filmhafizasi-mag-sayi1

Transkript

filmhafizasi-mag-sayi1
Bir Fil’m Hafızası Yayını
Dosyau
s
Konduer Anderen
ben
d
Das Le ’s Childhoo
n
tro
Iva
er Me e
i
n
r
e
Lin
Le D
in Red
h
T
e
h
T
oy
Little B e Sun
h
T
e Of
i
Empir lia di Alger
g
ta
La Bat dise Now
a
P ra
Çizgi
Ötesi
Filmler
Çizgi R
oman ve
Sine
Arasınd
aki Orga ma
nik
Bağa Bir
Bakış
m
‘Akşau
Old dim
nlen
z
Hü ü Yine’
Benmleri ile
Fil
nar
yen Se
Müzey yası
s
Do
Gidil
Etkin esi
likler
Ya
k
Kaçırıl ın Geleceğ
in
mama
s
Etkinli ı Gereken
klerin
i
Seçtik
mı
Deva
Var! den
iz
Sitem
Web çtiğimiz
Se
zler
Anali
mag
Diren
Kısa K
ısa
Kısa Fil
m
Actor S Üzerine
eek
Cowbo s Role
ys a
Disside nd
nts
lan
‘Zor oışı
Bar ak’
m
SavuÖndüllü Sanatş ile
Siyad Soydan Ku
eni
Dair
Yönetm a ve Barış’a
i
ş
le
Sinem
y
Bir Sö
Fi
Hafız l’m
Parç ası’nın
ası O
Fil’m
lmak
Fil’m Hafızası E
H
k
afı
ib
Nede zası’nı an i
lattı.
n Bur
a
d
alar,
Burad
yapıy a Ne
orlar
?
Uzun
Metraj!
HUNGRY HE
ARTS!
Büyümenin
Bir
Anlamı Olm
alı
’in
2015 inden
r
e
l
i
y
en iy
ndar
ege
The L lia and
Giu iracles
rM
Othe
BELONG PARTY SERIES
“jAMES BOND 007”
27 OCAK
CARSAMBA
Biletler yakında Biletix’te.
21:00
MEKAN ROXY
SAAT
İstanbul
İzmir
Edirne
Karabük
Ankara
Mersin
Adana
Bursa
Siirt
Balıkesir
Kastamonu
Bartın
Ordu
Batman
Artvin
Mardin
Isparta
Muğla
Şanlıurfa
Samsun
Kırklareli
Erzincan
Kayseri
Bolu
Balıkesir
Elazığ
Kocaeli
Nevşehir
Trabzon
Düzce
Gaziantep
Uşak
Aydın
Kars
Çanakkale
Bitlis Erzurum
Denizli
Eskişehir
Kütahya
Antalya
Tokat
Hatay
Malatya
Bingöl
Muş
Çankırı
Konya
Tekirdağ
Zonguldak
Yalova
Rize
Çorum
Tunceli
Diyarbakır
Manisa
Eskişehir
Van
Sinop
Niğde
Sivas
Yeni yılda; sağlıklı, mutlu, başarılı,
bol sinemalı günler dileriz..!
4
N E L E R VA R ?
N E L E R VA R ?
8
»»s.32
içindekiler
SİZİN İÇİN KISA FİLM SEÇTİK
Fil’m Hafızası Arşivinden Kısa Filmler
15
4. YILA ÖZEL DOSYA / SAVAŞ VE BARIŞ
Das Leben Der Anderen Elif Bulut
The Thin Red Line Mustafa Koca
La Battaglia Di Algeri Artun Bötke
Ivan’s Childhood & Le Dernier Métro Sezen Sayınalp
Paradise Now Dilan Salkaya
Little Boy & Empire of The Sun Rabia Elif Özcan
»»s.15
26
»»s.30
uzun metraj - HUNGRY HEARTS
Büyümenin Bir Anlamı Olmalı
»»s.26
»»s.8
28
Sezen Sayınalp
RöPORTAJ / SOYDAN KUŞ
Savaş, Barış ve Sinema
30
Okan Köroğlu
ÇİZGİ ÖTESİ FİLMLER
Furkan Uzun
32
RÖPORTAJ / FİLM HAFIZALI OLMAK
Fil’m Hafızası Ekibi Anlattı Sinem Dinçer
37
2015’İN EN İYİLERİNDEN
The Legendary Giulia and Other Miracles Sinem Dinçer
38
LİSTE: MÜZEYYEN SENAR FİLMLERİ
Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine Dilan Salkaya
40
»»s.28
fil’m hafızası mag | Kış 2016
Fil’m Hafızası Mag
sayfalarındaki QR kodları
telefonunuza okutarak
çok daha fazla içeriğe
ulaşabilirsiniz.
NE YAPMALI?
Ajandanızda Yer Açın Betigül Küçük
»»s.38
42
künye DİREN KISA KISA
Kısa Film Üzerine Furkan Uzun
Actor Seeks Role Mustafa Koca
Cowboys and Dissidents Rabia Elif Özcan
14 5
devamı var...
Fil’m Hafızası Mag
Fil’m Hafızası Adına
İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Öncü Gülmez
Genel Koordinatör
Okan Köroğlu
Genel Yayın Yönetmeni
Sinem Dinçer
Fil’m Hafızası Mag Ekibi
Yazı İşleri Adına
Sinem Dinçer - Dilan Salkaya
Sosyal Medya Adına
Okan Köroğlu - Ogün Savaş
Pazarlama İletişimi Adına
Özge Batuman - Özge Güven
Keşif Adına
Furkan Uzun - Gamze Kınacı
Bu Sayıda Yazarlarımız
Artun Bötke - Betigül Küçük - Dilan Salkaya
Elif Bulut - Furkan Uzun - Mustafa Koca
Okan Köroğlu - Rabia Elif Özcan
Sezen Sayınalp - Sinem Dinçer
Grafik Tasarım Sorumlusu
Okan Köroğlu
Redaktörler
Aytekin Şahin- Rabia Elif Özcan - Sezen Sayınalp
İletişim
www.filmhafizasi.com
[email protected]
Yazı İşleri İletişim:
[email protected]
Reklam ve Pazarlama İletişim:
[email protected]
Sosyal Medya İletişim:
[email protected]
Keşif İletişim:
[email protected]
Basım Yeri:
Kayhan Matbaası
Merkez Efendi Mah. Fazılpaşa Cad. No:8/2, Topkapı, Istanbul, Turkey
Bu sayıdaki fotoğraf desteği için Mert Saraç’a teşekkür ederiz.
Her hakkı saklıdır. Dergideki yazı, fotoğraf ve diğer görsellerin izin
alınmadan kullanımı yasaktır. Dergide yer alan yazılar yazarların
kendi görüşleridir. Yazı ve fotoğrafların sorumluluğu yazının
sahibine aittir.
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
8
DİREN KISA KISA
DİREN KISA KISA
D İ R EN KISA KISA !
furkan uzun Kısa filmler, çoğu zaman izleyicisiyle büyük salonlarda buluşma imkânı
bulamazken genellikle tür filmlerine ya da teknik anlamda sinemaya
daha ilgili olan kesimlere hitap eder.
A
ynı zamanda da çoğu film
yapımcısının zihninde uzun
metraja gidilen yolda atılması
gereken bir ilk adım oldukları gibi yanlış
fikirlerin mağduru olur. Oysa durum
bundan ibaret değildir. Endüstriye
direnen ve salt sinema tutkusuyla yola
çıkan kişiler kısa filme atfedilen değeri
değiştirmeye çalışırlar. Böylece gerek
izleyicinin, gerekse film yapımcısının
anlamlı çabalarıyla uzun metrajlar
kadar kaliteli yapımlar ortaya çıkar ve
geniş kitlelere ulaşır. Hâl böyle olunca
kalite ve değerin arttığını hisseden kısa
film tutkunu izleyiciler de kısa metraj
yapımlara hiç olmadıkları kadar büyük
bir bağlılıkla sahip çıkarlar. Yani demek
değildir ki kısa film çeken bir yönetmenin
yolu, önünde sonunda uzun metraja
çıkacaktır ya da kısa film çalışmaları bir
nevi atölye çalışmaları olarak kalacak
ve izleyicilerin algılarına göre yönetmenin vizyonunu şekillendirecektir. Bu
tartışma edebiyatta da öykü ve roman
paralelinde yaşanagelmektedir. Roman
yazmaya hazır olmayan yazarın atması
gereken bir ilk adım mıdır öykü, yoksa
başlı başına bir öykücü ya da romancı
olunabilir mi? Aslında bu noktada
sadece öykücü olunabileceği gibi – ki
başarılı örnekleri fazlasıyla var- pekâlâ
bir kısa film sinemacısı da olunabilir.
Nash Edgerton, Anders Walter, Luke
Snellin ve Janicza Bravo gibi isimler
filmografilerini kısa filmlerle doldurup
kayda değer film festivallerinden bir o
kadar önemli ödüllerle dönmüş isimlerin
birkaçıdır. Anders Walter neredeyse
imza attığı her kısa filmiyle Oscar adayı
olmuş ve 2013 yılında Helium adlı
yapımıyla en iyi kısa dalında ödülün de
sahibi olmuştur.
2011 tarihli ilk kısası Eat ile SXSW
semalarında boy gösteren Janicza
Bravo ise 2013’te Michael Cera’lı kısası
Gregory Go Boom ile Sundance’de Jüri
ödülünü almıştır. Bu isimler arasında
Hollywood’a ismi en yakın olan Nash
Edgerton ise kısa film tutkunu yönetmenlerden biri. Sayısız önemli
Hollywood filminde –ki aralarında Star
Wars – Episode III (2005), The Matrix
fil’m hafızası mag | Kış 2016
(1999), Mission Impossible (2000), The
Wolverine (2013) gibi yapımlar da bulunuyor – figüranlık yapan ve oyuncu Joel
Edgerton’ın kardeşi olan Nash Edgerton,
çektiği kısalarla oldukça kaliteli ve etkileyici işler ortaya koymuştur. Hollywood
tarafında bulunan olumlu kredisini ise
uzun metrajlara boca etmeyerek – 19
yıllık yönetmenlik kariyerinde çektiği
sadece bir uzun metraj bulunmakta
– hâlâ kısa film çekmeye devam etmektedir. İmza attığı Bear ve Spider gibi
yapımlar AFI, Sundance, Cannes gibi
festivallerde izleyici ile buluşmuş ve aynı
zamanda büyük sinema salonlarında
uzun metraj filmlerden önce gösterilerek
geniş izleyici kitlelerine ulaşma şansına
da erişmiştir.
Elini sallasa doyurucu bir bütçe bulabilecek isimler olan bu yönetmenler,
ısrarla kısa metrajın uzun metraja giden
yolda bir ara adım olmadığını ispatlamaya çalışırcasına kısa çekmeye devam
etmekte ve bunu yaparken de inanılmaz
kaliteli yapımlar ortaya koymaktadır.
Burada kısa filmin tanımını da yapmak
Roman
yazmaya
hazır
olmayan
yazarın atması gereken bir ilk adım mıdır
öykü, yoksa başlı
başına bir öykücü ya
da romancı olunabilir
mi? Aslında bu noktada sadece öykücü
olunabileceği gibi –
ki başarılı örnekleri
fazlasıyla var- yalnızca
pekâlâ bir kısa film
sinemacısı da olunabilir.
9
gerekir mi bilmiyorum fakat uzun saatler
boyunca anlatılamayacak olan hikâyeleri kısa sürede izleyicilerle buluşturan
bu yönetmenler, belki de kısa filme karşı
olan izleyici algısının seyrini de yakın
zamanda değiştirip kısa film üzerine
büyük paraların döndüğü bir endüstri
yaratma açısından olumlu bir hareket
meydana getireceklerdir.
29 yaşında vefat edene dek üç kısa
ve bir uzun metraj çeken Jean Vigo da
çektiği kısalarla Fransız Yeni Dalga’sına
esin kaynağı olmuştur. Yine günümüzde
kısa filme gönül vermiş nice yönetmen,
salt sinema aşkıyla uzun metraj çekme
kaygısı olmadan başarılı kısa filmlere imza atacaktır. Böylece gerek bu
yapımlara fon oluşturma açısından bir
cesaret oluşturacak, gerekse çekilen
kısa film kalitelerinin – prodüksiyon,
hikâye, kurgu, yönetmenlik vs - uzun
metrajlarla kıyaslanabilir hâle gelmesini sağlayacaklardır.
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
10
DİREN KISA KISA
DİREN KISA KISA
“olarak” hazırlanır fakat iş
görüşmelerinde aslında
bir nevi ondan “mış gibi
yapması”, sahne oyunculuğu
sergilemesi istenir. Bu durum
da karakterimizin aklını
karıştırır ve onu psikosomatik bir bunalıma sürükler.
Peki, bu ikilem bizlere, bizim
günlük hayatlarımızı, çaresiz
sosyalleşme çabalarımızı,
iletişim çağındaki kopukluk
buhranlarımızı hatırlatmaz
mı?
tak ınd ığ ımız maske ler üze rİne
A ct or Seeks Ro l e
mustafa koca Oyunculuğun tartışıldığı dramatik metinler genellikle rol yapmanın
doğasına dair bizleri değişik yolculuklara çıkarır. Doğal olarak da
bu metinlerin, hepimizin toplum içerisinde takındığı maskeler,
büründüğümüz personalar ve oynadığımız sosyalleşme oyunları
üzerine bir alegori olarak da okunması mümkündür.
New York gibi büyük ve pahalı bir şehirde
oyunculuk kariyeri kovalayan ve işinde iyi
olmayı her şeyden çok isteyen bir aktörün
hikâyesine konuk oluyoruz bu filmde.
Gittiği rol denemelerinde başarılı olamayan ve tiyatrolarda iş bulmayı bir türlü
beceremeyen bu genç, geçimini tıp fakültesinde öğrenciler için hasta rolü yaparak
kazanmaktadır. Hastanede ona iş veren
doktor ise bu genç oyuncunun yeteneğine
her seferinde biraz daha hayran kalmakta
ve bir sonraki hafta yine gelmesini istemektedir. Hikâye ilerledikçe gencin hayatı
beklenmedik gelişmeler ile dramatik bir
değişime uğrar; gün geçtikçe rolünü
yaptığı hastalıklar bedenini sahiden
de esir almaya başlayacaktır. Peki, bu
genç, gerçekten yeteneklidir de tiyatro
yöneticileri mi bunu fark edememektedir? Yahut yaşadığı stres ve şanssızlıklar,
Başından
itibaren
bizler
seyirci olarak
hikâye içerisinde
filmin ana
karakterinden
oldukça başarılı
ve gerçekçi bir
performans
izliyoruz.
fil’m hafızası mag | Kış 2016
başarılı bir aktör olmasının önüne geçmekte ve dolayısıyla yaptığı hasta rollerinin de psikolojik etkisiyle vücudunu
güçsüz mü düşürmektedir? Yaşananlara
neresinden bakarsak bakalım, bu filmde,
hayata oldukça ironik yaklaşan bir hikâye
ile karşı karşıya olduğumuz su götürmez
bir gerçek.
Oyunculuğun tartışıldığı dramatik metinler genellikle rol yapmanın doğasına dair
11
bizleri değişik yolculuklara çıkarırlar.
Doğal olarak da bu metinlerin, hepimizin toplum içerisinde takındığı
maskeler, büründüğümüz personalar
ve oynadığımız sosyalleşme oyunları
üzerine bir alegori olarak da okunması
mümkündür.
Actor Seeks Role de seyircisini
böylesi derin düşüncelere sevk etme
gücüne sahip bir kısa film bana kalırsa.
Başlangıcından itibaren bizler seyirci
olarak hikâye içerisinde filmin ana
karakterinden -özellikle hastane sahnelerinde- oldukça başarılı ve gerçekçi bir performans izliyoruz. Buna
rağmen iş görüşmelerinde bu aktörün
oyunculuğunun tiyatroya uygun bulunmaması ve şansını televizyonda ya
da sinemada deneme-si gerektiğinin
söylenmesi aslında bugünün drama
sanatına ve dolaylı olarak da hayata dair
çarpıcı bir tespit ortaya koyuyor. Gerçekçi
ve minimal oyunculuğun tiyatroda kabul
görmüyor oluşu, orada her şeyin daha
abartılı ve dramatik olması, bir nevi karakterimizin iyi oyuncu olma isteğine de ters
düşen bir durum yaratıyor. Sebebi ise,
günümüzde “Az, çoktur.” düşüncesinin,
kısacası sadeleşmenin hayatın her
alanında ön plana çıkmasıdır aslında.
Tiyatro ise günümüz koşullarında giderek
eskiyen, arkaikleşen bir sanat dalı olarak
koşulları itibariyle en gerideki seyirciye
dahi sesini duyurabilmek için gerçekliği
istemeden de olsa kırarak abartıyı
ve dramatik olanı muhafaza etmeye
devam eder. Ortaya çıkan bu durum da
önemli bir paradoksu beraberinde getirir:
Günlük sosyal hayatımızı yürütebilmek
için yarattığımız birçok sistemin, birçok
kurumun aslında bizim lehimize çalışması
gerekirken zamanla nasıl
paslandığını, nasıl aleyhimize dönüştüğünü gözler
önüne serer. Dünya her an
dönmeye devam etmekte,
her gün biraz daha hızlı
değişmektedir ama biz
kurduğumuz hantal toplum
düzenimizle bir türlü
zamanında ona yetişmeyi
beceremeyiz, olan yine bir
adım ileriye gitmeye cesaret
edene olur. O kişiler, kendilerini feda ederler ki
toplumun geri kalanı onun
izinden devam edebilsin.
Seyircisini yakalamak için
sadece kıvrak görsel fikirlere
güvenmek yerine derin felsefi
düşüncelere de yatırım yapan
bu başarılı kısa filmi sakın pas geçmeyin.
Yönetmen: Michael Tyburski
Filmin parmak bastığı
başka bir nokta ise yine
gerek oyunculuk özelinde gerekse günlük
hayatlarımızın rutin düzeni
içerisinde “inanmak” ile “miş
gibi yapmak” arasına çizdiği
çizgi aslında. Film boyunca
izlediğimiz bu genç aktör,
egzersizleri, hırsı ve isteği
ile hastanedeki hasta rollerine dâhi inanarak, yani
meslekte söylendiği üzere
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
DİREN KISA KISA
12
İsimler ve sıfatlar,
kimliklerin toplum
içerisindeki
en etkin
belirleyicisidir. Bu
nedenle insanın
toplum içindeki
yeri, saygınlığı,
itibarı ve konumu
büyük ölçüde,
sahip olduğu
ya da “giyindiği”
isimlerin birer
sonucudur.
Ancak farklı
renkleriyle mizacı
giydirip kuşatan,
bu kuşatma
ile de onu pek
çok özellikle
niteleyen
isimler, aynı
zamanda tek
tonda renklerin
“yaftalama”
tehlikesini de
barındırır.
şüphelilerin rengini belirleyecek olan
etiketi, yani “kötü adam” sıfatını onlara
daha en başta yapıştırarak tanığın
yargısını kaçınılmaz olarak yanlı hâle
getirir. Ancak tıpkı karşılarındaki camın
tek bir tarafı gösteriyor oluşu gibi bu sıfat
da vicdanî değerlerin ve iradenin rengârenk kıldığı insanın, yalnızca karanlık
bir rengine ışık tutarak ardındaki diğer
renkleri maskeler. Filmin bir başka ana
unsuru olan maske figürü de böylece
öyküye dâhil olur.
İNTİKAMIN ESİRİ OLMAMAK
M U TLAK İY İ V E MUTLAK
KÖ TÜ VAR MIDIR ?
