut şiirlerim, altmışlı yıllarda başta Almanya, Amerika’dan
Japonya’ya, Çekoslovakya’dan Hollanda’ya birçok uluslararası antolojiye
alındı, somut şiir toplayan bazı müzelere girdi. (Somut Şiir kitabımın,1996,
sonunda bu antolojilerden belli başlılarının kaynakçası yer alıyor.)
Somut şiir, iki belirgin kolda görülüyor: sessel (akustik) ve görsel (visuel). Benim çalışmalarım, görsel örnekler genelde. Ve bir tek harf kullanarak,
örneğin ö harfiyle yaptığım metinde bile bir toplumsal eğilim vardır. Aynı
tavır bir de Brezilyalı temsilcilerde, örneğin Haraldo de Campos metinlerinde görülür. Bizim bu tavrımız, sanırım, kendi toplumlarımızın durumuyla,
sorunlarıyla ilintilidir.
Özellikle görsel örnekler (bir grafik ve çizim nitelikleri olduğu için)
uluslararası sergilerde de gösterildi. Dresden ve Köln’de iki kişisel sergim de
33
oldu. Somut şiir akımı, 1968 öğrenci hareketiyle birlikte doruğundayken, bir
anlamda sonuna da geldi. Gerçi, izleyen yıllarda da devam edenler var – ben
arada bir – ama akım özellikleri yeni metinlere yedirilerek, sindirilerek artık sürecini tamamladı.
Bu bakımdan, Türkiye’de seksenlerden sonra çıkan birtakım denemeleri bunun içinde görmek mümkün değildir. Bizde, benim dışımda, bunu
tek deneyen kareler dizisinde Behçet Necatigil’dir. Bunlar variabel (çeşitlenebilir) metinlerdir. Kesin bir şey söylemek istemiyorum, ama sanıyorum,
üç dört ay birlikte olduğumuz 1972 yazında gösterdiğim uluslararası antolojilerden de biraz esinlenmiş olabilir. Ama o metinler özgün Necatigil şiirleridir. Bir ara İlhan Berk de bazı metinlerinde sanki buna özenir gibi oldu,
ama tez vazgeçti. İlhan Berk 1972 yılında Sanat dergisinde (sayı 14, 15 Kasım 1972) “Şiirin Yeni Tarihi” başlıklı yazısında görsel ve sescil özelliklerden söz eder. Bu yazısında verdiği iki örnekten biri, benim 1964 tarihli yarımyarim somut şiirimdir.
Son yıllarda bizim üniversitelerde akademik çalışmalara da konu olmaya başladı somut şiir.
On yıllar boyunca kendimi bu konularda ketum bilirken, şimdi dilim
mi açıldı, klavyem mi çözüldü, bunca gevezelik ettim. Kendimden bir ufacık örnekle noktayı koyayım.
i
ıı
ııı
ıııı
ııııı
ıııııı
ııııııı
Almancada i-Tüpfelchen (i noktacığı) deyimi var. En ufak ya da en son
ayrıntıyı da belirtmek anlamında. Burada i noktacığı Almanca ve Türkçe
arasındaki ayrıntıyı da imliyor. (Böylece, bir yazarın yapmaması gereken bir
işi yaptım, kendi yorumumu da getirmiş oldum, affola!) Şiirden devam edelim: Pek çok şairi Almancaya ve Türkçeye kazandırdınız. Antoloji olarak da, tek tek kitap olarak da. Alman-Türk edebiyatı etkileşimi dendiğinde akla ilk siz gelirsiniz. Ama kaç kitaplık bir toplamdır bu ve neler içerir, net olarak bilmeyiz.
Hemen söyleyeyim, iki yönlü çeviri kitaplarımın toplam sayısı elliyi
aştı. İlk kitabım, 1966 yılında Suhrkamp Yayınevi’nde Frankfurt’ta çıkan
Orhan Veli Kanık, “Poesie” kitabı. Batı Almanya’da çağdaş Türk şiirinden
34
Almancaya çevrilen ilk kitaptır. Doğuda Nâzım Hikmet’in kitapları ellilerde çevrildi. Orhan Veli, Almancada olay oldu diyebilirim. Özellikle Almanca yazan genç şairler, eleştirmenler hayran kaldılar. Usalmaz güzellikte ve
genişlikte eleştiriler yazdılar. Burada 49 şiirin Türkçe ve Almancası yer alıyordu. 1985 yılında Orhan Veli’nin yine iki dilli yeni bir kitabını Frankfurt’ta
yayınladım, bu kez 120 üzerinde şiir kapsamında. Ve yine müthiş bir ilgi ve
övgü. Bu övgülerden biri büyük bir ödül bile sayılabilir. Almanca konuşulan
ülkelerden otuzun üzerinde eleştirmen ve yazarın her ay puan vererek saptadıkları en iyiler listesinde mart 1986 puanlamasında Orhan Veli birinci sıraya yerleşti. Günther Grass’ın yeni romanı çıkmıştı, aynı listede dokuzuncu sırada. Bu listeye giren ilk Türk yazarı Orhan Veli’dir. Hem de birinci sırada. Ondan sonra başka bir Türk yazarı girmiş midir, şimdi bilmiyorum.
Ama birinci sırada giren yok. En iyiler listesi onyıllardan beri en çok satanlar (Bestseller) listesine karşı yayınlanıyor. En çok satmanın iyi olmayı gerektirmediğini gösteriyor. Alman Birinci Televizyonu’nda ayda birçok farklı
bir biçimde yaptığı kitap tanıtım ve eleştiri yayınında Denis Scheck, her yayında Spiegel dergisinin yayınladığı en çok satanlardan ilk onunu ele alır ve
genelde en az sekizini, dokuzunu çöp kutusuna yollar. Orhan Veli’nin ölümünden 36 yıl sonra haklı olarak en iyiler listesinin birincisi seçilmesi büyük bir ödül sayılmaz mı?
Almanya’da çağdaş şiirimizden iki antoloji var bugüne dek: İlkini 1971 yılında Tübingen-Basel’de yayınladım. Yahya Kemal’den Ataol
Behramoğlu’na kadar 52 şairimizden, her birinden, iki ile yirmi şiir arasında örneğinı kapsıyor. İkincisini 1987 yılında Münih’te. İkincisi TürkçeAlmanca olduğu için, daha kapsamlı olmasına karşın, 37 şairi sunuyor: Yahya Kemal’den Ahmet Erhan’a. Bir de Güney Dal ile birlikte yayına hazırladığımız öykü antolojisi var. 1975 yılında Münih-Viyana’da Türkçesini çıkardığım (bir Avusturya-Alman yayınevi olan Jugend&Volk Yayınevi’nde ciltli çıkan bu kitap Almanca konuşulan ülkelerde yayınlanan ilk Türkçe kitaptır.)
“Ağaca Takılan Uçurtma” adlı gençler için antolojinin Almancaya çevirisi de
1976 yılında aynı yayınevinde çıktı.
Behçet Necatigil’den iki kitap, Nâzım Hikmet’ten iki kitap, Bülent
Ecevit’in şiirleri, Aziz Nesin’den elli yıldan seçme öykülerle bir kitap v.b. sürdü gitti. Çeviri işim nicel olarak ne zaman rekora koştu? Türkiye’nin Frankfurt Kitap Fuarı’na onur konuğu olduğu 2008 yılında. O yıl “stresten sürmenaj oldum” denir mi? Haldun Taner’den iki dilli bir öyküler kitabı, Gülten Akın’dan iki dilli bir şiirler kitabı, Necati Tosuner’den Almanca bir öyküler seçkisi. Bunların her biri 200 sayfanın üzerinde. Ayrıca, senin şiir kitabın
iki dilli, Muzaffer İzgü’nin “Ekmek Parası” romanı, Yalvaç Ural’ın Lafontaine kitabı, kendimden daha önce Türkçeleri yayınlanmış iki çocuk öyküleri kitabının bu kez Almancaları ile birlikte yeniden yayını, Cem Yayınları’nda da
35
iki Rilke kitabı – hepsi 2008 yılında. Bunlara İnci’nin, Ayfer Gürdal Ünal’dan
Almanca’ya çevirdiği gençlik romanı “Takma Adı Gagalı”yı da ekleyelim. Çevirdiğim hemen her kitaba inceleme ve tanıtma niteliğinde genişçe bir yazıyı da eklerim.
Almancadan Türkçeye gelince, Cem Yayınları’nın bütün şiirleri tasarımında Rilke’nin şiir kitapları şu ana dek dokuz kitap oldu. Diğerlerini sadece
yazar adlarıyla geçeyim: Goethe’den iki kitap, Lessing, Brecht, Wilhelm Reich,
Johannes Poethen, Helmut Walter Fritz, Gert Heidenreich...
Her iki dilde dergilerde, antolojilerde, radyo ve televizyonda yayınlanan
çevirileri saymıyorum.
Yine de kendimi çevirmen görmüyorum. Büyük bir iddiam da yok. Özellikle şiir çevirilerini kendi zevkim ve “şiir eğitimim” için yapıyorum. Çeviri işini, her şeyden önce, edebiyat metinlerini derinlemesine okumanın bir yöntemi olarak uyguluyorum. Ama çeviri üzerine genç yaştan beri düşünürüm aynı
zamanda. Bu konudaki ilk yazım da yine Varlık dergisinin 15 Mart 1964 sayısında “Çevirinin Sorunları” başlığıyla yayınlandı. (S. 5)
Köln Radyosu‘ndaki görevinizin ne kadar katkısı oldu bu sürece?
Kısa ve doğru sorup, uzun ve ayrıntılı, bilgilendirici yanıt almayı, radyoculuğun, gazeteciliğin başat ölçütlerinden diye öğrendim genç yaşlarımda. Senin sorularınla benim yanıtlarıma bakınca, bu işi ustalıkla kotardığını görüyorum. Uzunca ve ayrıntılı bir yanıta bu kez de hazır ol, diye söylüyorum.
Önce şunu söyleyeyim. Köln Radyosu’ndan önce ve ona koşut çeşitli Almanca radyo yayınlarında sayısız program yaptım. Bunlar, radyofonik oyunlardan, Türk şairlerini – bu arada bir Yunan şair arkadaşı da – tanıtan yayınlardan siyasi ve kültürel söyleşilere, kitap eleştirilerine, yorumlara kadar pek
çok alanı kapsıyordu ve zaman zaman hâlâ devam ediyor.
Köln Radyosu dediğimiz yayın, Almanya kamusal Radyolar Birliği’nin
(ARD) kararıyla Almanya’daki Türklere yönelik günlük yayınlara resmen ve
sürekli olarak 2 Kasım 1964 tarihinde başladı. ARD bu işi en büyük üye kuruluşu olan Westdeutscher Rundfunk (WDR) kuruluşuna verdi. Merkezi Köln.
Bu yüzden, bütün Almanya’da dinlenen yayının adı: Köln Radyosu.
Ben o zaman Stuttgart Üniversitesi’nde kimya öğrenimi görüyor, edebiyat, felsefe, tiyatro derslerini izliyor, gazete ve dergilerde yazıyordum. Yayınların başlamasından birkaç ay sonraydı, Stuttgarter Zeitung’tan bir redaktör arkadaşın isteği üzerine, haber yapmak için, bir etkinliği izliyor, notlar alıyordum. Orada Stuttgart Güney Almanya Radyosu’ndan (SDR) bir hanım, sonra aile dostu olduk, rahmetli Frau Roschmann, yanıma gelerek, “Köln Radyosu için eyalet muhabiri olur musun?” diye sordu. Radyo her zaman tutkun olduğum bir ortam, kabul ettim ve çalışmaya başladım. İlk röportajımı unutmam. Almanya’ya görüşmeler yapmaya gelen zamanın Çalışma Bakanı Ali
36
Naili Erdem’in Stuttgart Alman Sendikalar Binası toplantı salonunda Türk işçileriyle yaptığı toplantıdan bir röportaj. Bu haber, röportaj, edebiyat ve sanat
yayınlarıyla 1985 yılı sonuna dek tam yirmi yıl sürdü. 1985 yılı sonu itibariyle
Köln Radyosu’nun son Alman yönetmeni – yirmi yıl boyunca yönetim işi Alman arkadaşlara verildi – emekli olacaktı. İlk kez bir Türk Köln Radyosu’nun
başına yönetmen olarak düşünüldü. Bu da bendim. Stuttgart’tan ayrılmaya
hevesli değildik ailece, ama Köln’den gelen – Alman yöneticilerin! – ısrarları ve ikna için Stuttgart’a gelişleri üzerine, Köln Radyosu yöneticiliğine atanmayı ve Köln’e taşınmayı ailece benimsedik. Emekli oluncaya dek bu görevde kaldım.
Bu görevi kabul etmemin nedenleri arasında Türkiye ile daha sıkı ilişkilerim olacağı ve daha sık Türkiye’ye gidebileceğim düşüncesiydi. Öyle de oldu.
Edebiyat çalışmalarıma, çeviri işlerime doğrudan bir etkisi olmadı. Ama en
başta dinleyicilerimiz olan Anadolu insanlarıyla doğrudan ilişkilerim çok yoğun oldu, özellikle radyo çalışmaları sayesinde. Unutmamalı, doksanlı yıllara
dek Köln Radyosu günlük Türkçe yayınları Almanya’daki Türklerin tek güncel
haber kaynaklarıydı. Dinlenme oranı günlük yüzde 52 dolaylarına çıkıyordu,
bunlara her gün olmayıp da arada bir dinleyenleri de ekleyince, dinlenme oranı yüzde 90’nın üzerine çıkıyordu. Bu, her radyo yayınının düşüdür. Bu düş
bizde otuz yıl boyunca gerçek oldu.
Bunun dışında, radyo çalışmalarım sayesinde sayısız sanatçı, edebiyatçı,
siyaset ve devlet insanı ve toplumun diğer alanlarından pek çok kişiyle söyleşiler, programlar gerçekleştirme olanağı buldum. Ne yazık, yüzlerce söyleşiden
çok az kopya kayıt sakladım. Hemen hepsi yayınla birlikte geçti gitti.
İyi ki bazı yazar arkadaşlarla yaptığım söyleşileri yazıya geçirip yayınlamışım, en başta yine Varlık’ta. Onlar belge olarak kaldı.
Epeydir Gökçeada’da yerleşik sayılırsınız. Bildiğim kadarıyla, hem
Gökçeada’da, hem Almanya’da yaşıyorsunuz. Yazarların emekliliği yoktur sözünü, siz de doğruluyorsunuz. Çok yoğun olduğunuzu biliyorum.
Bu nedenle Almanya’dan kopamamanızı anlıyorum, ama “neden Gökçeada” sorusunun yanıtını merak ediyorum doğrusu.
Ben, yaşamın emekliliği yoktur, diyorum. Elbette sanatın emekliliği de
olmaz, yaşamla iç içeyse, kaynaşmışsa. Ama sanat yaşamın yerine geçmez.
Sanat yaşamı yalnızca güzeller, esenler, gönendirir, ufuk açar, ufuk genişletir...say sayabildiğince.
Çağrışımlara açık olduğumu görüyorsun. Sen ne soruyorsun, ben ne
diyorum. Soruya gelmeden önce, Almanya’ya da kısaca değinelim. Her ne
kadar heybem aralıksız hep Türkiye ve Türkçe dolu olarak yaşadımsa da,
sonuçta bu Almanya ömür doldurdu. Çocuklarımızın ikisi Stuttgart, biri
İzmir doğumlu. İzmir doğumlu olan da elbette Almanya’da büyüdü, okul-
37
larında okudu. Meslek sahibi olup iş tuttular. Türkiye’ye onlar da çok bağlı, ama yaşam demirini Almanya’da attı. İzmir doğumlu Toygar, daha da
öteye, Almanya’nın yanı sıra Amerika’da demir attı, meslek gereği. Şimdi
bu bizim dünyamız, benim kuşak ve benden sonraki kuşaklar için, sınırlarını gittikçe kaldıran bir dünya. Gelecekte sınır denen kısıtlamalar salt
kalkar mı, yoksa geri adımlar mı, yeni durumlar mı oluşur, bilemem. Ama
gidiş sanki, ekonomisi, dolayısıyla ordusu güçlü olanların istekleri doğrultusunda bir açılım, küresellik diyorlar ya. Ama belirttiğim gibi, tek yönlü
bir açılım. Siz de kalkıp varsıllara doğru gideyim dediniz mi, ya da mallarımı onlara satayım dediniz mi, işlerine gelmediği an, en aşılmaz sınırları, en yüksek engelleri, yine insan hakları, demokrasi, özgürlükler maskesi altında, karşınıza koyuverirler. Sorun küresellik, sınırların kalkması değil, sorun bu sürecin, varsıldan yana işlemesi, varsılın özgürlüğü, insan hakkı geçerli; yoksul, adı üstünde zaten yoksul – özgürlükler ve haklar açısından da. Dünya düzeni yavaş yavaş bu tek yanlı ve tek yönlü haksızlıklar düzeni olmaktan kurtulmazsa, sınırlar istediğince kalsın, sorunlar kalkmayacaktır.
Bu girizgâhtan sonra, gelelim sadede. Gökçeada – evet, Gökçeada bize
bir armağan. Oğlumuzun, Tanrı’nın, isterseniz Lozan’ın armağanı... Stuttgart doğumlu Utku, Türkiye’nin tarihini çoğrafyasını benden iyi bilir, dersem, bir abartı değil, mutlulukla yapılmış bir saptama. Yirmi yıl kadar
önce bir Türkiye gezisi sırasında, bizim Ege’de iki adamız var, bunları görmek gerekir, diye düşünüp, Bozcaada ile Gökçeada’yı gezer. Sonra bize sitayişle bu adaları anlatır. Özellikle Gökçeada’nın büyüklüğü ve henüz bozulmamış doğal yapısı onu etkilemiştir.
O zaman bizim yazlığımız, sevgili Necatigil’lere komşu olmak isteğiyle, Silivri Parkköy’de. 1992 yazında arabayla İzmir’den Silivri’ye doğru yoldayız. Tam Çanakkale’ye geldik, Gökçeada gemisi rıhtımda kalkış
saatini bekler. Arabada Utku da var. Ani bir kararla – yazgısal bir kararla – Utku’ya, haydi bakalım, şu senin adayı bize bir göster, diyerek, arabayı gemiden içeriye sürdük. Gidiş o gidiş... Adayı sevdiğimiz gibi, adadan da
çok İnci, o gün bir harabe ve çöplük görünümündeki evin konumuna ilk
bakışta âşık oldu. Haklıydı. Ev de üstelik köyde satılık iki evden biriymiş.
O iş orada bitirildi. Bir yıldan fazla süren bir onarımdan sonra yerleştik.
Sevgili iç mimar Selma Necatigil-Esemen’in mükemmel çalışmasıyla, her
şeyiyle armağan olarak gördüğümüz ev kotarıldı. Yılın 6 – 7 ayı, Çanakkale Üniversitesi’nde ders verdiğim yıl tamı, adada geçiyor. Kış aylarındaysa,
hem senin belirttiğin, hem benim yukarda söylediğim nedenlerden, hem
de üşümemek için Almanya’dayız. Orada da Köln’e tramvayla bağlı, ama
orman kenarı sakin, küçük bir yer. Büyük kentlerin gürültüsü, kiri, kalabalığı bize fazla geliyor. Bir tek kültür sanat etkinlikleri büyük kenti çekici kı-
38
lan, ona da ulaşım olanaklı. Bazen dışardan gelmek, örneğin, İstanbul içinde bir yere ulaşmaktan kolay.
Küçük yerin bir sakıncası var, ruhu ve bedeni, anlağı ve bilinci taşra
ve kasaba havasının kıskacına kaptırdın mı, tükenirsin, anlağın tükenir.
Bu tehdide dikkat...
Belki özel bir soru olacak ama, elimdeki fotoğraflardan edindiğim izlenim, eşinizin iş yaşamınızda da önemli bir yeri olduğu. İki ayrı insan gibi değil de, bir bütün gibi yaşamışsınız.
Öyle devam ediyoruz ve umarız, öyle devam eder. İnci ile beni
Stuttgart’ta bir araya getirdiği için tükenmez gönül borcum Tanrı’ya. Karanlıktan Yakınma (Cem, 1988) kitabımdan şu satırlar: Bir ben var biliyorum sen olduğunu / Senle büyüyen bu bene / Benin süremine senin süremsizliğine / Bir ben var biliyorum sen olduğunu. 1983 yılında da Yazko’da Sen
Dolayları kitabımı çıkarmıştım. Sen çok boyutlu bir kavram. Yaşamımdaki
önemli bir boyutu İnci’dir. İncindiğin Yerdir Gurbet kitabımı, “İnci’lendiğim
yerdir sılam” diye imzaladım 1979 yılında. (Görüyorsun, kapalı yakamı biraz olsun aralayıp, gönlümün içini gösteriyorum, sana, senin aracılığınla
okura. Sevgi Dolayları 111 üçlükten oluşuyor. Biri şöyle: hiç sevmek bir sevmekten azdır / bir sevmek iki sevmekten azdır / iki sevmek seni sevmekten az.
Ya da: birsem hiçim / ikiysem bir / senle birim.
Bu ancak, karşılıklı olarak, ben’i aşıp sen olmakla olanaklıdır, karşılıklı dost, arkadaş olmakla, yine karşılıklı benim yarım, benim yârim demekle.
Bu açılardan İnci hep benden daha olgundur. Benim çabam, onun olgunluğuna erişmek oldu. İyi kötü başardım galiba.
Daha önce de belirttim, ben yakın çevremde bu kadar okuyan (Belki
gençlik kitaplarımı basan dostumuz Katharina Baudach dışında), beğenisi bu denli incelmiş ve eğitilmiş başka birini bilmiyorum. Altmışlı yıllarda
hem sevgili Yaşar Nabi, hem sevgili Behçet Necatigil, İnci’nin çevirideki ve
yazıdaki yeteneğini erkenden saptayıp destek oldular, özendirdiler. Ama
onun ilkesi, “Bunca yazara iyi okur da lazım”, oldu.
Yineleyeyim, şiiri ve öyküyü araç kılarak, İnci ile beni buluşturup birleştiren yazgı, mutluluğum...
Bu yanıttan sonra 70. doğum gününüzü kutlayarak bitirmek isterim
söyleşiyi. Teşekkür ederim, Yüksel Abi...
Yaşlanmak da – galiba Oktay Akbal ağabeyin sözüdür, yaş almak –
mutluluktur, özellikle sevdiklerinizle, dost ve arkadaşlarınız, kafa denklerinizle birlikte. İzin verirsen, sen de onlardan birisin, sağol, Enver.
39
YÜKSEL PAZARKAYA’NIN KİTAPLARI
Türkçe Kitaplar
Şiir:
1. Koca Sapmalarda Biz Vardık. İzlem, İstanbul 1968.
2. Umut Dolayları. Y, Stuttgat 1969. (İkinci basım, bkz.: Somut Şiir)
3. Aydınlık Kanayan Çiçek. Dost, Ankara 1975.
4. İncindiğin Yerdir Gurbet. Şiir-Tiyatro, Ankara 1979.
5. Saat Ankara. Derinlik, İstanbul 1981.
6. Sen Dolayları. Yazko, İstanbul 1983.
7. Karanlıktan Yakınma. Cem, İstanbul 1988.
8. Dost Dolayları. Cem, İstanbul 1990.
9. Sen Dolayları / Sevgi Dolayları / Umut Dolayları. 2. basım; Cem,
İstanbul 1992.
10. Mutluluk Şiirleri. (Kendi sesinden kasetle) Açı, İstanbul 1995.
11. Somut Şiir. Açı, İstanbul 1996.
12. Yol Dolayları. Cem, İstanbul 2006.
Öykü:
1. Oturma İzni. Derinlik, İstanbul 1977.
2. Güz Rengi. Sistem, İstanbul 1998.
3. Güz Öyküleri. Cem, İstanbul 2007.
4. Kış Öyküleri. Cem, İstanbul 2008.
5. Bahar Öyküleri. Cem, İstanbul 2009.
6. Yaz Öyküleri. Cem, İstanbul 2009.
Roman:
1. Ben Aranıyor. Cem, İstanbul 1989 (2. basım; Açı, İstanbul 1995).
Oyun:
1. Mediha (Ankara Devlet Tiyatrosu 1988/89). Kültür Bakanlığı, Ankara 1992 (2. basım 1993).
2. Ferhat’ın Yeni Acıları (İstanbul Devlet Tiyatrosu 1992/93). Kültür
Bakanlığı, Ankara 1993. (İsmet Küntay Ödülü 1993)
3. Haremden Kadın Kaçırma. Kültür Bakanlığı, Ankara 1993. (Salihli Belediyesi Oyun Yarışması Birincisi 1992)
4. Köşetaşı. Kültür Bakanlığı, Ankara 2000. (Diyarbakır Belediyesi
Dr. Orhan Asena Oyun Yarışması Birincisi, 1992)
5. Kırk Yıl – Dile Kolay. Türkçe-Almanca. (Makara Tiyatro, Krefeld
2001; Arkadaş Tiyatrosu, Köln 2005; Landestheater Burghofbühne 2007-
40
41
42
2010.) Sardes, Erlangen 2007.
(Oynanan, ancak henüz yayınlanmayan oyunlar: Ohne Bahnhof.
Stuttgart Üniversitesi Tiyatrosu, 1987; Alaban Tanrısı. İTÜ 1968). Bunlara oynanmayı bekleyen “Tahta Perde” oyununu da katayım.
Deneme:
1. Mölln Ve Solingen’den Sonra Almanya Üzerine. Sis Çanı, İstanbul 1995.
Monoğrafya:
1. Karabıyıklıların Aksakalı Demirtaş Ceyhun. Cem, İstanbul 2004.
Çocuk Kitapları:
1. Utku. Türkçe - Almanca (ayrıca: Almanca – İtalyanca; Almanca –
Yunanca; Almanca – İspanyolca; Almanca – Sırp-Hırvatça). Jugend&Volk
Verlag, Münih – Viyana 1974.
2. Aya Uçan Minare. Roman. Derinlik, İstanbul 1980. (2. basım;
Önel, Köln 1993. (Radyofonik Oyun, SDR 1985; WDR v.b.)
3. Oktay Atatürk’ü Öğreniyor. Roman. Türkçe-Almanca. Uncu, Heilbronn 1983 (2., 3., 4. basım; Kültür Bakanlığı, Ankara 1991; 1992; 1997)
4. Balık Suyu Sever. Öykü. Anadolu, Hückelhoven 1987 (2. basım;
1990; 3. basım Türkçe-Almanca, 2008).
5. Balinanın Bebeği. Öykü. Anadolu, Hückelhoven 1988; Bilgi Kültür, İstanbul 1988.
6. Kemal İle Burak – Cennet Ülkesine Yolculuk. Roman. İş Bankası, Ankara 1998.
Almanca Kitaplar
Şiir:
1. Die Liebe von der Liebe. Stuttgart 1968.
2. Ich möchte Freuden schreiben. Atelier im Bauernhaus: Fischerhude 1983.
3. Irrwege / Koca Sapmalar. Türkçe – Almanca. Dağyeli: Frankfurt
1985.
4. Der Babylonbus. Dağyeli: Frankfurt 1989.
5. Du Gegenden / Sen Dolayları. Türkçe – Almanca. Sardes: Erlangen, 2006.
Öykü:
1. Heimat in der Fremde? / Yaban Sıla Olur mu? Türkçe – Almanca.
Ararat: Stuttgart – Berlin, 1979, 3. basım 1981.
43
Roman:
1. Ich und die Rose. Rotbuch: Hamburg 2002.
Bilimsel:
1. Die Dramaturgie des Einakters im 18. Jahrhundert in der deutschen Literatur. Kümmerle: Göppingen 1973.
Poetika:
1. Odyssee ohne Ankunft. Thelem: Dresden 2004.
Araştırma:
1. Beobachtungen zum “Deutschland-Türkischen”. Pädagogische
Arbeitsstelle des Deutschen Volkshochschulverbandes: Frankfurt – Bonn
1983.
Deneme:
1. Rosen im Frost – Einblicke in die türkische Kultur. Unionsverlag:
Zürih 1983, genişletilmiş 2. basım 1989.
2. Spuren des Brots – Zur Lage türkischer Arbeitnehmer und ihrer
Familien. Unionsverlag: Zürih 1983.
3. Nur um der Liebenden willen dreht sich der Himmel. Sardes: Erlangen 2006.
Oyun/Senaryo:
1. Unsere Nachbarn, die Baltas. Begleitheft zur Fernsehserie im Medienverbund. Adolf-Grimme-Institut: Marl 1983.
2. Mediha. Dergi (özel sayı): Duisburg Mart 1989.
3. 40 Jahre – leicht gesagt. Sardes: Erlangen 2007.
Çocuk Kitapları:
1. Utku und der stärkste Mann der Welt. Jugend&Volk: WienMünchen 1974.
2. Oktay lernt Atatürk kennen. Uncu: Heilbronn 1982 (Ankara 1991,
1992, 1997).
3. Warmer Schnee lachender Baum – Sıcak Kar Gülen Ağaç. Freiburg – Stuttgart 1984.
4. Kemal und sein Widder. Arena: Würzburg 1994. (Fransızca çevirisi, Flammarion: Paris 1994).
5. Fische mögen das Wasser. Anadolu: Hückelhoven 2008.
6. Das Walbaby. Anadolu: Hückelhoven 2008.
44
45
46
Türkçeye Çeviriler
1. Alman Edebiyatından Mektuplar. Türk Dili. Mektup Özel Sayısı.
Heft 274; Temmuz 1974, Ankara. S. 452 – 512.
2. Alman Şiiri. Ülke Ülke Çağdaş Dünya Şiiri I. Milliyet Yayınları, İstanbul 1979. S. 275 – 414.
3. Ernst A. Ekker: Keine Zeit für Sandro / Kimsenin Mehmet İçin
Zamanı Yok. 1973.
4. Ernst A. Ekker: Sandro findet einen Freund / Mehmet Bir Arkadaş Buluyor. 1974.
5. Friedl Hofbauer: Agapimu. 1973.
6. Pavlos Bakojannis: Die da oben / Üsttekiler. 1973.
7. Renate Welsch: Das Seifenkistenrennen / Araba Yarışı. 1973.
8. Dagmar von Gersdorff: Unsere Lok / Lokomotifimiz. 1974.
9. Alfons Schweiggert: Zauber-Carlo / Sihirbaz Karlo. 1974.
3 – 9 hepsi iki dilli: Jugend und Volk Verlag, Wien – München.
10. Gert Heidenreich: Taş Toplayan Kadın. (Die Steinesammlerin).
Roman. İstanbul: Simavi, 1992.
11. Bertolt Brecht: Brecht’in Güncesi (Brechts Tagebuch). İstanbul:
Düşün, 1996.
12. Reinhard Döhl, İlse Garnier, Pierre Garnier, Bohumila
Grögerová, Josef Hirsal, Hiroo Kamimura, Yüksel Pazarkaya, Syun Suzuki: Die nämliche Erde / Aynı Gökyüzü. Şiir Yazışması. Deutsch – Türkisch. İstanbul: Açı, 1997.
13. Johannes Poethen: Ayasofaya’nın Martıları / Die Möwen von Hagia Sophia. Şiir. Almanca-Türkçe. İstanbul: Sistem, 1998.
14. Goethe: Genç Werther’in Acıları (Die Leiden des jungen Werther). İstanbul: Cumhuriyet, 1999. 2. basım: İstanbul, Adam, 2004.
15. Goethe: Faust (Bir Fragman). İstanbul: Cumhuriyet, 1999.
16. Lessing: Yahudiler (Die Juden. Bir Perdelik Güldürü). İstanbul:
Cumhuriyet, 2000.
17. Walter Helmut Fritz: Bugün de Hâlâ Açız Mutluluğa (Heute
noch sind wir hungrig nach Glück). Şiir. Almanca-Türkçe. Cem Yayınevi: İstanbul, 2004.
18. Wilhelm Reich: Dinle Küçük Adam! (Rede an den kleinen Mann!)
Cem Yayınevi: İstanbul, 2006.
19. Rainer Maria Rilke: İyi Ruhlara Adak (Larenopfer). Şiir. Cem
Yayınevi: İstanbul, 2004.
20. Rainer Maria Rilke: Düşten Taç ( Traum gekrönt). Şiir. Cem Yayınevi: İstanbul, 2005.
21. Rainer Maria Rilke: Advent (Advent). Şiir. Cem Yayınevi: İstanbul, 2005.
47
22. Rainer Maria Rilke: Bana Tören (Mir zur Feier). Şiir. Cem Yayınevi: İstanbul, 2006.
23. Rainer Maria Rilke: Beyaz Prenses – Sancaktar (Die weisse Fürstin / Die Weise von Liebe und Tod des Cornets Christoph Rilke). Şiir. Cem
Yayınevi: İstanbul, 2006.
24. Rainer Maria Rilke: Keşiş Yaşamı Üzerine – Dualar Kitabı 1 (Das
Buch vom mönchischen Leben – Das Stundenbuch 1). Şiir. Cem Yayınevi: İstanbul, 2007.
25. Rainer Maria Rilke: Hac Üzerine – Dualar Kitabı 2 (Das Buch
von der Pilgerschaft – Das Stundenbuch 2). Şiir. Cem Yayınevi: İstanbul, 2008.
26. Rainer Maria Rilke: Yoksulluk ve Ölüm Üzerine . Dualar Kitabı
3 (Das Buch von der Armut und vom Tode – Das Stundenbuch 3). Şiir.
Cem Yayınevi: İstanbul, 2008.
27. İzzet Sarayliç: İstanbul Günleri (Die Tage in Istanbul). Şiir. Varlık Yayınevi: İstanbul, 1990. (Almancadan çeviri.)
Türkçe’den Almanca’ya Çeviriler
28. Orhan Veli Kanık. (Helmut Mader ile) Poesie. Türkçe-Almanca.
Frankfurt a.M.: Suhrkamp, 1966.
29. Moderne türkische Lyrik. Antoloji. Tübingen, Basel: Erdmann,
1971.
30. Behçet Necatigil. Gedichte. Türkçe-Almanca. (Numaralı,
Necatigil’den imzalı.) Stuttgart: Edition Hattusa, 1972.
31. Der Drachen im Baum. (Ağaca Takılan Uçurtma). Antoloji. Resimleyen Orhan Peker. Viyana, Münih: Jugend&Volk, 1976.
32. Bülent Ecevit. Ich meisselte Licht aus Stein. Şiirler ve iki deneme. Stuttgart: Klett-Cotta, 1978. (Cep kitabı olarak: Berlin: Ullstein,
1982.)
33. Orhan Veli Kanık. Das Wort des Esels – Eşeğin Sözü. Nasreddin
Hoca öyküleri. Türkçe-Almanca. Resimleyen Abidin Dino. Berlin: Ararat, 1979; 3. basım 1982.
34. Nâzım Hikmet. Allem Kallem. Türkçe-Almanca. Resimleyen Abidin Dino. Berlin: Ararat, 1980; 2. basım 1982.
35. Habib Bektaş. Belagerung des Lebens – Yaşamı Kuşatmak. ŞiirÖykü. Türkçe – Almanca. Berlin: Ararat, 1981; 2. basım 1983.
36. Zülfü Livaneli (yayına hazırlayan). Lieder zwischen vorgestern
und übermorgen. Livaneli’nin beste notalarıyla. Türkçe-Almanca. Ararat: Berlin, 1981; 2. Baım 1983.
37. Nâzım Hikmet. Das Epos von Scheich Bedreddin. Resimleyen
Abidin Dino. Ararat: Berlin, 1982.
48
38. Orhan Veli Kanık. Fremdartig – Garip. Türkçe-Almanca. Dağyeli: Frankfurt a.M., 1985. (SWF En İyiler Listesinde 1., Mart 1986.)
39. Aras Ören. Gefühllosigkeiten – Reisen von Berlin nach Berlin.
Şiirler. Dağyeli: Frankfurt a.M., 1986.
40. Die Wasser sind weiser als wir – Sular Bizden Akıllıdır. Antoloji.
Türkçe-Almanca. Schneekluth: Münih 1987.
41. Behçet Necatigil. Eine verwelkte Rose beim Berühren – Solgun
Bir Gül Dokununca. Türkçe-Almanca. Dağyeli: Frankfurt a.M., 1988.
42. Geschichten aus der Geschichte der Türkei. (Güney Dal ile).
Öykü antolojisi. Luchterhand: Frankfurt a.M., 1990.
43. Orhan Asena. Ali. Çocuk Oyunu. Kültür Bakanlığı: Ankara, 1994.
44. Orhan Asena. Jagd in Chile. Oyun. Kültür Bakanlığı: Ankara,
1994.
45. Aziz Nesin. Ein Verrückter auf dem Dach (Damda Deli Var). 50
Yıldan Gülmece Öyküleri. C.H. Beck: Münih, 1996.
46. Haldun Taner. Allegro ma non troppo. Türkçe-Almanca. Sardes:
Erlangen, 2007.
47. Gülten Akın. Das Lied vom Frausein – Kadın Olanın Türküsü.
Türkçe-Almanca. Sardes: Erlangen, 2008.
48. Necati Tosuner. Lob der Einsamkeit. Öyküler. Sardes: Erlangen, 2008.
49. Enver Ercan. Die Zeit küsst alles im Vorübergehen. TürkçeAlmanca. Sardes: Erlangen, 2008.
50. Güngör Dilmen. Das Gasthaus zum lebendigen Affen. Oyun. Sardes: Erlangen, 2008.
51. Muzaffer İzgü. Das tägliche Brot. Roman. Önel: Köln, 2008.
52. Yalvaç Ural. Lafontaine vorm Waldgericht. Önel: Köln, 2009.
Yayına Hazırladıkları
53. Die Türken (Karl-Heinz Meier-Braun ile). Ullstein: Frankfurt
a.M., Viyana, 1983.
54. Farben im neuen Haus – Yeni Evden Renkler. Almanya’da 30 Yıl
– Türk Ressamlar. Önel: Köln, 1992.
55. ...aber die Fremde ist in mir. (Günter W. Lorenz ile). IfA: Stuttgart, 1985/1.
56. ANADİL. Dergi. 13 sayı. Stuttgart, 1980-82.
Ayrıca, çok sayıda edebiyat kaseti.
Gero von Wilpert. Lexikon der Weltliteratur. Kröner: Stuttgart, 4.
basım 2004. (2. basımdan itibaren Türk yazarlarının maddeleri. 4. basımda yüzü aşkın Türk yazarı.)
49
Paçadkaya’nın ilk Almanca yazısı (Notizen, 1960)
50
Pazarkaya’nın Stuttgarter Zeitung’ta çıkan ilk yazısı
(17 Nisan 1966).
Pazarkaya Almanya’da ilk Türkçe sendika gazetesini I.G. Metal
Stuttgart adına hazırladı (1. Sayı, Mart 1966).
İlhan Berk 1970’li yıllardaki yazısında Pazarkaya’nın bir somut şiirini örnek gösterdi.
51
Mart 1986: “En İyiler” Listesi’nde Orhan Veli birinci.
52
Pazarkaya’nın Princeton Üniversitesi’nde sahneye
koyduğu oyunun afişi (1989).
Princeton Üniversitesi’nde konuk profesör (1989).
Pazarkaya’nın Ohio Üniversitesi’nde sahneye koyduğu oyunun afişi (2004).
53
Der Spiegel dergisinde “40 Yıl-Dile Kolay” oyununun haberi (2008).
54
Dinslaken Eyalet Tiyatrosu’nun 1997 yılından beri oynadığı “40 Yıl-Dile Kolay” oyununun galasından sonra
Alman basınında çıkan yazılardan biri (2008).
Osnabrück Belediyesi’nin daveti üzerine
yaptığı okumanın Osnabrück gazetesindeki
haberi (29 Ekim 2009).
55
56
Ren Kızı
Öykünü dinlediğim gün duydum ürpertini
Ellerin yükseldi köpüklerden mini mini.
Ötede dönerken sular yılların ardına
Ormanlar doyumsuzdu bu sevginin tadına.
Sonra beyaz yeleleri kabarmış da sular
Yeşillerle zevkten kucak kucağa oldular.
Ulu dallardan kopan bir çılgınlık şarkısı
Bu özlem dolu gök bakışların en tatlısı.
Bir sihirde kaybolmuş deniz gözlerin güler
Bu neşene sevgili göklerden öpücükler.
Heyecanından dalgalar durmadan akışkan
Tüm balıklar sarhoş mavi üveyik bakıştan.
Bu ahengi kuran minicik pamuk ellerin
Çılgınca şakıyor tabiat yürekten serin.
Uçuşan alev saçında gözlerim yüzüyor
Yüreğim kanat kanat sevgine süzülüyor.
Tutkularla toz toz seherde arzunun hızı
Tükenmez ışık oldun gözlerimde Ren Kızı.
(Yeni Asır, 26 Mart 1962)
57
YAŞADIĞIM İSKANDİNAVYA
Türlü Güneş
Çın çın istasyon soğukluğunun bile kiminde kişiyi ısıttığını düşündünüz mü? Yaşmaklı kadınlar düşünden çıkagelmiş bir ılıklıkla kıvançlı olmak.
Yolların tükenmezliğine alışırken yolda kalmak, kişiyi üzmez her zaman. Sinir gıdıklayan bir tren düdüğünde, kim bilir açık denizde hangi Danimarkalı balıkçının kara bulutlardan kopma boğukluğu vardır.
Yağmurun telgraf tellerinde iri damlalara dönüşmesi de tren penceresinden güdüsel olarak kıvançla seyredilebilir. Bu yağmur damlaları canlı
cansız yaratıkların en acılısıdır. Belki Tanrı katından kargışlı.
Annen öldü. Damlalar. Perşembe akşamı geliyorum. Damlalar. Akşamları güneş yerin dibine girer. Damlalar.
Baltık ortalarında bir balıkçı sandalı. Yitirilmişler otağı. Balıkçı sandalında tuzlu deniz suyuyla dolu bir kova olmak geçti mi aklınızdan?
Gök ve deniz ayrılmazcasına ziftlenmiş gecede. Güverteden ak köpüklerin görülmesi, insanların İsa’dan sonra bile yaşamlarını sürdürmelerinin nedenidir belki. İliklere değin soğuk ve ıslak bir duyguya karşın, böyle bir gecede insan İsa’dan çok diri göğüslü, diz kapakları görünürde bir kadın düşünüyor nedense. Bütün suçu insana yüklemek işin kolayına gitmektir.
Kara, kapkara karanlık. Denize yağmur yağıyor. Karanlıktan karanlığa
kara yağmur. İnsana bağışlanan göz bu yağmuru göremez. Görünürde, beyaz köpükler. Güverteye vuran çelimsiz ışık. Bir de rüzgâr görünüyor gibi
geliyor insana.
Benim düşüncelerim, karanlıklar içinde olması gereken Danimarkalı
balıkçı ile, belki gece olduğu için, şimdi yağmur düşü gören Anadolulu Yusuf arasında ip çekiyor. Yusuf, senin sabahında Ağrı uçlarından dünya yangını gibi görebildiğin bir güneşin var. Danimarkalı balıkçı için ortalık ağarırken bile, yağmur damlaları İsa’dan kargış yağdırır beyninin içine.
Vålberg, 7.9.1962
(Gençlik, Şubat 1963 – sayı 30)
58
ŞİİR
KOCA SAPMALARDA BİZ VARDIK (1968)
koca sapmalarda biz vardık
1
tünemek karada
solur gübre solar yeniden canlanmanın sıvısı
çapa çapala çapalamak
iri yağmurlar aç aça açmak
iri yağmur iri yumurta iri yavru
bütün düş kısa yarı yol
bütün kısa yarı yol
bütün yarı yol
bütün
humus orman
ağır ve derin basar beygir
ortaçağ yalakları uzak uydu
ortaçağ yalakları uzak uydu
ben uzak uydu sen uzak uydu biz
tanrı varsayımı biz
tanrı toprak biz
ufak ağrı ağaç
ufak ağrı böcek
ufak ağrı insan mayada
ufak
bir tohum insan yere
yer bir tohum insana ek
noktada nokta bir nokta
dönen çark dönen nokta
oluşum ve tükenim engebesi
insanın haritası
1967
59
halil güzel
susamış güneş toprağın
iter seni beni almanya’ya
alman bira ve bulut özdeş
susamak güzelleşir birayla
sen içmezsin içmezsin
acının çelişkisi bu mu
yakam bir ağıt yol boyu
balam bacım ağıt yol boyu
gülem bi yol da
bi yol da kıvanç
bi yol da
sen güzel susamak çirkin
ince ve eski gülersin eski ve uzak
dedemsin say say babamsın
biçimlenirim sende kuru dilim ve güneşimle
çok sürmez bu çorak zamanda
acının çelişkisi bu belki
biçem bir umut dolu tarla
balam bebem umut tarlalarla
gülem bi yol da
bi yol da kıvanç
bi yol da
öğrenirsin s-yi u-yu
öğre suyu öğre
-nirsin –neceksin
güzel su güzel susamak güzel
susamak güzelleşir anadolu suyuyla
acının çelişkisi bu işte
1968
60
UMUT DOLAYLARI (1969)
umut dolayları
5
umut göğül hayvan
uzun solur solur sancıynan
ikizi umutsuzluk olur sancıynan
tek ayak üzre kuştur uçar ha
ha uçmuştur
uçmuştur çok zaman zamanı
aşa aşa yerle gök arası gökle yerde
solur çok zaman o en yaralı hayvan
bir kavram yara solunum hayvandan
kötüsü olmaz umudun
yarası yarısı umudun
umut umutsuzluk durur bir bütüne
bir olmaz oysa olmamalı
debeli hayvan debelenen hayvan
ayağaltı gerili tutkusu kuşla
o kuşun gözleri var uykuyla korku arası
o kuşun kanadı tutkuyla utku arası
karşıtı umutsuzluk
61
insan yüzünden
1
dün gelen günden güzel değil
gelen güne ölen insan yüzünden
dün gelen güne güzel
bugün gelen günden güzel değil
gelen güne ölen insan yüzünden
bugün gelen güne güzel
gelen gün –
gelen gün güzel
gelen insan yüzünden
2
gelen gün dünden güzel değil
dün ölen insan yüzünden
gelen gün güzel dün yüzünden
bugün dünden güzel değil
dün ölen insan yüzünden
bugün güzel dün yüzünden
dün –
dün güzel
bugünkü insan yüzünden
3
bugün –
bugün güzel
bugünkü insan yüzünden
62
AYDINLIK KANAYAN ÇİÇEK (1974)
cellatı düşünmediler
in memoriam (deniz, hüseyin, yusuf anısına)
çaldı karayel toprağa
üşütmedi
art ayağa dinelmiş
tarla faresini ürkütmedi
dışarda karayel dağda kar
toprak damda aç çocuklar var
üşüyen ürkek çocuklar
ve onları kurtarmak için
demir dama düşenler
uzamış sakallarını ovarlar
koca avuçlarıyla
kırda kentte eylem eden
koca avuçlarıyla
cellatın tuttuğu kara yağlı ilmiği değil
toprak damda aç çocukları
düşünürler
“kurtaramadık seni çocuk
kurtar kendini”
onlar üç kişi damda
(çok üçlerin adına)
avuçlarıyla uzamış sakallarını
ovuştura ovuştura
cellatı ve cellatın efendilerini değil
ülkeyi ve ülkenin yarınını
düşündüler
anı
hep gidince
andırır eşya
kopup gideni
eşyaya bir zaman
dokunanı
ve hep gidince
eşya birden dokunan
63
anı
yanlış söz yanlış adım
hep sonradan yanlış
yanlış kendiliğinden
etten kemikten
hep doğuştan biraz yanlış
yanlış söz yanlış adım
karabasan sonra cisim
hep sonradan
ve hep gidince dokunan
anı
anlarsın
arda kalan değil yalnız
kopup giden de biraz yanlış
64
sevgi dolayları
(111 üçlük’ten)
başladığı yerde sevginin
başladığı yerde kavganın
sevginin ve kavganın yasası başlar
o savaşçıl sevi
yenik sokakta dağda
ikilik odalarda utkun
şimdi ayrılık
sınamak aramızdaki telleri
sağlamlık ve sesler üzre
hiç sevmek bir sevmekten azdır
bir sevmek iki sevmekten azdır
iki sevmek seni sevmekten az
yurt ve halk
en güç sevilme sizin
gerçek sevenle yalan seveni ayırmak
dön her köşeyi görürsün
bir köpek dönünce her köşeyi
köşeler ve köpekler pusuda
korkunun en büyük olduğu yerde
korkanlar yalnızca
hep korkuya inanmışlar
baskı en geniş etkisini
gene suskunun gölgesinde
serinleyene gösterdi
salt doğru salt yanlıştır
bugün doğru yarın yanlıştır
en doğru – bilince koşan ustur
65
şiiri andım akışında çağların
şiiri sevgileyip sevgiyi şiirleyenleri
gönülden andım
çoktuk sevgiyi çoklaştıranlardık
azdılar kini azdırdılar
azınlığın çoğunluğa baskısını kurdular
ben derim yıldızım duyar
sılaya iletir
yanar sesim sılaya sılaya
çünkü ustamleyin yunusleyin
taş taş üstüne koyanın
eli aktır gönlü yüce
sakarya’da yuğar mı kadınlarımız hâlâ
ak keten çamaşırı
ak çamaşır içre diri memeler
toprağı bellemek hamuru karmak kadını sarmak
denli güzel
ve bütün bunları güzeller – özgürlük
en geç onlar öğrenir sözü
en çok onlar korkar
sözden
türkçeyi solur sevgim
sözüdür sevgimin
türkçemin her sözü
yunus der benim işim sevi için
yunus der kovanım yağma olsun
sevi için kovanım yağma olsun
yarın güneş doğacak – çok olası
güneş yarın doğmayacak
hiç olası
66
bozuk düzen sevgiye karşı
sevgi
bütün bozuk düzenlere karşı
ne usalmaz yürek
usanmaz döverek
yurt diye yurt diye
67
İNCİNDİĞİN YERDİR GURBET (1979)
yürek kuşatması
kan değil kösnül kısrak
batak ovalardan aygır tepelere
doğru sel sel yürek kuşatmasında
yazıp adımlarını her damara
şah tırıs dörtnala
gelen çağa
kar ağızlı oluşum
önce kar ağız ve hoşnut
karanlığın yıldızından
yürek tutkunu sonra avı
hava su toprağınan
bakır beyinli ve yürek kaçkını
kesiminde çağların
abanır kösnül kısraklar
yüreğe düştü düşecek yürek
göğün mavisinden yerin mavisine
sardı bağrını eli dar çağın
yalımları tüten ocak döğen yürek
aşıp oylum oylum eskimiş uyumları
yaşamdan hoşnut zamana koşut
68
ozan
iki çatal yüreğin ozan
birinde umudundur tüneyen birinde kavgan
geçmeyle anlam kazanır zaman
değişimlerde gördün sen zamanı küba’da tanganika’da
yüreğinin usunun özünü sıktın çiti çiti türkiye’nde zamana
sen zamanı sevdayla ölçen ozan
sen yüreğini kav edip ateşler yakan
sevdin atılan adımı
dönen tekeri
sevdin nala giren mıhı
mıha kalkan çekici
çekiç tutan eli
suda balık toprakta karınca kadar sevenlerin
69
SAAT ANKARA (1981)
takvim dizeleri
şubat
10
alıştır soluğunu
soluklara soluk
katmaya
12
dineldim ses aldım
sesime kulak
verenden
27
yüz açmış yüzüne
yüz evrenin sürüp
en eskil gizine
mart
5
sevgi bürüdü gözümü
göremem artık özümü
sende buldum çözümü
çözülüben sen oldum
8
baktım evrenin içindeyim
baktım zerrede benim
baktım evren içimde
baktım zerre de bende
27
günü şiirle şiiri günle
en yüce şiir yaşam evrende
yaşamı durmadan şiirle
70
mayıs
6
koruyan koyların en güzeli
sevgi
12
ne güzel ardında
sevgiler sevinçler
kavgalar umutlar
somut sonuçlar da bıraktı
17
dene bir açılmayı insandan
uçsuz bucaksız çölün başlar o zaman
sayma ama kalabalıkları
insan içinde olmaktan
25
ne okşanmış kanat artık önceki
ne kanadı okşayan rüzgâr
biri rüzgârlı biraz
biri artık kanatlı rüzgâr
haziran
5
severek aşılır engeller
benin aslına giden yolda
severek aşılır engeller
evrenin aslına giden yolda
20
savrulsan da yabana
yaşam boyu dolana dolana
insanın özbenliği insan
yansır en çok diline
26
derin solu dev yürek
sevdayı dostluğu
çirkinlikler nefes darlığı
71
27
alışma alışılana
alışmak tükenmek
aş alışılanı
hep yeni gözlerle
temmuz
5
tokun sofrasında bir eksik
öfke yağdırır
açın sofrasında bir ekmek
sevince boğdurur
21
evet yaşadıkça varsın
aslolan yaşamak
sevdikçe yaşıyorsun
evet aslolan sevmek
26
uyumlu uyaklı yazmış dev usta
kullanarak uyak sözlükleri
yazmak isterim uyumlu uyaklı sevinçler
gereksiz olurdu o zaman uyaklı sözler
eylül
1
güzele evren sıla
yaklaşırsın sıkıla sıkıla
bir gülümser evren olur sılan
6
sevi niçin göndere –
evrenin bayrağıdır da
bilir dağ taş ezbere
9
72
sevgin aparır beni benden
sevgim seni sen eden
ben o sonda sen edem
sen olmasan ben neyleyim
kasım
5
demir erir cam erir biçimlenir
erimezse câmında söz
nasıl biçimlenir
aralık
8
duyarak buyruğunda düşüncenin
düşünerek buyruğunda duygunun
20
okudukça karşımdakini
öğrenirim içimdekini
büyütmekçin içimdeki beni
katarım dosta kendimi
27
keşfe çıktım
doğasında sözün
varmak için aslına
özümün
73
SEN DOLAYLARI (1983)
6
Adın Dağlıyor
Adın dağlıyor gecemi
Acının kamçısıyla yalımdan sülüs
Şaklayıp esre esre üstün üstün
Dağlıyor yalnızlık pençeleriyle
Kartal gagasıyla şahin cırnaklarıyla
Havı dökülmüş sürgün
Çalıyor gece beni yerden yere
Adın bağlıyor hecemi
Bedreddin ateşiyle bir Aydın elinde bir Edirne’de
Kapanıp Alman kentlerinde İznik kalelerine
Dışarda yaz çisemi, karşımda Serez, direnilmez
Kavga süreğen, senden geçilmez
Adının çekimi beni
Çalıyor hece hece yerden yere
Adın ağlıyor ecemi
Bir bilinmez bilmece mi
Kurca çıbanı, sıraca mı
Ölüm gözlü kalesiyle Kurtuba mı
Atım da yok kır yağız doru kara
Yel olup varam sana
Çalıyor ecem beni yerden yere
74
8
Yoruldum Sirenlerden
Yolunda yürümekten değil
Yoruldum durmadan usumu çelen sirenlerden
Alımlı çağrılara direnmeden
Issızlığın erincini can sıkıntısı gösteren
Uyudum kaç sürem bilmeden
Hiçbir düşün çekimine girmeden
Koyuldum yoluna taze direnç taze güçle
Siren seslerini işitmeyen bir erinçle
Dikip gözlerimi ufkun beyaz çizgisine
Yolunda bir hiç olup yeniden doğmak için
Salt senin yankın olup sirenleri boğmak için
Devler dizilmiş iki yana korkunç güçleriyle
İki yana sündüren çağrılı gülüşleriyle
Yeşillere kurulmuş Arkadya masalarına
Kadim zamanların yıllanmış şaraplarına
Yürüyorum yolunda tükeniş oruçlarıyla
Atıp ben yükünü sırtımdan yeniden doğuş huruçlarıyla
Dikip gözlerimi güneşinin ışınlarına
Yolunda tarihi silmek için bir daha yazılmamacasına
Aşıp sevdanın elyazmalarını, sevginin süremsizliğine
Yürüyorum yazıtlar arasından eprimiş
Kağşamış kalıtlar arasından süzülüyorum
Kervanlar geliyor karşımdan merkep pusat tülü
At arabaları otomobiller uçaklar karşımdan
Aldırmadan geçiyorum aralarından dönüp
Bakmıyorum silinirken kulağımda çıngırakları
Dikiyorum gözlerimi önümdeki gök düzlüğe
75
KARANLIKTAN YAKINMA (1988)
Hüznün Padişahı
Hüznün padişahıyım
Payitahtım İstanbul
Ulûfem hüzün
Kol kol dizilin
Hüznün üstadıyım
İşlerim eflâtun
Boğaza karşı çıkar elimden
Boy boy akşamleyin
Hüznün taciriyim
Bülbülsüz ardıç
Tezgâhımda kelepir
Yaklaşın bir bir
Döndüm sonsuz seferden
Kentimin yaşıymış hüzün
Çadır kurdum deryaya
Hükmünü sürmekteyim güzün
Lebâleb dam yedi tepe
Huzur kalmamış selvi diplerinde
Döğülmüş yüzüne gencin yaşlının
Ben bu kentten hüzne dönmüşüm
Tükenmeyen
Ne cellat tüketebilir ne azrail
Ne kara kıran salgın sıraca
Ölüm boğmuş cümle alemi haraca
Ak atın terkisinde gelir de il il
Ne cellat tüketebilir ne azrail
Tüketemez zindan tüketemez zincir
Tükenmez işkence sürgüninen
Kıyım kol gezer ölüminen
Ak atın terkisinde gelir de il il
76
Ne cellat tüketebilir ne azrail
Sever bir gözüm gözünü
Sever bir elim elini
Saçına değer okşar yüzünü
Ak atın terkisinde gelse de il il
Ne cellat tüketebilir ne azrail
Sevgiye hazır ölüme değil
Ne cellat tüketebilir ne azrail
77
Yakarı Değil Sesimiz
Kuşlar da susmuştu
Sustuk o zaman
Yakarı sanmayın diye sesimizi
Biz mi sustuk zaman mı?
