pdf - TOPLUM VE SOSYAL HİZMET
Transkript
pdf - TOPLUM VE SOSYAL HİZMET
TOPLUM ve SOSYAL HİZMET Society and Social Work DANIŞMA KURULU / ADVISORY BOARD Prof. Dr. Aliye MAVİLİ AKTAŞ (Selçuk Üniversitesi) Prof. Dr. Haluk SOYDAN (Univ. of Southern California) Prof. Dr. Horst UNBEHAUN (Georg-Simon-Ohm-Fachhochschule Nürnberg) Prof. Dr. Işıl BULUT (Başkent Üniversitesi) Prof. Dr. İlhan TOMANBAY (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Theda Borde (Alice Salomon Hochschule Berlin) Prof. Dr. Kemal ÇAKMAKLI (İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. Muammer ÇETİNGÖK (Tennessee University) Prof. Dr. Remzi OTO (Dicle Üniversitesi) Prof. Dr. Ronald FELDMAN (Columbia University) Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Vedat IŞIKHAN (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Veli DUYAN (Ankara Üniversitesi) BU SAYININ HAKEMLERİ / REVIEWERS OF THIS ISSUE Prof. Dr. Aliye MAVİLİ AKTAŞ (Selçuk Üniversitesi) Prof. Dr. Dilek ASLAN (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Aylin GÖRGÜN BARAN (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. İbrahim CILGA (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Veli DUYAN (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Sunay İL (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Zeynep ŞİMŞEK (Harran Üniversitesi) Prof. Dr. Sevda ULUĞTEKİN (Hacettepe Üniversitesi-Emekli) Doç. Dr. Sema BUZ (Hacettepe Üniversitesi) Doç. Dr. Sibel KALAYCIOĞLU (Ortadoğu Teknik Üniversitesi) Doç. Dr. Nilgün KÜÇÜKKARACA (Hacettepe Üniversitesi) Doç. Dr. Özlem CANKURTARAN ÖNTAŞ (Hacettepe Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN (Başkent Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Filiz DEMİRÖZ (Hacettepe Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Gülsüm ÇAMUR DUYAN (Kırıkkale Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Nüket PAKSOY ERBAYDAR (Hacettepe Üniversitesi) Dr. Uğur ÖZDEMİR (Hacettepe Üniversitesi) Dergimiz, EBSCO HOST ve INDEX COPERNICUS uluslararası, ASOS INDEX ve TÜBİTAK ULAKBİM Sosyal Bilimler ulusal bilimsel veri tabanları içerisinde yer almaktadır. The journal is indexed into the international scientific databases of both EBSCO HOST and INDEX COPERNICUS, and also ASOS INDEX and TUBITAK ULAKBIM in which the national scientific databases of social sciences. TOPLUM VE SOSYAL HİZMET Society and Social Work Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü Dergisi Publication of Social Work Department Faculty of Economics and Administrative Sciences, Hacettepe University Hakemli Dergidir. Blind Peer Reviewed Journal H. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Adına On Behalf of H.U. Faculty of Economics and Administrative Sciences SAHİBİ/PUBLISHER Prof. Dr. Ahmet Burçin YERELİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ/EDITING AUTHORITY Arş. Gör. Ercüment ERBAY YAYIN KURULU BAŞKANI/CHIEF EDITOR Prof. Dr. Vedat IŞIKHAN YAYIN KURULU BŞK. YRD./ASSOCIATE EDITOR Prof. Dr. Kasım KARATAŞ YAYIN KURULU/EDITORIAL BOARD Prof. Dr. Vedat IŞIKHAN Prof. Dr. Doğan Nadi LEBLEBİCİ Doç. Dr. Kasım KARATAŞ Doç. Dr. Özlem CANKURTARAN ÖNTAŞ Doç. Dr. Hilal ONUR İNCE Dr. Tarık TUNCAY YAYIN SEKRETERİ Arş. Gör. Ercüment ERBAY İNGİLİZCE EDİTÖR/ENGLISH EDITOR Doç. Dr. Aytül ÖZÜM CİLT/Volume: 22 SAYI/Number: 2 AY/Month: EKİM YIL/Year: 2011 ISSN 1302-7867 YAYIN TÜRÜ/TYPE OF PUBLICATION YEREL/SÜRELİ YAYIN YAYIN DİLİ TÜRKÇE YAYINLANMA BİÇİMİ Altı Ayda Bir BASIM TARİHİ/PUBLICATION DATE ?? BASIMCININ TİCARİ ÜNVANI/TRADE TITLE OF PUBLISHER HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ HASTANELERİ BASIMEVİ 06100, SIHHİYE-ANKARA Tel: 0312 310 97 90 YAYIN YÖNETİM YERİ/ADMINISTRATION OFFICE OF PUBLICATION Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Beytepe/Ankara Tel: (0312) 297 68 30 İLETİŞİM ADRESİ/CONTACT ADDRESS Arş. Gör. Ercüment ERBAY Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü Beytepe/ANKARA-TÜRKİYE Tel: +90 312 297 63 63/358 Faks: +90 312 297 63 65 http://www.tsh.hacettepe.edu.tr E-Posta: [email protected] İÇİNDEKİLER Araştırma/Research 7-18 Sosyal Hizmet Öğrencilerinin Eşcinselliğe Yönelik Tutumları: Bir Atölye Eğitiminin Etkileri Attitudes of Social Work Students towards Homosexuality: Effects of a Training Workshop Veli DUYAN Tarık TUNCAY Çağrı SEVİN Ercüment ERBAY 19-36 Opinions of Social Work Students on Gender: A Qualıtatıve Research Sosyal Hizmet Öğrencilerinin Toplumsal Cinsiyet Hakkındaki Görüşleri: Bir Niteliksel Araştırma Özlem CANKURTARAN ÖNTAŞ Sema BUZ Burcu HATİBOĞLU Aslıhan Burcu ÖZTÜRK 37-62 Düzce İl Merkezindeki Boşanmalar Üzerine Bir Çalışma A Study on Divorces in the City Center of Düzce Kamil ALPTEKİN 63-78 Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda Kalan Kadın Hükümlülerin Psikososyal Durumlarının Saptanması ve Sosyal Desteklerinin Belirlenmesi Figuring Out Of Psycho-social Conditions And Determination The Social Supports Of Women Who Stays in Ankara Closed Penal Institution for Women Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN Rumeysa AKGÜN 79-100 Sağlık Personeli Çalışma Yaşam Kalitesi Ölçeği: Geliştirilmesi, Geçerliliği Ve Güvenilirliği Quality of Work Life Scale for Healthcare Personnel: Development, Validity and Reliability İlknur AYDIN Yusuf ÇELİK Özgür UĞURLUOĞLU 101-112Sosyal Hizmet Uzmanlarının Aileye Dönüş Ve Aile Yanında Destek Projesine İlişkin Değerlendirmeleri Evaluations of Social Workers About Family Reunification Program Özge Sanem ÖZATEŞ Sevil ATAUZ İÇİNDEKİLER 113-136Sosyal Hizmetlerin Sivil Oluşumu- Berlin’deki Göçmen Sivil Toplum Örgütleri Üzerine Bir Araştırma Civil Formation of Social Services- A Research on Migrants’ Non-Governmental Organizations in Berlin Derleme/Review Emrah AKBAŞ 137-148Lezbiyen Gey Biseksüel Transseksüel Travesti Bireylerle Sosyal Hizmet Social Work With Lesbian Gay Bisexual Transsexuals and Transvestites Sema BUZ 149-160Sosyal Hizmet Uygulamalarında Etik Karar Verme Süreci A Comparison of the Content of Public and Private Hospitals’ Mission Statements Elif GÖKÇEARSLAN ÇİFÇİ Emine GÖNEN 161-174Çocuk İstismarı Alanında Çalışan Sosyal Hizmet Uzmanları Açısından Profesyonel Karar Verme Professional Decision Making among Social Workers in the field of Child Abuse Gonca POLAT ULUOCAK Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN 175-190Türkiye’de Sosyal Hizmetlerin Dönüşümü Transformation of Social Services in Turkey Neşe ŞAHİN TAŞĞIN Hüseyin ÖZEL Duyan, Tuncay, Sevin ve Erbay Araştırma SOSYAL HİZMET ÖĞRENCİLERİNİN EŞCİNSELLİĞE YÖNELİK TUTUMLARI: BİR ATÖLYE EĞİTİMİNİN ETKİLERİ Attitudes of Social Work Students towards Homosexuality: Effects of a Training Workshop Veli Duyan* Tarık Tuncay** Çağrı Sevin*** Ercüment Erbay**** *Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü **Dr, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ***Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ****Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ÖZET Bu araştırmanın amacı, sosyal hizmet öğrencilerinin eşcinselliğe yönelik tutumlarındaki değişimi verilen atölye eğitimi ile birlikte incelemektir. Çalışma kapsamında sosyal hizmet lisans programında öğrenim gören 45 öğrenciye eğitim verilmiş, ön test ve son test tekniğiyle eşcinselliğe yönelik tutumları karşılaştırmalı olarak değerlendirilmiştir. Öğrencilerin lezbiyenlere yönelik tutum puanları ortalaması eğitim öncesinde 13,42 iken bu ortalama eğitim sonrasında 11,93 olmuştur. Öğrencilerin geylere yönelik tutum puanları ortalaması eğitim öncesinde 13,38 iken bu ortalama eğitim sonrasında 11,80 olarak hesaplanmıştır. Öğrencilerin ölçekten aldıkları toplam puanların ortalaması eğitim öncesinde 26,80 iken eğitim sonrasında bu ortalama 23,73 olarak değişmiştir. Sonuç olarak, verilen eğitim sonrası öğrencilerin eşcinselliğe yönelik algılarının büyük oranda ve olumlu yönde değiştiği görülmüştür. Sosyal hizmet eğitim programları sosyal hizmet uzmanından beklenen profesyonel davranış konusunda güçlendirilmelidir. Ayrıca öğrencilerin eşcinsellere yönelik tutumlarını dikkate alan sınıf içi uygulamalara önem verilmelidir. Anahtar Sözcükler: Eşcinsellik, lezbiyen, gey, tutumlar, sosyal hizmet öğrencileri ABSTRACT This study aims to examine the effects of a training workshop on social work students’ attitudes towards homosexuality. In the study, 45 social work students from undergraduate program were recruited and their attitudes towards homosexuality were evaluated by using the technique of pre-test and post-test test. While the mean of attitude scores of students towards lesbians was 13,42 before the workshop it was found to be 11,93 after the workshop. The mean on the pretest attitudes towards gays was 13,38, the mean on the posttest was 11,80 after the workshop. The total mean of scores was 7 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 changed from 26,80 to 23,73. As a result, it is found that after the training, perceptions of university students towards homosexuality varied greatly and positively. Social work education programs should be strengthened for the anticipated professional behavior. Besides, in-class practices that consider the attitudes of students towards homosexuals should be regarded. marjinalize olan ve güçlenme gereksinimi içinde bulunan bireyleri ve grupları psikososyal iyileştirme ve geliştirme sorumluluğunu sosyal hizmet uzmanları taşımaktadır. Bu sorumluluk, kabul etmeyi, nesnelliği ve yargısal olmayan mesleki tutum ve davranışları etik olarak zorunlu kılar. Key Words: Homosexuality, lesbian, gay, attitudes, social work students GENEL EŞCİNSELLİK ALGISI GİRİŞ Damgalama, sosyal dışlanma, ötekileştirme gibi kavramlarla birlikte anılan eşcinsellik, hassas bir konu olarak güncelliğini korumaktadır. Eşcinsel bireylerin yeterince dillendirilemeyen ancak önemli bireysel ve toplumsal yansımaları olan sorunları, bu alanda çözüm odaklı eylemlerin harekete geçirilmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu kapsamda eşcinsellik ile birlikte değerlendirilmesi gereken kavramlar arasında eğitim özellikle önem taşır. Eşcinsellik sadece eşcinsel bireyler bağlamında düşünülebilecek bir konu değildir. Konuyu böylesine hassas bir noktaya getiren süreç, konunun toplumsal boyutuyla alakalıdır. Bu açıdan toplumun eğitilmesini odak alan uygulamalara büyük ihtiyaç vardır. Toplumsal önyargıları oluşturan sürecin aslında toplumun bilgi eksikliğiyle doğrudan ilişkili olduğu düşünülmektedir. Özellikle genç nüfusun çoğunlukta olduğu ülkemizde erken yaşlardan itibaren eşcinsellik konusunda eğitimlerin verilmesi konuya ilişkin toplumsal yaklaşımları olumlu yönde dönüştürebilir. Eğitimin kapsamı içinde sosyal hizmet öğrencileri de düşünülmelidir. Zira çeşitli nedenlerle ayrımcılığa maruz kalan, 8 Eşcinsellere karşı olan tutumların toplumsal yargılara, kalıplara ve bireyin toplumsallaşma sürecine dayandığı bir gerçektir. Diğer bir deyişle bütün bu tutumlar doğuştan değildir, öğrenilmektedir. Bu toplumsallaşma sürecine, aile, dini kurallar, kuşak aidiyeti/akranlar ve medya farklı şekillerde katkılarda bulunmaktadır (Ballard ve Morris, 1998: 278). Burada vurgulandığı gibi toplumun eşcinselliğe bakışı, sosyal öğrenme yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır. Bu aktarım ve sosyal öğrenme sonucu eşcinseller reddedilme, yanlış anlaşılma, baskı ve kınama ile karşılaşabilirler. Bu durum barınma, istihdam, sağlık bakımı, sosyal hizmetlere ulaşımlarını engelleyen bir ayrımcılık yaratmaktadır. Toplumlardaki heteroseksist anlayışın genel kabul görmesi ve homofobik tutumların güçlü olması, eşcinsellerin giderek toplumdan izole olmasını beraberinde getirmektedir (Buz, 2009: 113). Yapılan bazı araştırmalarda (Brownlee ve diğ., 2005; Black, Oles ve Moore, 1998; Berkman ve Zinberg, 1997) sosyal hizmet öğrencileri arasında ve hatta sosyal hizmet uzmanlarında homofobiye ve heteroseksizme rastlanmıştır. Homofobinin klasik tanımı, “eşcinsellere ya da eşcinselliğe karşı duyulan akıl dışı nefret, korku, hoşnutsuzluk ya da Duyan, Tuncay, Sevin ve Erbay ayrımcılıktır (Barker, 1999: 220).” Heteroseksizm ise “gey erkeklerin ve lezbiyenlerin sapkın, anormal veya heteroseksüellerden aşağılık konumda olduklarına ilişkin inanıştır” (Barker, 1999: 214). Araştırma bulguları eşcinsellere yönelik homofobik toplumsal algı ve tutumların birçok olumsuz çağrışımı içerdiğini göstermektedir. Homofobik tutumlar gey veya lezbiyen müracaatçılara yönelik kaçınma davranışlarıyla güçlü korelasyon göstermektedir (Hayes ve Gelso, 1991; Gelso, Fassinger, Gomez ve Latts, 1995). Eşcinsellik, uzun yıllar bir hastalık olarak ele alınmış ve tedavi edilmesi gereken bir olgu olarak değerlendirilmiştir. Bununla birlikte 1970’lerde eşcinselliğin ruhsal hastalık olmadığı konusunda yapılan girişimler sonucunda, eşcinsellik 1973 yılında Amerikan Psikiyatrist Derneği’nin hastalıklar listesinden çıkartılmıştır. Eşcinsellik halen ruh sağlığı uzmanları tarafından zihinsel bir hastalık ya da ahlaki bir bozukluk olarak kabul edilmemektedir (Kılıç, 2011: 149). Eşcinselliğe yönelik toplumsal tutumları anlamak için medya bir araç olabilir. Medyadaki uygulamalara bakıldığında; eşcinsellik, travestizm ve transseksüellik temaları arasında en çok eşcinsellikle ilgili haberlerin işlendiği görülmektedir. Bunların bir kısmının konusu eşcinsel evlilikler iken diğerleri daha çok eşcinselliğin olumsuz bir yaşantı biçimi olarak değerlendirilmesine yol açabilecek konuları içermektedir (Ercan, 2005: 66). Toplumdaki eşcinsellik algısıyla ilgili olarak toplumun cinsiyetlere bakışını da irdelemek gerekir. Toplumsal cinsiyet açısından bakıldığında ülkemizdeki ataerkil yapı ve erkekliği ön plana çıkaran anlayış, kadını bile yok sayarken, eşcinselliği kabul etme noktasında çok daha katıdır. Türkiye’ye özgü toplumsal değişkenler ve süreçler, eşcinsel insanları ötekileştirmekte ve onları sosyal dışlanmaya maruz bırakmaktadır. PROBLEM Yukarıda belirtildiği gibi ülkemizde eşcinselliğe toplumsal bakış ve eşcinsellik algısı son derece olumsuz bir seyir izlemektedir. Bu seyrin en önemli nedeni, toplumsal cinsiyet ve ataerkil yapının etkisiyle olumsuz eşcinsellik yargısının kuşaktan kuşağa aktarılmasıdır. Bu aktarım, üniversite eğitimi gören öğrencilerin zihinlerinde de hazır bir şekilde gelmektedir. Bununla birlikte bu gençlerin eşcinselliğe yönelik bakışları ve onlara verilecek bilinçlendirici bir eğitim sonrası değişikliğin olup olmayacağı ile ilgili literatür çok sınırlıdır. Toplumdaki bu algı ve ulusal literatürdeki bu boşluk, araştırmacıları bu çalışmayı yapma yönünde harekete geçirmiştir. AMAÇ Bu araştırmanın amacı, Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Sosyal Hizmet Bölümü öğrencilerinin eşcinselliğe yönelik tutumlarını incelemek ve verilen atölye eğitimi ile birlikte tutumlarda bir değişiklik olup olmadığını ortaya koymaktır. Bu genel amaç çerçevesinde şu soruya yanıt aranmıştır: Öğrencilerin eşcinselliğe (gey ve lezbiyenlere) yönelik tutumları, eğitim öncesi ve sonrası farklılık göstermekte midir? YÖNTEM Bu bölümde araştırmaya katılan öğrenciler, öğrencilerin seçiminde temel alınan ölçütler, kullanılan araçlar, verilerin toplanması ve çözümlenme yolları açıklanmıştır. 9 Toplum ve Sosyal Hizmet Araştırma Modeli Üniversite öğrencilerinin farklı cinsel yönelimi olan kişilere yönelik tutumlarına kısa süreli eğitim çalışmasının etkisinin incelendiği bu araştırma “ön test-son test” modeline dayalı yarı deneysel (Kaptan 1982); bir başka ifadeyle A-B tasarımına (Duyan 2010) dayalı bir çalışmadır. Bu modele uygun olarak araştırmada eğitim çalışmasına katılan öğrencilerin tutumlarına ilişkin olarak öntest-sontest ölçümleri yapılmıştır. Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Araştırmanın bağımsız değişkeni öntest ve sontest uygulamaları arasında öğrenciler ile gerçekleştirilen kısa süreli eğitim çalışması uygulamasıdır. Bağımlı değişken ise orijinali Herek (1998) tarafından geliştirilen Türkçe uyarlaması Duyan ve Gelbal (2004) tarafından gerçekleştirilen Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum Ölçeği ile değerlendirilen lezbiyen ve geylere yönelik tutum düzeyidir. Çizelge 1’de görüldüğü üzere araştırmaya katılan öğrencilerin yaşları 19 ile Çizelge 1. Araştırma Grubu Yaş 19 20 21 22 24 25 28 29 31 2 13 15 9 1 2 1 1 1 4,4 28,9 33,3 20,0 2,2 4,4 2,2 2,2 2,2 Kadın 29 64,4 Erkek 16 35,6 1 24 53,3 2 19 42,2 3 2 4,4 Var 10 22,2 Yok 35 77,8 Cinsiyet Sınıf Eşcinsel bir tanıdığının olma durumu Eşcinsel bir kişiyle arkadaşlık yapar mı? Yapar 39 86,7 Yapmaz 6 13,3 * Ort=21,62; SS=2,46; M-M=19-31. 10 Duyan, Tuncay, Sevin ve Erbay 31 arasında değişmekte olup yaş ortalaması 21.62’dir. Öğrencilerin yaklaşık üçte ikisi kadındır ve yarısından fazlası birinci sınıf öğrencisidir. Öğrencilerin dörtte üçünden fazlasının eşcinsel bir tanıdığı bulunmazken, tamamına yakını eşcinsel bir kişiyle arkadaşlık yapabileceğini belirtmektedir. Eğitimin İçeriği ve Eğitim Süreci Eğitim ders dışı bir etkinlik olarak planlanmış ve katılımda gönüllülük esas alınmıştır. Eğitimin öncesinde atölye çalışmasına davet edilen öğrenciler çalışmanın amacı, kapsamı, süresi hakkında eğitimci öğretim üyesi tarafından bilgilendirilmiştir. Ardından öğrencilere ölçme araçları dağıtılarak doldurmaları sağlanmıştır. Araştırmanın ön uygulamasının yapılmasının ardından eğitime geçilmiş ve görsel sunu desteğiyle birlikte eşcinsellik olgusu tümdengelim yöntemi izlenerek öğrencilerle birlikte çalışılmıştır. Soru, cevap ve kısa tartışmalar biçiminde ortalama iki saat süren eğitimin sonunda öğrencilerin ölçme araçlarını bir kez daha doldurmaları sağlanmıştır. Veri Toplama Araçları Araştırmada öğrencilere ilişkin tanıtıcı bilgilerin elde edilebilmesi için araştırmacılar tarafından geliştirilen bir soru kâğıdı ile farklı cinsel yönelimi olan kişilere yönelik tutum düzeyini belirlemek üzere Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum Ölçeği kullanılmıştır. Soru kâğıdı ve değerlendirme araçlarına ilişkin bilgiler aşağıda verilmiştir: Soru Kâğıdı Öğrencilerin bazı sosyo-demografik özelliklerinin saptanabilmesi amacıyla araştırmacılar tarafından hazırlanan bir soru kâğıdı kullanılmıştır. Bu soru kâğıdında öğrencilerin cinsiyeti, yaşı, devam ettiği sınıf, lezbiyen ya da gey birini tanıma durumu ile lezbiyen ve geylerle arkadaşlık yapabilme durumuna ilişkin sorular bulunmaktadır. Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum Ölçeği Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum Ölçeği, Herek (1988) tarafından geliştirilmiş ve Ölçeğin Türkiye’de geçerlik ve güvenirlik çalışması Duyan ve Gelbal (2004) tarafından yapılmıştır. Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum Ölçeği, sadece araştırma yapmak üzere gerçekleştirilmiş bir ölçme aracıdır. Ölçeği kullanmak için doktora düzeyinde sosyal veya davranış bilimcisi olmak (ya da doktora düzeyinde eğitimini tamamlamış olan ve bir eğitim ya da araştırma kurumunda görevli bir sosyal ya da davranış bilimcisinin danışmanlığı altında) gerekmektedir. Ayrıca Amerikan Psikoloji Derneği’nin Etik İlkeleri ile tutarlı olarak LGYT Ölçeği’nin kazanç amacı olmayan çalışmalar için kullanılacağının kabul edilmesi zorunlu tutulmaktadır. Ölçeğin kullanımı yukarıda belirtilen koşulları sağlayan sosyal ve davranış bilimcileri ile sınırlı tutulmuştur. Bireylerin erkek ve kadın eşcinselliğine karşı tutumlarını belirlemeye yönelik ölçekte, beşi erkeklerin ve beşi de kadınların eşcinselliğini yoklayan toplam on madde bulunmaktadır. Maddelerde belirtilen düşünceye, bireylerden “Hiç katılmıyorum”, “Katılmıyorum”, “Kararsızım”, “Katılıyorum” ve “Tamamen katılıyorum” olmak üzere beş derecede görüş bildirmeleri istenmektedir. Eşcinselliğe karşı maddelerden altısı olumsuz ve dördü de olumlu 11 Toplum ve Sosyal Hizmet anlam taşımaktadır. Olumlu maddeler puanlanırken “Tamamen katılıyorum” cevabı “5” ile ve “Hiç katılmıyorum” cevabı ise “1” ile puanlanmaktadır. Olumsuz maddelerin puanlanmasında da ”Hiç katılmıyorum” cevabı “5” ile “Tamamen katılıyorum” cevabı da “1” ile puanlanmaktadır. Ölçekten alınan yüksek puanlar, eşcinselliğe yönelik tutumların olumsuz; düşük puanların ise olumlu tutum olduğu anlamına gelmektedir. Ölçekle ilgili olarak bir norm çalışması yapılmamıştır; bu nedenle ölçek farklı gruptan gelen deneklerin tutumları arasında bir karşılaştırma yapmaya olanak sağlamaktadır (Duyan ve Gelbal, 2004). Verilerin Çözümlenmesi Araştırmanın amaçları çerçevesinde, denencelerin sınanmasında eğitim öncesi ve sonrasında Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum Ölçeği’nden aldıkları puanlar arasında bir fark olup olmadığına bakılmıştır. Eğitime katılan öğrenci sayısının az olması nedeniyle parametrik olmayan testlerden yararlanılmış ve farkın anlamlılık düzeyini belirlemek amacıyla Wilcoxon Signed Ranks testi uygulanmıştır. Araştırmada istatistiksel anlamlılık düzeyi 0. 05 olarak kabul edilmiştir. Araştırma verileri bilgisayarda işlenerek istatistiksel çözümlemeler yapılmıştır. Öncelikle betimsel istatistikler, ardından hipotez testi sonuçları verilmiştir. İşlemlerin yapılmasında sosyal bilimlerde istatistiksel çözümlemeler için paket program şeklinde hazırlanan SPSS for Windows 16.0 programı kullanılmıştır. Süre ve Olanaklar Bu araştırma 20 Nisan 2011 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Araştırmada 12 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 kullanılan soru kâğıtlarının basılması, eğitim çalışmasında kullanılan diğer materyallerin temini araştırmacılar tarafından karşılanmıştır. BULGULAR VE TARTIŞMA Bu bölümde, öğrencilerin tutum puanlarına ilişkin grup uygulaması öncesi ve sonrası (öntest-son test) elde edilen bulgulara ve bunlara ilişkin yorumlara yer verilmiştir. Çizelge 2’den anlaşılacağı üzere eğitim çalışmasına katılan öğrencilerin eğitim öncesi ve sonrası puanları lezbiyenlere ve geylere yönelik tutum değişiklikleri çerçevesinde ele alınmıştır. Ayrıca öğrencilerin ölçekten aldıkları toplam puan ortalamalarındaki değişim değerlendirilmiştir. Çizelgeden de görüleceği üzere öğrencilerin lezbiyenlere yönelik tutum puanları ortalaması eğitim öncesinde 13,42 iken bu ortalama eğitim sonrasında 11,93 olmuştur. Öğrencilerin geylere yönelik tutum puanları ortalaması eğitim öncesinde 13,38 iken bu ortalama eğitim sonrasında 11,80 olarak hesaplanmıştır. Öğrencilerin ölçekten aldıkları toplam puanların ortalaması eğitim öncesinde 26,80 iken eğitim sonrasında bu ortalama 23,73 olarak gerçekleşmiştir. Öğrencilerin eğitim öncesi ve sonrasında ölçekten aldıkları puanların değişimi değerlendirildiğinde lezbiyen ve geylere yönelik olarak tutumlarının olumlu yönde değişim gösterdiği söylenebilir. Öğrencilere uygulanan ölçeğin özelliklerine göre ölçekten her bir boyut için alınabilecek puanlar 5 ile 25 arasında olabilir. Bu puan aralığı göz önünde bulundurulduğunda öğrencilerin eğitim öncesinde görece olumlu tutumlara sahip oldukları söylenebilir. Eğitim öncesi Duyan, Tuncay, Sevin ve Erbay Çizelge 2. Öğrencilerin Eğitim Öncesi ve Sonrası Puanlarının Karşılaştırılması Durum Lezbiyen Gey Toplam Grup S Ort SS En Düşük En Yüksek Eğitim Öncesi 45 13,42 4,61 5,00 25,00 Eğitim Sonrası 45 11,93 4,42 5,00 25,00 Eğitim Öncesi 45 13,38 4,60 5,00 25,00 Eğitim Sonrası 45 11,80 4,56 5,00 25,00 Eğitim Öncesi 45 26,80 9,02 10,00 50,00 Eğitim Sonrası 45 23,73 8,55 10,00 50,00 ve sonrasındaki değişim dikkate alındığında öğrencilerin lezbiyen ve geylere yönelik tutumlarının olumlu yönde değiştiği ifade edilebilir. Bununla birlikte öğrencilerin ölçekten aldıkları puanların aralığının 5 ile 25 arasında değiştiği de dikkate alındığında, eğitime katılan bazı öğrencilerin hem lezbiyenler hem de geylere yönelik olarak tamamen olumsuz ya da tamamen olumlu tutumları olduğu söylenebilir. Bu durum hem eğitimin başlangıcı hem de sonrası için geçerlidir. Dolayısıyla tamamen olumlu ya da tamamen olumsuz tutuma sahip olan öğrencilerin bulunduğu söylenebilir. Çizelge 3’te eğitim öncesi ve sonrasında öğrencilerin tutumlarında meydana gelen değişime ilişkin bulgulara yer verilmiştir. Çizelgeden de anlaşılacağı üzere eğitime katılan öğrencilerin büyük bir bölümünde eşcinsellere yönelik tutumların olumlu yönde değiştiği görülmektedir. Ayrıntılı bir şekilde ifade etmek gerekirse lezbiyenlere yönelik tutumlarda 9 öğrencinin tutum puanları olumsuz, 28 öğrencinin tutum puanları ise olumlu yönde değişmiş iken 8 öğrencinin tutumlarında herhangi bir değişme olmamıştır. Geylere yönelik tutum puanlarında ise 10 öğrencide olumsuz yönde, 24 öğrencide olumlu yönde değişim söz konusu iken 11 öğrencide herhangi bir değişim olmamıştır. Toplam puanlardaki değişime bakıldığında ise 11 öğrencinin olumsuz, 29 öğrencinin olumlu yönde değişim olduğu ve 5 öğrencide ise herhangi bir değişimin olmadığı görülmektedir. Bugüne kadar sosyal hizmet eğitimcileri, üniversitedeki öğrencilerin homofobi ve heteroseksizm bakışlarına işaret etmek için farklı eğitim stratejileri kullanmışlardır. Bununla birlikte birçok çalışma, sosyal hizmet öğrencilerinin homofobi ve heteroseksizm konusunda varolan bakışlarını sürdürme yönünde eğilim sergilediklerini belirlemiştir (Black, Oles ve Moore, 1999; Oles ve diğ. 1999, Weiner, 1989; Akt. Messinger, 2002: 122). 13 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Çizelge 3. Eğitim Öncesi ve Sonrasında Öğrencilerin Tutumlarında Meydana Gelen Değişimin Karşılaştırılması Durum Lezbiyen Gey Toplam Değişimin Yönü S Ortalama Değişim Toplam Değişim Olumsuz 9 15,94 143,50 Olumlu 28 19,98 559,50 Yok 8 Olumsuz 10 13,60 136,00 Olumlu 24 19,13 459,00 Yok 11 Olumsuz 11 15,73 173,00 Olumlu 29 22,31 647,00 Yok 5 Black ve diğerleri (1999) yaptıkları tutum araştırması kapsamında sosyal hizmet öğrencilerine yönelik bir panel sunumu gerçekleştirmişlerdir. Panelde eşcinselliğe ilişkin yanlış inanışlar ve algıların yanı sıra eşcinsellerin maruz bırakıldığı dışlanma konuları tartışılmıştır. Panel öncesinde ve sonrasında öğrencilerin eşcinselliğe ilişkin tutumları ölçülmüştür. Panel sunumunun öğrencilerin eşcinsellere ilişkin tutumlarında küçük ama olumlu yönde bir değişim yarattığı belirlenmiştir. Sosyal hizmet uzmanları arasında homofobik tutumları azaltmaya yönelik bir eğitim Berkman ve Zinberg (1997) tarafından yapılmıştır. 187 katılımcının %10’unun homofobik ve büyük çoğunluğunun heteroseksist olduğu bulunmuştur. Homofobi düzeyinin ve heteroseksizmin homoseksüel erkek ve kadınlarla kurulan sosyal bağlantı ile negatif korelasyon gösterdiği belirlenmiş, 14 İstatistik Anlamlılık Düzeyi Z= 3,153 p = 0.002 Z= 2,776 p = 0.006 Z= 3,191 p = 0.001 dindarlık ile homofobi arasında güçlü korelasyon bulunmuştur. Katılımcılara verilen eğitimin homofobik tutumla anlamlı bir korelasyon oluşturmadığı bulunmuştur. Araştırmadan çıkan dikkat çekici bir diğer sonuç, katılımcıların eğitimleri süresince özellikle eşcinsellik konusunda bir ders ya da çalışma yapmadıklarını bildirmiş olmalarıdır. Williams (1997) kişilerarası bire bir bağlantının önemine vurgu yapmakta ve homofobiyi azaltmaya yönelik makro düzeydeki çalışmaların ve bilinçlendirme kampanyalarının ötesinde mikro düzeydeki etkileşim çabalarının daha etkili olduğunu özellikle belirtmektedir. Kişinin homoseksüel bir kişiyle sosyal bağlantısının varlığı homofobik ve heteroseksist tutumların doğrudan azalmasını sağlayabilmektedir. İçinde sosyal hizmet öğrencilerinden oluşan araştırma grubunun yanı sıra kontrol grubunun da yer aldığı bir Duyan, Tuncay, Sevin ve Erbay çalışmanın sonucunda (Cramer, 1997) homoseksüellere yönelik tutumların olumlu yönde değiştiği belirlenmiştir. Eşcinsellik bilgisinin yeniden yapılandırıldığı eğitimler eşcinsel kimliğine ilişkin yanlış algı ve tutumların azaltılmasına olanak sağlamıştır. Psikoloji öğrencilerinin yer aldığı bir başka çalışma (Nelson ve Krieger, 1997) eşcinsel bireylerin katılımıyla panel sunumu biçiminde gerçekleştirilmiştir. Sunumun öncesinde ve sonrasında uygulanan homofobik tutum ölçeği değerlendirme yapılmıştır. Son test uygulaması, öğrencilerin tutumlarında anlamlı düzeyde bir değişim yaşandığını göstermiştir. Ruh sağlığı alanında çalışan profesyoneller ve uygulama yapan stajyerler ile yürütülen bir atölye çalışmasında (Rudolph, 1989) katılımcıların homofobi düzeylerine etkide bulunulmaya çalışılmıştır. Çalışma sonucunda katılımcıların tutumlarında anlamlı düzeyde ve olumlu yönde artış sağlanmıştır. Bu çalışmaların sonuçları bizim çalışmamıza paralellik göstermektedir. Literatürde eşcinselliğe ilişkin tutum ve davranışları inceleyen genel düzeyde çok sayıda araştırma da mevcuttur. Güney, Kargı ve Çorbacı Oruç’un (2004: 136) Hacettepe Üniversitesi’nde okuyan 90 öğrenciyle yaptıkları çalışmada eşcinselliğe ilişkin olumsuz yaklaşımları gösteren önyargı ifadelerine rastlanmıştır. Bu ifadeler aşağıdaki şekilde sıralanabilir. Eşcinsellik; bireyi çökertir, eşcinsel bireyler asla mutlu olamazlar, sapıklıktır, toplumun dengesini bozar, iğrençtir, (eşcinsel bireye yakın olmak) benim sosyal statümü etkiler. Toplumsal ilişkiler bağlamında bakıldığında, bireyin eşcinsel bireylere yakınlık derecesi arttığında yaklaşımların olumsuz yönde değişim gösterdiği, özellikle aile bireylerinden birinin eşcinsel olması durumunda bunu kabul edemedikleri yönünde görüş bildirdikleri görülmektedir. Ancak söz konusu olan kişi arkadaş olduğunda tutumun olumluya doğru kaydığı görülmektedir. Yani eşcinsel bir bireyle ne tür bir yakınlık derecesi (kardeş, arkadaş) içinde olduklarına göre yaklaşımların olumlu ya da olumsuz olma durumu değişmektedir. Aras ve diğerlerinin (2005) İzmir’de Lise son sınıfta okuyan 861 öğrenci ile yaptıkları araştırmada Öğrencilerin %73,1’i eşcinselliği olumsuz karşılarken; %26,9’u eşcinselliği olağan bulduğunu belirtmiştir. Eşcinselliğe hoşgörülü yaklaşım oranı erkeklerde kızlardan anlamlı düzeyde düşük bulunmuştur. Schellenberg, Hirt ve Sears’ın (1999) Kanada Üniversitesi’nde öğrenim gören 199 öğrenciyle gerçekleştirdikleri araştırmada, geylere yönelik tutumun lezbiyenlere yönelik tutumdan daha negatif olduğu bulunmuştur. Gelbal ve Duyan’ın (2006) 315 üniversite öğrencisiyle yürüttükleri araştırmada lezbiyen ve geylere yönelik tutumlarının olumsuz olduğu görülmekle birlikte lezbiyenlere yönelik tutumlarının geylere yönelik tutumlarından daha pozitif olduğu tespit edilmiştir. Sonuç olarak, atölye eğitimi çalışmasının öğrencilerin tutumlarında genel olarak olumlu yönde bir değişim meydana getirdiği söylenebilir. Bununla birlikte değişimin eğitime katılan öğrencilerin tamamı için olumlu yönde olduğunu söylemek mümkün değildir. Eğitim çalışması sonrasında tutumlarında olumsuz yönde değişimin olduğu öğrenciler kadar herhangi bir şekilde tutum değişikliği olmayan öğrenciler de bulunmaktadır. Dolayısıyla öğrencilerde tutum değişikliklerinin gerçekleştirilebilmesi için 15 Toplum ve Sosyal Hizmet farklı eğitim stratejilerine gereksinim bulunmaktadır. Bu noktada yaşantısal öğrenme odaklı daha az sayıda kişiden oluşan grup çalışmaları yapılabilir. SONUÇ Bu araştırmadan elde edilen umut verici bulguların öğrencilerin almakta olduğu sosyal hizmet eğitimiyle güçlü bir bağlantısı olduğu düşünülmektedir. Sosyal hizmet eğitimi, öğrencilerin farklılıklara ilişkin duyarlılığını artıran bir değerler çerçevesi içinde yapılandırılmaktadır. Eğitim sürecinde birçok derste sosyal hizmet öğrencileri ayrımcılığa, ötekileştirmeye, dışlanmaya maruz kalan çocuk, genç, kadın, göçmen, psikiyatri hastası gibi nüfus ve sorun gruplarının psikososyal ve kültürel özellikleri hakkında bilinçlendirilmektedir. Müfredat programlarında yer alan sosyal hizmet kuramı, sosyal hizmet etiği gibi derslerde özellikle insan hakları, self determinasyon ve farklılıklara saygı gibi temel insancıl ve mesleki değerlere ilişkin öğrenci farkındalığı ve kabulü artırılmaya çalışılmaktadır. Uygulama yapacak olan sosyal hizmet profesyonelinin tutum ve davranışlarının “cinsiyet, yaş, özürlü olma, renk, ırk, toplumsal sınıf, dil, din, siyasal görüş ve cinsel tercih durumuna göre ayrım yapmaksızın şekillenmesi ve mümkün olan en iyi hizmetin sunulması” sosyal hizmet mesleğinin değerleri ve etik kuralları kapsamında özellikle vurgulanmaktadır. Eğitim ve araştırma uygulamasının yapıldığı öğrenci grubunun eğitim gördüğü sosyal hizmet bölümünün müfredatında doğrudan eşcinselliği ve eşcinsellerle sosyal hizmeti konu alan bir ders bulunmamaktadır. Sosyal hizmet öğrencilerinin eşcinselleri kabul eden ve psikososyal yönden destekleyen mesleki 16 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 davranışlar geliştirmeleri için müfredatlar güçlendirilmelidir. Zira Sosyal Hizmet Eğitimi Konseyi (Council of Social Work Education, 1992), sosyal hizmet eğitim programlarının akreditasyon standarlarının ve prosedürlerinin tanımlandığı politika belgesinde, eşcinsellerinin gereksinimlerini dikkate alan sosyal hizmet uygulama eğitimlerinin müfredat içinde yer almasını önermektedir. Sosyal hizmet uzmanının homoseksüelliğe ilişkin kişisel tutumu profesyonel davranışlarına ve yargılarına etki edebilir. Ekonomik veya psikososyal gereksinimleri olan gey ya da lezbiyen bir müracaatçının yardım talepleri sosyal hizmet uzmanının olumsuz kişisel tutumları yüzünden nesnel olarak değerlendirilemeyebilir. Sosyal hizmet öğrencileri ve diğer yardım edici mesleklerin öğrencileri arasında, homofobik ve heteroseksist tutumları azaltıcı çeşitli eğitsel uygulamalar yapılmalı, eğitimlerin değerlendirildiği seçkisiz kontrol denemesi türündeki ampirik araştırmalara ağırlık verilmelidir. Kişinin eşcinsel bireylerle sosyal bağlantısının varlığının homofobik tutumların azalmasında etkili olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır. Eğitim çalışmalarında katılımcı olarak eşcinsel bireylerin yer alması tutum değişimine olumlu etkiler yapabilir. Homofobik tutum ve davranışları azaltıcı özel eğitim, panel, seminer, atölye çalışması gibi etkinliklerin yanı sıra sosyal hizmet eğitiminin genelinde eşcinselliğe ilişkin bir vurgu yapılması daha etkili olabilir. Öğrencilerin özelde eşcinselliğe genelde ise insani çeşitliliğe ilişkin kaygılarının ve çeşitli gereksinim gruplarıyla etkileşim kurma konusundaki çekingenliğinin azaltılmasına lisans eğitiminin başlangıcından itibaren çaba harcanmalıdır. Duyan, Tuncay, Sevin ve Erbay KAYNAKLAR Aras, Ş., Şemin, S., Günay, T., Orçin, E. ve Özan, S. (2005). Lise öğrencilerinin cinsel tutum ve davranış özellikleri. Türk Pediatri Arşivi; 40(2), 72-82. Ballard, S. ve Morris, M. (1998). Sources of sexuality information for university students. Journal of Sex Education and Therapy, 24(4), 278-287. Barker, R. L. (1999). The social work dictionary (4th ed.). Washington, DC: NASW Press. Berkman, C. and Zinberg, G. (1997). Homophobia and heterosexism in social workers. Social Work, 42(4), 319. Black, B., Oles, T. P., & Moore, L. (1998). The relationship between attitudes: Homophobia and sexism among social work students. Affilia-Journal of Women and Social Work, 13(2), 166-189. Black, B., Oles, T. P., Cramer, E. P., & Bennett, C. K. (1999). Attitudes and behaviors of social work students toward lesbian and gay male clients: Can panel presentations make a difference?. Journal of Gay & Lesbian Social Services, 9(4), 47 - 68. Brownlee, K., Sprakes, A., Saini, M., O Hare, R., Kortes-Miller, K., & Graham, J. (2005). Heterosexism among social work students. Social Work Education, 24(5), 485-494. Buz, S. (2009). Eşcinsellere yönelik sosyal hizmet. Anti-Homofobi Kitabı: Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma, Ankara: Ayrıntı Basımevi. Council on Social Work Education (1992). Curriculum Policy Statement. Handbook of Accreditation Standards and Procedures Commission on Accreditation, Council on Social Work Education, Alexandria. Cramer, E.P. (1997). Effects of an educational unit about lesbian identity development and disclosure in a social work methods course. Journal of Social Work Education, 33(3), 461-472. Duyan, V. (2010). Sosyal Hizmet: Temelleri, Yaklaşımları, Müdahale Yöntemleri. Ankara: Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Yayını No: 15. Duyan, V. ve Gelbal. S. (2004). Lezbiyen ve geylere yönelik tutum (lgyt) ölçeği: Güvenirlik ve geçerlik çalışması. HIV/AIDS Dergisi. 7(3), 106-112. Ercan, H. (2005). Türkiye’deki gazetelerde cinsellik. Türk HIV AIDS Dergisi, 8(2), 6169. Gelbal, S. ve Duyan, V. (2006). Attitudes of university students toward lesbians and gay men in Turkey. Sex Roles, 55, 573-579. Gelso, C.J., Fassinger, R.E., Gomez, M.J., and Latts, M.G. (1995). Countertransference reactions to lesbian clients: The role of homophobia, counselor gender and countertransference management. Journal of Counseling Psychology, 42(3), 356-364. Güney, N., Kargı, E. ve Çorbacı Oruç, A. (2004). Üniversite öğrencilerinin eşcinsellik konusundaki görüşlerinin incelenmesi. HIV/ AIDS Dergisi, 7(4), 131-137. Hayes, J.A. and Gelso, C.J. (1991). Effects of therapist-trainees’ anxiety and empathy on countertransference behavior. Journal of Clinical Psychology, 47, 284-290. Herek, G.M. (1998). The attitudes toward lesbians and gay men (ATLG) scale. In: Davis CM, Yarber WH, Bauserman R, Schreer G ve Davis SL (Eds.) Handbook of Sexuality-related measures. Thousand Oaks, CA: Sage Publications. Kaptan, S. (1982). Bilimsel araştırma teknikleri ve istatistiksel yöntemler. Ankara: Tekışık. Kılıç, D. (2011). Bir ötekileştirme pratiği olarak basında eşcinselliğin sunumu: Hürriyet ve sabah örneği (2008-2009). Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, 1, 143-169. Messinger, L. (2002). Policy and practice. Journal of Lesbian Studies, 6(3), 121-132. 17 Toplum ve Sosyal Hizmet Nelson, E.S., and Krieger, S. L. (1997). Changes in attitudes toward homosexuality in college students: Implementation of a gay men and lesbian peer panel. Journal of Homosexuality, 33(2), 63-81. Oles, T.P., Black, B.M. and Cramer, E.P. (1999). From attitude change to effective practice: Exploring the relationship. Journal of Social Work Education, 35(1), 87-99. Rudolph, J. (1989). Effects of a workshop on mental health practitioners’ attitudes toward homosexuality and counseling effectiveness. Journal of Counseling and Development, 68(1), 81-85. Schellenberg, E. G., Hirt, J. and Sears, A. (1999). Attitudes toward homosexuals among students at a Canadian university. Sex Roles, 40(1-2), 139-152. Weiner, A.P. (1989). Racist, sexist, and homophobic attitudes among undergraduate social work students and the effects on assessments of client vignette. Unpublished doctoral dissertation, University of Wisconsin, Madison. Williams, W.L. (1997). Introduction. In J.T. Sears and W.L. Williams (eds)., Overcoming heterosexism and homophobia: Strategies that work. NY: Columbia University Press. 18 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk Research SOSYAL HİZMET ÖĞRENCİLERİNİN TOPLUMSAL CİNSİYET HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ: BİR NİTELİKSEL ARAŞTIRMA Opinions of Social Work Students on Gender: A Qualitative Research Özlem CANKURTARAN ÖNTAŞ* Sema BUZ** Burcu HATİBOĞLU*** Aslıhan Burcu ÖZTÜRK**** *Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ** Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ***Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ****Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ABSTRACT The purpose of this study is to investigate the views of the students of the Department of Social Work at Hacettepe University regarding gender, based on focus group discussions. We found that the student participants did not discuss about gender within the framework of power and oppression mechanisms in society. They explained gender roles within the socialization process and traditional role expectations, not within the context of male domination and subordination of the female. Key Words: Gender; gender stereotypes; masculinity; education femininity; social work ÖZET Bu araştırmanın amacı, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü öğrencilerinin toplumsal cinsiyete ilişkin görüşlerini odak grup tartışmalarına dayanarak incelemektir. Araştırmada öğrencilerin toplumsal cinsiyeti, toplumdaki güç ve ezme mekanizmaları çerçevesinde tartışmadıkları bulunmuştur. Öğrenciler toplumsal cinsiyet rollerini, erkek baskınlığı ve kadının ikincilleştirilmesi yerine; sosyalleşme süreci ve geleneksel rol beklentileri çerçevesinde açıklamışlardır. Anahtar Sözcükler: Toplumsal cinsiyet, toplumsal cinsiyet kalıpyargıları, erkeklik, kadınlık, sosyal hizmet eğitimi INTRODUCTION Due to the influence of the feminist theory, recognition of the differences between men and women form the basis of discussions on power relations. Feminist theory views inequality within social structure and criticizes biological determinism which frames female and male identities as fixed. Debates 19 Toplum ve Sosyal Hizmet about the differences between men and women still continue on sex versus gender discussion. The aim of this study is to capture and analyze the views of a set of social work students regarding gender. Social work education seeks to equip students with the knowledge, skills and values that will enable them to work with individuals, groups and society that are suffering from inequalities and discrimination. Gender-related to stereotypes feed social inequalities and discrimination in terms of gender. It is important to reveal the views’ of students about gender, to put forth their gender stereotypes and to help them gain awareness about gender inequality. Gender and Gender Identity Gender is based on the understanding that sexual identity is formed as a social identity which is constructed in different ways for men and women via social, cultural, economic and political structures. Patriarchal ideology defines women in relation to the private sphere and men in relation to the public sphere (Pateman, 2001). This distinction leads to the subordination of women and strengthens the powerful social position of men over women (Coltrane, 1998). Gender identity is reinforced by the expectations created by the social institutions which govern socialization and the establishment of gender roles in society (Connell, 1987). Since the pattern of demonstrating the “correct behavior” as a man or woman is determined by social relations, gender is a product of social practices. Traditional gender roles emphasize that men are self-confident and active in 20 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 terms of sexuality; and women are passive and submissive (Baber, 2000). The importance of being powerful, brutal and courageous for men enables them to be active in public life and helps them establish their domination over women. Stereotypes have an important function in the maintenance of this domination. Connell’s (2005; 2002) concept of hegemonic masculinity has become important to analyze masculinity in modern times which includes structural and institutional forces in the formation of gender. Hegemonic masculinity is a pattern of gender practice which legitimizes elements of patriarchy by comprising new forms of masculinity. This strategy aims to create cultural ideals of masculinity which guarantees domination of men over women. She argues that hegemonic masculinity in western countries is implied with power, control, and independence, individuality based on competition, aggressiveness and use of violence. Heiliger and Engelfried (1995, cited in Onur and Koyuncu, 2004) have eight different points that they focused on about the importance of socialization within the emergence of hegemonic masculinity. The first contention is that men’s world is characterized by being powerful, non-suffering, unfeeling, and always rational. Their second point is explained by the term “utilization” which addresses the appointment of women within the reproduction sphere in terms of the social distribution of labor and the exploitation of this appointment by men. This term is understood as the definition of women’s fertility and/or of domestic tasks, and as men’s making use of the reproductive power of women. Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk Heiliger and Engelfried’s third point is “silence” which describes men’s inability to speak about themselves and their emotions. The next one, which depends on silence, is “loneliness” which asserts that men think they have to solve their problems alone. “Rationality” is the fifth determinant, defines representation and expression of emotions negatively. The “continuous controlling position” based on rationality, is the sixth determinant point. It addresses the domination-establishing need of masculinity in every situation. This engenders “violence” which is the other point of men’s socialization. Violence is seen as a preferred behavior type for the solution of social problems. The last point is the “physiological distance,” the result of disconnection between brain and body which is the outcome of the creation of masculinity. Within this socialization process of men, more negative features are attributed to femininity compared to masculinity. Thus, stereotypes that portray women as being more sincere, sensitive, matronly, forgiving, protective and concerned with others (Dipboye and Colella, 2005) are presented as preconditions for their acceptation into the society. The learning process of women starting from childhood is legitimate as long as it is in line with the traditional values of the male world (Chodorow, 1978). Women encounter situations in which they have to develop less ambitious and more supporting roles for accessing the men’s world (Meeker and WeitzelO’Neill, 1985; Ridgeway and Diekema, 1992; cited in Carli and Bukatko, 2000). According to the first dimension that Heiliger and Engelfried (cited in Onur and Koyuncu, 2004) mentions, traditional women are presented as desired models but are perceived as insufficient and they are not respected. This shapes internal conflicts between the dominant men’s group and the inferior women’s group within the framework of sexist roles and paternalistic relations. Women who are not traditional but are respected due to their social status are subjected to aggressive sexism. Moreover, the distinction between public and private spheres that is developed over differences between men and women and that defines women in terms of their domestic responsibilities and men in terms of their effective roles in public life contributes to exploitation of women’s domestic labor by men. The necessity of serving men and economic dependence of women on men strengthens the fear of men’s violence which in turn creates the image that women are under men’s protection and care (Coltrane, 1998:63). Influential Factors in Gender Structuring in Turkey The life of women in Turkey is still shaped by traditional and religious practices that prevent women’s freedom. The high impact of religious and traditional codes over women’s daily lives shows that the sufficient level for women’s citizenship rights has not yet been achieved (Anil et al, 2002:8) although social sensitivity about women and men increased, and many legal rights were achieved against inequalities. The traditional structure in Turkey creates the acceptance of women’s secondary role within family and causes sexual morality disputes. Thus, women 21 Toplum ve Sosyal Hizmet are not perceived as subjects but as beings accounted for by families. This perception strengthens “feudal” behavior patterns like domestic violence, blood feuds, honor killings and the belief that men are responsible for the protection of their country and families (Sancar, 2004:209). Therefore the use of power is given as a right to men to subordinate women. Traditional patriarchy which sees women as sexual objects and gives obsessive importance to the potential damage to family and community honor should she “break the limits” and restricts her to the private sphere to avoid this. Within a new social structure that gives women opportunities to participate in public life, the way to cope with the fear of accessing public life is to neutralize them by pushing them to accept the role of “mother” (Berktay, 1998:3). Social Work Education and Gender Main goal of social work profession is to struggle against every type of social inequality including gender inequality. Women are an important client group of social work due to their secondary positions and social and economic subordination. Thus, gender is important to social work education. However, gender focus is not sufficient within the social work discipline (Leung, 2007; Figueira-Mcdonough, Netting and Nichols-Casebolt, 2001; Kulic, 2002; Barns, 2003; Trotter, Brogatzki, Duggan, Foster and Levie 2006; Payne, 1997). The impact of feminist theory on social work education started only after the 1990’s in Europe and the United States (Leung, 22 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 2007:187). Dominelli (2002:8) found that the traditional theory of social work is still gender neutral. Following this point, a group of theorists argued that traditional social work theory, which is insensitive to the subordination and inequality relations of women, is genderblind (Bentley, Valentine and Haskett, 1999:344; Leung, 2007:187; GriseOwens, 2002:152-161). The priority of women’s welfare in social work is reflected in the questioning of the image of women as being wives or mothers (Featherstone, 2001:3). Feminism emphasized the need for re-evaluation of social work curriculum. In Turkey, feminist social work have begun to be discussed only recently. So there is a need about to determine views of the social work students related to gender. METHOD The views of the student participants were gathered through six focus group meetings in July 2008. The focus groups were conducted by four researchers experienced in qualitative research. Views on gender are analyzed through prospect on femininity and masculinity, gender stereotypes, fields in which gender stereotypes are developed. Focus group technique is preferred since it is based on voluntary participation and it provides a natural research atmosphere rather than an a formal one. Focus group technique is appropriate since it gives an opportunity to the researcher and participants to grasp and gain insight about a selected theme (Morgan and Spanish, 1984; Krueger and Casey, 2000:4-6; Rubin and Babbie, 1989; Neuman, 2000). Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk The focus groups lasted between one and a half and two hours and the interests and engagement of the student participants was high. During the research process male participants used more defensive language than did the female participants. The analysis of the focus group meetings was started with the warmingup game which was about gender role-changing, and then the analysis continued with the focus group questions. Analyses were conducted by all researchers directly after the focus group sessions. According to Strauss and Corbin (1990), for the reliability of a research, a consensus between at least three of the researchers is important.Documents of focus groups which is around 300 pages had been jointly analysed. Creswell (1998) mentions about a systematic process of coding information. This systematic process includes analysis and categorization in order to transform certain expressions into meaningful clusters representing the interested phenomenon. Documents had been analyzed on the bases of pre-defined gender differences and equality between women and men by using open coding (examination, comparison, conceptualization and categorization of information), axial coding (uniting similar categories based on relations among them) and selective coding (defining and explaining the original or the main phenomenon. As a result of open coding and axial coding, masculinity was revealed as a social construct which is powerful, non-suffering, not crying and always rational, always in need of domination, favoring “violence” rather than solution of problems. Femininity on the other hand, is constructed as more prone to motherhood and caring roles, weak, responsible for their weaknesses and production of stereotypes, which can only be successful in domestic area. As a result ideas and concepts that had been revealed were seen to be coinciding with the theoretical knowledge on socialization of hegemonic masculinity (Heiliger and Engelfried 1995: in: Onur and Koyuncu, 2004:38) and formation of gender stereotypes (Huges 2002: in: Khoromi, 2006: 37; Brownlow et al., 2000) and the discussion had been based on socialization of hegemonic masculinity and formation processes of gender stereotypes. Participants Focus group meetings were conducted with forty five students, including eighteen female and twenty seven male student participants. The participant’s average age was twenty three with the youngest being twenty and the oldest thirty five. The average number of siblings is 2.5. Most of the students were born in less developed regions of the country. The majority, thirty nine, have lived in a city for the majority of their lives, four in a village, and two in a town. The education level of the participant’s fathers is higher than mothers. Most of the parents were graduates from primary schools and there are some illiterate and some university educated parents. Female participants most frequently cited their teachers as role models while male participant’s role models included fathers, grandfathers, uncles and teachers in that order. 23 Toplum ve Sosyal Hizmet FINDINGS Gender Stereotypes We found that students have some stereotypes about femininity and masculinity in terms of having different emotions, personal features, and problem-solving skills. These stereotypes are analyzed within the framework of the socialization phases of “hegemonic masculinity” which is defined by Heiliger and Engelfried (1995) and the social processes which are determinant in the emergence of gender stereotypes that are used by Khoromi (2006). Stereotypes on Masculinity In the research, the stereotypes about men were put forth through power, and the ones about women were expressed over powerlessness. Students expressed the power of men through the themes of vanity, taking responsibility, being protective, and refusal of being rejected. They also stated that appearing as a powerful person brings about feelings of inflexibility in a person’s behaviors. This seems to be appropriate to the first phase of hegemonic masculinity which is defined by Heiliger and Engelfried (1995; cited in Onur and Koyuncu, 2004:38). The created models of men in this first phase are powerful, non-suffering, not crying and always rational. Man means power. It comes from power. Man’s mentality is powerful, protective; because of the thoughts and views of the society there is a need for appearing as more powerful. (male) Men have rigid understanding of the self. They have vanity. They are brought up strictly, it is said that men never cry. (male) 24 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 The expected condition of being powerful brings about taking responsibility. While this responsibility increases the self-esteem of men in an exaggerated way it makes them choose being alone not to lose power. When you become a man, you start to have responsibility and unnecessary esteem and this causes men escape from many things. When I look at the relations of my mother and sisters… I resent them saying that you leave me alone. (male) In terms of the roles men have, men have more roles and they are burdened by these roles. In order to show themselves as powerful to others, men take on more responsibilities. In other words, they own the working burden of the business. (female) This seems to be consistent with Heiliger and Engelfried’s third and the fourth points in socialization of hegemonic masculinity (1995: cited in Onur and Koyuncu, 2004:38). According to this, in men’s socialization, “silence” is described as men not speaking about themselves and their emotions, and the development of “loneliness” as a result. Thus, men think that they must solve their problems alone. Loneliness is perceived as a positive value which is freed from femininity. ”Continuous controlling position” which takes place in the sixth phase that is defined by Heiliger and Engelfried (1995: cited in Onur and Koyuncu, 2004:38) for the socialization of hegemonic masculinity addresses the need for the sovereign establishment of masculinity in every determinant point in the social sphere. The “continuous controlling position” Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk appeared in the form of “protection” during the research. Protection is a stereotype which is transferred over generations to realize the expectation of women from men in the form of a powerful rescuing man. Men are psychologically more powerful than women. Women are more emotional, this is why they fray more. Because of this reason, women expect men to realize their masculinity roles such as being more protective or realizing masculinity. For instance, if someone attacks your house, the one who protects your house is the man. (male) I do not think that both sexes’ physical inequality is related to their overall inequality. Normally, women need more courage, they have all the rights but courage is necessary to realize it. But I do not want my relatives to go out because I do not what may happen outside. (male) The stereotype that men are powerful and rigid is fed by the stereotype that women are emotional and powerless. The judgment that men should be powerful and rational is tried to be maintained by the judgment “men do not cry”. They told us not to cry. (male) According to me, men are powerful. Women cry about every little problem, this is powerlessness. (male) This seems to be consistent with Heiliger and Engelfried’s “rationality” which is the fifth determinant point of the socialization of masculinity and which is defined as the expression of emotions in the socialization of hegemonic masculinity (1995: cited in Onur and Koyuncu, 2004:38). The silence in men’s emotions and thoughts, and loneliness which is perceived as a positive value that is freed from femininity together strengthens rationality. In this study, within the hegemonic masculinity understanding, the thought that men are active, mobile and have the leading role is considered upon men’s not accepting to be rejected within relationships. The participants marked this as the indicator of how violence against women is legitimized. Making people do whatever men want, men cannot stand being rejected. Using violence is caused by being rejected. (male) Stereotypes on Femininity Stereotypes which are evaluated as features belonging to femininity are defined as powerlessness, detail-addiction and unnecessary emotionality. The stereotype which is produced by the patriarchal ideology and which proposes that men are rational defines women as irrational. In this direction students stated that these kinds of features attributed to women make daily lives of women more difficult. Women are different in terms of details; they are more detail-addicted. Men think in a more rude and general way. (female) Indeed, this is applicable to traffic, too. Women have more accidents because they are more studious. (male) Students thought of the traditional roles and responsibilities of women as having features that are particular to femininity 25 Toplum ve Sosyal Hizmet like having the talent for domestic tasks and childcare. Taking up these responsibilities with the terms “aptitude” and “drive”, works as a mechanism that feeds patriarchy. There are traditional and modern family types. In the traditional family, men work and women stay at home. In modern families, there is more sharing. Even though women work, they have to take care of their children. Women have the drive for childcare. There is a difference in childcare by men and women. Women show more aptitude in these kinds of tasks. (male) Hughes states that one of the social processes that is determinant in the formation of gender stereotypes is the phenomenon that individuals work in a more productive way in jobs and positions which are more appropriate to their gender (2002; cited in Khoromi, 2006:37). Heiliger and Engelfried (1995: cited in Onur and Koyuncu, 2004:38) use the term “utilization” which addresses the re-assignment of women in the production sphere and men’s use of this in the social distribution of labor. Women gain advantages in both the public and private spheres by making use of their sexuality and that they can only establish equality through their sexuality. The judgment that women lie more easily than men is strengthened by the thought that women cannot be trusted and that they make achievements unfairly. In this context, any achievement women realize in both the public and the private spheres is not perceived as success obtained through their talents or education. 26 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Women are more advantaged. They can use their bodies for their interests. Women are sex objects in society. Women are upfront with their sexuality. They can use their beauty and sexuality in business life. The biggest difference between men and women is their physical difference. Women can do many things easily in their lives. (male) Clever women create equality; there is no problem of equality. (male) Women can make men do anything they want, this is something positive. For example they use their sex appeal, they can make men do whatever they want, even though women have disadvantages, this is positive. (female) Nevertheless, due to the important role women have in childcare, students think that women are responsible for the structuring of masculinity with patriarchal codes. Brownlow et al (2000; cited in Khoromi, 2006:37) emphasized that teenagers are encouraged to accept appropriate gender roles by their parents and teachers. But it can be argued that students accuse women and ignore the social construction that portray men as powerful and women as powerless. Haug and Hausser (1991) state that while women are the victims of the sovereignty and power relations, due to their determinant role in the formation of masculinity they play the role of both “victim” and the “perpetrator” (cited in Onur and Koyuncu, 2004:38). Indeed those who establish men’s sovereignty are women. Women put themselves in this (secondary) position and they bring up such children. Socialization process is Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk important and it is important to educate both men and women. This process which starts in the family is maintained outside it as well. Mothers accept this situation by saying that “fish smells from its head”. They get angry with their husbands but they bring their children up in this way. (male) Fields in Which Gender Stereotypes are Developed This section discusses the fields in which students develop stereotypes related to patriarchal ideology. Traditional social structure is influential in students’ developing these judgments and stereotypes emerge regarding sexuality and spouse choice, domestic division of labor, use of space, choice of jobs and the gender of social work. Sexuality and Spouse Choices Both male and female students had difficulty discussing sexuality during the focus group meetings, but male students more easily spoke about sexuality than female students. Student participants expressed the view that sexuality was a natural need for male students and was linked to love and trust for female students. In line with the views on sexuality, while women’s clothing, adaptation to men’s family and virginity were important criteria for male students, emotional sharing, complementing and improving each other were more important for female students. For me sexuality is linked to love and trust. (female) For men, it is families’ idea that men should have a pre-marriage relationship. Men start to learn sexuality in their teens. We learned that sexuality is something to buy and sell. (male) Moreover, male students pointed out that sexuality for men is an area where they should be experienced. In this context, participants stated that men go to specific places to learn sexuality. They rejected women’s ability to have premarital sexual experiences and viewed it negatively while choosing their spouses. Ilkkaracan and Seral (2000) state that while virginity was perceived as an important value and responsibility for women and their families, on the other hand having a premarital sexual relationship is seen as the indicator of masculinity. When choosing spouses virginity is such an important issue that male students indicated that they would share women’s state of being virgin with their families. Thus, the family functions as a system which controls women’s bodies (Ilkkaracan, 2001). …I would not marry a woman who had a premarital sexual relationship. There is a social pressure about this issue. If men do that they are called graceless, if women do the same, they are called corrupt. I would tell my family that my wife is not virgin. (male) Virginity is important. I am against premarital sex. Flirtation may happen but sexuality should not. This is something unforgivable. Men also cannot do this. This is something that depends on everyone’s own choice. I experience sexuality whenever I marry. (male) Moreover, especially the institution of religion was addressed as a reference 27 Toplum ve Sosyal Hizmet for the discussions of sexuality. Another interesting observation about spouse choice is that while religious women do not refer to religion in choosing their husbands, religious men prefer believing religious women. Behind this, it is thought that men perceive religion as a mechanism in controlling women. Similarly Ilkkaracan (2001:11) stated that religion and traditions in Turkey are used to control women’s sexuality. There is the mention of adultery in religion; if it was not emphasized severely, that would not happen that much. (male) Religion is also something that limits and prevents women to become equal with men. (female) It is (premarital sex) something perceived as sin in terms of traditional conservative thought or religion for both men and women but the society has a more negative image for women. (female) While sexuality is thought of being men’s power area, it is at the same time discussed as the performance arena for men in which they should prove themselves. His boss said I would bring him to the school (brothel). There is the possibility of being unsuccessful there, there are things waiting for you outside. What a difficult situation.(male) While men stated that they choose to marry women who are younger and less-educated, women stated that they choose to marry men who have higher status and are cleverer. 