Cowboys and
Dissidents
İ
RABİA ELİF ÖZCAN simler ve sıfatlar, kimliklerin
toplum içerisindeki en etkin belirleyicisidir. Bu nedenle insanın
toplum içindeki yeri, saygınlığı, itibarı
ve konumu büyük ölçüde, sahip
olduğu ya da “giyindiği” isimlerin birer
sonucudur. Ancak farklı renkleriyle
mizacı giydirip kuşatan, bu kuşatma
ile de onu pek çok özellikle niteleyen
isimler, aynı zamanda tek tonda
renklerin “yaftalama” tehlikesini de
barındırır. Çünkü toplum, insanları
renklendirirken uç renkleri (normları)
temel alarak bireyleri bu renklere olan
uzaklığı/yakınlığı ölçüsünde yargılar.
İşte isimlerin en tehlikeli yanı da “iyi”,
“kötü” gibi uç renk addedebileceğimiz
sıfatların sınırlarını çizmeye kalkıştığı
an kendini gösterir. İnsan tek renkli
değildir; aksine, özünde iyilik varken
kötüyü de aynı mizaçta barındırabildiği
için insandır.
BİR İÇ HESAPLAŞMA
Amerikalı yönetmen Will Maloney’in
kaleminden, yine kendisinin yönettiği
Cowboys and Dissidents (2012),
İrlanda’nın toplumsal yapısı ve geleneksel motifleri üzerinden, sosyal
normların bireydeki etkilerini vicdanî
güdülerle mukayese eden bir kısa film.
İrlanda yerlilerinden olan Roy (Conor
MacNeill), babasını kaybetmiştir ve bu
ölümden polis memuru Peter’ı (Paul
Kennedy) sorumlu tutmaktadır. Bu
nedenle Peter’dan intikam almak için
evine gizlice girerek onu öldürmeyi
planlar. Ancak planını uygulamaya
geçtiği sırada Peter’ın özel hayatına
şahit oluşu, onu kendi vicdanı ile
yüzleşmeye ve intikam duygularını
yargılamaya sevk edecektir.
Masmavi gökyüzünde aynı yöne
doğru uçan kuşlarla başlayan ilk sahnenin ardından, verilmek istenen
mesajın öyküsünü anlatacak olan sorgu
odasına alınıyoruz. Burada polis şefi,
şüphelileri birer birer içeri alarak tanığa
hepsinin birer “kötü adam” olduğunu
ancak korkmamaları gerektiğini, çünkü
“tek taraflı camın ardında” hiçbirinin
onu göremeyeceğini söyler ve hangisinin ona tanıdık geldiğini sorar. Filmin
iskeletini oluşturan kelimeler ve imalar
da bu sahnede verilir aslında. Polis şefi,
Mahremiyetin katman katman
açıldığı sahneler, sonunda Roy’un
intikam maskesi altındaki vicdanını
gün yüzüne çıkarır: Kurguladıklarını
gerçekleştirmeden önce Roy, diz çöküp
dua ederek Tanrı’ya sığınır; çünkü birazdan yapacakları için arınmaya, kendini
masum ve haklı hissetmeye ihtiyacı
vardır. Fakat o sırada tam arkasında
silahını ona doğrultmuş olan küçük
Andey (Lewis Malseed) ile karşılaşır.
Dehşete kapılan Roy, kim olduğuna dair
uydurduğu hikâyelerle farklı maskelere
bürünerek Andey’i ikna etmeye
çalışırken Peter eve gelir. O sırada Roy
da Andey ile bir anlaşma yapar: Eğer
Roy, kulağını hafifçe çekerse, Andey
onun kovboy olduğunu anlayacak ve
kimliğini kimseye açıklamayacaktır.
Ardından Roy, Peter ile karşılaşır
ve silahını ona doğrultur. Ne var ki
Peter’ın, gözlerinin içine bakarak “Bir
oğlumuz var, lütfen yapma.” deyişinin
üzerine, çoktandır kendi içinde verdiği
vicdanî savaşı sonlandırır Roy. Peter
karısına oradan uzaklaşmasını söylemek için arkasını döndüğü bir anda
Roy, geldiği gibi sessizce kaçıp gidiverir.
Gördükleri karşısında insanî yargıları
ağır basmıştır, intikam duygularının
esiri olmaz.
Bu noktada Maloney, cevabını
aradığı esas soruyu karşımıza getirir:
“iyi insan” kimdir, “kötü insan” kimdir?
Maskelerin, üniformaların, kelimelerin kurgusuyla yaratılan hikâyeler,
arkalarında tam da görünüşlerinin zıttı
olan renkleri de pekâlâ taşıyor olabilir.
13
Bu nedenle hiçbir yargı tek bir renkte
yapılamaz, kimse tek bir bakış açısıyla
ele alınamaz, tek bir sıfatın temsilcisi
olamaz. Ancak günümüz koşullarında
dahi hemen her toplumda çatışmaların,
savaşların ve haksız yargının temelinde
toplum normlarının, misyoner grupların
yahut yaftaların dayattığı görüşler
doğrultusunda güdülen bireylerin,
onlara biçilen maskelerin kurbanı hâline
geliyor olması yatmaktadır. Burada
unutulan husus şudur: Serbest iradesinin bir sonucu olarak mütemadiyen bir
değişim ve devinim içinde olan insan,
esasında değişmez sınırları olan sıfat
kalıplarının ve tiplemelerin içine konamayacak kadar renkli ve değişkendir.
Maskeler yalnızca içtekini farklı göstermek üzere giyilen kılıflardır; oysa insanı
insan yapan, o kılıfın ötesinde vicdan
ve iradenin büyüttüğü kişiliktir. Bu
süreçte iyileşmek de vardır kötüleşmek
de. Olmayan şeyse mutlak “iyi insan” ve
mutlak “kötü insan”dır.
BOL ÖDÜLLÜ BİR YAPIM
Filmin sonunda hikâye, sorgu
odasında kaldığı yerden devam
eder ve tanığımızın Andey olduğunu
öğreniriz. Polis şefi Andey’e şüphelileri
gösterip tekrar hangisinin tanıdık “kötü
adam” olduğunu sorar. Andey, her bir
şüphelinin yüzünü teker teker incelerken Roy’un, kulağını çektiğini görür
ve anlaşmalarına sadık kalarak kimliğini
ifşa etmeden kovboyu gördüğünü
söyler. Böylece bizlere çocuk dilindeki
sadakatin ve insaniyetin, insanın
özünden ileri gelen meziyetler olduğunu
bir kez daha hatırlatır.
Belfast Uluslararası Film Festivali,
Los Angeles Yeni Dalga Uluslararası
Film Festivali ve daha pek çok
uluslararası festivalde en iyi aktör, sinematograf ve yardımcı aktör ödüllerine
layık görülen Cowboys and Dissidents,
insanın en temel güdülerine karşı
vicdanî gelgitlerini, İrlanda’nın sosyal
yapısında yer alan yerli- Kızılderili
ikililiğinin dayattığı iyi-kötü kalıpları
üzerinden, olabildiğince doğal hâliyle
anlatan insan için, “insanca” bir yapım.
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
14
Dosya Konusu
KISA FİLM
S İZ İN İÇ İ N K I S A
FİL M S E Ç T İ K !
Savaş ve Barış
M U S TA F A K O C A YA Z D I
R A B İ A E L İ F Ö Z C A N YA Z D I
A R T U N B Ö T K E YA Z D I
D İ L A N S A L K A YA YA Z D I
The Thin Red Line
Little boy &
Empire of the Sun
La Battaglia di
Algeri
PARADISE NOW
FILMHAFIZASI.COM TANGO (1981)
Elinizde on altı bin mat boya, birkaç yüz bine
yakın fotoğraf karesi, optik bir yazıcı, günde 16
saat çalışacak kol gücünüz ve 7 ay süreniz olsa
bunlarla ne kadar mükemmel bir ürün ortaya
çıkarabilirdiniz?
Zbigniew Rybcznski bu olanaklarla,
geçmişi bugününden daha nitelikli diye de
tanımlanabilecek olan Akademi Ödülleri’nden
birine uzanmayı başardı.
QR kodu okutun
filmin tamamını
izleyin
The Goat (1921)
Sinema tarihinin en büyük efsanelerinden Buster
Keaton’ın ilk dönem sessiz kısalarından biri The
Goat (1921). Keaton bu filmde de yanlış anda
yanlış yerde bulunmayı kendine düstur belleyen
tiplemesiyle karşımıza çıkıyor. Meraklı ve aylak
kahramanımızın kazara bir fotoğraf karesine misafir olmasıyla birlikte başına yeni bir bela alır
QR kodu okutun
filmin tamamını
izleyin
Tracks (2011)
Anton ve Pinto sahilde eğlenmek için
Anton’un yaptığı araçlarla bir sabah yola
çıkarlar. Yolculuklarının seyri Gal isimli bir kızla
karşılaşmalarıyla değişir. İki ergen kendilerini Gal’e kanıtlamak için kıyasıya mücadeleye
girer. Gal’in hedefiyse sıkıcı bulduğu bu geniş
özel mülkiyetten biraz olsun uzaklaşıp sahile
ulaşabilmektir.
E L İ F B U L U T YA Z D I
TANIDIKÇA
GELİŞİR
MERHAMET
VE ADALET
DAS LEBEN DER ANDEREN
S E Z E N S A Y I N A L P YA Z D I
QR kodu okutun
filmin tamamını
izleyin
Rusya’da
bİr sığınak,
Parİs’te bİr
tİyatro
Ivan’s Childhood &
La Dernier Métro
fil’m hafızası mag | Kış 2016
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
16
Ö Z E L D O S YA
S AVA Ş V E BA R I Ş
17
tanıdıkça ge l İşİr me rh am e t v e ad al e t
Das leben der anderen
ELİF BULUT Yeryüzünde, belki en yakınımızda ve günlük hayatımızda savaşın
sürmesi nedeniyle bu yazıda da barıştan daha çok savaş hâli ve
bu hâlden çıkmak için barışa yaklaşmanın bir yolunu, Das Leben
der Anderen’in (2006, Başkalarının Hayatı) konusuyla ilintili olarak
işleyeceğim.
“Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları
boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur.
Savaş, organları bedenden koparır.
Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan
türünün doğasından gelir.” der Susan
Sontag Başkalarının Acısına Bakmak
isimli kitabında. Kaçınılmazdır ki barış en
çok böyle bir savaş ortamında arzulanır.
Yeryüzünde, belki en yakınımızda ve
günlük hayatımızda savaşın sürmesi
nedeniyle bu yazıda da barıştan daha çok
savaş hâli ve bu hâlden çıkmak için barışa
yaklaşmanın bir yolunu, Das Leben der
Anderen’in (2006, Başkalarının Hayatı)
konusuyla ilintili olarak işleyeceğim.
filmindeki soğuk savaşın - kapitalizm ve
sosyalizm çatışmalarının - etkilerinde
görüldüğü gibi.
Savaşın ve çatışmanın izleri,
XX.yüzyılın son yarısında ve XXI.
yüzyılda takip, fişleme, gerilim ve korku
politikalarıyla insanların içine salındı.
Savaş belki de insanın doğasında var
Susan Sontag’ın dediği gibi ve bu öyle bir
hâl aldı ki savaş eylemini gerçekleştirmek
için bağırsakları boşaltmaya gerek
kalmadı. Tıpkı Das Leben der Anderen
1984 Almanya’sında, henüz duvar
yıkılmamışken soğuk savaş sırasında
Stasi adlı güvenlik teşkilatı çok sıkı bir
biçimde insanları takip etme, bilgi alma
ve fişleme görevini yürütmektedir. Kültür
Bakanı Bruno Hempf (Thomas Thieme)
oyuncu Christa-Maria Sieland’ı (Martina
Gedeck) gözüne kestirir. Kadına ulaşma
isteği ile güvenlik teşkilatı Stasi’ye emir
Filmde,
devlet ile
bireyin
yakınlaşmasıyla
kısmi barış sağlanır.
Bu barış, aslında bir
benzetme yapmak
gerekirse tıpkı
ebeveyn ile çocuğunun sağlıklı iletişim
kurması gibidir.
fil’m hafızası mag | Kış 2016
çıkarttırır; aktrisin “sakıncalı” yazıları
bulunduğu düşünülen yazar sevgilisi
Georg Dreyman’ı (Sebatian Koch) karalamak için yakın takibe aldırır. Teşkilat,
toplum içinde her türlü bilgiye dört bir
yandan vâkıf olmak amacındadır. Bu
nedenle devletin güvenlik güçlerinin
özellikle sanatçı kesim (aydın kesim de
denebilir) ile çatışma durumu ve devlet
içindeki “üsttekilerin” hükmü mevcuttur.
Tabii ki bu sıkı hiyerarşik denetim sonucu
bireyler üzerinde ve en küçük birimlerdeki
ikili ilişkilerde bile bir korku ve gerilim
iklimi oluşur.
Filmde, devlet ile bireyin yakınlaşması
ile kısmi barış sağlanır. Bu barış,
aslında bir benzetme yapmak gerekirse tıpkı ebeveyn ile çocuğunun
sağlıklı iletişim kurması gibidir. Eğer bir
ebeveyn çocuğuna iktidar ilişkisi üzerinden istediklerini yaptırmak isteyen bir
güç gibi değil de çocuğunu iyi tanıyarak
ve ihtiyaçlarını iyi bilerek yola çıkıp
karşılıklı saygı çerçevesinde iletişim
kurarsa olumlu bir ilişki biçimi ve gelişim
yaratır. Buradaki devlet-birey ilişkisi de
bir bakıma bu tarz bir iletişime denk
düşmektedir. Bu bağlamda, sadık devlet
ajanı Gerd Wiesler (Ulrich Tukur), yazar
ve oyuncu çiftin yaşantısına tanık olup
hayatlarını takip ederken aslında yavaş
yavaş bireyden yana taraf seçmek durumunda kalır. Böylelikle devleti temsil
eden usta ajan ve aydın bireyler arasında
gizli bir “barış anlaşması” yapılır.
Susan Sontag’ın Fotoğraf Üzerine
adlı eserinde belirttiği başka bir olguyla
karşılaşırız filmde: Uyuşukluk. Ajan
Gerd Wiesler’deki “uyuşukluk” olgusu,
uzun süre insanların hayatını izleyip
raporlamasından dolayı oluşur ve
ruhunda bu hissiyatsızlık hâlinin katı
bir yuva bulmasıyla gelişir. Bu olgunun
oluşturduğu başka bir davranış biçimi
ise kayıtsızlıktır. Zira kayıtsızlık, Susan
Sontag’ın kitabında da parmak bastığı
uyuşukluk ifadesinden çok da uzak değil.
Her gün medyadan takip edilen türlü
savaş imgesinin insan üzerinde zamanla
uyuşukluk etkisi yaratması ve savaşın
yahut acının gerçekliğinin bir çeşit
kurgu gibi algılanması ile kayıtsızlığa da
yol açmaktadır. Sonuç olarak devletin
“röntgencisi” olan Gerd, zamana yenik
düşmüş, hissiyatsız, donuk ve daha
kötüsü kayıtsız bir robottur.
Bu çiftin arasında geçen özel ilişkideki
insanî taraf, Doğu Almanya’nın tecrübeli bir ajanı olan ve hatta bu görevi
robotik bir mekanizma gibi gerçekleştiren
adamın duygularının devreye girmesini
sağlar. İşte bu noktada Gerd Wiesler,
devleti temsil eden bir ajan olarak hem
yazar Georg Dretman’ı hem de sevgilisi
Christa- Maria Sieland’ı görevine ters
düşüp risk alarak devlete karşı korumaya başlar. Temsili olarak sistemde iki
tarafın yakınlaşması sonucu yine örtük
olarak yapılan bir barış oluşur. Kutupların
birbirini tanımasıyla gerçekleşen merhamet ve adalet duygularıyla, temelde
birbirini tanımamaktan kaynaklı korkma
duygusu silinir.
Susan Sontag’ın savaş, acı ve barış
hakkındaki düşünceleri ile Das Leben
der Anderen’in temelde vurguladığı,
farklı hayatların ve tarafların birbirinin
içine geçmesiyle barış hâline
yakınlaşabileceğimiz fikri birbirini besler
niteliktedir.
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
18
Ö Z E L D O S YA
S AVA Ş V E BA R I Ş
19
ru hu ze hİ rl e y en bİr dön gü ye daİr
La Bat taglia di Algeri
The Thin Red Line
artun bötke mustafa koca İnsanlık tarihi boyunca savaş, klanların yaşam ihtiyaçlarından ganimet
toplamaya, baskı ve köleliklerden devrimlere, onur ve zafer arzularından
politik güç ihtiraslarına kadar, onurlu yahut onursuz, birçok farklı şekille
karşımıza çıktı. Bir şiddet sarmalı içinde üretmeye devam ettiğimiz bu
savaşların hakiki sebeplerine de yabancılaştık zamanla.
İnsanlık tarihi boyunca savaş,
klanların yaşam ihtiyaçlarından ganimet
toplamaya, baskı ve köleliklerden devrimlere, onur ve zafer arzularından politik
güç ihtiraslarına kadar, onurlu yahut
onursuz, birçok farklı şekille karşımıza
çıktı. Bir şiddet sarmalı içinde üretmeye
devam ettiğimiz bu savaşların hakiki
sebeplerine de yabancılaştık zamanla.
Neden savaştığımızı bilmeden, yüceltilen yapay kavramlarla cephelere
sürüldük ve birbirinden sarsıcı,
birbirinden ürkünç iki dünya
savaşı ile sarsıldı bu
dünya. İşte bu noktada
kurduğu medeniyeti
yeniden sorgulamaya
başlayan insan neden
diye sormaya başladı
elbet, tüm bu karanlık,
tüm bu cehennem ne
uğruna?
Hollywood’un gizemli ve
sıra dışı yönetmeni Terrence Malick’in
başyapıtlarından biri olan The Thin Red
Line (1998) da aslında bu sorgulamayı
seyircileriyle en çarpıcı şekilde
paylaşmayı hedef almış oldukça samimi
ve bir o kadar da sarsıcı bir yapım. İkinci
Dünya Savaşı sırasında her biri kendi
“cennet” yaşamlarından koparılmış ve
cehennemin ortasına atılmış bir grup
Amerikalı askerin Pasifik cephesinde
yaşadıklarını gözler önüne seriyor
bu film. Fakat bunu klasik Hollywood
filmlerinden alıştığımız şanlı kahramanlık
mitleri üzerine kurmak yerine farklı
bir yöntem seçiyor kendine. Bu hikâyeye konu olan hiçbir karakter cesur
ve vatansever arketiptik kahramanlar olarak sunulmuyor ve hiçbirinin
başından savaşın bilindik, bir yanıyla
çok gerçek bir yanıyla da o gerçeküstü
karanlığı dışında inanılması güç olağan
dışı olaylar gelmiyor. Ortaya nadiren de
olsa cesurca edimler çıkıyorsa da
bunlar motivasyonlarını kahraman olma arzusunda değil
ama mantıksız gerekçelerde buluyor ve kendini
saf şiddet eylemleriyle
gösteriyor. Malick belli
aksiyonların yönlendirdiği bir dramadansa
insanlık durumları üzerine
odaklanmayı tercih ediyor
bu filmde, savaşı yüceltip
onurlu gösterip karakterlerini
kahramanlaştırmaktansa bu insanlık
felaketini olduğu gibi, yani “ruhu zehirleyen” bir döngü, bu felakete konu olan
askerleri de birer kurban olarak gözler
önüne seriyor.