Gömdük göğse
Filiz sürsün diye
Kimseye değil kuşlara uydu sesimiz.
Bağrımızın toprağına çelik
Düştük mayınlı yollarda
Fışkırsın diye yağmurlarda
Kuşlarla sesimiz.
78
Ne
Açın derdi ekmek
Tokun derdi ne
Yoksulun derdi yokluk
Varsılın derdi ne
Tutsağın derdi özgürlük
Özgürün derdi ne
Gurbetçinin derdi sıla
Sılacının derdi ne
İşsizin derdi iş
İşçinin derdi ne
Okulsuzun derdi okul
Okullunun derdi ne
Yâr benim derdim
Yârin derdi ne?
79
Dönüş Üzerine Düşünceler
1
Hiçbir çehre çocukluk arkadaşlarımı anımsatmıyor bana burda
Sokak aralarında koşmadım buranın
Ne bir lohusa şerbeti getirdi komşular
Bana ne de ölü lokması
Ne ilk avazını işittim komşu çocuğunun
Ne omuzlarda taşınan bir tabut gördüm.
Ramazanda top patlamıyor burada
Bayramyeri kurulmuyor
Sokaklarında toz olmuyor ayakkabım
Terleten bir güneşi bile yok buranın
Bilmediğim için dilini gelmişim dile.
Eriği bademi çiçekte gözmez oldum
Bostan sergisi, sepet sepet incir yok burda
Kaysıyı dalından değil, adından bilir oldum
Karası, akı kalmadı dutun.
Benim burada çocukluk arkadaşlarım yok ki
Kıran kızan silah silah gök
Ne asker oldum burda, ne gerdeğe girdim.
Çayı rakıyı getirdim, kurufasulayayı döneri
Getiremedim kendimi bir türlü buraya.
80
2
Burada bütün çocukluk günlerim
Dilimin bütün sözcükleri buralı
Adımdan başka
Anamın babamın adından başka.
Yuvasına, okuluna gittim
Salamlı ekmek ve akıtmadan nasıl geçerim
Çarşısını, mağazasını bilirim
Yeraltı, yerüstü tramvayını.
Semt kulübünün E takımında sağaçığım
Arkadaşlarımın doğum günü partisi burada
Uzaklardan nasıl gelirim,
Nasıl çağırırım onları doğum günüme
Gidersem bir gün burdan uzaklara?
Ben bir yerden gelmedim ki,
Döneyim bir gün oraya.
81
Atatürk
Gözleriyle seven
Elleriyle görensin
Kızmadan öğreten
Ezmeden yönetensin
Yararsız eskiyi silen
Yararlı yeniyi çizensin
Doğruyu güzeli sezen
Geçmişi geleceği bilensin
Acıları dindiren
Yaraları onduransın
Özlemleri söndüren
Yüzümüzü güldürensin
Halkın seninle
Sen halkınla birsin
Gözümüz gönlümüz
Kolumuz kanadımızsın
Anlağımız belleğimiz
Geleneğimiz göreneğimizsin
Iran bağımsızlık
Yoluna bundan inandık
Ülken yeryüzünde Türkiye’n
Ülkün erdemlerle büyüyen
Adın izdüşümü uygarlığın
Adın toplamı adlarımızın
Yanılgılardan geçe geçe
Vardık sende gerçeğe
82
DOST DOLAYLARI (1990)
Girdik Yarışa Barış Adına
Domates yüklüydü kamyonlar geçtik birer birer
Toprağın verdiğiyle yüklü römorklu traktörleri
Bozum bekliyordu bağlar yer gök siestada
Siestaya değil ballanan incirlere imrendik
Olympia yolunda
Yol boyu sıra sıra çift katlı evler
Henüz terkedilmiş vahşi batının havası
Ve güneş öfkesiz kızılderili son reis
Yakıp yıkmıyor evleri gölge yapsın diye
İkindileyin uyanacak insanlara
Gökyüzü toz mavi ve güneşten yüksek
Elini uzatsan sanki tutuverilecek
Deniz yansıyor asfalt yola nasıl oluyor
Göz yanılsıyor yalgın oluyor ah nasıl oluyor
Gök ve deniz havada hareleniyor
Çevre bağları ve makileriyle
Turunçgilleri incirleriyle
Akdeniz çamları ve çınarlarıyla
Tok yeşili ve doygun sarısıyla
Denizi ırmağı dağı ovasıyla
Tanrılar gibi ağırbaşlı doğa Olympia yolunda
Ama ben niçin uçarıyım direksiyon başında
Olympia’ya vardık bir barış adağımız vardı sunduk Zeus’a
Onun adına girdik biz bu yarışa ne ün umrumuzda ne madalya
Onun adına dinmeyen sevdamız barış adına
Güzel bir gelecek gibi bize gülen Dionysoğlu adına
83
Sevgi yüklü yüreğimizi sunmaya vardık Zeus senin sunağına
Sense sert bakışlıydın ve kapmış koluna kaçırıyordun
Truvalı şehzademizi.
84
Preveze Ölümdür
Sürgündeki Şair İçin
1
Preveze ölümdür Karyotakis için
Taşranın bu umarsız kasbasına
Otuzlarda atandıktan sonra...
Başka ne der sürgündeki bir şair
Preveze’ye atanmış (sürülmüş) devlet memuru bir şair.
Preveze ölümdür
yolları ölüm
evleri ölüm
ölümün gözü gökyüzü.
Ayaklarının ucunda ölüm
Olan bir şairmiş Karyotakis
Preveze’ye değil yalnız hep
Ölümün gözlüğüyle bakmış dünyaya
Kim görebilir ölümün gözlüğüyle yaşamı
Ve galiba otuz altıda orada intihar etmiş
Önemi var mı yılın ve yerin
Ölümü seçmiş şair için.
Bu yüzden hüzünlü görünür Preveze
Arabalıyla karşıya geçen yolcuya.
Oysa uçup gitmiş eskinin tozlu taşlı taşra havası
Yolları yapıları sahil kahveleri tavernaları
Yaşam kaynıyor yerlileri rengârenk turistleri
Körfezin kucağına herkesin yâri yatmış.
Karyotakis’ten önce de ölüm vardı Preveze’de
Octavianus gelmiş ölüm saçmış Augustus ve Marcus Antonius
Andreas Dorias ve Barbaros Hayreddin gelip ölüm saçmış
Adları ne olursa olsun şimdi gelenler yalnız yaşam saçsın.
2
85
Tanrıların armağanı bir gün
Tarihle doğayla sevinçle dolu
Çocuklarla dolu bir gün
Arta Köprüsü’nden geçiyor araba
Arta Köprüsü’nün öyküsünü anlatıyor Kosta:
Ey gönlü güzel usta Protomastoras
Ey yüreğini tonlarca demire dönüştüren
güzelliğin gençliği
gençliğin güzelliği
Protomastoras ustanın yiğit karısı
Gurbetteki kardeşim belki bir gün geçer diye
Çıkarıp yüreğini demirden köprü ettin.
Ustam, gurbettedir bütün kardeşlerimiz biliyorsun
Ta buluncaya dek köprü olmuş bir yürek sılaya geçmek için.
Ve bir gün mutlaka gelip geçecektir
Kardeşlerimiz o güzel kadının yüreğinden
Ve mutlaka bir gün gelip geçecektir, güzel kadın
Köprü ettiğin yüreğinin üstünden gurbetteki kardeşin.
Protomastoras’ın türkü olan karısını
Bu güzel kadına türkü yakan halkı
Agamemnon’u, üç kızkardeşi, İphigenia’yı
Ve gurbetteki Orest’i ve kâhin kuşu ve
Kâhin Mantis Kalhas’ı anlatıyor Kosta.
Ozanlar mı yazmış halkın söylencelerini
Halk mı söylence etmiş ozanlar sözünü
Ozanlar yazmış halkın söylencelerini
Halk söylence etmiş ozanlar sözünü.
Ne güzeldir halkın söylediği ozan olmak
Ne güzeldir halkını söyleyen ozan olmak.
3
Dağlık Epirus’un başşehrindeyiz
Genç ve kadim Yanya bir güzel uzanmış
86
Boylu boyunca Mitsikeli Sıradağlarıyla Yanya Gölü arasında.
Elli bin can var yok o mahut kentte
Can damarı vurup duruyor yüzyıllardır
Soluyor hâlâ yüzyıllar surların içinde.
Güzel yosmalardan bir ruh Yanya Gölü
Ali Paşa’nın boğdurttuğu güzel yosmalardan
Türküsünü çağırıyor Valaoritis’in
Kyro Vassiliki’nin dizelerinde hâlâ
Saklandığı adada başı Ali Paşa’nın.
Ada manastırında almış kilise
Giriş sahanlığında azizler katına
Platon’u Solon’u Aristoteles’i
Plutarkus’u Takidides’i ve hatta Hiron’u
Biraz daha halk olabilmek için burda kilise.
Ve Aslan Paşa Camii görkemli
1618 yılında kurulduğu gibi
Yapanlar toprak olmuş çekip gitmiş soyları
Kalmış yapıtları.
Tanrıların armağanı bir gün
Dolu doludizgin yaşamla
Ayırdına vardırmak için sevinçle hüznün
İnerken göle kızıl gökyüzü diyemedim
Ah bu akşamüstleri çünkü taçlandı akşam
Kumbara Pandelis’lerin evindeki dostlukla
Zor ayrıldık gecenin koynuna sokulmuş Yanya’dan.
Dostluk olmalı dostluğun bedeli
Barış olmalı dostlukların bedeli.
Böyle düşünüyorduk akarken gecenin içinden
Bir yıldız kaydı duydu niyetimizi
Uzun uzun ağdı dağ doruklarından.
87
MUTLULUK ŞİİRLERİ (1995)
Lady Lovely Locks
Kolaydır benim ilkelerim
Seçici değilim söz
Bayram kutlamak
damak gönendirmek
ve türkü dinlemekse
Bütün dinler benim
Varsa bayramları
Ramazan Bayramını kutlamakla kalmam
Dışında durmak istemem
Paskalya’nın Noel’in de
Hoştur Yom Kippur
Thanksgiving daha da hoşu
Arkadaşım Lady Lovely Locks yanında
Damak delisi değilim
Miskin de sayılmam ama
Söz konusu keşifse
Yabancı damak zevkini
Arşınlamam dünyayı bunun için
Ben de bir demir çarık Abdal’ım
Arşınlarsa ama o bir kez dünyayı
Menzilde mutlak yeni bir tat almak isterim
Arkadaşım Lady Lovely Locks yanında yaptığım gibi
Bütün türkülerini severim dünyanın
Neşeli hareketli ağır ve üzgün
İster solo, ister koro
Oyun havası ya da işte öylesine
Söylüyorlarsa ölümden ve yaşamdan
Yengiden yenilgiden, umuttan ürküden
Söylerler benim dilimden
Sevgiden özlemden
Yastan tutkudan
Cüretten cesaretten ve arkadaşım Lady Lovely Locks’tan
Dediğim gibi, kolaydır benim ilkelerim
88
Mutluluk
Çaydanlıktır
Sabahleyin fokurdayan.
Açıyorum gözlerimi bir sabah daha
Geriniyorum göğe karşı
Çiçeğe kuşa ağaca bakıyorum
Komşu evin damına uzaktaki ormana
İşitiyorum çöp kamyonunu arka sokaktan
Yeni bir ev kuran yapı işçilerini
Buluta yağmura çiçeğe çimene ne güzel
Açıyorum gözlerimi bir sabah daha
Sevdiğim yanı başımda soluğu sakin
Son demlerinde açılacak nerdeyse
O da uykunun limanından bir güne
Sevdiğim yanı başımda
Soluğu sakin ve mis kokuyor
Açtı açacak gonca yüzü kocaman gözlerini.
İçin kanat kanat ruhun eğnik
Çoktan terkettin akşamın hantal kalıbını
Hiçbir organın ayırdında değilim
Başım dişim ağrımıyor
Kalbim midem aklıma gelmiyor
Yanı başımda sevgilim
Çayı ocağa oturtacağım o uyanmadan
Keyif olacak kahvaltımız nefis köreltme değil
Gazeteyi açacağım radyonun müziğini
Ve günaydın diyeceğim o mahmur inerken.
89
Çay demleniyor dünya buyur diyor camdan
Sevdiğim uyanacak birazdan
Gün ışığı yağmur bulut kuş
Çöp kamyonu yapı işçileri postacı
Çaydanlığın fokurtusu gazetenin sayfaları
Radyonun müziği dünya bu sabah da buyur diyor..
90
Canânım
Çıktı burcu gül hüznünden
yüreğim gül sefası.
Kül kaplı kor
yüreğim yâr sefası.
Bal küpü bir bâl ki balâ
kötüye berk kala.
Sevgili geldi cana buldu canânı
ya başka kimi bula.
Çıktı burcu gül hüznünden
yüreğim şenlik bakınca
canânım..
91
Güz, Almanya
Güzergâh değiştirdi pastırma yazı da
Güneye giden göçmen kuşlar gibi
Çevre karanlığından
Kaldı kuşlar ayaz ortasında
Göçemeden.
Zehir zıkkım yol yolak
Güz zemherisi
Gece, 24 saat
Kolu kanadı kırık renklerin
Ve solgun bütün kokular.
Salgın korku
Telef ediyor sürü sürü
Göçmen kuşları
Kol geziyor yolda belde
Kara güz zemherisi.
Göçtü buradan
Pastırma yazı
Doğasız bir ülkeye
Buranın mevsimi
Yaşam ötesi.
Karanlık bir yaratık
Çevre yıldızsız gece
Soluğu ayaz
Kışa çıkamaz
Güz, Almanya.
92
Akşam Gizler Halini Dünya
Sevgili Behçet Necatigil Anısına
Kim ürkmez seyredip
İnen akşamı – ne yol ne derya
Başlar gizlemeye senden bile
Halini dünya.
Gösterecek neyi kaldı
Sen gittin gideli
Son sayfası açık ve noktasız
O İstanbullunun not defteri
Kasım der demez sulu sepken
Hele aralıkta ıslak ayaz
Bazan bir kar tipisi güpegündüz
Tozutur İstanbul tepe derya
Tozutur müezzinsiz minare
Kubbeli dünya
Başı sonu meyhane
Akşamcı sabahçı kadehlerde sis
Gözleri sarmış koyu bir is
Ve kim bilir kaç alay
Kız oğlan satıcı
Yiten günlerin peşindeler
Ve giden İstanbul’un
İnen akşamla biten dünyanın
Kim ürkmez seyredip
Halinden insanın
İçindeki dışındaki dünyanın
1988
93
SOMUT ŞİİR (1996)
1
ş
ş
şi
şi
şii
şii
şiir
şiir
2
şiirş
şiirş
şiirşi
şiirşi
şiirşii
şiirşii
şiirşiir
şiirşiir
3
şiirşiirş
şiirşiirş
şiirşiirşi
şiirşiirşi
şiirşiirşii
şiirşiirşii
şiirşiirşiir
şiirşiirşiir
4
şiirşiirşiirş
94
“şiirim benim bıçağımdır”
1967
denizdenizdenizdenizdeniz
denizdenizdenizdenizdeniz
denizdenizA denizdeniz
denizdenizADAdenizdeniz
denizdeniz
Adenizdeniz
denizdenizdenizdenizdeniz
denizbalıkdenizdenizdeniz
denizdenizdenizdenizdeniz
1995
95
YOL DOLAYLARI
(2006; Yunus Nadi Ödülü 2007)
Yol Değiştirme
Ellinci Ölüm Yılında Brecht’i Anarak
Lâstik gibi patlamaz yol
Kirli bir gömlek de değil
Değiştirmeye gelmez yaşam
İnsan değişir yol değişmez
Aldırmam sapıp değişene
Bay K. da bir tuhaf baktı
Hiç değişmemişsin diyene
Yol sanır bazısı tahtıravalli tahtasını
Yorulmasın ayaklar oturup iki ucuna
Biri iner biri çıkar çekişir dururlar
Bazen de elverir ortadaki denge
Bir ucu ticaret öbürü tarikat
İner takıyye çıkar takıyye denge diye
Şaşılmaz onların inip çıkmasına
Zamana zemine uyum becerisine
Geldikleri yer bellidir: yol/suzluk
Gittikleri yer bellidir: yol/suzluk
Brecht şaşar hâlâ yol kenarında
Teker değiştirene
Bilmez nereden gelir nereye gider
Şaşar ne var bu teker değiştirmede
96
Harab Oldu Diyar-ı Sâdâd
Bağdat’ın iki gözü iki ırmak
Fırat yılgın Dicle binbir avaz
Kurna1 kurumuş vuslat ırak
Nerde gökyüzü Bağdat’a âşık bakan
Ne bu kara duman bu yangın bu alaz
Anaların göz akıdır yaş diye akan
Hülâgu’ya ilenmez kadîm Bağdat
Bin Hülâgu bir Bushman’dan az
Bir harabe artık diyar-ı Sâdâd.
(1) Kurna: Fırat ile Dicle’nin birleştiği yerin adı
97
Yaz Göçtü
Önce leylekler çizdi gökyüzüne
Göçün haritasını
İnce bir saman kokusu havada
Sonra toprak loğusa kırk gün
Dağlara dağıldı kırpılan kuzular
Yalnız geven aldırmadı serseri lodosa
Deniz meskeni dalgalı balıkların
Dalgaların dövdüğü kayalarda o kadın
Gurbete tat verir artık bir avuç salça
Işıtır içimizin kışını kızılcık tarhana
Önce leylekler çizdi gökyüzüne ince
Saman kokusu yüreğimizde göçün haritası
Leyleklerle tuttu gurbetin yolunu
Uçarı bir yazdı uçtu gitti bizden önce
98
stanzes
ellinci ölüm yıldönümünde (27.7.1996)
gertrude stein’a özen
ben olsam ne der benime ben olmasam ne der
kal gel git öl ol söz öder
kanma han derler iki kapılı
darsa geçit eğil geç acılı
son yok sınır yok aç kapa yok
sanma sırtım pek karnım tok
yan yanıl bilen bilir bilmeyen sormaz
usum yok gözüm yok kimsede yok
bilir bir bilmeyen görür bir görmeyen
sığar sığınırım onun usuna gözüne
görürüm gözüyle olurum usuyla
görsem görmesem olsam olmasam
ben olmasam da usum sen yine ona kon
these stanzes are done.
99
Umutlar Pusu
Behçet Necatigi’in Sevgili Anısına
Uzak ışıkları kentin
çağrısı gecenin
yollar karanlık ve
tuzak delik deşik.
Umutlar pusuymuş
aldandık
yarının çağrısına
o bir tepeye
vurup geçen günmüş.
Yarın geçer mi
gün gibi batıp art arda
geçmiş işte dün olmuş
yarın bir aldanış
umut gibi
pusuya yatmış.
Uzak ışıkların çağrısı
na aldanıp
düştük karanlık çukurlara
alıştırması sanki
olmayan yarınların.
Böyle görünüyor bu kez
kentin ülkenin dünyanın hali
bizim halimizi hiç sorma
umutlar birer pusuymuş.
2001
100
ÖYKÜ
OTURMA İZNİ (1977)
Bir Düzeni Bozmak
Gene aynı odada toplanıyorlar. Bütün mevsimlere karşı en elverişli silahı burada oturmakta, en ufak çaba göstermeksizin -bu demek en ufak savunma gereksinmesi duymaksızın- günün değişmesini beklemekte buluyorlar. Bu doğrudan doğruya onların bir buluşu olabilir. Bugün bile, nasıl olursa olsun, yaşamlarını sürdürebiliyorsalar; olmayabilir de. Onları savaşmaktan böylesine bıktırmış, çaba göstermeyi gereksizleştirmiş, yaşamaya kanıksatmış, savunmaların bile en ucuzunu, en insana yaraşmazını seçtirmiş bazı
nedenlerin olması gerekiyor. Oturmuş, bu nedenler üzerine kafa yoruyorlar
da denemez. Kafa yorma yetenekleri yitiyor aslında. Yoksa şimdi burada olmazlar, bir eylem peşine düşerler. Varolmak için gereken en ufak kıpırtıyı
bile, ne içlerinde, ne dışlarında belli ediyorlar. Bu durumlarıyla “varolmak
için gereken” dedirten kuralları da umursamıyorlar, bu kuralların varlıklarına bir soru koyuyorlar. Ya bunlar insan değil, ya da gerçekte yoklar, bir düş
ürünüdürler. Öyle mi? Onlarla ilgilenmeyi gerektiren çaba kendi varlığımızı
tanımlar. Kendi varlığımzda alımsadığımız bu kişilerin bir düş ürünü olması, bizim varlığımızın kuralına sığmaz.
Toprağın üstüne oturup, duvara yaslanmış olanın gözü görmüyor. Başı
öne düşmüş, uyukluyor. Saçları seyrek ve kır. Sakalları aynı çabasız, duvar
dibinde öylece yaşamanın bir başka kanıtı. Upuzun ve karmakarışık. Eline bir sinek konuyor. Adımlarını denetleyerek yürüyor sinek. Burnunun üstüne çıkıyor adamın. Duruyor. Gene denetliyor bulunduğu yeri ve çevresini. Yaşam onun için sonu gelmez bir kavga. Kime karşı? Kimseye karşı doğal olarak. Yaşama karşı yalnızca. O varolduğu sürece yaşam bir gerçek. Yaşam onunla başlar, onunla biter. Öyleyse, bu gerçeği sürdürmesi gerekiyor.
Yaşama karşı savaşması, onu uyanık tutması gerekiyor. Adımlarını denetleye denetleye yürüyor kocaman burun üstünde. Ucuna geliyor burnun, duruyor. Denetliyor. Sonra bir adım atıyor aşağıya. Burun deliklerini ayıran
perdenin üstünde duruyor. Bir adım sağa atsa, bir burun deliğine girecek.
Bir adım sola atsa, öteki deliğe girecek. Olduğu yerde duruyor. Denetliyor.
Sonra adımını kaldırıyor. Adam başını kıpırdatıyor. Sinek uçuyor. Adam bir
çaba gösterdi mi? Belki.
Bir başkası oturuyor karşı duvarın dibinde. Onun da başı öne eğik.
Gözleri kapalı. Dik dizleri üzerinden sağ eli sarkıyor aşağıya. Parmakları
arasında bir tespih var. Eski ve pis. Öyle duruyor. Uyuyor. Var mı, yok mu
101
bu adam? Gözleri kapalı, tespih tanelerini geçiriyor parmakları arasından
bir ara. Ağırca. Belirli aralıklarla değil. İki çekiyor. Bekliyor. Birden üç daha
çekiyor. Bitiyor. Gene öyle duruyor. Bir çaba gösterdi mi adam? Belki.
Bir köşede üç kişi var. Yerde oturuyorlar. Üçüncüsü oturduğu yerde
uyuyor. Sırtı duvara dayalı değil. Başı öne düşmüş. Öteki ikisi karşılıklı oturuyorlar. Bekliyorlar. Biri ağırca elini kaldırıyor. Yere bir kâğıt koyuyor.
Gene bekliyorlar öylece. Bu kez ötekisi elini kaldırıyor. Bir kâğıt bırakıyor
yere. Üçüncü adam başını kaldırıyor biraz. Gözlerini aralıyor. Gözleri kapanıyor. Başı öne düşüyor. Bu üç adam bir çaba gösteriyor mu? Belki.
Bu altı üstü toprak oda belki bir düzendir. Yürüyüp giden, bozulması olağan bir düzen. Ayağa kalkıyorlar. Aralarında birkaç söz söyleşmeseler
bile, gene de bir “hadi” ya da “eyvallah” çekip evlerine yollanıyorlar. Bu bir
düzen bozması mıdır? Aynı düzenin süreci midir?
Bu serin, nemli, karanlık oda bir düzendir. Başka bir kuvvetle çatışmaya düşmeyen her düzen gibi, olağan durumda belli olmayan bir düzen. Arada bir olacak çatışmalar, bu düzeni ortaya çıkarıyor, besliyor.
Güneş batmadan -daha göğün en yüksek noktasındayken- kapı ardına
dek açılıyor. Serinlik, nemlilik ve karanlık sıyrılıp kaçıyor odadan. Ak saçlı adam başını kaldırıyor. Uyanıyor. Tespihli adam başını kaldırıyor. Uyanıyor. Tespihini çekiyor. Düzgün aralarla. Durmaksızın. Üçüncü adam başını kaldırıyor. Uyanıyor. Kâğıt oynayan iki adam başlarını kaldırıyorlar. Uyanıyorlar. Kâğıt oynamaya koyuluyorlar. Odaya güneş doluyor. Isınıyor. Güneş, kapıyı açan adamın gölgesini odanın içine vuruyor. Huzursuz bir sessizlik oluyor şimdi. Başkaldıran bir bekleyiş. Uzun sürmüyor bu. Kapıdaki, ak saçlı adama bakıyor. Gülümsüyor. “Seni arıyorum”, diyor. Ak saçlı adam, kapıdaki adama bakıyor. Kapıdaki adam, “Benimle gel”, diyor. Ak
saçlı adam bekliyor. Olmayan bir devrim. Ayağa kalkıyor. Yürüyor. Çıkıyor.
Kapı kapanıyor. Ak saçlı adam yüksek ve yangın güneşin altında şimdi. Kapanan kapının ardında bir düzen var. Acaba?
Yolda susuyorlar. Ak saçlı adam geride kalıyor. Öteki, çizmelerinden
duman gibi toz çıkara çıkara hırsla yürüyor. Yolun üstünde bir köpek yorgun argın salınıyor. Duruyor. İki adam geçiyor. Köpek bu kez daha ivedi
gidiyor. Yorgunluğu güneşin taşınmaz ağırlığından geliyor. Ürecek kuvveti bulamıyor kendinde.
Kerpiç yapıların gölgeleri yok. Güneş bütün gölgeleri kutsal bir sessizlik içinde yakıyor.
İki adam yürüyor. Çizmeler önde, ak saçlı adam arkada. Çizmeler bir
kapıdan giriyorlar. Ak saçlı da. Eve geliyorlar. Odaya giriyorlar. Perdeler
inik. Kapıyı kapıyorlar. Ölümle karşı karşıya geliyorlar. Ne ölüm gülümsüyor, ne onlar. Sedire çömeliyorlar.
“Zehir”, diyor çizmelisi. Ak saçlı oturduğu yerde uyuyor.
102
“Zehir.”
Ak saçlı gözünü aralıyor. Öylece bakıyor. Bakışı bir eylem oluveriyor. İçe doğru, içe doğru, içe doğru işliyor. Kuvveti yitiyor. Sönüyor.
“Zehir”, diyor çizmelisi. Ak saçlı oturduğu yerde uyukluyor.
“Bu savaş bugün bitiyor. Güneş batmadan sayısız inek ölüyor. Tarlalarıma, otlaklarıma gübre oluyor. Zehir.”
Ak saçlı adam gözünü aralıyor. İncecik bir bakış bütün çelikleri art
arda deliyor. Çizmelisi konuşuyor.
“Ne istiyorsun? Ne gerekiyor? Onların bütün inekleri bu akşama değin öldürülüyor. Bu savaş bugün bitiyor. Ya da gerçek savaş başlıyor. Korkmuyorum. Zehir.”
Ak saçlı adam öylece bakıyor. Canlı gözler takılmış bir put öylece
bakıyor.
“Zehir”, diyor çizmelisi. Ak saçlı adam eylemini derinleştiriyor. Başını bir sağa çeviriyor, bir sola. Ağırca.
“Bellerine kazma bu akşama değin iniyor. Bütün inek leşleri bu akşama değin yığılıyor. Zehir.”
Ak saçlı başını sallıyor.
“Gereken otlardan topluyor adamlarım. Zehir.”
Ak saçlı adam öylece bakıyor. Bakışlarının eylemi bir makineli tüfeğin eylemine benziyor.
“Yoksa sen titriyorsun”, diyor çizmelisi. “Yoksa sen yitiyorsun akşama değin. Sözümü tutarım, biliyorsun. Zehir. Yoksa sen. Ya sen, ya inekler.”
Ak saçlı adam başını sallıyor.
“İnat ediyorsun.”
Ak saçlı adam ayağa kalkıyor. Ak saçlı bir Tanrı oluyor. Odaya sığmıyor. Kapıda duruyor. Dönüyor.
“Zehir”, diyor çizmeli adam.
Ak saçlı adam kapıdan çıkıyor. Gidiyor.
Akşam oluyor. Rüzgâr ya çok yakınlardan, ya güneşten, gübre kokusu taşıyor. Önü alınmaz bir istek gibi gölgeler büyüyor. Büyüyor. İnsanın istek damarlarını çatlatırcasına içine doluyor. Ve bütün inekler yaşıyor.
Akşam bir bayrak gibi göklerde uçuyor. Karşı köyün inekleri, gölgeleri ağır
ağır, çıngıraklı çıngıraklı kendi köylerine çekiyor.
Ak saçlı adam zehir yapmıyor. Akşam oluyor. Dört yanı duvar odanın kapısı aralanıyor. Gübre kokusu içeri sıvışıyor. Adamların gözlerinde
karanlık bayraklaşıyor. Ayağa kalkıyorlar. Bir “eyvallah” çekiyorlar. Gidiyorlar.
Karanlıkla birlikte bu olan, ya da olmayan düzenin katı süresine bir
çatışmanın aydınlığı düşüyor. Ak saçlı adamın evini yakıyor çizmeli. Çevre yalım yalım ışıyor. Ak saçlı adam salt uyanıyor. Uzaklardan aydınlığı, ya-
103
lımları seyrediyor. Yanan evi sabaha değin ortalığı ışıtıyor. Sabahleyin yakmayan, ışıl ışıl, kocaman kocaman bir güneş, ak saçlının oturduğu yerlerden
ortalığı ak aydınlığa boğuveriyor.
İlk basım: Varlık, 1965
104
Hasan Bir Şey Bilmiyor
“Sen nasıl bilirsen, öyle deyiver kardaş”, dedi Hasan. “Biz bilmezik doğrusunu.”
Tercüman şaşırdı. Poliste açıklama yapıp yapmamakta serbestsin, diye
uyarmıştı Hasan’ı. Alman yasaları böyle diyor. İster anlatırsın, ister susarsın. İster önce bir avukata danışırsın, ister yargıç karşısında konuşursun.
Kimse seni zorlayamaz.
“Ne bileyim ben, kardaş”, diyordu Hasan. “Ne anlarım ben yasadan masadan. Sen bilin, neyse iyisi hakkımızda, onu deyiver.”
Tercümanın usu karıştı. Rolünü şaşırdı. Polis onu niçin çağırmıştı? Hasan Almanca bilmiyor, onun dediklerini Almancaya çevirsin, diye. Hasan ne
istiyor ondan şimdi? Ben konuşmayı neyi bilmem. Benim yerime, ne gerekse, sen söyleyiver, diyor.
Tercüman açıklamaya çalıştı:
“Bak kardeşim, benim işim, senin söylediklerini olduğu gibi Almancaya çevirip, polise aktarmak. Ben, senin söylediğinden başka bir şey söyleyemem. Suç işlemiş olurum.”
“N’olur, deyiversen gereğini, Türk değil miyik?” diye diretti Hasan.
İfade alan Alman polis dikmiş gözlerini, onları seyrediyordu. Kaval kaval dinliyordu. Tercüman, baktı olacak gibi değil, “Yasal uyarıyı anlamadı
da, onu açıkladım”, dedi polise.
“Peki, ifade verecek mi?” diye sordu polis. “Verecekse, burayı imzalasın.”
“Bilmiyor, düşünüyor”, dedi tercüman ve döndü Hasan’a:
“İfade verecek misin, vermeyecek misin?”
“Hangisi iyidir kardaş, sen bilirsin. Bir kötülük gelmesin üstümüze.”
“Doğruyu söyleyeceksen değişmez, ha şimdi anlatmışsın, ha sonra. Senin yaptığın işten gelse gelse para cezası gelir. Onu göze alıyorsan, anlat”,
dedi tercüman.
“Yaptığımız zararı ödeyelim. Onun dışında bir iş çıkmaz mı başımıza?
Atmazlar mı?”
Sesi iyice kaçmıştı. Güneş yanığı yüzü iyice kararıp ufalmıştı. Bütün
yüzü, ürküye dönüşmüştü. Oturduğu yerde bir top böcek oluvermişti. Oysa,
Orta Anadolu yağızı bir köylüydü.
Umarsız, anlatmayı yeğledi sonunda Konya köylüğünden 32 yaşındaki Hasan. İmzayı attı, yasal haklarım üzerine gerekli uyarı yapılmıştır, ifade
vermeye hazırım, diye.
Hasan evli ve üç çocuk babası. Hepsi köyde. Kendisi, bir başına
Almanya’da. Bir ağabeyi var. Fransa’nın bir sınır kentinde çalışıyor. Köy-
105
deki toprak, onları doyurmaya yetmediğinden, biri Almanya, öbürü Fransa
yabanına çalışmaya çıktılar. Kendileri öyle istedikleri, bu ülkeleri seçtikleri için değil. Öyle rast geldiği, öyle gönderildikleri için. Nereye deseler, oraya gideceklerdi. Başka çıkarı yoktu. Yoksa, iki kardeş birlikte giderlerdi. Ayrı
ayrı yerlere, ayrı zamanlarda düştüler oysa.
Ağabeyi yurda izinli gidecekti. Bir arabası vardı. Getirip kardeşinin yanına bıraktı. Ucuz işçi uçaklarıyla gitti. Hem kardeşini görmüş oldu, hem
de uçak Almanya’dan, kardeşinin kentinden kalkıyordu. Arabayı, Hasan’ın
kaldığı işletme yurdunun önündeki yol kenarına çekti. Anahtarı ve kâğıtları
Hasan’a teslim etti. İzin dönüşü, gene oradan arabasına binip yerine gidecekti.
Hasan üç yıl okula, iki yıl askere gitmiş. Köylerindeki tek traktör ağanın. Kendileri, karasabandan demir sabana geçeli dah üç yıl olmamış. Traktörün üzerinde bir kez oturmamış Hasan. Almanya sözü çıkınca, önce ağabeyi sonra kendisi koyulmuşlar böylece yollara.
Suyu kuyudan çekerken, köyde ceryan nedir bilinmezken, tek traktörü uzaktan seyrederken, koyunlar, öküzler ve karasaban arasından, yağmur
yakarıları içinden, bir de gözünü açınca, buluverdi kendisini Alman yabanının orta yerinde Hasan.
Polis soruyor, tercüman çeviriyordu:
“Ağabeyi arabayı bırakırken, onun ehliyeti olmadığını biliyor muydu?”
“Biliyordu”, dedi Hasan.
“Giderken kendisine bir şey söyledi mi?”
“Söylemedi”, dedi Hasan.
“Öyleyse, ağabeyini suçluyor”, dedi polis. “Çünkü, ağabeyi hem onun
ehliyeti olmadığını biliyor, hem de ona arabanın anahtarını, belgelerini teslim ediyor ve sakın kullanma falan bile demiyor.”
“Yok, valla ağabeyimin hiçbir suçu yok. Bütün suç benim”, diye şaşkına döndü Hasan, tercümana yakardı:
“Deyiver ağam, ben ne bileyim, nasıl konuşulur, biz köylüyük, ne yanlış
ne doğru, ben ne bileyim? Ağamın hiçbir suçu yok bu işte.”
Polis alttan aldı. “Peki öyleyse”, dedi. “İsterse, ağabeyine ilişkin soruları yanıtlamasın. Onu suçlamak istemiyorsa.”
Hasan boyun büktü.
Makinenin çekimindeydi bütün suç. Kolay mı Hasan için öyle bir çekime direnmek? Anahtar elinde, araba kapı önünde. Ama değil araba kullanmak, bisiklete binemez. Öğrenme, kullanma olanağı eline hiç geçmemiş.
Ağabeyinin, arabası olan arkadaşlarının yanında otururken, gözleriyle izlerdi hep. Aslında araba yürütmek çok kolay bir işti. Anahtarı geçirip çevireceksin. İki ayağınla aşağıdaki pedallara basacaksın. Yandaki dik kolu ileri geri oynatacaksın.
106
Binip dolaşmak değildi oysa derdi. Şöyle beş on metre yürütmek istedi yalnızca. Arabanın devindiğin görmek istedi salt. İçinde yalnız kendisinin
bulunduğu bir arabanın çekimine karşı koyamadı.
Gördüklerini benzetmeye çalıştı. Anahtarı sokup çevirdi. Gaza bastı.
Çekirge gibi attı araba. Yolu bir kaldırımdan öbürüne kesti. Bir rastlantı
başka geçen taşıt yoktu. Karşı kaldırıma çıktı. Evin bahçesini çevreleyen yeşil çite bindirdi. İçine saplanıp kaldı.
Görenler hemen polise haber saldılar. Arabayı polis kendi arsasına çektirdi. Şimdi yasaların kıskacında Hasan.
Kimse anlayamıyor onun insanca merakını. Kimse bu Anadolu köylüsünün, makine çekimine bir anlık yenilgisini düşünemiyor, değerlendiremiyor. İfadesi alınacak, yasaların gereği uygulanacak.
Doğal olarak, para cezasıyla kurtulur. Ama her şey doğal ve olağan değil bu yabanda Anadolu köylüsü için. Hele işlerin duraksadığı, gereksiz yabancıları, ülkelerine tersyüz geri çevirmek için, türlü ayak oyunlarının uygulandığı bir dönemde...
(1975)
107
GÜZ RENGİ (1998)
İki Sığınık
“Kendi güvenliğiniz için, motorlar duruncaya kadar kemerlerinizi çözmeyiniz. Kemer ışıkları sönünceye kadar yerlerinizden kalkmayınız.
Zu Ihrer eigenen Sicherheit...”
İstanbul’dan gelen uçağın tekerleri Frankfurt Havaalanında piste değdi.
Kopan alkışlar, motorların sağır fren uğultusunda boğuldu.
İkisi de alkışa katılmadı. Tanışmıyorlardı, ayrı yerlerden, birbirlerinden
habersiz gelmişlerdi. Yolculara dağıtılan gazetelerden almamışlardı. Öldürülen teröristleri, şehit düşen güvenlik görevlilerini, devlete sızan mafyayı okumamışlardı.
İkisi de alkışa katılmadı. Elleri kucaklarında küt duruyordu. İkisi de
fren uğultusunu algılamıyordu. Yüreklerinin kulakları tıkalıydı dış seslere,
günlerdir, aylardır. Artık acıtmayan bir acıyla.
Oğul acısı, yüreklerinin kulaklarını dış dünyaya sağır etmişti. Gövdeleri
çıvmış, yürekleri dışında salt bir kalıp olarak kalmışlardı. Yürek, bütün kalıplarına yayılmıştı. Sonsuz bir çın sesi kalıplarını doldurmuştu, yüreklerini, ruhlarını doldurmuştu, sündürüp götürmüştü onları bu yaşamdan. Yürek çeperlerini zorluyordu çın sesi, ama alışmış, bunu da algılamaz olmuşlardı. Yüreklerinin dokusu sanki kandan, kastan değil de, çın sesindendi:
çın yürek.
Durup dururken arada bir gözyaşları dökülüyordu kendiliğinden. Ruh
acısından gözkapakları seyreyip açılıyor, dünyadan bir görüntü algılar gibi
oluyorlardı. O an, görünmeyen bir el, gözpınarlarının musluğunu açıyordu.
Yaş sellerinde boğulup, yine kopuyorlardı bu dünyadan. Uzun sürmüyordu
boğulmaları, öylesine gür akıyordu gözyaşları – kendiliğinden.
Hiç ayırdında olmadılar uçağın pistte daha da yavaşlayarak gitmesinin sonunda havaalanının bir yerinde, pistte durmasının. Bir süredir
İstanbul’dan gelen uçakları hortumlu çıkış yerlerine yanaştırmıyorlardı.
Merdiven yapıştı. Uçağın ön kapısı açıldı. Anonsa her zamanki gibi sağır yolcular, çoktan ayaklanmışlar, kibarca kakışarak – ne de olsa otobüs
yolcusu değil, uçak yolcusuydular –, birbirlerinin üzerine kibarca abanarak,
üst gözlerdeki el bagajlarını kapmış, uçağın kapısı açılır açılmaz, dışarıya
fırlamaya hazır kurulu zemberektiler.
Yolcular inmeye başladılar. Uçağın ön kapısına dayanan merdivenin
dibinde, iki yanda iki memur merdivenin yere ayak basılan ilk basamağını
tutmuştu. Türkiye’den gelen yolcular bir süredir iki kez pasaport denetiminden geçiriliyorlardı. Merdivendeki ilk yoklamada, sığınma amacıyla gelen-
108
ler ağa takılıyorlardı. İkinci, olağan denetim, otobüsten inip havaalanı binasına girince, yine gümrük girişinde yapılıyordu.
Alnında çapraz gibi dört mavi nokta, ya da simgesel çiçek yaprağı dövülmüş kadın, kör ve sağır bir öfkenin egemenliğinde, dünyaya ve yaşama kör ve sağır, merdiven başına geldi. Yere ayak basmasına bırakmadılar. Çantasından pasaportunu çıkarıp, memurlardan birine verdi. Eli, ondan bağımsız hareket ediyordu. Önceden programlanmış bir hareket gibi.
Merdivenden yukarıya, uçağın çıkış kapısına, oradan uçağın içine dek
uzayan kuyruk durdu. Kimse bir şey demiyordu, ama bekleme uzadıkça kafaların içinde dolaşan öfkeli sözler çoğalıyordu.
Bu denetim öncekilerden uzun sürdü. Sonunda kadını, binaya gidecek
otobüse salmayıp, kenara çektiler. Başına da bir memur dikildi. Bir süredir
duran kuyruk yeniden devindi. Pasaportuna bakılan yürüyor, birkaç adım
ötede bekleyen otobüse biniyordu.
Sıra başörtülü kadına gelinceye dek akış olağandı. Onun pasaport denetimi de uzadı. Onu da kenara çektiler. İlk kez o zaman birbirini gördü iki
kadın, ama gördüklerini ayrımsadılar mı, bu kuşkulu.
Son yolcu da denetimden geçip otobüse binince, iki kadınla 12-13 yaşlarında bir oğlanı polis arabasıyla götürdüler. Yer gösterdiler. Kadınlar ve
oğlan aralarında boş yerler bırakarak oturdular. Oğlan, kadınlara dikti bakışlarını. Kadınlar önlerine bakıyorlardı. Oğlan, başlarında kalan polise, küçük yumruğunu göğsüne vurup bağırmaya başladı birden:
“Kürt, Kürt, ben Kürt... Kürt, ih Kürt... Azil, azil... Türkay krik, Türkay
savaş... Kürt, azil.”
Polis, put gibi duruyordu. Biraz sonra gelen başka bir polis, oğlanı alıp
götürdü. Birilerinden duymuştu babası. Çocuklar daha kolay gidip sığınabiliyorlar, sonra da ailelerini yanlarına alabiliyorlar, diye. Çocuk sığınmacıların sayısı son zamanlarda artmıştı. Polis, olayı kavrayıncaya dek, gerçekten bazı çocuklar sığınmacı olmuşlar, sonra da annelerini babalarını getirmişlerdi. Bu işlerde uzman kişi ve kuruluşlar, ücreti karşılığında, bütün yasal delikleri kullanıyorlardı.
Polis, oğlanı geldiği uçakla geri götürmesi için, pilota teslim etti. Dışarda oğlanı bekleyene haber bile vermediler.