28 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 My wife should be smaller than me; she should not be cleverer than I am. (male) He should be trustable and clever. I want him to be powerful, I should feel like I am on the pavement. (female) Even though it is discussed that sexuality can be experienced only after marriage due to social pressures, indeed marriage is stated as an institution which satisfies the sexual needs of men regularly. Even, domestic rape is taken within this context. Marriage is an institution in which you can satisfy your sexual needs. I learned about domestic rape here at school. They call it as a sin if a woman rejects you. (male) There are obligations and if these do not happen, it cannot be called rape, but I am not totally sure. If it is a forced marriage, may be but if marriage is a voluntary one, it should not be, but I am not sure. At a point they do not accept, they should break up. (male) This research has shown that sexuality appears as a field in which rules are determined by men, men have power and determine how women should behave. This is the indicator of social work students’ sexist approaches. Domestic division of labor While male students who live separately from their families stated that they could do everything at home, those who live with their families stated that domestic works are for women. Domestic tasks are evaluated as those that should be done by men only if Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk their wives work or if a man lives alone, which are already the “compulsory conditions”. The roles of working parents are different than the families where mothers do not work. In my opinion, in both home and business life, men and women should share equal roles. (female) If a woman prefers to stay at home instead of working outside, she should not take offense at doing domestic tasks. (female) Cleaning, washing dishes, cooking… we do everything. We, three boys stay at home and do everything. I dream of marrying, there is a need for a woman. (male) If we are both working, there should be sharing among us in terms of domestic tasks. (male) space usage in the warming-up game played in the beginning of the focus groups. Spaces included dangerous spaces for women while they were not mentioned by the men. The participants distinguished between male and female spaces and women cannot use some of the male spaces at nights. In Boratav’s (2002) research too, it was pointed out that use of some of the public spaces are limited during the evening hours for women. There are dangerous spaces for women. (male) Entertainment areas are different. (male) It is different to stay outside until late. It is different for female students to go to an urban university, they are either under permanent control or called back home. (male) There is social pressure for sure; the places you live are different. It is separated as female-male-family. (male) However, in terms of family decisionmaking, both male and female participants who pointed out that woman have a secret power or cunningness to sway the decision. This issue can be evaluated within the framework of “patriarchal bargaining” (Connell, 1987; Kandiyoti, 2007) which is developed by women as a coping strategy against patriarchal ideology. Age was another important element governing space considerations for men. Especially after the age of 18, it was stated that there are no social pressures over the space usage of males. It was observed that the stereotypes of students about gender roles are produced mainly by traditional social structure they live in and its institutions like family and religion; and reinforced within this structure. After 18, you start to become a total man, but nothing changes until you start to study at the university… You must be 18 for a driving license, for alcohol the same; the age of 18 is a turning point for a man. (male) Gendered Space Job Choices Student participants demonstrated their gender differences regarding Students who participated in the research pointed out that biological 29 Toplum ve Sosyal Hizmet difference are influential in choosing jobs. They defined jobs as “male” and “female” professions due to the biological differences. For example, students thought that professions which are carried out by men require physical power and defined “engineering”, “driving” and “mining” as male professions. There are differences in terms of physical power but there is no difference in jobs which require intelligence. When I say physical power, I mean heavy jobs like mining, etc. (female) Society distinguishes between female jobs and male jobs. (male) Women cannot be drivers. (male) Really, it seems to be difficult for a woman to choose construction engineering as a job. Both in terms of power and of how she will be going out for the field these questions come to one’s mind. (male) In terms of employment opportunities, male students think that biological differences of women have may turn into advantages in some cases and into the disadvantages in other cases. For example, while male students think that physical features of women like “pregnancy, period, and menopause” may turn into disadvantages, they also think that sexual attractiveness, esthetic may turn into advantages for them. Physical attractiveness and sex appeal of women may turn into advantages in business life. (male) I work at a hospital. Two nurses got maternity leave. People here could not use their leave because of these two people. They are neither right 30 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 nor wrong but I have prejudices about this. (male) If a man and a woman both apply for a job and if the man completed his compulsory military service, the man is hired because maternity leave make the conditions harder for the company. (male) The participants expressed that gender roles that are attributed to women and men resulted in the view that there are professions which are more appropriate for women or men. The choice of these professions is influenced by some of the limitations of women like not being to travel freely or independently in all situations. At the same time, gender roles result in the exclusion of women from specific fields such as technology or engineering. This is explained by Connell (1987:141) in that technology is defined as the power arena of men and the accumulation of richness is kept within the hands of men. Kulic (2002:59) points out that defining professions as men and women professions and not questioning them contributes to the reproduction of this sexist division of labour. Gender of the Social Work Profession On the issue of whether social work has a gender or not, those who think that the gender of the profession is woman and those who think that it is sexless constitute two different categories. Especially, it was observed that the sexist perspectives of male students while choosing professions reflected upon their thoughts about the gender of the social work profession. Male students think that due to the “positive” features Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk which socially do not fit men like “being emotional, communicative, good listener, detail-addicted”, women can be better social workers. On the other hand, male students think that since they do not have these “positive” features they prefer to “work as managers, advocacy workers and project workers”. Men’s definition of women’s professional functions with “positive” features shows that they are still in an understanding that pushes women back to the private sphere and that the controlling power is seen as men’s job. There are spaces where women can work more successfully. Women can do better in the fields of social services. A male can more easily open himself to a female expert. (male) Social work is a female job. Women think in a more emotional way. (male) A woman (social worker) is more sensitive. (female) Besides, participants said that religious belief and personality of a social worker affect the professional work and that personality is an important factor for being a good social worker. A female social worker can be religious, be insensitive to domestic rape, may ask a woman why she rejected her husband. (female) There is no gender for the profession of social work. It is based on personality. You can do it if your personality is powerful, you cannot do it if you are powerless. Men and women can do it. (male) Some student participants pointed out that gender is not a determinant for working in the fields of social services. In the case of developing a humanitarian sensitivity by social work education and of taking professional ethical values as the basis, they stated this kind of a distinction is eliminated. But the issue is not discussed within the framework of gender roles in any of the groups. This supports the contention that social work curriculum is genderneutral (Dominelli, 2002) and gender-blind (Bentley, Valentine and Haskett, 1999; Leung, 2007). Both male and female social workers should have the same sensitivity. Together with education, both sexes can become sensitive. There are professional ethical values. Men can do the necessary things with knowledge, ethics and skills. (male) Suggestions Regarding the Transformation of Stereotypes on Gender Student participants emphasized the importance of four points of the socialization to achieve the transformation of gender stereotypes. Those are socialization process, education, the legal system and women’s organizations which work for women’s rights. Socialization process is important and it is important to educate both men and women. (male) There is a book about topics that were taught to women about pre– 1945 and post–1945. Women are accepted “female” roles and men are accepted “male” roles. This has 31 Toplum ve Sosyal Hizmet to change. For example, it is as if women are in the kitchen and men read newspaper. (female) The importance of the socialization process is that it is emphasized by addressing family and business life. For example, men can be taught domestic tasks. They are the learned roles. Normally, girls are directed towards the home works more. Boys are protected by their mothers in this issue. It is the same from the angle of professions: For instance, if a girl wants to learn engineering and become an engineer, someone tries to prevent it. It is perceived negatively. (female) Students think that the re-construction of domestic and external roles of women for women would empower them and realize men-women equality. Women should also do men’s jobs. When my mother goes out the bank, she does not know what to do; she cannot proceed with the bills. My father sees this as a power for himself. My mother has the fear of what to do when my father is not around. (female) Unless caring and feeding roles end, equality will not be realized. The way to equality goes through changing the roles. (female) The moment when a woman enters into gender roles is the marriage point. This starts with taking the surname of the man. From this point on, she starts to take the burden of gender roles. The woman gives birth to the child, and marriage is the package of the traditional roles. The woman even chooses the goods for 32 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 the house. Instead of changing the role of woman in the mind of the man, there is a need for changing the roles within “marriage”. Unless these roles change, diversity will not be achieved. (female) Student participants emphasized that to change the patriarchal structure and gender roles, university education and the legal system are important. They also said that equality between the sexes remain in the theoretical level, and as for the practice, the sexes and the gender sensitivities of the legal system reflect the implementation of the laws. They questioned the impartiality of the legal system argued that the continuity of the patriarchal social order is maintained in part by it. Judges are also educated but they do not have gender sensitivity. They don’t appropriately prosecute honor killings. (female) Participants said that university education is influential for the questioning of gender roles. Fathers are always in the back in terms of the homework, indeed they should be equal, I learned this at the university and now I started to realize this, I work. (male) We understand only at the university why we are oppressed. Women who study at the university do not accept men’s sovereignty. They have jobs. (female) While students found it positive that gender issues are questioned during social work education, they also emphasized its insufficiency. Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk I took a gender course. I am well-aware of this issue. The perception of society is important for me, there is a patriarchal society. Women are in the second plan. (male) As for the solution of the equality problem, the participants stated that men and women should resist gender roles being imposed by society and especially women should struggle for change. Ataturk (the founder of the republic) made women be in the front position by destroying the traditional taboos in Turkey. He tried to create change for women. But since women are not enterprising, they are at the backstage and are not equal. In my view, women in Europe struggle more than we do for equality. (female) There is no sharing. Men are those who get service, women are those who provide service. The standing of women is important; women should also put pressure on men. These are the things the society provides and impose. (female) DISCUSSION AND RESULTS Being a female is a difficult position in Turkey as stated by both male and female students. Social pressure on women aims to control women and obstructs them to live their lives independently. The students stress the constraints on clothing that women should not wear attractive clothes. The restricting practice of Islam on women’s clothing was also expressed as a tool to control women’s life. The other mention was on the limits on women’s use of public spaces. These restrictions show that the visibility and so the presence of women is controlled by society in order to subordinate women. Stereotypes about females and males are found present in terms of having different emotional structures, personal features and problem solving skills. Men are portrayed as rational, strong in emotional sense, active in social life and free to use nearly all public spaces. Correlatively men’s leading role is accepted on the base of power of men. The stereotypes about females are presented as opposites of males’ in accordance with patriarchal ideology. Women are presented as powerless, excessively emotional and detail-addiction which disable them to be powerful in social life. This view serves to reproduce and maintain the power of men and subordination of women. The stereotypes regarding sexuality and spouse choice based on virginity of women, division of labour at home and choice of professions are found to be fed by family relations, religious beliefs and business life. Student participants emphasize the role of socialization process of males and females, the university education system, legal system and women’s organization which struggle against gender inequality in order to transform stereotypes about the gender. In undertaking this research we have found that students take the traditional social structure as a reference point while learning and reinforcing gender roles and stereotypes. We hypothesize that taking the traditional social structure as the reference point is enhanced by and is in line with the rise of conservative orientation in Turkey since the 1990’s. Moreover, the facts that 33 Toplum ve Sosyal Hizmet most of the students who participated in the research have a socio-cultural origin based on a traditional structure and that they accept this structure it is normal that there is an important emphasis place on this structure. The traditional welfare regime in Turkey imposes the solution of every social problem within families or by the families, in other words within the private sphere. Thus, social services in Turkey have become possible only in areas which are deemed necessary. Besides, women are not considered individuals but are perceived to be the actors of the families. This has caused a lack of services given to women. Apart from the traditional structure, another reason why students cannot develop sensitivity about gender is because of social work education itself. Focusing on harmony and protection instead of change within social work education is the biggest barrier in front of students’ obtaining a critical view. Indeed, students suggested that women should realize harmony to the system by using their sexuality, femininity and intelligence for the problems they experience. Attributing the responsibility for social change to women results in ignoring the need for transformation of masculinity. Students cannot analyze gender within the framework of power and oppression mechanisms that are linked to the traditional structure and thus their predictions about change are limited to education and socialization. Orme (2003) in this issue states that women are seen as the victims of the oppression within the social work education and that there is insufficiency in their definition of how the power operates. Leung (2007) discusses the fact 34 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 that the social work curriculum should be re-produced with non-sexist point of view and mentions two important limitations to the improvement of a social work curriculum that is sensitive to gender. Those are the dominant traditional structure and the non-existence of optional courses on gender expertise. Indeed, as a result of this research, we found that two students who attended optional gender courses focused on the issue from a more critical perspective. Researchers who touch upon the fact that social work education is genderblind (Orme, 2002; Orme; 2003; Dominelli, 2002) find the solution of the problem to be inclusion of feminism to the social work curriculum. This is because feminist social work does not only focus on women’s problems, but it also provides an important ground to analyze the value system, information basis and the roles and responsibilities of social work profession, with a critical point of view against the structural inequality in the society (Dominelli, 2002; Leung, 2007). Orme argues that in order for a feminist social work theory to be developed, students should notice that social work disproportionately intervenes in the lives of women and that this intervention constructs the roles and responsibilities expected from women in a sexist way. The internalization of the traditional gender roles and stereotypes of the students may result in the structuring of the practice in a sexist way. Because of this reason, there is a need for freeing policies that consider structural factors that do not limit women with the private sphere instead of policies which put the burden of the responsibility of change on women. The Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk anti-sexist emphasis in social work education should become mainstreaming. FURTHER RESEARCH Further research to be conducted, will use mixed methodology. The longitudinal research which focuses upon the overall education process and the discussion of the topic in groups which have different combinations for men and women will let us understand the different sides of the subject. The themes of family and religion can be taken into consideration as the subjects of different researches. REFERENCES Chodorow, N. (1978). The reproduction of mothering, psychoanalysis and the sociology of gender. London: University of California Press. Coltrane, S. (1998). Gender and families. New York: Rowman and Littlefield. Connell, R. W. (1987). Gender and power. Cambridge: Polity Press. Connell, R.W. (2002). Hegemonic masculinity and violence: Response to Jefferson and Hall. Theoretical Criminology, 6(1), 8999. Connell, R. W. (2005). Masculinities (2nd ed.). USA: University of California Press. Creswell, J. W. (1998). Qualitative inquiry and research design: Choosing among five traditions. CA: Thousand Oaks, Sage. Anıl E., Berktay A. ve İlkkaracan P. (2002). The new legal status of women in Turkey, Women for Women Rights, www.wwhr.org/ id-736. Dipboye, R. L. and Colella, A. (2005). Discrimination at work: The psychology and organizational bases. New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates. Baber, K. M. (2000). Women’s sexualities. In M. Biaggio and M. Hersen (Eds.), Issues in the psychology of women. New York: Plenum Press. Dominelli, L. (2002). Feminist social work theory and practice. Hampshire: Palgrave and Macmillan. Barns, A. (2003). Social work, young women and femininity. Affilia, 18(2), 148-164. Bentley, K. J., Valentine, D. and Haskett, G. (1999). Women’s issues and social work accreditation: A status report, Affilia, 14, 344. Berktay, A. (1998). Cumhuriyet’in 75 yıllık serüvenine kadınlar açısından bakmak, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. İstanbul: Türkiye İş Bankası ve Tarih Vakfı Yayınları. Boratav, H. B. (2002). Kuştepe gençliği: penceremden gördüklerim. Kuştepe Gençlik Araştırması (ed. Kazgan, G.) İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Carli, L. L. and Bukatko, D. (2000). Gender, communication, and social influence: A developmental perspective. In Eckes, T. and Trautner, H. M. (Eds.), The Developmental Social Psychology of Gender, USA: Lawrence Erlbaum. Featherstone, B. (2001). Why gender matters in child welfare and protection. Critical Social Policy, 26(2), 294-314. Figueira-Mcdonough, J., Netting, E. F. and Nichols-Casebolt, A. (2001). Subjugated knowledge in gender-integrated social work education: Call for a dialogue. Affilia, 16(4), 411-431. Grise- Owens, E. (2002). Sexism and the social work curriculum: A content analysis of the journal of social work education, Affilia, 17, 147-166. Heiliger, A. and Constance E. (1995). Sexuelle gewalt mannliche sozialisation und potentielle taterschaft. Frankfurt: Campus Verlag. Ilkkaracan, I. and Seral, G. (2000). Sexual pleasure as a woman’s human right: Experiences from a grassroots training program in Turkey. In Ilkkaracan, P.(ed.), Women and 35 Toplum ve Sosyal Hizmet sexuality in muslim societies, (187-197), Istanbul: WWHR and KHIP. Ilkkaracan, I. (2001). Islam and women’s sexuality: A research report from Turkey. good sex: Feminist perspectives from the world’s religions. Hunt, M., Jung, P.B., Balakrishnan, R. (Eds.), New Jersey: Rutgers University Press. Kandiyoti, D. (2007). Cariyeler, bacılar, yurttaşlar (İkinci basım). İstanbul: Metis. Khoromi, F. (2006). The nature of gender differences in sciences mathematics ve engineering education: A literature review of stereotype threat and ıts underlying mechanisms. San Diego: Alliant International University. Krueger, R. A. and Casey, A. M. (2000). Focus groups: A practical guide for applied research, USA: Sage. Kulic, L. (2002). The impact of social background on gender-role ideology: Parents’ versus children’s attitudes, Journal of Family Issues, 23(1), 53-73. Leung, L. C. (2007). The impact of feminism on social work students in Hong Kong. Journal of Women and Social Work, 22(2), 185-194. Morgan, D. and Spanish, M. (1984). Focus groups: A new tool for qualitative research. Qualitative Sociology (7), 253-270. Neuman, W. L. (2000). Social research methods: Qualitative and quantitative approaches (4th Ed.). Boston: Allyn and Bacon. Onur, H. ve Koyuncu, B. (2004). Hegemonik erkekliğin görünmeyen yüzü: Sosyalizasyon sürecinde erkeklik oluşumları ve krizleri üzerine düşünceler, Toplum ve Bilim (101), 31-50. Orme, J. (2002). Feminist social work In R. Adams, Dominelli, L. ve M. Payne (eds). Social work: Themes, issues and critical debates (second ed.), Basing Stoke: Palgrave. 36 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Orme, J. (2003). It’s feminist because I say so!: Feminism, social work and critical practice in the UK. Qualitative Social Work, 2, 131. Pateman, C. (2001). The fraternal social contract. In R. Adams and D. Savran (Eds.), The Masculinity Studies Reader. US and UK: Blackwell. Payne, M. (1997). Modern social work theory (Second Edition). London: Macmillan Press. Rubin A. and Babbie E. (1989). Research methods for social work. CA: Whadsworth. Sancar, S. (2004). Otoriter Türk modernleşmesinin cinsiyet rejimi, Özel Sayı: İdeolojiler II, Doğu Batı Dergisi, 29. Strauss, A. L. and Corbin, J. (1990). Basics of oualitative research: Grounded theory procedures and techniques. CA: Sage. Trotter J., Brogatzki L., Duggan L., Foster, E. and Levie, J. (2006). Revealing disagreement and discomfort through autoethnography and personal narrative: Sexuality in social work education and practice, Qualitative Social Work, 5(3), 369-388. Alptekin Araştırma DÜZCE İL MERKEZİNDEKİ BOŞANMALAR ÜZERİNE BİR ÇALIŞMA lerine açık olma, sanayileşme, kadınların istihdam olanakları, kültürel çeşitliliği bünyesinde barındıran toplumsal doku; ekonomik darboğazlar; erken yaşta yapılan evlilikler, kitle iletişim araçlarını kötüye kullanma ve evliliğe yüklenilen anlamlar söz konusu faktörler arasında bir adım öne çıkmıştır. Her ne kadar boşanmaların arka planında gizli bir gündem maddesi olarak kalmışsa da evli çiftlerin gelenek ve modern yaşam arasında yaşadığı savrulmanın da boşanmalar için önemli bir faktör olduğu anlaşılmıştır. Anahtar Sözcükler: Boşanma, evlilik, toplumsal değişim, yorumsamacı yaklaşım A Study on Divorces in the City Center of Düzce Kamil Alptekin* *Yrd. Doç. Dr., Düzce Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu Sosyal Hizmet Bölümü ÖZET Bu araştırma depremden sonraki on yıl içerisinde (2000-2010 yılları arası) Düzce il merkezinde gerçeklemiş olan boşanmaların arkaplanında yatan psiko-sosyal faktörleri ortaya çıkarmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Yorumsamacı bakış açısıyla nitel bir desende tasarlanmış araştırmada Düzce’de boşanmalar konusuyla doğrudan veya dolaylı bir şekilde ilgisi bulunan kamu, yerel yönetim ve baro mensubu toplam 20 kişiyle açık uçlu görüşmeler yapılmıştır. Görüşmelerin içerik analizi sonucunda hızlı bir toplumsal değişimin yaşandığı Düzce’de birbiri içerisine girmiş pek çok faktörün boşanmaları etkilediği belirlenmiştir. Yakın mesafelerde bulunan metropol kentlerin kültürel etki- ABSTRACT This research has been performed for the purpose of unveiling the psycho-social factors that lay behind the divorces that occurred in the city center of Düzce within the ten years (from 2000 to 2010) following the earthquake. In the research, which has been designed on a qualitative pattern according to the interpretive point of view, open ended interviews have been conducted with a total of 20 people consisting of civil service, provincial government and bar association officials who were involved in the divorces in Düzce directly or indirectly. It has been determined and concluded as the result of content analysis of interviews that a great number of interlaced and interrelated factors affected the divorces in Düzce where a rapid social change was prevailing. Exposure to cultural impacts of nearby metropolitan cities, industrialization, employment opportunities of women, social environment which incorporates cultural diversity in its structure; the economically difficult situation, early marriages, misuse of mass communication media and meanings attributed onto marriage stood forward among the said factors. Despite the fact that it remained in the background of the divorces as a hidden item of agenda, it has been realized that the 37 Toplum ve Sosyal Hizmet drift experienced by married couples between traditions and modern life was a significant factor for divorces. Key Words: Divorce, marriage, social change, interpretive approach GİRİŞ İnsanlığın ve toplumun gelişme süreci içinde “aile kavramı” türlü nitelikler göstermiş; her çağın ve her toplumun kendine özgü bir aile kavramı, bir aile anlayışı olmuştur (Velidedeoğlu, 1976: 14). Aile sadece kendiliğinden doğal bir şekilde oluşmuş bir yapı değildir; aynı zamanda sosyal olarak yapılandırılmış, zamana ve koşullara göre değişime uğramıştır (Reiger, 2005: 61). Halen Dünya üzerindeki farklı toplumlarda, çok çeşitli aile biçimleri varlıklarını sürdürmektedir. Asya, Afrika ve Pasifiğin uzak bölgeleri gibi kimi yerlerde, geleneksel aile yapısında pek az değişme olmuştur. Buna karşılık, pek çok ülkede önemli değişmeler ortaya çıkmaktadır. Bu değişmelerin kökenleri karmaşıktır. Ancak özellikle önemli olan birkaç etken ayırt edilebilir. Örneğin bunlardan birisi, Batı kültürünün yayılmasıdır. Söz konusu değişmeler, çekirdek ailenin baskın duruma gelmesi, geniş aile sistemlerinin ya da öteki akraba gruplarının çözülmesi, eşin özgürce seçilmesi ve çocuk haklarının genişletilmesi yönünde genel bir eğilimin güçlenmesine yol açmaktadır (Giddens, 2000: 151). Bununla birlikte özellikle gelişmiş ülkelerde yaygınlaşan evliliğe karşı seçeneklerin de (örn; evlilik bağı olmaksızın birlikte yaşama, eşcinsel ana-babalardan oluşan aile kurma, bekar kalmayı isteme gibi) aile yapılarındaki değişimlerde etkili olduğu vurgulanmalıdır (Giddens, 2000: 175-177). 38 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Ortaya çıkan bu tablonun olumlu ve olumsuz pek çok yansımaları vardır. Ancak ailedeki bölünmeleri ve beraberinde boşanmaları tetikliyor ve yaygın bir hale getiriyor olmasından dolayı (ki günümüzde değişik oranlarda da olsa tüm dünyada boşanmalarda görülen artışlar bu düşünceyi doğrulamaktadır) söz konusu değişimlerin olumsuz yansımaları adeta bir adım öne çıkmış gibidir. Boşanma olgusu kısaca yasal yoldan kurulmuş olan evlilik birliğinin yine yasal olarak sona erdirilmesi yani erkek ile kadının, hukuki bir kararla evliliklerini tamamen sona erdirmesi olarak tanımlanabilir. Kuşkusuz boşanma tek bir nedene sahip olgu değildir; pek çok faktör birbirine bağlı olarak boşanmanın ortaya çıkmasında etkili olmaktadır. Özellikle toplumsal değişimler boşanmaya ilişkin yasal mevzuatın, ahlaki ve moral bakış açısının ve sosyal kısıtlamanın önündeki bariyerleri aşındırıcı yönde etkide bulunur. Sosyo-kültürel değişimler bizim “aile” olarak tanımladığımız kavramın sınırlarını genişletmekte; kişiler geleneksel özellikler taşımayan aileleri giderek daha fazla kabul edici yönde tutum sergilemektedirler. Bununla birlikte evliliklerin fonksiyonu dramatik bir şekilde değişime uğramakta; çiftler daha az sayıda çocuk sahibi olmayı isterken ailenin yerine getirmesi beklenilen pek çok rolü toplumun diğer kurumları üstlenmektedir. Ailenin odağı, üretimden bağımsızlık isteklerine ve duygusal doyuma doğru kaymaktadır. Bu şekliyle günümüz aileleri önceki zamanlardaki ailelerden daha kompleks bir görünüm içerisindedir. Eşlerin her ikisinin de evin dışında çalışması tüm dengeleri değiştirmektedir. Ait olunan etnik Alptekin grup, evlenme yaşı, sosyo-ekonomik statü, dindarlık düzeyi, çocuk sahibi olma gibi demografik faktörler ve kişiler arası ilişkiler çiftlerin boşanma risklerini artırabilecek etkiye sahiptir. Örneğin genç yaşta evlenme, ailede bir boşanma veya istismar öyküsünün bulunması kişinin boşanma riskini artırmakta; alkol kötüye kullanımı veya zayıf iletişim becerileri gibi belirgin kişilik ve davranış özellikleri bir çiftin ilişkisini giderek daha fazla istikrarsızlaştırmaktadır (Clarke-Stewart & Brentano, 2006: 50-51). Esasen evlilik bağıyla iki ayrı insan tarafından oluşturulan aile, bunun doğal sonucu olarak, çatışma ve uyumsuzluk potansiyelini de her zaman beraberinde taşımaktadır. Farklı ortamlarda yetişmiş değişik kişiliklere sahip iki ayrı insanın uzun yıllar boyunca hep uyumlu olmalarını ümit etmek fazla iyimser bir beklentidir. Hayatın zorluklarına karşı bir liman olarak düşünülen ailenin bazen kendisi bir fırtınalı denize dönüp, sorun çözmeye değil sorun üretmeye başlayabilir (Karaçay 2001: 18). Sorunların arttığı buna karşılık çözüm yollarının tıkandığı, duygusal paylaşımın tükendiği ve eşlerin bir arada kalarak birbirine daha fazla zarar verdiği bir noktada boşanma, başvurulacak en uygun yol olabilmektedir. Bu çalışmada boşanma olgusu üzerinde odaklanılmaktadır. Olgu, özellikle son yıllarda sanayileşme atılımlarıyla birlikte hızlı bir toplumsal değişim trendi içerisine girmiş bir il olan Düzce örneğinde ele alınmaktadır. Düzce’nin Sosyo-Ekonomik Yapısı Düzce, 1999 yılı Ağustos ve Kasım aylarında meydana gelen Gölcük ve Kaynaşlı merkezli iki büyük depremi yaşamıştır. İkinci depremden kısa bir süre sonra (9 Aralık 1999 tarihinde) il statüsüne kavuşmuş ve böylece önemli bir idari yapı değişikliği yaşamıştır. Düzce ilinin metropol kentlere, liman ve hammadde kaynaklarına yakınlığı, ulaşım kolaylığı, deniz ve doğa turizmine sahip oluşu yatırım ve yatırımcılar için bir çekim merkezi oluşturmaktadır. Düzce, Türkiye’nin sanayi üretiminin yoğun olduğu bölgeye yakın olması nedeniyle bütün Anadolu’dan özellikle Karadeniz Bölgesi’nden göç almaktadır. Göç, Düzce ilinde durmamakta Düzce dışına da taşmaktadır. Göçlerin neden olduğu nüfusun mekanda hareketliliği oldukça yüksektir. Bu hareketlilik eğitim ve sağlık hizmetlerinde var olan alt yapının verimli çalışmasını engellediği gibi, eğitim ve sağlık hizmetlerinde geleceğe dönük plan program yapmayı engelleyecek boyutlardadır (Bölgesel Göstergeler TR 42, 2008: xi). Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2008 ve 2009 yıllarında yayınladığı evlenme ve boşanma istatistiklerine göre Düzce’de 2001-2009 yılları arasında evlenme hızı, iniş çıkışlı bir seyir izleyerek binde 8,95’ten binde 7,77’ye düşmüştür. Belirtilen tarihlerde bu çalışma için yapılan hesaplamaya göre Düzce’nin ortalama evlenme hızı binde 8,70; Türkiye genelinin ise binde 8,44’tür. 2001-2009 yılları boşanma hızlarına bakıldığında Düzce’deki boşanmalar tıpkı evlenmelerde olduğu gibi iniş çıkışlı bir seyir izlemiş ancak binde 1,12’den binde 1,27’ye yükselmiştir. Bu tarihler arasında yine bu çalışma için yapılan hesaplamaya göre Düzce’nin ortalama boşanma hızı binde 1,24; Türkiye genelinin ise binde 1,36’dır. 39 Toplum ve Sosyal Hizmet Araştırmanın Amacı Yorumsamacı perspektiften depremden sonraki on yıl içerisinde (20002010 yılları arası) Düzce il merkezinde gerçeklemiş olan boşanmaların arkaplanında yer alan psiko-sosyal faktörleri ortaya çıkarmak bu araştırmanın temel amacıdır. YÖNTEM Bu araştırma nitel araştırma yöntemiyle bir saha çalışması sonucunda gerçekleştirilmiştir. Bilindiği üzere nitel araştırmalarda sıklıkla gözlem, görüşme ve doküman analizi gibi nitel veri toplama teknikleri kullanılır. Algıların ve olayların doğal ortamda gerçekçi ve bütüncül bir biçimde ortaya konmasına yönelik nitel bir süreç izlenir (Yıldırım & Şimşek, 2000: 35). Nitel araştırmacılar olayların ve bağlamların dilini kullanır, olayları bağlamı içerisinde inceler. Aynı zamanda bir duruma egemen olan ilişkiler ağını kendi doğal ortamında yorumlamaya veya bunların anlamlarını ortaya çıkarmaya çalışır (Yıldırım & Şimşek, 2000: 54; Neuman, 2003: 146). İncelediği sorun çerçevesinde bir yönüyle Düzce’nin psiko-sosyal ve ekonomik yapısı, diğer yönüyle de boşanmalara ilişkin ilgi ve bilgisi olan kişilerin algıları, anlamları ve yorumları üzerinde durulduğundan bu araştırmada nitel araştırma yöntemi içerisinde boy gösteren kültür analizi ve olgubilim (fenomenoloji) desenleri birlikte kullanılmıştır. Bununla birlikte boşanma olgusuna etki eden psiko-sosyal faktörler yorumsamacı bakış açısıyla ele alınmıştır. Yaygın bir şekilde “yorumbilgisi” veya “yorumbilimi” adları ile de kullanılan yorumsama; belirli bir eylemin ardındaki 40 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 anlamı kavrayabilmek için bu eylemin “bağlam” ve “içeriği”ni dikkate alan, insan eyleminin ve ilişkilerinin öznelliği içerisinde bulunan “anlam”ı deşifre etmek üzere “yorum” ve “anlama” çabasında yoğunlaşan sosyal bilimlerdeki temel yaklaşımlardan biridir (Alptekin, 2008: 48). Yorumsama, aynı zamanda sosyal olarak anlamlı eylemin sistemli bir analizidir. Bu analizde insanların sosyal dünyalarını nasıl oluşturdukları ve geliştirdiklerine yönelik bir kavrayışa ve yoruma ulaşılmaya çalışılır. Bu nedenle onların doğal ortamlarında yapılan gözlemlere sıklıkla yer verilir (Neuman, 2003: 76). Bu yaklaşıma göre insan varlığı, onu kuşatan bir anlamlar ağı tarafından belirlenir. Herhangi bir insan tekini bulunduğu anlamlar ağından çıkartarak bir tanıma, bir belirlenime yerleştirmeye çalışmak, daha baştan yöntemsel bir çıkmaza sürüklenmek demektir (Göka, 1993: 85). Araştırma başlamadan önce araştırmacı toplumsal yapıyı daha iyi tanımak amacıyla Düzce’nin sosyo-ekonomik özellikleri hakkında bilgi toplamış, il merkezinde toplumsal yaşantıya dair çeşitli gözlemlerde bulunmuştur. Araştırmanın ikinci aşamasında ise araştırmacı Düzce’deki boşanma olgusu hakkında ön fikirler edinebilmek için evlenme ve boşanmalara ilişkin bir takım kayıtları (2009 yılının tamamı ve 2010 yılının ilk altı ayı için Düzce İl Nüfus Müdürlüğü Boşanma Dosyaları, Düzce Adliyesi Aile Mahkemesi Karar Defteri, 2007 ve 2008 yılı için TÜİK Evlenme ve Boşanma İstatistikleri) incelemiştir. Bu araştırmanın üçüncü aşamasını ve asıl odağını araştırma amacı doğrultusunda Düzce il merkezindeki boşanmaların psiko-sosyal bağlamını değerlendirebilmek üzere “yarı yapılandırılmış Alptekin açık uçlu görüşmeler” oluşturmuştur. Bu doğrultuda Düzce’de boşanmalar konusuyla doğrudan ya da dolaylı bir şekilde ilgisi bulunan kamu, yerel yönetim ve Baro mensubu kişilerle derinlemesine görüşmeler yapılmıştır. Araştırma 2010 yılının Mart ayında başlamış, yine aynı yılın Ekim ayında (altı aylık bir süre) bitirilmiştir. Örneklem Düzce’de ikamet edip doğrudan veya dolaylı bir şekilde boşanmalar konusuyla ilgisi bulunan kamu, yerel yönetim ve Baro mensuplarından oluşan 20 kişilik bir katılımcı grubu bu araştırmanın örneklemini oluşturmuştur. Katılımcıların 3’ü İl Nüfus Müdürlüğü çalışanı, 4’ü Düzce Adliyesi Barosuna kayıtlı avukat, 2’si boşanma davalarında bilirkişilik yapan rehber öğretmen, 2’si boşanma davalarında bilirkişilik yapan sosyal çalışmacı, 3’ü İl Müftülüğü çalışanı, 1’i cami imamı, 1’i öğretim üyesi, 1’i emniyet amiri, 1’i Düzce Adliyesi Aile Hakimi ve 2’si ise Düzce il merkezindeki iki ayrı mahallenin muhtarıdır. Bu kişiler ‘amaçlı örnekleme’ tekniklerinden biri olan ‘maksimum çeşitlilik örneklemesi’ tekniği ile belirlenmiştir. Sarantakos (1998: 152) amaçlı örnekleme tekniklerine başvuran araştırmacıların, araştırma örneklemini oluşturmak üzere araştırma konusu ile ilişkisi olduğunu düşündükleri kişileri bilerek ve kasıtlı olarak seçtiklerini ileri sürmektedir. Bu durumda örneklem seçiminde “olasılık” yerine araştırmacının “yargısı” daha fazla önem kazanmaktadır. Maksimum çeşitlilik örneklemesinde ise çalışılan probleme taraf olabilecek bireylerin çeşitliliği yansıtılır. Çeşitlilik arz eden durumlar arasında herhangi ortak ya da paylaşılan olguların olup olmadığını bulmaya çalışmak ve bu çeşitliliğe göre problemin farklı boyutlarını ortaya koymak temel amaçtır (Yıldırım & Şimşek, 2004: 83). Materyal Araştırmanın örneklem grubuyla yapılacak görüşmelerin ana hattını belirlemek üzere “Yarı Yapılandırılmış Görüşme Formu” geliştirilmiş, bu Formda boşanmalara neden olduğu düşünülen temalara ilişkin sorulara yer verilmiştir. Soruları oluştururken literatür bilgilerinin yanı sıra araştırma kapsamında yapılan gözlemler ve doküman incelemesinden elde edilen verilerden büyükçe bir oranda istifade edilmiştir. İçerikleri korunmak koşuluyla Formda yer alan sorular; standart biçimde değil, görüşmenin akışı içerisinde katılımcıların kolayca anlayabileceği ve yanıtlayabileceği şekilde sorulmuştur. Görüşmelerde soruların yöneltilmesinde mümkün olduğunca Formda belirtilen sıra izlenmeye çalışılmıştır. Görüşmeler Araştırmanın örnekleminde yeralan kişilerin 16 tanesi ile derinlemesine bireysel görüşme; geride kalan 4 kişiyle (Düzce Barosu’na mensup 4 avukat) ise bir odak grup görüşmesi yapılmıştır. Biri dışında tüm görüşmeler görüşmecilerin kendi makamlarında veya kurumlarında uygun görülen bir odada gerçekleştirilmiştir. Görüşmelerde araştırmacı, kendi köşesinde kalan bir dinleyici olarak edilgen değil; tam tersine görüşme boyunca karşısındakini asgari düzeyde konuşmaya teşvik edici, konunun dağılmasını ve başka alanlara kaymasını önleyici şekilde etken bir tavır sergilemiştir. Araştırmacı ayrıca görüşmelerde yeterince aydınlanmayan 41 Toplum ve Sosyal Hizmet konuları ilave sorularla açıklığa kavuşturmaya da çalışmıştır. Araştırma onayı için gerekli izin Düzce Valiliği’nden alınmış, Düzce Valiliği araştırmayı destekleyerek araştırmaya önemli bir katkı sağlamıştır. Görüşmelere başlanmadan önce görüşme yapılan kişilere sözlü olarak araştırmanın amacı, yöntemi, prosedürleri ve araştırmacının konumu hakkında bilgi verilmiş; araştırmaya katılmaları için gerekli onam yine sözlü olarak alınmıştır. Araştırma kapsamında yapılan görüşmelerin 11’i ses kayıt cihazı kullanılarak kayıt altına alınmıştır. Katılımcıların 5’i ise görüşmelerin ses kayıt cihazıyla kaydını onaylamamıştır. Dolayısıyla bu 5 görüşme not tutmak suretiyle kayıt altına alınmıştır. Verilerin Analizi Son görüşmenin bitiminden itibaren kayıt altına alınan görüşmelerin içerik analizi yapılmıştır. İçerik analizi yoluyla veriler tanımlanmaya çalışılmış; birbirine benzediği veya birbiri ile ilişkisi olduğu tespit edilen veriler belirli kavramlar ve temalar çerçevesinde bir araya getirilerek yorumlanmıştır. Bu araştırmada analiz süreci uygulama öncesinden başlamış, uygulama sırasında ve sonrasında devam etmiştir. Verilerin analizinde Creswell’in (2003) önerileri de dikkate alınarak şu süreç takip edilmiştir. 1. Araştırmacı literatür taramasından, yaptığı gözlemlerden ve incelediği dokümanlardan elde ettiği bilgilere dayanarak boşanma olgusunun psiko-sosyal özelliklerine yönelik geçici (ön) bir tematik çerçeve belirlemeye çalışmıştır. 2. Görüşmeler tamamlandıktan sonra görüşmeler deşifre edilerek yazıya 42 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 dökülmüş ve bunlar tekrar tekrar okunarak her bir görüşmeye ilişkin önce alt düzey sonra da üst düzey olmak üzere bir kod listesi çıkarılmıştır. 3. Her bir görüşme için yapılan veri kodlaması, tek bir çatı altında toplanarak tüm görüşmelerin veri kodlamaları bütünleştirilmiş; böylece veriler toplu olarak incelenmiştir. Birbiriyle ilişkili kodlar bir araya getirilerek geçici tematik çerçeve içerisine konulmaya çalışılmış, bunun dışında kalanlar için yeni temalar oluşturulmuştur. Ayrıca önceden belirlenmesine karşılık görüşmeler sonucunda işe vuruk olmadığı anlaşılan temalar listeden çıkarılarak tematik çerçeveye son şekli verilmiştir. 4. Son şekli verilmiş tematik çerçeveye göre temaların içerikleri, katılımcıların ifadelerinden yapılan alıntılarla desteklenerek yorumlanmaya çalışılmıştır. Araştırmanın Sınırlılıkları Araştırmanın içerdiği sınırlılıklar şunlardır: • Katılımcıların anlatıları Düzce’deki boşanma olgusunun anlaşılmasında zengin bir çerçeve sunmuştur. Ancak bu anlatılar sonuç itibariyle katılımcıların öne sürdükleri birer yorumdan ibarettir. Öte yandan coğrafi açıdan Düzce il merkezinin büyük ve dağınık bir yapıda olması araştırmacının gözlem olanaklarını kısıtlamış, Not tutma tekniği ile kayıt altına alınan görüşmelerde kimi anlatılar birebir not edilemediğinden bilgi kayıpları yaşanmıştır. Dolayısıyla araştırmadan elde edilen sonuçlar kesin ve genelleştirmeye olanaklı değildir. Alptekin • Araştırma kapsamında boşanmaların sosyo-kültürel arkaplanı irdelenirken Düzce’deki kültürel çeşitliğe karşın boşanmalar açısından kültürler arası benzerlik ve farklılıklar üzerinde yeterince durulmaması önemli bir sınırlılıktır. • Araştırmada boşanmaların sosyokültürel boyutu üzerinde daha fazla durulmuş; buna karşılık psikolojik boyut bir parça geri planda kalmıştır. Öte yandan araştırmanın bulgular bölümünde farklı sosyodemografik özellikler taşıyan katılımcıların sadece mutabık kaldıkları görüşleri içeren temalara yer verilmiş; farklı görüşlerini içeren temalar üzerinde durulmamıştır. Bahsedilen bu iki durum açısından da araştırma sınırlıdır. BULGULAR VE YORUM Bu bölümde görüşmelerden elde edilen bulgulara yer verilmiştir. Bulgular gözlemleri de içerecek şekilde görüşmelerdeki alıntılardan örnekler verilerek yorumlanmış ve öne çıkan beş ana tema başlığı (boşanmalar için uygun bir ortam, her taşın altından çıkan sorun: ekonomi, bir çıkış yolu: çok genç yaşta evlenme, bir tetikleyici faktör olarak iletişim araçları ve yıkılan gelenekten kalan boşluk) altında sunulmuştur. Anlatım her ne kadar analiz gereği ana temalar şeklinde parçalara ayrılıp sunulmuş olsa da esasen altı çizilerek belirtilmelidir ki, tüm temalar birbiri ile ilişkili ve iç içe geçmiş bir haldedir. Boşanmalar İçin Uygun Bir Ortam Katılımcıların pek çoğu Düzce’deki boşanmaların artışını Düzce’nin coğrafi ve sosyo-kültürel yapısı ile ilişkilendirmiş bu ortamın boşanmalar için doğrudan veya dolaylı bir şekilde uygun bir zemin oluşturduğunu öne sürmüşlerdir. Örneğin Katılımcı (3) görüşmeye aynen şu ifadelerle başlamıştır: Katılımcı (3, Merkez İlçe Nüfus Müdürlüğü çalışanı): “Şimdi bana kalırsa boşanmaların arttığını ben de düşünüyorum. Bunun pek çok nedeni var. Zaten Düzce kendisi bu iş için iyi bir ortam. Araştırmacı: “Ortam dediniz, bu ortamdan neyi kastettiğinizi biraz açar mısınız?” Katılımcı (3): “Bakın burası bir geçiş yeri, burada trafik hızlı akıyor. Ticarete de bürokrasiye de aynı mesafe uzaklığındayız. Kendi arabanla iki bilemediniz iki buçuk saat sonra istersen İstanbul’da istersen Ankara’dasın. Etnik yapı çeşitli, nüfus artıyor, şehre göç durmuyor. Hızlı büyüyor Düzce, bu yakınlarda yeni bir sanayi bölgesi daha açıldı. Hangi milletten adam istersen burda var. Kadın erkek fark etmez çalışmak isteyene iş var. Şimdi kiralar da uygun. Şimdi burada her şey var, paran varsa her şey bulabilirsin. Buraya küçük Almanya diyenleri de gördüm. Şehir büyüyor ama kurumlar da aynı kurumlar, hizmetler de aynı hizmetler. Personel derseniz o da aynı. Sorun çok ama yeterince kurum yok bunları çözecek, düşünecek. İşte ortam bu!” Daha önce de değinildiği üzere Düzce, Türkiye’nin başlıca iki büyük metropolü olan İstanbul ve Ankara’nın tam orta noktasında yer alan bir ildir ve her iki 43 Toplum ve Sosyal Hizmet metropole karayoluyla 2,5-3 saatlik bir uzaklıktadır. Düzce’den İstanbul’a ve Ankara’ya yoğun bir hareketlilik vardır. Ayrıca Bölgenin diğer iki büyük kenti Kocaeli ve Sakarya’ya, liman ve hammadde kaynaklarına da yakın olup aynı zamanda deniz ve doğa turizmine de sahiptir. Halen devam eden göçler nedeniyle nüfusun mekanda hareketliliği oldukça yüksektir. Dolayısıyla genel olarak Düzce halkı Türkiye’deki teknoloji, ticaret, sanayi, sanat, kültür, spor, turizm, siyaset ve bürokrasiye dair tüm yenilik ve gelişmelerden haberdardır. Bu durum, Düzce’de ikamet edenlerin yaşam alanlarına ilişkin farkındalıklarının artmasını da beraberinde getirmektedir. Katılımcıların aşağıda sunulan kimi ifadeleri özellikle İstanbul gibi bir metropol kent hayatındaki ilişki kalıplarının, çok değişken aile yaşam örüntülerinin ve alternatif yaşam biçimlerinin Düzcelileri de etkilediğini gösterir niteliktedir: “Valla Düzce’li politikayı sıkı takip eder, İstanbul’u da bilir. İstanbul’u biliyorsan tamamdır. Nede olsa adı üstünde İstanbul. Gidip geliyorsun, görüyorsun her şeyi. Onda olanı, sende olanı. Bir mukayese yapıyorsun. Gençler çabuk adapte oluyor ve aynısını buraya getirmek, burda da görmek istiyor. Etkilenme çok olduğu için ister istemez oluyor bunlar.” (Katılımcı 19, avukat) “Düzcelinin bir ayağı İstanbul’da. İstanbul’da gördüğünü burada yaşamak istiyor.” (Katılımcı 17, avukat) Aşağıda bir anlatısına yer verilen Katılımcı (17)’nin dikkat çektiği üzere 44 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Düzce’nin ilçeleri hem birbirine hem de şehir merkezine çok yakındır. Merkeze bağlı köylerin pek çoğundan her on beş dakikada bir Düzce’ye dolmuş kalkmaktadır. Bu durum özellikle köylerde kapalı bir ortamda ve sınırlı bir ilişki ağı içerisinde yaşayan gençlerin ilişki ağlarını genişletebilmekte; şehirdeki hayata adapte olmasını, oradaki yaşantıları gözlemlemesini ve haklarını öğrenebilmesini kolaylaştırmaktadır. 15 dakkada köyden merkeze dolmuş kalkan çok var. Yani 15 dakika sonra Düzce’ye inebiliyorsunuz. Mesela köydeki genç kadın geliyor, Düzce’de kendi gibi genç kızları görüyor. Evliyse evli kadınlara bakıyor, yasaları yasal haklarını duyuyor bir yerlerden. Mesela boşanmanın olduğunu öğreniyor. Dava açabileceğini öğreniyor. Sonra bir bakıyorsunuz kocasına adliyeden bir kağıt gelmiş… Adamın kendisine dava açıldığından haberi bile yok. Mahkemelik olduğunu, karısının böyle bir şey yapacağını aklının ucundan bile geçirmemiş.” (Katılımcı 17, avukat) Kalkınmada öncelikli bölgelerden biri olarak Düzce’de sanayi teşviklerinin süresinin uzatılmasıyla birlikte sanayi kuruluşları hızla artmaktadır. Genel olarak bu durum istihdam olanaklarını da olumlu yönde etkilemektedir. Bununla birlikte Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) yaptığı binaların tamamlanmasından sonra Düzce, ucuz konut ve düşük kiralı daire bulma bakımından da tercih edilir bir il olma pozisyonuna gelmiştir. Katılımcı (2) Düzce’deki bu tabloyu boşanma olgusuyla şu şekilde ilişkilendirmiştir: Alptekin “Şimdi şöyle bir bakın Düzce’ye, diyelim ki kadınsınız ve boşandınız. İki şey sizin için önemli olmalı: Bir, işiniz var mı? Çünkü artık kendi paranızı kazanmalısınız. İki, başınızı sokabileceğiniz hani kirası bakımından uygun bir daire bulabilir misiniz? Bu soruların ikisinin de cevabı Düzce’de evettir. Şimdi durum böyle olunca boşanma hızlanıyor tabi. Kadın da erkek de boşanırsam bana ne olur diye eskisi gibi sorgulamıyor kendini.” (Katılımcı 2, Merkez İlçe Nüfus Müdürlüğü çalışanı) Benzer bir şekilde bir başka katılımcı Düzce’deki istihdam olanaklarının artmasıyla birlikte eskiye oranla daha fazla sayıda kadının çalışma hayatı içerisine girdiğini; kendi ayakları üzerinde duran kadınların artmasıyla boşanmaların doğrusal olarak arttığını belirtmiş ve bu doğrultuda şunları dile getirmiştir: “Şimdi mesela özellikle açılan tekstil fabrikalarını gidin gezin çalışanların çoğu kadın. Kadının az da olsa bir geliri var. Geliri olan taraf her zaman için güçlü olur. Şimdi kadın öyle her şeyi kabullenici olmuyor. Eskisi kadar da sıkıntıya gelemiyor. İpler bir yerde koptu mu, hemen çözüm boşanmada oluyor. Eskiden olsaydı bir şekilde yeniden barışılır, yaşananlar sineye çekilirdi.” (Katılımcı 3, Merkez İlçe Nüfus Müdürlüğü çalışanı) İstihdam ve ucuz konut olanakları, alıntılardan da anlaşıldığına göre daha çok kadınların boşanma kararı almalarında etkili olmaktadır. Kadının iş hayatına atılması ile boşanmalarda artış zaten bilinen sosyolojik gerçeklikler arasındadır. Evde kurulan otorite ilişkilerinde gelir sahibi olmak önemli bir avantaj sağladığından kadın böylece otoriteye ortak olmakta, otoritenin paylaşılması eşitliliğe dayalı evlilik kültürünü içselleştiremeyen ailelerde çatışmalara hatta boşanmalara kadar gidebilmektedir. Bir de buna ucuz konut olanağı eklendiğinde kadın yeniden kök ailesine ya da doğup büyüdüğü ortama dönmek zorunda kalmayacağından bu süreç hızlanabilmektedir. Öte yandan katılımcıların ifadelerine göre Türkiye geneli düşünüldüğünde Düzce, kadınların sosyal hayatta daha özgür ve rahat oldukları bir il olma özelliğini uzun süredir taşımakta; özellikle il merkezinde kadınlar sosyal hayatın her alanına giderek daha fazla nüfuz etmektedir. Kadının sosyal hayatta bu denli görünür olmasında istihdam olanaklarının yanı sıra kültürel çeşitliliğin ve daha önce sözü edilen coğrafi konumun da etkisi büyüktür. Tüm bu faktörler kadın ve erkeğin rollerini değişime uğratmakta şayet deyim yerindeyse ataerkil düzene hitap eden toplumsal cinsiyet rollerinde bir yumuşamaya neden olmaktadır. “Düzce’de kadının kendi ayakları üzerinde durma olanağı fazla.” (Katılımcı 18, avukat) “Düzce’nin ataerkil yapısı galiba sendeleniyor. Ben çocukluğumdan bilirim, aslında halen de bir parça o alışkanlıklarım vardır. Bize kabadayılık öğretilirdi. Sözünü sakınmayacaksın, arkasında duracaksın, gereğini de yapacaksın. Diyorum şimdi ben de bile halen bu tür ataerkillik var. Ama bir değişme de görüyorum. Kadın bu kadar sosyal hayatın içinde miydi? Taşıt kullananlar hiç 45 Toplum ve Sosyal Hizmet dikkatinizi çekti mi? Hangi şehirde bu kadar kadın şöfor var?” (Katılımcı 17, avukat) “Düzce kadınını ben güçlü de buluyorum.” (Katılımcı 4, öğretim üyesi) “Düzce’nin erkeği hala bir yanıyla Karadeniz erkeği. Otoritesi sarsılacak diye ödü patlıyor. Kendi çorabını makineye atmayı gurur meselesi yapıyor. Mesela bana gelen bir vakada adam normalde öyle olmamasına rağmen eve misafir gelince karısına karşı hiç olmadık kadar sert davranıyormuş. Boşanma nedenleri de ne biliyor musunuz? İşte bu! Karizmayı çizdirmeme meselesi yani.“ (Katılımcı 20, avukat) Toplumsal cinsiyet rollerinin kadının lehine daha fazla eşitlikçi bir zemine kayması aile içi yaşamı da doğrudan etkilemekte; bu durum kadının evlilik yaşantısına ilişkin beklenti ve taleplerini daha fazla dile getirmesine olanak sağlamaktadır. Evlilikte kadın bu güne kadar sürekli idare eden, koruyan-kollayan, alttan alan-sineye çeken, aldığı emirleri harfiyen yerine getiren bir nesne olmanın ötesinde artık bu birlikteliğin aktif bir öznesi olma yolunda bir hayli mesafe kat etmiştir. Katılımcı (19) “elma” ve “kiraz” örneğinden yola çıkarak bu durumu çok veciz bir şekilde şöyle dile getirmiştir. “Bize bugüne kadar evlilik deyince karı-koca için bir elmanın iki yarısı denirdi. Şimdi öyle mi? Hayır. Pek öyle gelmiyor bana. Bu eskidenmiş. Hakikaten adam dışarıda çalışıyor, kazandığını eve getiriyor, kadın bunu ev için harcıyor, çocuklara bakıyor ev işlerini görüyor. Böyle 46 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 birbirlerini tamamlıyorlarmış. Şimdiyse her ikisi de dışarıda çalışıyor, evi çekip çeviriyor, çocuklara bakıyor. Yani şimdi bir benzetme yaparsak o Sezen Aksu’nun şarkısındaki bir elmanın iki yarısı değiliz. Hani galiba bir türküde söyleniyordu bir dalda iki kiraz; biri al biri beyaz. Yani aynı daldasınız ama iki ayrı şeysiniz. Bence biz artık bunu görmeliyiz ve bunu da konuşmalıyız.” (Katılımcı 19, avukat) Düzce’de çok sayıda farklı etnik grubun bir arada yaşaması boşanmaları etkileyen sosyo-kültürel ortama bağlı bir diğer önemli faktör olarak öne çıkmaktadır. Düzce özellikle “93 Harbi” diye bilinen Osmanlı-Rus Savaşından sonra Kafkaslardan, 1912’deki Balkan Harbi’nden sonra Balkanlardan ve Doğu Karadeniz Bölgesinden çok sayıda de göç almıştır. Son yıllarda ise Türkiye’nin çok değişik yerlerinden, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden göç almaya devam etmektedir. Dolayısıyla Düzce’de çok sayıda etnik grup bir arada bulunmaktadır. Katılımcı (10) bu durumu “plakasındaki sayı kadar (81’i kastetmektedir) farklı milletin bulunduğu 18 lehçenin konuşulduğu bir yer burası” şeklinde ifade etmiştir. Düzce’de bu denli farklı etnik grupların bulunması bir yönüyle kültürel zenginliği artırmış, diğer yönüyle kültürlerdeki özellikle konumuz açısından evlilik ve boşanma algısı ve geleneğini çok yönlü etkilemiştir. Katılımcıların anlatılarından bazı etnik gruplarda evlilik konusunda tutucu bir tavır halen varlığını korurken bazılarında ise evliliğe karşı daha esnek yaklaşımların sergilendiği anlaşılmaktadır. Katılımcı (14) sosyal Alptekin kontrolün zayıf olduğu bazı etnik gruplarda boşanmalar için uygun bir ortam bulunduğunu; bu gruplarda çiftlerin hiçbir aile baskısı veya engeli olmaksızın istedikleri anda boşanabildiklerini ifade etmiştir. Katılımcı (14) “aynı ortam içerisinde her kültürden herkesin bir şeyler aldığını” öne sürerek bu etkileşim sonucu “boşanmanın gayet normal algılanabildiğini” belirtmiştir. Bu doğrultuda Katılımcı (17)’nin de vurgulamış olduğu gibi Düzce’de kimi etnik gruplarda evlenme çok kolaydır; uyulması gereken çok az sayıda ritüel vardır; nişanlılıkla evlilik süresi çok az tutulmakta ve boşanmalara da öyle kötü gözle bakılmamaktadır. Evlilik ve boşanmalara ilişkin aynı coğrafyadaki bu farklı bakış açılarının birbirini etkilemesi, belli ölçülerde değiştirmesi ve dönüştürmesi kuvvetli bir ihtimaldir. tetikleyen olası nedenler konuşulmaya başlandığında Katılımcılar söz birliği etmişçesine ekonomik nedenleri ilk sıraya yerleştirmişlerdir. “Düzce’nin oluşumunu sağlayan değişik etnik kökenlerde, bazılarında aile yapısına sadakat son derece önemliyken ne olursa olsun aile yapısının devamı sağlanması beklenirken kimi etnik kökenlerde de hani örnek olarak söyleyeyim (bir etnik grubu örnek verir) evlilik kavramı, sadakat mefhumu çok alt düzeyde indirgenmiş sınırlarla yaşanan bir şeydir.” (Katılımcı 12, sosyal çalışmacı) “Basitleştiriyorum; boşanma, parasal bir faktördür Düzce’de… Eğitimden uzak bir il olduğu için, okumaktan uzak bir il olduğu için sadece ben ekonomik sebepleri ön plana alıyorum. Gördüğüm bu, anladığım bu. Düzce parayla huzur bulan bir şehir. Düzce’ye para girerse huzurlu, para girmezse huzursuz.” (Katılımcı 5, emniyet amiri) Her Taşın Altından Çıkan Sorun: Ekonomi Görüşmelerde istisnasız tüm Katılımcıların Düzce’deki boşanmaların nedeni olarak öne çıkardıkları ortak faktör; bir şemsiye kavram olarak ‘ekonomi’dir ve bu kavram maddi yaşam koşulları ve geçim sıkıntısını ifade etmek için kullanılmıştır. Düzce’deki boşanmaları “Düzce’deki boşanmaların yüzde sekseni maddi ekonomik nedenlerden kaynaklanıyor… Ekonomi düzelirse o dediğimiz boşanma mevzularının yüzde sekseni, yüzde onlara yüzde yirmilere iner.” (Katılımcı 16,muhtar) “Bunun (boşanmayı kasteder) nedeni olarak da özellikle Düzce’nin kalkınmada öncelikli bölge olmasının nedeni olan ekonomik sorunların aileleri de etkilediğini düşünüyorum. Bu maddi sorunların aile içinde sevgi saygının azalmasına neden olduğunu düşünüyorum.” (Katılımcı 4, öğretim üyesi) Her ne kadar maddi yaşam koşullarındaki zorluklar katılımcılar tarafından ön plana çıkarılmış olsa da Düzce il merkezinde ve genelinde (Yığılca ilçesi dışında) geçim olanaklarının yetersizliğinden bahsetmek biraz güçtür. Daha önce de değinildiği üzere Düzce’nin gelir kaynakları çok çeşitlidir; istihdam olanakları bakımından Düzce, Türkiye’nin elverişli illeri arasındadır. Halen Düzce’ye Türkiye’nin 47 Toplum ve Sosyal Hizmet değişik bölgelerinden yapılan göçler bunun tipik bir göstergesidir. O halde burada ekonomik nedenler diye kastedilen sorunun kaynağı daha farklı yerlerde aranmalıdır. Örneğin bir faktör, yaygın olduğu bilinen niteliksiz iş gücüdür. Son yıllarda bir kıpırdanma içerisinde olsa da Düzce’de eğitim düzeyinin düşük olması niteliksiz iş gücünün en önemli nedenidir. Nitekim araştırma kapsamında yapılan gözlemler sonucunda Düzce’de sanayi ve iletişim sektöründe nitelikli iş gücüne duyulan ihtiyacın çevre illerden karşılandığı anlaşılmıştır. Öte yandan söz konusu bir diğer faktör bireysel düzeyde tutum ve davranışlarla ilintilidir. Katılımcı (2)’den yapılan aşağıdaki alıntı bu düşünceyi destekler niteliktedir. “Şimdi tamam ekonomik sorunlar diyorum ama doğruyu da söylemek lazım. Düzce öyle yabana atılacak bir il değil. Çalışan için çok imkan vardır. Şöyle bir bakın Gümüşova’dan bu tarafa her yer fabrika ve daha da olacak. Ama sorun bu değil ki, aileler bilinçli değil, kimse cebindeki paraya göre hareket etmiyor. Herkes başkasına özeniyor, onda var ben de niye yok. Adam yeni evli ama her şeyim olsun istiyor. Evine her şeyi almak istiyor, plazmasından tutun da. O zaman ne yapıyor yükleniyor kredi kartına. Ödeyemeyince bir de faiz de binince icra kapısına dayanıyor. O evin tadı kaçıyor. Şimdi bunun bir de tekrarlandığını farz edin. Bu sefer ne oluyor adamın evi barkı gitti. Kadın da gücü yetiyorsa çoluğu çocuğu alıyor yetmiyorsa öylece bırakıp gidiyor.” (Katılımcı 2, Merkez İlçe Nüfus Müdürlüğü çalışanı) 48 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Katılımcı (2)’nin ifadeleri Düzce’de birbirine imrenme (özenti) davranışının ve bununla yakın ilişkisi bulunan lüks tüketim alışkanlığının yaygın olduğuna işaret etmektedir. Sahip olunan eşya ve tüketime konu olan miktarı, ailenin prestiji (ve gücü) olarak görmenin özellikle dar gelirli aileler için tam bir felaket olacağını söylemek herhalde zor değildir. Gelir ile gider arasındaki dengenin bir türlü sağlanamaması çiftler için yaşamı güçleştirebilmek bir yana içinden çıkılmaz hale dönüştürebilmektedir. Düzce’de geçim şartlarıyla ilişkili olup görülme olasılığı fazla bireysel düzeyde tutum ve davranışlarla ele alınacak bir önemli husus ise Katılımcı (3)’ün ifadesiyle “çalışmaya karşı isteksizlik”tir. Düzce’de deprem sonrası bir takım fırsatlardan yararlanarak elde ettiği gayrimenkullerle ve sadece fındık üretiminden kazandığı gelirle geçinen pek çok aile bulunmaktadır. Bu ailelerin bir kısmında aile reisinin ve yetişkin bireylerin çalışmaması doğal karşılanabilmektedir. Adını koymak gerekirse bu durum tam bir “hazırı tüketme”dir. Katılımcıların ifadelerinden kimi toplum kesimlerinde bu tür davranış örüntülerinin yerleşik bir hal almasında yaşanılan depremin de önemli bir etkisi vardır. Şöyle ki; deprem sonrası kriz ortamında çadırlara ve prefabriklere doldurulan insanlar hazıra dayalı tüketime alıştırılmış, ihtiyaçlar aile bazında inceleme yapılmadan ve kimi zaman da abartılı bir şekilde fazlasıyla karşılanmıştır. Katılımcı (16)’nın benzetmesiyle Düzceliye sürekli balık verilmiş, ancak balık tutması bir türlü öğretilememiştir. Bu Katılımcıya göre zaten Düzce halkının büyük bir kesiminde yılın sadece yaz aylarında çalışmayı gerektiren buna karşılık epeyce gelir getiren fındık Alptekin üretimine dayalı garanti bir gelir vardır. Bu durum insanlarda çalışmaya yönelik isteksizlik doğurmaktadır ve deprem sonrası uygulamalarla da bu isteksizlik adeta pekiştirilmiştir. Bugün ailelerin bir kısmında görülen huzursuzluğun bir kaynağı da yerleşik hal alan hazıra dayalı tüketim kültürüdür. “Şimdi bakın burada Türkiye’de iki bin ikide kriz vardı, Düzce’de kriz yoktu. Neden yoktu söyliyeyim. Yüz lira kira yardımı yapıyordu devlet, tüp fişi veriyordu, elektrik bedavaydı, su bedavaydı. Her şey bedavaydı… Para sınırı yoktu Düzce’de. Herkeste her evde para vardı ama huzur yoktu.” (Katılımcı 15, muhtar) “Bize balık tutmayı öğretin balık vermeyin diye haykırdık. Ben gazetelerde söyledim, beyanatta bulundum. Çünkü Düzce’ye hiç ummadığın yerden para geliyordu... Bunları tutamazsın, bir şekilde vermek zorundasın, çadırlara para atıyorlardı ya!. Paraya boğuldu insanlar. Şimdi iki bin altıya doğru gelince deniz bitti, deniz bitince o rahatlık bitince ailelerde psikolojik ailevi harpler başladı.” (Katılımcı 16, muhtar) Düzce’nin refah düzeyinin yüksek oluşu elbette her ailenin yaşam standardının yüksek olduğunu göstermez. Araştırma kapsamında İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nde yapılan incelemelerde gerçekten Düzce’de geçim sıkıntısı çeken, ayni ve nakdi yardıma muhtaç hiç de azımsanamayacak bir kesimin olduğu da tespit edilmiştir. Bununla birlikte görüşmelerde Katılımcılar ekonomik güçlükler nedeniyle boşananların çoğunluğunun “anlaşmalı boşanma” sonucu boşanmış olduklarını bildirmişlerdir. Dava türlerine göre Düzce İl Nüfus Müdürlüğü’ndeki boşanmalara ilişkin kayıtlar boşanmaların yarısına yakınının (%45,40) anlaşmalı boşanma olduğunu göstermekte ve dolayısıyla katılımcıları haklı çıkarmaktadır. Oldukça ilginç bir görüntü çizen bu durumun üzerine gidildiğinde olayın şöyle bir arkaplanı olduğu anlaşılmıştır: Geçim zorluğu çeken çiftlerin önemli bir kısmı boşanmak suretiyle ödeyemedikleri borçlar nedeniyle icra altına girmekten kurtulmakta veya sosyal mevzuatın tanıdığı bir takım olanaklardan yararlanarak (örneğin boşanan kadının ölmüş babasının emekli maaşını almaya hak kazanması, boşanan kişilere Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Teşvik Fonu ile İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü fonlarından yardım almada öncelik tanınması gibi) bir takım kazançlar elde etmektedirler. Ancak resmiyette boşanmış olmalarına karşın karı-koca şeklinde fiilen aynı çatı altında yaşamayı da sürdürmektedirler. “Ayrıca bir de icra hususları var. Mesela bir hususta, mesela bir eş icra altına giriyor işte borç altına giriyor kefaletten ya da kendisi kredi çekiyor, karşılayamıyor ve haciz falan gelecek. Bu sefer o yola (boşanmayı kasteder) başvuruyorlar. Mesela mallar eşinin adınaysa ayrılıyorlar ki o mallara haciz konmasın diye.” (Katılımcı 1, İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürlüğü çalışanı) “Anlaşmalı boşanmaların altında biraz önce dediğim gibi maddiyat var. Annesinin maaşından faydalanacaktır, babasının maaşından faydalanacaktır. Bu kişiler yine aynı evde oturur ama kişiler nüfus kayıtlarında 49 Toplum ve Sosyal Hizmet boşanmış gözükürler.” (Katılımcı 3, Merkez İlçe Nüfus Müdürlüğü çalışanı) Gerçekte sosyal mevzuatın aslında tamamen çağın gereklerine göre düzenlenmiş bir takım hükümlerinden menfi yönde yararlanmak adına boşanma yolunu seçmek katılımcılara göre Düzce’de kendisini hissettirir şekilde görünür hale gelmiştir. Denetim eksikliğini de gündeme getiren bu durum tam bir “sosyal mevzuatı kötüye kullanma”dır ve boşanmaların artışında hem önemli hem de yanıltıcı bir etkendir. Bir Çıkış Yolu: Çok Genç Yaşta Evlenme Katılımcıların boşanmaların arkaplanında yatan etkenlere ilişkin görüş birliği içerisinde olduğu faktörlerden bir diğeri Düzce’de yaygın olarak görülen “çok genç yaşta evlenme” olgusudur. TÜİK’in yayınladığı istatistikler incelendiğinde Düzce’deki evlenen çiftlerin yaş itibariyle çok genç yaş grupları arasında yoğunlaştığı görülecektir. Boşanma dosyalarındaki kayıtlara göre Düzce’de; kadınlar çoğunlukla 16-19 yaş grubunda (%36,40), erkekler ise 20-24 yaş grubunda (%34,73) evlenmişlerdir. Burada dikkat çekici ve şaşırtıcı olan husus bilindiğinin tersine erken yaşlarda evliliklerin Türkiye’nin Batısında yer alan bir ilde yaygın olarak görülmesidir. Kuşkusuz erken yaşta, henüz sosyal ve psikolojik yönden belli bir olgunluğa erişmeden evlenmek, çifter için son derece riskli bir durumdur ve işin başından itibaren boşanma için kapı aralanmıştır. Düzce’de “daha çocuk 50 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 yaşta evlilik gibi ağır bir sorumluluk alınıyor” (Katılımcı 8) olmasının gerekçelerini katılımcıların alıntılarında bulmak mümkündür. Sözkonusu gerekçelerin başında “eğitimsizlik” gelmektedir. Katılımcıların bildirdiğine göre çok genç yaşta evlenenlerin pek çoğu düşük eğitim düzeyine sahiptir. “İkincisi, eğitimsiz ailelerden; işte bu çocuk kaçırma meselesi. Kaçan da kaçırılan da eğitimsiz. Bunun bir kültürel yaşam olduğunu zannediyorlar. E ben de kaçtım, kızım da kaçsın nolacak? Böyle bir şey yok! Yani kızınız kaçmasın, kızınız daha çocuk. On yedi yaşında, on altı yaşında. Tersini savunan annelerle de konuşmuşluğum vardır. İşte ne olacak, bir kişiyi sevse ne olacak diyenleri de gördüm. İşte bu adamı sevmiş onla yaşasın. Ya arkadaş, sevip sevmediğini nerden biliyorsun?” (Katılımcı 5, emniyet amiri) Aşağıdaki anlatıdan da anlaşılabileceği gibi Düzce’de öteden beridir evlilik genç kuşaklar arasında köylerdeki sınırlı ve kapalı ortamlardan veya aile baskılarından kurtulmanın bir yolu olarak görülmektedir. “Evlilikten ne anladıklarını bilmiyorlar. Psikolojik olarak hazırlanamıyor, tahammül güçleri oluşmuyor. Aslına bakarsanız okumamış, hayattan öyle çok beklentisi olmayan genç kızların, köydeki kapalı ortamdan kurtulmanın, göz önünde olmaktan kurtulmanın tek çıkış yolu belki de en meşru yolu evlenmek. Bir de aile baskısı görenler var, onlar da bu yola başvuruyor… Gözü kara oluyor buranın gençleri. Önünü arkasını pek kestirmeden Alptekin evleniyor.” (Katılımcı 2, Merkez İlçe Nüfus Müdürlüğü çalışanı) Düzce il merkezindeki farklı sosyal sınıflardaki kadın erkek ilişkilerinde genel veya kesin bir normatif ölçünün bulunduğundan bahsetmek güçtür. Katılımcıların ifadeleri özellikle ilçelerde ve köylerde hali hazırda ilişki kalıplarının büyükçe oranda geleneklerin ve dini kuralların etkisi altında olduğuna işaret etmektedir. Yapılan inceleme ve gözlemler sonucunda sözlenme veya nişanlanma gibi bir toplumsal akit olmaksızın birbirlerine duygusal yönden bağlılık geliştiren gençlerin şehir ortamında da toplumun dışlama, kınama veya ayıplama gibi yaptırımlarıyla karşılaşabileceği anlaşılmıştır. Çok genç yaşta olmasına karşılık bu gençler Katılımcı (8)’in anlatısında olduğu gibi herhangi bir yaptırım görmemek için yeterince birbirini tanımadan var olan duygusal ilişkilerini kısa yoldan evlilikle sonuçlandırmak durumunda kalabilmektedir. “Bakmayın siz ilin giderek büyüdüğüne, değiştiğine. Sonuçta burası küçük yer. Hani şahsen onayladığımdan söylemiyorum ama gençler flört yapamıyor, önceden görüşemiyor birbirini tanımak için. Çare evlilik oluyor. Nereye gidecek, dedim ya küçük yer burası kaçacak köşe bucak yok, yoksa adı çıkar.” (Katılımcı 8, din hizmetleri uzmanı) Düzce’de daha önce değinildiği gibi lüks yaşama özenti ve güç gösterisinde bulunmaya yönelik toplum katmanlarında revaç bulan bir takım davranış örüntüleri de bir yönüyle çok genç yaşta evlenmeye zemin hazırlamaktadır. Hızlı bir toplumsal değişim sürecinde olan Düzce, kişi başına düşen gelir ortalaması bakımından Türkiye’nin önde gelen illerinden birisidir. Yeniden hatırlatmak gerekirse ulaşım, ticaret ve sanayisinin yanında tarım (özellikle fındık) ve kısmen turizm gibi çeşitli gelir kaynakları bulunan bir ildir. Bu ilde gelir kaynaklarına bağlı olarak refah düzeyi göreli olarak yüksektir, para sirkülasyonu hızlıdır ve lüks tüketim eğilimleri giderek yaygınlaşmaktadır. Dolayısıyla öteden beridir toplum katmanlarında Katılımcı (16)’nın deyimiyle “güç gösterisi” nadiren değil, sıklıkla görülebilmektedir. Kimi zaman evlilikler toplumun yaşam kodlarında yer bulmuş olan bu tür gösteri ihtiyacının ana malzemeleri olabilmekte; bu doğrultuda Katılımcı (8)’in ifade ettiği gibi gençler belli bir olgunluğa gelmeyi bekleme, eğitime devam etme veya bir iş sahibi olma gibi zahmetli uzun soluklu yolları deneme yerine kısa yoldan evliliği tercih edebilmektedir. “Ben Düzce’ye gelin geldim. Ama bu kadar şatafat ve gösterişi hiçbir yerde görmedim. Resmen şatafata ve evliliğe özendiricilik var. Okuyup ne yapacaksın zaten evlenince sahip olmayı düşlediğin şeylere hemencecik sahip oluyorsun.” (Katılımcı 8, din hizmetleri uzmanı) Düzce’de her iki cinsiyet açısından da geçerli olan genç yaştaki evliliklerde üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise “kaçarak evlenme”dir. Esasen kaçarak evlenme tüm Türkiye’de rastlanabilecek bir evlenme biçimidir ancak bölgeden bölgeye farklılık göstermekle birlikte hepsinde şu ortak temalara rastlanmaktadır: Tarafların en azından birinin kök ailesi gençlerin 51 Toplum ve Sosyal Hizmet evlenmelerine razı değildir ve kaçarak evlenme gerçekleştiğinde gençler kök aileleri tarafından çeşitli yaptırımlarla karşılaşırlar. Katılımcıların ifadelerine göre Düzce’de bu durum bazı kültürlerde oldukça farklı bir görüntü çizmektedir. Örneğin bazı kültürlerde kaçarak evlenme olayına kök ailelerce açıktan olmasa da üstü kapalı bir şekilde onay verilebilmekte, evlilik gerçekleştiğinde herhangi bir yaptırım uygulanmamakta hatta evlilik boşanmayla sonuçlandığında genç kadın ya da genç erkek hiçbir yaptırımla karşılaşmaksızın rahatlıkla yeniden kök ailesine dönebilmektedir. Katılımcıların ifadeleri kaçarak evlenen gençlerin plansız hareket ettiklerini; bu evliliklerde duygunun ön plana mantığın ise ikinci plana itildiğini ve gençlerin geleceği hiçbir zaman hesaba katmadıklarını açığa çıkarmaktadır. Bu tür evliliklerin boşanmayı zaten potansiyel olarak bünyesinde taşıdığını söylemek zor değildir. “Benim yaptığım incelemelerde, inanın dosyaların yüzde almıştan fazlası kaçarak, bilinçsiz evlilikler. Burda da geçimsizliğin sebebini ben buna bağlıyorum. Bilinçsiz olarak yapılan evlilikler napıyor o cicim ayları bittikten sonra özellikle insanlar gerçek dünyaya dönüyor ve şiddetli geçimsizlik dediğimiz olay başlıyor. Çünkü birbirlerini doğru dürüst tanımadan daha kaçma çok doğal meşru olarak görüldüğü için özellikle anne babalarda da ailelerde de bu meşru olarak görülebiliyor.” (Katılımcı 13, rehber öğretmen) “Bir anda karar veriyorlar, kaçarak evleniyorlar onun sonrasında akabinde yedi ay sonrada her şey bitiyor. Tahammül yok, sabır yok, 52 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 sorumluluk alma diye bi şey yok, yani sorumluluk alıp ben bu sorumluluğun altından nasıl kalkarım diye bir şey yok gençlerde.” (Katılımcı 14, rehber öğretmen) Bir Tetikleyici Faktör Olarak İletişim Araçları Görüşmelerde özellikle iletişim konusu çok sık üzerinde durulan konular arasında yer almıştır. Katılımcılar iletişim araçlarıyla (başta internet olmak üzere televizyon, cep telefonu ve gazeteler gibi) boşanmalar arasında doğrusal ilişki kurmuşlar ve bunlar hakkında çok da serzenişte bulunmuşlardır. Düzce halkı yine coğrafi konumu ile bağlantılı olarak iletişim alanında yenilikleri takip etme ve iletişim olanakları bakımından son derece avantajlı bir ildir. Örneğin Katılımcı (17)’nin belirttiği gibi “internet en ücra köydeki evler de bile bulunmaktadır.” Katılımcıların pek çoğu iletişim araçlarının toplumdaki genel ahlakı, mahremiyeti ve birlikteliği bozucu yönde etkileri olduğunu düşünmektedir. Yine Katılımcıların tespitlerine göre iletişim araçlarının bir nevi “kötüye kullanımı” söz konusudur. “Bugün bakıyorsunuz ki bizim gençlik dönemlerimiz, ki biz yetmişlerin kuşağıyız yani öyle diyelim, biz o zamanlar kadın erkek ilişkileriyle ilgili mahrem sınırlarımız hiçbir zaman deşifre edilmezdi. Yani çok gizli ve kapaklı veyahutta mahrem alanlarımız içerisindeydi. O mahrem alanlarımızı bir sır, bir emanet olarak bilirdik ve bunu hiçbir zaman deşifre etmezdik. Bugün basın yoluyla, televizyon yoluyla artık bu alan açıkça her şeyi tahrike çağırıyor.” (Katılımcı 9, İl Müftülüğü çalışanı) Alptekin “Fesbuk, msn, cep telefonu, televizyondaki evlenme programları, yerli diziler… Bunların hepsi ne idüğü belirsiz evlilikler üretiyor. Bir cep telefonu mesajıyla ya da çağrısıyla insanlar eş buluyor! Bu evliliklerde ne sevgi var, ne saygı var, ne emek var, ne fedakarlık var. Ama adı evlilik oluyor. Bir kere sen karşındakini ne kadar tanıyarak evlendin? Sonra da niye boşanmalar artıyor diyoruz!” (Katılımcı 18, avukat) “Biz teknolojiyi niyeyse hep tersinden kullanıyoruz. Açık konuşacağım, nerede bir ahlaksızlık var işin o kısmını hemen öğreniyoruz.” (Katılımcı 16, muhtar) Katılımcı (10)’un aşağıdaki alıntısında olduğu gibi bazı katılımcılar iletişim araçlarının kötüye kullanımının (bu doğrultuda yaygın olarak kullanıldığı bilinen internetin) eşler arasında sadakatsizlikleri artırdığını, evlilik bağını ve evlilik içi mahremiyeti zedelediğini bunun sonucunda boşanmaların arttığını düşünmektedir. “Düzce’de sadakatsizliklerin artığından konuşuluyor. Ben buna bir şey ekleyeyim. Konuşulan sadece erkeğin sadakatsizliği oysa kadın sadakatsizliği de hiç az değil. O da misilleme yapıyor. Eski görevimde şöyle bir tespitim oldu; bu sadakatsizlik olayı her kesimde var. Hani şöyle bir adama da kadına da bakıyorsunuz, bunlar asla böyle işler yapmazlar diyorsunuz. Çok mütedeyyin gözüküyorlar hani kılık kıyafetleriyle falan. Hele internetten kadının bir başka adama yazdıklarına adamın da aynı şekilde bir başka kadına yazdıklarına bakıyorsunuz çünkü mahkemeye delil olarak bunlar sunuluyor.” (Katılımcı 10, aile mahkemesi hakimi) Düzce’de internetin ücra köylere kadar ulaştığını yeniden hatırlayacak ve üzerine “kötüye kullanma” yaygınlığını ekleyecek olursak Katılımcı (10)’un tespitlerinde hiç de haksız olmadığı sonucuna ulaşabiliriz. Öte yandan boşanmalarla ilişkili üzerinde çok fazla serzenişte bulunan iletişim araçlarından bir tanesi de televizyon olmuştur. Bir katılımcı, “beyaz cam” olarak nitelendirdiği televizyonun açıkça ahlaksızlık ürettiğini ve bunu meşrulaştırdığını dile getirmiştir. “İşin görünmeyen tarafına geçelim: Beyaz cam! (eliyle oturduğu yerin tam karşısında açık halde bulunan televizyonu işaret eder) Bizim ahlaki çöküntümüzün tek nedeni bu. Bunu samimiyetimle söylüyorum… Bu işin baş sorumlusu beyaz cam.” (Katılımcı 15, muhtar) Katılımcıların açıkça ifadelerinden de anlaşıldığına göre Türkiye’de her gün yayın yapan yüzlerce kanal arasında doğru ve tarafsız haber sunan, etik ilkelere bağlı kalarak toplumu bilgilendiren ve eğiten çok az kanal vardır. Zaten o kanallar çok da izleyici bulamamaktadır. Pek çok televizyon kanalında gösterilen reklamlar ve dizilerde bol miktarda bir başına özgür yaşam anlayışı kitlelere pompalanmakta; evlilik öncesi ve evlilik esnasında gerçekleşen gayri-meşru ilişkiler normalleştirilmekte, aile içi tartışmalarda hemen evi bırakıp gitme, soluğu mahkemede alma gibi yanlış rol modeller topluma sunulmaktadır. Popüler kültürün yörüngesindeki bu yayın anlayışı aileye olan 53 Toplum ve Sosyal Hizmet inancı ve bağlılığı zayıflatmakta evlilikleri sarsmakta, eşleri huzursuz ve tedirgin etmektedir. Yıkılan Gelenekten Kalan Boşluk Katılımcılar görüşmeler esnasında depremden önce ve depremden sonra olmak üzere Düzce’yi iki ayrı dönem içerisinde ele almışlardır. Örneğin Katılımcı (4)’e göre boşanmaların nedenleri bakımından deprem döneminin Düzce’si ile Deprem sonrasının Düzce’si farklı bir görüntü çizmektedir: “Bundan bir on yıl öncesinde ben boşanmayı ele alırken neden şiddetli geçimsizlik derseniz o zaman derdim ki deprem oldu, depremden sonra insanlar şeye çıktı, prefabriklere çıktı. Özel hayat diye bir şeyleri kalmadı. Gelirleri azaldı, işyerlerini kaybettiler. Ona bağlı, şiddetli geçimsizliğe bağlıdır derdim. Ama şu anda o konjöktür bitti artık. Şu anda çok daha farklı kendisini geliştirmeye çalışan bir Düzce var, kendisini var etmeye çalışan insanlar var.” (Katılımcı 4, öğretim üyesi) Katılımcıların çoğunluğuna göre deprem öncesi Düzce, gelenek ve değerleriyle iç içe yaşamakta; yavaş yavaş ama emin adımlarla bölgesinde yükselen bir cazibe merkezi olma yolundadır. Bolu’nun ilçesi olmasına karşın özellikle ticarette ve sanayileşmede ondan hiç de geri kalmış değildir. Kültürel çeşitliliği bünyesinde barındıran toplumsal yaşamda karmaşa değil sağduyu ve sükunet hakimdir. İlçede eğitim düzeyi düşüktür; gelenek ve değerlere bağlılığın bir gereği olsa gerek toplumsal kontrol yüksektir, bugüne oranla nispeten daha az sosyal sorun yaşanmaktadır. 