Malick, filme konu olan askerlerin
yaşadıklarını onların iç seslerini kullanarak hem görsel hem de metinsel olarak
şiirsel kurgu ile seyircisine aktarıyor ve
onları adeta felsefi ve ruhsal yolculuğa
çıkarıyor. Savaşın gerçekleştiği coğrafya
ise yaşam ve ölümü bünyesinde
fil’m hafızası mag | Kış 2016
barındıran insana hem cenneti hem
cehennemi anımsatan muhteşem bir
doğa imgelemi olarak sunuluyor ve karakterlerin sorgulamalarına ayrı bir boyut
katıyor.
Kaybedilen cennet teması ve her bir
karakter için savaşın sisini yarıp ortaya
çıkan acımasız gerçek aslında bu hikâyenin omurgasını oluşturuyor. Filmin bir
sahnesinde Sean Penn’in canlandırdığı
Çavuş Welsh karakterinin sözleri belki
de bu fikri en iyi özetleyen anlardan biri
olarak karşımıza çıkıyor:
“Tüm bu deliliğin içinde tek bir kişi
neyi değiştirebilir ki? Eğer ölürsen bir hiç
uğruna öleceksin. Her şeyin çok güzel
olacağı başka bir dünya yok. Sadece bu
kaya parçası var.”
Sebebi her ne olursa olsun, onlara
ne söylenirse söylensin sonunda hikâyenin tüm karakterleri, içine düştükleri
bu cehennemde yine kendi savaşlarını
veriyor, yaşam ve ölüm döngüsünde yine
kendi hayatlarının değerini keşfetmeye,
içsel bir barışa ulaşmaya çabalıyorlar. Biz
de seyirciler olarak ister istemez Terrence
Malick’in bizi çıkardığı bu üç saatlik yolculukta savaşlarla kavurduğumuz bu
dünyadaki, hatta evrendeki yerimizin ne
olduğunu, insanlar olarak geleceğe nasıl
bir miras bırakacağımızı, medeniyetimizin yarattığı bu şiddet sarmalının nasıl
kırılabileceğini ve rotalarımızın savaştan
barışa doğru nasıl evrilebileceğini
düşünmeye ve sorgulamaya başlıyoruz.
“Barış, bir ütopya mı?” Son zamanlarda bu soruyu kendime sıklıkla
soruyorum ve kesin bir cevap veremiyorum. İki zıt karşılık da soruyu
yanıtlıyor sanki ama sonra birbirlerini götürüyorlar. Peki acı, keder,
yas ve ölümden başka geriye ne kalıyor?
L
a Battaglia di Algeri (1966) ya da
Türkçe ismiyle Cezayir Savaşı,
adı üzerinde Cezayir’in 19541962 yılları arasında Fransa’ya karşı
verdiği bağımsızlık mücadelesini anlatır.
Yeni kurulan Cezayir Devleti, İtalya’nın
desteğiyle bu yapıma girişir. Genelde belgeseller çeken Gillo Pontecorvo kamera
arkasına geçer. Pontecorvo ve senarist ortağı Franco Solinas, senaryoyu
direniş liderlerinden Yacef Saadi’nin
anılarından uyarlarlar. Lâkin filmi
özgün yapan ilk unsuru, uyarlama
sırasında gerçekleştirir senaristler.
Olayları körü körüne Cezayirlilerin
açısından vermek yerine, bir tarafı
bariz şekilde ağır gelse de iki halk
arasındaki teraziyi dengede tutmaya
çalışırlar. Fransızları saf kötü göstermezler, Cezayirlileri de sütten çıkmış
ak kaşık olarak yansıtmazlar.
Genelde resmî tarih, savaşları
tek taraflı anlatır. Mutlaka bir taraf
haklıdır, diğeri haksız. Oysa ortada
bir savaş, bir çatışma, yani en yalın
hâliyle bir anlaşmazlık varsa bunun
sebebi karşılıklıdır. Her ne kadar “Tarihi
kazananlar yazsa...” da biliriz ki bu,
kaybedenin haksız olduğu manasına
gelmez. Pontecorvo’nun filmi çekerken
değindiği en önemli unsur, iki tarafın
da özünde insan olduğu gerçeği. Bunu
en iyi şekilde, aynı zamanda filmin en
gerilimli sahneleri olan, üç ayrı kadının
şehrin üç önemli noktasına bomba koyma
hazırlıklarında izleriz. Öncesinde Fransız
polisinin Casbah’ta (şehrin Cezayirlilerin
yaşadığı kısmı) gece yarısı patlattığı
bombalara ve uyurlarken ölen sivillere
şahit oluruz. Bunun verdiği hınçla üç
kadın bombalama için gönüllü olur.
Üçü de en modern kıyafetlerini giyer
ve birer Fransız kadınına dönüşerek
(aslında ortada Fransız-Cezayirli ayrımı
da olmadığının kanıtıdır bu sahne bir
bakıma) polis kontrolünden korku içinde
geçerler. Polisler üçünün de kıyafetine,
birinin elindeki çocuğa aldanarak üzer-
lerini aramaz (sahnelerin arka planındaki
Ennio Morricone melodisi ise gerilimi
daha da katlar). Hatta genç polisler, en
küçüğüne laf bile atarlar; sonuçta günlük
hayat devam ediyordur ve erkekler ondan
hoşlanmıştır.
Kontrol geçişinden sonra düşen gerilim,
kadınların hedeflerine varıp gündelik
hayatla karşılaştıklarında tekrar yükselir.
İnsanlar sohbet ediyordur, bir şeyler yiyip
içiyordur, bir şeyleri bekliyordur; tıpkı o
kadınların kendi gündelik hayatları gibi.
Bir an için bombaları patlatmayacaklarını
bile düşünürüz. Lâkin önceki gecenin
hıncı, yüzlerinde bir daha belirir. İşte
kana karşı kan arayışı böyle bir şeydir.
Bir süre sonra üçü de bombaları bir
kenara bırakıp kaçarlar ve bombalar
sırayla patlar. Geriye ölen insanlar, ölüleri
görenlerin yaşadığı kaos ve o üç kadının
yitirdiği masumiyet kalır. Biliriz ki iki taraf
da hayata karşı umutlarını ve inançlarını
kaybetmiştir artık. Peki, kazanan kimdir?
Gerçek savaş biraz daha farklı
gelişse de (filmde sadece bir
şehirdeki olayları izleriz ki gerçekte
savaş, tüm Cezayir’de yaşanmıştır)
Pontecorvo finalde önemli bir
noktaya daha değinir. Finale doğru,
Fransız askerleri Casbah’taki tüm
direniş liderlerini ya öldürmüştür ya
da hapse atmıştır. Yani komutanın
kendi deyimiyle “Yılanın başı
ezilmiştir.” Artık her şeyin eskiye
döneceğini sanır herkes ama olay,
o kadar basit değildir. Çünkü iki yıl
seslerini çıkarmayan halk, bu süre
sonunda gücünü daha da arttırarak
ayaklanır ve bağımsızlığını elde
eder. Kaba kuvvetle, şiddetle, kan
dökerek dayatılan bir fikrin ve kazanılan
gücün, er ya da geç kaybedilmeye de
mahkûm olduğunu kavrarız böylece.
Tarihte bunun onlarca örneği vardır
lâkin insanoğlu, kişisel çıkarları için
bazı fikirleri hâlâ zor kullanarak diğerine
empoze etmeye çalışmaktadır ve bu
yüzden de insanlar dünyanın dört bir
yanında savaşmaya devam etmektedir. İnsanoğlu ya akıllanmamaktadır ya
da akıllanmak istememektedir. Yani artık
savaş, içimize işlemiştir. Bu yüzden de
barış, gerçekten bir ütopyadır belki de...
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
20
Ö Z E L D O S YA
S AVA Ş V E BA R I Ş
21
Nazilerin yönetimindeki bir oyunda kaçakken,
gestapoların gözetiminde sınırları aşmaya
çalışan insanların hikâyesini, bir tiyatro
perdesiyle yansıtıyor Le Dernier Métro.
I va n’ s C hi l dhoo d & L e D e r n i e r M ét r o
Rusya’da bİr sıĞınak
parİs’te bİr tİyatro
SEZEN SAYINALP Ivan, bombaların altında bir sığınakta; Lucas Steiner, etrafı sarılmış
Fransa’da, tiyatrosunun bodrum katında... Kaçıyorlar, saklanıyorlar, mücadele veriyorlar, yaşamaya çalışıyorlar. Savaş, dünyada hiçbir dostu olmayan
tarifi imkânsız bir canavar ve dünyadaki binlerce kahraman, bu canavarı yok
etme mücadelesinde hayalleri ve hayatlarıyla var oluyor. Barışın peşinden
gitmiş milyonlarca insanın hikâyeleriyle dolu çünkü insanlık tarihi.
İ
kinci Dünya Savaşı, dünya tarihinin
en büyük katliamlarından, en büyük
yıkımlarından birine sahne olmuş
hepimizin bildiği gibi. Nazizmin güçlenip
yayılmasıyla, nefret sınırlarını genişletip
dünyayı büyük bir ablukaya alan bu kirli
savaşın izleri üzerinden ne kadar yıl
geçse silinmeyecek. Savaşın hastalıklı
birer insana dönüştürdüğü şehirler,
birbirinden farklı hayatların izlerini
fil’m hafızası mag | Kış 2016
sürmüş. Kuşatılmış şehirler, ölümden
kaçan kalabalıklar, yaşamı kovalayan
çocuklar, yaralı devam edemeyen hayaller; bir asker şapkasının ardına hapsolmak zorunda bırakılmış. İkinci Dünya
Savaşı’nın Nazi egemenliği
altında yok etmeye çalıştığı
hayatlar artık tarihin parçası.
O tarihi kanlı canlı tüm
gerçekliğiyle yaşatmak da
sinemanın vazifesi. Bugüne
kadar yapılmış savaş filmleri içinde bu hayatların
çoğuna tanık olduk. Her film
bize aynı acıyı ve aynı fikri
bambaşka gözlerden anlattı.
Savaşın, nefes aldırmayan
bir nefret bürüdüğünü perdeden haykırdı. Perdeden
haykıranlar arasında Truffaut
ve Tarkovsky de vardı.
Yanlarına Paris’i, Rusya’yı,
Alman ve Rus askerlerini, bir
de nefes almanın özlemini
çeken karakterlerini aldılar.
Ivan’s Childhood (Ivanovo
detstvo - 1962) ve La Dernier
Métro (1980), bize Nazizmin
karanlığında yansıdı.
Sinema tarihinin üzerine konuşulması
gereken en önemli filmlerini sinema tarihinin büyük yönetmenlerinin gözünden
gördük. Filmlerinden bahsedeceğimiz
bu büyük yönetmenlerden ikisi de
Tarkovsky ve Truffaut. Ele aldığımız
nokta savaş olunca da bu iki büyük ismin
iki büyük filminin, savaşın insanlar üzerindeki etkilerini oldukça farklı yönlerden
ele aldığını görüyoruz. Sembolizmin
sınırlarını savaşın gerçekliğiyle
birbirine harmanlayan Andrei Tarkovsky
bizi Ivan’ın çocukluğunda, savaşın
ortasındaki Rusya’da bir sığınağa
götürüyor. Yıldızlara ulaşılamayan
derin kuyuların dibinde, ailesini savaşta
kaybetmiş bir çocuğun yanında buluyoruz kendimizi. Ivan, yaralı bir çocuk.
Ivan büyümek zorunda bırakılmış bir
casus. Ivan, özgürlüğü hayal edemeyen bir tutsak. Ailesi Naziler
tarafından öldürülen Ivan’ın, kendisini Rus Ordusu’nun yanında düşman
askerlerinin casusu olarak buluşunun
ardından, filmin atmosferi içinde savaşın
etkilerini kesmeler ve rüya sekanslarıyla
bize sunan Tarkovsky; kadrajı, açıları,
ışığı kullanımıyla rüya-gerçek ikilemine
gizlenmiş savaşı, Ivan’ın aracılığıyla
bize aktarıyor. Barış kuyunun dibinde
Ivan gibi göğe bakıyor.
Ivan, sığınakta beklerken, onun
yanından ayrılıp Truffaut’un gözünden
Paris’te bir tiyatroda vuku buluyor savaş
sesleri. Nazi işgalindeki Fransan’nın
birbirine sır yüzlerinin ardındaki korkunun aynası çünkü savaş. Son Metro’da
bir eleştiri yazısı çıkacak ve o yazı bir
tiyatroyla beraber bir ülkenin kaderi
olabilecek belki de. Çünkü tiyatronun
sakladığı hayatları Nazilerle işbirliği
yapanlar tehdit edemeyecekler. Lucas
Steiner’ın istediği bu. Marion Steiner
bu isteğe bir ışık tutuyor. Tiyatro yönetmeni Lucas Steiner, Yahudi olduğu
gerekçesiyle tehdit altında olduğu için
kendisini tiyatrosunun bodrum katında
yaşamaya mahkum etmişken, karısı
Marion yarım kalan oyunun işlerini
yürütme görevini kendi üstüne alıyor.
Yeni oyunları için tiyatro oyuncusu
Bernard’ın aralarına katılmasıyla, aktöroyuncu, seyirci-yönetmen ve daha
geniş açıdan baktığımızda direnişçiişbirlikçi ayrımının bir tiyatro sahnesini andıran 1942 Paris’inde bizlere
resmedilişi, savaşa karşı verilen
direnişin en güzel örneklerinden biri
olup çıkıveriyor. Nazilerin yönetimindeki bir oyunda kaçakken, gestapoların
gözetiminde sınırları aşmaya çalışan
insanların hikâyesini, bir tiyatro perdesiyle yansıtıyor Le Dernier Métro.
Savaşın sürekli yıkacağını, yağmalayacağını ve bundan hiç vazgeçmeyeceğini hayatları pahasına mücadele eden insanlar görmüş, sinema
görmüş, Truffaut görmüş, Tarkovsky
görmüş. Belki savaş, bu yıkımın gerçekliğini göstermekten vazgeçmeyen
bir canavarın nefesini soluyacak ama
barışın sesi, bu canavarı insanlardan
hep uzak tutacak.
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
22
Ö Z E L D O S YA
S AVA Ş V E BA R I Ş
Nablus’ta insanlar
çaylarını çok şekerli içer.
Nablus’ta hayat yoktur,
insanlar hayatsız topraklarda hayata tutunmaya
çalışırlar. Nablus’un evleri
renksizdir. Kirli, içine gri
çalınmış bir kırık kireç
rengidir şehir. Kuşatılmış,
DİLAN SALKAYA geçit vermeyen ölü bir
kenttir.
Paradise Now
H any-A bu Assad
Fİ lİ stİn
Ö
lülerle dolu, taksilerinin pencere kolları bozuk, suları
zehirlenmiş, sokakları İsrail
askerleri tarafından kuşatılmış, geçit vermeyen ölü bir kenttir. Ölümle yaşamaya
alışkın insanları, bomba seslerine bir
anlık irkilmeyle karşılık verir. Nablus’ta
sinema yoktur. Çünkü Said ve arkadaşları
on sene önce Batı Şeria’da çalışanlara
yolları kapayan İsrail’i protesto etmek için
sinemayı yakmışlardır. Nablus’un ancak
sinemaya konu olabilecek
gücenik bir hikâyesi vardır.
Paradise Now (2005),
geçtiğimiz sene Omar (2013)
filmiyle ses getiren İsrail
doğumlu Filistinli yönetmen
Hany-Abu Assad’ın, savaş
ve barış arasında zıt renklerden çok ayrı bir ilişki
olduğunu vurgulayan, bir doz
da politikacıları eleştiren Altın
Küre ödüllü filmidir. Bütünüyle
yıkık bir kent sineması olan
Filistin Sineması’nın belirgin
özelliklerini taşıyan film, yıkım
ve direniş gibi iki temel Filistin gerçeği
üzerinde yükselerek kurmacadan uzak
bir anlatım dili yakalar. Çoğunlukla belgesel türüne eğilen Filistin Sineması’nın
reeli belgelemek gibi bir meramı vardır.
Filistinli yönetmenler de halkın ta
1897’de tohumları ekilen direniş mücadelesini destekleyip sinema yoluyla
onların beklentilerine, barış arzularına
yanıt veren ortak bir toplanma alanı inşa
ederler, Hany-Abu Assad gibi.
İsrail tarafından kendi topraklarından
silkelenen Filistin halkı, yurtsuz bir millet
olarak pasif direnişin en keskin temsilidir.
Filistin Sineması, işte bu keskinliği belgeselci üslubu benimsediği filmler yoluyla
bileyip durur. Paradise Now’un iki ana
karakteri Said ve Halid, tornacıda çalışan
iki çocukluk arkadaşıdır. Kendilerini
çocukluklarından beri dimdik tutan
öfkeleri, bir koli bandı gibi tüm ben-
liklerinin etrafına sarılıdır. Bu öfkenin
şiddetiyle Tel-Aviv’de bedenlerini direnme
uğruna patlatmayı kabul ederler. Bunu bir
kader, bir kutsal görev gibi kurgulayan
iki arkadaş, ellerinde bir uzun namluluyla kamera karşısına geçip kendilerini
feda ettiklerini ailelerine duyurduklarında,
yüzlerinden ne bir korku ne de pişmanlık
sezilir. İşgal, direnişi şekillendirir.
Yenilgiyi, adaletsizliği kabul etmeden
fil’m hafızası mag | Kış 2016
direnen bir halk mağlup değildir henüz.
Kuvvetli olanın zayıfı ezdiği bir dünyada,
hayvandan ne farkı kalır insanın?
İsrail, Filistin’le eşit şartlarda
yaşamayı intihar olarak görmektedir.
Maruz bıraktığı baskılarla Filistin halkını
onursuzca yaşamak ve ölmek arasında,
iki ucu birbirinden karanlık bir tercihin
ortasında bırakır. Bu amansız ikilemle
doğduğundan beri boğuşmakta olan
Halid, bir şehit olarak ölmeyi, köklerini
toprağa salıp yeşeremeyen kuru
bir limon ağacı olarak yaşamaya
tercih eder. Kamera karşısında
son konuşmalarını yapacakları
vakit geldiğinde, sahneye ilk Halid
çıkar. Konuşmasını bitirdiğindeyse
kameranın çekim yapmadığı
anlaşılır ve operasyona dair ilk
sekte patlak verir. İkinci çekime
başladıkları sırada, karşısında
kendi annesinin hazırladığı ekmekleri yiyen arkadaşlarını gören
Halid, konuşma metnini indirir ve
annesine seslenerek su filtresinin
ucuza satıldığı dükkânları anlatır.
Önceki sahnelerde de Said ailesiyle
birlikte sofradayken su filtresinin bahsi
geçer. Su filtresi filmde, iki arkadaşı ailelerine bağlayan bir kod olarak karşımıza
çıkar. Fakat dünyadaki hiçbir filtre, bir
zalimin kirlettiği suyu temizleyecek güce
sahip değildir.
Vücutlarına bomba düzeneği kurulan
Halid ve Said, “şahadet şerbeti”ni içtikten sonra bir melek olarak evlerine
döneceklerinin garantisiyle, planın
parçası olan hayali düğüne gitmek
üzere takım elbiselerini giyerler.
Operasyon öncesinde Halid’e bir hata
yapıp yapmadıklarını soran Said, filmin
ikinci yarısını, aynı zamanda dönüm
noktasını da belirleyen bu elzem soruyla
başlatır. Siyah giyen adamlar, tel örgüleri aşıp onları bekleyen araca doğru
ilerlerken İsrailli askerler tarafından
ateş açılır. Araba kaçar, operasyon
gerçekleşemez. Halid, adamların
yanına geri dönerken Said sınırı geçip
şehre iner. Durakta beklerken önünde
duran otobüse binip binmeme arasında
bocalaması ve alnından süzülen ter
damlası, onun bu görev için gerçekten
doğru kişi olup olmadığını irdelemesine,
daha derinde ise ucu ölüme dokunan
bir eylemi gerçekleştirecek ruhu taşıyıp
taşımadığını sorgulamasına sebep olur.
