pdf - TOPLUM VE SOSYAL HİZMET

Transkript

pdf - TOPLUM VE SOSYAL HİZMET
TOPLUM ve SOSYAL HİZMET
Society and Social Work
DANIŞMA KURULU / ADVISORY BOARD
Prof. Dr. Aliye MAVİLİ AKTAŞ (Selçuk Üniversitesi)
Prof. Dr. Haluk SOYDAN (Univ. of Southern California)
Prof. Dr. Horst UNBEHAUN (Georg-Simon-Ohm-Fachhochschule Nürnberg)
Prof. Dr. Işıl BULUT (Başkent Üniversitesi)
Prof. Dr. İlhan TOMANBAY (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Theda Borde (Alice Salomon Hochschule Berlin)
Prof. Dr. Kemal ÇAKMAKLI (İstanbul Üniversitesi)
Prof. Dr. Muammer ÇETİNGÖK (Tennessee University)
Prof. Dr. Remzi OTO (Dicle Üniversitesi)
Prof. Dr. Ronald FELDMAN (Columbia University)
Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU (Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. Vedat IŞIKHAN (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Veli DUYAN (Ankara Üniversitesi)
BU SAYININ HAKEMLERİ / REVIEWERS OF THIS ISSUE
Prof. Dr. Aliye MAVİLİ AKTAŞ (Selçuk Üniversitesi)
Prof. Dr. Dilek ASLAN (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Aylin GÖRGÜN BARAN (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. İbrahim CILGA (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Veli DUYAN (Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. Sunay İL (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Zeynep ŞİMŞEK (Harran Üniversitesi)
Prof. Dr. Sevda ULUĞTEKİN (Hacettepe Üniversitesi-Emekli)
Doç. Dr. Sema BUZ (Hacettepe Üniversitesi)
Doç. Dr. Sibel KALAYCIOĞLU (Ortadoğu Teknik Üniversitesi)
Doç. Dr. Nilgün KÜÇÜKKARACA (Hacettepe Üniversitesi)
Doç. Dr. Özlem CANKURTARAN ÖNTAŞ (Hacettepe Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN (Başkent Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Filiz DEMİRÖZ (Hacettepe Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Gülsüm ÇAMUR DUYAN (Kırıkkale Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Nüket PAKSOY ERBAYDAR (Hacettepe Üniversitesi)
Dr. Uğur ÖZDEMİR (Hacettepe Üniversitesi)
Dergimiz, EBSCO HOST ve INDEX COPERNICUS uluslararası, ASOS INDEX ve TÜBİTAK ULAKBİM
Sosyal Bilimler ulusal bilimsel veri tabanları içerisinde yer almaktadır.
The journal is indexed into the international scientific databases of both EBSCO HOST and INDEX
COPERNICUS, and also ASOS INDEX and TUBITAK ULAKBIM in which the national scientific databases of
social sciences.
TOPLUM VE SOSYAL HİZMET
Society and Social Work
Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü Dergisi
Publication of Social Work Department
Faculty of Economics and Administrative Sciences, Hacettepe University
Hakemli Dergidir.
Blind Peer Reviewed Journal
H. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Adına
On Behalf of H.U.
Faculty of Economics and Administrative Sciences
SAHİBİ/PUBLISHER
Prof. Dr. Ahmet Burçin YERELİ
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ/EDITING AUTHORITY
Arş. Gör. Ercüment ERBAY
YAYIN KURULU BAŞKANI/CHIEF EDITOR
Prof. Dr. Vedat IŞIKHAN
YAYIN KURULU BŞK. YRD./ASSOCIATE EDITOR
Prof. Dr. Kasım KARATAŞ
YAYIN KURULU/EDITORIAL BOARD
Prof. Dr. Vedat IŞIKHAN
Prof. Dr. Doğan Nadi LEBLEBİCİ
Doç. Dr. Kasım KARATAŞ
Doç. Dr. Özlem CANKURTARAN ÖNTAŞ
Doç. Dr. Hilal ONUR İNCE
Dr. Tarık TUNCAY
YAYIN SEKRETERİ
Arş. Gör. Ercüment ERBAY
İNGİLİZCE EDİTÖR/ENGLISH EDITOR
Doç. Dr. Aytül ÖZÜM
CİLT/Volume: 22
SAYI/Number: 2
AY/Month: EKİM
YIL/Year: 2011
ISSN 1302-7867
YAYIN TÜRÜ/TYPE OF PUBLICATION
YEREL/SÜRELİ YAYIN
YAYIN DİLİ
TÜRKÇE
YAYINLANMA BİÇİMİ
Altı Ayda Bir
BASIM TARİHİ/PUBLICATION DATE
??
BASIMCININ TİCARİ ÜNVANI/TRADE TITLE OF PUBLISHER
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ HASTANELERİ BASIMEVİ
06100, SIHHİYE-ANKARA
Tel: 0312 310 97 90
YAYIN YÖNETİM YERİ/ADMINISTRATION OFFICE OF PUBLICATION
Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Beytepe/Ankara
Tel: (0312) 297 68 30
İLETİŞİM ADRESİ/CONTACT ADDRESS
Arş. Gör. Ercüment ERBAY
Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
Beytepe/ANKARA-TÜRKİYE
Tel: +90 312 297 63 63/358
Faks: +90 312 297 63 65
http://www.tsh.hacettepe.edu.tr
E-Posta: [email protected]
İÇİNDEKİLER
Araştırma/Research
7-18
Sosyal Hizmet Öğrencilerinin Eşcinselliğe
Yönelik Tutumları: Bir Atölye
Eğitiminin Etkileri Attitudes of Social Work Students towards
Homosexuality: Effects of a Training Workshop
Veli DUYAN
Tarık TUNCAY
Çağrı SEVİN
Ercüment ERBAY
19-36
Opinions of Social Work
Students on Gender: A Qualıtatıve Research
Sosyal Hizmet Öğrencilerinin Toplumsal
Cinsiyet Hakkındaki Görüşleri:
Bir Niteliksel Araştırma
Özlem CANKURTARAN ÖNTAŞ
Sema BUZ
Burcu HATİBOĞLU
Aslıhan Burcu ÖZTÜRK
37-62 Düzce İl Merkezindeki Boşanmalar
Üzerine Bir Çalışma A Study on Divorces in the City Center of Düzce
Kamil ALPTEKİN
63-78
Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda
Kalan Kadın Hükümlülerin Psikososyal
Durumlarının Saptanması ve
Sosyal Desteklerinin Belirlenmesi
Figuring Out Of Psycho-social Conditions
And Determination The Social
Supports Of Women Who Stays in
Ankara Closed Penal Institution for Women
Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN
Rumeysa AKGÜN
79-100
Sağlık Personeli Çalışma Yaşam Kalitesi Ölçeği:
Geliştirilmesi, Geçerliliği Ve Güvenilirliği
Quality of Work Life Scale for Healthcare
Personnel: Development, Validity and Reliability
İlknur AYDIN
Yusuf ÇELİK
Özgür UĞURLUOĞLU
101-112Sosyal Hizmet Uzmanlarının Aileye Dönüş Ve
Aile Yanında Destek Projesine
İlişkin Değerlendirmeleri
Evaluations of Social Workers About
Family Reunification Program
Özge Sanem ÖZATEŞ
Sevil ATAUZ
İÇİNDEKİLER
113-136Sosyal Hizmetlerin Sivil Oluşumu- Berlin’deki
Göçmen Sivil Toplum Örgütleri Üzerine
Bir Araştırma
Civil Formation of Social Services- A Research
on Migrants’ Non-Governmental
Organizations in Berlin
Derleme/Review
Emrah AKBAŞ
137-148Lezbiyen Gey Biseksüel Transseksüel
Travesti Bireylerle Sosyal Hizmet
Social Work With Lesbian Gay Bisexual
Transsexuals and Transvestites
Sema BUZ
149-160Sosyal Hizmet Uygulamalarında
Etik Karar Verme Süreci
A Comparison of the Content of Public and
Private Hospitals’ Mission Statements
Elif GÖKÇEARSLAN ÇİFÇİ
Emine GÖNEN
161-174Çocuk İstismarı Alanında Çalışan Sosyal
Hizmet Uzmanları Açısından Profesyonel
Karar Verme
Professional Decision Making among
Social Workers in the field of Child Abuse
Gonca POLAT ULUOCAK
Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN
175-190Türkiye’de Sosyal Hizmetlerin Dönüşümü
Transformation of Social Services in Turkey
Neşe ŞAHİN TAŞĞIN
Hüseyin ÖZEL
Duyan, Tuncay, Sevin ve Erbay
Araştırma
SOSYAL HİZMET
ÖĞRENCİLERİNİN
EŞCİNSELLİĞE
YÖNELİK TUTUMLARI:
BİR ATÖLYE
EĞİTİMİNİN ETKİLERİ
Attitudes of Social
Work Students towards
Homosexuality: Effects of a
Training Workshop
Veli Duyan*
Tarık Tuncay**
Çağrı Sevin***
Ercüment Erbay****
*Prof. Dr., Ankara Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
**Dr, Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
***Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
****Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
ÖZET
Bu araştırmanın amacı, sosyal hizmet öğrencilerinin eşcinselliğe yönelik tutumlarındaki değişimi verilen atölye eğitimi ile birlikte incelemektir. Çalışma kapsamında sosyal
hizmet lisans programında öğrenim gören 45
öğrenciye eğitim verilmiş, ön test ve son test
tekniğiyle eşcinselliğe yönelik tutumları karşılaştırmalı olarak değerlendirilmiştir. Öğrencilerin lezbiyenlere yönelik tutum puanları ortalaması eğitim öncesinde 13,42 iken bu
ortalama eğitim sonrasında 11,93 olmuştur.
Öğrencilerin geylere yönelik tutum puanları ortalaması eğitim öncesinde 13,38 iken bu
ortalama eğitim sonrasında 11,80 olarak hesaplanmıştır. Öğrencilerin ölçekten aldıkları
toplam puanların ortalaması eğitim öncesinde 26,80 iken eğitim sonrasında bu ortalama
23,73 olarak değişmiştir. Sonuç olarak, verilen eğitim sonrası öğrencilerin eşcinselliğe
yönelik algılarının büyük oranda ve olumlu
yönde değiştiği görülmüştür. Sosyal hizmet
eğitim programları sosyal hizmet uzmanından beklenen profesyonel davranış konusunda güçlendirilmelidir. Ayrıca öğrencilerin
eşcinsellere yönelik tutumlarını dikkate alan
sınıf içi uygulamalara önem verilmelidir.
Anahtar Sözcükler: Eşcinsellik, lezbiyen,
gey, tutumlar, sosyal hizmet öğrencileri
ABSTRACT
This study aims to examine the effects of a
training workshop on social work students’
attitudes towards homosexuality. In the
study, 45 social work students from undergraduate program were recruited and their
attitudes towards homosexuality were evaluated by using the technique of pre-test and
post-test test. While the mean of attitude
scores of students towards lesbians was
13,42 before the workshop it was found to
be 11,93 after the workshop. The mean on
the pretest attitudes towards gays was 13,38,
the mean on the posttest was 11,80 after the
workshop. The total mean of scores was
7
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
changed from 26,80 to 23,73. As a result, it
is found that after the training, perceptions
of university students towards homosexuality varied greatly and positively. Social work
education programs should be strengthened
for the anticipated professional behavior.
Besides, in-class practices that consider the
attitudes of students towards homosexuals
should be regarded.
marjinalize olan ve güçlenme gereksinimi içinde bulunan bireyleri ve grupları psikososyal iyileştirme ve geliştirme
sorumluluğunu sosyal hizmet uzmanları taşımaktadır. Bu sorumluluk, kabul
etmeyi, nesnelliği ve yargısal olmayan
mesleki tutum ve davranışları etik olarak zorunlu kılar.
Key Words: Homosexuality, lesbian, gay,
attitudes, social work students
GENEL EŞCİNSELLİK ALGISI
GİRİŞ
Damgalama, sosyal dışlanma, ötekileştirme gibi kavramlarla birlikte anılan eşcinsellik, hassas bir konu olarak
güncelliğini korumaktadır. Eşcinsel bireylerin yeterince dillendirilemeyen ancak önemli bireysel ve toplumsal yansımaları olan sorunları, bu alanda çözüm
odaklı eylemlerin harekete geçirilmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu
kapsamda eşcinsellik ile birlikte değerlendirilmesi gereken kavramlar arasında eğitim özellikle önem taşır. Eşcinsellik sadece eşcinsel bireyler bağlamında düşünülebilecek bir konu değildir. Konuyu böylesine hassas bir noktaya getiren süreç, konunun toplumsal
boyutuyla alakalıdır. Bu açıdan toplumun eğitilmesini odak alan uygulamalara büyük ihtiyaç vardır. Toplumsal önyargıları oluşturan sürecin aslında toplumun bilgi eksikliğiyle doğrudan ilişkili olduğu düşünülmektedir. Özellikle
genç nüfusun çoğunlukta olduğu ülkemizde erken yaşlardan itibaren eşcinsellik konusunda eğitimlerin verilmesi konuya ilişkin toplumsal yaklaşımları olumlu yönde dönüştürebilir. Eğitimin kapsamı içinde sosyal hizmet öğrencileri de düşünülmelidir. Zira çeşitli nedenlerle ayrımcılığa maruz kalan,
8
Eşcinsellere karşı olan tutumların toplumsal yargılara, kalıplara ve bireyin
toplumsallaşma sürecine dayandığı bir
gerçektir. Diğer bir deyişle bütün bu tutumlar doğuştan değildir, öğrenilmektedir. Bu toplumsallaşma sürecine, aile,
dini kurallar, kuşak aidiyeti/akranlar ve
medya farklı şekillerde katkılarda bulunmaktadır (Ballard ve Morris, 1998:
278). Burada vurgulandığı gibi toplumun eşcinselliğe bakışı, sosyal öğrenme yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır.
Bu aktarım ve sosyal öğrenme sonucu
eşcinseller reddedilme, yanlış anlaşılma, baskı ve kınama ile karşılaşabilirler. Bu durum barınma, istihdam, sağlık
bakımı, sosyal hizmetlere ulaşımlarını
engelleyen bir ayrımcılık yaratmaktadır. Toplumlardaki heteroseksist anlayışın genel kabul görmesi ve homofobik
tutumların güçlü olması, eşcinsellerin
giderek toplumdan izole olmasını beraberinde getirmektedir (Buz, 2009: 113).
Yapılan bazı araştırmalarda (Brownlee
ve diğ., 2005; Black, Oles ve Moore,
1998; Berkman ve Zinberg, 1997) sosyal hizmet öğrencileri arasında ve hatta sosyal hizmet uzmanlarında homofobiye ve heteroseksizme rastlanmıştır.
Homofobinin klasik tanımı, “eşcinsellere ya da eşcinselliğe karşı duyulan akıl
dışı nefret, korku, hoşnutsuzluk ya da
Duyan, Tuncay, Sevin ve Erbay
ayrımcılıktır (Barker, 1999: 220).” Heteroseksizm ise “gey erkeklerin ve lezbiyenlerin sapkın, anormal veya heteroseksüellerden aşağılık konumda olduklarına ilişkin inanıştır” (Barker, 1999:
214). Araştırma bulguları eşcinsellere
yönelik homofobik toplumsal algı ve tutumların birçok olumsuz çağrışımı içerdiğini göstermektedir. Homofobik tutumlar gey veya lezbiyen müracaatçılara yönelik kaçınma davranışlarıyla güçlü korelasyon göstermektedir (Hayes
ve Gelso, 1991; Gelso, Fassinger, Gomez ve Latts, 1995).
Eşcinsellik, uzun yıllar bir hastalık olarak ele alınmış ve tedavi edilmesi gereken bir olgu olarak değerlendirilmiştir. Bununla birlikte 1970’lerde eşcinselliğin ruhsal hastalık olmadığı konusunda yapılan girişimler sonucunda, eşcinsellik 1973 yılında Amerikan Psikiyatrist
Derneği’nin hastalıklar listesinden çıkartılmıştır. Eşcinsellik halen ruh sağlığı uzmanları tarafından zihinsel bir hastalık ya da ahlaki bir bozukluk olarak
kabul edilmemektedir (Kılıç, 2011: 149).
Eşcinselliğe yönelik toplumsal tutumları anlamak için medya bir araç olabilir.
Medyadaki uygulamalara bakıldığında;
eşcinsellik, travestizm ve transseksüellik temaları arasında en çok eşcinsellikle ilgili haberlerin işlendiği görülmektedir. Bunların bir kısmının konusu eşcinsel evlilikler iken diğerleri daha çok
eşcinselliğin olumsuz bir yaşantı biçimi
olarak değerlendirilmesine yol açabilecek konuları içermektedir (Ercan, 2005:
66). Toplumdaki eşcinsellik algısıyla ilgili olarak toplumun cinsiyetlere bakışını da irdelemek gerekir. Toplumsal cinsiyet açısından bakıldığında ülkemizdeki ataerkil yapı ve erkekliği ön plana çıkaran anlayış, kadını bile yok sayarken,
eşcinselliği kabul etme noktasında çok
daha katıdır. Türkiye’ye özgü toplumsal değişkenler ve süreçler, eşcinsel insanları ötekileştirmekte ve onları sosyal
dışlanmaya maruz bırakmaktadır.
PROBLEM
Yukarıda belirtildiği gibi ülkemizde eşcinselliğe toplumsal bakış ve eşcinsellik algısı son derece olumsuz bir seyir
izlemektedir. Bu seyrin en önemli nedeni, toplumsal cinsiyet ve ataerkil yapının etkisiyle olumsuz eşcinsellik yargısının kuşaktan kuşağa aktarılmasıdır.
Bu aktarım, üniversite eğitimi gören öğrencilerin zihinlerinde de hazır bir şekilde gelmektedir. Bununla birlikte bu
gençlerin eşcinselliğe yönelik bakışları ve onlara verilecek bilinçlendirici bir
eğitim sonrası değişikliğin olup olmayacağı ile ilgili literatür çok sınırlıdır. Toplumdaki bu algı ve ulusal literatürdeki
bu boşluk, araştırmacıları bu çalışmayı yapma yönünde harekete geçirmiştir.
AMAÇ
Bu araştırmanın amacı, Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Sosyal Hizmet Bölümü
öğrencilerinin eşcinselliğe yönelik tutumlarını incelemek ve verilen atölye
eğitimi ile birlikte tutumlarda bir değişiklik olup olmadığını ortaya koymaktır.
Bu genel amaç çerçevesinde şu soruya yanıt aranmıştır: Öğrencilerin eşcinselliğe (gey ve lezbiyenlere) yönelik tutumları, eğitim öncesi ve sonrası farklılık göstermekte midir?
YÖNTEM
Bu bölümde araştırmaya katılan öğrenciler, öğrencilerin seçiminde temel alınan ölçütler, kullanılan araçlar, verilerin toplanması ve çözümlenme yolları
açıklanmıştır.
9
Toplum ve Sosyal Hizmet
Araştırma Modeli
Üniversite öğrencilerinin farklı cinsel
yönelimi olan kişilere yönelik tutumlarına kısa süreli eğitim çalışmasının
etkisinin incelendiği bu araştırma “ön
test-son test” modeline dayalı yarı deneysel (Kaptan 1982); bir başka ifadeyle A-B tasarımına (Duyan 2010) dayalı bir çalışmadır. Bu modele uygun olarak araştırmada eğitim çalışmasına katılan öğrencilerin tutumlarına ilişkin olarak öntest-sontest ölçümleri yapılmıştır.
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Araştırmanın bağımsız değişkeni öntest ve sontest uygulamaları arasında
öğrenciler ile gerçekleştirilen kısa süreli eğitim çalışması uygulamasıdır. Bağımlı değişken ise orijinali Herek (1998)
tarafından geliştirilen Türkçe uyarlaması Duyan ve Gelbal (2004) tarafından
gerçekleştirilen Lezbiyen ve Geylere
Yönelik Tutum Ölçeği ile değerlendirilen lezbiyen ve geylere yönelik tutum
düzeyidir.
Çizelge 1’de görüldüğü üzere araştırmaya katılan öğrencilerin yaşları 19 ile
Çizelge 1. Araştırma Grubu
Yaş
19
20
21
22
24
25
28
29
31
2
13
15
9
1
2
1
1
1
4,4
28,9
33,3
20,0
2,2
4,4
2,2
2,2
2,2
Kadın
29
64,4
Erkek
16
35,6
1
24
53,3
2
19
42,2
3
2
4,4
Var
10
22,2
Yok
35
77,8
Cinsiyet
Sınıf
Eşcinsel bir tanıdığının olma durumu
Eşcinsel bir kişiyle arkadaşlık yapar mı?
Yapar
39
86,7
Yapmaz
6
13,3
* Ort=21,62; SS=2,46; M-M=19-31.
10
Duyan, Tuncay, Sevin ve Erbay
31 arasında değişmekte olup yaş ortalaması 21.62’dir. Öğrencilerin yaklaşık
üçte ikisi kadındır ve yarısından fazlası birinci sınıf öğrencisidir. Öğrencilerin
dörtte üçünden fazlasının eşcinsel bir
tanıdığı bulunmazken, tamamına yakını eşcinsel bir kişiyle arkadaşlık yapabileceğini belirtmektedir.
Eğitimin İçeriği ve Eğitim Süreci
Eğitim ders dışı bir etkinlik olarak planlanmış ve katılımda gönüllülük esas
alınmıştır. Eğitimin öncesinde atölye
çalışmasına davet edilen öğrenciler çalışmanın amacı, kapsamı, süresi hakkında eğitimci öğretim üyesi tarafından
bilgilendirilmiştir. Ardından öğrencilere
ölçme araçları dağıtılarak doldurmaları sağlanmıştır. Araştırmanın ön uygulamasının yapılmasının ardından eğitime geçilmiş ve görsel sunu desteğiyle
birlikte eşcinsellik olgusu tümdengelim
yöntemi izlenerek öğrencilerle birlikte
çalışılmıştır. Soru, cevap ve kısa tartışmalar biçiminde ortalama iki saat süren eğitimin sonunda öğrencilerin ölçme araçlarını bir kez daha doldurmaları sağlanmıştır.
Veri Toplama Araçları
Araştırmada öğrencilere ilişkin tanıtıcı
bilgilerin elde edilebilmesi için araştırmacılar tarafından geliştirilen bir soru
kâğıdı ile farklı cinsel yönelimi olan kişilere yönelik tutum düzeyini belirlemek
üzere Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum Ölçeği kullanılmıştır. Soru kâğıdı
ve değerlendirme araçlarına ilişkin bilgiler aşağıda verilmiştir:
Soru Kâğıdı
Öğrencilerin bazı sosyo-demografik
özelliklerinin saptanabilmesi amacıyla
araştırmacılar tarafından hazırlanan
bir soru kâğıdı kullanılmıştır. Bu soru
kâğıdında öğrencilerin cinsiyeti, yaşı,
devam ettiği sınıf, lezbiyen ya da gey
birini tanıma durumu ile lezbiyen ve
geylerle arkadaşlık yapabilme durumuna ilişkin sorular bulunmaktadır.
Lezbiyen ve Geylere Yönelik
Tutum Ölçeği
Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum Ölçeği, Herek (1988) tarafından geliştirilmiş ve Ölçeğin Türkiye’de geçerlik ve
güvenirlik çalışması Duyan ve Gelbal
(2004) tarafından yapılmıştır.
Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum Ölçeği, sadece araştırma yapmak üzere gerçekleştirilmiş bir ölçme aracıdır.
Ölçeği kullanmak için doktora düzeyinde sosyal veya davranış bilimcisi olmak (ya da doktora düzeyinde eğitimini tamamlamış olan ve bir eğitim ya da
araştırma kurumunda görevli bir sosyal ya da davranış bilimcisinin danışmanlığı altında) gerekmektedir. Ayrıca
Amerikan Psikoloji Derneği’nin Etik İlkeleri ile tutarlı olarak LGYT Ölçeği’nin
kazanç amacı olmayan çalışmalar için
kullanılacağının kabul edilmesi zorunlu tutulmaktadır. Ölçeğin kullanımı yukarıda belirtilen koşulları sağlayan sosyal ve davranış bilimcileri ile sınırlı tutulmuştur. Bireylerin erkek ve kadın eşcinselliğine karşı tutumlarını belirlemeye yönelik ölçekte, beşi erkeklerin ve
beşi de kadınların eşcinselliğini yoklayan toplam on madde bulunmaktadır.
Maddelerde belirtilen düşünceye, bireylerden “Hiç katılmıyorum”, “Katılmıyorum”, “Kararsızım”, “Katılıyorum” ve
“Tamamen katılıyorum” olmak üzere
beş derecede görüş bildirmeleri istenmektedir. Eşcinselliğe karşı maddelerden altısı olumsuz ve dördü de olumlu
11
Toplum ve Sosyal Hizmet
anlam taşımaktadır. Olumlu maddeler puanlanırken “Tamamen katılıyorum” cevabı “5” ile ve “Hiç katılmıyorum” cevabı ise “1” ile puanlanmaktadır. Olumsuz maddelerin puanlanmasında da ”Hiç katılmıyorum” cevabı “5”
ile “Tamamen katılıyorum” cevabı da
“1” ile puanlanmaktadır. Ölçekten alınan yüksek puanlar, eşcinselliğe yönelik tutumların olumsuz; düşük puanların
ise olumlu tutum olduğu anlamına gelmektedir. Ölçekle ilgili olarak bir norm
çalışması yapılmamıştır; bu nedenle ölçek farklı gruptan gelen deneklerin tutumları arasında bir karşılaştırma yapmaya olanak sağlamaktadır (Duyan ve
Gelbal, 2004).