54 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Depremden hemen sonra il statüsüne kavuşan Düzce, depremi izleyen ilk ikiüç yıllık bir süre zarfında yaşadığı şokun etkisiyle derin bir sessizliğe bürünmüştür. Halkın büyükçe bir kısmı uzunca bir süre çadırlarda ve prefabriklerde yaşamak zorunda kalmıştır. Bir kısmı ise depremden sonra hızlı bir şekilde oluşturulan “Kalıcı Konutlar Bölgesi”ne taşınmıştır. Bu süreçte prefabriklerde ve Kalıcı Konutlarda yani yeni ve aşina olunmayan farklı mekanlarda geçen aile yaşantıları, ele aldığımız konu açısından da son derece kritik bir öneme sahiptir. “Şimdi insanların hayalleri vardır, hanımları vardır çocukları vardır. Şimdi normal bu neticede cinsellik farklı bir konudur tabi. İnsan vücudu bunu istiyo. Nasıl ki erkek istiyorsa kadın da istiyor. Ama ne oluyor yirmi metrekare yerde yaşıyorsun çocuğun yanında bunu yaşıyamıyorsun. Bundan dolayı psikolojik sorunlar yaşandı. Bundan dolayı erkek karısına kızdı gitti başkasıyla beraber oldu.” (Katılımcı 15, muhtar) “Burada eskiden yerleşik Düzce’deyken adam şurda oturuyordu, kızı şurda, oğlu şurda, şeyi şurda oturuyordu. Temel bir diyalog vardı. Peş peşeydi evler yan yanaydı. Sürekli girilip çıkılıyordu, gilip geliniyordu. Şimdi Kalıcı Konutlara geçtik onun negatif bir etkisi bu. En yakın arkadaşlar bile birbirinden kopmaya başladılar.” (Katılımcı 5, emniyet amiri) “Depremden sonra toplum kendini toparlayamadı. Bu ortamda hayat durmadı tabi, evlilikler de oldu. Mesela Kalıcı Konutlarda hiç birbirini Alptekin tanımayan aileler birbirine komşu oldu, kız alıp verdi, Bu ortam birbirini tanımadan evlenmeyi getirdi. Uzun vadede faturası da ağır oldu. En azından ben öyle görüyorum.” (Katılımcı 20, avukat) Depremi izleyen dördüncü ve beşinci yıldan itibaren Düzce kıpırdanmaya başlamıştır. Özellikle son iki-üç yıldan bu tarafa ilde gözle görülür bir canlanma kendisini hissettirmektedir. Ancak bu canlanmayla birlikte Düzce’de toplumsal yaşamda pek de iç açıcı olmayan ve aile yaşamlarını olumsuz etkileyen bir bakıma boşanmaları da tetikleyen önemli değişimler de yaşanmaya başlamıştır. Pek çok katılımcı bu durumu “travmanın uzun süreli etkisi” olarak değerlendirmiştir. Gerçekten de doğal afetler arasında en yaygın ve en çok yıkıma neden olan deprem, travmatik olaylara verilecek tipik örneklerden de biridir ve her travmanın kısa, orta ve uzun döneme hem bireysel hem de toplumsal düzeyde etkileri bulunmaktadır. Söz konusu etkiler psikolojinin kötüye gitmesi, ekonomik durumun bozulması, kültürel değerlerde değişme gibi çeşitli şekillerde birey ve toplumları tehdit altında tutabilmektedir. Katılımcı (17)’ye göre ise deprem öncesi Düzce ile deprem sonrası Düzce arasındaki ilin ulaşım, ticaret, sanayi, sağlık, istihdam vb. gibi alt yapısal öğelerinde hemen hemen hiçbir fark yoktur. Kaldı ki bunlara ilaveten, eğitim düzeyi birazcık da olsa yükselmiştir ve Düzce, bölgesinde Kocaeli ve Sakarya’dan sonra üçüncü büyük kent olma yolunda hızla ilerlemektedir. Temel fark; toplumsal yaşam biçimindeki değişimlerdedir. Daha açık söylemek gerekirse temel fark; ailelerde dayanışmanın azalmasına paralele olarak huzursuzlukların artması, çekirdek aileye doğru geçişin hızlanması, gençlerin artan özgürlük talepleri ve tüm toplum katmanlarında rahatlıkla görülebilecek olan bireyci (benmerkezci) tutumların yaygınlaşmasındadır. Bu saptamalardan hareketle Katılımcı (17) Düzce’de ve merkeze bağlı tüm köylerinin büyük bir çoğunluğunda artık süre gelen geleneksel yaşamın yıkıldığı ancak yerine bir kent kültürünün konulamadığı düşüncesindedir. Bir toplumsal düzen ve kontrol aracı olarak geleneğin önemini yitirmesi, yerini doldurabilecek mekanizmaların kurulmamış olması sonuç olarak yeni evlenen çiftleri rehbersiz bırakmıştır. Bir ölçüde bu tür evliliklerin adeta “boşlukta” gerçekleştiğini söylemek mümkün görünmektedir. “Gelenek olmayınca gençler kendi başlarına evlenmeye karar veriyorlar. Çünkü kime danışsınlar? On beş yirmi yıl öncesindeki o geleneksel yapı kırıldı. Fakat yerine ne koyduk? Hiçbir şey. Kent kültürünü koymalıydık. Bir türlü kent kültürünü kuramadık. Sanki boşlukta gibi her şey. Muazzam bir boşluk savrulma var her yanımızda.” (Katılımcı 17, avukat) “Şimdi bana kalırsa müthiş bir kafa karışıklığı var. Öyle herkes her şey hakkında konuşuyor. Ama sonuç yok. Konuşmaların bağlandığı bir nokta yok. Toplumda artık bir vurdumduymazlık var. Herkes her istediğini yapıyor, kimse kimseye müdahale etmiyor. Kimse hesap sormuyor. Toplum bozuluyor, hızlı bozuluyor.” (Katılımcı 6, İl Müftülüğü çalışanı) 55 Toplum ve Sosyal Hizmet Düzce, daha önce değinilen faktörlerin etkisiyle hızlı bir değişim geçirmektedir ve söz konusu değişim ilçe görüntüsünden çıkıp modern bir kent olma arzusu taşıyor niteliktedir. Bu doğrultuda eski muhafazakar görüntü, kent olmaya özgü ‘modern’ yaşam görüntüsüyle iç içe geçmiş bir haldedir. Katılımcı (20) Düzce’nin bugünkü görünümünü yakın zamanda Düzce’ye gelen bir arkadaşının tespitlerini aktararak şu şekilde ifade etmiştir: “Geçenlerde bir arkadaşım geldi buraya. Bir durdu, bana dedi ki sizde üç şey var insanın gözüne hemen çarpıyor. Neymiş onlar dedim. Camiler, güzellik salonları, kahveler dedi. Bunu söyleyince şöyle bir düşündüm. Valla doğru diyor dedim. Şimdi mesela boşanmaları konuşurken, sizinle bunların üzerinde mutlaka durmalıyız.” (Katılımcı 20, avukat) Katılımcı (20)’nin yukarıdaki ifadelerinde öne sürülen bu üç unsurun (cami, güzellik salonu ve kahvehane) birlikteliği Düzce’nin toplumsal yapısını da sanki özetliyor gibidir. Örneğin caminin, Düzce’deki dini yaşamı ve muhafazakar görüntüyü sembolize ettiği söylenebilir. Güzellik salonu bir yönüyle kadınların toplumsal yaşamda görünürlüğünün bir ifadesi olabileceği gibi diğer yönüyle daha önce sözü edilen “gösteri kültürünün” bir işareti olabilir. Güzellik salonları modern yaşama bir gönderme olarak da algılanabilir. Kahvehaneler ise yine daha önce sözü edilen Düzce’ki önemli paradokslardan biri olan “işsizlik” ve “hazırı tüketme kültürü” ile daha fazla ilişkili gibidir. Söz konusu bu üç unsur arasında “cami” ile sembolize edilen Düzce’de bugünkü dini yaşantının niteliği Katılımcılarca 56 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 sorgulanmış ve boşanmalar ile çok yakından ilişkilendirilmiştir. Bu konuda görüş sarf eden Katılımcılar boşanmalardan bir koruyucu faktör olarak bilinen dinin bu özelliğini giderek yitirdiğini öne sürmüşlerdir. Katılımcı (7, İl Müftülüğü çalışanı): “Ben bu ikinci depremden sonra özellikle çok farklı bir Düzce kafamdan geçiriyordum. Kendini bir muhasebeden geçirir, öz değerlerine daha çok sahip çıkar, toplumda dayanışma artar falan gibi. Hani insanlar sorgularlar, bu musibetler bizi niye buldu diye. Öyle olmadı nasıl derler, şimdi dilimin ucunda ama kelimeyi tam çıkartamayacağım.” Araştırmacı: “Dünyevileşme, sekülerleşme gibi bir şey mi? Katılımcı (7): “Hah işte bunun gibi. Dünyevileşme arttı, din daha geri plana itildi. Bu din sanki Hıristiyanların dini gibi yaşanmaya başlandı.” “Mesela cami sayısı fazla ama belli günler var, onları saymazsanız onun dışında giden var mı? Hem sonra dindarlarda da boşanmalar var. Ben görüyorum, ben dinin eskisi kadar insanları bir arada tuttuğunu zannetmiyorum.” (Katılımcı 9, imam) Katılımcıların ifadelerine toplu olarak bakılacak olursa Düzce’de hem dini hem de geleneksel ataerkil (pederşahi) yaşam giderek zayıflamaktadır. Sosyolojik olarak bu durum köklü bir değişime de işaret etmektedir. Ancak bu değişim Düzce özelinde çok farklı bir zeminde ve süreç içerisinde yaşanmaktadır. Düzce on yılı aşkın bir süredir il olmasına rağmen toplumsal yaşamda kimi özellikleriyle ilçe hüviyetini hali Alptekin hazırda muhafaza eder görünümdedir. Araştırma sürecinde yapılan gözlemlerin de işaret ettiği gibi örneğin kent kültürü toplum katmanlarında beklendiği ölçüde yaygınlaşamamakta; kente aidiyet duygusu zayıf kalırken kimi zaman kültürel aidiyetler daha fazla önemsenmektedir. Öte yandan Düzce kimi özellikleriyle adeta bir büyük kent görüntüsü de çizmektedir. Bu doğrultuda örneğin; giderek artan sanayi ve ticaret etkinlikleri; lüks yaşam ve tüketim eğilimleri, iletişim ve ulaşım alanında baş döndürücü hareketlilik, göçlerle biçimlenen demografik yapısındaki çeşitlilik bu yargıyı doğrulamaktadır. Kuşkusuz bu birbirine zıt ikili görüntü içerisinde sağlıklı bir aile yaşantısı sürdürmek hiç de kolay değildir ve ailenin bilindik rol ve fonksiyonlarını bu ortamda istendiği ölçüde yerine getirmesi de zordur. Her şeye rağmen bu düalist ortamda ibre kentleşmeye doğru kaymakta ve genel bir deyişle kenti karakterize eden modern yaşam giderek etki alanını genişletmektedir. Kutsal olanı ötelemiş; akılcı, bireyci ve hazcı yaşamı öncelemiş modern yaşantının etki alanını genişletmesiyle birlikte toplum katmanlarında mahremiyetin ve evliliğin anlamı da değişmektedir. İki ayrı yaşam modeli arasına sıkışan ailelerde ilişkiler sarsılmakta; çatışma sürekli hale gelmekte ve aile üyeleri arasında birlikteliği sağlamak hakikaten güçleşmektedir. GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ Bu araştırma yorumsamacı bakış açısıyla deprem sonrasındaki on yıl içerisinde dönemde Düzce il merkezinde gerçeklemiş olan boşanmaların arkaplanında yer alan psiko-sosyal faktörleri ortaya çıkarmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Bir saha çalışması şeklinde gerçekleştirilen bu araştırma nitel bir desene sahiptir. Düzce’de ikamet edip daha önce de belirtildiği gibi doğrudan veya dolaylı bir şekilde boşanmalar konusuyla ilgisi bulunan kamu, yerel yönetim ve Baro mensuplarından oluşan 20 kişilik bir grup araştırmanın örneklemini oluşturmuştur. Bu araştırmada da görüldüğü gibi psiko-sosyal faktörlerin her biri boşanmalarla bir şekilde ilişkilidir ve boşanmalar üzerinde farklı yansımalara ve etkilere sahiptir. Yaşanılan sosyal çevrenin pek çok öğesiyle iç içe geçmiş bir halde evli çiftlerin bireysel özellikleri, ilişki örüntüleri ve evlilik kurumuna yükledikleri anlamlar boşanma olgusunu anlama ve yorumlamada göz önünde bulundurulması gereken başlıca unsurlardır. Araştırma kapsamında yapılan kayıt taramaları, gözlemler ve görüşmeler çerçevesinde ulaşılan sonuçlara ilişkin şunlar söylenebilir: • Türkiye’nin iki metropol kentinin (Ankara-İstanbul) tam orta noktasında bulunması Düzce’ye pek çok açıdan ile önemli avantajlar sağlamaktadır. Bununla birlikte her iki metropol kentle kurulan yoğun temas özellikle genç kuşağın tutum ve davranışlarını etkilemektedir. Modern yaşamın tüm öğelerini bünyesinde taşıyan metropol kent kültürüyle kurulan bu yoğun temas Düzce’de evliliklerin sorgulanmasında; evliliğe atfedilen anlamın, evlilik öncesi ilişkilerin ve evlilikten beklentilerin değişime uğramasında etkili olmaktadır. Epey köklü değişimleri içeren bu durum çiftler arasında gerilim ve çatışmalara kaynaklık ederken beraberinde boşanmaları da tetiklemektedir. 57 Toplum ve Sosyal Hizmet • Düzce kültürel çeşitliliğin fazla olduğu illerden bir tanesidir. Farklılıkların biraradalığı bir yönüyle toplumsal yaşama bir zenginlik ve sinerji katarken bir yönüyle de konumuz açısından evlilik ve boşanmaları kimi zaman olumlu kimi zaman da olumsuz etkileyebilmiştir. Örneğin tıpkı erkek gibi kadını da toplumsal yaşamın bir öznesi olarak öne çıkarmış kültürel gruplar aksi yönde hareket eden kültür gruplarında bir esneme ve yumuşamaya öncülük edebilmiştir. Bununla birlikte boşanmayı sıradan bir olay olarak gören, evlilik öncesi tanışma (flört) aşamasını oldukça kısa tutan, evlilik ritüellerinde (sözlenme, nişanlanma, resmi nikah gibi) fazlaca esnek davranan kültürel gruplar aksi yönde hareket eden gruplarda olumsuz bir rol model olarak boşanmalara kapı aralamıştır. • Düzce’de istihdam olanaklarının fazla olması, coğrafi konumun sağladığı avantajlar ve kültürel çeşitliliğe dayalı ortamın elverişliliği nedeniyle kadınların sosyal ortama katılma olanağı fazladır. Bu sayede ilişki ağı genişleyen ve maddi gücü artan kadının evlilikteki rol ve beklentileri de değişime uğramaktadır. Kadının sosyal hayatta görünürlüğünün artmasıyla ataerkil (pederşahi) kalıplarla yetişen erkeklerin tutum ve davranışlarında kadının lehine bir takım değişimler kendisini hissettirmiştir. Süregelen toplumsal cinsiyet rollerindeki değişimler evlilikleri de kendi özgünlükleri içerisinde yeniden bir denge arayışına sürüklemiş; bahse konu dengeleri sağlıklı kuramayan evlilikler için boşanma alternatif bir çözüm olarak gündeme gelmiştir. 58 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 • Ekonomik sorunlar şemsiyesi altında toplanan maddi yaşam güçlükleri ya da geçim sıkıntısı evli çiftleri boşanmaya götüren en önemli faktörler arasındadır. Ancak boşanmayla sonuçlanan evliliklerde söz konusu maddi yaşam güçlükleri ya da geçim sıkıntısı farklı görünümlerde ortaya çıkıp çiftleri farklı yönlerde etkilemiştir. Örneğin çiftlerin bir kısmı gerçekten yaşadığı yoksulluk ve yoksunluklara bağlı olarak ekonomik darboğazlar sonucu evliliklerini yürütememiş; bir kısmı da olanakları olmasına karşın çalışmama, hazırı tüketme, harcamalarında önceliği ihtiyaca değil özenti’ye (başkasına imrenme) verme, lüks tüketime yönelme ve güç gösterisinde bulunma gibi ilin sosyal dokusunda yer etmiş çeşitli tutum ve davranışlar sonucu boşanmanın eşiğine gelmiştir. • Boşanmak isteyen çiftlerin arasında anlaşarak boşanmaya (anlaşmalı boşanma) karar verme yönünde giderek artan bir eğilim dikkati çekmektedir. Kuşkusuz ilgili sosyal mevzuatta (Medeni Kanun) yapılan düzenlemeler bu durumun ortaya çıkmasında etkili olmaktadır. Yasal yönden getirilen kolaylıkların boşanmaları artırıcı yönde olumsuz olarak etkilediği (Gonzales & Viitanen, 2009: 137) zaten bilinmektedir. Ancak çiftlerin önemli bir kısmının gerçekten boşanmayı istememiş olmasına rağmen mahkemeye başvurmuş olması şaşırtıcıdır. Mahkeme kararından sonra bu çiftler resmiyette boşanmış olmasına karşın gerçekte aynı çatı altında çocuklarıyla birlikte yaşamaya devam etmişlerdir. Çiftler bu yolla, çağın gereklerine uygun olarak Alptekin düzenlenmeye çalışılan sosyal mevzuatın sağladığı olanaklardan yararlanarak menfi yönde ekonomik kazanç elde etmek istemişlerdir. Denetim eksikliğini de gündeme getiren bu durum sosyal mevzuatı kötüye kullanma olarak değerlendirilmiş ve Düzce’de boşanmaları artıran şaşırtıcı bir bulgu olarak kabul edilmiştir. • Gerek toplumun aile ve evlilik tasavvuruyla çelişen (kasıt unsurunu ve art niyeti düşündürecek kadar) uygunsuz mesajları empoze etmesi gerekse hatalı (yanlış) kullanma biçimleriyle gayri meşru ilişkilere zemin hazırlaması nedenleriyle iletişim araçları boşanmaların arka planında yatan bir diğer faktördür. • Çok genç yaşlarda evlenmiş olmak (örneğin erkeklerde 23 yaş altı, kadınlarda 20 yaş altı) Düzce’de boşanmaları artıran önemli bir nedendir. Henüz yeterli bir olgunluğa ulaşmadan çok genç yaşta yapılan evliliklerin boşanmalar için bir risk faktörüdür (Clarke-Stewart & Brentano, 2006: 26). Düzce’deki çok genç yaşta evlenen çifterin eğitim düzeyleri düşüktür; çiftlerin genellikle belli bir mesleği veya işi yoktur; çiftler hiçbir plan ve program yapmamışlardır ve içlerinden bir kısmı “kaçarak” evlenmişlerdir. Gençleri bir an önce evlenmeye iten bir takım gerekçeler olmalıdır ve nitekim araştırma bünyesinde bu gerekçelerden bir kısmı tespit edilmiştir. Örneğin bazı gençler için evlilik; kapalı ve iletişim açısından sınırlı ortamlardan, aile veya çevre baskısından kurtulmanın, bazı gençler içinse Düzce genelinde yaygın olduğu bilinen rahat ve konfor içerisinde yaşamanın (İle özgü olarak evlilik böyle bir potansiyeli barındırmaktadır) bir yolu olarak görülmüştür. Temeli sağlam atılmayan bu tür birlikteliklerin en küçük sarsıntılara bile dayanamadığı, sağlıklı çözümlere ulaştıramadığı için irili ufaklı krizlerin altında kaldığı ve çok geçmeden bilinen sonla yani boşanmayla bittiği düşünülmüştür. • Kuşkusuz iletişim teknolojisinin hızla ilerlemesi, ilişkilerin biçimini ve yoğunluğunu da etkilemektedir. Sözü edilen bu iletişim araçları gündelik yaşamda hızlı iletişim sağlaması bakımından oldukça kullanışlıdır. Ayrıca zaman ve mekan sınırını aşmada günümüz insanına önemli avantajlar sağlamaktadır. Ancak dolaylı ve sanal bir şekilde iletişime olanak sağlayan bu araçlar yoğun bir duygusal ilişkiyi yürütmede kullanıldığında kimi zaman çeşitli suiistimallere veya iletişim hatalarına (yapay ilgi, yanlış anlama, yersiz şüphe, sorulan soruları cevapsız bırakma veya aşırı soru sorma, mesajı yanlış yorumlama gibi) neden olmaktadır (Alptekin, 2008: 85-86). İletişim araçlarının toplumca onaylanmayan yasak ilişkileri kurmada ve yürütmede kullanımı; evlilik bağlarını zedelemiş, eşler arasında güven ve sadakatsizlik sorununa neden olarak pek çok evliliği kırılma noktasına getirmiştir. • 1999 yılının ikinci altı ayında üst üste yaşadığı iki deprem Düzce’nin tüm sosyo-ekonomik düzenini alt üst etmiştir. Söz konusu yıkımın toplumsal yaşam üzerindeki uzun süreli etkilerinden birinin de boşanmalar olduğu düşünülmüştür. 59 Toplum ve Sosyal Hizmet • Depremler sonrasında Düzce’de depremlerin yaraları sarılırken bir dizi yönetsel (idari) yanlışlıklar da yapılmıştır. Konumuz açısından örneğin ailelerin uzun süreli yan yana dizayn edilen prefabriklerde sıkışık bir vaziyette iç içe yaşaması mahremiyet sorununu doğurmuş, cinsel hayatları sekteye uğratmış; böylece bazılarının il dışında farklı arayışlara yönelmesine zemin hazırlamıştır. Açılan yeni yerleşim birimleri (örneğin Kalıcı Konutlar, TOKİ Evleri, Dünya Bankası Evleri gibi) alışılanın ve bilinenin dışında bir mekansal tasarıma sahiptir. Sosyal kontrolün zayıf olmasıyla birlikte buralar yeni yaşam biçimleri ve ilişki ağlarının kurulmasına öncülük etmiştir. Bu doğrultuda örneğin insanlar bir anda hiç tanımadıkları yabancı kişilerle komşu olmuş, evlilikler çok sayıda yabancının kol gezdiği ortamda gerçekleşmiştir. • Öte yandan yine bir dizi yönetsel yanlışlıklarla bağlantılı olarak depremzedelere devlet tarafından uzunca bir süre karşılıksız ayni ve nakdi yardımlar yapılmıştır. İstihdam olanakları yaratma, meslek sahibi olmaya yönlendirme, eğitime ağırlık verme gibi kalıcı çabalar yerine ilin zaten öteden beridir sosyal dokusunda yer etmiş olan fındık üretiminden sağlanan gelirlerle beslenen “hazırı tüketme” kültürü pekiştirilmiştir. Devlet yardımlarının aniden kesilmesiyle sadece bu yardımlarla yaşayan aileler bir anda ekonomik darboğazlara yakalanmış ve bu darboğazları aşamayınca boşanma için çok güçlü bir neden kendiliğinden ortaya çıkmıştır. 60 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 • Depremin 11. yılını geride bırakan Düzce, kendi bölgesinde yeni cazibe merkezi olmaya aday bir şekilde adeta depremler öncesi kaldığı yerden ekonomik düzeyde ilerlemeye devam etmektedir. Bu doğrultuda halen Devletten aldığı teşviklerle sanayisi canlanmış, fabrikalaşma oranı artmıştır. Ulaşım, iletişim ve istihdam olanaklarının da artmasıyla öteden beridir süregelen göçler henüz durmamıştır ve zaten çeşitliliğiyle bilinen demografik yapı aynı özelliğini korumaktadır. Düzce belki de asıl değişimi ekonomik etkinliklerin canlanmasıyla birlikte sosyal alanda yaşamaktadır. Türkiye’nin genelinde olduğu gibi toplumsal değişim sürecinde bu yapının temelini oluşturan aile de değişime maruz kalmıştır. Literatürde (Sclater, 1999: 4; Giddens, 2000: 151; Poole, 2005: 16; Clarke-Stewart & Brentano, 2006: 50-51) sıkça değinildiği üzere son yıllarda yaşanılan değişimler, ailenin yapısal özelliklerini, rol ve fonksiyonlarını etkilemiş; aile içi ilişkilerde bireysel formları ön plana çıkarmış ve aileyi her türlü riske açık hale getirmiştir. Öte yandan yaşanmakta olan toplumsal değişim, “ilçe ile kent kültürü arasında sıkışma” şeklinde tezahür eden gelenek / modern ikilemini içeren Düzce’nin örtük bir gündemini de gün yüzüne çıkarmıştır. Gerçekten bir yönüyle geleneksel yaşama bağlılığını koruyan Düzce bir yönüyle de modern yaşama entegre olmaktadır. Esasen Düzce bu görüntüsüyle farklı ve gecikmiş bir modernleşme tablosu çizer gibidir. Modernleşmenin tek değil çoklu formları vardır. Türkiye’deki modernleşme Alptekin deneyimleri için “geç modernlik” kavramı daha uygun düşmektedir (Kaya, 20006: 10-11). Geç modernliklerde modernleşme süreci “eskinin yıkılması yeninin doğmaması” ya da “melezleşme” süreci olarak da tanımlanabilir (Karatay, 2009: 16). Aşağıda alıntısına yer verilen bir katılımcının da dillendirdiği bu durum belki de Düzce’deki boşanmaların arkaplanında yatan en önemli nedendir. “Bakın iddia ediyorum, sürekli de benim dediğim noktaya geliyorsunuz. Biz Düzce’de geleneği yıktık ama yerine bir şey koyamadık. Şimdi bu kadar etnik grup var, hangisi gerçekten geleneğini muhafaza ediyor? … Gelenekten boşalan yeri kent kültürüyle veya adını siz koyun başka bir şeyle doldurabilirdik ama dolduramadık. Dolduramadığımız için de huzursuzluk aile boyutuna kadar indi. Şimdi Düzce’de evlenenler bu boşlukta evleniyor. Neyi referans alacağını bilmez halde. Boşanmalar da bu boşlukta gerçekleşiyor ve sıradan bir tepki görüyor, normal bir olaymış gibi! (Katılımcı 17) KAYNAKÇA Alptekin, K. (2008). Sosyal hizmet bakış açısından genç yetişkinlerde intihar girişimlerinin incelenmesi: Bir model önerisi. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü yayınlanmamış doktora tezi. Boşanma istatistikleri (2007). Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu ile Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü ortak yayını. hods approaches (2nd ed.). Thousand Oaks, California: Sage Publications.. Clarke-Stewart, A. & Brentano, C. (2006). Divorce: Causes and consequences. New Haven [Conn.]: Yale University Pres. Evlenme ve boşanma istatistikleri (2008). Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu ile Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü ortak yayını. Evlenme istatistikleri (2007). Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu ile Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü ortak yayını. Giddens, A. (2000). Sosyoloji. H. Özel ve C. Güzel (Çevirenler). Ankara: Ayraç Yayınevi. Gonzales, L. & Viitanen, T.K. (2009). The effect of divorce laws on divorce rates in Europe. European Economic Review, 53, 127–138. Göka, E. (1993). Hermenötik üzerine. Türkiye Günlüğü, 22, 84-94. Karaçay, Y. (2001). Evlilik ve aile terapisi. Zafer Dergisi, 9, 18-22. Karatay, A. (2009). Sosyal alanın şekillenmesi, hayırsever dernekler ve sosyal hizmet(ler). Sosyal Hizmet, Haziran 08 / Ocak 09, 14-19. Kaya, İ. (2006). Sosyal teori ve geç modernlikler: Türk deneyimi. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. Neuman, W.L. (2003). Social research methods: Qualitative and quantitative approaches (5th ed.). Boston: Allyn and Bacon. Poole, M. (2005). Changing families, changing times. In M. Poole (ed.), Family: Changing families, changing times (pp. 43-65). Crows Nest, N.S.W.: Allen & Unwin. Bölgesel göstergeler TR 42 (Kocaeli, Sakarya, Düzce, Bolu, Yalova) (2008). Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu Yayını. Reiger, K. (2005). History: the rise of a modern institution. In M. Poole (ed.), Family: Changing families, changing times (pp. 1-20). Crows Nest, N.S.W.: Allen & Unwin. Creswell, J.W. (2003). Research design: Qualitative, quantitative, and mixed met- Sarantakos, S. (1998). Social research (2nd ed.). Hampshire, London: Macmillian Press. 61 Toplum ve Sosyal Hizmet Sclater, S.D. (1999). Divorce: a psychosocial study. Aldershot, Hants, England; Brookfield, Vt., USA Ashgate. Velidedeoğlu, H. V. (1976). Ailenin çilesi boşanma. İstanbul: Çağdaş Yayınları. Yıldırım, A. & Şimşek, H. (2004). Sosyal bilimlerde nitel araştırma yöntemleri (4.ncü baskı). Ankara: Seçkin Yayıncılık San. ve Tic. A.Ş. 62 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 İçağasıoğlu Çoban ve Akgün Araştırma ANKARA KADIN KAPALI CEZA İNFAZ KURUMUNDA KALAN KADIN HÜKÜMLÜLERİN PSİKOSOSYAL DURUMLARININ SAPTANMASI VE SOSYAL DESTEKLERİNİN BELİRLENMESİ ÖZET Kadın suçluluk oranındaki artışlarla bağlantılı olarak kadın hükümlülüğü olgusu, son yıllarda tartışılan en önemli konulardan biri olmuştur. Kadın hükümlüler, toplumun kadına bakış açısı ve toplumdaki konumları nedeniyle diğer suçlu grubundaki bireylere göre daha zor koşullarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu çalışma Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda kalan kadın hükümlülerin psiko-sosyal durumlarının saptanması ve sosyal desteklerinin belirlenmesi amacıyla yapılmıştır. Araştırma Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda kalan kadın hükümlülerden 185’i ile yapılmıştır. Araştırmanın verileri, Görüşme Formu sırasında ve Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği kullanarak toplanmıştır. Veriler SPSS 11.5 paket programında frekans dağılımları, X2 (kay kare) testleri kullanılarak değerlendirilmiştir. Figuring Out Of Psycho-social Conditions And Determination The Social Supports Of Women Who Stays in Ankara Closed Penal Institution for Women Araştırmanın sonunda; infaz sürecindeki kadın hükümlülerin belli bir gelirlerinin olmaması, ailelerinden, arkadaşlarından ve sevdiklerinden uzakta olmaları, geleceklerinin ne olacağını bilememeleri, dışarıda kalan çocuklarından ayrı kalmanın ve onların ihtiyaçlarını karşılayamamanın verdiği üzüntü, cezaevi içinde kapalı bir ortamda kalmanın beraberinde getirdiği sorunlar ve dışarıdaki sevdiklerinden göremedikleri sosyal destek onları psiko-sosyal yönden olumsuz etkilemektedir. Bu süreç içinde algıladıkları sosyal desteğin ise orta düzeyde olduğu bulunmuştur. Arzu İçağasıoğlu Çoban* Rumeysa Akgün** Anahtar Sözcükler: Kadın suçluluğu, Psikososyal sorun, Sosyal destek *Yrd. Doç. Dr., Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ABSTRACT **Arş. Gör., Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü In relation to the increases in the rate of women criminality, the case of women conviction has been one of the most important issues discussed in recent years. Because of the viewpoint of the society about the women 63 Toplum ve Sosyal Hizmet and their positions in society, female offenders are faced with more difficult conditions than other criminal groups. This study is performed to figure out the psychosocial conditions and to determine the social supports of women who stay in Ankara Closed Penal Institution for Women. The study is done with 185 of the female offenders who stay in Ankara Closed Penal Institution. The research data were gathered during the interview form, and Multidimensional Perceived Social Support Scale was used. The data is evaluated in the SPSS 11.5 packet program using frequency distribution and, X2 (chi square) tests. As the result of the study, their lack of regular income during the judicial process, their distance from their families, friends and loved ones, the uncertainty of their future, the sorrow caused by being apart from their children and by their inability to nourish them, the problems caused by staying in a closed environment in the prison and their lack of social support from their loved ones outside the prison affect the female offenders adversely from the psychosocial viewpoint. It has been found out that the level of the social support they perceive is medium. Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 sosyal sorun olarak ele alınmaya başlanmıştır. Sosyal sorun, toplumu ilgilendirmekle birlikte, sorunun niteliği, algılanışı ve yoğunluğu toplumdan topluma, ülkeden ülkeye değişmektedir. Bu değişimin nedeni, her bir toplumun ve ülkenin ayrı bir kültüre, geçmişe ve değer yapısına sahip olmasıdır. Bu nedenle bir eylemin, suç sayılması için bulduğu bölgenin değerlerine, kültürüne ve o davranışın daha önce yaşanıp yaşanmamasına bakmak gerekir. Bütün bunlardan dolayı suça neden olan faktörler ve suç türleri ancak o bölgenin özellikleri dikkate alınarak değerlendirilebilir (Erkan ve Erdoğdu, 2006: 80). Key Words: Women criminality, psycho- Suçluluk oranındaki artışlarla bağlantılı olarak kadın suçluluğu olgusu, son yıllarda tartışılan en önemli konulardan biri olmuştur. Kadınların suç işlemelerinde pek çok faktör etkilidir. Kadın hükümlüler, toplumun bakış açısı ve toplumdaki konumları nedeniyle diğer suçlu grubundaki bireylere göre daha zor koşullarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu nedenle özellikle gelişmiş ülkelerde araştırmacılar, kadın suçluluğunu açıklayıcı çalışmalara yönelmiştir. GİRİŞ Bu çalışmada da suç işleyen kadınların psiko sosyal özelliklerinin ve sosyal destek sistemlerinin neler olduğunun belirlenmesi amaçlanmıştır. social problem,social support Suç, bir toplumda toplumsal normları ihlal eden çoğunlukçu değerlere aykırı biçimde ortaya çıkan davranış biçimidir (İçli, 2007:23). Suçlu ise isteyerek ya da istemeyerek suç eylemini gerçekleştiren kişidir. Suç konusunda yapılan araştırmaların artması, suçun birey ile birlikte onun yaşadığı çevreden de kaynaklanabileceği konusunu gündeme getirmiştir. Böylece, suç bireysel sorun olarak değil bir 64 KADIN VE SUÇLULUK OLGUSU Yağmur (2005), suçluluk kavramı içinde kadın suçluluğunun ayrı bir yerinin olduğunu, kadın suçlu davranışı 1970’li yıllara kadar kadının fizyolojik, psikolojik ve biyolojik farklılıklarıyla açıklanmaya çalışıldığını belirtmiştir. 1970’lerden sonra feminist hareketler ile birlikte kadın suçluluğu olgusu sosyal ve kültürel bir boyutta ele alınmış ve suçluluk İçağasıoğlu Çoban ve Akgün kadının toplumsal rol ve konumu ile ilişkilendirilmiştir (akt; Terzi, 2007: 6). Katleen Daly ve Meda Chesney Lind’e göre feminist teoriler, toplumda mevcut cinsiyet ilişkilerine yeni, daha derin bir anlayış üretmek ve cinsiyet ilişkilerinin suç ve ceza adaletini nasıl etkilediğini göstermek amacını taşımaktadır (akt; İçli,2007:137). Akers (2000) Freda Adler ve Rita Simon suçta cinsiyet oranını “özgürlük’’ bakış açısından incelediğini belirtmiştir. Sosyal değişme sürecinde öğrenim, meslek, aile, politika, askeri ve ekonomik alanda kadın ve erkek rol davranışlarında giderek daha fazla ayrımcılık söz konusu olurken, aynı zamanda iki cinsin sapma, gençlik ve yetişkin suçluluk alanında da benzerlik artmaktadır (akt; İçli,2007:137). Suç işlemiş bireylerin ailelerinde aile içi ilişkilerine bakıldığında aile iletişimi ve etkileşiminde yetersizliklerin ve olumsuz durumların olduğu görülür. Bunun dışında bireyin ailesinde ve çevresinde onu suça ve şiddete iten tutum ve davranışların olağan gösterildiği, dolayısıyla böyle bir ortamda yetişmenin kişinin olumsuz ve yanlış tutum ve davranışlar öğrenmesine ve devam ettirmesine neden olduğu, öfke kontrolüne ilişkin zorlanmalar yaşadıkları ve daha kolay suça yöneldikleri söylenebilir (Nazlıdır, 2010:82). Bu durum kadınlar için de geçerli olup bunun dışında, aile içinde ve çevrede ezilmek, küçük düşürülmek, başta fiziksel olmak üzere şiddetin her boyutuna maruz kalmak ve hayatının bir noktasında kırılma yaşayarak şiddete yönelmesi kadının suç işleme nedenlerinden bazılarıdır. Balcıoğlu ve arkadaşlarının yaptığı çalışma bu görüşü destekler niteliktedir. Bu çalışmada 200 kadın mahkûmla bir alan çalışması gerçekleştirilmiş ve kadını suça iten en önemli sebebin ‘‘kadının aile ve toplum içinde eziliyor oluşu” olduğu ortaya çıkmıştır. Yine aynı çalışmada kadın suçluların erkek suçlulara göre daha problemli bir geçmişlerinin olduğu görülür. Parçalanmış aile, eğitimsizlik, bozuk aile ilişkileri, kişilik, cinsiyetçi tutumlar, aile yapısı, sosyal destek ve kontrol eksikliği kadınların suç işlemelerine neden olmaktadır. Bunun dışında kadınların yaşamlarında göç öyküsünün bulunması da kadınları suça iten nedenler arasında yer almaktadır (Balcıoğlu ve diğ.1997:5). Kadın suçluluğunun diğer nedenleri arasında, kadının sosyal ve ekonomik yaşamda aktif hale gelmesi, ev-dışı sorumlulukları da üzerine alması gösterilmektedir. Bunlara ek olarak, kadınların sosyal yaşamdan soyut yaşamaları ve ekonomik bağımsızlıklarını elde edememiş olmaları da kadının suça yönelmesinin nedenleri arasında sıralanmaktadır. Türkiye’nin ‘‘suç işleyen kadın profiline’’ bakıldığında her iki görüşü destekleyebilecek genel bir profilin var olduğunu söylemek mümkündür (Gürtuna, 2009:20). Ülkemizdeki kadın hükümlülerin yaş, medeni durum, eğitim durumu gibi özelliklerine bakıldığında; kadınların daha önceleri erkeklerden daha geç yaşlarda (30–40) suç işlediği fakat 1980’lerden sonra suç işleyen kadınların yaşlarının 22–39’a düştüğü görülmektedir (İçli ve Öğün 1988). Gürtuna (2009)’nın yaptığı çalışmada da kadın hükümlülerin 22-39 yaş arasında yoğunluk gösterdiği görülmüştür. İçli ve Öğün (1988)’de yaptığı araştırmada kadın hükümlülerin medeni durumlarına bakıldığında en fazla suç işleyen kadınların 65 Toplum ve Sosyal Hizmet boşanmış kadınlar olduğu görülürken Çelik (2008)’ de görüştüğü 87 kadın hükümlünün 22’sinin evli olduğunu belirtmiştir. Gürtuna (2009)’nın yaptığı çalışmada da görüşülen 56 kadın hükümlünün 17’sinin evli olduğu görülmüştür. Adalet bakanlığının 2008 verilerine bakıldığında da 2674 kadın hükümlüden 1605’inin evli olduğu görülür. Eğitim durumlarına bakıldığında ise 2674 kadın hükümlüden en fazla 1197’sinin ilkokul mezunu olduğu görülmektedir. Yüksek okul mezunu olanların sayısı ise 148’dir (http://www.tuik.gov.tr, 2011). Balcıoğlu ve arkadaşlarının (2004, akt; Terzi, 2007: 7) yaptığı bir araştırmada adam öldürme suçundan hüküm giyen erkeklerin, öldürdükleri kişi ile yakınlık derecesine bakıldığında maktulü %45–60 tanıdığı, kadın hükümlülerin öldürdüğü kişiye bakıldığında maktulü %75–85 tanıdığı görülmüştür. Adam öldürme suçundan hüküm giymiş kadınların büyük bir oranı eşlerini, sevgililerini öldürmekten hüküm giymişlerdir. Geri kalanlar, çocuklarını, kendilerine sarkıntılık eden kişileri, nefsi müdafaa için öldürmüşlerdir. Özet olarak kadınların öldürme suçunu büyük oranda nefsi müdafaa ve savunma amaçlı yaptıkları belirlenmiştir. Saygılı ve Aliustaoğlu (2009)’nun yaptığı çalışma da bu görüşleri destekler niteliktedir. Çalışmalarında görüştükleri 45 kadının %66,6 (n:30)’sı işledikleri suçu birinci dereceden bir yakına karşı işledikleri belirtilmiştir. Suçlu ile mağdur/maktül ilişkisinde ise ilk sırayı; %24,4 oranı ile çocukları, %22,2 oranı ile eşleri oluşturmaktadır. Yağmur (2005)’un (Akt; Terzi, 2007: 7) yaptığı çalışmada ise kadınların işledikleri suçlara bakıldığında ilk sırayı 66 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 adam öldürme ve adam öldürmeye teşebbüs yer almaktadır. Ardından zina, hırsızlık ve hakaret suçları yer almaktadır. Adam öldürmede ise kadınların öldürdükleri kişi genelde kocalarıdır. Kadınlar fiziksel güç ve cesaret gerektiren suç türlerinde yer almazlar. Nazlıdır (2010) yaptığı araştırmada ise kadınların son yıllarda daha fazla adam öldürme suçundan hüküm giydiklerini göstermektedir. Araştırmaya katılan 100 kadının 36’sı adam öldürme ve 3’ü adam öldürme suçundan hüküm giymiştir. Son yıllarda kadına yönelik şiddetin artması ile doğru orantılı olarak kadınlarda adam öldürme ve adam öldürmeye teşebbüs suçları da artmıştır. Bu durum kadının kendisini savunmak için, çaresiz kaldığı bir durumdan kurtulmak için şiddete başvurduğu düşüncesini oluşturmaktadır. Yine Nazlıdır (2010)’ın yaptığı çalışmanın devamında kadınların erkeklerden daha fazla fiziksel ve sözel şiddete maruz kaldıkları bulgusu kadınların kendilerini savunmak için son çare olarak şiddete başvurdukları görüşünü desteklemektedir. KADIN SUÇLULUĞU VE SOSYAL DESTEK SİSTEMİ Sosyal destek kavramı, 1970’li yılların ortalarından itibaren literatürde daha çok ele alınmaya ve incelenmeye başlanmıştır. Sosyal destek kaynakları genel olarak formal ve informal destek kaynakları olarak ele alınmaktadır. Formal destek kaynakları; resmi kurum ve kuruluşlar ile yasal bir çerçeve içerisinde hizmet veren sivil toplum kuruluşları, gönüllü kuruluşlarca yapılan desteklerdir. Yakın ilişkide bulunduğumuz kişiler ile herhangi bir biçimde destek olan ve katkı sağlayan diğer bireyler ise informal sosyal destek kaynaklarını ifade İçağasıoğlu Çoban ve Akgün etmektedir (Duyan, 2001). Sosyal destek, zihinsel ve fiziksel sağlığın göstergesidir. Örneğin; fazla sosyal desteği olan bireyler kendilerini daha sağlıklı hissetmektedirler (Zakowski ve diğ., 2003:272). Sosyal destek ilgi ve duygusal yakınlık kavramlarını içerir. Sosyal desteğin içerisinde; sorun çözmede destekleyici yaklaşım ve maddi yardım, çözüm yollarını paylaşmak ve stres kaynağını hafifletici yardımda bulunmak vardır. Bu nedenle sosyal destek sıklıkla “kişiler arası ilişkilerde insanları, kaygının olumsuz etkilerinden koruyan mekanizmalar’’ olarak tanımlanır (Berterö, 2000:93). Cezaevinde sosyal destek ise, hükümlü bireye cezaevindeki ve dışındaki arkadaşları, ailesi ve kurumdan sağlanan fiziksel ve psikolojik bir yardım olarak tanımlanabilir. Eylen (2001, akt; Işıkhan, 2007:22) sosyal desteğin gerçekleşmesinde bireyin algıladığı desteğin niteliği kadar kimler tarafından da verildiği önemli bir konu olduğunu belirtmiştir. Bireyin ihtiyaç duyduğu sosyal destek kişiye, zamana ve yere göre değişmektedir. Değişik sosyal destek kaynakları bireyi farklı açılardan desteklemekte ve onun durumuna olumlu yönde etki etmektedir. Örneğin cezaevinde kadın hükümlünün ihtiyaç duyduğu ailesinin ve kendisine yakın kişilerin kendisini anlaması, ona anlayış göstermeleri ve gelecek ile ilgili onu rahatlatmalarını beklemektedir. Bunun dışında ekonomik destek de kadın hükümlünün aradığı destektir. Kadın hükümlüler ve sosyal destek kavramı arasındaki ilişkiye bakıldığında, sosyal desteğin kadın hükümlüler için oldukça önemli olduğu görülür. Sosyal destek; cezaevinin hükümlü üzerindeki baskısını azaltıp çevresi ile ilişki içerisinde olmasını sağlayan oldukça önemli bir kavramdır. Çünkü cezaevi yaşantısı, şartları gereği, izole edilmiş bir ortamda yaşamayı gerektirir. Bu tür bir ortamda yaşamak zorunda kalmak her insanda, fiziksel sorunlar yaratma ve ruh sağlığının kısmen ya da bütünüyle bozulması riski taşır. Sosyal izolasyon, mental zorlanma, gerçeklik duygusunun bozulması, halüsinasyon, duygusal süreçlerde güçlükler (örneğin öfke kontrolü ve saldırganlık), kişilik değişimleri vb. sonuçlara yol açabilecek duygusal bir yoksunluğa neden olabilir. Bu nedenle cezaevinde sosyal desteğin sağlanması oldukça önemlidir. Hükümlünün sürekli olarak kapalı bir ortamda bulunması, dışarıyla bağlantısının olamaması, hareketlerinin kısıtlı ve kontrol altında olması, ihtiyaçlarına hemen ulaşamaması, yakınlarından uzak, aile ve arkadaş çevresinden yoksun olması gibi nedenler hapsedilme olgusunun getirdiği olumsuzluklardandır. Kadın hükümlülere verilen sosyal destek onların; sevgi, bağlılık, benlik saygısı gibi temel sosyal gereksinimlerini karşılar ve aynı zamanda fiziksel ve psikolojik sağlığını da olumlu yönde etkiler. Duyan (2001), sosyal desteğin işlevsel boyutlarını duygusal destek, bilgi sağlayıcı destek ve araçsal destek olarak ele almıştır. Cezaevinde sosyal desteğin işlevsel boyutuna bakıldığında; duygusal destek, umut ve iyimserlik oluşturmak suretiyle kadın hükümlünün psikolojik açıdan iyilik halinin güçlenmesine yardımcı olunabilir. Kadın hükümlüye sosyal hizmet uzmanının ilgi göstermesi, güven sağlaması ve hükümlülerin sırrını paylaşma gibi davranışları içerir. Bunun dışında sosyal hizmet uzmanları hükümlüye sosyal ve psikolojik destek 67 Toplum ve Sosyal Hizmet sağlayarak sorunlarla baş etme mekanizmalarının artırılması, kendilerini bu süreçte yalnız hissetmemeleri, ihtiyaçları olan maddi manevi unsurlara ulaşabilmeleri ve rehabilite edilmeleri açısından destek verirler. Bu durum hükümlüler için cezaevi ortamında sahip oldukları en önemli sosyal desteği oluşturmaktadır. Bilgi sağlayıcı desteğe bakıldığında; kadın hükümlülere hükümlülük süreci ve tahliye sonrası ilgili doğru bilgilerin verilmesidir. Böylece kadın hükümlünün cezaevi süreci ile ilgili gerçekçi beklentiye girmesi ve psikolojik uyumunun sağlanması gerçekleşmektedir. Sosyal desteğin son işlevsel boyutu olan araçsal destek ise kadın hükümlünün günlük gereksinimlerinin karşılanması için pratik yardımların sağlanarak yaşadığı stresin azaltılması ve ceza sürecini en iyi şekilde bitirip tahliye olmasını sağlamaktır. Bu destek kaynakları dışında kadın hükümlünün; ailesi, cezaevindeki ve cezaevi dışındaki arkadaşları da sosyal destek kaynaklarıdır. Bütün bu nedenlerden dolayı bu araştırmanın amacı Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz kurumunda kalan kadın hükümlülerin psikososyal durumlarını saptamak ve sosyal desteklerinin belirlenmesidir. Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 için bu kadınlarla yüz yüze görüşme yapılarak, anket formu araştırmacılar tarafından doldurulmuştur. Çalışma Grubu Bu çalışma Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda kalan kadın hükümlüler ile gerçekleştirilmiştir ve kadın hükümlülerin psiko sosyal özellikleri ve sosyal destekleri belirlenmeye çalışılmıştır. Veri Toplama Araçları Verilerin toplanmasında açık ve kapalı uçlardan oluşan bir anket formu ve Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği uygulanmıştır. Veri toplama araçları aşağıda yer almaktadır: 1. Anket Formu Bu form araştırmacılar tarafından ilgili literatür incelenerek geliştirilmiş olup, açık ve kapalı uçlu olmak üzere toplam 36 sorudan oluşmaktadır. Formdaki sorular “kişisel bilgiler, aileye ilişkin bilgiler, topluma ilişkin bilgiler” olmak üzere temel olarak üç başlık altında sınıflandırılmıştır. YÖNTEM 2. Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği Betimleme survey modeline dayanan bu araştırmanın evrenini, Şubat 2008Ocak 2009 tarihleri arası Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda kalan 225 kadın hükümlü oluşturmaktadır. Siyasi kadın hükümlülerin (40 kişi) görüşme yapmayı kabul etmemesi nedeniyle geriye kalan 185 kadın hükümlüye anket uygulanılmıştır. 185 kişi içinde yer alan 5 kadın okuma yazma bilmediği Çok Boyutlu Algılanan Sosyal destek ölçeği, (Multidimensional Scale of Perceived Social Support) Zimmet, Dahlem ve ark. (1988) tarafından literatürde bildirilen sosyal destek ölçeklerinin eksikliklerinden yola çıkarak geliştirilmiştir. Türkiye’de 1995 yılında Eker ve Arkar tarafından geçerlilik ve güvenilirlik çalışmaları yapılmıştır. Ölçeğin amacı bireylerin algıladıkları sosyal destek 68 İçağasıoğlu Çoban ve Akgün unsurlarını belirlemektir. Toplam 12 maddeden oluşan ölçek“kesinlikle hayır” ile “kesinlikle evet” arasında değişen 7 dereceli (1–7 puan), Likert tipi bir ölçektir. Ölçeğin aile, arkadaş, özel kişi desteğini belirlemek üzere dörder maddeden oluşan üç alt ölçeği bulunmaktadır. Alt ölçeklerden alınabilecek en düşük puan 4, en yüksek puan 28’dir. Ölçeğin tamamından elde edilecek en düşük puan 12, en yüksek puan 84’tür. Elde edilen puanın yüksek olması, algılanan sosyal desteğin yüksek olduğunu gösterir (Çeçen, 2008: 418). Veri Toplama Süreci Hazırlanan veriler İnfaz koruma memurları aracılığı ile kadın hükümlülere koğuşlarında dağıtılmış, hükümlülere verilen sürenin ardından infaz koruma memurları aracılığı tekrar anketler toplanmıştır. Bu anketlerden beş tanesi okuma yazma bilmeyen kadın hükümlülerle yüz yüze görüşme yoluyla toplanmıştır1. Verilerin Analizi Verilerin toplanmasından sonra formları tek tek gözden geçirilmiş, verilen yanıtlar kontrol edilmiştir. Tutarsız olan ya da boş bırakılan üç form değerlendirmeye alınmamıştır. Daha sonra açık uçlu sorular değerlendirilerek kapalı hale getirilmiştir. Veriler 11.5 SPSS paket programına aktarılarak işlenmiştir. Verilerin çözümlenmesinde frekans dağılımları, X2 (kay kare) testleri kullanılmıştır. 1 Veriler, Başkent Üniversitesi SBF, Sosyal Hizmet Bölümü öğrencileri, Bilge Aslan, Özge Aşkın, Rumeysa Özbey, Elif Polat, Sevcan Şenel tarafından toplanmıştır. BULGULAR Araştırma kapsamındaki kadın hükümlülerin sosyo-demografik özelliklerine bakıldığında yaş ortalamalarının en fazla yığılmanın %24,5 lik oranla 26–30 yaş grubunda olduğu ve yaş _ ortalamasının ise x= 33 olduğu görülmüştür. Evli kadın hükümlülerin %75,1’i çocuk sahibidir. Çocuk sahibi olan kadın hükümlülerin %47,1’i ise çocukları ile akrabalarının ilgilendiğini belirtmişlerdir. Eğitim durumu ile ilgili sorulan soruya %24,9 kadın hükümlünün ilkokul mezunu olduğu bir kısmının da eğitimlerine cezaevinde devam ettiği saptanmıştır. Meslek durumlarında ise kadınların %54,4’ünün ev hanımı olduğu belirlenmiştir. %0,6’sı ise mesleklerinin hırsızlık olduğunu belirtmiştir. Kadın hükümlülerin ailelerine ilişkin bilgilerine bakıldığında %75,3’ünin genellikle ailede herkes birbiri ile iyi anlaşırdı yanıtını verdiği görülmektedir. Bu durum onların ya evlendikten sonra karşılaştıkları sorunlardan dolayı veya çevrelerinde karşılaştıkları durumlardan dolayı suç işlediklerini düşündürmektedir. Suçluluk ve kişinin ruhsal sorunları arasında ilişki olduğunu, suçlunun kendisinde bulunan ruhsal sorunlar nedeniyle davranışlarının sonuçların tayin edemeyeceğini ve bu yapıda bulunan kişilerin suça yönelmelerinin doğal olduğunu söyleyen psikolojik görüşün aksine yapılan bu araştırmada kadın hükümlülerin %50’den fazlası ailede kimsenin ruhsal sorununun olmadığını sadece %30’u kendilerinin ruhsal sorunlarının olduğunu söylemişlerdir. Kendisinin ruhsal sorunu olduğunu söyleyenlerin büyük bir kısmı da bu sorunların cezaevine girdikten sonra başladığını söylemiştir. Saygılı ve Aliustaoğlu (2009)’nun 69 Toplum ve Sosyal Hizmet yaptığı araştırmada bu görüşü destekler niteliktedir. Yapılan araştırmada kadınların %73,3’ünün ceza sorumluluğunu etkiyecek mahiyette ve derece psikopatolojik bulgu saptanmamıştır. Bu durum kadınların suç eylemini gerçekleştirirken ruh sağlığının yerinde olduğunu göstermektedir. Kadın hükümlülerin ailelerine ilişkin bilgilerine bakıldığında %75,3’ü genellikle ailede herkes birbiri ile iyi anlaşırdı yanıtını vermişlerdir. Aile içinde ruhsal sorun olup olmadığı sorusuna %30,3’ü kendisinin ruhsal sorununun olduğunu, %56,8’i ise ailede hiç kimsenin ruhsal sorununun olmadığını belirtmiştir. Kadın hükümlülerin %36,3’ü ailelerinde suç işleyen olduğunu söylerken, %63,7’si ailelerinde suç işleyen kişinin olmadığını söylemiştir. Araştırma örneklemini oluşturan kadın hükümlülerin %68’i ailesinin kendisinin cezaevinde bulunmasından dolayı üzgün olduğunu, %14,5’i ailesinin kendisini reddettiğini, %51,4’ü ailesinin destek olduğunu ifade etmiştir. Gürtuna (2009) yaptığı çalışmada da kadın hükümlülerin büyük bir bölümü cezaevinde bulunmalarından dolayı ailelerinin üzüldüğünü ve ne olursa olsun kendilerine destek olduklarını dile getirmişlerdir. Küçük bir bölümü ise ailede tek suç işleyen kişi olduğu ve kadın olduğu için ailesi tarafından dışlandığını söylemiştir. İl (1990)’in yaptığı araştırmada, ailesinin kendisi hakkında üzgün olduğunu söyleyen kadın hükümlülerin oranı %24,52, ailesinin reddettiğini söyleyen kadın hükümlülerin oranı %32,26’dır. Bu araştırmada, İl’in çalışması ile karşılaştırıldığında kadın hükümlülerin ailesi üzgün olanların (%68) ailesi reddedenlere (%14,5) göre daha fazla olduğu ve ailesinin reddettiğini söyleyen 70 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 kadın hükümlülerin oranının ise azaldığı %32,26 ‘dan %14,5’e düştüğü görülmüştür. Topluma ilişkin bilgilere bakıldığında, %46,7’si toplumun suç işlemede etkili olduğunu söylemiştir. Kadın hükümlülerin %91,3’ü suç işlemeden önce çevresi ile ilişkilerinin iyi olduğunu belirtmiştir. Arkadaşı olma durumuna bakıldığında kadın hükümlülerin %56,8’inin cezaevine girmeden önce arkadaşının olmadığını, arkadaşı olanların % 55,6’sı arkadaş ilişkilerinin devam etmesini kendisinin istemediğini, %43,2’si bu konuda bir fikrinin olmadığını ifade etmiştir. Buradan da anlaşılacağı gibi kadınlar suç işlemeden önce sosyal çevreden izole olmuş olarak yaşamakta, hayatı sadece ev ve evin içindekiler olarak görmektedirler. Cezaevi dışında arkadaş ilişkilerinin devam etmesini istemeyen kadın hükümlülerin kendilerinin istememesinin nedenlerinin başında, arkadaşlarının cezaevinde olduğunu öğrenmelerini istememeleri, böyle bir ortamda arkadaşları tarafından görülmek istememeleri gelmektedir. Bir fikrinin olmadığını ifade eden kadın hükümlüler ise, arkadaşlarımın nerede olduğumdan haberi olmayabilir, belki benimle görüşmek istemiyordur şeklinde yorumlarda bulunmuşlardır. Kadın hükümlülerin %39,7’si çevresinde suç işleyen kişilerin var olduğunu söylerken, %59,8’i çevresinde suç işleyen kişilerin olmadığını ifade etmiştir. Çevresinde suç işleyen birisinin olduğunu söyleyenlerin %34,6’sı ailede, %53,8’i arkadaş çevresinde suç işleyenlerin olduğunu söylemiştir. Kadın hükümlülerin suç işledikten sonra %57,7’si çevrelerinde kendisine hiçbir şey olmamış gibi davranıldığını, %41,2’si toplum tarafından İçağasıoğlu Çoban ve Akgün dışlandıklarını belirtmiştir. Yapılan bir çalışmada da kadın hükümlüler cezaevine girmeden önce televizyon, gazete gibi iletişim araçlarından kadınların suç işlediklerini ve cezaevinde olduklarını duyduklarında üzüldüklerini ve sadece gazete, televizyon ve sinemada cezaevini göreceklerini düşündüklerini söylemişlerdir (Gürtuna, 2009). Çevrelerinin bakış açısı sorulduğunda, kadın hükümlülerin %32,9’u çevresinde işlediği suçun kesinlikle onaylanmadığını, %43,7’si kendisine hak verdiklerini ve anlayışla karşıladıklarını %7,2’si suçsuz olduğunu söylemiştir. Gürtuna (2009) yaptığı çalışmada ise kadın hükümlülerin bir kısmı önceden yaşadıkları çevrenin şuan kendisinin cezaevinde olduğunu bilmediklerini, bu durumu gizlediklerini söylemiştir. Öte yandan yine aynı çalışmada kadın hükümlülerin en çok babaları ve erkek kardeşleri ile ilişkilerinin bozulduğunu söylemiştir. Bazıları ise kendilerine sadece erkek kardeşlerinin destek olduğunu söylemiştir. Kadın hükümlülerin cezaevinde yaşadıkları psikolojik sorunların yanı sıra aile ve arkadaş çevresinden de destek görememeleri, aralarındaki bağların kopması onları daha dazla olumsuz yönden etkilemektedir. bu konuyu düşük sosyal destek olarak algılamaktadırlar ve onları çok fazla etkilememektedir. Aynı durum eşi cezaevinde olan ve eşi ile görüşmeyenler için de geçerlidir. Eşi ölmüş olanlar ise sosyal desteği %50 ile orta derece olarak algılamaktadır. Eşlerinin olmaması onlar için orta derece bir sosyal destek olmuştur. Kadın hükümlülerin eşlerinden algıladıkları sosyal desteğin orta olmasının nedeni, sosyal destek kaynağı olarak eşlerinin yanı sıra arkadaşları ve yakın çevrelerinden de destek almalarıdır. Kadın hükümlülerin eşleri ile olan ilişkisini Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği ile karşılaştırdığında aşağıdaki Tablo 1 elde edilmiştir. 3-4 ayda bir ziyaret edilen kadın hükümlüler bu durumu sosyal destek açısından bakıldığında %3.4 ile düşük, %2.9 ile orta ve %5.8 ile yüksek olarak algılamaktadır. Ziyaret her görüşte olmasa da onlar için bir destek teşkil etmektedir. Fakat bunu %3.6 oranı ile düşük olarak algılayanlar açısından bakıldığında ziyaret sıklığının az olması onları olumsuz olarak etkilemektedir. Kadın hükümlülerin eşleri ile ilişkilerine bakıldığında eşi sürekli ziyaretine gelenlerin %66,7’sı orta %28,6’sı yüksek ve %4,8’i düşük sosyal destek algısına sahiptir. Eşi düzenli olarak arayanların %66,7’si orta; %28,6’sı yüksek; %4,8’i ise düşük sosyal destek algısına sahiptir. Eşi ile boşanmak üzere olan ve eşi terk eden kadın hükümlüler Kadın hükümlülerin ailelerinin ziyarete gelme sıklığının Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği ile karşılaştırdığında aşağıdaki Tablo 2 elde edilmiştir. Tablo 2‘ye göre ailenin ziyarete gelme sıklığı ile ÇADSÖ’ye baktığımızda kadın hükümlülerin sosyal desteğinin %5.8’inin düşük, %8’inin orta ve %15.3’ünün yüksek olduğu görülmektedir. Her görüşte ziyaret edilen kadın hükümlülerin algıladıkları sosyal desteğin gittikçe arttığı görülmektedir. Ailelerin ziyarete gelmeleri onlar için bir destek oluşturmaktadır. Aynı zamanda kendilerini yalnız hissetmemelerini sağlamaktadır. Ailesi tarafından hiç ziyaret edilmeyen kadın hükümlülerin sosyal desteği algılama oranlarına bakıldığında bunun 71 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Tablo 1.Eşi İle İlişki Düzeyi ile ÇBSDÖ’nin Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular ÇBSDÖ Puanı Düşük Eşin İle İlişki Düzeyi S Orta Toplam Yüksek % S % S % S % Sürekli ziyaretime geliyor 1 4,8 14 66,7 6 28,6 21 100,0 Düzenli olarak arıyor 4 66,7 1 16,7 1 16,7 6 100,0 Sorunlarımız var 1 8,3 7 58,3 4 33,3 12 100,0 Boşanmak üzereyiz 5 50,0 3 30,0 2 20,0 10 100,0 Beni terk etti 5 50,0 3 30,0 20 20,0 10 100,0 Eşim cezaevinde 3 42,9 2 28,6 2 28,6 7 100,0 Eşim öldü 0 0,0 2 50,0 2 50,0 4 100,0 Görüşmüyoruz 3 37,5 3 37,5 2 25,0 8 100,0 Toplam 22 28,2 35 44,9 21 26,9 78 100,0 p>0,05 (p: 21,089) %12.4 ile düşük, %18.2 ile orta ve %11.7 ile yüksek olduğu görülmektedir. Kadın hükümlülerin aileleri tarafından hiç ziyaret edilmemekle birlikte sosyal desteklerinin yüksek olmaları, onların aileleri dışındaki yakınlarını veya hapishane ortamındaki arkadaşlarını 72 sosyal destek olarak gördüklerini söyleyebiliriz. Kadın hükümlülerin işledikleri suçları çoğunlukla aile içi işledikleri düşünülürse aile içi sorunları çözmeye yönelik sosyal destek sağlayabilecek yapılanmalara önem verilmesi gerekmektedir İçağasıoğlu Çoban ve Akgün Tablo 2. Ailenin Ziyarete Gelme Sıklığı ile ÇBSDÖ’nin Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular ÇBSDÖ Puanı Ailenin Ziyarete Gelme Sıklığı Düşük S Orta % S Toplam Yüksek % S % S % Her görüşte 8 20,0 11 27,5 21 52,5 40 100,0 3-4 ayda bir 5 29,4 4 23,5 8 47,1 17 100,0 Senede bir 3 75,0 1 25,0 0 0,0 4 100,0 Arasıra 3 18,8 8 50,0 5 31,3 16 100,0 Ayda bir 0 0,0 1 50,0 1 50,0 2 100,0 Hiç gelmiyorlar 17 29,3 25 43,1 16 27,6 58 100,0 Toplam 36 26,3 50 36,5 51 37,2 137 100,0 p>0,05 (p:14,885) (Saygılı ve Aliustaoğlu). Kadının cezaevinde çıktıktan sonra tekrar aynı ailenin içine gireceği düşünülürse, aile içinde sosyal destek kaynaklarının oluşturulmasının önemli olduğu görülür. Ayrıca kadın hükümlüler cezaevi yaşantısı ve işledikleri suç nedeni ile psikolojik ve duygusal olarak bir yıkım yaşamaktadırlar. Aileden ve çevreden alacakları sosyal destek onların hayata tekrar tutunmaları için önemli bir fırsattır. Tablo 3. Kadın Hükümlülerin ÇBSDÖ’nün Alt Maddelerinden Alınan Puanlara Göre Dağılımı Sosyal destek kaynakları Puanlar Toplam Aile (3, 4, 8, 11) 2924 145.5-582 Arkadaş (6, 7, 9, 12) 2328 141.75-567 Özel kişi (1, 2, 5, 10) 2124 144.25- 577 73 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Çok boyutlu algılanan sosyal destek ölçeği, kuramsal olarak 3 farklı kaynaktan; aile, arkadaşlar ve birey için anlamlı diğer kişilerden (akraba, komşu vb.) elde edilmektedir. Bu kaynaklardan aile ölçekteki; 3, 4, 8, 11 maddelerini arkadaş; 6, 7, 9, 12 maddelerini ve özel kişi 1, 2, 5, 10 maddelerini ifade edecek şekilde gruplanmıştır. Kadın kapalı cezaevindeki kadın hükümlülerin algıladıkları sosyal destek ailede 2924 puandır. Arkadaşta 2328 puan ve Özel kişide ise 2124 puandır. Tablodan görüldüğü gibi en fazla sosyal destek puanı aile desteğindedir. Arkadaşlardan algılanan sosyal destek, cezaevi ortamında yalnızlığı en fazla azaltan değişkenlerden biridir. Bir başka değişken ise ailedir ki sıcak, sevecen, düzenli olarak ziyarete gelen, arayan, mektup yazan bu süreçte aileleri tarafından desteklenen kadın hükümlülerin kendilerini psiko sosyal yönden daha iyi hissedecekleri düşünülmektedir. Genel olarak ele alındığında aile, arkadaş ve özel kişi ile olan bağlarının iyi olması aralarında iletişimin olması kadın hükümlülerin algıladıkları sosyal desteklerin yüksek olduğunun göstergesidir. TÜİK’in 2008’de Ceza İnfaz Kurumlarından elde ettiği istatistiklere göre, 2,674 kadın hükümlünün 1.605’i evlidir (http://www.tuik.gov.tr). Elde edilen veri yapılan bu araştırma ile paralellik göstermektedir. Yapılan bu araştırmada da 178 kadın hükümlüden 72’si evli olduğunu söylemiştir. Elde edilen bu veriler evli olmanın suç işlemede caydırıcı rol oynamadığını göstermektedir. Evli olmanın dışında boşanmış ve aile birliği dağılmış kadın hükümlülerin de suç işleme oranlarının yüksek olduğu görülmektedir. Ayrıca bekâr olup suç işleyen kadın hükümlüler de yüzdelik oranlarına göre önemli bir yer tutmaktadır. Bu bilgileri TÜİK’in Medeni durumuna göre ceza infaz kurumuna giren hükümlülerden oluşan veri tabanı da doğrulamaktadır. Bu verilere göre 2,674 kadın hükümlünün 575’i bekâr 440’ı ise eşinden boşanmıştır. Kadın hükümlülerin aile içi ilişkileri sorulduğunda %75,3’ü aile içinde herkesin birbiriyle iyi anlaştığını söylemiştir. Bu durum onların ya evlendikten sonra karşılaştıkları sorunlardan dolayı veya çevrelerinde karşılaştıkları durumlardan dolayı suç işlediklerini düşündürmektedir. Yapılan bu araştırmanın dışında İl’in 1990’da Türkiye’deki Kadın Suçluların Genel Özellikleri ve İnfaz Sürecindeki Sorunları üzerine yaptığı araştırmada kadın suçlu yaş profilinin ve yaş ortalamasının yapılan bu çalışmayla paralellik gösterdiği görülmektedir. Ayrıca TÜİK’in 2008 verilerine göre kadın hükümlülerin en fazla suç işleyen yaş grubu 25–34 yaş arası kadın hükümlü bulunmaktadır ve bunların sayısı 921’dir. Bu bilgilerden yola çıkarak kadın suçluların en fazla gençlerden oluştuğu görülmektedir. Bunun nedeni ise bir başka araştırma konusudur. Suçluluk ve kişinin ruhsal sorunları arasında ilişki olduğunu, suçlunun kendisinde bulunan ruhsal sorunlar nedeniyle davranışlarının sonuçların tayin edemeyeceğini ve bu yapıda bulunan kişilerin suça yönelmelerinin doğal olduğunu söyleyen psikolojik görüşün aksine yapılan bu araştırmada kadın hükümlülerin %50’den fazlası ailede kimsenin ruhsal sorununun olmadığını sadece %30’u kendilerinin ruhsal sorunlarının olduğunu söylemişlerdir. Kendisinin ruhsal sorunu olduğunu söyleyenlerin büyük bir kısmı da bu sorunların cezaevine girdikten sonra başladığını söylemiştir. 