Bir taksiye binen Said, radyodan yükselen su filtresi reklamıyla yüzleştiği
anda ailesine ve mensubu olduğu halka
karşı sorumlu olduğu kutsal görevine geri
döner. İstikamet: kiremit fabrikası.
Filmin başında hayatlarına giren
bir kadın, hayatlarını farklı bir yöne
çekmeye başlar. Yıllar öncesinin saygı
duyulan bir direnişçisinin kız kardeşi
olan Süha, uzun yıllar yurt dışında
yaşamış, ardından doğduğu topraklara dönme isteğiyle vicdanını terbiye
etmeye başlamıştır. Filistin’e döndüğü ilk
zamanlarda bozulan arabasını tamirhaneye getirip bir tesadüf yoluyla ikilinin,
özellikle de Said’in hayatına dokunur.
Ancak film, sebatı aşkın önüne geçirip
bu birleşmeye engel olur. Said’i aramak
için Nablus’a giden Halid, bir yandan
da Süha’nın özgürlükçü ve batı temelli
fikirleriyle hesaplaşır. Cennet diye bir yer
yoktur; çünkü cennet, yalnızca Halid’in
kafasındadır. Birileri ölürse şayet, zalim
ile mazlum arasındaki fark ortadan
kalkacaktır.
Operasyon düştüğüne göre, şimdi
iki arkadaşa cayma hakkı doğmuştur.
Ancak Said, kendi vatanında mülteci
olarak yaşamanın onursuzluğunu
taşıyamamaktadır artık. Operasyonu
gerçekleştirmek için bilfiil Tel-Aviv
sınırlarında dolaşan ikiliyle beraber İsrail
ve Filistin de ortak bir noktada kesişir.
23
Bu tavrın altındaki politik
söylem irdelendiğinde,
yönetmen tarafından
kurulmaya çalışılan
ortak yaşama alanı
da kendini belli eder.
Filmde, hiçbir şekilde
kan dökülmez. Yine
de intikam, intihar gibi
terörü çağrıştıran ifadelerin sıkça vurgulanması,
pasif direnişin tam olarak
tarifini yapamaz. Tel-Aviv
sokaklarına geçtiğimizde
refahtan, bisiklet sürüp
denize giren insan
manzaralarından, temiz
ve aydınlık sokaklardan, reklam afişleriyle
dolu billboardlardan,
teknolojik, ekonomik ve
sosyal yönden gelişmiş
özgür ülke tasviri çizen
basit detaylardan geçilmez. Halid, Süha’nın
dediklerine ikna olup geri dönmek ister.
Araç gelir, Halid araca bindiği anda Said
kapıyı kapatır. Sonra bir sessizlik çöker
herkese. Finalde, iki gündür üzerinde
taşıdığı bomba düzeneğiyle İsrail askerlerinin bulunduğu bir araçta ilerleyen
Said vardır. Yönetmenin soru işaretleriyle
kurduğu final, barışçı bir dil yakalaması,
pasif direnişin bir başka yorumu olması
açısından da dikkate değerdir.
Barış, kendisine inanan, bir an yok
olacak olsa kendisi için direnen insanlığa
sığınır. İnsanlık da barışa. Savaşsız,
huzurlu bir yaşam alanı tek başına
yetmez oysa barış diye sığınmaya.
Saygının, insan haklarının, sıfırın altında
bir ayrımcılığın varlığı da gereklidir. Ne
tek taraflı ölüm, ne de tek taraflı direniş
varlık sebebidir. Said’in eli, ceketini
kaldırıp kemerinin altında onu bekleyen
kabloyu çekmiş midir, çekecek midir?
Said bombayı patlatacak kabloyu çektiyse şayet adaletsizlik dinip barış geri
gelecek midir? Ve son bir soru: Ölüm bir
kez infilak ettiğinde, tüm ölüler eşit değil
midir?
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
Li24tt l e B oy &
E MP I R E O F TH E SU N
S AVA Ş V E BA R I Ş
SEVGİNİN
VE İNSAN oLMANIN
SAVAŞI
RABİA ELİF ÖZCAN Ve sıra bir ad koymaya gelince, iki kutup biçiliyor dünyaya. Karanlık ve aydınlık gibi; gündüzle gece, beyazla siyah.
Ve iki kutbun ucunda, savaş ve barış.
Tıpkı bir beşiğin sallanışı gibi, bir ileri,
bir geri…
Büyükler, birbirlerine doğrulttukları
mızrakların iki ucuna saplıyor bütün kutupları. Ayrılığın ilk adı konuyor. Sonra
adım adım uzaklaşıyor insanlar birbirinden; topraklar karış karış, sular ikiye,
üçe, dörde bölünüyor, gökyüzü bölük
pörçük… Oysa insan tohumundan çatlayacak ilk kelime, bir annenin, sütünü –
can suyunu- yavrusuyla kayıtsız şartsız
paylaşmasında, ona kendisinden can
vermesinde gizli. İki kardeşin aynı rahmi
paylaşmasında, iki dostun aynı lokmayla doymasında…
Peki ya önü ideolojilerin ve ülkülerin boyalarıyla sözüm ona renklenmiş
savaşın arka sokaklarında, bulutları
yastık, toprağı örtü belleyen çocuklar?
Onların dünyasında savaş diye bir renk,
bir koku, bir tat yok. Onların dünyası
oyundan bir masal anlatıyor, mutluluğu
sonunda her birine pay ederek.
İşte tam da dünyanın binbir fırtına ile
çalkalandığı, mızrak uçlarının nefretle,
düşmanlıkla, hasetle bilendiği bir vakitte,
Mavi denizlerden
bir kez daha
taşıyor güneş
Ve beyaz elbiseli
bebeğin saçlarını
ören ellerde
Ve oyun sesine
dökülen sokaklarda
patlıyor, bir kez
daha patlıyor
ölmek.
bir baba ile oğlunu birbirine sımsıkı
bağlayan “ortak” kelimesinin sıcaklığı
ve samimiyetiyle, buz kesmiş yüreklerin
üzerini örtmeye ve ayrılığın hudutlarını
kırmaya geliyor Little Boy (2015).
Film, ilk önce mutlu ve sevgi dolu bir
aile tablosunun içinden çıkıp tüm acı
gerçeğiyle II. Dünya Savaşı’na götürüyor bizi. Fakat gözlerinde çocukluğun
bütün saflığı ve masumiyetini taşıyan
Pepper’ın (Jakob Salvati) dünyasında
fil’m hafızası mag | Kış 2016
ilerlediğimizde savaşın mekânı ve adı
zamanla değişiyor. Abisi fizikî yapısı
nedeniyle orduya alınmadığı için babasını savaşa uğurlamak zorunda kalan
Pepper için bu savaş, toprakların, ülkelerin, büyüklerin savaşı değil, babasına
kavuşana dek sevginin ve bağlılığın
savaşı hâline geliyor. Bu süreçte babası savaşa katıldıktan sonra kiliseye
gidip askerler için dua eden Pepper,
papazın ona verdiği görev listesini tamamlamayı başarabilirse babasının geri
döneceğine inanıyor. Yalnız, umutlu bir
çocuğu oyalamak için hazırlanmış bir
liste değil bu; aksine, her aşamasında
Pepper’ın dimağında büyüklerin kelimeleriyle yer edinen “savaş” kelimesinin anlamını sevgi için yeniden yazan bir liste.
Pepper, listede bulunan “Bir düşmanla
barış”, “Aç birinin karnını doyur”, “Bir evsize kalacak bir barınak bul” gibi basit
görünen görevlerin ardında sıcacık öykülere konuk olacağı bir serüven yaşıyor.
Serüven boyunca ilk önce Japonlarla
yaptıkları savaş nedeniyle nefret etmesi
gerektiğini düşündüğü, fakat tanıdıkça
çok sevdiği Japon dostu Hashimoto’nun
(Cary- Hiyoruki Tagwa) yardımıyla tam
da listesini tamamlamayı başardığında
savaştaki babasının ölüm haberini alıyor. Ancak henüz sekiz yaşındayken bu
acı gerçekle yüzleşmeye çalıştığı sırada
olaylar, görünenin aksine hiç beklemediği şekilde sonuçlanıyor. Genç yönetmen
lık savaşı hâline geliyor. Jim’in uçaklara
ve uçmaya olan ilgisi, insan elinin henüz
fazla müdahil olamadığı gökyüzünde
özgürlük temasının bayrağını taşıyor.
Öte yandan Jim, kampın yanındaki havaalanındaki Japon pilotlara saygı duruşunda bulunarak bu bayrağın ırk, dil,
renk, hudut tanımaksızın ne denli kutsal
bir amaçla dalgalandığını; özgürlüğün,
insanı ve insanlığı bölmeden, parçalamadan aynı enginlikte kucakladığını
gösteriyor. Spielberg’in isteği üzerine,
savaşın acımasız gerçeklerine ayna tutma amacı taşıyan bir film olmaktansa
Empire of the Sun, insan olabilme savaşının öyküsünü bir çocuğun umut dolu
hayal dünyası üzerinden anlatıyor.
Alejandro Monteverde’nin, kaleminden
ve kamerasından bizlere sunduğu sıcacık bir aile ve sevgi öyküsü Little Boy,
Hashimoto’nun sözünü savaşa karşı bir
umut tohumu gibi yüreklere ekiyor: “Benim insana imanım var.”
Savaşın utandıran, çıplak ve kirli
yüzünü, çocukluğun gözünden anlatan
bir başka film de bir Steven Spielberg
çok ses getiren ve barışa çağrının sesini
taşıyan eseri, Empire of the Sun (1987).
Yine 1941, II. Dünya Savaşı dönemine,
bu kez varlıklı ailesiyle Şangay’da mutlu
ve sorunsuz bir yaşam süren, dünyasını
da dimağı kötü renklerden bihaber bir
düş gücü üzerine kuran Jim’in (Christian Bale) hayatına tanık oluyoruz. J.G.
Ballard’ın aynı adlı otobiyografik romanından esinlenerek kurgulanan öyküde,
her şeyin yolunda gittiği bir esnada bir
Japon saldırısıyla ailesini ve tüm yaşantısını bir anda kaybeden Jim, kendini Soo Chow toplama kampında esir
olarak buluyor. Ardından, kendi dünyasında bulunmayan, hayatın acı renkle-
25
rinin ve gerçeklerinin tadına ilk olarak
burada bakıyor ve bunlarla yüzleşmesi
gerekiyor. Dışarıda kurşunların, bombaların, mayınların amansız savaşı varken
Jim’in içinde, karşılaştığı bu yeni dünya
ile kendi elleriyle kurduğu düşler dünyası
çatışıyor ve Jim’in savaşı, büyüklerin savaşının çok ötesinde bir yerlerde, insan-
Şimdi kameraları hayatlarımıza tutma
sırası bizde. Çehremizin iki tarafına
kurulan gözlerimiz, iki kutbun, kutupların
tek taraflı tutucusu olmamalı; ancak
savaşın rengini hiç tanımadan ve “pay
etmeden” paylaşarak tek bir seferde kucaklamalı dünyayı, bir çocuğun kahkahası gibi.
Fil’m Hafızası Sinema Odaları’nda ÇOK DAHA FAZLASI VAR...
When Pigs Have Wings
(2011)
Filistin-İsrail sorunu üzerine
kurulu bir kara-komedi olan When
Pigs Have Wings (2011), haberlerde çatışma altında gördüğümüz
Gazze’nin gündelik hayatına tanık
olma imkânı sunuyor.
Yönetmen: Sylvain Estibal
Oyuncular: Sasson Gabai, Baya
Belal, Myriam Tekaïa
Voces Inocentes (2004)
Gerçek bir olaya dayanan Voces
Inocentes, onbir yaşında bir çocuğun
gözünden savaşın her şeyi ve
herkesi nasıl etkilediğini gözler
önüne seriyor.
Rebelle (2012)
Yönetmen: Luis Mandoki
Oyuncular: Carlos Padilla, Leonor
Varela, Gustavo Monoz
Kim Nguyen tarafından yönetilen
2012 Kanada yapımı film, geçtiğimiz
yıl yabancı dilde en iyi film dalında
Oscar’a aday gösterilmiştir.
Yönetmen: Kim Nguyen
Venuto al mondo (2012)
1984 yılında, yaklaşan
Kış Olimpiyatları esnasında,
Saraybosna’da geçen film, savaşta
kazananın olmadığı gerçeğini çarpıcı
bir şekilde gözler önüne seriyor.
Yönetmen: Sergio Castellitto
Oyuncular: Penélope Cruz, Emile
Hirsch, Adnan Haskovic
Oyuncular: Rachel Mwanza,
Alain Lino Mic Eli Bastieni, Serge
Kanyinda
QR
okutu kodu
n
OdalaSinema
ile tan rımız
ışın!
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
26
UZUN METRAJ
UZUN METRAJ
Hungry Hearts
Büyümenİn
bİr anlamı
olmalı
Bir restaurant
tuvaletinde sıkışık
kaldılar. Jude
(Adam Driver) ve
Mina (Alba Rohrwacher)...
Tek kişilik hayatlarındaki
sıkışmışlıkla el sıkışarak tanışırken, bu
yalnızlığa birbirlerini
dâhil etmek istediler.
SEZEN SAYINALP Kalplerini büyütmenin yolunu arayan
bu ikili belki de ilk olarak New York’taki
bir tuvalette nahoş bir hâlde bu durumla
yüzleşirken Saverio Costanzo, Jude ve
Mina üzerinden bir hayatta kalma hikâyesini, dünyaya getirme ve yaşatmanın
metaforları aşan simgesini, annelikle çerçeveleyerek kameraya aldı.
Hungry Hearts (2014), geçtiğimiz
yıldan bu yana seyircisiyle buluşmaya
devam eden bir Saverio Costanzo filmi.
Ağustos 2015’te, Aç Kalpler adıyla
Türkiye’de vizyona girmeden evvel, 71.
Venedik Film Fesitavali ile 34. İstanbul
Film Festivali’nde gösterilmiş ve birçok
farklı açıdan değerlendirilmişti. İsminde
saklı olay örgüsü, filmin bütününe hakim
olan gerilimle ince ince işlenerek bu
değerlendirmelere zemin hazırlamıştı.
Kısaca hikâyesinden söz etmek gerekirse, yazının başındaki tanışıklıklarının
ardından kendilerini bir birlikteliğin içinde
bulan Jude ve Mina, hayatlarında oluşan
değişikliklere nasıl tepki vereceğine bilemeyen bir çiftin yolculuğunun özetini
sunuyor bizlere. Filmin en büyük ve en
önemli başarısı da aslında oldukça griftli
olan bu yolculuğu, olabildiğince dolaysız
ve sade aktarmak oluyor. Hikâyesinin bile
bir çırpıda yazılamayacağı bir karmaşayı
taşıyor çünkü film. Tanışmanın ve
birlikteliğin ardından karakterlere odaklanarak farkedeceğimiz gerilimin sinyallerini
bir dram ekseninde vermeyi seçiyor. Bu
sade anlatım büyük bir artı olurken, bunu
karakter gerilimden yakasını kurtarıp,
onların derinliklerini gösteremeyişiyle
Fil’m Hafızası Mag | Kış 2016
bir ayağı aksamış oluyor böylece. O
yüzden filme bakarken görebildiğimiz ve
sorgulayabildiğimiz ölçüde gelişen karakterlerimize bakarak ilerleyelim.
Mina, Amerika’da yaşayan ve çalışan
genç bir İtalyan kadın. Jude gibi onunla
ilk tanıştığımız andan beri hayatıyla ilgili
bize ipucu vermeyen ama gizemli de
görünmeyen biri. Bu, karakterin kendini
saklamasından mı kaynaklanıyor bilemiyoruz. Onların birlikteliğine dair bildiğimiz
tek şey birbirlerini çok sevmeleri ve bir
nevi birbirlerini bir tamamlayıcı olarak
görmeye zorlamaları. Sevmenin ve
birinin hayatına dâhil olmanın getirdiği
ayrımın etkilerini oldukça açık gösteren
bir çift ayrıca Mina ve Jude. Bu sonuca
ulaştığımız nokta, Mina’nın işindeki
değişikliğin ardından gelen hamilelik
haberiyle oluyor. Sevişmelerinin sonucunda Jude’un dikkatsizliği ve Mina’nın
isteği dışında gelişen bu hamilelik, filmin
kırılma noktası olmakla birlikte, Mina’nın
iç dünyasına girmemizi sağlayacak bir
kapı oluyor; ama sadece bir parmak
aralık duran bir kapı olmakla kalıyor.
Hamileliğin ardından gelen evlilik kararıyla
o bir parmak aralıktan bakıp bir kaç
geçmiş kırıntısı görecek bir ışık buluyoruz. Mina’nın ailesi yok. Yalnız başına
hayatta kalmaya çalışan bir insanın hem
dirayetini hem de kırılganlığını üstünde
taşıyan biri o. Büyümeyen, büyümeyi
bekleyen ve bunu tek başına öğrenmeye
çalışan bir birey. Belki de bunun getirdiği
zorluklarla çerçevelenmiş hayatında,
kendi doğrularıyla hayatta kalmayı ve
kendi yöntemiyle sevmeyi öğrenmiş
olduğu için gerilimin nedeni olan konuya
yaklaşıyoruz. Belki kelimesiyle sürdürüyor
olmamız, karakterlerin iskeletlerinin filmin
istediği ölçüde sağlam kurulamamasından
ileri geliyor. El yordamıyla onların
geçmişlerindeki kapıları aralarken film,
aydınlatılması gereken önemli yerleri de
karanlıkta bırakmış oluyor bu nedenle.
Bizse bahsedeceğim gerilime yaklaşırken
doğru bir etik ve psikolojik yaklaşım için
daha fazla ışık istiyoruz.
Filmin bundan sonraki kısmında
Jude, Mina ve bebekleri arasında
gelişen bir büyüme krizi hakim. Artık
Jude’un da devreye girdiği ve onu da
inceleyebileceğimiz bu kısım bizi görmeye
alışık olmadığımız bir gerilimin peşinde
sürüklüyor. Mina hamileliğinden itibaren,
yetersiz beslenmeyle bebeğini tehlikeye
atan bir anne konumuna sürükleniyor.
Buna hayır denilemez belki ama tek taraflı
bakmak da hem Mina’nın karakteri için hem
de veganlıkla ilgili savunulan düşünceler
için haksızlık olacaktır. Annelik, büyüme,
hayatta kalma, sıkışmışlık üzerine somut
bir yemek metaforu üzerinden birçok
soru sorarken, bu soruları tam anlamıyla
cevaplandıramaması, filmin en önemli
ikinci eksiği olarak kalıyor. O güne kadar
mistik ve psişik güçlere ilgili görmediğimiz
Mina’yı bir falcının sözleriyle, yeni bir
hayat biçimlendirmeye çalışacak bir kadın
olarak buluyoruz. Halbuki filmin başında
tanıştığımız Mina kendi ayakları üzerinde yabancı bir şehirde hayatta kalmaya
çalışan tek başına bir kadındı. Kendi
ayakları üzerinde gördüğümüz bu kadını
keskin bir viraj gibi tanımlayabileceğimiz
hamilelik sonrasında kendini mistik
güçlere inandırmış ve neredeyse hastalıklı
diyebileceğimiz bir hâlde görmek onun
aç kalbinin farkına bebekle birlikte vakıf
olmasından mı kaynaklanıyor? Filmin
cevaplamadığı sorulardan biri de bu.