Verilerin Çözümlenmesi
Araştırmanın amaçları çerçevesinde,
denencelerin sınanmasında eğitim öncesi ve sonrasında Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum Ölçeği’nden aldıkları
puanlar arasında bir fark olup olmadığına bakılmıştır. Eğitime katılan öğrenci sayısının az olması nedeniyle parametrik olmayan testlerden yararlanılmış ve farkın anlamlılık düzeyini belirlemek amacıyla Wilcoxon Signed Ranks
testi uygulanmıştır. Araştırmada istatistiksel anlamlılık düzeyi 0. 05 olarak kabul edilmiştir. Araştırma verileri bilgisayarda işlenerek istatistiksel çözümlemeler yapılmıştır. Öncelikle betimsel istatistikler, ardından hipotez testi sonuçları verilmiştir. İşlemlerin yapılmasında
sosyal bilimlerde istatistiksel çözümlemeler için paket program şeklinde hazırlanan SPSS for Windows 16.0 programı kullanılmıştır.
Süre ve Olanaklar
Bu araştırma 20 Nisan 2011 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Araştırmada
12
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
kullanılan soru kâğıtlarının basılması,
eğitim çalışmasında kullanılan diğer
materyallerin temini araştırmacılar tarafından karşılanmıştır.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Bu bölümde, öğrencilerin tutum puanlarına ilişkin grup uygulaması öncesi
ve sonrası (öntest-son test) elde edilen
bulgulara ve bunlara ilişkin yorumlara
yer verilmiştir.
Çizelge 2’den anlaşılacağı üzere eğitim
çalışmasına katılan öğrencilerin eğitim
öncesi ve sonrası puanları lezbiyenlere ve geylere yönelik tutum değişiklikleri çerçevesinde ele alınmıştır. Ayrıca
öğrencilerin ölçekten aldıkları toplam
puan ortalamalarındaki değişim değerlendirilmiştir. Çizelgeden de görüleceği
üzere öğrencilerin lezbiyenlere yönelik tutum puanları ortalaması eğitim öncesinde 13,42 iken bu ortalama eğitim
sonrasında 11,93 olmuştur. Öğrencilerin geylere yönelik tutum puanları ortalaması eğitim öncesinde 13,38 iken bu
ortalama eğitim sonrasında 11,80 olarak hesaplanmıştır. Öğrencilerin ölçekten aldıkları toplam puanların ortalaması eğitim öncesinde 26,80 iken eğitim sonrasında bu ortalama 23,73 olarak gerçekleşmiştir. Öğrencilerin eğitim
öncesi ve sonrasında ölçekten aldıkları
puanların değişimi değerlendirildiğinde
lezbiyen ve geylere yönelik olarak tutumlarının olumlu yönde değişim gösterdiği söylenebilir.
Öğrencilere uygulanan ölçeğin özelliklerine göre ölçekten her bir boyut için
alınabilecek puanlar 5 ile 25 arasında
olabilir. Bu puan aralığı göz önünde bulundurulduğunda öğrencilerin eğitim
öncesinde görece olumlu tutumlara sahip oldukları söylenebilir. Eğitim öncesi
Duyan, Tuncay, Sevin ve Erbay
Çizelge 2. Öğrencilerin Eğitim Öncesi ve Sonrası Puanlarının Karşılaştırılması
Durum
Lezbiyen
Gey
Toplam
Grup
S
Ort
SS
En
Düşük
En
Yüksek
Eğitim Öncesi
45
13,42
4,61
5,00
25,00
Eğitim Sonrası
45
11,93
4,42
5,00
25,00
Eğitim Öncesi
45
13,38
4,60
5,00
25,00
Eğitim Sonrası
45
11,80
4,56
5,00
25,00
Eğitim Öncesi
45
26,80
9,02
10,00
50,00
Eğitim Sonrası
45
23,73
8,55
10,00
50,00
ve sonrasındaki değişim dikkate alındığında öğrencilerin lezbiyen ve geylere
yönelik tutumlarının olumlu yönde değiştiği ifade edilebilir.
Bununla birlikte öğrencilerin ölçekten
aldıkları puanların aralığının 5 ile 25
arasında değiştiği de dikkate alındığında, eğitime katılan bazı öğrencilerin
hem lezbiyenler hem de geylere yönelik olarak tamamen olumsuz ya da tamamen olumlu tutumları olduğu söylenebilir. Bu durum hem eğitimin başlangıcı hem de sonrası için geçerlidir. Dolayısıyla tamamen olumlu ya da tamamen olumsuz tutuma sahip olan öğrencilerin bulunduğu söylenebilir.
Çizelge 3’te eğitim öncesi ve sonrasında öğrencilerin tutumlarında meydana gelen değişime ilişkin bulgulara
yer verilmiştir. Çizelgeden de anlaşılacağı üzere eğitime katılan öğrencilerin
büyük bir bölümünde eşcinsellere yönelik tutumların olumlu yönde değiştiği
görülmektedir. Ayrıntılı bir şekilde ifade
etmek gerekirse lezbiyenlere yönelik
tutumlarda 9 öğrencinin tutum puanları olumsuz, 28 öğrencinin tutum puanları ise olumlu yönde değişmiş iken
8 öğrencinin tutumlarında herhangi bir
değişme olmamıştır. Geylere yönelik tutum puanlarında ise 10 öğrencide
olumsuz yönde, 24 öğrencide olumlu
yönde değişim söz konusu iken 11 öğrencide herhangi bir değişim olmamıştır. Toplam puanlardaki değişime bakıldığında ise 11 öğrencinin olumsuz, 29
öğrencinin olumlu yönde değişim olduğu ve 5 öğrencide ise herhangi bir değişimin olmadığı görülmektedir.
Bugüne kadar sosyal hizmet eğitimcileri, üniversitedeki öğrencilerin homofobi ve heteroseksizm bakışlarına işaret etmek için farklı eğitim stratejileri kullanmışlardır. Bununla birlikte birçok çalışma, sosyal hizmet öğrencilerinin homofobi ve heteroseksizm konusunda varolan bakışlarını sürdürme yönünde eğilim sergilediklerini belirlemiştir (Black, Oles ve Moore, 1999; Oles
ve diğ. 1999, Weiner, 1989; Akt. Messinger, 2002: 122).
13
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Çizelge 3. Eğitim Öncesi ve Sonrasında Öğrencilerin Tutumlarında Meydana
Gelen Değişimin Karşılaştırılması
Durum
Lezbiyen
Gey
Toplam
Değişimin
Yönü
S
Ortalama
Değişim
Toplam
Değişim
Olumsuz
9
15,94
143,50
Olumlu
28
19,98
559,50
Yok
8
Olumsuz
10
13,60
136,00
Olumlu
24
19,13
459,00
Yok
11
Olumsuz
11
15,73
173,00
Olumlu
29
22,31
647,00
Yok
5
Black ve diğerleri (1999) yaptıkları tutum araştırması kapsamında sosyal
hizmet öğrencilerine yönelik bir panel
sunumu gerçekleştirmişlerdir. Panelde eşcinselliğe ilişkin yanlış inanışlar
ve algıların yanı sıra eşcinsellerin maruz bırakıldığı dışlanma konuları tartışılmıştır. Panel öncesinde ve sonrasında öğrencilerin eşcinselliğe ilişkin tutumları ölçülmüştür. Panel sunumunun
öğrencilerin eşcinsellere ilişkin tutumlarında küçük ama olumlu yönde bir değişim yarattığı belirlenmiştir.
Sosyal hizmet uzmanları arasında homofobik tutumları azaltmaya yönelik bir
eğitim Berkman ve Zinberg (1997) tarafından yapılmıştır. 187 katılımcının
%10’unun homofobik ve büyük çoğunluğunun heteroseksist olduğu bulunmuştur. Homofobi düzeyinin ve heteroseksizmin homoseksüel erkek ve kadınlarla kurulan sosyal bağlantı ile negatif korelasyon gösterdiği belirlenmiş,
14
İstatistik
Anlamlılık
Düzeyi
Z= 3,153
p = 0.002
Z= 2,776
p = 0.006
Z= 3,191
p = 0.001
dindarlık ile homofobi arasında güçlü korelasyon bulunmuştur. Katılımcılara verilen eğitimin homofobik tutumla anlamlı bir korelasyon oluşturmadığı
bulunmuştur. Araştırmadan çıkan dikkat çekici bir diğer sonuç, katılımcıların
eğitimleri süresince özellikle eşcinsellik
konusunda bir ders ya da çalışma yapmadıklarını bildirmiş olmalarıdır. Williams (1997) kişilerarası bire bir bağlantının önemine vurgu yapmakta ve homofobiyi azaltmaya yönelik makro düzeydeki çalışmaların ve bilinçlendirme
kampanyalarının ötesinde mikro düzeydeki etkileşim çabalarının daha etkili olduğunu özellikle belirtmektedir. Kişinin
homoseksüel bir kişiyle sosyal bağlantısının varlığı homofobik ve heteroseksist tutumların doğrudan azalmasını
sağlayabilmektedir.
İçinde sosyal hizmet öğrencilerinden oluşan araştırma grubunun yanı
sıra kontrol grubunun da yer aldığı bir
Duyan, Tuncay, Sevin ve Erbay
çalışmanın sonucunda (Cramer, 1997)
homoseksüellere yönelik tutumların
olumlu yönde değiştiği belirlenmiştir.
Eşcinsellik bilgisinin yeniden yapılandırıldığı eğitimler eşcinsel kimliğine ilişkin yanlış algı ve tutumların azaltılmasına olanak sağlamıştır. Psikoloji öğrencilerinin yer aldığı bir başka çalışma (Nelson ve Krieger, 1997) eşcinsel
bireylerin katılımıyla panel sunumu biçiminde gerçekleştirilmiştir. Sunumun
öncesinde ve sonrasında uygulanan
homofobik tutum ölçeği değerlendirme
yapılmıştır. Son test uygulaması, öğrencilerin tutumlarında anlamlı düzeyde bir değişim yaşandığını göstermiştir. Ruh sağlığı alanında çalışan profesyoneller ve uygulama yapan stajyerler ile yürütülen bir atölye çalışmasında
(Rudolph, 1989) katılımcıların homofobi düzeylerine etkide bulunulmaya çalışılmıştır. Çalışma sonucunda katılımcıların tutumlarında anlamlı düzeyde ve
olumlu yönde artış sağlanmıştır. Bu çalışmaların sonuçları bizim çalışmamıza
paralellik göstermektedir.
Literatürde eşcinselliğe ilişkin tutum ve
davranışları inceleyen genel düzeyde
çok sayıda araştırma da mevcuttur. Güney, Kargı ve Çorbacı Oruç’un (2004:
136) Hacettepe Üniversitesi’nde okuyan 90 öğrenciyle yaptıkları çalışmada
eşcinselliğe ilişkin olumsuz yaklaşımları gösteren önyargı ifadelerine rastlanmıştır. Bu ifadeler aşağıdaki şekilde sıralanabilir. Eşcinsellik; bireyi çökertir,
eşcinsel bireyler asla mutlu olamazlar,
sapıklıktır, toplumun dengesini bozar,
iğrençtir, (eşcinsel bireye yakın olmak)
benim sosyal statümü etkiler. Toplumsal ilişkiler bağlamında bakıldığında,
bireyin eşcinsel bireylere yakınlık derecesi arttığında yaklaşımların olumsuz yönde değişim gösterdiği, özellikle
aile bireylerinden birinin eşcinsel olması durumunda bunu kabul edemedikleri yönünde görüş bildirdikleri görülmektedir. Ancak söz konusu olan kişi arkadaş olduğunda tutumun olumluya doğru kaydığı görülmektedir. Yani eşcinsel bir bireyle ne tür bir yakınlık derecesi (kardeş, arkadaş) içinde olduklarına
göre yaklaşımların olumlu ya da olumsuz olma durumu değişmektedir. Aras
ve diğerlerinin (2005) İzmir’de Lise son
sınıfta okuyan 861 öğrenci ile yaptıkları araştırmada Öğrencilerin %73,1’i eşcinselliği olumsuz karşılarken; %26,9’u
eşcinselliği olağan bulduğunu belirtmiştir. Eşcinselliğe hoşgörülü yaklaşım
oranı erkeklerde kızlardan anlamlı düzeyde düşük bulunmuştur.
Schellenberg, Hirt ve Sears’ın (1999)
Kanada Üniversitesi’nde öğrenim gören 199 öğrenciyle gerçekleştirdikleri
araştırmada, geylere yönelik tutumun
lezbiyenlere yönelik tutumdan daha
negatif olduğu bulunmuştur. Gelbal ve
Duyan’ın (2006) 315 üniversite öğrencisiyle yürüttükleri araştırmada lezbiyen
ve geylere yönelik tutumlarının olumsuz olduğu görülmekle birlikte lezbiyenlere yönelik tutumlarının geylere yönelik tutumlarından daha pozitif olduğu
tespit edilmiştir.
Sonuç olarak, atölye eğitimi çalışmasının öğrencilerin tutumlarında genel olarak olumlu yönde bir değişim meydana getirdiği söylenebilir. Bununla birlikte değişimin eğitime katılan öğrencilerin tamamı için olumlu yönde olduğunu
söylemek mümkün değildir. Eğitim çalışması sonrasında tutumlarında olumsuz yönde değişimin olduğu öğrenciler
kadar herhangi bir şekilde tutum değişikliği olmayan öğrenciler de bulunmaktadır. Dolayısıyla öğrencilerde tutum değişikliklerinin gerçekleştirilebilmesi için
15
Toplum ve Sosyal Hizmet
farklı eğitim stratejilerine gereksinim
bulunmaktadır. Bu noktada yaşantısal
öğrenme odaklı daha az sayıda kişiden
oluşan grup çalışmaları yapılabilir.
SONUÇ
Bu araştırmadan elde edilen umut verici bulguların öğrencilerin almakta olduğu sosyal hizmet eğitimiyle güçlü
bir bağlantısı olduğu düşünülmektedir.
Sosyal hizmet eğitimi, öğrencilerin farklılıklara ilişkin duyarlılığını artıran bir
değerler çerçevesi içinde yapılandırılmaktadır. Eğitim sürecinde birçok derste sosyal hizmet öğrencileri ayrımcılığa, ötekileştirmeye, dışlanmaya maruz
kalan çocuk, genç, kadın, göçmen, psikiyatri hastası gibi nüfus ve sorun gruplarının psikososyal ve kültürel özellikleri hakkında bilinçlendirilmektedir. Müfredat programlarında yer alan sosyal
hizmet kuramı, sosyal hizmet etiği gibi
derslerde özellikle insan hakları, self
determinasyon ve farklılıklara saygı gibi
temel insancıl ve mesleki değerlere ilişkin öğrenci farkındalığı ve kabulü artırılmaya çalışılmaktadır. Uygulama yapacak olan sosyal hizmet profesyonelinin tutum ve davranışlarının “cinsiyet,
yaş, özürlü olma, renk, ırk, toplumsal
sınıf, dil, din, siyasal görüş ve cinsel tercih durumuna göre ayrım yapmaksızın
şekillenmesi ve mümkün olan en iyi hizmetin sunulması” sosyal hizmet mesleğinin değerleri ve etik kuralları kapsamında özellikle vurgulanmaktadır.
Eğitim ve araştırma uygulamasının yapıldığı öğrenci grubunun eğitim gördüğü sosyal hizmet bölümünün müfredatında doğrudan eşcinselliği ve eşcinsellerle sosyal hizmeti konu alan bir ders
bulunmamaktadır. Sosyal hizmet öğrencilerinin eşcinselleri kabul eden ve psikososyal yönden destekleyen mesleki
16
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
davranışlar geliştirmeleri için müfredatlar güçlendirilmelidir. Zira Sosyal Hizmet Eğitimi Konseyi (Council of Social Work Education, 1992), sosyal hizmet eğitim programlarının akreditasyon
standarlarının ve prosedürlerinin tanımlandığı politika belgesinde, eşcinsellerinin gereksinimlerini dikkate alan sosyal
hizmet uygulama eğitimlerinin müfredat
içinde yer almasını önermektedir.
Sosyal hizmet uzmanının homoseksüelliğe ilişkin kişisel tutumu profesyonel
davranışlarına ve yargılarına etki edebilir. Ekonomik veya psikososyal gereksinimleri olan gey ya da lezbiyen bir
müracaatçının yardım talepleri sosyal
hizmet uzmanının olumsuz kişisel tutumları yüzünden nesnel olarak değerlendirilemeyebilir. Sosyal hizmet öğrencileri ve diğer yardım edici mesleklerin öğrencileri arasında, homofobik ve
heteroseksist tutumları azaltıcı çeşitli
eğitsel uygulamalar yapılmalı, eğitimlerin değerlendirildiği seçkisiz kontrol denemesi türündeki ampirik araştırmalara
ağırlık verilmelidir. Kişinin eşcinsel bireylerle sosyal bağlantısının varlığının
homofobik tutumların azalmasında etkili olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır. Eğitim çalışmalarında katılımcı olarak eşcinsel bireylerin yer alması tutum değişimine olumlu etkiler
yapabilir. Homofobik tutum ve davranışları azaltıcı özel eğitim, panel, seminer, atölye çalışması gibi etkinliklerin
yanı sıra sosyal hizmet eğitiminin genelinde eşcinselliğe ilişkin bir vurgu yapılması daha etkili olabilir. Öğrencilerin
özelde eşcinselliğe genelde ise insani
çeşitliliğe ilişkin kaygılarının ve çeşitli gereksinim gruplarıyla etkileşim kurma konusundaki çekingenliğinin azaltılmasına lisans eğitiminin başlangıcından itibaren çaba harcanmalıdır.
Duyan, Tuncay, Sevin ve Erbay
KAYNAKLAR
Aras, Ş., Şemin, S., Günay, T., Orçin, E. ve
Özan, S. (2005). Lise öğrencilerinin cinsel
tutum ve davranış özellikleri. Türk Pediatri
Arşivi; 40(2), 72-82.
Ballard, S. ve Morris, M. (1998). Sources
of sexuality information for university students. Journal of Sex Education and Therapy, 24(4), 278-287.
Barker, R. L. (1999). The social work dictionary (4th ed.). Washington, DC: NASW
Press.
Berkman, C. and Zinberg, G. (1997). Homophobia and heterosexism in social workers. Social Work, 42(4), 319.
Black, B., Oles, T. P., & Moore, L. (1998).
The relationship between attitudes: Homophobia and sexism among social work
students. Affilia-Journal of Women and Social Work, 13(2), 166-189.
Black, B., Oles, T. P., Cramer, E. P., & Bennett, C. K. (1999). Attitudes and behaviors
of social work students toward lesbian and
gay male clients: Can panel presentations
make a difference?. Journal of Gay & Lesbian Social Services, 9(4), 47 - 68.
Brownlee, K., Sprakes, A., Saini, M., O
Hare, R., Kortes-Miller, K., & Graham, J.
(2005). Heterosexism among social work
students. Social Work Education, 24(5),
485-494.
Buz, S. (2009). Eşcinsellere yönelik sosyal
hizmet. Anti-Homofobi Kitabı: Uluslararası
Homofobi Karşıtı Buluşma, Ankara: Ayrıntı Basımevi.
Council on Social Work Education (1992).
Curriculum Policy Statement. Handbook of
Accreditation Standards and Procedures
Commission on Accreditation, Council on
Social Work Education, Alexandria.
Cramer, E.P. (1997). Effects of an educational unit about lesbian identity development and disclosure in a social work methods course. Journal of Social Work Education, 33(3), 461-472.
Duyan, V. (2010). Sosyal Hizmet: Temelleri, Yaklaşımları, Müdahale Yöntemleri. Ankara: Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Yayını No: 15.
Duyan, V. ve Gelbal. S. (2004). Lezbiyen ve
geylere yönelik tutum (lgyt) ölçeği: Güvenirlik ve geçerlik çalışması. HIV/AIDS Dergisi.
7(3), 106-112.
Ercan, H. (2005). Türkiye’deki gazetelerde
cinsellik. Türk HIV AIDS Dergisi, 8(2), 6169.
Gelbal, S. ve Duyan, V. (2006). Attitudes of
university students toward lesbians and gay
men in Turkey. Sex Roles, 55, 573-579.
Gelso, C.J., Fassinger, R.E., Gomez, M.J.,
and Latts, M.G. (1995). Countertransference reactions to lesbian clients: The role of
homophobia, counselor gender and countertransference management. Journal of
Counseling Psychology, 42(3), 356-364.
Güney, N., Kargı, E. ve Çorbacı Oruç, A.
(2004). Üniversite öğrencilerinin eşcinsellik
konusundaki görüşlerinin incelenmesi. HIV/
AIDS Dergisi, 7(4), 131-137.
Hayes, J.A. and Gelso, C.J. (1991). Effects
of therapist-trainees’ anxiety and empathy
on countertransference behavior. Journal
of Clinical Psychology, 47, 284-290.
Herek, G.M. (1998). The attitudes toward lesbians and gay men (ATLG) scale. In: Davis CM, Yarber WH, Bauserman
R, Schreer G ve Davis SL (Eds.) Handbook
of Sexuality-related measures. Thousand
Oaks, CA: Sage Publications.
Kaptan, S. (1982). Bilimsel araştırma teknikleri ve istatistiksel yöntemler. Ankara:
Tekışık.
Kılıç, D. (2011). Bir ötekileştirme pratiği olarak basında eşcinselliğin sunumu: Hürriyet
ve sabah örneği (2008-2009). Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik
Dergisi, 1, 143-169.
Messinger, L. (2002). Policy and practice.
Journal of Lesbian Studies, 6(3), 121-132.
17
Toplum ve Sosyal Hizmet
Nelson, E.S., and Krieger, S. L. (1997).
Changes in attitudes toward homosexuality in college students: Implementation of a
gay men and lesbian peer panel. Journal of
Homosexuality, 33(2), 63-81.
Oles, T.P., Black, B.M. and Cramer, E.P.
(1999). From attitude change to effective
practice: Exploring the relationship. Journal of Social Work Education, 35(1), 87-99.
Rudolph, J. (1989). Effects of a workshop
on mental health practitioners’ attitudes toward homosexuality and counseling effectiveness. Journal of Counseling and Development, 68(1), 81-85.
Schellenberg, E. G., Hirt, J. and Sears,
A. (1999). Attitudes toward homosexuals
among students at a Canadian university.
Sex Roles, 40(1-2), 139-152.
Weiner, A.P. (1989). Racist, sexist, and homophobic attitudes among undergraduate
social work students and the effects on assessments of client vignette. Unpublished
doctoral dissertation, University of Wisconsin, Madison.
Williams, W.L. (1997). Introduction. In J.T.
Sears and W.L. Williams (eds)., Overcoming heterosexism and homophobia: Strategies that work. NY: Columbia University
Press.
18
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk
Research
SOSYAL HİZMET
ÖĞRENCİLERİNİN
TOPLUMSAL CİNSİYET
HAKKINDAKİ
GÖRÜŞLERİ:
BİR NİTELİKSEL
ARAŞTIRMA
Opinions of Social Work
Students on Gender: A
Qualitative Research
Özlem CANKURTARAN ÖNTAŞ*
Sema BUZ**
Burcu HATİBOĞLU***
Aslıhan Burcu ÖZTÜRK****
*Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
** Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
***Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
****Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
ABSTRACT
The purpose of this study is to investigate
the views of the students of the Department
of Social Work at Hacettepe University regarding gender, based on focus group discussions. We found that the student participants did not discuss about gender within the
framework of power and oppression mechanisms in society. They explained gender
roles within the socialization process and
traditional role expectations, not within the
context of male domination and subordination of the female.
Key Words: Gender; gender stereotypes;
masculinity;
education
femininity;
social
work
ÖZET
Bu araştırmanın amacı, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü öğrencilerinin
toplumsal cinsiyete ilişkin görüşlerini odak
grup tartışmalarına dayanarak incelemektir. Araştırmada öğrencilerin toplumsal cinsiyeti, toplumdaki güç ve ezme mekanizmaları çerçevesinde tartışmadıkları bulunmuştur. Öğrenciler toplumsal cinsiyet rollerini,
erkek baskınlığı ve kadının ikincilleştirilmesi
yerine; sosyalleşme süreci ve geleneksel rol
beklentileri çerçevesinde açıklamışlardır.
Anahtar Sözcükler: Toplumsal cinsiyet, toplumsal cinsiyet kalıpyargıları, erkeklik, kadınlık, sosyal hizmet eğitimi
INTRODUCTION
Due to the influence of the feminist
theory, recognition of the differences
between men and women form the basis of discussions on power relations.
Feminist theory views inequality within
social structure and criticizes biological determinism which frames female
and male identities as fixed. Debates
19
Toplum ve Sosyal Hizmet
about the differences between men
and women still continue on sex versus
gender discussion.
The aim of this study is to capture and
analyze the views of a set of social work
students regarding gender. Social work
education seeks to equip students with
the knowledge, skills and values that
will enable them to work with individuals, groups and society that are suffering from inequalities and discrimination. Gender-related to stereotypes
feed social inequalities and discrimination in terms of gender. It is important
to reveal the views’ of students about
gender, to put forth their gender stereotypes and to help them gain awareness
about gender inequality.