74 İçağasıoğlu Çoban ve Akgün Ailesinde suç işleyen kadın hükümlüler içinde eşleri, çocukları cezaevinde olan kadın hükümlüler vardır. Bunun dışında babası, amcası suç işleyen kadın hükümlüler de vardır. Bu sonuçtan ailesinde suç işleyen kadın hükümlülerin suça karşı duyarsızlaştığı, onlar için suç işlemenin çok önemli olmadığı söylenebilir. Bir başka açıdan da ailesinde ve akrabalarında suç işleyip cezaevine giren kadın hükümlüler yaşayabilmek için suça yönelmiş olabilirler. Bu konudaki son görüş ise bu kadın hükümlülerin suç işlemeyi meslek haline getirdikleri olabilir. Bu konuya cezaevine giren Romanlar örnek verilebilir. Kendileri ile yapılan görüşmede bir Roman mesleğini hırsızlık olarak belirtmiştir. Ona göre bu bir suç değil aksine bir yaşam biçimi, bir meslektir. İl (1990)’in yaptığı araştırmada, kadın hükümlülerin ailelerinde suç işleyenlerin oranının %29,03 olduğu saptanmıştır. Aynı şekilde yapılan bu çalışmada da ailesinde suç işleyen kadın hükümlülerin oranı %36,3’tür. Bu duruma göre, ailelerinde suç işleyen bireylerin olmamasının, kadın hükümlülerin suç işlemelerinde etkili olmadığı görülmüştür. Ailenin ziyarete gelme durumu sorulduğunda %42,1’si ailesinin hiç gelmediğini söylemiştir. Bu durumda bu kadın hükümlülerin sosyal desteklerinin düşük olduğu düşünülmektedir. Yine İl (1990)’in yaptığı araştırmada, ailesinin kendisi hakkında üzgün olduğunu söyleyen kadın hükümlülerin oranı %24,52, ailesinin reddettiğini söyleyen kadın hükümlülerin oranı %32,26’dır. Bu araştırmada, İl’in çalışması ile karşılaştırıldığında kadın hükümlülerin ailesi üzgün olanların (%68) ailesi reddedenlere (%14,5) göre daha fazla olduğu ve ailesinin reddettiğini söyleyen kadın hükümlülerin oranının ise azaldığı %32,26 ‘dan %14,5’e düştüğü görülmüştür. Cezaevi dışında arkadaş ilişkilerinin devam etmesini istemeyen kadın hükümlülerin kendilerinin istememesinin nedenlerinin başında, arkadaşlarının cezaevinde olduğunu öğrenmelerini istememeleri, böyle bir ortamda arkadaşları tarafından görülmek istememeleri gelmektedir. Bir fikrinin olmadığını ifade eden kadın hükümlüler ise, arkadaşlarımın nerede olduğumdan haberi olmayabilir, belki benimle görüşmek istemiyordur şeklinde yorumlarda bulunmuşlardır. Son olarak kadın hükümlülerin suç işlemelerinde topluma bakıldığında %46,7’si toplumun kendilerinin suç işlemesinde etkili olduğunu söylemiştir. Bu rakam oldukça önemlidir. Çünkü hükümlü kadınların yarıya yakını aslında toplumun kendilerini suç işleyeme ittiğini söylemektedir. Sosyolojik düşüncede bireyin suç işlemesinde kişisel faktörler olmakla birlikte suç aslında toplumun bir ürünüdür görüşü hâkimdir. Nasıl ki mikroplar uygun ortam bulamadığında yayılmaz ise birey de uygun bir toplumsal ortam bulamadığında suç işleyemez. Örneğin bir birey iş bulamadığı için açlıktan ölmektense hırsızlık, kapkaç, soygun gibi adi suçlara yönelebilmektedir. Toplumun üyelerine sağladığı imkânların kısıtlı olması ya da imkân sağlayamaması birey karnını doyurabilmek için en kolay yol olarak çalmayı seçebilmektedir. TARTIŞMA Bu çalışmada kadın hükümlülerin psiko sosyal durumları ve sosyal destekleri incelenmiştir. Kadın hükümlülerin 75 Toplum ve Sosyal Hizmet sosyal destekleri sosyo-demografik özellikleri ile karşılaştırılmıştır. Araştırmada elde edilen sosyo-demografik bulgular Türkiye’de kadın hükümlüler ile ilgili yapılan çalışmaların sosyodemografik bilgileri ile benzerlik göstermektedir. Kadın hükümlülerin aile arkadaş ve özel kişiden aldıkları sosyal destekler karşılaştırıldığında diğer sosyal destek gruplarına göre aileden aldıkları sosyal desteğin daha yüksek olduğu görülür. Kadın hükümlülerin ailelerinin cezaevinde bulunmalarına ilişkin tutumlarında önemli bir yüzdesinin ailesinin üzgün olduğunu ve kendisine destek olduğunu söylemeleri kadın hükümlülerin ailelerinden destek aldığının göstergesidir. Aileden alınan sosyal desteğin ardından arkadaş ve özel kişiden alınan sosyal destek gelmektedir. Nazlıdır (2010)’ın yaptığı çalışmada araştırma ve kontrol grubunda yer alan hükümlülerin toplam sosyal destek puanları içinde ailelerinden aldıkları sosyal destek puanlarının arkadaş ve özel kişilerden oluşan sosyal destekten daha yüksek olduğu görülmüştür. Buradan da anlaşıldığı üzere ailenin kadın hükümlüye vermiş olduğu destek diğer grupların hükümlüye verdiği destekten daha önemlidir. Bu çalışmada ortaya çıkan bir diğer sonuç ise kadın hükümlülerin erkek hükümlülerden daha düşük sosyal desteğe sahip olmalarıdır. Bunun nedeni olarak kadınların daha duygusal oldukları ve sosyal destek algılarını etkileyecek çok fazla etmenin olduğu düşünülebilir. Kadın hükümlüler sosyal desteğe sahip olma açısından erkek hükümlülere göre daha düşük sosyal desteğe sahip olmasına karşın, erkek hükümlülere göre problem çözme becerileri daha 76 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 çok gelişmiştir. Feyzioğlu (2008) yaptığı çalışma bu görüşü destekler niteliktedir. Yapılan çalışmada kadın hükümlülerin erkek hükümlülere göre problem çözme becerilerinin daha etkin olduğu görülür. Bunun nedeni kadın hükümlünün dışarıdaki hayatında da karşılaştığı problemleri çözme becerisine sahip olduğu ve bu becerisini cezaevinde de sürdürdüğü ortaya çıkmaktadır. SONUÇ Bu araştırmanın bulgularının incelenmesi sonucunda aşağıdaki sonuçlar elde edilmiştir; • Kadın hükümlülerin düşük sosyoekonomik statü ve eğitim düzeyine sahip olduğu belirlenmiştir. • Medeni durum açısından bakıldığından kadın hükümlülerin çoğu evliyken suç işlemektedir. Araştırmada en fazla suçu evli olan kadın hükümlülerin işlediği, evlilik faktörünün kadın hükümlülerin suç işlemelerinde caydırıcı bir rol oynamadığı görülmüştür. • Kadın hükümlülerin ailelerine ilişkin özelliklerine bakıldığında, kadın hükümlülerin %70’den fazlası aile içinde herkesin birbiriyle iyi anlaştığını belirtmiştir. Kadın hükümlülerin aile içinde herhangi bir sorunlarının olmaması onların ya evlendikten sonra karşılaştıkları sorunlardan dolayı ya da çevrelerinde karşılaştıkları durumlardan dolayı suç işlediklerini düşündürmektedir. • Bulgulara göre, kadın hükümlülerin %50’ye yakınının ailesi ziyaretlerine gelmemekte, %30’a yakınının ise ailesi her görüşte gelmektedir. Ailesi ziyarete gelmeyen kadın İçağasıoğlu Çoban ve Akgün hükümlülerin bir kısmı ailelerinin ekonomik durumunun zayıf olduğu için gelmediğini, bir kısmı ise ailelerinin kendilerinin cezaevinde olduğundan haberlerinin olmadığını belirtmiştir. Araştırmanın genel sonucu olarak, infaz sürecindeki kadın hükümlülerin aile ve eşleri ile görüşebilenlerin oldukça az olduğu ve bu süreç içinde algıladıkları sosyal desteğin orta düzeyde olduğu söylenebilir. Araştırma sonu kapsamında değerlendirilen tüm bulgular ışığında, kadın hükümlülere yönelik öneriler şöyle sıralanabilir; • Ülke genelinde kadınların sosyoekonomik statüsünün yükseltilmesine yönelik çalışmaların kadın suçluluğu oranını azaltacağı düşünüldüğünde, kadınlara yönelik hizmetlerin ve eğitime verilen önemin arttırılması gerekmektedir. • Yoğun psiko sosyal sorunlara sahip kadın hükümlülerin bu yönden desteklenebilmesi için ceza infaz kurumu bünyesinde bulunan sosyal servis birimlerinin statülerinin nitelik ve nicelik açısından yükseltilmesi büyük önem taşımaktadır. • Kadın hükümlülerin sosyal destekleri ne kadar yüksek olursa ceza sürecini o kadar sağlıklı olarak bitirebilecekleri ve topluma uyum sağlayabilecekleri düşünüldüğünde, kadın hükümlülerin sahip oldukları bu destekleri artırmak için çalışmalar yapılmalı, hükümlünün ailesi arkadaşları ve eşi ile onun bu süreci en yararlı şekilde bitirmesi için birlikte çalışılmalıdır. • Kadına yönelik şiddetin önlenmesi yönünde daha etkin çalışmalar yapılmalı, özellikle şiddete uğrayan kadınlar desteklenmeli ve korunma altına alınmalı. Ayrıca kadınlar şiddete uğradıklarında ne yapacakları konusunda bilgilendirilmeli. • Kadına yönelik şiddet uygulayan kişiler için ağır cezai yaptırımlar uygulanmalı. • Kadın hükümlüler ile cezaevinden çıktıktan sonra hayatlarını devam ettirebilmeleri ve tekrar suç işlememeleri için onlar ile çalışılmalı ve cezaevi içinde meslek edindirmeye yönelik kurslar verilmeli. • Sosyal hizmet uzmanının, ceza infaz kurumunda görevli olan diğer personele, kadın hükümlüler ile ilişkiler, davranışlar ve yaklaşımları konusunda hizmet içi eğitim verilmesi, periyodik toplantılar yapılması gerekmektedir. • Sosyal hizmetin en önemli kuramlarından biri olan güçlendirme yaklaşımı çerçevesinde kadın hükümlü ile çalışarak onun cezaevinden çıktıktan sonra topluma adapte olması ve hayatını devam ettirebilmesi yönünde kadın hükümlü ile çalışılmalıdır. KAYNAKLAR Balcıoğlu, İ., Taktak, Ş. ve Ortaköylü, L. (2004). Kadın ve suç, Yeni Symposium, 42(1),13-19. Berterö, C.M. (2000). Types and sources of social support for people afflicted with cancer, Nursing and Health Sciences, 2, 93-101. Balcıoğlu, İ., Cansunar, F. N., Asırdizer, M., Aycan, N., Batuk, G. (1997). Kadının suça yönelimi: Karşılaştırmalı bir çalışma, 77 Toplum ve Sosyal Hizmet İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, 55(3), 341-351. Çeçen, A. R. (2008). Öğrencilerin cinsiyetlerine ve ana baba tutum algılarına göre yalnızlık ve sosyal desteklerinin incelenmesi, Türk Eğitim Bilimleri Dergisi, 3, 415-431. Çelik, H. (2008). A sociological analysis of women criminals in the Denizli open prison, Unpublished Master Of Scıence Thesis, Middle East Technical Universıty, Ankara. Duyan, V. (2001). Sosyal desteğin tanımı, kaynakları, işlevsel boyutları, yararları, Sağlık ve Toplum Dergisi, 18,11. Duyan, V. (2001). HIV/AIDS’e ilişkin damgalanma ve sosyal destek, Sağlık ve Toplum,11 (1), 3-11. Erkan, R. ve Erdoğdu, M.Y. (2006). Göç ve çocuk suçluluğu, Aile ve Toplum Dergisi, 9, 79-89. Feyzioğlu, E.S. (2008). Bağlanma stilleri, problem çözme becerileri ve hükümlülük özellikleri arasındaki ilişkiler, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara. Gürtuna, O. (2009). Cezaevinde kadın olmak ve cezaevinin kadın bakış açısıyla sosyolojik değerlendirmesi: Ankara Sincan kadın kapalı cezaevi örneği, Yayınlanmamış Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara. Işıkhan, V. (2007). Kanser ve sosyal destek, Toplum ve Sosyal Hizmet, 18(1),15-29. İçli, T. ve Öğün, A. (1988). Sosyal değişme sürecinde kadın suçluluğu, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2, 17 – 32. İçli, T. (2007). Kriminoloji. Ankara: Seçkin Yayınevi. İl, S. (1990). Türkiye’deki kadın suçluların genel özellikleri ve infaz sürecindeki sorunları üzerine bir araştırma, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara. 78 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Nazlıdır, M. (2010). Kasten adam öldürme ve teşebbüs suçlularında psiko sosyal özelliklerin incelenmesi: Suç analizi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara. Saygılı, S. ve Aliustaoğlu, F.S. (2009). Şiddet içerikli suç işleyen kadın olguların değerlendirilmesi, Adli Tıp Dergisi, 23(1): 2429. Terzi, S. (2007). Kadın suçluluğuKahramanmaraş örneği, Yüksek lisans projesi, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Kahramanmaraş. Tindall, S.M., Royse, D., Leukfeld C. (2007). Substance use criminality and social support and exploratory analysis with incarcerated women, The American journal of drug and alcohol abuse ,33, 237-243. Zakowski, S., Sandra G., Casey H., Nancy K., Kimberly K. L. (2003). Social barrier to emotional expression and their relations to distress in male and female cancer patients, British Journal of Health Psychology, 8, 271-284. http://www.tuik.gov.tr, Ocak 2011. Erişim Tarihi: 20 Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu Araştırma SAĞLIK PERSONELİ ÇALIŞMA YAŞAM KALİTESİ ÖLÇEĞİ: GELİŞTİRİLMESİ, GEÇERLİLİĞİ VE GÜVENİLİRLİĞİ Quality of Work Life Scale for Healthcare Personnel: Development, Validity and Reliability İlknur AYDIN* Yusuf ÇELİK** Özgür UĞURLUOĞLU*** *Sağlık Kurumları Yönetimi Uzmanı, Sağlık Bakanlığı **Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sağlık İdaresi Bölümü ***Öğr. Gör. Dr., Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sağlık İdaresi Bölümü ÖZET Bu çalışmanın amacı, sağlık personelinin çalışma yaşam kalitesini değerlendirebilecek geçerli ve güvenilir bir çalışma yaşam kalitesi ölçeği geliştirmektir. Ölçeğin taslak halinin oluşturulması aşamasında, ölçek soruları ça- lışma yaşam kalitesi ile ilgili diğer araştırmaların sonuçları dikkate alınarak hazırlanmıştır. Ölçek Ankara Metropolitan alanda görev yapan 207 sağlık çalışanına uygulanmıştır. Ölçeğin yapı geçerliliğini belirleyebilmek için faktör analizi uygulanmış ve sonuçlar 6 faktörlü bir yapı ortaya koymuştur; ayrıca ölçek maddelerine ilişkin madde toplam korelasyon değerlerinin 0,20 ve 0,57 aralığında ve faktör yüklerinin 0.58 ve 0.83 aralığında değiştiği bulunmuştur. Ölçeğin tümüne ilişkin Cronbach Alpha güvenilirlik katsayısı 0,882 olarak hesaplanmıştır. Tüm bu veriler bu araştırmada geçerli ve güvenilir bir çalışma yaşam kalitesi ölçeğinin geliştirildiğini göstermektedir. Ayrıca, Türkiye’nin diğer şehir ve bölgelerinde çalışan sağlık personelinin genel çalışma yaşam kalitesini değerlendirilmesi için geliştirilen ölçeğin uygulanması önerilmektedir. Anahtar Sözcükler: Çalışma yaşam kalitesi, sağlık personeli, güvenilirlik, geçerlilik ABSTRACT The aim of this paper is to develop a valid and reliable quality of work life scale which can be used to identify the quality of work life of healthcare personnel. In the development of the draft scale, initial items were prepared according to results of other surveys related to quality of work life. The scale was administered to 207 healthcare personnel in Ankara Metropolitan area. Factor analysis was conducted in order to determine the construct validity and results showed that the scale has 6 factors, and its items, in terms of total item correlation changed between 0.20 and 0.57, in terms of factor loading changed between 0.58 and 0.83. Cronbach Alpha reliability coefficient was calculated as 0.882 for the overall instrument. The findings showed that the developed ‘quality of work life evaluation scale’ was valid and reliable. Based on the results, it was recommended that the scale should be administered on healthcare personnel working in other cities 79 Toplum ve Sosyal Hizmet and regions to assess the overall quality of work life in Turkish health care settings. Key Words: Quality of work life, healthcare personnel, reliability, validity GİRİŞ Bir iş sahibi olan herkesin bildiği üzere, çalışma hayatı günlük yaşantımız üzerinde önemli etkilere sahiptir. Günün önemli bir bölümünü iş yerinde geçirmenin ötesinde, sıklıkla işimiz düşüncelerimizi meşgul eder, günlük programımızı belirler, sosyal kimliğimize katkıda bulunur ve hatta bazı durumlarda bir aileye sahip olup olamayacağımız kararını bile etkileyebilir. Kısaca toplumun önemli bir bölümü için iş (ya da işsizlik), dış dünyayla olan bağlantıyı ve bu bağlantının kalitesini temsil eder. Bir birey ve sahip olduğu iş arasındaki ilişkileri düzenleyen karmaşık mekanizmayı anlayabilmek için, çalışma yaşam kalitesi kavramı ile ilgili bilgi düzeyimizi de artırmamız gerekmektedir (Martel ve Dupuis, 2006: 333-334). Çalışma yaşam kalitesi, örgüte önemli katkılar sağlayan güvenilir, sorumluluk sahibi ve yetenekli insanları örgütün en önemli kaynakları haline getiren ve onlara gerekli saygınlığı gösteren bir felsefe ve ilkeler dizini olarak tanımlanmaktadır (Straw ve Heckscher, 1984: 261). Çalışma yaşam kalitesi, bir bireyin işle ilgili refah durumu ve ödüllendirme, tatmin ve stresten kaçınma ile diğer negatif kişisel çıktılar gibi mesleki deneyimleri içeren kapsamlı bir yapıdır (Rose ve diğ., 2006: 61). Çalışma yaşam kalitesinin geçmişi, çalışan ile çalışma ortamı arasındaki ilişkinin kalitesine odaklanarak işin insani 80 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 boyutunun vurgulandığı 1960’lı yılların sonuna dayanmaktadır. İsveç’de 1960’lı yıllar boyunca hükümetin sosyal demokrat politikaları, işgörenin refahına daha fazla odaklanarak iş koşullarını iyileştirmeye yönelmiş ve bu yaklaşım sendikalar, işverenler ve politik partiler tarafından da desteklenmiştir. İşi yeniden organize etme ihtiyacı, diğer Batı Avrupa ülkelerinde de kabul görmüş fakat İsveç’in aksine, Hollanda, Danimarka, Fransa, İrlanda, İngiltere ve Norveç’de bu girişimler izole ve organize olmayan çabalar tarafından desteklenmiştir (Martel ve Dupuis, 2006: 335-336). Bir disiplin olarak çalışma yaşam kalitesi, 1972’de Kolombiya Üniversitesi’nde düzenlenen “işin demokratikleştirilmesi” adlı uluslar arası bir konferansta ele alınmasıyla birlikte Amerika’da ortaya çıkmıştır. Bu konferansta iki önemli hareket tartışılmıştır ki bunlardan ilki, Batı Avrupa’da, “endüstriyel demokrasi” olarak adlandırılan politik bir hareket olup sosyalist işçi derneklerinin, işçilerin karar alma sürecine katılımını yasalaştırmak için İngiltere, Fransa, Batı Almanya, İtalya ve İsveç parlamentolarına yapmış oldukları lobi faaliyetlerini kapsamaktadır. İkinci hareket ise, Amerika’da “iş yerinin insancıllaştırılması” üzerine çok sayıda sosyal bilimler teorisinin ortaya çıkışıyla oluşan bir harekettir (Davenport, 1983: 26). Bu durum, çok erken dönemlerde ortaya çıkmış olan bu hareketlerle birlikte, iş problemlerine çözümler bulmak amacıyla, çeşitli seviyelerde işyerinde çalışan-yönetim işbirliğini resmileştirmek için çaba harcandığını ortaya koymaktadır (Smith, 1983: 12). Çalışma yaşamında kaliteyi sağlamak üzere çeşitli ülkelerde farklı uygulamalara rastlamak mümkündür. Her ülke, bu sürece farklı zamanlarda başlamış Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu ve farklı yasal düzenlemelerde bulunmuştur. Çalışma yaşam kalitesi ile ilgili olarak, Fransa’da, “çalışma şartlarının geliştirilmesi”, sosyalist ülkelerde “işçilerin korunması”, İskandinav ülkelerinde “çalışma çevresi ve işyerinin demokratikleştirilmesi”, İngiltere ve Almanya’da “işin insancıllaştırılması” ifadeleri yaygın olarak kullanılmaktadır (Kaymaz, 2003: 1). ÇALIŞMA YAŞAM KALİTESİ KAVRAMI Özellikle son yıllarda iş kültürünün köklü şekilde değişmesiyle birlikte, insanın temel ihtiyaçlarını karşılayan işin geleneksel yapısı da değişmiştir. Temel ihtiyaçlar, iş sistemi ve bir işgücünün yaşam standartlarının gelişmesine bağlı olarak çeşitlenmeye ve değişmeye devam etmektedir. Dolayısıyla Suttle (1977: 3)’ın “işin önemli kişisel temel ihtiyaçları karşılama derecesi” şeklindeki çalışma yaşam kalitesi tanımı günümüzde geçerliliğini kaybetmiştir. Modern iş çevrelerinde işler genellikle uygun ödül, fayda ve itibar mekanizmalarına sahiptirler. Modern işgücü bir dereceye kadar uygun bir şekilde tazmin edilse de, kişisel yaşam tarzları, harcamaları, boş zaman faaliyetleri, bireysel değer sistemleri ve sağlık durumları, ihtiyaçlarının derecesini etkileyebilmektedir. Aynı örgüt içerisinde eşit muamele görmelerine karşın, bazı çalışanlar için önemli olan bir ihtiyaç diğer çalışanlar için önemli olmayabilir. Kişisel ihtiyaçlara odaklanan yukarıdaki tanımın, çalışma yaşam kalitesinin öznel ve her bir çalışanın değişen ihtiyaçlarına göre devamlı gelişen yapısını ihmal ettiği söylenebilir (Rethinam ve Ismail, 2008: 58-59). Çalışma yaşam kalitesi tanımlarının, 1980’ler süresince yapının öznelliğini gösteren belirgin bir trende doğru yöneldiği görülmektedir (Martel ve Dupuis, 2006: 342). Carlson (1980: 84) çalışma yaşam kalitesini “bir amaç ve bu amacı başarmak için devam eden bir süreç” olarak görmektedir. Bir amaç olarak çalışma yaşam kalitesi, işin geliştirilmesi için her örgütün önemli bir sorumluluğudur ve örgütün tüm düzeyindeki çalışanlar için daha katılımlı, daha tatmin edici ve etkili iş ve iş çevrelerinin yaratılmasını kapsar. Çalışma yaşam kalitesi bir süreç olarak ise, örgütte çalışanların aktif katılımı yoluyla, bu amaca ulaşma çabalarını içerir. Carlson, çalışma yaşam kalitesini örgüte göre değişiklik gösteren fakat herkesi genel bir payda da, insana saygınlıkta, toplayan bir felsefe olarak görmektedir. Schilesinger (1982: 3-4)’e göre çalışma yaşam kalitesi, çalışanların yönetimde söz sahibi olması, kişisel bilgi ve becerilerin geliştirildiği iş çevresinin oluşturulması, çalışanların çıktılar üzerinde sorumluluk düzeylerinin artırılması, yönetim ve işgücü arasında açık iletişim ve güvene dayalı çalışan başarısını destekleyen atmosfer oluşturulması, ürün maliyeti-getirisi gibi bilgilerin paylaşılması, çalışan motivasyonunun artırılması, sürekli gelişimin değerlendirilmesi ve analiz edilmesi çabalarıdır. Nadler ve Lawler (1983: 23) ise, çalışma yaşam kalitesini “insanlar, iş ve örgütler hakkında düşünmenin bir yolu” olarak tanımlamaktadır. Bu tanımın iki karakteristik unsuru (1) işin örgütsel etkililik üzerinde olduğu kadar insanlar üzerindeki etkileri ile ilgili kaygısı ve (2) örgütsel problemlerin çözümü ve karar vermede katılım fikridir. Bu tanımın güçlü tarafı, üç önemli çalışma yaşam 81 Toplum ve Sosyal Hizmet kalitesi bileşenini gerektiği gibi bir araya getirmiş olmasıdır. Kiernan ve Knutson (1990: 121), çalışma yaşam kalitesini, “bireyin işyerindeki rolünü anlamlandırması ve bu rolün diğerlerinin beklentileri ile etkileşimi” olarak görmektedir. İş yaşamının kalitesi bireysel olarak belirlenir, tasarlanır ve değerlendirilir. Çalışma yaşam kalitesinin anlamı, bireye göre farklılaşır ve bireyin yaşı, kariyer durumu ve pozisyonuna göre değişebilmektedir. Benzer şekilde, Heskett ve diğerleri (1997: 54) çalışma yaşam kalitesini “çalışanların işe, iş arkadaşlarına ve örgüte karşı olan hisleri” olarak tanımlamaktadırlar. İşlerine karşı iyi duygular besleyen çalışanlar, işlerini yapmaktan mutlu olacaklar ve bu da verimli bir iş ortamına neden olacaktır. Bu tanım, tatmin edici bir iş ortamının daha iyi çalışma yaşam kalitesine yol açacağı görüşüne dayanmaktadır. 2000’li yıllara gelindiğinde çalışma yaşam kalitesi, Sirgy ve diğerleri (2001: 241) tarafından “iş yerindeki katılımın bir sonucu olan kaynak, aktivite ve çıktılar yoluyla, çeşitli ihtiyaçların karşılanmasına yönelik işgören doyumu” olarak tanımlanmıştır. Serbest (2000: 31)’e göre ise, çalışma yaşam kalitesi klasik yönetim anlayışından, çağdaş yönetim anlayışına geçiş yapan, örgütteki çalışan boyutunu öne çıkartan yapı ve süreci içeren, sistem yaklaşımı içerisinde çalışanların iş doyumu ve kişisel beklentilerine önem veren ve insanı değiştirme ve işe motive etme yoluyla iş verimliliğini artırmayı hedefleyen tekniktir. Görüldüğü gibi, çalışma yaşam kalitesi kavramı geniş kapsamlı, sınırları belirsiz, algılanışı ve tanımlanması zaman içinde ülkeden ülkeye, aynı ülkedeki kesimden kesime, kişiden kişiye 82 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 değişen farklı içerik ve öncelikleri olabilen bir kavramdır (Schulze, 1998: 528). Bu farklılıkların nedeni, bir taraftan toplumsal yapı, felsefe, amaç ve değerler iken, bir taraftan da çalışanların değişik ihtiyaçları, istek ve beklentileridir (İncir, 1991: 231). Algılanması ve tanımlanmasındaki farklılıklara karşın, çalışma yaşamında kalite anlayışı, özellikle son yıllarda çalışanların fiziksel ve psikolojik refah düzeyini yükselten, örgütsel kültürde değişim meydana getiren ve tüm çalışanların değerini artıran bir yönetim felsefesi olarak görülmektedir (Shain ve Suurvali, 2001: 38). Bu bağlamda düşünüldüğünde, aslında çalışma yaşam kalitesi ile sağlanmak istenen çalışma yaşamının yani işin insancıllaştırılmasıdır. Çalışma yaşamının insancıllaştırılması, iş görenin çalışma yaşamındaki konumunun, iş görenin yapısına, yetenek ve beklentilerine uygun bir düzeye ulaştırmayı amaçlamaktadır. Çalışma yaşamının insancıllaştırılması, işgöreni yapmış olduğu iş ile bütünleştirmek amacına yönelik uğraşıları içermektedir (Yüksel, 2004: 48). Çalışma yaşam kalitesinin amaçları Solmuş (2000: 38) tarafından aşağıdaki gibi ifade edilmektedir: • İş, insan ve sosyal ihtiyaçlar arasında denge kurulması. • Çalışma yaşamının daha ödüllendirici olması, çalışanların işle ilgili kaygılarının azaltılması, işle ilgili kararlara daha fazla oranda katılmaya cesaretlendirilmesi ve kaza ya da yaralanma olasılığını en aza indiren çalışma ortamının oluşturulması. • Bireysel yeteneklerden maksimum düzeyde faydalanmak için işlerin, Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu örgütsel süreçlerin ve yönetsel işlemlerin planlanması • Çalışanların, işlerinden daha fazla gelir elde etmelerinin sağlaması, üretkenliklerinin artırılması ve işten kaçmalarının azaltılması. Çalışma yaşam kalitesi ile ilgili olarak literatürde iki önemli teorik yaklaşım bulunmaktadır. Bunlar ihtiyaçların giderilmesi ve yayılma etkisi (spillover effect) yaklaşımlarıdır (Loscocco ve Roschelle, 1991: 192). İhtiyaçların giderilmesi yaklaşımı, Maslow tarafından geliştirilen ihtiyaçların karşılanması modeline dayanmaktadır (Alkan ve diğerleri, 1989: 94-95). Bu yaklaşıma göre, insanların iş aracılığıyla yerine getirilmesini istediği temel ihtiyaçları bulunmaktadır ve çalışanlar, yapmakta oldukları iş onların ihtiyaçlarını karşıladığı ölçüde işlerinden doyum sağlamaktadırlar. Yayılma etkisi yaklaşımı, yaşamın bir alanındaki memnuniyetin yaşamın diğer alanlarındaki memnuniyeti etkileyebileceği varsayımına dayanmaktadır. Örneğin, bir kişinin işindeki memnuniyeti, o kişinin sağlığı, aile yaşamı, sosyal yaşamı, ekonomik durumu ve iş dışındaki boş zaman aktiviteleri gibi yaşamın diğer boyutlarındaki memnuniyet düzeyini etkilemektedir (Bromet ve diğerleri, 1990: : 135; George ve Brief 1990: 357; Leiter ve Durup, 1996: 33; Steiner ve Truxillo 1989: 34-35). Sirgy ve diğerleri (2001: 241-245) tarafından yapılan çalışmada da çalışma yaşam kalitesinin ölçümü bu iki yaklaşıma dayandırılmıştır. Çalışma yaşam kalitesinin yalnızca iş doyumunu etkilemediği, aynı zamanda aile yaşamı, iş dışındaki boş zamanlar, sosyal yaşam, ekonomik durum gibi diğer yaşam boyutları üzerinde de etkiye sahip olduğu ortaya konulmuştur. İş yaşamından sağlanan ihtiyaç giderimi, iş doyumuna ve diğer yaşam boyutlarındaki doyuma katkıda bulunmaktadır. Önemli yaşam boyutlarındaki (iş yaşamı, aile yaşamı, boş zamanlardaki yaşam vb) memnuniyet de doğrudan doğruya tüm yaşam doyumuna katkıda bulunmaktadır. Bu nedenle, çalışma yaşam kalitesinin odağı iş doyumunun ötesindedir. Görüldüğü gibi, çalışma yaşam kalitesi yalnızca iş doyumunu etkilememektedir, aynı zamanda sağlık, aile yaşamı, iş dışındaki boş zamanlar, kültürel ve sosyal yaşam, ekonomik durum, eğitim, arkadaşlık ilişkileri, komşuluk ilişkileri, maneviyat gibi diğer yaşam boyutları üzerinde de etkiye sahiptir. Çünkü yayılma etkisi sayesinde, bir yaşam boyutunda doyum sağlanması, diğer yaşam boyutundaki doyuma etki etmektedir. Bu nedenle, çalışma yaşam kalitesi, yaşam kalitesinin sağlanması bakımından önemlidir. Çalışan birey açısından yaşamsal görülen çalışma yaşam kalitesi kavramı örgütsel sonuçları bakımından da önemlidir. Çalışma yaşamı kalitesinin sağlanması örgütün etkililiğinde belirleyici olmaktadır (Özkalp ve Kırel, 2001: 554). Çünkü işgörenin çalışma yaşamında karşılaştığı koşullar, sağlığını ve performansını etkileyebilmektedir (Yüksel, 2004: 47). Birçok araştırma (Carter ve diğerleri, 1990; Efraty ve diğerleri, 1991; Lewellyn ve Wibker, 1990) çalışma yaşam kalitesinin, çalışanın davranışsal tepkilerinde, örgütte bireysel kimlik kazanmasında, iş doyumunda, işe ilgi göstermesinde, işle ilgili çabasında ve performansında, işten ayrılma düşüncesinde, personel devir hızında önemli etkilere sahip olabileceğini göstermiştir. 83 Toplum ve Sosyal Hizmet ÇALIŞMA YAŞAM KALİTESİNİN BOYUTLARI Literatür incelendiğinde, çalışma yaşam kalitesinin farklı boyutlarını ele alarak inceleyen birçok araştırmaya rastlanmaktadır. Tablo 1’de çalışma yaşamının boyutlarını farklı açılardan ele alan yazarlar ve inceledikleri çalışma yaşamına ilişkin boyutlar kronolojik olarak yer almaktadır. Tablo 1 incelendiğinde, çalışma yaşam kalitesini sadece bir boyutuyla ele alan araştırmacılar olduğu gibi, birden fazla boyutla ele alan araştırmacıların da bulunduğu görülmektedir. Örneğin, Osterman çalışma yaşam kalitesini yalnızca iş güvencesi, Vinocur ise, iş tatmini açısından ele almıştır. Fakat çalışma yaşam kalitesinin sonuçlarından biri olması bakımından, iş tatmininin çalışma yaşam kalitesinden farklı olduğu kabul edilmektedir (Champoux, 1991: 65; Lawler, 1982: 486; Sirgy ve diğerleri, 2001: 241). Çalışma yaşam kalitesinin iş tatminini etkilediği rahatlıkla söylenebilir (Danna ve Griffin, 1999: 357). Walton (1992: 91) çalışma yaşam kalitesi ile ilgili sekiz önemli kavramsal kategori önermektedir: (1) Güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları, (2) becerileri geliştirme ve kullanma fırsatları, (3) sürekli gelişim ve iyileştirme fırsatları, (4) organizasyona sosyal entegrasyon, (5) organizasyondaki yasalar, (6) çalışma ve özel yaşam alanı, (7) çalışma yaşamının sosyal boyutu, (8) yeterli ve adil ücretlendirme. Chen ve Farh (2000: 31) çalışma yaşam kalitesinin boyutlarını, iş/yaşam dengesi, iş özellikleri, yönetsel davranış ile ücret ve faydalar olmak üzere dört başlık altında toplarken; kamu çalışanları üzerinde bir çalışma yürüten Hanefah ve diğerleri (2003:134) 84 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 yedi boyuttan (büyüme ve gelişme, katılım, fiziksel çevre, denetim, ödeme ve faydalar, işyeri entegrasyonu, sosyal ilişki) oluşan çok boyutlu bir çalışma yaşam kalitesi yapısı oluşturmuşlardır. Sirgy ve diğerleri (2001: 241-245) tarafından yapılan çalışma ele alınan boyutlar açısından incelendiğinde, çalışma yaşam kalitesinin ölçümü için ihtiyaçların giderilmesi ve yayılma etkisi teorisine dayanan yeni bir metot geliştirildiği görülmektedir. Her biri farklı boyutlara sahip yedi önemli ihtiyaç tanımlanmıştır. Bunlar: (1) Sağlık ve güvenlik ihtiyaçlarının tatmini (hastalık ve yaralanmalardan korunma; iş dışındaki hastalık ve yaralanmalardan korunma; sağlıklı bir hayatın devamlılığı). (2) Ailevi ve ekonomik gereksinimlerin tatmini (tatmin edici ücret, iş güvencesi, diğer ailevi gereksinimler. Örneğin çalışanın ailesine yetirince vakit ayırabilmesi). (3) Sosyal gereksinimlerin tatmini (iş ortamındaki ilişkiler/işbirliği; iş dışında boş zamanlardaki eğlence). (4) Saygı olarak tatmin edilme (örgüt içinde yapılan işin anlaşılması ve takdir edilmesi; örgüt dışında yapılan işin anlaşılması ve takdir edilmesi). (5) Gerçekleştirebiliyor olmanın verdiği tatmin (örgüt olarak bir işi başarabilme; şahsi-profesyonel olarak bir işi başarabilme). (6) Bilgi yönünden tatmin (işi geliştirmek için öğrenme; profesyonel becerilerini geliştirmek için öğrenme). (7) Yaratıcılık yönünden tatmin (kişisel yaratıcılık kadar işyerinde de yaratıcılık). Buraya kadar yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere, çalışma yaşam kalitesi, birçok boyut açısından incelenmekte ve farklı bakış açılarıyla ele alınmaktadır. Çalışma yaşam kalitesi, çalışmayı doğrudan ya da dolaylı etkileyen tüm etkenleri içeren bir kavram olarak değerlendirilmektedir ve çalışma yaşam Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu Tablo 1. Çalışma Yaşam Kalitesi Boyutları Tarih Kaynak Çalışma Yaşam Kalitesi Boyutları 1975 Scobel İş güvencesi, daha iyi ödüllendirme sistemleri, daha yüksek ücretler, gelişme için fırsat tanınması, katılımcı gruplar, artan organizasyonel üretkenlik 1983 Davis Çalışanlar ve tüm iş ortamı arasındaki ilişkinin kalitesi (ekonomik ve teknik boyutlar dâhil) 1984 Delamotte ve Takezawa Çalışan problemlerinin iş tatmini ve üretkenliğe olan etkisi 1989 Balch ve Blank Çalışanların organizasyonları içerisinde karşı karşıya oldukları durum yada şartlar 1989 Hammer İş güvenliği, süreçlerin yeniden tasarlanması 1990 Schein İşin, çalışanın kariyer hedeflerini karşılama derecesi, iş tatmini 1992 Walton Güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları, becerileri geliştirme ve kullanma fırsatları, sürekli gelişim ve iyileştirme fırsatları, organizasyona sosyal entegrasyon, organizasyondaki yasalar, çalışma ve özel yaşam alanı, çalışma yaşamının sosyal boyutu, ve yeterli ve adil ücretlendirme 1992 Lawler Yönetim anlayışı, ticari ilişkiler, organizasyon yapısı, işin tasarımı, takım çalışması, problem çözme 1992 Schreuder ve Flowers Teknik ve fonksiyonel yeterlilik, genel yönetim yeterliliği, bağımsızlık/özerklik, güvenlik /istikrar, girişimci yaratıcılık, hizmet duygusu ve bir amaca kilitlenme, yaşam biçimi 1995 Huselid Eğitim, işe alma ve performans ölçümü 1995 Osterman İş güvencesi 1995 Vinocur İş tatmini 1996 Mckenna Yönetim tarzı, etik ve ahlaki davranışlar 85 Toplum ve Sosyal Hizmet 1997 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Cohen ve diğ. Çalışan devir oranı, iş tatmini, işe gelmeme, iş güvencesi 1998 May ve Lau Ödüllendirme, iş güvencesi, gelişme olanakları sağlayarak çalışan tatminini destekleme, uygun işyeri ortam ve koşulları 1999 Danna Griffin Yaşam doyumu, iş doyumu, ücret, çalışma arkadaşları ve denetimle ilgili memnuniyet 2000 Chen ve Farh İş/yaşam dengesi, iş özellikleri, yönetsel davranış, ücret ve faydalar 2001 Sirgy ve diğ. Çalışma ihtiyaçlarının tatmin edilmesi: sağlık ve güvenlik koşulları, ekonomik ve aile ihtiyaçları, sosyal ihtiyaçlar, takdir/saygı görme ihtiyacı, gerçekleşme ihtiyacı, bilgi ihtiyacı, estetik ihtiyaçlar 2002 Improvement of Living and Working Condition (EWON) Sağlık ve iyilik hali, iş güvenliği, iş tatmini, beceri gelişimi, iş ve günlük yaşam arasındaki denge. 2003 Hanefah ve diğ. Büyüme ve gelişme, katılım, fiziksel çevre, denetim, ödeme ve faydalar, işyeri entegrasyonu, sosyal ilişki 2005 Brooks ve Anderson İş yaşamı/ev yaşamı, iş tasarımı, iş ortamı, iş dünyası Kaynak: Yücel (2002)’den uyarlanmıştır. kalitesinin boyutları incelendiğinde, çalışma yaşamını etkileyen birçok faktör olduğu görülmektedir. Bazı çalışmalarda, çalışma yaşam kalitesi iş zenginleştirme, güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları, çalışan problemleri, iş güvencesi, ödüllendirme sistemi, ücretler gibi organizasyonel bazı durumları ya da uygulamaları içerirken, bazılarında ise çalışan üzerindeki etkileri ile özdeşleşmiştir ve iş tatmini, çalışanın kendini geliştirmesi, çalışanı karar vermede katılımcı rol oynaması ve kişinin ihtiyaçlarını karşılaması gibi konuları kapsamaktadır. 86 ARAŞTIRMA YÖNTEMİ Araştırmanın Amacı Çalışma yaşam kalitesiyle ilgili çalışmalar genellikle üretim sektörlerinde çalışanlar üzerine yoğunlaşmış olup, sağlık hizmetlerinde bu konuda yapılan çalışmalar üretim sektörüne oranla daha azdır (Lewis ve diğ., 2001: 9). Sağlık sektöründeki çalışma koşulları, diğer sektörlerle karşılaştırıldığında, özellikle problematik ve stres yaratıcı olarak değerlendirilmektedir (Yassi ve diğ., 2002: 70). Sağlık çalışanlarının, çalışma Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu saatleri içerisinde karşılaştığı zorluklar ile mesai arkadaşları ve yöneticiler ile olan ilişkilerinin yapısı gibi çalışma yaşam kalitesini etkileyen birçok faktör bulunmaktadır (Fortune, 2006: 42). Sağlık hizmetlerinin ertelenemez ve ikame edilemez olması nedeniyle, modern sağlık anlayışı gereklerine uygun bir sağlık alt yapısının gerekliliği yanında, sağlık hizmetlerinin sunulmasında temel unsur olan yeterli sayı ve nitelikte insan gücünün sağlanması da büyük önem taşımaktadır. Çünkü insan kaynaklarının etkili kullanımı ve çalışma yaşam kalitesinin artması örgütlerde işgücü devir oranının düşmesi, iş kazalarının neden olduğu kayıpların azalması, devamsızlık oranının düşmesi, hatalı üretimin azalması, ürün niteliğinin yükselmesi, işyeri ortamında moral ve motivasyonun yükselmesi, işgören-işveren çatışmasından kaynaklanan sorunların azalması olarak sonuçlanmaktadır. Bu nedenle, başta hastaneler olmak üzere sağlık sektöründe örgütlerin üzerine düşen önemli bir sorumluluk, verim ya da verimsizliklerinin nedenleri olan çalışma yaşam kalitesi faktörlerini doğru tespit etmek ve sorunlara akılcı çözümler yaratmaktır. Bu amaçla, çalışma yaşamına ilişkin araştırmaların yapılması gerekmektedir. Böylelikle sağlık çalışanlarının görevlerini yerine getirirken karşılaştıkları her türlü sorunun tespitine fırsat tanınmış olmaktadır. Literatür incelendiğinde, sağlık çalışanlarının ve özellikle sağlık yöneticilerinin çalışma yaşam kalitelerini değerlendirecek spesifik bir ölçüm aracının bulunmadığı tespit edilmiştir. Bu çalışmanın amacı, sağlık personelinin çalışma yaşam kalitesinin belirlenmesinde kullanılabilecek bir ölçek geliştirmektir. Veri Toplama Aracının Geliştirilmesi Sağlık kurumlarında çalışan sağlık yöneticilerinin çalışma yaşam kalitesini değerlendirmek ve çalışma yaşam kalitesini belirleyen önemli boyutları ortaya koymak amacı ile bir anket geliştirilmiştir. Ankette yer alan olan soruların belirlenmesinde ise, çalışma yaşam kalitesinin değerlendirilmesine yönelik olarak yapılmış çalışmalar (CDC, 2002; Dikmetaş, 2004; Shann ve Hossel, 2004; Sirgy ve diğ., 2001; Straw ve Heckscher, 1984) incelenmiştir. Yapılan çalışmalarda çalışma yaşam kalitesini değerlendirmeye yönelik standart bir ölçüm aracının olmadığı ve mevcut ölçme araçlarının ülkeden ülkeye ve çalışma amacına göre farklılık gösterdiği görülmüştür. Bunun üzerine literatürde sıklıkla kullanılmış olan çalışma yaşam kalitesi ölçüm araçları gözden geçirilmiş, farklı ölçüm araçlarında ve çalışma yaşam kalitesine yönelik olarak yapılmış çalışmalarda yer alan sorular belirlenerek bu çalışmaya yönelik bir anket oluşturulmuştur. Oluşturulan ankette toplam 52 soru yer almıştır (bkz. Tablo 2). Araştırma anketinde çalışanların her bir ifadeye katılım dereceleri 5’li likert ölçeği kullanılarak ölçülmüştür. Çalışanların ifadelere katılım derecesi, 1= “kesinlikle katılmıyorum”, 2=”katılmıyorum”, 3=”kararsızım”, 4= “katılıyorum” ve 5=”Kesinlikle katılıyorum” arasında değişmektedir. Anket form puanlama işlemi yapılmıştır. Yani olumsuz bir ifade için “1” puanı kesinlikle katılıyorum, “5” puanı ise kesinlikle katılmıyorum anlamındadır. Araştırmada kullanılan çalışma yaşam kalitesi anketi uygulanmadan önce, Sağlık Bakanlığı’nda değişik kademelerde görev yapmakta olan 40 çalışan üzerinde ön uygulama yapılmıştır. Ön 87 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Tablo 2. Çalışma Yaşam Kalitesi Ölçeği Maddeleri (52 madde) Madde No. 88 Maddeler 1 Kurumumdaki fiziksel koşullar genel olarak yeterlidir (ısıtma, aydınlatma, havalandırma temizlik, gürültüsüz bir ortam, çalışmak için olması gereken alan genişliği, vb ) 2 Kişisel ihtiyaçlarım için, bir iş için bir yere gitmem gerektiğinde ya da aile sorunlarımla ilgilenmek için, çalışma saatleri içerisinde kısa süreli olarak işten ayrılma imkânım var 3 İşin iyi yapılması için yeterli yardım ve teknik destek alırım 4 Çalışma ortamındaki teknolojik araç ve gereçleri (bilgisayar, telefon, faks, internet vb) yeterli oranda kullandığıma inanıyorum 5 Çalışmakta olduğum kurumda, iş yükü ile kıyaslandığında yeterli çalışan vardır 6 Üniversitede aldığım eğitime uygun bir işte çalıştığımı düşünüyorum 7 İşim yeteneklerimi ve becerilerimi kullanmama izin veriyor 8 İşimi yaparken kendi fikirlerimi ve çalışma yöntemlerimi uygulayabiliyorum 9 Çalışanlar olarak, işi etkileyen kararların alınmasına katılma olanağımız var 10 İşimi yaparken benden tam olarak ne beklenildiğini biliyorum 11 Çalıştığım kurumda bilgi akışı iyi düzenlenmiştir ve işimle ilgili değişiklikler konusunda genellikle zamanında bilgilendirilirim 12 Kurumum tarafından bireysel gelişim teşvik edildiğinden, yapmış olduğum işle ilgili profesyonel becerilerimi geliştirmek için seminer, kurs, kongre gibi eğitim faaliyetlerine katılma imkânım her zaman vardır 13 İşim yeni şeyler öğrenmemi gerektiriyor 14 İş yerimde terfi/kariyer olanakları iyidir 15 İşimde ilerlemek ve daha iyi bir pozisyon elde etmek önemlidir 16 İşim yaratıcılığımı kullanmama izin veriyor 17 İş yerimde bir takım çalışması ve saygılı bir ortam vardır Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu 18 İş yerimde yöneticiler ve çalışanlar gerekli teknik kapasite ve yeteneğe sahiptir 19 İş düzeni ya da problemler iş yerinde etkili bir şekilde görüşülür 20 Yönetim çalışan performansını ödüllendirir ve yeterli geribildirimde bulunur 21 Herhangi bir sendikaya yada derneğe üye olmak istediğimde çalıştığım kurum bunun önüne bir engel koymaz 22 Çalışanların maaşları, ikramiyeleri ve diğer ücretler herkes tarafından bilinir 23 Çalıştığım kurumda her zaman iş güvencem vardır 24 Çalıştığım kurumda, herkes ve her durum için geçerli olan yazılı kurallar vardır 25 İşimi üretici ve faydalı görüyorum 26 Genel olarak işimden memnunum 27 İş dünyasında/çalıştığım kurumda kendimi değerli bir birey olarak hissediyorum 28 Öğrenim düzeyime ve yaptığım işe göre değerlendirdiğimde, aldığım ücretin (maaş ve döner sermaye) yeterli ve adaletli olduğunu düşünüyorum 29 İş kaynaklı sağlık problemlerim var (Zor ve rahat olmayan çalışma pozisyonlarına bağlı kas-iskelet sitemi vb. rahatsızlıklar, sürekli bilgisayar kullanımına bağlı göz rahatsızlıkları, baş ağrısı ya da diğer rahatsızlıklar) 30 İşimde, kaza ve yaralanma riski vardır 31 İşimde, fiziksel şiddete maruz kalma riski vardır 32 İşimde kimyasal maddelerden veya radyasyondan kaynaklanan tehlike/ hastalık riski vardır 33 İşimde enfeksiyon hastalığı riski vardır 34 İş kaynaklı (stres, iş yükü, aşırı yorgunluk vb) psikolojik rahatsızlık riski vardır 35 İşimde başka birinin ciddi şekilde yaralanmasına neden olma riski vardır 89 Toplum ve Sosyal Hizmet 90 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 36 İşimde önemli bir cihaza ya da ürüne zarar verme riski vardır 37 Çalışma ortamımdaki fiziksel koşullar ve riskler, performansımı olumsuz yönde etkiliyor 38 İşe başlama ve bitiş saatleri yönetim tarafından çok katı bir şekilde ayarlanıyor 39 İşteki telefon görüşmeleri ya da gürültü gibi nedenlerden dolayı sık sık bölünüyorum 40 İşleri istediğim gibi iyi bir şekilde ve vicdanım rahat olarak yapabilmem için yeterli zamanım yok 41 İşim çok streslidir 42 İşyerimde sosyal etkileşim azdır 43 İşyerimde, ödüllendirmede/ek ödemelerde ayrımcılık yapılmaktadır 44 İşyerimde, terfi / kariyer yapmada ayrımcılık yapılmaktadır 45 İşyerimde, işin dağıtımında ayrımcılık yapılmaktadır 46 İşyerimde, çalışma saatlerinin/vardiyaların ayarlanmasında ayrımcılık yapılmaktadır 47 İşyerimde, işveren tarafından düzenlenen eğitimlere katılmada ayrımcılık yapılmaktadır 48 İşlerimi zamanında bitirebilmek için ara sıra evde çalışmak zorundayım 49 Çalışma saatlerim dışında telefon, mail veya başka bir şekilde işle ilgili sorunlarla uğraşırım 50 Aile yaşantım (ev sorunları, aile bireyleriyle ilgilenmek vb) ben çalışırken işimi (mesaiye geç kalma, işe konsantre olamama vb.) etkiliyor 51 İşimin koşulları (çalışma saatleri, fazla mesai, iş yükünden dolayı evde çalışma, çalışma saatleri dışında da işle ilgilenme vb) aile yaşamımı (ev sorunlarını ihmal etme, aile bireyleriyle yeterince ilgilenememe vb.) etkiliyor 52 Sık sık çalıştığım kurumdan ayrılmayı düşünüyorum Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu uygulama sonrası, ankete ilişkin ifadeler için güvenirlik analizi yapılmıştır. Ankette yer alan soruların güvenilirlik seviyesi Cronbach Alpha katsayısı ile değerlendirilmiş ve güvenilirlik düzeyinin 0.924 gibi yüksek bir düzeyde olduğu görülmüştür. 0 ile 1 arası değerler alan Alfa değerinin sosyal bilimlerde en az 0,70 ve üstü olması önerilmektedir (Altunışık vd., 2005: 70-71). Elde edilen değer, ölçeğin oldukça güvenilir olduğu sonucunu vermektedir. Güvenirlilik analizinde ölçeğin toplanabilirlik özelliğinin bozulmaması için Madde-Toplam puan arasındaki korelasyon katsayılarının negatif olmaması ve 0.25 değerinden büyük olması beklenir (Kayıs, 2005: 412). Bu bağlamda ölçeği oluşturan maddelerin, ölçeğin bütünüyle olan korelasyonlarına ve genel katkılarına bakıldığında bütün değerlerin pozitif ve 0.25’den büyük olduğu görülmüştür. Maddelerin Cronbach alfa katsayıları değerlendirilerek iç tutarlığa sahip olduğu sonucuna varılmıştır. Araştırma ve Uygulama Merkezi özel hastane statüsünde kabul edilmiştir. Araştırma evrenine askeri hastaneler farklı yapıları nedeniyle dâhil edilmemiştir. Evrenden örneklem çekilmemiş ve tüm evrene ulaşmak amaçlanmıştır. Evren ve Örneklem Veri toplama aracı Ankara Metropolitan alanda bulunan 25 kamu hastanesi ve 12 özel hastane olmak üzere toplam 37 hastanede, sağlık yönetimi alanında lisans eğitimi almış 207 sağlık çalışanına uygulanmıştır. Araştırmanın evrenini, Ankara Metropolitan alanda bulunan kamu ve özel hastanelerde çalışan sağlık yönetimi alanında lisans eğitimi almış sağlık çalışanları oluşturmaktadır. Sağlık Bakanlığı istatistik yıllığına göre, 2006 yılı itibariyle Ankara Metropolitan alan sınırları içinde toplam 48 hastane bulunmaktadır. Bu hastaneler içinde, 6 Üniversite/Tıp Fakültesi Hastanesi, 15 Eğitim ve Araştırma Hastanesi ve 7 Devlet Hastanesi olmak üzere 22 Sağlık Bakanlığı Hastanesi ve 20 Özel Hastane yer almaktadır. Başkent Üniversitesi Hastanesi, Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi ve Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dr. Rıdvan Ege Sağlık Hastanelerde sağlık yönetimi alanında lisans eğitimi almış sağlık çalışanı bulunup bulunmadığı bilgisi, hastanelerin insan kaynakları ya da personel şubesi birimleriyle telefonla ya da yüz yüze görüşme sonrası elde edilmiştir. Sağlık yönetimi alanında lisans eğitimi almış sağlık çalışanı bulunmadığı için 3 kamu hastanesinde ve 3 özel hastanede anket uygulanamamıştır. Ayrıca, 3 özel hastanede çalışma için izin alınamaması ve 2 özel hastanede de çalışanların yerinde bulunamaması nedeniyle anket uygulanamamıştır. Araştırma kapsamına giren kamu ve özel hastanelerde, iş yoğunluğu, yerinde bulunamama, yıllık izin, doğum izni ve askerde bulunma gibi nedenlerle toplam 30 kişiye anket uygulanamamıştır. Araştırma kapsamına alınan çalışanların %39,2’sinin 30 yaşın altında, %58,5’inin erkek, %66,5’inin evli olduğu bulunmuştur. Çalışılan birim açısından incelendiğinde, çalışanların %10,6’sının klinik hizmetlerde, %89,4’ünün ise idari hizmetlerde çalıştığı bulunmuştur. Unvan açısından incelendiğinde ise, çalışanların %7,2’sinin hastane müdürü, %27,5’inin hastane müdür yardımcısı, %40,1’inin genel idari hizmetler personeli, %19,8’inin sağlık memuru, 91 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 %3,4’ünün hemşire/ebe, %1,9’unun ise sağlık teknisyeni unvanı altında çalıştığı belirlenmiştir. BULGULAR Geçerliliğe İlişkin Bulgular Ölçeğin yapı geçerliliğini belirleyebilmek için elde edilen veriler üzerinde faktör analizi yapılmıştır. Faktör analizi, birbirleriyle ilişkili çok sayıdaki değişkeni anlamlı, birbirinden bağımsız ve daha az sayıda yeni faktörlere dönüştüren, bir oluşumu, nedeni açıkladıkları varsayılan değişkenleri gruplayarak ortak faktörleri ortaya koyan ve yaygın olarak kullanılan çok değişkenli istatistik tekniklerinden biridir (Kleinbaum ve diğ., 1998:601’den alıntılayan Kalaycı, 2005: 321). Araştırmacının ölçme aracının ölçtüğü faktörlerin sayısı hakkında bir bilgisinin olmadığı, belli bir hipotezi sınamak yerine, ölçme aracıyla ölçülen faktörlerin doğası hakkında bir bilgi edinmeye çalıştığı inceleme türleri açıklayıcı faktör analizi (exploratory factor analysis) olarak tanımlanır (Tavşancıl, 2006: 46). Sağlık Bakanlığı hastanelerinde farklı kademelerde çalışmakta olan sağlık yöneticilerinin çalışma yaşam kalitelerini belirleyen önemli faktörlerin belirlenmesinde aşamalı bir yöntem tercih edilmiştir. Ölçekteki sorularda yer alan ve her biri bir değişkeni temsil eden çok sayıdaki soru maddesi; açıklayıcı faktör analizi yönteminden yararlanılarak az sayıda, daha açık ve anlaşılır bir şekilde analiz yapabilmek için yeniden düzenlenmiştir. Ayrıca ölçeğin, ayırma (discriminant) ve birleşme (convergent) geçerliliklerinin sınanması amaçlarıyla açıklayıcı faktör analizi yapılmıştır. Bu amaçlarla temel bileşenlere (principal components) göre açıklayıcı faktör analizine başvurulmuş ve bu analizde kullanılan korelasyon matrisi, ayırma geçerliliği için incelenmiştir. Yapı için faktör analizinin uygun olup olmadığı, Kaiser-Meyer-Olkin örneklem yeterlilik testi ve Bartlett’in Küresellik Testi (Bartlett’s test of sphericity testi) sonuçlarıyla belirlenmektedir. Kaiser-Meyer-Olkin örneklem yeterlilik testi sonucunun 0,60 veya üstü olması açıklayıcı faktör analizi yapmaya karar vermek için yeterli görülebilmektedir (Sharma, 1996: 116). Tablo 3’de görüldüğü gibi, temel bileşenler ve Varimax faktör rotasyon yöntemleri kullanılarak yapılan ilk faktör analizi sırasında Bartlett’in Küresellik değeri anlamlı ve KMO değeri, tavsiye edilen değerin üzerinde (0.830) olarak bulunmuştur. Tek boyuta sahip açıklayıcı faktör analizi ile her bir faktörün ve her bir niteliğin tek bir faktöre yüklenmiş olması Tablo 3. Verilerin Faktör Analizi İçin Uygunluğunun Değerlendirilmesi Kaiser-Mayer-Olkin (KMO) Örneklem Ölçüm Değer Yeterliği Barlett Testi 92 0,830 Ki-Kare Değeri 2472,129 Sd 351 p (p<0,05) 0,000 Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu gerekmektedir. Her bir faktörde, faktör yükü 0,50’den daha düşük olan maddeler ve birden fazla faktörde nitelik yükü 0,50 ve üstü olan sonuçlar elimine edilmelidir (Hattie, 1985: 114). Bunun yanında madde toplam korelasyon değerleri 0,20’den düşük olan maddeler istatistiksel olarak anlamlı olsalar bile ölçeğe alınmamalıdır (Özdamar, 1999: 522). Elde edilen ilk faktör analizi sonuçlarına göre faktör yükü 0,50’nin altında olan ve birden çok faktör altında 0,50’nin üzerinde faktör yükü alarak yer alan sorular (madde 2, 4, 5, 7, 8, 9, 12, 15, 16, 20, 24, 26, 28, 34, 37, 38, 42, 50 ve 52) çıkarılmış ve geriye 33 soru kalmıştır. Ayrıca madde toplam korelasyon değerleri 0,20’nin altında olan 6 soru (madde 1, 17, 29, 41, 48 ve 49) da ölçekten çıkarılmış ve kalan 27 soru yeniden faktör analizine tabi tutulmuştur. Özdeğeri 1 veya 1’den büyük olan faktörlerin önemli faktör olarak değerlendirilmesi gerekmektedir (Bryman ve Cramer, 1999: 238). Bu çerçevede yapılan ikinci faktör analizi sonucu ankette yer alan sorular özdeğeri 1’den büyük olan 6 faktör altında toplanmıştır. Faktörler, faktörlere ait sorular, sorulara ait faktör yükleri ve madde toplam korelasyon değerleri aşağıda yer alan Tablo 4’de gösterilmiştir. Faktörlerden birincisi varyansın %26,07’sini, ikincisi %13,64’ünü, üçüncüsü %7,56’sını, dördüncüsü %5,33’ünü, beşincisi %4,80’ini, altıncısı %4,63’ünü açıklamaktadır. Faktörlerin tümü birden ise varyansın %62,05’ini açıklamaktadır. Sosyal bilimlerde yürütülen çalışmalarda toplam varyans oranının %40 ile %60 arasında değer alması ölçeğin güçlülüğüne işaret etmektedir (Scherer ve diğerleri, 1988 alıntılayan Tavşancıl, 2006: 48). Bu durum ölçeğin toplam varyans oranının yeterli bir değere sahip olduğunu göstermektedir. Bu çalışmada birinci faktör “iş kazası, meslek hastalıkları riski ve iş yerindeki fiziksel çalışma koşulları”, ikinci faktör “iş yerinde ayrımcılık”, üçüncü faktör “sürekli gelişme ve iyileşme fırsatları”, dördüncü faktör “organizasyona sosyal entegrasyon”, beşinci faktör “iş stresi ve zaman baskısı”, altıncı faktör “organizasyondaki yasalar” olarak adlandırılmıştır. Çalışma yaşam kalitesi ölçeğinde yer alan maddelerin faktör yüklerine bakıldığında 0,58 ile 0,83 arasında değerler aldığı görülmektedir. Genel olarak 0,30 ile 0,59 arasındaki yük değeri orta, 0,60 ve üzerindekiler ise yüksek olarak kabul edilir (Büyüköztürk, 2007: 124-125). Bu araştırmada sadece tek bir maddenin faktör yükü 0,58 olarak orta, diğer maddeler ise yüksek faktör yüklerine sahiplerdir. Bu değerler ölçeğin yapı geçerliliğinin bir göstergesi olarak yeterli bulunmuştur. Güvenilirliğe İlişkin Bulgular Gerçekleşen analizler sonucunda ölçeğe 27 soru ile son şekli verilmiştir. 27 soru için yapılan güvenilirlik analizleri sonucunda Cronbach Alfa güvenilirlik katsayısı 0,882 olarak hesaplanmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi, Alfa değerinin sosyal bilimlerde en az 0,70 ve üstü olması arzulanır (Altunışık vd., 2005; 70-71). Elde edilen 0,882 alfa değeri, ölçeğin oldukça güvenilir olduğu sonucunu vermektedir. Faktörler bazında Cronbach Alfa katsayılarına bakıldığında ise (bkz. Tablo 5), faktörlerden dört adedinin (iş kazası, meslek hastalıkları riski ve iş yerindeki fiziksel çalışma koşulları; iş yerinde ayrımcılık; sürekli gelişme ve iyileşme fırsatları; 93 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Tablo 4. Çalışma Yaşam Kalitesi Ölçeği Maddelerinin Faktör Yükleri Faktör İsimleri ve Gruplandırılmış Değişkenler Faktör Yükü Madde Toplam Korelasyon Değerleri Faktör 1: İş Kazası, Meslek Hastalıkları Riski ve İş Yerindeki Fiziksel Çalışma Koşulları İşimde kimyasal maddelerden veya radyasyondan kaynaklanan tehlike/ hastalık riski vardır 0,82 0,42 İşimde başka birinin ciddi şekilde yaralanmasına neden olma riski vardır 0,79 0,40 İşimde, kaza ve yaralanma riski vardır 0,79 0,47 İşimde, fiziksel şiddete maruz kalma riski vardır 0,75 0,42 İşimde enfeksiyon hastalığı riski vardır 0,73 0,29 İşimde önemli bir cihaza ya da ürüne zarar verme riski 0,66 vardır 0,31 Faktör 2: İş yerinde ayrımcılık İşyerimde, işin dağıtımında ayrımcılık yapılmaktadır 0,83 0,51 İşyerimde, terfi / kariyer yapmada ayrımcılık yapılmaktadır 0,77 0,57 İşyerimde, ödüllendirmede/ek ödemelerde ayrımcılık yapılmaktadır 0,73 0,51 İşyerimde, işveren tarafından düzenlenen eğitimlere katılmada ayrımcılık yapılmaktadır 0,64 0,48 İşyerimde, çalışma saatlerinin/vardiyaların ayarlanmasında ayrımcılık yapılmaktadır 0,61 0,55 0,78 0,49 Faktör 3: Sürekli gelişme ve iyileştirme fırsatları İşim yeni şeyler öğrenmemi gerektiriyor 94 Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu İşimi üretici ve faydalı görüyorum 0,77 0,51 İş dünyasında/çalıştığım kurumda kendimi değerli bir birey olarak hissediyorum 0,66 0,53 İşim yaratıcılığımı kullanmama izin veriyor 0,68 0,53 Üniversitede aldığım eğitime uygun bir işte çalıştığımı düşünüyorum 0,58 0,56 İş yerimde yöneticiler ve çalışanlar gerekli teknik kapasite ve yeteneğe sahiptir 0,72 0,54 Çalıştığım kurumda bilgi akışı iyi düzenlenmiştir ve işimle ilgili değişiklikler konusunda genellikle zamanında bilgilendirilirim 0,77 0,48 İş düzeni yada problemler iş yerinde etkili bir şekilde görüşülür 0,71 0,50 İşin iyi yapılması için yeterli yardım ve teknik destek alırım 0,68 0,48 İşimi yaparken benden tam olarak ne beklenildiğini biliyorum 0,63 0,44 İşleri istediğim gibi iyi bir şekilde ve vicdanım rahat olarak yapabilmem için yeterli zamanım yok 0,75 0,33 İşteki telefon görüşmeleri ya da gürültü gibi nedenlerden dolayı sık sık bölünüyorum 0,70 0,20 İşimin koşulları (çalışma saatleri, fazla mesai, iş yükünden dolayı evde çalışma, çalışma saatleri dışında da işle ilgilenme vb) aile yaşamımı (ev sorunlarını ihmal etme, aile bireyleriyle yeterince ilgilenememe vb) etkiliyor 0,66 0,26 Faktör 4: Organizasyona sosyal entegrasyon Faktör 5: İş stresi ve zaman baskısı 95 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Faktör 6: Organizasyondaki yasalar Çalışanların maaşları, ikramiyeleri ve diğer ücretler herkes tarafından bilinir 0,82 0,24 Herhangi bir sendikaya ya da derneğe üye olmak istediğimde çalıştığım kurum bunun önüne bir engel koymaz 0,64 0,32 Çalıştığım kurumda her zaman iş güvencem vardır 0,61 0,45 organizasyona sosyal entegrasyon) alfa katsayılarının yüksek olduğu görülmüştür. Diğer iki faktörün (iş stresi ve zaman baskısı; organizasyondaki yasalar) ise alfa katsayılarının düştüğü görülmüştür. Bu iki faktörün güvenilirlik katsayısı (0,62 ve 0,63), kabul edilebilir değerin (0,70) altındadır. Alfa katsayısının ne olması gerektiği konusunda bilim disiplinleri ve araştırma alanları arasında farklılıklar bulunmasına karşın, ilk kez yapılan keşfedici (açıklayıcı) araştırmalarda alfa katsayısı 0,60’ın üzerinde kabul edilebilirdir (Hair ve diğerleri, 1998: 612). Alfa katsayısı korelasyon katsayısı gibi yorumlanabilir. Alpar (2003: 382)’a göre, alfa katsayısı 0,80-1,00 aralığında ise ölçeğin güvenilirliğinin yüksek olduğu; 0,60-0,80 arası oldukça güvenilir olduğu; 0,40-0,60 arası güvenilirliğin düşük olduğu ve 0,00-0,40 aralığında ise Tablo 5. Faktörlere İlişkin Cronbach Alfa Katsayıları Faktör İsimleri ve Gruplandırılmış Değişkenler Cronbach Alpha Faktör 1: İş Kazası, Meslek Hastalıkları Riski ve İş Yerindeki Fiziksel Çalışma Koşulları 0,865 Faktör 2: İş yerinde ayrımcılık 0,840 Faktör 3: Sürekli gelişme ve iyileştirme fırsatları 0,829 Faktör 4: Organizasyona sosyal entegrasyon 0,828 Faktör 5: İş stresi ve zaman baskısı 0,618 Faktör 6: Organizasyondaki yasalar 0,632 96 Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu güvenilirliğin olmadığı şeklinde yorumlanmalıdır. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta ölçek güvenilirliklerinin madde sayılarına bağlı olduğu gerçeğidir (Nunnally ve Bernstein, 1994). Bu nedenle bu çalışmada genel olarak faktörlerde madde sayısı artıkça güvenilirlik katsayısı da artmıştır. Ayrıca ölçeğin madde toplam korelasyonları 0,20 ile 0,57 arasında değiştiği dikkate alındığında ölçeğin maddeler bazında da tutarlı bir yapıya sahip olduğu anlaşılmaktadır (bkz. Tablo 4). SONUÇ VE TARTIŞMA Bu çalışma kapsamında sağlık çalışanlarının çalışma yaşam kalitelerini belirlemeye yönelik geçerli ve güvenilir bir ölçek geliştirilmiştir. Elde edilen bulgular sağlık çalışanların çalışma yaşam kalitelerini değerlendirmede geliştirilen ölçeğin uygun niteliklere sahip olduğunu göstermektedir. Geliştirilen ölçeğin yapı geçerliliğini belirleyebilmek için faktör analizi uygulanmıştır. Temel bileşenler analizi uygulanması ile açıklayıcı faktör analizinde altı alt faktörün (iş kazası, meslek hastalıkları riski ve iş yerindeki fiziksel çalışma koşulları; iş yerinde ayrımcılık; sürekli gelişme ve iyileşme fırsatları”, organizasyona sosyal entegrasyon; iş stresi ve zaman baskısı; organizasyondaki yasalar) ortaya çıktığı görülmüştür. Faktörlerin tümü birden varyansın %62,05’ini açıklamaktadır ki sosyal bilimlerde açıklanan toplam varyansın %40 ile %60 arasında değer alması ölçeğin güçlülüğünü göstermektedir. Ölçekteki maddelere ait faktör yüklerinin de tek bir madde hariç, literatürde yüksel olarak kabul edilen 0,60 değerinin üzerinde olduğu görülmektedir. Ölçekteki tüm maddelere ilişkin elde edilen Cronbach Alfa güvenilirlik katsayısı (0,882), ölçeğin güvenilir olduğunu işaret etmektedir. Faktörler bazında bakıldığında ise, iş kazası, meslek hastalıkları riski ve iş yerindeki fiziksel çalışma koşulları; iş yerinde ayrımcılık; sürekli gelişme ve iyileşme fırsatları ve organizasyona sosyal entegrasyon faktörlerine ilişkin alfa katsayıları yüksek bulunurken; iş stresi ve zaman baskısı ile organizasyondaki yasalar faktörlerinin alfa katsayıları kabul edilebilir değer olan 0,70’in altında bulunmuştur. Daha öncede belirtildiği gibi, ilk kez yapılan keşfedici (açıklayıcı) araştırmalarda alfa katsayısı 0,60 üzeri kabul edilebilirdir. Ölçeğin madde toplam korelasyonlarının 0,20 ile 0,57 arasında değişmesi de ölçeğin tutarlı bir yapıda olduğunu göstermektedir. Sosyal bilimlerde ölçek kullanımı oldukça önemli olmasına karşın, ülkemizde geçerliliği ve güvenilirliği belirlenmiş ölçme araçlarının azlığı, ölçek geliştirilmesine yönelik çalışmaların önemini artırmaktadır. Ülkemizde sağlık personelinin çalışma yaşam kalitelerini değerlendirecek spesifik bir başka ölçeğin bulunmadığı düşünüldüğünde, bu çalışmanın bu konuda önemli bir boşluğu dolduracağı düşünülmektedir. Sağlık hizmetlerinin sunumunda temel unsur olan sağlık insan gücünün etkili ve verimli kullanımında, çalışma yaşamına ilişkin unsurlar gün geçtikçe önem kazanmaktadır. Geliştirilen ölçeğin çalışanlarının verim ya da verimsizliklerine neden olan çalışma yaşam kalitesi faktörlerini tespit etmek isteyen yöneticilere ve çalışma yaşam kalitesi ile işgücü kaybı, devamsızlık, motivasyon gibi pek çok faktör arasındaki ilişkileri incelemek isteyen araştırmacılara faydalı olabileceği düşünülmektedir. İlgili literatürde çalışma yaşam kalitesi ile 97 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 örtüşecek çalışmaların henüz yeterli oranda bulunmaması, geliştirilen ölçeğin bu çerçevede yürütülecek çalışmalar için önemli bir referans teşkil edeceği açıktır. İleride yapılacak diğer araştırmaların sonuçlarına göre yapılacak düzeltmeler ölçeğin iyileştirilmesine katkıda bulunabilir. Studies in Marketing and Management (International Society for Quality-of-Life Studies, Blacksburg, Virginia), 170–181. KAYNAKÇA http:// www.cdc.gov/NIOSH/topics/stress/ qwlquest.html Alkan, Y., Soğancıoğlu, Ş. ve Pamukçu, F. (1989). Vardiya çalışmasının yarattığı stres, 2. Ulusal Ergonomi Kongresi, M.P.M. Yayın No: 379, Ankara. Alpar, R. (2003). Uygulamalı çok değişkenli istatistiksel yöntemlere giriş. (2. Baskı), Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Altunışık, R., Coşkun, R., Bayraktaroğlu, S. ve Yıldırım, E. (2005). Sosyal bilimlerde araştırma yöntemleri spss uygulamalı, İstanbul: Sakarya Kitapevi. Bromet, E.J., Dew, A. ve Parkinson, D.K. (1990). Spillover between work and family: A study of blue-collar working wive, Eckenrode, J. ve Gore, S. (Ed.), Stress Between Work and Family. Plenum, New York/London, 133–151. Bryman, A. and Cramer, D. (1999). Quantitative data analysis with spss release 8 for windows. London and New York: Taylor and Francis e-Library, Routledge. Büyüköztürk, Ş. (2007). Sosyal bilimler için veri analizi el kitabı. (8. Baskı), Ankara: Pegem Yayıncılık. Carlson, H. C. (1980). A model of quality of work life as a developmental process, Burke, W.W. ve Goodstein, L.D. (Ed.), Trends and Issues in OD.: Current Theory and Practice (University Associates, San Diego,CA), 83–123. Carter, C.G., Pounder, D.G., Lawrence, F.G. and Wozniak, P.J. (1990). Factors related to organizational turnover intentions of louisiana extension service agents, Meadow, H.L. ve Sirgy, M.J. (ed.), Quality-Of-Life 98 Centers For Disease Control And Preventation (CDC), (2002). Quality of Worklife Questionnaire: General Social Survey 2002, Section D Quality of Worklife Module, The National Institute For Occupational Safety and Health, Erişim tarihi: 08.10.2007 Champoux, J. E. (1981). A sociological perspective on work involvement. International Review of Applied Psychology, 30, 65–86. Chen, C. S. and Farh, J. L. (2000). Quality of work life in Taiwan: An exploratory study. Management Review, 19, 31-79. Danna, K. and Griffin, R.W. (1999). Health and well-being in the workplace: A review and synthesis of the literature. Journal of Management, 25(3), 357–384. Davenport, J. (1983). Whatever happened to qwl?. Office Administration and Automation, 44, 26-28. Dikmetaş, E. (2004). Elektronik bilgi sistemi ve çalışma yaşam kalitesi: Ankara üniversitesi tıp fakültesi hastaneleri ibn-i sina hastanesi çalışanlarına yönelik bir araştırma. Yayınlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara. Efraty, D., Sirgy, M.J. and Claiborne, C.B. (1991). The effects of personal alienation on organizational identification: A qualityof-work life model. Journal of Business and Psychology, 6, 57-78. Fortune, D. (2006). An examination quality of work life and quality of care within a health care setting. A Thesis For the Degree of Master of Arts, Canada: University of Waterloo. George, J.M. and Brief A.P. (1990). The economic instrumentality of work: An examination of the moderating effects of financial requirements and sex on the pay-life Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu satisfaction relationship. Journal of Vocational Behavior, 37, 357–368. Hair, Jr. J., Anderson, E.R., Tatham, R.H. and Black, C.V. (1998). Multivariate data analysis. (5. Baskı), New York: PrenticeHall International Inc. Hanefah, M., Zain, A.Y., Zain, R., and Ismail, H. (2003). Quality of work life and organizational commitment among professionals in Malaysia. Proceedings of the 1st International Conference of the Asian Academy of Applied Business: Narrowing The Competitive Gap of Emerging Markets in The Global Economy. 10-12 July 2003 Sabah, Malaysia. Hattie, J. (1985). Methodology review: Assessing unidimensionality of tests and items. Applied Psychological Measurement, 9(2), 139-64. Heskett, J.L., Sasser, W.E., Jr and Schlesinger, L.A. (1997). The service profit chain. New York: The Free Press. İncir, G. (1991). Çalışma yaşamının kalitesinin geliştirilmesi: Bir örnekçe, 3. Ergonomi Kongresi. ODTÜ-MPM, Ankara (MPM Yayınları, 441: 230-243). Kalaycı, Ş. (Ed.) (2005). SPSS uygulamalı çok değişkenli istatistik teknikleri, Ankara: Asil Yayın Dağıtım. Kayıs, A. (2005). Güvenilirlik analizi, Kalaycı Ş. (Ed.), SPSS Uygulamalı Çok Değişkenli İstatistik Teknikleri, Ankara: Asil Yayın Dağıtım. Kaymaz, K. (2003). Çalışma yaşamında kalite. İş, Güç, Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, 5(1), Erişim tarihi: 03.03.2008, http://www.isguc.org/calyaskalite Kiernan, W. E. and Knutson, K. (1990). Quality of work life. Schalock, R.L. ve Begab, M.J. (Ed.), Quality of Life: Perspectives and Issues (American Association of Mental Retardation, Washington, DC, US). Lawler, E. E. (1982). Strategies for improving the quality of work life. American Psychologist, 37, 486–493. Leiter, M.P. and Durup, M.J. (1996). Work, home, and in-between: A longitudinal study of spillover. Journal of Applied Behavioral Science, 32(1), 29–47. Lewellyn, P.A. and Wibker, E.A. (1990). Significance of quality of life on turnover intentions of certified public accountants, Meadow, H.L. ve Sirgy, M.J. (ed.), Quality-ofLife Studies in Marketing and Management (International Society for Quality-of-Life Studies, Blacksburg, Virginia), 182–193. Lewis, D., Brazil, K., Kruger, P., Lahfeld, L. and Tjam, E. (2001). Entrinsic and intrinsic determinants of quality of work life. Leadership in Health Services, 14(2), 9-15. Loscocco, K.A. and Roschelle A.R. (1991). Influences on the quality of work and nonwork life: Two decades in review. Journal of Vocational Behavior, 39, 182–225. Martel, J.P. and Dupuis, G. (2006). Quality of work life: Theoretical and methodological problems, and presentation of a new model and measuring instrument. Social Indicators Research, 77, 333-368. Nadler, D. A. and Lawler, E. E. (1983). Quality of work life: Perceptions and direction, Organizational Dynamics, 11(3), 20–30. Nunnally, J.C. and Bernstein, I.H. (1994). Psychometric theory. New York: McGrowHill. Özdamar, K. (1999). Paket programlar ile istatistiksel veri analizi. 2. Baskı, Eskişehir: Kaan Kitapevi. Özkalp, E. ve Kırel, Ç. (2001). Örgütsel davranış. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Eğitim, Sağlık ve Bilimsel Araştırma Çalışmaları Vakfı Yayını No: 149. Rethinam, G.S. ve Ismail, M. (2008). Constructs of quality of work life: A perspective of information and technology professionals. European Journal of Social Sciences, 7(1), 58-70. 99 Toplum ve Sosyal Hizmet Rose, C.R., Beh, L.S., Uli, J., Idris, K. (2006). Quality of work life: Implications of career dimensions. Journal of Social Sciences, 2(2), 61-67. Schilesinger, L.A. (1982). Quality of worklife and the supervisor. USA: Praeger Publishers. Schulze, N. (1998). Yaşam kalitesini yükselten temel unsur olarak işin insancıllaştırılması. Altıncı Ergonomi Kongresi: 27-29 Mayıs 1998. Ankara. (MPM yayınları, yayın no: 622). Serbest, F. (2000). İş yaşamı niteliği. Verimlilik Dergisi, 2, 27-40. Shain, M. and Suurvali, H. (2001). Investing in comprehensive workplace health promotion. National Quality Institute. Shann, P. and Hassell, K. (2004). An exploration of the diversity and complexity of the pharmacy locum workforce. School of Pharmacy University of Manchester, Royal Pharmaceutical Society of Great Britain. Sharma, S. (1996). Applied multivariate techniques, New York: John Wiley&Sons Inc. Sirgy, M.J., Efraty, D., Siegel, P. and Lee, D. (2001). A new measure of quality of work life: Based on need satisfaction and spillover theories. Social Indicators Research. 55, 241-302. Smith, D.C. (1983). QWL, EI needed now more than eve. Ward’s Auto World, 19, 12. Solmuş, T. (2000). İş yaşamında kalite ve kaliteyi arttırmaya yönelik program. Türk Psikoloji Bülteni, Eylül, 18. Steiner, D.D. and Truxillo D.M. (1989). An improved test of the disaggregation hypothesis of job and life satisfaction. Journal of Occupational Psychology, 62, 33–39. Straw, R.J. and Heckscher C.C. (1984). Quality of work life: New working relationships in the communication industry. Labor Studies Journal, 9, 261-274. 100 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Suttle, J.L. (1977). Improving life at work: Problem and prospects. Hackman, H.R. ve Suttle, J.L. (Ed.) Improving Life at Work: Behavioural Science Approaches to Organizational Change (1-29), Santa Barbara, CA: Goodyear. Tavşancıl, E. (2006). Tutumların ölçülmesi ve spss ile veri analizi. 3. Baskı, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Walton, R.E. (1992). Criteria for quality of worklife. Quality of Worklife, 1, 91-104. Yassi, A., Ostry, A.S., Spiegel, J., Walsh, G. and Boer, H.M. (2002). A collaborative evidence-based approach to making healthcare a healthier place to work. Hospital Quarterly, 5(3), 70-79. Yücel, D. (2002). Bilişim teknolojilerinin çalışma yaşam kalitesi üzerindeki etkisi. Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi. Yüksel, İ. (2004). Çalışma yaşamı kalitesinin tipik ve atipik istihdam açısından incelenmesi. Doğuş Üniversitesi Dergisi, 5(1), 47-58. Özateş ve Atauz Araştırma SOSYAL HİZMET UZMANLARININ AİLEYE DÖNÜŞ VE AİLE YANINDA DESTEK PROJESİNE İLİŞKİN DEĞERLENDİRMELERİ 1 Evaluations of Social Workers About Family Reunification Program Özge Sanem ÖZATEŞ* Sevil ATAUZ** *Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü **Prof. Dr., Maltepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ÖZET Bu çalışmanın temelinde, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü tarafından 2005 yılında başlatılan ve 1 Bu çalışma, HÜ SBE Sosyal Hizmet Anabilim Dalı’nda yapılan “Sosyal Hizmet Uzmanlarının ‘Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin Uygulama Sürecine İlişkin Değerlendirmeleri” isimli yüksek lisans tezinden yararlanılarak hazırlanmıştır. 