Alnı dövmeli kadın, oğlan, “Kürt, Kürt”, diye bağırınca, elinde olmadan
başını hafiften ona doğru kaldırmış, kaldırdığı gibi indirmişti. Kadınlar, konuşmuyor, duymuyor, düşünmüyorlardı. Ne günün vaktinden haberleri vardı, ne de buna aldırdıkları. Zaman varmış, yokmuş, az geçmiş, çok geçmiş,
algılamıyorlardı ki, aldırsınlar. İstençleri tükenmişti, ellerinde değildi dünyayı algılamak.
Salona bir polis daha girdi. Alnı dövmeli kadını yan tarafa götürdü.
Burası küçük bir yerdi. Perdesi kapalıydı. Bir masa lâmbasıyla, ayaklı bir
109
lâmba ışık veriyordu. Masa başında bir memur oturuyor, yanında bir bayan
çevirmen duruyordu.
Kadını bir koltuğa oturttular. Memur, masadan kalkıp, kadının yanına
geldi. Çevirmen onu izledi. Memur Almanca konuştu. Yanında duran genç
bayan çevirdi:
“Almanya’ya niçin geldiniz? Almanya’da ne yapacaksınız?”
Alnı dövmeli kadın, kılı kıpırdamadan, sanki orada yokmuşça, elleri
kendinden devinerek, çantasından bir zarf çıkardı. Başını kaldırıp yüzüne
bakmadan çevirmen kıza uzattı. Sonra yine kıpırtısız kaldı.
Kız zarfı açıp okumaya başladı. Ama okumakla bitecek gibi değildi. Sonuna dek okumadan başa dönüp, sorgulayan memura çevirmeye başladı:
“Ben Türkçe konuşmuyorum. Size her şeyi burada yazıyorum. Evladım
dağa çıkmıştır. Dağda öldürülmüştür. Köyümü korucular basmıştır. Evlerimizi yakıp yıkmışlardır. İnsanları vurmuşlardır. Vurmadıklarını alıp götürmüşlerdir...
Bir gün oldu, aldı başını gitti oğlan. İlk o zaman anladım, bu oğlan
da büyümüştür, gidecektir. Durmazlar, büyür giderler. Eskiden var mıydı
böyle bir şey? Yoktu. Ama şimdi kimse karışmaz bu oğlanlara. Baba, dede,
amca, ağa karışmazlar. Karışmazlar, hem de birlikte giderler. Önce giderler,
gelsin, diye haber salarlar.
Ben Diyarbakır’a giderim, ana, dedi. Aldı başını gitti. Gitme, deyemem.
Deyemem ya, yine demişim: On beş varsın, yoksun, oğul, bilmem, sen nereye gidersin, Diyarbakır’a ne etmeye gidersin, küçüksün...
Güldü o zaman. İşte o gülüşü gözümden gitmez. Pek sıcak güldü, pek
insan güldü. Yürek yürek güldü. O gülmesini hiç unutmam. Gelecek yine bir
gün, dinelecek karşıma o gülüş, diye avunurum. Bilirim gelmeyeceğini, ama
ana yüreğidir, avunsun ister, ben de gözümden gitmeyen o gülmesiyle avunurum. Sanırım, o gülmesiyle bir gün gelecek, yine karşımda öyle duracak.
Küçüksün, derim, ama ilk kez o zaman ayırdettim, aslan gibi delikanlı,
kara yağız, bıyığı terli, iş ister, çalışmak ister, para kazanmak ister, yavuklu
bildiğini almak ister. Köy yerinde neyle? Zaten, o yaşa gelirler, gelmezler,
hep oğlanlar çekip giderler. Yabanın gurbetine giderler, iş olsun, okul olsun,
derler. Para kazanayım, derler. Param olsun, gelip yavuklumu alayım, derler. Dünya baş aşağı geldi, başı kopasıca dünya...
Gitme, demedim. Azık yaptım, sardım, bağrıma bastım. Bağırlarıma
bastım, aha işte, hep o bastığım yerler yandı, acıya kesti, bağırlarım hep gitti, acı oldu, bağrım onunla gitti, bana acısı kaldı. Ben hepten acı oldum.
Gitti, bakakaldım ardından. Hâlâ bakar dururum ardından. Başka ne
bakar, ne bilirim. Hep ardından bakar dururum. Ben nasıl bakmayım oğlumun ardından? Gitti, gelmedi bir daha, görmedim onu bir daha. Gözümde
gülen yüzü, ardından hâlâ bakar dururum. Gözlerim acır, bakışlarım acır,
110
ben bakar dururum. Acısın isterim, yansın isterim, tutuşsun isterim benim
bakışlarım. Onun yüzünü, gülen yüzünü karşımda görmeyim, işte o zaman
tutuşsun, yalım olsun bakışlarım, derim. Bitmeyen bir yalım olsun, har olsun, beni sarsın, tutuştursun.
Gitti. Sonra bir selâmı geldi. Seydo geldi Diyarbakır’dan. Onun selâmını
getirdi. İyidir, tasalanmasın anam, demiş. Tasalanmasın, der ya, ana olur da,
insan olur da, tasalanmaz mı? Hangi insan olsa tasalanır. Kendi kalktı gitti, tasasız mı? Diyarbakır’da tasasız mı kaldı? Tasasız olsa, Diyarbakır’dan
da kalkar gider miydi?
Günün birinde bir haber daha geldi. Oğlun dağa çıktı. İşte o zaman başımdan aşağı yıkıldı dünya. Gökler, dağlar başıma düştü. Diyarbakır’a can
kurban. İş tutacak, çalışacak, para kazanacak – bağırlarıma, yüreklerime
taşlar basarım. Güle güle gitsin, güle güle çalışsın. Güle güle gelsin, güle güle
yavuklusuna kavuşsun.
Ama bu dağa çıkma işi hiç gönlüme yatmadı. Kimi gördüysem, hep sordum. Bu ne biçim iştir, diye. Namusumuza zarar gelir mi, diye. Kan davası
neyim mi vardır, diye. Dağa kim çıkar, neden çıkar? Namussuzluk eden çıkar, askerden kaçan çıkar.
Yok, dedi her kime sordum, yok, sen hiç tasalanma, dedi. Namusla
alâkası yok bunun. Hiçbir namussuzluğu olmamıştır. Hiçbir kan davası olmamıştır. Ya neye çıkar dağlara, kurt mu olmuştur, çakal mı olmuştur? Kaçakçılık kimin ne mi, dedim. Yok, dedi, her kime danıştımsa, yok, kaçakçılık
ne değil. Ama sen anlayasın diye, gerçi kan davası değil, velâkin kan davası kimin ne, dediler. O, nasıl olur, kan davası değil, ama kan davası kimin?..
Silahı kapmıştır, vuruşur, bu hemi bir iştir, hemi kan davası kimin bir
iştir. Ekmek parası, başlık parası kazanır, hemi namus lekesi temizlenir.
Kaynar sular döküldü başımdan aşağı. Yok, öyle bildiğin namus lekesi değil bu, dedi her kime danıştımsa. Bu, onun, senin, benim namus lekesi değil.
Yok, bu herkesin namusu, o da bunu temizlemek için yardım eder, dediler.
Kanmadım ya, benim oğulun kan davası olmadığına, ama sevindim bir yandan yardım ettiğine. Sevineceğim elbet, ya kendi namus lekesi olsa, ya kendi
davası olsa, o zaman aç mezarımı yatayım. O zaman dirimi gömün benim.
Ama değil, dediler. İyi, olmasın daha iyi, yardım etsin, kime isterse yardım
etsin, yüreğime su serptin, iyi, dedim.
Vay demeyeydim, vay dillerime dikenler bataydı, dillerimi baltalar keseydi, dilim taş olaydı da, demeyeydim. Demeyeydim, gelmeyecek miydi
kara haber? Dağdan esti kara yel, bir kara herif getirdi kara haber. Hem getirdi kara yel olup kara haber, hem ne varsa evde, viran olası evde, – ettiler
ya viran –, ne kalmışsa aş, ekmek, bazlama sildi süpürdü, yeyip bitirdi ayak
üstü. Otur bari, dediler evdekiler, oturmadı, oturamadı. Kulağı hep kirişte
kaldı, kulağı havada kaldı. Ne ürkek, ne korkak, paçasız herifti o öyle.
111
Ana, oğlun bir kahramandır, kahramanca düşmanla dövüşmüş, kahramanca vurulup ölmüştür, dedi. Kahramanlık, insanın boğazına ne kötü
otururmuş. Kaçakçılığı ne hep bilirdim, bazen korkutur, bazen sevindirirdi. Ama bu kahramanlık beni perişan etti. Beni benden aldı gitti, beni yok
etti. Vay, yok edeydi, yok bile etmedi. Ne etti, ne etti, ne bileyim, ne etti?
Ben, böyle hal ne bileyim? Oğul gitti, oğul gitti, işte bunu etti. Hep karşımda son yüzü, gülen yüzü. Bir de arkadan görünüşü. Yürüyüp giderken, arkadan görünüşü. Dönüp bakmadıydı yol kavşağında. İyi ki, dönüp bakmadıydı. O yüzü, gülen yüzü, gül yüzü kaldı hafızamda. Sırtını dönünce, bilirim
ben oğulu, sırtını dönünce, donup kalmıştır o gülmesi, donup kalmıştır acıyla yüzü, ayrılık acısıyla. Acısı ağarken gülümsemesine, o saat donmuştur
acıyla gülümseme. Bilirim, işlemiştir bir şimşek gibi, boğazımda düğümlenen ayrılık acısı, onun da yüreğine. Dönüp bakmak istemedi oğul, gülmeyen
yüzle, acıya bulanmış bir gülmeyle dönüp bakmak istemedi anasına. Kalsın
istedi o da hep gülen yüzü bende. Hiç silinmesin.
Batsın kahramanlık... Düşmanla dövüşmüş. Hangi düşmanla, vay... Neredeymiş o düşman, nereden gelmiş...
Bildim, bildim, düşman bellemiş kimileri oğulu, düşman bellemişler de,
geldiler evin altını üstüne getirdiler. Oğulu aradılar. Yok, evlatlar, oğul yok,
olsa çıkmaz mı, karıları mı çıkarır elin adamlarının karşısına, Diyarbakır’a
giderim, dedi oğul, gitti. Gitti gider.
Haber salmışmış oğul, bu gece, kurtlar bile susanda, köye varacağım,
azığı bolca etsin anam, demiş. Hazır etsin ki, vakit dardır, karnımı doyursun, arkadaşlara da köyde ne varsa, alıp gideceğim, bir arkadaşla geleceğiz,
ne varsa köyde, alıp gideceğiz, dağdaki arkadaşlara, diyesiymiş. Onlar dağda aç kalmasınlar.
Kapı kapı dolandık her birimiz. Ne var, ne yok topladık. İki kişi nasıl taşır bunca erzağı dağa, diye tasalanmaya başladık. Uzun sürmedi tasa. Her
bir yandan ateş açıldı köye. Kan aktı, insanlar öldüler, insanlar yaralandılar,
adamları alıp götürdüler. Götürenler hem de bizim gibi konuşurlardı. Erzak
çuvallarını alıp gittiler. Bazı evleri ateşe verdiler giderken.
Tasamız beyhudeymiş. İki kişi götürecek değilmiş meğer topladığımız
erzağı, bir sürü eli silahlı bekçi, – bekçi dediler, neyin bekçisiyseler –, aldı
götürdü. Atları, arabaları vardı. Hiç tasalanacak bir şey yoktu. Bir tek torbayı bile köyde bırakmadılar.
Haber alasıymışlar bu bekçiler, oğulla arkadaşının gecenin köründe,
kurt uluması bile kesilende, dağdan köye ineceklerini. Önce onların yolunu
kesmişler, pusuya yatmışlar. Bizimkiler şaşmışlar, neye uğradıklarını bilmemişler, ama silahlarına sarılıp onlar da ateş açmışlar, kurşun tükenesiye.
Kahramanca dövüşmüşler.
Bataydı kahramanlıkları, korkak olaydılar da, köye varaydılar. Bir kez
112
daha yüzünü göreydim. Bir kez daha güleydi, ana, deyip. Bir kez daha karnını doyuraydım. İsli lâmbayı tutup, yüzünü bir kez daha doya doya seyredeydim.
Ölüsünü bile göremedim. Kahramanlık, ölüsünü bile göstermedi. Gülüşü, son gülüşü hep gözümün önünde...”
Çevirmen kız, mektubu baştan sona, sessiz okuyup, sesli çevirdi
Almanca’ya. Memur hep dinledi. Suskun dinledi.
Mektup okunup çevrilirken, alnı dövmeli ana, bunları kendi kendine
anlattı mı, hayalinde canladırdı mı? Hiç o izlenimi bırakmıyordu. Ama oğulun son gülümsemesi, sonsuza dek hiç silinmeyecek bir dövme gibi ruhuna
kazınmıştır, kim görse bu anayı, hemen anlardı. Sanki ona bakan biri, onun
kalıbının yerinde apak bir ruhun her damlasına dövmeyle işlenmiş oğul gülümsemesini seyrederdi. Anayı hiç almazdı bir yabancı göz. Çünkü, ana yoktu artık, ölüm haberini aldıktan sonra ağıp yok olmuştu ana.
“Almanya’ya niçin geldiniz?”
“Burada kimseniz var mı?”
“Çalışmayı düşünüyor musunuz burada?”
“Kim bakacak size?”
“Köyünüzde size, yani doğrudan şahsınıza bir saldırı oldu mu?”
“Tutuklandınız mı? İşkence gördünüz mü?”
“Bu yazdıklarınızla ilgili belge var mı elinizde?”
“Biliyor musunuz, dünyanın dört bir yanından insanlar kalkıp
Almanya’ya geliyorlar. Bir sürü gerekçe uyduruyorlar. Ellerinde hiçbir belge
yok. Hemen hemen hepsi aslında burada çalışmak istiyor. Ama bilmiyorlar,
burada işsizlik var. Hem de çok işsizlik var.”
“Buraya gelmeniz için kimse aracı oldu mu? Kimseye para yedirdiniz
mi?”
“Çeteler her gün yüzlerce insan getiriyorlar, sınırdan kaçak sokuyorlar. Daha geçen gün yine bir kadın, Sri Lankalı 36 yaşında bir kadın, ÇekAlman sınırı yakınında, insan boyu karda donup öldü. Yanında bir de 26
yaşında Sri Lankalı adam varmış. İki de Çek, bizim sınıra kadar yol göstermek için para almışlar. Sri Lankalı kadın takatsızlıktan düşmüş, karlara gömülmüş. Öbürleri, kadını bırakıp, yollarına devam etmişler. Anlatabiliyor
muyum? Yani sığınmacı var, sahte sığınmacı var. En çok sahte sığınmacı
da Türkiye’den geliyor. Elbette, elbette biliyoruz. Kürt sorunu falan. Ama o
PKK’yı da biliyoruz. Burada bizim polislerimizi bile diri diri yakmaya yeltendi. Sizin oğlunuz da PKK’lı, değil mi?...”
Alnı dövmeli kadın, kalıbı gerçek sayılırsa, bir topak ahrazdı sorgulama
sırasında. Belki de söylenenleri hiç işitmedi. Bir şey anlamadığı zaten kesin.
Tekrar yan salona aldılar. Başında yine bir polis memuru.
Sıra başörtülü kadına geldi. Onu sorgu odasına aldılar. Yer lâmbasının
113
konili ışığında sapsarı çözülüp gitti. Çevirmen kadın, başkomserin sorularını ona çevirdi. Kızım gelsin, kızım beni karşılayacaktı, kızımı da buraya getirin, dedi. Ama dinletemedi.
Yine aynı sorular. Bir Almanca, bir Türkçe. Gitgele daldı kadın. Dalıp
gitti, acılar gelgitinde.
Davul zurnalı uğurlamayı, o anı yaşıyor gibiydi. Günler öncesinden
bayram ediyordu oğul. Askere gidecek, komando olacaktı. Kafasına koymuştu. Komando olacağım, diyordu da bana başka bir şey demiyordu.
Komando ne ki, oğul, dedim. Güldü. Hep gülerdi. Benim cahilliğime sevimli sevimli gülerdi. Kahraman komando, anne, deyişini unutmam. Kahraman komando mu aldı benden oğlumu? Ödemiş iyiydi. Önce Ödemiş’e gönderdiler. Orada eğitim yapacaktı. Arada telefon ederdi. Ne kadar keyifle, neşeyle konuşurdu. Hep gülerdi telefonda da.
Gelir, gülüşüyle dinelirdi hayali karşımda telefonla konuşurken. Sanki
Ödemiş’te değil, yanıbaşımdaydı. Çok dualar ettim o günler, çok dualar ettim, kim bulduysa telefonu ona, kim oğlumu hep yanıma getiriyorsa, o isteyince, ben isteyince, Allah da ondan bin defa razı olsun, dedim. Sesini duyunca, görmüş gibi olurdum. Zaten, dedim ya, hep gelir dikilirdi gülen hayali karşıma. Gerçekten karşımda olsa, bilmiyor musun, anne, sen de bir şey
bilmiyorsun, televizyonda bile gösterdiler, der gülüverirdi.
Babama, rahmetli babama gençliğimde çok kızmışımdır, beni ilkokuldan çekip aldı, okutmadı, diye. Ama her bir iş, Güzel Mevlâ’nın işi. Okumadıysam, cahil kaldıysam, o da Güzel Mevlâ’nın işi. Mevlâm ne eylerse, güzel eyler. O canımı ısıtan, güzelim gülücükleri yok mu, o gülmelerin bedeli
benim cahilliğimmiş, ona gülermiş, çok mu? Bir yerden alan Mevlâm, başka yerden verir.
Böyle der, avuturum kendimi, artık o da telefon etmeyeli. Dağlara gittiler, Ödemiş’te eğitildikten sonra. Dağlara gittiler, ne bileyim ben işte bu cahil kafamla. Vatan oradaymış, ben ne bileyim, korurlarmış dağları kurda
kuşa karşı, düşmana, kötüye karşı. PKK derlerdi, işte ona karşı.
Gâvurun pekesi mi, kekesi mi, neyse, ne işi varmış dağ başında, ne istermiş dağdan, öyle saldırır dururmuş, dar mı gelmiş düz yerler, büyük büyük şehirler, kasabalar az mı gelmiş? Dağa ne işe çıktılar? Allah bir kere şaşırtmasın, insanların ayaklarını bağlayamazsın. Çıkarlar, dağa da çıkarlar,
bayıra da çıkarlar. Ovalar bazılarına dar gelir. Allah bir kere yolunu, yönünü
şaşırttı mı, kurtuluş yok. Allah düşmanımı bile şaşırtmasın.
Hadi dağa çıktı, çıksa da rahat dursa ya, ya askere ne diye silah çeker?
O, askere silah çeker de, asker durur mu? O da çeker silahını vurur. Allah
akıl fikir versin, Allah vicdan izan versin. Bir o vurur, bir bu vurur, sonu bunun neye varır? Analar ateş düşen yüreklerine taş basar.
Taş basar, taş basar. Bazen, seni doğurup da böyle umman acılara bula-
114
nacağıma, ha taş doğuraydım, demek geliyor içimden. Ama sonra dilimi ısırıyor, demiyorum. İlenmenin ne yararı var? Allah, demek böyle istedi. Yirmi
iki koca yıl bana ne güzel bir oğul bağışladı, diyorum, şükrediyorum. Sonra
da, elimden aldı, diye yüreğim yine tutuşuyor.
Neylerse, güzel eyler Ulu Mevlâ, diyorum, susuyorum. Taş doğurmak
daha mı iyi olurdu, ya o zaman hiç olmayacaktı oğlum.
Yirmi iki yıl gönlümü şenlik etti hiç olmazsa. Bana o yirmi iki yıl yeter,
ölünceye dek yeter yirmi iki yıl bana.
Çok ağladım, gözpınarlarım kurudu, ama cenazede gözlerim kupkuru
kaldı. Ya ben taşlaştım, ya da gözpınarlarım gerçekten kupkuruydu, bir damla yaş salmadı. Zaten, ben yaşı maşı düşünecek halde miydim?
Oğlumun paşası da oradaydı. Tabutun üstündeki bayrağı aldı. Özene bezene güzelce dürdü. Eğilip öptü. İki elinin üstünde getirip bana uzattı. Bir güzel de sözler söyledi oğlum için, ama hiçbirini aklımda tutamadım. Zaten hafıza mı kaldı o olaydan sonra. Bir dirhem cahil hafızası böyle acıya da dayanır mı? Bayrağı aldım ben de iki elimle. Ben de başıma götürüp öptüm. Evde
baş köşeye koydum. Bir de madalya vereceklermiş. Onu da bayrağın üstüne
koyacağım.
Kızım geldi Almanya’dan cenazeye. Damadım Alman benim, ama Allah
ne muradı varsa versin, bana anne der de, başka şey demez. Torunlar var,
iki tane, dillerinden anlamam, ama çok severim, onlar da Oma, Oma, deyi
beni pek severler. Torun sevilmez mi, canım, ne yapalım, biraz Almanlar falan ama, onlar da Allah’ın kulu, üstelik kızıma da, bana da pek benzerler.
Ayrılırken, anne gel, seni de götürelim, biraz bizimle kal, kendine gelirsin, dedi. Gidebilseydim, yanında götürecekti. Ama oğlumu taze mezara koyup, hemencecik nasıl giderim? Zaten yerimden kımıldayacak hal mi vardı,
akıl mı kaldı. Her gün gidip taze mezarı başına, bir güzel ağladım, içimin
bütün yaşlarını onun mezarına döktüm.
İşte şimdi kalktım geldim. Vize ne de aldım, ama şimdi ne olacak bilmem. Kızım da, ben çıkayım diye, dışarda bekler herhal. Ben, seni havaalanından alırım, sen hiç merak etme, dediydi.
Çalışmayı düşünüyor musun Almanya’da, diye sordular ona da. Kızın
çalışıyor mu, damadın kaç para kazanıyor? Ne kadar kalmayı düşünüyorsun? Burada doktora da gidecek misin? Rahatsızlıkların var mı? Hep sordular. Ahret sualleri. Almanya’ya değil, öbür dünyaya gelmiş de, saçtan ince
ahret köprüsünden geçiyor başörtülü kadın.
Ne kadar kalacaksın, sorusuna, kızım ne kadar isterse, o kadar kalırım,
deyince, Alman memurda şafak attı. Üç aylık turist vizesi. Üç aydan fazla
kalması yasak. Yani niyeti kötü. Üç aydan fazla kalırsa, ya iş arayacak, ya da,
daha kötüsü, sosyal yardıma başvuracak.
Uçak merdiveninin başındaki polisler de zaten, pek turiste benzeteme-
115
dikleri için, onu kenara çekmişlerdi. Böyle tek başına gelen başörtülü turiste
alışkın değillerdi. Böyle gelenler, daha çok Almanya’daki yakınlarının yanında kalmak niyetiyle geliyorlardı. Onlar da işte hep Türkiye’den geliyorlardı.
Başörtülü kadını da, alnı dövmeli kadının hâlâ bekletildiği salona geçirdiler. Orada yer gösterdiler. Oturdu. Önce ayırdına varmadı, ama oturunca,
alnı dövmeli kadındaki değişikliği gördü. Put gibi duran kadın gitmiş, onun
yerine içi durmadan kabaran, içi öfkeyle kabaran bir kadın gelmişti. Kendi
kendine mırıldanıyordu. Arada sesi yükseliyordu. Türkçe, Kırmanci sözcükler birbirine giriyordu.
İstemem, diyordu. Geri gönderin beni. Buraya gelmektense, dağa çıkarım, diyordu. Dağlara, dağlara, diye böğrünü yumrukluyor, inne, inne, diye
dizlerini dövüyordu.
Başörtülü kadın kalktı, öbürünün yanına gitti. Neyin var, kardeş, diye
sordu. Burayı istemem, dedi alnı dövmeli kadın. Hakir baktılar, hor baktılar
bana. İstemezler beni. Ben de istemem onları. Yerleri olsun onların, dedi. Giderim, köye giderim, köy olmazsa, dağa giderim, ama burada kalmam. Dünyada kalmam. Ölürüm de kalmam. Onursuz olurum, kalırsam. Bir insana
böyle yapmazlar. Dövenler, öldürenler de böyle hakir görmezler. Giderim, ben
dağa giderim...
Aynı ben de senin gibi, diyorum, bacım, dedi başörtülü kadın. Ne sanırlar bunlar kendilerini? Bayıldık mı sanırlar onlara? Memleketlerini ellerinden alıp gideceğiz sanki. Memleketlerini çalıp gideceğiz. Çalsınlar başlarına. Öyle ahret soruları. Neymiş, kızımla damadımın yanında biraz kalacağım. Hepsi bu. Yok, istemem. Torunlarımı bile böyle görmek istemem. Onlar bana gelirler...
Tercüman kız bir polis memuruyla geldi. Başörtülü kadına, siz gelin,
siz girebilirsiniz, dedi.
“Ya bu?” dedi başörtülü, öbür kadını gösterdi.
“O bekleyecek...”
“Yok, biz ikimiz geldik, ikimiz de istemiyoruz o zaman burayı. Bizi bindirip gönderin geldiğimiz yere. Gönderin kendi yerimize. İstemiyoruz. Ben
de istemiyorum, o da istemiyor...”
Çevirmen şaşakaldı. Alman memurun da bu işe aklı ermedi.
“Şimdi kemerlerinizi bağlayınız, koltuklarınızı düzeltiniz... Kendi güvenliğiniz için, yolculuk boyunca kemerlerinizi çözmeyiniz...”
Onları getiren uçak, şimdi de götürüyordu. İki kadın yan yana oturuyordu. Geldiklerinde, onlarla birlikte, yolculardan ayrılarak kenara çekilen
oğlan da oradaydı.
(1997 Haldun Taner Öykü Ödülü İkincisi)
116
117
Uzak Sancısı
Kapıyı açtı. Radyodan biri. Elinde ses aygıtı. Karşısında radyocuyu görünce, yüreği çarpıntıladı. Göğsü daraldı. Radyoyu her gün dinlerdi. Her
gün birileriyle yapılan konuşmalar olurdu. Bazen onları dinlerken, düşleminde kendisi yanıt verirdi. Yanıtı beğenmeyince. Soruyu beğenmezse, kendisi sorardı.
Heyecan sardı. Kesik kesik konuştu. Düşünecek durumda değildi. Ağzından çıkan sözler, içinde duyumsadıklarını yansıtmaktan uzaktı. Kendini işitebilse, söylediklerini beğenmez, kendinin yerine konuşurdu. O değildi. Kendi değildi.
Çoktandır kendi değildi. Oldum olası o değildi. Bilmediği, belirleyemediği birisi vardı onda, ama kendi değildi. Radyo dinlerken hep soruları düzelten, yanıtları düzeltendi sanki. Ama kendi değildi.
Çocukluğunda, öğrencilik yıllarında da o değildi. Babaevinin minik, yeşillikli bahçesindeki boyalı, sivri külâhlı seramikten cücelerle bir görüyordu kendini, onlardan biri sayıyordu. Onlar gece gündüz hep bahçedeydiler.
Bahçenin gerçek sahipleri onlardı. O da, onlardan biri olmak istiyordu içinden, onlardan biri sayıyordu kendini. Çünkü, kendi değildi.
Sonra babaevinden ayrıldı. Ona artık yer kalmamıştı. İyice büyümüştü. Üstelik bahçedeki kırmızı külâhlı seramik cüceler de çoğalmışlardı. Onlardan, babaevinden ayrıldıktan sonra, içi birden boşaldı, kocaman bir yalnızlığa düştü.
Uzun boylu arkadaşlıkların insanı değildi o. Başka insanlardan bir şeyler alıp, onlara bir şeyler vermiyordu antenleri. Bunu düşünürken, kulaklarının anten gibi uzadığını sandı. Televizyonda izlediği bilimkurgusal uzay
filmlerindeki uzay insanları gibi duyumsadı kendini. Kendi benliğiniyse, hiç
duyumsamadı yaşamında. Hep başkasının yerine koymak istedi kendini. Ya
da kendinin yerine hep başkalarını.
Zaman zaman bir kızla arkadaş olmayı denedi. Birkaç kez, birkaç kızla
arkadaşlık kurmayı denedi. Olmadı. Her defasında zedelendi. İncindi mi de,
bunun ayırdında olmadı. O değildi. Belli belirsiz biri, biçimsiz kıpraşıyordu
içinde, biçimsiz ve kişiliksiz. Ama o değildi. Kendi değildi.
Çalıştığı yerde kara saç, kara göz, elmacık kemikleri genişçe, yanaklarına hafif al vurmuş bir Türk kızı vardı. Usu ona takıldı. Usu hep onda. Sanki
onunla kendini bulacak, içindeki belirsiz kişi özgür biçimlenecek.
Ama onun yanından, çok yakınından geçerken bile, onu çok uzak bir
ülkenin düşü olarak gördü. Uzansa dokunamayacak, düş bozulacak, kız, sis
gibi dağılacak. Kız, hiç ulaşamadığı, hiç ulaşamayacağı kendi.
Sonra bir korku kondu içine. İçindeki en ufak kıpırtıyı bile kütleşti-
118
ren o korku. Kızın anası, babası, ağabeyi, sevgilisi gibi bir korku. Bu korkuyu içine, çevresinde kulağına çalınan birtakım sesler, televizyonda izlediği birtakım görüntüler salıyordu bilmeden, onun hiç haberi olmadan: Türkler, Türkler...
Oysa bu kız, – onu kız diye görmüyordu –, bu genişlik, bu erinç ve yeğnilik esintileyen uzak özgürlük, onu çekimine almış bırakmayan bu kız bir
Türk, ama korkuyordu. Korkuyordu da, bir özgürlük esintisini içinin çıplak
etinde duyuyor, gönenir gibi oluyordu.
Babası öldükten sonra, anası yakın bir köydeki kardeşinin yanına gitmişti. O da babaevine geçti yeniden. Cüceli minik bahçeyi biraz değiştirdi.
Cüceleri kenara çekip, ortaya bir havuzcuk yaptı. İçini suyla doldurdu. Bahçede adım atacak yer kalmadı. Ama cüceler bile bu bahçede artık adım atabilecekler mi, düşünmedi. Çünkü, cüceler, bir avuç su, bir damlacık yeşillikle, bahçeyi ve onun içini genişletiyordu. İçinde birine, bir kişiye varır gibi bir
kıpranış oluyordu. Sanki birisi biçimleniyordu içinde.
Havuz tamamlanınca, çeşitli hayvan, hayvan yemi ve hayvan malzemesi satan dükkâna gitti. Bir gün rastlantıyla bu mağazanın vitrininde timsah
yavrusunu görmüştü. Ondan sonra her gün geldi gitti, vitrinin önünde dineldi, gözleri büyüye büyüye, göğsü yeğnilikle şişe şişe, timsah yavrusunu özlemle seyretti. O gün, ilk kez mağazanın eşiğinden içeriye adımını attı, timsah yavrusunu satın almak için.
Yavruyu aldı, parasını ödedi, eve döndü. Döndü mü, nasıl döndü, nereden nasıl geçti, bilmedi. Sanki evin küçük bahçesinde kendi eliyle açtığı o
havuz, içindeki su değilmiş de, onu müthiş bir güçle çeken mıknatısmış gibi,
onu bir hortum gibi çekti. Yalnız onu çeken bir gizemli su.
İçi dolu dolu, bir büyük boşlukla dolu, hayvan mağazasından çıkarken
algılamıştı kendini, bir de bahçedeki küçük havuzun kenarında dururken.
Elinde timsah yavrusu. Onu kendinden alıp bir yerlere götüren, bu uzak yerlerin yaratığını eiğilip usulca havuza saldı.
Havuzun bir yanını duvarsız, suyun derinlerinden yavaşça yükselerek
gelen bir kumsal oluşturmuştu. Timsah yavrusu yüzerek bu kıyıdan kumsala çıktıkça, o da içindeki boşluktan uzağın açık özgürlüğünde, güneşli, ışıl
ışıl ve palmiyeli bir uzağın özgürlüğünde, bir beyaz sahile çıkıyor, içinden
sıyrılıp sıyrılıp kaçan kişiyi yakalar gibi oluyordu.
Önce radyodan biri geldi. Sonra televizyondan. Işıldaklar, kablolar, kameralar, timsah yavrusundan çok onu ürküttü, onun göğsünü daralttı, onu
boğdu, içi sis duman dolup ağırlaştıkça ağırlaştı. Radyocuların, televizyoncuların, gazetecilerin biri gelip biri gitti.
Radyodan ilk gelenle içine bir ürperti, bir coşkunluk girmişti. Ondan
sonra gelip gidenlerle içinde her şey öldü, ne bir ürperti duydu, ne bir coşku.
İçinde, timsah yavrusuyla, havuzun kumsalıyla belirlenmeye başlayan öldü.
119
Her gelen sanki düğmesine basılmış bir bilgisayar belleği gibi, hep aynı kalıplarla konuşuyor, hep aynı soruları soruyordu. Aslında ne soruydu sordukları, ne dildi dillerinden dökülen. Hiçbir yenilik umurlarında değildi. Onlar
akıllarınca, daha doğrusu donmuş, basmakalıp beyinlerince, herkes gibi olmadığı için doğal saymadıkları bir sapkını yargılayan kalıpları döküyorlardı dillerinden, soru diye, betim ya da tanım diye. Onlar, her türlü kuraldışılığın düşmanıydılar. Daha da kötüsü, yeni bir durumun, davranışın, kuraldışılığın, olağan olmayanın düşmanı olduklarının ayırdında bile değildiler.
İyi gazetecilik yaptıkları kuruntusuyla kanatlanıp uçuyorlardı, bu kendini
beğenmiş yontular.
“Alışılmadık bir ev hayvanı?”
“Seviyorum onu...”
“Nereden aklınıza geldi?”
“Gelmedi, vardı, hep vardı da, ancak bir rastlantıyla hayvan satan mağazanın önünden geçerken, bir gün aniden... Yüreğim coşkuyla kabarıp ağzıma geldi...”
“Yani kedi köpek değil, kuş değil, ne bileyim işte bir tavşan, tarla faresi değil de?..”
“Timsah!”
“Niçin timsah?”
“Timsah... Özgürlük...”
“Nasıl yani, timsah mı özgürlük?”
“Evet, özgürlük...”
“Simge olarak mı demek istiyorsunuz?”
“Yok, yok, kendisi, özgürlüğün ta kendisi.”
“Yani timsah olmadan, özgürlük yok mu?”
“Olmaz! Olamaz!”
“Siz ne diyorsunuz, burası dünyanın en özgür ülkesi, burası özgür ve
demokratik düzeni olan bir ülke.”
“Ne ülkesi, ülke görmemişsiniz, ülke değil, dapdaracık bir yer, boğan
bir yer, bir tutukevi, deli gömleği giydirilen bir tımarhane...”
“Bu söylediklerinize ne anlam vereceğiz? Ne demek istiyorsunuz?”
“Ülke uzakta. Özgürlük burada değil, uzakta... Uzak, beni çeken... Genişlik, açıklık, aydınlık, güneş, su, palmiye... Sancısı hep içimde, uzak sancısı...”
“Almanya’dan göç mü etmek istiyorsunuz?”
“Edemiyorum. Bu kapalı, basık, dar, yağmurlu, sisli, dumanlı, zehirli
yerden gidemiyorum. Onun için timsah yavrusu... Ben, uzağı aldım, özgürlüğü aldım, getirdim evime. Mutluyum.”
Kendi yorumlarıyla kalıpladılar, paketlediler, sözde süsleyip püsleyip
yayınladılar radyodan. Dinleyenlerin basmakalıp düzenlerini bozarak, onla-
120
rı kışkırtarak yayınladılar. Böylesine bir sapkın, sapkından da öte, böylesine
bir satkın bizim güzelim özgürlükler ülkemizde...
Esip gitti sonra bu ilgi kısa zamanda, ağır bulutlar gibi. Bir insana,
evinde muhabbet kuşu yerine, timsah yavrusu tutan insana ilgi dediğin, işte
özgürlükler ülkesinde böyle olur.
Küçük bahçesinde, ufacık havuzun başında kendi kendine daldı. Artık
dışarıya hiç dayanamaz oldu. Dışarıda her şey büyüdükçe büyüyen bir işkence olmaya başladı.
İşyerinin uğultusu, gürültüsü, çevresinde dolanıp duran, birbirinin tıpatıp aynı, kalıptan çıkma insanlar, kara kara yollar, işaretlere, neon ışıklarına, reklam yazılarına boğulmuş binalar, arabalar, tramvaylar, geniz yakan
dumanlar, kokular, gürültüler, satış mağazaları, beton yapılar, diskolar, lokantalar, sinemalar, televizyonla dolu, daralan odalar. Ve insanlar, konuşulmayan, koklaşılmayan, kurulmuş hareketler yapan insanlar, taştan, demirden, alçıdan yontular...
Zorunlu olmadıkça, timsahın yanından ayrılmaz oldu. Usu gitmiş, bir
timsah olmuştu. Bu yüzden, timsah ne düşünüyorsa, o da timsah gibi düşünüyordu. Ama insan kalıbıyla timsah düşünü bağdaşmadığı için, ona hiçbir şey düşünmüyormuş gibi geliyordu. Geliyordu, demek bile sözün gelişi.
Ona aslında hiçbir şey gelmiyordu. İnsan kalıbı, timsahın duyup düşündüğünü iletecek yapıda değildi.
Aradan zaman geçti, nasıl olduysa, timsah belki de onun beyninden,
yüreğinden, bilincinden şöyle bir hava almaya ya da avlanmaya çıkmış olmalıydı. İşte tam o an usunu bir ağır, somut madde olarak alımsadı. Olta
gibi bir iğne takılmış usuna. Radyodan gelenin bir sorusu, durup dururken
takılıvermiş, bir türlü çıkıp gitmez olmuştu. Takılmakla da kalmıyor, büyüdükçe büyüyor, ağırlaşıyor, katılaşıyordu.
“Bu hayvanlar kısa sürede büyürler. Bu da bir süre sonra kocaman bir
timsah olacak. O zaman ne yapacaksınız?”
Kocaman bir timsah olacak. Radyocu ne demek istediydi? Havuza sığmayacak, bahçeye sığmayacak, kafası, çenesi, dişleri büyüyecek, doymak
bilmeyecek...
“Saldıracak mı bana? Parçalayacak mı beni, yutacak mı?”
İşte o zaman asıl sonsuz düzlük, güneşli aydınlık, palmiyeli gölgelik, uçsuz bucaksız kumsal başlayacak. Özgürlük...
Uzak sancısı müthiş tuttu. Us almaz biçimde büyüyordu. Özgürlük sancısı dolup taşıyordu kabından kalıbından.
Boğuyordu onu, boğuluyordu...
121
TAKVİM ÖYKÜLERİ
GÜZ ÖYKÜLERİ (2007)
Mercer St. 112
Bir zamanlar burada Einstein adında bir adam yaşıyormuş. Dünyanın
en büyük bilim adamıymış. Buluşları dünyayı değiştirmiş. İnsanları hayretler içinde bırakmış, bırakmaya devam ediyormuş.
Ama bu adam aynı zamanda candan, sıcak kanlı, yumuşak başlı, iyi yürekli bir insanmış. Ama bu adam aynı zamanda ters, huysuz, aldırmaz, sevimsiz olabilen bir insanmış. İşte ne derler, insan gibi bir insanmış. Başında
bulunduğu araştırma kurumuna bisikletle gidermiş. Onu bisikletinde, dizlerine yüklenerek, pedalı çevirirken ya da yürüyüşe çıktığı zaman görenler,
hemen selâmlarmış. O da insanların selâmlarını gülümseyerek alırmış. Onu
uzaktan görenler, onunla göz göze gelmek, onun yüzünü görüp selâm vermek için, yönlerini değiştirir ya da yaya kaldırımları ağaçlar altındaki yolda
bir yaya kaldırımından, onun yürüdüğü öbür kaldırıma geçerlermiş.
Günlerden bir gün aynı sokakta oturan bir çocuk, okul çantası sırtında,
çıkmış yürüyormuş. Suratı asık, üzgün. Tam o sırada ak uzun kabarık
saçlarını arkaya doğru atmış, yüz çizgileri yaşamın inişli çıkışlı yolları
olmuş, geniş alınlı, büyücek burunlu, yaygın elmacıklı adam, evden çıkarak
bisikletine biniyormuş, araştırma kurumundaki işine gitmek için.
Çocuk, sevinçle adama doğru seyirtmiş. “Günaydın, Mr. Einstein”,
demiş. Adam bisiklete binmekten vazgeçerek, “günaydın, hay”, diye karşılık
vermiş. “Nasılsın? Okula mı gidiyorsun?” diye sormuş.
“Evet, okula, ama iyi değilim, keyfim yok”, demiş çocuk. Einstein bir
kahkaha atmış, “Keyfin yok demek, neyin var?” demiş.
“Matematik ödevlerinden birini yapamadım da…”
Kocaman adam, bu söz üzerine, olduğu yerde durmuş. Çocuksu, mavi
gözlerini daha da büyüterek, “Merak ettim doğrusu, nasıl bir matematik
ödeviymiş bu?” diyerek bisikletini ağaca dayamış. Çocuk çantasından matematik kitabını çıkarmış, ödevin bulunduğu sayfayı açarak adama göstermiş.
Adam, ödevi şöyle bir okuduktan sonra, “Bir kâğıt kalem alalım şimdi”,
demiş. Cebinden bir kâğıt kalem çıkarmış. “Gel, bir de beraber deneyelim”,
demiş ve çocukla beraber yolun kaldırım taşına oturmuşlar. Çocuğa, şu
şöyle mi, bu böyle mi, diye diye, sanki problemi çocuk kendisi çözmüş duygusunu vererek, işi iki dakikada halletmişler.
Gelip geçenler de bu ikisinin halini görüyor, durup baş sallıyor ve
gülümseyerek yollarına devam ediyorlarmış. Sorun çözülünce, çocuk çok
teşekkür ederek, sevinçten uçar gibi okulun yoluna koyulmuş. Problemi
122
Einstein’ın çözdüğünü kavrayacak denli zeki bir çocukmuş. Bu yaşantısını
okul arkadaşlarına, mahalle çocuklarına ballandıra ballandıra anlatmış.
Bu olaydan sonra artık ev ödevlerini yapamayan çocuklar, çocukluğunu
yaşamının sonuna değin korumuş, hiç yitirmemiş bu adamın yolunu gözlemeye başlamışlar. Evine girerken, çıkarken, gezinti yaparken, bisikletle
işine giderken, yakaladıkları yerde onu hemen kaldırımın kenarına oturtarak, matematik, fizik, kimya ödevlerini çözdürtmüşler. Ama büyük adam,
bu durumdan hiç yüksünüp yakınmamış, bıkıp umsunuk olmamış. Hep gülerek ve severek çocuklara yardım etmiş. Ödevlerini birlikte yaparken, çocuklara okulda öğrenebileceklerinden çok daha iyi öğretmiş derslerini.
Şimdi bu büyük adamın evinde, vasiyetine uyularak, üniversiteye geçici bir süre için gelen konuk profesörler kalıyorlar. Ama hiçbiri, ne denli
büyük ve önemli olurlarsa olsunlar, şimdiye dek bir kez bile yol kenarında
bir çocukla oturup ev ödevi çözerken görülmemiş. Dolayısıyla da onların
büyüklüklerinin, o sokaktan geçen kadın erkek, çoluk çocuk bütün insanlar
hiç ayırdına varmamışlar. Onlar için Mercer St. sokağında tarih boyunca
bir tek büyük bilim insanı yaşamış. O sokağın sakinleri bugüne dek hâlâ
bununla övünüyorlar. Daha da kimbilir kaç kuşak bununla övünecekler. En
başta da şimdi iş güç, çoluk çocuk ve mevki sahibi olmuş, Einstein ile bir zamanlar kaldırımın kenarına oturarak çetin ev ödevlerini peynir ekmek gibi
çözen çocuklar.
O büyük adamın, çocuklarla yol kenarında oturup metamatik ödevi
çözerken çekilmiş fotoğrafı var mı, bilinmiyor. Birileri böyle bir fotoğraf
çekmişse, çok iyi saklayıp kimseye göstermesin. Masalımızın gizemini
bozmasın.
123
KIŞ ÖYKÜLERİ (2008)
Salustyan
Lexington Avenue’deki Salustyan pahalı bir mağaza, ama müşteriye
mal satarken, fiyat sordurmama sanatını ezelden öğrenmiş. Olacak iş mi,
oluyor işte, Salustyan hem Selim ile söyleşiyor, hem yeni pişen sarmaların
tadına bakıyor, hem de müşterilere hizmet ediyor. Bu kadarla da kalmıyor.
Bir yandan da konuşuyor. Selim ile değil yalnız, aynı anda müşterilerle de
konuşuyor.
İnce pideden kopardığı parçanın arasına taze sarmadan bir tane koyuyor, bana sunuyor. Yer misin, diyor. Bir tane Cem’e, bir tane de Selim’e
sunuyor. Cem, peynir istiyor. Her şey var Salustyan’da, Türk, Bulgar, Yunan kaşarı, beyaz peynir... İncecik dilimler kesip, yine bana, Cem’e, Selim’e
uzatıyor tadımlık.
“Two large yoghurt”, diyor Amerikalı bir kadın. Salustyan hem iş görüyor, hem de, “No large yoghurt”, diyor. Bunun üzerine kadın, “Four small yoghurt”, istiyor. Salustyan sanki bunu duymazdan geliyor ve kadına tadımlık
beyaz peynir uzatıyor bıçağın ucunda. Kadın almıyor bilmediği şeyi ya da
o an ağzına bir şey koymak istemiyor. Malûm kadın erkek herkesi dünyada
bir kalori korkusu aldı yürüdü. Hele Amerika’da. Yine de nüfusa göre an fazla orada şişko insan bu ülkede. Belki de gıdalarda kalori azlığının bir meta
gibi satışa sunulması ve Dolara çevrilmesi bu yüzden.
Salustyan’ın umrunda değil jülmüş, kaloriymiş. Onun satış yöntemi çok
daha değişik. Kadının almadığı tadımlık peynir dilimciğini, kadının yanında
sıra bekleyen Amerikalı adama sunuyor bu kez. Genç adam alıp yiyor ve
peyniri seviyor. Cem bunun üzerine kurulmuş gibi, “Turkish cheese”, diyor.
Amerikalı, “Turkish cheese”, diye yinelerken, Salustyan sıkışıyor, ama yine
de meydanı Cem’e bırakmak istemiyor. Cem müşterisi, yine gelmeli, ama
ne demek Salustyan’ın dükkânında Türk peyniri? Salustyan, Amerikalının
duyacağı bir sesle, “Feta cheese”, deyip bitiriyor işi.
Salustyan, pastırmadan tattırıyor, incirden tattırıyor. Cem de, ben de
birer torba dolduruyoruz. Onlar çoktandır özlemini çekiyor. Ben de evdekilere bir sürpriz yapmayı düşlüyorum. Fiyatları sormadan alıyoruz. Sıra
kasaya gelince, ayıyoruz ikimiz de. Bir kangal sucuğu on Dolara satıyor Salustyan. Etin bunca ucuz olduğu bir ülkede.
Salustyan pahalı bir dükkân, ama müşteriyle hoş sohbeti biliyor. Selim
ile Arapça konuşuyor, bizimle Türkçe, Amerikalılarla doğallıkla İngilizce.
Beyrutluyum, diyor. Selim de Beyrutluymuş. O zaman, Arap, diyorum Selim için. Yok, Yahudidir o, diyor Salustyan. Allah Allah, Selim adı da var
124
mıymış onlarda? Var, diyor Salustyan.
Salustyan’ın dükkânı rengârenk, Türkiye, Arap ülkeleri, Yunanistan,
Bulgaristan, Yugoslavya derken bütün Balkanlar ve en önemlisi Salustyan’ın
kendisi. Dükkân istediğince renkli ve çekici olsun, Salustyan olmasa, donuverecek sanki o renkler. Sanki hepsi ayrı ayrı Salustyan’ın öz renkleri ve
Salustyan’ın çekiciliği her birine ayrı ayrı yansıyor, onları ışıtıyor. Bu yüzden, fiyat sormuyor müşteriler. Ben böyle düşünüyorum Salustyan üzerine.
Bilmem, o benim hakkımda ne düşünüyor...
125
BAHAR ÖYKÜLERİ (2009)
Üvey Ev
U.M. anlatıyor:
...Babamın savaşta öldüğü haberi gelince, aynı gün çıkınımı sokakta,
kapının önünde buldum. Kış kıyametti. Gidecek yerim yoktu. Soğuktan donabilirdim.
Ben üç yaşındayken öldü annem. Babam yeniden evlendi. Üvey annemden kardeşlerim oldu. Beni, babamın zoruna çektiği belliydi. Ben de babamın varlığıyla dayanabiliyordum küçük yüreğimle bunca eziyete. En hafifi
dayaktı. Dayağa, her gün, her öğün dayağa alışmıştım. Alışmanın ötesinde,
öbür eziyetler karşısında razıydım, hafif kalıyordu.
Savaş çıktı. Savaş, benim için babamın yokluğu anlamına geliyordu.
Bir gün yok oldu, o akşam gelmedi, ertesi akşam gelmedi, sonra hiç gelmedi. Babamı askere alıp, cepheye göndermişler. Savaş demek, babam yok demekti. Eve gelmiyor, beni üvey annemle bu evde yapayalnız bırakıyor demekti. Kardeşlerimi seviyordum, babasız evde onların varlığıyla avunmaya
çalışıyordum. Ama onlarla bile, babasız ev, benim evim değildi artık, bizim
evimiz değildi, yani babamın evi, benim evim değildi.
Bu ev, bir gecede üvey ev oldu. Üvey annenin üvey evi...
Babam yaşamda kaldığı sürece, cepheden mektup gönderdiği sürece,
üvey annem eziyordu, üvey ev beni korumuyordu, ama ben de onlarla birlikte oturup kalkıyor, yeyip içiyordum. Yaşayıp gidiyordum, yaşamı duyumsamadan, ama yaşayıp gidiyordum, acılarım kütleşse de, içime oturuyordu
ağırlık olarak. O ağırlık olduğu sürece, ben de yaşıyordum, yaşıyorum, diyordum kendi kendime. O ağırlığı giderek sever oldum. Çünkü, içime çöreklenen o ağırlık artık benim babamdı. O yerinde, yani içimde oldukça, babam vardı, babam yaşıyordu. Savaşta ve cephede yaşıyordu. Nasıl yaşıyordu, orada, yani cephede ne yapıyordu, bilmiyordum, ama hiç olmazsa yaşıyordu. Böyle bir şeyler geçiyordu işte bazen kafamın içinden, bazen böğrümden, o zaman biraz sızlıyordu böğrümün direği, ama ben o sızlamadan
da sanki bir hoş hazlanıyordum.