Gender and Gender Identity
Gender is based on the understanding that sexual identity is formed as a
social identity which is constructed in
different ways for men and women via
social, cultural, economic and political
structures. Patriarchal ideology defines
women in relation to the private sphere
and men in relation to the public sphere
(Pateman, 2001). This distinction leads
to the subordination of women and
strengthens the powerful social position
of men over women (Coltrane, 1998).
Gender identity is reinforced by the expectations created by the social institutions which govern socialization and
the establishment of gender roles in society (Connell, 1987). Since the pattern
of demonstrating the “correct behavior”
as a man or woman is determined by
social relations, gender is a product of
social practices.
Traditional gender roles emphasize that
men are self-confident and active in
20
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
terms of sexuality; and women are passive and submissive (Baber, 2000). The
importance of being powerful, brutal
and courageous for men enables them
to be active in public life and helps them
establish their domination over women.
Stereotypes have an important function
in the maintenance of this domination.
Connell’s (2005; 2002) concept of hegemonic masculinity has become important to analyze masculinity in modern times which includes structural and
institutional forces in the formation of
gender. Hegemonic masculinity is a
pattern of gender practice which legitimizes elements of patriarchy by comprising new forms of masculinity. This
strategy aims to create cultural ideals
of masculinity which guarantees domination of men over women. She argues
that hegemonic masculinity in western
countries is implied with power, control,
and independence, individuality based
on competition, aggressiveness and
use of violence.
Heiliger and Engelfried (1995, cited in
Onur and Koyuncu, 2004) have eight
different points that they focused on
about the importance of socialization
within the emergence of hegemonic
masculinity. The first contention is that
men’s world is characterized by being powerful, non-suffering, unfeeling,
and always rational. Their second point
is explained by the term “utilization”
which addresses the appointment of
women within the reproduction sphere
in terms of the social distribution of labor and the exploitation of this appointment by men. This term is understood
as the definition of women’s fertility
and/or of domestic tasks, and as men’s
making use of the reproductive power
of women.
Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk
Heiliger and Engelfried’s third point
is “silence” which describes men’s inability to speak about themselves and
their emotions. The next one, which
depends on silence, is “loneliness”
which asserts that men think they have
to solve their problems alone. “Rationality” is the fifth determinant, defines
representation and expression of emotions negatively. The “continuous controlling position” based on rationality, is
the sixth determinant point. It addresses the domination-establishing need of
masculinity in every situation. This engenders “violence” which is the other
point of men’s socialization. Violence is
seen as a preferred behavior type for
the solution of social problems. The last
point is the “physiological distance,” the
result of disconnection between brain
and body which is the outcome of the
creation of masculinity.
Within this socialization process of
men, more negative features are attributed to femininity compared to masculinity. Thus, stereotypes that portray
women as being more sincere, sensitive, matronly, forgiving, protective and
concerned with others (Dipboye and
Colella, 2005) are presented as preconditions for their acceptation into the
society. The learning process of women
starting from childhood is legitimate as
long as it is in line with the traditional values of the male world (Chodorow, 1978).
Women encounter situations in which
they have to develop less ambitious and
more supporting roles for accessing
the men’s world (Meeker and WeitzelO’Neill, 1985; Ridgeway and Diekema,
1992; cited in Carli and Bukatko, 2000).
According to the first dimension
that Heiliger and Engelfried (cited in
Onur and Koyuncu, 2004) mentions,
traditional women are presented as desired models but are perceived as insufficient and they are not respected. This
shapes internal conflicts between the
dominant men’s group and the inferior
women’s group within the framework of
sexist roles and paternalistic relations.
Women who are not traditional but are
respected due to their social status are
subjected to aggressive sexism.
Moreover, the distinction between public and private spheres that is developed over differences between men
and women and that defines women in
terms of their domestic responsibilities
and men in terms of their effective roles
in public life contributes to exploitation
of women’s domestic labor by men.
The necessity of serving men and economic dependence of women on men
strengthens the fear of men’s violence
which in turn creates the image that
women are under men’s protection and
care (Coltrane, 1998:63).
Influential Factors in Gender
Structuring in Turkey
The life of women in Turkey is still
shaped by traditional and religious
practices that prevent women’s freedom. The high impact of religious and
traditional codes over women’s daily
lives shows that the sufficient level
for women’s citizenship rights has not
yet been achieved (Anil et al, 2002:8)
although social sensitivity about women and men increased, and many
legal rights were achieved against
inequalities.
The traditional structure in Turkey creates the acceptance of women’s secondary role within family and causes
sexual morality disputes. Thus, women
21
Toplum ve Sosyal Hizmet
are not perceived as subjects but as
beings accounted for by families. This
perception strengthens “feudal” behavior patterns like domestic violence,
blood feuds, honor killings and the belief that men are responsible for the
protection of their country and families
(Sancar, 2004:209). Therefore the use
of power is given as a right to men to
subordinate women.
Traditional patriarchy which sees women as sexual objects and gives obsessive importance to the potential damage to family and community honor
should she “break the limits” and restricts her to the private sphere to avoid
this. Within a new social structure that
gives women opportunities to participate in public life, the way to cope
with the fear of accessing public life is
to neutralize them by pushing them to
accept the role of “mother” (Berktay,
1998:3).
Social Work Education and Gender
Main goal of social work profession is
to struggle against every type of social
inequality including gender inequality.
Women are an important client group
of social work due to their secondary
positions and social and economic
subordination. Thus, gender is important to social work education.
However, gender focus is not sufficient within the social work discipline
(Leung, 2007; Figueira-Mcdonough,
Netting and Nichols-Casebolt, 2001;
Kulic, 2002; Barns, 2003; Trotter,
Brogatzki, Duggan, Foster and Levie
2006; Payne, 1997). The impact of
feminist theory on social work education started only after the 1990’s in
Europe and the United States (Leung,
22
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
2007:187). Dominelli (2002:8) found
that the traditional theory of social work
is still gender neutral. Following this
point, a group of theorists argued that
traditional social work theory, which is
insensitive to the subordination and inequality relations of women, is genderblind (Bentley, Valentine and Haskett,
1999:344; Leung, 2007:187; GriseOwens, 2002:152-161). The priority of
women’s welfare in social work is reflected in the questioning of the image
of women as being wives or mothers
(Featherstone, 2001:3). Feminism emphasized the need for re-evaluation
of social work curriculum. In Turkey,
feminist social work have begun to be
discussed only recently. So there is a
need about to determine views of the
social work students related to gender.
METHOD
The views of the student participants
were gathered through six focus
group meetings in July 2008. The focus groups were conducted by four
researchers experienced in qualitative
research. Views on gender are analyzed through prospect on femininity
and masculinity, gender stereotypes,
fields in which gender stereotypes are
developed.
Focus group technique is preferred
since it is based on voluntary participation and it provides a natural research
atmosphere rather than an a formal
one. Focus group technique is appropriate since it gives an opportunity
to the researcher and participants to
grasp and gain insight about a selected
theme (Morgan and Spanish, 1984;
Krueger and Casey, 2000:4-6; Rubin
and Babbie, 1989; Neuman, 2000).
Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk
The focus groups lasted between one
and a half and two hours and the interests and engagement of the student
participants was high. During the research process male participants used
more defensive language than did the
female participants.
The analysis of the focus group meetings was started with the warmingup game which was about gender
role-changing, and then the analysis
continued with the focus group questions. Analyses were conducted by all
researchers directly after the focus
group sessions. According to Strauss
and Corbin (1990), for the reliability of
a research, a consensus between at
least three of the researchers is important.Documents of focus groups
which is around 300 pages had been
jointly analysed. Creswell (1998) mentions about a systematic process of
coding information. This systematic
process includes analysis and categorization in order to transform certain
expressions into meaningful clusters
representing the interested phenomenon. Documents had been analyzed
on the bases of pre-defined gender
differences and equality between
women and men by using open coding
(examination, comparison, conceptualization and categorization of information), axial coding (uniting similar
categories based on relations among
them) and selective coding (defining
and explaining the original or the main
phenomenon.
As a result of open coding and axial
coding, masculinity was revealed as
a social construct which is powerful,
non-suffering, not crying and always
rational, always in need of domination,
favoring “violence” rather than solution
of problems. Femininity on the other
hand, is constructed as more prone to
motherhood and caring roles, weak,
responsible for their weaknesses and
production of stereotypes, which can
only be successful in domestic area.
As a result ideas and concepts that had
been revealed were seen to be coinciding with the theoretical knowledge on
socialization of hegemonic masculinity
(Heiliger and Engelfried 1995: in: Onur
and Koyuncu, 2004:38) and formation
of gender stereotypes (Huges 2002:
in: Khoromi, 2006: 37; Brownlow et al.,
2000) and the discussion had been
based on socialization of hegemonic
masculinity and formation processes
of gender stereotypes.
Participants
Focus group meetings were conducted with forty five students, including
eighteen female and twenty seven
male student participants. The participant’s average age was twenty
three with the youngest being twenty
and the oldest thirty five. The average
number of siblings is 2.5. Most of the
students were born in less developed
regions of the country. The majority,
thirty nine, have lived in a city for the
majority of their lives, four in a village,
and two in a town. The education level
of the participant’s fathers is higher
than mothers. Most of the parents
were graduates from primary schools
and there are some illiterate and some
university educated parents. Female
participants most frequently cited their
teachers as role models while male
participant’s role models included fathers, grandfathers, uncles and teachers in that order.
23
Toplum ve Sosyal Hizmet
FINDINGS
Gender Stereotypes
We found that students have some
stereotypes about femininity and masculinity in terms of having different
emotions, personal features, and problem-solving skills. These stereotypes
are analyzed within the framework of
the socialization phases of “hegemonic
masculinity” which is defined by Heiliger and Engelfried (1995) and the social processes which are determinant
in the emergence of gender stereotypes that are used by Khoromi (2006).
Stereotypes on Masculinity
In the research, the stereotypes about
men were put forth through power, and
the ones about women were expressed
over powerlessness. Students expressed the power of men through the
themes of vanity, taking responsibility,
being protective, and refusal of being
rejected. They also stated that appearing as a powerful person brings about
feelings of inflexibility in a person’s behaviors. This seems to be appropriate to
the first phase of hegemonic masculinity
which is defined by Heiliger and Engelfried (1995; cited in Onur and Koyuncu,
2004:38). The created models of men in
this first phase are powerful, non-suffering, not crying and always rational.
Man means power. It comes from
power. Man’s mentality is powerful,
protective; because of the thoughts
and views of the society there is a
need for appearing as more powerful. (male)
Men have rigid understanding of
the self. They have vanity. They
are brought up strictly, it is said that
men never cry. (male)
24
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
The expected condition of being powerful brings about taking responsibility.
While this responsibility increases the
self-esteem of men in an exaggerated
way it makes them choose being alone
not to lose power.
When you become a man, you start
to have responsibility and unnecessary esteem and this causes men
escape from many things. When I
look at the relations of my mother
and sisters… I resent them saying
that you leave me alone. (male)
In terms of the roles men have,
men have more roles and they are
burdened by these roles. In order
to show themselves as powerful to
others, men take on more responsibilities. In other words, they own
the working burden of the business.
(female)
This seems to be consistent with Heiliger and Engelfried’s third and the
fourth points in socialization of hegemonic masculinity (1995: cited in Onur
and Koyuncu, 2004:38). According to
this, in men’s socialization, “silence” is
described as men not speaking about
themselves and their emotions, and
the development of “loneliness” as a
result. Thus, men think that they must
solve their problems alone. Loneliness
is perceived as a positive value which
is freed from femininity. ”Continuous
controlling position” which takes place
in the sixth phase that is defined by
Heiliger and Engelfried (1995: cited in
Onur and Koyuncu, 2004:38) for the
socialization of hegemonic masculinity
addresses the need for the sovereign
establishment of masculinity in every
determinant point in the social sphere.
The “continuous controlling position”
Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk
appeared in the form of “protection”
during the research. Protection is a
stereotype which is transferred over
generations to realize the expectation
of women from men in the form of a
powerful rescuing man.
Men are psychologically more
powerful than women. Women are
more emotional, this is why they
fray more. Because of this reason,
women expect men to realize their
masculinity roles such as being
more protective or realizing masculinity. For instance, if someone attacks your house, the one who protects your house is the man. (male)
I do not think that both sexes’ physical inequality is related to their
overall inequality. Normally, women
need more courage, they have all
the rights but courage is necessary
to realize it. But I do not want my
relatives to go out because I do not
what may happen outside. (male)
The stereotype that men are powerful
and rigid is fed by the stereotype that
women are emotional and powerless.
The judgment that men should be powerful and rational is tried to be maintained by the judgment “men do not
cry”.
They told us not to cry. (male)
According to me, men are powerful.
Women cry about every little problem, this is powerlessness. (male)
This seems to be consistent with
Heiliger and Engelfried’s “rationality”
which is the fifth determinant point of
the socialization of masculinity and
which is defined as the expression of
emotions in the socialization of hegemonic masculinity (1995: cited in Onur
and Koyuncu, 2004:38). The silence
in men’s emotions and thoughts, and
loneliness which is perceived as a positive value that is freed from femininity
together strengthens rationality.
In this study, within the hegemonic masculinity understanding, the
thought that men are active, mobile
and have the leading role is considered upon men’s not accepting to be
rejected within relationships. The participants marked this as the indicator of how violence against women is
legitimized.
Making people do whatever men
want, men cannot stand being rejected. Using violence is caused by
being rejected. (male)
Stereotypes on Femininity
Stereotypes which are evaluated as
features belonging to femininity are
defined as powerlessness, detail-addiction and unnecessary emotionality. The stereotype which is produced
by the patriarchal ideology and which
proposes that men are rational defines
women as irrational. In this direction
students stated that these kinds of features attributed to women make daily
lives of women more difficult.
Women are different in terms of details; they are more detail-addicted.
Men think in a more rude and general way. (female)
Indeed, this is applicable to traffic,
too. Women have more accidents
because they are more studious.
(male)
Students thought of the traditional roles
and responsibilities of women as having
features that are particular to femininity
25
Toplum ve Sosyal Hizmet
like having the talent for domestic tasks
and childcare. Taking up these responsibilities with the terms “aptitude” and
“drive”, works as a mechanism that
feeds patriarchy.
There are traditional and modern
family types. In the traditional family, men work and women stay at
home. In modern families, there is
more sharing. Even though women
work, they have to take care of their
children. Women have the drive
for childcare. There is a difference
in childcare by men and women.
Women show more aptitude in
these kinds of tasks. (male)
Hughes states that one of the social
processes that is determinant in the
formation of gender stereotypes is
the phenomenon that individuals work
in a more productive way in jobs and
positions which are more appropriate
to their gender (2002; cited in Khoromi, 2006:37). Heiliger and Engelfried
(1995: cited in Onur and Koyuncu,
2004:38) use the term “utilization”
which addresses the re-assignment of
women in the production sphere and
men’s use of this in the social distribution of labor. Women gain advantages
in both the public and private spheres
by making use of their sexuality and
that they can only establish equality
through their sexuality. The judgment
that women lie more easily than men
is strengthened by the thought that
women cannot be trusted and that
they make achievements unfairly. In
this context, any achievement women
realize in both the public and the private spheres is not perceived as success obtained through their talents or
education.
26
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Women are more advantaged. They
can use their bodies for their interests. Women are sex objects in society. Women are upfront with their
sexuality. They can use their beauty
and sexuality in business life. The
biggest difference between men
and women is their physical difference. Women can do many things
easily in their lives. (male)
Clever women create equality; there
is no problem of equality. (male)
Women can make men do anything they want, this is something
positive. For example they use their
sex appeal, they can make men do
whatever they want, even though
women have disadvantages, this is
positive. (female)
Nevertheless, due to the important
role women have in childcare, students
think that women are responsible for
the structuring of masculinity with patriarchal codes. Brownlow et al (2000;
cited in Khoromi, 2006:37) emphasized
that teenagers are encouraged to accept appropriate gender roles by their
parents and teachers. But it can be argued that students accuse women and
ignore the social construction that portray men as powerful and women as
powerless. Haug and Hausser (1991)
state that while women are the victims
of the sovereignty and power relations,
due to their determinant role in the formation of masculinity they play the role
of both “victim” and the “perpetrator”
(cited in Onur and Koyuncu, 2004:38).
Indeed those who establish men’s
sovereignty are women. Women
put themselves in this (secondary)
position and they bring up such
children. Socialization process is
Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk
important and it is important to educate both men and women. This
process which starts in the family is
maintained outside it as well. Mothers accept this situation by saying
that “fish smells from its head”.
They get angry with their husbands
but they bring their children up in
this way. (male)
Fields in Which Gender Stereotypes
are Developed
This section discusses the fields in
which students develop stereotypes
related to patriarchal ideology. Traditional social structure is influential in
students’ developing these judgments
and stereotypes emerge regarding
sexuality and spouse choice, domestic
division of labor, use of space, choice
of jobs and the gender of social work.
Sexuality and Spouse Choices
Both male and female students had difficulty discussing sexuality during the focus group meetings, but male students
more easily spoke about sexuality than
female students. Student participants
expressed the view that sexuality was
a natural need for male students and
was linked to love and trust for female
students. In line with the views on sexuality, while women’s clothing, adaptation to men’s family and virginity were
important criteria for male students,
emotional sharing, complementing and
improving each other were more important for female students.
For me sexuality is linked to love
and trust. (female)
For men, it is families’ idea that
men should have a pre-marriage
relationship. Men start to learn
sexuality in their teens. We learned
that sexuality is something to buy
and sell. (male)
Moreover, male students pointed out
that sexuality for men is an area where
they should be experienced. In this
context, participants stated that men
go to specific places to learn sexuality. They rejected women’s ability to
have premarital sexual experiences
and viewed it negatively while choosing their spouses. Ilkkaracan and
Seral (2000) state that while virginity
was perceived as an important value
and responsibility for women and their
families, on the other hand having a
premarital sexual relationship is seen
as the indicator of masculinity. When
choosing spouses virginity is such an
important issue that male students indicated that they would share women’s
state of being virgin with their families.
Thus, the family functions as a system
which controls women’s bodies (Ilkkaracan, 2001).
…I would not marry a woman who
had a premarital sexual relationship. There is a social pressure
about this issue. If men do that they
are called graceless, if women do
the same, they are called corrupt. I
would tell my family that my wife is
not virgin. (male)
Virginity is important. I am against
premarital sex. Flirtation may happen but sexuality should not. This
is something unforgivable. Men
also cannot do this. This is something that depends on everyone’s
own choice. I experience sexuality
whenever I marry. (male)
Moreover, especially the institution of
religion was addressed as a reference
27
Toplum ve Sosyal Hizmet
for the discussions of sexuality. Another
interesting observation about spouse
choice is that while religious women
do not refer to religion in choosing their
husbands, religious men prefer believing religious women. Behind this, it is
thought that men perceive religion as a
mechanism in controlling women. Similarly Ilkkaracan (2001:11) stated that religion and traditions in Turkey are used
to control women’s sexuality.
There is the mention of adultery in
religion; if it was not emphasized
severely, that would not happen that
much. (male)
Religion is also something that limits and prevents women to become
equal with men. (female)
It is (premarital sex) something perceived as sin in terms of traditional
conservative thought or religion for
both men and women but the society has a more negative image for
women. (female)
While sexuality is thought of being
men’s power area, it is at the same time
discussed as the performance arena
for men in which they should prove
themselves.
His boss said I would bring him to
the school (brothel). There is the
possibility of being unsuccessful
there, there are things waiting for
you outside. What a difficult situation.(male)
While men stated that they choose to
marry women who are younger and
less-educated, women stated that they
choose to marry men who have higher
status and are cleverer.
28
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
My wife should be smaller than me;
she should not be cleverer than I
am. (male)
He should be trustable and clever.
I want him to be powerful, I should
feel like I am on the pavement.
(female)
Even though it is discussed that sexuality can be experienced only after marriage due to social pressures, indeed
marriage is stated as an institution
which satisfies the sexual needs of
men regularly. Even, domestic rape is
taken within this context.
Marriage is an institution in which
you can satisfy your sexual needs.
I learned about domestic rape here
at school. They call it as a sin if a
woman rejects you. (male)
There are obligations and if these
do not happen, it cannot be called
rape, but I am not totally sure. If it
is a forced marriage, may be but
if marriage is a voluntary one, it
should not be, but I am not sure.
At a point they do not accept, they
should break up. (male)
This research has shown that sexuality appears as a field in which rules are
determined by men, men have power
and determine how women should
behave. This is the indicator of social
work students’ sexist approaches.
Domestic division of labor
While male students who live separately from their families stated that they
could do everything at home, those
who live with their families stated that
domestic works are for women. Domestic tasks are evaluated as those
that should be done by men only if
Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk
their wives work or if a man lives alone,
which are already the “compulsory
conditions”.
The roles of working parents are
different than the families where
mothers do not work. In my opinion,
in both home and business life, men
and women should share equal
roles. (female)
If a woman prefers to stay at home
instead of working outside, she
should not take offense at doing domestic tasks. (female)
Cleaning, washing dishes, cooking… we do everything. We, three
boys stay at home and do everything. I dream of marrying, there is
a need for a woman. (male)
If we are both working, there should
be sharing among us in terms of domestic tasks. (male)
space usage in the warming-up game
played in the beginning of the focus
groups. Spaces included dangerous
spaces for women while they were not
mentioned by the men.
The participants distinguished between
male and female spaces and women
cannot use some of the male spaces
at nights. In Boratav’s (2002) research
too, it was pointed out that use of some
of the public spaces are limited during
the evening hours for women.
There are dangerous spaces for
women. (male)
Entertainment areas are different.
(male)
It is different to stay outside until
late. It is different for female students to go to an urban university,
they are either under permanent
control or called back home. (male)
There is social pressure for sure;
the places you live are different. It
is separated as female-male-family.
(male)
However, in terms of family decisionmaking, both male and female participants who pointed out that woman
have a secret power or cunningness
to sway the decision. This issue can
be evaluated within the framework of
“patriarchal bargaining” (Connell, 1987;
Kandiyoti, 2007) which is developed by
women as a coping strategy against
patriarchal ideology.
Age was another important element
governing space considerations for
men. Especially after the age of 18,
it was stated that there are no social
pressures over the space usage of
males.
It was observed that the stereotypes
of students about gender roles are
produced mainly by traditional social
structure they live in and its institutions
like family and religion; and reinforced
within this structure.
After 18, you start to become a total
man, but nothing changes until you
start to study at the university… You
must be 18 for a driving license, for
alcohol the same; the age of 18 is a
turning point for a man. (male)
Gendered Space
Job Choices
Student participants demonstrated
their gender differences regarding
Students who participated in the research pointed out that biological
29
Toplum ve Sosyal Hizmet
difference are influential in choosing
jobs. They defined jobs as “male” and
“female” professions due to the biological differences. For example, students
thought that professions which are carried out by men require physical power
and defined “engineering”, “driving”
and “mining” as male professions.
There are differences in terms of
physical power but there is no difference in jobs which require intelligence. When I say physical power,
I mean heavy jobs like mining, etc.
(female)
Society distinguishes between female jobs and male jobs. (male)
Women cannot be drivers. (male)
Really, it seems to be difficult for a
woman to choose construction engineering as a job. Both in terms of
power and of how she will be going out for the field these questions
come to one’s mind. (male)
In terms of employment opportunities,
male students think that biological differences of women have may turn into
advantages in some cases and into the
disadvantages in other cases. For example, while male students think that
physical features of women like “pregnancy, period, and menopause” may
turn into disadvantages, they also think
that sexual attractiveness, esthetic
may turn into advantages for them.
Physical attractiveness and sex appeal of women may turn into advantages in business life. (male)
I work at a hospital. Two nurses got
maternity leave. People here could
not use their leave because of these
two people. They are neither right
30
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
nor wrong but I have prejudices
about this. (male)
If a man and a woman both apply
for a job and if the man completed
his compulsory military service, the
man is hired because maternity
leave make the conditions harder
for the company. (male)
The participants expressed that gender roles that are attributed to women
and men resulted in the view that there
are professions which are more appropriate for women or men. The choice
of these professions is influenced by
some of the limitations of women like
not being to travel freely or independently in all situations. At the same time,
gender roles result in the exclusion of
women from specific fields such as
technology or engineering. This is explained by Connell (1987:141) in that
technology is defined as the power
arena of men and the accumulation
of richness is kept within the hands of
men. Kulic (2002:59) points out that defining professions as men and women
professions and not questioning them
contributes to the reproduction of this
sexist division of labour.
Gender of the Social Work
Profession
On the issue of whether social work has
a gender or not, those who think that
the gender of the profession is woman
and those who think that it is sexless
constitute two different categories. Especially, it was observed that the sexist perspectives of male students while
choosing professions reflected upon
their thoughts about the gender of the
social work profession. Male students
think that due to the “positive” features
Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk
which socially do not fit men like “being
emotional, communicative, good listener, detail-addicted”, women can be better social workers. On the other hand,
male students think that since they do
not have these “positive” features they
prefer to “work as managers, advocacy
workers and project workers”. Men’s
definition of women’s professional
functions with “positive” features shows
that they are still in an understanding
that pushes women back to the private
sphere and that the controlling power is
seen as men’s job.
There are spaces where women
can work more successfully. Women can do better in the fields of social services. A male can more easily open himself to a female expert.
(male)
Social work is a female job. Women think in a more emotional way.