Aç kalplerden bahsediyorsak, Mina
kadar Jude da aç ve o da hayatı biriyle
paylaşmak ve bu paylaşımı sevgi üzerine
temellendirmek için hazır bekleyen bir
adam. Hayata karşı endişeleri olan ve bu
endişelerin üstesinden gelmeye çalışan bir
adam. Filmin başında tanıştığımız kendi
hâlinde çekingen Jude ve Mina’yla evlenip
baba olmayı bekleyen Jude arasında pek
bir fark yokken bu farkı misliyle Mina’da
niye görüyoruz? Hatta bu noktada Mina’nın
gidişinden korkan Jude’un bebekle birlikte
Mina’nın hayatına tümüyle dâhil olduğu bir
hayatta kalma dürtüsü taşıdığını söyleyebilir miyiz? Tüm bu cevapsız soruların
yanında filmin açıkça söylemek istediği ve
cevabını verdiği önemli bir nokta var ki o da
bir bebeğin hayatta kalma iç güdüsünün,
anneye duyduğu ihtiyacın ve büyümenin
yarattığı -aslında doğarken başlayantravmanın, yeni anne olan bir kadının
hayatıyla bütünleşerek şekillenmesi.
Mina’nın hayatta kalmaya gayret eder
hâlinin günden güne zayıfladığını söylerek filmin başındaki Mina’yla arasında
oluşan uçuruma bir neden bulabiliyoruz
böyle bakınca. Hayattan beslenemeyen bir
kadın, yaşamakta zorlanıp kendi büyümesini zorlaştırıken, bebeği de Mina’nın bir
aynası oluveriyor adeta. Jude’un tüm
bunların dışında kalıyor olması ve yardım
edememesi de bu bağın bir sonucu gibi.
Bu durum bir nevi Jude’un yukarıdaki
sorunun cevabı olabilecek çözümü kendince bulmuş olmasından kaynaklanıyor.
Hayatını devam ettirecek bebek kararını
Mina’nın hislerine ortak olmadan vermiş
olmakla, neslini sürdüren bir adamın
hayatta kalma özgüvenini taşıyor Jude.
Diğer taraftan Mina, bebeğin doğumundan
sonra da vegan beslenmeyi bebeğine
uygulamaya devam edip, onun büyümesini göz göre göre engellemekle kalmayıp
aynı zamanda, hamileyken falcıdan
çocuğunun bir indigo olacağı inancına
tutunarak bunu gittikçe perçinliyor. Bunu
kendine ve bebeğe bir kötülük olarak değil
tam tersine hayata karşı yenmesi gereken
bir savaş olarak gerçekleştiriyor. Mina’nın
hayatıyla ilgili sorulara cevap vermesini
sağlayacak başka bir çözüm yolu ve aralayacak kapısı kalmadığı için de tek çıkış
noktası olan bebeğini, bir kurtarıcı olarak
görmesiyle yönetmenin anne ve bebek
arasındaki ilişkiyi ikisinin de gelişimini
anlatmak için kullanması, filmin tüm bu
saydığımız eksikliklerini telafi edebilecek
güçte bir gelişme olarak çıkıveriyor.
27
Jude, bebeğinin gelişimini sağlayacak
atılımı yapamıyor. Yardım istediği sosyal
hizmetler ona istediği imkanları sunmuyor.
Çaresizce aklına gelen şey filme dördüncü
bir değişkeni dâhil ediyor böylelikle.
Jude’un annesi Anne (Roberta Maxwell)
sözde bir kurtarıcı gibi çıkageliyor. Mina’nın
gönülsüz onayıyla bebeği babaannesinin
yanında büyütmeye karar veren Jude
bebeğin gelişmi için son çıkış yolu olarak
gördüğü bu zoraki taşınmayı bir iyilik olarak
gösteriyor. Biz izleyicilere öyle görünüyor
olsa da Mina tarafından, hatta karakterleri
bir kenara bırakıp doğadaki yaşam savaşı
bakımından baktığımızda, babaannenin
bir avcıyı simgelediğini görmek pek de
zor olmuyor bu yüzden. Her ne kadar kör
göze parmak gibi duran içi doldurulmuş
hayvan dekorlu ev, bu mesajı zorla
veriyormuş izlenimi yaratsa da mesaj
amacına ulaşıyor. Mina’nın çocuğunu geri
alma sırasında verdiği savaş ve kazandığı
kısa süreli zafer, vahşi doğadaki güçlü ve
zayıfın bir temsili gibi önümüze çıkıyor
filmde. Bebeğin yaşaması, büyümenin
devam etmesi ve hayatta kalmanın devir
daimi için avcılığını konuşturan babaanne,
denklemdeki zayıf olan bireyi alt ederek
anneyi öldürüyor. Ve biz son sahnede
Jude ve kumsalda oynayan gelişimini
tamamlamış oğlunu görüyoruz.
Güçlü olanın hayatta kalışına, insanın
vahşi tarafına getirdiği yoruma, doğanın
verdikleriyle yaşamanın doğada nasıl
şekillendiğine getirdiği yorumlarla adının
hakkını taşıyan bir film Hungry Hearts.
Bunu yaparken hayatta kalma dürtüsünü
gerilim temeline oturtması da yukarıda
bahsettiğim doğumla başlayan yaşam
travmasını yansıtması için seçilmiş
en iyi yöntem. Yönetmenin bu temel
üzerine karanlık mekanlarda, gelişimin
yavaşlaması mantığına paralel olarak
ilerleyen ağır tempolu kurgusuyla filmi
devam ettirmesi, filmin biçim ve içerik
bakımından birbirinden beslenen bir bağ
içinde olduğunu da gösteriyor. Bu ağır
tempolu kurguyu son anda hızlandıran
ölüm ise tempoyu yaşam ve ölüm tercihinde değiştiren bir hıza götürüyor. En
büyük eksisi, annelik gibi oldukça hassas
ve ikilimde bıraktırıcı sorularının altında
yatan sebepleri meydana çıkaramaması
olan Hungry Hearts, aslında tüm bunları
bir dekor olarak kullanıp doğanın temelinde yatan inancı işaret ediyor: “Güçlü
olan hayatta kalır.”
Kış 2016 | Fil’m Hafızası Mag
28
R Ö P O R TA J
R Ö P O R TA J
iç içe olduğumuz günlerde
barışı konuşmak istiyoruz.
Bize, belki de ‘barış sineması’
olarak niteleyebileceğiniz ve bu
konuda en iyi örnekler olduğunu
düşündüğünüz üç film önerebilir
misiniz?
Barış filmi desek bile bunu
savaşı veya şiddeti anlatmadan
anlatmamız pek olanaklı değil.
Savaşa giden her insan ölmüştür,
ama ruhen ama bedenen. Barışı
kazanmak da aslında savaş ile
mücadeleden geçiyor. Buradan
yola çıkarsak aslında örnekleyebileceğim
filmler de salt barış temalı olamıyor:
Schindler’in Listesi, Hayat Güzeldir,
Er Ryan’ı Kurtarmak, Kayıp Nişanlı ilk
aklıma gelenler.
SİYAD ödüllerinde
“Unutursam Fısılda” filmi
ile En İyi Sanat Yönetmeni
Ödülü’nü alan Soydan
Kuş ile sinema hakkında
konuştuk. Yoğun iş
temposu arasında bize
evinin kapısını açan
Kuş ile ağırlıklı olarak
sinemada savaş ve barış
üzerine sohbet ettik.
Mütevazı kişiliği ile bilinen Kuş’a göre barışı
savunmak, tarihin her
döneminde olduğu gibi bu
döneminde de savaşı savunmaktan çok daha zor.
QR k
daha odu okutu
n
çok
okuyuröportaj
n!
COĞRAFYASI TÜRKİYE OLAN
BİR FİLM YA PSAYDIm
BARIŞI NEVROZ
VE HALAYLA
ANLATIRDIM
OKAN KÖROĞLU T
iyatro mezunusunuz ve sinemada sanat yönetmenliği
yapıyorsunuz? Neden tiyatroda değil de sinemada var ettiniz kendinizi? Soydan Kuş’u seçtiği bu yol
üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Tiyatro ile sinema zaten kardeş sanatlar.
Tiyatro eğitimi olan insanların oyunculuk
yapması kadar doğal aslında sinemanın
başka bir alanında da çalışması. Belki
biraz daha uzun ve sıkıntılı bir süreç bu
sadece. Kendimi, sevdiği işi yapan insanlardan biri olarak tanımlayabilirim.
fil’m hafızası mag | Kış 2016
Hiç tiyatroda çalışmayı düşündünüz
mü?
Tiyatroyu düşündüm, bazı oyunlarda
sahne dekoru da yaptım fakat sinemanın
sunduğu imkânların tiyatroya göre çok
daha fazla olduğunu gördüm. Sinema
tiyatroya göre daha çok mekânda geçtiği
için yaratım süreci daha renkli ve uzun.
Bir sinema filminde onlarca farklı sahne
yaratabilirsiniz. Bunu yaparken zamanmekân kıstası tiyatroya göre daha geniş.
Savaş filmleri diye bir olgu var
sinemada. Biz bu kadar savaşla
Coğrafya olarak Türkiye’yi kullanacağınız bir barış filmi projesinde
sanat yönetmeni olsaydınız bu
coğrafyayı nasıl tasarlar ve aktarırdınız
izleyiciye?
Barış kavramı aslında bir tema. Bu
temanın hikâyeleştirilme biçimi, yönetmenin ve sanat yönetmeninin realize
etmesi… Bize gelen öykünün gerektirdiği
konvansiyonlarda ve onun sunduğu şeyler
dâhilinde bir dünya kurmamız gerekiyor. Ortada konu olmadan
sırf barış üzerine akan
bir hikâyeyi anlatmak mümkün değil
elbette. Hikâyenin
içerisinde bir bölüm
olarak barışı kurgulamak istersem ve
bunun hikâyede nasıl
realize olması bana
sorulsa önce nevroz
ve halayı ele alırdım.
Nevroz, Ortadoğu’da tüm
halklarda barışın simgesidir, halay da
kardeşliğin.
Sinemanın, savaşın getirdiği yıkımı
ve acıyı gösterip barışı savunmak
için çok doğru ve geniş imkânlı bir
sanat dalı olduğunu düşünüyorum.
Savaş filmlerini, barış filmlerini ve yol
filmlerini düşündüğümüzde, barışa
29
mükelleftik. Sonuç olarak kreatif
ekibin oluşturduğu dünya önce aday
oldu sonra ödül aldı. Bizim filmimiz
özelinde söylemiyorum; dekoru,
kostümü her şeyi çok iyi yapsanız
bile önemli olan finalde oyuncunun bunu nasıl taşıyacağıdır.
Unutursam Fısılda’nın ödüllendirilen dünyasının inandırıcılığı,
tamamen oyuncu başarısıdır.
giden yolda yürümeyi arzulayan bir
coğrafyanın insanı olarak derdinizi
hangi imgelerle anlatmayı yeğlerdiniz?
Kesinlikle doğru ancak burada bir sanat
yönetmeni olarak benden önce hikâyenin
böyle bir derdi olması gerekiyor, elbette
yönetmenin de. Kullanılacak imgeler projenin hazırlık aşamasında belirecektir.
Sizce savaşı mı barışı mı savunmak
daha zor? Neden?
Tarihin her döneminde olduğu gibi
barışı savunmak daha zor. Çünkü barışı
savunurken egemen güçler tarafından
terörist, savaşı savunurken vatansever
ilan edilirsiniz. Tüm bu süreç içerisinde
barışı savunmak her zaman zor ama
olması gerekendir.
Bu yıl Unutursam Fısılda
filmi ile SİYAD’ın “En
İyi Sanat Yönetmeni”
ödülünü aldınız. Bu
ödül Türkiye’nin
en prestijli sinema
ödülü. Unutursam
Fısılda nasıl bir filmdi
sizin gözünüzde? Sizce
neden ödüle uzanan film
sizin filminiz oldu?
Unutursam Fısılda tamamen bir
imaj işi. Işıl ışıl bir kızın sonuna kadar
yükselişi, parlayışı ve 70’lere damgasını
vuruşu, düşüşü, dönüşü ve Çağan
Irmak sinemasının olmazı hesaplaşma
üzerine kurulu bir melodramdı Unutursam
Fısılda. Melodramlarda olduğu gibi biz
de gerçekten biraz kopuk ve çokça
ihtişamı parlatılmış bir dünya kurmakla
Son yıllarda Türk sinemasında
bir üretim çılgınlığı yaşandı. Bu
ivmenin artmasını olumlu mu
olumsuz mu görüyorsunuz?
Bunun televizyon dizileri ile doğru
orantılı olduğunu düşünüyorum. Rating
ölçümü değişince dizilerin kalitesi
de değişti çünkü eskisi gibi ekonomi
sağlamamaya başladı. Yapımcılar daha
az maliyetli ve daha çabuk getirisi olduğu
için sinemaya yönlendi. Dizi tadında
sinema filmleri çekilmeye başlandı.
Sinemada bağımsız ve festival filmlerinden tamamen uzak, ucuz film anlayışına
dönüldü.
“Öyle Bir Geçer Zaman Ki” dizisini
sizin ustalık döneminizin en iyi
çalışmalarından biri olarak görebiliriz. Dizilerin sinemaya olan katkısı için
neler dersiniz?
Öyle Bir Geçer Zaman Ki benim ilk sanat
yönetmenliği işim. Murat Güney ve İsmail
Durmaz’dan devraldım ve devam ettirdim.
O dizi bir yönetmen başarısıdır, o denli
güzel bir anlatımda kötü iş yapma ihtimaliniz zaten olamaz. Ben dizilerin sinemaya
olumlu etkisi olduğunu düşünüyorum. En
azından pratik alanı.
Türk Sineması’nın yakın geleceğini
nasıl görüyorsunuz?
Karanlık. Kesinlikle karanlık.
Dizilerin sinemaya olumlu katkılarına
ve bunca üretime rağmen mi?
Diziler teknik ekiplerin, oyuncuların
piştikleri bir alan olarak iyi evet, ancak
sinemada gişeye odaklanırken sinema
biraz unutuluyor gibi.
Fotoğraflar: Mert Saraç
www.mertsarac.com
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
30
ÇİZGİ ÖTESİ FİLMLER
ÇİZGİ ÖTESİ FİLMLER
ÇİZGİ ÖTESİ FİLMLER
furkan uzun Süper kahramanlardan neredeyse bir asır önce ortaya çıkan çizgi roman
cephesinde, ilk ismiyle DC Comics’in Action Comics serisi ile Superman’i,
Detective Comics serisi ile de Batman’i sahneye çıkarması, Marvel’ın Captain
America’sı ve daha nice süper kahraman evrenlerinin oluşumu kısa sürede
kendi hayran kitlesini yaratmıştı.
1
930’ların sonundan başlayarak
1950’lere kadar uzanan dönem,
çizgi romanın altın çağı olarak
nitelendirilir. Aynı zamanda 1930’lar
Hollywood’un önemli zamanlarına
tekabül etmekte ve çizgi romanda
olduğu gibi sektörün de altın çağı olarak
anılmaktadır. Zira Alice in Wonderland,
King Kong, Dracula, Frankenstein gibi
büyük stüdyo filmlerinin yanında Charlie
Chaplin fırtınası da sektöre güzel zamanlar yaşatmıştır. Tam bu zamanlara denk
düşen çizgi romanın altın çağı da doğal
olarak sinema ile ortak bir paydada
buluşmuştur.
Süper kahramanlardan neredeyse
bir asır önce ortaya çıkan çizgi roman
cephesinde, ilk ismiyle Detective Comics
Inc. olan DC Comics’in Action Comics
serisi ile Superman’i, Detective Comics
serisi ile de Batman’i sahneye çıkarması,
Marvel’ın Captain America’sı ve daha
nice süper kahraman evrenlerinin
oluşumu kısa sürede kendi hayran kitlesini yaratmıştı. (COMICS 2) Böylece
Aslında çizgi
romanın
sinema
ile olan
ilişkisi altın
çağdan çok önce başlamıştı.
1940’larda çizgi romanı da
yazılacak olan, 1900’lerin ilk çeyreğinde bir pulp
hikâye efsanesi olarak
sinemaya adım atan
Zorro, 1940’lara dek beyaz
perdeyi kasıp kavurmuştu.
ilk olarak 1850’lerde ortaya çıkmaya
başlayan çizgi romanın altın çağı
neredeyse bir asır sonra yaşanmaya
başlandı. Çizgi romanın bu denli popülerleşmesi ve büyük kitleleri kendine
bağlaması, edebiyatın yozlaştırılmış hâli
olarak eleştirilmesine de sebep olmuştu.
Yine de bu türün eserleri kendi alanını
yaratarak geçen yıllarla beraber kalitesini arttırmış ve günümüzde sinema ile
paralel olarak seyreden dev bir endüstri
fil’m hafızası mag | Kış 2016
hâline gelmiştir.
Bant Karikatürler, Western ve
Sinemayla İlk Temas
Aslında çizgi romanın sinema ile olan
ilişkisi altın çağdan çok önce başlamıştı.
1940’larda çizgi romanı da yazılacak
olan, 1900’lerin ilk çeyreğinde bir pulp
hikâye efsanesi olarak sinemaya adım
atan Zorro, 1940’lara dek beyaz perdeyi
kasıp kavurmuştu. Tabii 1930 sonlarında
yayın hayatına başlayan ve yayımladığı
serilerle furya yaratan Marvel ve DC
Comics gibi yayıncılar da çok geçmeden
kendi serilerini beyaz perdeye transfer
etmeye başlamışlardı. Sonradan çizgi
roman olarak da yayınlanacak Zorro
serisi American Western’ını maskeli bir
kahraman ile birleştirerek büyük bir etki
yaratmıştı.
Hollywood’un büyük stüdyolarının elini
ayağını çekip meydanı düşük bütçeli
stüdyolara bıraktığı western türü yavaştan
The Great Train Robbery gibi yapımlarla
alevlenmeye başlamıştı ki Zorro gibi bir
kahramanın ortaya çıkışı türü iyiden iyiye
canlandırdı. Zaten sonrasında gelen
Lone Ranger karakteri Zorro ile sıkça
kıyaslanmıştır. Ayrıca Zorro ile iyice canlanan western’ın etkisi ile 1940’lardan
sonra Mister No, Tex, Tommiks, Zagor
gibi İtalyan çizgi romanları ortaya çıkmış
ve Türkiye’de dâhil olmak üzere daha
birçok ülkede fırtınalar estirmiştir. Fakat
Zorro’dan bir çeyrek asır sonra gelen
Batman, Superman, Captain America
gibi günlük hayatın içinde olan süper
kahraman fikri çok daha fazla yaygara
koparmış ve Hollywood endüstrisindeki
bakışı değiştirmiştir.
Bir diğer yandan gazetelerde siyasi
bant karikatürler çizen Walt Disney,
kariyerinde umduğunu bulamayarak
çizgi film dünyasına adım atıp Mickey
Mouse ve Donald Duck karakterleriyle
Hollywood’da animasyon sektörünün
oluşmasına ve bu türün de ciddiye alınan
bir endüstri hâline gelmesine neden oldu.
Warner Bros ve Disney karakterlerinin
lisansını elinde bulunduran Dell Comics,
DC ve Timely Comics ile birlikte sektörün
en önemli yayıncılarından biriydi. Ayrıca
bu karakterlerin de 1950’li yıllardan sonra
en çok yayımlanmış çizgi roman serilerinden biri hâline gelmesi, sinemanın ve
çizgi romanın birbirleri ile sürekli etkileşim
içinde olmasının bir diğer göstergesidir.