Şimdi düşünüyorum da, üvey ev de sanki bir cepheydi. Orada da müthiş yoğunlukta bir savaş vardı. Neyin savaşıydı, kimin savaşıydı, bugün de
anlayamıyorum, ama apaçık, korkunç yoğunlukta bir savaştı. Bunu ancak
bugün bilebiliyorum.
Ne yapmıştım üvey anneme, kardeşlerime – onlar üvey değiller, babamın çocukları, öz kardeşlerim... Niçin korumuyordu ev beni babam gittikten sonra, nasıl durup dururken üvey ev olmuştu? Oysa, ağzı var, dili yok,
126
vur başına al lokmasını bir kızdım.
Savaş, benim için üvey ev demekti. Üvey anneye alışmıştım, babam evdeyken. O zaman ev de babamın eviydi, üvey ev değildi. Savaş, yani üvey ev,
çocukluğuma koyu bir gölge gibi düşüyordu. Büyüyen ben değildim, üstüme düşen üvey evin gölgesi büyüyordu. Büyümek de, ağırlaşmaktı, koyulaşmaktı. Böyle günler geçti, yılı düşünmezdim o zamanlar, ama şimdi biliyorum, günler yıllara uzadı, yıllar geçti. Geçti mi, geçmek, yani günün, yılın,
zamanın geçmesi benim için bir olgu değildi, ama bir şeyler değişiyordu...
Üvey evin üstüme abanan gölgesi, gölgesiyle birlikte rengi ve kokusu
değişiyordu. İçimde kıpırtılar oluyordu, içim değişiyordu. Sanki çocukluğum değişiyordu. Ben değişmeden, içimdeki çocuk mu değişiyordu? Kendi kendime, demek savaş her şeyi değiştiriyor, beni de değiştiriyor, diye düşünüyordum. Benimki düşünme de değildi, ama işte öyle düşünme gibi bir
şey. Başka türlü bir ad koyamıyorum o duyumsamalarıma.
Çocuktum, durup dururken kız oluyordum. Ah, bu savaş, ah bu üvey
ev... Kız olmak, çocuk olmaktan daha mı kötüydü? Kendimi suçlu sanıyordum. Hırsız sanıyordum kendimi. Üvey annemden bir şeyler çalıyorum gibi
geliyordu bana.
Canım evden çıkmak istiyordu, üvey evden çıkmak, açık havayı içime
çekmek istiyordum. Güneşe yüzümü çevirmek istiyordum. Ağaçlara yaslanmak, ağaç gövdelerini kollarımla sarmak istiyordum. Kuşlara bakmak, kuşlara bakıp ıslık çalmak istiyordum – bugün olsa, şarkı söylemek isterdim,
ama o zaman içimde daha şarkı yoktu. Bir şarkım bile yoktu...
Ben bunları ve daha başka bir çok şeyi istiyordum, ama istediğimin
ayırdında değildim. İstiyor gibi değildi içim, hırsız gibiydi. Dışarıya çıkmak,
temiz havayı solumak, güneşe bakmak, ağaçları sarmak, ıslığımı kuşlara katıp uçmak, yani ne kadar sevinç kırıntısı usuma dolanıyorduysa, oradan dilime kayıyor ve hırsızlık malları gibi boğazıma diziliyordu. Ne kadar isteğe benzer şey aklımdan geçiyorduysa, boğazıma düğümleniyordu. İçimdeki
değişimi böyle anımsıyorum, çocukken kız olmak, benim için ağzımda hiçbir şey yokken, bir çok şeyin birden boğazıma dizilmesi, düğümlenmesiydi. Bazen bir kırıntı biçiminde, bazen beni boğum boğum boğan bir somun
gibi. Ama kırıntılar da kötü boğucuydu.
Ben böyle zaman zaman üvey evden gizlice hırsızlığa çıkmaya başlamıştım. O gün ne çalmıştım şimdi tam anımsamıyorum. Bir kuşun uçuşu
muydu, yoksa bir ağacın gövdesine dokunmak mıydı, bilemiyorum neydi,
belki de boğuluyordum, temiz hava çaldım, belki güneşin sıcağını... Hırsızlıktan dönmüştüm o gün yine. İçimde mutluluk vardı. Gariptir bu hırsızlıklar mutluluk gibiydi içimde.
Akşam üzeri üvey eve döndüm. Üç beş çamaşırımı kapının önünde sokakta buldum. Üvey annem anlamıştı hırsızlıklarımı. Belki de üvey ev onun
127
kulağına fısıldamıştı. Üvey ev görüyordu çünkü her şeyi, içerde de, dışarda
da görüyordu, biliyordu her şeyi. Evet, evet, üvey ev o gün mutlaka kulağına fısıldamıştı üvey annemin. O da beni böyle cezalandırmıştı. Galiba o gün
kırlarda elma çiçeklerinin beyazıyla, gelinciklerin kırmızısını çalmıştım. Yanılmıyorsam, kışla bahar arası cıvıl cıvıl, günlük güneşlik bir gündü. Tabii
çaldığım kuş cıvıltıları da cabası...
*
Babam cephede düşmüştü. Haberi o gün üvey anneme ulaşmıştı. Tam
da ölecek zamanı bulmuştu. Bahar günü, bahar kapıdayken. Yoksa, o bahar
beni kurtarmak için mi öldü?
O baharı unutamam, kızlığımı çığlık çığlık yaşadım. Kendimi, kızlığımı
öyle sevdim, öyle sevdim. Babamı da çok, daha çok sevdim.
128
YAZ ÖYKÜLERİ (2009)
Sen Çok Yaşa!
Akşam yatarken, erken uyanmayı tasarladı adam. Kadın uyuyordu.
Sessizce kalktı.
„O çok yaşasın...“diye düşündü. İçinden öyle geldi. Yarım ömür birlikte götürdüler. İyi kötü günler yaşadılar. Daha da yaşarız, diye düşündü. İyi
kötü, söz gelişiydi. Geçmiş yılların gölgesi bugüne düşmüyordu, bir takım
bulutsular gelip geçmişti elbet.
Düşündü, çevresindeki insanlar kadınla karşılaşınca, arı duru, serin bir
kaynağın başında eğilip, yaşam yudumluyorlardı sanki.
Düşündü, ben ne olurdum, nasıl olurdum onsuz, diye kendi kendine
sormak istedi. Ve bu sorunun yanıtını düşünmekten hemen vazgeçti. Düşünülecek soru muydu? Kendisini onsuz düşlemesi olanaksızdı.
Sen onsuz belki bir keşişe mürit olabilirdin. O zaman mutlu mu,
mutsuz mu olurdun? Bu da değildi soru. Ama kesin, sen hiç gülümsemeyen
bir keşişe adayabilirdin yaşamını, bir gün, bir tek kez bile gülümsemeden
yaşamında. Bir çöle düşerdi tohumun.
*
(İlk bakışmanın sevgisi miydi? Öyleyse, şimdiki ilişkinin adı ne? Beğenmek ve çekim vardı başlangıçta. Söylenen ilk sözdeki heyecan, ilk buluşmalar için sözleşmelerin ardından olacak mı, gelecek mi gerginlikleri, korkulu
bekleyişler. Sevginin humusu.
Bir sevgiyi yavaşça ve özenle büyütmek gerekir. Bir sevgiyi doğurmak
gerekir, korkulardan, kuşkulardan, gerginliklerden doğurup arındırmak,
büyütmek.
İlk sözler, ilk bakışlar, ilk davranışlar... Neden hoşlanıyor, niçin hoşlanıyor? Okuyor mu, neyi okuyor? Sevdiği yemekler, sevdiği renkler, sevdiği kentler var mı? Önemli bir nokta da, çevresine nasıl bakıyor, bilmediği, tanımadığı insanlara? Bildiği, tanıdığı insanlara nasıl davranıyor? Önden, arkadan... Öfkesinin türü, kızmasının şiddeti... Kin duyar mı, öç duygusu var mı? Hoşgörüsü kaç ayar? Belleği, unutkanlığı? Hemen unutuverdiği, hiç unutmadığı, unutamadığı şeyler? Sesinin dalgaları... Saplantıları var
mı, alışkanlıkları? Gelip geçiciler, süreliler ve süreğen olanlar... Neye inanır,
neye inanmaz?
Yaşam sevinci yüzde kaç, yaşam kaçkınlığı var mı? Neden korkar, neden ürker, nelerden çekinir? Sevinçlerde, yaşamı bölüşmelerde bencil midir,
sencil midir? Kıskançlığını ele veriyor mu, ne durumlarda, hangi zamanlarda? Nedir kıskançlığının temeli? Tutkulanabiliyor mu, neye, ne zaman?
129
Ve yavaşça, özenle büyüyor sevgi. Büyüdükçe sencilleşiyor. Çünkü
onun veren cömertliği besliyor. Taşa kök salan ana direnci. Sevinç olsun istiyor, sevinç saçsın istiyor. Bu sevginin ağı sık dokunmuştur. Arasından toz
sızmaz. Tek boyutlu değildir, çok boyutludur, çünkü insan boyutludur. Duygu, düşünce, dayanışma boyutludur. Ateşle, tutkuyla, kıskançlıkla sınanmıştır. Bu sevgi çilekeş olmuştur, ama taze, yeğin, yoğun kuntlaşmıştır ve yumuşacık kalmayı bilmiştir.
İlk bakış, ilk söz, ilk buluşma emeklemeleriyle başlayan, artık yetişkin,
sınavlardan geçmiş, sınanmıştır. Büyümüştür. Öyle dallanıp budaklanmıştır ki, gölgeleri dünyaya yeter. O artık bir kaynak olmuştur. Yaşamın, yaşama sevincinin kaynağı, kendiliğinden… Doğuştan göze, bugün ırmaklar,
göller, denizler beslemektedir…)
*
O sana yaşam sevinciyle, neşesiyle, yaratan doğasıyla yaşamın gülücüklerinden bol bol pay verdi. Ama sen onun iyi bir müriti olmayı, her gün gülmeyi beceremedin. Yine de onun sevincinden, onun gülücüklerinden sana
bol bol pay düştü.
*
Gitti, aklının erdiğince, güzel bir demet çiçek yaptırdı. Çiçekçiye yeni
gelmişti çiçekler. Çiçekçi kadın onları yerleştirmeye çalışıyordu. İlk müşterisiydin. Bahçeden gelen paketleri açarak gösterdi çiçekleri.
Bu demet, adamın çiçek zevki, anlayışı ve becerisi değildi. Aslında gündelik işini yapan çiçekçi kadının da özel bir katkısı yoktu.
Bu, evdeki kadının düşlerinden çiçeklere ağan sevinç ve neşenin verdiği bir tazelik ve renk uyuşumuydu. Bu çiçekler, bu sabah bahçeden özel olarak onun için gelmişti. Sanki getirilmemişler, hayır, isteyerek, o kadının eline değmeyi, gözüyle görülmeyi, sesini işitmeyi isteyerek, kendileri gelmişti.
Adam çiçeklerle eve geldi. Kadın, merdivenlerden inerken, çiçekler kadına “Sen çok yaşa!“ deyip gülümsediler.
130
ROMAN
BEN ARANIYOR (1989; 1995)
...
Taksi, dolanık ışık yolları arasından gidiyordu. Kent, ıssız ve karanlık,
ışık çizgileri dışında. Hep böyle midir bu kent? Hep böyle ıssız ve ürkünç...
Öndeki dörtyol ağzında, mavi yanardönerli arabalar çıktı birden karşımıza.
“İlerde ne var, kaza mı?” diye sordum. Sürücü Recep, yangözle süzdü.
“Güvenlik kuvvetleri denetliyor”, dedi. “Artık bu saatten sonra sokakta dolaşan tekin insan değildir. Yurttaş çoluk çocuğuyla çoktan uykusundadır.”
“Öyleyse, bizi de mi durduracaklar? Tutuk, titrek ve alttandı sesim.
“Taksileri pek durdurmazlar. Bilirler, bir yerden aldığımız müşteriyi
evin, otelin kapısından içeriye salacağımızı. Uçaktan, trenden, otobüsten ya
da kapanma saatine kadar bir eğlence yerinden kalkamayan müşteriyi almış, evine gidiyoruzdur. Bilirler.”
Bilirler, derken arabayı iyice yavaşlattı, yürür gibi geçtik, dörtyol ağzını tutmuş mavi yanardönerli arabalar, onların içinde dışında duran güvenlik askerleri arasından. Bir güvenlik görevlisi, elindeki fosforlu kepçeyle, geç
git, diye işaret verince, Recep gaz verdi.
“Evde olunca, ben de öyle oluyorum. Yani kalkamıyorum televizyonun
karşısından. Bizim bu saatteki müşterilerimiz de ya yolcu, uzun yol yolcusu, ya da pavyoncu. Anlıyorum onları, kapanmadan kalkılmaz pavyondan.
Işıklı, kadınlı, içkili, çalgılı, eğlenceli bir dünyayı, kimse seni kovmadan bırakıp gidersen, dengenden kuşkulanırlar. Karanlığa, ıssızlık ve yalnızlığa, ya
da duvarları somurtan bir eve, yatıp zıbarmamışsa, yebani cadısı, suratından düşsen bin bir parça olacağın bir karının kapı ardında tetikte beklediği
eve. Benim karıdan böyle bir yakınmam yok, ama yıllar yılı karşımda o suratı göre göre yüksündüm doğrusu. İyi kadın, günden güne daha iyi, ama günden güne suratına daha da az bakılır. Onun da gençliği, güzelliği buruşup kırışıyor, sarkıyor, sallanıyor. Olmasa bile, gençliğine de güzelliğine de doyuluyor zamanla bir kadının. Erkeksen doyuyorsun, gözün dışarıya gidiyor...”
Anlatıyordu Recep, ama bundan sonraki sözler bir zincir akışı gibi kulaklarımda yalnız şıkırdıyor, uğulduyordu. Bir tek sözcüğü somut, ses, biçim, vurgu ve müzik olarak, tam anlamıyla algılayamıyordum.
Son algıladığım sözü, gençliğe de, güzelliğe de doyuluyor, sözü, içimdeki ve dışındaki körpe, duyarlı dünyayı alt üst etti, kargaşaya, kaosa döndürdü.
131
Gençliğe, güzelliğe doyulabiliyorsa bu yaşamda, kurmaya çalıştığım
dünya, kurulmadan yıkılmıştı bile. Nasıl doyulabilir böyle bir dünyada
gençliğe ve güzelliğe? Nasıl böyle bir dünyada, gençlik ve güzellik, biçime ve
görünüşe indirgenebilir?
Bıçkın bir sürücü işte, bıçkınlığı, duyarlılığın, düşüncenin önüne fırlamış, deyip geçebilir miyim? Bıçkının sözü tartılmaz, cakası ölçülmez. Yeniden algılamaya başladım Recep’in sözlerini:
“...askerler çıkıncaya kadar. Evde olunca, geçiyorum televizyonun karşsısına, askerlerle birlikte kapatıyoruz programı. Bazen uyukluyorum oturduğum yerde. İşitiyorum hep sesleri, bir şey anlamıyorum tabi. Bir gürültü patırdı olunca, uyukladığım yerde bir gözümü şöyle hafifçe aralıyorum,
bakıyorum bizim ahbap berdevam harekette, bir takım biçimler, silik, bulanık. Kapanıyor yine gözüm. Ama rapraplar başlayınca, isterse dokuzuncu
uykuda olayım, hemen uyanıveriyorum. Garip değil mi, istediği kadar uykum olsun, gözlerim açılıveriyor, uyku muyku pır uçmuş. Askerlere lâf yok,
programın en güzel yanı onlar. Onlar olmasa, halimiz duman. Huzuru dirliği onlar sağlıyor.”
Durdu birden, yandan dikizledi beni. Anlamlıydı bakışı. Kuşku katılmıştı bu anlama:
“Burdan değilsiniz galiba...” deyiverdi. Durumlardan habersizliğim ilk
şimdi dank etmişti.
“Bilmem”, dedim. “Burdan mıyım, değil miyim, bilmiyorum. Burdansam, saçma sapan sorular soruyorum, değil mi? Herkesin bildiği şeyler...
Ama burdan değilsem, şimdi burada ne arıyorum, değil mi?”
Bir gülüş patlattı ki, tam bıçkın işi.
“Kıyaksın be beyim...” dedi. “Kıyaksın, feylesof musun yoksa? Bizim
halkımız hepten feylesof zaten. İyi konuştun valla, naa mis gibi. Kusura bakma ama biraz da balkabağı gibi. Ne demek, burada değilsem, buradaysam?
Burası turist memleketi beyim, turist memleketi. Yani buraya gelen her turist buralı mı oluyor?”
“Bunu düşünmemiştim”, dedim, sustum. Susturuldum. Söyleyecek ne
kalmıştı?
Kulaklarımın ucundan kurşunlar vınlayarak geçti. Duvar kenarlarında
gölgeler kıpırdadı. Sokak aralığına, kapı kovuğuna sıvışanları gördüm. Ellerinde silah tutanlar vardı. Öyle aniydi ki her şey, olduğum yerde kıpırdamadan oturyor, görebildiğimce, dışardaki olayı izliyordum. Recep:
“Kes başını!” dedi. Eliyle başımı eğmeme yardım etti. Okkalıydı kocaman avucu. Sesler kesildi yine:
“Bunların kökü kazınmadan, huzura kavuşmaz bu memleket”, dedi.
“Sokağa çıkma yasağı falan vız geliyor bunlara, balyoz gibi beyinlerine inmezsen, temizleyemezsin. İster buralı ol beyim, ister olma, bak garajdan bu-
132
raya kadar bir yolda burayı öğrenmiş oldun. Burası işte şimdi böyle oldu.
Bizdik eskiden buranın kabadayıları, ama şimdi, eline silah alan it uğursuz,
kılsız tüysüz alikıran başkesen oldu, huzur rahat bırakmadı. Yurttaş canından bezdi, geceleyin değil, gündüz bile sokağa çıkamıyor. Onlara yasak ne
gerek, yurttaş zaten çıkmıyor artık. Sübyanını gündüz gözüyle anaokuluna
gönderemiyor. Bunlar canavar beyim, dünyanın görmediği canavar, kadın
kız, ihtiyar sübyan, bunlar hiçbir şey bilmiyor, tanımıyor. Bakma sen, benim gözüm kara. Ben özellikle gece çalışırım bu yüzden. Kimse artık çünkü
gece çalışmak istemiyor. Benim gibi geceleyin işe çıkanlar da, havaalanı, istasyon, pavyon, garaj yolcusu alır. Şehirden müşteri almaz kimse, çekinir.
Haklı olarak, it mi alacak, uğursuz mu, bilemez. Eskiden bizdik bu şehrin
ağası, beyi, kabadayısı. Şimdi artık silahlar sardı ortalığı. Ağalık, kabadayılık kalmadı. Diyeceksin ki, kabadayılıkta silah yok mudur? Ben de derim ki,
olmuştur beyim, olmuştur. Hak için, namus için bıçak çekmedik kabadayı
olmaz. Olmuştur... Tabancaya kulak asma, bıçaktır kabadayılığın simgesi.
Öldü ama, işte hepsi öldü. Nerde şimdi eski günler? Bir raconu vardı kabadayılığın, çarşılı, pazarlı, mahalleli saygıyla, sevgiyle selamlardı kabadayısını ve güvenirdi ona, zarar değil, yarar gelirdi mahalle sakinine, çarşı pazar
esnafına kendi kabadayısından. Şimdi hepsi kalleş katil, hepsi canavar cani,
eline silahı alan dan, dun, kime niçin yok...
Başını ağrıttım beyim, ama madem yenisin şimdi burda, bil bunları.
Belki eski günlerini bilirsin buraların, belki bilmezsin, ama yeni günlerini
bil, kalacaksan buralarda ona göre davran. Zaten geldik işte yerimize, haydi
sana selamet, bana eyvallah...”
Anlattıklarının benim için ilginç ve yararlı olduğunu, söyledim. İyi geceler diyerek indim.
“Sen kapıdan girinceye kadar bekliyorum. Merak etme, beyim, haydi
güle güle”, dedi.
...
133
TİYATRO

Ferhat’ın Yeni Acıları
III. Sahne
(Volkart galeride çalışıyor. İskeleye çıkıyor, iskeleden inip, ikili merdivene çıkıyor, elinde boya kutusu, fırça, gözüne ilişen eksikleri gideriyor, değişik
işler yapıyor... Gözden kaçmış bir lekenin üzerinden boya geçerken bile, sanki
bir kitap resmi yapıyormuş gibi, dikkatini yoğunlaştırıyor, büyük bir özenle iş
görüyor. Böyle yoğunlaşınca, ya ıslıkla ya da mırıldanarak bir ezgiyi söylüyor.
Bir süre sonra elinde kitap çantası Şirin galeriye giriyor sessizce. Volkart, arkası dönük ve kendinden geçmiş çalıştığı için, Şirin’in ayırdına varmıyor. Şirin
de, Volkart’ın bir ezgiyi mırıldanarak çalıştığını görünce, sesiz duruyor ve yüzünde gülümseyen bir aydınlık, Volkart’ı izliyor. Volkart bir süre sonra bulunduğu yerdeki işi bitirince, inmek için dönüyor ve Şirin’le göz göze geliyor. Olduğu yerde çakılı kalıyor. Bir süre sessiz, ama bakışları birbirinin derinine işleyerek duruyor.)
VOLKART : Şi-rin...
ŞİRİN : Volkart?..
VOLKART : Dilim tutuldu... Beni bağışlayın... Mehlika’nın söyleyemediği kadar güzelsiniz. Yalnız Mehlika değil, bu güzelliği kimse söyleyemez.
Kimsenin dili yetmez buna.
ŞİRİN : Mehlika, bana da sizinle ilgili olarak, Volkart, dedi yalnızca...
Adı Volkart, dedi... Ressam, dedi... İyi bir kişi, dedi.
VOLKART : Daha ne desin? Belki de haketmediğim şeyler söylemiş.
Beni yeterince tanımıyor.
ŞİRİN : Ya ben sizi görür görmez tanıdığımı söylersem?.. Hatta görmeden. Dönmüş çalışıyordunuz... Sevdiğim bir ezgiyi mırıldanıyordunuz... Bir
süre durdum ve sizi izledim... Yüzünüzü görmeden tanıdım sizi... Bildim,
kim olduğunuzu. Yüz yüze gelince de, içi görünen bir sırça gibi, bakışlarım
içinize işledi.
VOLKART : Beni de aynı itirafta bulunmaya zorluyorsunuz. Günlerce
birlikte çalıştık, Mehlika’yı hâlâ, şu bir an içinde sizi tanıdığım kadar bilmiyorum. Bunun bir adı olmalı.
ŞİRİN : Bunun şarkı adı gibi bir adı olmalı.
VOLKART : Sizi bambaşka düşlüyordum...
ŞİRİN : Nasıl?
VOLKART : Mehlika’nın anlattıklarını biraz anne abartısı sanmıştım... Kuzgun annesi... Yine güzel bir kız bekliyordum, ama Mehlika’nın sizi
134
abartması mümkün değil!
ŞİRİN : Sizi arkadan izlerken, garip bir şey duyumsadım, içim ürperdi.
Duvarda bir yeri boyuyordunuz, ama sanki parmaklarınız gönlüme en ince
bir nakışı işliyordu. Ah, daldık... Sahi, Mehlika yok mu?
VOLKART : Mehlika, biraz dışarıya çıktı, bir iş için. Neredeyse gelir.
Siz, annenize Mehlika mı diyorsunuz?
ŞİRİN : Evet, evde baba olmayınca, biz iki arkadaş gibi olduk. Hiç anne
demedim ona. Hep Mehlika... Sanki annem de yokmuş gibi bir duygu geliyor bazen içime. Ama Mehlika hepsinin yerine geçiyor... En güzel anne, en
iyi baba ve eşsiz bir arkadaş, bulunmaz bir dost...
VOLKART : Bu bağda bana bir yer kalmıyor.
ŞİRİN : Mehlika benim için her şey, ama bir bağın yerini almıyor. Bunu
bilmiyordum, yüreğim neşterlenmiş gibi anladım şimdi.
MEHLİKA : (Elleri paketlerle dolu gelir. Neşe doludur. Volkart, kapıya seğirtip, Mahlika’nın elinden yüklerini alır. Şirin’i yanaklarından öper. Sonra
Volkart’ı da aynı biçimde öperken, Şirin bu durumu tuhaf olarak izler.)
Sahi, Volkart, seni bu sabah gördüğümü bile unuttum. İki saatlik alışveriş sanki bana senden bir yıl ayrılmışım gibi geldi. Ama sabah saatleri çarşının rahat saatleri. Galerinin açılışı için çok güzel şeyler aldım. Gördüğüm
kadarıyla sizi benim tanıştırmama gerek kalmamış.
VOLKART : Böyle olduğu daha iyi... Şirin’i görünce, elimin ayağımın ve
dilimin nasıl tutulduğunu görmemiş oldun...
MEHLİKA : (Duralar, yüzü donuksar.)
O zaman gerçekten iyi olmuş, karşılaşmanızı görmemem.
ŞİRİN : Sen Volkart deyince, hiç aldırmamıştım bile.
MEHLİKA : (Şaşkınlığı daha büyür önce. Sonra birden toplanır. Sezgilerini kovmak isteyen bir telaşla.)
Ne kadar iyi, çocuklar... Buna çok sevindim. Şirin, ya Volkart’a tepki
duyarsa, diye düşünüyordum...
ŞİRİN : Senin tahmin etmediğim tepkiler duyuyorum içimde...
VOLKART : Bu galeri gerçekten bütün yaşamımı değiştiriyor. Yepyeni, çok güzel bir dönüm noktasındayım yaşamımın. Ama bunu, ancak şimdi Şirin’i görünce anladım.
MEHLİKA : (Şaşkın.)
Ne o çocuklar? Siz yılların ahbabı gibi konuşuyorsunuz...
ŞİRİN : Ayların, yılların ahbaplarına duymadığım duygular, ürpertiler
dolduruyor içimi...
MEHLİKA : Yorgunsun galiba... Okul yormuştur, istersen, sen eve git,
dinlen biraz...
ŞİRİN : Bu kadar dinç ve hafif anımsamıyorum kendimi... İçim içime
sığmıyor.
135
VOLKART : Ben de... Kendi halimde çalışıyordum, her günkü
gibi... Ama bugün, yaşamımda günlerin tacı bir gün...
MEHLİKA : (Eli, ayağı, dili dolanır Mehlika’nın şaşkınlıktan ve üstüne bir ağırlık çöker. Volkart’ı bir kadın zorla elinden alıyormuş gibi yüreği daralır. Ama açık vermek istemez.)
Öyleyse, işbaşına çocuklar. Daha yapılacak dünya kadar iş var. Ve
galerinin açılış günü kapıya dayandı. Çağrılar çıktı, ertelemek olanaksız. Nefis bir açılış olmasını istiyorum. Çünkü, biliyorsunuz, nasıl başlarsa, öyle gider...
VOLKART – ŞİRİN : Sen hiç merak etme...
(Koro gibi birlikte konuşmaları üzerine gülüşürler.)
MEHLİKA : Bu uyumunuz ürkütüyor beni, çocuklar... Birbirinizi
görür görmez, böylesine bir karşılıklı ilgi doğal mı?
ŞİRİN : Uyum, güzelliktir...
VOLKART : Uyum mutluluktur...
MEHLİKA : Daha dün akşama kadar Şirin’den haberin yoktu...
VOLKART : Biraz daha düşünürsem bunu, yazgıya inanacağım...
ŞİRİN : İster yazgı, ister kurgu... Yaşam galiba bir puzzle oyunu...
Birbirine uyan taşların yerleştirilerek, yaşam resminin ortaya çıkması...
MEHLİKA : Bir fiske senin puzzle oyununa!.. Felsefeye dalarsak, galeriyi açmak için, Epikür’ü mezarından getirmemiz gerekecek... Haydi çocuklar işe!
VOLKART : Daha birkaç yerin üzerinden fırça geçtim mi, boya işi tamam...
ŞİRİN : (Şakacı.)
Ben sana boya kutusunu tutarım...
MEHLİKA : (Tatlı sert.)
Haydi bakalım, sen arkaya... Burada sana göre iş yok şimdi...
ŞİRİN : (Şakayla karışık mızmızlanır.)
Aaa...
MEHLİKA : (Getirdiği paketleri Şirin’in eline tutturur, bir bölümünü de
kendisi alır.)
Yürü bakalım...
(Şirin arka kapıdan çıkar. Volkart, başlangıçtaki sevgi ezgisi dudaklarında, boya kovası ve fırça elinde, merdivene çıkmaya başlar. Mehlika elindeki paketlerle donakalır. Kendi kendine mırıldanır.)
Şirin... Ben... Birbirimize rakip iki kadın? Aynı erkek...
(Volkart’a bakar.)
Olamaz!.. Olmamalı!..
(Mehlika da arka kapıdan çıkar.)
136
(Ferhat’ın Yeni Acıları 1992/93 oyun döneminde Devlet Tiyatroları eski
Genel Müdürü Prof. Raik Alnıaçık yönetiminde İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda
sahnelendi. Aynı dönem oynanan en iy oyun ödülü olarak İsmet Küntay Ödülünü aldı.)
137
ÇEVİRİ
Cadı Mutfağı
(Alçak bir ocakta, ateşin üstünde büyük bir kazan duruyor. İçinden yükselen buharda çeşitli görüntüler canlanır. Kazanın yanında uzunkuyruklulardan erkek bir maymun oturmakta, kazanı köpürterek, taşmamasına dikkat etmektedir.Uzunkuyruk dişi maymun yavrularıyla ocağın yanında oturup ısınmaktadır. Duvarlar ve tavan en garip cadı eşyalarıyla donanmıştır.)
Faust. Mephistopheles.
FAUST. Bana ters geliyor bu çılgın büyü işi!
Söz veriyor musun, iyileştirir beni bu kişi
Bu kudurtu karmaşasından?
Bir kocakarıdan mı çare umuyorum?
Ve bu pasaklı kazandan
Otuz yılı uzaklaştırmasını bekliyorum?
Vay halime, bütün bildiğin buysa!
Umudumu yitirdim ben hem.
Doğa ya da gerçek bir kafa oysa,
Bulamadı mı bir merhem?
MEPHİSTOPHELES. Dostum, yine konuşuyorsun aklınla!
Seni gençleştirmek için, doğal bir ilaç da var;
Yalnız o başka bir kitapta,
Hem de tuhaf bir babta çıkar.
FAUST. Bilmek isterim.
MEPHİSTOPHELES. Peki! Gerek olmadan paraya
Ve hekime ve de büyüye bir ilaç:
Çık hemen dışarı tarlaya,
Kaz çapala tepe yamaç,
Tut kendini ve zihnini
Daracık bir ufukta,
Beslen tekil gıdayla,
Hayvanla hayvan gibi yaşa ve sayma tecavüz,
Biçtiğin tarlayı kendi fışkınla gübrelemeyi;
Bu en iyi ilaç yüzde yüz!
Seksene dek genç kalmanın güveni.
FAUST. Ben buna alışkın değilim, katlanamam,
Küreği elime alamam,
138
Sığ yaşam bana göre değil.
MEPHİTOPHELES. Öyleyse, cadıdan başkasını aklından sil.
Hayvanları görerek.
Ne sevimli bir cins, bak!
Bu hizmetçi kız, bu uşak!
Hayvanlara.
Anlaşılan evde yok hanım?
HAYVANLAR. Yemekte canım,
Evden çıktı
Bacadan uçtu!
MEPHİSTOPHELES. Ne kadar uçuşur acaba?
HAYVANLAR. Ayaklarımızı ısıtıncaya.
MEHİSTOPHELES. Faust’a.
Ne kadar nazik hayvanlar, değil mi?
FAUST. Görmedim, bu denli saçma sapan bir şey!
MEPHİSTOPHELES. Yok, işte bunun gibi
Bir tartışma benim de en sevdiğim şey.
ERKEK UZUNKUYRUK. Yanaşıp, Mephistopheles’e yağ çeker.
Salla zarı hadi,
Zengin et beni,
Bırak üteyim!
Halim iyi değil,
Param olsa bil,
Gelir keyfim.
MEPHİSTOPHELES. Ne kadar mutlu olacak maymun,
Doldurabilse lotoda bir kolon!
Bu arada yavru uzunkuyruk maymunlar bir topla oynayıp, öne doğru yuvarlar.
ERKEK UZUNKUYRUK. Dünya böyle;
Kalka düşe
Durma döner;
Tınılar cam gibi;
Kırılırsa eğer?
Boştur içi.
Burda çok parlak,
Burda daha da ışıldak:
“Ben canlıyım!”
Sevgili oğul,
Burdan savul!
Sen öleceksin!
O balçıktan yapma
139
Olur paramparça.
MEPHİSTOPHELES. Ne ola bu kevgir?
ERKEK UZUNKUYRUK. Tutup indirir.
Bilirdim zahir,
Hırsız olsaydın.
Dişi uzunkuyruğa koşar ve ona baktırır.
Bak işte kevgir!
Hırsızı bildin zahir,
Söyleyemez misin?
MEPHİSTOPHELES. Ateşe yaklaşarak.
Ya bu tencere?
ERKEK VE DİŞİ UZUNKUYRUK.
Ahmak tetere!
Bilmez nedir tencere,
Bilmez nedir kazan!
MEPHİSTOPHELES. Kaba hayvan!
ERKEK UZUNKUYRUK. Yapış şu kuyruğa
Otur koltuğa!
Mephistopheles’i zorla oturtur.
FAUST. Bu arada bir aynanın önünde durarak, aynaya bir yaklaşır bir
uzaklaşır.
Ne görüyorum, ne görkemli bir resim
Gösteriyor bu sihirli ayna!
Ey aşk, en hızlı kanadını isterim,
Götür beni onun diyarına.
Ah, burda durmayıp,
Yaklaşsam cesaretle,
Görebiliyorum onu sanki siste! –
En güzel resmini bir dişinin!
Olası mı, böyle güzel mi bu kadın?
Sereserpe uzanmış gövdede
Görüyor muyum timsalini bütün göklerin?
Olur muymuş böyle bir şey yeryüzünde?
MEPHİSTOPHELES. Doğal, bir Tanrı uğraşırsa altı gün,
Demek için kendine sonunda aferin,
Bir şeye benzemeli gözünde.
Bu defalık doyasıya bak;
Böyle bir sevgili bulabilirim sana,
Ve ne mutludur onu alacak
Damadın adına!
Faust durmadan aynaya bakar. Mephistopheles, koltukta kaykılıp kuy-
140
rukla oynayarak, konuşmayı sürdürür.
Oturuyorum şurda tahta kurulmuş kral gibi,
Asam elimde, taç kaldı bir tek eksiği.
HAYVANLAR. Şimdi çeşit çeşit ve karmakarışık hareketler yaptıktan sonra, büyük bir bağrış çağrış içinde Mephistopheles’e kırık bir taç getirirler.
Haydi gel beri,
Al kanı teri
Tacı yapıştır!
Taçla dikkatsizce oynarken, ikiye parçalarlar ve onlarla çevrede zıplayıp
dururlar.
İşte bak n’oldu!
Gördü konuştu,
Sözümüz uyaktır.
FAUST. Aynaya karşı.
Eyvah! oynatacağım aklımı.
MEPHİSTOPHELES. Hayvanları göstererek.
Nerdeyse benim de başım dönecek.
HAYVANLAR. Bunu becerirsek,
Uygunsa olup bitecek,
Bunlar düşüncelerdir.
FAUST. Yukardaki gibi.
Yanıyor böğrüm.
Uzaklaşalım burdan çabuk!
MEPHİSTOPHELES. Yukardaki durumda.
Hiç değilse, kabul et, iki gözüm,
Doğru dürüst şair bu mahluk.
Dişi uzunkuyruk bu arada dikkat etmediği için, kazan taşmaya başlar;
bacayı sarıp dışarıya uzanan büyük bir yalım oluşur. Cadı korkunç çığlıklar
atarak, yalımın içinden aşağıya kayıp gelir.
CADI. Of! Of! Of! Of kız!
Kargışlı hayvan! Adı batasıca domuz!
Kazanı unutur, kadını haşlarsın, huysuz!
Yere batasıca hayvan!
Faust ile Mephistopheles’i görür.
Burda ne bu yaban?
Siz kimsiniz ulan?
Ne istiyorsunuz?
Kim böyle içeri dalan?
Cayır cayır ateşte
Dönün iskelete!
Köpük kepçesini kazana daldırıp, Faust’a, Mephistopheles’e ve hayvanla-
141
ra yalımlar sıçratır. Hayvanlar inilder.
MEPHİSTOPHELES. Elinde tuttuğu kuyruğu, çevirip, camların, çanakların dibine vurur.
Paramparça! Paramparça!
Yerlerde çorba,
Orda işte cam,
Bu da benim şakam,
Leş karı, bu makam,
Ezgine arka!
Cadı, gazap ve azap içinde geri çekilirken, Mephistopheles devam eder.
Bildin mi beni, gulyabani, pis iskelet!
Bildin mi ağanı ve ustanı?
Beni tutan mı var, vurup meret,
Paralayayım seni ve maymun ruhlarını!
Kızıl abaya saygın yok mu artık?
Tanımıyor musun horoz teleğini?
Gizledim mi bu suratı, asık?
Yoksa ben mi takdim edeyim kendimi?
CADI. Oh, bey, bağışlayın bu kabalığı!
Görmüyorum da toynağı.
İki karganız nerde?
MEPHİSTOPHELES. Bu kez kurtuldun say;
Gerçekten geçti epey ay,
Görüşmeyeli seninle.
Ayrıca uygar dünya
Uzandı ta şeytana.
Kuzey fantomu görülmez oldu,
Hani boynuzlar, kuyruk ve pençeler görünüyor
mu?
Vazgeçemeyeceğim ayağa gelince,
O, insan içinde işime gelmez;
Bu yüzden, bir çok genç adam gibi benim de,
Bacaklarım yıllardır takma ayakla mücehhez.
CADI. Dans ederek.
Usumu yitireceğim nerdeyse,
Soylu İblis’i mi görüyorum burda yine!
MEPHİSTOPHELES. O adı duymayayım, cadı.
CADI. Neden? Size ne yaptı?
MEPHİSTOPHELES. Çoktan masal kitabına yazıldı;
Yalnız insanlara bunun bir yararı yok,
Kötüden kurtuldular, ama kötüler kaldı.
142
Bana bay baron, dersen, iyi olur;
Bir beyim ben de, bütün beyler gibi
Umarım, soylu kanımdan kuşkun yoktur;
Bak işte, bu arma gösterir asaletimi.
Terbiyesiz el kol hareketleri yapar.
CADI. Ölçüsüz güler.
Hah! Hah! Tam size göre!
Muzipin tekisiniz, hep öyle!
MEPHİSTOPHELES. Faust’a.
Dostum, bunu iyi anla!
Böyle yapılır cadılarla.
CADI. Söyleyin bakalım, beyler, ne var, ne yok?
MEPHİSTOPHELES. O bilinen sudan dolu bir bardak!
Ama yıllanmışından olsun;
Yıllar onun gücünü katlayacak.
CADI. Seve seve! İşte, burda bir şişe,
Zaman zaman ben de alırım dişe,
En ufak bir kokusu yoktur;
Size vereyim kadehte biraz.
Alçak sesle.
Yalnız hazırlıksız içerse, şifayı bulur,
Bir saat bile, biliyorsunuz, yaşamaz.
MEPHİSTOPHELES. İyi bir arkadaşa yarayacak;
Mutfağındaki en iyisi ona uygun.
Çiz daireni, konuş bir afsun,
Ve doldur ona bir çanak!
CADI. Tuhaf hareketlerle bir daire çizip, içine şaşılacak şeyler koyar;
bu arada camlar şıngırdamaya, kazan tınlamaya başlayarak, müzik yapar. En
sonunda büyük bir kitap getirir, uzunkuyruk maymunları dairenin içine sokar, bunlar kürsü hizmeti görürler ve ışıldağı tutarlar. Faust’u işaretle yanına
çağırır.
FAUST. Mephistopheles’e.
Yok! Söyle bana, ne oluyor bunlar?
Çılgın şeyler, kudurgan hareketler,
En rezil aldatmaca,
Hepsi malum, hepsi saçma.
MEPHİSTOPHELES. Ay, hepsi gülüt! Yalnız gülmek için;
Bu denli katı adam olma hele,
Hekim olarak abrakadabra desin,
İçit sana yarasın diye.
Faust’u daireye girmeye zorlar.
143
CADI. Ateşli ateşli kitaptan yüksek sesle söylemeye başlar:
Anlaman gerek!
Biri on edek,
Ve ikiyi ek,
Üçü yap dengin,
Olursun zengin.
Yitir dördü,
Beşle altı,
Diyor cadı,
Ola yedi ve sekiz,
Tamamdır işimiz:
Dokuz eşittir bir,
On hiçe eşittir,
Cadı kerratı böyle bir iştir!
FAUST. Sanırım, havaleye tutuldu kocakarı.
MEPHİSTOPHELES. Bu daha işin başı,
Ben biliyorum, bütün kitap böyle;
Bu yüzden çok vaktim yitti,
Zira böyle saltık çelişkiyle
Ne akıllı baş eder, ne deli.
Dostum, bu sanat hem eski, hem yeni.
Bütün çağlarda hesap aynıdır,
Üçle bir, birle üç diye diye
Gerçek yerine yanılgı yayılır.
Anlatılır öğretilir böyle rahatça!
Deliyle kim uğraşır?
İnsan bir lâf duyunca,
Bunda bir düşünce var sanır.
CADI. Devam eder.
Yüksek kudreti
Bilimin gizli,
Bütün dünyadan!
Kim ki düşünmez,
Ondan esirgenmez,
Onundur tasalanmadan.
FAUST. Ne saçmalayıp duruyor bu?
Nerdeyse kafam çatlayacak.
Sanki işitiyorum bütün bir koroyu,
Yüz bin deli bağrışarak.
MEPHİSTOPHELES. Yeter, yeter, ey yetkin Sibil!
Ver artık içitini ve doldur sebil
144
Ağzına dek çanağı;
Dostuma zarar vermez bu içit:
Dayanıklı adamdır bu sabit,
Çok indirmiştir iyi bir yudumu aşağı.
Cadı, bir çok törensel hareketle içiti bir çanağa doldurur; Faust, bunu ağzına değdirir değdirmez, hafif bir yalım çıkar.
MEPHİSTOPHELES. Taze taze iç! Durma indir aşağı!
Gönlünü gönendirecektir hemen.
Oldun mu bir kez şeytanla içli dışlı,
Yalımdan mı çekineceksin sen?
Cadı daireyi çözer; Faust dışarıya çıkar.
MEPHİSTOPHELES. Haydi artık dışarı! Durmak yok artık.
CADI. İçtiğiniz yudum yarasın!
MEPHİSTOPHELES. Cadıya.
Sen de benden dilersen bir arkalık,
Bunu bana yalnız cadılar bayramında söylersin.
CADI. Bir de şu şarkı! Arada bir söylerseniz,
Çok özel etkisini görürsünüz.
MEPHİSTOPHELES. Faust’a.
Çabuk gel, sana kılavuz olayım,
Senin bir iyi terlemen gerek,
İçine dışına işlesin kuvvet.
Soylu avareliği öğretirim sonra,
Derinden duyarsın ne zevkli macera,
Aşk tanrısının uyanması, arada bir afet.
FAUST. Tez aynaya bakayım şimdi!
Kadının görünümü pek güzeldi!
MEHİSTOPHELES. Yok! Yok! Bütün kadınların örneğini
Yakında göreceksin kanlı canlı karşında.
Alçak sesle.
Görürsün, bu içitle gövdende,
Her kadında bir Helene.
145
BERTOLT BRECHT
Sürgünün Süresi Üzerine Düşünceler
I
Bir çivi çakma duvara
İskemleye savur ceketi!
Üç günün telaşı niye?
Yarın gidersin buradan.
Bırak sulama fidanı!
Neye yarar bir ağaç daha?
O daha boy atmadan
Neşeyle gidersin buradan.
İndir kasketini, insanlar geçerken!
Neye yarar yabanın dili?
Seni sılaya çağıran haber
Anadilinde, anadilinde.
Tavandan dökülen sıvalar gibi
(Bırak dökülsün!)
Çürür zulmün engeli
Sınırda dikili duran
Hakka karşı, hakka karşı.
146
II
Duvara çaktığın çiviye bak:
Ne zaman döneceksin acaba?
İnandığın şeyi bilmek ister misin?
Günden güne
Özgürlük için uğraşıyorsun
Oturmuş odanda yazıyorsun.
İşinin üzerine düşünceni bilmek ister misin?
Bak kova kova su taşıdığın,
Avlunun köşesindeki kestane fidanına.
147
ÇAY KÖKÜNDEN ÇİN İŞİ
ARSLAN ÜZERİNE
Kötüler korkuyor pençenden.
İyiler göneniyor alımınla.
Böyle şeyler
İşitmek isterdim
Şiirim Üzerine.
148
RAİNER MARİA RİLKE
Güz Günü
Tanrım: vakit geldi. Yaz öyle büyüktü.
Ser gölgeni güneş saatlerine,
ve sal rüzgârlarını kırlar üstü.
Emret dolgun olsun son yemiş;
onlara birkaç güney günü daha sun,
sür onları tam erginliğe ve olsun
en son tat da ağır şaraba sinmiş.
Kimin yuvası yoksa şimdi, artık kuramaz.
Kim şimdi yalnızsa, hep öyle kalacak,
uyanacak, okuyacak, uzun mektuplar yazacak
ve hıyabanlarda oraya buraya huzursuz
yapraklar sürgün verirken dolanacak.
149
Anı
Ve bekliyorsun, o tek şey gelsin,
senin yaşamını sonsuz çoğaltsın diye;
o kudretli, o ayrıksı,
taşların uyanması,
derinlikler, sana dönen.
Kitap rafında ağarıyor
altın ve kahverengi ciltler;
ve düşünüyorsun geçilen ülkeleri,
resimleri, giysilerini
tekrar kaybolan kadınların.
Ve biliyorsun birdenbire: hepsi buydu.
Kalkıyorsun ve karşında duruyor
Geçmiş yıllardan birinin korkusu
Ve görünümü ve duası.
(İmgeler Kitabı. Cem Yayınevi, 2009)
150
151
Necati Tosuner
Yüksel Pazarkaya:
Ben Aranıyor‘da Benlik Arayışının Serüvenini Yazdım
Sevgili Yüksel, Almanya‘nın ilk kurbanlarından sayılırsın. Daha 17 yaşındayken‚ Almanyalı‘ oldun. Kimya öğrenimi gördün, edebi bilimler
doktoran var. Seçkin ve etkili iyiliklerin oldu Türkler için. Şiir yazdın,
öykü, roman, tiyatro, çocuk yazını dallarında ürünler verdin. Radyo,
televizyon ve yazılı basın gazeteciliğin var. Türkiye‘ye gelirken, şimdi
dönerken neler duyumsadın?
Türkiye bana hiçbir zaman uzak olmadı, uzunca süreler uzak kalışlarım olsa bile. Ayrıca, Avrupa‘nın orta yerindeki yaklaşık iki milyonluk Türk
de ayrı bir Türkiye oluşturuyor. Yabancı bir dil ve kültür ortamında bile, her
zaman en yoğun biçimde Türkçenin içinde yaşadım. Bu açıdan Türkiye‘ye
gelip gitmeler her yönden bir tazelenme, arınma, depoyu yakıtla doldurma
oluyor benim için. Bu yüzden, sıkça gelip gitmek için, elime geçen her olanağı kullanıyorum. Haziran ve temmuzdaki bu uzunca kalıştan sonra, ağustos ortası, eylül başı, ekim sonu ve kasımda İstanbul kitap fuarı derken, bu
yıl içinde sağlık olursa daha birkaç kez gelip gideceğim. Bir de dünyanın
yıldan yıla ne denli hareket yeteneği kazandığını düşünürsek, ben kendimi
Türkiye‘nin dışında görmüyorum doğallıkla.
Sıla, hep çevresinde dolandığın bir sözcük yazdıklarında, çünkü...
Çağımızda sıla ve ikiz kavramı gurbet yeni boyutlar kazandı. Elbette bir
coğrafya olarak dolanmıyorum sılanın çevresinde ve elbette benim gurbetim, örneğin Almanya‘nın coğrafyası değil. 1979 yılında çıkan şiir kitabımın
adında söylediğim gibi, incindiğin yerdir gurbet ve haklarınla, özgürlüklerinle, dostlarınla, arkadaşlarınla gönendiğin yerdir sıla. Sılanın da, gurbetin de
coğrafyası olamaz bu tanımlamaya göre. Burada, ilk soruna bir dönüş yapmak istiyorum kısaca. Bu gelişler beni tazelediği kadar, ülkemizdeki insanların kendi coğrafyalarında ne denli gurbette olduklarını da gösteriyor bana,
kendi tanımlamama göre.
Sence nedir yazmak; yazıyor, yazabiliyor olmak?
Yazmayı ben sanat olarak görüyorum, öyle yapıyorum. Dille yapılan
bir sanat, yapıtaşları sözcükler olan binalar kurmak, elbette o yapıtaşlarının
ses özellikleri var, anıştırmaları, çağrıştırmaları, yerine koymaları, resmetmeleri, görünümleri, en son olarak da doğrudan anlamları, yerine geçtikleri nen. Salt bu sonuncusu için sanat yapmaya gerek yok doğallıkla. Yani yazıyorsam, bildiri dağıtmak için değil, reçete vermek için hiç değil, kullanım
152
Almanca hazırladığı Nasrettin Hoca müzikli oyununda Pazarkaya Nasrettin Hoca rolünde,
eşi ise Hocanın karısı (1966).
Stuttgart Üniversitesi Tiyatrosu tarafından sahnelenen Pazarkaya’nın “Ohne Bahnhof”
oyunundan bir sahne (1967).
153
Behçet Necatigil ile
Stuttgart’taki evin
balkonunda (1972
yazı).
tarifesi, ya da yemek tarifesi değil. Doğada, fizikte olanla, bireyde, toplum
yaşamında, siyasette olana karşı, dilin yapıtaşlarıyla, insanı öbür varlık ve
yaratıklardan ayıran niteliklerinden biriyle, doğa ve fizik dışı, birey gerçeği ve toplum gerçeği, siyasi gerçek denilen durumlar dışı, olmayan ya da olduğunu bilmediğimiz dünya, durum, yapı tasarımları, düşlemleri, kurguları
amaç. Bunun da yine dilin bilineninden yola çıkıp daha az bilinen, giderek
bilinmeyen çeşitlemeleriyle olmasını sağlamak. Anlaşılmazlık değil, kapalılık değil söylemek istediğim; okura coşku, heyecan, tat vermek; onu kurguyla ve kurguda etkinleştirmek... Uzatmayayım, yazmayı ben yaratmak olarak
değil, yapmak olarak görürüm. Çünkü Tanrı ya da doğa yaratır, insan yapar,
kurar. Öbür sanat dalları için de aynısını düşünüyorum.