(male)
A woman (social worker) is more
sensitive. (female)
Besides, participants said that religious
belief and personality of a social worker affect the professional work and that
personality is an important factor for
being a good social worker.
A female social worker can be religious, be insensitive to domestic
rape, may ask a woman why she
rejected her husband. (female)
There is no gender for the profession of social work. It is based on
personality. You can do it if your
personality is powerful, you cannot
do it if you are powerless. Men and
women can do it. (male)
Some student participants pointed
out that gender is not a determinant
for working in the fields of social
services. In the case of developing
a humanitarian sensitivity by social
work education and of taking professional ethical values as the basis, they stated this kind of a distinction is eliminated. But the issue is
not discussed within the framework
of gender roles in any of the groups.
This supports the contention that
social work curriculum is genderneutral (Dominelli, 2002) and gender-blind (Bentley, Valentine and
Haskett, 1999; Leung, 2007).
Both male and female social workers should have the same sensitivity. Together with education, both
sexes can become sensitive. There
are professional ethical values.
Men can do the necessary things
with knowledge, ethics and skills.
(male)
Suggestions Regarding the
Transformation of Stereotypes on
Gender
Student participants emphasized the
importance of four points of the socialization to achieve the transformation
of gender stereotypes. Those are socialization process, education, the legal system and women’s organizations
which work for women’s rights.
Socialization process is important
and it is important to educate both
men and women. (male)
There is a book about topics that
were taught to women about pre–
1945 and post–1945. Women are
accepted “female” roles and men
are accepted “male” roles. This has
31
Toplum ve Sosyal Hizmet
to change. For example, it is as if
women are in the kitchen and men
read newspaper. (female)
The importance of the socialization
process is that it is emphasized by addressing family and business life. For
example, men can be taught domestic
tasks.
They are the learned roles. Normally, girls are directed towards the
home works more. Boys are protected by their mothers in this issue. It
is the same from the angle of professions: For instance, if a girl wants
to learn engineering and become an
engineer, someone tries to prevent
it. It is perceived negatively. (female)
Students think that the re-construction
of domestic and external roles of women for women would empower them
and realize men-women equality.
Women should also do men’s jobs.
When my mother goes out the bank,
she does not know what to do; she
cannot proceed with the bills. My
father sees this as a power for himself. My mother has the fear of what
to do when my father is not around.
(female)
Unless caring and feeding roles
end, equality will not be realized.
The way to equality goes through
changing the roles. (female)
The moment when a woman enters
into gender roles is the marriage
point. This starts with taking the
surname of the man. From this point
on, she starts to take the burden
of gender roles. The woman gives
birth to the child, and marriage is the
package of the traditional roles. The
woman even chooses the goods for
32
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
the house. Instead of changing the
role of woman in the mind of the
man, there is a need for changing
the roles within “marriage”. Unless
these roles change, diversity will
not be achieved. (female)
Student participants emphasized that
to change the patriarchal structure and
gender roles, university education and
the legal system are important. They
also said that equality between the sexes remain in the theoretical level, and
as for the practice, the sexes and the
gender sensitivities of the legal system
reflect the implementation of the laws.
They questioned the impartiality of the
legal system argued that the continuity
of the patriarchal social order is maintained in part by it.
Judges are also educated but they
do not have gender sensitivity. They
don’t appropriately prosecute honor
killings. (female)
Participants said that university education is influential for the questioning of
gender roles.
Fathers are always in the back in
terms of the homework, indeed they
should be equal, I learned this at
the university and now I started to
realize this, I work. (male)
We understand only at the university why we are oppressed. Women
who study at the university do not
accept men’s sovereignty. They
have jobs. (female)
While students found it positive that
gender issues are questioned during
social work education, they also emphasized its insufficiency.
Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk
I took a gender course. I am well-aware
of this issue. The perception of society
is important for me, there is a patriarchal society. Women are in the second
plan. (male)
As for the solution of the equality problem, the participants stated that men
and women should resist gender roles
being imposed by society and especially women should struggle for change.
Ataturk (the founder of the republic)
made women be in the front position by destroying the traditional
taboos in Turkey. He tried to create
change for women. But since women are not enterprising, they are at
the backstage and are not equal. In
my view, women in Europe struggle more than we do for equality.
(female)
There is no sharing. Men are those
who get service, women are those
who provide service. The standing of women is important; women
should also put pressure on men.
These are the things the society
provides and impose. (female)
DISCUSSION AND RESULTS
Being a female is a difficult position
in Turkey as stated by both male and
female students. Social pressure on
women aims to control women and
obstructs them to live their lives independently. The students stress the
constraints on clothing that women
should not wear attractive clothes. The
restricting practice of Islam on women’s clothing was also expressed as a
tool to control women’s life. The other
mention was on the limits on women’s
use of public spaces. These restrictions show that the visibility and so the
presence of women is controlled by
society in order to subordinate women.
Stereotypes about females and males
are found present in terms of having
different emotional structures, personal features and problem solving skills.
Men are portrayed as rational, strong
in emotional sense, active in social life
and free to use nearly all public spaces.
Correlatively men’s leading role is accepted on the base of power of men.
The stereotypes about females are
presented as opposites of males’ in
accordance with patriarchal ideology.
Women are presented as powerless,
excessively emotional and detail-addiction which disable them to be powerful in social life. This view serves to
reproduce and maintain the power of
men and subordination of women. The
stereotypes regarding sexuality and
spouse choice based on virginity of
women, division of labour at home and
choice of professions are found to be
fed by family relations, religious beliefs
and business life.
Student participants emphasize the
role of socialization process of males
and females, the university education
system, legal system and women’s
organization which struggle against
gender inequality in order to transform
stereotypes about the gender.
In undertaking this research we have
found that students take the traditional
social structure as a reference point
while learning and reinforcing gender
roles and stereotypes. We hypothesize
that taking the traditional social structure as the reference point is enhanced
by and is in line with the rise of conservative orientation in Turkey since
the 1990’s. Moreover, the facts that
33
Toplum ve Sosyal Hizmet
most of the students who participated
in the research have a socio-cultural
origin based on a traditional structure
and that they accept this structure it
is normal that there is an important
emphasis place on this structure. The
traditional welfare regime in Turkey imposes the solution of every social problem within families or by the families, in
other words within the private sphere.
Thus, social services in Turkey have
become possible only in areas which
are deemed necessary. Besides,
women are not considered individuals
but are perceived to be the actors of
the families. This has caused a lack of
services given to women.
Apart from the traditional structure,
another reason why students cannot
develop sensitivity about gender is because of social work education itself.
Focusing on harmony and protection
instead of change within social work
education is the biggest barrier in front
of students’ obtaining a critical view. Indeed, students suggested that women
should realize harmony to the system
by using their sexuality, femininity and
intelligence for the problems they experience. Attributing the responsibility
for social change to women results in
ignoring the need for transformation of
masculinity. Students cannot analyze
gender within the framework of power
and oppression mechanisms that are
linked to the traditional structure and
thus their predictions about change are
limited to education and socialization.
Orme (2003) in this issue states that
women are seen as the victims of the
oppression within the social work education and that there is insufficiency in
their definition of how the power operates. Leung (2007) discusses the fact
34
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
that the social work curriculum should
be re-produced with non-sexist point
of view and mentions two important
limitations to the improvement of a
social work curriculum that is sensitive to gender. Those are the dominant
traditional structure and the non-existence of optional courses on gender
expertise. Indeed, as a result of this
research, we found that two students
who attended optional gender courses
focused on the issue from a more critical perspective.
Researchers who touch upon the fact
that social work education is genderblind (Orme, 2002; Orme; 2003; Dominelli, 2002) find the solution of the problem to be inclusion of feminism to the
social work curriculum. This is because
feminist social work does not only focus
on women’s problems, but it also provides an important ground to analyze
the value system, information basis and
the roles and responsibilities of social
work profession, with a critical point of
view against the structural inequality
in the society (Dominelli, 2002; Leung,
2007). Orme argues that in order for a
feminist social work theory to be developed, students should notice that social
work disproportionately intervenes in
the lives of women and that this intervention constructs the roles and responsibilities expected from women
in a sexist way. The internalization of
the traditional gender roles and stereotypes of the students may result in
the structuring of the practice in a sexist way. Because of this reason, there
is a need for freeing policies that consider structural factors that do not limit
women with the private sphere instead
of policies which put the burden of the
responsibility of change on women. The
Cankurtaran Öntaş, Buz, Hatiboğlu, Öztürk
anti-sexist emphasis in social work education should become mainstreaming.
FURTHER RESEARCH
Further research to be conducted, will
use mixed methodology. The longitudinal research which focuses upon
the overall education process and
the discussion of the topic in groups
which have different combinations for
men and women will let us understand
the different sides of the subject. The
themes of family and religion can be
taken into consideration as the subjects of different researches.
REFERENCES
Chodorow, N. (1978). The reproduction of
mothering, psychoanalysis and the sociology of gender. London: University of California Press.
Coltrane, S. (1998). Gender and families. New York: Rowman and Littlefield.
Connell, R. W. (1987). Gender and power.
Cambridge: Polity Press.
Connell, R.W. (2002). Hegemonic masculinity and violence: Response to Jefferson
and Hall. Theoretical Criminology, 6(1), 8999.
Connell, R. W. (2005). Masculinities (2nd
ed.). USA: University of California Press.
Creswell, J. W. (1998). Qualitative inquiry
and research design: Choosing among five
traditions. CA: Thousand Oaks, Sage.
Anıl E., Berktay A. ve İlkkaracan P. (2002).
The new legal status of women in Turkey,
Women for Women Rights, www.wwhr.org/
id-736.
Dipboye, R. L. and Colella, A. (2005). Discrimination at work: The psychology and organizational bases. New Jersey: Lawrence
Erlbaum Associates.
Baber, K. M. (2000). Women’s sexualities.
In M. Biaggio and M. Hersen (Eds.), Issues
in the psychology of women. New York:
Plenum Press.
Dominelli, L. (2002). Feminist social work
theory and practice. Hampshire: Palgrave
and Macmillan.
Barns, A. (2003). Social work, young women and femininity. Affilia, 18(2), 148-164.
Bentley, K. J., Valentine, D. and Haskett, G.
(1999). Women’s issues and social work accreditation: A status report, Affilia, 14, 344.
Berktay, A. (1998). Cumhuriyet’in 75 yıllık
serüvenine kadınlar açısından bakmak, 75
Yılda Kadınlar ve Erkekler. İstanbul: Türkiye
İş Bankası ve Tarih Vakfı Yayınları.
Boratav, H. B. (2002). Kuştepe gençliği:
penceremden gördüklerim. Kuştepe Gençlik Araştırması (ed. Kazgan, G.) İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Carli, L. L. and Bukatko, D. (2000). Gender,
communication, and social influence: A developmental perspective. In Eckes, T. and
Trautner, H. M. (Eds.), The Developmental
Social Psychology of Gender, USA: Lawrence Erlbaum.
Featherstone, B. (2001). Why gender matters in child welfare and protection. Critical
Social Policy, 26(2), 294-314.
Figueira-Mcdonough, J., Netting, E. F. and
Nichols-Casebolt, A. (2001). Subjugated
knowledge in gender-integrated social work
education: Call for a dialogue. Affilia, 16(4),
411-431.
Grise- Owens, E. (2002). Sexism and the
social work curriculum: A content analysis
of the journal of social work education, Affilia, 17, 147-166.
Heiliger, A. and Constance E. (1995). Sexuelle gewalt mannliche sozialisation und
potentielle taterschaft. Frankfurt: Campus
Verlag.
Ilkkaracan, I. and Seral, G. (2000). Sexual
pleasure as a woman’s human right: Experiences from a grassroots training program
in Turkey. In Ilkkaracan, P.(ed.), Women and
35
Toplum ve Sosyal Hizmet
sexuality in muslim societies, (187-197), Istanbul: WWHR and KHIP.
Ilkkaracan, I. (2001). Islam and women’s
sexuality: A research report from Turkey.
good sex: Feminist perspectives from the
world’s religions. Hunt, M., Jung, P.B.,
Balakrishnan, R. (Eds.), New Jersey: Rutgers University Press.
Kandiyoti, D. (2007). Cariyeler, bacılar,
yurttaşlar (İkinci basım). İstanbul: Metis.
Khoromi, F. (2006). The nature of gender
differences in sciences mathematics ve engineering education: A literature review of
stereotype threat and ıts underlying mechanisms. San Diego: Alliant International University.
Krueger, R. A. and Casey, A. M. (2000).
Focus groups: A practical guide for applied
research, USA: Sage.
Kulic, L. (2002). The impact of social background on gender-role ideology: Parents’
versus children’s attitudes, Journal of Family Issues, 23(1), 53-73.
Leung, L. C. (2007). The impact of feminism on social work students in Hong Kong.
Journal of Women and Social Work, 22(2),
185-194.
Morgan, D. and Spanish, M. (1984). Focus
groups: A new tool for qualitative research.
Qualitative Sociology (7), 253-270.
Neuman, W. L. (2000). Social research
methods: Qualitative and quantitative approaches (4th Ed.). Boston: Allyn and Bacon.
Onur, H. ve Koyuncu, B. (2004). Hegemonik erkekliğin görünmeyen yüzü: Sosyalizasyon sürecinde erkeklik oluşumları ve
krizleri üzerine düşünceler, Toplum ve Bilim
(101), 31-50.
Orme, J. (2002). Feminist social work In R.
Adams, Dominelli, L. ve M. Payne (eds).
Social work: Themes, issues and critical
debates (second ed.), Basing Stoke: Palgrave.
36
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Orme, J. (2003). It’s feminist because I say
so!: Feminism, social work and critical practice in the UK. Qualitative Social Work, 2,
131.
Pateman, C. (2001). The fraternal social
contract. In R. Adams and D. Savran (Eds.),
The Masculinity Studies Reader. US and
UK: Blackwell.
Payne, M. (1997). Modern social work theory (Second Edition). London: Macmillan
Press.
Rubin A. and Babbie E. (1989). Research
methods for social work. CA: Whadsworth.
Sancar,
S.
(2004).
Otoriter
Türk
modernleşmesinin cinsiyet rejimi, Özel
Sayı: İdeolojiler II, Doğu Batı Dergisi, 29.
Strauss, A. L. and Corbin, J. (1990). Basics
of oualitative research: Grounded theory
procedures and techniques. CA: Sage.
Trotter J., Brogatzki L., Duggan L., Foster,
E. and Levie, J. (2006). Revealing disagreement and discomfort through autoethnography and personal narrative: Sexuality in social work education and practice,
Qualitative Social Work, 5(3), 369-388.
Alptekin
Araştırma
DÜZCE İL
MERKEZİNDEKİ
BOŞANMALAR
ÜZERİNE BİR ÇALIŞMA
lerine açık olma, sanayileşme, kadınların istihdam olanakları, kültürel çeşitliliği bünyesinde barındıran toplumsal doku; ekonomik
darboğazlar; erken yaşta yapılan evlilikler,
kitle iletişim araçlarını kötüye kullanma ve
evliliğe yüklenilen anlamlar söz konusu faktörler arasında bir adım öne çıkmıştır. Her
ne kadar boşanmaların arka planında gizli
bir gündem maddesi olarak kalmışsa da evli
çiftlerin gelenek ve modern yaşam arasında yaşadığı savrulmanın da boşanmalar için
önemli bir faktör olduğu anlaşılmıştır.
Anahtar Sözcükler: Boşanma, evlilik, toplumsal değişim, yorumsamacı yaklaşım
A Study on Divorces in the
City Center of Düzce
Kamil Alptekin*
*Yrd. Doç. Dr., Düzce Üniversitesi
Sağlık Yüksekokulu
Sosyal Hizmet Bölümü
ÖZET
Bu araştırma depremden sonraki on yıl içerisinde (2000-2010 yılları arası) Düzce il merkezinde gerçeklemiş olan boşanmaların arkaplanında yatan psiko-sosyal faktörleri ortaya çıkarmak amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Yorumsamacı bakış açısıyla nitel bir desende tasarlanmış araştırmada Düzce’de boşanmalar konusuyla doğrudan veya dolaylı
bir şekilde ilgisi bulunan kamu, yerel yönetim ve baro mensubu toplam 20 kişiyle açık
uçlu görüşmeler yapılmıştır. Görüşmelerin
içerik analizi sonucunda hızlı bir toplumsal
değişimin yaşandığı Düzce’de birbiri içerisine girmiş pek çok faktörün boşanmaları etkilediği belirlenmiştir. Yakın mesafelerde bulunan metropol kentlerin kültürel etki-
ABSTRACT
This research has been performed for the
purpose of unveiling the psycho-social factors that lay behind the divorces that occurred in the city center of Düzce within the
ten years (from 2000 to 2010) following the
earthquake. In the research, which has been
designed on a qualitative pattern according
to the interpretive point of view, open ended
interviews have been conducted with a total
of 20 people consisting of civil service, provincial government and bar association officials who were involved in the divorces in
Düzce directly or indirectly. It has been determined and concluded as the result of content analysis of interviews that a great number of interlaced and interrelated factors
affected the divorces in Düzce where a rapid social change was prevailing. Exposure to cultural impacts of nearby metropolitan cities, industrialization, employment opportunities of women, social environment
which incorporates cultural diversity in its
structure; the economically difficult situation, early marriages, misuse of mass communication media and meanings attributed
onto marriage stood forward among the said
factors. Despite the fact that it remained in
the background of the divorces as a hidden
item of agenda, it has been realized that the
37
Toplum ve Sosyal Hizmet
drift experienced by married couples between traditions and modern life was a significant factor for divorces.
Key Words: Divorce, marriage, social
change, interpretive approach
GİRİŞ
İnsanlığın ve toplumun gelişme süreci
içinde “aile kavramı” türlü nitelikler göstermiş; her çağın ve her toplumun kendine özgü bir aile kavramı, bir aile anlayışı olmuştur (Velidedeoğlu, 1976: 14).
Aile sadece kendiliğinden doğal bir şekilde oluşmuş bir yapı değildir; aynı zamanda sosyal olarak yapılandırılmış,
zamana ve koşullara göre değişime uğramıştır (Reiger, 2005: 61). Halen Dünya üzerindeki farklı toplumlarda, çok
çeşitli aile biçimleri varlıklarını sürdürmektedir. Asya, Afrika ve Pasifiğin uzak
bölgeleri gibi kimi yerlerde, geleneksel
aile yapısında pek az değişme olmuştur. Buna karşılık, pek çok ülkede önemli değişmeler ortaya çıkmaktadır. Bu değişmelerin kökenleri karmaşıktır. Ancak
özellikle önemli olan birkaç etken ayırt
edilebilir. Örneğin bunlardan birisi, Batı
kültürünün yayılmasıdır. Söz konusu değişmeler, çekirdek ailenin baskın duruma gelmesi, geniş aile sistemlerinin ya
da öteki akraba gruplarının çözülmesi,
eşin özgürce seçilmesi ve çocuk haklarının genişletilmesi yönünde genel bir
eğilimin güçlenmesine yol açmaktadır
(Giddens, 2000: 151). Bununla birlikte
özellikle gelişmiş ülkelerde yaygınlaşan
evliliğe karşı seçeneklerin de (örn; evlilik bağı olmaksızın birlikte yaşama, eşcinsel ana-babalardan oluşan aile kurma, bekar kalmayı isteme gibi) aile yapılarındaki değişimlerde etkili olduğu vurgulanmalıdır (Giddens, 2000: 175-177).
38
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Ortaya çıkan bu tablonun olumlu ve
olumsuz pek çok yansımaları vardır.
Ancak ailedeki bölünmeleri ve beraberinde boşanmaları tetikliyor ve yaygın bir hale getiriyor olmasından dolayı (ki günümüzde değişik oranlarda da
olsa tüm dünyada boşanmalarda görülen artışlar bu düşünceyi doğrulamaktadır) söz konusu değişimlerin olumsuz
yansımaları adeta bir adım öne çıkmış
gibidir.
Boşanma olgusu kısaca yasal yoldan
kurulmuş olan evlilik birliğinin yine yasal olarak sona erdirilmesi yani erkek
ile kadının, hukuki bir kararla evliliklerini tamamen sona erdirmesi olarak tanımlanabilir.
Kuşkusuz boşanma tek bir nedene sahip olgu değildir; pek çok faktör birbirine bağlı olarak boşanmanın ortaya çıkmasında etkili olmaktadır. Özellikle toplumsal değişimler boşanmaya ilişkin
yasal mevzuatın, ahlaki ve moral bakış
açısının ve sosyal kısıtlamanın önündeki bariyerleri aşındırıcı yönde etkide
bulunur. Sosyo-kültürel değişimler bizim “aile” olarak tanımladığımız kavramın sınırlarını genişletmekte; kişiler geleneksel özellikler taşımayan aileleri giderek daha fazla kabul edici yönde tutum sergilemektedirler. Bununla birlikte
evliliklerin fonksiyonu dramatik bir şekilde değişime uğramakta; çiftler daha
az sayıda çocuk sahibi olmayı isterken
ailenin yerine getirmesi beklenilen pek
çok rolü toplumun diğer kurumları üstlenmektedir. Ailenin odağı, üretimden
bağımsızlık isteklerine ve duygusal doyuma doğru kaymaktadır. Bu şekliyle günümüz aileleri önceki zamanlardaki ailelerden daha kompleks bir görünüm içerisindedir. Eşlerin her ikisinin de evin dışında çalışması tüm dengeleri değiştirmektedir. Ait olunan etnik
Alptekin
grup, evlenme yaşı, sosyo-ekonomik
statü, dindarlık düzeyi, çocuk sahibi
olma gibi demografik faktörler ve kişiler arası ilişkiler çiftlerin boşanma risklerini artırabilecek etkiye sahiptir. Örneğin genç yaşta evlenme, ailede bir boşanma veya istismar öyküsünün bulunması kişinin boşanma riskini artırmakta; alkol kötüye kullanımı veya zayıf iletişim becerileri gibi belirgin kişilik ve
davranış özellikleri bir çiftin ilişkisini giderek daha fazla istikrarsızlaştırmaktadır (Clarke-Stewart & Brentano, 2006:
50-51).
Esasen evlilik bağıyla iki ayrı insan tarafından oluşturulan aile, bunun doğal
sonucu olarak, çatışma ve uyumsuzluk
potansiyelini de her zaman beraberinde taşımaktadır. Farklı ortamlarda yetişmiş değişik kişiliklere sahip iki ayrı
insanın uzun yıllar boyunca hep uyumlu olmalarını ümit etmek fazla iyimser
bir beklentidir. Hayatın zorluklarına karşı bir liman olarak düşünülen ailenin
bazen kendisi bir fırtınalı denize dönüp,
sorun çözmeye değil sorun üretmeye
başlayabilir (Karaçay 2001: 18). Sorunların arttığı buna karşılık çözüm yollarının tıkandığı, duygusal paylaşımın tükendiği ve eşlerin bir arada kalarak birbirine daha fazla zarar verdiği bir noktada boşanma, başvurulacak en uygun
yol olabilmektedir.
Bu çalışmada boşanma olgusu üzerinde odaklanılmaktadır. Olgu, özellikle
son yıllarda sanayileşme atılımlarıyla
birlikte hızlı bir toplumsal değişim trendi içerisine girmiş bir il olan Düzce örneğinde ele alınmaktadır.
Düzce’nin Sosyo-Ekonomik Yapısı
Düzce, 1999 yılı Ağustos ve Kasım
aylarında meydana gelen Gölcük ve
Kaynaşlı merkezli iki büyük depremi
yaşamıştır. İkinci depremden kısa bir
süre sonra (9 Aralık 1999 tarihinde) il
statüsüne kavuşmuş ve böylece önemli bir idari yapı değişikliği yaşamıştır.
Düzce ilinin metropol kentlere, liman
ve hammadde kaynaklarına yakınlığı,
ulaşım kolaylığı, deniz ve doğa turizmine sahip oluşu yatırım ve yatırımcılar için bir çekim merkezi oluşturmaktadır. Düzce, Türkiye’nin sanayi üretiminin yoğun olduğu bölgeye yakın olması nedeniyle bütün Anadolu’dan özellikle Karadeniz Bölgesi’nden göç almaktadır. Göç, Düzce ilinde durmamakta
Düzce dışına da taşmaktadır. Göçlerin
neden olduğu nüfusun mekanda hareketliliği oldukça yüksektir. Bu hareketlilik eğitim ve sağlık hizmetlerinde var
olan alt yapının verimli çalışmasını engellediği gibi, eğitim ve sağlık hizmetlerinde geleceğe dönük plan program
yapmayı engelleyecek boyutlardadır
(Bölgesel Göstergeler TR 42, 2008: xi).
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK)
2008 ve 2009 yıllarında yayınladığı
evlenme ve boşanma istatistiklerine
göre Düzce’de 2001-2009 yılları arasında evlenme hızı, iniş çıkışlı bir seyir
izleyerek binde 8,95’ten binde 7,77’ye
düşmüştür. Belirtilen tarihlerde bu çalışma için yapılan hesaplamaya göre
Düzce’nin ortalama evlenme hızı binde 8,70; Türkiye genelinin ise binde 8,44’tür. 2001-2009 yılları boşanma hızlarına bakıldığında Düzce’deki
boşanmalar tıpkı evlenmelerde olduğu gibi iniş çıkışlı bir seyir izlemiş ancak binde 1,12’den binde 1,27’ye yükselmiştir. Bu tarihler arasında yine bu
çalışma için yapılan hesaplamaya göre
Düzce’nin ortalama boşanma hızı binde 1,24; Türkiye genelinin ise binde
1,36’dır.