Detective Comics Inc. ve Timely
Comics
Henüz çizgi roman endüstrisi günümüzde olduğu kadar sinema ile
içe içe geçmiş dev bir endüstriye
dönüşmemişken, piyasa devlerinin
başlangıç noktasındaki isimleri de çok
farklıydı. Superman ve Batman evrenlerini Action Comics ve Detective Comics
serileri ile başlatan Detective Comics
Inc. ya da National Allied Publications
günümüzde orijinal isminin kısaltmasını
kullanmaktadır. DC Comics adını benimseyerek aynı zamanda DC Entertainment
çatısı altında da Warner Bros ortaklığı
ile beyaz perdede milyon dolarlık çizgi
roman uyarlamalarıyla hayranlarına hitap
etmektedir. Tıpkı DC Comics’in olduğu
gibi sektörün bir diğer devi olan Marvel
1939 yılında Timely Comics adı altında
Marvel Comics serisi ile yayın hayatına
başlamıştı.
Aradan geçen 2 yılın ardından
sahneye çıkardığı Captain America ile
beyaz perdeye de ilk transferini serinin
başlamasından 3 yıl sonra yapmıştır.
Bu iki yayınevi için milat olan serilerin
ardından büyük bir çizgi roman sever
kitle oluşmuş, serilerin ilk sayıları yıllar
sonra paha biçilemez tarihi eserler hâlini
almıştır. DC ve Marvel’in domine ettiği
sektörün gelişimiyle 1954 yılında bir nevi
uyuşturucu, seks, şiddet vb. konular
31
üzerinde sansür mekanizması olarak
kurulan Comics Code Authority’ye daha
fazla tâbi olunmaması ile 90’lı yılların
başından itibaren piyasaya Dark Horse
Comics, IDW Publishing, Image Comics
ve DC’nin bu kurallar dışında kalan serilerini yayımlamak için kurduğu Vertigo
gibi yayıncılar çıkmıştır. Çünkü artık
çizgi romanlar belli bir yaş kesiminden
ziyade yetişkinlerin de dikkatini çekmekte ve daha karanlık konulara ihtiyaç
duymaktadır. Ayrıca Comics Code’ların
uygulanmasına neden olan Entertaining
Comics’in (EC Comics) korku ve suç
türündeki çizgi romanları da türün
yetişkinlere yönelmesi yolunda önemli
bir adım olmuştur. Bir diğer yandan bu
kısıtlamalar EC’nin çizgi roman faaliyetlerine son vererek MAD Magazine
olarak yola devam etmesine neden
olmuştu.
Her ne kadar artık Comics Code
Authority, DC ve Marvel’ın kurallar kapsamından çıkmasıyla faaliyetini yitirmiş olsa da özellikle Vertigo
çizgisinde daha karanlık, gerçeğe
yakın grafik roman tarzında eserlerin çoğalmasına neden olmuştur.
“Yasaklar çiğnenmek içindir.” sözünü
doğrularcasına karanlık konulara daha
fazla el atılmaya başlanmıştır. Böylece
grafik romanların sinemaya olan etkisi,
çizgi romanın sinemayla olan ilişkisini de
böylece aynı oranda etkilemiştir.
Teknolojinin gelişmesiyle doğal
olarak sayfalardan taşan çizgi hikâyeler
stüdyoların büyük paralar harcamasıyla
beraber hayranlarının hayal dünyalarını
beyaz perdeye yansıtmaya başlamıştı.
Ne de olsa duran görüntülerden oluşan
çizgi romanların hareketli görüntülerin
toplamı olan sinemaya evrimi kolay
olmuştu. Artık sadece süper kahramanlar değil günlük hayata yakın dram
türünde hikâyeler anlatan
Road to Perdition, A History
of Violence, American
Splendor ya da The Crow
gibi grafik romanlar da beyaz perdeye
taşınmaya başlanmıştı.
Bir diğer yandan 2000’li yılların
başından sonra türemeye başlayan
motion comic türündeki yapımlar, çizgi
roman karelerine biraz hareket sağlayarak
gerçek zamanlı film sesleri eşliğinde yeni
bir tür oluşturmuş ve günümüzde farklı
popüler çizgi roman serilerini bu şekilde
ekranlara taşımıştır. Özellikle Watchmen
serisi bu türe elverişli olan sinematografik yapısı ile motion comic’lerin
en başarılı örneğini ortaya koymuştur.
Batman, Justice League, Superman
gibi serilerin animasyonlarının belli bir
kesime hitap etmesinden ziyade motion
comic fikri her ne kadar çizgi roman
okumaya üşenenlere hitap ediyor
denilerek eleştirilse de, çizgi romanın
sinemayla olan ilişkisine farklı bir boyut
kazandırmıştır.
Bir sonraki sayıda ‘’Grafik Romanlar
ve Karanlık Sular’’ başlığı ile devam
edecek...
QR ko
du ok
utun
da
animaha çok
syon
film
ile tan
ışın!
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
32
R Ö P O R TA J
R Ö P O R TA J
Fil’m Hafızası Ekibi Anlattı:
Fİlm hafızalı olmak
SİNEM DİNÇER Bir yılı aşkın bir süredir parçası olduğum Fil’m Hafızası ekibiyle röportaj yapma
fikri, bu dergi projesinin beni en çok heyecanlandıran yönlerinden biriydi.
Tanıdığınız insanların, bildiğiniz bir öyküyü farklı açılardan nasıl dillendireceklerini merak etmenin verdiği keyifti aslolan.
S
öze, Fil’m Hafızası’nın yaratıcısı
olan Öncü Gülmez ile başladık.
Sonra da sırasıyla Yazı İşleri,
Keşif, Pazarlama İletişimi (Marcom) ve
Sosyal Medya departmanlarından ikişer
isimle devam ettik söyleşiye. Sorularıma
verilen yanıtları dinlerken şunu
düşündüm: Sürekli devinim halinde olan
ekip üyeleriyle yolumuza devam etsek
de, birbirinden farklı görüşlere sahip
olsak da; ortak bir amaç adına uyum
içinde koordine olabilme ve üretimi besleyecek formüller yaratma konusunda
iyiydik. Bana kalırsa, bu platformun en
güzel yanı da bu zaten.
Öncü Gülmez: Fil’m Hafızası’nın
Türkiye’de kültür-sanat alanında
gerçekleştirilmiş en iyi girişimcilik örneği
olduğunu düşünüyorum. Herhangi bir
yatırımcıdan finansal destek almadan,
sadece bireysel çabanın ve gönüllü
katkılarının büyüttüğü oluşumlar son derece
az. Bizim marka bilinirliğimiz hızla yükseldi,
platformu sadece sinema odaklı değil, diğer
sanat dallarına dokunan ve farklı disiplinlerden beslenen bir oluşuma dönüştürdük.
Bunu tek başıma değil, farklı zamanlarda
farklı faydalar yaratan sanatsever gönüllülerle gerçekleştirdim. Ben ateşleyicisiyim,
‘öncü’süyüm. Başarı kollektif.
Platform kurucusu olarak senin
dışında, ekip dört farklı departmana
ayrılmış durumda. Bu, Fil’m Hafızası’nı
websitesine dönüştürme kararından
itibaren belirlediğin bir bölümleme
miydi yoksa ihtiyaç durumunda,
zaman içinde mi ortaya çıktı?
Öncü: Başlangıçta Sosyal Medya ve
Yazı İşleri vardı. Marcom, yani Pazarlama
İletişimi ve Keşif, Fil’m Hafızası
markasının stratejik yol haritasında
ihtiyaç duyulan departmanlar oldu.
Öncü Gülmez - Kurucu
Fil’m Hafızası 2011’de, sevdiğin filmleri paylaştığın küçük bir Facebook
grubuyken, onlarca gönüllünün
desteğiyle ciddi bir sinema platformu
hâline geldi bugün. Geçmişe dönüp
baktığında, Fil’m Hafızası’nı iyi bi
girişimcilik örneği, başarılı bir girişim
olarak değerlendirdiğin oluyor mu?
Platformda bunca insanın nasıl bir
araya geldiğini ve en önemlisi, gönüllü
bir işleyiş olmasına rağmen nasıl bu
kadar sistematik ilerlenebildiğini
anlatabilir misin?
Öncü: Gönüllülük “keyfilik” değil.
Fil’m Hafızası’nda esas olan, sistem.
Gönüllüler zaman içinde değişse bile
sistem bozulmuyor, kurallar korunuyor ve
hem platformun gelişimi hem de üyelerin
fil’m hafızası mag | Kış 2016
motivasyonu dikkate alınarak iyileştiriliyor.
Profesyonel bakış açısına ve sorumluluk bilincine sahip, sanatsal aktiviteleri
ikinci bir kariyere çevirmek hedefinde
Gönüllülük ‘keyfilik’ değil. Fil’m
Hafızası’nda
esas olan,
sistem. Gönüllüler zaman
içinde değişse bile sistem
bozulmuyor, kurallar korunuyor
ve hem platformun gelişimi
hem de üyelerin motivasyonu
dikkate alınarak iyileştiriliyor.”
olan kişiler platformdan kopmamaya
çalışıyor. Katkılarının sömürülmediğini
bilmeleri, görev dağılımlarında her daim
eşitliğin gözetildiğini ve ekip ruhunun
önemsendiğini görmeleri burada
olmaktan keyif almalarını sağlıyor.
Onlar Fil’m Hafızası’nı büyütüyor, Fil’m
Hafızası da onları sanatsal bilgi ve
donanım, güçlü networking ve profesyonel deneyim anlamında besliyor. Bu
sistemi takip ederken zorlandığım anlar
olsa da başardığımızı gördükçe motive
oluyorum.
Dilan Salkaya - Yazı İşleri Ekibi
Projeler ve etkinlikler dışında,
Yazı İşleri, Fil’m Hafızası’nın bir nevi
omurgası aslında. Bu platforma
yazmanın belli başlı kuralları var diyebilir miyiz? İşleyişi anlatabilir misiniz?
Dilan Salkaya: Yazı İşleri, Fil’m
Hafızası’nın tam anlamıyla omurgası.
Sosyal medyadaki yüzümüzü ve
tanınırlığımızı Yazı İşleri inşâ ediyor
diyebiliriz. Bu platformda yazmanın
net, geçit vermeyen kuralları yok
aslında. Belli bir yazınsal yetkinliği ve
anlatım tadını yakalayabilen, kendine
has üslûbunu kurmuş herkes yazabilir.
Önemli olan özgün içerik üretebilmek,
filmi incelerken uzun uzun konuyu anlatmak yerine okunması gereken yerleri,
metaforları görebilmek ve elzem noktalara parmak basarak doğru bir okuma
gerçekleştirmek. Bir diğer önemli kriter de
şu ki - sayısı gün geçtikçe katlanan sosyal
sinema platformlarından farkımızın da
bu olduğunu düşünmüşümdür hep - ele
aldığımız filmi gerçekten beğendiğimize
ikna olmamız gerekiyor. Hiçbirimiz bir filmi
ya da o film için emek verenleri karalamak, yalnızca olumsuz eleştiri yapmak
için yazmıyoruz. Bir filmi inceliyorsak
eğer, o film gerçekten içimize sinmiş,
bizim sinemasal algımıza dokunmuş ve
tesiri yüksek bir etki bırakmıştır.
Artun Bötke: Platforma esas olarak
yazı işleri ekip üyeleri yazıyor. Bu kişileri,
belli dönemlerde ihtiyaç dâhilinde, üye
alımları vasıtasıyla alıyoruz. Başvuranlar
arasından seçtiklerimizi bir aylık deneme
sürecinden geçiriyoruz. Bu süreçte
adayın, dört farklı türde (tanıtım, analiz,
röportaj, liste) yazı hazırlamasını, bunları
zamanında ve beklenilen kriterlerde göndermesini istiyoruz. Performansından
Hiçbirimiz
mükemmel
değiliz. Ancak
hepimizin
görüşleri ve özeni birleşince
ortaya başıyla sonuyla anlamlı,
yormayan, sıkmayan, gerçekten aydınlatıcı yazılar
çıkmış oluyor. Bizler aynı
gemide seyrettiğimiz için
kötü huylu bir rekabet ortamı
oluşmuyor. Herkes iyi olsun ki
hep birlikte yüzeyde kalalım,
batmayalım derdindeyiz.”
memnun kaldıklarımızı da aramıza
alıyoruz.
Ekipten ve ekip dışından gelen (diğer
departmanlar da yazı gönderebilir) tüm
yazılar, ayın redaktörleri ve bir ekip lideri
tarafından kontrol edilip yazar tarafından
gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra
yayımlanır. Bu işlem için, her ay departmandan iki kişiyi ayın redaktörü olarak
görevlendiriyoruz. Böylece sitede
yayımlanan her yazı, en az üç kere
kontrol ediliyor ki hatalar da en aza iniyor.
Ekipte herkesin yazısına uygulanan, gelenekselleşmiş redaksiyon ve edisyon süreçleri var. Fil’m
Hafızası’nda yazıyor olmanın kişileri
yazmak konusunda ne şekilde disipline ettiğini düşünüyorsunuz?
Dilan: Bu süreçler kişinin yazma
gayretini ve dikkatini artırıyor her şeyden
önce. Eksik yönlerini görmesini, filme
farklı noktalardan yaklaşabilmesini, farklı
akıllardan beslenerek yazınsal kalitesinin
ve düşünce sınırlarının zenginleşmesini
sağlıyor. Aramıza yeni katılmış olanların
yazı formatını öğrenmesine de imkân
tanıyor. Benim gözümden kaçanı bir
başkası görüyor, gözüm, dikkatim oluyor
benim. Hem yüküm hafifliyor, hem yazımın
redaksiyon sonrası başladığı yerden çok
daha iyi bir noktaya geleceğini bilmek
beni rahatlatıyor. Hiçbirimiz mükemmel
değiliz. Ancak hepimizin görüşleri ve
özeni birleşince ortaya başıyla sonuyla
anlamlı, yormayan, sıkmayan, gerçekten
aydınlatıcı yazılar çıkmış oluyor.
Artun: Ben yaklaşık 10 yıldır yazıyorum
33
Artun Bötke - Yazı İşleri Ekibi
ve 8 yıldır kişisel blogumda yazdıklarımı
yayımlıyorum. Lâkin Fil’m Hafızası’na
katılmadan önce belli bir düzenim yoktu,
tamamen kafama göre yazıyordum ki
bu, yazıların kalitesine de yansıyordu.
Yazmak eylemi, diğer işlerde olduğu
gibi, belli bir disiplin gerektiren bir süreç.
Yazdıkça daha da gelişiyorsunuz. Fil’m
Hafızası da düzenli yazı istediğinden,
gayr-i ihtiyari daha disiplinli olarak
yazmaya başladım ve bu, yazılarımı ve
üslubumu geliştirdi.
Artık anlam düşüklüklerine, aynı
kelimeyi aynı paragrafta kullanmamaya
ve bilhassa şapkalı harf kullanımına daha
çok dikkat ediyorum. Ayrıca yazılarımı
artık nadasa bırakıyorum, eskiden
yazıyı bitirir bitirmez bir kere okuyup
yayımlardım. Artık en az bir gün dinlendiriyorum ve bu, yazıya daha farklı bakmamı
sağlıyor; yazdıklarımı ciddi anlamda
revize ettiğim oluyor.
Yazı İşleri’nin her bir üyesinin, çok
farklı tarzda içerik ürettiğini platform üzerinden takiplemek mümkün.
Yazmayı uğraş edinmiş bizlerin;
rekabet ve aynı zamanda destek
üzerinden, birbirimizi ne şekilde
beslediğimizi düşünüyorsunuz?
Dilan: Farklı tarzlar, farklı yazınsal
tatları da beraberinde getiriyor. Bizler
aynı gemide seyrettiğimiz için kötü
huylu bir rekabet ortamı oluşmuyor.
Herkes iyi olsun ki hep birlikte yüzeyde
kalalım, batmayalım derdindeyiz. Böyle
düşününce de birbirimize her koldan
destek veriyoruz. Kimimiz edebiyat
kökenli, kimimiz tarih, kimimiz psikoloji...
Daha önce hiç sinema eğitimi almamış,
sinema sektöründe bulunmamış olduğu
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
34
R Ö P O R TA J
R Ö P O R TA J
detaylarıyla sizden öğrenelim.
Aslıhan Altuğ - Keşif Ekibi
hâlde sinemaya kafa yoran, gönül veren
arkadaşlarımız da var. Dolayısıyla bir
filme yaklaşımımız, görme biçimlerimiz
de farklı oluyor. Ben alıntı bir sözle
yazıma başlayıp hikâyeci bir üslupla
iskeleti kurmayı tercih ederken bir başka
arkadaşım karakterlerin psikolojileri
üzerinden bir okuma yapmayı uygun
görüyor. Birbirimizin ne yaptığından haberdar olduğumuz için de farkında ya da
farkında olmaksızın beslenmiş oluyoruz
birbirimizden.
Artun: İnsanoğlu sosyal bir varlık. Her
ne kadar günümüzde tersi bir bakış açısı
popüler olsa da insanlar paylaşarak,
birbirlerinden görerek ve ilham alarak
kendilerini geliştiriyorlar. Bu açıdan
Fil’m Hafızası, gönüllülük esasının da
desteğiyle kollektif bir çalışmanın ürünü.
Her üyemizin farklı bir özelliği, altyapısı
ve mesleği var. Tüm bunlar yazılarına,
üsluplarına ve beğenilerine de yansıyor.
Arkadaşlarımızın yazılarını okurken,
kontrol veya redakte ederken ister
istemez etkileniyorsunuz. Keza kendi
yazılarınızın redaksiyonu sonucunda
daha önce fark etmediğiniz hatalarınızla
karşılaşıyorsunuz. Filmler ve yazmak gibi
ortak iki beğeniye sahip bir zümreye dâhil
olmak da cabası. Bu grupla aynı ortamda
bulunmak bile size bir şeyler katıyor. Tüm
bunlara ekip içindeki tatlı rekabet de
eklenince hem sinema kültürünüz hem
de yazınsal gücünüz gelişiyor.
Keşif’in, ekibe ilk katıldığımda
en gizemli departman olduğunu
düşünmüştüm. Sitenin mottosu
‘Keşfetmenin Keyfi’ olduğu için
elbette ekip içindeki rolünüze dair fikir
geliştirebiliriz ancak neler yaptığınızı
Aslıhan Altuğ: Keşif departmanının
gizemli bir izlenim yarattığını söyleyebiliriz, özellikle Fil’m Hafızası’nı web
sitesi üzerinden takip edenler için keşif
ekibi, yazı işlerinin bir bölümü olarak
algılanabiliyor. Ancak biz keşif ekibi
olarak Fil’m Hafızası’nın iki ayda bir
tematik gece konsepti altında düzenlediği
kısa film gösterimleri için çalışıyoruz
aslında. Çalışma sürecimiz ise şöyle
işliyor: Temayı belirlemek, temaya
uygun bulduğumuz filmleri taramak, bu
filmlerin yönetmen ve yapımcıları ile
iletişime geçip gösterim izinlerini almak,
sonrasında seçkimizi belirleyip filmlerin
tanıtım, çeviri ve altyazı sürecini tamamlayarak gösterime hazır hâle
Furkan Uzun - Keşif Ekibi
getirmek. Bütün bu çalışmanın karşılığını
da etkinlikte gösterimi gerçekleştirip izleyicilerin tepkilerini görerek alıyoruz diyebiliriz. Bunun dışında zaman zaman
kısa filmlerin tanıtılması üzerine yazı
işlerine destek veriyoruz, kısa filmlerini
değerlendirmemiz için yollayanlar oluyor,
bu filmleri de ekip içinde değerlendirip
uygun bulduklarımızın sitede yer alması
üzerine çalışıyoruz.