Türkçe yazıyorsun, oysa yeterli Almancan var, bu konuya biraz değinelim. Çıkardığın derginin adı gibi: Anadil.
Yazma üzerine söylediklerimle doğrudan bağlantılı bu. Yazmak sanat
yapmaksa, insanın kök salmadığı, dal budak salmadığı bir dilde yapılamaz
bu sanat görüşündeyim. Ya da iyi yapılamaz. Benim kök saldığım, dal budak verdiğim, çiçek açtığım dil Türkçe, anadilim. Evet, Almanca da ister istemez, bir ikinci anadil gibi oldu, ama yalnızca gibi ve bir ikinci... Yazmıyor
154
Frankfurt Kitap Fuarı’nda Adnan Binyazar ile (1979).
Berlin Yazarlar Kitapçısı’nda “Anadil” dergisinin tanıtım toplantısı öncesi (Hakkı Keskin,
Yüksel Pazarkaya, Güney Dal, Aras Ören, Aralık 1980).
155
Gülten Akın, Tezer Özlü, İnci Pazarkaya ve Demir Özlü ile (Berlin, 1980).
NDR Televizyonu’nun geleneksel talkshow’unda konuşmacı olarak Yüksel Pazarkaya
(Bremen, 1980).
156
değil, yazıyorum Almanca da, gazete yazıları, bilimsel dilleri, meta dilleri,
Almanca öğrenimlerde edindiğim için, eleştiri, araştırma, inceleme yazıları,
bazı denemeleri, tanıtmaları ve kırk yılda bir rastgelirse, diyelim bir dize dilimin ucuna inatla Almanca takılırsa, neden olmasın... Bir de çeviri işi var.
Çeviri de kendi özgünlüğü olan bir sanat, ama varolan aslıyla arayıp bulmayı, araştırmayı, dolayısıyla binayı kurmayı tasarım olarak sunuyor, kolaylaştırmasa bile. Yine de Türkiye‘de yerleşsem, daha çok Türkiye‘de yaşasam,
herhalde Türkçeden Almancaya çeviri yapmam.
Bugün, uzaktan bir bakışla Türkiye‘deki yazılanla ilgili görüşlerin nedir?
Türkiye‘deki yazılana yakından, iyi bir okur olarak bakmaya çalışıyorum. Yasak dendi, kâğıt fiyatları dendi, Anadolu dağıtımı dendi, Türkiye‘de
yazmak kör hatlara itildi son on yıl içinde. Bu kör hattan kurtuluş kolay değil, özellikle her koyunu kendi bacağından asarak kolay değil. Bu yüzden,
çok batmalar oldu. Yazmak, dağıtmak, okura, eleştirmene varmak çok güç
oldu. Yayıncılar, yazarlar çıkış yolları aradılar, arıyorlar. Kulüptü, paketti,
taksitti, şenlikti, imza günüydü derken, çark yavaş yavaş dönüyor. Ama nerde Anadolu‘da eskiden var olan küçük kitapçılar, dağıtımcılar neredeler? Sayıları binlerle verilen öğretmen okurlar, memur okurlar, öğretmen okurların önerisiyle okuyan öğrenci okurlar neredeler? Büyük kentlerde bile kitaba para yetmiyor bu kesimlerde.
Bir ülkeye çok kötülük edebilirsiniz, ama iyi kötü var olan yazmayayımlama-dağıtma-okuma altyapısını çökerttiniz mi, zaten yüksek olmayan okuma oranını dondurttunuz mu, bundan daha büyük kötülük edemezsiniz. Fetihler bugün biraz böyle oluyor artık.
Bir de yıllardır çok satanlara bakınca, bu şimdi çok satanların (çok okunanların demiyorum), yaklaşık on yıl öncesine kadar çok yayınlanan, çok
satılan nelerin yerine geçtiğini düşünürseniz, ülkeniz ve insanınız adına yüreğiniz burkulmazsa, yürek de kalmamış demektir. Yazında arabeski düşünemezdim, oldu. Ama baskı ve güdümlerle bir yere varılamaz. Baskı ve güdüm yapılarının çöküş sürecini de yaşıyoruz bir süredir özellikle Avrupa‘da.
Bu yüzden, olan için biraz kötümserim, ama gelen için karamsar değilim.
Sevgili Necati, belki bu soruyu sorarken, başka bir içerik düşündün sen,
ama yanıt elimde olmadan böyle oldu. Nitelik açısından bakınca, belki bu
söylediklerimden yalıtılamaz nitelik boyutu da. Türk şiiri, kanımca, seksen
kuşağında, yetmiş kuşağında da olduğu gibi, kırk, elli, altmış kuşağına göre,
sanki bir duraklama dönemi yaşıyor; genç öykü sanki bir arayış içinde, ama
romanda iyimser olabiliriz, belki de romanımızın geçmişinde şiir ve öyküdeki doruklara pek erişilememiş olmasından. Başka genç adlar da var, ama
Orhan Pamuk romanda okuru, benim gibi bir okuru, gönendiren bir ad.
Dünya nasıl bakar, ne der, bence bu ikincil bir soru. Bilinçli yapıyorsa, ben
157
Stuttgart’taki evinde Zülfü –Ferhat Livaneli ve Suzan Pazarkaya ile (1980).
Stuttgart’ta Aziz Nesin ile (1980).
158
Stuttgart’ta Abidin Dino ile (1980)
Stuttgart’taki evde Demirtaş Ceyhun ve Ömer Polat ile (1981).
159
mutlaka o kanıdayım, Orhan Pamuk “Cevdet Bey Ve oğulları” ile bize 19.
yüzyıl Avrupa-Türk romanını verdi, özümsetti. Ardından gelen iki romanıyla 20. yüzyıla girdikten sonra, “Kara Kitap” ile günümüz, çağdaş dünya romanında, doğru ya da yanlış olabilir kavram, postmodern çizgiye kadar getirdi bizi. Çok kimsenin alıp çok az kişinin okuduğu savı gerçek olsa bile,
okunabilir, iyi okunabilir bir çizgide. Kutlamak haddimi aşar, teşekkür etmek istiyorum bu arkadaşa kendi adıma.
Şiir, öykü ve roman yan yana okunduğunda beliren dilin alanlarının
farklılığı için ne dersin?
Dilin bu üç türdeki değişik yapı ve işlerlik sorunu değil mi bu? Örneğin,
şiirde sesanlam katmanı çok önemlidir, öykü ve romanda o denli değil. Şiirde örneğin istifin dış görünümü de önemli olmuştur, öykü ve romanda o
denli değil. Dil sanatları, iç yapı sanatları diye de tanımlanır. Dış yapıda görünen ötesinde, türler arasında iç yapı ayrılıklarıdır tür ayrımını yapan da.
Yapıtaşı dil olduğuna göre...
Ödüller ve armağanlarla ilgili bir yargıda bulunmak ister misin?
Ne bir ödül ve armağanı, ne de onları koyan kurum ve yargıcıları yargılamak isterim. İki işlev yazın dünyasında, özellikle bizim yazın dünyamızda, çok nankördür. Seçki çıkarmak ve bir ödül ya da armağanda yargı kurulu üyesi olmak. Seçkiye belli sayıda yazar alınabilir, yalnız nitelik değil, en
az onun kadar bir oylum sorunudur. Ödül de nihayetinde bir kişiye verilir.
Ama seçkici ve ödül kurulu üyeleri, seçkiye girmeyenlerin, ödülü almayanların gözünde şeytanın ta kendisi oluverirler. Dünyada gördüğüm en büyük
haksızlıklardandır bu. Oysa onlar, kendi adlarına değil, salt başkalarına hizmet veriyorlar. Hizmet anlayışının günümüzde artık tamamen pazar ekonomisinin yasalarına bağlı olduğunu düşünürsek, ben bu işlevleri üstlenenlere
gönülborcu dışında bir şey duymam.
Bir şey tabii dikkati çekiyor. Türkiye‘de ödüller, armağanlar İstanbul‘da
yoğunlaşıyor. Ödül kurulu üyeleri de yazında iki elin on parmağı kadar adı
geçmiyor. Elbette sözünü ettiğimiz pazar ekonomisi koşullarında özverili
kişilerin fazla olmamasından, bir de ne denli merkez olursa olsun, bir kentte böyle bir görevi üstlenecek nitelikteki adların sayıca sınırlı olmasından.
Özveri yanında – ya da özveriye bağlı – ödül işi titiz okumalar için bol vakitler ve gerekçeli tutanaklar gerektirir. Umarım, az sayıdaki özverili ad, bu
gerekleri de yeterince yerine getirebiliyordur. Yargı kurulu üyeleri, genelde
yazar, eleştirmen, ama mutlaka ülkenin en iyi okurlarındandırlar. Öyleyse,
Türkiye‘de çıkan şiir, öykü kitaplarını, romanları okumak için değerlendirme kurullarında üye olmaları bile gerekmez. Yani tasam yersiz, demek istiyorum.
160
Rotterdam semt kütüphanesinde çocuklara, gençlere okuma (1981).
Habib Bektaş ile okuma gününde (Fotoğraf: Bernd Böhner, Ağustos 1982).
161
Alman Birinci Televizyonu, 1983 yılında ilk kez Türkler hakkında 12 bölümlük bir dizi
hazırladı. Senaryosunu Yüksel Pazarkaya’nın yazdığı dizinin baş oyuncularından Dilek
Türker ile WDR Köln vitrinindeki afişin önünde.
Eşi İnci Pazarkaya ile (1984).
162
Şiirlerini genel yazarlık serüveninden soyutlamak ve böyle bir değerlendirme yapmak ister misin?
Sorduğuna göre, bir şeyin ayırdındasın. O da şu: Şimdiye değin yayımlanmış bir öykü kitabım, bir romanım ve birkaç çocuk kitabımın yanında
şiir kitaplarımın sayısı yedi. Demek, kendiliğinden soyutlanmış. Bende de
ilk göz ağrısı şiir. Ama ne ilk göz ağrıları terkediliyor da, şiir niçin terkedilmiyor. Galiba, söz sanatı denen işin en yoğun yapılabileceği tür olduğu için,
yazın sanatının tek koşulu olan katmerli yapının belki en belirgin şiirde ortaya çıkmasından, şiir bende hâlâ, en azından nicel açıdan, öne çıkıyor olabilir. Görüyorsun, ben de olasılıklarla konuşuyorum.
‘Ben Aranıyor’, daha önce Türkiye‘de çıkmış yedi şiir, bir öykü, bir çocuk romanı, bir çocuk öyküleri kitabından sonra yayımlanan ilk romanın. ‘Ben Aranıyor’un sendeki serüvenini biraz anlatır mısın?
‘Ben Aranıyor’u 1985 yılında yazıp bitirdim. Daktiloya çekilmesi aradan
üç yıl geçtikten sonra gerçekleşti. Benim daktilo yazımını bir kez daha redakte etme amacıyla okumam da bir yıl aldı. Roman nihayet geçen sonbaharda Cem Yayınları‘nda çıktı.
Adı üstünde, çeşitli düzeylerde, biraz toplum, kent, ülke, dünya v.b., bir
benlik arayışının serüvenini yazmak istedim bu romanda. Beni bilinç açısından ilgilendiriyor bu soru, dünyanınsa çok derişmiş en çağdaş sorularından
ve sorunlarından biri, dünyanın, yani insanın ve onun oluşturduğu yapıların. Kişiden kişiye, toplumdan topluma, ülkeden ülkeye açıları, yönsemeleri
değişken, çok yönlü, çok boyutlu bir sorun. Benim başkişim, yüksek eğitimini ülkesi dışında yapmış ve çalışma yaşamının uzun bir bölümünü dilinden,
ülkesinden, toplumundan ayrı geçirmiş çağdaş bir teknikbilimci, ya baştan
aşağı silinen, ya kararan benlik bilinciyle, kendi ülkesine, kendi toplumuna
geliyor, ama bunun ayırdında değil. Toplumum, Türkiye toplumu, ülkem,
Türkiye, kent de, evet kimliğini arayan kent de, birazcık İstanbul, ama asıl
İzmir romanda. Toplum deyince doğallıkla bir kesit söz konusu. Bu herhangi bir biçimde İslam‘a bağlı, İslam‘da köklenmiş orta halli bir zümre ve onların arasından türeyen azgın uçlar. Kanımca, Türkiye‘nin kimlik sorunu deyince, öncelikle bütün azmanlarıyla bu zümre akla gelir.
‘Ben Aranıyor’ biçimsel bir özellik de içeriyor. ‘O roman’ olmakta inatla direniyor. Sen ne diyorsun?
Evet, tasarımından kaynaklanır bu direnme. Katmerli bir yapı kurmak
ister. O roman, en üst düzeyde Orhan‘ın romanıdır. Ama katmanları okur
teker teker kaldırırsa, o roman, küçük Orhan‘ın romanıdır. Gül‘ün romanıdır, Süleyman‘ın romanıdır, İslam‘ın içine çöreklenmiş orta halli zümrenin
romanıdır, İzmir‘in romanıdır, Türkiye‘nin romanıdır. Yani öyle tasarım-
163
lanmıştır. Bu nasıl yapılmaya çalışılır ‘o roman’ olmaya direnmeden. Bol
olaylı yanlış gibi görünen, salt olaysız bir roman yazmak istedim. Kullanılan olaylar, dili işletsinler istedim. İşleyen dil, kişileri birer serüven olarak
oluştursun istedim.
Simgelerden bazılarını, örnek olarak yolculuk, doğuş gibi, biraz açmak
ister misin?
Bunu benden çok daha iyi yapacaklar çıkacaktır. Ben kısaca simgelerin
çoğunlukla aramanın alanına girdiğini söyleyeyim. Aramak ama harekettir,
kimliği, benliği, oluşu, hareket vektörlerinden bileşen olgular olarak görüyorum. Simgeler de hareket yönsemeli olmalı, doğum dahil, değil mi?
Soğuk füzyonu bulan Süleyman nasıl deli?
Önce 1985 yılında yazılmış, ama ancak 1989 yılında yayımladığım bu
romanda Bakırköy‘deki Süleyman‘ın, Orhan‘ın meslek arkadaşı, soğuk füzyonu bulduğunu belirteyim. Zira, biliyorsun, 1989 sonlarında Amerika‘dan
iki bilim adamı, bulduk diye bir balon uçurdular da, dünya birden çalkalandı. Bir kez soğuk füzyon Süleyman‘ın bulduğu gibi yaşama geçerse günün
birinde, insanlığın tüm geleceği ve dünyanın çehresi temelden değişecektir. Yani soğuk füzyon deyip geçemeyiz. Süleyman bunu buldu, ama formülü peşine düşmüş bütün süper güçlerden, onların ajanlarından, casuslarından gizliyor. Bunu da en iyi Bakırköy‘de yapabiliyor. Bir tek küçük Orhan‘a
güven duyup veriyor gizini.Bekleyip göreceğiz, küçük Orhan okuyup büyüdükten sonra bu gizini ne yapacak... Bu nasıl deli diyorsun ya, ister inan ister inanma, bizden daha akıllı bir deli.
Sürekli soru soran, hep soran, en önemsiz, küçük ayrıntıyı, ya da en
geniş bir konuyu sorarak ‘var kılan’, ‘irdeleyen’, ‘bir şey yokmuş gibi
yapan’ bir anlatım var; kimi, kimleri sorguluyor?
Belli bir kişiyi değil kanımca, olsa olsa yaşamı. Ama sorgulamak eylemi yerinde bir tanı mı acaba? Ben insan yaşamında ve insan aklıyla çözümlenen dünyada kesin bir şey, hele hele saltık bir şey bilmiyorum. Yaşamın ve
dünyanın güzelliğini de burada buluyorum. Aslında bu çokluğa yönelik yönsemsel bir teknik galiba bu sorgulama.
Milimetrik kâğıt kullanarak mı yazdın bu romanı?
Sorunun içerdiği övgü için teşekkürler, sağol. Roman kapsamında da
olsa, yazdığım yoğun olsun istedim. Ayrıntılar, çelişkiler, olanlar, olmayanlar ya da böyle sanılanlar, karşıtlar, koşutlar, daha nelerse işte, evren gibi,
kosmos gibi düzen oluştursun istedim iki kapak arasında. Birazcık olmuşsa, sevinirim.
164
Aras Ören ile Münih’te (1985).
Münih Bavyera Akademisi’nde Aras Ören hakkında ödül konuşması yaparken (1985).
165
Aziz Nesin ile bir uluslararası yazarlar toplantısında (Fotoğraf: Bernd Böhner, 1987
Erlangen)
Almanya Cumhurbaşkanı Liyakat Nişanı’nı aldıktan sonra İnci Pazarkaya ve Stuttgart
Belediye Başkanı ile (1987).
166
Aziz Nesin, Pazarkaya’nın evinde (Bernsberg, Temmuz 1988).
167
Atinalı şair arkadaşı Kostas Tsilimantos ve eşi ile Çatalca’da Aziz Nesin’i ziyaret (Temmuz
1988).
‘Kendi kendisinin kopyası, olmak istediğinin sahtesidir.’ (Sayfa 77)
Nedir? Kimdir?
Kendini arayan, buldum sanırsa, neyi bulmuştur? Kim olmuştur? Hareket bitmiş midir? Hareket biter mi? Konserve, tazesi gibi olur mu, teknik
ne denli gelişirse gelişsin, reprodüksiyon aslının yerine geçer mi? Roman bitince, yanıt var mı, Orhan kimdir? Bütün olanlar nedir? Romanı yazmaktan
da zor sorular soruyorsun.
Kitap fuarında buluşacağız umarım. Yeni kitabınla da...
Evet, kitap fuarına çıkacak yeni kitabım, sekizinci şiir kitabım olacak.
Adı: Dost Dolayları. Alt başlığı: Yunanistan Şiirleri. O da Cem Yayınları‘nda
çıkacak. 1983 yazında Yunanistan‘a gidersek, sanki sıla özlemi biraz dinecek, sanki sıla coğrafya, ama o zamanlar çok kişi öyle yaptıydı. Gittik, gerçekten de sıla özlemi pek çekmedik dersem, yeri var. Ama coğrafyadan değil, o coğrafyada rastladığımız dost insanlardan, bize bekleyemediğimiz kadar sıcak, candan davranan, kucak açan... Dost Dolayları benim ilkini 1969
yılında yayımladığım‚ ‘dolayları’ dizimin yeni bir kitabı aynı zamanda. 1969
yılında Umut Dolayları’nı, 1974 yılında çıkan Aydınlık Kanayan Çiçek‘te Sevgi Dolayları‘nı, 1983 yılında Sen Dolayları‘nı yayımlamıştım. Şimdi çıkacak
168
Dost Dolayları‘nın temellerini de 1983 yılında Yunanistan‘da atmıştım. Bugüne kadar dinlendiler. Galiba çok değişik bir dostluk ve barış şiirleri dizisi oldular. Şiirler tek tek bağımsız bu kitapta, ama ille bir bütün bu kitap.
Varlık okurları için söyleyeceğin bir şey var mı?
Önce Enver Ercan‘a sırtın pek, bileğin güçlü, aklın keskin, yüreğin dolu,
okurun bol olsun, demek istiyorum. Yazarıyla zaten bol oldu ilk sayısından
beri. Sevgili Varlık okurlarına gelince, onlara da çoğalın, bol olun, bereketli olun, diyeceğim önce. Varlık, her yaşamda olduğu gibi, inişleriyle çıkışlarıyla Cumhuriyet Edebiyatımızın, hayır yalnız en büyük anıtı değil, anıtlar
olsa olsa korumaya alınıyor bugün, ama en başta hâlâ‚ ‘baş mercii’. Ben de,
o merciin sahipleri okurlarla, arada bir buluşalım, derim. Sevgiler.
(Varlık, Kasım 1990, sayı 998)
İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda Salim Şengil ve Nezihe Meriç ile (1988).
169
Münih Bavyera Güzel Sanatlar Akademisi Chamisso Ödülü’nü aldıktan sonra, özendirme
ödülüne değer bulunan Zehra Çırak ile (Şubat 1989).
Frankfurt Kitap Fuarı’nda Cornelius Bischoff ve Lucien Leitess ile (1990’lar).
170
Yaşar Kemal ile Frankfurt Kitap Fuarı’nda (1990’lı yıllar).
Cem Özdemir, Hikmet Altınkaynak, Özdemir İnce, Deniz Kavukçuoğlu, Demirtaş Ceyhun,
Ozan Ceyhun TÜYAP Tepebaşı binasında (1990’lar).
171
Gamze Akdemir
Yüksel Pazarkaya:
CUMHURİYET ŞİİRİ DORUKLAR ŞİİRİDİR
Umut Dolayları, Sevgi Dolayları, Sen Dolayları, Dost Dolayları ve şimdilik
son halka Yol Dolayları... Neden dolayları... Bu sözcük olaya içerden olduğu kadar dışarıdan da bakan bir göze gönderme diyebilir miyiz?
Yaşamımdaki temel kavramlardan bazıları bunlar. Duygu ve düşünce
dünyamın enlem ve boylamlarından. Bu kavramları şiir Ben‘inde yansıtarak, Sen‘leştirmek tasarımını izliyorum. Ancak o zaman sizin de sözünü ettiğiniz karşılıklı bakış, karşılıklı iletişim gerçekleşme sürecine girebilir. Bu
iletişimin bir amacı da, süreç içinde, Ben‘in bakışını, Sen‘in bakış açısına
oturtarak, Ben ile Sen‘i olabildiğince örtüştürmek. Elbette şiir deyişiyle ve
kurgusuyla.
Son halka Yol Dolayları‘ndaki şiirlerinizde bilge seziş daha bir önde. İnsan doğasının yaşama karşı tarihsel miras çuvallamaları, karşılığında felsefi açıdan daha bir dağlanmış yürek ve bir şiirinizin son dizesindeki gibi
gönül sesi us sesi bir titreşim hâkim şiirlerinizde. Yanıldım mı?
Estağfurullah. Şiir, her okuyanın dağarına, dünyasına, yaşam deneyimine göre çeşitlenebiliyorsa, sanat olma yoluna girer. Ama siz, yazarı olarak
benim tasarımımla örtüşen bir algılamayı dillendiriyorsunuz. Bu beni ayrı-
172
Dağlarca ve Leman Tosuner ile (1990).
WDR Köln Radyosu stüdyosunda Ergun Gülen ile (1990’lı yıllar).
173
İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda Alman PEN Kulübü Başkanı yazar Gert Heidenreich ile
(1992).
Nezihe Meriç ile Almanya’da (1993).
174
St. Louis Washington Üniversitesi’nde “Writer in Residence” iken, eşi İnci Pazarkaya ve
bölüm başkanı Prof. Lützeler ve eşi ile botanik parkında (1994).
175
Duisburg Kent Kitaplığı’nda Hilmi Yavuz okuma toplantısında (27 Ocak 1994).
1997 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü alırken.
176
ca sevindiriyor. Gönül ve us, dokuz boyutlu biçimde insan varlığının örgüsü
olmalıdır, diye düşünüyorum. Şiiri de yalnızca bir duygu ve gönül işi olarak
hiç görmedim. Anlak, bellek, bilinç, kısaca usun işlevleri, şiire karışmazsa,
sezgi ve duyumsama doymaz, şiiri de doyurmaz, diye düşünüyorum. Farkım
yok sersem kuştan / Yolumu bilene dek. Ama yol, amaç ve hedef değil. Amaç
ve hedef, Sen’e , ötekine varmak, onda çözülüp var olmak. Yani birlikte var
olmak. Birliktelik elbette bitki ve yaratık örtüsünü içeren doğayla, havayla,
suyla, daha öteye evrenle (kozmoz ile). Bu birlikteliğin doruğunda yer alan,
sonsuzca çokluk içindeki insanla birlik ve bütünlük, ancak işte sizin de sözünü ettiğiniz, tarihsel miras tahriplerinin sona ermesiyle mümkün... Gerçekten teşekkür ediyorum. Havayla suyla toprakla barışık olmadan, insanla
nasıl barışık olacağız? Bu da ancak, bencilliği aşıp, benimizle barışık olursak, mümkün. Kısaca gönül sesine ve us sesine birlikte kulak vererek.
Yazınınızda ve dünya yazınında yıldan yıla nasıl bir değişim gözlemliyorsunuz? Yine bu bağlamda geçmişten bugüne kaleminizde gelişen açıları,
yönelişi, eğilimi anlatır mısınız?
Thukidides‘in Herodot karşısında bir tavrı vardır. Herodot, masal ve
söylenceye dönüştürmüştür tarihi, der. Bense, gerçeklerin tarihini yazıyorum, yani yarın için yazıyorum, der. Bu iki kutupluluk, söz ve yazı olduğundan beri vardı ve söz ve yazı oldukça da, en azından bu iki kutup var olacaktır. Bu kutupları, biraz kendime göre ifade ettim. Bu bağlamda yıldan yıla
gözlemleyebildiğim değişim, dönem dönem masal ve söylence boyutunun
öne çıktığı, dönem dönem de tarihsel gerçeklik boyutunun. Kanımca, Soğuk
Savaş‘ın ardından (her ne kadar yeni bir - çelişki gibi görünse de - kanlı ve
acımasız Soğuk Savaş dönemi başladıysa da), tarihin, yazının ve sözün masal ve söylence boyutu öne çıkmış görünüyor. Bir elektronik, bilişimci ve iletişimci küresel Orta Çağa girmiş görünüyoruz bu yüzden, haber, bilgi, medya çığları ve selleri altında kalırken, Soğuk Savaş öncesine göre, neyin doğru, neyin gerçek olduğunu çok daha az biliyoruz.
Ben oldum olası, sanat deneylerimin en uçlarında bile (örneğin daha
altmışlı yıllarda birçok uluslararası antolojide yer alan görsel/somut metinleri yazarken), sanatın gerçi ince bir iş olduğunu, ama sanatı da ancak insanın yaptığını, insan dışında hiçbir yaratığın böyle bir yeteneği olmadığı gerçeğini kendime yol haritası yapmaya çalıştım. Bir yandan, sanatın seçkin bir
iş olduğunu, ama öte yandan, bu seçkin işin, iletişim ağında, ancak alıcının /
algılayanın dağarına işleyebildiği ölçüde bir işlevinin olacağını benimsedim.
İnsanı dışlayan bir sanat olamaz, diyorum. İnsanı hem özne, hem nesne olarak dışlayamaz sanat. Onun için en seçkin, en derinlikli ve en boyutlu tasarımları kurarken, ortaya çıkan kompleks yapının içine en kolay girilebilir ve
içinde en kolay dolaşılabilir bir mimari oluşturması gerekir, diye düşünüyo-
177
rum. Kısaca, siyasi ve toplumsal bir sanat yapmaya çalışırken, anonim değil,
benliği olan, kişiliği olan insan o sanatın efendisi olmalı.
Kırk yıldır buna çabalıyorum. Yunus‘un, Karacaoğlan’ın, Pir Sultan‘ın,
ama aynı zamanda Necati‘nin, Fuzuli‘nin, Baki‘nin, Nedim’in, Şeyh Galib‘in
deyişlerindeki ve kurgularındaki sanata benzer, elbette artık yirmibirinci yüzyıl ve bir Yüksel deyişi yakalayabilir miyim. Amatör ruhluyum. Her kitabım,
hâlâ ilk kitabım gibi beni heyecanlandırıyor ve bu heyecanı yitirmedikçe, aramayı sürdüreceğim. Galiba o tasavvuf bilgesinin deyişindeki gibi, ben bir sonucu değil, süreğen arayışı arıyorum. İçinde dokuz boyut olan en kolay deyişi bulabilir miyim?
Behçet Necatigil yakınlığınızı biliyoruz. Bizimle yaşamınızdaki ve yaşamınızdaki Necatigil faktörünü paylaşır mısınız?
O bir usta, bir bilge olmasaydı, dolayısıyla usta ve bilge olmanın ilk ölçütü, alçakgönüllü ve yüce gönüllü olmasaydı, böyle bir faktörden siz de söz
etme vesilesi bulamayacaktınız. Ben Necatigil’in öğrencisi olmadım. Ama
özellikle 1972 yazı, benim için çok yoğun bir Necatigil rahle-i tedrisatıyla geçti. Bu yaşamımın en güzel, en unutulmaz yazıdır. Onun insanlığı, şiire yazına
hikmetli bakışı, şiiri yazını bir sonsuz ırmak olarak bilip, bu akışın kesilmemesi için özellikle gençleri - en ufak bir cevher bulduğunda - desteklemesi, özendirmesi yüz yüze tanışmamızdan çok önce beni etkilemiş ve onun kişiliğine
derin bir saygı ve sevgi oluşturmuştur bende. Yazısıyla, şiiriyle kişiliği yüzde
yüz örtüşen bir şairdir. O yetmiş iki yazında Necatigil’e özenen şiirler yazdım,
Aydınlık Kanayan Çiçek kitabımda yayınladım. Onun ölümünden sonra çıkan
her şiir kitabımda bir Necatigil Bölümü vardır. Yol Dolayları’nda bu bölümün
adı Necatigil Dolayları‘dır.
Bu şu demek değil. Ben Necatigil okulunun temsilcisi değilim. Buna yönelmek, yalnız benim için değil, bu tek başına büyük şairin yanında, ister istemez cüce ve gülünç kalmayı beraberinde getirecektir. Açıkladığım gibi, daha
açık bir siyasal/toplumsal şiire yöneldim başından beri. Ama onun sesinin de
yankılandığı kimi satırlarda, ona adadığım metinlerde Necatigil ile yaşamında sürdürdüğümüz yazışma ve söyleşileri böyle bir çerçevede sürdürmek istedim. Bu metinler onunla bir söyleşidir. Bir de şöyle bir kuruntum var galiba. O yaz bize geldiğinde duvarda asılı
somut şiirlerimi yanılmıyorsam ilk kez gördü. Bu 1953 yılında başlayan, savaş
yıkıntısının ardından, dili görsel ve sessel/tınısal boyutuna indirgeyerek, sanki
yeni bir başlangıç yapma tasarımını ortaya koyan uluslararası bir akımdı. Ben
daha çok görsel boyutu üzerinde çalışarak, tek harfle, tek sözcükle, daha sonra
iki, üç v.b. sözcükle grafik düzenli metinler üzerinde yoğunlaştım. Ama Brezilyalı bazı arkadaşlarla birlikte bu akımda da tek toplumsal içerik gözeten kişi
oldum. Bu metinlerin çeşitlemeci (varyasyonlu/variyabıl) nitelikleri sanıyorum,
178
Dr. Tuncay Özverim’in (sarı hırkalı) evinde bir sohbet akşamı (İstanbul, Kasım 1999).
Dresden Üniversitesi’nde poetika dersleri verdiği dönemde üniversite gazetesi için söyleşi
yaparken (Yaz, 2000).
179
Japon Türkolog Prof. Katsuda ve İnci Pazarkaya ile(Bensberg, 2003).
Ohio Üniversitesi’nde konuk profesör iken Amerikalı bayan profesörün evindeki Atatürk
fotoğrafı ile (2004).
180
şiirinde zaten anlam çokluğu arayan Behçet Necatigil‘in ilgisini çekti. Daha
sonra ortaya çıkan Kareler kitabındaki metinler, sağdan sola, soldan sağa, yukardan aşağıya, aşağıdan yukarıya, çapraz sayısız okuma varyasyonlarına olanak sağlar. Bu metinlerin oluşumunda, somut şiirle karşılaşması ufacık bir
esin kıvılcımı yarattıysa, buna sevinirim. Ama galiba haddimi iyice aştım. Necatigil zaten, Doğu ve Batı boyutlarını en iyi sindirmiş bir şair.
Klasik bir soru olacak biliyorum ama sormadan edemeyeceğim. Türk şiirinin tepe ve dip noktalarını nasıl değerlendirirsiniz? Ve günümüzdeki şiirin
konumunu?
Yirminci yüzyıl Türk şiiri, bir spor deyimiyle söyleyeyim, takım olarak
dünya birincisidir. Hem de bunu diğer dillere bunca az çevrilerek kanıtlamış,
benimsetmiştir. Verdiğim örneklerden biri: Tanınmış bir Alman şairi ve eleştirmeni, bundan yirmi otuz yıl önce, büyük bir Alman gazetesinde yer alan
yazısında, Alman şiirinin dışardan taze kana gereksinimi olduğunu, bunu da
Latin Amerika şiiriyle, yine onun ifadesiyle, son derece zengin Türk şiirinden
alabileceğini yazmıştır. Orhan Veli, ölümünden otuz altı yıl sonra iki dilli olarak çıkardığım ikinci kitabıyla Almanya‘da En İyiler Listesi birincisi yapılmıştır, otuz beş Alman yazarı ve eleştirmeninin oylarıyla. Kısaca, Cumhuriyet şiirimiz bir bolluk, bereket ve doruklar şiiridir. Ama önceki bir soruya verdiğim
yanıttaki gibi, günümüzde dip noktalar daha bir öne çıkar oldu. Bunu yine
özellikle çok satarlar anlamında söylüyorum. Günümüz şiirini, son bir iki kuşağın şiiri olarak algılarsam, tarihsel boyutları hem Doğu, hem Batı şiiriyle
beslenmiş, çağdaş buyutları evrenselleşmiş bir şiir geçmişine sahip olan günümüz şair kuşaklarının belli bir düzeyin altına düşmeyecekleri ortadadır. Ben
ama en fazla, Almanya‘da 1971 ve 1987 yıllarında yaptığım çağdaş Türk Şiiri Antolojilerine Gülten Akın ve Sennur Sezer dışında kadın şair koyamamanın burukluğunu yaşamış biri olarak, hanım arkadaşların öykü ve romandan
sonra şiire de yoğun yönelimlerine ve aralarında çok sevdiğim, çok değerli şairlerin olmasına seviniyorum. Bununla övünüyorum. İsim vermeyeceğim, istemeyerek atladıklarıma sonra yerinirim.
Rilke çevirileri yaptınız, bunlardan bahseder misiniz? Ve Rilke değerlendirmelerinizden?
Cem Yayınları‘nın sahibi sevgili Ali Uğur‘un gözü kara. Bir Rilke külliyatına da girişti. Çok saydığım Kâmuran Şipal usta, onun mektuplarını, düzyazılarını çevirirken, ben de Türkçede ilk kez, Rilke‘nin bütün şiirilerine cüretlendim. Bu cüret ama şu âna dek, sınır aşmadı. Çünkü, şimdiye dek çıkan
beş kitap (İyi Ruhlara Adak, Düşten Taç, Advent, Bana Tören, Beyaz Prenses /
Sancaktar), Rilke‘nin ilk gençlik kitapları, kendisinin yayınlama sırasını izledi. Sıra orta dönem Rilke‘ye geldi, ondan sonra asıl daha önce de çeşitli çeviri-
181
lerle Türk okurunun tanıdığı başyapıtlarına, Duino Ağıtları ve soneler gibi yapıtlarına gelecek. Çok uğraştırıyor, ama çok da gönendiriyor. Ben, çeviri işini,
bir metni gerçek okuma edimi olarak da algılıyorum. Rilke‘yi çok daha iyi tanıyorum. Örneğin, henüz ilk kitabında, insancıl yaklaşımının yanı sıra yoğun
bir toplumsal yaklaşımı da görüyoruz. Savaş karşıtı şiirleri var, bu bağlamda hiçbir bayrağa selam durmam anlamına gelen satırlar yazmış, çevre bilinci 1890‘larda onun şiirlerinde dilleniyor. Rilke, çağdaş dünya şiirinin doruklarından. Onun bütün şiirleri Rilkeseverleri de daha şimdiden sevindiriyor. Aldığım tepkiler böyle. Kendisi, son dönemlerinde, ilk gençlik şiirleriyle arasına
sanki mesafe koymuştur, ama Rilke üzerine bilimsel araştırmaların da ortaya koyduğu gibi, Rilke’yi, ilk ve orta dönemlerini bilmeden bütün boyutlarıyla kavramak ve değerlendirmek kolay değil. Dileğim, bu işi yüzakıyla sonuçlandırabilmek.
Uzun Almanya yıllarınızın yazınınıza en çok nasıl bir etkisi olduğu söylenebilir?
Anadolu‘nun insan harmanını orada yakından tanıdım. Bundan kırk
yıl önce baktım ki Almanya Türk yazınını bilmiyor. Onlara biraz da acıma
duygusuyla, çevirme ve çevirtme eylemiyle, Türk yazınında bir ölçüde derinleşmem de -dediğim gibi, çeviri yapmak en yoğun ve derin okumak benim
için- orada oldu. Ayrıca doğallıkla, bir şiirimde de dile geldiği gibi, Lessing’ten
Brecht‘e benim bir gelenek çizgimi oluşturan aydınlanma yazınıyla içli dışlı
olabildim. Yunus‘tan Nâzım‘a, Necati‘den Necatigil‘e kendi geleneğimizle de
galiba içten içe harmanlandı bu aydınlanma geleneği. Beni galiba çeşitli yönden zenginleştirdi.
Almanya kaleminizin toplumsal ve siyasal yönünü daha bir perçinledi diyebilir miyiz?
Öyle olduğunu sanıyorum. Emekten yana örgütlenme çalaşmaları, emekten ve haktan, hukuktan yana gazetecilik, radyoculuk, yazdıklarımı da etkiledi
elbette. Zaten bu bir kişilik konusu. Kol ve kafa emeğinden yana tavır koymak.
Alman aydınların, yazarların gerek sanata gerek dünyaya bakışlarında Türklere kıyasla farklılıkları neler? Ve belki avantajları, dezavantajları..
En büyük avantajları bizde olduğundan çok daha köklü ve yaygın, çok
güçlü bir alt yapıyı kurmuş olmaları. Bu elbette ülkenin ekonomik ve siyasi
kalkınmışlığıyla da bağlantılı. Bu kalkınmışlık ama dünyaya kaça malolmuş
ve oluyor, ayrı bir konu. Ama hiç gözardı etmemek gerekir.
Orta halli bir yazarı radyo ve televizyona, gazete ve dergiye, tiyatrolara
yazarak ve aydınlanma dönemine dayanan geleneksel okuma ve söyleşi top-
182
Münih Chamisso Ödülü sekreteri Klaus Hübner ve Çek asıllı yazar ile (2004).
Demirtaş Ceyhun’un 70. Yaş Günü (2004).
183
Ohio State Üniversitesi’nde Almanca-İngilizce sahneye koyduğu oyunun ekibiyle (2004).
Kassel’de ressam Mehmet Güler ile (2004).
184
lantıları, bunlara telif hakkı ödeme uygulaması, belki bin, belki daha fazla bir
paralı ödüller ormanı, ikinci bir iş yapmadan yaşatabiliyor. Bursları, burslu
konutlu belli bir süre bir yerde konaklama ve yalnızca yazmayla uğraşma olanakları, Alman yazarını bize göre bu açıdan çok daha avantajlı kılıyor.
Sanata ve dünyaya bakışları, bu maddi konumlarından, toplumlarının
dünya üzerindeki konumlarından ayrı düşünülemez. İkinci Dünya Savaşı‘nın
hemen ertesinde belki bakış açıları bizimle daha fazla kesişiyordu. Savaşın yıkımından sonra, insancıl ve demokratik bir bakış, daha bir dayanışmacı bakış
egemendi. Ama onlara aynı zamanda sanatın her dalında, bu arada edebiyatta da daha fazla deneye kalkışmaya, oyun oynamaya olanak tanıyordu. Bir de
çok önemli bir nokta var. Alman okullarında ve üniversitelerinde yaşayan yazarlar varlar, bilimde, hem ders kitaplarında, hem araştırmalarda, hem de telif karşılığı çağrılı olarak her zaman varlar. Almanya dışında da, örneğin Goethe Enstitüsü‘nün örgütlemesiyle Alman edebiyatını, Alman kültürünü ve günümüz Almanyasını yoğun biçimde temsil ediyorlar. Bundan da - resmi Almanya’yı temsil ediyoruz gibisinden saçma yargılarla - hiç mi hiç gocunmuyorlar. Tersine, kendilerine övünç payı buluyorlar.
Bir gerçek, özellikle şimdi Soğuk Savaş’ın ardından daha bir belirginleşti: Almanya‘nın liberaliyle yoksul bir ülkenin liberali, Almanya‘nın sosyal demokratıyla yoksul bir ülkenin sosyal demokratı, yeşiliyle yeşili, giderek komunistiyle komunisti aynı değil. Yoksulun liberali zenginin liberalinin kuyruğuna takılır. Zenginin sosyaldemokratı, yoksulun sosyaldemokratına kulak asmaz. Dayanışma her halde lafta kalır.
Bir de son yıllarda İkinci Dünya Savaşı’nın “Alman kurbanları”, Grass’tan
Walser’e v.b. edebiyatın yoğun konuları arasına girdi. Hani Nazi‘lerin Alman
kurbanları değil söz konusu. Savaşın sonunda, Sovyetler‘in ve müttefiklerin
Almanya’yı dize getirmeleri, bombardımanları ve işgal etmeleri üzerine, bundan mağdur olanlar söz konusu. Elbette milyonlarca mağdur var. Ancak, sanki, savaşı Sovyetler ya da komşular, ya da müttefikler çıkarmış gibisinden bir
tavır da sezilmiyor değil. Yer yer tartışma konusu da yapılıyor, ama çok az.
Tarihlerinden yola çıkarak sormak istiyorum. Aşırılıklara değmiş bir ülkenin edebiyatı, Almanya‘nın edebiyatı özellikle yakın tarihinde yaşananlardan nasıl etkilenmiş, bunu nasıl yansıtmış?
Yakın tarihi doksan öncesi ve sonrası diye ayırmak gerekir. Öncesinde
İkinci Dünya Savaşı bir barış antlaşması ile sonuçlanmamıştı. Sonrasında bu
antlaşma (dört artı iki = Amerika, İngiltere, Fransa, Sovyetler artı Batı ve Doğu
Almanya) imzalanmış, Almanya birleşmiş ve tam bağımsızlığına kavuşmuştur. Öncesinde, Nazi dönemi ve Yahudi soykırımıyla, savaş suçları ve baskı
ve korku rejimleriyle bir hesaplaşma, bunları sorgulama, demokrasi ve özgürlük istenci, eleştirel bir bakış açıkça görülüyordu. Doksan sonrasında du-
185
rum değişti, yukarda belirttiğim “Alman kurbanlara” geldi sıra. Bir de kırk yıllık Doğu Almanya rejimiyle, bunun toplum düzenine yansımasıyla hesaplaşma edebiyatın konularından biri oldu. Bu bağlamda, kimlik ve bellek konuları öne çıktı yer yer.
Türk yazarlar Almanya‘da nasıl ilgi görüyor?
Bu soruyu da şöyle yanıtlayayım: Doksan öncesi Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Orhan Veli epey ilgi gören yazarlardı. Doksan sonrası bir
ara yalnızca Orhan Pamuk ilgi odağı oldu. Bu ilgi Nobel ile sürecek elbette,
ama son birkaç yıl içinde çeşitli girişimlerle (örneğin Bosch Vakfı‘nın destek
verdiği 20 kitaplık Türk Kitaplığı projesiyle) ilgi alanına giren yazarların sayısı yeniden artmaya başladı. Ancak, hâlâ karşılıklı alış verişte bir denge sağlanmış değil.
Almanya‘da yaşayan Türk yazarları da doksan öncesinde daha fazla ilgi
görüyordu. Doksanlı yıllarda bu neredeyse sıfırlandıktan sonra, şimdilerde
Feridun Zaimoğlu gibi bazı yazarlar (doğrudan Almanca yazdıklarıyla) okunuyorlar.
Bu konuyla doğrudan ilişkili olduğu için kısaca değinmek istiyorum. Türkiye, 2008 yılında Frankfurt Kitap Fuarı‘nın özel konuk ülkesi olacak. Bunun
şöyle bir anlamı var. Daha önceki yıllarda konuk ülkelerden fuar süresince ve
fuar arefesiyle ertesinde elli - yüz yazar çağrılı olarak Almanya‘ya gelir, radyo
ve televizyonlarda kendi ve ülkelerinin edebiyatı üzerine konuşurlar, toplantılarda metinlerini okurlar. Bunun için, ülkenin fuara özel konuk olduğu yıl o
edebiyattan yüz - iki yüz yeni kitap çevrilir ve yayınlanır. Bütün dergiler, gazeteler, radyo ve televizyonlar konuk ülke edebiyatı, yazarları, çevrilen kitaplar
üzerine yoğun yayın yaparlar. Beş günlük fuar süresince de özel konuk ülkeye ayrılan büyük bir pavyonda o ülke kendini edebiyatını, sanatını, kültürünü
sergilerle, etkinliklerle yoğun olarak tanıtmak fırsatını bulur.
2006 yılında fuarda Türkiye‘nin resmi olarak nasıl bir görünüm sergilediğinden yola çıkarsak, 2008 fırsatının heba olacağı kuşkusunu taşıyorum. Kültür Bakanlığı, bu işi şimdiden erbabı kurum ve kuruluşlara bırakıp, onların çalışmasını yalnızca taşımakla yetinmezse, bu işe parti siyaseti açısından bakmayı sürdürürse, hiç konuk ülke olmamak belki daha hayırlı olur. Ama bu büyük bir fırsattır. Burada TÜYAP ve Yayıncılar Birliği gibi ciddi, tarafsız deneyimli kuruluşlardan azami yararlanmak olmazsa
olmaz koşuldur. Gerisi boş.
Yüksel Pazarkaya: Yol Dolayları. Şiirler. Cem Yayınevi. 80 s. (Cumhuriyet Kitap, 23.11.2006)
186
Stuttgart’taki dostları Felsefe Profesörü Elisabeth Walter - Bense ile (2005).
Lütfi Dağtaş ve Suzan Pazarkaya ile (2005).
187
İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda Ali Uğur ve Demirtaş Ceyhun ile (2005).
Prof. Dr. Ali Osman Öztürk ve Atinalı şair Kostas ile Çanakkale Üniversitesi’nde Onursal
Doktora verildikten sonra (4 Kasım 2006).
188
GÖÇMEN DEĞİL YÖRÜK
(KEIN MIGRANT, SONDERN NOMADE)
Yazar Dr. Yüksel Pazarkaya, yalnız Almanya‘daki Türk edebiyatının öncüsü olarak kabul görmüyor, bunun ötesinde Uluslararası isim
yapmış bir yazar. Seksenli yıllardan beri Türkiye‘nin Frankfurt Kitap
Fuarı‘nda partner ülke olarak yer alması ve dolayısıyla, “Türk edebiyatının daha fazla çevrilmesi, hakkında daha fazla yazılıp okunması” için
uğraş verdi.
Türkiye, bu yıl Frankfurt Kitap Fuarı‘nın partner ülkesi. Siz,
Almanya‘daki göçmen edebiyatının öncüsü sayılıyorsunuz. Fuarda
temsil edilecek misiniz?
‘Göçmen edebiyatı’ kavramı hoşuma gitmiyor. Edebiyatın ortamı dildir; ben Türkçe ve Almanca yazıyorum. Ayrıca her iki dile çeviriyorum.
1958 yılından beri Almanya‘da yaşıyorum. Ve hemen her yıl Frankfurt Kitap Fuarı‘nı ziyaret ettim. Bu yıl da, elimden gelirse, Frankfurt‘a
katılmayı ihmal etmeyeceğim. Her şeyden önce kitaplarımla (‘Sen Dolayları’, Türkçe – Almanca şiirler; ‘Yalnız Sevenler Yüzü Suyu Hürmetine Dönüyor Devran’, denemeler; ‘Kırk Yıl – Dile Kolay’, Türkçe – Almanca oyun; ‘Ben Aranıyor’, roman, Rotbuch Yayınevi) ve Erlangen, Sardes
Yayınevi‘nde çıkan çeviri kitaplarla Frankfurt‘ta hazır bulunacağım.
Çeviri çalışmalarımı bu yıl, Türkiye‘nin onur konuğu olması dolayısıyla, yoğunlaştırdım. Önemli Türk yazarların kitaplarını Almanca‘ya
çevirdim. En önemli kadın şairimiz Gülten Akın‘dan ‘Kadın Olanın Türküsü’ adıyla Türkçe – Almanca kapsamlı bir seçki çevridim. Yine tanınmış öykü yazarımız Haldun Taner‘den iki dilli bir öykü seçkisini ‚Allegro
mo non troppo‘ adıyla çıkardım. Necati Tosuner‘den kapsamlı bir öykü
seçkisini ‘Yalnızlığa Övgü’ adıyla Almancaya çevridim. Ayrıca, en önemli çağdaş oyun yazarımız Güngör Dilmen‘in iki oyunuyla genç şair Enver
Ercan‘ın iki dilli bir şiir kitabını v.b. çevirdim.
Sanki‚ göçmen edebiyatının öncüsü‘ sanı sizi rahatsız ediyor?
Daha altmışlı yıllarda Almanya‘da pek çok edebiyat okuması yaptım, yalnız başıma ya da Alman şair arkadaşlarımla birlikte. O zaman,
herhangi bir çekmeceye konulmaksızın, genç bir şair olarak kabul gördüm. Bu çekmeceler yetmişli yıllarda bulundu, bana hitap etmiyorlar.
Ben, ilk kişi olarak çağdaş Türk şiirinden çeviriler yaptım, aynı zamanda Türkiye‘den gelen insanların konumları, durumları ve duyumsadıkları üzerine yazdım. Bu ama özel bir şey değil; edebiyat insanlara ilişkindir ve göçmenler benim için yerliler denli değerlidirler.
189
TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nda Demirtaş Ceyhun ile (Fotoğraf: Mahmut Turgut, 2006)
190
Türklerden çok önce, ellilerde ya da altmışlarda konuk işçi diye adlandırılanlar İtalya‘dan Almanya‘ya geldiler. Onların kaleminden
bir göçmen edebiyatını ama anımsamıyorum.
Önce İtalyanlar geldiler, özellikle Sicilya‘dan. Alman yazarlar onları önce kendi metinlerinde algıladılar. Örneğin, Marie-Luise Kaschnitz.
Göçmen grupların içinden çıkan yazarların sesi özellikle yetmişli yıllarda güçlü olarak yükselmeye başladı. Almanların bu yazarlara ilgileri genel olarak çok düşük düzeydeydi.
Bu durum değişti mi?