2010 yılı sonu itibariyle sonlandırılan ‘Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’ yer almaktadır. Proje, ekonomik yoksunluk nedeniyle korunma altına alınarak kurum bakımı hizmetinden yararlandırılan veya kurum bakımına alınması beklenen çocukların, yapılacak yardımlarla aileleri yanında bakımlarının sağlanması amacını taşımaktadır. Yapılan çalışmayla Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’ne ilişkin sosyal hizmet uzmanlarının değerlendirme ve görüşlerinin saptanması hedeflenmiştir. Bu hedef doğrultusunda İç Anadolu Bölgesi illerinde İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü, Yetiştirme Yurtları ve Çocuk Yuvaları’nda görevli olan sosyal hizmet uzmanları ile görüşülmüş ve görüşmelerde uzmanların, projenin amacına, hedeflerine ve geneline ilişkin değerlendirmeleri alınmaya çalışılmıştır. Anahtar Sözcükler: Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi, sosyal hizmet uzmanı, korunmaya muhtaç çocuk ABSTRACT On the ground of this study is there Family Reunification Program which was started by Primeministry Social Services and Child Protection Agency, in 2005 and finished by the end of 2010. Program’s main aim was to return foster children who were subject to economical deprivation, to their family. The purpose of the study is to determine what are the evaluations and opinions of social workers about Family Reunification Program in Turkey. For this purpose, with the social workers from Central Anatolia Region, who work in Province Directorates of Social Services Child Protection and in Orphanages, have been interviewed. In the interviews, it was tried to learn evaluations of the social workers about the purpose, aim, and the entire of the program. Key Words: Family Reunification Program, social worker, foster child 101 Toplum ve Sosyal Hizmet GİRİŞ Çocuk refahı alanında sosyal hizmet, en temelde çocuk hakları ihlallerinin önlenmesi yönünde önemli bir işleve sahiptir. Sosyal hizmet, korunmaya muhtaç çocuk olgusunu ortaya çıkaran nedenlerin saptanması ve bu nedenlerin ortadan kaldırılmasına veya sonuçlarının hafifletilmesine yönelik uygulamalarıyla sorunu sahiplenir. Korunma altına alınan çocuklar, aile içerisinde çeşitli nedenlerle yaşanan ve çocuğa ihmal ve/veya istismar olarak yansıyan durumlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Söz konusu çocukların, haklarında korunma kararı alınmadan önceki yaşantılarında, gelişimlerini bütünsel açıdan sarsacak ve travmatik kabul edilebilecek durumlarla karşı karşıya kalmış olma olasılıkları son derece yüksektir. Bütün bu nedenlerle ‘korunmaya muhtaç’ olarak kabul edilen çocuklar, derhal sosyal hizmet müdahalesini gerektiren bir risk grubu oluşturmaktadırlar. Son yıllarda gelişmiş dünya ülkelerinde korunma altındaki her bir çocuk için yapılan kalıcı yerleştirme planının ilk adımını; söz konusu çocuğun biyolojik ailesi yanına döndürülmesi ve ailesi yanında desteklenmesinin değerlendirilmesi oluşturmaktadır. Yapılan bu değerlendirmenin temelinde, her çocuğun kendi öz ailesi yanında yaşama hakkı yer almaktadır. Bu hak, başta 1989 tarihli Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde olmak üzere, diğer ilgili tüm uluslararası bildirge ve belgelerde de geçmektedir. Gelişmiş dünya ülkelerinde benimsenen yaklaşıma paralel olarak, Türkiye’de de bir risk grubunu oluşturan bu çocuklar ve aileleri için, çocuğun 102 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 kendi evi dışında bir kuruluşa yerleştirilmesi yerine, ailesi yanında yaşamına devam etmesine ve aile birliğinin korunmasına olanak tanıyan hizmetler ön plana çıkmıştır. Söz konusu bu hizmetlerden birisi, 2005 yılında uygulamaya koyulan ve 2010 yılı sonunda tamamlanan Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’dir. Bu hizmet modeli, yeni bir uygulama olmasından ve dünyadaki genel kabule uygun olarak, bu ve buna benzer proje ve uygulamaların devam edeceği düşüncesiyle, üzerinde durulması gereken bir sorun alanını oluşturmaktadır. Bu nedenle çalışmada ‘Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin, korunmaya muhtaç çocuk alanında görev yapan sosyal hizmet uzmanları tarafından değerlendirilmesine ve uzmanların projeye ilişkin görüşlerinin neler olduğunun belirlenmesine odaklanılmıştır. AİLEYE DÖNÜŞ VE AİLE YANINDA DESTEK PROJESİ Çocuğun ailesinden ayrılması, korunma altına alınmasının açık sonuçlarından birisidir. Korunma altındaki çocukların yalnızca çok az ve şanslı sayılabilecek bir bölümü evlat edinme ve koruyucu aile hizmetlerinden yararlandırılmaları yoluyla kalıcı ve istikrarlı bir ailede büyüme fırsatı bulmaktadır. Bu çocukların pek çoğu ise süreç içerisinde, kuruluşlar arasında yaşadıkları gelgitler ve reşit olduklarında korunma kararlarının kaldırılıp sistemden ayrılmaları nedeniyle, çocukluk dönemleri boyunca güvenli ve ideal bir aile yaşantısını deneyimleyememektedir. Bu durum, çocukların hem sağlıklı gelişimlerini tehlikeye düşüren psikopatolojiler yaşamalarına, hem de yetişkinliklerinde kuracakları aile yaşantısı için model Özateş ve Atauz olacak bir aile figüründen yoksun kalmalarına neden olabilmektedir. yardımcı olacak ebeveyn eğitimi gibi aile destek hizmetleri, Korunmaya muhtaç çocuk alanında ortaya çıkan teorik değişimlere yanıt olarak gelişen hizmet modellerinin ortak noktası, çocuğun yaşamında ailenin önemine dikkat çekmeleridir. Kuruluş tipi bakımın olumsuz sonuçlarının, yapılan çalışmalarla ortaya koyulması ve bu olumsuzlukların giderilmesinde bir çözüm olarak ortaya çıkan, evlat edinme ve koruyucu aile uygulamalarının yanı sıra, çocuğun biyolojik ailesi yanında desteklenmesi anlayışı, bugünün öncelikli kalıcı yerleştirme planı olmuştur. Günümüzde gelişmiş dünya ülkelerinin hemen hepsinde, aile ve çocuk refahı alanında kabul gören görüş; aile birliğinin korunması ve yoksulluk nedeniyle çocukların ailelerinden kopmalarının önüne geçilmesidir. • Çocuğuna kötü muamele etme eğilimi bulunan ailelere danışmanlık ve yardım hizmetleri sunan aile koruma hizmetleri (McCroskey ve Meezan, 1998: 55). Bu yaygın görüş, aile odaklı çocuk refahı uygulamalarını da beraberinde getirmiştir. Gelişmiş ülkelerde aile ve çocuk koruma hizmetleri iki vaka grubuna ayrılarak müdahalede bulunulur. Bunlardan ilki; çocuğun evden koparılmaksızın, kriz yaşantısında olan ailelerin durumlarının stabilize edildiği (istikrar kazandırıldığı), aile birliğinin devamlılığının korunduğu ve çocuğun kendi ailesi yanında bakımının sağlandığı vakalardır. İkincisi ise; koruma sisteminde olan çocukların kendi ailelerine geri döndürülmesini sağlayacak koşulların yaratıldığı vakalardır (Terling, 1998: 13). Bu vakalarda üç temel hizmet modeli yürütülmektedir. Bunlar: • Çocuk bakımı, sağlık bakımı, gelir desteği gibi temel sosyal hizmetler, • Aileleri güçlendirecek ve onlara çocuklarıyla başarılı ilişkiler kurmada Dünyanın gelişmiş ülkelerinin çocuk refahı sisteminde görülen bu anlayış değişikliğine paralel olarak, Türkiye’de de çocuğun ailesinin yanında bakımının sürdürülmesini sağlayacak bir takım yasal düzenlemelere gidilmiştir. Bu düzenlemelerin başını 28.09.1986 tarihli, 19235 sayılı Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği çekmektedir. Yönetmelik; korunma altına alınarak kuruluş bakımına yerleştirilen ya da yerleştirilmek üzere sıraya alınan çocuklar ile ekonomik nedenlerle ailesi tarafından temel ihtiyaçları karşılanamayan çocukların korunma altına alınmaksızın, ailelerinin yanında bakımlarının sürdürülebilmesi için yapılacak yardımın şartlarını düzenlemektedir. Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği kapsamında yürütülen söz konusu uygulamaların hızlandırılması amacıyla 2005 yılında Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından, Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi hayata geçirilmiştir. 27.05.1983 tarih ve 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu’nun, 9. maddesi, b bendine göre, ‘öncelikle çocuğun aile içinde yetiştirilmesi ve desteklenmesi için aileyi eğitim, danışmanlık ve sosyal yardımlarla güçlendirmek’, d bendine göre ise ‘yoksulluk içinde olup da temel ihtiyaçlarını karşılayamayan ve yaşamlarını en düşük düzeyde dahi sürdürmekte 103 Toplum ve Sosyal Hizmet güçlük çeken kişi ve ailelere kaynakların yeterliliği ölçüsünde ayni ve nakdi yardımlarda bulunmak amacıyla gerekli hizmet ve programları geliştirmek ve uygulamak’ ibaresi, ‘Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin yasal dayanağını oluşturmaktadır. Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesinin Amacı Uluslararası düzeydeki tüm insan hakları belgelerinde ve gelişmiş ülkelerin kendi yasal düzenlemeleri içinde, çocuğun ailesi yanında büyüyüp gelişmesinin sağlanması ilkesi temelde yer almaktadır. Bu nedenle, çocuğun ailesinden kopmasının önlenmesi kadar, bu kopuşun yaşanmasının ardından, ailesiyle yeniden birleştirilmesinin sağlanması için de çeşitli çabalar gösterilmektedir. Bu çabaların dayanak noktası, çocukluk dönemi boyunca çocuğun ailesi yanında yetişmesinin onun gelişimi üzerinde yarattığı olumlu etkilerdir. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından 2005 yılında uygulamaya koyulan Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin temel amacı; ‘çocuğun gelişimi için en sağlıklı ortamın kendi ailesinin yanı olduğu ilkesinden hareketle çocuğun bakımının biyolojik ailesi yanında sağlanması’ olarak ortaya koyulmuştur. Bu temel amaç doğrultusunda iki hedef grup belirlenerek alt amaçlar oluşturulmuştur. Bu amaçlardan ilki; ekonomik yoksunluk nedeniyle hakkında korunma kararı çıkartılarak kuruluş bakımı hizmetinden yararlandırılan çocukların yeniden biyolojik ailelerine döndürülmeleri için bu ailelerin yardımlarla desteklenmesidir. İkincisi ise, çocuğun ekonomik yoksunluk nedeniyle kuruluş bakımına yerleştirilmeksizin, bir başka deyişle koruma 104 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 sistemine girmeksizin ailesinin yanında bakımının sağlanmasıdır (http:// www.shcek.gov.tr/Projeler/Aileye_Donus_ve_Aile_Yaninda_Destek.asp). Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesinin Hedefi Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu; Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesiyle, Çocuk Yuvaları ve Yetiştirme Yurtlarında korunma altında bulunan yaklaşık 20.000 çocuktan, ekonomik nedenlerle korunma altına alındığı tespit edilen 12.000 çocuğun, aile veya yakınları yanına döndürülmesini ve ekonomik nedenlerle kuruluş bakımına verilmek istenen çocukların ailelerinin yanında desteklenmesini hedeflemiştir. Projenin alt hedefleri ise şöyle belirlenmiştir: • Proje ile kuruluş bakımındaki çocuk sayısı azaltılarak, hizmetlerin nitelik ve niceliğinde olumlu yönde gelişmeler sağlamak, • Proje ile boşalacak kuruluş binalarını, ihtiyaç duyulan başka hizmet modellerine dönüştürmek, • Çocuk sayısının azalması aracılığıyla, kuruluşların ev ortamına yakın bir biçimde düzenlenmesini mümkün kılmak, • Korunmaya muhtaç çocuklara hizmet vermek amacıyla yeni kuruluşlar açılmasını önlemek, • Korunmaya muhtaç olan çocukların bakım maliyetlerinin düşürülerek Devletin hem maddi hem de manevi anlamda yükümlülükleri azaltmak, • Kuruluşlarda yalnızca ihmal ve istismar nedeniyle korunma altına Özateş ve Atauz alınan çocukların bakımlarını sağlamak, • Çocukların aile ve yakınları ile birebir iletişim ve etkileşim içinde büyümesinin ve gelişiminin tamamlamasının sağlanarak, kuruluş bakımında bulunan çocuklara göre daha özgüvenli, daha sağlıklı kişiler yetiştirilmesinin yolunu açmak, • Ekonomik yönden maliyeti daha yüksek olan kuruluş bakımı yerine aile yanında bakım modeli ile ailenin kuruluş bakımına göre daha az ücretle desteklenerek aile ilişkilerinin güçlendirilmesini sağlamak (http://www. shcek.gov.tr/Projeler/Aileye_Donus_ve_Aile_Yaninda_Destek.asp). AMAÇ Bu çalışmanın genel amacı, 2005 yılında uygulamaya koyulan ‘Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin İl Sosyal Hizmetler Müdürlükleri, Çocuk Yuvaları ve Yetiştirme Yurtları’nda görev yapan sosyal hizmet uzmanları tarafından değerlendirilmesine olanak sağlamak ve uzmanların projeye ilişkin görüşlerinin neler olduğunu belirlemektir. Bu genel amaca uygun olarak aşağıdaki sorulara yanıt aranmıştır: 1. Sosyal hizmet uzmanlarının Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin amacı doğrultusunda uygulanma derecesi hakkındaki görüşleri nelerdir? 2. Sosyal hizmet uzmanlarının Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin hedefine ulaşma derecesi hakkındaki görüşleri nelerdir? 3. Sosyal hizmet uzmanlarının projenin geneline ilişkin görüş ve önerileri nelerdir? YÖNTEM Çalışmada tarama modeli kullanılarak, İç Anadolu Bölgesi’nde İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü, Yetiştirme Yurdu ve Çocuk Yuvalarında çalışan sosyal hizmet uzmanlarının tamamı çalışma kapsamına dahil edilmiş ve ‘tam sayım modeliyle’; İl Sosyal Hizmetler Müdürlüklerine posta aracılığıyla görüşme formlarının gönderilmesi ve İl Sosyal Hizmetler Müdürlüklerinin koordinasyonu yoluyla veriler toplanmıştır. Çalışmanın gerçekleştirileceği kurum ve kuruluşlarda görevli sosyal hizmet uzmanı sayıları öncelikle, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu İnsan Kaynakları Daire Başkanlığından alınan bilgiler doğrultusunda saptanmış ve çalışma kapsamına giren tüm kurum ve kuruluşlarla yapılan telefon görüşmeleri sonucunda korunmaya muhtaç çocuk alanında halihazırda fiilen görev yapan sosyal hizmet uzmanı sayısı 118 olarak tespit edilmiştir. Çalışma kapsamına giren toplam 118 sosyal hizmet uzmanından, 7 uzmanın çalışmaya katılmaya gönüllü olmaması, 2 uzmanın askere gitmesi, 4 uzmanın izne ayrılması ve 5 uzmanın geçici görevlendirmeyle başka yerde çalışması nedeniyle toplam 100 sosyal hizmet uzmanının görüşme formunu doldurması sağlanabilmiştir. Veriler, “SPSS Paket Programı” aracılığıyla analiz edilmiş ve verilerin analizinde; betimsel istatistiklerden, frekans ve yüzdelerden, iki kategorik değişken arasındaki anlamlılığın test edilmesinde kullanılan ki kare istatistiklerinden yararlanılmıştır. Görüşme formundaki açık uçlu soruların yanıtları önce sınıflandırılmış sonra yorumlanmıştır. 105 Toplum ve Sosyal Hizmet BULGULAR Çalışmanın amaçlarından birisi, sosyal hizmet uzmanlarının Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin amacı doğrultusunda uygulanma derecesi hakkındaki görüşlerinin ortaya koyulmasıdır. Ekonomik yoksunluk nedeniyle çocukların, ailelerinden kopuşlarının önlenmesi olarak belirlenen projenin genel amacına ilişkin İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü, Çocuk Yuvası ve Yetiştirme Yurdu’nda görevli sosyal hizmet uzmanlarının görüşleri şöyledir: İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nde görevli 57 sosyal hizmet uzmanından 16’sı ara sıra, yine 16’sı ise her zaman projenin amacı doğrultusunda uygulandığını belirtmiştir. Bir başka deyişle projenin ara sıra ya da her zaman amacı doğrultusunda uygulandığını düşünen İl Sosyal Hizmetler Müdürlükleri’nde görevli uzmanların oranı %28,1’le çoğunlukta ve eşittir. Çocuk Yuvası’nda görevli toplam 20 sosyal hizmet uzmanından projenin nadiren, ara sıra ve her zaman amacı doğrultusunda uygulandığını belirtenlerin oranı (%20) eşittir. Çocuk Yuvası’nda görevli sosyal hizmet uzmanlarının yarısına yakın bir oranı (%40) ise projenin sık sık amacı doğrultusunda uygulandığını belirtmiştir. Yetiştirme Yurdunda görevli 23 sosyal hizmet uzmanının büyük bir bölümü %65,2 oranıyla projenin sık sık amacı doğrultusunda uygulandığını belirtirken; projenin nadiren ve ara sıra amacı doğrultusunda uygulandığını belirtenlerin oranı azınlıkta ve eşittir (%17,4). İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde görevli sosyal hizmet uzmanlarının oldukça az bir bölümü (%3,5) projenin hiçbir zaman amacı doğrultusunda uygulanmadığını belirtmiştir. Çocuk Yuvası ve 106 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Yetiştirme Yurdu’nda görevli uzmanlardan ise hiçbiri (%0) bu görüşte değildir. Genel olarak bakıldığında İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nde görevli sosyal hizmet uzmanlarının çoğunluğu projenin her zaman ve ara sıra amacı doğrultusunda uygulandığını düşünmektedir. Çocuk Yuvası ve Yetiştirme Yurdu’nda görevli sosyal hizmet uzmanlarının geneli ise projenin sık sık amacı doğrultusunda uygulandığını ifade etmişlerdir. X 2 (0,027 p<0,05) değerine bakıldığında sosyal hizmet uzmanlarının görev yaptığı kurum/kuruluş ile projenin amacı doğrultusunda uygulanma derecesine ilişkin görüşleri arasındaki ilişkinin anlamlı düzeyde olduğu görülecektir. Bu durum; ekonomik yoksunluk nedeniyle kuruluş bakımına alınan ya da alınması beklenen çocukların ailelerinin yanında desteklenmesi olarak belirlenen projenin amacının göz önünde bulundurulma derecesinin; İl Sosyal Hizmetler Müdürlükleri, Çocuk Yuvaları ve Yetiştirme Yurtlarında aynı olmadığı şeklinde yorumlanabilir. Bu durum, sosyal hizmet uzmanlarının projenin geneline ilişkin yaptıkları değerlendirmelerde ortaya çıkan ‘siyasi kaygılar ya da üst makamların baskısıyla ekonomik yoksunluk dışındaki sebeplerle korunma altına alınan çocukların da proje kapsamına dahil edildiği’ değerlendirmesini akla getirmektedir. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarına Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin uygulanmaya başlandığı 2005 yılından bu yana proje kapsamında belirlenen hedeflere ulaşmada hangi ölçüde başarılı olduğunu düşündükleri sorusu sorulmuştur. Alınan yanıtlar sosyal hizmet uzmanlarının görev yaptıkları kurum/kuruluş ilişkisinde şöyle ortaya koyulmuştur: Özateş ve Atauz İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde görevli sosyal hizmet uzmanlarının çoğunluğu (%36,9) projenin hedeflerine ulaşma derecesini değerlendirmede kararsız kalırken, bu oran Yetiştirme Yurdunda görevli sosyal hizmet uzmanlarında %13’e, Çocuk Yuvalarında görevli sosyal hizmet uzmanlarında ise %10’a gerilemektedir. Çocuk Yuvası (%60) ve Yetiştirme Yurdunda (%61) görev yapan uzmanların yarısından fazlası, projenin hedeflerine ulaşmada başarılı olduğu görüşünü belirtirken, çalışmaya katılan ve İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde görevli olan uzmanlar, yarıdan az bir oranda (%33,3) projenin bu anlamda başarılığı olduğunu ifade etmiştir. Projeyi hedeflerine ulaşmada başarısız bulan sosyal hizmet uzmanlarının oranı ise birbirine yakın ve azınlıktadır (İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde %17,5, Çocuk Yuvasında %20 ve Yetiştirme Yurdunda %26’dır). Projeyi bu konuda oldukça başarılı bulan sosyal hizmet uzmanlarının oranı gerek İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde (%7), gerek Çocuk Yuvasında (%10), gerekse Yetiştirme Yurdunda (%0) görevli uzmanlarda oldukça azdır. Bununla birlikte, İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde görevli sosyal hizmet uzmanlarının çok az bir bölümü (%5,3) projenin hedeflerine ulaşmada hiç başarılı olmadığını ifade ederken; Çocuk Yuvası ile Yetiştirme Yurdunda görevli sosyal hizmet uzmanlarının hiçbiri (%0) bu görüşte değildir. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarının görev yaptıkları kurum/kuruluşlar ile projenin hedeflerine ulaşma derecesine ilişkin görüşleri arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır (0,061 p>0,05). Bu durum, sosyal hizmet uzmanlarının görev yaptıkları kurum/kuruluş fark etmeksizin proje için belirlenen hedeflerinin başarılması derecesini benzer biçimlerde değerlendirdiklerini ortaya koymaktadır. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarına Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi kapsamında verilen hizmetlerin, 28.09.1986 tarihli Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği kapsamında verilen hizmetlerden farklı bulup bulmadıkları sorulmuş ve bu soruya uzmanların tamamına yakını (%92) ‘hayır farklı değildir’ yanıtını vermişlerdir. Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği’nde korunmaya muhtaç çocukların, ailelerinin yanında yaşamlarını sürdürmelerinin temel hedef olduğu ve bu nedenle, öncelikle korunmaya muhtaç çocukların ayni ve nakdi yardım hizmetlerinden yararlandırılması gerektiği vurgulanmıştır. Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin temel amacı da çocukların ailelerinin yanında desteklenmesi için kaynakların harekete geçirilmesi olarak belirlenmiştir. Bu noktadan hareketle, hali hazırda uygulana gelen bir hizmet modelinin yeni bir uygulama gibi projelendirilmesinin yalnızca, Ayni Nakdi Yardım Yönetmeliği kapsamında verilen hizmetlerin hızlandırılarak sınırlı sürede daha çok çocuğa ulaşılmasına hizmet ettiği yorumu çıkartılabilir. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarından Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin, kışla tipi kuruluşlardan uzaklaşılmasına olanak sağlama açısından yeterliliğini değerlendirmeleri istenmiştir. Sosyal hizmet uzmanlarının yarıya yakını (%42) projenin bu konuda hiç yeterli olmadığı ve yetersiz olduğu görüşlerini belirtmişlerdir. Yine uzmanların yaklaşık yarısı (%44) projenin kışla tipi kuruluşlardan uzaklaşılmasında yeterli ve oldukça yeterli olduğu yönünde görüşlerini ortaya 107 Toplum ve Sosyal Hizmet koymuşlardır. Bu konuda kararsız olanların oranı ise %14’tür. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarının görüşlerine göre proje kışla tipi kuruluşlardan uzaklaşılmasında beklenildiği kadar yeterlilik gösterememektedir. Kışla tipi kuruluşların birincil hizmet modeli olmasının önüne geçilebilmesi için yoksulluk nedeniyle çocukların korunma altına alınması uygulamasını değiştirecek ve kuruluş bakımının yalnızca ihmal ve istismara maruz kalmış çocuklar için uygulanan acil ve tedavi edici bir model olarak görülmesini sağlayacak köklü bir anlayış değişikliğine gereksinim vardır. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarının Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nde karşılaşılan yetersizliklerin, güçlüklerin ve eksikliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik önerileri şöyle sıralanabilir: Sosyal hizmet uzmanlarının yaklaşık dörtte biri (%23,1) personel eksikliğinin ve iş yükü fazlasının ortadan kaldırılması için başta sosyal hizmet uzmanı olmak üzere meslek elemanı sayısının arttırılması gerektiği üzerinde durmuştur. Uzmanların daha az bir bölümü (%16), proje kapsamında yapılan yardım miktarının arttırılması ve bu yardımların söz konusu ailelere zamanında verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarının bir bölümü (%11,2), kurum/kuruluşlar arası işbirliği ve koordinasyon sağlanması önerisinde bulunmuşlardır. Sosyal hizmet uzmanlarından %7’si aileye döndürülen çocukların düzenli takibinin yapılması, projeden yararlandırılması beklenen çocuk ve aileye hizmet öncesi rehberlik hizmeti sunulması gerektiği önerisinde bulunmuştur. Aynı oranda sosyal hizmet uzmanı (%7) mevcut uygulamadaki 108 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 ulaşım sorununa işaret ederek, ailelere ilişkin sosyal incelemelerin zamanında ve düzenli yapılabilmesi için araç temin edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Kuruluş bakımı altında olan çocukların bir işe yerleştirilmelerinde öncelik sağlayan 3413 sayılı Yasada düzenleme yapılarak, ailelerin, kuruluşları çocukları için iş garantisi olarak görmeleri ve bu nedenle çocuklarının kuruluş bakımından yararlandırılmasını istemelerinin önüne geçilmesi gerektiği önerisinde bulunan uzmanların oranı %5,6’dır. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanları yine aynı oranda (%5,6) projenin amaçlarından birisi olan; çocuğun kuruluş bakımına alınmaksızın ailesi yanında desteklenmesinin sağlanmasına ilişkin olarak, ailelere koruyucuönleyici hizmetler verilmesi önerisinde bulunmuşlardır. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarının %4,9’u çocukların kuruluş bakımına alınırken titiz davranılması ve ekonomik yoksunluk nedeniyle kuruluş bakımına alınması istenen çocukların projeyle ailesi yanında desteklenmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Çalışmaya katılan aynı oranda sosyal hizmet uzmanı (%4,9) projede görev alan tüm meslek elemanlarına hizmet içi eğitim verilmesini önermişlerdir. Sosyal hizmet uzmanlarının %4,2’si siyasi ve üst makamların baskısından uzak olarak, projeden yararlandırılacak çocukların tespitinin amaca uygun olarak yapılması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarının Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin geneline ilişkin olarak ortaya koydukları görüş ve önerileri ise şöyledir: Sosyal hizmet uzmanlarının çoğunluğu (%31,3) projenin, çocuğun ailesi yanında gelişiminin Özateş ve Atauz sağlanması açısından önemli olduğu ve yaygınlaştırılması gerektiği üzerinde durmuştur. Bu öneride bulunan uzmanların yaklaşık yarısı kadar bir oranda (%17,7) ise bu görüşün tam tersi olan, projenin kuruluşları boşaltmak amacıyla geliştirildiğini ve üst makamların baskısıyla uygulandığını, bu nedenlerden dolayı da başarılı olamayacağı görüşünü ifade edilmiştir. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarının tamamına yakını daha önce, Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi kapsamında verilen hizmetlerin, Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği kapsamında verilen hizmetlerden farklı olmadığı görüşünü belirtmişlerdir, %13,5 oranında sosyal hizmet uzmanı bu görüşlerini yineleyerek, projenin bir yenilik getirmediğini savunmuşlardır. Sosyal hizmet uzmanlarından %9,4’ü ailelerin, çocukları için 3413 sayılı Yasa ile sağlanan iş olanağından yararlanma hakkı ortadan kalkar düşüncesiyle geri dönmelerini istemedikleri vurgusunu yapmışlardır. Sosyal hizmet uzmanlarının %8,3’ü üst makamların baskısıyla ihmal ve istismar nedeniyle kuruluş bakımına alınan çocukların da ailelerine döndürülmek istendiği görüşünü ileri sürmüştür. Böylesi projeler hazırlanırken alanda çalışan meslek elemanlarının görüşlerinin alınmasının, projenin uygulanmasında ortaya çıkabilecek sorunların en aza indirgenmesi açısından önemli olduğu görüşünü belirten sosyal hizmet uzmanlarının oranı %7,3’tür. Sosyal hizmet uzmanlarının %5,2’si, 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu kapsamında pek çok çocuğun korunma altına alınarak kuruluşlara yerleştirildiği bu nedenle, projenin kuruluş bakımı altındaki çocuk sayısını azaltma amacının gerçekleştirilmesinde yetersiz kaldığını vurgulamıştır. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarının çok az bir bölümü (%4,2), çocuğun kuruluş bakımından ailesi yanına döndürülmesinden önce ailesinden kopmasının engellenmesi ve buna neden olan koşulların ortadan kaldırılması için çalışmalar yapılması gerektiğini ifade etmişlerdir. Uzmanların %3,1’i ise çocukların ailelerine döndürülmesinin ardından gerekli çalışmaların yapılmaması nedeniyle yeniden kuruluşlara döndüklerini ve bu nedenle bir takım psikolojik sorunlar yaşadığı görüşünü belirtmişlerdir. SONUÇ Her çocuk ailesi yanında bakım görme hakkına sahiptir. Bu temel hak kökenini, çocuğun sağlıklı gelişiminin gerçekleşebileceği, fizyolojik ihtiyaçlarının yanı sıra, psikolojik ihtiyaçlarının da karşılanabileceği mümkün tek kurumun ‘aile’ olmasında bulur. Tarihsel süreçte, ailenin yerini tutma iddiasıyla oluşturulmuş kuruluşlar, bakımı sağlanan çocuklar üzerinde yarattığı sayısız psikolojik ve fiziksel hasarlar nedeniyle, yerlerini aile yanına yapılan kalıcı yerleştirmelere bırakmış ve çocuğun iyilik hali ve yüksek yararı için korunma altına alınıp kurum bakımına yerleştirilmeksizin ailesi yanında desteklenmesi öncelikli uygulama haline gelmiştir. Halihazırda korunma altında bulunan ve kurum bakımı hizmetinden yararlandırılan çocuklar için ise koruyucu aile ya da evlat edinme gibi alternatif kalıcı yerleştirme modellerinin değerlendirilmesinden önce, yeniden ailesi yanına döndürülmesi için gerekli çalışmaların yapılması, deneyimledikleri travmatik sürecin etkilerini bütünüyle yok edemese de hafifleteceği düşüncesiyle önem kazanmıştır. Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi gibi ekonomik yoksunluk 109 Toplum ve Sosyal Hizmet nedeniyle korunma altına alınmış çocukların aileleri yanında desteklenmesi ya da ailelerine döndürülmesini amaçlayan bir hizmet modelinin başarıya ulaşması için öncelikle ailelerin koşullarının, çocuğun bakımına olanak sağlayacak şekilde iyileştirilmesi gerekmektedir. Ancak kalıcı yoksulluğun, toplumun çoğunluğu tarafından deneyimlendiği günümüzde, süreli/süresiz yardımlarla söz konusu koşullarda istendik değişimlerin gerçekleşmesi olanaklı değildir. Ayni ve nakdi yardımları temel alan hizmet modelleri yalnızca, geçici düzenlemeleri sağlamakta ve bir anlamda çözümsüzlüğü dayatmaktadır. Korunma altına alınan çocuğun, ailesine başarılı şekilde geri döndürülmesi için gerek geri dönüş öncesi, gerekse geri dönüşün yaşanmasının ardından danışmanlık hizmetleri, ebeveyn eğitimi hizmetleri, gelir yardımı gibi hizmetlerin kombine olarak sunulması gereklidir. Bir başka deyişle, çocuğun bir kez biyolojik ailesine döndürülmesinin ardından bakım sistemine bir daha girmemesi olarak tanımlanan; aileye dönüş uygulamasının başarısı için gerek aileye, gerekse çocuğa ayrılığın yaşanmasına neden olan koşulların ortadan kaldırılmasında yardımcı olacak hizmetlerin bir arada sunulması son derece önemlidir. Yoksulluğun yıkıcı etkilerine maruz kalan aile ve çocukların yararı gözetilerek sunulacak bu tür hizmetlerin her aşamasında aile üyelerinin -anne, baba, çocuk- katılımı sağlanmalıdır. Bu katılımın sağlanabilmesinin önkoşulu hizmetlerin, günü kurtarmaya yönelik kaygılarla üst makamlarca verilen kararlar doğrultusunda hazırlanması değil; uygulamanın içinden gelen 110 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 bilgiyi kuramsal bilgiye dönüştürebilecek mesleki beceriye sahip olan sosyal hizmet uzmanları tarafından biçimlendirilmesidir. Böyle bir uygulama anlayışı, hizmetlere ilişkin doğabilecek haklı çekincelerin en aza indirgenmesinde önemli rol oynayacak ve belirlenen hedeflere ulaşılmasını kolaylaştıracaktır. Ailelerin, çocuklarının geri dönmesine olan isteklerinin ve bakım sağlayabilecek yeterlikte olduklarının değerlendirilmesinde sosyal hizmet uzmanı kilit rol oynar. Ancak her ailenin kendi biricikliğinde değerlendirilmesi bir takım sorunları içermektedir. Bu sorunların başında, yapılacak değerlendirmenin etkililiğini ve ailelerin sorunlarını hafifletecek bir sosyal hizmet müdahalesinin başlatılması ve devam ettirilmesini zorlaştıran; kaynak yetersizliği, alanda istihdam edilen sosyal hizmet uzmanı sayısının azlığı ve uzmanların karşılaştıkları iş yükü fazlası yer alır. Sosyal hizmet uzmanı ile aile arasındaki güven ilişkisinin kurulması, ailenin kaynaklarla buluşturulmasının sağlanması ve ailenin işlevselliğini arttıracak hizmetlerin sağlanması için iş yoğunluğunun ve her bir uzmana düşen vaka sayısının değerlendirme ve çalışmaların sağlıklı yapılabilecek sınıra çekilmesi, sunulan hizmetlerin etkililiğine olan inancı arttıracaktır. Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre, bütün çocuklar aile ortamında yetişme hakkına sahiptir, bu nedenle çocuğun kuruluş bakımına alınmaksızın, aileye koruyucu-önleyici hizmetlerin sunulmasıyla çocukların ailelerinden kopmalarının önüne geçilmesi gerekmektedir. Bunun yanı sıra çocuğun kuruluş bakımından ailesine döndürülmesi kararı oldukça dikkatli verilmesi gereken bir karardır. Geri dönüş sürecinin başarısı, Özateş ve Atauz sunulan hizmetlerle ailenin koşullarında olumlu değişiklikler yaratılması ve aile-çocuk ilişkisinin normalleştirilmesinin ardından çocuğun sisteme bir daha girmemek üzere ailesine döndürülmesi beklentisini taşır. Ailesine döndürülen çocuk hakkındaki korunma kararının saklı tutulması, bu geri dönüş felsefesiyle çelişmektedir. Geri döndürülen çocuğun korunma kararının kaldırılacağı ve dolayısıyla gelecekteki iş olanağından yoksun kalacağı endişesi, ailelerin çocuklarının dönüşlerine yönelik direnç geliştirmeleri sonucuna yol açabilmektedir. Bu açmazın ortadan kaldırılması için alanda çalışan sosyal hizmet uzmanlarının görüşü alınarak, ailelerin kuruluş bakımını birer yatılı okul ya da çocuklarının iş garantisi olarak görmelerinin önüne geçilmesini sağlayacak yeni düzenlemeler geliştirilmesi gerekliliği kaçınılmazdır. Kuruluş bakımı modeli yalnızca, terapötik kullanımı birincil amaç olan, geçici bir hizmet modeli olarak kullanılmalıdır. Bu nedenle, kuruluş bakımına alınması beklenen çocukların tespitinde titiz davranılması, ekonomik yoksunluk nedeniyle bu modelden yararlandırılmak istenen çocukların ailelerine gereken hizmetlerin sunulması yoluyla bakımlarının biyolojik aileleri yanında desteklenmesinin sağlanması son derece önemlidir. Halihazırda korunma altına alınarak kuruluş bakımı hizmetinden yararlandırılan çocukların ailesi yanına döndürülmesi öncelikli amaç olarak görülmelidir. Ancak aile yanında destek ve aileye dönüş uygulamalarının bir proje kapsamında hayata geçirilmesi, çocuğun yüksek yararı ilkesine değil, kuruluşlardaki çocuk sayısının azaltılması amacına -geçici bir süreliğine- hizmet edecektir. Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi kapsamında verilen hizmetlerin, 28.09.1986 tarihli Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği kapsamında verilen hizmetlerden farklı olmadığı çalışmanın çarpıcı sonuçlarından birisidir. Bu nedenle bu hizmet modelinin bir proje olarak sunulmasından çok, uygulanmakta olan Yönetmelik kapsamının genişletilerek, korunma altındaki her bir çocuk için yapılacak kalıcı yerleştirme planının ilk aşamasında kendi biyolojik ailesinin değerlendirilmesinin yer alması anlayışı yerleştirilmelidir. Bir başka deyişle; kuruluş bakımındaki çocukların ailelerinin koşulları düzeldikten sonra aileye dönmesi, nihai hedef ve her çocuk için yapılacak kalıcı yerleştirme planında düşünülmesi ve değerlendirilmesi gereken ilk seçenek olmalıdır. Aksi halde, proje olarak ele alınan böyle uygulamaların ve etkilerinin geçici olması ve dolayısıyla kuruluş bakımının -farklı biçimler altında da olsa-, bakım sistemine ihtiyaç duyan çocuklara sunulan öncelikli model olmasının önüne geçilememesi sonucu kaçınılmaz olacaktır. KAYNAKÇA Aguilar, M. S. (2007). Foster parent’s perception of their ınvolvement in the reunification process. A Thesis of Master Degree. California: California State University Department of Social Work. Ayni ve Nakdi Yardım Uygulamalarına İlişkin Genelge. Tarih: 01.07.2005. Ayni ve Nakdi Yardım Desteği ile Eve Dönüş Uygulamalarında Dikkat Edilecek Hususlara İlişkin Genelge. Tarih: 14.04.2005. Barbell, K. ve Freundlich, M. (2001). Foster care today. Casey Family Programs, Washington, DC. 111 Toplum ve Sosyal Hizmet Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi. Kabul Tarihi: 20.11.1989. Türkiye Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Haklar ve Özgürlükler Antolojisi, Haz: Aktan, Ç.C., Vural, İ. Y. ve Aktan, T. (2000), Ankara. http://www.shcek.gov.tr/Projeler/Aileye_ Donus_ve_Aile_Yaninda_Destek.asp. McCroskey, J. and Meezan, W. (1998). Family-centered services: Approaches and effectiveness. The Future of Children, 8(1), 54-69. Needell, B. (1996). Placement stability and permanence for children entering foster care as infants. A Thesis of Doctor Degree, Berkeley: University of California Social Welfare Faculty. Shaw, T. V. (2006). Reentry into foster care system after reunification. Children and Youth Services Review, 28(11), 1375-1390. SHÇEK Kanununa Bir Ek Madde Eklenmesi Hakkında Kanun. Kanun Numarası: 3413. Kabul Tarihi: 25.02.1988. Resmi Gazetede Yayımlanma Tarihi: 02.03.1988. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu. Kanun Numarası: 2828. Kabul Tarihi: 24.05.1983. Resmi Gazetede Yayımlanma Tarihi: 27.05.1983. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği. Resmi Gazetede Tarihi: 28.09.1986. Resmi Gazete Sayısı: 19235. Terling, T. L. (1998). Family reunification practices of child protective services: Interventions and outcomes. A Thesis of Doctor Degree, Austin, Texas: The University of Texas at Austin. 112 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Akbaş Araştırma SOSYAL HİZMETLERİN SİVİL OLUŞUMUBERLİN’DEKİ GÖÇMEN SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA Civil Formation of Social Services- A Research on Migrants’ Non-Governmental Organizations in Berlin Emrah AKBAŞ* *Dr., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ÖZET Bu çalışma; neo-liberalizmin bir uzantısı olarak sosyal hizmetlerdeki dönüşümün ideolojik çerçevesini oluşturan yönetselliğin göçmen sivil toplum örgütlerinin etkinliklerini ve dolayısıyla göçmen kimliğinin oluşumunu şekillendirmede nasıl bir etkide bulunduğunu anlamaya çalışmakta ve hem sosyal hizmetlerin hem göç çalışmasının göçmen pratiklerini gerçekten anlayabilmesi ve yerleşiklerle göçmenlerin biraradalığının mümkün olabilmesi için sınıfsal çözümleme olasılığını tartışmaya açmaktır. Anahtar Sözcükler: Sosyal hizmetlerin sivil oluşumu, yönetsellik, dayanışma, göç, sivil toplum örgütleri, neo-liberalizm ABSTRACT This study tries to understand how managerialism, which constitutes the ideological framework of the transformation of social services in line with the neo-liberal consensus, shapes the activities of the migrant NGO’s and thus the formation of the migrant identity, and proposes the possibility of a class analysis in order for both social services and migration study to understand migrant practices, and for the real integration of both the locals and migrants. Key Words: Civil formation of social services, managerialism, solidarity, migration, non-governmental organizations, neo-liberalism GİRİŞ Neredeyse yüz yılı aşkın süredir ulusdevleti tanımlayan en önemli niteliklerinden biri refah devleti olgusudur. Bununla birlikte 1980’lerle başlayan süreçte refah devleti olgusunun ulusdevleti niteleme potansiyeli bir hayli aşınmıştır. Refah devletinin yaşadığı iddia edilen krize verilen yanıt, liberalizmin ihyası ve bunun tüm siyasal ve toplumsal alanları dönüştürmesi olmuştur. 1980’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde Reagan, İngiltere’de Thatcher, Almanya’da Kohl ve ülkemizde Özal’ın politikalarıyla belirginleşen muhafazakar yeni liberalizmin en 113 Toplum ve Sosyal Hizmet önemli işlevlerinden biri kamu harcamalarının kısılması olmuştur. 1990’lara gelindiğinde önemli tartışma konularının başında devletleştirme– özelleştirme tartışması geliyordu. Muhafazakar neo-liberal siyasetin bu tartışmaya verdiği yanıt ise bu ikili karşıtlığı ortadan kaldıracak bir öneri olmuştur. Özerkleşmenin temsil ettiği (Rosanvallon, 2000) yeni alanda yeni dayanışma biçimleri üreterek devlet talebi azaltılacaktır. Buna göre, daha güçlü bir sivil toplum yaratılmalı ve yalnızca piyasa ve devlet kutuplarına gönderilmiş alanlar değil, toplumda varolan dayanışma alanları geliştirilmelidir (Rosanvallon, 2000). 1990’lar böyle bir toplumsal dönüşümü ortaya çıkaracak hukuksal düzenlemelere sahne olmuştur. Artık (özellikle İngiltere’de) komşuluk grupları, yardımlaşma ağları, sosyal hizmet sunan ticari yapılar gibi örgütlenmelerin hukuksal meşruiyeti olacaktır. Bu süreç, kolektif dayanışmanın refah devletinden bağımsız olarak kurulumunu işaret etmektedir. Bu çalışmanın “sosyal hizmetlerin sivil oluşumu” kavramıyla açıkladığı bu süreçte refah devletinin rolleri geniş toplum yapılarınca üstlenilmeye başlanmıştır. Bu süreçte örneğin çocuk bakımı alanında dahi toplumsal olanın devlete ait olanın yerine geçmesi bir hak olarak tartışılmaya başlanmıştır (Rosanvallon, 2000). Bu durumda, toplumsal girişimler çocuk bakımı, yaşlılık, engellilik gibi alanlarda geleneksel olarak devletin sorumluluğunda olan hizmetleri üretmeye talip olduğunda, devlet bu girişimlerle bir sözleşme yapmakta ve çoğu zaman vergilerini azaltmakta, kimi zaman ise mali yardımlar sunabilmektedir. Böyle bir yapının en belirgin 114 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 hizmet sunma modeli ise sivil toplum örgütlerinin ve yerel yapıların sunduğu sosyal hizmetler olmaktadır. Bu çalışma çerçevesinde, sosyal hizmetlerin sivil oluşumu ya da yönetsel sosyal hizmet sunumu; bir ulusötesi toplumsal alanda varolan göçmenlerin cemaatçi yapılarının yeniden üretilmesine katkı veren bir araç olarak işlev görmektedir. Ulusöteci pozisyon, söz konusu toplumsal alanları, artan iletişim ve ulaşım olanaklarıyla ilişkilendirirken, bu çalışma yalnızca iletişim ve ulaşım olanaklarının değil, değişen yönetsellik anlayışının ve dönüşen sivil toplumun bu alanları nasıl yeniden ürettiğini, çoğu zaman bu ulusötesi toplumsal alanları değil, gettoları yeniden ürettiğini ve bu sürecin son çözümlemede öteden beri dayanışmacı ve cemaatçi ağlara bağlı olarak şekillendiğini ileri sürmektedir. Bugün Almanya’da çokkültürlü yaşamın vazgeçilmez öğesi olarak, Berlin’de yaklaşık 200 kadar Türkiye kökenli sivil toplum örgütü bulunmaktadır. Bunların hemen hemen yarısı sadece tabeladan ibaret kalmıştır. Geri kalanların yarısını hemşehrilik dernekleri oluştururken, bu kuruluşların pek azı “modern” anlamda sivil toplum örgütü gibi faaliyet göstermektedir. Bu çalışma muhafazakar neo-liberalizmin dönüştürdüğü toplumsal alanın yeni dayanışma biçimlerinden biri olarak sosyal hizmetlere odaklanıyor ve bu dönüşümün Berlin’deki göçmen sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerine olan etkisini anlamaya çalışıyor. YÖNTEM Katılımcı gözlem tekniğini benimseyen alan araştırmasında araştırmacı Akbaş araştırdığı alanda etkinliklere katılmak, araştırdığı alanın bir parçası olmak durumundadır. Alandakilerle birlikte yaşama zaman ayırmak, onların gözlüklerini takabilmek, gözlemler yapmak ve her an herhangi bir sorunun yanıtını almak gibi avantajlarıyla, “etnografik” adı da verilen, alan araştırması (Spradley 1979:25-26; Neuman 2003:363-370) bu araştırma için en uygun yoldu. Çalışma Grubu Çalışma grubu; Berlin’de yaşayan Türkiye kökenli göçmenler ile Berlin’deki yaklaşık iki yüz Türk sivil toplum örgütünden oluşmaktadır. Göçmenlere ulaşmada ve sivil toplum örgütlerinin seçiminde amaçlı örnekleme yoluna gidilmiştir. Amaçlı örneklemenin temeli, evrenin soruna en uygun olduğu düşünülen alt parçalarından bilinçli olarak, çoğu zaman homojen, kimi örneklerin seçimine dayanır (Patton, 1990). Bu çerçevede gözlem ve görüşmelerin kapsamına giren sivil toplum örgütleri aşağıdaki gibidir: • Türk Alman Merkezi (TürkischDeutches Zentrum e.V.) • Halkçı Devrimci Birliği (Progressive Volkseinheit der Türkei in Berlin e.V) • Türk Veliler Birliği (Türkischer Elternverein in Berlin und Brandenburg e.V.) • Berlin Türk Cemaati (Türkische Gemeinde zu Berlin e.V.) • Berlin Türk Toplumu (Türkische Bund Berlin-Brandenburg) • Kreuzberg Türk Bakımevi • AWO (Arbeiter Wohlfahrt Bundesverband e.V.) Amaçlı örnekleme çerçevesinde yukarıdaki sivil toplum örgütlerinin seçilmesinin gerekçesi, bu örgütlerin göçmen toplumunun ideolojik bakımdan farklı kesimlerini temsil ediyor olması ve dönüşen sosyal hizmet sunum sistemi bakımından ya iyi uygulama örnekleri olması ya da bu sisteme karşı duruşuyla öne çıkmış olmasıdır. Diğer yandan, iki de profesyonel sosyal hizmet kurumu seçilmiştir. Bunun nedeni, dönüşen sosyal hizmet sunum anlayışının profesyonel sosyal hizmet kurumlarını ve sosyal hizmet uzmanlarını nasıl aşındırıyor olduğunu daha yakından gözlemlemektir. Veri Toplama Araçları Araştırmada derinlemesine görüşme ve katılımlı gözlem teknikleri kullanılmıştır. Veri Toplama Süreci Araştırma 01.9.2007-01.12.2007, 10.4.2008-20.10.2008 ve 10.10.200925.10.2009 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. BULGULAR Alman Devleti’nin sosyal projeler yoluyla sivil toplum örgütlerine havale ettiği kimi sosyal hizmet alanlarından göçmen sivil toplum örgütlerinin payını almasının sözde “amaçlanmayan/öngörülmeyen sonuçları”, göçmen toplumsal yapısı üzerinde önemli etkilere yol açmıştır, ancak böylesi bir dönüşüm henüz bir sosyal bilim araştırmasına konu olmamıştır. Alman Devleti’nin bir kısmını özellikle göçmen sivil toplum örgütleri aracılığıyla sunduğu hizmetleri kabaca şöyle sıralayabiliriz (Uyum ile Gelen Fırsatlar, tarihsiz): 115 Toplum ve Sosyal Hizmet Yeni gelenler için ilk danışma hizmeti, Uyum kursu, Kadınlara yönelik kurslar, dil kursu, Çocuklara yönelik erken dil teşviki, Gençlere yönelik teşvik, Vatandaşlık mevzuatı ve vatandaşlığa geçiş, Sağlık önlemleri, erken teşhis, hamilelik, anneliğin korunması, Ebeveyn parası, ebeveyn zamanı, çocuk parası, Çocuk zammı, Nafaka avansı, Çocuklara gündüz bakım hizmeti, okul öncesi olanaklar, Okul, yüksek öğrenim, yetişkinlere yönelik eğitim, Devlet tarafından sağlanan eğitim teşviki, Meslek danışmanlığı, meslek eğitimi, istihdam yeri, Yabancılar için iş olanakları, Meslek eğitimi teşviki, İş arama, iş bulmada aracılık, Gençlere yönelik iş güvenliği, çocuk işçiliğinin yasaklanması, Üniversite mezunlarına yönelik meslek içi eğitim, Hastalık, engelli olmak, madde bağımlılığı riskleri, Yasal ve özel hastalık sigortası, Ücretsiz aile hastalık sigortası, Engelli insanlara yönelik yardımlar, Uyuşturucu ve madde bağımlılığı ile ilgili danışmanlık, beslenme bozuklukları, AIDS danışmanlığı, Odaklanma yetersizliği/hiperaktivite, Kira yardımı, Kiracı güvenliği, Sosyal konutlar, Acil durumlara karşı ve önleyici güvenlik tedbirleri, İşsizlik sigortası, Yasal kaza sigortası, Sosyal yardım, Yasal emeklilik sigortası, Yaşlılık ek sigortası, Emekliler ve çalışma yetisi olmayanlara temel güvence, bakım, Çocukların ve gençlerin korunması, Mağdurlara yardım ve tazminat, Tüketici güvenliği, Fiyat ve kalite karşılaştırması, tüketici danışmanlığı ve Borçlu danışmanlığı Yukarıdaki hizmetlerin önemli bir bölümü göçmen bakım şirketleri veya sivil 116 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 toplum örgütleri tarafından, yönetsel sosyal hizmet sunumunun öngördüğü gibi, devletle yapılan bir sözleşme yoluyla yürütülmektedir. Bakım şirketleri, devletle yaptığı sözleşme gereği, finansmanı doğrudan sağlarken; sivil toplum örgütleri “sosyal projeler” yoluyla sosyal hizmet sektörüne girmektedir. Finansman; Federal Hükümet, Senatolar ve Çalışma Ajansı (Arbeitsagentur) tarafından sağlanmaktadır. Berlin’deki Türkiye kökenli göçmen sivil toplum örgütlerinin yönetsel sosyal hizmet sunumu ile birlikte dönüşümü çözümlemeden önce göçmen sivil toplum örgütlenmesinin tarihsel gelişimini kısaca incelemekte yarar vardır. Türkiye Kökenli Sivil Toplum Örgütlenmesinin Geçmişi 1960’larda Türkiye’den ilk gelen göçmen kuşağın sivil toplum örgütlenmesinin çerçevesini tümüyle Türkiye odaklı çalışmalar oluşturmuştur. Bir süre çalışıp, para biriktirip memleketlerine dönme umuduyla buraya göç etmiş olan ilk kuşak göçmenlerin zihni tümüyle Türkiye’deki gelişmelerle meşguldür. Türkiye odaklı çalışmaların ideolojik çerçevesi Türkiye’deki siyasal ve ideolojik ayrımların doğrudan yansıması biçimindeydi. Yaşadıkları yerde karşılaştıkları toplumsal sorunlara odaklanmayan göçmenlerin siyasal ve ideolojik tutumları da dönüşme veya evrilme potansiyelini yitirmiş ve salt Türkiye’deki gelişmeleri çözümleme eğilimde olmuştur. Türkiye odaklı çalışmalar yürüten sivil toplum örgütleri daha fazla göçmeni etkileyebilmek için göçmenlerin gündelik yaşamda karşılaştıkları kimi sorunların çözümünde yardımcı olmaya Akbaş çalışıyordu. Niyetleri göçmenleri siyasal olarak etkileyebilmekti. Türkiye odaklı örgütlenmenin devamını sağlayan en önemli gelişmelerden biri de 12 Mart darbesiydi. Darbenin ardından Berlin’de Türkiye odaklı siyasal çalışmalar yürüten solcu sivil toplum örgütlerinden başka ve aslında daha önce kurulan örgütlenmeler ya cami dernekleri biçimindeydi ya da İslamcı oluşumlardı. Süleymancıların İslam Kültür Merkezleri ve Milli Görüş Hareketi başı çeken örgütlenmelerdi. Hemşehri dernekleri olgusu ilk döneme değil, büyük oranda 1990’lara ait bir olgudur ve daha çok neo-liberalizmin yeni dayanışma biçimlerinin ilk görünümlerinden biri olarak ortaya çıkmıştır. Ulusötesi bir toplumsal alan yaratmaya başlayan göçmenlerin bunun için kurdukları ağların başında hemşehrilik ilişkileri geliyordu. Bununla birlikte, ilk dönem dayanışmanın odağı dindir. 1980’lere gelindiğinde, 12 Eylül darbesiyle gelen siyasal sığınmacıların varlığına ve belli oranda etkisine karşın sivil toplum örgütlenmesinde yoğun Türkiye odağından yavaş yavaş vazgeçilmeye başlandı. Göçmenler artık yerleşiklik duygusu hissetmeye ve burada karşılaştıkları sorunlara odaklanmaya başlamıştı. 1980’lerde yerleşiklik duygusunu tetikleyen kimi gelişmeler yaşandı. Belli sayıda göçmen Türkiye’ye dönmeyi başarmıştı. Ancak diğer yandan göçmenlerin iktisadi durumu zayıflamaya ve işsizlik oranları artmaya başlamıştı. Hal böyle olunca, bir yandan yerleşiklik çoğu için kaçınılmaz oldu ve yeni durumda karşılaşılan sorunlar sivil toplum yapılanmasının odağını dönüştürmeye başladı. İkinci kuşak göçmenler, yerleşiklik duygusunu daha derin hissetmeye ve kendi hak ve çıkarları için örgütlenmeye niyetliydi. Böyle olunca, 12 Eylül darbesinin ardından gelen siyasal sığınmacıların örgütlenme üzerindeki etkisi 12 Mart’takine göre daha zayıf oldu ve ikinci kuşağın istekleri belirleyici olmaya başladı. Yönetselliğin Dönüştürdüğü Göçmen Sivil Toplumu Öyle görünüyor ki, benim “yeni hayırseverlikler” kavramıyla karşıladığım yeni etkinlikler, neo-liberalizmin büyük başarısı olarak, devletin, yurttaşlarına karşı sorumluluklarını üstünden atması için önemli bir yardım sağlıyor. Bu yeni sosyal hizmet sunumunda devletin rolü yalnızca malların ve hizmetlerin sunumunu denetlemekten ibarettir (Gewaehrleistungsstaat). Refah devletinden neo-liberal ekonomi-politiğe doğru dönüşüm, yurttaşlık idealini salt ekonomik bir metaya indirgiyor. Bu sürecin toplumsal hayattaki yansımasının, hızla artan marjinalleşme ve incinebilirlik olacağı şüphesi, tüm sosyal bilimcilerin zihnini meşgul etmelidir. Yönetselliğin dört temel ilkesi; tasarruf, piyasa güçleri, adem-i merkeziyetçilik ve hesap verilebilirlik olarak tanımlanmıştır (Langan, 2000: 160). Özellikle sonuncu ilkenin gerçekte ne kadar etkili olacağına dair yapılan çalışmalar, yönetselliğin en zayıf karnı olarak hesap verilebilirliği göstermiştir. Yönetselliği neredeyse bir ideoloji olarak ele alan Enteman’a göre (1993), kapitalizmden farklı olarak yönetsellik ideolojisi bireyi değil kurumları dikkate almaktadır. Enteman’ın savına göre, yönetselliğin hakim olduğu bir toplumda 117 Toplum ve Sosyal Hizmet her bireyin bağlı olduğu bir de kurum olmalıdır. Burada muhatap olarak kurumların varlığının anlamı açıktır. Toplumdaki bireyleri bir araya getirmenin ve birbirleriyle dayanışmalarının sağlamanın yolu onları birtakım kurumsal yapıların çatısı altında toplamaktır. Bu kurumsal yapı bir sivil toplum örgütü de olabilir, bir dinsel cemaat de olabilir. Yönetselliği, verimliliği artırmak üzere sosyal hizmetlerin yeniden yapılandırılması olarak ele alan Kirkpatrick ve arkadaşları ise (2005) yönetselliğin artan sosyal harcamalara karşı işletmeci bir önlem ve model olduğunu ileri sürmektedir. İşletmeci modelin esini ise özel sektörün çalışma gelenekleridir. Özmüş (2005) bu sürecin iki sacayağının yerelleşme ve özelleştirme olduğunu savunur. Buna göre, devlet örgütlenmesi artık yerellik esası üzerine kurulmaktadır. Diğer yandan, devlet yalnızca düzenleyicilik rolünü üstlenmekte ve “sosyal devlet” niteliğinden geri adım atmaktadır. Ancak Özmüş’ün ve çoğu diğer sosyal bilimcinin tartıştığı çerçeveyi aşmakta yarar vardır. Söz konusu süreç, Rosanvallon’un savunduğu gibi (2000), bir tür devletleşme – özelleşme ikili karşıtlığını aşıp özerkleşmeye doğru evrilmiştir. Yeni durumda artık devlet ve özel sektörün iki ucunu oluşturduğu bir tür kutuplaşma yoktur. Aksine devletle özel bir sözleşme yapmak yoluyla özerk bir konuma erişen yeni bir alan – sosyal alanın yeni aktörleri – söz konusudur. Bu çalışmanın odaklandığı Almanya’da yaşanan dönüşüm aslında tüm Avrupa’yı etkileyen genel dönüşümün bir yansımasıdır. Lorenz (2001), Avrupa refah sistemlerinin neo-liberal eğiliminin post-sosyal demokratik bir çizgiye 118 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 doğru evrildiğini ve bu sürecin sosyal hizmet üzerinde ağır bir baskı yarattığını ileri sürüyor. Özellikle İngiltere gibi Almanya da 1980’ler ve 1990’larda sosyal hizmet ve sosyal bakım alanlarında piyasa kurallarını işletmeye koyuldu. Bir yandan sosyal sorunlar tırmanırken, diğer yandan hükümetler sosyal harcamaları kısmanın yollarını arıyordu. Devletin vazgeçilemez arzı artık yalnızca “gerçekten muhtaç olanlar” içindi (bkz. “hak eden ve etmeyen yoksul” tartışmaları. Örn. Cavallo, 1989; 1995). Bu süreçte müracaatçılar müşteriye dönüştü ve farklı hizmet sunucular arasında piyasa koşulları ve yarışmacılık esasları uygulanmaya başladı (Ehlert, 2003). Almanya’nın sosyal hizmet sunan en önemli kurumlarından biri olan AWO’da çalışan bir sosyal hizmet uzmanının şu sözleri 1990’ların başında başlayıp 2000’lerde zirve noktasına çıkan yönetsel sosyal hizmet sunumunun günümüzde önemli tartışma konularından biri olduğunu gösteriyor: …şimdi bu kritik zamanda ilk kıstıkları yer de bu sosyal hızmetler oluyo. Paralar kısılıyo yani. Ve şimdi yeni 2010 için şeyler yapılıyo. Kısılcak da. Ee bunun yanında, paralel, ay işte gönüllü çalışmalar destekleniliyo. İşte ne biliyim bi de öyle bişey var ki yani sosyal hızmet sanki aslında gönüllü olması lazım. Ve sanki yani bunu meslek olarak, “hakikaten gerekiyo mu böyle sosyal alanda uzmanlar? Bu çok insancıl veya yani böyle gönüllü olarak yapması gereken bi görev mi topluma?” Yani öyle bi tartışma var sanki toplum içinde. Sosyal hizmet uzmanının vurguladığı gönüllü çalışmalar ve toplumda Akbaş yaratılan gönüllülük ruhu ilk bakışta bir ulus bilincinin vazgeçilmez bir öğesi gibi görünmekle birlikte, muhafazakar neo-liberalizmin toplum anlayışına ilişkin en önemli ipuçlarından birini oluşturmaktadır. Buna göre, yurttaşlar temel yurttaşlık hakları konusunda dahi devletten talepte bulunmayacak ve hayatta kalma stratejilerini salt “insancıl”, “yardımsever” ve “gönüllü” bir zeminde yaratacaklardır. Tüm bu insancıl dayanışma çabasına herhangi bir itiraz yükselecekse, bu itirazın önemli kaynaklarından biri de sivil toplum örgütleridir. Oysa neo-liberal toplum mühendisliği, bir siyasal baskı potansiyeli taşıyan ve aslında doğası gereği siyasal olan sivil toplum örgütlerine de “devletin boş bıraktığı alanları doldurma” işlevini yüklemektedir. Sivil toplum örgütleri artık eleştirel doğalarından uzaklaşmakta ve toplumun dayanışma gereksinimini karşılayan, sosyal piyasanın birer aktörü olmaktadır. Berlin’in sosyal projeler üretmek konusunda en etkin göçmen örgütlerinden biri olan Türk Alman Merkezi’nin yöneticisi, işlevlerini şöyle tanımlıyor: Yani toplum, sivil toplum devletin ulaşamadığı yerlerde boşluğu doldurur. Kamu yararına doldurur. Ama toplum bunu bilmiyo. Biz de bilmiyoduk. Bizim dernekçilik anlayışımız Türkiye’de ideolojinin üzerine kurulmuş. O da anarşizme dayalı, temeline dayalı, yıkmak, yok etmektir. Sonra sonra bu boşluk görüldü. Üniverstelerde yeni yeni bölümler açılmaya başladı ama çok yeni. Yönetsel sosyal hizmet sunumunun araçsal bir işlev gördüğü neo-liberal iklimde yeknesak bir “hayali cemaat” kurulmaya çalışılmaktadır. Bu cemaat için en büyük tehdit ayrımlar, özellikle ideolojik ayrımlardır. Türk Alman Merkezi’nin yöneticisi, ideolojik ayrımları aşmada sosyal hizmetlerin rolüne ilişkin anlamlı bir karşılaştırma yapıyor: Burdaki dernek anlayışı Türkiye’deki gibiydi. Ha 80 öncesinde Türkiye’deki dernek anlayışı anarşizme dayanıyodu. Normal bi kamu yararına bişey yok. Ha olur mu olmaz mı bilmem Türkiye’de. Çünkü kamu da buna şey değil, açık değil. …Osmanlı’yla Cumhuriyet dönemi arasında. Osmanlı’da vakıflar vardır. Çok güzel çalışan vakıflar vardır. Ama o anlayış kaybolmuştur Cumhuriyet döneminde. Yani dernekçilik o şekilde, o vakıfçılık anlayışı Cumhuriyet döneminde ele alınıp geliştirilseydi, Türkiye’de anarşizm olmazdı. Berlin Brandenburg Türk Toplumu yöneticisi yeni sosyal hizmet sunumunu şöyle açıklıyor: …o da Almanya’daki sosyal devlet anlayışından hareketlen, çok sayıda projenin taşıyıcısıyız, çünkü Almanya’daki sosyal devlet uygulamasının bi temel ilkesi var, sosyal faaliyetleri mümkün mertebe devlet sivil toplum örgütlerine yaptırıyo. Finanse ediyo ama sivil toplum örgütlerine yaptırıyo. …ama temel ilke o. Yani nedir, devlet çok dar anlamdaki sosyal işleri kendi yapsın. İşte nedir o? İş ve işçi bulma kurumu, sosyal daire vs. Onun dışındaki faaliyetleri sivil toplum örgütleri yapsın. 1980’lerle birlikte yerleşen yerleşiklik duygusu, göçmen sivil toplum örgütlerini yavaş yavaş göçmenlerin sorunları üzerinde düşünmeye yönlendirdi. Böylece göçmen merkezli bir yaklaşım 119 Toplum ve Sosyal Hizmet oluşmaya başladı. Ancak 1990’larda yönetsel sosyal hizmet sunumunun bir aracı haline gelmeye başlayan göçmen sivil toplum örgütlenmesi, göçmen merkezli yaklaşımı siyasal bir zemine taşıyamadı. Sınıfsal bir bakışı olan örgütlenmeler ise Türkiye odaklı çalışmalarını sürdürmeyi seçti. Göçmen örgütlerinin yoğun bir biçimde sosyal projelerle uğraşmaya başlamasının miladı ise, Alman Devleti’nin artık göç olgusunu resmen tanıdığını kanıtlayan 2000 yılındaki göç yasasıdır (Zuwanderungsgesetz). Bu yasa ile birlikte göçmen örgütleri, Almanya’daki göçmenlerin temsilcisi olarak görülmeye ve pek çok devlet teşvikinden yararlanmaya başlamıştır. Ancak Alman Devleti’nin, göçmenlerin temsilcisi olarak “muhatap” aldığı göçmen örgütleri bu temsilciliği siyasal bir düzlemde yürütemeyecek denli yoğun bir biçimde sosyal projelerin içinde buldular kendilerini. Halkçı Devrimci Birliği yöneticisi bu sürecin siyasal anlamını şöyle özetliyor: Yani sivil toplum bağımlı şu an. Yani bu sadece Türk sivil toplum örgütleri değil, bu Alman sivil toplum örgütleri de öyle. …yani bu küreselleşmeyle birlikte her şey kontrol altına alınıyor. Göçmen sorunlarıyla göçmenlerin ilgilenmeye başlamasının önemli bir siyasal işlevi de kimi sorunların kaynağı olarak göçmenlerin görülmesi söylemi olmuştur. Doğrusu böyle bir söyleme meşruiyet kazandıracak denli sosyal sorun dökülmüştür ortaya. Aslında tümü birden sınıfsal kaynaklı sosyal sorunlara ilişkin göçmenlikten kaynaklanıyormuş gibi algı ve söylem yaratılmaya başladı. İktisadi krizin ve artan işsizlik oranlarının meşru zemini böylece yaratılmış oluyordu. 120 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Sivil toplum örgütleri 2000 yılından beri acilen kendileri başladı meselelerine kendileri sahip çıkmaya. …para da kazanaraktan böyle, gençlerimize özgü projeler üreterek hayata geçiriyodu. Ama esasında bunların “siz de meselelerinize sahip çıkın” sinyali daha fazla zaruriyetten geldi. Duvarlar yıkıldığı zaman Berlin’de olan olay şuydu. Ufak ölçekli üretim yerleri, fabrikalar kapatmaya başladı. 70 km, 100 km içeriye gidip, doğu illerimize gidip, oradan teşvik primleri alıp firmalarını, fabrikalarını yenilediler. Ama burdaki kalifiyesiz olarak, düz işçi olarak çalışan Türkiye kökenli insanlarımız işsiz kaldı (Türk Veliler Birliği yöneticisi). Diğer yandan artan sosyal sorunlarla baş etmek üzere göçmen sivil toplumunun rol almasını kolaylaştıran gelişmelerden biri de artık göçmenlerin bu tür sosyal projelerde çalışabilecek kalifiye elemanlara sahip olmalarıdır: On beş sene öncesine kadar dernek, yabancı gruplar arasındaki dernekler çok küçük çaplı çalışabiliyolardı. Çünkü sosyal alanda görev yapabilecek elemanlar da çok azdı. Fakat seneler ilerledikçe tabi sosyal alandaki imkanlar genişlemeye başladı, elemanların sayısı arttı. Bunlan beraber dernek çalışmaları çok daha geniş işler çıkarabiliyo (Kreuzberg Türk Bakımevi’nde çalışan sosyal hizmet uzmanı). Alman Devleti açısından, göçmen örgütlerinin bu hizmetleri götürmesi, bir yandan maliyeti azaltmakta, diğer yandan işgücü tasarrufunu sağlamakta ve işsizler için istihdam olanağı yaratmaktadır. Sosyal hizmetlerin bir disiplin/ Akbaş yönetme aracı olarak gördüğü ideolojik işlev dikkate alındığında, devletin toplumsal denetimi sağlamasının yönü ise değişmiş, başkalaşmıştır. Önceleri doğrudan profesyoneller yoluyla denetimi sağlayan devlet, şimdilerde – göçmenler özelinde – zaten denetim kurmakta zorlandığı gruplar üzerinde, onların sivil toplum temsilcileriyle bir sözleşme yapmak yoluyla denetimi sağlayabilmektedir. Böylesi yeni bir toplumsal denetim biçiminin – amaçlanmayan sonuçları bir yana bırakılırsa – çok başarılı olduğu açıktır. Almanya’da 1980’lerde ve 1990’larda muhafazakar hükümetler, sosyal hizmetler ve sosyal bakımda piyasa ilkelerini yaşama öyle güçlü geçirdiler ki, temel amaçları devleti yüklerinden arınmış (the lean state) bir hale getirmekti. Sosyal sorunların, yoksulluğun ve dışlanmanın artışta olduğu bir ortamda, sosyal harcamalar azaltılacak ve “gerçekten muhtaç” olanlar için temel ihtiyaçlar temin edilecekti. Bununla uyumlu bir biçimde, hizmet alanlar, tüketici veya müşteriye dönüşecek ve farklı hizmet sağlayıcıları arasında piyasa ilkeleri ve yarışma uygulanacaktı (Ehlert, 2003). Bu süreçte kimi keskin değişimler yaşanıyordu. Bunlardan bir bölümünü Ehlert şöyle sıralıyor (2003): - Refah siyasalarının çalışma siyasalarına dönüşümü, - Hak ve yükümlülüklere ilişkin yeni tanımlar: Destekle ve talep et (Fördern und Fordern), - Modern devlet – modern yönetim: Birey sorumluluğu, gönüllülük, mahalle odaklılık, - Etkililik ve verimlilik vurgusunda artış, - Sosyal hizmetlerde yeniden yapılanma ve örgütlenme (Neue Steuerung), - Performans izlemesi ve ortak değerlendirme anlayışının gelmesi, - Yasal idare ve gönüllü refah kuruluşları arasında başarı/performans sözleşmeleri ve maliyet sözleşmeleri (Kosten, Leistungs und Zielvereinbarungen), - Kuruluşlar arası yarışma ve düşük maliyetli önerilere öncelik, - Uzmanlaşmaya karşı genelci ve bütüncü sosyal hizmet yaklaşımları, - Eğitimde yeni yapılar, - Yeni sağlık ve sosyal bakım meslekleriyle yarışmaya ilişkin korkular, - Sosyal hizmet mesleğinin statüsü ve niteliklerine ilişkin belirsizlikler. Neoliberal sosyal politikalar ve solidarizm arasındaki tuhaf ve devamlı ilişkilerin bir bakıma ayırt edici özelliklerinden biri olarak, sosyal politikada yaşanan dönüşümün ardındaki tetikleyici güç, muhafazakar siyasal iktidar olmuştur. Geleneksel Alman solidarizmi, hem sosyal politikada yaşanan dönüşümün nedeni hem de sonucu olarak belirmiştir. Kaçınılmaz bir biçimde, böylesi solidarist bir alanda, çoğu zaman ayrımcılıktan yakınan ve o ya da bu nedenle enikonu içine kapanan göçmen kitle yine solidarist temelde bir tepki vermek yoluyla yeni duruma uyum sağlamıştır. Türk-Alman Merkezi üyesi, bunu doğrulayan şöyle bir tepki veriyor: En az Almanlar kadar birlik olmak için çalışmak gerekiyo. Öyle birbirine bağlı, tutkunlar, milliyetçiler adamlar. Bizimkiler birbirinin 121 Toplum ve Sosyal Hizmet guyusunu kazmakla meşgul. Bir araya gelsinler diye, birlikte politika oluşturalım istiyoruz. Sosyal Hizmet Sunumunun Ticarileşmesi Muhafazakar neo-liberal iklimin büyük arzusu olan devlet talebinin azaltılmasının sosyal hizmet alanlarındaki yansıması; bir yandan gönüllülerin ve sivil toplum örgütlerinin bu alanlardaki varlığı, diğer yandan kolektif oto-hizmetlerin (Rosanvallon, 2000), yerel aktörlerin ve ticari girişimlerin artan önemi biçiminde görülebilir. Berlin örneğinde de oluşan sosyal piyasanın en önemli sonucu sosyal hizmet alanlarının ticarileşmesi olmuştur. Söz konusu projelerle yoğun bir biçimde uğraşan ve uzunca bir süre de sosyal hizmet uzmanı olarak çalışan Türk Veliler Birliği üyesi, bu sürece ilişkin kaygısını şöyle ifade ediyor: Ben şunu yüksek kapitalist düzeyde işleyen ülkelerde şunu görüyorum, şu kaygıyı yaşıyorum. Devletin ve o devleti yöneten hükümetlerin çeşitli “iyi yaptık, oldu” deyip kendi özerk görevlerini yalnız özel sektöre geçirmelerini kuşkuyla bakıyorum. Yani biraz önce söyledim, özel yuvalar, özel okullar vardı, var. Ama bu yüzden bütün yuvaları özelleştirme kampanyası yapıldı burda. Yüzde 80’i okul öncesi eğitim yuvalarının özelleştirildi. Şimdi şu tartışma yapıldı. Şimdi biraz ateşi durdu. “İlkokulları da özelleştirelim”. Yani buraya gitmemesi lazım. Almanları ayrı yuvaya göçmenleri ayrı yuvaya. Tamam iyi bi olay, belli çıkar grupları için iyi. Ama toplumu daha çok o dediğimiz paralel sınıflara bölüyo. 122 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Türk Veliler Birliği üyesinin “Almanları ayrı yuvaya göçmenleri ayrı yuvaya” sözü bu çalışmanın ana savını çok iyi ifade etmektedir. Yönetsel sosyal hizmet sunumu, genel olarak yeni toplumsal dayanışma alanlarına yaslanmaktadır, ancak göçmenler özelinde geleneksel dayanışma örüntüleri –yeni biçimlerle de olsa– yeniden üretilmektedir. Almanya’da e.V. (kayıtlı dernek) statüsü dışında kurulan ve kamu yararına hizmet üretmeyi hedefleyen kar amaçlı bir başka yapı daha vardır. GmbH (Gesellschaft mit beschränkter Haftung) adı verilen limitet şirketler sosyal hizmetlerden kar elde edebilmektedir. Yönetsel sosyal hizmet sunumuyla birlikte yalnızca GmbH’ların değil sivil toplum örgütlerinin yöneticileri de yaşamlarını sürdürecek maddi olanaklara kavuşmuştur. Hal böyle olunca, göçmenlerin göçmen sorunlarının çözümünde rol alması, yönetselliğin en temel argümanlarından biri olan verimliliği sağlamış olmuyor. Bir tür yeni profesyonellerin alanı haline gelen göçmen örgütlenmesinde sosyal sorunlar nesneleşmekte ve araçsallaşmaktadır. Projeler iyi niyetle başlamış olabilir. Yani katkı amacı da düşünülmüş de olabilir belli sorunların çözümünde. Ama burda öyle bi yapılanma, kurumsallaşma gerçekleşti ki, bu iş artık sosyal problemlere, kültürel sorunlara çözecek kurumlardan ziyade bi ticari mekanizmaya dönüştü kurumlar. Para kazanma aracı oldu. (Halkçı Devrimci Birliği temsilcisi). Yönetsel sosyal hizmet sunumunun temel kabulleri göçmen sivil toplum örgütlerinin sunduğu sosyal hizmetleri de belirlemektedir. Türkiye kökenli bir göçmen olan ve sosyal hizmet okulunda Akbaş çalışan öğretim elemanı, dönüşümün kuramsal çerçevesini şöylece özetliyor: Bu sistem 5-10 yılda her alanda kuruldu. Özellikle yaşlılık alanında böyle. Her şey paketler halinde. Saçını kesme 10 dakika, yıkama 15 dakika vs. Qualitätsmanagement (Toplam Kalite Yönetimi), verimlilik gibi kavramlar. İşletmenin modelini sosyal hizmetlere uygulayabiliriz diye düşündüler. Toplam kalite yönetimi esaslarına göre biçimlenen meslek elemanı istihdamı hizmetlere doğrudan etkide bulunmaktadır: Evimizin kapasitesi 130 yataklı. Gelen her sakinimizle beraber biz personelimizi ayarlamak zorunda kalıyoruz. Çünkü Almanya’nın bir sistemi var. Bakım sistemi var. Bakım sigorta sistemi var daha doğrusu. Bu bakım sigortası sistemi içinde kişinin bakım dereceleri, ihtiyacına göre bakım derecesi veriliyo. Bu bakım derecesi 1, 2, 3 diye sınıflandırılıyo. Ve gelen sakinin hem sayısı önemli hem de bakım dereceleri önemli. Çünkü o insanın bakıma ne kadar ihtiyacı varsa ona göre de personel sayısı artıyo ve iniyo veya düşüyo her neyse. (Kreuzberg Türk Bakımevi’nde çalışan sosyal hizmet uzmanı). Bu tür ticari sosyal hizmet kurumları ile devlet bir sözleşme yapmakta ve maddi teşvikler vermektedir. Devlet böylece bu hizmetleri doğrudan sunmanın yarattığı maliyeti büyük oranda azaltmış olmaktadır. Günlük bakım yapan, evde hastabakımı yapan kurumlar var. Bu evde hasta bakımlar çocuk da olabiliyo, genç de olabiliyo, yaşlı da olabiliyo. Ve bunlar özel kurum, yani ticari amaçlı kurulan kurumlar. Ama onun dışında eğitiminlen alakalı sosyal çalışmaları devlet projeleri altında yapılan dernekler yapıyo. Engellilerle ilgili merkezler de var. Bunların da birçoğu ticari (Kreuzberg Türk Bakımevi’nde çalışan sosyal hizmet uzmanı). Bu sistemde sosyal hizmet mesleğinin önemi her geçen gün azalmaktadır. Ülkemizde önemli sosyal hizmet alanlarında sosyal hizmet uzmanlarının yaşadığı statü kayıpları doğrudan yönetsel sosyal hizmet sunumundan kaynaklanmaktadır. Almanya’nın en önemli sosyal hizmet kurumlarından biri olan AWO’da çalışan sosyal hizmet uzmanı sosyal hizmet mesleğinin aşınması sürecini çok açık ifade etmektedir: Onlar şimdi yakınıyolar, ne biliyim ben işte “gruplarımız dolu değil…” Tabi grup şeyine göre para alınıyo. Yani bi yerde işi ona bağlı aslında. Yani bikaç ay o grup 8 çocuklan değil de 3 çocuklan çalışırsa, eninde sonunda ya saatler kısıtlanır ya o proje ölücek. Yani böyle bisürü sorun da var. …3 çocuk varsa 3 çocuk için alıyosunuz parayı. Yani uzun bi süre böyle giderse AWO dicek ki “ya bu böyle gitmez, ikinizden biriniz biriniz gitmelisiniz. Bu kadar çocuğa 4 kişi lazım değil.” Böylesi bir sosyal hizmet sunumunun en önemli sonuçlarından biri, bir yandan etnik piyasalar yaratarak, diğer yandan dini cemaatler oluşturarak, iyiden iyiye içe kapanan göçmen toplumunun, türlü toplumsal alanlarda, uyum taleplerine kayıtsız kalarak, gettovari yapısını yeniden üretmesi olmaktadır. Bakım 123 Toplum ve Sosyal Hizmet şirketlerinden biri olan, Kreuzberg’teki Türk Bakım Evi’nin tanıtım sloganı şöyledir: “Emin ellerdesiniz – Bize güvenin! (In sicheren Händen – vertrauen Sie uns!)”