39
Toplum ve Sosyal Hizmet
Araştırmanın Amacı
Yorumsamacı perspektiften depremden sonraki on yıl içerisinde (20002010 yılları arası) Düzce il merkezinde
gerçeklemiş olan boşanmaların arkaplanında yer alan psiko-sosyal faktörleri ortaya çıkarmak bu araştırmanın temel amacıdır.
YÖNTEM
Bu araştırma nitel araştırma yöntemiyle
bir saha çalışması sonucunda gerçekleştirilmiştir. Bilindiği üzere nitel araştırmalarda sıklıkla gözlem, görüşme ve
doküman analizi gibi nitel veri toplama
teknikleri kullanılır. Algıların ve olayların doğal ortamda gerçekçi ve bütüncül bir biçimde ortaya konmasına yönelik nitel bir süreç izlenir (Yıldırım &
Şimşek, 2000: 35). Nitel araştırmacılar olayların ve bağlamların dilini kullanır, olayları bağlamı içerisinde inceler. Aynı zamanda bir duruma egemen
olan ilişkiler ağını kendi doğal ortamında yorumlamaya veya bunların anlamlarını ortaya çıkarmaya çalışır (Yıldırım
& Şimşek, 2000: 54; Neuman, 2003:
146).
İncelediği sorun çerçevesinde bir yönüyle Düzce’nin psiko-sosyal ve ekonomik yapısı, diğer yönüyle de boşanmalara ilişkin ilgi ve bilgisi olan kişilerin
algıları, anlamları ve yorumları üzerinde durulduğundan bu araştırmada nitel
araştırma yöntemi içerisinde boy gösteren kültür analizi ve olgubilim (fenomenoloji) desenleri birlikte kullanılmıştır. Bununla birlikte boşanma olgusuna
etki eden psiko-sosyal faktörler yorumsamacı bakış açısıyla ele alınmıştır.
Yaygın bir şekilde “yorumbilgisi” veya
“yorumbilimi” adları ile de kullanılan yorumsama; belirli bir eylemin ardındaki
40
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
anlamı kavrayabilmek için bu eylemin
“bağlam” ve “içeriği”ni dikkate alan, insan eyleminin ve ilişkilerinin öznelliği
içerisinde bulunan “anlam”ı deşifre etmek üzere “yorum” ve “anlama” çabasında yoğunlaşan sosyal bilimlerdeki
temel yaklaşımlardan biridir (Alptekin,
2008: 48). Yorumsama, aynı zamanda
sosyal olarak anlamlı eylemin sistemli bir analizidir. Bu analizde insanların
sosyal dünyalarını nasıl oluşturdukları ve geliştirdiklerine yönelik bir kavrayışa ve yoruma ulaşılmaya çalışılır. Bu
nedenle onların doğal ortamlarında yapılan gözlemlere sıklıkla yer verilir (Neuman, 2003: 76). Bu yaklaşıma göre insan varlığı, onu kuşatan bir anlamlar
ağı tarafından belirlenir. Herhangi bir
insan tekini bulunduğu anlamlar ağından çıkartarak bir tanıma, bir belirlenime yerleştirmeye çalışmak, daha baştan yöntemsel bir çıkmaza sürüklenmek demektir (Göka, 1993: 85).
Araştırma başlamadan önce araştırmacı toplumsal yapıyı daha iyi tanımak
amacıyla Düzce’nin sosyo-ekonomik
özellikleri hakkında bilgi toplamış, il
merkezinde toplumsal yaşantıya dair
çeşitli gözlemlerde bulunmuştur. Araştırmanın ikinci aşamasında ise araştırmacı Düzce’deki boşanma olgusu hakkında ön fikirler edinebilmek için evlenme ve boşanmalara ilişkin bir takım kayıtları (2009 yılının tamamı ve 2010 yılının ilk altı ayı için Düzce İl Nüfus Müdürlüğü Boşanma Dosyaları, Düzce
Adliyesi Aile Mahkemesi Karar Defteri,
2007 ve 2008 yılı için TÜİK Evlenme ve
Boşanma İstatistikleri) incelemiştir.
Bu araştırmanın üçüncü aşamasını ve
asıl odağını araştırma amacı doğrultusunda Düzce il merkezindeki boşanmaların psiko-sosyal bağlamını değerlendirebilmek üzere “yarı yapılandırılmış
Alptekin
açık uçlu görüşmeler” oluşturmuştur.
Bu doğrultuda Düzce’de boşanmalar
konusuyla doğrudan ya da dolaylı bir
şekilde ilgisi bulunan kamu, yerel yönetim ve Baro mensubu kişilerle derinlemesine görüşmeler yapılmıştır. Araştırma 2010 yılının Mart ayında başlamış,
yine aynı yılın Ekim ayında (altı aylık bir
süre) bitirilmiştir.
Örneklem
Düzce’de ikamet edip doğrudan veya
dolaylı bir şekilde boşanmalar konusuyla ilgisi bulunan kamu, yerel yönetim ve Baro mensuplarından oluşan 20
kişilik bir katılımcı grubu bu araştırmanın örneklemini oluşturmuştur. Katılımcıların 3’ü İl Nüfus Müdürlüğü çalışanı, 4’ü Düzce Adliyesi Barosuna kayıtlı avukat, 2’si boşanma davalarında
bilirkişilik yapan rehber öğretmen, 2’si
boşanma davalarında bilirkişilik yapan
sosyal çalışmacı, 3’ü İl Müftülüğü çalışanı, 1’i cami imamı, 1’i öğretim üyesi,
1’i emniyet amiri, 1’i Düzce Adliyesi Aile
Hakimi ve 2’si ise Düzce il merkezindeki iki ayrı mahallenin muhtarıdır. Bu kişiler ‘amaçlı örnekleme’ tekniklerinden
biri olan ‘maksimum çeşitlilik örneklemesi’ tekniği ile belirlenmiştir.
Sarantakos (1998: 152) amaçlı örnekleme tekniklerine başvuran araştırmacıların, araştırma örneklemini oluşturmak üzere araştırma konusu ile ilişkisi olduğunu düşündükleri kişileri bilerek ve kasıtlı olarak seçtiklerini ileri sürmektedir. Bu durumda örneklem seçiminde “olasılık” yerine araştırmacının
“yargısı” daha fazla önem kazanmaktadır. Maksimum çeşitlilik örneklemesinde ise çalışılan probleme taraf olabilecek bireylerin çeşitliliği yansıtılır. Çeşitlilik arz eden durumlar arasında herhangi ortak ya da paylaşılan olguların
olup olmadığını bulmaya çalışmak ve
bu çeşitliliğe göre problemin farklı boyutlarını ortaya koymak temel amaçtır
(Yıldırım & Şimşek, 2004: 83).
Materyal
Araştırmanın örneklem grubuyla yapılacak görüşmelerin ana hattını belirlemek üzere “Yarı Yapılandırılmış Görüşme Formu” geliştirilmiş, bu Formda
boşanmalara neden olduğu düşünülen
temalara ilişkin sorulara yer verilmiştir.
Soruları oluştururken literatür bilgilerinin yanı sıra araştırma kapsamında yapılan gözlemler ve doküman incelemesinden elde edilen verilerden büyükçe
bir oranda istifade edilmiştir. İçerikleri korunmak koşuluyla Formda yer alan
sorular; standart biçimde değil, görüşmenin akışı içerisinde katılımcıların kolayca anlayabileceği ve yanıtlayabileceği şekilde sorulmuştur. Görüşmelerde soruların yöneltilmesinde mümkün
olduğunca Formda belirtilen sıra izlenmeye çalışılmıştır.
Görüşmeler
Araştırmanın örnekleminde yeralan kişilerin 16 tanesi ile derinlemesine bireysel görüşme; geride kalan 4 kişiyle (Düzce Barosu’na mensup 4 avukat) ise bir odak grup görüşmesi yapılmıştır. Biri dışında tüm görüşmeler görüşmecilerin kendi makamlarında veya
kurumlarında uygun görülen bir odada gerçekleştirilmiştir. Görüşmelerde
araştırmacı, kendi köşesinde kalan bir
dinleyici olarak edilgen değil; tam tersine görüşme boyunca karşısındakini asgari düzeyde konuşmaya teşvik edici,
konunun dağılmasını ve başka alanlara
kaymasını önleyici şekilde etken bir tavır sergilemiştir. Araştırmacı ayrıca görüşmelerde yeterince aydınlanmayan
41
Toplum ve Sosyal Hizmet
konuları ilave sorularla açıklığa kavuşturmaya da çalışmıştır.
Araştırma onayı için gerekli izin Düzce Valiliği’nden alınmış, Düzce Valiliği
araştırmayı destekleyerek araştırmaya
önemli bir katkı sağlamıştır. Görüşmelere başlanmadan önce görüşme yapılan kişilere sözlü olarak araştırmanın
amacı, yöntemi, prosedürleri ve araştırmacının konumu hakkında bilgi verilmiş; araştırmaya katılmaları için gerekli onam yine sözlü olarak alınmıştır.
Araştırma kapsamında yapılan görüşmelerin 11’i ses kayıt cihazı kullanılarak kayıt altına alınmıştır. Katılımcıların
5’i ise görüşmelerin ses kayıt cihazıyla
kaydını onaylamamıştır. Dolayısıyla bu
5 görüşme not tutmak suretiyle kayıt altına alınmıştır.
Verilerin Analizi
Son görüşmenin bitiminden itibaren
kayıt altına alınan görüşmelerin içerik
analizi yapılmıştır. İçerik analizi yoluyla
veriler tanımlanmaya çalışılmış; birbirine benzediği veya birbiri ile ilişkisi olduğu tespit edilen veriler belirli kavramlar
ve temalar çerçevesinde bir araya getirilerek yorumlanmıştır. Bu araştırmada analiz süreci uygulama öncesinden
başlamış, uygulama sırasında ve sonrasında devam etmiştir. Verilerin analizinde Creswell’in (2003) önerileri de dikkate alınarak şu süreç takip edilmiştir.
1. Araştırmacı literatür taramasından,
yaptığı gözlemlerden ve incelediği dokümanlardan elde ettiği bilgilere dayanarak boşanma olgusunun
psiko-sosyal özelliklerine yönelik
geçici (ön) bir tematik çerçeve belirlemeye çalışmıştır.
2. Görüşmeler tamamlandıktan sonra
görüşmeler deşifre edilerek yazıya
42
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
dökülmüş ve bunlar tekrar tekrar
okunarak her bir görüşmeye ilişkin
önce alt düzey sonra da üst düzey
olmak üzere bir kod listesi çıkarılmıştır.
3. Her bir görüşme için yapılan veri
kodlaması, tek bir çatı altında toplanarak tüm görüşmelerin veri kodlamaları bütünleştirilmiş; böylece veriler toplu olarak incelenmiştir. Birbiriyle ilişkili kodlar bir araya getirilerek geçici tematik çerçeve içerisine
konulmaya çalışılmış, bunun dışında kalanlar için yeni temalar oluşturulmuştur. Ayrıca önceden belirlenmesine karşılık görüşmeler sonucunda işe vuruk olmadığı anlaşılan
temalar listeden çıkarılarak tematik
çerçeveye son şekli verilmiştir.
4. Son şekli verilmiş tematik çerçeveye göre temaların içerikleri, katılımcıların ifadelerinden yapılan alıntılarla desteklenerek yorumlanmaya
çalışılmıştır.
Araştırmanın Sınırlılıkları
Araştırmanın içerdiği sınırlılıklar şunlardır:
• Katılımcıların anlatıları Düzce’deki
boşanma olgusunun anlaşılmasında
zengin bir çerçeve sunmuştur. Ancak bu anlatılar sonuç itibariyle katılımcıların öne sürdükleri birer yorumdan ibarettir. Öte yandan coğrafi açıdan Düzce il merkezinin büyük
ve dağınık bir yapıda olması araştırmacının gözlem olanaklarını kısıtlamış, Not tutma tekniği ile kayıt altına
alınan görüşmelerde kimi anlatılar
birebir not edilemediğinden bilgi kayıpları yaşanmıştır. Dolayısıyla araştırmadan elde edilen sonuçlar kesin
ve genelleştirmeye olanaklı değildir.
Alptekin
• Araştırma kapsamında boşanmaların sosyo-kültürel arkaplanı irdelenirken Düzce’deki kültürel çeşitliğe karşın boşanmalar açısından
kültürler arası benzerlik ve farklılıklar üzerinde yeterince durulmaması
önemli bir sınırlılıktır.
• Araştırmada boşanmaların sosyokültürel boyutu üzerinde daha fazla durulmuş; buna karşılık psikolojik boyut bir parça geri planda kalmıştır. Öte yandan araştırmanın
bulgular bölümünde farklı sosyodemografik özellikler taşıyan katılımcıların sadece mutabık kaldıkları
görüşleri içeren temalara yer verilmiş; farklı görüşlerini içeren temalar
üzerinde durulmamıştır. Bahsedilen
bu iki durum açısından da araştırma
sınırlıdır.
BULGULAR VE YORUM
Bu bölümde görüşmelerden elde edilen bulgulara yer verilmiştir. Bulgular
gözlemleri de içerecek şekilde görüşmelerdeki alıntılardan örnekler verilerek yorumlanmış ve öne çıkan beş ana
tema başlığı (boşanmalar için uygun bir
ortam, her taşın altından çıkan sorun:
ekonomi, bir çıkış yolu: çok genç yaşta
evlenme, bir tetikleyici faktör olarak iletişim araçları ve yıkılan gelenekten kalan boşluk) altında sunulmuştur. Anlatım her ne kadar analiz gereği ana temalar şeklinde parçalara ayrılıp sunulmuş olsa da esasen altı çizilerek belirtilmelidir ki, tüm temalar birbiri ile ilişkili
ve iç içe geçmiş bir haldedir.
Boşanmalar İçin Uygun Bir Ortam
Katılımcıların pek çoğu Düzce’deki boşanmaların artışını Düzce’nin coğrafi ve
sosyo-kültürel yapısı ile ilişkilendirmiş
bu ortamın boşanmalar için doğrudan
veya dolaylı bir şekilde uygun bir zemin
oluşturduğunu öne sürmüşlerdir. Örneğin Katılımcı (3) görüşmeye aynen şu
ifadelerle başlamıştır:
Katılımcı (3, Merkez İlçe Nüfus
Müdürlüğü çalışanı): “Şimdi bana
kalırsa boşanmaların arttığını ben
de düşünüyorum. Bunun pek çok
nedeni var. Zaten Düzce kendisi bu
iş için iyi bir ortam.
Araştırmacı: “Ortam dediniz, bu
ortamdan neyi kastettiğinizi biraz
açar mısınız?”
Katılımcı (3): “Bakın burası bir
geçiş yeri, burada trafik hızlı akıyor. Ticarete de bürokrasiye de
aynı mesafe uzaklığındayız. Kendi
arabanla iki bilemediniz iki buçuk
saat sonra istersen İstanbul’da istersen Ankara’dasın. Etnik yapı
çeşitli, nüfus artıyor, şehre göç
durmuyor. Hızlı büyüyor Düzce,
bu yakınlarda yeni bir sanayi bölgesi daha açıldı. Hangi milletten
adam istersen burda var. Kadın
erkek fark etmez çalışmak isteyene iş var. Şimdi kiralar da uygun.
Şimdi burada her şey var, paran
varsa her şey bulabilirsin. Buraya
küçük Almanya diyenleri de gördüm. Şehir büyüyor ama kurumlar da aynı kurumlar, hizmetler de
aynı hizmetler. Personel derseniz
o da aynı. Sorun çok ama yeterince kurum yok bunları çözecek, düşünecek. İşte ortam bu!”
Daha önce de değinildiği üzere Düzce,
Türkiye’nin başlıca iki büyük metropolü olan İstanbul ve Ankara’nın tam orta
noktasında yer alan bir ildir ve her iki
43
Toplum ve Sosyal Hizmet
metropole karayoluyla 2,5-3 saatlik bir
uzaklıktadır. Düzce’den İstanbul’a ve
Ankara’ya yoğun bir hareketlilik vardır.
Ayrıca Bölgenin diğer iki büyük kenti
Kocaeli ve Sakarya’ya, liman ve hammadde kaynaklarına da yakın olup aynı
zamanda deniz ve doğa turizmine de
sahiptir. Halen devam eden göçler nedeniyle nüfusun mekanda hareketliliği oldukça yüksektir. Dolayısıyla genel
olarak Düzce halkı Türkiye’deki teknoloji, ticaret, sanayi, sanat, kültür, spor,
turizm, siyaset ve bürokrasiye dair tüm
yenilik ve gelişmelerden haberdardır.
Bu durum, Düzce’de ikamet edenlerin
yaşam alanlarına ilişkin farkındalıklarının artmasını da beraberinde getirmektedir.
Katılımcıların aşağıda sunulan kimi
ifadeleri özellikle İstanbul gibi bir metropol kent hayatındaki ilişki kalıplarının, çok değişken aile yaşam örüntülerinin ve alternatif yaşam biçimlerinin
Düzcelileri de etkilediğini gösterir niteliktedir:
“Valla Düzce’li politikayı sıkı takip
eder, İstanbul’u da bilir. İstanbul’u
biliyorsan tamamdır. Nede olsa adı
üstünde İstanbul. Gidip geliyorsun,
görüyorsun her şeyi. Onda olanı,
sende olanı. Bir mukayese yapıyorsun. Gençler çabuk adapte oluyor
ve aynısını buraya getirmek, burda
da görmek istiyor. Etkilenme çok olduğu için ister istemez oluyor bunlar.” (Katılımcı 19, avukat)
“Düzcelinin bir ayağı İstanbul’da.
İstanbul’da gördüğünü burada yaşamak istiyor.” (Katılımcı 17, avukat)
Aşağıda bir anlatısına yer verilen Katılımcı (17)’nin dikkat çektiği üzere
44
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Düzce’nin ilçeleri hem birbirine hem de
şehir merkezine çok yakındır. Merkeze
bağlı köylerin pek çoğundan her on beş
dakikada bir Düzce’ye dolmuş kalkmaktadır. Bu durum özellikle köylerde
kapalı bir ortamda ve sınırlı bir ilişki ağı
içerisinde yaşayan gençlerin ilişki ağlarını genişletebilmekte; şehirdeki hayata adapte olmasını, oradaki yaşantıları
gözlemlemesini ve haklarını öğrenebilmesini kolaylaştırmaktadır.
15 dakkada köyden merkeze dolmuş kalkan çok var. Yani 15 dakika sonra Düzce’ye inebiliyorsunuz.
Mesela köydeki genç kadın geliyor,
Düzce’de kendi gibi genç kızları görüyor. Evliyse evli kadınlara bakıyor, yasaları yasal haklarını duyuyor bir yerlerden. Mesela boşanmanın olduğunu öğreniyor. Dava açabileceğini öğreniyor. Sonra bir bakıyorsunuz kocasına adliyeden bir kağıt gelmiş… Adamın kendisine dava
açıldığından haberi bile yok. Mahkemelik olduğunu, karısının böyle bir şey yapacağını aklının ucundan bile geçirmemiş.” (Katılımcı 17,
avukat)
Kalkınmada öncelikli bölgelerden biri
olarak Düzce’de sanayi teşviklerinin
süresinin uzatılmasıyla birlikte sanayi kuruluşları hızla artmaktadır. Genel
olarak bu durum istihdam olanaklarını da olumlu yönde etkilemektedir. Bununla birlikte Toplu Konut İdaresi’nin
(TOKİ) yaptığı binaların tamamlanmasından sonra Düzce, ucuz konut ve düşük kiralı daire bulma bakımından da
tercih edilir bir il olma pozisyonuna gelmiştir. Katılımcı (2) Düzce’deki bu tabloyu boşanma olgusuyla şu şekilde ilişkilendirmiştir:
Alptekin
“Şimdi şöyle bir bakın Düzce’ye, diyelim ki kadınsınız ve boşandınız.
İki şey sizin için önemli olmalı: Bir,
işiniz var mı? Çünkü artık kendi paranızı kazanmalısınız. İki, başınızı sokabileceğiniz hani kirası bakımından uygun bir daire bulabilir misiniz? Bu soruların ikisinin de cevabı Düzce’de evettir. Şimdi durum
böyle olunca boşanma hızlanıyor
tabi. Kadın da erkek de boşanırsam
bana ne olur diye eskisi gibi sorgulamıyor kendini.” (Katılımcı 2, Merkez İlçe Nüfus Müdürlüğü çalışanı)
Benzer bir şekilde bir başka katılımcı
Düzce’deki istihdam olanaklarının artmasıyla birlikte eskiye oranla daha fazla sayıda kadının çalışma hayatı içerisine girdiğini; kendi ayakları üzerinde duran kadınların artmasıyla boşanmaların doğrusal olarak arttığını belirtmiş ve
bu doğrultuda şunları dile getirmiştir:
“Şimdi mesela özellikle açılan tekstil fabrikalarını gidin gezin çalışanların çoğu kadın. Kadının az da olsa
bir geliri var. Geliri olan taraf her
zaman için güçlü olur. Şimdi kadın
öyle her şeyi kabullenici olmuyor.
Eskisi kadar da sıkıntıya gelemiyor.
İpler bir yerde koptu mu, hemen çözüm boşanmada oluyor. Eskiden olsaydı bir şekilde yeniden barışılır,
yaşananlar sineye çekilirdi.” (Katılımcı 3, Merkez İlçe Nüfus Müdürlüğü çalışanı)
İstihdam ve ucuz konut olanakları, alıntılardan da anlaşıldığına göre daha çok
kadınların boşanma kararı almalarında etkili olmaktadır. Kadının iş hayatına
atılması ile boşanmalarda artış zaten
bilinen sosyolojik gerçeklikler arasındadır. Evde kurulan otorite ilişkilerinde
gelir sahibi olmak önemli bir avantaj
sağladığından kadın böylece otoriteye
ortak olmakta, otoritenin paylaşılması eşitliliğe dayalı evlilik kültürünü içselleştiremeyen ailelerde çatışmalara
hatta boşanmalara kadar gidebilmektedir. Bir de buna ucuz konut olanağı
eklendiğinde kadın yeniden kök ailesine ya da doğup büyüdüğü ortama dönmek zorunda kalmayacağından bu süreç hızlanabilmektedir.
Öte yandan katılımcıların ifadelerine
göre Türkiye geneli düşünüldüğünde
Düzce, kadınların sosyal hayatta daha
özgür ve rahat oldukları bir il olma özelliğini uzun süredir taşımakta; özellikle
il merkezinde kadınlar sosyal hayatın
her alanına giderek daha fazla nüfuz
etmektedir. Kadının sosyal hayatta bu
denli görünür olmasında istihdam olanaklarının yanı sıra kültürel çeşitliliğin
ve daha önce sözü edilen coğrafi konumun da etkisi büyüktür. Tüm bu faktörler kadın ve erkeğin rollerini değişime uğratmakta şayet deyim yerindeyse ataerkil düzene hitap eden toplumsal cinsiyet rollerinde bir yumuşamaya
neden olmaktadır.
“Düzce’de kadının kendi ayakları
üzerinde durma olanağı fazla.” (Katılımcı 18, avukat)
“Düzce’nin ataerkil yapısı galiba
sendeleniyor. Ben çocukluğumdan
bilirim, aslında halen de bir parça o
alışkanlıklarım vardır. Bize kabadayılık öğretilirdi. Sözünü sakınmayacaksın, arkasında duracaksın, gereğini de yapacaksın. Diyorum şimdi ben de bile halen bu tür ataerkillik var. Ama bir değişme de görüyorum. Kadın bu kadar sosyal hayatın
içinde miydi? Taşıt kullananlar hiç
45
Toplum ve Sosyal Hizmet
dikkatinizi çekti mi? Hangi şehirde
bu kadar kadın şöfor var?” (Katılımcı 17, avukat)
“Düzce kadınını ben güçlü de buluyorum.” (Katılımcı 4, öğretim üyesi)
“Düzce’nin erkeği hala bir yanıyla
Karadeniz erkeği. Otoritesi sarsılacak diye ödü patlıyor. Kendi çorabını makineye atmayı gurur meselesi
yapıyor. Mesela bana gelen bir vakada adam normalde öyle olmamasına rağmen eve misafir gelince karısına karşı hiç olmadık kadar sert
davranıyormuş. Boşanma nedenleri
de ne biliyor musunuz? İşte bu! Karizmayı çizdirmeme meselesi yani.“
(Katılımcı 20, avukat)
Toplumsal cinsiyet rollerinin kadının lehine daha fazla eşitlikçi bir zemine kayması aile içi yaşamı da doğrudan etkilemekte; bu durum kadının evlilik yaşantısına ilişkin beklenti ve taleplerini daha
fazla dile getirmesine olanak sağlamaktadır. Evlilikte kadın bu güne kadar
sürekli idare eden, koruyan-kollayan,
alttan alan-sineye çeken, aldığı emirleri harfiyen yerine getiren bir nesne olmanın ötesinde artık bu birlikteliğin aktif bir öznesi olma yolunda bir hayli mesafe kat etmiştir. Katılımcı (19) “elma”
ve “kiraz” örneğinden yola çıkarak bu
durumu çok veciz bir şekilde şöyle dile
getirmiştir.