Bu durum yetmişli yıllarda başlatılan asimilasyon mu, entegrasyon
mu tartışmaları sürecinde değişti. O zaman göçmenlerin metinlerinde sorunların çözümünü aramaya başladılar. Ama işte tam buna karşı ben sürekli savaştım: Çünkü, edebiyat önce sanattır, ancak ikincil olarak belki
edebi metinlerde toplumsal sorunların çözümlerine bakılabilir. Ama aslında edebi metinlerde toplumsal sorunların çözümlerini aramaya kalkışmak, edebiyata ters düşen bir davranıştır. Ne yazık, bazı göçmen yazarlar benim görüşümde değillerdi. Onlar her şeyden önce dertlerini ve
kalplerindeki duyguları kâğıda döktüler. Bu ‚mağdur edebiyatı‘ daha sonra ‚göçmen edebiyatı‘ diye etiketlendi ve elbette kamuoyunda yanlış algılamalara yol açtı.
Ne gibi yanlış algılamalar?
Mağdur edebiyatının edebiyatmış gibi algılanması ve ‘göçmen yazarlar’ yalnız böyle yazabilirmiş gibi. Bu arada ama bu tartışma hemen hemen tamamen bitti. Göçmen yazarlar da artık iyi yazar olarak algılanmaya ve kabul görmeye başladılar.
Bu kitap fuarından ne gibi somut beklentiniz var?
Daha seksenli yıllardan beri Türkiye‘nin partner ülke olarak kabul
edilmesi için çaba harcadım ve bu konuda birçok görüşme yaptım. Bu
önerimize karşı gerekçeler hep aynıydı: güvensiz bir demokrasi, yetersiz insan hakları durumu. Bu yüzden, Türkiye’nin partner ülke olmasına
özellikle seviniyorum. Zira, bu demek, ileri sürülen gerekçeler artık geçerliklerini yitirmiş anlamına geliyor. Yoksa, bu arada bu gerekçeler artık önemsiz mi oldu? Yoksa bu, sözde demokrat bir hükümete uzatılmış
el mi?
Neyse ne – kitap fuarı, Türk edebiyatından daha fazla çeviri yapılmasının, bunlar hakkında daha fazla yazılıp konuşulmasının kapısını açıyor. Her halükârda Türk yazarların çoğunun şu sıra Ankara‘daki hükümetle bir alışverişi yok.
191
Türk ceza yasasındaki ifade özgürlüğüne ilişkin malûm 301. maddenin reformundan sonra da hâlâ eleştiriler var. Reformun yeterli
olmadığı söyleniyor. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Daha boşluklar olduğu görüşüne katılıyorum. Ben gerçek bir demokrasiden ve insan haklarının gerçekten uygulanmasından yanayım. Ama
Avrupa‘nın çifte standart uyguladığı gözlemini de yapıyorum. Amerika
gibi, ülkeleri Avrupa‘nın da kendi çıkarlarına göre değerlendirdiğini görüyorum. İnsan haklarındaki durum bir bakıyorsunuz, hiç rol oynamıyor.
Almanya‘da hâlâ yetersiz temsil edilen Türk edebiyatı için ne istiyorsunuz?
Kitap fuarına sanırım yüze yakın yeni çeviri kitap çıkacaktır ve Türk
yazarları Almanya‘ya geleceklerdir. Bu, Alman kamuoyunda da olumlu
yankı bulacaktır düşüncesindeyim.
Birçok Türk kökenli göçmen iki dünya arasında gidip geliyor ve ne
burada, ne orada kendisini gerçekten evinde duyumsuyor. Bu, edebiyatçılar için de geçerli mi?
Birinci kuşak için mutlaka geçerli, Almanya‘ya geldikten sonra uyum
sağlamaya çalıştı bu kuşak. Göçmenler ama Türkiye‘de geçirdikleri çocukluk ve gençlik dönemlerini silip atamazlardı. Toplumsallaşmasını
(sosyalizasyonu) Alman kurumlarında ve toplumunda tamamlayan ikinci kuşağın durumu farklı. Bu insanlar zaman zaman nereye ait olduklarını tam bilemeseler de; çünkü toplum onları hâlâ eşit haklara sahip Alman
yurttaşları olarak kabul etmeye hazır değil. (Ama küçük bir aşırı grup da
var ki, demokrasiyi demokratik olmayan kendi amaçları için kullanıyor-
TÜYAP İzmir 2006 (Fotoğraf: Mahmut Turgut).
192
Osnabrück okumasının ardından kitap imzalarken (2009).
Avrupa Kültür Başkenti 2010 Programı çerçevesinde PEN Kulübü bir projesinde birlikte
öykü yazdığı Essen’deki ilköğretim okulu Alman ilköğretim öğrencileriyle.
193
Hikmet Altınkaynak ile TÜYAP Doğan Hızlan Kitaplığı’nda (2009).
Köln ana garında.
194
lar. Burada çok dikkatli olmak gerekir.)
Özellikle Türk kökenli göçmenlerin çoğun gettolarda yaşadıkları büyük kentlerde güçlükler var aslında.
Almanya‘da getto kavramına karşı böylesine olumsuz bir algının olması tuhaf.
Amerika‘da bu kavram daha olumlu bir anlam taşıyor. Ve New
York‘taki ya da San Francisco‘daki Çin semtleri gibi bir özelliğe aslında
bugün Berlin‘de Kreuzberg de sahip.
Türkçe, radikal bir dil devrimine uğrayan az dilden biri. Devletin kurucusu Atatürk‘ün reformları sürecinde 1920‘li yıllarda Lâtin alfabesi kabul edildi ve dil yabancı sözcüklerden temizlendi. Bu, edebiyatın gelişmesine nasıl bir etki yaptı?
Söyledikleriniz Türkiye‘de de yaygın kanı. Ama Atatürk devrimlerine
dek geçerli sayılan Osmanlıcanın Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı bir
yapay dil olduğunu bilmek gerekir. Osmanlı hükümdarlarının sarayında,
resmi dairelerde ve kurumlarda kullanılan bir dil. Olsa olsa divan edebiyatına girmiş bir dil. Halkın diliyse, her zaman Osmanlıca değil, Türkçe
olmuştur. Halkın dili Türkçe, dil devriminden önce de büyük şairler çıkardı. (Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan ve daha birçok başka.) Onların saray tarafından ödenek görmeyen yapıtlarını her zaman severek
okurum. 20. yüzyılda bile Osmanlıca yazmayı sürdürmüş şairlerin yapıtlarınıysa, sözlüksüz ve açıklamasız neredeyse anlayamam.
Yani siz, dil devriminin çağdaş Türk edebiyatının gelişmesini frenlediğine, giderek engellediğine inanmıyorsunuz?
Kesinlikle. Tam tersi: Roman, tiyatro oyunu, gazete makalesi gibi
Tanzimatla gelen yeni türlerin sıradan yurttaşlarca okunabilmesi ve yaygınlık kazanabilmesi için, halkın konuştuğu dilde yazılmaları gerekiyordu. Bu, Osmanlı yazarlarını, dili kendiliklerinden sadeleştirmeye yöneltti. Büyük çoğunluk için bir kopukluk, giderek dil kimliğini yitirme gibi
bir durum hiçbir biçimde ortaya çıkmadı. İdeoloji güdümlü bazı eleştirenler bugün bunu savunsalar bile. Tam tersi: Cumhuriyet kurulduğu zaman (1923) ülkedeki erkeklerin yüzde 90‘dan fazlası okuma yazma bilmiyordu, kadınlarda ise bu oran neredeyse %99‘du. Ancak eğitim ve dil
devrimi sayesinde Türkiye‘de çoğunluk kendi dilinde okuma yazmayı öğrendi.
Demek dil devrimi tepeden inme gelmedi, devlet tarafından zorlanmadı?
Anadili olarak Türkçe, dediğim gibi, Atatürk‘ten önce de vardı. O,
195
yirmili yıllarda dili yalnızca birledi. Buna koşut okul ve eğitim devrimi
gerçekleşti: medreseler kaldırıldı, yalnızca çağdaş, lâik okullar kuruldu.
Ne yazık, çifte sistem ellili yıllardan itibaren yine arka kapıdan sokuldu.
Son zamanlarda Türk toplumunun bir bölümü köklerini açıkça yeniden ağırlıklı biçimde Osmanlı kültüründe arıyor?
Evet, ne yazık. Bunun nedeni, İslamcı çevrelerin Atatürk devrimlerine karşı yürüttükleri politik ideolojik savaştır.
Yani Kemalistlerle İslamcılar arasındaki çekişme?
Bu çekişme aslında elli yılı aşkın bir süredir için için sürüyor. 50,
60, 70 ve 80‘li yıllarda bunun zeminini hazırlayan politikacılar, bugün
gelinen duruma şaşıyorlar. Çeşitli partilerden birçok politikacı – yalnız
İslamcılar değil – bugünkü durumlardan sorumlular.
Onlar ne yaptılar?
Onlar ellilerden beri sürekli olarak oy toplamak için dinsel duyguları araç olarak kullandılar.
Ve şimdi bunu bir parti artık profesyonel olarak yapıyor..?
Evet, böyle denilebilir. Ötekiler bunu iktidarı ele geçirmek ve iktidarda kalmak için yaptılar. Ama AKP farklı. Şeriat neredeyse bu hükümetin programı.
‘Varışı Olmayan Odise’, poetika derslerinizi toplayan kitabın adı.
Bu sizin programınız mı?
Şimdi, bir yazar – sanırım – hiç hedefe varmaz. Bir yazar ‚göçmen‘
değil, o bir yörüktür (Nomade)! O, hiçbir yerde, ama her yerde evindedir. Bir çok kişi de diyor zaten, dilim benim yurdum, diye. Bu anlamda
benim iki yurdum var. Ama gündelik yaşamdan söz ediyorsanız, aslında
ben geldiğim ilk günden itibaren buraya vardım. Ben İzmir‘de doğdum
ve 1958 yılında Almanya‘ya geldiğim zaman, İzmir benim gözümde her
Alman kentinden daha moderndi. Çünkü, o zaman hemen hemen bütün
Alman kentlerinde İkinci Dünya Savaşı‘nın yıkım izleri vardı. Ama yalnız bu değil: Aslında ben Türkiye‘de bir Avrupa kentinden Almanya‘da
başka bir Avrupa kentine taşınmış oldum. Aradaki fark öyle fazla değildi. Emekli olduktan sonra da yılın en az yarısını Türkiye‘de yaşıyorum.
Ama itiraf edeyim, İzmir de artık benim çocukluğumun ve gençliğimin
İzmir‘i değil.
(Waltraud Messmann: Neue Osnabrücker Zeitung, 22.7.2008)
196
Türkiye‘nin 2008 yılında Frankfurt Kitap Fuarı‘nda Onur Konuğu olması dolayısıyla Osnabrück gazetesinde (Osnabrücker Zeitung)
Yüksel Pazarkaya ile yapılan söyleşinin Türkçe‘ye çevirisi.
Gökçeada’da balık avı.
Yüksel Pazarkaya, Üstün Akmen ve Deniz Kavukçuoğlu maç izliyorlar.
197
YÜKSEL PAZARKAYA İÇİN
Moderne Türkische Lyrik
ALMANCADA ÇAĞDAŞ TÜRK ŞİİRİ ANTOLOJİSİ
...
Pazarkaya’nın, bu kez, gerçekten büyük sabır ve çaba isteyen, yüklü
bir eserle görünüşü; Almanya’da çağdaş hikâyeciliğimiz yanına, enine boyuna bir de çağdaş Türk şiiri anıtı dikilişi, büsbütün sevindirici oldu. Moderne Türkische Lyrik / Modern Türk Şiiri başlığını taşıyan, bu yeni şiir antolojisi de gene bir Erdman yayını ve 251 sayfa.
Pazarkaya, bu zor işin üstesinden tek başına gelirken, sanırım, sadece
milletinin bugünkü şairlerine olan güveninden, onların Batı şairlerinden hiç
de aşağı olmadıkları inancından kuvvet aldı, kendini millî bir ödeve adadı;
yoksa başaramazdı.
...
Bu durumda, başta Fransızca olmak üzere İspanyolcada, Macarcada ve
başka dillerde kitap olarak günümüz Türk şiiri antolojileri bulunduğu halde, Alman dilinde böyle bir derlemenin olmayışı yadırganıyordu. Yüksel Pazarkaya, şimdi yılların bu boşluğunu, üstelik bir Türk ve şair olarak daha da
yetkiyle doldurmuş. Kıvanç duyduk.
Pazarkaya, otuz beş sayfa tutan geniş önsözünde Türk şiirini başlangıcından alıyor; Divan – Halk edebiyatı dönemlerini, Tanzimat, Servetifünun
yenileşmelerini tanıtıyor; sözü Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’den geçirerek 20. yüzyıla getiriyor ve hazırlıklarının genişlik ve yetkinliğini asıl konusu olan bu alanda gösteriyor. Öyle ki bu önsöz, Alman dilini bilen bir yabancı için, Türk şiirinin geçmişi ve bugünü üzerine tam bir fikir verecek yeterliktedir. Ayrıca Türkçesini iki formalık bir kitap halinde Türkiye’de de bastırmak, hele 1930 – 1970 yılları şiirimiz konusunda özlü, yoğun denemeler,
incelemeler bulmakta güçlük çekenler için, hepimiz için çok faydalı olur.
...
Erdmann Yayınevi’nin Die Pforte des Glücks adlı çağdaş Türk hikâyecileri
antolojisi kısa zamanda ikinci baskı yapmıştı. Dileğimiz, Pazarkaya’nın bu
modern Türk şiiri antolojisinin de aynı ilgiyle karşılanması. Ben kendi payıma bu eserin Alman edebiyat çevrelerinde, Alman dil ve kültürüne bağlı ulus
ve topluluklarda olumlu yankılar yapacağına inanıyorum.
(Behçet Necatigil: Varlık, Aralık 1971, Sayı 771, Sayfa 8)
198
DAĞLARCA’NIN TABANCASI
Yüksel Pazarkaya’nın Aydınlık Kanayan Çiçek adlı şiir kitabı, 1974 sonunda Ankara’da basılmış; bana Almanya’dan ocak ayı içinde geldi. Şiirler
arasında “Dağlarca’nın Tabancası“ adını taşıyanını analım. Birkaç yıl önce,
eski asker Dağlarca’nın tabancası, onu yargıcın önüne değin götürmüştü.
Oysa, Dağlarca’nın silahı eski bir anı idi; kimseye zarar vermezdi bu demir
oyuncakla… Onun korkulacak şiirleri vardı belki… Bunları düşünürken, Pazarkaya, şiirle dile getiriyor gerçeği:
çakaralmazı değil 36’nın
eline kelepçe çalan
bin yılın ihaneti varya süregelen
anadolu halkına
o eller
bu ihaneti yazdığı için kelepçelendi
toptan tüfekten heybetli şiirler
haini korkutan
Kitabın sonundaki üçlük’ler (üç dizelik şiircikler), içlerine gün ışığı sokulmuş damlacıklar…
(Dost Yayınları, 108 s. 10 lira)
(Sami Özerdim: Varlık, Nisan 1976, Sayı 823, Sayfa 11)
199
SEN DOLAYLARI ÜZERİNE YAZILANLARDAN
…
“Sen Dolayları“, bütünselliği olan küçük bir “divan“dır. Hem halk tasavvuf şiirinin, hem de divan biçimlerinin peteklerinden süzülerek gelmiş,
çağdaş şiirle birleşmiş, onun yatağına kavuşmuştur. Hem şiirde, hem de bitmek tükenmek bilmez olan o kişilik olgunlaşmasındaki büyük bir aşamanın
işaretidir. Özle dolarken, biçimce incelmiştir.
(Demir Özlü: Yazko Edebiyat, 1983)
Tıpkı Yunus Emre’nin: Bir ben vardır / bende benden içeri, dizelerine
benzer Pazarkaya’nın dizeleri. Yunus gibi eski şiirimizin biçimlerini kullanmamıştır. Ama Yunus gibi, sevgiyi, sevmeyi, aşkı bulunduğu yüce değerleriyle dizelere dökmüştür. Yine Yunus Emre gibi arı bir Türkçeyle…
Elbette Yüksel Pazarkaya olarak da yaşadığı yüzyılın kültüründe mayalamıştır bu aşkı, bu sevmeyi, bu sevgiyi…
(Hikmet Altınkaynak: Varlık, 1983)
Ben, böyle fıkır fıkır; böyle hüzünlü; böylesine tutkulu, inatçı; böylesine
insanı duygulandıran, böylesine şiiri onikiden vuran şiir kitabı az okudum
son dönemlerde. Benim gibi roman müptelası olup da, şiiri ilaç için, tedavi
için kullananlara salık verebileceğim bir kitap var son günlerde yayınlanan,
ondan söz etmek istiyorum.
(Güney Dal: SFB Berlin Radyosu Türkçe yayını, 1983)
Dışardan yurt özlemini en güzel dile getiren, hiç kuşkusuz Yüksel Pazarkaya oldu bu ara. Sen Dolayları adlı yapıtında, bugüne kadar okuduğum
en güzel özlem şiirleriyle dolup taşıyor.
(Vedal Günyol: Milliyet Sanat Dergisi, 1983)
Sen Dolayları, Pazarkaya’nın şiirselliğini iç gerçeğe dönüştürmesinin kitabı olarak nitelendirilebilir. Ben’in ancak‚ sen’le varoluşunun şiirsel serüveninde başarılı oluyor. Sen çeşitlemelerinde Pazarkaya hiç kuşkusuz Yunus
Emre’den Behçet Necatigil’e kadar‚ sen’in büyük ustalarını iyi özümleyip özgün ürüne dönüştürdüğünü gösteriyor.
(Doğan Hızlan: Hürriyet Gösteri, 1984)
200
OTURMA İZNİ PAZARKAYA’NIN ÖYKÜLERİ
Acı gurbeti anlatıyor Yüksel Pazarkaya. “Oturma İzni„ adlı kitapta yer
alan öyküleri biri birinden önemli. Almanya’da, Avrupa’da bir milyonluk
yanımız üzerine çarpıcı, etkileyici öyküler bunlar. Derinlik Yayınları‘ndan
142 sayfalık küçücük bir kitap ama, okuyunca insan elini bin derece ateşte
yoğrulan bir maden eriyiğine değdirmiş gibi oluyor.
…
Radyo dinleyicileri için yazılmış bu öykülerin hepsi birer solukta okunuyor. Birini bitirince ötekine geçmek isteği duyuyor insan. Biri ötekinden
ilgi çekici yaşam kesitleri. Bu kitapta bir öyküyü dolduran kesit gerçekte bir
romana yetecek yoğunlukta. Belki bazı konular ilerde roman da olacak. Burada harcanıvermiş gibi geliyor insana. Ama yeni bir yaşam nasıl yansır edebiyata? Önce böyle anlatılacak, biri bir görev duygusuyla mutlaka yapacaktı bunu. Bizler de okuyacaktık. Algı düzeyimizde yeniden duya duya ve topluca yaşayacaktık. Bir gün Pazarkaya kendisi yada başkaları çıkıp romanlaştıracak o yaşamın acı veren yanlarını. Oyunlaştıracak, filmleştirecek kimileri de…
O kadar çeşitli iplikleri olan bir yaşam yumağı ki bu kitap anlatmakla bitmez…
…
Üzünç dolu bir yaşamın yazarı Yüksel Pazarkaya. Şiirli diliyle bıktırmadan anlatıyor, anlatıyor. Güdüselce, serpik, pörsük, yalgın, âşıklı, ürkü, sevdeş gibi güzel sözcükler yapıyor. Eksik olmasın, bir yerde de varsıl’ı kullanıyor. Ellerine sağlık. Yeni yapıtlarını bekliyoruz…
(Fakir Baykurt: Varlık, Eylül 1978, Sayı 852, Sayfa 14-15)
201
YOL DOLAYLARI
… “Dolay“, “bir yeri saran başka yerlerin tümü, çevre, havali, etraf“ diye
tanımlanıyor. Hem bilinen, hem de günlük dilde kullanım alanı dar bir sözcük; şairin dilinde yeni anlamlara, çağrışımlara varır. Dostça bir söyleşinin
sıcak tınısını kazanır. Bir senfoninin ana izleğine dönüşür.
Bazı kentlerin tarihin adlandırdığı kapıları vardır. Ne zaman, nasıl
yapılmıştır? Belki asıl önemlisi, her kapının aynı kenti farklı bir yola açmasıdır. Bir yön göstermesi, çıkış seçeneği oluşturmasıdır. Pazarkaya Türk yazını için bu işlevdedir, anlamdadır. Bu gerçeğin yeni kanıtı Yol Dolayları’nda,
aynı başlığı taşıyan bölümle birlikte, “Yaz Dolayları ve Diğerleri“ “Necatigil
Dolayları“ başlıklı bölümler de yer alıyor. İlk bölümde şiirleri buluşturan
ortak tema “yol“ sözcüğü odağında geliştiriliyor. Şair ve şiiri, çağından,
insanlıktan, yurdundan, toplumdan, üzerinde yaşadığı uzamdan sorumludur Yüksel Pazarkaya şiirinde. Yaşantı ve teknik iç içe bir birliktelik taşır.
Yaşantı şiire, şimdide billurlaşmış, insancı tarihsel, eskil (arkaik) birikim
olarak yansır. Yunus Emre’nin ulu sesi duyumsanır, Goethe, Brecht, Nâzım
arkadaşlık eder yol boyu. Yol arkadaş gerektirir, dost gerektirir. Yol zaman
demek. İnsan soyunun kurguladığı bir olgu olsa da, her an ileri doğru işler
zaman. Bir saniye bile durmaz.
… Pazarkaya şiiri, küreselleşmenin jeopolitik uzantısı olan yeni dünya
düzeninin günümüz insanını içine düşürdüğü yabancılaşma felaketini, özüne düşman durumuna gelişini, özgür bilincin önündeki engelleri, yalnızlığı
hareket unsurları içine ustaca katar. Genellikle gündelik dilden, her gün, her
an süren yaşantıdan yararlanılır. Belirlenen anlayış canlı, etkin, devimsel bir
şiiri yaratır.
… Yüksel Pazarkaya şiir yolunun bilge gezginidir.
(Günay Güner: Varlık, Kasım 2007, sayı 186)
202
İNCİNDİĞİN YERDİR GURBET
Yüksel Pazarkaya, uzun yıllar boyu içinde yaşadığı gerçekleri yazmaktadır. Şiirlerinde, öykülerinde, yazılarında hep bu gerçeği buluyoruz.
Bu gerçek, Almanya içinde yaşayan Türklerin gerçeğidir. Sevgisi, acısı, korkusu, sevinci ve mutluluğu ile dolu bir gerçek. Son kitabı olan İncindiğin
Yerdir Gurbet’de toplanan şiirlerini de, Sevgi Sütü, Yeniden Öğreniyorum
Yaşamayı, Göçmen İşçi Zincirlemesi, Aşmak Gurbeti adlı dört kümede
birleştirmiştir.
Pazarkaya, şiirlerinde belirli bir biçimin tutsağı değildir. Çok çeşitli
biçimler içindedir şiirleri. Deyiş bakımından zaman zaman Necatigil’in özelliklerini buluyoruz: sözcükleri kesmek ve böylece dizeler arasında bölüştürmek, geniş anlamlara ulamak üzere “- -“den yararlanmak ve kesik kesik, soluk
soluğa bir kişinin konuşmasını anıştıran dizeler ve şiirler kurmak gibi özellikleri bu arada sayabiliriz. Pazarkaya, yakın ve uzak uyaklardan, ses benzerliklerinden de çokça yararlanmaktadır. Bu arada, bir özelliği de sözcük yinelemelerine fazlaca önem vermesini de belirtmek isteriz. Sözgelişi, “Bağben”de,
“Yalnızlık Üstüne Çeşitlemeler”de daha bazı şiirlerinde durum böyledir. Sözcük yinelemesi yanında belirli seslerin, belirli dizelerin yinelendiği birçok şiir
var kitapta.
Bazı şiirlerde ve şiirlerin bazı dizelerinde, bir bilge gibi konuşmaktadır Pazarkaya; “Oluş” örnek olarak anabileceğim bir şiirdir bu konuda.
Pazarkaya’nın çok geniş bir sözcük hazinesi var. Yabancı bir ülkenin bazı sözcüklerini belirtmeliyiz burada. Çok çeşitli görüntüleri, yaşantıları
ve içe dönük durumları yansıtmak için çok zengin bir dilin zorunluğu ortaya
çıkmaktadır.
Pazarkaya’nın şiirinde, daha çok dış yaşamın öz olarak görüldüğü
söylenebilir. Çevre ve bu çevrenin içindeki yabancılığını, yalnızlığını duyumsayan, tedirginleşip yabancılığı iyice artan bir insanın yaşamı yansıtılmaktadır şiirlerde. Belki de bundan, boyaları benek benek kullanan bir ressamın biçimi gibi bir tablo, sözcükler tablosu da çıkıyor karşımıza.
Bu kitaptaki şiirlere, yadırganan bir ortamdaki bir insanın tedirgin
duyarlığının ürünleri diyebiliriz.
Yüksel Pazarkaya, İncindiğin Yerdir Gurbet, şiirler, Ankara 1979,
Şiir-Tiyatro yayını, 68 sayfa, fiyatı 30 lira.
(Muzaffer Uyguner: Ekinde ve Yazında Sesimiz, Ankara, Ekim 1980, Sayı 134, Sayfa 27)
203
“BEN ARANIYOR” ROMANI ÜZERİNE YAZILANLARDAN
...
“Ben Aranıyor” adlı roman, beni, yapısından, kanaviçesinden, olay
örgüsünden, ustalıklı kurgusundan çok dilinin şiirsel, olağanüstü güzelliğiyle
çarptı.
...
“Ben Aranıyor” romanı, karanlıktan yakınan bir sanatçının aydınlığa susamışlığının bir belgeseli bence. Roman, aslında “sılası elinden” alınmışlığın gurbet özlemi yansıtıyor bir bakıma, “karanlığın en koyusunda bile”
umudunu yitirmemek umuduyla. Çünkü sevmektir yazarın yurdu özlemi,
adına “gül” dediği bir yurt özlemi. Sevgiyi güzelleyen bir simgedir yazarın
gönlünde gül, o gül ki aşk gelecek bitiverir, goncasından dışa atılıp kendini
yaprak yaprak sevdalı gönüllere sunar. Dünyayı, evreni gül hüznüyle yetkin
şair Yüksel Pazarkaya’ya merhaba diyorum.
(Vedat Günyol: Milliyet Sanat Dergisi)
...
Turizmin, çarpık kentleşmenin, yap-satçılığın egemen olduğu bir kıyı
kenti. İmbatın çıkıp gelmesi ne kadar olağansa yap-satçıya direnmenin o kadar olağandışı olduğu bir “mekân”dır kıyı kenti. Siyasal çalkantılar, kenti
kimliğinden etmiştir. Uzun süre yurtdışında oluşun getirdiği yabancılaşmaya
hızlı değişimin getirdiği yabancılaşma da eklenir.
...
Kimlik yitiminde, bireyler tüm değerlerle birlikte sevgiyi de yitirirler.
Kültürün yitimi ise kentlerin çarpık yapılaşması sırasında oluşur. Bu değişim
en aydınlık biçimiyle o kentten ya da ülkeden uzun süre uzak kalanın gözüne
çarpar. (Tıpkı bir çocuğun büyüyüşünün yakınlarınca değil de uzak tanıdıklarınca izlendiği gibi.) Yabancılaştığını duyduğu ülkeye gelenin önünde ya bu
değişime uymak ya da direnmek yolları uzanır.
Pazarkaya, şiir, öykü ve oyun yazarlığındaki deneyimini bu ilk romanın
oluşmasında kullanarak başarılı bir “hikâye etme” örneği veriyor. Şiir, romanın belli bir bölümünden sonra “dünya bir gül” dizesiyle giriyor romana. Sevginin ve direncin, kimlik kargaşasına karşı durmanın gerçeküstücülüğü inanılır kılıyor. ...
(Sennur Sezer: Cumhuriyet Kitap)
...
Yüksel Pazarkaya dilin değişiminden başlayarak toplumun her alanındaki değişimlere ulaşıyor. Dil gibi değişen her şey ona yabancı artık. Geçmişi olan simitçi Orhan’la kenti dolaşmaya çıkıyor. Dolaştıkça yabancılaşı-
204
yor, kavramaya çalışıyor değişimleri. Beceremiyor, uyum sağlayamıyor. Sudan nedenlerle hapislere düşüyor, işkenceler görüyor, çıkıyor, yine gezisine
devam ediyor, yeniden topluma aykırı düşüyor, yine gülünç nedenlerle zindanları boyluyor. Başta anası babası olmak üzere toplum da anlayamıyor
mühendis Orhan’ı.
...
“Ben Aranıyor” adlı roman, Avrupa’da yaşayan yazarlar için olsun, düşünürler için olsun, toplum bilimciler için olsun bir dönüm noktasıdır. Bir de
burada kalıcılığımızın, burada bir kimlik oluşturacağımızın önemli bir muştusudur.
(Ömer Polat: Yenidil)
...
Yunus’u, Yunus üzerine söylencelerden bir bölümünü bana düşündüren, Yüksel Pazarkaya’nın bir süre önce Cem Yayınevi’nde çıkan romanı “Ben Aranıyor” oldu. Neden? Diye sordum kendi kendime, bu romanı
okurken Yunus’u düşündüm! Bana öyle geliyor ki, romanında çağdaş bir
Yunus’u anlatmış Pazarkaya.
...
Dostlukları ilerledikçe, her iki Orhan’ı da tanıdıkça, büyük Orhan’ın
çocukluğuyla küçük Orhan’ın yaşamı alabildiğine örtüşür. Kuşkuya düşer
okur, acaba, der, küçük Orhan gerçekten var mı, yoksa küçük Orhan büyük
Orhan’ın çocukluğu mu? Bu da Pazarkaya’nın roman kurgusundaki başarısını kanıtlıyor.
...
“Ben Aranıyor” gibi romanları okudukça seviniyorum: İşte, diyorum,
kendini coğrafyanın dar sınırları içine hapsetmemiş bir yapıt. “Ben Aranıyor”, çok yönlü, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın her okurun severek
okuyabileceği bir roman. En önemli özelliği de, romanın aslı bittikten sonra
başlaması. Okur özgürdür artık, yeni yaşamalara.
(Habib Bektaş: Hürriyet Gösteri)
Yüksel Pazarkaya’nın “Ben Aranıyor” adlı romanı Anadolu insanının
yabandaki çığlığı, onun ‘ben’inin öne çıkışıdır. Kimlik arayışının onca tartışıldığı günümüzde Yüksel Pazarkaya sorunun kökenine inmeyi, nedenleri üzerinde tartışmayı roman aracılığıyla gündeme çıkarıyor.
...
Romanın şiirsel akışı Gül’ün olayların içine girişi ile daha bir güzelleşir. Orhan’ın bunalımları, çıkışsızlıkları Gül’le yeni bir umuda, yaşam sevincine dönüşür. Gül bu kokuşan, sevgisizleşen ortamda güzelliklerin bir sim-
205
gesidir adeta.
Daha önce şiirlerinden, öykülerinden, çevirilerinden ve tiyatro yazarlığından tanıdığımız Pazarkaya, tüm bu birikimleri üzerine sağlam bir kurgu
ile oturtmuş romanını.
...
“Ben Aranıyor” Türk edebiyatında yakaladığı konu açısından önemli
bir roman. Alışılmış söylemlerin dışında.
(Aydın Yeşilyurt: Dergi, Duisburg)
...
“Ben Aranıyor”daki günlük yaşam ve kent betimlemeleri Türkçenin dorukları. Günlük yaşamın ve kaleli kentin çok zengin ayrıntılarla bezenmiş
ve çok güçlü gözlemlere dayanan betimlemeleri, Yüksel Pazarkaya’nın dilinin Türkçenin doruklarında dolaştığını gösteriyor. Romandaki insanların
hepsi alabildiğine canlı ve yaşayan tipler. Psikolojik derinliği ve bir çelişkiler
yumağı olan insan ben’i. Psikoloji, edebiyat, felsefe ve dilin böylesine harman olduğu ender kitaplardan birisi “Ben Aranıyor”. Sanatın gücü, parçadan bütünü verebilmesidir. Parçadan bakınca bütünü görebilmek. Orhan’ın
ben’ine baktığımız zaman bütün bir toplumu ve öncesiz sonrasız yaşamı görebiliyoruz.
(Hüseyin Mor: Cumhuriyet Hafta)
Yüksel Pazarkaya’nın “Ben Aranıyor”unu eleştirel bir okumanın odağına yerleştirmeden önce bu romanın ilkliğini ve taşıdığı yazın kaygısını belirtmeden geçemeyeceğim. Pazarkaya roman kişisi olarak ele aldığı Orhan’da
ilk kez Almanya’daki Türk aydınının “kimlik arayışına” ışık tutuyor. (...) Birey kendini ararken ya da kendini yeniden kurmak isterken onunla çatışan
ve onun gibi kendine özgü yolu arayan bir toplumda perde arkasında yerini alıyor. Bu noktada ikileşen bir ‘kimlik arayışı’ karşımıza çıkıyor; kendini
arayan birey ve bu bireyin taşıdığı basıncı daha da arttıran arayış toplumu.
...
Küçük Orhan roman kahramanının belki otuz, otuz beş yıl öncesi, okumaya hevesli ve bu uğurda her şeyi yapabilecek olan bir çocuk. Pazarkaya
burada ‘nimesis’e göndeme yapıyor. Gerçeği ile yansımasını yanyana getirerek, romanın kurgusunda yer alan en güçlü çatışma öğesini ele geçirmiş
oluyor.
...
(Necmi Sönmez: Kirpi, 1/1991)
206
SÜRGÜNDE YAZIN, YAZINDA SÜRGÜN:
YÜKSEL PAZARKAYA’NIN “BEN ARANIYOR”UNA
BİR YAKLAŞIM
Her ne kadar Türkçe yazılmış olmasıyla “Ben Aranıyor” çağdaş Türk
romanı içinde yer alıyorsa da, gerçekte göçebe bir metin bu. Gücünü göçebelikten alıyor. (...) Romanın Türkçe yazılmış olması, metnin ‘göçebelik’
diye adlandırdığım niteliğini ortadan kaldırmak şöyle dursun, dil içinde dille dışavurulan yabancılaşmayı ya da parçalanmışlık bilincini büsbütün vurguluyor.
...
Pazarkaya Ben Aranıyor’da, Conrad ya da Kafka gibi, ana dilinden başka bir dilde yazmanın ip cambazlığını yapmıyor. Bununla birlikte anlatı,
bütünüyle bir sınır durumu bilinci üzerine kurulu. Romanın bakış açısı,
“uykuyla uyanıklık, ölümle yaşam, varlıkla yokluk arasındaki ince çizgide”;
böyle bir bilinç durumunu yansıtıyor. (S. 7) Romanın başkişisi, birinci tekil
kişi anlatıcı Orhan Barutçu, yurt dışında geçirdiği uzun yıllar sonunda eski
Ben’inin dolaysızlığını, kendiliğindenliğini (Spontanität / spontaneity), sürekliliğini yitirmiş biri olarak karşımıza çıkıyor romanın açılışında. Orhan,
Todorov’un deyişiyle, anayurdunu yitirmiş, ama bu yitirişe karşılık başka
bir yurt edinmemiş ya da edinememiş bir insan. Dolayısıyla, yaşadığı benlik bunalımın kaynağı, sürgün yaşantısında. Kendiliğindenliğin yitimi de,
iki dünya arasında oluşu sürekli olarak düşüncede yaşamakla, bilinç içeriklerinin hep bu ara durumla belirlenmiş olmasıyla bağlantılı. Romanın başlangıcında bu durum, geçit kavramıyla simgeleniyor: “İki yaşam arası upuzun, uçsuz bucaksız karanlık bir geçitteyim. Kapkaranlık bir takırtıdan geçitle bir yaşamdan öbürüne uzanıyorum. İsteyerek mi çıktım bu yolculuğa?
Elimde olmadan, zorunlu bir yolculuk mu?” (S. 7) Geçit eğretilemesi şunu
da ortaya koyuyor: Gerçi romanın ana eylemi, Orhan’ın eski Ben’ini arayışı; yurtdışında yitirmiş olduğu kişilik bütünlüğünü, bu bütünlüğün sağladığı kendiliğindenliği, yeniden bulma çabasıdır; ancak, Orhan’ın Ben’i artık
iki dünya arasında bir geçitte olmayla belirlenmiştir. Dolayısıyla arayış boş
bir arayıştır.
Geçit eğretilemesinin yanısıra yolculuk eğretilemesi, anlatının çıkış
noktası, kurucu öğesi niteliğinde. Yolculuk aynı zamanda metnin gerçekçi
düzlemi ile düşünsel, eğretilemeye dayanan düzleminin kesiştiği nokta. Gerçekçi düzlemde (metnin yüzeydeki anlamıyla okunması, bu düzleme yöneliktir), anlatıcı Orhan, yabancı bir ülkede geçirdiği uzun yıllardan sonra kısa
dönem askerliğini yapmak üzere Türkiye’ye döner; dönüşünde yaşadığı bir
dizi olayı, pek belirgin olmayan, yine de mantıksal sayılabilecek bir zaman
sıralanması içinde dile getirir. Öte yandan anlatılanlar, çoğu yerde gerçekçi
biçemin sınırlarını aşarak gerçeküstü boyutlara uzanır. Ancak, birinci tekil
207
kişi anlatıcının bakış açısı, bu gerçeğe aykırı gibi görünen olaylara çözümleyici bir yorum getirmez; sorular sormakla yetinir. Orhan’ın bilinci içine hapsedilmiş olan okur da, Orhan’la birlikte sorular sorar, ama yanıtlarını bulamaz. Gerçekçi biçemle gerçeğe aykırı gibi görünenin böyle iç içe geçmişliği,
anlatıya Kafkaesk bir hava verir. Bu Kafkaesk öğe, herşeyden önce romanın
yer ve zaman boyutunun belirsizliğinde kendini ortaya koyar.
...
Alışılagelmiş düşünce kalıpları böylece geride bırakılıyor; kişi yeni
tanımlara doğru açılıyordu. Roman kişisi Orhan’ın bu açıdan yeni bir düşünce üstünlüğüne vardığı söylenebilir mi? Bu yeni bakış açısı ya da Hugh
of St. Victor’un dediği gibi, bütün dünyayı bir yabancı ülke gibi görmenin
sağladığı özgür düşünme boyutu, Orhan’ın gözlemlerinde ancak parça parça beliriyor. Bu boyutun bütünlüğünü ise, romandaki tüm söylemlerin bileşiminde aramak gerek. Orhan’ın sürgünlük bilincini değil, Pazarkaya’nın,
sürgünlük bilincinden yola çıkan yazarlığının bir ürünü bu bütünsellik. Bu
bakımdan, “Ben Aranıyor”un yazarı ile roman kişisi Orhan arasındaki ilişki,
Goethe ile “Genç Werther’in Acıları”nın ünlü kahramanı Werther arasındaki ilişkiye benzer.
...
(Prof. Dr. Ülker Gökberk: Sürgünde Yazın, Yazında Sürgün: Yüksel Pazarkaya’nın “Ben
Aranıyor”una Bir Yaklaşım. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1993, S.
59 – 74; S. 75 - 108)
208
‘BEN’İ ARAYAN YAZAR:
YÜKSEL PAZARKAYA
...
O iyi bir yazınsal yapıtta estetiğin önemine dikkat çeker. Yalnızca anayurt, yaban, özdeşlik arayışı temaları gibi temaları kullanarak estetik kaygısı güdülmeden ortaya çıkarılan yapıtlara kuşkuyla bakar. Yazının yalnızca içerik olarak değil, estetik ve biçimsel yönüyle de değerlendirilmesi gerektiğini savunur. Ona göre, kendi sözleriyle “yazın yazındır”. Bu anlamda
Pazarkaya’nın şiirlerinde, öykülerinde ve bu son yapıtında kullandığı eğretilemeler, semboller, dille oynaması ve yeni biçim arayışı eserlerinin yalnızca göç sorunlarıyla sınırlı “göçmen yazını” olmaktan çıkıp evrensel nitelikler taşımasını da sağlamaktadır.
‘Ben Aranıyor’, uzun yıllar Almanya’da yaşamış bir Türk mühendisi
olan Orhan’ın ülkesine askerlik görevini yapmak için dönmesiyle başlayan
kimlik ve dil arayışını anlatıyor. Olaylar durmadan düş ve gerçek arasında
gidip geliyor. Yer yer bu iki düzlem içiçe giriyor. Romandaki olaylar belki
de yalnızca Orhan’ın imgeleminde olup biten olaylar. Orhan belki de bu geri
dönüşü hiç yaşamadı, belki de hepsi bir düştü...
...
Pazarkaya romanında insanın doğup büyüdüğü, içinden çıktığı topluma, dile, kendine gün gelip, nasıl yabancı olabileceğini, yabancılığın yalnızca insanın ülkesinin dışında tanımadığı ortamlarda olmayacağını tersine kişinin bildiği tanıdığı yerlere de aslında yabancı olabileceğini vurgulayarak, ‘yabancılık’ kavramını farklı bir açıdan sorguluyor.
Yüksel Pazarkaya romanında olayları geriye dönüş tekniğini kullanarak Orhan’ın bakış açısından dile getiriyor. Roman gerek konusu gerek
biçimi açısından çağdaş Türk romanları arasında yerini alıyor.
Yüksel Pazarkaya: Ben Aranıyor, Roman, Cem Yayınevi, 1989.
(Binnur Erişkon: Hürriyet Gösteri, Kasım 1992, Sayı 144, Sayfa 23-24)
209
SILA GİBİ SÖZLER...
...
“Önce sevgi” diyen bir ozan Pazarkaya, dünyayı insanı bir bütün
olarak algılayan, “Oluşun birliğini birlikteki mutluluğu” gören, bu mutluluğu şiire dönüştüren bir ozan. Bir dönüşün doruğunda “Bir ana dolmuş
yaşam, bir ana sığmış evren”i yaşıyor. Koptu kopacak içinin telleri... Gene
onun diliyle söylersek tükenmeyen insanın, “sıla gibi sözler”in ozanı.
“Sıla” sözcüğünün apayrı bir yeri var Pazarkaya’nın sözlüğünde,
denebilir ki dünyası “sıla” Pazarkaya’nın. Ne diyordu Sen Dolayları’nda:
“Gurbetim yokluğunmuş / Sılam sen”... “Sen” dediği, adı gecesini dağlayan
sevgili; o sevgili ki, “Özlemin öğretiyor acının türlerini / Bitmez tükenmez çekim kiplerini...”
Evet, sıla gibi sözler... Yoğun şiir yüklü, zengin çağrışımlı bir benzetme... İlk göz açıp gördüğü, gönül verip sevdiği yerlerden uzak düşmüş
“Buzul bir ortamda terler döken” insanın içinde yaşamı yanıkça yankılandıran bir benzetme.
...
“Gördüm ki her şey yalın, yalın şiirin erginliğine vardım” diyen
Rilke gibi; şiiri Türkçenin en duru, en yalın gözesinden akan Yunus gibi,
Pir Sultan gibi yalınlığın, yalın şiirdeki erginliğin ardında Pazarkaya da.
Kimi zaman kısa dizelerle buruk bir tat yaratarak (beş heceli, yedi heceli dizelerle, dualardaki gibi), geleneksel halk şiiri biçimleriyle, yinelemelerle yoğunlaştırılan duygu tonlarıyla; kimi zaman da söyleşi içtenliğiyle sıla
gibi sözlere ulaşıyor. Şiirin bir tanımı da “bize yoğun kavuşmaları yaşatan
sıla gibi söz” olamaz mı...
...
Okuyalım “Karanlıktan Yakınma”yı okuyalım da, yeni yılda sıladan “sıla gibi sözlerle” merhaba diyelim ozana biz de...
Yüksel Pazarkaya; Karanlıktan Yakınma, Şiirler, Cem Yayınevi, 1988, 112 sf.
(Mehmet Başaran: Milliyet Sanat Dergisi, Sayı 209/Şubat 1989, Sayfa 51)
Yüksel Pazarkaya,şiire çok emek vermiş bir isim. 1979-87 arasında
yazdığı şiirleri “Karanlıktan Yakınma”da toplamış. İnsancıl, sevgi dolu, ılık
bir söyleyişi var Pazarkaya’nın ve sanırım Necatigil şiirinin, söyleyiş olarak
değil de, şiirine konu ettikleri bakımından sadık bir izleyicisi olma konumunda 88’de severek okuduğum kitaplardandı.
(Tuğrul Tanyol: Şiirde Devinimsiz Bir Yıl; Hürriyet Gösteri, 88 Kültür ve Sanatta Bir Yıl; Sayfa 16)
210
DOST DOLAYLARI
Türk ve Yunan devleri arasında süregelen gerginliğin, sanatçıların çabalarıyla, halklar düzeyine inmesi biraz olsun engelleniyor. Dost Dolayları’yla,
Yüksel Pazarkaya da bu sanatçılar arasına katıldı. Aynı kültürel kalıtı paylaşan; sevinçlerini, üzüntülerini benzer biçimlerde dile getiren iki ülkenin insanları çevresinde şiirleriyle bir dostluk aylası yaratmakta. Yunanistan’ı gezerken, okuru da kendisiyle birlikte coşup birlikte duygulanacağı bir yolculuğa çıkarıyor, Pazarkaya.
(Mustafa Öneş: Edebiyatımız ‘90/Şiir . Okuduklarımızdan Şiirkesiminin Üzerinde Kalanlar, Milliyet Sanat Dergisi, Sayı 254/Aralık 1990, Sayfa 9)
211
MUTLULUK ŞİİRLERİ
...
Yüksel Pazarkaya, çağdaş Türk yazınının yorulmak nedir bilmeyen
emekçilerinden. Hep yeni arayışlarla yeni söyleyişler arıyor, deniyor... Bu
son şiirleri Mutluluk Şiirleri adını taşıyorsa da, o soyut bir mutluluğun peşinde koşmaz; mutluluğun somut olgulardan insanca duyarlıklarla devşirilebildiği, mutluluğun her zaman hüzünlerle, korkularla çevrili olduğu, belki güzelliğinin de bundan ileri geldiği inancındadır. Yaşam, mutluluk ile hüzün arasında gidip gelen sonsuz salınımlarla bizi de bir sarkaç gibi harmanlıyor...
Mutluluk Şiirleri, yaşamı kucaklıyor; insandaki yaşama sevincine
odaklanıyor. Genel yaşamın trajedisine aykırı düşmeyen bireysel dramlardan özgün bir “mutluluk – hüzün” tablosu sunuyor...
Mutluluk Şiirleri / Yüksel Pazarkaya / “Kendi sesinden şiir kasetiyle” / Açı Yayıncılık / İstanbul,
1995 / 91 s.
(Yusuf Çotuksöken: Mutluluğun ve Hüznün Şiirleri, Cumhuriyet Kitap, Sayı 325, 9 Mayıs 1996)
MUTLULUK ŞİİRLERİ
...
Yüksel Pazarkaya, yeni kitabı Mutluluk Şiirleri’nde, duyguların yaşanan ortamın izlerini nasıl taşıdığını vurgulayarak anlatıyor, sevgiyi, dostluğu, kuşkuyu. Şiirlerinde sevdiği iki ozana “selam”lar var. (...)
...
Yüksel Pazarkaya’nın şiirlerinde, öykücükler, şiirin yalınlığıyla birleşerek, okura tanıdık bir dünyayı yansıtıyor. Yolcunun ardından çabuk
dönsün diye su dökme geleneği, Güzel Ayrılıklar şiirinde, başka “uğurlamaların” anılarıyla birleşiyor: “Anneler gülümseyin Kadıköy sabahındaki / O güzel anne gibi uğurlayın oğulu kızı / Bilsin sevgililer ardından dökülen sudan
/ Tez getirecektir bir gülümseme sevgiliyi.” İstanbul’dan getirilmiş beyaz leylak fidanını, kış boyu evinde bakıp, baharda Almanya’daki Türk arkadaşının
bahçesine diken Kürt, onunla yeni bir akrabalık kurar: “Kanlı bıçaklı olabiliriz belki onunla iki kardeş gibi / Düşman olamayız ama beyaz leylak açtıkça.” (Sevginin Sözlüğünden). Yüksel Pazarkaya’nın öykücükleri, Boğaz’dan
Manhattan’a, geç uğranılmış bir yazlık evden bir kitap fuarına uzanırken
kimi zaman hüznü, kimi zaman sevinci tattırıyor. Ama yaşama direncini hiç
kaybettirmiyor.
...
Şiir kitapları, okurun dilediğince okuyup, yeniden yorumlanması
için yazılır. Yine de, şiiri şairinden dinlemek isteyenler çoğunluktadır. Yük-
212
sel Pazarkaya’nın yeni kitabı Mutluluk Şiirleri, hem şiir okumak hem dinlemek isteyenler için olanaklar sunuyor. Çünkü, kitapla, kendi sesinden şiirlerin bulunduğu kaset aynı pakette birleştirilmiş. Bu birleştiriş, içerik kadar
sunuluşuna da önem verenleri hoşnut edecek nitelikte: Pratik, şık, alımlı...
(Sennur Sezer: Varlık Kitap Eki, Şubat 1996)
213
ALMANYA ÜZERİNE
Bu Kitabı Okuyun
Almanya’da yurttaşlarımız var. Evet, bu yalın cümle birçok doğrunun
uzantısının ilk durağı. Batı ve Doğu Almanya; ikisi ayrı düşünülür, rejim farklılığından ötürü ayrı değerlendirilirdi. İki Almanya, duvarın yıkılıp birleşmesinden sonra ne oldu? İsterseniz bu soruyu bizim gerçeğimize indirgeyerek soralım; “Azınlıklara ne oldu?”
Almanya şimdi nasıl? Yüksel Pazarkaya bu durumu, Türklerin konumunu genel ve özel çerçeve içinde ele alan bir incelemeden sonra Almanya’nın
ünlü aydınlarıyla, yazarlarıyla konuşarak kitaplaştırmış. Görüştükleri arasında, Hans Christoph Buch, F.C. Delius, H. Magnus Enzensberger, Gerd Heidenreich, Walter Jens, Sten Nadolny ve Aras Ören var. Türk okuru, Heidenreich, Sten Nadolny ve Aras Ören’i kitaplarıyla yakından tanıyor. Üstelik ikisi kitap fuarlarında konuk olarak Türkiye’ye geldiler. Pazarkaya, “Mölln ve
Solingen’den Sonra Almanya” başlıklı yazısında durumu bütün çıplaklığıyla
şöyle anlatıyor:
...
Pazarkaya, belgelerle durumun vahametini dile getiriyor. Hiç kuşkusuz Pazarkaya’nın yazdıkları kadar, konuştuğu kişilerin görüşleri de önemli. Almanya’nın düşünce ve edebiyat dünyasının ünlü adları, Neonazizm’in
hortlamasından ve iki Almanya’nın birleşmesinden sonra Almanlar’ın birarada yeni kimlik arayışından rahatsızlıklarını dile getiriyorlar. Hitler’den bugüne tarihi ve tarihi hataları yargılıyorlar, yargılıyorlar ki bir daha tekerrür etmesin.