FH Mag ile ilgili içerik çalışmaları
yaparken Keşif departmanını ön plana
çıkarma ihtiyacı hissettik. Bu bağlamda
sizden beslenirken Furkan’ı yazmaya
da davet ettik. Arayıp bulan ve işaret
eden iken, bildiklerini yazınsal olarak
anlatmak nasıl bir tecrübeydi senin
için Furkan?
Furkan Uzun: Tematik gece etkinlikleri için içerik üretirken hâliyle birçok
kısa film izliyoruz. Kısa film üzerine büyük
fil’m hafızası mag | Kış 2016
Genellikle
etkinliklerden
bir ay öncesinde ciddi
bir çalışma sürecine gireriz
ve gelen kitleyi nasıl daha
memnun edebileceğimize
dair her etkinliğe yeni bir tat
katmaya çalışırız. Bazen
de uygulaması zor olan
uçuk fikirler geliştirip hayal
gücümüzü besler, sonra
fikirlerimizi öldürürüz.”
emekler sarfeden ve tutkuyla kısa film
çekmeye devam eden birçok yönetmen
var. Derginin ‘’Diren Kısa Kısa’’ bölümünde değindiğimiz gibi, kısa filme eşik
atlatacak ve uzun metraj kalitesine getirecek isimler var. Bu yönetmenleri ve filmleri keşfetmenin yanında başkaları ile de
paylaşmak, kısa filme karşı gösterilen
ciddiyeti anlamak ve anlatmak açısından
gayet iyi oldu bence. Ayrıca önceden
Keşif ekibindeki görevler dışında internet sitesinde de iki adet film incelemesi
yazmıştım. Yazmak, paylaşmak güzeldir.
İnsanın içindeki boşlukları doldururken
aynı zamanda okuyan kişiye de yeni
kapılar açıyor.
Pazarlama İletişimi (Marcom) departmanın faaliyet alanını ve Fil’m Hafızası
içindeki rolünü bize özetler misiniz?
Kutay Ucun - Genel Koordinatör
sosyal biraz da uçuk bir ekibiz. Tabii
bu yaptığımız işlere de yansıyor.
Odaklandığımız ana faaliyetler: Etkinlik
yönetimi, sponsorluk yönetimi, medya
ilişkileri ve partnerimizle ilişkiler.
Etkinlik yönetimi, zorlu ama en keyifli
işlerimizden. Şu anda düzenli olarak
devam eden etkinliklerimizden Tematik
Gece ve Belong Party Series’in A’dan Z’ye
konsept ve içeriklerinin oluşturulmasından
sorumluyuz. Genellikle etkinliklerden bir
ay öncesinde ciddi bir çalışma sürecine
gireriz ve gelen kitleyi nasıl daha memnun
edebileceğimize dair her etkinliğe yeni
bir tat katmaya çalışırız. Bazen de
uygulaması zor olan uçuk fikirler geliştirip
hayal gücümüzü besler, sonra fikirlerimizi
öldürürüz. Yani, her an bir çılgınlık yapma
potansiyeline sahibiz. Etkinliklerimizi takip
edenlere buradan duyurmuş olayım.
Kutay: Fil’m Hafızası oldukça sağlam
adımlarla büyüyen ve etkisini genişleten
bir platform. Ekibin ilk üyelerinden olmak,
üzerinde çalıştığımız tüm konuların nasıl
geliştiğini görmek oldukça mutlu edici.
Tabii ki bu noktada aidiyetten de bahsetmek gerekli. Yaklaşık dört yıldır Fil’m
Hafızası gibi bir platformun içerisinde
olmak, yapılan çalışmalara katkıda bulunmak çok büyük keyif. Fil’m Hafızası ile
birlikte aynı zamanda ekibimiz de her
geçen gün büyüyor. Sosyal medyadaki büyüme hızımız ve içerik üretimi
anlamındaki yoğun çalışmalar ile daha da
iyiye doğru ilerlediğimize inancımız tam.
Yazı İşleri, Keşif ve Sosyal Medya…
Bu üç departmanla iletişiminizi, Pazarlama iletişimi departmanı olarak varlık
gösterebilmek için nasıl kurguladınız?
Kutay: Aslında her bir ekip büyük resmin
parçaları. Hepsi bir arada oldukça Fil’m
Hafızası aksamadan, ritmini bozmadan
büyümeye devam eder. Yazı İşleri, içerik
üretimi anlamında çok önemli çalışmalara
imza atarken, Sosyal Medya ekibimiz bu
içeriklerin görünür kılınmasında büyük rol
oynuyor. Keşif ekibimiz ise tüm dünyadan
kısa filmler keşfedip, etkinliklerimizde
gösterebileceğimiz şekilde bunları final
hâline getiriyor. Başta da söylediğim gibi,
kolektif bir calışma ile birlikte büyüyen ve
gelişen bir platform Fil’m Hafızası.
Kutay Ucun: Marcom, Fil’m Hafızasının marka değerinin artması ve yenilikçi projeler üretmesi için çalışmalar
yürüten; açılımı, bilindiği üzere ‘marketing
communications’ olan Fil’m Hafızası ekibi.
Etkinliklerin tasarlanmasından karşılıklı
proje ortaklığı çalışmalarına kadar tüm
süreçleri takip eden ve gerçekleştiren
ekip.
Diğer yandan, etkinliklerimize ve
platformumuza sponsor arayışlarımız
devam ediyor. Şirketlerle görüşmeler
yapıyor, platformumuzu tanıtıyoruz.
Ayrıca, farklı disiplinlerden kültür sanat
organizasyonları ile de entegre çalışmak
bizim için önemli. Bu kapsamda platformumuzun vizyonu ile örtüşecek projeler
içinde yer almak üzere görüşmeler
yapıyoruz. IKSV’nin düzenlediği film festivalleri, Başka Sinema, All Design aklıma
ilk gelenler.
Gamze Sifoğlu - Pazarlama Ekibi
Gamze: Fil’m Hafızası’nın sinema
tutkunu hedef kitlesi ve ekosisteminde
yer alan diğer paydaşlarıyla ilişkisinde
köprü görevi görüyoruz. Kısaca platformun hedefleri doğrultusunda dış dünya ile
olan iletişimini sağlıyoruz diyebiliriz. On
bir kişilik bir ekibiz. Yaratıcı, araştırmacı,
Kutay, sen neredeyse başlangıcından
beri ekipte olan isimlerden birisin ve
aynı zamanda platformun genel koordinatörüsün. Bugünden geçmişe
baktığında, gelişim / değişim açısından
nasıl bir değerlendirme yaparsın Fil’m
Hafızası’na dair?
Gamze: Ekibimizin diğer bir görevi de
tüm platformda gönüllü olarak yer alan
arkadaşların motivasyonunu artıracak
çalışmalar gerçekleştirmek. Önce tüm
ekibin ihtiyaç ve isteklerini dinliyoruz.
Ona göre araştırmalar yapıyoruz. Hâli
35
hazırda tiyatrodan sinema eğitimlerine
kadar ekibimizin katılım sağlayabileceği
partnerliklerimiz mevcut.
Departmanlar arası iletişim açısından
baktığımızda, keşif ile etkinliklerimizin
film bazlı içeriklerinin kurgulanmasında
ortak çalışıyoruz. Sosyal Medya ile
sürekli dirsek temasındayız çünkü aynı
amaca hizmet ediyoruz. Etkinliklerimizin
ve diğer tüm çalışmalarımızın geniş
kitlelere ulaştırılması Sosyal Medya
ekibi sayesinde oluyor. Yazı İşleri
ekibine de var olan projelerinin hayata
geçirilmesi aşamasında yine dış iletişimin
sağlanması konusunda destek veriyoruz.
Sosyal Medya departmanı olarak,
istatistiklerle çalışıp diğer ekipleri
elde ettiğiniz veriler üzerinden yönlendiriyorsunuz. Bu bağlamda en sıkı
analizi yapabilecek olanlar sizlersiniz.
Fil’m Hafızası okuyucuları, takipçilerine dair izlenimleriniz neler?
Okan Köroğlu - Sosyal Medya Ekibi
Okan Köroğlu:
Aslında Fil’m
Hafızası takipçilerinin Türkiye’deki
genel sinema izleyicisinden ayrılan tek
bir yönü var o da sinemayı izlemekten
çok sinemayı takip etmeleri, bir nevi
yaşamaları. Bu kendiliğinden bir kültürel
birikimi de beraberinde getiriyor. Bunu
paylaşımlara gelen etkileşimlerden ve
tepkilerden rahatlıkla anlayabiliyoruz.
Takipçilerimiz bu anlamda bizim de işimizi
kolaylaştırıyor. Kendi çizgimizi onlara
anlatırken bir yandan da onlar etkileşimleri
ile bizim çizgimizi bize anlatmış oluyor.
Örneğin her gün hatta her saat farklı
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
36
R Ö P O R TA J
Film Hafızası ekibi üyeleri tarafından
paylaşımlar hazırlıyor ve yapıyoruz
ancak ana akım sinema ile bağımsız
sinema arasındaki mesafeyi takipçilerimize bir elden çıkarıyormuşçasına, aynı
dozda veriyoruz. Bu web sitesindeki Fil’m
Hafızası’nın çizgisinin sosyal medyaya
yansıması aslında. Eğer bu çizgiden
çıkmaya doğru bir eğilim oluşursa takipçilerimiz sayesinde yine aynı çizgiye
geliyoruz. Bu anlamda onların bize
dönüşlerini fazlasıyla önemsiyoruz.
Paylaşımlardaki istatistikler de zaten
Fil’m Hafızası takipçilerinin ruh halini bize
göstermekte. Örneğin hemen hemen her
ay “Hafızadan Çıkmayanlar”, “Ustalara
Saygı” gibi bölümlerimiz en çok etkileşim
alan alanlar oluyor. “Hafıza” her yerde
devreye giriyor.
Gonca Gengönül - Sosyal Medya Ekibi
Gonca Gengönül: Aynı zamanda Fil’m
Hafızası takipçisi olarak da şunu söyleyebilirim, bağımsız sinema deyince yazınsal
bir şeyler üreten küçük bir dünyanın
önemli bir parçasıyız. Oldukça interaktif
ve sosyal bir kitleye seslendiğimizi biliyor,
her adımı dikkatle atıyoruz. Çünkü bizim
seslendiğimiz kitle çok duyarlı ve detaylara önem veren bir kitle. Bir yönetmen
alt mesajları nasıl işliyorsa filmine, biz
de okuyucumuza ve izleyicimize, yani
bizi takip eden herkese bu dikkate değer
malzeme üretmek amacındayız.
Profesyonel hayatlarınızda da sosyal
medyayla bağlantılı mı çalışıyorsunuz?
Bu alanın dışından departmana
başvuru olduğunda, sizde deneme
süreci nasıl geçiyor?
2015’İN EN İYİLERİNDEN
Okan: Profesyonel olarak özel bir
şirkette Grafik Tasarım Uzmanlığı
yapıyorum. Kendi işimde de sosyal
medya hesapların ya düzenlenmesi
ya da kontrolü ile ilgileniyorum. Ayrıca
Sosyal Medya’da Grafik Tasarım üzerine
eğitimler veriyorum. Bu bağlamda profesyonel hayatımda iki alan da birbiri ile
bağlantılı.
Fil’m Hafızası’nda da buna benzer bir
işleyişimiz mevcut aslında. Çünkü Sosyal
Medya ekip üyesinde aradığımız en
önemli şey sosyal medya uzmanı olması
değil. Hatta bu, sonradan geliştirilebilir bir
şey olduğu için bizim önemli olan sinemaya olan bakış açısı, ilgisi ve bilgisi
diyebiliriz. Eğer bir insan sosyal medya
konusunda mükemmel bir bilgiye sahip
ancak sinemaya ilgisiz veya sinemaya
bambaşka bir pencereden bakıyor ise
Fil’m Hafızası ile ister istemez bir kan
uyuşmazlığı olur. Ancak bizimle aynı
bakış açısına sahip ise sosyal medya
konusunda zaten bir nevi okul olan Sosyal
Medya ekibimiz ona çok şey katar ve kısa
zamanda bize adapte olarak ekibimize
katılır.
Gonca: Her daim sosyal medyanın
gücüne inanan biri olmuşumdur.
Profesyonel hayatımla yakından uzaktan
ilişkisi olmayan bir tarafındaydı hayatımın
Fil’m Hafızası’ndan önce. Sosyal Medya
ekibinin bir yıl süresince bir parçası olduktan sonraysa, sosyal medyada içerik
üreten bir blog kurduk yine Fil’m Hafızası
ekip arkadaşım Duygu Dedeoğlu’yla.
Fil’m Hafızası’nda sosyal medya
dünyasına profesyonel anlamda ısıntıktan
sonra “Dünya Kaç Bucak?” ile yine duyarlı
ve detaylara önem veren bir kitleye
ulaşmak niyetiyle yola çıktık. Şimdilerde
hem Fil’m Hafızası’nda Bi’Dünya kategorisini yönetiyor hem de blogumuzu
geliştiriyoruz.
Elbette Sosyal Medya’ya takım
arkadaşı ararken profesyonel deneyim
istemiyoruz. Tıpkı bizler gibi ilgisi olan
ve sosyal medya araçlarını kullanmaktan hoşlanan insanlar olmalarını bekliyoruz ve şüphesiz sinefil olmalarını.
Sonuçta araçlarda paylaşılan tüm
içerikleri Sosyal Medya takımı hazırlıyor.
Bu nedenle başvuranlara önerim, bu
fil’m hafızası mag | Kış 2016
Sinema
alanında
başlı
başına
büyük bir kaynak olarak
gördüğüm bu oluşumu
özel bir dergi olarak
insanlara ulaştırma
fikri başlı başına
motivasyon kaynağı.
işin sadece sosyal medya kullanımı
gerektirmediği, aynı zamanda sinema
bilgisi de gerektirdiğidir. Neticede Fil’m
Hafızası’nın bir parçası olmak kolay
değil.
Okan, FH Mag’in fikri senden
çıkmıştı. Bunu projelendirirken motivasyonunu anlatır mısın biraz?
Okan: Profesyonel hayatım boyunca
en çok keyif aldığım şey kitap, dergi ve
gazete tasarımı oldu. Grafik-Tasarım
büyük bir okyanus, her kumsalında
aynı anda yüzme şansınız yok. Her
grafik tasarımcının yüzmekten zevk
aldığı kumsallar farklıdır. Benimki de mizanpaj. Verdiğim emek neticesinde elle
tutulur gözle görülür ve kağıt kokusu
alınabilecek bir iş ortaya çıkması, sanal
disklerde yapılan web sitelerinden daha
değerli benim nazarımda.
Fil’m Hafızası için bir dergi ortaya
çıkarma fikri de bu anlamda çok
özel ve heyecan verici oldu. Sinema
alanında başlı başına büyük bir kaynak
olarak gördüğüm bu oluşumu özel bir
dergi olarak insanlara ulaştırma fikri
başlı başına motivasyon kaynağı.
Düşünsenize profesyonel olarak yapmaktan en çok keyif aldığınız iş ile
hayatınızın merkezine aldığınız en
büyük uğraşı yan
yana getiren bir proje.
Ek bir motivasyon
kaynağına da aslında
ihtiyaç yok.
QR kodu okutun tüm
ekibimizle tanışın!
The Legendary Giu lia
and Other Miracles
ÇÜNKÜ YILIN EN
İYİ KOMEDİSİ
sİnem dİnçer S
on yıllarda çağdaş İtalyan Sineması’nın parlayan isimlerinden
biri olan Edoardo Leo’nun yönetip, başrolleri Luca Argentero, Claudio
Amendola, Claudio Buccirosso, Stefano
Fresi ve Anna Foglietta ile paylaştığı film;
Fabio Bartolomei’nin Alfa Romeo 1300
and Other Miracles adlı kitabından uyarlanmış, dağıtımını da Warner Bros’un üstlendiği bir yapım.
Film, hayatlarının tepetaklak olduğu
bir anda yolu kesişen 40’lı yaşlarındaki
üç adamın, 1300 model bir Alfa Romeo
Giulia’nın etafında şekillenen öyküsünü
ele almakta.
İşgüzar bir emlakçının kumpasıyla, oldukça büyük ancak kırık dökük, eski bir
çiftlik evini ortaklaşa satın alan Claudio
(Stefano Fresi), Diego (Luca Argentero) ve
Fausto (Edoardo Leo); Napoli mafyasının
hüküm sürdüğü bu bölgede, kırsal turizm
yapma hayalindedir. Evin geçmişine dair
hiçbir şeyi araştırmayan, birbiriyle son
derece zıt karakterlere sahip olan bu üç
adam, taşındıktan sonra kapılarının önünde beliren mafyatik tiplerle tanıştıktan son-
ra, çok da iyi bir girişimde bulunmadıklarını
kavrarlar. Yalnız mafya değil, yerel polisin
de onları haraca bağlama çabalarıyla, bu
bölgede özgür olamayacaklarının farkına
iş işten geçtikten sonra varırlar.
Oldukça absürd gelişmelerden sonra, civarda bulunan göçmen işçiler ve temizlik,
yemek yapması için yanlarına aldıkları hamile bir kadının da yardımıyla, kendilerini
belli aralıklarla huzursuz eden her mafya
üyesini evin bodrumuna hapsederler . Evi
diledikleri gibi bir otele dönüştürene kadar
da onları orada tutmaya karar verirler. Eve
ilk gelen mafyayı, yani öykünün bir diğer
kahramanı olan 1300 model Alfa Romeo
Giulia’nın sahibini eve gizledikleri belli olmasın diye de arabayı, evin havuz için
eşilen çukuruna gömerler. Ancak hesap
edemedikleri şey, aracın kendi kendine
zamansızca çalışan kasetçalarıdır. Oteli
açtıktan sonra gelen müşterilerin yerin altından gelen müzik sesine dair sorularına
karşılık olarak, mekanla ilgili uydurdukları hayalet öyküsü ise, düşündüklerinden
daha çok ilgi çeker ve müşteri toplamaya
başlarlar… ta ki mafya lideri her gönderdiği kişinin dönmeyişinin detaylarını
araştırıp,
oteli
kendisi
ziyaret
edene kadar.
Filmin ana teması olan “Hayallerini Ertelememek”, bu filmde
trajik tadın da es
geçilmediği, komedi formatında
aktarılmış. Karakterlerin doğallığı,
olaylar arasında-
37
Ertelenen planların, sarıp
sarmalanan hayallerinin
artık hayata geçmesi
gerektiğini düşünen ancak yeterli cesareti kendinde bulamayanlar ve
sıradan hayatlarından
uzaklaşmayı düşleyenler
için son derece komik,
aynı zamanda trajik de
bir öyküye sahip olan
bir film The Legendary
Giulia and Other Miracle.