. Kurum, tanıtımını şu ifadelerle yapmaktadır: Burada bulunan Türk vatandaşlarımıza, kültürel ve etik inançlarını dikkate alarak modern bir bakım tesisinin tüm imkanlarını sunmaktadır. Türk bakım personeli, helal yemekler, bireysel ilgi ve kültürel anlayışınıza uygun bakım ile, kendinizi iyi ve daha özgüvenli hissetmenizi sağlayacaktır (Türk Bakımevi broşürü). Türk Bakımevi’nde çalışan sosyal hizmet uzmanı da bu sosyal hizmet sunumunu şu sözleriyle meşrulaştırıyor: Almanlarla çalışıyosunuz ama Türk insanını bir Türkten başkasının bu kadar tanıması mümkün değil. Bu insanlarımız bir başka kuruma gidip de bakıma muhtaçlık durumlarında kaldıklarında gerçekten çok büyük zahmet çekiyolar. Çünkü onlara, onların ihtiyaçlarına yönelik hizmet vermeleri mümkün değil. Bu aslında göçmenlerin zorunda bırakıldığı bir söylemdir. Çokkültürcü sosyal hizmet ideolojisi maalesef farklı kültürleri kaynaştıran değil, yalnızca birbirlerinden bağımsız birimler halinde kendi pratiklerini gerçekleştirebilmelerine alan açan bir işlev görmektedir. Bu durumda “kültürel” gereksinimler ancak böyle kapalı yapılar halinde giderilebilmektedir. Toplumsal dayanışmayı yeniden canlandırmanın önemli araçlarından biri de doğal/geleneksel dayanışma örüntülerini işlevselleştirmektir. Alman sosyal hizmet akademisyeninin aşağıda sözünü ettiği “mahalle anneleri” projesi 124 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 çokkültürcü sosyal hizmet uygulamasının aslında “kültürel olarak yetkin” uzmanlar yetiştiremediğini, devlet ile birey arasında birer aracı olarak, geleneksel dayanışmanın en önemli simgelerinden biri olan “anne”lere gereksinim duyulduğunu göstermektedir. Do you know Stadtteilmutter? They are Turkish migrants and you have the social services. They selected 300 Turkish and Arabic mothers. They trained them. So kid can go to the kindergarten. Social service. So they are like mediation. So they are like German language Lotsen. They are like guides. They are mediator between Turkish Arabic population on one side, migrants and administration, social services. They are trained. They make home visit. They do social service. …They are paid. I don’t know how much they are paid. Mahalle annelerini biliyor musun? Bunlar Türk göçmenler. Bir yanda da sosyal hizmetler var. 300 Türk ve Arap anneyi seçtiler. Eğitim verdiler. Çocuklar yuvaya gidebilsin diye. Sosyal hizmet. Yani bir tür arabuluculuk gibi. Bir bakıma Almanca Kılavuzları gibiler. Kılavuz gibiler. Türk ve Arap nüfusu ile, göçmenler ile yönetim ve sosyal hizmetler arasında arabulucular bunlar. Eğitim almışlar. Ev ziyaretleri yapıyorlar. Sosyal hizmet yapıyorlar. …Para alıyorlar. Ne kadar para aldıklarını bilmiyorum. Yönetselliğin Profesyonel Sosyal Hizmet Alanlarındaki Yansıması: Çokkültürcü Sosyal Hizmet Çokkültürcü sosyal hizmet uygulaması yönetselliğin ideolojik ikliminin önemli Akbaş bir unsuru olarak sosyal hizmet uygulamasına devrimsel bir etkide bulunmuştur. Bu çalışma, söylemsel düzlemde “farklılıklara saygı”yı vurgulayan çokkültürcü sosyal hizmetin pratikte farklılıkların ötekileşmesine hizmet ettiğini savunmaktadır. Bu çalışmanın önerisi olan sınıfsal bakış açısı, farklılıkları yalnızca sınıfsal çelişkiler düzleminde görmekte ve kültürel farklılıklar karşısında “renkkörü” bir tavır almaktadır. Çünkü farklılıklar farklı birimler halinde ele alındığında, bir yandan bu farklılıklara ilişkin önyargılar yeniden üretilebilmekte, diğer yandan toplumdaki asıl eşitsizlikler görünmez kılınabilmektedir. Çokkültürcü uygulamalar ilk bakışta türdeş ve tekkültürlü ulus-devletin çoğulluklar üzerindeki baskıcı niteliğinin giderilmesini ve herkes için toplumsal eşitliğin savunulmasını ifade etmektedir (Gutmann 1994, Goldberg 1994, Kymlicka 1995, Favell 1998, Willett 1998, Parekh 2000). Bununla birlikte, Reisch (2007) çokkültürcü sosyal hizmet uygulamasını, sosyal hizmet sunumunu “gettolaştırmakla” suçlamaktadır. Ona göre, çokkültürcülük, sosyal adaleti hedefleyen geniş yapısal analizler yerine dar alternatif uygulama ve araştırma modellerine odaklanmıştır. Çokkültürcülüğün bu açmazını aşabilmesi için eleştirel yaklaşımlardan daha çok yaslanması gerekmektedir. Örneğin Özgür-Sayar’ın çalışması (2009) çokkültürcü sosyal hizmeti sınıf bakış açısıyla ele almaktadır. Sosyal hizmet okulunda çalışan göçmen sosyal hizmet akademisyeninin şu sözleri çokkültürcü sosyal hizmet uygulamasına ilişkin çok çarpıcı bir eleştiridir. Inter-kültürel sosyal hizmet çalışmaları kültürel oyuncuklar gibi. Yok benim çayım, dönerim; senin wurst’un (sosis) gibi. Yapısal nedenlerle ilgilenmiyor bu çalışmalar. Kültürün özellikle 1970’lerle birlikte sosyal bilimlerde başat ilgi konularından biri olmakla kalmayıp, sosyal bilimlerin ontolojisini yeniden tartışmaya açan bir boyutu vardır. Bu yönüyle, öznelliği ve bağlamsallığı sosyal bilimlerin merkezine yerleştiren kültür tartışması, diğer yandan, özellikle post-yapısalcılığın güçlenmesiyle birlikte büyük anlatılara karşı da bir eleştiri alanı açmıştır. Farklılıklarla bir arada yaşamak ve ötekine saygı gibi toplumsal yaşamı biçimlendirici boyutlarıyla oluşan bu yeni alanın tüm büyük anlatılara itirazı, toplumdaki sınıfsal çelişkilerin çözümlenme potansiyelini de belirsizleştirmiştir. Bu yönüyle, gerçek toplumsal yaşamdaki eşitsizliklere ve hiyerarşik ilişkilere karşı güçlü ve güçlendirici bir eleştirisi olan çokkültürcü yaklaşım, eşitsizliklerin yapısal nedenlerini göremediği oranda yalnızca neo-liberal uzlaşının bir boyutunu oluşturmaktan öteye geçememektedir. Çokkültürcülük yaklaşımı, farklı kültürleri “otantize” ve “egzotize” ettiği oranda içermekte ve aslında farklı kültürlerin ötekileştirilmesine söylemsel bir meşruiyet kazandırmaktadır. AWO’da çalışan sosyal hizmet uzmanı, göçmenlerin aslında “bir arada” yaşamaya ne denli istekli olduğunu ve bu bir aradalığın oluşamamasının suçlusu olmadıklarını şöyle ifade ediyor: Yani ben mesila bu çocuklar dışında, anneler için kurs veriyorum. Sırf anneler için. Eğitim sorunlarınla ilgili yani. “Güçlü Annelere, Güçlü Anne Babalara Güçlü Çocuklar Gerekir” adında bi 125 Toplum ve Sosyal Hizmet proje bu. Oraya gelen annelerin yüzde 99’u Türk. Ama onlar, yani bunları kendileri dile getiriyolar. Çok çok büyük bi istekleri, ilgileri var başka kültürden gelen, yani sade Alman değil, “başka insanlarlan tanışalım, konuşalım, ya işte ne bileyim, çocuk bahçesine gidiyoz, hep aynı kadınlar işte hep aynı komşu. Hiç başkaları” gelmiyo mu buraya felan. Büyük bir ilgi var. Onlar da “nasıl yapsak, nereye gitsek” bilmiyolar. Ve hatta hatta diyolar “sen bu kursa çağramaz mısın” böyle. Almanlar eksik (gülüyor). …Ama bazen şunu da duyuyorum. Böyle bazı uzmanların, ne bileyim bir kendimiz eğitim gördüğümüz zaman, kurslara girdiğimiz zaman, böyle bir yakınma, “ya hiç işte çok kendilerini geriye çekiyolar, kapanıyolar. Biz Almanlar işte hiç onlarlan bir, böyle nasıl diyim bir diyalog yok”. Aynı sosyal hizmet uzmanı, çükkültürcü sosyal hizmet uygulamasının pratikteki çelişkilerini de ifade ediyor: Yani burda sürekli olarak konu olan interkulturele öfnung dedikleri bu değişik kültürlere işte açılış yani, diversity management (farklılıkların yönetimi). Bu herkezin dilinde olan moda bi kelime. Yani daha önceleri integration’du, şimdi diversity management oldu ama fakat yani bunun arkasında yatan düşünce, fikir aslında aynı. Yani her gelen insanı burda olduğu gibi kabullenelim. Yani ne bileyim ben, ona bizde ne varsa verelim, o kendinde olanları bizlen paylaşsın ve böyle zengin bir toplum oluşsun. Fakat gerçekte veya iş hayatında bu böyle değil. Ne kadar burda çalışan uzmanlar kendilerinden “ya biz yabancılara karşı değiliz. Yok a çok, nasıl diyim, herkeze karşı açığız” diyolarsa 126 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 da, işlerinde bu belli olmuyo. …Biz bu işe başladığımızdan beri, yani şu Kreuzberg’te heralde tanımadığımız aile kalmadı. 16 aileylen çalışıyoruz ama bunlar tabi “aa oraya gittik, böyleydi, şöyleydi” diye çok çabuk dağılıyo ortada bu. Çünkü biz gerçekten ailelerin içine giriyoruz. …Hepimizin önyargısı var. Yani eminim benim de var. Ama önemli olan durup, bi kendini sorgulamak. Ama bunu yapmadığımız zaman, karşımızdaki o yardıma ihtiyacı olan insanla aynı hizada şey kuramıyoz. Eşit bir diyalog kuramıyoruz. Sürekli yukardan aşağa oluyo bu. Bu kendimizden yola çıkarsak, arayı açıyo. Yani o insan bana karşı açılmıyo, daha çok kapanıyo. Bu hatayı görüyorum ben diğer projelerde. Kültürler arası uygulama yalnızca söylemsel bir alanda kalmış görünmektedir. Zaman içinde tüm çokkültürcü söyleme karşın göçmenlerin önemli pozisyonlara hala erişememesi; ikincisi ise göçmen örgütlerinin artık hak talebinde bulunan yapılar olmaktan çıkmasıdır. Çokkültürcü uygulamayı neo-liberal uzlaşının önemli bir parçası yapan da budur. Göçmenler “farklı”, “egzotik” ve “otantik” yapılarıyla geniş toplum kesimlerinin birer birimi olabilmekte, ancak toplumu kuran unsurlardan biri olamamakta ve bunu talep etmekten de uzaklaşmaktadır. Yeniden Sınıfsal Çözümleme …Bunu söylemiyolar ama bunun (getto yapısının) onlar için daha iyi olduğu ben kanısındayım. Paralel toplum iyi ki oluştu. Oluşmasaydı Almanların başı daha çok belaya giricekti yani. Fransa örneğini vermek istiyorum. Bir ülke Akbaş göçmenlerine “sen bizdensin, sen busun” dediği zaman, Fransa’ya göçen Algeria’dan (Cezayir) falan o göçmenler, ama bunu da yapmazsan, çalışma dairesinde üçüncü sınıf gösterirsen o insanı, bilmem ne gittiği zaman iş piyasasında meslek eğitiminde o gençleri dışlarsan gençler öyle iki ay sokakları yakarlar, yıkarlar. Annesi de diyo ya, “sen Fransızsın git talep” diyo onlara… Şimdi buraya dönüyoruz. Uyuyo bizimkiler. Alman diyo “Türkten Alman olmaz” diyo. “Alman pasaportum var” diyo çocuk, talep ediyo. Evde de zaten “ya oğlum biliyorum, bizden Alman olmaz” diyo. Almansın kardeşim sen üçüncü generasyonda… Git talep et… Türk Veliler Birliği yöneticisinin söylediği bu sözler aslında yönetselliğin muhafazakar neo-liberalizmin bir uzantısı olduğunu ve göçmen bireyin sınıfsal bir bakış açısı geliştirmesinin önünde engel oluşturduklarını kanıtlamaktadır. Yönetsellik göçmenlerin sosyal sorunlarını doğrudan göç ve göçmenlikle ilişkilendirmekte; yapısal nedenler ve sınıfsal çelişkileri görünmez kılmaktadır. Sosyal sorunların çözümü ise geleneksel ve yeni dayanışma biçimlerine dayalı sivil sosyal hizmet çalışmalarıdır. Türk Veliler Birliği yöneticisinin “git, talep et” çağrısı belki de göç ve göçmenlikle ilişkilendirilen tüm sorunların insan haklarına dayalı ve demokratik bir biçimde çözülebilmesinin anahtarıdır. “Git, talep et” çağrısı, sınıfsal çelişkilerin farkında olmayı ve bir yurttaş olarak hak talebini zorunlu kılmaktadır. Gerçek anlamda bir uyum (entegrasyon) ancak sınıfsal bir bilinçle olanaklıdır. Sınıfsal bir bilinç göçmen sorunlarına analitik bakabilmeyi de sağlayacaktır. Tabi tabi tabi. Şimdi siz elmayla armutu karıştırdığınız zaman elbette ki çok yanlış sonuçlar çıkacak. Siz Türk toplumunun geneliyle Alman toplumunun genelini karşılaştırmazsınız. Bu toplum daha 40 sene önce buraya işçi olarak gelmiş. İşçi sınıfına ait insanlar. Siz onları kimle karşılaştırabilirsiniz? Doğru sonuçlara ulaşmak istiyosanız, Türk işçi sınıfıyla o zaman Alman işçi sınıfını karşılaştıracaksınız. Bakın o zaman sosyal zayıf olan Alman sınıfındaki okuma oranı, üniversiteye gitme oranı, lise bitirme oranı ne, Türklerdeki ne? E siz Almanın genelini alıyosunuz, öbür tarafa işçi sınıfından gelme, sosyal zayıf insanları alıyosunuz. Koyuyosunuz karşı karşıya. Diyosunuz ki, Almanlarda şu kadar, Türklerde şu kadar. Elbette ki çok farklı sonuçlar ortaya çıkıyo yani (Berlin Türk Cemaati temsilcisi). Sınıfsal bir bakış açısıyla bakıldığında, göçmenlerden kaynaklanıyor gibi algılanan veya göçmenliğe atfedilen pek çok sorunun aslında sınıfsal bir temeli olduğu ve yerleşiklerin de bu sorunları belli oranda paylaştığı görülecektir. Alman sosyal hizmet akademisyeni, göçmenlerin Almanca sorununun en ateşli tartışma konularından birini oluşturduğu Almanya’da kimi Alman ailelerin de Almanca sorunu yaşadığından söz ediyor: They always complaint Islam is the problem. No it’s a class problem. Of course we’ve more lower class Turkish people in Berlin than German. … but it’s really a class problem. We do have German families who do not speak German well. So it’s a class problem. … Germans also share many problems. For example 127 Toplum ve Sosyal Hizmet in Hellersdorf you see at the age of 18 with a child. The Meyer of Hellersforf told me that 60% of the mothers are single mothers. 60%! These are poor people, German people. So it’s a class problem. You are completely right. Hep sorunun İslam olduğundan yakınıyorlar. Hayır, bu bir sınıf sorunu. Elbette Berlin’de Almanlara kıyasla daha çok Türk alt sınıftan geliyor. …Fakat bu gerçekten bir sınıf sorunu. İyi Almanca konuşamayan Alman ailelerimiz var bizim. Demek ki bu bir sınıf sorunu. …Almanların da benzer pek çok sorunu var. Örneğin, Hellersdorf’ta 18 yaşında birinin bir çocuğu olduğunu görebiliyorsun. Hellersdorf Belediye Başkanı bana annelerin yüzde 60’ının tek ebeveyn olduğunu söyledi. Yüzde 60! Bunlar yoksul insanlar, Almanlar. Şu halde bu bir sınıf sorunudur. Kesinlikle haklısın. Göçmenliğe ilişkin en yoğun tartışılan konuların başında genellikle eğitim gelmektedir. Göçmen çocuklarının önemli bir bölümü (yaklaşık %70) hauptschule adı verilen ve Alman eğitim sisteminde başarı düzeyi bir hayli düşük olan okullara gitmektedir. Göçmen çocuklarının bu okullarda okuması ilk bakışta göçmenliğe ilişkin bir zayıflık gibi algılanabilmekte ve kimi Alman siyasetçileri ve gazetecileri için de argüman oluşturabilmektedir, ancak Alman işçi sınıfına mensup pek çok ailenin çocuğunun da bu okullarda okuduğu göz ardı edilmektedir. Bu durumu Berlin Brandenburg Türk Toplumu temsilcisi ironik bir biçimde ifade etmektedir: Bu politikacılar bazı şeyleri anlamadıkları için her şeyi etnik baza 128 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 indiriyolar. Örneğin eğitim. İşte Türk çocuklar başarısız. Öyle bişey yok. Çünkü başarısız olan bütün çocuklara bakarsınız görüyosunuz ki, başarısız olan çocukların yüzde 90’ı belli bi sosyal sınıftan gelmedir. Türk, Kürt, Çinli, Alman hiç fark etmiyo. Getto tartışmaları aslında bir öteki olarak göçmen varlığını meşrulaştırmaya yaramaktadır. Oysa göçmenleri getto halinde yaşamaya iten yapısal nedenler göz ardı edilmektedir. Göç çalışmasındaki getto tartışmalarının doğrudan böyle bir siyasal rolü olmasa dahi, sonuç itibariyle görünen resmi çizmeye çalışmakta, bundan dolayı nedensellik bağını kuramamakta ve dolaylı olarak getto yapılarının yeniden üretimini meşrulaştıran bir işlev görmektedirler. Ötekinin denetimi her zaman daha kolaydır. Alman işçi sınıfıyla göçmenlerin birlikte siyasal bir zemin yaratmalarının önündeki büyük engel de göçmenlerin ötekiliğidir. Aynı mahallede oturan ve benzer yaşam standartlarına sahip bu iki yapının bir aradalığı büyük tehdit olarak algılanmaktadır. Bu durumda, göçmenlerin getto yapılarının yeniden üretilmesi bir siyasal seçim olmaktadır: Yani şöyle, “bunlar kendi aralarında getto halinde kalsın, o zaman bu bilinç zaten gelişemez de. Yani bu sınıfsal bilinç. Yani ikisini birden kapatmış oluyosun. Ve “bunu her zaman gerektiğinde kullanabiliriz” (AWO’da çalışan sosyal hizmet uzmanı). Alman etnik hegemonyası varlığını sürdürmek için “ötekiler” yaratmak zorunda. Biz ve onlar ayrımı Akbaş yapıyor. Gettolar böyle de bir işlev görüyor. Neuköln mesela, burada sadece göçmenler yok ki. Burada Türk, Arap ve Alman işçi sınıfı aileleri oturuyor (Türk sosyal hizmet akademisyeni). Ötekilik söylemi öylesine güçlüdür ki, sıklıkla mağdurlar tarafından da içselleştirilir. Bauman’a göre (1999: 59, 60), “dışarlıklıların içeriye akın etmesi, yeni gelenlerle eski sakinler arasındaki farklılık belli belirsiz olsa bile, her zaman yerleşik nüfusun hayat tarzına bir kafa tutuş demektir. Yeni gelenlere yer açma zorunluluğundan ve dışarlıkların kendine yer bulma ihtiyacından doğan gerilim iki tarafı da farlılıkları abartmaya iter”. Şu halde, baskın olan taraf her alanda bir “normal” tanımlaması yapmakta ve bu tanımın dışında kalanları içermek gibi bir uğraş vermemektedir. Buna göre, “biz” diye bir tanımlama yapılmış ve sınırlar çizilmişse, “onlar” “biz”e benzedikleri oranda içerilmekte ve “normal” sayılmaktadır (Akbaş, 2008). Ötekilik duygusunun giderilmesi ancak göçmenlerin türdeş bir yapıya sahip olmadıklarını öncelikle kendilerinin içselleştirmesine bağlıdır. Belki sınıfsal bilincin önkoşulu da budur. Bu bağlamda, göçmenlerin Alman siyasal ve toplumsal yaşamının her alanında varolmaları ve bunu talep etmeleri yaşamsal önem taşımaktadır. Berlin Brandenburg Türk Toplumu yöneticisinin verdiği şu örnek bu bakımdan açıklayıcıdır: Emine Demirbüken şu anda Berlin Parlamentosu’nda CDU’dan (Hıristiyan Demokrat Birliği Partisi) milletvekili. Çok eskiden bizim yönetim kurulu sözcülerimizden biriydi. CDU’nun da Federal Yönetim Kurulu, Merkez Yönetim Kurulu üyesi. Şimdi 90’lı yıllarda işte bu CDU’da aktif olmağa başladı. Dışarda da biliniyodu. Acayip yüklenirlerdi. Vay bir göçmen nasıl CDU’da olur? Ben hep savunuyodum yani. Çünkü diyodum, uyumun bi parçasıdır yani. Kendinizi sadece göçmen olarak tanımlamak çok yanlış. Eşit haklar isteyip, yalnızca göçmenliğe indirgememek lazım. Berlin Brandenburg Türk Toplumu yöneticisi ayrıca göçmenlerin geleneksel söyleminin önemli bir parçası olan “birlik, beraberlik” vurgusunu da eleştirmektedir. Öteki olarak ötelenen ve kapalı/cemaatçi bir yapıya itilen göçmenler kimlik oluşumunun en önemli parçası olarak yine “hayali” bir birlik arzusu taşımaktadır: İşte biliyosun, bu bizim toplumumuzda da birlik, beraberlik, bilmem ne gibi böyle garip şeyler çok ön planda olduğu için bu mesela iki çatı olması biçok insanı hiçbişey yapmamağa itiyo. O da tabi demokratik kültürle de ilgili. Tabi bi de diasporayla ilgili. Tabi çünkü niye birlik olmuyosunuz? Bunu bazan Almanlar da soruyo ama onlar afedersin puştluğuna soruyolar yani. …Bu şeyin başına dönersek, bu göçmen örgütlerini muhattap kabul etme meselesinde. İşte ama niye birlik diğilsiniz? Allah Allah ya! Ya diyodum, kardeşim sizim parlamentonuzda 4 parti var, biz birlik olucaz. Niye? Göçmen olduğum için mi, Türkiyeli olduğum için mi? Niye birlik olucakmışım ki ben? Önemli olan göçmenin nasıl yaşadığı veya hangi kültürel kodlara sahip olduğu değil, onun toplumdaki olanaklara 129 Toplum ve Sosyal Hizmet ne kadar erişimi olduğudur. Uyum (entegrasyon) ise ancak bu erişim olanaklarıyla ilişkilidir. Göçmenlerin gettovari yapısı dahi aslında uyum için bir engel oluşturmayabilir, yeter ki fırsat eşitliği toplumun tüm katmanlarını kuşatsın. Tüm göstergeler de uyum ve refah düzeyi arasında bir doğru orantı olduğu yönündedir. Duvarlar açılmadan önce Türkler arasında işsizlik yüzde 12’ydi. Şimdi şu bulunduğumuz yerde, Kreuzberg’te işsizlik yüzde 44’le 60 arasında. Dolayısıyle entegrasyon ve uyuma gelicem. …Bu işsizlikle beraber onların çocukları, işsizlik burada eğitime son derece yansıdığı için çocukları da başladı doğru dürüst diploma alamamaya. Duvar yıkılmadan önce diploma alan, üniversite olgunluğu, abitür alan çocuklarımızın sayısı daha fazlaydı. Yüzde 12’ye erişmiştik, sonra yüzde 9’a, 8’e kadar düştü. Anne bana burda işsiz olunca, sosyal konumu düştüğü zaman çocukların direk tahsil ve toplumda başarı, dolayısıyla uyum ve entegrasyona direk etkisi var (Türk Veliler Birliği yöneticisi). Göçmen sivil toplum örgütlenmesinin dışında kalmayı seçen üçüncü kuşak göçmenler “isyan ateşi”ni gösterecek türlü yollar yaratmaktadır. Sosyal projelerin bir parçası olarak “ehlileştirilmeyen” üçüncü kuşak göçmenler gerçek anlamda siyasal zeminler oluşturma potansiyeli taşımaktadır. Üçüncü kuşağın sivil zeminleri geleneksel yapılardan çok farklıdır. Bu üçüncü dördüncü kuşak rap, hip hop tarzı başka netwerk’ler sürdürüyo. Yeni iletişim enstümanları kullanıyolar. Sivil inisiyatifler bunlar. İşte 130 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 rap hiphop girişimi, twitter grubu, facebook grubu gibi. Bu Türk STK’ları bunları kendi içine kapalı yapılarına sokmaya çalışıyo. Bi bıraksalar, bu gençler yepyeni netwerk’ler içine girecek. Kendi normlarını dayatıyolar onlara (Gazeteci). Diğer yandan sınıfsal bilincin açığa çıkmasını sağlayacak gerekçelerden biri sosyal projeler yoluyla oluşan emek sömürüsüdür. Sosyal hizmet uzmanlarının ve diğer meslek elemanlarının statü kaybı biçiminde görünen uygulamada bu meslek elemanlarının boşluğu tümüyle bu konularda vasıfsız olan ve işsizlik yardımıyla geçinen kişiler veya stajyer öğrencilerle doldurulmaya çalışılmaktadır. Mesela bu şöyle de farkediliyo. Bu hani harz 4 (işsizlik yardımı), işsiz kalınca yardım alınıyo. Yani işsizlik parası. İşsizlik parasından sonra ama bunlara diyolar ki “ayda ne bilim ben 160 Euro kazanabilirsin.” MAE dediğimiz, işler bunlar. Yani çalışıyosun, onun tam karşılığını değil de yani senin masraflarını karşılicak kadar bi para. Yani hiç o alanla ilgisi olmayan, mesela bi insanı gönderiyolar sana. Zavallı biri geliyo. Şimdi tabi aslında bi yerde hem bu şeye aslında politik şeye karşısın çünkü bu tabi bi sömürü. O insan çünkü 6 saat çalışıyo her gün. Haftada 30 saat çalışıyo. Bu haftada 30 saat için yani ayda 160 Euro para alıyo. Diğer taraftan, yeni uzmanlar, birisi çıksa bile, o yer yeni bi uzmanlan kapatılmıyo ama yapılması gereken iş aynı değil, hatta çoğalıyo gitgide. Bu sefer noluyo? Mecbur kalıyosun böyle o alanlan hiçbi ilgisi olmayan ya bi MAE işçisi ya bi stajyer yani böyle insanlarlan doldurmaya Akbaş çalışıyosun. Bu yani yaptığın işin kalitesi etkileniyo (AWO’da çalışan sosyal hizmet uzmanı). Göçmenlerin bu yapıya itiraz etmeleri ancak yerleşiklik duygusuyla olanaklıdır. Kapalı ve gettovari yapısı içindeki göçmen elli yıl geçmesine karşın hala Gastarbeiter (misafir işçi) duygusunundan kurtulamamıştır. Alman Devleti’nin sosyal kontrol aracı olarak işlevsel olan getto yapıları ilginç bir biçimde yalnızca göçmenler için geçerli değildir. Anaakıma muhalif olan tüm yapılar belli yerleşkelerde toplanmaktadır. Sınıf bilincinden yoksun/siyasal olmayan yeni kültürel biçimlerde itirazlarını ifade etmeyi seçmektedirler. Dahası son yıllarda Berlin’de Türkiye kökenli göçmenlerin en yoğun olarak yaşadığı Kreuzberg semtinin yeni ve farklı sakinleri oluşmaya başlamıştır. Kreuzberg artık yavaş yavaş tüm ötekilerin buluşma noktası haline gelmeye başlamıştır. Kurulduğu ilk günden bu yana bir işçi sınıfı semti olan Kreuzberg’in yeni ötekileri ise güçlü bir sınıfsal bilinçten yoksundur. Genellikle sanatçıların, homoseksüellerin ve diğer “alternatif” grupların oluşturduğu bu yeni sakinler Türkiye kökenli göçmenlerle kaynaşıyor görünmemektedir. Yeni bir tür getto ortaya çıkmaktadır son yıllarda. Sonraları yabancı düşmanı olmayan ve bunu göstermek isteyen; snobluktan bıktık diyen Almanlar da Kreuzberg’e taşınmaya başladı. Bu Almanlar buranın reklamını yapmaya başladı ve burası lüksleşmeye başladı. Küçük burjuvazinin oturduğu yerler olmaya başladı (Türkiye kökenli tiyatrocu). İnter-kültürel sosyal hizmet uygulamasının ortaya çıkardığı en büyük olumsuzluk, sınıf bilincini silikleştirmekten öte, vahşi liberalist anlayışın yavaş yavaş sindirilmesine hizmet etmesidir. Türk Alman Merkezi yöneticisinin sınıf bilinci çok acı bir gerçeği kanıtlar gibidir: Şimdi her ülkede, Almanya’da mesela hiç yabancı olmasın diyelim, bu dediğiniz tabaka mutlaka vardır. Buna tortu diyelim. Tortu tabakası her toplumda vardır. Yani insanın doğası gereği vardır. İnsanın yaşantısında, doğada, ne diyelim, siz daha iyi dersiniz onu, bir hayatta tutunabilme mücadelesi vardır. Bu insanın zekasına, kendi iç dinamiklerine, kendi enerjisine, yaşam enerjisine bağlı bi gerçek. Şimdi bazı insanlar kendi içinde, o orda yaşar. Yaşam tarzıdır. Yani o kaderi falan değil. …Yani bu insanın zekası, IQ’suyla beraber hep böyle bişey çıkıyo ortaya. Bi yapı çıkıyo. Ya ondan sonra da doğal seleksiyona uğruyo. …Göçmen toplumu zeki bi toplum ama o tabakada yer bulmuş ve orda çalışıyo. Şimdi işin başka bi yönü bu. Belki bunların içinde çok zeki insanlar vardır. Diğer yandan her şeye karşın çoğu sivil toplum örgütü temsilcisinin sınıfsal bilince ilişkin söylemsel düzeyde de olsa belli bir duyarlığının olması umut vericidir. Özellikle bazı muhazakar sivil toplum örgütü yöneticilerinin sınıfsal ayrımı çok açık bir biçimde işaret etmesi çok daha anlamlıdır. Spohn (1991) işçi sınıfının oluşumuna ilişkin sosyolojik ve genellikle Marksist kavramların dini işçi sınıfının oluşumunda ya bir karşıt ya da sınırlama olarak gördüğünü, ancak Batılı dünyanın pek çok yerinde işçi sınıfının oluşumunda dinin önemli bir yeri bulunduğunu savunmaktadır. Bu 131 Toplum ve Sosyal Hizmet açıdan bakıldığında, göçmenlerin dine rağmen bir sınıfsal bilinç geliştirme potansiyelleri vardır. Öte yandan, Marshall (1963) sınıfsal çelişkileri aşmanın yolunu yurttaşlık olarak göstermektedir. Tüm yurttaşlar için sunulan sosyal hizmetler belli bir eşitlik düzeyini sağlayacaktır. Ancak Marshall yine kimi eşitsizliklerin “sosyal hizmetlerin niteliği”nden kaynaklanabileceğini de ifade etmektedir. Marshall’ın 1950’li yıllarda vurguladığı şey günümüzün yönetsel sosyal hizmet sunumu için ne kadar açıklayıcıdır. Sosyal hizmetler eşitsizlikleri ortadan kaldırmak bir yana, çok daha derin sınıfsal çelişkilerin nedeni olabilmekte ve sınıfsal çelişkileri belirsizleştirmektedir. SONUÇ Almanya’nın Berlin kentinde gerçekleştirilen bu alan araştırması, göçmenliğe ilişkin bugüne değin değinilmemiş savlar ileri sürmekte ve göçmenlik tartışmalarını sığ çerçevelerden çıkarıp yeniden makro yapılar üzerinden ele almayı önermektedir. Daha özgül bir biçimde ifade etmek gerekirse; - sosyal hizmetlerdeki dönüşümün ideolojik çerçevesini oluşturan yönetsellik ile yine neo-liberalizmin toplum tasarımına göç çalışmalarında meşru bir alan hazırlayan ulusötecilik yaklaşımının göçmen sivil toplum örgütlerinin etkinliklerini ve dolayısıyla göçmen kimliğinin oluşumunu şekillendirmede nasıl bir etkileşim içinde olduklarını anlamayı ve - hem sosyal hizmetlerin hem göç çalışmasının göçmen pratiklerini 132 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 gerçekten anlayabilmesi ve yerleşiklerle göçmenlerin biraradalığının mümkün olabilmesi için sınıfsal çözümleme olasılığını tartışmaya açmayı amaçlayan bu çalışma, sosyal bilimlerin ve özel olarak sosyal hizmetin çokparçalı yapısına karşı tümel bir bakış geliştirmektedir. Bu bakış yalnızca göçe değil, sosyal hizmetin tüm sorun/ ilgi alanlarına uyarlanmalıdır, çünkü sığ çerçevelerden doğru kurulan kuramsal yaklaşımlar, sosyal politikalar veya sosyal hizmet uygulamaları yalnızca bu çerçeveler üzerinden çözüm aramaktadır. Hâlbuki tüm diğer sorunları birer tekil ve özerk alan olmaktan çıkarmak yalnızca bu alanları yekdiğeriyle bir bütün oluşturacak biçimde kuran kapitalizmi bütüncül bir bakışla ele almakla mümkündür. Refah devletinin yaşadığı krize ilişkin tartışmalar sosyal politika ve sosyal hizmet alanlarını da yeniden tartışmaya açmıştır. 1990’lara değin sosyal politika ve sosyal hizmet alanlarında aşağı yukarı Anglo-Sakson ve Kıta Avrupası modelleri diye ayırabileceğimiz kaba bir sınıflama söz konusuydu. 1990’lardan sonra küreselleşmenin her bir tekil alandaki varlığının güçlü bir biçimde hissedilmesiyle birlikte, bir yandan alışageldik siyasetler iç içe geçmeye başlamış, diğer yandan sosyal politika ve sosyal hizmet alanlarındaki Anglo-Sakson ve Kıta Avrupası ayrımı ortadan kalkmaya yüz tutmuştur. Neo-liberal uzlaşının –içerdiği yeni sosyal demokrat unsurlarla birlikte- çepeçevre sardığı yeni siyasal anlayış, yönetim zihniyetini de (governmentality) tümden değiştirmiştir. Sosyal kontrolün önemli bir ideolojik aracı olarak işlev Akbaş - toplumu kendine yaklaştırmanın (Rosanvallon, 2000), yapılandırdığını ileri sürer. Ancak özellikle 2000’lerle birlikte sosyal politika ve sosyal hizmetler herhangi bir yetkenin doğrudan ideolojik aracı olmaktan çıkmış ve topluma ve kültüre içkin, akışkan bir forma ulaşmıştır. Bu süreçte, sosyal hizmet; - iyi toplum idealinin (good society) (Bellah ve diğ., 1991), - çokkültürcülük söyleminin baskınlaştığı, - dayanışma ve cemaat ruhunun (Kleinman, 2006) - sosyal hizmet uzmanı – müracaatçı ilişkisinde yapısökümcü analizlerin gündeme geldiği, gören sosyal hizmetler artık çok daha geniş çaplı bir toplumsal mühendisliğin aracı haline gelmeye başlamıştır. Yeni dönemde sosyal hizmetler; en önemli araçlarından biri haline gelmiştir. Refah devletinin krizi bu çalışmanın doğrudan odağı değildir. Kimilerine göre refah devletinin krizinden söz etmek bile doğru olmaz (Kleinman, 2006). Bu çalışma, öyle ya da böyle refah devletinin krizini veya dönüşümünü izleyen süreçte oluşan yeni sosyolojik bağlamı ve bu bağlamın oluşumu için araçsal bir işlev gören sosyal hizmetleri anlamaya çalışmaktadır. Toplumu kendine yaklaştırma, iyi toplum ve cemaat ruhu gibi bir “hayali cemaat” yaratmaya dönük çabalar, devlete olan talebi azaltmaya ve kısılan sosyal harcamaları meşrulaştırmaya hizmet etmektedir, ancak bir yandan da toplumun dokusunu geri dönülmez bir biçimde dönüştürmektedir. Bu süreç sosyal politika ve sosyal hizmet alanlarının da kuramsal, ideolojik ve pratik bakımlardan bambaşka bir görünüme bürüneceği yeni bir dönemin kapısını aralamıştır. Buğra ve Keyder (2006) sosyal politikanın kapitalizmle ilişkisinin her zaman “iki yüzlü” olduğunu; bir yandan kapitalizmi insancıl ve toplumsal açıdan sürdürülebilir kılmayı amaçladığını, diğer yandan ticarileşme ve metalaşma eğilimlerini sınırlayarak kapitalizmi - sosyal hizmet uzmanı – müracaatçı ilişkisinin yetkeci değil, eşitlikçi olması gerektiğine ilişkin vurgunun arttığı ve - müracaatçının bir özne olarak konumunun yeniden belirlendiği bir zeminde bambaşka bir ontolojik yapıya bürünmüştür. İlk bakışta sosyal hizmeti –daha da- insancıllaştırıyormuş gibi görünen bu entelektüel iklimin silikleştirdiği çok önemli tartışmaları göz ardı edemeyiz. İnsancıllaşan sosyal hizmet; - müracaatçı sorunlarına karşı kapitalizm, ataerkillik, sınıf, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve ırkçılık gibi yapısal sosyal süreçlere öncelik vermekten vazgeçmiş, - eleştirel ve öz-düşünümsel bir tutumdan uzaklaşmış, - ilerlemeci sosyal değişim için ezilen nüfus gruplarıyla birlikte çalışma idealini yok saymış ve - kolektif eylem düşüncesinden gittikçe uzaklaşmıştır (Heally, 2000). Sınıf bakış açısını açık bir biçimde yoksayan yönetsellik, diğer taraftan hem liberaller hem de sosyal demokratlar 133 Toplum ve Sosyal Hizmet için kullanışlı kavramlar önermektedir. Bu kavramlardan en yaygın olarak kullanılanları şunlardır (Salskov-Iversen, 1999): - müracaatçı merkezlilik, - hizmet merkezlilik, - hesap verebilirlik, - verimlilik, - sonuç merkezlilik. Diğer yandan, yeni yönetim anlayışı veya teknolojileri bu kavramların iyi uygulama alanı örneği olarak, sivil toplum örgütlerini de temelden etkilemektedir. Sivil toplumun özerkliği artık tartışma konusudur. Bu süreçte sivil toplum örgütleri, götürdükleri hizmetlerle toplumsal sorunlara çözüm bulmak yerine, toplumu daha yönetilebilir kılma işlevi görmektedir (Townsend ve Townsend, 2004). Salt uygulamaya odaklanan sosyal hizmet mesleği, uygulamayı etkileyen siyasal ve ideolojik belirleyicileri çözümleyebilmekten ve uygulamaya ilişkin sosyolojik bir çözümleme yetisine sahip olmaktan uzak olduğu sürece daha etkili ve verimli müdahaleler geliştirmede de başarısız olabilmektedir. Yönetsel sosyal hizmet sunumunun ulusötesi toplumsal alanlardaki etkileri sosyal hizmet mesleği için çok yönlü bir araştırma-soruşturma olanağı sunmakta, bir bakıma laboratuar işlevi görmektedir. Sosyal hizmetin sosyolojisi göstermektedir ki, sosyal hizmet mesleği; ya uyumlaştırıcı (içe kapalı; cemaatçi) yapıları yeniden üreten ya da özgürleştirici (ilerici; değişimci) uygulamalar geliştiren bir meslektir. Mesleğin bilgi, beceri ve değerler kümesi ile değişime olan vurgusu, bir sivil toplum pratiği 134 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 olarak yönetsel dönüşümü de olumlu ve ilerici bir biçimde içselleştirebilir. Diğer yandan, kurulu düzen ile olan ideolojik bağları yoluyla kapalı yapıları yeniden üreten ve rıza kültürünü yaygınlaştıran bir misyonu taşımayı seçebilir. Bu çalışma, sosyal hizmet kuramının ve uygulamasının, yönetsel sosyal hizmet sunumunu, mesleğin doğasını ve çağımızdaki ideal çerçevesini tartışabilmek için bir imkan olarak görmektedir. Bugüne değin, genelci sosyal hizmet yaklaşımının eklektik yapısı sosyal hizmetin eleştirel doğasını belirsizleştirici bir işlev görmüştür. Günümüzde sosyal hizmetin neredeyse benim “yeni hayırseverlikler” diye tanımladığım bir çerçeveye hapsolmasını biraz da genelci sosyal hizmet yaklaşımının günahları üzerinden anlamak gerekmektedir. Genelci sosyal hizmet yaklaşımı, müracaatçı sorununa ilişkin bütüncül bir bakış önerirken, o sorunu tikel bir çerçeveden kurtaramamaktadır. Oysa artık müracaatçı sorunlarını salt mikro, mezzo veya makro düzeyde değil, tüm bu düzeyleri içiçeleştiren, hatta bu düzeylerin varlığına meydan okuyan yapılar düzleminde ele almak gerekmektedir. Genelci sosyal hizmet yaklaşımı belki sosyal sorunların ardındaki yapıları belli oranda işaret etmektedir, ancak sosyal hizmet müdahalesi, bunun ötesine geçerek, siyasal bir düzlemde kurulmak zorundadır. KAYNAKÇA Akbaş, E. (2008). Kültürel sembolleri yorumsamacı bir bakış açısıyla okuma ve sosyal hizmet ilişkisi, Toplum ve Sosyal Hizmet, 14(1). Baumann, Z. (1999). Sosyolojik düşünmek. İstanbul: Ayrıntı. Akbaş Bellah, R. N., R. Madsen, W. M. Sullivan, A. Swidler and S. M. Tipton (1991). The good society. Knopf Publication. Buğra, A. ve Keyder, Ç. (2006). Önsöz. sosyal politika yazıları (ed. A. Buğra ve Ç. Keyder). Istanbul: İletişim Yayınları. Cavallo, S. (1989). Charity, power, and patronage in eighteenth-century Italian hospitals: The case of turin. The Hospital in History (ed. Lindsay Granshaw ve Roy Porter). Londra & New York: Routledge. Cavallo, S. (1995). Charity and power in early modern Italy: Benefactors and their motives in turin, 15411789. Cambridge: Cambridge University Press. Ehlert, U. (2003). Verhaltensmedizin. Berlin: Springer. Enteman, W.F. (1993). Managerialism – the emergence of a new ideology. The University of Wisconsin Press. Favell, A. (1998). Philosophies of integration: Immigration and the idea of citizenship in France and Britain. Basingstoke: Macmillan. Goldberg, D.T. (1994). (Ed.) Multiculturalism: A critical reader. Oxford: Blackwell. Gutmann, A. (1994). (Ed.) Multiculturalism: Examining the politics of recognition. Basingstoke: Macmillan Kirkpatrick, I., S. Ackroyd and Walker, R. (2005). The new managerialism and public service professions, change in health, social services and housing. Palgrave Macmillan. Kleinman, M. (2006). Kriz mi? ne krizi? Avrupa refah devletlerinde süreklilik ve değişim. Sosyal Politika Yazıları (ed. A. Buğra ve Ç. Keyder). İstanbul: İletişim Yayınları. Kymlicka, W. (1995). Multicultural citizenship: A theory of liberal rights. Oxford: Clarendon. Langan, M. (2000). Social services: Managing the third way. New Managerialism New Welfare? (ed. Clarke, J., Gerwitz, S. ve McLaughlin, E.). Londra: Sage. Lorenz, W. (2001). Social work responses to new labour in continental european countries. British Journal of Social Work, 31, 595-609. Marshall, T.H. (1963). Citizenship and social class. contemporary political philosophy: an anthology (ed. R.E. Goodin ve P. Pettit). Oxford: Blackwell Publishers Ltd. Neuman, L. (2003). Social research methods: Qualitative and quantitative approaches (5. baskı). ABD: Ally and Bacon. Özgür-Sayar, Ö. (2009). Çokkültürcü sosyal hizmet uygulamasına eleştirel bir bakış: Londra’dan bir örnek. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Özmüş, L. (2005). Desantralizasyon (yerelleşme) ve yeni kamu yönetimi anlayışı. TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası 10. Türkiye Harita Bilimsel ve Teknik Kurultayı, 28 Mart - 1 Nisan, Ankara. Parekh, B. (2000). Rethinking multiculturalism: Cultural diversity and 135 Toplum ve Sosyal Hizmet political theory. Princeton: Princeton University Press. Patton, M.Q. (1990). Qualitative evaluation and research methods (2. Baskı). Sage Publications. Reisch, M. (2007). Social justice and multiculturalism: Persistent tensions in the history of u.s. social welfare and social work. Studies in Social Justice, 1(1). Rosanvallon, P. (2000). The new social question – rethinking the welfare state. New Jersey: Princeton University Press. Salskov-Iversen, D. (1999). Clients, consumers or citizens? cascading discourses on the users of welfare. In Dent, O’neil ve Bagley (ed.) Professions, New Public Management and the European Welfare State. Staffordshire: Staffordshire University Press. Spohn, W. (1991). Religion and working class formation in imperial Germany 1871-1914, Politics & Society, 19; 109. Spradley, J.P. (1979). The ethnographic interview. ABD: Harcourt Brace Jovanovich College Publishers. Townsend, J. G. and A. R. Townsend (2004). Accountability, motivation and practice: Ngos north and south. Social and Cultural Geography, 5(2), 271-284. Uyum ile Gelen Fırsatlar (tarihsiz). Willett, C. (1998). Theorizing multiculturalism: A guide to the current debate. Oxford: Blackwell. 136 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Buz Derleme LEZBİYEN GEY BİSEKSÜEL TRANSSEKSÜEL TRAVESTİ BİREYLERLE SOSYAL HİZMET Social Work With Lesbian Gay Bisexual Transsexuals and Transvestites Sema BUZ* *Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ÖZET LGBTT bireyler konusundaki olumsuz tutumlar, bu grubun temel hak ve hizmetlerden yararlanmasını engellemektedir. Heteroseksist kurum politikaları ve yapısal ayrımcılık ta LGBTT’lerin dışlanması sürecine katkı yapmaktadır. Bir ideoloji olarak he- teroseksizm ve homofobi LGBTT’lerin toplumdaki varlığını görmezden gelmektedir. LGBTT’lerle çalışan profesyonelledeki önyargı ve homofobi pek çok çalışma ile ortaya konmuştur. LGBTT’lere yönelik içerici bir sosyal hizmet uygulaması için profesyoneller, eğitimciler ve öğrenciler kendi homofobisiyle yüzleşmelidir. Güçlendirme nosyonu ve özgürleştirici bir değer olarak sosyal adalet LGBTT’lere yönelik sosyal hizmetin içeriğini oluşturmaktadır. Sosyal hizmet eğitimi ve müfredatında LGBTT’lerle ilgili içerik yer almalıdır. Profesyonel uygulamada ayrım karşıtı ve baskı karşıtı sosyal hizmet yaklaşımlarından yararlanılabilir. Anahtar Sözcükler: Heteroseksizm, homofobi, sosyal hizmet öğrencileri, ayrım ve baskı karşıtı sosyal hizmet, LGBTT’lere yönelik sosyal hizmet ABSTRACT Negative attitudes about LGBTTs prevents the utilization of basic rights and services by this group. Heterosexist agency policies and structural discrimination also contribute to the exclusion process of LGBTTs. As an ideology, heterosexism and homophobia ignore presence of LGBTTs in the community. Numerous studies showed prejudices and homophobia among professionals working with LGBTTs. For inclusive social work practice with LGBTTs professionals, educators and students should face their own homophobia. Empowerment notion and social justice as an emancipatory value constitute the content of social work with LGBTTs. LGBTT content must be included in social work curriculum and education. Anti-discriminatory and anti-oppressive social work practice are major approaches to working with LGBTTs. Key Words: Heterosexism, homophobia, social work students, social work with LGBTTs, anti-discriminatory and antioppressive social work 137 Toplum ve Sosyal Hizmet GİRİŞ Temelde cinsel yönelimi farklı olan LGBTT bireyler (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transseksüel ve Travesti) gereksinimlerini karşılamakta sıklıkla engellerle karşılaşmakta, toplumda dışlanma ve ayrımcılıkla yüz yüze kalmaktadır. Bu ayrımcılık ve dışlama en yakın kişisel karşılaşmalardan, en genelde toplumda yok sayılma, dışlanma ve ötekileştirme süreçleriyle birlikte işlemekte ve yaşam hakkı ihlallerine kadar gidebilmektedir. Heteroseksüelliği doğal ve verili, diğer cinsel yönelimleri sapma olarak gören bir anlayış açıkça ayrımcı bir ideoloji olan homofobiyi de beslemektedir. Eşcinsellik farklı disiplinlerin çalışma alanına giren ve üzerine pek çok çalışma yapılan bir alandır. Çalışmaların farklı gruplar arasında (öğrenci, profesyonel vb.) eşcinsellere yönelik tutumlar ve homofobi düzeyini ölçme konusunda yoğunlaştığı görülmektedir. Bu çalışmada ise konu sosyal hizmet disiplini açısından ele alınacak, LGBTT bireylerin gereksinimleri çerçevesinde konuyla ilgili yapılmış araştırmalar ve literatür doğrultusunda LGBTT bireylerle sosyal hizmetin temel bileşenleri tartışılacaktır. Eşcinselliğe İlişkin Açıklamalar “Seks (sex)” ve “toplumsal cinsiyet (gender)” terimleri dönüşümlü olarak birbirinin yerine kullanılmaktadır ancak ikisi arasında ayırt edici birtakım karakteristikler bulunmaktadır. Seks, erkek ya da kadın olarak biyolojik sınıflandırmayı gösterir ve genellikle dış genital organlar aracılığıyla tanımlanır. Toplumsal cinsiyet ise kadın ya da erkek olmayla bağlantılı davranışsal, sosyal 138 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 ve psikolojik özelliklerin içerildiği kültürel bir tanımlamadır (Brown ve Rounsley, 1996:19-20). Cinsel yönelim kişinin kendi isteği ile seçilen bir özellik değil, çok erken yaşlarda belirlenmiş bir durumdur (Yüksel, 2010:79). Heteroseksüeller (karşıt cinsel) karşı cinsten, homoseksüel (eşcinsel-lezbiyen) kişiler ise kendi cinsinden bir partnere yönelirler. Bu çerçevede eşcinsellik, biseksüellik ve heteroseksüellik gibi insanda tanımlanan üç yönelimden biri olup bir hastalık değil yönelim farklılığıdır. Eşcinsellik her iki cinsiyet için kullanılan bir terimdir. Eşcinsel erkekler (kendilerini sıklıkla “gey” olarak tanımlayan) ve lezbiyen kadınlar cinsel ve duygusal açıdan kendi anatomik cinsinin üyelerini cazibeli bulan bireylerdir (Brown ve Rounsley, 1996: 14-15). İnsan cinselliği heteroseksüel ve eşcinsel her iki ucu temsil eden geniş bir duygu yığınını içerir. Örneğin ergenlikte eşcinsel duygular o kadar yaygındır ki Kala (1992: 99) pek çok otoritenin “eşcinselliğin” normal gelişimin bir parçası olduğunu düşündüğünü belirtmektedir. Yine aktif heteroseksüel ilgileri olan pek çok yetişkin, belirgin eşcinsel eğilimlere sahip olabilmektedir (Kala,1992: 99). Evrensel beklenti her zaman kadın ve erkeğin karşılıklı olarak diğerini çekici bulması olduğundan, eşcinsellik de çoğunlukla yanlış anlaşılan bir durum olmuştur. Cinsel yönelimin 19. yüzyılda tanımlanmasından sonra, eşcinsellik bilimsel çalışmanın bir alanı olmuştur. Bir çalışma alanı olarak eşcinsellik büyük oranda kuşku ve karşı çıkışlarla karşılanmıştır. İlk zamanlarda seks konusunda çalışanların ahlaki olarak Buz şüpheli ve bir tür sapma içinde oldukları varsayılmıştır. Yani bilim de bu konuya objektif olarak yaklaşamamıştır (Biery, 1990:11). 19. yüzyılın sonlarından itibaren, eşcinselliğin bir davranış olduğu algısı oluşmuştur (Biery, 1990:12). Eşcinsellik hakkındaki olumsuz sosyal tutumlar nedeniyle eşcinselliğin nedenini bulma öncelikli olmuştur. Nedeni bilmenin “tedavi”ye yol açacağı hissediliyordu (Biery, 1990:11). Cinsel yönelim ve davranışların 19. yüzyıl sonundan başlayarak tıp disiplini kapsamında sağlık ve hastalık boyutlarıyla değerlendirilmeye başlanması çok sayıda yeni soruna yol açmıştır. O zamana dek günah ve suç kavramları üzerinden ayrımcılık ve dışlanmaya maruz kalan eşcinseller, bu kez tedavi uygulamalarının nesnesi haline getirilmiş ve örselenmiştir. Esasında eşcinselliğin hastalık olarak değerlendirilmesi, tıpkı şizofreni hastalarının maruz kaldıkları “stigmatizasyon”a onların da hedef olmasına ve toplumda ayrımcılığa uğramalarına yol açmıştır (Çabuk ve Candansayar, 2010: 85). 1970’li yıllarda ise eşcinsellik hastalık kategorisinden çıkarılmış ve cinsel yönelim olarak tanımlanmaya başlamıştır. LGBTT Bireylerin Gereksinimleri LGBTT bireyler temel gereksinimlerine ek olarak yaşadıkları toplum tarafından kabul görmemeyle bağlantılı olarak da pek çok sorunla karşılaşmaktadır. LGBTT’lerin gereksinimlerini yasal-politik, kültürel, sosyal, psikolojik gereksinimler olarak sınıflandırmak mümkündür. Yasal-politik olarak LGBTT bireyler yasal ve kültürel olarak damgalanmakta ve marjinalleştirilmektedir (Lombardi ve Bettcher, 2005:131). Sosyal boyutta LGBTT bireylerin kimlik gelişimini etkileyen faktörler ırksal/etnik ayrımcılık ve baskı, daha geniş heteroseksüel toplumdan gelen cinsel ayrımcılık ve baskı, kendi topluluğunun reddi, sınırlı sosyal destek, sağlık ve sosyal hizmetlere sınırlı ulaşım, kaynaklara (barınma, istihdam, sağlık bakımı) sınırlı ulaşım (Lombardi ve Bettcher, 2005:131; Akerlund ve Cheung, 2000; Sheafor ve Horejsi, 2002: 564) gibi sorunlar yaşanmaktadır. Psikolojik açıdan lezbiyen ve geyler için DiPlacido’nun (1998) kullandığı “lezbiyen ve gey azınlık stresi” gerçeği pek çok soruna yol açmaktadır. Bu terim gey ve lezbiyenlerin toplumdaki diğer azınlık grupları gibi sosyal konumları ve damgalanmaları nedeniyle kronik ya da akut stresle karşılaşmalarını ifade etmektedir. Gey ve lezbiyenlerin yaşadıkları streste psikolojik değil, sosyal ya da sosyo-politik nedenler başta gelmektedir. Özellikle toplumda LGBTT’lere ilişkin olumsuz temsiller bu grubun psikolojik incinebilirliğini arttırmaktadır. Yapılan çalışmalarda psikolojik açıdan bu grupta depresyon, benlik saygısı, umutsuzluk gibi bulgulara rastlanmıştır. Bu veriler ile yetersiz sosyal destek ilişkili bulunmuştur (Vincke ve Heeringen, 2002: 182-183). Dolayısıyla bu psikolojik stresin geniş bir toplumsal ve politik arkaplanının bulunduğunu söylemek mümkündür. Lezbiyen ve gey çiftlerin işlevselliğini etkileyen ve sorun yaşamalarına neden olan bazı dış faktörlerden bahsedilmektedir. Bunlar esasında tüm LGBTT’lerin pek çok gereksiniminin kaynağını oluşturan heteroseksizm ve homofobi, 139 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 cinsiyet normları, açılma (coming out) ile ilgili sorunlar, köken aile ve seçilen aileden gelen sosyal destek (Bepko ve Johnson 2000:409-412) gibi konulardır. Kendine ve diğerlerine açılma: Yakınlarından birinin lezbiyen ve gey olarak kişiyi kabul edip, bütünleşebilmesi çok önemlidir. Homofobi / heteroseksizm: Heteroseksizm doğal, normal, üstün ve kabul edilir olan cinsel yönelimin heteroseksüellik olduğunu öne süren; heteroseksüel olmayan her türlü davranış, kimlik veya ilişkiyi damgalayan, reddeden ve aşağılayan ideolojik sistem demektir. Bugüne kadar toplumda yerleşmiş, kalıplaşmış olan kadın ve erkek rollerine uymayan, bir anlamda genelden “farklı” olarak görülen eşcinsel bireyler bu anlayış çerçevesinde fiziksel, duygusal ve psikolojik saldırılara maruz kalmaktadır (Çabuk ve Candansayar, 2010: 85). Sosyal destek: Bu kişilerin çift statülerinin geçerli olmayışı ve çift ile ailesi arasındaki sınır konusunda saygı eksikliği önemli bir sorundur (Bepko ve Johnson, 2000:409-412). Homofobi ise genel olarak eşcinsellere ilişkin olumsuz duygu, tutum ve davranışlar olarak tanımlanmaktadır. Homofobi, kişisel bir korku ve irrasyonel bir inanç olmanın çok ötesinde kültür ve anlam sistemleriyle, kurumlar ve sosyal geleneklerle ilişkili olarak ele alınması gereken politik bir alanda oluşan, gruplararası bir sürece işaret etmektedir. Homofobi, daha bireysel (kişilik, benlik algısı, bilişsel yapılar vb.) süreçlerin de etkilediği, eşcinsellerin bir dış grup olarak kavramsallaştırılması sonucunda oluşan ve belirli stereotiplerin eşlik ettiği bir gruplararası ilişki ideolojisi olarak görülebilir. Bu nedenle homofobik ideoloji kendiliğinden kişisel bir özellik olarak değil, belirli bir sosyo-kültürel bağlam içinde oluşmaktadır (Göregenli, 2009: 9). Gey ve lezbiyen ebeveynlerin ise cinsel yönelimlerinden dolayı çocuklarının vesayetini kaybetme riskiyle karşılaşabildikleri görülmektedir. Bazı çocuklar ebeveynlerinin cinsel yöneliminden dolayı kızgın, kafası karışık ya da utanabilirken, bazıları gurur duyup, anlayıp, bu durumdan rahatsız olmayabilir. Lezbiyen ve gey ebeveynlerin çocuklarıyla yapılan çalışmalar, çocukların psikoloik ve sosyal uyumlarının heteroseksüel ailelerdekine benzer ya da daha iyi olduğunu göstermektedir. Üstelik gey ve lezbiyenlerin çocukları arasındaki heteroseksüel oluş heteroseksüel ailelerdekine benzerdir. Yani çocuklar kötü ebeveyn-çocuk ilişkisi değil sosyal homofobiden dolayı sıkıntı yaşamaktadır (Gottman, 1989; Akt.: Cramer, 1995). Cinsiyet normları: Cinsiyet normları, gey ve lezbiyenler için kalıplaşmış önyargılı tutumlara yol açar. Örneğin gey erkeklerin kadın gibi, lezbiyen kadınların erkek gibi olması gerekliliği. 140 Gey ve lezbiyen çiftler açısından bakıldığında iletişim problemleri, cinsel memnuniyetsizlik, iki aileye de açılma düzeylerindeki farklılıklar ön plana çıkabilir. Çiftler destekten yoksun kaldığında izolasyon, kayıp ve üzüntü ile içiçedirler. LGBTT toplumu bulma ve onlarla bütünleşme danışma konularının başında gelebilir (Cramer, 1995). Sosyal Hizmette LGBTT Konusunda Yapılmış Bazı Çalışmalar Sosyal hizmet uzmanları müracaatçı veya meslektaşlarına karşı cinsiyetlerinden ya da cinsel yönelimlerinden Buz dolayı ayrım yapmak bir yana yapılan negatif ayrımcılığa da meydan okumak durumundadır (IFSW, Ethics in Social Work Statement of Principles, 2002). Buna ek olarak sosyal hizmet eğitimi veren okulların da öğrencilerine, ayrım yapmaksızın müracaatçılarına saygı duymayı, bilgili ve becerili yaklaşmayı öğretmesi öngörülmektedir (Council on Social Work Education, 2001). Bu bakımdan sosyal hizmet uzmanlarının “değişim ajanı” rolleri, toplumda bu yönde bir farkındalık yaratma üzerine odaklanmayı gerektirir. Ancak sosyal hizmet uzmanları ve öğrencileri ile yapılan çalışmalar bu gruba yönelik olumsuz tutumların varlığını göstermektedir. Morrow’un sosyal hizmet ders kitaplarında gey ve lezbiyen içerikle ilgili çalışması (1996) heteroseksist önyargı ve ayrımcılığın sosyal hizmet eğitiminde sürdüğünü ortaya koymaktadır. Yine Krieglstein (2003) ve Snively ve diğerlerinin (2004) çalışmaları sosyal hizmet öğrencilerinin yüksek düzeylerde heteroseksist tutuma sahip olduğunu ve homofobik olduklarını ortaya koymuştur (Akt:Tucker ve Tripodi, 2006). Öğrenciler eğitimleri sırasında LGBTT nüfusla mesleki uygulama konusuna çok az ağırlık verildiğini belirtmişlerdir. Hayes ve Gelso (1993) ile Weiner ve Siegel (1990)’in çalışmaları ise sosyal hizmet uzmanlarındaki homofobinin LGBTT müracaatçıyla çalışmadan duyulan rahatsızlıkla ilişkili olduğunu göstermektedir. LGBTT nüfusla iyi uygulamanın bileşenleri ve etkili müdahaleler geliştirme konusunda çalışılması gerekmektedir (Akt:Tucker ve Tripodi, 2006). Berkman ve Zinberg (1997) master düzeyindeki sosyal hizmet uzmanlarının %10.7’sini düşük düzeyde homofobik, Wisniewski ve Toomey (1987) çalışmalarında sosyal hizmet uzmanlarının üçte birini homofobik bulmuştur. Newman, Dannenfelser ve Benishek (2002) master düzeyindeki sosyal hizmet öğrencilerini cinsel azınlıkları kabul konusunda sosyal hizmet uzmanlarından daha fazla toleranslı bulmuştur (Akt.: Gezinski, 2009:104). Güney Kore’de iki büyük üniversitenin sosyal hizmet programlarında okuyan 124 öğrenciye uygulanan Hudson ve Ricketts’in Homofobi Ölçeği’ne göre lisans ve master düzeyindeki Koreli öğrencilerin Amerikalı örneklemdeki öğrencilere göre daha yüksek düzeyde homofobik oldukları bulunmuştur. Sınıf içi tartışmalarda ise eşcinsellik konusu tartışılırken daha az düzeyde homofobik oldukları görülmüştür (Lim ve Johnson, 2001). ABD’deki 12 sosyal hizmet programında lisans düzeyindeki 575 heteroseksüel öğrenciyle lezbiyen ve geylere yönelik tutumları ölçen bir diğer araştırmada atfetme teorisiyle uyumlu olarak öğrencilerin, cinsel yönelimin bir tercih olduğunu düşündükleri ortaya konmuştur. Otoriter yönelimi olan, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini benimsemiş ve dini hizmetlerden yararlanan öğrenciler arasında eşcinsellere yönelik olumsuz yorumların daha yüksek olduğu bulunmuştur (Swank ve Raiz, 2010). Türkiye’deki sosyal hizmet öğrencilerinin cinsellikle ilgili tutumlarını inceleyen bir çalışmada geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini benimseyen öğrencilerin aynı zamanda eşcinsellere yönelik olumsuz tutumlar geliştirdiği bulunmuştur (Duyan ve Duyan, 2005:704). Üniversite öğrencilerinin eşcinsellere yönelik tutumlarıyla ilgili bir çalışmada da 141 Toplum ve Sosyal Hizmet kadın öğrencilerin erkeklere göre eşcinselliğe daha olumlu baktığı bulunmuş olsa da genel yaklaşımın geleneksel olduğu ortaya konmuştur (Gelbal ve Duyan, 2006: 577-578). Dünyada ve Türkiye’de LGBTT bireylere yönelik tutumların diğer profesyonellerde olduğu gibi sosyal hizmet alanındaki profesyonellerde de olumsuz ve homofobiktir. Geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini benimseme olumsuz tutumla doğrudan ilişkilidir. Cinsiyet açısından ise kadınların tutumlarının daha olumlu olduğu görülmektedir. LGBTT Bireylerle Sosyal Hizmet Homofobi ve heteroseksizm genellikle eşcinsellere ve eşcinsel davranışa karşı düşmanca ve önyargılı yaklaşımı ifade ettiğinden gey ve lezbiyenlerden korkma ve onlara karşı ayrımcılık, bu gruba yönelik genel sosyal hizmetlerin sunumunda büyük engeller ortaya çıkarmaktadır. Gey ve lezbiyenlere yönelik olumsuz tutum geliştiren profesyonellerin mesleki uygulamalarında daha az etkili olduğu kaydedilmiştir (Ben-Ari, 2001). Profesyoneller arasındaki eşcinsel karşıtı önyargılar LGBTT bireylerin yetersiz bakım almasına, hizmete ulaşırken doğrudan ya da dolaylı ayrımcılığa maruz kalmasına yol açmaktadır. Psikiyatrik Gelişme Grubu’na göre LGBTT karşıtı önyargılar, müracaatçıları heteroseksüel olarak kabul etmek, LGBTT bireyleri patolojik olarak görmek, onlara kalıpyargı ile bakmak, damgalamak, sağlık sorunlarına empati ile yaklaşmamak ya da bu sorunları tanımamak, heteroseksüel olmayan davranış, kimlik ve ilişkiye değer vermemek, talep edilmeden kişilerin cinsel yönelimini değiştirmeye kalkışmak olarak tanımlanmaktadır. 142 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Bu önyargılar profesyonel uygulamanın standartlarında düşüşe yol açar. İyi uygulama LGBTT karşıtı bu önyargıların farkında olmayı ve bunların, kişiyi nasıl etkilediğinin bilincinde olmayı gerektirir (Allen, 2008:5). Tüm diğer profesyoneller gibi sosyal hizmet uzmanlarının da bu önyargılar ve kabullerden arınmış olması mesleki çalışma açısından oldukça önemlidir. Sosyal hizmet uzmanlarının kendi cinsiyet rol kabulü ve önyargılarıyla yüzleşmekle başlayıp, uygulamalarında homofobik olmayan bir çerçevede çalışmaları gerekmektedir. Bu konuda bir sınıflandırmaya göre (Gates, 2011) heteroseksist kurum politikasıyla yüzleşmek, LGBTT müracaatçılar için savunuculuk, cinsiyetçilikten arınmış bir dil kullanmak, lobicilik yaparken LGBTT’leri içeren literatürü kullanmak, açık fikirli olmak ve kendimizi eğitmek önerilmektedir. Dünyada eşcinsellerle ilgili sorunlar konusunda pek çok sosyal hizmet okulu dersler koymasına karşın, bu materyallerin tüm derslerin içeriğine konulması gereklidir. Bu durum, LGBTT bireylerin gördükleri baskının diğer baskı türlerinden (ör.: ırksal, etnik, cinsel fiziksel yeterlilik, sınıfsal) ayrılmaması görüşüne temellenir (Collins, 2000; Akt.: Gezinski, 2009:105). Bu çerçevede sosyal hizmet eğitim müfredatına toplumsal cinsiyet ve heteroseksizm konularının anaakım olarak içeriklendirilerek program bütünlüğünün bu çerçevede yapılandırılması önem taşımaktadır. LGBTT grupla çalışmada altı temel ilkeden söz edilebilir (Morrow, 2006): 1. Değer-temelli ve etik temelli uygulama: Sosyal hizmet değerleri ve etiği sosyal hizmet uzmanlarının Buz LGBTT’lere saygı, değeriyle birlikte onurlu bireyler olarak davranılmasını öngörür. 2. Ekolojik sistem perspektifi: Kişinin sosyal çevresinin yasal, politik, sosyal, aile, okul ve iş sistemlerinin kişinin esenliği üzerinde etkili olduğundan hareketle pek çok cinsel azınlık için sosyal çevre müdahale için önemli bir nokta olur. 3. Çeşitlilik-farklılık: Cinsel azınlık statüsü ve sosyal baskı nedeniyle LGBTT’leri ortak bir grup olarak varsaymak yerine, ayırt edici özellikleri, ilgi ve ihtiyaçları ile birlikte aynılaştırmamak gereklidir. Bu grup içinde alt gruplar olduğunu, her bireyin farklılıkları olduğu ve bireyin eşsizliği çerçevesinde bir yaklaşım gereklidir. 4. Güçlendirme: LGBTT’ler azınlık statülerinden dolayı baskı ve ayrımcılıkla karşılaşma olasılığı olan bir gruptur. Risk altındaki gruplar sosyal ve politik olarak ta marjinalleştirilirler. Güçlendirme odaklı çalışırken, güçlerini tanımlamak ve müdahale stratejilerinde dikkate almak önemlidir. 5. Araştırma temelli bilgi: Pek çok sosyal hizmet uzmanı LGBTT’ler hakkında az, eski paradigmalara dayalı, cinsel yönelime dair güncel bilimsel bilgiden habersizdir. İyi bir bilgi temeli bu açıdan önemlidir. 6. Sosyal adalet: Temel haklardan ve korumadan eşit yararlanma açısından sosyal adalet LGBTT’lerle çalışmada önemli bir çerçeve sunmakta ve bu grubun karşılaştığı sosyal eşitsizliklerin ortadan kaldırılması önemli bir hedef olmak durumundadır. Kanada’da yapılmış kapsamlı bir çalışmada (Brotman ve diğ. 2006:10) savunuculuk, sosyal-politik bağlamdaki faaliyetler, eğitim, sosyal yardım, politika ve mesleki uygulama konusunda öneriler sunulmaktadır. LGBTT bireylerle çalışmada sosyal refah politikasının dört temel noktayı dikkate alması gerekir: Görünmezlik (invisibility): Bu grubun varlığına ilişkin bilginin reddi, Yasal olmamak (illegality): Aynı cinsten iki kişi arasındaki erotik çekimi toplumsal cinsiyet sınırlarını bulanıklaştırdığı için suç olarak görmek, Ayrılma (separation): Koruma ya da genel iyilik için LGBTT’leri toplumdan ayrı tutma, Rehabilitasyon (rehabilitation): LGBTT’lerin farklılılğını sabitlemek üzere programlar kurmak (Messinger, 2006). Temelde LGBTT bireylere yönelik sosyal hizmette iki önemli konu bulunmaktadır: - Uygulamacının (sosyal hizmet uzmanı) LGBTT bireylere yönelik tutum ve becerilerine yönelik kaygılar: burada uygulamacının kendi homofobisiyle yüzleşmesi ve kendi olumsuz duygularının farkına varması beklenir. - Kurumların LGBTT bireylere sağladığı hizmetler ile ilgili kaygılar: Bazı hizmetlerin LGBTT yaşamın özel boyutlarıyla ilgili özel gereksinimler (lezbiyen destek grubu, açılma sürecindeki geyler için gruplar, çocuk vesayeti, gey aileler içi yasal danışmanlık, gey partnerler için çift terapisi /danışması gibi) yaratabileceği 143 Toplum ve Sosyal Hizmet göz önüne alınmalıdır. Yukarıda sayılan hizmetler sadece LGBTT bireyler içindir. Bunun yanı sıra bu tür hizmetlerin, sosyal hizmet kurumlarının geleneksel hizmetleri içinde yer alması gerekmektedir. Bu çerçevede sosyal hizmet kurumlarının hizmetlerini almak üzere başvuranlar içinde LGBTT’ler olduğunu göz önünde tutmaya ek olarak, kurumların LGBTT bireylerin gereksinimlerine yönelik olarak da hizmetlerini yapılandırması önemli bir gereksinimdir. LGBTT bireylerle çalışan sosyal hizmet uzmanlarının mesleki çalışma sırasında dikkat etmeleri gereken birtakım ilkeler bulunmaktadır: - Sosyal hizmet uzmanları bu gruba karşı kendi davranış, tutum, inanç sistemi, ahlaki değerlerinin yanısıra önyargı ve ayrımcılık potansiyelini fark etmelidir. - Anlayış ve bilginin eksik olmasından korkmamak gereklidir. LGBTT konusunda profesyoneller arasında bile büyük bir inkar yaşanmaktadır. LGBTT bireylerin algı, ilgi ve deneyimlerini öğrenmek için çok çalışmak gereklidir. - Cinsel yönelimini tanımak ve kabul etmek karmaşa ve belirsizlikle geçen yıllardan sonra kolay değildir. Heteroseksüel olduklarını kanıtlamak için farklı yolları deneyebilirler. Böyle içsel çatışmaların özellikle adölesanlar için zor olduğunu ve bazen intihara yol açabileceğini bilmek gereklidir. - Bazı LGBTT’lerin cinsel yönelimlerini açıklamakta zorlanacaklarını, toplum tarafından kimliklerini 144 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 saklamaya zorlandıklarını, toplumda reddedilme durumunu da dikkate alarak, müracaatçıya acı, kızgınlık ve adaletsizlik duygularını açıklaması için yardım edilmelidir. - Yardım ilişkisine girmede, ayrımcılık ve önyargı deneyimleri nedeniyle çok incindikleri için tedbirli ve korkulu olabilirler. Sosyal hizmet uzmanının önyargısız olduğunu anlayana kadar cinsel yönelimlerini açıklayamayabilirler. - Açılma (coming out) müracaatçıyla çalışmanın bir hedefi olmamalıdır. Açılma, özgürleştirici ve politik olarak teşvik edilen bir şey olsa da kişi, ailesine yabancılaşma, işini kaybetme gibi büyük bedeller ödeyebilir. - Eşcinsel bir çiftle çalışırken heteroseksüel çiftlerdeki uzun dönemli sorunlar karşımıza çıkabilir. Parasal, ev/iş sorumlulukları dengesi, çocuk bakımı, başarısız cinsel ilişki, umutsuzluk, şiddet gibi. Bununla birlikte eşcinsel çiftlerin ilişkisi daha farklıdır çünkü yasal bir evliliğin getirdiği statü, koruma ve haklardan yoksundurlar. Bu çiftlere özel, yasal düzenlemeler gerekebilir (Sheafor ve Horejsi, 2002: 564-565). Bu yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi konusunda sosyal hizmet uzmanları sosyo-politik bağlamda savunuculuk yapmak durumundadırlar. Sosyal hizmet uzmanları ve diğer refah alanında çalışan profesyoneller, müracaatçılarıyla iletişime geçtiklerinde, güç konusu her zaman gündeme gelmektedir. Sosyal hizmet uzmanlarının gücünü bilgi ve uzmanlık, kaynaklara ulaşım, yasal güçler, bireyler ve kurumlar vb. üzerindeki etki terimleriyle ifade edebiliriz. Güç, sosyal hizmet uzmanları ve Buz müracaatçıları arasındaki ilişkinin bir yönüdür ve bu durum, olası iki problemi arttırabilir: 1. Sosyal hizmet uzmanları gücü baskıcı bir yolla kullanılabilir ve bu suistimal olur. 2. Sosyal hizmet uzmanları etkili bir şekilde müracaatçılarının sosyal konumu, cinsiyeti, ırkı, yaşı vb. ile ilişkili baskılara ve güç/güçsüzlük sorunlarına karşı duyarlı olmayabilir (Thompson, 2001:153). Bu çerçevede güç analizine ve güçlendirmeye özel bir vurgusu olan ayrım karşıtı uygulama, bir sosyal hizmet yaklaşımı olarak ortaya çıkmaktadır (Thompson, 2001: 154). Bu yaklaşım sosyal hizmette, çalışanların yapısal olarak dezavantajlı grupları dikkate almasını, özellikle ırk, cinsiyet, özürlülük, sosyal sınıf ve cinsel yönelimden kaynaklı bireysel ve kurumsallaşmış ayrımcılığı azaltmayı deneyen bir yaklaşımdır (Thomas ve Pierson, 1995: 16). Benzer diğer bir uygulama türü olan baskı karşıtı sosyal hizmet, kökenlerini baskı karşıtı ve ayrım karşıtı sosyal hizmet, antiırkçı, anti-seksist ve anti-heteroseksist uygulamayla ilgili spesifik tartışma ve gelişmelerden almaktadır. Seksizm, ırkçılık ve heteroseksizm/homofobi, kadınların, siyahların, azınlıkların, gey ve lezbiyen hareketlerin mücadelelerinden kökenini almıştır. Bu hareketlerin üyeleri, sosyal hizmette baskı karşıtı uygulamanın gelişiminde aktif rol oynamıştır (Wilson ve Beresford, 2000:563). Bu uygulamada hizmeti kullananların bilgilerinin arttırılması, hizmeti kullananlar hakkında baskı yapan bilgileri kullanma ve güçlendirme, müracaatçıların pasif ve düşük statülerini kontrol ederek, “baskı-karşıtı” uygulama ve baskı hakkında bilgi yapılarını güçlendirme, geleneksel profesyonel gücü gösterme ve maskeleme önemli çalışma yollarıdır (Wilson ve Beresford, 2000:563). Bu çerçevede ayrım ve baskı karşıtı sosyal hizmet uygulaması eşcinsel müracaatçılarla çalışırken işlevsel olabilecek yaklaşımlar olarak öne çıkmaktadır. Ayrım karşıtı uygulama çerçevesinde cinsel kimlik önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Öncelikle cinsel kimlikle ilgili konuları görmezden gelmemek ve “heteroseksüel varsayımlardan” kaçınmak gereklidir. Karşımızdaki kişinin otomatik olarak heteroseksüel olduğunu varsaymamalıyız. Böyle yaparsak eşcinselliği farklılık değil, eksiklik olarak görmüş oluruz. İstismar politikalarının cinsel kimlikle bağlantılı istismarı da içermesi konusunda dikkatli olmalıyız. Bireyin cinsel kimliğinin risk değerlendirmesi, hizmetler için uygunluk konusunda önemli bir faktör olarak görülmemelidir. Cinsellik ve cinsel kimlikle ilişkili eğitim anaakım bir konu olarak görülmeli, HIV danışmanı gibi özel uzmanlar tarafından ele alınması gereken marjinal bir konu olarak görülmemelidir (Thompson, 2001:145). LGBTT bireylere yönelik danışmanlıkta önemli bir konu açılma konusudur. Açılma konusu istihdam, açılmanın olası olumsuz sonuçları, yaş, küçük çocuğu için bakım alma, içselleştirilen homofobi, diğerleri tarafından yargılanma, açılmak istenen kişinin niteliği, diğer LGBTT’lerden alınan desteğin derecesi gibi pek çok faktöre bağlıdır. Depresyon, intihar, alkol ve madde kullanımı, yas ve kayıp LGBTT’lerin açılma sırasında yaşayabilecekleri sorunlardır. Cinsel yönelimden dolayı işin kaybı, nefret suçlarına (sözel, ruhsal, fiziksel tehdit ya da saldırı) maruz kalmak, 145 Toplum ve Sosyal Hizmet çocuk vesayetinin reddi, yasal olarak evlenememe, olumsuz ve yaşamlarını tehdit edici olaylar olmadan açıkça kimliklerini yaşayabilmeleriyle ilgili pek çok güçlük söz konusudur (Cramer, 1995). Sosyal hizmet uzmanları açılmanın sözü edilen tüm boyutlarında etkin çalışmak durumundadır. Diğer önemli bir konu LGBTT’lerin köken aileleriyle çalışmadır. Aile üyelerinin kural, değer ve tutumları eşcinselliğin cezalandırılması ya da hoşgörülmesine yol açabilir. Irksal, etnik, kültürel özellikler önem taşır. Destekleyici aile üyeleri LGBTT’lerin refahı için olumlu katkı yapar. Öte yandan eleştirel, uzak ve şiddet içeren tepkiler stres, üzüntü ve yabancılaşma yaratabilir (Cramer, 1995). Bireyselleştirme, kabul etme (koşulsuz olumlu kabul), yargılayıcı olmayan tutum gibi Biestek’in (1961, Akt: Banks, 2001:26) geliştirdiği etik ilkeler LGBTT müracaatçılarla çalışmada önemli ilkeler olarak ortaya çıkmaktadır. Yine sosyal hizmette özgürleştirici değerler olan eşitlik, sosyal adalet, vatandaşlık ve güçlendirme (Thompson, 2005) sosyal hizmet uzmanlarının dikkate alacağı ve uygulamalarında yol gösterici değerlerdir. Bu çerçevede özellikle IFSW’nin sosyal adalet değeri LGBTT’lerle çalışmada önemli bir çerçeve sunmaktadır. LGBTT’lere yönelik olumsuz ayrımcılıkla mücadele, farklılıklarının tanınması ve kabulü, kaynaklara eşit ulaşım ve yararlanmaları, adil olmayan politika ve uygulamalarla mücadele etmek ve son olarak birlik ve dayanışma içinde çalışmak sosyal adaletin gerçekleştirilmesinde önemlidir. LGBTT’lere yönelik sosyal hizmet en temelde bu grubun dışlanmasına ve 146 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 ötekileştirilmesine karşı çıkan, sosyal adaletin gerçekleştirilmesi için özel önlemler gerektiren bir çalışma içeriğine sahip olmak durumundadır. Bu çerçevede heteroseksizm ve homofobinin dayanağını oluşturan sosyo-kültürel bağlamı değiştirmek sosyal hizmet uzmanları için merkezi uğraşı alanlarından biri olmalıdır. Kuruluşların heteroseksist politika ve uygulamalarını ortaya koymak ve yapısal ayrımcılık ve eşitsizliğin ortadan kaldırılması boyutunda makro düzeyde çalışma yapmak LGBTT bireylerle yürütülen mikro düzeydeki çalışmalarla paralel yürütülmesi gereken önemli bir çalışma alanıdır. Bireyle çalışma boyutunda ise “uyumlaştırma” yerine “özgürleştirme ve güçlendirme” önemli bir noktadır. Sonsöz LGBTT bireylere yönelik yapılan araştırmalar, eşcinsellerin reddedilme, yanlış anlaşılma ve baskı ile karşılaştıklarını göstermektedir. Homofobik tutum ve heteroseksizm bu durum üzerinde çok etkili değişkenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu baskı ve ayrımcılık temel olarak barınma, istihdam, sağlık bakımı ve sosyal hizmetlere ulaşımlarını engelleyebilmektedir. Bunun yanısıra aileye ve çevreye açılma ile ilgili süreçte yaşanan güçlükler, yasal olarak çift olamama, evlat edinme konusunda karşılaşılan engeller gibi diğer önemli güçlükler de söz konusudur. Bu çerçevede sosyal hizmet uzmanlarının mesleki çalışmalarında güç konusuna dikkat etmeleri, heteroseksizm ve homofobiyle mücadele etmeleri gerekmektedir. LGBTT birey ve çevresiyle mesleki çalışma yürütürken, içerici bir politika gelişimi için de bu grubun görünürlüğünü arttırma çabalarına destek vermek durumundadır. Buz Sosyal hizmet uzmanlarının, öğrencilerinin ve bu eğitimi veren eğitimcilerin öncelikle kendi homofobisiyle yüzleşmesi gerektiği konuyla ilgili tüm çalışmalarda işaret edilen bir konu olarak ortaya çıkmaktadır. Konuyla ilgili bilgi sahibi olma, okumak, araştırmak, heteroseksist önyargı ve varsayımlardan kaçınmak, karşımızdaki müracaatçıyı “heteroseksüel” olarak varsaymamak, kısacası kendimizi eğitmek gibi çok temel bir noktadan başlamak durumundayız. Geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri ve kalıpyargılarıyla sosyalleşme, otoriter eğilime sahip olma gibi durumlar LGBTT bireylere yaklaşımı olumsuz etkilemektedir. Bu çerçevede toplumsal cinsiyet kalıpyargılarının üretilmediği bir sosyalizasyon sürecinin olanakları araştırılmalı, gelişim sürecinin daha önceki aşamalarında ve diğer kurumlarda (aile, din, eğitim) bu rollerin sunumunda farklı bir ele alış gereklidir. Yine bu rollerin sunumuyla ilgili heteroseksizm ve homofobiyi ortadan kaldırmak üzere çalışmak da ilişkili bir diğer önemli konudur. Bunu mümkün kılmak için ise farklı disiplinlerin, profesyonellerin, kurumların hizmetleri, politika ve uygulamalarını geliştirmek üzere işbirliği içinde çalışması gereklidir. KAYNAKÇA Akerlund M. ve M. Cheung (2000). Teaching beyond the deficit model: Gay and lesbian issues among African Americans, Latinos, and Asian Americans. Journal of Social Work Education, 36(2). Allen. O. (2008). Lesbian, gay & bisexual patients: The issues for general practice. Ireland: Irish College of General Practitioners (ICGP) & Gay and Lesbian Equality Network (GLEN). Banks, S. (2001). Ethics and values in social work (2. edition). New York: Palgrave. Ben-Ari, A. T. (2001). Homosexuality and heterosexism: Views from academics in the helping professions. British Journal of Social Work, 31, 119-131. Bepko, C. and T. Johnson. (2000). Gay and lesbian couples in therapy: Perspectives for the contemporary therapist. Journal of Marital & Family Therapy, (26)4, 409-419. Biery, E. R. (1990). Understanding homosexuality-the pride and the prejudice. Austin: Edward–William Publishing. Brotman, S., Ryan, B., Meyer, E., Chamberland, L., Cormier, R., Julien, D., Peterkin, A., ve B. Richard (2006). The health and social service needs of gay and lesbian seniors and their families in Canada, McGill School of Social Work, Executive Summary Report, Montreal: Cavendish. Brown, L. M. and C. A. Rounsley (1996). TrueSelves understanding transsexualism–for families, friends, coworkers and helping professionals. San Francisco: Jossey–Bass Publishers. Council on Social Work Education (2001). Educational policy and accreditation standards. February 21, 2005, http://www. cswe.org/accreditation/EPAS/EPAS_start. htm, 10.05.2011. Cramer, E. (1995). Counseling lesbian and gay male clients, Perspectives on Multiculturalism and Cultural Diversity, Virginia: Commonwealth University. Çabuk, F.D. ve S. Candansayar (2010). Tıp ve homofobi, Anti-Homofobi Kitabı 2, Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma, Ankara: Kaos GL Yayını: 85-89. Duyan, V. ve G. Duyan (2005). Turkish social work students’ attitudes toward sexuality. Sex Roles, 52(9-10), 697-706. Gates, T. (2011). Challenging heterosexism: Six suggestions for social work practice. Social Work-The New Socıal Worker Online, http://www.socialworker.com/ home, 02.02.2011. 