Yalnız Almanya’da yaşayanlar değil, bütün Türkiye’dekiler bu kitabı
okumalı. Yarın vakit çok geç olabilir.
Mölln ve Solingen’den Sonra Almanya Üzerine / Yüksel Pazarkaya / Sis Çanı
Yayıncılık (Doğan Hızlan; Hürriyet, 24.8.1995)
214
GÜZ RENGİ
...
Güz Rengi’nde 12 öyküsü var Pazarkaya’nın. Öykülerin altlarında yazılış tarihleri belirtilmemiş olduğu için, hangileri en son öyküleri, belli değil
doğal olarak.
Ancak, kitaptaki ilk öykü ile 1997’de Haldun Taner yarışmasına katıldığı düşünülürse, “İki Sığınık” yazdığı son öykülerden biri olmalı. Ayrıca, anlatımlarındaki benzer yalınlığa, kurgulama ustalığına, hele hele o süzülmüş iletilerine ve imge olgunluklarına bakılacak olursa, yazarın olgunluk çağı ürünleri diyebileceğimiz İki Sığınık ile Bir Nerdeyiz, Ah Nerde? adlı iki öykü bence
de Pazarkaya’nın yazdığı son öyküler olsa gerek.
Yüksel Pazarkaya, bu İki Sığınık adlı öyküsünün şiirini de yazmıştı 1970’li yıllarda, nasıl anımsamam. “İnsanın incindiği yerdir gurbet” demişti
“İncindiğin Yerdir Gurbet” adlı şiirinde. Salt bir hoyrat söz bile, gurbeti gurbet
yapmak için yeterliydi gurbetçiye.
Bu öyküde de, hem dağa çıkan oğlunun ölüm haberini alınca huzuru gurbete sığınmakta bulacağını sanan alnı dövmeli ana, hem askerliğini
Güneydoğu’da yaparken şehit düşen oğlunun acısını belki biraz dindirir umuduna kapılıp kızının yanına Almanya’ya konuk gelmeye kalkışan ana, daha kapıda bir Alman polisinin hoyrat bakışıyla kırılıverir, hoyrat sözlerinden sonra
daha fazla duramazlar bu incindikleri yerde. Ve hemen ağıt yakmaya otururlar karşılıklı...
Nitekim, Tahsin Yücel de, “örnek bir yalıklıkta” diyerek övgülediği bu
öyküdeki anaların onur kırıklığı öfkesi için, Yaşasın Edebiyat Dergisi’nde çıkmış “1997 Haldun Taner Ödülü’nü Kazanan Yapıtlar Üzerine” adlı yazısında,
“Bu iki Anadolu kadınının birer konuşması – daha doğrusu söylenisi – var ki,
içeriğiyle de, biçimiyle de, yerelliğiyle de benzersiz birer ağıt” demektedir.
...
Anadolu analarının, artık Anadolu’da anımsanmaz olmuş bu soylu
yanlarını, bu soylu geleneklerini, el kapılarında onurları yeniden incinince ansızın anımsayıvermelerini gerçekten çok güzel yakalamış Yüksel Pazarkaya.
Üstelik, o güzel ağıtlara yakışır yalınlıkta anlatmayı da çok güzel bilmiş...
Ama asıl sözünü etmek istediğim öykü, ikincisi.
Bu öyküde, Yüksel Pazarkaya, gurbete bu amaçla gelmiş bir büyük usta
ile birlikte uluslararası bir toplantıya katılmak üzere giderlerken verdikleri bir
öğle yemeği molasını mı anlatıyor yalnız? Sanatsal güzelliği, yazınsal tılsımı,
gücü, salt bir büyük ustanın öğle yemeğini anlatmış, yemek yeyişindeki kimi
özgünlükleri yakalamış olmasından mı kaynaklanıyor yani?
...
Ama öykü bence asıl bu noktadan sonra başlamaktadır. Mutfağın önün-
215
deki masada, aşevinin sahibi kadın bir başka kadınla çekişe çekişe Almanca
pazarlık yapmaktadır. Yandaki masalardan birinde bir Türk karı koca, yanlarında küçük bir kız çocuğu yemek yemektedirler. Bir başka masada da iki erkek vardır.
Alman kadın, kap kacak satılan işyerini kapatıp Meksika’ya yerleşmeye
karar verdiğini belirterek, elindeki son tencere tavayı da komşusu oldukları
için bu aşevi sahiplerine ucuz fiyatla bırakacağını söylemektedir. Yan masadaki erkeklerden biri burada aradığını bulamamış, artık Türkiye’ye dönmeye karar vermiş olsa gerek ki, on iki yıldan beri Almanya’da çalıştığını söyleyen arkadaşı, Türkiye’yi kötüleyerek, onu, “Aleviyim, dönersem beni öldürürler” diye dilekçe vererek sığınmacı olması için zorlamaktadır. Alman kadının Meksika’ya yerleşeceğini işitince, burada doğduğu belli küçük kız, “Anne,
Meksika neresi?” diye sormuştur hemen. Türkiye’ye dönmeye kararlı genç
adam arkadaşına, “Ama ben Hanefiyim...” demektedir şaşkın şaşkın. Alman
kadın, “Meksika da Türkiye gibi güneşi bol, insanları insan, dost canlısı, sıcak
kanlı bir ülke...” diye yanıtlamaktadır küçük kızı. Fonda da, ilginç bir rastlantıyla, tam bu sıra Türkçe bir kaset çalmaya başlamıştır ”Girit nerde, Kıbrıs nerde, Türkistan nerde?” diye yineleye yineleye.
Alman kadının “Türkay” dediğini algılar algılamaz da, sanki o ana dek
çevresiyle hiç ilgilenmiyormuş gibi iştahla önündeki karnıyarığı yiyen usta,
birden başını kaldırıp Alman kadına bakmıştır dikkatli dikkatli... Sonra da
ötekileri süzüp, “Almanca konuşuluyor burada” demiştir, sanki Almanya’da
bulunduğunu unutmuş gibi.
Gerçekten de, gurbetteki bir usta için, Türk halkının nabzının, bugün diyelim Münih’teki küçücük aşevinde de çarptığını, böylece yoğunlaştırılmış bir
imgeyle anlatan bir başka öykü daha okuduğumu anımsamıyorum kesinlikle.
Toplumun sorumlusu olduğunun bilincinde bir yazarın, ola ki gurbete başka bir görevle çıktığını düşünmenin bilinçdışı yanıltmasıyla, acıkmanın körlüğüne kapılıp yemek yerken bir an için unuttuğu bu toplumsal sorumluluğunu böyle küçücük bir aşevinde birden anımsayıvermesinin şaşkınlığı ancak bu kadar güzel anlatılabilir. Yüksel Pazarkaya’yı yürekten kutluyorum doğrusu.
Ama, ustanın adını niçin yazmamış ki acaba?.. Aziz Nesin’in adını niçin
gizlemiş?..
Ayrıca, gizleyememiş de bence...
(Demirtaş Ceyhun: Güz Rengi, Öykü, Sistem Yayıncılık; Varlık, Mayıs 1999, Sayı 1100)
216
YÜKSEL PAZARKAYA’DAN ‘KIŞ ÖYKÜLERİ’
Bir Yolculuktan Kalanlar
... Yüksel Pazarkaya şiirlerinde, ilk öyküleri olan Oturma İzni’nde belirgin nitelik olan felsefesel bakışı zaman kavramı odağında yeni öyküleriyle sürdürüyor.
Bütün bir yeryüzü. Gündelik yaşamıyla, yabancılaşmasıyla, tüketilen değerleriyle bütün bir yeryüzü. Aşk, bağlılık, savruluş, savaş, kıyım, hastalık... Hep sıla duygusuyla var olmak, yol, yolculuk, karşılanan konuklar, konuk olunan dostlar, uçakta, gökyüzünde, trende, ormanlar, ülkeler, kentler,
kasabalar, dağlar, tepeler, dereler, ırmaklar arasında geçen saatler, günler...
Özellikle Rilke’den çevirilerini sürdürürken, yeni çalışmasında zaman olgusunu sorun alarak, yeryüzünün, günlük yaşamın dinginliği içindeki devinimini, evrensel bir bakışla öyküleştirir Pazarkaya: Güz Öyküleri, Kış
Öyküleri, Bahar Öyküleri, Yaz Öyküleri... Takvime, süremlere, zamana yayılan
öykülerde bir maraton koşusuna tanıklık edilir. Eylülden, güzden başlayarak
her güne bir öykü. Yalın, yakın, içten söyleyiş; farklı bir Türkçe tadıyla.
Yazar kuşatıcı bir yaklaşım içindedir. Yeryüzü küçücük bir top gibi
her noktasına ulaşılabilen bir yer olur. Algı dünyası işlekleşir okurun. Ve bir
o kadar çağımızın insan durumları. Yine yabancılaşma, insanın insana ettikleri, reva gördükleri. (...) Ancak sevidir ki birey özünü müthiş bir doygunluk (mutluluk bu olsa gerek) içinde duyumsar.
...
Evet, yazın üstün dil işçiliğiyle at başı; insanlığın düşürüldüğü durumlarla, kadının, çocuğun, emeğiyle yaşayanın aşağılanmasıyla çok ilgilidir. Tarihte de böyledir, gelecekte de yazının bu işlevi sürecektir.
Yüksel Pazarkaya Türk yazınının yüz aklarındandır. Yapıtlarıyla
bambaşka duyarlılıklarla buluşturmuştur okuru. Oturma İzni’ndeki (1977)
ilk öyküleri bugün yazılmış gibidir. O denli diri, yalın, evrensel. Ben Aranıyor (1989) Türk romanının çıtasını yükselten bir nitelik taşır. Berna Moran,
Türk Romanına Eleştirel Bakış adlı yapıtının üçüncü cildinde, 1980 sonrası
Türk romanı bağlamında üzerinde durmayı planladığı yazarlar arasında Yüksel Pazarkaya’yı da belirtir. Sürem bakışlı son öyküleri de göçerliğin tüm insanlığın evrensel ve tarihsel durumu, izleği, anlağı olduğunu gösteriyor.
Yüksel Pazarkaya ellinci sanat yılına ulaşıyor. Başarı, özveri, bilinç,
emek dolu elli yıl. Ne mutlu. Nice yıllara, esenlikle. Türk yazının ak saçlı bilge gezginini saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.
Yüksel Pazarkaya: Kış Öyküleri, Cem Yayınevi 2008, 192 s.
(Günay Güner: Cumhuriyet Kitap, Sayı 1018, Sayfa 3)
217
ANKARA DEVLET TİYATROSUNDA
ŞİNASİ SAHNESİNİN İLK OYUNU
“MEDİHA” ÜZERİNE
Yüksel Pazarkaya Medea’nın görünmeyen yüzünü, kadının yüreğinin
ve yazgısının derinliklerini araştırıyor. Böylece modern olan ile klasik ve
antik olan arasında, evrensel olanla yöresel olan arasında da bir bağ kurulmuş oluyor.
Raik Alnıaçık’ın yönettiği oyunun sahne düzenlemesi gerçekten başarılı; yalın ama çok kullanışlı dekor ve ışık kullanımı, oyuna çok şey katıyor. Kadınların üzerinde devindiği, hep düşüp kalkmak durumunda kaldıkları, balçık izlenimi veren kaygan zemin, bu dünyada kadın olmanın ne zor
bir şey olduğunu, bir de görsel olarak vurguluyor. Mediha’da Serap Sağlar, Hasan’da Rüştü Asyalı, özellikle de “tercüman”da Mehmet Atay başarılı
kompozisyonlar çiziyorlar. Ama galiba en etkilisi Kadınlar Korosu; oyun biterken kulaklarımızda onların sözleri çınlıyor: “Babalarımıza, ağabeylerimize, kocalarımıza benzemeyen bir adam?” Hani, nerede?
(Fatmagül Berktay: İkibine Doğru, 20 – 26 Mart 1988)
Sınırsız yalnızlığı içinde baş edilmez bir “kimlik bunalımı” yaşayan Mediha, öyle bir eylem koymalı ki ortaya, kendi yazgısını elleri arasında tutabilsin. Özgür seçimiyle yaptığı eylemin bedelini de ödemeyi göze alarak...
(Cumhuriyet, 30 Mart 1988)
FERHAT HEP ACI MI ÇEKER?
...
İstanbul Devlet Tiyatrosu Taksim Sahnesi’nde sahnelenen oyunun
broşüründe Pazarkaya, olayın toplumsal ve kültürel nedenlerini saptıyor,
onların yeni acılara yol açmaması için bunu yazdığını açıklıyor:
“Özellikle Almanya’nın birleşmesiyle ortaya çıkan yeni büyüklük ve
üstünlük kompleksleri, birleşmeden doğan ekonomik, toplumsal ve kültürel
güçlükleri de kullanarak, yoğun yeni bir ırkçılık, bir yerde yeni Nazi ırkçılığı sergilemektedir.
‘Ferhat’ın Yeni Acıları’, bu sorunu, insan ilişkileri, sevgi bağlamında
işlemek amacıyla yazılmıştır. Almanya’da, ama herhangi bir başka ülkede
de, insanların, Türk olsun, Alman olsun, bütün isanların, geçmişte olduğu
gibi, bir kez daha ırkçılığa yenilmemeleri için, bir tiyatro çabasıdır ‘Ferhat’ın
Yeni Acıları’.”
Hiç kuşkusuz Almanya’da yaşayanlar bu yabancı düşmanlığının, ço-
218
ğunluğun azınlığı ezme olayının vahametine tanıklık etmektedirler.
Irkçılığı körükleyen rejimler, zaman zaman dünyanın başına bela olmuşlar, ruh yıkımlarından sonra yok olup gitmişlerdir.
İkinci Dünya Savaşı’ndaki Nazizm ve Faşizm, insan onurunu aşağılamıştır.
Yalnız Almanya ve İtalya değil başka ülkelerde de bu hastalık bütün
dehşetiyle devam etmektedir.
...
Yüksel Pazarkaya’nın oyunu, “Ferhat’ın Yeni Acıları”nı; ırkçılığı, çoğunluğun azınlığa tahakküm edişini gündeme getirdiği için seyretmeli.
Bazı konuları tekrarlamaktan usanmamalıyız. Sorumlulukları kullanmakta gecikenleri tarih bağışlamıyor.
(Doğan Hızlan: Hürriyet, 20.12.1992)
FERHAT’IN YENİ ACILARI
İstanbul Devlet Tiyatroları da, ırkçılık konusunu Yüksel Pazarkaya’nın
“Ferhat’ın Yeni Acıları” oyunuyla gündeme getirdi.
Raik Alnıaçık’ın yönettiği oyun, Refik Eren’in gerçekleştirdiği ve seyircinin “Evita”dan anımsayacağı hareketli bir köprü temeline dayanan dekorun olanaklarıyla gereksiz kesintilere yol açmadan rahatça akıyor.
Nâzım’ın bireyselden toplumsala dönüştürdüğü Ferhat’ın aşkı, Yüksel
Pazarkaya’nın yorumunda güncel ve evrensel bir olguya sıçrayarak ırkçılıkla savaşım ve toplumsal barışın amaçlanmasına yöneliyor.
Bir Alman delikanlısının bir Türk kızına duyduğu aşka, böylesine Ferhatça bir koşul getirilmesi, zorlama bir kurgu tehlikesinin üstesinden gelmiş. Pekâlâ olabilirlik kazanmış. Tema barış ve insan sevgisi olunca, Alman
gencin ırkçı hareketlere karşı tavır alması, masalın dar çerçevesinden evrensel platforma kolayca taşınmış. Alnıaçık’ın hareketli oyun düzeni ve genç
oyuncuların dinamizmi, Ferhat’ın Yeni Acıları’na çağdaş bir ritm kazandırıyor.
...
... “Ferhat’ın Yeni Acıları” bütünüyle ele alındığında, başarılı ve izlenmesi gereken, günceli yakalamış bir oyun. Genç kuşak seyircinin, ırkçı eylemlerin, tecavüz olaylarının yer aldığı sahnelerde kahkahayla gülecek kadar gerçeklerden kopuk olduklarını görünce, bu oyunun oynanması ve izlenmesi gerekliliği bir kez daha kanıtlanıyor.
(Seçkin Selvi: Milliyet Sanat, Sayı 303, 1 Ocak 1993, Sayfa 41)
219
FERHAT’IN YENİ ACILARI
...
Ama Almanya’da yaşayan Türk yazarların olaylar karşısında almaları
gereken tavır daha da önemlidir kuşkusuz. İşte bu konuda ilk belirgin ses
Yüksel Pazarkaya’dan gelmiştir. Öbür yandan, Pazarkaya’nın bugüne dek
iki ülke arasında sürdüregeldiği kültür elçiliği konumu, bu sese başka bir
önem daha kazandırmaktadır. Almanya’da yazan Türklerin çoğundan farklı
olan yanı, yani tam anlamıyla çift kültürlü oluşu, onun konuya bakışına herhangi bir Alman / Türk yazardan daha değişik bir boyut getirecektir hiç kuşkusuz. İşte ‘Ferhat’ın Yeni Acıları’nı her iki açıdan, hem toplumsal iletişim,
hem de kültürlerarası konumu açısından değerlendirmek ilginç olacaktır.
...
Bir Türk gibi yaşayıp onların acılarını paylaşabilmek için Türk kılığına girmeyi, ‘Ferhat’lığı seçen Volkert, savaşın çıkar yol olmadığını Türk
gençlere anlatmayı denerse de başaramaz. Volkert / Ferhat bu kez de daha
tehlikeli bir girişimde bulunur, Almanları savaştan vazgeçirmek umuduyla
aralarına girip onlarla konuşmayı dener. Ama dışardan gelen bir grubun açtığı ateşle (bir dazlakla birlikte) öldürülür. Ferhat’a dönüşmüş Volkert’in öyküsü de efsanedeki Ferhat gibi ölümle sonuçlanmıştır.
Böylelikle Pazarkaya, ‘Ferhat ile Şirin’ masalını günümüze uyarlamış, bugünkü koşullarda Ferhat’ın çekeceği ‘yeni acılar’ın neler olabileceğini sorgulamıştır. Ama Pazarkaya’nın olaylar karşısındaki tavrıdır burada
önemli olan. Masal’ın en olumlu kişisi Ferhat’a Alman, olumsuz davranışlarıyla olayların gelişmesi üzerinde etkili olan Mehmene Banu’ya ise Türk
kimliği vermesi, Pazarkaya’nın herşeye karşın Almanlar’ı karalamayı düşünmediğinin, onlara önyargıdan uzak, sevgi dolu dünyada yan yana yaşamayı
önermek istediğinin kanıtı değil midir?
(Nilüfer Kuruyazıcı: Hürriyet Gösteri, Nisan 1993, Sayı 149, Sayfa 74 – 77)
220
RİLKE’NİN TOPLU ESERLERİNE DOĞRU
...
Kendisinin de şair olmasından kaynaklanan titizlikle Almancanın “öbür anlamlarına” açılan kapılardan, eşiklerinden rahatlıkla geçen Pazarkaya, Rilke’nin dilini Türkçeye dönüştürürken şimdiye dek ancak Behçet
Necatigil’in, Oruç Aruoba’nın çevirilerinde bulduğumuz mükemmel “aktarım büyüsünü” büyük bir cömertlikle okuyucuya sunuyor. Bu çeviri yetkinliği
Rilke’nin kendine yol açmak için giriştiği deneylerle birleşince, bulunmaz bir
şiir okuma keyfinin kapıları aralanıyor. İlk kez eksiksiz olarak, Rilke’nin geçerken belki de ayaklarını kanattığı patikalarla karşılaşyoruz böylece.
...
(Necmi Sönmez: Virgül, Eylül 2005, Sayı 87, Sayfa 70-71)
221
HAKKINDA ALMANCA YAZILANLARDAN
BİRKAÇ ÖRNEK
“Yüksel Pazarkaya da metafer ve simgeler kullanıyor. Ama bunlar eskimiş ya da eski ustalardan aktarılmış değildir kesinlikle. Son şiirlerinde, Türk halk şiiri öğeleriyle, Orta Avrupa üslup özelliklerini kaynaştıran
Pazarkaya, yoğun bir şiirsellikle toplumsal eleştiriyi birleştiriyor. Onun
gücü – şimdilik – bu şiirselliktedir.”
(Klaus Eder: Stuttgarter Nachrichten, 25.2.1965)
“Pazarkaya’nın şiirinde, Önasya’nın imge dolu Barok dil geleneği
ağır basıyor. (“umut en eski hayvan”). Yer yer nesnel güncelleştirilmiştir
bu (“yürek değişebilir pompa”). Sosyalist deyişler acının ana sesini bastırmıyor (“gelen gün güzel / gelen insan yüzünden”).
(Thomas Löhner: 8 Uhr-Blatt, Nürnberg, 24.10.1968)
“Pazarkaya’nın şiirleri arasında, özellikle savaşa karşı olanlar dikkati
çekiyor: “ölüden söz edilmez vietnam’da / kinimiz ve napalm havada”. Pazarkaya, bizi çağımız insanıyla dayanışmaya çağırıyor.”
(Ralf Sziegoleit: Hofer Anzeiger – Frankenpost, 24.10.1968)
“Genç şair Yüksel Pazarkaya (doğ. 1940), hümanizmi bütün ideolojik ölçütlerin üzerinde tutan en umut verici yeteneklerden biridir. “Almanların Hayvan Sevgisi” adlı şiiri, yirmi dört kısa satır içinde, Federal
Almanya’daki yabancı işçilerin ruhsal durumları üzerine sayfalar tutan
incelemelerden daha fazla şey söylüyor.”
(Magdalene Stüwe: Türkei heute; 1973, S. 333)
222
...
Yüksel Pazarkaya’nın Almanca şiirlerinden burada yalnızca “deutsche sprache” (alman dili) şiirini dile getirmek istiyorum. Bu şiir, Alman
edebiyatında uzun ama sorunsuz olmayan bir izlek geleneğine eklemleniyor. Bunu kısaca “Alman diline övgü” olarak adlandırabiliriz. Max von
Schenkendorf’un şiiri “Anadil” ve Josef Weinheber’in “Alman diline kaside” şiiri, bu övgünün nasıl kolaylıkla yoldan sapacağını gösterebilir. Ama
1945 sonrası temizliğinin ötesinde yeni bir soğukkanlılıkla Alman diline
yine de yeni ve dürüst bir iltifatın mümkün olduğunu görüyoruz, örneğin,
Enzensberger’in şiiri “landessprache” (memleket dili), Helga M. Novak’ın
şiiri “meine sprache” (benim dilim) ( her ikisi de küçük harflerle yazılmış!), ayrıca Günter Kunert’in aynı başlıklı ama büyük yazılmış “Meine
Sprache” şiirinde olduğu gibi, bu sonuncusu her ne kadar büzük harf
kullanıyorsa da, yine de “yerlere serili” Alman dilinin kendini gereksiz
yere büyük görmemesi için başka araçlar kullanıyor.
İşte bu arka planın önünde şimdi Yüksel Pazarkaya’nın “deutsche
sprache” şiirini alıntılamak istiyorum (küçük başlangıç harflerine dikkat edilsin!):
die
die
die
die
die
die
ich vorbehaltlos liebe –
meine zweite heimat ist
mir mehr zuversicht
mir mehr geborgenheit
mir mehr gab als die
sie angeblich sprechen
sie gab mir lessing und heine
sie gab mir schiller und brecht
sie gab mir leibniz und feuerbach
sie gab mir hegel und marx
sie gab mir sehen und hören
sie gab mir hoffen und lieben
eine welt in der sich leben lässt
die in ihr verstummen sind nicht in ihr
die in ihr lauthals reden halten sind nicht in ihr
die in ihr ein werkzeug der erniedrigung
die in ihr ein werkzeug der ausbeutung sehn
sie sind nicht in ihr sie nicht
meine behausung in der kälte der fremde
223
meine behausung in der hitze des hasses
meine behausung wenn mich verbiegt die bitterkeit
in ihr genoss ich die hoffnung
wie in meinem türkisch
(Türkçesi: alman dili // çekincesiz sevdiğim / ikinci yurdum / bana daha çok güven / daha çok
esenlik verdi / sözde onu konuşanlardan // o verdi bana lessing ile heine’yi / o verdi bana
schiller ile brecht’i / o verdi bana leibniz ile feuerbach’ı / o verdi bana görmeyi duymayı /
o verdi bana umudu sevgiyi / yaşanabilir bir dünya // onda susan ondan sayılmaz / onda
bağırıp söylev çeken ondan sayılmaz / onda bir horlama aracı / onda bir sömürü aracı gören / sayılmaz ondan sayılmaz // yabanın soğuğunda yuvam / kinin kızgınlığında yuvam /
acının kırıklığında yuvam / onda umudu tattım / türkçemde olduğu gibi)
Bu şiiri burada daha fazla yorumlamak istemiyorum; benimsemesinin dürüstlüğü kendini dile getiriyor. Bizim kendimizin Alman diliyle
ilişkimiz açısından değinmek isterim ki, gerçek bir kanon içeren ikinci
koşuk, yalnızca belki aynı biçimde yerinde gerekçelerle başka bir kanonu yeğleyecek (örneğin Goethe’li) Alman okurlar için değil, aynı zamanda, belki de daha fazla, bir ulusun dil kültürünün hiç yazınsal bir kanon
olmadan da var olabileceği yanlışına kapılanlar için ilginç olacaktır. Alman dilinin, istismar aracı olmadığı zaman, hangi değere sahip olduğunu, arada bir Almanlara Türklerin söylemesi iyidir. Kim ama “yabancılar dışarı!” diye bağırırsa, onu istismar etmektedir.
...
(Prof. Dr. Harald Weinrich: visodata 83; Dokumentation, Münih 1983, S. 396 – 412)
224
1989 BAVYERA GÜZEL SANATLAR AKADEMİSİ
CHAMİSSO ÖDÜL KONUŞMALARINDAN
...
Bugün ödül alan dostum Pazarkaya’dan bir alıntı yapıyorum. Kendisi İzmirli bir terzinin oğlu ve fevkalâde başarılı lise diplomasıyla yüksek öğrenimi için bir ülke seçme olanağını buldu. Bizi seçti ve Chamisso gibi o da, bir doğabilimsel ve bir dilbilimsel öğrenim gördü ve
Stuttgart’ta Martini yanında doktorasını yaptı.
Pazarkaya’nın bir Türkçe – Almanca çocuk kitabından:
Bir varmış bir yokmuş
Deve tellal pire berber iken
Ben dedemin anası
Ninemin babası iken
Dedemin ninemin beşiğini
Tıngır mıngır sallar iken
Biz yedi kardeş imişiz
Yedimiz de şaşıbeş imişiz
Her birimizin dili ayrı imiş
Biirimiz Almanca konuşurken
Birimiz Türkçe anlarmış
Birimiz Arapça birimiz İtalyanca
Birimiz Yunanca birimiz İspanyolca
Birimiz Yugoslavca
Durmadan Türküler söylermişiz
Dünyanın dört bir ülkesinden gelmişiz
Almanya denir bir ülkeye
Bu Almanya
Dünya kadar büyükmüş
Bu Almanya
Salyangozun evi kadar minikmiş
Almanya’nın kuşları
Hem öter hem konuşurmuş
Almanca Arapça
Türkçe İtalyanca
Yunanca İspanyolca
Yugoslavca anlarmış
Almanya’nın ağaçları
Hem güler hem ağlarmış
Almanya’nın karı
225
Hem soğuk hem sıcakmış
Kuşları böcekleri
Çiçek gibi açarmış
Ağaçları çiçekleri
Kuş gibi uçarmış
Çocuklar orda her gece
Güzel düşler görür
Düşlerinde binbir çiçek gibi
Gülüşürmüş...
Ve son olarak onun “Ich möchte Freunden schreiben” (sevinçler yazmak istiyorum) kitabından, şubat dizelerinden şu satırlar:
“lagernde berge wandern
das kamel springt über gräben
taue gehen durchs nadelöhr
der liebe wegen“
(dağlar oynar yerinden / deve ne hendekler atlar / halatlar geçer iğne deliğinden / sevgi yüzünden)
Sevgi yüzünden: bu sözle bitirmek istiyorum. “halatlar geçer iğne
deliğinden sevgi yüzünden.” Sizi kutluyorum, Yüksel Pazarkaya. Ve
kendimizi, bizi seçtiğiniz için.
27.2.1989
(Heilde Domin: Gesammelte Essays. Piper: Münih, Zürich 1992. S. 168 – 180)
226
Yüksel Pazarkaya ile yaklaşık otuz yıldan beri edebiyata güdümlü ve
bugüne dek kapsamlı ve birçok türü sarmalayan bir yapıt ortaya koymuş bir
yazar onurlandırılıyor.
...
Türk ulusal edebiyatıyla ilişkilerini saptamak bizim için güç olsa da, Alman kalıtını görmek kolay, örneğin Brecht’e bağlılığını belirtiyor Pazarkaya.
Ayrıca Lessing, Schiller ve Heine’yi yazınsal baş tanıkları olarak belirtiyorsa, bu, yaşantısal şiirden daha fazla öncelikle düşünsel şiiri gösteren bir geleneği tanımlanıyor. Pazarkaya’nın şiirinde bir Ben söz alıyorsa da, şiir çoğun kesin bir ifadeye yöneliyor, eleştirel yansıtıcı bir söyleyişi aramaktadır.
...
Şair, gerilimleri taşımayı ve yabancılaşmış olanda insancı olanı arar. İlkesel bir iyimserlik ve sevgiye ve hümanizme güven, ama aynı zamanda bu
idealleri gerçekleştirmek için savaşımsal eylemi Pazarkaya’yı, yalnızca sevdiği Lessing, Schiller, Heine ve Brecht ile birleştirmiyor, aynı zamanda Heinrich Mann gibi, bir yandan enerjik savaşım ve alayı yanı sıra insancıl olanı
ve sevgiyi gözden kaybetmeyen modern bir yazarla da birleştiriyor. Yüksel
Pazarkaya gibi bir yazar, demek ki, modern kültür bileşimlerinin nasıl olabileceğini etkileyici biçimde gösteriyor. Her iki halka da ulusal aynayı tutabildiği için, o Türk ve Alman kültürleri arasında ideal bir aracıdır.
(Prof. Dr. Helmut Scheuer: 27.2.1989 akşamı Bavyera Güzel Sanatlar Akademisi’nde Yüksel
Pazarkaya’ya verilen Adelbert-von-Chamisso Ödülü konuşmasından.)
227
“YABAN”DA ÜN
Bir tadımlık “yarış” şiirinden: “gizli polis peşimde / ben önde o arkada
/ ben hep önde / o peşimde / yarışa başlarken çıktığım / ilk noktaya erişebilir mi / yarış biterken?” “Der Babylonbus” (Babil Otobüsü – Frankfurt, 130
sayfa. 19,80 Mark) ile Türkiye’de bilinen iki kitabının Almancasını sunuyor
Yüksel Pazarkaya. “Aydınlık Kanayan Çiçek” (1974) kitabındaki şiirler, yazarn en fazla siyasal güdümlü olanlar. İkinci bölümdeki “İncindiğin Yerdir
Gurbet” (1979) şiirlerinde Pazarkaya adı geçen konuyu çok farklı yaşam deneyimlerinden yola çıkarak çeşitlendiriyor. Bugünlerde Chamisso Ödülü’nü
de alan WDR redaktörü, insancı nitelikli deyişlerle dikkat çekiyor, elementar bütünlüğü ve sarsıcı düşünme uyarılarıyla etkiliyor. Kuşkusuz: Yüksel
Pazarkaya, Almanya’da da – yalnız “Babil Otobüsü” ile değil – ününü daha
da genişletecektir.
(Jochen Arlt: Kölner Rundschau, 5.7.1989)
228
...
Bu arada Pazarkaya bazı şiirlerini de Türkçe okudu – bunların Almancalarını da önceden okumasından dolayı da –, bu yabancı dilin dolu
dolu tınılayan ritmik yapılı sesi hakkında gerçekten güçlü bir etki bıraktı.
Pazarkaya’nın edebi eserinde bütünüyle – bir okumanın zorunlu kısalığı bunu yansıttığı kadarıyla – şaşırtıcı bir kararlılıkla sonuna kadar
bir çift hatlılık sergiliyor.
Zira gerçekten yalnızca ülkesinin zengin doğasını duyusal titreşimli
bir söz dağarıyla yansıtmakla kalmıyor, aynı zamanda Türk-Alman yaşamını ve bunun kırılmalarını özlü ve duygusallıktan arınık bir dille betimliyor. Ve Solingen ve Mölln’deki korkunç olayları ne yapıtında ne de
ardından gelen söyleşide atlıyor.
...
(Rheinpfalz gazetesi, 17.11.2001)
229
KENDİNİ ARAMAYA YOLLARA DÜŞEN BİRİ
Carl-Haag salonundaki ilk okumanın ardından, Yunus Emre’nin
yapıtı, Yüksel Pazarkaya’nın yazınsal yapıtını ne ölçüde etkiliyor sorusu akla gelebilir?
Kendi yapıtlarını okumasının ardından, öylesine ayrı zamanlarda
yaşamış ve yaşayan bu iki şairin anlaksal duruşu nerede benzer bir tavır
sergiliyor, biraz daha açıklığa kavuşuyor.
Pazarkaya, sokaktaki bir çocuğun karakteriyle yapıtı “Ben
Aranıyor”u geliştiriyor. Bununla yabandan gelen yetişkin bir insanın
Ben’ini geliştiriyor. Kendisine, yurdundan daha yakın olan bir yabandan. Yabandan gelen ve yeniden yabandaki bir yabancı.
Modern bir konu mu? Modern, ama aynı zamanda zamana bağlı olmayan bir konu. Yabancının çocuğa yaklaşımı ve tersi, temkinli biçimde usul usul oluşuyor. Dil açısından da temkinli, hiçbir görünüm, en
ufak bir açı bile, gözden kaçmasın diye. Anlatım sıcak ve konunun ağırlığına karşın, çok yalın.
Bir yeniyetmenin rastlantıyla (?) karşılaştığı yetişkin bir yabancıya
güven kazandığı ve artık ağabey diye adlandırdığı roman, bir “Ben” arayışı. “Ben kimim?” sorusu var. Bu soruya yanıt gerekli. Bu soru hepimizin bildiği bir soru. Ve edebiyat işte böyle hepimize ait olan bir soruyu
başarıyla işleyebilir. Yüksel Pazarkaya da bu tanımı yaptı.
Romandaki oğlan henüz aslında görünüyor. En azından kendinden
kuşku duymuyor. Biliyor. Rahat ve sorgulamayan haliyle, sorular yönelten yetişkinin kendi kendisi hakkında bilgi edinmesine yardımcı oluyor. Annesiyle, babasıyla ilişkisini anlatarak, kendi kökenini geliştiriyor, eğitilmiş bir sevgi. Özellikle annesinden aldığı. Yaşamının gerekçesi bu sevgi olarak görünüyor.
Pazarkaya’nın dili üslup açısından içerikle el ele tutuşuyor. Oğlanın, ağabeye kendinden bahsettiği yerlerde yalın. Sade, sahih ve sıcak.
Çok dolaylı, temkinli ve hiç doğrudan olmadan. Böylece en ufak bir açı
bile gözden kaçmıyor.
Pazarkaya’nın şiiri, daha önceden okumasına karşın, benzer üslupta. Yoğun biçimde kavramlar sıralanarak Sözresimleri oluşturuyor.
Yine (yoksa başka nasıl olabilir?) yabancı, yabancılık ve yaban etrafında döneniyor. Kısaca özdeşlik.
Bu hepimizin sorusu. Her bir kişinin sorusu: Ben kimim? Bunun
yanıtı ama Yunus Emre’ye göre şöyle olmalı: Kendimi sevebilir miyim?
Bunun yanıtı evetse, o zaman içimde yaradanı buldum. Ve Yüksel Pazarkaya yazıyor: İncindiğin yerdir gurbet. Emre 700 yıl uzaktan yanıt
veriyor: “Sevgi, kin ve şiddetin karşıtıdır.”
230
Bu okuma akşamına bir önceki akşamdan (Yunus Emre üzerineydi) daha fazla dinleyici katıldı. Bu okumanın sonunda artık söyleyecek söz yoktu.
(Helga Heinichen: Südwest Presse, 7.4.1992)
231
Prof. Dr. Walter Schmitz: ÜBER YÜKSEL PAZARKAYA
(YÜKSEL PAZARKAYA ÜZERİNE)
...
Eich, zamanlar arası – arzu edilen, dertsiz – bir geçişten söz
ederken, Pazarkaya’nın Kaçak Düşünceler’i uzamlar arası bir geçişte nelerin alınabileceğini soruyor; başlığın seçimi, o kaçak düşencelere bu
yolculuğun sürekliliğini, Alman sürgün edebiyatını da belirlediğince,
sunuyor. Sözde kimlik belirleyen eşyalar, konuşan Ben’in elindeki tahta bavula sığmaz. Alman yaşam kesitinden kaynaklanan tüketim eşyaları fuzuliliği orada yer bulamaz; ama basit şeyler için yer vardı orada:
Bir avuç bulgur
Bir okka kuru fasulya
Bir ufak rakı ve
Bir kaval kendi yontum
Koymuştum çıkarken yola
Umuda doğru hani o ürkek şeye
Ve birkaç türkü toprak kokan
Ayrılık ve özlem kokan
Birkaç türkü koymuştum tahta bavula.
Yolculuklar – önce oradan “buraya”, şimdi tasarlanan dönüş – bu şiirde
birbirine yolda olma durumunda çaprazlama geçiyor; zira dönüş Ben’i değişmiş olarak geri getiriyor, yani yitirilmiş bir durumu yeniden kurabilecek
bir sılaya dönüş olmuyor:
Birikmiş korkularımı bırakamam burada
Türkenmiş umutlarımı
Götürmek isterim onları da
...
Nerde tahta bavulum şimdi
Nerde takıldı kaldı
Nerde yitti içinde ben
Uzamlar arasında, kültürler arasında “Ben”, yolculuğun kesişme noktası oluyor, çıkış noktasında yitik kalıyor; ama şöyle de olabilir, varışta yaşanmış yaşamın o yerde geride bıraktığı – ve son koşukta belirtildiği gibi – silinmez izlerden şifresi çözülebilir. Günter Eichen’ın “Sıfır Noktası” şiirindeki Ben’in yeniden doğuşunun karşısına Pazarkaya’nın Kaçak Düşünceleri,
Ben belirlenmesinde kırılabilir bir incelik, giderek süreksizlik koyuyor, bu
da elbette yerlilerin yoğun çoğunluğunun deneyim dünyasına pek uymak is-
232
temiyor.
...
(Dresden Üniversitesinde 2000 yılı yaz döneminde Yüksel Pazarkaya’nın
verdiği poetika derslerinin kitap olarak yayınlanmasına yazdığı uzun sonsöz:
Yüksel Pazarkaya: Odyssee ohne Ankunft. Thelem: Dresden 2004. Walter
Schmitz, S. 129 – 172)
ELLİ YIL
...
Almanya’da yazınsal temeltaşını canlandıran biri varsa, o da yazar ve
çevirmen Yüksel Pazarkaya’dır. 1940 yılında “Homer’in yurdu” olan uzun
süre Symirna denen İzmir’de doğan bu yazar 1958 yılından beri Almanya’da
yaşıyor. Bir kimya öğreniminin ardından kendini germanistik ve felsefe öğrenimine verdi. Aydınlanma çağının Alman edebiyatında tek perdelik oyunlar üzerine doktora tezini yazdı. Kendi edebiyatını Türkçe yazıyor, son yıllarda ama iki dilli de. Çoktandır bu her iki dilin ve edebiyatın ustası için göç
edebiyatından söz edilemez, hele onun gibi biri artık elli yıldır buradaysa.
O, artık Alman yurttaşıdır ve 1987 yılında Federal Liyakat Nişanı almıştır.
Önceleri Stuttgart’ta, daha sonra Köln’de yaşayan Pazarkaya, yetmişli ve seksenli yıllarda öğrenim görevlerinin ardından bazı antolojilerle çevirmen olarak göründü. Orhan Veli Kanık (1914 – 1950) ve Nâzım Hikmet
(1902 – 1963) onun öncelikle Alman okura sunduğu modern klasiklerdendirler. “Rosen im Frost” (Zemheri Gülleri) kitabıyla Türk kültürü hakkında
bilgiler sundu. Ne yazık bu kitaplar – ve cumhuriyetin kuruluşundan beri
Türkiye’nin en önemli şairlerinden çevirilerle iki antoloji – çoktan tükenmiştir. Aynı zamanda bir çok kez başbakanlık yapan siyaset adamı Bülent
Ecevit’in şiirlerini de çevirdi ve Aziz Nesin’den (1915 – 1995) öyküler.
Kendi şiir üretimini Pazarkaya avantgard olarak anlıyor. “Sen Dolayları” şiir kitabını iki dilli düzenledi. Şiirler öyle dokunmuş ki, hangisi önce
Türkçe, hangisi önce Almanca yazılmış anlamak mümkün değil. Tahminimiz ama önce Türkçe yazılmış oldukları. Daha bu yakınlarda Pazarkaya,
1933 yılında Anadolu kenti Yozgat’ta doğmuş çağdaş Türkiye’nin en büyük
kadın şairi Gülten Akın’dan asılları ve çevirileriyle bir şiir kitabı sundu.
Almanya bu arada aileleriyle Türkiye’den gelmiş ya da burada doğup
büyümüş bir düzine tanınmış yazar biliyor. Ama Yüksel Pazarkaya’nın – önceki kültür çalışmalarıyla da – Türklerin ya da “Türk” Almanların yarattığı
edebiyat alanında kesinlikle öncü olduğunu söylemek abartı sayılmaz.
(Wolfgang Günter Lerch: Frankfurter Allgemeine Zeitung, 21.8.2008)
233
MODERN BİR MEDEA
...
Bu fenomenin adı “kültür şoku”.
Köln’de yaşayan Türk yazarı Yüksel Pazarkaya, bu fenomeni konu yaptı ve “Mediha” adıyla, homojen bir toplumda bile karmaşık olan cinsiyetler arası ilişki sorununun, farklı geleneklerin birbiriyle çarpışması sonucu daha da katlandığını ve klasik Medea örneğinde dile geldiğince, bir temel örneğe uyduğunu bize anlattı. Mülheim, Duisburg, Köln, Wuppertal ve
Dortmund’dan sonra şimdi Berlin Hebbel Tiyatrosunda (bugün de) görülebilecek olan bu oyunun Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenmesinin Federal Almanya turnesinde Roberto Ciulli’nin önemli payı var.
Görmeye değer! Bir kez dilin ve jestlerin yabancılığına alıştınız mı
(anında çeviri düzeni var ve işliyor), bizim dünyamızdan temelden ayrı olsa
bile, önemli paralellikler gösteren bir dünyanın içine giriyorsunuz. Yazarın
koroya Türk kadınların yanı sıra, o da kocasından gördüğü şiddetten acı bir
şarkı söyleyen, bir Alman kadını da koyması boşuna değil.
Oyun, Alman karşıtı değil, Türk karşıtı değil: dramatik bir temel taşı.
Daha evlendikleri zaman Hasan (İason) ile Mediha (Medea), bir olup köyden kaçarak, geleneğe karşı koymuşlar düzeni çiğnemişlerdir. Daha sonra
Hasan Almanya’ya giderek, Mediha’yı iki çocuğuyla yalnız bırakmıştır.
Burada, bir oturma izni elde edebilmek için, sahte evlilik yapmak istediği Alman kadın, eğitimi ve parasıyla Hasan’ı öyle bir kendine tutsak eder
ki, iki çocuğunu alıp onun arkasından Almanya’ya gelen karısının fazla bir
çekiciliği kalmaz. Buna ek olarak, arkadaş görünüp, para karşılığı tercümanlık yapan açıkgöz bir yurttaşının eline düşer. ...
En yalın öğelerle neredeyse boş bir sahnede mükemmel oynayan bir
ekiple oyunu sahneye koyan önetmenin adı Raik Alnıaçık. Onları ihanet
eden kocasına bırakmaktansa, çocuklarının canına kıyan Anadolu kadınını Serap Sağlar oynuyor. Rüştü Asyalı, bir oturma iznine ulaşmanın dolaşık yollarında cirit atıp, bu umutsuz durumda bile Türk erkeğinin kadına baskınlığını geçerli kılmaya çalışıyor. Mehmet Atay, onun para gözlü
Mefisto’su.
Oyun, Alman izleyici için, çok iyi ama zor bir romanla karşılaştırılabilir; onun da önce içine girmek gerekir. Burada da sabreden kazanıyor, yabancı olan anlaşılır ve sonunda evrensel oluyor. Çoğunluğu Türk olan seyirci için bu acılı bir yaşantı olmuş olmalı.
(Michael Stone: Der Tagespiegel, Berlin, 16.3.1989)
234
ICH UND DIE ROSE (BEN ARANIYOR)
...
İlk tümce program: “Ben bu yolculuğu sonsuzca bekledim.” Roman
kahramanı Orhan, Almanya’dan İzmir’e gidiyor, kendisinin ve yazarın kentine. Pazarkaya, İzmir’in her köşesini biliyor ve okurlarına itinayla, ama hiç
pembe göstermeden çok katmanlı kentte ve karışık toplumda kılavuzluk ediyor. Yüksel Pazarkaya, yüksek yetenekli bir şair ve duyarlı bir dil akrobatı.
(...)
Pazarkaya, atmosfer aktarma ustası, ve kenti İzmir’in kokusunu,
seslerini, havasını, ruh halini, resmi dairelerin soğukluğunu ve insanların
sıcaklığını duyumsamak ve anlamak için, Türkçe bilmek gerekmez. Ben hiç
Türkiye’de bulunmadım, ama birdenbire Ege’nin liman kentinde sanki hep
orada bulunmuşum gibi tanıdık gezinmeye başladım. Bu edebiyatın gücüdür ve yolculuğu böyle kolay, yabancı olanı böyle tanıdık kılar. Intercity treni hızla gidiyordu ve ben soluğumu tutmuş Orhan’ın çocukluğunu ve gençliğini geride bırakıp, sonsuz bir süre önce Almanya’ya gittiği kentindeki adımlarını izliyordum.
Yüksel Pazarkaya, usalmaz hassas ve aynı zamanda şiirsel bir Almanca
ile anlatıyor ve yazıyor, Türkçe bir hava vererek. Harfler Almanca, ama sözcükler değişik bir tını veriyor ve tümceler Türkçe rayiha saçıyor. Böylece günümüz Alman edebiyatının varsıllaşmasına katkıda bulunuyor.
...
Birkaç bölüm sonra Pazarkaya, büyük bir ustalıkla yurduna ilânı
aşkla bizi mutlulandırıyor. Bunu yaparken parmağını ödünsüz biçimde resmi kurumların keyfiliğinin, askerlerin ve yeni zenginlerin açtığı yaraya basıyor. Ve benzersiz biçimde Gül’e, bilinçli bir Türk kadınına, güzelleme yakıyor – Allah’tan – Alman erkeklerin yardımına gereksinimi olmadan bozukluklara karşı direniyor o ve bunun bedelini evinin kundaklanmasıyla ödüyor. Ama yıkılmıyor, bunun karşılığını veriyor. O bir dişi arslan, bir gülün
ipek yumuşaklığına sarılmış, Gül.
Bütün iyi romanlarda olduğu gibi, bu romanın da sonu çabuk geldi.
Tren sürücü kısa bir süre sonra Mainz’a, menzilime, geleceğimizi duyurdu.
Kitabı kapattım ve düşündüm, bu roman da başka anlamda bir geriye dönüş diye. Bu Yüksel Pazarkaya’nın çıktığı şiirsel bir dönüş. Şiirsel kökenlerine dönüyor ve onların unsurlarıyla anlatıyor. Akdenizce ışıldıyor.
...
Yüksel Pazarkaya: ”Ich und die Rose”. Roman. Rotbuch Verlag, 354 S.
(Rafik Schami: “Ich und die Rose” von Yüksel Pazarkaya; Stuttgarter Zeitung, 6.12.2002; Die Wochenzeitung, İsviçre, 23.1.2003)
235
ICH UND DIE ROSE (BEN ARANIYOR)
Yüksel Pazarkaya, Türk – Alman kültür alışverişinin odak kişisidir. Kırk
yıldan beri köşe yazarı, radyo gazetecisi, çocuk kitapları, radyofonik oyun ve
senaryo yazarı, şair olarak ve aynı zamanda çeviri çalışmalarıyla programatik olarak “sınır aşmalar” ile uğraşıyor.
Bunu ilk ve şimdi Almanca “Ich und die Rose” adıyla – 1989 yılında
Türkçe aslı “Ben Aranıyor” adıyla İstanbul’da yayınlanan romanıyla da yapıyor. Almanya’da yaşayan elektronik mühendisi Orhan Barut, onyıllardır
uzak kaldığı yurduna yolculuğa çıkıyor. Gerçekte oraya hiç ulaşmaksızın
yabanda yaşadı ve şimdi sonunda “kendi elementine” ulaşabilme beklentisi içinde.
...
Klasik İslam edebiyatında olduğu gibi yolculuk izleği ruhsallaşıyor ve
“ben arayıcı” kendine giden bir hac yolculuğunda bulunuyor. Sonunda yolcunun hiç menzile ulaşamayacağı tanısı duruyor: “Yaşam, doğumdan itibaren aslında başlı başına bir özlem.”
(Manuel Gogos: die tageszeitung, Berlin, 13.8.2002)
236
KEMAL “CENNET ÜLKESİ”NE YOLCULUK YAPIYOR
Yüksel Pazarkaya eğlenceli sanatıyla sarıyor
(Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü, 1994)
...
Özellikle artı olarak kitabın güler yüzlü sesi vurgulanmalıdır. Sığlığa düşmeden, eğlence sanatının bütün olanaklarını kullanma yeteneği gösteren böyle anlatıcıları, günümüz Alman çocuk edebiyatında mercekle aramak gerek.
Yüksel Pazarkaya: Kemal und sein Wıdder. Illustiert von Inge Sauer. Arena Verlag Würzburg. 1993,
170 Seiten. 19,80 DM
(Jutta Grützmacher: Der Tagespiegel, Berlin, 3.10.1993)
Otuz yılı aşkın bir zamandan beri Federal Almanya’da yaşıyor yazar
ve gazeteci Yüksel Pazarkaya. Ama Türkiye’deki yaşamı hiç unutmamış.
Bunun en iyi kanıtı: mükemmel gençlik kitabı “Kemal ve Koçu”.
...