İyi oyunculuk, ortak noktası çaresizlik olan kontrast karakterlerin doğal
anlatımı ve her ayrıntısıyla
işlenmiş sıkı bir senaryo…
Düşlerinizi gerçekleştirme
imkanınız şimdilik yoksa
da, onları beslemek için
ayıracağınız zamanı bu
filmle birlikte eğlenceyle
doldurabilirsiniz.
ki sebep – sonuç bağlantılarının oldukça
doğru ilişkilendirilmiş olması filmin en güçlü yanlarından biri. İyi oyunculukların yanında, yazar Fabio Bartolomei’nin fantastik hayalgücünden beslenen senaryo da
filmin en başarılı kaynağı. Bu, yönetmen
ve oyuncu Edoardo Leo’nun üçüncü uzun
metraj filmi. Diğer filmleri de göz önünde
bulundurulduğunda kendisinin, yeni kuşak
İtalyan Sineması’nın komedi üstadlarından
biri olacağını ve bu filmiyle, 2015’in en iyi
komedi filmini yönettiğini söylemek pek de
yanlış olmaz.
*Filmin orijinal adı: Noi e la Giulia
QR k
2015 odu okutu
İyileri”’in diğer “E n
n
ile tan
ışın!
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
38
LİSTE
LİSTE
39
Doğduğumuz günden beri sesi kulağımızda...
FİLMLERİYLE MÜZEYYEN SENAR
DİLAN SALKAYA B
esteler yaptı, şarkılar söyledi,
şarkılar Müzeyyen’i söyledi.
Seksen yıllık emeğiyle göğsüne yasladığı Türk Sanat Müziği’ne,
ömrünün tamamını adadı. İstanbul Radyosu’nda, Ankara Radyosu’nda söyledi. Atatürk’e söyledi, ünlü gazinolarda
canhıraş alkış tutan seyircisine söyledi.
Plak çalışmaları baş tacı edildi, devlet
sanatçısı seçildi. Türk gazino tarihinde
solistliği başlattı. Söyledi. Felç sonucu
sol tarafını yitirdi, söyledi. Küçükken
kekeleyen ama şarkı söylerken kekelemeyen bir huyu vardı. Bak sen, bu da
mı tesadüftü? Sesini kaybedince bu
defa içinden söyledi. Biz yine duyduk. Ağladık, ağlaştık. Derdimiz, kuruyan dermanımız oldu Senar, gözlerimizi kapayıp da dinledik. Aşkın
şarabını bir doldurdu, binimiz birden
içtik. Günah bizim, kime ne?
Müzeyyen Senar’ı billur sesiyle
günümüze gecemize davet edip
her daim yaşatırız ama, bir kere de
filmleriyle analım. Bilenler, bilmeyenlere söylesin: Müzeyyen Senar’ı
kaybetmedik. Şiir dökülen sesinin
ucuna mürekkep almaya gitti.
Not: Sıralama kronolojiktir.
Kerem ile Aslı
(Yön: Adolf Körner,
1942)
1940’larda Türk Sineması’na egemen olan şarkılı türkülü Mısır filmlerinin
rüzgârına Müzeyyen Senar
da kapılmış ve kendisini sinemada bulmuştu. Halk hikâyesi Kerem ile Aslı‘nın uyarlaması olan filmde Fahri Kopuz
ile başrolü paylaşan Senar,
kendisini oynamıştı. Saadettin
Kaynak, Münir Nurettin Selçuk, Selahattin Pınar, Sadi Işılay, Artaki Candan gibi isimler,
Mısır filmlerine adaptasyonlar
yapıp Arap müziklerini düzenliyorlardı. Yerli sinema da bu
akıma uyayım derken Müzeyyen Senar’ı koluna takmıştı. İyi
de etmişti. Filmin tüm kopyaları Kerem gibi yanıp kül olsa da,
geriye içinde adının geçtiğini
duyunca bile neşeleneceğimiz
Müzeyyen Senar’ı bırakmıştı.
Nasrettin Hoca Düğünde
(Yön: Muhsin Ertuğrul,
Ferdi Tayfur, 1943)
Çekimlerine Muhsin Ertuğrul’un başlayıp Ferdi Tayfur’un
fil’m hafızası mag | Kış 2016
Müzeyyen
Senar’ı billur sesiyle
günümüze
gecemize davet edip her
daim yaşatırız ama, bir
kere de filmleriyle analım.
Bilenler, bilmeyenlere
söylesin: Müzeyyen
Senar’ı kaybetmedik. Şiir
dökülen sesinin ucuna
mürekkep almaya gitti.
devam ettiği film, Müzeyyen Senar ile
birlikte Saadettin Kaynak’ı ve meşhur
sihirbaz Zati Sungur’u da ağırlamıştı.
Sünnet düğünü sahnesinde şarkı söyleyen Senar, oradaki davetlilerin de, onu
tebessümle izleyen bizlerin de koltuklarını kabartmıştı.
İstanbul Geceleri (Yön: Mehmet
Muhtar,1950)
1950’lerin İstanbul gecelerini konu
edinen filmde, Müzeyyen Senar bir
yana, Hamiyet Yüceses, Mustafa Çağlar, Aziz Şenses, Abdullah Yüce, Ahmet
Üstün, Hakkı Derman, Şerif İçli, Selahattin Pınar, İsmail Şençalar, Aleko
Bacanos, Rüçhan Çamay gibi isimler de
yer alıyordu. Taşradan İstanbul’a gelen
iki zıt ve komik kardeşin İstanbul’daki
gece hayatlarına bizler de tanık oluyorduk. İkilinin eğlenmek için gittiği mekânda bir de ne görelim, karşımıza Müzeyyen Senar’ın da aralarında olduğu o
muhteşem sesler çıkıyordu.
AK
ŞAM
OLDU
İM
D
N
HÜZÜNLE
zeyyen Senar. Çetin Karamanbey’in
yönettiği filmde, yine billur sesiyle ön
plandaydı. Mutlu bir evliliği varken araya
giren bir kadın nedeniyle kocasından
ayrılmış, hayata küsmek üzereyken
keşfedilip görkemli şarkıcılık yolunda ilk
adımını atmıştı. Hazin aşk hikâyesi bir
yana, yine kendisini oynamıştı. Filmde,
öfke krizi geçirmesi gereken bir sahnede doğaçlama olarak elindeki bardağı
ısırıp camları yiyen Senar, sahne çekilemeyince bunu sinema serüvenindeki bir
anı olarak hatırına kazımıştı.
Sevgili Hocam
(Yön: Hulki Saner, 1972)
Sadri Alışık, Hulusi Kentmen, Arzu
Okay gibi ustaların yer aldığı filmde,
bizzat Müzeyyen Senar olarak ses getirmişti cumhuriyetin divası. Bir edebiyat
öğretmeninin, öğrencisine âşık olmasını
N
BE
NE
İ
Y
İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek
(Yön: Fatih Akın, 2005)
konu edinen filmde Senar, Hicran Hastasıyım şarkısıyla kavuşamayan âşıkların sesi olmuştu.
Ben onu sevmiştim candan ileri
Ah bir akşam gitti de dönmedi geri
Gözümde hayali, gönlümde yeri
Analar Ölmez
(Yön: Ertem Göreç, 1976)
Zengin çiftlik sahibi Kenan ile köylü
güzeli Kezban’ın oğlu olarak dünyaya
gelen Sezer, küçük yaşta annesinden
koparılmıştı. Yıllar sonra annesinin
yaşadığını öğrenen Sezer, onu şehirli
bir kadın yapmak için uğraşmış ve
hepimizin bildiği “Ben dünyanın en
güzel garısıyam.” repliği dünyaya gelmişti. Müzeyyen Senar, filmde Sezer’in
isteğiyle gazinoda sahneye çıkmış ve
konuk oyuncu olarak dahil olduğu filmde
başrol kadar adından söz ettirmişti.
Yetmiş iki milletin geçtiği, eskisiyle, yenisiyle, zenginiyle, fakiriyle, soğuğuyla,
sıcağıyla bir köprü: İstanbul. İstanbul’u
anlamanın en iyi yolunun müziklerini anlamak olduğunu rivayet eden belgesel,
yaşı olmayan bir kentin müziğini keşfederken, İstanbul’un sesini var eden
Müzeyyen Senar’ı da atlayamazdı.
Ünlü Alman müzik grubu Einstürzende
Neabauten’in üyesi olan Alexander Hacke, zenginliğimizde yolculuğa çıkarken
biz de onunla birlikte dinlemeye başladık. Sıra Senar’a gelince asil duruşu, o
bardağı tutuşu karşısında hayran kaldık.
Kendi doldurup kendi içti rakısını. Kime
ne?
Özlemle anıyoruz…
QR ko
daha du okutun
ç
ile tanok liste
ışın!
Ana Yüreği
(Yön: Çetin Karamanbey,1969)
İkinci başrolüyle karşımızdaydı Mü-
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
40
PLAN/PROGRAM
PLAN/PROGRAM
41
ne yapmalı?
BETİGÜL KÜÇÜK 18
16
OCAK - Chris Botti, Zorlu
PSM’de . Chris Botti İtalyan
kökeninin verdiği egzotikliği albümlerine
yansıtmayı başaran bir sanatçı olmakla
birlikte, “Grammy Avcısı” olarak da
biliniyor.
04
02
OCAK- Kabus Kerim ile
Barış Manço Şarkıları
Türk müzik tarihinin modern ozanı
Barış Manço’nun şarkıları, Manço’nun
doğum günü olan 2 Ocak’ta “Barış
Manço Hayatımı Değiştirdi” etkinliğiyle
Babylon Bomonti’de! 7’den 77’ye herkesin hafızasında iz bırakan sanatçının
şarkılarını, Kabus Kerim kendine has
tarzıyla yeniden düzenleyecek.
22
08
OCAK- Sinemada
Görme Biçimleri Atölyesi Akbank Sanat “Sinemada Görme
Biçimleri” adı altında yeni bir “Sinema
Atölye” serisi başlatıyor. Düzenlenecek
bu atölyelerde her hafta farklı yönetmenlerin farklı filmlerinden alınmış fragmanlar, parça-bütün arasındaki ilişki gözardı
edilmeden ele alınacak. Zaman zaman
sinema dünyasından ya da farklı disiplinlerden konuklarla, söyleşinin zemini
genişletilecek.
Impressions isimli albümüyle 2013
yılında “En İyi Enstrümantal Pop” dalında
Grammy kazanan, 2008 tarihli Italia’yla
bir kez, 2010 tarihli Chris Botti in Boston’la
ise farklı dallarda üç kez Grammy’ye aday
gösterilen Amerikalı sanatçı, toplam 10
stüdyo albümü ve canlı performanslarının
gücüyle hayran kitlesini her geçen gün
artırmayı başarıyor.
14
OCAK - Broadway’in Yeşil
Devi Shrek İstanbul’da.
Kalbi de en az kendisi kadar dev olan
Shrek’in beyaz perdeden Broadway’e
taşınan öyküsü, Zorlu Performans
Sanatları Merkezi’ne taşınıyor. Shrek
Müzikali, toplam 22 şov boyunca her
yaştan Shrek hayranını misafir edecek. 10
konteynerlik dev seti, 60 kişilik kadrosu
ve canlı orkestrası ile müzikal tarihinin
en ihtişamlı ve eğlenceli yapımlarından
biri olan Shrek Müzikali’ni orijinal dilinde,
Türkçe üstyazı ile beraber izleme şansını
kaçırmayın.
OCAK -5. Pembe Hayat KuirFest Pembe Hayat
Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti ve Transeksüel
(LGBTT) Dayanışma Derneği’nin düzenlediği festival, LGBTİ
bireylere yönelik ayrımcılığa ve şiddete dikkat çekerken
Türkiye’de kuir teorinin ve sanatın konuşulmasına, tartışılmasına
olanak yaratacak. LGBT hakları mücadelesine sanat aracılığıyla
ifade alanları yaratmayı amaçlayan Pembe Hayat KuirFest,
sinemadan edebiyata, müzikten videoya pek çok farklı türü
buluşturacak ve Türkiye ve dünyadan kuir sanatçıları bir araya
getirecek.
fil’m hafızası mag | Kış 2016
Ş U B AT - Akbank
Sanat’ta 11. Japon
Filmleri Festivali. Akbank Sanat, 4-14
Şubat tarihleri arasında 11. İstanbul
Japon Filmleri Festivali’ni ağırlayacak.
Japonya İstanbul Başkonsolosluğu,
Japan Foundation ve Akbank Sanat’ın
işbirliğiyle ücretsiz düzenlenen festivalde aralarında Mitsutoshi Tanaka’nın
başyapıtları Rikyu’nun Yolunda ve
Tomurcuklar Açarken ile Miyazaki’nin
şahane filmi Ruhların Kaçışı’nın da olduğu
altı Japon filmi gösterilecek.
13
Ş U B AT - Steve Aoki
Volkswagen Arena’da olacak! Kendine has tarzı, ilginç kişiliği ve
çılgın sahne şovları ile ünlenen Steve Aoki,
13 Şubat Cumartesi akşamı Volkswagen
Arena’da Türk hayranlarıyla buluşmaya
geliyor. Amerikalı şovmen, dünyanın en
iyi DJ’lerinin belirlendiği “DJ Mag Top 100”
listesine ilk kez 2011 yılında 42. sıradan
giriş yaptı, 2013 yılından bu yana ise
listenin ilk 10 basamağındaki yerini hiç
kaybetmedi
ŞUBAT - !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler
Festivali !f İstanbul Uluslararası Bağımsız
Filmler Festivali, 14 yıldır 70.000 kişilik
izleyici kitlesiyle kültür sanat hayatına
yeni bir soluk getiren, dünyanın her
yanından farklı bakışları sinema-severlerle buluşturan ve düzenlediği partiler, atölyeler ve çeşitli etkinliklerle
programını zenginleştiren bir oluşum...
Her yıl İstanbul’da, Ankara’da ve İzmir’de
Cinemaximum sinemalarında Şubat ve
Mart aylarında izleyicisiyle buluşan festival, filmleri farklı ve güncel temalar altında
toplayarak izleyicisine ulaştırıyor
19
ŞUBAT - İzlandalı trip-hop
grubu Bang Gang, Salon
İKSV’de. İsrailli müzisyen Keren Ann ile
ayrıca Lady & Bird isimli bir projesi olan
İzlandalı prodüktör Barði Jóhannsson
tarafından kurulan grubun Cannes
Film Festivali’nden Montreaux Caz
Festivali’ne, Icelandic Airwaves’den
South by Southwest’e kadar birçok festivalde adı var. “Atmosferik ve hayali pop”
olarak tanımlanan dördüncü albümü 2015
sonunda yayımlanan Bang Gang, 19 Şubat
tarihinde Salon İKSV’de sahne alacak.
28
ŞUBAT - Chris de Burgh,
28 Şubat’ta Ülker Sports
Arena’da. 70’lerden günümüze hiç eskimeyen, birbirinden kıymetli şarkılarla
mücevher gibi bir gece yaşayacak
İstanbul... Romantizmin en yalın, en
kalbe kazınan şarkıları Chris de Burgh’ün
kadife sesi ve benzersiz sahne şovuyla
hafızalara işlenecek. Chris de Burgh “The
Lady in Red”, “Don’t Pay the Ferryman”,
“A Spaceman Came Travelling”, “The
Traveller” gibi klasiklerini, diskografisinin en romantik şarkılarıyla beraber
İstanbullu hayranlarına icra edecek.
18
MART - Danimarkalı dreampop grubu Sleep Party
People, 18 Mart’ta Salon’da! Danimarkalı
müzisyen Brian Batz’ın projesi olarak
başladı. Boards Of Canada, David Lynch
ve Erik Satie’nin çalışmalarından ilham
alıyorlar. Kendi adlarını taşıyan ilk albümlerini 2010’da yayımladılar. İlk albümü
“We Were Drifting On a Sad Song” (2012)
izledi. Avrupa ve Asya turları ile dinleyici
kitlelerini iyice genişlettiler. Son albümleri
“Floating”, 2014’te dinleyicilerle buluştu.
Grup üyeleri, sahneye tavşan maskeleriyle çıkıyor.
Kış 2016 | fil’m hafızası mag
42
D E VA M I VA R . . .
Song Of The Sea
Artun Bötke Yazdı
“Damlaya damlaya göl olur.” derler.
Bu atasözü, her ne kadar tasarruf
yapmanın yararını belirtse de gayet
başka anlamlarda da kullanılabilir.
Damlaya damlaya sadece para birikmez; nefret de birikir, kızgınlık da,
pişmanlık da…
Devamı var!
The Martian
Rabia Elif Özcan yazdı
Uzaklık- zaman- mekân kavramlarının
hızla anlam değiştirdiği metropol
yaşamının kalabalığında kaybolmak,
kimi zaman durup uzun soluklu bir
nefes almayı ve biraz düşünmeyi gerektiriyor galiba. Yaşamın anlamına
farklı açılardan ışık tutmak ve
Devamı var!
yaşantımızın değerini tartabilmek için,
içinde bulunduğumuz hayattan bir
anlığına kendimizi soyutlayarak kim
olduğumuzu, nerede, hangi zaman
diliminde yaşadığımızı yeniden idrak
etmemiz gerekiyor. Bunun yolu da
öncelikle hayal gücünün sınırsızlığında
,
bizi dünyaya bağlayan tüm ipleri
koparıp gerçeklik çizgisinin dışına
özgürce adım atmaktan geçiyor.
Je, Tu, Il, Elle
Sezen Sayınalp yazdı
Özgür olmak ve üslup kazanmak arasında, bireyin içgüdüleri ve
e
oluşturduğu kurmaca dünyası içind
kine
ında
aras
sı
kendini ifade etme çaba
lbenzer bir bağ var. Bu bağ, anlayabi
.
gibi
ı
htar
ana
menin ve anlatabilmenin
de
ölçü
miz
Fikirlerimizi anlatabildiği
a
varlığımızı kanıtlayıp, muhtaç olm
Mia Madre
Gülin Çavuş yazdı
Karakterlerinin varoluşsa
l sorgulamalar içerisinde olması
na alışık
olduğumuz Nanni Moret
ti’nin yine
film içerisinde bir yönetm
eni konu
aldığı hikâyeyi işliyor Mia
Madre.
Kendi filmlerinde mutlak
a rol alan
Nanni Moretti bu kez kar
şımıza daha
dingin ve ailenin sorum
luluğunu
üstlenmiş koruyucu bir
ağabey olarak
çıkıyor. Diğer filmlerinde
çıldırma
anlarıyla sevdiğimiz, uzu
n ve hızlı
konuşmalardan oluşan
tiratlarıyla
bildiğimiz Moretti, kendin
den daha
çok şey taşıyan bu eserin
de mesafesini koruyan bir karakteri
ustalıkla
canlandırarak bizi şaşırtm
ayı
başarıyor.
fil’m hafızası mag | Kış 2016
Her insan içindekini doğrudan dışarı
vur(a)maz. Birey, içinde biriken
bu negatif duygulardan rahatsız
olsa da onlardan kurtulamaz.
Kurtulamadıkça içindekiler daha da
büyür ve ona zarar vermeye başlar,
çoğu zaman psikolojik olarak, bazen
de fiziksel…
Devamı var!
mevhumunu hayatımızın dışında
tutarak özgürlüğümüze ulaşıyoruz.
Özü anlayıp doğadan kendimizi
bir birey olarak ayırabildiğimiz ve
ne
karşımızdakini bizden ayrı bir nes
e
içind
um
topl
k1
rere
geti
konumuna
an,
miz
ldiği
tabi
yara
ı
ımız
kendi alan
lbaşkalarının oluşturduğu yapay kura
ecek
elley
eng
zı
amı
lara hapsolm
özgürlüğümüzün temellerini
oluşturmuş oluyoruz.
Devamı var!
SİNEPLUS AKADEMİ’DE AYRICALIKLISINIZ!
www.SinePlusAkademi.com
Fulya Mah. Ortaklar Cad. No:12/9 Mecidiyeköy/Șișli
[email protected] | 0850 520 00 66
/SinePlusAkademi

Benzer belgeler