147 Toplum ve Sosyal Hizmet Gelbal, S. ve V. Duyan (2006). Attitudes of university students toward lesbians and gay men in Turkey, Sex Roles, 55, 573-579. Gezinski, L. (2009). Addressing sexual minority ıssues in social work education: A curriculum framework, Advances in Social Work, (10)1, 103-113. Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Swank, E. and L. Raiz (2010). Attitudes toward gays and lesbians among undergraduate social work students. Affilia-Journal of Women and Social Work, 25 (1), 19-29. Thomas, M. and J. Pierson (1995). Dictionary of social work. London: Collins Educational Limited. Göregenli, M. (2009). Gruplararası ilişki ideolojisi olarak homofobi, Anti-Homofobi Kitabı Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma, Ankara: Kaos GL Yayını: 9-16. Thompson, N. (2001). Anti-Discriminatory practice (Third Edition). BASW Practical Social Work Series, Ed: Jo Campling, London: Palgrave. International Federation of Social Workers (2002). Draft document: Ethics in social work statement of principles. Geneva: IFSW General Meeting. Thompson, N. (2005). Understanding social work-preparing for practice (2. Edition). USA: Palgrave Macmillan. Kala, A. (1992). Invisible minority the unknown world of the Indian homosexual. New Delhi: Dynamic Books. Lim H.S. and M.M. Johnson (2001). Korean social work students’ attitudes toward homosexuals. Journal of Social Work Education, 37(3), 545-554. Lombardi, E. ve T. Bettcher (2005). Lesbian, gay, bisexual and transgender/transsexual individuals. In Social Injustice and Public Health (Edited by Barry S. Levy), Oxford University Press. Messinger, L. (2006). Social welfare policy and advocacy. In Sexual Orientation and Gender Expression in Social Work Practice, Ed: D. F. Morrow and L. Messinger, New York: Columbia University Press. Morrow, F. D. (2006). Sexual Orientation and Gender Identity Expression. In Sexual Orientation and Gender Expression in Social Work Practice, Ed: D. F. Morrow and L. Messinger, New York: Columbia University Press. Sheafer, W. B. and C. R. Horejsi (2002). Techniques and guidelines for social work practice (Sixth Edition). Boston: Allyn Bacon. 148 Tucker W. E. and M. P. Tripodi (2006). Changing heterosexuals’ attitudes toward homosexuals: A systematic review of the empirical literature. Research on Social Work Practice, 16, 176-190. Vincke, J. and K. V. Heeringen (2002). Confidant support and the mental wellbeing of lesbian and gay young adults: A longitudinal analysis. Journal of Community and Applied Social Psychology, 12, 181–193. Wilson, A. and P. Beresford (2000). Anti oppressive practice: Emancipation or appropriation?. British Journal of Social Work, 30, 553-573. Yüksel, Ş. (2010). Eşcinsellik, sosyal dışlanma ve ruh sağlığı sorunlarına yaklaşım. Anti-Homofobi Kitabı 2, Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma, Ankara: Kaos GL Yayını: 79-84. Gökçearslan Çifçi ve Gönen Derleme Anahtar Sözcükler: Sosyal hizmet, etik, etik ikilemler, etik karar verme ABSTRACT SOSYAL HİZMET UYGULAMALARINDA ETİK KARAR VERME SÜRECİ Ethical Decision Making Process in Social Work Practices Elif Gökçearslan Çifçi* Emine Gönen** *Yrd. Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ** Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ÖZET Sosyal hizmet uzmanları, mesleki değer ve yükümlülükleri arasındaki çatışmalardan doğan ikilemlerle mesleki müdahaleleri süresince sürekli karşılaşmaktadırlar. Bu çatışmalara çözüm getirmek amacıyla sosyal hizmet uzmanları, müracaatçıları için etik kararlar vermeye çalışmaktadırlar. Bu çalışmada sosyal hizmet uzmanlarının etik karar verme süreçleri hakkında bilgi verilirken öncelikle etik, sosyal hizmet etiği, sosyal hizmet değerleri, sosyal hizmette etik ikilemler, etik karar verme ilkeleri ve etik karar verme modelleri tartışılmıştır. Social workers continuously encounter dilemmas arising from the conflicts between their professional values and responsibilities during their professional intervention. Social workers strive to make ethical decisions for their clients aiming to resolve these conflicts. In this study, whilst providing information regarding social workers’ ethical decision making processes, primarily ethics, social work ethics, social work values, ethical dilemmas in social work, ethical decision making principles, and ethical decision making models will be discussed. Key Words: Social work, ethics, ethical dilemmas, ethical decision making GİRİŞ Sosyal hizmet mesleğinin en önemli amacı yoksulluk içinde yaşayan, ezilen ve incinebilir durumdaki insanları güçlendirmek, iyilik halini artırmak ve tüm insanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasında onlara yardım etmektir. Sosyal hizmet uzmanları, müracaatçıları adına sosyal değişim ve sosyal adaleti artırmaya çalışır. Müracaatçı, bireyler, aileler, gruplar, organizasyonlar ve toplumu kapsamaktadır. Sosyal hizmet uzmanı yoksulluk, ayrımcılık, baskı ve sosyal adaletsizliklerin diğer formlarını sonlandırmaya çalışır, kültürel ve etik ayrımcılık konusunda duyarlıdır (Reamer, 2006:6–7). Mesleki sorumlulukları gereği insanların refahını geliştirmeye çalışan sosyal hizmet uzmanları, mesleki uygulamalar sırasında pek çok etik ikilemle karşılaşmaktadırlar. Bireysel, mesleki, 149 Toplum ve Sosyal Hizmet kurumsal değerler arasında denge sağlama görevi olan sosyal hizmet uzmanın, karşılaştığı etik ikilemlerin çözümü için etik kararlar vermesi beklenir. Uygulamalar sırasında mesleğin etik standart ve sorumluluklarını kabul eden ve uygulayan sosyal hizmet uzmanları, etik karar verme sürecinde de bu standart ve sorumlulukları kendisine rehber olarak alır. Ancak etik rehberin yeterli olmadığı durumlar da ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmada sosyal hizmet mesleği için son derece önemli olan etik karar verme süreçleri ve etik karar verme modelleri tartışılmıştır. ETİK KAVRAMI VE SOSYAL HİZMET Etik terimi Yunanca ethos yani “töre” sözcüğünden türemiştir. Felsefenin dört ana dalından biridir. Yanlışı doğrudan ayırabilmek amacıyla ahlâk kavramının doğasını anlamaya çalışır. Etiğin batı geleneği, zaman zaman “ahlâk felsefesi” olarak da kabul görmektedir (Banks, 2006). Ayrıca Türkçede etik sözcüğü, ahlak sözcüğü ve ahlak felsefesi ile eş anlamlı olarak da kullanılmaktadır. Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 değişebildiği gibi aynı toplum içindeki insanların benimsediği ahlak kuralları arasında da farklılıklar vardır (Banks, 2006). Bütün mesleklerde olduğu gibi sosyal hizmet mesleğinde de etik değerler mesleki uygulamalardaki iyi ve kötüyü tanımlar. Etik değerler, mesleki uygulamaların nasıl olsa daha iyi olacağını ne durumlarda daha iyi olmayacağını tanımlamaktadır (Mavili Aktaş, 2008). Lowenberg ve Dolgoff (1996: 21), mesleki değerlerle meslek etik ilişkisinde şöyle bir değerlendirme yapar: “Meslek değerleri ve meslek etiği birbiriyle ilişkili olsa da aynı şey değildir. Mesleğin değerleri ve etiği birbiriyle uyumlu olmalıdır. Bu iki unsur arasındaki yegâne fark; değerler mesleki uygulamalarla ilgili iyi ve arzu edileni tanımlarken, etik doğru ve yapılması gerekenleri anlatır. Değerler hangi düşüncelerin uygun olduğunu anlatırken, etik bu düşüncelerle ne yapılması gerektiğini ve bu düşüncelerin uygulamasının nasıl olacağına işaret eder” (Mavili Aktaş, 2008). Etik, ahlaki seçimleri yansıtan bir disiplindir. Felsefenin bir dalı olan bu disiplinin, kendi içeriği, yöntembilimi ve literatürü (insan karakterinde, sistematik, formel ve hayati öneme sahip yanlışlıklar ve doğruluklarla ilgili) vardır (Pellegrino, 1989:491; Akt: Guttmann, 2006:2). Sosyal hizmet eğitiminde ve uygulamasında, “sosyal hizmet felsefesi”, değer, tutum ve davranışların niteliğini belirler. Sosyal hizmet felsefesi, etik kurallar, ilkeler ve standartlar olarak somutlaşır, bilgi birikiminin bütünleştirilmesine temel olurken uygulamaları yönlendirici bir işlev kazanır. Sosyal hizmet etiği, uygulamalara ortak yaklaşım, bakış açısı ve anlayış kazandırır. Sosyal hizmet etiği, mesleğin değerlerine dayanır. Mesleki değerler, mesleki tutumları ve davranışları belirler (Cılga, 2004: 72-74). Etik ve ahlak terimleri özdeş değildir. Ahlak, belirli bir toplumun değer yargıları, normları, ilkeler ve kurallar bütünüdür. Ahlak görelidir, toplumdan topluma Mesleki kurallar olarak da tanımlanan etik kurallar bir mesleğin güvencesidir. Meslek bu yolla toplumun kendisine olan güveninin devamlılığını sağlar. Etik kavramının bir diğer kullanımı ise ‘doğru’ veya ‘yanlış’ ile ‘iyi’ veya ‘kötü’ olarak varsayılan şeylerle ilgili, insan davranışlarını şekillendiren standartlar ve kurallar bütünüdür (Banks, 2006: 5). 150 Gökçearslan Çifçi ve Gönen Mesleğin böyle bir güvenceden yoksun olması, mesleğin tekliğini muhafaza etmesini önler. Mesleğin ahlak kuralları açıktır, sistematiktir ve bağlayıcıdır. Bu kurallar müracaatçı, meslek elemanı ve meslektaşlar arasındaki ilişkinin niteliklerini tanımlar (Kut, 1988: 11-12). Sosyal hizmet mesleği insana hizmet eden bir meslek olması nedeniyle de etik kurallarının olması ve bu kuralların değerlendirilebilir olması son derece önemlidir. Sosyal Hizmette Etik Konular Sosyal hizmet uygulaması müracaatçı, toplum ve mesleğe ilişkin pek çok sorumluluğa sahiptir ve ele aldığı konular tüm toplumu ilgilendiren, çözümü oldukça zor konuları içermektedir. Temelde sosyal hizmet uygulamalarında en sık görülen etik konular dört başlık altında toplanabilir (Banks, 2006:13): • Bireylerin hakları ve refahına ilişkin konular: Müracaatçıların kendi kararlarını alma ve seçim yapma haklarına karşılık, sosyal hizmet uzmanlarının da müracaatçılarının refahını artırma sorumlulukları vardır. • Kamu refahına ilişkin konular: Müracaatçıların dışındaki grupların ilgileri ve haklarına karşılık; sosyal hizmet uzmanlarının da topluma ve iş bulma kurumlarına karşı sorumlulukları vardır. • Eşitlik, farklılık ve baskıya ilişkin konular: Sosyal hizmet uzmanlarının, farklılıkları göz önüne alarak eşitliği sağlama; toplumda ve devlet politikalarında değişim için çalışma ve baskıya karşı mücadele etme sorumlulukları vardır. • Mesleki roller, ilişkiler ve sınırlara ilişkin konular: Sosyal hizmet uzmanlarının belirli bir duruma (danışman, denetleyici, savunucu, değerlendirici, müttefik veya arkadaş) uygun rollere karar verme, politik yaşam, meslek ve bireyler arasındaki sınırlara ilişkin konuları göz önüne alma sorumlulukları vardır. Yukarıdaki her bir kategori içerisindeki konular karmaşıktır ve kategoriler birbiri içine geçmiştir. Çoğunlukla haklar, sorumluluklar ve ilgiler arasında ve bu kategoriler arasında çatışmalar vardır. Sosyal Hizmet Mesleğinin Etik Değerleri Sosyal hizmet mesleğinin temel değerleri ve ilişkili ilkeleri 6 bölümden oluşmaktadır (Reamer, 2006: 251-255). 1. Değer: Hizmet Etik İlke: Sosyal hizmet uzmanlarının öncelikli amacı sosyal problemleri olan ve ihtiyaç içerisindeki bireylere yardım etmektir. Sosyal hizmet uzmanları; • kendi sorumluluk alanları içinde olan hizmetleri geliştirirler, • sosyal problemi olan ve yardım ihtiyacı duyan bireylere yardım etmek amacıyla, kendi bilgi, değer ve becerilerini kullanırlar. 2. Değer: Sosyal Adalet Etik İlke: Sosyal hizmet uzmanları sosyal adaletsizliklerle mücadele eder. Sosyal hizmet uzmanları; • baskı gören ve incinebilir birey ve grupların adına ya da onlarla birlikte toplumsal değişmeyi sağlamak için çaba gösterirler, • yoksulluk, işsizlik, ayrımcılık ve diğer sosyal adaletsizlikler konusunda sosyal değişimi hedeflemektedirler, 151 Toplum ve Sosyal Hizmet • etnik ve kültürel çeşitlilik ve baskı konusunda farkındalık artırmaya çalışırlar, • bütün insanlar için fırsat eşitliği, ortak katılım, ihtiyaç duyulan bilgiye ulaşma güvencesini sağlamaya çalışırlar. 3. Değer: Bireylerin Değer Yargıları ve Saygınlıkları Etik İlke: Sosyal hizmet uzmanları, her insanın kendine özgü değer yargıları olduğuna ve bu nedenle saygı görmesi gerektiğine inanırlar. Sosyal hizmet uzmanları; • her bireye, etnik ve kültürel farklılığını dikkate alarak saygılı bir şekilde davranırlar, • müracaatçıların, kendi kaderini belirlemeleri konusunda onları teşvik ederler, • müracaatçıların kendi ihtiyaçlarını tanımlamalarını ve değişim için kapasitelerini artırılmalarını isterler. 4. Değer: İnsan İlişkilerinin Önemi Etik İlke: Sosyal hizmet uzmanları insan ilişkilerinin önemini kabul eder. Sosyal hizmet uzmanları; • insanlar arasındaki ilişkilerin değişim için önemli bir araç olduğunu bilirler, • yardım sürecinde pek çok birey ile bağlantı kurarlar, • birey, aileler, sosyal gruplar, organizasyonlar ve toplumun refahının artırılmasını, sürdürülmesini ve insanlar arasındaki ilişkilerin güçlenmesini isterler. 5. Değer: Dürüstlük Etik İlke: Sosyal hizmet uzmanları güvenilir ve dürüst bir biçimde davranırlar. 152 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Sosyal hizmet uzmanları; • mesleğin misyonunun, değerlerinin, etik ilkelerinin, etik standartlarının daima farkındadırlar, • bağlı oldukları kurumda etik davranma ve etik uygulamaları teşvik etme sorumluluğunu taşırlar. 6. Değer: Yeterlik Etik İlke: Sosyal hizmet uzmanları mesleki yeterliklerini uygulama alanlarında gösterirler ve mesleki uzmanlıklarını geliştirirler. Sosyal hizmet uzmanları; • mesleki bilgi ve becerilerini artırmak ve uygulamaya aktarmak için çaba gösterirler, • mesleğin bilgi temeline katkıda bulunmaya isteklidirler. McGowan (1995; Akt: Dolgoff, Lowenberg ve Harrington, 2005:17-18)’a göre mesleki değerler, sosyal hizmet uzmanlarının uygulamalarında ve eylemlerinde öncelikli bir öneme sahiptir ve sosyal hizmet değerleri hakkında genel bir kabul vardır. Örneğin pek çok meslek elemanı sosyal hizmetin temel değerleri arasında yer alan, müracaatçı ile işbirliği yapma, kendi kaderini belirleme ve gizlilik gibi değerleri kabul eder. Ancak çelişkiler, genellenen sosyal hizmet değerlerinin alandaki uygulamaları sırasında ortaya çıkmaktadır. Sosyal hizmet uzmanları, uygulamada bu değerlerin kullanılmasına ilişkin öncelikler ve hedeflerin belirlenmesi sırasında çelişkiler yaşayabilirler. Sosyal hizmet uzmanları, özellikle karar alma süreçlerinde, bireysel ve mesleki değerleri arasında çelişki yaşayabilmektedir. “Yaşamın saygınlığı” değeri, bir sosyal hizmet uzmanın, bireysel değerleri ile mesleki değerlerinin örtüşmesi sonucunda Gökçearslan Çifçi ve Gönen kürtaj olmayı isteyen bir müracaatçısının isteğini desteklemesi şeklinde ortaya çıkabilmekte iken kürtaja karşı olan bir diğer sosyal hizmet uzmanın, müracaatçısının kürtaj olmayı istemesi durumunda mesleki ve bireysel değerler de çatışmanın ortaya çıkması şeklinde belirebilir. Ancak etik ilkeler gereği sosyal hizmet uzmanının müracaatçısının kararına saygı duyması beklenmektedir. Bu örnek bireysel değerler ile mesleki değerlerin, uygulamada karar vermeyi etkileyebileceğini göstermektedir. SOSYAL HİZMETTE ETİK İKİLEMLER Sosyal hizmet mesleği en temelde sosyal adalet için çalışır. Sosyal adaletin gerçekleşebilmesi amacıyla sosyal hizmet uzmanı, kendi uygulamasından başlayarak toplumun en küçük birimine kadar bu ilkeyi gerçekleştirmeye çalışır. Bu bağlamda sosyal adaletin sağlanması sırasında pek çok etik ikilemle karşılaşılabilir. Ancak sosyal hizmet uzmanları mesleklerinin bir parçası olarak karar verme becerisini öğrenirler. Sosyal hizmet müdahalesi, müracaatçıların toplumsal ve yaşamsal talepleri karşılayabilmeleri amacıyla kaynaklara ulaşabilmeleri konusunda müracaatçılara yardım etmeyi hedefler. Sosyal hizmet uzmanları tarafından verilen yardım, değerler ve becerilerden daha fazlasını zorunlu kılar. Her bir müracaatçının kendine özgü olduğundan hareket edilirse sosyal hizmet müdahalesi en temelde bir sanattır. Sosyal hizmet uzmanları sorun alanlarına yönelik gerçekleştirdikleri uygulamaları süresince sık sık etik ikilemlerle karşılaşırlar ve karar verirlerken zorlanırlar. Etik kararlar, haklar ve değerler arasındaki çatışmalarla ilişkilidir (Callahan, 1994; Guttmann, 2006: 155). İkilem, genel anlamıyla çatışmalı bir durum veya iki fikir arasında yapılan seçim olarak tanımlanabilir. Bu gün ise ikilem kavramını karışık bir problem olarak görme eğilimi yaygındır. Ancak bütün problemler beklenmedik bir etik ya da ahlaki etkiye sahip değil iken, her ikilem de etik değildir (Guttmann, 2006: 155). Etik bir ikilem, mesleki görevler (mesleki uygulamalarda temel değerlere bağlılık) ve yükümlülüklerde ortaya çıkan çatışma durumudur. Bu durumda, sosyal hizmet uzmanının, diğerlerinden daha önemli mesleki görev ve yükümlülükleriyle ilişkili olan değerlere karar vermesi beklenir. Barker (1987)’a göre çatışmaların çözümlenmesi, problemlerin en aza indirilmesi ya da ortadan kaldırılmasını zorunlu kılar. Sosyal hizmet uzmanları genellikle, müracaatçılar veya müracaatçı sistemi için alternatif çözümler bulma, aydınlatma, eğitme, arabuluculuk, uzlaşma konusunda çalışırlar (Akt: Guttmann, 2006:156). Minahan (1987)’a göre sosyal hizmet uzmanlarının etik ikilemleri yedi temel alana ayrılır. 1. Gizlilik ve gizli bilgi, 2. Doğru söyleme, 3. Biri tarafından kararların verilmesi veya kendi kaderini belirleme, 4. Yasalar, kurallar, düzenlemeler ve politikalar, 5. Bir meslektaşı kurma, üzerinde baskı 6. Sınırlı kaynakların dağıtımı, 7. Bireysel ve mesleki değerler. Loewenberg ve Dolgoff (1996) sosyal hizmet uygulamasındaki etik ikilemlerin üç temel nedeni olduğunu belirtmişlerdir. Bunlar; 153 Toplum ve Sosyal Hizmet • rakip değerler, • rakip bağlılıklar • belirsizliklerdir. Bazı kurumlarda, örneğin okullar ve hastanelerde görev yapan sosyal hizmet uzmanları etik karar vermede ikilemler yaşayabilirler. Örneğin okulda çalışan bir sosyal hizmet uzmanı için kürtaj isteyen öğrencinin gizlilik talebinde bulunması veya onkoloji hastanesinde çalışan bir sosyal hizmet uzmanı için de yaşamı tehdit eden bir hastalıkla ilgili olarak müracaatçısına doğruyu söylemesinin gerekli olduğu durumlarda ortaya çıkabilir (Guttmann, 2006: 157). HIV pozitif olduğunun eşi dahil hiç kimseye söylenmemesi talebinde bulunulması sosyal hizmette “gizlilik” ilkesi ile çatışmaktadır. Sosyal yardım alması uygun olmayan bir müracaatçıya, meslektaşı tarafından yapılan baskı nedeniyle sosyal yardım bağlanması da etik ikilemlere verilecek örnekler arasında yer alabilir. Bireysel ve mesleki değerle ile ilişkili de pek çok ikilem yaşanabilir. Kendi bireysel ve siyasi değerlerine ters düşünce ve davranışları olan evlat edinme müracaatçısına koşulları uygun olsa bile evlatlık çocuk verilmemesi de verilebilecek örnekler arasındandır. Sosyal hizmet mesleği doğrudan insana hizmet eden bir meslek olmasının yanı sıra öncelikle sorun odaklı ve sorunların çözümüne yönelik bir meslektir. Mesleki uygulamalar sırasında bahsedilen örneklere eklenebilecek pek çok örnekten bahsedilebilir. Bu tür ikilemler mesleğin doğası gereği yaşanabilir ancak bu ikilemlerin ortadan kaldırılabilmesi için sosyal hizmet uzmanlarına ne tür karar verme süreçlerinin olduğunun da öğretilmesi gerekir. 154 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 SOSYAL HİZMETTE ETİK KARAR VERME Karar verme, herhangi bir faaliyetle ilgili, çeşitli olasılıklar ya da alternatifler arasından birinin seçilmesi ya da seçilmemesidir. Kararlar önemsiz bile olsalar, yaşam düzeyini etkileyen yaşam kalıplarını oluştururlar (Gönen, 2002: 84). Karar verme işlemi yönetimle ilişkilidir. Çünkü karar verme, yönetimde bir aşama ya da süreçtir, karar verme yönetim sürecinin alt sistemlerinin her birinde oluşur. Bu açıklamalar karar verme işleminin ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. İnsanlar, amaçlar, standartlar, kaynak tahsis etme, faaliyet dizisi ya da yaşamlarındaki önemli değerler açısından gerekli değişimler konusunda karar verirler. Yönetime ilişkin bu kararlar, amaca ulaşmada odaklanmaları nedeniyle birbiriyle ilişkilidir. Dolayısıyla karar verme konusundaki bilgi ve beceriler, amaca ulaşmayı ve yaşam düzeyini etkiler (Gönen, 2002: 84). Sosyal hizmet mesleği için de karar verme son derece önemli bir süreçtir. Müracaatçı ve sosyal hizmet uzmanının uyum içerisinde kararlar alması hizmetin kalitesini artıracaktır. Sosyal hizmet literatüründe, etik kodlardan oluşan etik rehberin, etik ikilemler ortaya çıktığında ihtiyaç duyulan yol göstericiliği sağladığı söylenmektedir (Gray and Gibbons, 2007, Banks, 1995; Dolgoff&Harrington, 2001). Ancak, bu sadece buz dağının görünen yüzü gibidir. Etik rehber, sosyal hizmet uygulamasında tam bir yönlendirici görev üstlenememektedir (Gray ve Gibbons, 2007). Bir insanın diğerine benzemediği düşüncesinden yola çıkıldığında, yaşanan sorunlar da birbirinden çok farkı boyutlarda olacaktır. Bu nedenle sosyal Gökçearslan Çifçi ve Gönen hizmet, insan sorunlarına odaklanması nedeniyle karmaşık etik sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Sosyal hizmet uzmanı uygulamalarda etik ikilemler ile karşılaşmakta ve bu ikilemlerin çözümü için çabalamaktadır. Bazen görevi müracaatçıların kendi etik olmayan sorunlarıyla ilgili olarak onlara yardım etmek iken bazen de müracaatçılarının etik bir bakış açısı kazanmaları konusunda onlara en uygun davranışlar geliştirmelerini sağlamaktadır (Sheafor and Horejsi 2003:167). Bu görevlerini yerine getirirken, bazen mümkün olan bütün seçenekler sosyal hizmet uzmanı için etik bir ikilem yaratarak, müracaatçılar için zarar veya strese neden olabilmektedir. Bir müracaatçı sosyal hizmet uzmanına intihar etmeyi planladığını söyleyebilir. Dokuz aydan beri işsiz olan bir başka müracaatçı, sosyal hizmet uzmanından, kriminal geçmişi hakkında yeni başvuruda bulunduğu işyerindeki işverenine doğruyu söylememesini isteyebilir. Bir başka müracaatçı oğlunun mezun olabilmesi için gereken parayı işvereninden çaldığını ve hiç kimseye söylememesi konusunda uzmandan yardım isteyebilir. Bütün bu durumların her biri, sosyal hizmet uzmanlarının bir ya da daha fazla etik ikilemle karşılaşmalarına ve yükümlülüklerinin çatışmasına neden olur. Sosyal hizmet uzmanının müracaatçısına karşı sorumlulukları nelerdir? Müracaatçının yaptığı ya da yapacağı davranış sonucunda, zarar görmüş ya da görebilecek diğer bireylere karşı yükümlülükleri nelerdir? Topluma ve onun kendi değerlerine ilişkin yükümlülükleri nelerdir? (Dolgoff, Lowenberg ve Harrington, 2005:40-42). Ayrıcalıklar ve hakların tanımı zaman içerisinde değişebilir. Bir zamanlar hak olan bir durum daha sonraki bir zaman diliminde hak olarak tanımlanmayabilir. Bu değişimler etik problemler yaratabilir. Haklarda meydana gelen değişime bağlı olarak ortaya çıkan tanımlar sosyal hizmet uzmanı için etik bir problem yaratabilir. Örneğin evlat edinme alanında ortaya çıkan yasal değişimler ile sosyal hizmet uzmanları, pek çok etik problemle karşılaşmışlardır (Dolgoff, Lowenberg ve Harrington, 2005:40-42). Türk Medeni Kanunda 2002 yılında yapılan değişlik ile daha önce 35 yaş olan evlat edinme yaşı, kanun değişikliği ile 30 yaşa indirilmiştir. Sosyal hizmet uzmanları daha önceki başvurularda en az 35 yaşında olmayan müracaatçıların işlemlerini reddederlerken, kanun değişikliği ile birlikte, belirtilen yaştan küçük müracaatçıların başvurularını kabul etmeye başlamışlardır. Bu değişiklikten önce 30 yaşlarında olan ve evlat edinemeyen müracaatçının hakları ihlal edilmiş olmaktadır. Bazen toplumun çıkarları ile müracaatçının çıkarları arasındaki dengeyi sağlamak zordur. Eğer bir müracaatçı, sosyal hizmet uzmanına, birisinin malını çaldığını söylerse, sosyal hizmet uzmanı müracaatçısına karşı ve topluma karşı olan yükümlülüklerini değerlendirmelidir. Sosyal kontrol her sosyal hizmet uzmanının amaçlarından birisidir ancak yardım ilişkisini sürdürmesi de beklenir. Sosyal hizmet uzmanı hangi fonksiyonuna öncelik vermelidir? Başka bir durumda eğer bir müracaatçınız hayat kadını olarak çalışıyorsa ve yaşadığınız kentte hayat kadını olarak çalışmak yasak ise ne yapmalısınız? Müracaatçının tanımladığı sorunun çözümünde bu tür bir davranışı sürdürmesi gerekiyor ise yasaları çiğnemesine izin verir misiniz? (Dolgoff, Lowenberg ve Harrington, 2005:40-42). 155 Toplum ve Sosyal Hizmet Yukarıdaki örnekler sosyal hizmet uzmanının etik karar vermesini zorlaştıran etik ikilemlerden bir kaçına örnektir. Bu örneklerin sayıları artırılabilir ancak sosyal hizmet uzmanı ne yapmalıdır sorusunun cevabı aranmalıdır. Bu noktada sosyal hizmette karar verme ilkelerinin sosyal hizmet uzmanına rehber olacağı düşünülmektedir. ETİK KARAR VERME İLKELERİ Sosyal hizmet uzmanlarının karşılaştıkları ikilemleri ortadan kaldırmak ya da en aza indirgemek amacıyla bir rehber niteliği taşıyan etik karar verme ilkeleri aşağıdaki gibi sıralanabilir: 1. Etik kararlar, insanın mutluluğunun artırılması ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi konuları kapsayan insan refahı ile ilgilidir (Norman, 1998:218220; Warnock, 1967:48-72; Akt: Banks, 2006:155). İnsan ihtiyaçları zaman içerisinde, inanç sistemlerindeki farklılaşmaya göre veya toplumdan topluma farklılaşabilir. Bu durum ihtiyaçların evrensel değerler olmadığı anlamına kesinlikle gelmemektedir. Fakat ihtiyaçların nasıl karşılanacağı, yere, zamana ve duruma göre değişebilir (Ife, 1999: 218-219; Akt: Banks, 2006: 155). 2. Etik kararlar, uzmanların mesleki müdahalelerinde uygun bir eylemi gerektirir. Eğer sosyal hizmet uzmanı hastanede kalmak istemeyen yaşlı bir müracaatçının isteğine yönelik bir plan yapacaksa, öncelikle müracaatçının evde kalabilmesi için gereken uygun bakım koşullarını sağlamak amacıyla ailesi, komşuları ve meslek elemanları ile tartışarak bir plan hazırlamalıdır (Banks, 2006: 155). 3. Özel vakalar hakkındaki etik kararlar, müracaatçıların sorumluluklarının 156 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 kapsamının ve özel ilişkileri içine alan koşulların dikkate alınmasını gerektirir. Anne ve kızı arasındaki ilişki bazı vakalarda yaşamsal bir önem taşıyabilir. Her ailenin inançları ve değerleri farklı olabileceğinden aile üyeleri arasındaki ilişki karar verme aşamasında dikkate alınmalıdır (Banks, 2006: 156). 4. Etik kararlar daha önceki ve gelecekteki kararlarla tutarlılık göstermelidir. Sosyal hizmet uzmanlarından, koşullar önemli ölçüde farklılık göstermedikçe, benzer sorunlar yaşayan müracaatçılar için de benzer kararlar alması beklenmektedir (Banks, 2006: 155). 5. Sosyal hizmet uzmanlarının verdikleri etik kararların doğrulanabilirliği önemlidir. Sosyal hizmet uzmanları, etik karar verirlerken özel ilişkileri ve sorumlulukları, ahlaki sistemleri dikkate alarak bazı genel ilkelere başvurabilirler. Sosyal hizmet uzmanları karar verirlerken müracaatçıların yapmak istedikleri şey konusunda kendi başlarına karar verme hakkına sahip olduklarını kabul ederler. Bu durumda ilke, müracaatçının kendi kaderini belirlemesidir (Banks, 2006:155). Yukarıda belirtilen etik karar verme ilkeleri sosyal hizmet uzmanları için yol gösterici niteliktedir. Ancak sorunlar ve çözüm yolları birbirinden çok farklı olması nedeniyle zaman zaman bu ilkelerinde yetersiz kaldığı durumları ortaya çıkmaktadır. ETİK KARAR VERMEYE İLİŞKİN MODELLER Sosyal hizmette etik karar vermeye ilişkin pek çok model geliştirilmiştir. Bu Gökçearslan Çifçi ve Gönen çalışmada alanda en işlevsel olarak bilinen Reamer’in Modeli ile Dolgoff, Lowenberg ve Harrington (2005)’un geliştirdiği Genel Karar Verme Modeli ele alınmıştır. • Reamer’in modeli: Reamer (1999) modelinde etik değerler ve mesleki yükümlülükler temel alınmıştır. Sosyal hizmet mesleğinin birincil değerlerini içine alan hedefler ve yükümlülükler bu modelde temel değerler olarak düşünülmüştür. Yapılan araştırmalar da, sosyal hizmet uzmanlarının diğer yardım mesleklerinde olduğu gibi mesleki rol ve yükümlülüklerinden etkilendiklerini ortaya koymaktadır. Ayrıca sosyal hizmet uzmanları, karar verme davranışını gerçekleştirirlerken bireysel motivasyonlarından ve tutumlarından da farkına varmadan etkilenirler (Abramson; 1996; Mattison, 2000; Akt: Guttman, 2006; Osmo and Landau, 2006). Lowenberg ve diğerleri (2000:Akt: Osmo and Landau, 2006)’ne göre sosyal hizmet uzmanlarının öncelikle kendi etik değerlerini tanımlamaları gerekmektedir. Bu durum etik karar vermenin kalitesinin artmasına önemli bir katkı sağlayacaktır (Osmo ve Landau, 2006). Bu nedenle Remear’in modeli, etik ikilem ve çatışmaların nasıl çözüleceği konusunda sosyal hizmet uzmanlarına yardım edebilir. Reamer doğru karar verme yollarına göre ağıdaki uygulanabilir kurallar geliştirmiştir: Kural 1: Beslenme, sağlık, barınma gibi temel ihtiyaçların karşılanması, rekreasyon, eğitim, zenginlik gibi ihtiyaçların karşılanmasından daha önceliklidir (Reamer, 1999:72). Bu kurala göre yaşlı ve özürlü olan ve kendi bakımını sağlamakta zorlanan bir müracaatçının kurum bakımına yerleştirilmesi, yaşlı ancak aile desteği alan ve kurum bakımını sosyalleşmek amacıyla isteyen diğer müracaatçıdan daha öncelikli olarak gerçekleştirilir. Burada önemli olan temel ihtiyaçların önceliğidir. Kural 2: Bireyin kendi kaderini belirleme hakkı, diğer bireyin kaderini belirleme hakkından daha fazla öneme sahip olabilir (Reamer, 1999:72). Birey kendi kaderini belirleme hakkına sahiptir ve arzuladığı şeyi yapabilir ancak onun bu hareketi diğerinin ve kendisinin iyilik halini tehdit etmemelidir. Örneğin evsiz, yoksul, yaşlı bir kadının temel ihtiyaçlarının sağlanması önceliklidir. Kendi kararını verme ve özgür olma hakkı olsa bile sosyal hizmet uzmanı, kadının tehlikelere açık olmasından dolayı, temel ihtiyaçlarının diğer ihtiyaçlarından daha üstünde olduğu kararını verebilir. Sosyal hizmet uzmanı mahkemeye gidebilir ve yaşlı bakım evlerinden yardım alabilir. Kural 3: Bireylerin kendi kaderini belirleme hakkına saygı duymak (Reamer, 1999:72). Örneğin, bir kadın, kadın konukevinde kalmaktansa kendisini istismar eden eşine dönmeyi tercih edebilir. Sosyal hizmet uzmanı böyle bir durumda müracaatçısının kendi kaderini belirleme hakkına saygı duymalıdır. Ancak uzman, kadının bu kararında istekli olduğuna ve kadının seçiminin, potansiyel sonuçları hakkında bilgi sahibi olduğuna ikna olmalıdır. Kural 4: Yasalara, kurallara ve düzenlemelere uyma yükümlülüğü, müracaatçının haklarının üzerinde olabilir. Eğer bir sosyal hizmet uzmanı müracaatçılarla kürtajı tartışmasının yasak 157 Toplum ve Sosyal Hizmet olduğu bir kurumda çalışıyorsa, bu durumu kabullenmek durumundadır. Ancak sosyal hizmet uzmanı, müracaatçının iyilik halinin yasalardan, kurallardan ve düzenlemelerden üstün olduğunu bilir. Kural 5: Barınma, eğitim, sosyal yardım gibi kamu mallarının geliştirilmesine yardım etme ve açlık gibi temel zararları önleme yükümlülüğü, bireylerin mal varlığı üzerindeki kontrole sahip olma hakkından daha üstündür. Özürlülerin, sağlık bakımına ihtiyaç duyanların, evsizlerin, yoksulların, korunma ihtiyacı olan çocukların ve yardıma ihtiyacı olan bireylerin, ihtiyaç duydukları hizmetlerin sağlanması sosyal hizmet uzmanı için öncelikli görevdir. Görüldüğü gibi Reamer modeli etik değerler ve mesleki yükümlülükler üzerine odaklanmaktadır. Dolgoff, Lowenberg ve Harrington (2005) tarafından geliştirilen Genel Karar Verme Modelinde ise daha çok Problem Çözme Aşamaları ele alınmıştır. • Genel Karar Verme Modeli: Bu modele göre sosyal hizmet uzmanları, karşılaştıkları ikilemlere yönelik karar verme sürecinde çeşitli aşamalardan geçer. Bu aşamalara “Genel Karar Verme Modeli” denilmektedir. Bu model, sosyal hizmet uzmanlarının bir sorun ile karşılaştıklarında, müracaatçıları için en doğru ve standart karar vermelerine yardımcı olabilir. Uygulamada yaşanan etik problemlerin çözümüne yönelik Genel Karar Verme Modeli Şekil 1’de belirtilmiştir (Dolgoff, Lowenberg ve Harrington, 2005:40-42). Bu modele göre belirtilen aşamalar, sadece etik karar verme sürecinde değil 158 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 aynı zamanda pek çok farklı durum için de örneğin sosyal hizmet uzmanının müdahale planı için de uygulanabilir. Bu sayede plansızlık, kararsızlık ve rahatsızlıklar en az düzeye indirgenmeye çalışılır (Dolgoff, Lowenberg ve Harrington, 2005:58–60). SONUÇ Sosyal hizmet uzmanlarının etik sorumlulukları ve standartları rehberinin en önemli amacı, etik sosyal hizmet uygulamaları gerçekleştirmektir. Bu rehber sayesinde pek çok etik problem çözümlenmektedir. Ancak sosyal hizmet mesleği her bireyin kendine özgü olduğu ilkesinden hareket etmekte ve her bir müracaatçıyı kendi özel durumu içerisinde değerlendirmektedir. Bu durum uygulamada, zaman zaman mesleki değerler arasında çatışmalar yaşanmasına neden olmaktadır. Uygulamalar sırasında ortaya çıkan etik ikilemlerin çözümünde sosyal hizmet uzmanları etik kararlar alarak müracaatçının refahı ve yaşam kalitesini artırmayı hedeflemektedirler. Sosyal hizmet uygulamalarında etik kararlar alma, uygulamanın en önemli aşamasını oluşturmaktadır. Etik karar alma süreci kolay bir süreç değildir. Sosyal hizmet uzmanları etik kararlar alırlarken kendi değerleri, mesleki değerler ve kurumsal değerler ile çatışmalar yaşayabilmektedirler. Sosyal hizmet literatürü incelendiğinde etik karar verme sürecini kolaylaştırmak amacıyla geliştirilen pek çok modelin olduğu görülmektedir. Bu çalışmada incelenen modellerden Reamer Modeli ile Genel Karar Verme Modeli, uygulama sürecinde, sosyal hizmet uzmanlarının, müracaatçı adına ve müracaatçı ile birlikte en doğru kararları Gökçearslan Çifçi ve Gönen 1. Probleme ve devamlılığına neden olan faktörlerin tanımlanması 2. Bu problemle ilgili kurumların ve bireylerin tanımlanması (müracaatçılar, meslek elemanları, destek sistemleri, mağdurlar ve diğerleri) 3. Karar verme sürecine katılanların belirlenmesi 4. Adım 2’de tanımlanan kurumlar ve bireyler (müracaatçının ve sosyal hizmet uzmanının içinde olduğu) tarafından kabul edilen değerlerin tanımlanması 5. Problemin çözülebileceğine (azalabileceğine) inanılan amaç ve hedeflerinin tanımlanması 6. Alternatif müdahale stratejileri ve hedeflerin tanımlanması 7. Tanımlanan hedeflere yönelik her bir alternatifin etkililiğinin ve etkinliğinin değerlendirilmesi 8. En uygun stratejilerin seçilmesi 9. Seçilen stratejilerin uygulanması 10. Uygulamanın izlenmesi ve beklenmedik sonuçların belirlenmesi 11. Sonuçların değerlendirilmesi ve ortaya çıkan problemlerin tanımlanması Şekil 1. Genel Karar Verme Modeli (Dolgoff, Lowenberg ve Harrington, 2005:58–60). alabilmesi konusunda yol gösterici niteliktedir. Reamer Modeli (1999)’nde bireysel değerler ile mesleki değerler arasındaki çatışmaların çözümlenmesine odaklanmıştır. Genel Karar Verme Modelinde ise karar verme süreci, problem çözme aşamalarını çağrıştırmaktadır. Bu nedenle bu model pek çok sorun alanına uygulanabilir. Belirtilen modeller ve bu modellerin yanı sıra diğer karar verme modelleri lisans eğitimleri sosyal hizmet öğrencilerine öğretilmelidir. Bunun yanı sıra etik karar verme modellerinin özellikle sosyal hizmet uzmanları derneği tarafından çeşitli eğitim çalışmaları sırasından sosyal hizmet uzmanlarına hatırlatılması uygulamalarda karar verme sırasında bir kolaylık sağlayacaktır. 159 Toplum ve Sosyal Hizmet Ülkelerin sosyal hizmet örgütlenmelerine bağlı olarak kurulacak “Etik Komisyon” ile o ülkedeki etik sorunlar tartışılmalı ve her ülke için öncelikli etik karar verme ölçütleri geliştirilebilir. Türkiye açısından konu ele alındığında öncelikle süpervizyon sisteminin kurumsal düzeyde geliştirilmesi, her kurumda ve meslek örgütünde kurulan “Etik komisyon”lar arcılığıyla mesleki uygulamaların denetiminin ve rehberliğinin yapılması sağlanmalıdır. Belirtilen modeller sosyal hizmetin temel değerlerine paralel olarak geliştirilmiştir. Her ne kadar insani hizmetlerde kesin sonuçlar elde etme ve formülasyonlar mümkün olmasa da, her iki model ile etik karar verme sürecinde bir standart oluşturma ve kanıtlanabilirlik hedeflenmiştir. Bu nedenle mesleki uygulamalarda çoğunlukla farkına varmadan ve üzerinde çok fazla tartışmadan verilen kararların, etik yol göstericiler yardımı ile daha bilinçli bir biçimde verilmesi sağlanabilecektir. Bu sayede mesleki uygulamaların kalitesinin ve etkililiğinin artacağı düşünülmektedir. KAYNAKÇA Abramson, M. (1996). Reflections on knowing one shelf ethically: Toward a working framework for social work practice. Families in Society: The Journal of Contemporary Human Services, 77, 195-201. Banks, S. (1995). Ethical and values in social work. London: Macmillan Press. Banks, S. (2006). Ethical and values in social work. Third Edition. London: Macmillan Press. Callahan, J. (1994). The ethics of assisted suicide. Health and Social Work, 19(4), 237244. 160 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Cılga, İ. (2004). Bilim ve meslek olarak Türkiye’de sosyal hizmet. H.Ü. Sosyal Hizmetler YO. Yayın No:16, 2004. Dolgoff, R., Loewenberg, F.M. and Harrington, D. (2005). Ethical decisions for social work practice. Seventh Edition, USA: Thomson Learning. Gönen, E. (2002). Ev idaresi ilkeleri. 3. Baskı. Ankara: Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksekokulu Yayın No: 3, Ders Kitabı:1. Gray, M. and Gibbons, J. (2007). There are no answers, only choices: Teaching ethical decision making in social work. Australian Social Work, 60(2), 222-238. Guttmann, D. (2006). Ethics in social work: a context of caring. New York: Haworth Press. Kut, S. (1988). Sosyal hizmet mesleği, nitelikleri, temel unsurları ve müdahale yöntemleri, Ankara. Mavili Aktaş, A. (2008). Orduda sosyal hizmet, 08.11.2008, http://www.sosyalhizmetuzmani.org/ordudasosyalhizmet.doc Minahan, A. (Ed) (1987). Encyclopedia of social work. Eighteenth Edition, Silver Spring, MD: NASW Press. Osmo, R. and Landau, R. (2006). The role of ethical theories in decision making by social workers. Social Work Education, 25(8), 863-879. Reamer, F.G. (1999). Social work values and ethics. Second Edition, New York: Columbia Univesity Press. Reamer, F.G. (2006). Ethical standards in social work: A review of the nasw code of ethics. 2nd Edition, NASW Press. Sheafor, B.W. and Horejsi, C.R. (2003). Techniques and guidelines for social work practice. Sixth Edition. New York: Pearson Education. Türk Dil Kurumu Sözlüğü, 2008. Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban Derleme ÇOCUK İSTİSMARI ALANINDA ÇALIŞAN SOSYAL HİZMET UZMANLARI AÇISINDAN PROFESYONEL KARAR VERME şekillendirirler. Ancak karar verme süreci başlı başına karmaşık bir yapı içeren, farklı dinamikleri barındıran bir niteliğe sahiptir. Bu çalışmada, ilk olarak sosyal hizmet uygulamasında karar vermenin doğası literatürde yer alan farklı modeller çerçevesinde irdelenmiştir. Çalışmanın ikinci bölümünde ise karar verme sürecinin kritik öneme sahip olduğu çocuk istismarı alanı ele alınarak, sosyal hizmet uzmanının etkili karar vermesini sağlayacak araçlardan biri olan karar analizi tekniği üzerinde durulmuştur. Anahtar Sözcükler: Karar verme, sosyal hizmet, karar analizi, karar ağacı, çocuk istismarı ABSTRACT Professional Decision Making among Social Workers in the field of Child Abuse Gonca POLAT ULUOCAK* Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN** * Öğr. Gör. Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ** Yrd. Doç. Dr., Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü Decision making is an important professional activity that is expected from the social worker to effectively achieve during various stages of intervention. Despite the uncertainity that is faced, social workers take critical decisions and shape their practice. However, the decision making process itself has a complex structure and includes different dynamics. In this study, first, the nature of decision making in social work intervention is examined within the framework of different decision models. In the second part of the study, the field of child abuse is chosen to be analyzed because of the critical importance of the decision making process and decision analysis is emphasized as a tool for a more effective decision making process for social workers Key Words: Decision making, social work, decision analysis, decision tree, child abuse ÖZET Karar verme, sosyal hizmet uzmanından, müdahale sürecinde etkili bir şekilde gerçekleştirmesi beklenen önemli bir mesleki aktivitedir. Sosyal hizmet uzmanları karşı karşıya kaldıkları belirsizliklere rağmen vakalara ilişkin kritik kararlar alarak uygulamalarını GİRİŞ Karar verme, temelde bir durum ya da sorun karşısında alternatifler arasından birini seçme eylemidir. Günlük 161 Toplum ve Sosyal Hizmet yaşamda bireylerin kararlarını etkileyen farklı psikolojik, bilişsel ve kültürel etkenlerden söz edilebilmektedir. Profesyonel iş yaşamında karar verme de temelde alternatifler arasından seçim yapmayı gerektirir. Ancak burada önemli olan (özellikle insani hizmet alanında çalışan tüm profesyoneller için) verilen kararın insan yaşamını ciddi biçimde etkileyebilecek nitelikte olmasıdır. Sosyal hizmet mesleğinin doğuşundan günümüze kadar olan süreçte, karar verme, mesleğin en temel aktivitesi olmuştur. Uzmanın, müracaatçı sistemi ile ilgili olarak verdiği karar; havale, ön değerlendirme, planlama, uygulama, değerlendirme ve sonlandırma aşamalarını içeren tüm diğer faaliyetlerin biçimlenmesine neden olmaktadır. Müracaatçı sisteminin kendine özgü ihtiyaçları/problemi ve olası çözüm yollarına ilişkin anlayış geliştiren sosyal hizmet uzmanları, uygulama için aldıkları kararlar yoluyla profesyonelliklerini göstermektedir. Karşı karşıya kaldıkları belirsizliklere rağmen sosyal hizmet uzmanları kritik kararlar alarak uygulamalarını şekillendirirler ki bu, sosyal hizmet uzmanlarını sıradan çalışanlardan ya da ‘memur’lardan ayıran en önemli özelliklerden biridir (O’Sullivan 1999:2; Cuzzi ve diğ., 1993:2; Mattison 2000; Osmo ve Landau 2001). Sosyal hizmetin önemli sorun alanlarından biri olarak çocuk istismarı, detaylı bir inceleme, acil kararlar ve titizlikle hazırlanmış bir tedavi planı gerektiren önemli bir kriz durumudur. Bu alanda çalışan profesyoneller, çocuğun risk altında olup olmadığını, ailesinden alınıp alternatif bakım tedbirlerine yönlendirilip yönlendirilmeyeceğini 162 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 belirlemek üzere karar vermek zorundadır (Proctor, 2002). Bu çalışma iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, sosyal hizmet disiplininde karar verme, karar verme konusunda yaygın olarak kullanılan modeller, etkili/doğru ve profesyonel kararın verilmesinde kullanılabilecek araçlar ile kararın verilmesinde engel olabilecek kimi durumlar tartışılmaktadır. İkinci bölümde ise karar verme süreci çocuk istismarı alanı özelinde irdelenmekte ve sosyal hizmet uzmanlarına karar verme sürecinde yardımcı olabilecek kimi yöntem ve araçlar üzerinde durulmaktadır. Sosyal Hizmet Disiplininde Karar Verme Sosyal hizmet mesleğinin çalışma alanı ve yaptığı iş geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Uluslararası Sosyal Hizmet Uzmanları Birliği (International Federation of Social Workers, IFSW) tarafından yapılan tanıma göre, sosyal hizmet mesleği; “İnsanların refahları için sosyal değişmeye, insani ilişkilerdeki sorunları çözümlemeye ve insanın güçlenmesi ve özgürleşmesine yardımcı olur. Sosyal hizmet, insan davranışı ve sosyal sistem kuramlarını kullanarak insanların çevreleriyle etkileşimde bulunduğu noktalara müdahale eder. İnsan hakları ve sosyal adalet ilkeleri sosyal hizmette temeldir” (IFSW 2000). Bu tanımda da belirtildiği üzere, sosyal hizmet mesleği insan ve çevresi arasındaki karmaşık pek çok ve farklı durumun ortaya çıkardığı ihtiyaç/gereksinim ile karşı karşıyadır. Bu süreçte sosyal hizmetin misyonu, bütün insanların potansiyellerini geliştirmek, yaşamlarını zenginleştirmek ve işlevlerini sağlıklı bir biçimde yerine getirmelerini Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban sağlamaktır. Bu amaçları gerçekleştirebilmek için, sosyal hizmet, bireyden topluma uzanan bir düzlemde, çok ve farklı müracaatçı sistemleri ile aynı anda çalışma durumunda kalmaktadır. Bu anlamda, profesyonel sosyal hizmetin odağı problem çözme ve değişimdir. Profesyonel sosyal hizmet uygulamalarının başlangıcından itibaren, sosyal hizmetin bireylerin işlevselliğini ve iyilik halini arttırmayı amaçlayan yapısı, kimi zaman var olan sosyal politikalar ile ters düşerek sosyal hizmet uygulamalarını sınırlandırmış ve sosyal hizmet uzmanlarını bir ikilem ile karşı karşıya bırakmıştır. Otorite ve kanun yapıcılar ile çatışmaya düşen sosyal hizmet uzmanı için profesyonel kimliğini en öne koymak önemli bir misyon olmuştur (Baghdadi ve diğ., 2010:108). Sosyal hizmet uzmanının bu çabası, uygulama için kullandığı bilgi temelinde ve uygulama sırasında aldığı kararlarda açık bir şekilde gözlenebilmektedir. Farklı ihtiyaç sahibi müracaatçı sistemleri ile çalışırken sosyal hizmet uzmanları, var olan durumu ‘bütüncül’ bir bakış açısıyla (çevresi içinde birey) analiz etmektedir. Detaylı bir incelemeden sonra her bir müracaatçı için elde edilen veriler ve sahip olunan bilgi temeli göz önünde bulundurularak en yararlı müdahaleye karar vermek, sosyal hizmet uzmanının önemli profesyonel rollerinden biridir. Müracaatçı sistemlerinin gereksinimleri, sorunlarının ne olduğu ve nasıl bir müdahaleye ihtiyaç duyulduğu konusunda karar vermek, müdahale sürecinin her aşamasını doğrudan etkileyecektir. Bu açıdan sosyal hizmet uzmanları, mesleğin amaçlarını gerçekleştirmek (bireysel ve toplumsal refahı, sosyal adaleti sağlamak ve bireylerin acı çekmesini önlemek) için karar verme konusuna ciddi bir biçimde eğilmelidir (O’Sullivan,1999:2). Sosyal hizmet uzmanlarının kararları, sunulan hizmetin etkililiğini ve verimliliğini belirleyebildiği gibi, kimi zaman, müracaatçılar açısından zarar verici sonuçlar yaratabilmektedir (Proctor, 2002; Taylor ve Donnelly 2005). Özellikle istismar gibi fiziksel ve ruhsal bütünlüğü ve iyilik halini bozan riskli durumlarda, bu kararların ölümcül sonuçları dahi olabilmektedir. Alınan kararların hizmet sistemi ve müracaatçı sistemi açısından yarattığı sonuçlar, karar verme sürecinin başlı başına bir alan olarak incelenmesini zorunlu kılmaktadır. Sosyal Hizmet Disiplininde Karar Verme Sürecinde Kullanılan Modeller Profesyonel her meslek açısından karar verme eylemi önemli bir uygulama alanı oluşturmaktadır. Klinisyenler, hastaların tedavi planını belirleme sürecinde; yasa koyucular ve yöneticiler sunulan hizmetleri ve politika önceliklerini belirlemek üzere doğru karar verme sorumluluğu ile karşı karşıyadırlar. Karar verme sürecinin taşıdığı bu önem nedeniyle, bu süreci açıklayan pek çok model oluşturulmuştur. Bu modellerden biri, Normatif Model (Normative Model)dir. Bu modele göre, karar verme sürecinde mantıksal bir sıra olmalıdır (Caroll ve Johnson, 1999:25). Fishburn (1988: 78)’un ifade ettiği gibi, normatif model, birbiriyle çelişen alternatifler arasında karşılaştırma ve seçim yaparken, temel prensipleri ve kişilerin izlemeleri gereken kuralları içerir. 163 Toplum ve Sosyal Hizmet Bir diğer model ise Akılcı Model (Rational Comprehensive Model) dir. Bu modele göre, bireyler karar verirken, normatif modelin söylediği gibi, alternatifler arasından en mantıklı olanı seçmeyebilir. Bireyin seçimlerini belirleyen, ilgileri, değerleri ve hedefleridir. Bu model, nerede ve hangi şartta yaşarsa yaşasın benzer ilgi ve değer sistemine sahip her insanın aynı konuda daima benzer bir karar vereceğini ifade eder. Başka bir deyişle, benzer ilgiye sahip olan insanların kararları da benzerdir ve önceden tahmin edilebilir. Karar verme konusundaki bir diğer model olan Bağlamsal Model (Contextuality Model) karar verme sürecinin, çevresel koşullar, ekonomik durum, kültür gibi etkenlerden bağımsız düşünülemeyeceğini ifade etmektedir (Morçöl, 2006). Örneğin sosyal hizmet uzmanları, müracaatçılarının ihtiyaç duydukları hizmetleri sunarken sahip oldukları “sosyal seçenekler” kapsamında hareket edeceklerdir (Murdach 2009:185). Karar verme konusundaki bir başka model ise Sezgisel Model (Heuristics Model) dir. Bu model, karar vermede, yalnız düşüncenin değil, düşünce temeli olmayan sezgisel süreçlerin de etkisi olduğunu ifade etmektedir (O’Sullivan, 1999:87). Bu noktada ‘sezgi’ kavramına ilişkin bir tanımlama yapmak yerinde olacaktır. Literatürde sezgi kavramına ilişkin farklı tanımlamalarla karşılaşılmaktadır. Bu tanımlamalar arasında; ‘mantık olmaksızın gelişen anlayış’ (Benner ve Taner, 1987); ‘bir şey hakkında bilinçli olarak mantığı kullanmadan hazır bulunan bilgi’ (Schrader ve Fischer, 1987); ‘doğrusal mantıksal bir süreçten bağımsız olarak gelişen bilgi’ (Rew ve Baron, 1987); ‘temelde bilişsel süreçlerden yoksun olan 164 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 ve dolayısıyla somut bir biçimde açıklanamayan şey’ (Cioffi, 1997) gibi tanımlar yer almaktadır (akt. Lamond ve Thompson, 2000). Sosyal hizmet uzmanları da dahil olmak üzere pek çok profesyonelin, karşılaştıkları durumlarla ilgili olarak sezgileri ile hareket ettikleri, yapılan araştırmalarla ortaya konmuştur (Murdach, 1995). Tyversky ve Kahneman (1982) sezgisel teknikleri, temsiliyet, ulaşılabilirlik, uyum olarak üç biçimde ifade etmişlerdir. Temsiliyet, benzerlik temelinde kurulmuştur. Bir objenin veya olayın diğerine olan benzerliğini içerir. Birçok durumda oldukça yararlı olsa da, karar alma süreci yalnızca benzerlik temelinde kurulduğunda ciddi yanılgı riskleri ortaya çıkabilmektedir. Olayların birbirine benzerliğinden yola çıkarak benzer kararlar almaya eğilimli olan bir sosyal hizmet uzmanı, gerçekte, yetersiz bilgi toplayarak, aldığı kararın geçerli olduğu yanılgısına düşebilir. Ulaşılabilirlik, zihinde daha ulaşılabilir konumda olan, akılda daha kalıcı olan olayların referans alınması anlamına gelmektedir. Örneğin, fiziksel istismar, ihmalden daha fazla akılda kalıcı/çarpıcı bir olaydır. Oysa uzun süreli ihmal, kimi fiziksel istismar türlerine göre daha ciddi sonuçlara yol açabilmektedir. Ancak, fiziksel istismar ile karşılaşan kişi, bu durumu daha güçlü görüp daha kısa sürede ve etkili müdahalelerde bulunma ihtiyacı hissedebilmektedir. Uyum ise, kişinin son olarak verdiği kararın, başlangıçta sahip olduğu ön karara göre biçimlenmiş olması anlamına gelmektedir. Bir başka ifadeyle kişi, sezgisi ile karar verdiği duruma uygun bilgileri toplar. Literatürde belirli bir düzeye kadar kabul edilebilir olarak ifade edilse de, Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban sosyal hizmette sezgisel düşüncenin rolü önemli bir tartışma alanıdır. 1900’lerin başında sosyal hizmette bilimin rolü vurgulanırken (Jenson, 2005), aslında sezgisel düşünme tarzından profesyonel (bilimsel) düşünme tarzına doğru bir kayış söz konusu olmuştur. İki farklı düşünme tarzı, sezgi ve analiz, sosyal hizmet literatüründe birbirine karşıt olarak bulunmaktadır (O’Sullivan, 1999:86; Lamond ve Thompson, 2000). Ancak, sosyal hizmet mesleğinin uğraştığı konular yapılandırılmamış ve belirsiz olduğundan, sadece teknik ve hesaplanabilir bir yaklaşım kullanmak karmaşık sosyal olayları anlamak ve çözmek için kimi zaman yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle, tüm sınırlılığına rağmen sezginin rolü göz ardı edilmemiştir (Webb, 2001). Ancak sezgisel modelin geçerli ve güvenilir olabilmesi için, belirli bir zaman periyodunda oluşan profesyonel uzmanlığa dayanmasının şart olduğu ifade edilmektedir. Fakat bu bile, sezgisel modelin tamamen güvenilir olduğuna anlamına gelmemektedir (O’Sullivan 1999:87). Sezgisel modele dayanarak karar verme kişiyi kimi zaman mantıklı yargılara kimi zaman ise ciddi ve sistematik hatalara götürmektedir (Tyversky ve Kahneman, 1982; Gambrill ve Shlonsky, 2000). Özetle, sosyal hizmette karar verme sürecinde, ne tamamen sezgisel ne de tamamen analitik bir yol izlenmelidir. Sosyal hizmetin “bir sanat” olarak tanımlanmasının bu durumla ilişkili olduğunu söylemek mümkündür. Karar verme sürecinde izlenen yol kadar, uzmanın, karar sürecine etki eden değişkenler konusunda da farkındalığa sahip olması, sürecin sağlıklı bir şekilde tamamlanmasında önem kazanmaktadır. Araştırmalar, sosyal hizmette alınan kararların kalitesinin çoğunlukla, zaman baskısı, duygular, kültürel farklılıklar, bilgi eksikliği ve çok fazla alternatif seçenek gibi faktörlerden olumsuz etkilendiğini göstermektedir (Proctor, 2002). Osmo ve Rosen (2002)’a göre, sosyal hizmet uzmanının vaka yükünün fazlalığı, duygu yoğunluklu çalışma koşullarına sahip olunması ve var olan hizmet seçenekleri arasında sınırlılık olması, alınacak kararın kalitesini tehdit eden faktörlerdir (Akt. Proctor, 2002). Webb (2001) ise sosyal hizmette karar verme sürecinin başlıca sorun alanlarını; risk ve belirsizlik, soyutluk, kimi zaman sonuçların uzun dönemde elde edilmesi, disiplinler arası katkılar ve farklı ilgiler, ekip olarak karar verme ve değer yargıları biçiminde sıralamıştır. Karar verme sürecine ilişkin vurgulanması gerekli bir diğer nokta ise, bu süreçte sosyal hizmet uzmanının tamamen yalnız olmadığıdır. Alınan kararın kalitesinde sosyal hizmet uzmanının sorumluluğu önemli bir yer tutarken, kararın içeriğine müracaatçının katılımının sağlanması, temel sorumluluklardan bir diğeridir. Çocuk İstismarı Alanında Karar Verme Süreci Ortaya çıkardığı sonuçlar bakımından karar verme sürecinin özellikle önem taşıdığı alanlardan biri çocuk istismarı alanıdır. Araştırmalar çocukların çoğunlukla aile içerisinde istismara uğradıklarını ve istismarcıların da büyük oranda yakın çevreden kişiler olduklarını iletmektedir (Polat, 2007:77; Çavlin-Bozbeyoğlu, 2009). Buradan hareketle çalışmada, aile içinde çocuğa yönelik istismar konusu özelinde karar verme süreci incelenecektir. 165 Toplum ve Sosyal Hizmet Dünya Sağlık Örgütü, çocuk istismarını, bir yetişkin tarafından bilerek ya da bilmeyerek yapılan ve çocuğun sağlığını, fiziksel ve psikososyal gelişimini olumsuz yönde etkileyen davranışlar olarak tanımlamaktadır. Çocuk istismarı karmaşık nedenleri ve trajik sonuçları olan, tıbbi, hukuki, gelişimsel ve psikososyal kapsamlı bir sorun olarak kabul edilmektedir (Kara ve diğ., 2004). İstismar, çocuğa, aileye ya da çevreye ait kimi stres faktörlerinden doğrudan etkilenebilen bir süreçtir. İstismara neden olma olasılığı olan bu stres faktörleri, ekonomik, sosyal, çevresel ve kültürel özellikler gibi ailede sıkıntıya yol açan dışsal stres faktörleri olabilir. Yoksulluk, işsizlik, yetersiz beslenme, yetersiz ev koşulları, sağlıksızlık gibi sorunlar bu başlık altında ele alınabilir. Bunun yanı sıra, iç stres faktörleri de ana-babanın kişilik yapısı, çocuğun özellikleri ve çevresel faktörler olarak üç gruba ayrılabilir. Ana-baba yoksunluğu, parçalanmış aileler önemli bir risk etmenini oluşturmaktadır (Bulut, 1996). Söz konusu risk faktörlerinin kapsamlı değerlendirmesi, çocuk ve aile ile ilgili alınacak kararlarda ve gerçekleştirilecek müdahalelerde önemli bir hareket noktasıdır. Çocuk istismarı alanında çalışan sosyal hizmet uzmanları; istismarın yasal bildirimi, çocuğun acil olarak koruma altına alınması, çocuğun yaşadığı yerde karşı karşıya kaldığı risk düzeyinin belirlenmesi, ailenin ve çocuğun ihtiyaç duyduğu hizmetlerin neler olduğu, gereksiz yere koruyucu bakım altına almanın engellenmesi ve ailenin tekrar bir araya gelmesi ya da ebeveynlik haklarının sonlandırılması konularında karar almak durumundadırlar (Weber 1997, akt. Thomas, 2001). 166 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Sosyal hizmet uzmanlarının çocuk istismarı vakalarında karar verirken önem verdikleri değişkenleri sorgulayan bir dizi araştırmada, uzmanların çoğunlukla vakada fiziksel istismar işareti olup olmadığını, çocuğun gelişim durumunu, aileye ilişkin izlenimleri ve anne-çocuk arasındaki ilişkiyi değerlendirerek kararlarını verdiklerini saptanmıştır (Shapira ve Benbenishty 1993; Benbenishty ve Chen 2003; Stokes 2009). Tüm bu alanlara ilişkin yeterli ve kaliteli bilgiye sahip olup doğru ve çocuk için en yararlı kararı verebilmek, birçok değişkeni dikkate alarak çok boyutlu düşünmeyi gerektirmektedir. Çocuk koruma ile ilgili kararların çocuk, aile ve toplum açısından hem olumlu hem de olumsuz ciddi sonuçları söz konusudur. Çoğunlukla sosyal hizmet uzmanları aileleri etkileyen bu durumda önemli bir güce sahiplerdir. Uzmanın kararları, ailenin kontrolünü sonlandırabilir, ailenin mahremiyetini sınırlandırabilir ve kimi zaman da ebeveynleri ve çocukları ayırabilir. Aile ve çocuk açısından diğer sonuçları, ayrılma ile ilgili olarak gelişimsel ve psikolojik bozukluklar, ebeveyn – çocuk ilişkisinin bozulması, aile yaşamının bozulması, yerleştirmeye bağlı olarak oluşan zorluklar, tutuklanma ve hapse girme, ebeveynlik haklarının son bulması olabilmektedir (Stein ve Rzepnicki, 1983, akt. Thomas, 2001). Ailelerin ve ebeveynlerin karşılaştığı bir diğer zorluk da ‘istismarcı’ etiketinin taşınmasıdır. Besharov (1994, akt. Thomas, 2001), istismarcı olarak etiketlenmenin de damgalayıcı olduğunu, bu damgalanmanın etkisinin, suçlamalar çürütülse de ailede kalacağını ifade etmiştir. Yukarıda belirtilen nedenlerden ötürü, çocuk istismarı, oldukça dikkatli bir Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban inceleme ve karar alma süreci gerektiren bir alandır. Thomas (2001)’a göre çocuk istismarına müdahale etmenin ve neden olduğu zararı azaltmanın en iyi yollarından biri, karar verme sürecini geliştirmek ve verimliliği artırmaktır. Çocuk koruma hizmetleri kapsamında, karar alma süreci, farklı düşünme türlerini içermektedir. Baron (1994, akt. Thomas, 2001) bu süreçte, sosyal hizmet uzmanının üç farklı düşünme türü sergileyeceğini ifade etmiştir; tanı koyma, bilimsel düşünme ve tahmin yürütme. Tanının amacı, sorunun ne olduğunu ortaya koymak veya durum ile ilgili bir değerlendirme yapmaktır. Çocuğun koruma altına alınması aşamasında bu faaliyetler, istismar davranışının ne olduğunun ve sebebinin ortaya konmasına karşılık gelmektedir. Bilimsel düşünme, hipotez testi, kanıt toplama ve deneyler gerçekleştirme süreçlerini içermektedir. Bu süreç istismar vakalarında toplanan bilgilerin kullanılmasında ve amaçların oluşturulmasında öne çıkmaktadır. Üçüncü düşünme şekli ise tahmin yürütmedir. Tahmin yürütme, gelecekteki olayların gerçekleşme olasılığına dair sahip olunan kanıdır. Sosyal hizmet uzmanı, çocuğun istismara uğrayacağını veya istismarın tekrarlayacağını tahmin etmek zorundadır. Aynı şekilde bir aile yanına ya da kuruma yerleştirmeden çocuğun yarar sağlayıp sağlamayacağını ya da çocuğun ailesinin yanına geri gönderilmesinin içerdiği riskleri de tahmin etmelidir. Çocuk koruma ile ilgili olarak en önemli karar verme aracının, tahminde bulunma olduğu söylenebilir. Ancak Weber (1997)’in de ifade ettiği gibi, insan davranışının tahmin edilmesindeki güçlük, benzer şekilde çocuk koruma alanında çalışan profesyonellerin, çocuğun gelecekte güvenli olacağının garanti edilmesinde de karşımıza çıkmaktadır (akt. Thomas, 2001:23). Bunun nedeni, bu alanın büyük oranda belirsizlik içermesidir. Vaka hakkındaki bilgilerin yetersizliği, doğrudan gözlem yapılmaması, bu belirsizliği yaratan koşullardan birkaçıdır. Vaka ile ilgili tutulan kayıtlar güvenilir olmayabilir, yeterince ayrıntı içermeyebilir, birbiriyle çelişen ifadeler yer alabilir. Örneğin yaralanmış çocuğu ile acile başvuran bir anne baba, kazadan sorumlu tutulmamak adına, olayı anlatırken oldukça temkinli davranabilirler (Cooksey, 1996; Brehmer, 1980, Akt. Benbenishty ve Chen, 2003) Tüm bu belirsizlik ve risklerin, genel olarak çocuk refahı, özelde ise çocuk koruma sistemi ile ilgili olarak karar verme süreçlerinde zorluk yarattığı literatürde ifade edilmektedir (Benbenishty ve Chen, 2003). Konu hakkında öncü araştırmalar, karar süreçlerinin karmaşık olduğunu ve yalnızca açık ampirik bulgulara, mesleki bilgiye veya somut yönergelere dayalı olarak verilemeyeceğini iletmektedir (Drury-Hudson, 1999). Bu durum sosyal hizmet uzmanının sezgilerinin, deneyimlerinin ve yargılarının da sürece dahil olması anlamına gelmektedir. Sosyal hizmet uzmanı, yüksek bir farkındalık düzeyine sahip olduğunda, bu tekniklerin kullanımı bir noktaya kadar yararlı da olabilmektedir. Ancak uzman, karşı karşıya kaldığı vaka ile ilgili aldığı kararlarda sezgi ya da yargılarını, mesleki bilgisinden ayırt edemediği noktada, alınan kararın kalitesi ve sonuçları açısından riskli bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu riskleri azaltabilmek ve kararların daha sağlıklı olarak verilmesini sağlamak için çeşitli araçlar literatürde ifade 167 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 edilmektedir. Karar verme sürecinde uzmanın kullanabileceği kimi araçlar şu şekilde belirtilebilir, vakaya ilişkin ipuçları ile alınan kararların analiz edilmesidir (Benbenishty ve Chen, 2003). - Bilimsel bilgi Karar analizi, sorunun somut olarak formüle edilmesini ve farklı kararların yol açacağı olası sonuçlar üzerinde düşünülmesini sağlayarak, karar verme sürecinin karmaşıklığını azaltmaktadır (Tavakoli ve diğ., 2000). Analitik bir araç olarak karar analizi, karmaşık bir karar durumunun parçalara ayrılmasını, söz konusu durumda var olan belirsizliğin, olasılıklar şeklinde hesaplanmasını ve kararların olası çıktılarının hesaplanmasını içermektedir (Tavakoli ve diğ., 2000). - Mesleki etik ilkeler - Yasal zorunluluklar - Konu ile ilgili araştırma yapma ve bilgi toplama - Ekip çalışması - Risk değerlendirmesini belirlemeyi içeren ölçme araçları - Sürekli eğitim - Karar Analizi/Yargı Analizi Tekniği - Karar Ağacı Tekniği Sözü edilen bu araçlardan, bilimsel bilgi, mesleki etik ilkeler, konu ile ilgili araştırma yapma ve bilgi toplama, ekip çalışması araçlarının sosyal hizmet disiplinin doğasında var olan ve sosyal hizmet eğitiminde verilen temel bileşenler olduğunu söylemek mümkündür. Yasal zorunluluklar ise sosyal hizmet uzmanının çalıştığı alana ve kuruma göre değişebilir. Ancak, sosyal hizmet uzmanı, mesleğini gerçekleştirirken yasaları bilmek durumundadır. Karar verme sürecinde sosyal hizmet uzmanına yardımcı olan diğer tekniklerden karar analizi ve karar ağacı tekniği üzerinde ise ayrıntılı olarak durulmasında yarar vardır. Karar Analizi / Karar Ağaçları Karar analizi/yargı analizi tekniği, belirsizlik altında ve olasılıklar üzerinden karar vermenin gerektiği tüm uygulama alanlarında kullanılan bir tekniktir. Karar sürecini daha açık hale getirmenin bir yolu, istatistiksel ilişkiler yoluyla 168 Karar analizinde var olan duruma ilişkin üç özellik yer almaktadır; (1) alınacak karar, (2) sonucu etkileyebilecek olan şans faktörü ya da bilinmeyen olaylar, (3) sonuç. Karar analizi, bu üç durum arasındaki ilişkinin, mantıksal hatta matematiksel bir sunumudur. Analiz, kişinin gerçekleştireceği eylemlerin olası sonuçlarını tahmin etmesini, amaçlar ile eylemler arasındaki ilişkiyi daha iyi kavramasını sağlamaktadır (Webb, 2001). İstatistiksel bir teknik olarak karar analizi tekniği, riskleri değerlendirme ve karar süreci ile ilgili olarak olasılıkları hesaplama konusunda işlevseldir. Karar analizi, karar vericinin tercihlerini ve önyargılarını belirlemeyi hedefler. Verilen karara yönelik eylemin nasıl bir sonuca ulaşacağına dair yapılandırılmış bir düşünme yoludur. Bu teknik, karar alıcının gerçekleştirdiği her eyleme ilişkin olası sonuçları tahmin etmeye ve nesneler ile eylemler arasındaki ilişkiyi daha iyi bir şekilde anlamaya yardımcı olur (Webb, 2001). Karar analizinin bir uygulaması olarak karar ağaçları, alınması gereken karara Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban ve olası sonuçlara ilişkin görsel bir analiz sunmaktadır. Üzerinde çalışılan vakada, birden fazla durumun göz önünde tutulması, birden çok kararın sonuçlarının değerlendirilmesi, elde edilecek sonucun ve karşı karşıya kalınan belirsizliğin de değerlendirmeye dahil edilmesi gerektiğinde, karar ağaçları yararlı bir araç olacaktır (Alemi, 1996). Karar ağacı, alınması gereken kararın bir kare simgesinin yanına yazılması ile başlar. Bu, karar noktasını ifade etmektedir. Karar en az iki seçenekten oluşmaktadır ve her bir kol, bir seçeneği ifade etmektedir (Alemi, 1996). Örneğimizde, aile içerisinde cinsel istismara Koruma altına alma Aileye teslim etme uğramış 12 yaşında bir kız çocuğu için sosyal hizmet uzmanının alabileceği iki temel karar gösterilmektedir. İkinci aşama, karar sonucu karşılaşılabilecek olasılıkların tanımlanmasıdır. Şans olayı (chance event) olarak adlandırılan, kararların sonucunda ortaya çıkabilecek ve karar alıcının, üzerinde herhangi bir kontrolünün olmadığı olaylar bu noktada dikkate alınmaktadır (Alemi, 1996). Şekil 2’de, ele alınan vaka ile ilgili olarak söz konusu iki karar sonucunda ortaya çıkabilecek olasılıklar (şans olayları) görülebilmektedir. Karar ağacının üçüncü aşaması, karar sonucunda oluşabilecek olayların sonuçlarının gösterilmesidir. Bu sonuçlar, belirsizlik içerebildiği gibi, uzmanın sıklıkla karşılaştığı, olasılığı yüksek olan durumlara da işaret etmektedir. Şekil 3’te de görülebileceği gibi, sosyal hizmet uzmanı, çocuğun aileye teslimi ya da alternatif bir müdahale arasında karar verme durumundayken, karar analizi tekniği yardımıyla, önce her iki Şekil 1. Karar Noktası KARAR OLASILIKLAR Çocuk için güvenliğin sağlanması Koruma altına alma Kriz durumu İstismarın tekrarlanması Aileye teslim etme Aile içi ilişki dengesinin bozulması Şekil 2. Şans Olayları (Alınan karar sonucunda karşılaşılabilecek riskler) 169 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 KARAR OLASILIKLAR SONUÇLAR Çocuk için güvenliğin sağlanması Çocuğun ihtiyaçlarının kısmen karşılanması Koruma altına alma Kriz durumu Planlanmamış bir yer değişikliği sonucu çocuğun zarar görmesi İstismarın tekrarlanması Çocuğun yeniden travmatize olması Aileye teslim etme Aile içi ilişki dengesinin bozulması Ailenin parçalanması Şekil 3. Kararlara bağlı olarak karşılaşılması olası sonuçlar (O’Sullivan (1999:136) ve Alemi, (1996)’den uyarlanarak aktarılmıştır). kararın beraberinde taşıdığı olası riskleri ortaya koyacak, daha sonra da bu risklerden yola çıkarak, çocuk için her iki müdahalenin ne tür bir sonuç içereceğini düşünecektir. Karar ağacı, soldan sağa doğru oluşturulmakta ancak sağdan sola doğru değerlendirilmektedir. Diğer bir deyişle, sosyal hizmet uzmanının, alacağı kararı olası sonuçlara göre şekillendirmesi, müracaatçı için istenen sonuca yol açacak karara öncelik verilmesi önerilmektedir (O’Sullivan, 2007). Örneğimizde, alınabilecek bu iki kararın sonuçları açısından çocuğun iyilik halini tam olarak sağlayacak bir seçenek yer almamaktadır. Uzman, en iyi kararı verme sorumluluğunu taşırken, ortaya çıkacak sonucun çocuk için en iyi sonuç olup olmadığını titiz bir şekilde inceleme ve gerektiğinde sonucu daha da etkili kılmak için gerekli diğer müdahaleleri de yerine getirme sorumluluğunu göz ardı etmemelidir. 170 Kısaca özetlenen bu süreç, sosyal hizmet uzmanının temelde alacağı karar ve bu karar sonucu oluşabilecek durumlara ilişkin zihinsel bir alıştırma yapmasını gerektirmektedir. Bu alıştırma sonucunda doğru kararı verebilmesi için uzmanın olası riskler ve sonuçlarla ilgili gerçekçi tespitlerde bulunması gerekmektedir. Webb’e göre, sosyal hizmette alternatif müdahalelerin sonuçlarının önceden kestirilmesi oldukça zordur. Bu süreçte birçok karar belirsizlik içermekte ve öznel önyargılardan etkilenmektedir. Karar analizi, sosyal hizmet uzmanlarının, bu belirsizlik ile baş etmelerini ve olasılıkların dağılımına ilişkin fikir sahibi olmalarını sağlar. Sosyal hizmet uzmanı, karar analizi çerçevesinde, karşı karşıya olduğu belirsizlik durumunu belirli bir olasılık dağılımına göre sayısallaştırabilir (Webb, 2001). Bu olasılık hesaplaması, bir araştırma bulgusundan (Webb, 2001) yola Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban çıkarak gerçekleştirilebileceği gibi, kurum istatistiklerinden ya da sosyal hizmet uzmanının deneyiminden yararlanılarak da gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla, uzman sahip olduğu deneyim, bilgi birikimi ve güncel ve bilimsel bilgiye olan hakimiyeti sonucunda bu olasılıkları önceden görerek, en yararlı kararı alabilecektir. SONUÇ Karar verme sosyal hizmet uzmanının, müdahalenin başlangıcından sonuna değin kullandığı temel becerilerden biridir. Eğitim sürecinde yeterince ele alınmayan ancak uygulamada sıklıkla sosyal hizmet uzmanlarını ikilemler ile karşı karşıya bırakan bu becerinin geliştirilmesi, uygulamanın kalitesini ve sonucunu doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle karar verme sürecinin dinamiklerinin, çeşitli modeller çerçevesinde ortaya konulması, sürecin şeffaflaşmasını sağlayacaktır. Tüm insani hizmet alanlarında olduğu gibi çocuk koruma alanında da profesyonellerin uygulamaları ve bu uygulamaların sonuçları, müracaatçılar açısından hayati önem taşımaktadır. Kolay incinebilir konumda olan çocuklar, sosyal hizmet uzmanının karşısında kimi zaman karmaşık ve kolay saptanamayan sorunlarla çıkabilmektedir. İstismar da bu sorunlardan biridir. Bir vakanın istismara uğraması sonucunda alınabilecek tedbirler kanunlar ile kesin bir şekilde belirlense de, vaka ile bire bir çalışan sosyal hizmet uzmanı, kimi zaman vakanın karşılaştığı istismar teşkil eden eylemleri net bir şekilde saptayamamakta, kimi zaman da oldukça belirgin istismar vakalarında alınması gereken tedbir konusunda ikilemler yaşayabilmektedir. Bu aşamalarda uzmanın verdiği kararlar, istismara uğramış (ya da uğramamış) çocuğun geleceğini belirlemektedir. Karar verme sürecinin açık bir düşünme şeklini içermesi, sürecin şeffaflığının sağlanması ve vakalar ile ilgili etkili kararların zaman kaybetmeden alınması önemlidir. İstismara yönelik verilen kararların geliştirilmesinde istismar vakalarına ilişkin verilerin ve kayıt sisteminin varlığının yararlı olacağı düşünülmektedir. Sistematik bir kayıt sistemi ile söz konusu vakalara ilişkin alınan kararlar ve bu kararların sonuçları değerlendirilebilecektir. Ülkemizde özellikle çocuk istismarı ve çocuğun korunması ile birincil düzeyde ilgili kurum ve kuruluşlar tarafından istismar verilerinin sistematik olarak toplanmasının yararlı olacağı düşünülmektedir. Bunun yanı sıra hastanelerin çocuk koruma birimlerinin değerlendirme araştırmaları yayınlansa da (Akdur ve diğ., 2008; Tekşam ve diğ., 2008), tüm ekipleri kapsayan bir veri tabanından henüz söz edilememesi önemli bir engel olarak değerlendirilebilir. Çocuk istismarı alanında çalışan profesyoneller açısından karar verme sürecinin geliştirilmesinde birçok farklı aracın kullanılabileceği düşünülmektedir. Bunlar arasında, rutin uygulamalarda risk değerlendirme araçlarının kullanılması, ekip içi diyalogun güçlendirilmesi, vaka toplantıları, konu ile ilgili hizmet içi eğitim verilmesi ifade edilebilir (Clark ve Wilkinson 2003; Polat Uluocak 2008). Bunların yanı sıra, karar verme sürecine yardımcı olacak araçlardan biri olarak karar analizi tekniğinin kullanılması, sosyal hizmet uzmanının doğru karara ve istenen sonuca ulaşmasına katkı sağlayacaktır. 