“Bize bugüne kadar evlilik deyince
karı-koca için bir elmanın iki yarısı
denirdi. Şimdi öyle mi? Hayır. Pek
öyle gelmiyor bana. Bu eskidenmiş. Hakikaten adam dışarıda çalışıyor, kazandığını eve getiriyor, kadın bunu ev için harcıyor, çocuklara bakıyor ev işlerini görüyor. Böyle
46
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
birbirlerini tamamlıyorlarmış. Şimdiyse her ikisi de dışarıda çalışıyor,
evi çekip çeviriyor, çocuklara bakıyor. Yani şimdi bir benzetme yaparsak o Sezen Aksu’nun şarkısındaki bir elmanın iki yarısı değiliz. Hani
galiba bir türküde söyleniyordu bir
dalda iki kiraz; biri al biri beyaz. Yani
aynı daldasınız ama iki ayrı şeysiniz. Bence biz artık bunu görmeliyiz
ve bunu da konuşmalıyız.” (Katılımcı 19, avukat)
Düzce’de çok sayıda farklı etnik grubun
bir arada yaşaması boşanmaları etkileyen sosyo-kültürel ortama bağlı bir diğer önemli faktör olarak öne çıkmaktadır.
Düzce özellikle “93 Harbi” diye bilinen
Osmanlı-Rus Savaşından sonra Kafkaslardan, 1912’deki Balkan Harbi’nden
sonra Balkanlardan ve Doğu Karadeniz
Bölgesinden çok sayıda de göç almıştır. Son yıllarda ise Türkiye’nin çok değişik yerlerinden, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden göç almaya devam etmektedir. Dolayısıyla Düzce’de çok sayıda etnik grup bir
arada bulunmaktadır. Katılımcı (10) bu
durumu “plakasındaki sayı kadar (81’i
kastetmektedir) farklı milletin bulunduğu 18 lehçenin konuşulduğu bir yer burası” şeklinde ifade etmiştir. Düzce’de
bu denli farklı etnik grupların bulunması bir yönüyle kültürel zenginliği artırmış, diğer yönüyle kültürlerdeki özellikle konumuz açısından evlilik ve boşanma algısı ve geleneğini çok yönlü etkilemiştir. Katılımcıların anlatılarından bazı etnik gruplarda evlilik konusunda tutucu bir tavır halen varlığını korurken bazılarında ise evliliğe karşı daha esnek yaklaşımların sergilendiği anlaşılmaktadır. Katılımcı (14) sosyal
Alptekin
kontrolün zayıf olduğu bazı etnik gruplarda boşanmalar için uygun bir ortam
bulunduğunu; bu gruplarda çiftlerin hiçbir aile baskısı veya engeli olmaksızın
istedikleri anda boşanabildiklerini ifade
etmiştir. Katılımcı (14) “aynı ortam içerisinde her kültürden herkesin bir şeyler
aldığını” öne sürerek bu etkileşim sonucu “boşanmanın gayet normal algılanabildiğini” belirtmiştir. Bu doğrultuda
Katılımcı (17)’nin de vurgulamış olduğu
gibi Düzce’de kimi etnik gruplarda evlenme çok kolaydır; uyulması gereken
çok az sayıda ritüel vardır; nişanlılıkla
evlilik süresi çok az tutulmakta ve boşanmalara da öyle kötü gözle bakılmamaktadır. Evlilik ve boşanmalara ilişkin
aynı coğrafyadaki bu farklı bakış açılarının birbirini etkilemesi, belli ölçülerde
değiştirmesi ve dönüştürmesi kuvvetli
bir ihtimaldir.
tetikleyen olası nedenler konuşulmaya başlandığında Katılımcılar söz birliği
etmişçesine ekonomik nedenleri ilk sıraya yerleştirmişlerdir.
“Düzce’nin oluşumunu sağlayan
değişik etnik kökenlerde, bazılarında aile yapısına sadakat son derece önemliyken ne olursa olsun aile
yapısının devamı sağlanması beklenirken kimi etnik kökenlerde de
hani örnek olarak söyleyeyim (bir
etnik grubu örnek verir) evlilik kavramı, sadakat mefhumu çok alt düzeyde indirgenmiş sınırlarla yaşanan bir şeydir.” (Katılımcı 12, sosyal
çalışmacı)
“Basitleştiriyorum; boşanma, parasal bir faktördür Düzce’de… Eğitimden uzak bir il olduğu için, okumaktan uzak bir il olduğu için sadece ben ekonomik sebepleri ön plana alıyorum. Gördüğüm bu, anladığım bu. Düzce parayla huzur bulan bir şehir. Düzce’ye para girerse
huzurlu, para girmezse huzursuz.”
(Katılımcı 5, emniyet amiri)
Her Taşın Altından Çıkan Sorun:
Ekonomi
Görüşmelerde istisnasız tüm Katılımcıların Düzce’deki boşanmaların nedeni olarak öne çıkardıkları ortak faktör;
bir şemsiye kavram olarak ‘ekonomi’dir
ve bu kavram maddi yaşam koşulları ve geçim sıkıntısını ifade etmek için
kullanılmıştır. Düzce’deki boşanmaları
“Düzce’deki boşanmaların yüzde
sekseni maddi ekonomik nedenlerden kaynaklanıyor… Ekonomi düzelirse o dediğimiz boşanma mevzularının yüzde sekseni, yüzde onlara yüzde yirmilere iner.” (Katılımcı 16,muhtar)
“Bunun (boşanmayı kasteder) nedeni olarak da özellikle Düzce’nin
kalkınmada öncelikli bölge olmasının nedeni olan ekonomik sorunların aileleri de etkilediğini düşünüyorum. Bu maddi sorunların aile içinde sevgi saygının azalmasına neden olduğunu düşünüyorum.” (Katılımcı 4, öğretim üyesi)
Her ne kadar maddi yaşam koşullarındaki zorluklar katılımcılar tarafından ön plana çıkarılmış olsa da Düzce il merkezinde ve genelinde (Yığılca ilçesi dışında) geçim olanaklarının yetersizliğinden bahsetmek biraz
güçtür. Daha önce de değinildiği üzere Düzce’nin gelir kaynakları çok çeşitlidir; istihdam olanakları bakımından
Düzce, Türkiye’nin elverişli illeri arasındadır. Halen Düzce’ye Türkiye’nin
47
Toplum ve Sosyal Hizmet
değişik bölgelerinden yapılan göçler
bunun tipik bir göstergesidir. O halde
burada ekonomik nedenler diye kastedilen sorunun kaynağı daha farklı yerlerde aranmalıdır. Örneğin bir faktör,
yaygın olduğu bilinen niteliksiz iş gücüdür. Son yıllarda bir kıpırdanma içerisinde olsa da Düzce’de eğitim düzeyinin düşük olması niteliksiz iş gücünün
en önemli nedenidir. Nitekim araştırma
kapsamında yapılan gözlemler sonucunda Düzce’de sanayi ve iletişim sektöründe nitelikli iş gücüne duyulan ihtiyacın çevre illerden karşılandığı anlaşılmıştır. Öte yandan söz konusu bir
diğer faktör bireysel düzeyde tutum ve
davranışlarla ilintilidir. Katılımcı (2)’den
yapılan aşağıdaki alıntı bu düşünceyi
destekler niteliktedir.
“Şimdi tamam ekonomik sorunlar diyorum ama doğruyu da söylemek lazım. Düzce öyle yabana atılacak bir il değil. Çalışan için
çok imkan vardır. Şöyle bir bakın
Gümüşova’dan bu tarafa her yer
fabrika ve daha da olacak. Ama sorun bu değil ki, aileler bilinçli değil,
kimse cebindeki paraya göre hareket etmiyor. Herkes başkasına özeniyor, onda var ben de niye yok.
Adam yeni evli ama her şeyim olsun
istiyor. Evine her şeyi almak istiyor,
plazmasından tutun da. O zaman
ne yapıyor yükleniyor kredi kartına.
Ödeyemeyince bir de faiz de binince icra kapısına dayanıyor. O evin
tadı kaçıyor. Şimdi bunun bir de tekrarlandığını farz edin. Bu sefer ne
oluyor adamın evi barkı gitti. Kadın
da gücü yetiyorsa çoluğu çocuğu
alıyor yetmiyorsa öylece bırakıp gidiyor.” (Katılımcı 2, Merkez İlçe Nüfus Müdürlüğü çalışanı)
48
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Katılımcı (2)’nin ifadeleri Düzce’de birbirine imrenme (özenti) davranışının ve
bununla yakın ilişkisi bulunan lüks tüketim alışkanlığının yaygın olduğuna
işaret etmektedir. Sahip olunan eşya
ve tüketime konu olan miktarı, ailenin
prestiji (ve gücü) olarak görmenin özellikle dar gelirli aileler için tam bir felaket
olacağını söylemek herhalde zor değildir. Gelir ile gider arasındaki dengenin
bir türlü sağlanamaması çiftler için yaşamı güçleştirebilmek bir yana içinden
çıkılmaz hale dönüştürebilmektedir.
Düzce’de geçim şartlarıyla ilişkili olup
görülme olasılığı fazla bireysel düzeyde tutum ve davranışlarla ele alınacak
bir önemli husus ise Katılımcı (3)’ün ifadesiyle “çalışmaya karşı isteksizlik”tir.
Düzce’de deprem sonrası bir takım fırsatlardan yararlanarak elde ettiği gayrimenkullerle ve sadece fındık üretiminden kazandığı gelirle geçinen pek çok
aile bulunmaktadır. Bu ailelerin bir kısmında aile reisinin ve yetişkin bireylerin çalışmaması doğal karşılanabilmektedir. Adını koymak gerekirse bu durum
tam bir “hazırı tüketme”dir. Katılımcıların ifadelerinden kimi toplum kesimlerinde bu tür davranış örüntülerinin yerleşik bir hal almasında yaşanılan depremin de önemli bir etkisi vardır. Şöyle
ki; deprem sonrası kriz ortamında çadırlara ve prefabriklere doldurulan insanlar hazıra dayalı tüketime alıştırılmış, ihtiyaçlar aile bazında inceleme
yapılmadan ve kimi zaman da abartılı bir şekilde fazlasıyla karşılanmıştır.
Katılımcı (16)’nın benzetmesiyle Düzceliye sürekli balık verilmiş, ancak balık tutması bir türlü öğretilememiştir.
Bu Katılımcıya göre zaten Düzce halkının büyük bir kesiminde yılın sadece yaz aylarında çalışmayı gerektiren
buna karşılık epeyce gelir getiren fındık
Alptekin
üretimine dayalı garanti bir gelir vardır.
Bu durum insanlarda çalışmaya yönelik isteksizlik doğurmaktadır ve deprem
sonrası uygulamalarla da bu isteksizlik adeta pekiştirilmiştir. Bugün ailelerin
bir kısmında görülen huzursuzluğun bir
kaynağı da yerleşik hal alan hazıra dayalı tüketim kültürüdür.
“Şimdi bakın burada Türkiye’de iki
bin ikide kriz vardı, Düzce’de kriz
yoktu. Neden yoktu söyliyeyim.
Yüz lira kira yardımı yapıyordu devlet, tüp fişi veriyordu, elektrik bedavaydı, su bedavaydı. Her şey bedavaydı… Para sınırı yoktu Düzce’de.
Herkeste her evde para vardı ama
huzur yoktu.” (Katılımcı 15, muhtar)
“Bize balık tutmayı öğretin balık
vermeyin diye haykırdık. Ben gazetelerde söyledim, beyanatta bulundum. Çünkü Düzce’ye hiç ummadığın yerden para geliyordu... Bunları
tutamazsın, bir şekilde vermek zorundasın, çadırlara para atıyorlardı
ya!. Paraya boğuldu insanlar. Şimdi
iki bin altıya doğru gelince deniz bitti, deniz bitince o rahatlık bitince ailelerde psikolojik ailevi harpler başladı.” (Katılımcı 16, muhtar)
Düzce’nin refah düzeyinin yüksek oluşu elbette her ailenin yaşam standardının yüksek olduğunu göstermez.
Araştırma kapsamında İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nde yapılan incelemelerde gerçekten Düzce’de geçim sıkıntısı çeken, ayni ve nakdi yardıma muhtaç hiç de azımsanamayacak bir kesimin olduğu da tespit edilmiştir. Bununla birlikte görüşmelerde Katılımcılar ekonomik güçlükler nedeniyle boşananların çoğunluğunun “anlaşmalı boşanma” sonucu
boşanmış olduklarını bildirmişlerdir. Dava türlerine göre Düzce İl Nüfus Müdürlüğü’ndeki boşanmalara ilişkin kayıtlar boşanmaların yarısına yakınının (%45,40) anlaşmalı boşanma
olduğunu göstermekte ve dolayısıyla katılımcıları haklı çıkarmaktadır. Oldukça ilginç bir görüntü çizen bu durumun üzerine gidildiğinde olayın şöyle
bir arkaplanı olduğu anlaşılmıştır: Geçim zorluğu çeken çiftlerin önemli bir
kısmı boşanmak suretiyle ödeyemedikleri borçlar nedeniyle icra altına girmekten kurtulmakta veya sosyal mevzuatın tanıdığı bir takım olanaklardan
yararlanarak (örneğin boşanan kadının ölmüş babasının emekli maaşını
almaya hak kazanması, boşanan kişilere Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Teşvik Fonu ile İl Sosyal Hizmetler
Müdürlüğü fonlarından yardım almada
öncelik tanınması gibi) bir takım kazançlar elde etmektedirler. Ancak resmiyette boşanmış olmalarına karşın
karı-koca şeklinde fiilen aynı çatı altında yaşamayı da sürdürmektedirler.
“Ayrıca bir de icra hususları var. Mesela bir hususta, mesela bir eş icra
altına giriyor işte borç altına giriyor
kefaletten ya da kendisi kredi çekiyor, karşılayamıyor ve haciz falan
gelecek. Bu sefer o yola (boşanmayı kasteder) başvuruyorlar. Mesela
mallar eşinin adınaysa ayrılıyorlar
ki o mallara haciz konmasın diye.”
(Katılımcı 1, İl Nüfus ve Vatandaşlık
Müdürlüğü çalışanı)
“Anlaşmalı boşanmaların altında biraz önce dediğim gibi maddiyat var.
Annesinin maaşından faydalanacaktır, babasının maaşından faydalanacaktır. Bu kişiler yine aynı evde
oturur ama kişiler nüfus kayıtlarında
49
Toplum ve Sosyal Hizmet
boşanmış gözükürler.” (Katılımcı 3,
Merkez İlçe Nüfus Müdürlüğü çalışanı)
Gerçekte sosyal mevzuatın aslında tamamen çağın gereklerine göre düzenlenmiş bir takım hükümlerinden menfi yönde yararlanmak adına boşanma yolunu seçmek katılımcılara göre
Düzce’de kendisini hissettirir şekilde
görünür hale gelmiştir. Denetim eksikliğini de gündeme getiren bu durum tam bir “sosyal mevzuatı kötüye
kullanma”dır ve boşanmaların artışında hem önemli hem de yanıltıcı bir etkendir.
Bir Çıkış Yolu: Çok Genç Yaşta
Evlenme
Katılımcıların boşanmaların arkaplanında yatan etkenlere ilişkin görüş birliği içerisinde olduğu faktörlerden bir
diğeri Düzce’de yaygın olarak görülen
“çok genç yaşta evlenme” olgusudur.
TÜİK’in yayınladığı istatistikler incelendiğinde Düzce’deki evlenen çiftlerin yaş itibariyle çok genç yaş grupları arasında yoğunlaştığı görülecektir.
Boşanma dosyalarındaki kayıtlara göre
Düzce’de; kadınlar çoğunlukla 16-19
yaş grubunda (%36,40), erkekler ise
20-24 yaş grubunda (%34,73) evlenmişlerdir. Burada dikkat çekici ve şaşırtıcı olan husus bilindiğinin tersine erken
yaşlarda evliliklerin Türkiye’nin Batısında yer alan bir ilde yaygın olarak görülmesidir.
Kuşkusuz erken yaşta, henüz sosyal
ve psikolojik yönden belli bir olgunluğa erişmeden evlenmek, çifter için
son derece riskli bir durumdur ve işin
başından itibaren boşanma için kapı
aralanmıştır. Düzce’de “daha çocuk
50
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
yaşta evlilik gibi ağır bir sorumluluk alınıyor” (Katılımcı 8) olmasının gerekçelerini katılımcıların alıntılarında bulmak
mümkündür. Sözkonusu gerekçelerin
başında “eğitimsizlik” gelmektedir. Katılımcıların bildirdiğine göre çok genç
yaşta evlenenlerin pek çoğu düşük eğitim düzeyine sahiptir.
“İkincisi, eğitimsiz ailelerden; işte
bu çocuk kaçırma meselesi. Kaçan
da kaçırılan da eğitimsiz. Bunun bir
kültürel yaşam olduğunu zannediyorlar. E ben de kaçtım, kızım da
kaçsın nolacak? Böyle bir şey yok!
Yani kızınız kaçmasın, kızınız daha
çocuk. On yedi yaşında, on altı yaşında. Tersini savunan annelerle de
konuşmuşluğum vardır. İşte ne olacak, bir kişiyi sevse ne olacak diyenleri de gördüm. İşte bu adamı
sevmiş onla yaşasın. Ya arkadaş,
sevip sevmediğini nerden biliyorsun?” (Katılımcı 5, emniyet amiri)
Aşağıdaki anlatıdan da anlaşılabileceği gibi Düzce’de öteden beridir evlilik genç kuşaklar arasında köylerdeki
sınırlı ve kapalı ortamlardan veya aile
baskılarından kurtulmanın bir yolu olarak görülmektedir.
“Evlilikten ne anladıklarını bilmiyorlar. Psikolojik olarak hazırlanamıyor, tahammül güçleri oluşmuyor. Aslına bakarsanız okumamış,
hayattan öyle çok beklentisi olmayan genç kızların, köydeki kapalı ortamdan kurtulmanın, göz önünde olmaktan kurtulmanın tek çıkış
yolu belki de en meşru yolu evlenmek. Bir de aile baskısı görenler
var, onlar da bu yola başvuruyor…
Gözü kara oluyor buranın gençleri. Önünü arkasını pek kestirmeden
Alptekin
evleniyor.” (Katılımcı 2, Merkez İlçe
Nüfus Müdürlüğü çalışanı)
Düzce il merkezindeki farklı sosyal sınıflardaki kadın erkek ilişkilerinde genel veya kesin bir normatif ölçünün bulunduğundan bahsetmek güçtür. Katılımcıların ifadeleri özellikle ilçelerde
ve köylerde hali hazırda ilişki kalıplarının büyükçe oranda geleneklerin ve
dini kuralların etkisi altında olduğuna
işaret etmektedir. Yapılan inceleme ve
gözlemler sonucunda sözlenme veya
nişanlanma gibi bir toplumsal akit olmaksızın birbirlerine duygusal yönden
bağlılık geliştiren gençlerin şehir ortamında da toplumun dışlama, kınama
veya ayıplama gibi yaptırımlarıyla karşılaşabileceği anlaşılmıştır. Çok genç
yaşta olmasına karşılık bu gençler Katılımcı (8)’in anlatısında olduğu gibi
herhangi bir yaptırım görmemek için
yeterince birbirini tanımadan var olan
duygusal ilişkilerini kısa yoldan evlilikle sonuçlandırmak durumunda kalabilmektedir.
“Bakmayın siz ilin giderek büyüdüğüne, değiştiğine. Sonuçta burası
küçük yer. Hani şahsen onayladığımdan söylemiyorum ama gençler
flört yapamıyor, önceden görüşemiyor birbirini tanımak için. Çare evlilik oluyor. Nereye gidecek, dedim
ya küçük yer burası kaçacak köşe
bucak yok, yoksa adı çıkar.” (Katılımcı 8, din hizmetleri uzmanı)
Düzce’de daha önce değinildiği gibi
lüks yaşama özenti ve güç gösterisinde
bulunmaya yönelik toplum katmanlarında revaç bulan bir takım davranış örüntüleri de bir yönüyle çok genç yaşta evlenmeye zemin hazırlamaktadır.
Hızlı bir toplumsal değişim sürecinde
olan Düzce, kişi başına düşen gelir ortalaması bakımından Türkiye’nin önde
gelen illerinden birisidir. Yeniden hatırlatmak gerekirse ulaşım, ticaret ve sanayisinin yanında tarım (özellikle fındık) ve kısmen turizm gibi çeşitli gelir
kaynakları bulunan bir ildir. Bu ilde gelir kaynaklarına bağlı olarak refah düzeyi göreli olarak yüksektir, para sirkülasyonu hızlıdır ve lüks tüketim eğilimleri giderek yaygınlaşmaktadır. Dolayısıyla öteden beridir toplum katmanlarında Katılımcı (16)’nın deyimiyle “güç
gösterisi” nadiren değil, sıklıkla görülebilmektedir. Kimi zaman evlilikler toplumun yaşam kodlarında yer bulmuş olan
bu tür gösteri ihtiyacının ana malzemeleri olabilmekte; bu doğrultuda Katılımcı (8)’in ifade ettiği gibi gençler belli bir
olgunluğa gelmeyi bekleme, eğitime
devam etme veya bir iş sahibi olma gibi
zahmetli uzun soluklu yolları deneme
yerine kısa yoldan evliliği tercih edebilmektedir.
“Ben Düzce’ye gelin geldim. Ama
bu kadar şatafat ve gösterişi hiçbir
yerde görmedim. Resmen şatafata ve evliliğe özendiricilik var. Okuyup ne yapacaksın zaten evlenince
sahip olmayı düşlediğin şeylere hemencecik sahip oluyorsun.” (Katılımcı 8, din hizmetleri uzmanı)
Düzce’de her iki cinsiyet açısından da
geçerli olan genç yaştaki evliliklerde
üzerinde durulması gereken bir diğer
husus ise “kaçarak evlenme”dir. Esasen kaçarak evlenme tüm Türkiye’de
rastlanabilecek bir evlenme biçimidir
ancak bölgeden bölgeye farklılık göstermekle birlikte hepsinde şu ortak temalara rastlanmaktadır: Tarafların en
azından birinin kök ailesi gençlerin
51
Toplum ve Sosyal Hizmet
evlenmelerine razı değildir ve kaçarak
evlenme gerçekleştiğinde gençler kök
aileleri tarafından çeşitli yaptırımlarla karşılaşırlar. Katılımcıların ifadelerine göre Düzce’de bu durum bazı kültürlerde oldukça farklı bir görüntü çizmektedir. Örneğin bazı kültürlerde kaçarak
evlenme olayına kök ailelerce açıktan
olmasa da üstü kapalı bir şekilde onay
verilebilmekte, evlilik gerçekleştiğinde
herhangi bir yaptırım uygulanmamakta hatta evlilik boşanmayla sonuçlandığında genç kadın ya da genç erkek hiçbir yaptırımla karşılaşmaksızın rahatlıkla yeniden kök ailesine dönebilmektedir. Katılımcıların ifadeleri kaçarak evlenen gençlerin plansız hareket ettiklerini; bu evliliklerde duygunun ön plana mantığın ise ikinci plana itildiğini ve
gençlerin geleceği hiçbir zaman hesaba katmadıklarını açığa çıkarmaktadır.
Bu tür evliliklerin boşanmayı zaten potansiyel olarak bünyesinde taşıdığını
söylemek zor değildir.
“Benim
yaptığım
incelemelerde, inanın dosyaların yüzde almıştan fazlası kaçarak, bilinçsiz evlilikler. Burda da geçimsizliğin sebebini
ben buna bağlıyorum. Bilinçsiz olarak yapılan evlilikler napıyor o cicim
ayları bittikten sonra özellikle insanlar gerçek dünyaya dönüyor ve şiddetli geçimsizlik dediğimiz olay başlıyor. Çünkü birbirlerini doğru dürüst
tanımadan daha kaçma çok doğal
meşru olarak görüldüğü için özellikle anne babalarda da ailelerde de
bu meşru olarak görülebiliyor.” (Katılımcı 13, rehber öğretmen)
“Bir anda karar veriyorlar, kaçarak
evleniyorlar onun sonrasında akabinde yedi ay sonrada her şey bitiyor. Tahammül yok, sabır yok,
52
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
sorumluluk alma diye bi şey yok,
yani sorumluluk alıp ben bu sorumluluğun altından nasıl kalkarım diye
bir şey yok gençlerde.” (Katılımcı
14, rehber öğretmen)
Bir Tetikleyici Faktör Olarak İletişim
Araçları
Görüşmelerde özellikle iletişim konusu
çok sık üzerinde durulan konular arasında yer almıştır. Katılımcılar iletişim
araçlarıyla (başta internet olmak üzere televizyon, cep telefonu ve gazeteler gibi) boşanmalar arasında doğrusal
ilişki kurmuşlar ve bunlar hakkında çok
da serzenişte bulunmuşlardır.
Düzce halkı yine coğrafi konumu ile
bağlantılı olarak iletişim alanında yenilikleri takip etme ve iletişim olanakları bakımından son derece avantajlı bir
ildir. Örneğin Katılımcı (17)’nin belirttiği gibi “internet en ücra köydeki evler
de bile bulunmaktadır.” Katılımcıların
pek çoğu iletişim araçlarının toplumdaki genel ahlakı, mahremiyeti ve birlikteliği bozucu yönde etkileri olduğunu düşünmektedir. Yine Katılımcıların tespitlerine göre iletişim araçlarının bir nevi
“kötüye kullanımı” söz konusudur.