Köyünden dışarıya çıkmamış ve büyük kentte büyük güçlükler yaşayan oğlanın odisesi heyecanla okunuyor. Çeşitli insan tipleriyle karşılaşıyor ve sonunda “cennet ülkesi”ne uçakların kalktığı havaalanına ulaşmayı başarıyor. Oysa kitap, mutlu sonla biten bir serüven romanından daha fazlası. Alman çocuklarının çoğunun çok az bilgi sahibi olduğu bir ülkeye ilânı aşk. “Kemal ve Koçu” gibi, nitelikli yazılmış,
eğlenceli ve bilgi dolu kitaplar, bu bilgi açıklarını doldurmaya yardımcı
olabilir. On ve daha yukarı yaşlardaki okurlarına da bu arada bir yığın
keyif verir. (Kölner Stadtanzeiger, 1.7.1993)
237
UNSERE NACHBARN, DIE BALTAS
(KOMŞUMUZ BALTA AİLESİ)
Nisan ayından temmuz ayına değin Alman Birinci Televizyonu 12
hafta boyunca “Unsere Nachbarn, die Baltas” (Komşumuz Balta Ailesi)
dizi filmini gösterdi. İlk kez bir Türk yazarı, Yüksel Pazarkaya, bir yabancı televizyon için bir dizi filmin senaryosunu yazmuş oldu. Türk ve
diğer yabancı seyirci üzerinde olduğunca, Alman seyirci üzerinde de etkili olan ve büyük yankılar yapan dizi filmin yazarı Yüksel Pazarkaya ile
“Komşumuz Balta Ailesi” üzerine konuştuk.
Önce bize “Komşumuz Balta Ailesi”ni tanıtır mısınız?
Balta Ailesi, uzun yıllar Federal Almanya’da çalışan ve yaşayan bir
Türk ailesi. Baba Habib Balta, 14 yıl önce Almanya’ya gelmiş. Almanya
yılları, öngörülenin tersine, uzama eğilimi gösterince, karısı Selime ile
o zaman birkaç yaşında olan kızları İnci’yi yanına alıyor. En büyük çocukları Arif ise, yeni ilkokula başlamıştır. Köylerinde ninesinin ve dedesinin yanında kalıyor. Selime, Almanya’ya geldikten bir süre sonra
üçüncü çocukları Yüksel, Almanya’da doğuyor. Dede öldükten ve Arif
ilkokulu bitirdiktan sonra Arif’i de yanlarına alan Balta’lar, hem birinci, hem ikinci kuşak üzerinde yoğunlaşan sorunların ağırlığını iyice duyarak, Almanya yaşamlarını sürdürüyorlar. İş krizi, buna ilişkin olarak büyüyen yabancı, daha doğrusu Türk düşmanlığı sorunlara sorunlar ekliyor. Dış sorunlar, insanların ayrı ayrı benliklerine, iç yaşamlarına vuruyor.
“Komşumuz Balta Ailesi” dizisi, işte böyle bir ortamda, ailenin Almanya yaşamından iki yılı yansıtıyor.
...
Sonuçtan hoşnut musunuz?
Kesinlikle. Gloria Behrens iyi bir film rejisörü olduğunu, çekim sırasında çekime katılan herkesle, özellikle oyuncularla insan ilişkilerini
ön planda tuttuğunu bu dizide de gösterdi. Elbette benim senaryomu
çekerken, biraz kendi “Alman” süzgecini kullandı. Başka türlüsü beklenemez, ama dizinin kişilerine sevgiyle yaklaşıma bir zarar vermedi bu
süzgeç, çekimin zorunluluklarından doğan birtakım kısaltma ve değişiklikler olduysa da, insana sevgiyle yaklaşma tavrını zedelemedi, Türk
insanının duygusallığını zedelemeden sevgiyle ve hem sevgi, hem hoşgörü uyandıracak biçimde yansıttı. Sonucu film sanatı açısından değerlendirmek ise, film eleştirmenlerinin görevidir.
238
Bu sonuçta oyuncuların payı?
Çok büyük. Aydın Yamanlar ve Dilek Türker gibi iki profesyonel oyuncumuz anne ile babayı oynadı. Dilek Türker’in annesi, seyircinin sempatisini peşinen kazanacaktı, bunu biliyordum. Bu yüzden, özellikle Aydın
Yamanlar’ın çok ölçülü, çok dengeli oynanmış babasına sevindim. Aydın
bu oyunuyla büyük bir işlevi başardı. Balta ailesinin, özellikle baba-kız
ilişkilerini ve sorunlarını gerçekçi biçimde yansıtırken, sorunların ardında
nesnelerin değil, insanların bulunduğunu yoğun biçimde seyirciye de duyurdu. Dilek Türker ise, dizinin ilk filmi ile son filmi arasında annede görülen gelişmeyi, sessiz, dilsiz yabandaki anneden, en güç durumlarda aileyi yöneten, dışa karşı savunan, ne yaptığını, ne dediğini bilir anneye doğru
gelişmeyi yansıttı. Ama özellikle çocukları oynayan, Almanya’da yetişmiş
Türk gençleri de iyi ve olumlu bir oyun sergilediler.
Çok tanınmış Alman sanatçıların en ufak rolleri kabul edip oynayacak kadar alçakgönüllü ve angaje tavırları diziye çok şeyler kazandırdı.
Mutlaka unuttuklarım olur diye isimlerini teker teker saymayacağım bu
Alman oyunculara gönül borcumuz büyük. Yine onlar gibi, 12 bölümden
yalnızca birinde Türkiye’den gelen nineyi oynayan Toto Karaca da oyunuyla diziye ayrı bir tad ve çeşni kattı.
Evet, seyirci nasıl karşıladı diziyi? Eleştirmenler ne dedi?
Önemli ve çok olumlu yankılar uyandırdı dersem, bu abartma değil.
Film üzerine basında da çok yayın yapıldı, eleştiriler çıktı. Bunları yansıtmak belki ayrı bir yazıyı gerektirecek. Kısaca özetlersem, eleştiriler de
çok olumluydu, diziyi övüyordu.
(Milliyet Sanat Dergisi, 1 Eylül 1983)
239
GERÇEKÇİ BİR TÜRK İMGESİ
“Mutluluk Kaynağı” diye adlandırıyor Yüksel Pazarkaya, 12 bölümlük aile dizisi “Komşumuz Balta Ailesi”nin ilk bölümünü. Mutluluğu bulma umuduyla Balta Ailesi 14 yıl önce Türkiye’den Federal Almanya’ya
gelmiştir. Baba Habib bir bira fabrikasında çalıştı, anne Selime de çocuklara ve ev işlerine baktı. Bu 14 yıl içinde mutluluğu bulmadılar.
Günün birinde baba, bir başka Türk’ün lokantasını devretmek istediğini duyar. Serbest çalışmak mutluluğun kaynağı mı?
...
Kritik bir duygusal öykü mü? Hayır. Türk yazar Yüksel Pazarkaya,
memleketlilerinin yaşamını gerçekçi biçimde yansıtmaya çaba harcamış.
Sempatik bir Türk ailesini sorunlarıyla birlikte gösteriyor. Oğul Arif 13 yaşında Federal Almanya’ya geliyor. Ne bir iş, ne de çıraklık olanağı buluyor.
...
Yüksel Pazarkaya, dizisiyle bilinçli olarak Alman medyasındaki yaygın Türk imgesine karşı çıkıyor. Buna karşı eleştirisi: “Alman medyası
Türklere ve Türklerin sorunlarına eğildi mi, belli bazı konulara yapışıp
kalıyor: uyuşturucu kaçakçılığı, Kuran kursları ya da Bozkurtlar ya da
kaçak işçi olarak çalışmak. Bu konular ama, gerçeğin parçasal yönleri, ve
bir gerçeğin sürekli olarak bu parçasal yönleri israrla gösterilirse, Alman
kamuoyunun bilincinde yalnızca bu parçadan, dolayısıyla yanlış bir Türk
imgesi oluşur.” Balta’ları ise, “politik gruplar içinde ya da derneklerde
örgütlü olmayan yüzbinlerce Türk ailesinin temsilcisi”, olarak görüyor.
“Onlar sıradan çalışanlar ve olmayan bir mutluluğun peşinde koşuyorlar,
ama Türkiye’de olsun, Almanya’da olsun, bu mutluluk varmış gibi kandırılıyorlar. Dizi, bu mutluluğun peşinde nasıl koştuklarını ve sonunda nasıl bitik hale geldiklerini gösteriyor. Bu, kanımca, müthiş siyasi bir açı.”
(Werner Stietek: UZ, Paskalya 1983, S. 11)
240
ROSEN IM FROST
(TÜRK KÜLTÜRÜNE BAKIŞ)
Biz Almanlar, Türk kültürü üzerine çok az şey biliyoruz. Yüksel Pazarkaya, bu bilgisizliği gidermek için şimdi çok önemli bir katkı sağladı. “Zemheri Gülleri” başlığıyla bir dizi denemeden oluşan kitabıyla “Türk kültürüne bakış” olanağı sunuyor ve daha derin diğer yeni okumalar için özendirmek istiyor.
...
Bugünkü Türkiye topraklarında, bu “halklar ve kültürler potasında”
(Farslar, Araplar v.b.) yalnızca insanlık tarihinin en mükemmel göçebe kültürlerinden biri gelişmekle kalmadı, aynı zamanda kendi yazıları, kendi mimarisi, müziği ve diğer sanat dallarıyla bağımsız bir kent kültürü de gelişti.
Bunun yanında yüzyıllardan beri özgün bir halk kültürü yaşıyor. Bugün sanayi açısından henüz gelişmemiş ülkelerden sayılan Türkiye, çağdaş edebiyatıyla, resim ve müzik sanatıyla, ayrıca önemli tiyatro ve sinema yapıtlarıyla ülkenin ekonomik ve sanayi gelişmişliğinin epeyce önünde.
...
(Arnim Joop: Einblicke in die türkische Kultur; die tat, 26.11.1982)
241
DIE WASSER SIND WEISER ALS WIR
(SULAR BİZDEN AKILLIDIR)
TÜRKÇE ŞİİRİN BİR ANADİLİ
YÜKSEL PAZARKAYA ÜLKESİNİN ÇAĞDAŞ ŞİİRİNİ SUNUYOR
Daha önce de, 1971, Yüksel Pazarkaya yurttaşlarının şiirinden örneklerle bir seçki hazırlamıştı. Ama o zaman ülkemizde henüz, Marmara
Denizi’nin ve Boğaz’ın ötesinde, bütün dünyada en zenginlerden bir şiir ülkesinin varlığını keşfetmek için vakit olgun değildi.
Şimdi Schneekluth yayınevi, ..., yeniden bir Türk şiiri seçkisi yayınladı – o zamanki seçkinin aksine, bu kez iki dilli olarak.
...
Pazarkaya’nın seçkisi, geniş bir manzaraya bakışın önünü açıyor, burada ama bizim sorunlarımız, yoklarımız ve zorunluklarımız da görünüyor,
ama bunu Türkiye’nin özel konumu açısından yapıyor.
...
(Hans-Jürgen Heise: Süddeutsche Zeitung, 14.4.1987)
242
ALMANCAYA ÇEVİRİLER ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
Bu ufak bir edebiyat mucizesi, onun (Orhan Veli’nin) şiirlerinin keşfedilmesi ve hatta Almancaya çevrilmiş olması. “Poesie” başlığıyla bir seçki
(Suhrkamp Yayınevi’nde) yayınlandı ve mükemmel çevrildi (bunu Türkçe
bilmeden de sezmek mümkün) ve iyi bir sonsöz eklendi.
...
Orhan Veli Kanık’ın şiirlerini ikide bir okuyorum. Yığınla yeni yayınlara karşın. Edebiyat insanı yorabilir. Orhan Veli’nin şiirleriyse, hiç yormaz;
onları seviyorum.
(Beat Brechbühl: Radyo – Televizyon Redaksiyonu, Bern, Sayı 46, Nüsha 1, 16-22.11.1969)
Elimizde bulunan, fevkalâde hazırlanmış kitaba koşulsuz nedensiz sevinebiliriz. Çeviriler neredeyse bütünüyle mükemmel.
...
Şiir konusuna gelince, arzu edilir ve dilenir ki, Suhrkamp Yayınevi daha
başka Türk şairlerini de böylesine başarılı biçimde iki dilli dizisine alabilsin.
(Barbara Flemming: Welt der Literatur, 29.2.1968)
... ve ben isimleri ayırdetmede hâlâ güçlük çekiyorum. Ama şiirleri ayırdetmeyi öğrendim.
Yayına hazırlayan Yüksel Pazarkaya, önsözünde mükemmel bir tarihsel bakış sunuyor, burada tekrarlamak istemediğim.
...
Bana gerekli görünen şey, bu şiirin yüksek niteliğine, çok yönlülüğüne,
gücüne, alıp götüren modernliğine dikkat çekmek.
...
Bu arada iki yeni kuşak var, ellili ve altmışlı yılların kuşakları, onların
yapıtlarında Avrupa’dan eğilimler algılanıyor, ama yine şiirsel bir doğrudanlıkla, bu çeviride bile etkili kalıyor, ...
(Hans Heinz Hahnl: AZ-Literatur, Viyana, 25.9.1971; Ex libris, ORF, 20.11.1971)
Son olarak Yüksel Pazarkaya’yı bir kez daha anmamak haksızlık olur.
Antolojiiyi düzenledi, şiirleri çevirdi ve önsözünde Türk edebiyat tarihi üzerine kapsamlı bilgi verdi.
(Helga Thomas: Stuttgarter Zeitung, 23.10.1971; Basler Nachrichten, 21.7.1971)
243
Büyük bir girişim, şaşırtıcı bir kitap, bize Alman dilinde Türk şiirini açıyor. İki yüzden fazla şiirle 52 şair, (düzenlemeyi de yapan) Yüksel
Pazarkaya’nın çevirisiyle sunuluyor.
(Der kleine Bund, Bern, 12.9.1971)
Mükemmel çevirisi yanında yayına hazırlayan Yüksel Pazarkaya,
kapsamlı bir giriş de yazmış.
(Deutsch-türkische Gesellschaft, Mitteilungen, Heft 87, Bonn, Nisan 1972)
Yüksel Pazarkaya tarafından yayına hazırlanan ve büyük bir titizlikle çevrilen kitaptaki metinler farklı niteliğe sahip; edebiyat açısından
en iddialı şiir, kitapta geniş yer kapsıyor ve Türklerin şiire olan özel ilgi
geleneği hakkında iyi bir etki yaratıyor.
...
..., öyle ki, nitelik açısından burada sunulan her çeviriyi selamlamak gerekir.
(Petra Kappert: Frankfurter Allgemeine Zeitung, 27.4.1976. Ağaca Takılan Uçurtma üzerine)
Nihayet titiz ve özenli çevirisiyle şairin yalnızca deyişini ve yapıttaki düşünsel geri planını yansıtmakla kalmayan, aynı zamanda şiirlerin dilsel ve yapısal özelliklerini de veren Yüksel Pazarkaya övgüyü hak
ediyor.
(Zeitschrift für Kulturaustausch, Stuttgart, 2/1978)
Başarılı şiir çevirisinin her türlü övgüyü hak ettiği Yüksel
Pazarkaya’nın son derece bilgilendirici sonsözü kitabı bütünlüyor. Bu
kitap, saltık bir işlevselliğe tutsak Orta Avrupalı’ya birkaç fevkalâde gerekli seçenek perspektif açıyor – ve bu yalnızca sanatsal açıdan değil.
(Janko: Zeitschrift für Kunst Literatur Musik, Regensburg, 3/1978)
Belli ki, Yüksel Pazarkaya’nın büyük titizlikle yaptığı çeviriler, tasavvuf yaşantısından doğan asıllarının yüksek bir niteliğe sahip olması gerektiğini sezdiriyor. Çok yalın dizeler bile salt dolaysız etkiliyor...
(fh.: Neue Zürcher Zeitung, 12.6.1982)
Kendine daha önce (Erdmann Yayınevi’nde yayınlanan) “Modern
Türk Şiiri” antolojisini ve Orhan Veli Kanık’ın bir seçkisi “Poesie”yi
244
borçlu olduğumuz Yüksel Pazarkaya, Bülent Ecevit’in şiirleriyle yeni
bir güç çeviri ve ileti işini başardı – özellikle şairin arkaik diline Almancada eski olmayan ve başka biçimde de duraksamayan uygun ifadeyi
bularak.
(Hans-jürgen Heise: Die Welt, 19.8.1978)
245
DOSTLARIN GÖZÜYLE
Bir kültür elçisi için
Doğan Hızlan
Yurtdışında yaşayan edebiyatçıları iki sınıfa ayırabilirim.
Birinci kümeye girenler, sadece kendi yazdıkları ile uğraşırlar, kendi
başarıları için çabalarlar. Kendilerinden başkalarını yok sayarlar, yok olduklarını göstermek için akıl almaz çabalar sarf ederler. Görevleri olduğu
halde, ülkesindeki iyi edebiyatçıları tanıtmayanların, bencillikten uzak kalması gerekip bencilce yaşayanların listesi uzundur.
İkinci kümeye girenler, yabancı bir ülkede kendi dillerinin iyi ürünlerini de tanıtmaya çabalarlar.
Bencil değildirler, kendi tanınma eksenlerinin çevresinde dönenip
durmazlar. Kendi eserlerinden çok, diğer iyi isimlerin tanınması için çaba
harcarlar, onların eserlerini çevirirler, onlar hakkında konferanslar düzenler veya mutlaka görev alırlar, bu kümenin isimleri az olsa da yaptıklarının
listesi daha da uzar gider.
Ben ikinci küme yazarları savunurum, önemli bulurum.
Çünkü onlar iki işlevi de bir arada yerine getirmişlerdir.
Kendileri kadar ana yurdun edebiyatını, edebiyatçılarını da tanıtırlar.
Yüksel Pazarkaya, ikinci kümenin başında yer alır.
Kendi kitaplarının yanısıra bizim iyi şairlerimizin de tanınmasını sağlamıştır, onları diğer dillere çevirmiş hatta en çok satanlar listesine bile çıkarmıştır.
Radyoculuk görevi sırasında hepimizi aramış, orada yaşayan Türklere
Türk edebiyatının, Türk sanatının, Türk kültürünün duyurulmasında aracı olmuştur.
Sadece radyonun olduğu, çok dinlendiği bir dönemde, bu işin önemini söylemeye gerek yok.
Almanya’da yaşayanların bazıları Türkiye’yi unuturlar, unuttururlar
da. Bir başka asimilasyon örneği verirler. Türkiye’nin adı eleştirildiğinde,
küçümsendiğinde, yerildiğinde hemen baş köşedeki yerlerine kurulur, akıllarına ne geliyorsa söylerler, yalan veya doğru!
Oysa ikinci kümenin isimleri, o iki ülke arasındaki kültürel, edebî
bağı; yayınlarıyla, kitaplarıyla, çevirileriyle güçlendirmiştir.
Orada yaşayanların yazdıklarının Türk edebiyatı için de, Alman edebiyatı için de bir başka renk olduğu kanısındayım. Çünkü Pazarkaya, iki edebiyatı da bildiği için bunun bileşiminde yazarlığını sürdürmüştür. Bizim
246
onun eserlerini sadece Türk edebiyatının ölçütleriyle değerlendirmemiz,
ona haksızlık olur, bir başka birikimini görmezden gelmiş oluruz.
Bence iki edebiyatı da bilenlerin bu eleştirileri yazması, yapması gerekiyor.
Radyoculuğunda kurduğu kültür ses bağının, burada yapılanların,
yazılanların oraya ulaşmasının sonuçlarını ben Almanya’ya gittiğimde,
Frankfurt Kitap Fuarı’na katıldığımda öğrendim.
Almanya’da yazdığı gazete yazıları konusuna da değinmek gerekir.
Yanılmıyorsam 1959’dan - 1960’lardan beri Almanya’da yaşayan ve
Türkiye ile bağlarını koparmamış birinin, Almanya’daki Türk olgusuna en
bilgili, en donanımlı şekilde bakacağından şüphem olmadı. Saplantıları,
angajmanları yoktu. Kimsenin sesi değildi. Edebî, siyasal hesapları yoktu.
Hürriyet’e yazmasını önerdiğimde, yazılarının bir eksiği gidereceğine
inanıyordum. Öyle oldu. Çünkü sorunlara duygusal değil akılcı yöntemlerle bakıyordu. Her iki tarafın da olumlu olumsuz yanlarını yazıyor, çözüm
önerilerinde bulunuyordu.
İnsanoğlu en zor aklın verilerini kabul eder. O yazıları eleştirenlerin,
sonra o önerileri uyguladıklarını gördüm. Çünkü gazete yazıları birçok kişi
için coşku veren, taraf olan yazılardır. Pazarkaya’nınkiler öyle değildi.
İki ülkede birden yaşamanın sorumluluğu yakıcıdır. Dürüst, akılcı olman, dugularını yok etmeden ama ustalıkla törpülemen gerekir. Yüksel
Pazarkaya, özellikle darbe dönemlerinde bu zorluğu yaşadı. Yurtdışında
yaşayan arkadaşlarının acısını derinden anladı, onlara yardımcı oldu.
Portre çizerken de bu ilkelere dikkat etti. Demirtaş Ceyhun için yazdığı kitap bunun örneğidir.
Ben her zaman onu yazdıkları kadar yaptıklarıyla da seviyorum.
Çünkü kişilik öyle bir bütündür ki içindeki ögeleri ayrıştırdığınızda en
güvendikleriniz bile fire verebilir. Ancak o hiçbir zaman vermedi.
247
Deniz Kavukçuoğlu
40 Yıllık Dostluk
Sanırım 1964 yılının Eylül ayında bir akşamüstüydü Stuttgart’daki evlerinin kapısını çaldığımda. Adı solcu öğrenciler arasında sıkça geçen bir kişiyle tanışacak olmanın tedirginliği vardı üzerimde. Kapıyı eşi İnci açtı, kendimi tanıttım, içeri buyur etti. Büyükçe bir yazı masasının arkasında oturuyordu Yüksel, kalktı, elimi sıktı. Aradan çok uzun yıllar geçti, neler konuştuğumuzu anımsayamıyorum şimdi, Stuttgart’taki Türk öğrencilerini çalışmaları üzerine olmalı diye düşünüyorum.
Stuttgart o yıllarda solcu öğrencilerin çok etkin oldukları bir kentti.
Stuttgart Türk Öğrenci Birliği, ilk sayısı 1959 yılında çıkmış ‘Yaprak’ adında,
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli, Oktay Akbal, Ceyhun
Atuf Kansu ve daha birçok ünlü aydının yazılarına yer veren yıllık bir dergi
yayımlıyordu. Stuttgart’taki sol çevrede Yüksel Pazarkaya, Tanju Üner, Avni
Aksu, Kenan Tezdiker, Mehmet Meriç, Erdoğan Uskunay ve Ergun Göknel
öne çıkan adlardı.
Yüksel Pazarkaya kazandığı Sümerbank bursuyla 1958 yılında
Almanya’ya gelmiş, bir yıl Almanca öğrendikten sonra Stuttgart Teknik
Üniversitesi’nde kimya mühendisliği öğrenimine başlamıştı. Bir süre sonra da Edebiyat Bilimleri Fakültesi’ne kaydoldu. Kimya ile felsefe ve edebiyatı birlikte götürüyordu. Alman üniversitelerinde en zor, en ağır ve en
uzun öğrenim dallarının başında gösterilen kimya öğrenimini 1966 yılında tamamlayarak Yüksek Mühendis oldu. 1972 yılında da Edebiyat Bilimleri Fakültesi’ndeki öğrenimini doktora vererek tamamladı. ‘18. Yüzyıl Alman
Edebiyatında Tek Perdelik Oyunların Dramatürjisi’ başlıklı doktora çalışması daha sonra kitap olarak yayımlandı.
Yüksel Pazarkaya 1940 yılında İzmir’in en eski Türk-Müslüman semti
olan Namazgâh’da dünyaya gelmişti. Bir terzinin oğluydu. Bir koltuğunun
altına bir değil, birden fazla karpuz sığdırabilme yetisini çocukluk yıllarında
kazanmıştı. Çok çalışkan, çok disiplinli, çok dirençli bir insandı. Yoksa kaç
babayiğit onun gibi aynı anda birçok işin altından başarıyla kalkabilirdi?
1961 yılında Stuttgart Üniversite Tiyatrosu’nu kurdu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında üniversitede kurulan ilk tiyatro olan bu ekip aynı yıl Wolfgang Borchert’in ‘Kapıların Dışında’ ve Albert Camus’nün ‘Doğrular’ adlı
oyunlarıyla İstanbul Uluslararası Üniversiteler Kültür Festivali’ne katıldı.
1964 yılında kurduğu Türk Öğrenci ve İşçileri Tiyatrosu Cahit Atay’ın ‘Karaların Memetleri’ oyunuyla perdelerini açtı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk Türk oyununu Almancaya çevirmek
ve sahneye koymak onuru da ona ait oldu; Stuttgart Üniversite Tiyatrosu
248
İnci-Yüksel Pazarkaya ve Sevgi-Deniz Kavukçuoğlu
1965 yılında Güngör Dilmen’in ‘Canlı Maymun Lokantası’ ile hem İstanbul, hem de Erlangen festivallerine katıldı. Dingin, sessiz görünüşüne karşın olağanüstü bir enerjisi vardı. Bir Türk şairinin şiirini Almancaya çevirip radyoda okuyan ilk Türk yine Yüksel’di. 1963 yılında Stuttgart Radyosu dinleyicileri onun sesinden Özdemir Nutku’nun şiirlerini dinlediler. Aynı yıl Frankfurter Allgemeine Zeitung, Stuttgarter Zeitung gibi büyük gazetelerin sanat
sayfalarına yazmaya, iki yıl sonra da Batı Alman Radyosu’na (WDR) düzenli röportajlar göndermeye başladı. Stuttgart Halk Yüksek Okulu’nda bölüm
başkanlığı yaptı.
***
1960’lı yılların yarısından başlayarak yollarımız sıkça kesildi Yüksel’le.
İkimiz de insanı ve insan emeğini en yüce değer olarak benimsemenin tanımı olan sosyalizme inanıyor, sömürüsüz, barışçı bir dünyayı, bağımsız, demokratik bir Türkiye’yi özlüyorduk. Ne var ki ben kimi zaman sosyalizmin
en uç siyasetlerinde dolaşırken, o hep Kemalist sol yaklaşımı savundu. Ama
dostluğumuz hep sürdü, bugüne kadar geldi; yıllar içinde ben dönüp dolaşıp ilk başladığım yere, Mehmet Ali Aybar’ın bağımsız, özgürlükçü, yurtsever sosyalizmine geri döndüm, Yüksel ise hiç terk etmediği Kemalist sol çizgisini sürdürüyor.
Yüksel’in Edebiyat Bilimleri Fakültesi’ndeki profesörlerinden biri ünlü
felsefeci Max Bense idi. Şiirinde Behçet Necatigil’in izleri görülen Yüksel
249
İnci-Yüksel Pazarkaya
Pazarkaya üzerinde uğraş alanlarından biri ‘deneysel şiir’ olan bu hocasının
da etkisi olduğu söylenebilir. Yüksel, romandan oyuna, öyküden şiire, denemeden eleştiriye edebiyatın her alanında değerli ürünler verdi. Bunların
yanı sıra Walter Helmut Fritz, Bertolt Brecht, Rainer Maria Rilke, Gottfried
Lessing ve J. Wolfgang v. Goethe gibi edebiyatçıların yapıtlarını Türkçeye,
Orhan Veli Kanık, Bülent Ecevit, Nâzım Hikmet, Aziz Nesin ve daha birçok
edebiyatçımızı Almanca’ya çevirdi.
Yüksel Pazarkaya’ya göre ‘Çeviri, ötekiyle kendi arasındaki yoldur, köprüdür. Çeviri olmadan bütün diller yabancıdır. Kendi dilimiz dahil. Bütün
dil çeşitlemeleri birbirine yabancı gelir. Çeviri, bu işleviyle dillerin demek istediklerinde en içten birbirleriyle akraba olduklarını bilene bilmeyene gösteren bir barış edimidir. Diller birbirine yabancı değildir, hangi dil olursa olsun, dilleri konuşanlar birbirlerine yabancı değildir. Daha ötesi en derinden,
en içten birbiriyle akrabadır. Akrabalar arasında da çekişme olur, ama düşmanlık, kin ve savaş olmaz, olmamalıdır. Çeviri, ben ile sen, öteki ile kendi
arasındaki yapay sınırı ortadan kaldırır. İşte çeviri dediğimiz edim, evrenin
düzenindeki temel tasarımdır. Bu düzen içinde yer alan her şeyin, her varlığın, her türün birbirine yabancı değil, birbiriyle en içten, en derinden akraba olduğunun ifadesidir.’
‘Yazın için söylersek,’ der, ‘çevirmen barış insanıdır. Ondan daha etkin
250
barışçı da yoktur.’
Yüce devletimiz ‘böyle’ bir insanın farkına varır da hiç göz ardı eder mi?
1964 yılında Stuttgarter Zeitung gazetesinde yayımlanan Nâzım Hikmet’le
ilgili bir yazısı üzerine 1965 yılında Sümerbank’tan aldığı burs kesildi. Pasaportu uzatılmadı. Türkiye’den aldığı beş yıllık askerlik tecili iptal edildi.
1965-1976 ve 1975-1985 yılları arasında toplam 17 yıl Türkiye’ye gidemedi.
1966 yılında bu ‘solcu yuvasını’ bir düzene sokmak için Stuttgart’a gelen Büyükelçi Oğuz Gökmen’in, ‘Bırakın siyaseti… Çıkın kırlara, adam gibi eğlenin!’ yollu öğütlerini dinleseydi bunlardan hiçbiri başına gelmeyecekti. Ama
Yüksel bu, hiç dinler mi? Türkiye’ye döndüğünde gözaltına alındı. Şimdi düşünüyorum da, 12 Mart, 12 Eylül yurtdışında ne ‘demokrasi kahramanları’
çıkardı, bunlar Türkiye’ye döndüklerinde kendilerini nasıl pazarladılar? Benim sevgili dostum onlardan olmadı, tüm zorlukları sevgili eşi İnci ile birlikte göğüsledi, hep kendi emeğine güvendi.
Hayat böyle bir şey, o ‘kahramanlar’ şimdi bir yerlerde iki büklüm dolaşırlarken, Yüksel dimdik ayakta.
1986 yılında ilk Türk yönetmen olarak ‘Köln Radyosu’ adıyla da bilinen
Batı Alman Radyosu Türkçe Yayınlar Bölümü’nün başına geçti ve 1 Mart
2003 günü emekliye ayrılana kadar bu görevde kaldı.
Yüksel Pazarkaya 1968 yılında İzlem Yayınları’ndan çıkan ‘Koca Sapmalarda Biz Vardık’ adlı şiir kitabıyla adım attığı yazarlık yaşamında Alman ve Türk diline 50’den fazla yapıt kazandırdı. ‘Mediha’ ve ‘Ferhat’ın
Yeni Acıları’ adlı oyunları Devlet Tiyatroları tarafından sahnelendi. 19801982 yılları arasında ‘Anadil’ dergisini yayımladı. 1994 yılında Washington University St. Louis’nin konuğu oldu. Türkiye’de ‘Haldun Taner Hikaye Ödülü’nü, ‘Dr. Orhan Asena Tiyatro Ödülü’nü, ‘İsmet Küntay Tiyatro
Ödülü’nü, ‘Salihli Belediyesi Oyun Ödülü’nü aldı. Almanya’da ise kendisine Alman Federal Cumhuriyeti’nin ‘liyakat nişanı’ (1987) verildi; ‘Adelbertvon-Chamisso Ödülü’nü (1989), Berlin Senatosu Çocuk Kitabı Ödülü’nü
(1994) aldı.
O, tüm bunları yüksek sesle dillendirmeyecek kadar alçakgönüllüdür.
Bugünün insanı değildir yani.
Kışları Almanya’da, Köln’de, yazları ise Gökçeada’da, Bademli köyünde yaşıyor. Onun o gözlerini kısarak gülümsemesini, insanın içini yumuşatan hoş sohbetini hep özlüyorum. Allah’tan TÜYAP’ın fuarları var da özlem
gideriyoruz, hele İnci de olursa…
Yazımın başlığı ’40 Yıllık Dostluk’ diye koydum, ama doğru değil, çünkü
geçen yaz Gökçeada’daki evlerinde Sevgi’yle bir kahvaltı sofrasında İnci’nin
enfes reçellerini tadarken 45 diye hesaplamıştık. Üzerine bir yıl daha geldi.
Kırılmadan, kızmadan, küsmeden geçen 46 yıllık bir dostluk.
Az değil.
251
Hüznün son hükümdarı
yılların dili yoktur derler
doğrudur
dile gelir bellek
koca sapmalarda
umut dolaylarında
aydınlıkta
kanayan bir çiçeğin taç yaprağında
anlatır seni sencileyin
bekler bir dost
susar kendi dilince
uzakta
incindiğin yerde bekler
gurbette
akşam vakitlerinde
bilirsin, sen dolaylarıdır
iyilikler özlenir
gökyüzü kapılarını açınca
saat ankara vurur
berlin
ve güngörmüş bir ada
yaşamayan bilmez
ada, kent değildir
sadece bir yurt
orada yaşar
hüznün son hükümdarı
hayat bu
bizi bekleyen
tam orada
sevgi dolayları
umut dolayları
dost dolayları
tam orada
behçet hoca gülümser
sevgilerde
bu iyidir
252
Şiir Yaşında
Türkiyeli insanın Almanya bağlamındaki göçmenlik serüveninin edebiyata yansıması üzerine söylenecek çok söz olmalı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “Alman mucizesi” diye de adlandırılan
kalkınmayı gerçekleştirebilmiş, varsıllaşmış, kısa sürede teknolojinin zirvesine çıkmış zamanın Batı Almanya’sı, istihdam etmek için ucuz işgücüne ihtiyaç duydu. Gelişmemiş, ya da o zamanın ve şimdinin moda deyimiyle “gelişmekte olan” ülkelerden işçi (“işgücü”) getirdi.
Türkiye’den gelen insanlar, göçmeyi akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı! Çalışmak, dolayısıyla insanca ve kimseye muhtaç olmadan yaşamaya yetecek kadar bir “sermaye” biriktirip bir an önce “gurbet”ten “sıla”ya
dönmek istiyorlardı.
Kendilerini o zamanlar “göçmen” olarak görmemişlerdi, tanımlamamışlardı! Onlar, kendilerini göçmen olarak görmedi, tanımlamadı da, geldikleri ülke olan Almanya gördü mü? Ne yazık ki, hayır! Bu tavrı en iyi özetleyen deyiş, bence, Max Frisch’in deyimidir: “İşgücü istedik, insanlar geldi!”
Evet, makineleri eskiyince savurup atmak kolaydır. Ama insanlar? Düşünen, soru soran, hayır diyebilen insanlar?
Onlar eli boş gelmemişlerdi, memleketlerinin türkülerini söylüyorlardı,
getirdikleri öyküleri anlatıyorlardı.
Şunu vurgulamakta yarar var. Almanya, yani Alman politikacılar yabancıların uyumu konusunda hep mızmızlık etmişlerdir. Almanya’nın politikacı jargonunda “yabancı” sözcüğü yerine “Türkler” sözcüğü tercih edilir. Bu olgu yıllarla sosyolojik bir vaka haline gelir ve “yabancılar” sözcüğü Almanya’da yaşayan insanların kafasında Türkler çağrışımı yapar! Ve ne
hikmetse olumsuz bir resim çizer.
Ve Alman hükümetleri... özellikle göçün ilk yıllarında, göç ettiğini bilmeden göç eden insanları sadece işgücü/konuk olarak görmekte ısrar ediyordu. Hadi muhafazakâr Kohl hükümetlerini filan bırakalım, ama “sosyal
demokrat” hükümetler bile, bu arada sosyal demokrat sözcüklerini tırnak
içine aldığımı vurgulamalıyım, evet, sosyal demokrat hükümetler bile göçmenler için “bu insanlar toplumumuzun ayrılmaz bir parçasıdır” diyemediler. Zaman zaman Almanya’daki toplumsal barış yara aldıysa, en büyük nedenlerinden biri, bu görmeme tavrıdır, bu inkâr tavrıdır.
Alman yönetici kesim, egemen, kerameti kendinden menkûl bir “hâkim
alman kültürü”nü (Leitkultur) dayatmıştır göçmene.
İnsan vardır; Alman kültürünü deri pantolon giyip jodeln çekmek (bir
anlamda zılgıt) sanır!
İnsan vardır; Alman kültürünü Wagner dinlemek olarak algılar!
253
İnsan vardır, benim yaşama biçimim ve kültürüm, tüm kültürlerin bir
sentezidir, der ve şunları ekler: “Leitkultur” denirken ne kastediliyor?
Beni içine yerleştirmek istediğiniz çerçeveyi çizer misiniz! Belki bir Alman/insan da o çerçevenin içersine girmek istemeyecektir! Yani bir
dünya vatandaşı!
Ya Türkiye? Türkiye de hazırlıksız yakalanmıştı bu göçe. Trenlere, gemilere, uçaklara kurumuş sultaniye üzümü gibi yükleyip gönderdiği insanların ne olacağını bilemiyordu! Onlar uzaktaki “gurbetçi kardeşlerimiz”di!
Onlar, daha sonraları, tınısında biraz da horlanma sezilen “Alamancı kardeşlerimiz” oldu.
Gerçekte ise, Türkiye’deki yöneticiler için onlar, yani “gurbette yaşayan
Alamancı kardeşlerimiz”, birer döviz makinesinden başka bir şey değillerdi.
Ve nedense hep öyle görüldüler!
O yöneticiler ki, zaman zaman (özellikle darbe dönemlerinde)
“gurbetçi”lerle olan ilişkilerini konsoloslukların noter ve insanları fişleme
bazındaki çalışmalarıyla sınırlandırdılar.
Bu tavrın sonucu ne oldu diye sorarsak, göçmenlik sürecini yaşamasına karşın, yaşadığını bilmeyen bu topluluğun tüm katmanları, adına “gurbet” dedikleri Almanya’da her şeyi el yordamıyla öğrenmek durumunda kaldı. Kendi göbeklerini kendileri kestiler.
Peki, bunca yıla karşın göçmen olabildi mi Almanya’daki Türkiyeliler?
Bence evet! Bunu mutlaka yüksek sesle söylemesini bekleyemeyiz göçmenlerden. Çünkü hayatın onlara biçtiği rol, artık göçmenlik rolüdür. Ve bunu
da yaşadıkları süreç içersinde hayata düşürecekleri kelimeler, resimler, heykeller, sinema filmleri ve notalar teyit edecektir, ediyor bile diyebiliriz.
Öte yandan, bence, en belirleyici olan, daha da olacak olan onların biriktirdiği sermayedir. Bunu beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, ama görünen
odur. Nedir, biriken sermaye, birikimi oranında, bence, kendi kentsoylu sınıfını yaratamadı, sanatına evrensel ölçüleri gözönünde bulundurarak henüz sahip çıkamadı. Ama onun da ayak sesleri duyuluyor.
Toparlarsak, hangi devletten, hangi kesimden olursa olsun artık yöneticiler hayatın dayattığı bir olguyu, kesinlikle önleyemiyorlar, belki biraz erteleyebiliyorlar, hayata ve onun öznesi insana zaman kaybettiriyorlar, ama
o olguyu ortadan kaldıramıyorlar. Bunu olumlu olarak değerlendiriyorum.
Bu gelişmeleri yansıtan sanatsal bazdaki örnekleri burada sıralamak istemiyorum. Özellikle edebiyat dalındaki örnekleri. Meraklısı kolay ulaşır bu
örneklere. Çünkü artık göçmenlik olgusu, Almanya’da lise olgunluk sınavlarının belirli dallardaki konularından birisi olabiliyor. Birçok doktora tezinin
konusu olabiliyor. Türkiyeli yazarların ürettikleri, okullardaki okuma kitaplarına girebiliyor. 254
Bence sanat, dolayısıyla edebiyat, üstüne düşeni elinden geldiğince yerine getirmiştir. Tabii sanata, dolayısıyla edebiyata öyle bir misyon yükleniyorsa, yüklenecekse; bu tartışılabilir.
Unutmayalım, burada göbeğini kendisi kesmek zorunda bırakılmış
Türkiye insanı, olumsuz gibi görünen göçmenliği olumluya, kazanıma çevirebilmiştir, bu edebiyata da yansımıştır, daha da yansıyacaktır. Kısaca değindiğim gelişmeler kendiliğinden olmadı elbette. Birçok işçi,
bilim insanı, sanatçı ve politakacının emeği, çabası gözler önünde.
O insanlardan bir insanı anlatmayı deneyeceğim, kısaca.
Ama kolay mı bu? Şu nedenle kolay değil: O insan, emeğini, çabasını, sanatını salt göç olgusu üzerine değil, insanoğlunun evrensel ufkuna yaydıysa...
Değinmelerle bile olsa, deneyeceğiz:
susamış güneş toprağın
iter seni ve beni ve hepimizi almanya’ya
alman bira ve bulut özdeş
susamak güzelleşir birayla
sen içmezsin içmezsin
O, böyle söyler Halil için.
Halil, nereye gittiğini bile bilmeyen, göç yoluna ilk çıkanlardan biridir.
Halil’in çelişkisini sezdirir şiir dolaylarında. Şiirden ödün vermeden. Öykünün tuzağına düşmeden.
Sonra Yusuf’a ilişir gözü. Kıyamaz Yusuf’un kültürel çarpılmışlığına.
Ne gelir elinden ağıt yakmaktan başka:
sencileyin bir fabrika bilge
varam sus deyem
gürültüsüne
sen kalırsın
Bozbeyli Murat kendi yakar ağıtını onun çağdaş şiirinde:
biçer değil elimde
tırmık değil
omzumda
çarık değillerdi
toprak
şimdi baca ve orman
çelik vinç taşıyorum
kafesimde inceden kurtlar
255
Sivastan kalkıp gelmiştir, zanaatı terziliktir, bir bilinmeze gelmiştir Hasan Uzun, öyleyse,
Bilir gönlüm nice sürünecektir
Ekmeğin ardınca sürünecektir
bir işçi birkaç işçi sayısız işçi
bu insan
bu insan sonuna doğru yirminci yüzyılın
bu insan
topraktan gelip toprağa söven
bu insan
bir dişliye bir volana elini kaptıran
bu insan
işçi sonuna doğru bir zamanın
Neredeyse elli yıl önce yazılmış bu şiirler. Dile kolay.
Duru, öyküye yüz vermeyen, az sözcükle çok şey anlatan dizeler bunlar.
Ama beni asıl heyecanlandıran olgu şudur:
Yıllar öncesini gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. İzmir, Namık Kemal Lisesi’ni bitiren bir genç, Sümerbank’tan kazandığı bursla
Almanya’ya gelir. Yıl 1958. Stuttgart’ta kimya yüksek mühendisliği tahsil
eden o genç, şair-yazar, Almanya’ya Göç’ün tanığı olur. Göç’ü, sadece edebiyat düzleminde değil, bilimsel areneda tartışır, yazılar yazar, o dönemde yaşanan “kültürşok”u anlatmakla kalmaz, sanatından ödün vermeden edebiyat alanında ürettiklerine de taşır.
Evet, böyle başlar hikâye. Bu, artık onun da hikâyesidir. O, toprak işçiliğinden, otomasyon çağını yaşayan bir düzene kopup gelmiş, orada amansız bir kültürşok yaşamış, “konuk” diye adlandırılmış, göçmen olduktan
sonra bile kendi dışındaki olumsuz politik koşullar nedeniyle göçmenliğini
bilmemiş insana yakın durdu hep. Dilinin döndüğünce, popülizmin tuzağına düşmeden onun macerasını anlatmaya çalıştı, ve anlattı, anlatabildi. Çoğunca bir sanatçı sezgisiyle yarına da işaret ederek.
Sanatçı olarak onun dünyası Almanya’dan, Göç’ten daha büyüktü.
Onun sanatının odağında insan vardı, dünyayı sırtında taşıyan! Dünyadaki
gelişmeler, sorunlar, onun da sorunlarıydı, ve insana dair her konuda söyleyecek sözü vardı:
Amerika’da bir zenci mahallesine gider, ağlayan bebekler görür, kehribar taşından, ve ağlayan analar...
Afrika’da yaşananlari görmeden edebilir mi sanatçı. Ve o kızı, Afrika’nın
acılarını tenine kazımış:
256
göğsünde michelangelo eli
suya gider bir kız afrika
sağında aslan
solunda filler
kız salına salına suya gider
bakırın en güzel rengiyle derisinde
Şahın tacının düşmesine tanıklık eder, şiirine yansıtır.
Vietnam’ı görür, ve Japon balıkçıyı, şiiri tanık olur yaşananlara.
O, yıllar boyu hiç bağırmaz, tam tersine, çoğunca susar. Bir karınca
gibi çalışır.
Kimya mühendisliğine doktorluk ünvanını da ekleyen o insan, kalbinin
sesini dinler, edebiyat der, gazetecilik der, çeviri der, tiyatro der, sanatçı olmanın sorumluluğu der...
Çocuk kitapları yazar...
Şiirler...
Öyküler...
Çeviriler...
Tiyatro ve radyo oyunları...
Bilimsel yazılar...
Ve çok önemsediğim özverili uğraşı: iki ülke arasında gönüllü kültür elçiliği yapar. Bu işi yapacağını söylemez, bu işi yapıyorum demez, bağırmaz.
Sadece üretir, yapar. Almanya’yı, Almancayı Türkiye’nin, Türkçenin yakınına getirir... Türkiye’yi, türkçeyi, Almanya’nın, almancanın yakınına.
Kimi zaman yorulur, bilirim, sezerim uzaktan uzağa. Bu yorgunluk
ama, daha çok, gönül yorgunluğudur. Bazı çevrelerin inatla onu görmek istememesidir. Onu yok saymaya çalışmalarıdır. Burada bir yanlış anlaşılmayı ortadan kaldırmak isterim: onun o çevrelerce görülmeye, varlanmaya ihtiyacı yoktur. Onun hayıflanması, üzülmesi, Almanya Gerçeği’ni, Göç’ü bilmeyen insanların politik ikbal dönemlerinde yaptıkları yalan yanlış işlerdir.
İşte, onun gönül yorgunluğu budur. Bu da onu hiçbir zaman üretmekten alıkoymadı. 1969 yılında söylemişti, “Umut Dolayları”nda. Direnmek, belki de
en iyi yabanda öğreniliyordu:
kaçar yabana
kaçar ırgatça
kaçar bilgece
...
durur yabana
durur ırgatça
durur bilgece
...
257
direnir yabana
direnir ırgatça
direnir bilgece
Direnmenin gücünün sevgilerde yattığını bilir:
incinme yürek incinme
bitmez bu gurbet iç çekme
denizin direnci tuzdan
kan dirençlenir sevmeyle
Gurbetçiliğin zor zenaat olduğu çok önceleri söylenmiştir:
yurt kabarır
yürek abanır
ağar gurbet
Ozanın yüreği sızlayınca söyler, kime söyler, şiirine söyler, kendine söyler, insana söyler, söylediği, insana dair şeyler:
acıyı mı söylersin ozan
söyle
yunduysan acıyla sen de
Koca Sapmalarda Biz Vardık, Umut Dolaylarında, Orhan Veli Kanık,
Almanca yazılmış Moderne Türkische Lyrik (Modern Türk Şiiri), Aydınlık
Kanayan Çiçek, İncindiğin Yerdir Gurbet adlı şiir ve şiir üzerine yazılmış
kitapların ardından Yaban Sıla Olur mu ve Oturma İzni adlı öykü kitapları gelir.
Her iki kitaptaki öyküler de, şiirsel ve tutumlu diliyle, biçem ve içeriğin
muhteşem uyumuyla, olaydan çok insanı, insanın iç dünyasını derinlemesine gözlemlemesiyle öykücülüğümüzün yüzakıdırlar. Okur olarak beni gönendiren öykülerdir.
Sonra Sen Dolayları gelir, Sevgi Dolayları, Umut Dolayları, Dost Dolayları, Yol Dolayları... Bana öyle gelir ki, dostun şiiri Necatigil’in deyişiyle
“hikmet burcu”ndadır. Zaman zaman Karanlıktan Yakınma döneminde gönlünün fırtınalarınca uzaklara sürülüp, Dilimin ülkesinden sürüldüm, / Düştüm dilsizlik ülkesine, / Düştüm dillere dillere dese de, o artık hasret burcundadır, sevgi burcundadır, yunus burcunda ve hikmet!
Gurbet, onun sözlüğünde yeni bir anlama bürünür:
258
Sıladır artık sevgiyle başlayan
Sevgi sen sıla sencileyin
Damımız uzayla evren
Hanımız sevgi tüten
Yol Dolayları’nda yolu sevdiği dostuna, dostunun anısına çıkar,
Necatigil’e. Dostunun anısıyla düşer yollara, yollar uzun, bir ucu Stuttgart’a
çıkar, bir ucu Beşiktaş pazarına.
Eski bir güz çıktı karşıma
Okul defterimin arasından
Dudağım dokundu hafiften
Gülümsedi açıp gözlerini
Bir kez daha dolaşmak
İstedi Beşiktaş Pazarını
Göçmeden unutulmaya
İliştirip yakama çıktım yola
El eder dostlarına, selam eder damıtılmış bir şiirin dizeleriyle:
Dil söyler
Kim dinler
Usanmaz us
Sevgi der
Dil dinler
...
Dinleyen kim
Kimim ben
Sen değilsem
Gül değilsem
Sevdası İnci duruluğunda büyür, çoğalır:
Sen yokken ben
Nasıl güleyim
Sen yokken ben
Beni nasıl bileyim
Daha denemelerinden söz edemedim, romanlarından, çevirilerinden,
259
tiyatro oyunlarından.
Ne deyim, nasıl diyeyim?
Şöyle desem; bir Yunus’tur kendince!
Vefa kelimesi onunla, onun gibilerle ayakta kalıyor, desem, Demirtaş
Abi güler dolu dolu gittiği yerlerden, sevinir, sevgi olur, ışıklar içinde yatar.
Bu iyidir.
Otuz yılı geçti, o zamanlar genç sayılabilecek bir arkadaşının (bu satırların yazarı) yabanda çıkan ilk kitabını Almancaya çevirecek, o kitabın önsözüne güzel şeyler yazacak denli paylaşmayı seven, arkadaşlarını destekleyen de odur.
Bu satırları da -ne kadar güzel bir tesadüf: yoksa bilinçaltımın isteği
mi?- 24 Şubat 2010, çarşamba günü yazıyorum.
Onun doğum günü.
Kaç yaşına girdi dostum?
Düşünmüyorum.
Bence şiir yaşında!
Sevgili Dostum, Yüksel Abi, İnci, çocukların ve dostlarınla birlikte esenlik içinde uzun ömürler diliyorum sana. 260
261
262
263
264

Benzer belgeler