171 Toplum ve Sosyal Hizmet KAYNAKÇA Alemi, F. (1996). Lecture notes on “Decision Trees”. İnternet erişimli: http://gunston. gmu.edu/healthscience/730/DecisionTrees.asp?E=0, Erişim tarihi: 22.12.2010 Akdur, R., S. Başkan, Ö. Bezirci, H. Berktin, G. Cantürk, ve diğ. (2008). Ankara çocuk koruma biriminde izlenen olguların değerlendirilmesi. 2. Çocuk İstismarını ve İhmalini Önleme Sempozyumu Bildiri Özet Kitabı. Ankara. Baghadadi, N., Lindenau, M ve Von Fischer R. (2010). Can social work ınfluence political decision-making processes?. An Essay. Internet erişimli: 24.10.2010 Revista de asisten]\ social\ nr. 1_2010 benbenishty, r., w. chen. (2003). Decision making by the child protection team of a medical center. Health & Social Work; 28(4), 284-292. Bulut, I . (1996). Genç anne ve çocuk istismarı. Ankara: Bizim Büro. Caroll, J.S., E.J. Johnson (1990). Decision research a field guide. USA: Sage Publications. Clark, S.J., D.S. Wilkinson. (2003). Critic: Decision making by the child protection team of a medical center. Health&Social Work, 28(4), 322-334. Craft, J.L., S.W. Epley, C.D. Clarkson (1980). Factors influencing legal disposition in child abuse ınvestigations. Journal of Social Services Research, 4, 31-46. Cuzzi G., Holden G., Grob C, Bazer C (1993). Decision making in social work: A review. Social Work in Health Care, 18(2), 2-18. Çavlin-Bozbeyoğlu, A. (2009). Türkiye’de ensest sorununu anlamak. Ankara: Nüfus Bilimleri Derneği ve BM Nüfus Fonu. Çocuk İstismarı ve İhmalini Önleme Derneği web sitesi ht tp://w w w.tspcan.org/index. php?cat=0&id=11, Erişim Tarihi: 13.01.2008. 172 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Drury-Hudson, J. (1999). Decision making in child protection: the use of theoretical, empirical and procedural knowledge by novices and experts and implications for fieldwork placement. British Journal of Social Work, 29, 147-169. Fishburn, P.C. (1988). Normative theories of decision making under risk and under uncertainity. In: D.E. Bell, H. Raiffa, a. Tyversky (Eds.), Decision making descriptive, normative and prescriptive interactions, Cambridge: Cambridge University Press. Gambrill, E. and Shlonsky, A. (2000). Risk assessment in context. Children and Youth Services Review, 22(11/12), 813-837. Jenson, J.M. (2005). Connecting science to intervention: Advances, challenges and the promise of evidence based practice. Social Work Research, 29(3), 131-135. Kara, B. Biçer, Ü., Gökalp, A.S. (2004) Çocuk istismarı. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi, 47,140-151. Lamond, D., C. Thompson. (2000). Intuition and analysis in decision making and choice. Journal of Nursing Scholarship, 32(3), 411-414. Mattison, M. (2000). Ethical decision making: The person in process. Social Work, 45(3), 201-212. Morçöl, G. (2006). Decision making: An overview of theories, contexts, and methods. Handbook of Decision Making. (Ed. Göktuğ Morçöl), Taylor&Francis Group, New York. Murdach A. D. (2005). Clinical practice and heuristic reasoning. Social Work, 40(6), 752-758. Murdach A. D. (2009). Discretion in direct practice: New perspectives. Social Work, 54(2),183-186. Osmo, R. & R. Landau (2001). The need for explicit argumentation in ethical decisionmaking in social work. Social Work Education, 20(4), 483-492. Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban Polat, O. (2007). Tüm boyutlarıyla çocuk istismarı: önleme ve rehabilitasyon. Ankara: Seçkin Yayınevi. Polat Uluocak, G. (2008). İstismar vakalarında profesyonel karar verme süreci: Olası sorunlar, riskler ve çözüm önerileri. (Poster Bildiri). 2. Uluslar arası Katılımlı Çocuk İstismarını ve İhmalini Önleme Sempozyumu. Gazi Üniversitesi, Ankara. Proctor, E.K. (2002). Decision making in social work practice. Social Work Research, 26(1), 3. Rosen, A. (2003). Evidence-based social work practice: Challenges and promise. Social Work Research, 27(4), 197-208. Rosen, H. (1981). How workers use cues to determine child abuse. Social Work Research and Abstracts, 17(4), 27-33. Shapira, M., R. Benbenishty. (1993). Modeling expert judgement and decision making in cases of alleged child abuse and neglect. Social Work Research and Abstracts, 29(2), 14-20. Tekşam, Ö., D. Özdemir, E. Bilgetekin, A. Odabaşı, S. Yalçın, O. Derman ve diğ., (2008). Multidisipliner çocuk istismarı ve ihmali çalışma grubu tarafından değerlendirilen vakaların analizi. 2. Çocuk İstismarını ve İhmalini Önleme Sempozyumu. Bildiri Özet Kitabı. Ankara. Thomas, J.M. (2001). Decision making in child protection. Dissertation, University of Illinois. Tversky, A., D. Kahneman. (1982). Judgement under uncertainity: Heuristics and biases. In: Kahneman,D., Slovic, P. ve Tyversky,A. (Eds.), Judgement under Uncertainity (pp. 3-23). Cambridge: Cambridge University Press. Webb, S. (2001). Evidence-based practice and decision analysis in social work: An implementation model. Journal of Social Work, 2(1), 45-64. Stokes, J.F.C. (2009). Practice wisdom in child protection decision making. Unpublished Doctoral Thesis. Faculty of Education, Simon Fraser University, Canada. Şahin, F. (2003). Çocuk ihmali ve istismarının önlenmesinde ekip çalışması. Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi, 10(1), 46-47. O’Sullivan, T. (1999). Decision making in social work. London: Palgrave Publishing. O’Sullivan, T. (2007) Using Decision analysis: Connecting classroom and field. Social Work Education, 27(3), 262-278. Tavakoli, M., O. Davies, R. Thomson. (2000). Decision analysis in evidence based decision making. Journal of Evaluation in Clinical Practice, 6(2), 111-120. Taylor, B.J. ve Donnelly M. (2006). Professional perspectives on decision making about the long-term care of older people. British Journal of Social Work. 36, 807–826. 173 Şahin Taşğın ve Özel Derleme TÜRKİYE’DE SOSYAL HİZMETLERİN DÖNÜŞÜMÜ1 Transformation of Social Services in Turkey Neşe ŞAHİN TAŞĞIN* Hüseyin ÖZEL** *Yrd. Doç. Dr., Arel Üniversitesi Sağlık Bilimleri Yüksekokulu Sosyal Hizmet Bölümü ** Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ÖZET Kapitalizm, dönemsel krizlerinden birini daha yaşıyor ve bu kriz, sosyal politikayı dönüştürüyor. Bu süreçte, sosyal politikanın en önemli alanlardan biri olan sosyal hizmetler de dönüşüyor/dönüştürülüyor. Bu dönüşümde, hayırseverlikten, filantropiye, refah devleti uygulamalarıyla da vatandaşlık ve insan hakları temelinde gelişen sosyal hizmet sunumundan tekrar hayırseverliğe bir gerileme yaşanıyor. Birey, aile ve toplumun toplumsal sorunların çözümünde üstelenme1 11. Sosyal Bilimler Kongre’sinde sunulan bildirinin gözden geçirilmiş halidir (9-11 Aralık 2009 ODTÜ/Ankara). leri gereken sorumlulukla ilgili giderek artan vurgu sivil toplum örgütlerinin bu alanda daha çok yer alması gerekliliği düşüncesiyle de birleşince, yoksulluk dâhil çoğu sosyal sorunun çözümünde devlet temel aktör olmaktan çıkıyor. Sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin sunumu, refah karması (welfare mix) olarak adlandırılan anlayış çerçevesinde piyasaya, sivil toplum örgütlerine ve dini kurumlara havale ediliyor. Bu bildiride, Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin gelişimi ve mevcut durumu genel hatlarıyla özetlenerek, yaşanmakta olan dönüşümün Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu ile Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun pratikleri ve yeniden yapılandırılması üzerinden eleştirel bir değerlendirmesinin yapılması amaçlanmıştır. Anahtar Sözcükler: Refah devleti, sosyal politika, sosyal yardım, sosyal hizmetler, refah karması ABSTRACT We are witnessing another cyclical crisis of capitalism now, which is also transforming the social policy. Social work, which is one of the important realms of social policy, is transforming and being transformed during this process. Within this transformation, we see a retreat to charity in the supply of social services that had been advanced from charity to philantrophy and then to the basis of citizenship and human rights during the welfare state. When the increasing emphasis on the responsibility that individuals, family and the society should undertake in solving social problems is combined with the reasoning that civil society organisations should take place in the supply of social services, the state relinquishes being the main actor in solving social problems including poverty. Social assistance and the supply of social services have been assigned to the market, civil society organisations and religious organisations within the framework of this understanding, which is called “welfare mix”. This paper, 175 Toplum ve Sosyal Hizmet aims to make a critical evaluation of the ongoing transformation with reference to the practices and restructuring of Social Assistance and Solidarity Fund and The Agency for Social Services and Children Protection after giving a brief summary of the development and existing situation of social aid and social services in Turkey. Key Words: Welfare State, social policy, social assistance, social services, welfare mixed GİRİŞ Refah devleti uzlaşmasıyla tarihinde ve toplumsal yaşamda önemli değişimlere yol açan kapitalizm, krizlerle ilerlemeye devam eden bir sistem olarak varlığını sürdürüyor. Yaşanan her krizinin ardından başta toplumsal yapıda olmak üzere yaşamın her alanında yarattığı etkiler ise tartışmalara yol açmaya devam ediyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaklaşık olarak otuz yıl hüküm süren refah devleti dönemi ve uygulamalarıyla yaygınlaşan sosyal politika sözü edilen tartışmaların yoğunlaştığı alanların başında geliyor. Refah devletinin altın çağının sona erdiği, sosyal politikada yeni yaklaşımların ortaya çıktığı bu dönemde, sosyal politikaların başlıca hedefi olan yoksullukla mücadele yaşanmakta olan değişimin en görünür olduğu alanlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Refah devletlerinin yoksullukla mücadelede en önemli araçlarından olan sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin sunumundaki dönüşüm ise sosyal politikadaki paradigma değişiminin merkezinde yer alıyor. Bu dönüşümde, hayırseverlikten, filantropiye, refah devleti uygulamalarıyla da vatandaşlık ve insan hakları temelinde gelişen sosyal yardım ve sosyal hizmet 176 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 sunumundan tekrar hayırseverliğe bir gerileme yaşanıyor.2 Birey, aile ve toplumun toplumsal sorunların çözümünde üstelenmeleri gereken sorumlulukla ilgili giderek artan vurgu sivil toplum örgütlerinin bu alanda daha çok yer alması gerekliliği düşüncesiyle de birleşince, yoksulluk dâhil çoğu sosyal sorunun çözümünde devlet temel aktör olmaktan çıkıyor. Refah devletinin temel işlevlerinden biri olan yoksullar ve diğer korunmaya muhtaç toplum kesimlerine yönelik sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin sunumu, refah karması (welfare mix)3 olarak adlandırılan anlayış çerçevesinde piyasaya, sivil toplum örgütlerine ve dini kurumlara havale ediliyor. Avrupa refah devletlerinde sözü edilen dönüşümler4 yaşanırken, sosyal devlet olduğu sıklıkla vurgulansa da refah devleti5 geçmişi olmayan dolayısıyla 2 Filantropi, (philanthropy), Latince kökenli olup, “insan sevgisi” anlamına gelmektedir. Hayırseverlik (charity) ve filantropi sıklıkla birbirlerinin yerine kullanılmakla birlikte, burada “hayırseverlik” dini duygularla, filantropi ise, dini duyguların yanı sıra gelişen hümanizmin de etkisiyle insan sevgisiyle yapılan yardımları anlatmak için kullanılmıştır. 3 Refah karması (welfare mix), kavramı, sosyal (ve medikal) hizmetlerin sunumunda kamu dışındaki aktörlerin yer almasını ifade eder. Bu aktörler, piyasa, aile, gönüllü kuruluşlar ya da sivil toplum örgütleri v.b. olarak sıralanır (Bode, 2006; Taylor-Gobby 2002; Bahle, 2008). 4 Avrupa Refah devletlerinde sosyal hizmetlerin dönüşümüne ilişkin ayrıntılı bir çalışma için bkz. Adams, A., Erath, P., Shardlow, S. (2000.). Fundementals of Social Work in Selected European Countries. Dorset: Russel House Publishing. 5 Sosyal devlet ve refah devleti sıklıkla birbirinin yerine kullanılmakla birlikte buradaki kullanımda sosyal devlet, daha çok toplumsal mücadelelerle elde edilen haklar ve yurttaşlığın Şahin Taşğın ve Özel sosyal politikanın gelişemediği, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerinin sunumunun vatandaşlık ve insan hakları temelinde kurumsallaşmasını sağlayamadığı ülkemizde de benzer dönüşümler yaşanıyor. Yoksulluğun artması ve daha da görünür hale gelmesiyle birlikte sosyal yardım harcamaları artarken bu yardımların gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşıp ulaşmadığı, yardımların yapılış şekli önemli tartışmalar yaratıyor.6 Sosyal hizmetlerin çeşitlenerek yaygınlaşması, özellikle özürlülere ve yaşlılara yönelik hizmet alanlarının piyasaya açılması eşliğinde gerçekleşiyor. ‘Sosyal devlet’ olduğumuzun sıklıkla vurgulandığı, ancak ‘sosyal’ olandan anlaşılanın iyice bulanıklaştığı bu dönemde, devlet hizmeti olarak kurumsallaşmasını halen tamamlayamamış sosyal hizmetler alanında sözü edilen değişimler yaşanırken olan bitene ilişkin tespit ve değerlendirmeler yaygın olarak –ülkenin önemli pek çok sorununda olduğu gibi- laiklik-İslamcılık ekseninden yapılıyor. Sosyal politikadaki yeni yaklaşımlarda ve bununla bağlı olarak sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanında yaşanan dönüşümde, kapitalizmin içinde bulunduğu kriz koşullarıyla, sermaye birikim rejiminin değişmekte olan ihtiyaçlarının gelişimiyle, refah devleti ise, II. Dünya Savaşı sonrası uygulanmaya başlayan Keynesyen ekonomik politikaların ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal tarihsel olarak yarattığı etkiler bakımından ele alınmıştır. 6 Yerel seçimler öncesi Tunceli Valiliği’nin başlattığı ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı aracılığıyla dağıtımı yapılan “her eve beyaz eşya” kampanyası, iktidar partisinin yerel seçimler öncesi seçim yatırımı olarak değerlendirilerek kamuoyunda vakıfların işleyişine ilişkin ciddi tartışmalara yol açmıştı. http://arsiv. ntvmsnbc.com/news/474480.asp belirleyici olduğu, yeni yaklaşımların ve hizmet modellerinin yoksulların yönetilmesinin önemli bir aracı haline geldiği kabul edilmektedir. Küreselleşmenin etkilerinin belirleyici ve neo-liberalizmin baskın ideoloji olduğu bu dönemde dünya kapitalist sistemine eklemlenmiş Türkiye’de de bu yeni sosyal politika yaklaşımları IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum programları ile başlamış olup, Avrupa Birliği uyum süreci ile devam etmektedir. Avrupa Birliği adaylık sürecinde yapılması gerekli değişiklikler, Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin eksiklik ve zayıflıklarını ortaya çıkarmış, bu iki alana ilişkin gerek politik gerek akademik düzeyde yapılan çalışmalar artmıştır. Avrupa refah devletlerinin geçirdiği dönüşüm ve refah devleti uzlaşmasının sona ermesinin yarattığı ortamda, refah karması (welfare mix) yaklaşımının öne çıkması, Türkiye’de ilk kez bu denli ilgi odağı olan sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanında yapılmakta olan ve yapılacak değişimlerin de bu yönde olduğunu/olacağını göstermektedir. Değişimin yönünün nasıl olacağında hiç kuşkusuz, Türkiye’nin sosyal politika geleneği –böyle bir geleneği olmadığını haklı olarak kabul edenler de olmakla birlikte- ile AB adaylık süreci belirleyici olacaktır. Ancak, söz konusu değişimde –ya da yeniden yapılanmada- sosyal yardım ve hizmetlerin, yalnızca yoksullar ya da korunmaya muhtaç kesimler için değil, aynı zamanda tüm vatandaşlar bir hak olarak savunulması gerekliliğini ve insan haklarının korunmasının ve gerçekleşmesinin unsurları olduğunu görebilen ve bunu politika gündemine taşıyabilen bir duruşu yaratabilmek önemli görünmektedir. Bu bildiride, 177 Toplum ve Sosyal Hizmet Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin gelişimi ve mevcut durumu genel hatlarıyla özetlenerek, Avrupa Birliği adaylık sürecindeki dönüşümünün, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu ile Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun pratikleri ve yeniden yapılandırılması üzerinden eleştirel bir değerlendirmesinin yapılması amaçlanmıştır. Türkiye’de Sosyal Yardım ve Sosyal Hizmetlerin Gelişimi Sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin sunumunda modern yaklaşımların Türkiye’de tartışılmaya başlanmasının yeni olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Refah devleti geleneğine sahip olmayan (Yalman, 2007:1) Türkiye’de batılı anlamda sosyal hizmetler, 1960’lı yıllardan sonra gelişmeye başlamıştır. Sosyal hizmetlerin kamusal sunumu konusunda 1980’li yıllarda Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü’nün kurulmasıyla yeterli olmayan bir kurumsallaşma başlamış ve devlete düşen görevler kısmen de olsa kabul edilmiştir. Ancak sosyal yardım alanında, hayırseverlik ve sosyal dayanışma anlayışının ötesine geçilerek, sosyal yardımın hak olarak görüldüğü bir anlayış gelişememiştir. Yoksullukla mücadelede Avrupa refah devletlerinin en önemli sosyal politika araçları olarak gelişmiş olan bu iki hizmet alanı, Türkiye’de gerek vatandaşlık hakları gerekse sosyal haklar bakımından Avrupa refah devletleri düzeyine erişememiştir.7 7 Türkiye’de sosyal politika ve sosyal hizmetlerin gelişmemişliğine ilişkin yapısal sorunları tartışan ayrıntılı bir çalışma için bkz: Cılga (2001). Yoksullukla mücadele ve sosyal yardımı hak olarak gören bir sosyal politika anlayı- 178 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin sunumunun ve niteliğinin son yıllarda daha fazla tartışılmaya başlanmasında iç dinamikler ve ihtiyaçlar değil, bir yandan IMF ve Dünya Bankasının yoksulluk olgusuna bakışları öte yandan da Türkiye’nin AB adaylık süreci etkili olmuştur. AB adaylık sürecinin etkisini iki açıdan ele almak mümkündür. İlki, AB uyum sürecinde kabul edilerek iç hukukta geçerli hale gelen temel insan hakları sözleşmeleri çerçevesinde özellikle çocuklar ile kadınlar açısından sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin sunumundaki eksiklerin daha görünür hale gelmesidir. İkincisi ise, AB’nin yoksulluk ve sosyal dışlanmayla mücadele stratejisi kapsamında bu alanda hazırlanması gereken Ortak İçerme Belgesi (Joint Inclusion Memorandum -JIM) ve Ulusal Plan’dır. Avrupa Birliği’nin yoksulluk ve sosyal dışlanmayla mücadele stratejisinde, sosyal yardım ve sosyal hizmetler yoksulluk ve sosyal dışlanmanın önlenmesinin önemli araçları olarak öne çıkmaktadır.8 Ortak İçerme Belgesi, Türkiye’nin katılım öncesi yardımlardan yararlanması için önceliklerin belirlenmesinde temel stratejik şının Türkiye’de neden gelişemediğini tartışan bir çalışma için bkz: Buğra (2008). 8 Avrupa Birliği sosyal politika belgelerinde, Avrupa Birliği ve ekonomisinin temel dayanaklarından biri olarak kabul edilen sosyal hizmetler, tümüyle ekonomik büyümenin sağlanması için piyasa sisteminin sorunsuz işlemesinin sağlanması çerçevesinde ele alınmaktadır. Sosyal hizmetlere yaklaşımda, refah devleti döneminden ayrışan en önemli yan, bu hizmetlerin sunumunda kamunun sorumluluğu vurgusunun azaltılması ve uzun vadede tamamen kaldırılmasının hedeflenmiş olmasıdır. Ayrıntılı bilgi için bakz. Implementing the Community Lisbon programme:Social services of general interest in the European Union. (COM (2006) 177. Şahin Taşğın ve Özel belgelerden birini oluşturacaktır.9 Aday ülke ve Komisyon tarafından ortak olarak hazırlanan bir belge olan Ortak İçerme Belgesi, kabul edildiğinde, her iki tarafın üst düzey temsilcileri tarafından imzalanacak ve Türkiye’de yoksulluk ve sosyal dışlanma ile mücadele ile ilgili başlıca politikaları belirleyecektir. Ortak İçerme Belgesi’nin hazırlanma süreci Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin dağınık yapısını, Avrupa standartları bakımından zayıflıklarını ve insan haklarını korumadaki yetersizliklerini ortaya çıkarmıştır. Aslında Çocuk Hakları ve Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmeleri çerçevesinde ilgili komitelere sunulmak üzere ülke raporlarının hazırlanması aşamalarında da bu iki alandaki standartların düşüklüğü ve uygulamaların yetersizliği ortaya çıkmıştı.10 Ancak Ortak İçerme Belgesi ve Ulusal Plan hazırlanması süreçlerinin, ülkenin bu iki alandaki zayıflığının tüm açıklığıyla ortaya çıkmasını ve acil olarak bir şeyler yapılması gerektiğinin fark edilmesini sağladığı söylenebilir. Bu belgenin halen hazırlanamamış olması da, sosyal yardım ve hizmetler alanında Türkiye’nin ne denli geri bir noktada olduğunun kanıtı olarak değerlendirilebilir. hizmetlerle ilgili ilk uygulamalar olduğu kabul edilmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarından modern anlamda sosyal hizmetlerin geliştirilmesi çalışmalarının başladığı 1960’lı yıllara değin Darülacaze, Türkiye Kızılay Derneği11 ve Çocuk Esirgeme Kurumu12 bu alanlarda faaliyet yürüten başlıca kurumlardır. Ayrıca, tatil yasası (1925), kadın ve çocuk işçilerin çalışma koşullarını düzenleyen Umumi Hıfzısıhha Yasası (1930), İş Yasası (1936) gibi çeşitli yasal düzenlemelerle getirilen uygulamalar da doğrudan sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanında olmasa da ilk sosyal politika uygulamaları olarak kabul edilmektedir (Kongar, 1978: 194-195; Buğra, 2008:140-155). Osmanlı İmparatorluğu döneminde dinsel yönelimlerle insanlara yardım eden vakıflar ve mesleki dayanışma amaçlı loncaların sosyal yardım ve sosyal “Türkiye’de eski usule dayanan sadaka ve hayrata dayalı sosyal yardım sisteminin ekonomik kriz sonrasında zayıf kaldığı ve sona erdiği, 9 Bu sürecin ayrıntıları için bkz: http://www. sydgm.gov.tr/tr/html/195/JIM+Belgesi/ 10 Sunulan ilk ülke raporunun ardından BM Çocuk Hakları Komitesince yapılan değerlendirmeler için bkz: Çocuk Hakları Komitesinin Sonuç Gözlemleri: Türkiye. CRC/C/15/Add.152/ 8 Haziran 2001. Yoksullukla mücadelede daha modern yaklaşımların geliştirilmesi konusunda Birleşmiş Milletler tarafından 1954 yılında başlatılan girişimler, ancak 1959 yılında sonuçlanmış ve 1959 yılında bir Sosyal Hizmetler Enstitüsü kurulmuştur. Enstitü kurulmasıyla ilgili olarak hazırlanan kanun taslağının gerekçesinde, sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanında Batı’da 16. yüzyıldan bu yana alınan resmi önlemler tartışılıyor, Türkiye’nin bu alandaki geriliği ifade ediliyordu. Gerekçede ayrıca, 11 1947 yılında bu adı alıyor. 12 1921’de Ankara’da bir grup devlet görevlisi ve gönüllüler tarafından kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin adı 1935 yılında Çocuk Esirgeme Kurumu olarak değiştirilmiş ve kuruma 1937 yılında kamu yararına faaliyet gösteren bir kurum statüsü verilmiştir. 179 Toplum ve Sosyal Hizmet 1920’den sonra ülkede uzun süre sosyal yardımın parasız hizmet sunan hastane ve tedavi kurumları kurmak olarak anlaşıldığı, 1928 yılında Paris’te toplanan uluslararası sosyal hizmetler kongresinde Bulgaristan ve Yunanistan’ın sayıları az da olsa ülkelerindeki sosyal hizmet faaliyetlerini bildirmelerine karşın Türkiyeli delegelerin sadece tedavi kurumlarının yatak sayısını verdikleri ve Kızılay Cemiyetinden bahsettikleri, gelişmiş ülkelerin Asya ve Afrika’daki koloni ve sömürgelerinde dahi yerel şartlara göre sosyal hizmet merkezleri kurulduğu ve çalıştığı… Balkan ülkelerinin yanı sıra Yakın Doğu ülkelerinin hemen hepsinin bu konuda bizden önde olduğu… Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından gönderilen uzmanların da diğer konulardaki ileriliğimize rağmen, sosyal hizmet bakımından Yakındoğu’nun en geri ülkesi olmamızı bir türlü açıklayamıyor ve zengin bir ülke olmadığımız halde yoksullukla modern şekilde neden savaşmadığımıza şaşmakta idiler” deniliyordu.13 (Buğra 2008: 171-172). 1959 yılında kurulmuş olan Sosyal Hizmetler Enstitüsüne bağlı Sosyal Hizmetler Akademisi de 1961 yılında açılmış ve ilk mezunlarını 1965 yılında vermiştir. 1963 yılında Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü kurulmuş, illerde Sosyal Hizmet Koordinasyon Kurulları oluşturulmuş ve İl Sağlık Müdürlükleri içerisinde Sosyal Hizmetler Müdürlükleri örgütlenmiştir. Sosyal hizmetler 13 Kanun gerekçesinden yapılan bu alıntı, politikacıların bu konudaki zihniyetinin halen değişmediğini göstermesi bakımından çarpıcıdır. 180 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 ve sosyal çalışma konusundaki eğitim ihtiyacı nedeniyle 1967 yılında Hacettepe Üniversitesinde de sosyal çalışma eğitimine başlanmıştır (Kongar, 1978: 196). Bu iki eğitim kurumu 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında birleştirilerek Hacettepe Üniversitesi’ne bağlanmış ve 2000’li yıllara değin sosyal hizmet alanında yüksek eğitim veren tek kurum olarak kalmıştır. Kamuda genel olarak sosyal hizmet alanı olmak üzere sağlık, eğitim, yerel yönetimler gibi diğer alanlarda da yeterli örgütlenmeye gidilmemesi nedeniyle sosyal hizmet uzmanı talebi tabandan gelen bir talebe dönüşmemiştir (Karatay, 2007: 315). 1983 tarihinde kabul edilen 2828 sayılı yasa ile Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun kurulması, sosyal hizmetlerin sunumunda devlete sorumluluk yükleyen ve kurumsallaşmanın başladığı bir dönem olmuştur. Sosyal yardım alanında ilk kapsamlı uygulama olan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu ise 1986 yılında kurulmuştur. Sosyal yardım programları, 81 il ve 850 ilçede mülki idare amirleri başkanlığındaki toplam 973 Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı kanalıyla gerçekleştirilmektedir. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu faaliyetleri, Başbakanlık bünyesinde, Fon Sekretaryası tarafından yürütülmekte iken, 2004 yılında Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Türkiye’de sosyal yardımın bir “hak” ve yoksulluğun önlenmesinde önemli bir araç olarak değil, sosyal yardımlaşma ve dayanışma yoluyla hayırseverlikle çözülebilecek bir sorun olarak görüldüğü, bu alanda faaliyet yürüten en kapsamlı kurumun adından anlaşılmaktadır. Şahin Taşğın ve Özel 1960’lı yıllar gerek sosyal politikalar gerekse çalışma yaşamı ilişkilerine ilişkin düzenlemeler ve sosyal güvenlikle ilgili kaydedilen gelişmeler bakımından bir zihniyet dönüşümünün yaşanmaya başlandığı yıllar olarak kabul edilebilir. Bu alanda çalışacak meslek elemanlarının yetiştirilmeye başlandığı bir eğitim kurulmasıyla başlayan sürecin sosyal hizmetler alanına da bir ivme kazandırdığı söylenebilir. Avrupa’da refah devletlerinin yükseldiği, sosyal politika ve sosyal hizmetler alanında önemli gelişmelerin yaşandığı bu dönemde, Türkiye’de de Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na bağlı olarak faaliyet yürüten Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü, Sosyal Hizmetler Akademisi ve gönüllü derneklerin işbirliği ile 1959 yılında ilki yapılan Ulusal Sosyal Hizmetler Konferansları düzenlenmeye başlanmıştır. Bu konferanslarda sunulan çalışma grupları raporları, tebliğler ve konuşmalara bakıldığında, aile, çocuk ve gençlik, özürlüler, hizmetlere halkın katılımı, insan hakları ve sosyal hizmetler, vb. gibi konularda mevcut durum, hizmetler, sorunlar ve yapılması gerekenlere ilişkin kapsamlı değerlendirmeler yapıldığı ve önerilerde bulunulduğu görülmektedir. Örneğin Üçüncü Ulusal Sosyal Hizmetler Konferansı’nda (1968) sunulan çeşitli tebliğlerde ve raporlarda, bu konularda günümüzde de yapılmakta olan tespitler ve öneriler vardır: sosyal hizmetler alanında faaliyet yürüten kuruluşların dağınıklığı, hizmette standardın bulunmayışı, hizmet sunumunda objektif ve bilimsel kriterlerin geliştirilmesi gerekliliği, donanımlı personele ihtiyaç olduğu, sosyal hizmetlerin insan haklarının korunması bakımından vazgeçilmezliği gibi. Kırk bir yıldan bu yana ülkede sosyal hizmetlerin geliştirilmesiyle ilgili olarak yapılmakta olan önerilere rağmen bu alanda neden hala benzer sorunlar yaşanmakta ve benzer önerilerde bulunulmaktadır? Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin modern ve batılı anlamda kurumsallaşması ve gelişmesinde neden geç kalınmıştır? Bu sorular daha çoğaltılabilir. Ancak bu soruların yanıtlarını vermeye çalışmak, bu çalışmanın sınırlarını aşmaktadır. Son yıllarda, sosyal hizmetler dışındaki akademik alanlarda da –iktisat, siyaset bilimi, çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri, hukuk gibi- sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanının sorunlarıyla ilgili çalışmaların arttığı gözlenmekte olup, bu çalışmaların yukarıdakilere ve benzer sorulara yanıt verme ve tartışmaların zenginlenerek çeşitlenmesini sağlama açısından umut verici oldukları söylenebilir. Ancak, alana yönelik artan bu ilgide, yoksulluğun ve görünümlerinin artması kadar Türkiye’nin AB adaylık sürecinin yarattığı ortamın da etkisi olduğu yadsınamaz. Sosyal Yardım ve Sosyal Hizmetlerin Mevcut Durumu Türkiye’de farklı yasalarda sosyal yardım ve sosyal hizmetlere ilişkin uygulamaları içeren düzenlemeler bulunmaktadır. Bunun bir sonucu olarak da doğrudan sosyal yardım ve sosyal hizmetler sunmakla görevlendirilmiş olanların yanı sıra çok sayıda kurum ve kuruluş da bu alanda faaliyette bulunmaktadır. Hizmetlerin dağınıklığı, hizmet sunumunda objektif kriterler bulunmayışı, mükerrerliği, kaynakların etkin kullanılamayışı gibi pek çok sorun bu farklı yasal düzenleme ve uygulamalardan da kaynaklanmaktadır. 181 Toplum ve Sosyal Hizmet Sosyal yardım alanında faaliyet yürüten en kapsamlı kurum Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü’dür. İl ve ilçe düzeyinde örgütlenmiş Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları, gıda, yakacak, ilaç gibi acil gündelik ihtiyaçların karşılanmasını içeren aylık periyodik yardımlar, sağlık yardımları, özel amaçlı yardımlar, eğitim yardımları, yakacak yardımları, gelir getirici ve istihdam yaratıcı proje yardımları sunmaktadır. 2022 sayılı yasa kapsamında muhtaç, güçsüz ve kimsesizlere aylık bağlanması, Yeşilkart kapsamında yapılan sağlık yardımları, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından muhtaç, özürlü ve yetimlere yapılan aylık yardımlar ile aşevleri hizmeti ve Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından yapılan ayni ve nakdi yardımlar diğer sosyal yardımlar olarak sıralanabilir.14 Sayılan bu sosyal yardımlar içerisinde en objektif olanının ve bir hak olarak değerlendirilebilecek yardımın 2022 sayılı yasa kapsamında yapılan yardımlar olduğu kabul edilmektedir (Buğra, 2008). Türkiye’de sosyal hizmetler büyük oranda Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü tarafından yürütülmektedir. SHÇEK Genel Müdürlüğü, sosyal yardımı da 14 Bunların yanı sıra, Adalet Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı gibi bakanlıkların çeşitli yardım programları ile YÖK, Üniversiteler, Belediyeler, İl Özel İdareleri kimi kurumların çeşitli hizmetleri de sosyal yardım başlığı altında değerlendirilmektedir (Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu Raporu 2009: 4-5). 182 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 içermekle birlikte ağırlıklı olarak sosyal hizmetler alanında faaliyet yürüten ve sosyal hizmetlerin kamusal sorumluluğu anlayışıyla sosyal devlet ilkeleri çerçevesinde örgütlenmiş bir kamu kuruluşu niteliğindedir. Ayrıca, Adalet Bakanlığı tarafından tutuklu ve hükümlere yönelik olarak sürdürülen hizmetler, özellikle de denetimli serbestlik kapsamında sunulan hizmetler, Aile Araştırma Kurumu, Özürlüler İdaresi Başkanlığı, Kadının Statüsü ve Sorunları Daire Başkanlığı, Devlet Planlama Teşkilatının GAP-Sosyal Destek Programı ile AB eğitim ve gençlik programları faaliyetleri, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının çalışan çocuklarla ilgili faaliyetleri başta olmak üzere diğer pek çok Bakanlık ve bağlı kuruluşlarının yanı sıra Kredi ve Yurtlar Kurumu, Belediyeler, İl Özel idareleri gibi çok sayıda kurum ve kuruluşun da sosyal hizmet olarak değerlendirilebilecek hizmet sunduğu kabul edilmektedir (Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu Raporu, 2009: 4-5). Farklı kurumların çeşitli düzey ve içeriklerde çalışmaları bulunsa da Türkiye’de korunmaya muhtaç çocuklar (gençler dahil), yaşlılar, özürlüler, kadın ve aileye yönelik hizmetleri planlamak, geliştirmek ve yürütmekle sorumlu ve yetkili, tüm illerde örgütlenmesi bulunan kurum SHÇEK Genel Müdürlüğü’dür. Kurumun yapısında ve işleyişinde 2000’li yıllardan bu yana yapılmakta olan değişikliklerde, hizmetin çeşitlenmesi ve niteliğinin yükseltilmesi çalışmalarının yoğunlaştığı görülmektedir. Öte yandan bu hizmet alanlarında yerelleşmenin, sivil toplum örgütlerinin etkinliğinin ve kar amaçlı özel kuruluşların artarak yer almaya başlaması dikkat çekicidir. Özellikle Şahin Taşğın ve Özel yaşlılık ve özürlülük alanında başlayan piyasa açılma sürecinde çok sayıda kar amaçlı özel kuruluşun bu alanlarda faaliyet yürütmeye başlamasına yol açmıştır. Sosyal hizmetlerin piyasaya açılmasının diğer bir boyutu da kurumun halen yürütmekte olduğu korunmaya muhtaç bireylere yönelik koruma ve kurum bakımı hizmetlerinin yürütülmesinde bakım ve temizlik hizmetlerinin özel hizmet alımı yoluyla gerçekleştirilmesidir. Kurum 2009 yılı sonu itibariyle taşra teşkilatında 883 kuruluşta (il, ilçe müdürlükleri de sayıya dahil olmak üzere çocuk yuvası, yetiştirme yurdu, huzurevi, rehabilitasyon merkezi gibi) toplam 21.003 personel ile hizmet vermektedir. Bu personelin 9.384’ü kadrolu, 74’ü 4/B, 29’u işçi statüsünde olup 11.545’i özel hizmet alımı yoluyla istihdam edilmektedir (SHÇEK 2009 Yılı Faaliyet Raporu: 10). Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmet uygulamalarına ilişkin çeşitli sorunlar ve eleştiriler, kurumların uygulamalarına ilişkin problemler kamuoyunda sıklıkla yer almaktadır. En çok tartışma da Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu ile 973 il ve ilçede kurulmuş bulunan Sosyal Yardımlaşma ve Vakıfları’nın uygulamalarına ilişkin yapılmaktadır. Fon ve Vakıfların işleyişine ilişkin eleştiriler, ulusal düzeyde tanımlanmış yoksulluk ölçütü bulunmadığından sosyal yardımların yapılışında objektif değerlendirme kriterlerinin bulunmayışı, bununla bağlantılı olarak keyfi uygulamalar ve özellikle siyasi etkilere açık olmasıdır. SHÇEK Genel Müdürlüğü ve bağlı kuruluşlar ve bu kuruluşlarda yaşanan sorunlar ise daha çok sunulan hizmetin niteliğinin düşüklüğü ve ihtiyaca cevap verecek yeterlilikte olmayışı, bütçe, personel ve altyapı bakımdan yetersizliği, bakım ve koruma altındaki çocuk, yaşlı ve özürlülere kötü muamele uygulamaları gibi konularda gündeme gelmektedir. Sosyal hizmetler alanında tartışmalı bir konu da yukarıda da değinildiği gibi bu alanda hizmet sunumunun piyasaya açılmış olmasıdır. Avrupa Birliği Adaylık Sürecinde Sosyal Yardım ve Sosyal Hizmetlerin Yeniden Yapılanmasına İlişkin Gelişmeler Avrupa Birliği adaylık süreci Türkiye açısından pek çok alanda olduğu gibi sosyal yardım ve sosyal hizmetler bakımından da pek çok sorunun daha görünür olduğu ve tartışma zeminin geliştiği bir ortam yaratmıştır. Bu çerçevede her iki hizmet alanının sorunları ve bu sorunlara ilişkin çözüm önerileri içeren çok sayıda çalışma yapılmış, raporlar hazırlanmıştır. Sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanında bir dönüşüm ve yeniden yapılanma bu alanlarda faaliyet yürüten kurumların ve hükümetin gündemdedir. Değişim ve yeniden yapılanma yönündeki yönelimi sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanında faaliyet gösteren Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Müdürlüğü ile Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü’nün 2006 yılından bu yanan yayımlanma olan faaliyet raporları ve stratejik planları, Dokuzuncu Kalkınma Planı ve Özel İhtisas Komisyonlarının Raporlarından izlemek mümkündür. Ayrıca 60. Hükümet Programı Eylem Planı ile Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu 183 Toplum ve Sosyal Hizmet Raporu15 da değişimin ne yönde olacağına ilişkin veriler sunmaktadır. Dokuzuncu Kalkınma Planı Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporunda, gelir dağılımı, yoksulluk ve sosyal dışlanma ile ilgili olarak Birleşmiş Milletlerin “Binyıl Kalkınma Hedefleri” ve Avrupa Birliği’nin “Lizbon Stratejisi”nin Türkiye için oldukça önemli olduğu belirtilmektedir (ÖİK Raporu 2007: 48). Raporda, Türkiye’deki sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin kapsamının giderek genişlemekle birlikte kapsam ve erişilebilirliğinin sınırlı kaldığı belirtilmekte ve sorunlarla ilgili bazı tespitler yapılarak çözüm önerileri aktarılmaktadır. Bunlar, kurumların personel yetersizliğinin giderilerek, mevcut personelin etkili bir denetimle verimli çalışmasının sağlanması, yoksullukla etkin mücadele edebilmek için öncelikle Türkiye’de yoksulluğun boyutlarının daha iyi tespit edilebilmesi için araştırma yapılması, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerden yararlanacak ihtiyaç sahiplerinin farklı kurumlarca farklı tanımlanmasının yarattığı sorunların giderilmesi için bu kurumlar arasında koordinasyonun sağlanması, ulusal ölçekte bir yoksulluk kriteri tanımlanması ve merkezi bir veri tabanı oluşturulması, hizmet tekrarlarının önlenmesi ve en önemlisi de sosyal yardımın bir hak olarak tanımlanmamış olmasının yarattığı keyfilik ve siyasi 15 Türkiye’deki Sosyal Yardımlar ve Sosyal Hizmetler Alanındaki Yasal ve Kurumsal Yapının İncelenmesi, Aile, Çocuk, Özürlü, Yaşlı ve Diğer Kişilere Götürülen Sosyal Hizmetlerin ve Sosyal Yardımların Genel Olarak Değerlendirilmesi, Bu Hizmetlerin Düzenli ve Verimli Şekilde Yürütülmesinin ve Geliştirilmesinin Sağlanması Hakkında Araştırma ve İnceleme Raporu. 184 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 etkilere açık olma durumunun giderilmesidir (ÖİK Raporu 2007: 48). Raporda, Türkiye’de gelir dağılımı yoksulluk ve sosyal içermeyle ilgili olarak yapılan analizde, kurumsal kapasite yetersizliği ve koordinasyon eksikliği zayıf yönler, uygulanan neo-liberal politikaların sosyal politikaları zayıflatması ise tehditler olarak değerlendirilmiştir (ÖİK Raporu 2007: 53). Bu iki unsurun ve özellikle ikincisinin sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin bir yeniden yapılanmaya girdiği bu süreç açısından da risk oluşturduğu açıktır. Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu’nun 2013 vizyonuna göre Türkiye, “AB ülkeleri seviyesinde daha adil bir gelir dağılımı hedefleyen, her yurttaşın insanca yaşama hakkını kurum ve kuruluşlarıyla güvence altına alan, insan kaynaklarının geliştirilmesine ve istihdam odaklı sürekli ve istikrarlı bir ekonomik büyümeyi sağlayan ve kamunun öncülüğünde STK, özel sektör, üniversiteler, medya ve vatandaşların katkı ve katılımıyla sosyo-ekonomik politikaların geliştirilmesi yoluyla yoksulluğu önleyen bir ülke” olarak belirlenmiştir. Komisyon tarafından 2013 vizyonuna dönük olarak temel amaç ve politikalara ilişkin dört sorun alanı tespit edilmiş, her sorun alanına yönelik stratejik amaçlar belirlenmiş ve bu amaçlara uygun eylem ve politikalar ile kurumsal düzenlemeler önerilmiştir. Belirlenen sorun alanlarından üçü sosyal yardım ve sosyal hizmetlerle, sonuncusu ise yoksulluğun temel nedeninin yüksek işsizlik ve kayıt dışı sektörün büyüklüğü ve gelir dağılımı olmasıyla ilgilidir. Sosyal yardım ve sosyal hizmetlerle ilgili sorun alanlarından ilki, yoksullukla mücadelede ve adil gelir dağılımını Şahin Taşğın ve Özel gerçekleştirmede etkili bir politikanın bulunmamasıdır. Bu soruna yönelik stratejik amaç “adil gelir dağılımını hedefleyen, fert başına düşen millî gelire endeksli hayat standardına göre belirlenmiş sınırın altında kalan bireylere kamusal sosyal hizmetler ve yardımların oluşturulması”dır. Bunun için kurumsal dağınıklığın (2022, 3294 ve benzeri) “Kurumsal Sosyal Yardım Kanunu” adı altında tek bir kanuni düzenleme ile giderilmesi ve yoksullukla mücadele eden en az dört kurumun (SHÇEK, SYDGM, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Emekli Sandığı) bir çatı altında toplanması önerilmiştir. Ayrıca nakdi sosyal yardımların yanında aile odaklı psikososyal hizmetlerle “yoksulluk kültürüne” karşı etkin programlar hazırlanması alınması gerekli diğer tedbirler olarak belirlenmiştir. İkinci sorun alanı, gelir dağılımı ve yoksullukla mücadele devletin görev ve sorumluluğunun ön plana çıkarılmaması, konunun piyasa ve aile dayanışması ilişkilerine bırakılmasıdır. Stratejik amaç da şöyle ifade edilmiştir: “yoksulluk sadece ekonomik bir sorun değildir; aynı zamanda temel hakların yaşanamaması durumudur. Amaç sadece belirli bir gelir düzeyini sağlamak yerine, sosyal içerme ve insanca yaşam haklarını da gözeten gelir dağılımı ve yoksullukla mücadele programlarının geliştirilmesi olmalıdır. Bu politikalar ise, yalnızca piyasa dinamiklerine ve aile dayanışma mekanizmalarına dayanılarak oluşturulamaz. Çözüme yönelik güçlü siyasi irade, aktif kamu öncülüğünde gelir dağılımındaki dengesizliklerin azaltılması ve yoksullukla mücadelede önerilen program ve faaliyet alanlarındaki uygulamalarla başarıya ulaşacaktır”. Üçüncü sorun alanı ise sosyal yardım kurumlarının kapasitelerinin yetersizliği ve koordinasyon eksikliği olarak belirlenmiş ve mevcut sosyal yardım kurumlarının kurumsal kapasitelerinin geliştirilerek, bu alanda hizmet veren sivil toplum kuruluşları ve gönüllü kuruluşlar arası etkili işbirliği ve koordinasyonun sağlanmasının gerekliliği vurgulanmıştır (ÖİK Raporu 2007: 61-66). Raporda, yoksulluğun azaltılması ve gelir dağılımın iyileştirilmesinde politikacıların bu konudaki yaklaşımlarının ve tutarlı bir politika izlenmesinin önemine değinilmiştir (ÖİK Raporu 2007: 83-84). Dokuzuncu Kalkınma Planının Sosyal Güvenlik Özel İhtisas Komisyonu Raporu’nda da, sosyal hizmetler ve sosyal yardımlar alanındaki zayıf ve güçlü yönler değerlendirilmiştir. Zayıf yönler olarak, Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu raporunda da dile getirilenlere benzer değerlendirmeler yapılmıştır. Bu raporda dile getirilen “neo-liberal politikaların sosyal politikaları zayıflatacağı” endişesi, Sosyal Güvenlik ÖİK raporunda, “kamu yönetimi reformu çerçevesinde sosyal yardımlar ve sosyal hizmetler alanının yerel yönetimlere ve sivil toplum kuruluşlarına devredilmesinin gündeme gelmesinin sosyal devlet ilkesinden uzaklaşma tehlikesi içerdiği” şeklinde daha açık olarak ifade edilmiştir. Ancak raporda ayrıca, Türkiye’nin geleneksel dayanışma ağlarının kuvvetli olduğu cemaatçi-muhafazakâr refah devleti modelinin özelliklerini taşıdığı ve bunun yoksulluk ve sosyal dışlanmayla mücadelede önemli bir avantaj sağladığı değerlendirmesi yapılmakta, tarihsel olarak güçlü bir vakıf geleneği ve toplumsal dayanışma kültürü bulunması da güçlülük olarak kabul 185 Toplum ve Sosyal Hizmet edilmektedir. Öte yandan da sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin bir hak olarak kabul edilmesinin önemine değinilmektedir (ÖİK Raporu 2007: 52-53). Sosyal Güvenlik Özel İhtisas Komisyonu 2013 vizyonu doğrultusunda sosyal devlet ilkesinden taviz verilemeyeceğini sıklıkla tekrar ederek, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin tüm bireylere tanınan bir sosyal hak niteliğine kavuşturulmasını temel politika olarak vurgulamıştır (ÖİK Raporu 2007: 69). Ancak Komisyonun geleneksel dayanışma ağları, vakıf geleneği ve toplumsal dayanışma kültürüyle ilgili değerlendirmeleriyle sosyal devlet ve hak temelli vurgularının kendi içinde önemli bir çelişki içerdiği görülmektedir. Öte yandan Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporunda ifade edilen “kamunun aktif sorumluluğu yerine alanın piyasa ve aile dayanışması ilişkilerine bırakılması” oldukça isabetli bir şekilde temel sorun alanlarından biri olarak değerlendirilmektedir. Bu durumda, iki komisyon raporu arasında da tespitler bakımından çelişki bulunmaktadır. Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin kamusal bir hizmet ve hak olarak sunumunun gelişmemişliğinde tam da ülkedeki geleneksel dayanışma ağlarının sürekli ön planda tutulduğu bir zihniyetin egemen olduğu düşünüldüğünde, Sosyal Güvenlik Özel İhtisas Komisyonunun bu değerlendirmesine katılmak mümkün görünmemektedir. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu tarafından hazırlanan Rapor, konuyla ilgili daha önce hazırlanmış tüm rapor, plan ve belgeler ile hizmetlerin incelenmesinin ardından hazırlanmıştır. Bu nedenle, aslında bu çalışmada da incelenen tüm rapor ve planlarda yapılan tespit ve değerlendirmeleri 186 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 içeren çözüm önerisi sunan en güncel rapordur. Raporda, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin “veren ve alan için gönüllülük esasına göre gerçekleştiği doğu kültürü ile “hak” temeline dayalı olarak gerçekleştirilmeye başlandığı batı kültürü arasında birisini tercih etmek yerine, iyi ve kötü yanlarını ele alarak kendimize özgü bir modeli geliştirmemiz gerektiği” belirtilmektedir. Bu çerçevede sosyal hizmet ve sosyal yardımlara ilişkin faaliyet ve programların, 1) “devletin denetim, gözetim ve sorumluluğunda toplumun her kesiminin (genel yönetim birimleri, yerel yönetimler, özel hukuk tüzel kişileri ve gerçek kişilerin) katılımı sağlanarak bir bütünlük içinde yürütülmesi, 2) yurt sathında dengeli dağılımına imkân verecek, görev boşluğu bırakılmayacak şekilde ve toplumun ihtiyaçları göz önünde tutularak planlanması ve düzenlenmesi, 3) merkezi ve yerel yönetimlerin dengeli ağırlıklarda temsil edildiği, sivil toplum ve özel girişimi de kapsayan karma bir yapının oluşturulması” şeklinde düzenlenmesi gerektiği değerlendirmesi yapılmaktadır (DDK Raporu 2009: 12-13). Sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin tümü ile yerel yönetimlere ve STK’lara devrinin sosyal devlet ilkesinden uzaklaşma tehlikesini getireceğinden hareketle, devletin gözetim, yönetim ve denetim sorumluluğunda karma bir yapı önerildiği belirtilmekte, bu yapının, maliyeti yüksek olan yönetim ve destek hizmetlerinin azaltılmasını sağlayacağı, hizmete ilişkin faydaların yanı sıra personel ve ödenek tasarrufu da sağlayacağı ifade edilmektedir (DDK Raporu 2009: 17-20). Raporda, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerle ilgili dağınık olan yasal düzenlemeleri toparlayan, farklı kurumlarca Şahin Taşğın ve Özel sürdürülen hizmetleri tek çatı altında toplayan, hukuksal çerçevesi ve kurumsal işleyişi ayrıntılarıyla anlatılan bir Sosyal Hizmetler ve Yardımlar Bakanlığı kurulması önerilmektedir.16 Bakanlığın, konuyla ilgili kurumların ve birimlerin birleştirilmesiyle merkez teşkilatı olarak kural koyan, düzenleme yapan, standart getiren, rehberlik eden ve denetleyen, uluslararası ilişkileri yürüten, bütçeden ayrılan ödeneği dağıtan bir yapıda olması öngörülmektedir. Bakanlığa bağlı olarak her ilde İl Sosyal Hizmetler ve Yardımlar Müdürlüğü, ilçelerde ya da uygun görülecek yerlerde İlçe Sosyal Hizmetler ve Yardımlar Müdürlükleri ve/veya Sosyal Hizmet ve Yardım Merkezleri ve/veya Sosyal Hizmet ve Yardım Bürolarının oluşturulacaktır. Müdürlüklerin sorumluluklarını belediyeler ve il özel idareleri ile paylaşabilme yeteneğine sahip olması ve sivil toplum katılımının sağlanmasında etkin rol alması gerekliliği vurgulanmaktadır. Buna göre, il müdürlükleri hizmetleri doğrudan kendisi gerçekleştirmeyecek, hizmetler öncelikle sivil toplum kuruluşları, sivil toplum kuruluşlarınca gerçekleştirilemeyen hizmetler belediyeler, belediyeler ve sivil toplum örgütlerince gerçekleştirilemeyen hizmetler il müdürlüklerince gerçekleştirilecektir (DDK Raporu 2009: 19-24). 60. Hükümet Programı Eylem Planında da “Sosyal güvenlik, sosyal yardım ve sosyal hizmet şemsiyesi bir organizasyonla tüm vatandaşları kapsayacak, sistemdeki dağınıklık, mükerrerlikler ve veri eksiklikleri giderilecektir” hede- 16 Dokuzuncu Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonları tarafından da farklılıkları bulunsa da, dağınıklığı tek çatı altında toplayan bir yapı önerilmektedir. fine yer verilmiştir.17 Devlet Denetleme Kurulu raporunda da hükümet programına göndermede bulunulmaktadır. Özetlenmeye çalışıldığı gibi, Raporların ve Planların hemen hepsinde benzer sorunlar –yasal ve kurumsal dağınıklık, personel ve donanım yetersizliği, objektif kriterlerin bulunmayışı vb.- tespit edilerek benzer çözüm önerileri –hizmetlerin tek bir çatı altında toplanması, veri tabanı oluşturulması ve hizmette standardın sağlanması v.b gibi- sunulmakla birlikte, farklılaşan yanlar da bulunmaktadır. Farklılaşma daha çok sorunların tespitinde ve çözümlere yönelik öneriler yapılırken kullanılan yaklaşımlarda ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Dokuzuncu Kalkınma Planı Sosyal Güvenlik Özel İhtisas Komisyonu sosyal devlet ilkesini sıklıkla vurgular ve sosyal yardımlar ve sosyal hizmetlerin sunumunda hak temelli bir yaklaşımı öne çıkarırken neo-liberal sosyal politika yaklaşımının öne çıkardığı geleneksel dayanışma ağlarının önemini vurgulamakla kendi içerisinde çelişkili bir bakışı yansıtmaktadır. Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu ise, bu konuda daha dikkatlidir ve üstelik sorunlar ve çözümlere ilişkin tespitlerinde neo-liberal sosyal politika anlayışının yarattığı tehditler ve risklerin farkında olarak bu risklere dikkat çekmektedir. Önerilerini de daha hak temelli ve kamunun öncelikli sorumluluğunu vurgulayan bir bakışla geliştirmekte, politik irade ve tutarlılığa dikkat çekmektedir. 60. Hükümet Programında konunun ele alınışı, Devlet Denetleme Kurulu Raporu ve SHÇEK’in Stratejik Planı ise 17 60. Hükümet Programı Eylem Planı, 12 http:// ekutup.dpt.gov.tr/plan/ep2008.pdf 187 Toplum ve Sosyal Hizmet birbirleriyle örtüşmektedir Buna göre, sosyal yardımlar ve sosyal hizmetlerin yeniden yapılandırılması ve dönüşümünün neo-liberal konsept doğrultusunda, devlet kurumlarının koordinasyonunda sivil toplum kuruluşları ve piyasa tarafından sürdürülmesinin hedeflendiği, yasal ve kurumsal dönüşümün de bu yönde planlandığı görülmektedir. Devlet Denetleme Kurulu Raporunda önerilen yapı doğrultusunda devlet ve hükümet kurumları tarafından planlanan değişimin yönü ve hedeflenenler, SHÇEK’in 2010-2014 dönemini kapsayan ve 2010’da yürürlüğe girecek olan Stratejik Planında daha açık olarak görülmekte, 2025 Master Plan’ında somutlaşmaktadır. Plana göre 2025 yılında varsayılan duruma baktığımızda nüfus artış hızı (yavaşlayacak), okullaşma oranı (%100’e ulaşılacak) v.b gibi öngörülerin yanı sosyal yardım ve sosyal hizmetler açısından da şu öngörülerin yer aldığını görüyoruz; sosyal hizmetlerde yerelleşme sağlanmıştır, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör sosyal hizmetlerin sunumunda aktif olarak yer almıştır (SHÇEK Stratejik Plan 2010-2014, 82-83). Bu projeksiyona göre SHÇEK –ya da DDK raporunda önerildiği gibi Sosyal Yardımlar ve Hizmetler Bakanlığı- neo-liberal konseptin “yönetişim” zihniyetiyle paralel bir biçimde tüm taraflarca yürütülen faaliyetlerin koordinasyon ve denetimini sağlayan bir üst kurul rolündedir. SONUÇ Türkiye’de sosyal yardımlar ve sosyal hizmetlerle ilgili tartışmaları birbiriyle bağlantılı üç başlık altında toplamak mümkündür. Bunlardan ilki, son yıllarda yoksulluğun artması ve toplumsal yapıda meydana gelen değişiklikler 188 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 sonucunda sosyal yardım ve sosyal hizmete ihtiyaç duyan toplum kesimlerinin artmasıyla birlikte yeni hizmet modellerine ihtiyaç duyulması ve mevcut yapının buna yeterli olmamasıdır. İkincisi, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de küreselleşme ve piyasa mekanizmasının tekrar yükselmesi, yoksulluğu ve görünümlerini arttırdığı gibi devletin küçültülmesi söylemleri eşliğinde sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin bir yandan piyasaya açılmasına ve diğer yandan da devlet dışı aktörler tarafından sunulmasının teşvik edilmesine yönelik bir anlayışın gelişmesine yol açmıştır. Üçüncüsü, AB adaylık süreci Türkiye’de bu iki alandaki standartların yükseltilmesini ve AB’ye asgari de olsa uyum sağlanmasını gerektirmektedir. Bu alandaki tartışmalı konulardan biri de sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanında yaşanmakta olan neo-liberal dönüşüm ve uygulamaların, AB adaylık sürecinin hızlandığı 2000’li yıllardan bu yana iktidar partisi ile ilişkilendirilerek ele alınmasıdır. Gerek dünyada gerekse Avrupa Birliği düzeyinde yaşanan neo-liberal dönüşümde, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin sunumunda, piyasaya açılmanın yanı sıra sivil toplum örgütlerine ve diğer gönüllü kuruluşlara daha aktif bir rol biçilirken, aile ve diğer sosyal dayanışma ilişkileriyle hayırseverliğe yapılan vurgu artmaktadır. Bu dönüşüm Türkiye’de de başlamış ve sosyal hizmetlerin sunumunda kamunun temel sorumluluğu anlayışından uzaklaşan, diğer aktörleri -özellikle de aileyi ve ailede de kadını ve hayırseverliği- öne çıkaran bir söylem yerleşmeye başlamıştır. Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanındaki dönüşümü değerlendirirken, bunu göz önünde bulundurmak önemli görünmektedir. Şahin Taşğın ve Özel Sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin batılı ve modern anlamda örgütlenmesi ihtiyacının ve bu amaçla bir eğitim kurumu kurulması gerekliliğinin ülke gerçekleri ve halkın ihtiyaçlarından hareketle değil, diğer ülkelerin gerisinde olmakla gerekçelendirildiği 1950’li yıllardan bu yana Türkiye, bu alanlarda kendi iç dinamikleriyle gelişme sağlayamamıştır. Sosyal yardım ve sosyal hizmet alanlarındaki sorunların çözümü ve yeniden yapılanması yönünde nihayet oluşan irade de Avrupa Birliği adaylık sürecinde kaydedilen gelişmeler sonucunda ortaya çıkmış görünmektedir. Refah devletinin krizinin ardından ortaya çıkan yeni sosyal politika anlayışı her ne kadar Avrupa Birliği sosyal politikasını da etkilemiş olmakla birlikte, Avrupa Birliği üye ülkeler için asgari bir uyumu öngörmektedir. Birliğin asgari standartlarının üzerinde bir sosyal politika geliştirmenin önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Bu durumun bir fırsat olarak değerlendirilerek dönüşüm ve yeniden yapılanmada sürecinde, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin bir hak olarak kabul edilmesini sağlayacak yasal ve idari düzenlemelerin yapılmasını olabildiğince savunmak önemli görünmektedir. KAYNAKÇA Adams, A., Erath, P., Shardlow, S. (2000). Fundementals of social work in selected european countries. Dorset: Russel House Publishing. Buğra, A. (2008). Kapitalizm, yoksulluk ve Türkiye’de sosyal politika. İstanbul: İletişim Yayınları. BM (2001). Çocuk Hakları Komitesinin Sonuç Gözlemleri: Türkiye. CRC/C/15/ Add.152/ 8 Haziran. Cılga, İ. (2001). Türkiye’de gelişme sürecinde sosyal politika ve sosyal hizmetler, Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye’de Sosyal Hizmet Politikaları-Sosyal Hizmet Sempozyumu 2000, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Yayınları, Yayın no: 011, 66-81. Cumhurbaşkanlığı DDK Raporu (2009). Cumhurbaşkanlığı devlet denetleme kurulu Türkiye’deki sosyal yardımlar ve sosyal hizmetler alanındaki yasal ve kurumsal yapının incelenmesi, aile, çocuk, özürlü, yaşlı ve diğer kişilere götürülen sosyal hizmetlerin ve sosyal yardımların genel olarak değerlendirilmesi, bu hizmetlerin düzenli ve verimli şekilde yürütülmesinin ve geliştirilmesinin sağlanması hakkında araştırma ve inceleme raporu. Erişim Tarihi, 02.08.2009, http://cankaya.gov.tr/sayfa/cumhurbaskanligi/ddk/ddk29.pdf DPT (2007). Dokuzuncu kalkınma planı gelir dağılımı ve yoksullukla mücadele özel ihtisas komisyonu raporu. Erişim Tarihi, 02.08.2009, http://www.dpt.gov.tr DPT (2007). Dokuzuncu kalkınma planı sosyal güvenlik özel ihtisas komisyonu raporu. Erişim Tarihi, 02.08.2009, http://www. dpt.gov.tr Bahle,T. (2008). The state and social services in Britain, France and Germany since the 1980s. European Societies, 10(1), 25-47. European Commission (2006). Implementing the community lisbon programme:Social services of general interest in the european union (COM (2006) 177, 26 April 2006. Erişim: 21.10.2009, http://europa.eu/legislation_summaries/competition/state_aid/ l33230_en.htm Bode, I. (2006). Disorganized welfare mixes: Voluntary agencies and new governance regimes in Western Europe. Journal of European Social Policy, 16, 346-359. Karatay, A. (2007). Cumhuriyet dönemi çocuklara ilişkin politikanın oluşumu. Yayınlanmamış doktora tezi, İstanbul: Marmara Üniversitesi. 189 Toplum ve Sosyal Hizmet Kongar, E.(1978). İnsanı yönlendirme ve sosyal hizmetler. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları. Taylor-Gooby, P. (2002). The silver age of the welfare state: perspectives on resilience, Journal of Social Policy, 31(4), 597-621. SHÇEK (2008). Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Faaliyet Raporu. Erişim Tarihi, 02.08.2009, http://www.shcek.gov. tr/ SHÇEK (2009). Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Faaliyet Raporu. Erişim Tarihi, 02.08.2010, http://www.shcek.gov.tr/ SHÇEK (2009). Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Stratejik Plan 20102014. Erişim Tarihi, 17.10.2009, http://www. shcek.gov.tr/ SYB (1968). Türkiye’de sosyal değişme ve sosyal hizmetler, 11-14 Aralık III. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı Raporu, Ankara: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, yayın no: 54. SYDGM (2008). Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü Faaliyet Raporu. Erişim Tarihi, 24.09.2009, http://www. sydgm.gov.tr/ Yalman, L., G. (2007). Sosyal politika: Refah devletinden sosyal risk yönetimine. Cahit Talas Anısına: Güncel Sosyal Politika Tartışmaları, 655-670. 190 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 TOPLUM VE SOSYAL HİZMET DERGİSİ YAZIM KURALLARI Genel Kurallar • Toplum ve Sosyal Hizmet Dergisinde, sosyal hizmet alanındaki bilimsel çalışmalar Türkçe ya da bir yabancı dilde yayınlanır. • Dergide derleme makaleler, araştırma makaleleri, bildiriler, yayın değerlendirme ve tartışma yazıları, editöre mektuplar, örnek olaylar yer alır. • Dergiye gönderilen yazılar yayınlanmasa bile iade edilmez. • Dergide yayınlanan yazılarda ifade edilen görüşler yazarlarına aittir. • Bu dergide TUBA ve TÜBİTAK’ın yayın etiğine uygun yazılar yayınlanır. Yazım ve Sunum Kuralları • Makaleler özeti, anahtar sözcükleri ve kaynakçayı içerecek şekilde 5000 ile 8000 sözcük arasında olmalıdır. • Makale özeti, 200 sözcüğü geçmemelidir. • İki tip yazı şablonu (araştırma ve derleme) derginin web sitesinde mevcuttur: http://www. tsh.hacettepe.edu.tr/ • Metin, kenarlardan yeterli boşluk (soldan 3,5, sağdan 3, üstten ve alttan 3’er cm.) bırakılarak, 1.5 aralıkla bilgisayarla arial 11 punto kullanılarak yazılmalıdır. • Metin blok (sağa sola dayalı), satırbaşı verilmeden ve paragraflar arasında satır boşluğu bırakmadan, otomatik olarak, altı nokta boşluk bırakılarak hazırlanmalıdır. • Metin, [email protected] adresine e-posta ile gönderilmelidir (bir isimli -yazar bilgisi içeren- ve bir isimsiz ayrı adlarla Word formatında kaydedilmiş iki dosya). • Yazı; sırasıyla çalışmanın türü (araştırma, derleme veya vaka sunumu), başlığı, yazar adları, yazarların bağlı oldukları kurumlar, iletişim kurulacak yazarın iletişim bilgileri (posta adresi, telefon, faks, e-posta) ve çalışmanın daha önce yayınlanmadığını ya da yayınlanmak üzere hâlihazırda başka bir yayın organına gönderilmediğinin bildirimini içeren ayrı bir başlık sayfası ile gönderilmelidir. • Yazının diğer bölümleri şu sıraya uygun olmalıdır: Sola dayalı, alt alta, Türkçe ve yabancı dilde başlık, Türkçe özet, anahtar sözcükler, yabancı dilde özet, yabancı dilde anahtar sözcükler, metin ve kaynakça (yararlanılan kaynaklar). • Çizelge içermeyen bütün görüntüler (fotoğraf, çizim, harita vs.) şekil olarak adlandırılmalıdır. Bütün çizelgeler ve şekiller, ayrı ayrı, Çizelge: 1 ya da Şekil: 1, düzeni içinde sıralandırılmalıdır. • Çizimler bilgisayardan çıkarılmadı ise beyaz aydınger kağıt üzerinde çini mürekkebi ile çizilmelidir. Fotokopiler kesinlikle kabul edilmez. Fotoğraflar siyah/beyaz, net ve parlak fotoğraf kağıdına basılmış olmalıdır. Renkli fotoğraflar ve fotokopiye çekilmiş fotoğraflar kabul edilmez. Ayrıca, her bir şeklin metin içinde gireceği yer açık bir biçimde gösterilmelidir. • Çizelge ve şekillerin eni 14 boyu 20 cm’den büyük ya da eni 8 cm’den küçük olmamalıdır. • Yabancı dilde yazılan özetler İngilizce, Almanca ya da Fransızca dillerinden birinde olmalıdır. Türkçe ve yabancı dildeki özetler ortalama 150’şer sözcüğü geçmemelidir. • Satır sonlarında sözcükler kesinlikle hecelerine bölünmemelidir. Kaynakça Bağlacı ve Dipnot Düzeni Kuralları • Kaynakça bağlacı, kaynağı metin içinde belirtmek için aşağıdaki örnekler çerçevesinde kullanılır: • Tek yazarlı bir yazıdan alıntı yapılmışsa: (Korkut, 1999: 26) • İki yazarlı bir yazıdan alıntı yapılmışsa: (Korkut ve Terim, 1999: 42) • Üç ve daha fazla yazarı olan bir yazıdan alıntı yapılmışsa: (Korkut ve diğ., 1999: 22). Ancak atıfta bulunulan kaynağın tüm yazarları yazının kaynakça bölümünde mutlaka yer almalıdır. • Aynı konuda birden fazla yazıdan alıntı yapılmışsa: (Korkut, 1999: 26; Korkut ve Terim, 1999: 42; Korkut ve diğ., 2000: 22) • İçeriği genişletmek için dipnot kullanımı tavsiye edilmemektedir. • Metinde bir açıklama yapmak gerekiyorsa ilgili yere (*) simgesi konarak, açıklama aynı sayfanın altına 10 punto Times New Roman karakteri ile yazılır. • Kaynakça Düzeni Kuralları • Yararlanılan kaynaklar Kaynakça bölümünde yazarların soyadlarına göre abecesel düzende sıralandırılmalı ve aşağıdaki örneklere göre düzenlenmelidir: Kitap • Payne, M. (2005). Modern social work theory (3rd ed.). Chicago, Ill.: Lyceum Books, Inc. Kitap Bölümü • Brown, S. A., Aarons, G. A., & Abrantes, A. M. (2001). Adolescent alcohol and drug abuse. In C. E. Walker & M. C. Roberts (Eds.), Handbook of clinical child psychology (3rd ed., pp. 757-775). New York: Wiley. Tek Yazarlı Makale • Wilson, K. (1996). Children and literature. British Journal of Social Work, 26(1), 17-36. İki Yazarlı Makale • Wilson, K. and Ridler, A. (1998). Children and internet. British Journal of Social Work, 28(1), 13-35. Üç ve Daha Fazla Yazarlı Makale • Karen, K., Miller, A., Johnson, C., Jane, B., Ridley, A. (1998). Social work and mental health. Social Work, 28(1), 13-35. Kaynak kullanımıyla ilgili daha ayrıntılı bilgi için derginin web sitesinde (http://www.tsh.hacettepe. edu.tr/) yayınlanan APA 5 rehberini inceleyiniz. 191 Toplum ve Sosyal Hizmet MANUSCRIPT GUIDELINES FOR THE JOURNAL OF SOCIETY AND SOCIAL WORK General Rules • The Journal of Society and Social Work publishes scientific studies in the field of social work either in Turkish or in a foreign language. • The Journal includes review articles, research articles, PhD dissertation abstracts, paper presentations (provided that the venue of the presentation is stated), articles on publication reviews and discussions, letters to the editor, and case studies. • The manuscripts which have been published elsewhere or which are presently under review by another journal or press will not be considered for publication. • The manuscripts which include discrimination of any kind will not be published. • The manuscripts submitted to the Journal are not returned, even if they are not published. • Authors are responsible for the opinions expressed in their works. • The manuscripts which comply with the publication ethics of TUBA and TUBITAK are published in this journal. Manuscript Submission • Articles should be between 5,000 and 8,000 words, including abstract, keywords and references. • Abstracts should not be over 200 words. • Two types of manuscript templates (research and review) available at the web site of the journal: http://www.tsh.hacettepe.edu.tr • The manuscript should be prepared in Arial 11 point type, 1.5 spaced, with margins (3.5 cm on the left, 3 cm on the right, and 3 cm at both the top and bottom of the page). • The manuscript should be prepared in block style, omitting paragraph indents and blank lines between paragraphs. • Manuscripts should be sent via e-mail (including two copies of word document one with author information, and one with anonymous) direct to [email protected]. • The article should be preceded by an initial cover page as a separate document indicating; Type of work (research, review or case report) Title, Author Names and Organisational Affiliations; Corresponding Author Contact Details (postal address, telephone, email); Word Length (including abstract, keywords and references); Declaration that the work has not been published or submitted for publication elsewhere. • The other sections of the manuscript should be in the following order: on separate lines and aligned left, heading in Turkish and in a foreign language; author’s name(s); author’s title, if any, and institution; abstract in Turkish; key words in Turkish; abstract in a foreign language; key words in a foreign language; text; and references. • All the images which do not have tables (photographs, drawings, maps, etc.) should be 192 Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011 referred to as figures. All tables and figures should be ordered as Table 1 or Figure 1. • If the drawings have not been printed out from a computer, they should be drawn in Indian ink on tracing paper. Photocopies are by no means accepted. Only black and white photographs printed on clear and glossy photographic paper should be used. Neither color nor photocopied photographs are accepted. In addition, where to place the figures in the text should be indicated clearly. • Tables and figures should be between 8 and 14 cm in width; they should not exceed 20 cm in length. • Abstracts in a foreign language should be preferably written in English, German or French. Abstracts in Turkish or in a foreign language should not contain more than 100 words. • Words should never be broken at the end of a line. Rules for In-Text Citations and Footnotes • The below examples should be followed when using in-text citations: • If a work by a single author is cited: (Korkut, 1999: 26) • If a work by two authors is cited: (Korkut and Terim, 1999: 42) • If a work by three or more authors is cited: (Korkut, et al., 2000: 22) • If two or more works related to the same subject are cited: (Korkut, 1999: 26; Korkut and Terim, 1999: 42; Korkut et al., 2000: 22) • If it is necessary to give an explanation, the point in the text where the explanation is needed is indicated by “asterisk” (*), and the explanatory note is written as a footnote in Times New Roman 10 point type. Rules for References • In the references section the sources used should be listed alphabetically and documented as shown in the following examples. A Book Payne, M. (2005). Modern social work theory (3rd ed.). Chicago, Ill.: Lyceum Books, Inc. A Book Chapter Brown, S. A., Aarons, G. A., & Abrantes, A. M. (2001). Adolescent alcohol and drug abuse. In C. E. Walker & M. C. Roberts (Eds.), Handbook of clinical child psychology (3rd ed., pp. 757-775). New York: Wiley. An Article by a Single Author Wilson, K. (1996). Children and literature. British Journal of Social Work, 26(1), 17-36. An Article by Two Authors Wilson, K. and Ridler A. (1998). Children and internet. British Journal of Social Work, 28(1), 13-35. An Article by Three or More Authors Karen, K., Miller, A., Johnson, C., Jane, B., Ridley, A. (1998). Social work and mental health. Social Work, 28(1), 13-35. Please visit web site of the journal for further information on reference management at http://www.tsh.hacettepe.edu.tr/