“Bugün bakıyorsunuz ki bizim gençlik dönemlerimiz, ki biz yetmişlerin
kuşağıyız yani öyle diyelim, biz o zamanlar kadın erkek ilişkileriyle ilgili mahrem sınırlarımız hiçbir zaman
deşifre edilmezdi. Yani çok gizli ve
kapaklı veyahutta mahrem alanlarımız içerisindeydi. O mahrem alanlarımızı bir sır, bir emanet olarak bilirdik ve bunu hiçbir zaman deşifre etmezdik. Bugün basın yoluyla, televizyon yoluyla artık bu alan açıkça
her şeyi tahrike çağırıyor.” (Katılımcı 9, İl Müftülüğü çalışanı)
Alptekin
“Fesbuk, msn, cep telefonu, televizyondaki evlenme programları, yerli diziler… Bunların hepsi ne idüğü
belirsiz evlilikler üretiyor. Bir cep telefonu mesajıyla ya da çağrısıyla
insanlar eş buluyor! Bu evliliklerde
ne sevgi var, ne saygı var, ne emek
var, ne fedakarlık var. Ama adı evlilik oluyor. Bir kere sen karşındakini
ne kadar tanıyarak evlendin? Sonra da niye boşanmalar artıyor diyoruz!” (Katılımcı 18, avukat)
“Biz teknolojiyi niyeyse hep tersinden kullanıyoruz. Açık konuşacağım, nerede bir ahlaksızlık var işin
o kısmını hemen öğreniyoruz.” (Katılımcı 16, muhtar)
Katılımcı (10)’un aşağıdaki alıntısında olduğu gibi bazı katılımcılar iletişim araçlarının kötüye kullanımının (bu
doğrultuda yaygın olarak kullanıldığı
bilinen internetin) eşler arasında sadakatsizlikleri artırdığını, evlilik bağını ve
evlilik içi mahremiyeti zedelediğini bunun sonucunda boşanmaların arttığını
düşünmektedir.
“Düzce’de sadakatsizliklerin artığından konuşuluyor. Ben buna bir şey
ekleyeyim. Konuşulan sadece erkeğin sadakatsizliği oysa kadın sadakatsizliği de hiç az değil. O da misilleme yapıyor. Eski görevimde şöyle bir tespitim oldu; bu sadakatsizlik olayı her kesimde var. Hani şöyle bir adama da kadına da bakıyorsunuz, bunlar asla böyle işler yapmazlar diyorsunuz. Çok mütedeyyin
gözüküyorlar hani kılık kıyafetleriyle falan. Hele internetten kadının bir
başka adama yazdıklarına adamın
da aynı şekilde bir başka kadına
yazdıklarına bakıyorsunuz çünkü
mahkemeye delil olarak bunlar sunuluyor.” (Katılımcı 10, aile mahkemesi hakimi)
Düzce’de internetin ücra köylere kadar
ulaştığını yeniden hatırlayacak ve üzerine “kötüye kullanma” yaygınlığını ekleyecek olursak Katılımcı (10)’un tespitlerinde hiç de haksız olmadığı sonucuna ulaşabiliriz. Öte yandan boşanmalarla ilişkili üzerinde çok fazla serzenişte bulunan iletişim araçlarından bir tanesi de televizyon olmuştur. Bir katılımcı, “beyaz cam” olarak nitelendirdiği televizyonun açıkça ahlaksızlık ürettiğini ve bunu meşrulaştırdığını dile getirmiştir.
“İşin görünmeyen tarafına geçelim:
Beyaz cam! (eliyle oturduğu yerin
tam karşısında açık halde bulunan
televizyonu işaret eder) Bizim ahlaki çöküntümüzün tek nedeni bu.
Bunu samimiyetimle söylüyorum…
Bu işin baş sorumlusu beyaz cam.”
(Katılımcı 15, muhtar)
Katılımcıların açıkça ifadelerinden de
anlaşıldığına göre Türkiye’de her gün
yayın yapan yüzlerce kanal arasında
doğru ve tarafsız haber sunan, etik ilkelere bağlı kalarak toplumu bilgilendiren ve eğiten çok az kanal vardır. Zaten o kanallar çok da izleyici bulamamaktadır. Pek çok televizyon kanalında gösterilen reklamlar ve dizilerde bol
miktarda bir başına özgür yaşam anlayışı kitlelere pompalanmakta; evlilik öncesi ve evlilik esnasında gerçekleşen gayri-meşru ilişkiler normalleştirilmekte, aile içi tartışmalarda hemen
evi bırakıp gitme, soluğu mahkemede
alma gibi yanlış rol modeller topluma
sunulmaktadır. Popüler kültürün yörüngesindeki bu yayın anlayışı aileye olan
53
Toplum ve Sosyal Hizmet
inancı ve bağlılığı zayıflatmakta evlilikleri sarsmakta, eşleri huzursuz ve tedirgin etmektedir.
Yıkılan Gelenekten Kalan Boşluk
Katılımcılar görüşmeler esnasında
depremden önce ve depremden sonra olmak üzere Düzce’yi iki ayrı dönem içerisinde ele almışlardır. Örneğin Katılımcı (4)’e göre boşanmaların
nedenleri bakımından deprem döneminin Düzce’si ile Deprem sonrasının
Düzce’si farklı bir görüntü çizmektedir:
“Bundan bir on yıl öncesinde ben
boşanmayı ele alırken neden şiddetli geçimsizlik derseniz o zaman
derdim ki deprem oldu, depremden
sonra insanlar şeye çıktı, prefabriklere çıktı. Özel hayat diye bir şeyleri kalmadı. Gelirleri azaldı, işyerlerini kaybettiler. Ona bağlı, şiddetli geçimsizliğe bağlıdır derdim. Ama şu
anda o konjöktür bitti artık. Şu anda
çok daha farklı kendisini geliştirmeye çalışan bir Düzce var, kendisini var etmeye çalışan insanlar var.”
(Katılımcı 4, öğretim üyesi)
Katılımcıların çoğunluğuna göre deprem öncesi Düzce, gelenek ve değerleriyle iç içe yaşamakta; yavaş yavaş
ama emin adımlarla bölgesinde yükselen bir cazibe merkezi olma yolundadır.
Bolu’nun ilçesi olmasına karşın özellikle ticarette ve sanayileşmede ondan hiç
de geri kalmış değildir. Kültürel çeşitliliği bünyesinde barındıran toplumsal yaşamda karmaşa değil sağduyu ve sükunet hakimdir. İlçede eğitim düzeyi düşüktür; gelenek ve değerlere bağlılığın
bir gereği olsa gerek toplumsal kontrol
yüksektir, bugüne oranla nispeten daha
az sosyal sorun yaşanmaktadır.
54
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Depremden hemen sonra il statüsüne
kavuşan Düzce, depremi izleyen ilk ikiüç yıllık bir süre zarfında yaşadığı şokun etkisiyle derin bir sessizliğe bürünmüştür. Halkın büyükçe bir kısmı uzunca bir süre çadırlarda ve prefabriklerde
yaşamak zorunda kalmıştır. Bir kısmı
ise depremden sonra hızlı bir şekilde
oluşturulan “Kalıcı Konutlar Bölgesi”ne
taşınmıştır. Bu süreçte prefabriklerde
ve Kalıcı Konutlarda yani yeni ve aşina olunmayan farklı mekanlarda geçen
aile yaşantıları, ele aldığımız konu açısından da son derece kritik bir öneme
sahiptir.
“Şimdi insanların hayalleri vardır,
hanımları vardır çocukları vardır.
Şimdi normal bu neticede cinsellik
farklı bir konudur tabi. İnsan vücudu
bunu istiyo. Nasıl ki erkek istiyorsa
kadın da istiyor. Ama ne oluyor yirmi
metrekare yerde yaşıyorsun çocuğun yanında bunu yaşıyamıyorsun.
Bundan dolayı psikolojik sorunlar
yaşandı. Bundan dolayı erkek karısına kızdı gitti başkasıyla beraber
oldu.” (Katılımcı 15, muhtar)
“Burada
eskiden
yerleşik
Düzce’deyken adam şurda oturuyordu, kızı şurda, oğlu şurda, şeyi
şurda oturuyordu. Temel bir diyalog vardı. Peş peşeydi evler yan yanaydı. Sürekli girilip çıkılıyordu, gilip geliniyordu. Şimdi Kalıcı Konutlara geçtik onun negatif bir etkisi bu.
En yakın arkadaşlar bile birbirinden
kopmaya başladılar.” (Katılımcı 5,
emniyet amiri)
“Depremden sonra toplum kendini
toparlayamadı. Bu ortamda hayat
durmadı tabi, evlilikler de oldu. Mesela Kalıcı Konutlarda hiç birbirini
Alptekin
tanımayan aileler birbirine komşu
oldu, kız alıp verdi, Bu ortam birbirini tanımadan evlenmeyi getirdi.
Uzun vadede faturası da ağır oldu.
En azından ben öyle görüyorum.”
(Katılımcı 20, avukat)
Depremi izleyen dördüncü ve beşinci yıldan itibaren Düzce kıpırdanmaya
başlamıştır. Özellikle son iki-üç yıldan
bu tarafa ilde gözle görülür bir canlanma kendisini hissettirmektedir. Ancak
bu canlanmayla birlikte Düzce’de toplumsal yaşamda pek de iç açıcı olmayan ve aile yaşamlarını olumsuz etkileyen bir bakıma boşanmaları da tetikleyen önemli değişimler de yaşanmaya
başlamıştır. Pek çok katılımcı bu durumu “travmanın uzun süreli etkisi” olarak
değerlendirmiştir. Gerçekten de doğal
afetler arasında en yaygın ve en çok
yıkıma neden olan deprem, travmatik olaylara verilecek tipik örneklerden
de biridir ve her travmanın kısa, orta
ve uzun döneme hem bireysel hem de
toplumsal düzeyde etkileri bulunmaktadır. Söz konusu etkiler psikolojinin kötüye gitmesi, ekonomik durumun bozulması, kültürel değerlerde değişme
gibi çeşitli şekillerde birey ve toplumları
tehdit altında tutabilmektedir.
Katılımcı (17)’ye göre ise deprem öncesi Düzce ile deprem sonrası Düzce arasındaki ilin ulaşım, ticaret, sanayi, sağlık, istihdam vb. gibi alt yapısal öğelerinde hemen hemen hiçbir fark yoktur.
Kaldı ki bunlara ilaveten, eğitim düzeyi birazcık da olsa yükselmiştir ve Düzce, bölgesinde Kocaeli ve Sakarya’dan
sonra üçüncü büyük kent olma yolunda hızla ilerlemektedir. Temel fark; toplumsal yaşam biçimindeki değişimlerdedir. Daha açık söylemek gerekirse temel fark; ailelerde dayanışmanın
azalmasına paralele olarak huzursuzlukların artması, çekirdek aileye doğru
geçişin hızlanması, gençlerin artan özgürlük talepleri ve tüm toplum katmanlarında rahatlıkla görülebilecek olan bireyci (benmerkezci) tutumların yaygınlaşmasındadır. Bu saptamalardan hareketle Katılımcı (17) Düzce’de ve merkeze bağlı tüm köylerinin büyük bir çoğunluğunda artık süre gelen geleneksel yaşamın yıkıldığı ancak yerine bir
kent kültürünün konulamadığı düşüncesindedir. Bir toplumsal düzen ve
kontrol aracı olarak geleneğin önemini yitirmesi, yerini doldurabilecek mekanizmaların kurulmamış olması sonuç
olarak yeni evlenen çiftleri rehbersiz bırakmıştır. Bir ölçüde bu tür evliliklerin
adeta “boşlukta” gerçekleştiğini söylemek mümkün görünmektedir.
“Gelenek olmayınca gençler kendi başlarına evlenmeye karar veriyorlar. Çünkü kime danışsınlar?
On beş yirmi yıl öncesindeki o geleneksel yapı kırıldı. Fakat yerine ne
koyduk? Hiçbir şey. Kent kültürünü
koymalıydık. Bir türlü kent kültürünü kuramadık. Sanki boşlukta gibi
her şey. Muazzam bir boşluk savrulma var her yanımızda.” (Katılımcı 17, avukat)
“Şimdi bana kalırsa müthiş bir kafa
karışıklığı var. Öyle herkes her şey
hakkında konuşuyor. Ama sonuç
yok. Konuşmaların bağlandığı bir
nokta yok. Toplumda artık bir vurdumduymazlık var. Herkes her istediğini yapıyor, kimse kimseye müdahale etmiyor. Kimse hesap sormuyor. Toplum bozuluyor, hızlı bozuluyor.” (Katılımcı 6, İl Müftülüğü
çalışanı)
55
Toplum ve Sosyal Hizmet
Düzce, daha önce değinilen faktörlerin
etkisiyle hızlı bir değişim geçirmektedir ve söz konusu değişim ilçe görüntüsünden çıkıp modern bir kent olma arzusu taşıyor niteliktedir. Bu doğrultuda
eski muhafazakar görüntü, kent olmaya özgü ‘modern’ yaşam görüntüsüyle
iç içe geçmiş bir haldedir. Katılımcı (20)
Düzce’nin bugünkü görünümünü yakın
zamanda Düzce’ye gelen bir arkadaşının tespitlerini aktararak şu şekilde ifade etmiştir:
“Geçenlerde bir arkadaşım geldi buraya. Bir durdu, bana dedi ki sizde
üç şey var insanın gözüne hemen
çarpıyor. Neymiş onlar dedim. Camiler, güzellik salonları, kahveler
dedi. Bunu söyleyince şöyle bir düşündüm. Valla doğru diyor dedim.
Şimdi mesela boşanmaları konuşurken, sizinle bunların üzerinde mutlaka durmalıyız.” (Katılımcı 20, avukat)
Katılımcı (20)’nin yukarıdaki ifadelerinde öne sürülen bu üç unsurun (cami,
güzellik salonu ve kahvehane) birlikteliği Düzce’nin toplumsal yapısını da
sanki özetliyor gibidir. Örneğin caminin, Düzce’deki dini yaşamı ve muhafazakar görüntüyü sembolize ettiği söylenebilir. Güzellik salonu bir yönüyle kadınların toplumsal yaşamda görünürlüğünün bir ifadesi olabileceği gibi diğer
yönüyle daha önce sözü edilen “gösteri kültürünün” bir işareti olabilir. Güzellik salonları modern yaşama bir gönderme olarak da algılanabilir. Kahvehaneler ise yine daha önce sözü edilen Düzce’ki önemli paradokslardan biri
olan “işsizlik” ve “hazırı tüketme kültürü” ile daha fazla ilişkili gibidir. Söz konusu bu üç unsur arasında “cami” ile
sembolize edilen Düzce’de bugünkü
dini yaşantının niteliği Katılımcılarca
56
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
sorgulanmış ve boşanmalar ile çok yakından ilişkilendirilmiştir. Bu konuda
görüş sarf eden Katılımcılar boşanmalardan bir koruyucu faktör olarak bilinen dinin bu özelliğini giderek yitirdiğini
öne sürmüşlerdir.
Katılımcı (7, İl Müftülüğü çalışanı):
“Ben bu ikinci depremden sonra özellikle çok farklı bir Düzce kafamdan geçiriyordum. Kendini bir muhasebeden
geçirir, öz değerlerine daha çok sahip
çıkar, toplumda dayanışma artar falan
gibi. Hani insanlar sorgularlar, bu musibetler bizi niye buldu diye. Öyle olmadı
nasıl derler, şimdi dilimin ucunda ama
kelimeyi tam çıkartamayacağım.”
Araştırmacı: “Dünyevileşme, sekülerleşme gibi bir şey mi?
Katılımcı (7): “Hah işte bunun gibi.
Dünyevileşme arttı, din daha geri plana itildi. Bu din sanki Hıristiyanların dini
gibi yaşanmaya başlandı.”
“Mesela cami sayısı fazla ama belli günler var, onları saymazsanız onun
dışında giden var mı? Hem sonra dindarlarda da boşanmalar var. Ben görüyorum, ben dinin eskisi kadar insanları bir arada tuttuğunu zannetmiyorum.”
(Katılımcı 9, imam)
Katılımcıların ifadelerine toplu olarak
bakılacak olursa Düzce’de hem dini
hem de geleneksel ataerkil (pederşahi)
yaşam giderek zayıflamaktadır. Sosyolojik olarak bu durum köklü bir değişime de işaret etmektedir. Ancak bu değişim Düzce özelinde çok farklı bir zeminde ve süreç içerisinde yaşanmaktadır. Düzce on yılı aşkın bir süredir il
olmasına rağmen toplumsal yaşamda kimi özellikleriyle ilçe hüviyetini hali
Alptekin
hazırda muhafaza eder görünümdedir.
Araştırma sürecinde yapılan gözlemlerin de işaret ettiği gibi örneğin kent kültürü toplum katmanlarında beklendiği
ölçüde yaygınlaşamamakta; kente aidiyet duygusu zayıf kalırken kimi zaman
kültürel aidiyetler daha fazla önemsenmektedir. Öte yandan Düzce kimi özellikleriyle adeta bir büyük kent görüntüsü de çizmektedir. Bu doğrultuda örneğin; giderek artan sanayi ve ticaret
etkinlikleri; lüks yaşam ve tüketim eğilimleri, iletişim ve ulaşım alanında baş
döndürücü hareketlilik, göçlerle biçimlenen demografik yapısındaki çeşitlilik
bu yargıyı doğrulamaktadır. Kuşkusuz
bu birbirine zıt ikili görüntü içerisinde
sağlıklı bir aile yaşantısı sürdürmek hiç
de kolay değildir ve ailenin bilindik rol
ve fonksiyonlarını bu ortamda istendiği
ölçüde yerine getirmesi de zordur. Her
şeye rağmen bu düalist ortamda ibre
kentleşmeye doğru kaymakta ve genel
bir deyişle kenti karakterize eden modern yaşam giderek etki alanını genişletmektedir. Kutsal olanı ötelemiş; akılcı, bireyci ve hazcı yaşamı öncelemiş
modern yaşantının etki alanını genişletmesiyle birlikte toplum katmanlarında mahremiyetin ve evliliğin anlamı da
değişmektedir. İki ayrı yaşam modeli
arasına sıkışan ailelerde ilişkiler sarsılmakta; çatışma sürekli hale gelmekte
ve aile üyeleri arasında birlikteliği sağlamak hakikaten güçleşmektedir.
GENEL DEĞERLENDİRME VE
SONUÇ
Bu araştırma yorumsamacı bakış açısıyla deprem sonrasındaki on yıl içerisinde dönemde Düzce il merkezinde gerçeklemiş olan boşanmaların
arkaplanında yer alan psiko-sosyal
faktörleri ortaya çıkarmak amacıyla
gerçekleştirilmiştir. Bir saha çalışması şeklinde gerçekleştirilen bu araştırma nitel bir desene sahiptir. Düzce’de
ikamet edip daha önce de belirtildiği
gibi doğrudan veya dolaylı bir şekilde
boşanmalar konusuyla ilgisi bulunan
kamu, yerel yönetim ve Baro mensuplarından oluşan 20 kişilik bir grup araştırmanın örneklemini oluşturmuştur.
Bu araştırmada da görüldüğü gibi
psiko-sosyal faktörlerin her biri boşanmalarla bir şekilde ilişkilidir ve boşanmalar üzerinde farklı yansımalara ve
etkilere sahiptir. Yaşanılan sosyal çevrenin pek çok öğesiyle iç içe geçmiş
bir halde evli çiftlerin bireysel özellikleri, ilişki örüntüleri ve evlilik kurumuna
yükledikleri anlamlar boşanma olgusunu anlama ve yorumlamada göz önünde bulundurulması gereken başlıca unsurlardır. Araştırma kapsamında yapılan kayıt taramaları, gözlemler ve görüşmeler çerçevesinde ulaşılan sonuçlara ilişkin şunlar söylenebilir:
• Türkiye’nin iki metropol kentinin
(Ankara-İstanbul) tam orta noktasında bulunması Düzce’ye pek çok
açıdan ile önemli avantajlar sağlamaktadır. Bununla birlikte her iki
metropol kentle kurulan yoğun temas özellikle genç kuşağın tutum ve davranışlarını etkilemektedir. Modern yaşamın tüm öğelerini bünyesinde taşıyan metropol
kent kültürüyle kurulan bu yoğun temas Düzce’de evliliklerin sorgulanmasında; evliliğe atfedilen anlamın,
evlilik öncesi ilişkilerin ve evlilikten
beklentilerin değişime uğramasında
etkili olmaktadır. Epey köklü değişimleri içeren bu durum çiftler arasında gerilim ve çatışmalara kaynaklık ederken beraberinde boşanmaları da tetiklemektedir.
57
Toplum ve Sosyal Hizmet
• Düzce kültürel çeşitliliğin fazla olduğu illerden bir tanesidir. Farklılıkların
biraradalığı bir yönüyle toplumsal
yaşama bir zenginlik ve sinerji katarken bir yönüyle de konumuz açısından evlilik ve boşanmaları kimi
zaman olumlu kimi zaman da olumsuz etkileyebilmiştir. Örneğin tıpkı
erkek gibi kadını da toplumsal yaşamın bir öznesi olarak öne çıkarmış
kültürel gruplar aksi yönde hareket
eden kültür gruplarında bir esneme
ve yumuşamaya öncülük edebilmiştir. Bununla birlikte boşanmayı sıradan bir olay olarak gören, evlilik öncesi tanışma (flört) aşamasını oldukça kısa tutan, evlilik ritüellerinde
(sözlenme, nişanlanma, resmi nikah
gibi) fazlaca esnek davranan kültürel gruplar aksi yönde hareket eden
gruplarda olumsuz bir rol model olarak boşanmalara kapı aralamıştır.
• Düzce’de istihdam olanaklarının
fazla olması, coğrafi konumun sağladığı avantajlar ve kültürel çeşitliliğe dayalı ortamın elverişliliği nedeniyle kadınların sosyal ortama katılma olanağı fazladır. Bu sayede ilişki
ağı genişleyen ve maddi gücü artan
kadının evlilikteki rol ve beklentileri de değişime uğramaktadır. Kadının sosyal hayatta görünürlüğünün
artmasıyla ataerkil (pederşahi) kalıplarla yetişen erkeklerin tutum ve
davranışlarında kadının lehine bir
takım değişimler kendisini hissettirmiştir. Süregelen toplumsal cinsiyet
rollerindeki değişimler evlilikleri de
kendi özgünlükleri içerisinde yeniden bir denge arayışına sürüklemiş;
bahse konu dengeleri sağlıklı kuramayan evlilikler için boşanma alternatif bir çözüm olarak gündeme gelmiştir.
58
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
• Ekonomik sorunlar şemsiyesi altında toplanan maddi yaşam güçlükleri ya da geçim sıkıntısı evli çiftleri boşanmaya götüren en önemli
faktörler arasındadır. Ancak boşanmayla sonuçlanan evliliklerde söz
konusu maddi yaşam güçlükleri ya
da geçim sıkıntısı farklı görünümlerde ortaya çıkıp çiftleri farklı yönlerde etkilemiştir. Örneğin çiftlerin bir
kısmı gerçekten yaşadığı yoksulluk
ve yoksunluklara bağlı olarak ekonomik darboğazlar sonucu evliliklerini yürütememiş; bir kısmı da olanakları olmasına karşın çalışmama,
hazırı tüketme, harcamalarında önceliği ihtiyaca değil özenti’ye (başkasına imrenme) verme, lüks tüketime yönelme ve güç gösterisinde
bulunma gibi ilin sosyal dokusunda
yer etmiş çeşitli tutum ve davranışlar sonucu boşanmanın eşiğine gelmiştir.
• Boşanmak isteyen çiftlerin arasında anlaşarak boşanmaya (anlaşmalı boşanma) karar verme yönünde
giderek artan bir eğilim dikkati çekmektedir. Kuşkusuz ilgili sosyal mevzuatta (Medeni Kanun) yapılan düzenlemeler bu durumun ortaya çıkmasında etkili olmaktadır. Yasal yönden getirilen kolaylıkların boşanmaları artırıcı yönde olumsuz olarak etkilediği (Gonzales & Viitanen, 2009:
137) zaten bilinmektedir. Ancak çiftlerin önemli bir kısmının gerçekten
boşanmayı istememiş olmasına rağmen mahkemeye başvurmuş olması şaşırtıcıdır. Mahkeme kararından
sonra bu çiftler resmiyette boşanmış
olmasına karşın gerçekte aynı çatı
altında çocuklarıyla birlikte yaşamaya devam etmişlerdir. Çiftler bu yolla, çağın gereklerine uygun olarak
Alptekin
düzenlenmeye çalışılan sosyal mevzuatın sağladığı olanaklardan yararlanarak menfi yönde ekonomik kazanç elde etmek istemişlerdir. Denetim eksikliğini de gündeme getiren
bu durum sosyal mevzuatı kötüye
kullanma olarak değerlendirilmiş ve
Düzce’de boşanmaları artıran şaşırtıcı bir bulgu olarak kabul edilmiştir.
• Gerek toplumun aile ve evlilik tasavvuruyla çelişen (kasıt unsurunu
ve art niyeti düşündürecek kadar)
uygunsuz mesajları empoze etmesi
gerekse hatalı (yanlış) kullanma biçimleriyle gayri meşru ilişkilere zemin hazırlaması nedenleriyle iletişim araçları boşanmaların arka planında yatan bir diğer faktördür.
• Çok genç yaşlarda evlenmiş olmak
(örneğin erkeklerde 23 yaş altı, kadınlarda 20 yaş altı) Düzce’de boşanmaları artıran önemli bir nedendir. Henüz yeterli bir olgunluğa ulaşmadan çok genç yaşta yapılan evliliklerin boşanmalar için bir risk faktörüdür (Clarke-Stewart & Brentano, 2006: 26). Düzce’deki çok genç
yaşta evlenen çifterin eğitim düzeyleri düşüktür; çiftlerin genellikle belli bir mesleği veya işi yoktur; çiftler
hiçbir plan ve program yapmamışlardır ve içlerinden bir kısmı “kaçarak” evlenmişlerdir. Gençleri bir an
önce evlenmeye iten bir takım gerekçeler olmalıdır ve nitekim araştırma bünyesinde bu gerekçelerden bir kısmı tespit edilmiştir. Örneğin bazı gençler için evlilik; kapalı ve iletişim açısından sınırlı ortamlardan, aile veya çevre baskısından
kurtulmanın, bazı gençler içinse
Düzce genelinde yaygın olduğu bilinen rahat ve konfor içerisinde yaşamanın (İle özgü olarak evlilik böyle bir potansiyeli barındırmaktadır)
bir yolu olarak görülmüştür. Temeli sağlam atılmayan bu tür birlikteliklerin en küçük sarsıntılara bile dayanamadığı, sağlıklı çözümlere ulaştıramadığı için irili ufaklı krizlerin altında kaldığı ve çok geçmeden bilinen sonla yani boşanmayla bittiği
düşünülmüştür.
• Kuşkusuz iletişim teknolojisinin
hızla ilerlemesi, ilişkilerin biçimini ve yoğunluğunu da etkilemektedir. Sözü edilen bu iletişim araçları gündelik yaşamda hızlı iletişim
sağlaması bakımından oldukça kullanışlıdır. Ayrıca zaman ve mekan
sınırını aşmada günümüz insanına önemli avantajlar sağlamaktadır. Ancak dolaylı ve sanal bir şekilde iletişime olanak sağlayan bu
araçlar yoğun bir duygusal ilişkiyi
yürütmede kullanıldığında kimi zaman çeşitli suiistimallere veya iletişim hatalarına (yapay ilgi, yanlış
anlama, yersiz şüphe, sorulan soruları cevapsız bırakma veya aşırı
soru sorma, mesajı yanlış yorumlama gibi) neden olmaktadır (Alptekin, 2008: 85-86). İletişim araçlarının toplumca onaylanmayan yasak
ilişkileri kurmada ve yürütmede kullanımı; evlilik bağlarını zedelemiş,
eşler arasında güven ve sadakatsizlik sorununa neden olarak pek
çok evliliği kırılma noktasına getirmiştir.
• 1999 yılının ikinci altı ayında üst
üste yaşadığı iki deprem Düzce’nin
tüm sosyo-ekonomik düzenini alt
üst etmiştir. Söz konusu yıkımın
toplumsal yaşam üzerindeki uzun
süreli etkilerinden birinin de boşanmalar olduğu düşünülmüştür.
59
Toplum ve Sosyal Hizmet
• Depremler sonrasında Düzce’de
depremlerin yaraları sarılırken bir
dizi yönetsel (idari) yanlışlıklar da
yapılmıştır. Konumuz açısından örneğin ailelerin uzun süreli yan yana
dizayn edilen prefabriklerde sıkışık
bir vaziyette iç içe yaşaması mahremiyet sorununu doğurmuş, cinsel hayatları sekteye uğratmış; böylece bazılarının il dışında farklı arayışlara yönelmesine zemin hazırlamıştır. Açılan yeni yerleşim birimleri
(örneğin Kalıcı Konutlar, TOKİ Evleri, Dünya Bankası Evleri gibi) alışılanın ve bilinenin dışında bir mekansal tasarıma sahiptir. Sosyal kontrolün zayıf olmasıyla birlikte buralar
yeni yaşam biçimleri ve ilişki ağlarının kurulmasına öncülük etmiştir.
Bu doğrultuda örneğin insanlar bir
anda hiç tanımadıkları yabancı kişilerle komşu olmuş, evlilikler çok sayıda yabancının kol gezdiği ortamda gerçekleşmiştir.
• Öte yandan yine bir dizi yönetsel yanlışlıklarla bağlantılı olarak
depremzedelere devlet tarafından
uzunca bir süre karşılıksız ayni ve
nakdi yardımlar yapılmıştır. İstihdam olanakları yaratma, meslek
sahibi olmaya yönlendirme, eğitime ağırlık verme gibi kalıcı çabalar yerine ilin zaten öteden beridir
sosyal dokusunda yer etmiş olan
fındık üretiminden sağlanan gelirlerle beslenen “hazırı tüketme” kültürü pekiştirilmiştir. Devlet yardımlarının aniden kesilmesiyle sadece
bu yardımlarla yaşayan aileler bir
anda ekonomik darboğazlara yakalanmış ve bu darboğazları aşamayınca boşanma için çok güçlü
bir neden kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
60
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
• Depremin 11. yılını geride bırakan
Düzce, kendi bölgesinde yeni cazibe merkezi olmaya aday bir şekilde adeta depremler öncesi kaldığı
yerden ekonomik düzeyde ilerlemeye devam etmektedir. Bu doğrultuda halen Devletten aldığı teşviklerle sanayisi canlanmış, fabrikalaşma
oranı artmıştır. Ulaşım, iletişim ve
istihdam olanaklarının da artmasıyla öteden beridir süregelen göçler
henüz durmamıştır ve zaten çeşitliliğiyle bilinen demografik yapı aynı
özelliğini korumaktadır. Düzce belki de asıl değişimi ekonomik etkinliklerin canlanmasıyla birlikte sosyal
alanda yaşamaktadır. Türkiye’nin
genelinde olduğu gibi toplumsal değişim sürecinde bu yapının temelini oluşturan aile de değişime maruz kalmıştır. Literatürde (Sclater,
1999: 4; Giddens, 2000: 151; Poole,
2005: 16; Clarke-Stewart & Brentano, 2006: 50-51) sıkça değinildiği üzere son yıllarda yaşanılan değişimler, ailenin yapısal özelliklerini, rol ve fonksiyonlarını etkilemiş;
aile içi ilişkilerde bireysel formları
ön plana çıkarmış ve aileyi her türlü
riske açık hale getirmiştir.
Öte yandan yaşanmakta olan toplumsal değişim, “ilçe ile kent kültürü arasında sıkışma” şeklinde tezahür eden
gelenek / modern ikilemini içeren
Düzce’nin örtük bir gündemini de gün
yüzüne çıkarmıştır. Gerçekten bir yönüyle geleneksel yaşama bağlılığını
koruyan Düzce bir yönüyle de modern
yaşama entegre olmaktadır. Esasen
Düzce bu görüntüsüyle farklı ve gecikmiş bir modernleşme tablosu çizer gibidir.
Modernleşmenin tek değil çoklu formları vardır. Türkiye’deki modernleşme
Alptekin
deneyimleri için “geç modernlik” kavramı daha uygun düşmektedir (Kaya,
20006: 10-11). Geç modernliklerde modernleşme süreci “eskinin yıkılması yeninin doğmaması” ya da “melezleşme”
süreci olarak da tanımlanabilir (Karatay, 2009: 16). Aşağıda alıntısına yer
verilen bir katılımcının da dillendirdiği
bu durum belki de Düzce’deki boşanmaların arkaplanında yatan en önemli nedendir.
“Bakın iddia ediyorum, sürekli de
benim dediğim noktaya geliyorsunuz. Biz Düzce’de geleneği yıktık
ama yerine bir şey koyamadık. Şimdi bu kadar etnik grup var, hangisi gerçekten geleneğini muhafaza
ediyor? … Gelenekten boşalan yeri
kent kültürüyle veya adını siz koyun
başka bir şeyle doldurabilirdik ama
dolduramadık. Dolduramadığımız
için de huzursuzluk aile boyutuna
kadar indi. Şimdi Düzce’de evlenenler bu boşlukta evleniyor. Neyi referans alacağını bilmez halde. Boşanmalar da bu boşlukta gerçekleşiyor
ve sıradan bir tepki görüyor, normal
bir olaymış gibi! (Katılımcı 17)
KAYNAKÇA
Alptekin, K. (2008). Sosyal hizmet bakış
açısından genç yetişkinlerde intihar girişimlerinin incelenmesi: Bir model önerisi. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü yayınlanmamış doktora tezi.
Boşanma istatistikleri (2007). Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu ile Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü ortak yayını.
hods approaches (2nd ed.). Thousand
Oaks, California: Sage Publications..
Clarke-Stewart, A. & Brentano, C. (2006).
Divorce: Causes and consequences. New
Haven [Conn.]: Yale University Pres.
Evlenme ve boşanma istatistikleri (2008).
Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu ile Nüfus
ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü ortak yayını.
Evlenme istatistikleri
(2007). Ankara:
Türkiye İstatistik Kurumu ile Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü ortak
yayını.
Giddens, A. (2000). Sosyoloji. H. Özel ve C.
Güzel (Çevirenler). Ankara: Ayraç Yayınevi.
Gonzales, L. & Viitanen, T.K. (2009). The
effect of divorce laws on divorce rates in
Europe. European Economic Review, 53,
127–138.
Göka, E. (1993). Hermenötik üzerine. Türkiye Günlüğü, 22, 84-94.
Karaçay, Y. (2001). Evlilik ve aile terapisi.
Zafer Dergisi, 9, 18-22.
Karatay, A. (2009). Sosyal alanın şekillenmesi, hayırsever dernekler ve sosyal
hizmet(ler). Sosyal Hizmet, Haziran 08 /
Ocak 09, 14-19.
Kaya, İ. (2006). Sosyal teori ve geç modernlikler: Türk deneyimi. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
Neuman, W.L. (2003). Social research methods: Qualitative and quantitative approaches (5th ed.). Boston: Allyn and Bacon.
Poole, M. (2005). Changing families, changing times. In M. Poole (ed.), Family: Changing families, changing times (pp. 43-65).
Crows Nest, N.S.W.: Allen & Unwin.
Bölgesel göstergeler TR 42 (Kocaeli, Sakarya, Düzce, Bolu, Yalova) (2008). Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu Yayını.
Reiger, K. (2005). History: the rise of a modern institution. In M. Poole (ed.), Family:
Changing families, changing times (pp.
1-20). Crows Nest, N.S.W.: Allen & Unwin.
Creswell, J.W. (2003). Research design:
Qualitative, quantitative, and mixed met-
Sarantakos, S. (1998). Social research (2nd
ed.). Hampshire, London: Macmillian Press.
61
Toplum ve Sosyal Hizmet
Sclater, S.D. (1999). Divorce: a psychosocial study. Aldershot, Hants, England; Brookfield, Vt., USA Ashgate.
Velidedeoğlu, H. V. (1976). Ailenin çilesi boşanma. İstanbul: Çağdaş Yayınları.
Yıldırım, A. & Şimşek, H. (2004). Sosyal bilimlerde nitel araştırma yöntemleri (4.ncü
baskı). Ankara: Seçkin Yayıncılık San. ve
Tic. A.Ş.
62
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
İçağasıoğlu Çoban ve Akgün
Araştırma
ANKARA KADIN
KAPALI CEZA
İNFAZ KURUMUNDA
KALAN KADIN
HÜKÜMLÜLERİN
PSİKOSOSYAL
DURUMLARININ
SAPTANMASI
VE SOSYAL
DESTEKLERİNİN
BELİRLENMESİ
ÖZET
Kadın suçluluk oranındaki artışlarla bağlantılı olarak kadın hükümlülüğü olgusu, son
yıllarda tartışılan en önemli konulardan biri
olmuştur. Kadın hükümlüler, toplumun kadına bakış açısı ve toplumdaki konumları nedeniyle diğer suçlu grubundaki bireylere
göre daha zor koşullarla karşı karşıya kalmaktadır.
Bu çalışma Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda kalan kadın hükümlülerin
psiko-sosyal durumlarının saptanması ve
sosyal desteklerinin belirlenmesi amacıyla yapılmıştır. Araştırma Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda kalan kadın hükümlülerden 185’i ile yapılmıştır. Araştırmanın verileri, Görüşme Formu sırasında ve
Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği kullanarak toplanmıştır. Veriler SPSS 11.5
paket programında frekans dağılımları, X2
(kay kare) testleri kullanılarak değerlendirilmiştir.
Figuring Out Of
Psycho-social Conditions
And Determination The
Social Supports Of Women
Who Stays in Ankara
Closed Penal Institution
for Women
Araştırmanın sonunda; infaz sürecindeki kadın hükümlülerin belli bir gelirlerinin olmaması, ailelerinden, arkadaşlarından ve sevdiklerinden uzakta olmaları, geleceklerinin
ne olacağını bilememeleri, dışarıda kalan
çocuklarından ayrı kalmanın ve onların ihtiyaçlarını karşılayamamanın verdiği üzüntü,
cezaevi içinde kapalı bir ortamda kalmanın
beraberinde getirdiği sorunlar ve dışarıdaki sevdiklerinden göremedikleri sosyal destek onları psiko-sosyal yönden olumsuz etkilemektedir. Bu süreç içinde algıladıkları sosyal desteğin ise orta düzeyde olduğu bulunmuştur.
Arzu İçağasıoğlu Çoban*
Rumeysa Akgün**
Anahtar Sözcükler: Kadın suçluluğu, Psikososyal sorun, Sosyal destek
*Yrd. Doç. Dr., Başkent Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
ABSTRACT
**Arş. Gör., Ankara Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
In relation to the increases in the rate of
women criminality, the case of women conviction has been one of the most important
issues discussed in recent years. Because of
the viewpoint of the society about the women
63
Toplum ve Sosyal Hizmet
and their positions in society, female offenders are faced with more difficult conditions
than other criminal groups.
This study is performed to figure out the psychosocial conditions and to determine the
social supports of women who stay in Ankara
Closed Penal Institution for Women. The
study is done with 185 of the female offenders
who stay in Ankara Closed Penal Institution.
The research data were gathered during the
interview form, and Multidimensional Perceived Social Support Scale was used. The
data is evaluated in the SPSS 11.5 packet
program using frequency distribution and,
X2 (chi square) tests.
As the result of the study, their lack of regular income during the judicial process, their
distance from their families, friends and
loved ones, the uncertainty of their future,
the sorrow caused by being apart from their
children and by their inability to nourish
them, the problems caused by staying in a
closed environment in the prison and their
lack of social support from their loved ones
outside the prison affect the female offenders
adversely from the psychosocial viewpoint. It
has been found out that the level of the social
support they perceive is medium.
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
sosyal sorun olarak ele alınmaya başlanmıştır. Sosyal sorun, toplumu ilgilendirmekle birlikte, sorunun niteliği, algılanışı ve yoğunluğu toplumdan topluma, ülkeden ülkeye değişmektedir. Bu
değişimin nedeni, her bir toplumun ve
ülkenin ayrı bir kültüre, geçmişe ve değer yapısına sahip olmasıdır. Bu nedenle bir eylemin, suç sayılması için
bulduğu bölgenin değerlerine, kültürüne ve o davranışın daha önce yaşanıp
yaşanmamasına bakmak gerekir. Bütün bunlardan dolayı suça neden olan
faktörler ve suç türleri ancak o bölgenin
özellikleri dikkate alınarak değerlendirilebilir (Erkan ve Erdoğdu, 2006: 80).
Key Words: Women criminality, psycho-
Suçluluk oranındaki artışlarla bağlantılı olarak kadın suçluluğu olgusu, son
yıllarda tartışılan en önemli konulardan
biri olmuştur. Kadınların suç işlemelerinde pek çok faktör etkilidir. Kadın hükümlüler, toplumun bakış açısı ve toplumdaki konumları nedeniyle diğer suçlu grubundaki bireylere göre daha zor
koşullarla karşı karşıya kalmaktadır.
Bu nedenle özellikle gelişmiş ülkelerde
araştırmacılar, kadın suçluluğunu açıklayıcı çalışmalara yönelmiştir.
GİRİŞ
Bu çalışmada da suç işleyen kadınların psiko sosyal özelliklerinin ve sosyal
destek sistemlerinin neler olduğunun
belirlenmesi amaçlanmıştır.
social problem,social support
Suç, bir toplumda toplumsal normları ihlal eden çoğunlukçu değerlere aykırı biçimde ortaya çıkan davranış biçimidir (İçli, 2007:23). Suçlu ise isteyerek
ya da istemeyerek suç eylemini gerçekleştiren kişidir.
Suç konusunda yapılan araştırmaların
artması, suçun birey ile birlikte onun yaşadığı çevreden de kaynaklanabileceği
konusunu gündeme getirmiştir. Böylece, suç bireysel sorun olarak değil bir
64
KADIN VE SUÇLULUK OLGUSU
Yağmur (2005), suçluluk kavramı içinde kadın suçluluğunun ayrı bir yerinin
olduğunu, kadın suçlu davranışı 1970’li
yıllara kadar kadının fizyolojik, psikolojik ve biyolojik farklılıklarıyla açıklanmaya çalışıldığını belirtmiştir. 1970’lerden
sonra feminist hareketler ile birlikte kadın suçluluğu olgusu sosyal ve kültürel bir boyutta ele alınmış ve suçluluk
İçağasıoğlu Çoban ve Akgün
kadının toplumsal rol ve konumu ile ilişkilendirilmiştir (akt; Terzi, 2007: 6).
Katleen Daly ve Meda Chesney Lind’e
göre feminist teoriler, toplumda mevcut
cinsiyet ilişkilerine yeni, daha derin bir
anlayış üretmek ve cinsiyet ilişkilerinin
suç ve ceza adaletini nasıl etkilediğini
göstermek amacını taşımaktadır (akt;
İçli,2007:137).
Akers (2000) Freda Adler ve Rita Simon suçta cinsiyet oranını “özgürlük’’
bakış açısından incelediğini belirtmiştir. Sosyal değişme sürecinde öğrenim,
meslek, aile, politika, askeri ve ekonomik alanda kadın ve erkek rol davranışlarında giderek daha fazla ayrımcılık
söz konusu olurken, aynı zamanda iki
cinsin sapma, gençlik ve yetişkin suçluluk alanında da benzerlik artmaktadır
(akt; İçli,2007:137).
Suç işlemiş bireylerin ailelerinde aile içi
ilişkilerine bakıldığında aile iletişimi ve
etkileşiminde yetersizliklerin ve olumsuz durumların olduğu görülür. Bunun
dışında bireyin ailesinde ve çevresinde onu suça ve şiddete iten tutum ve
davranışların olağan gösterildiği, dolayısıyla böyle bir ortamda yetişmenin kişinin olumsuz ve yanlış tutum ve davranışlar öğrenmesine ve devam ettirmesine neden olduğu, öfke kontrolüne ilişkin zorlanmalar yaşadıkları ve daha kolay suça yöneldikleri söylenebilir (Nazlıdır, 2010:82). Bu durum kadınlar için
de geçerli olup bunun dışında, aile içinde ve çevrede ezilmek, küçük düşürülmek, başta fiziksel olmak üzere şiddetin her boyutuna maruz kalmak ve hayatının bir noktasında kırılma yaşayarak şiddete yönelmesi kadının suç işleme nedenlerinden bazılarıdır. Balcıoğlu ve arkadaşlarının yaptığı çalışma bu görüşü destekler niteliktedir.
Bu çalışmada 200 kadın mahkûmla bir
alan çalışması gerçekleştirilmiş ve kadını suça iten en önemli sebebin ‘‘kadının aile ve toplum içinde eziliyor oluşu”
olduğu ortaya çıkmıştır. Yine aynı çalışmada kadın suçluların erkek suçlulara göre daha problemli bir geçmişlerinin olduğu görülür. Parçalanmış aile,
eğitimsizlik, bozuk aile ilişkileri, kişilik, cinsiyetçi tutumlar, aile yapısı, sosyal destek ve kontrol eksikliği kadınların suç işlemelerine neden olmaktadır.
Bunun dışında kadınların yaşamlarında
göç öyküsünün bulunması da kadınları
suça iten nedenler arasında yer almaktadır (Balcıoğlu ve diğ.1997:5).
Kadın suçluluğunun diğer nedenleri
arasında, kadının sosyal ve ekonomik
yaşamda aktif hale gelmesi, ev-dışı sorumlulukları da üzerine alması gösterilmektedir. Bunlara ek olarak, kadınların sosyal yaşamdan soyut yaşamaları ve ekonomik bağımsızlıklarını elde
edememiş olmaları da kadının suça yönelmesinin nedenleri arasında sıralanmaktadır. Türkiye’nin ‘‘suç işleyen kadın profiline’’ bakıldığında her iki görüşü destekleyebilecek genel bir profilin var olduğunu söylemek mümkündür
(Gürtuna, 2009:20).
Ülkemizdeki kadın hükümlülerin yaş,
medeni durum, eğitim durumu gibi özelliklerine bakıldığında; kadınların daha
önceleri erkeklerden daha geç yaşlarda (30–40) suç işlediği fakat 1980’lerden sonra suç işleyen kadınların yaşlarının 22–39’a düştüğü görülmektedir
(İçli ve Öğün 1988). Gürtuna (2009)’nın
yaptığı çalışmada da kadın hükümlülerin 22-39 yaş arasında yoğunluk
gösterdiği görülmüştür. İçli ve Öğün
(1988)’de yaptığı araştırmada kadın hükümlülerin medeni durumlarına bakıldığında en fazla suç işleyen kadınların
65
Toplum ve Sosyal Hizmet
boşanmış kadınlar olduğu görülürken
Çelik (2008)’ de görüştüğü 87 kadın
hükümlünün 22’sinin evli olduğunu belirtmiştir. Gürtuna (2009)’nın yaptığı çalışmada da görüşülen 56 kadın hükümlünün 17’sinin evli olduğu görülmüştür.
Adalet bakanlığının 2008 verilerine bakıldığında da 2674 kadın hükümlüden
1605’inin evli olduğu görülür. Eğitim durumlarına bakıldığında ise 2674 kadın
hükümlüden en fazla 1197’sinin ilkokul
mezunu olduğu görülmektedir. Yüksek
okul mezunu olanların sayısı ise 148’dir
(http://www.tuik.gov.tr, 2011).
Balcıoğlu ve arkadaşlarının (2004, akt;
Terzi, 2007: 7) yaptığı bir araştırmada adam öldürme suçundan hüküm giyen erkeklerin, öldürdükleri kişi ile yakınlık derecesine bakıldığında maktulü
%45–60 tanıdığı, kadın hükümlülerin
öldürdüğü kişiye bakıldığında maktulü %75–85 tanıdığı görülmüştür. Adam
öldürme suçundan hüküm giymiş kadınların büyük bir oranı eşlerini, sevgililerini öldürmekten hüküm giymişlerdir. Geri kalanlar, çocuklarını, kendilerine sarkıntılık eden kişileri, nefsi müdafaa için öldürmüşlerdir. Özet olarak
kadınların öldürme suçunu büyük oranda nefsi müdafaa ve savunma amaçlı
yaptıkları belirlenmiştir. Saygılı ve Aliustaoğlu (2009)’nun yaptığı çalışma da
bu görüşleri destekler niteliktedir. Çalışmalarında görüştükleri 45 kadının
%66,6 (n:30)’sı işledikleri suçu birinci
dereceden bir yakına karşı işledikleri
belirtilmiştir.
Suçlu ile mağdur/maktül ilişkisinde ise
ilk sırayı; %24,4 oranı ile çocukları,
%22,2 oranı ile eşleri oluşturmaktadır.
Yağmur (2005)’un (Akt; Terzi, 2007:
7) yaptığı çalışmada ise kadınların işledikleri suçlara bakıldığında ilk sırayı
66
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
adam öldürme ve adam öldürmeye teşebbüs yer almaktadır. Ardından zina,
hırsızlık ve hakaret suçları yer almaktadır. Adam öldürmede ise kadınların öldürdükleri kişi genelde kocalarıdır. Kadınlar fiziksel güç ve cesaret gerektiren suç türlerinde yer almazlar. Nazlıdır (2010) yaptığı araştırmada ise kadınların son yıllarda daha fazla adam
öldürme suçundan hüküm giydiklerini göstermektedir. Araştırmaya katılan
100 kadının 36’sı adam öldürme ve 3’ü
adam öldürme suçundan hüküm giymiştir. Son yıllarda kadına yönelik şiddetin artması ile doğru orantılı olarak
kadınlarda adam öldürme ve adam öldürmeye teşebbüs suçları da artmıştır.
Bu durum kadının kendisini savunmak
için, çaresiz kaldığı bir durumdan kurtulmak için şiddete başvurduğu düşüncesini oluşturmaktadır. Yine Nazlıdır
(2010)’ın yaptığı çalışmanın devamında kadınların erkeklerden daha fazla fiziksel ve sözel şiddete maruz kaldıkları bulgusu kadınların kendilerini savunmak için son çare olarak şiddete başvurdukları görüşünü desteklemektedir.
KADIN SUÇLULUĞU VE SOSYAL
DESTEK SİSTEMİ
Sosyal destek kavramı, 1970’li yılların
ortalarından itibaren literatürde daha
çok ele alınmaya ve incelenmeye başlanmıştır. Sosyal destek kaynakları genel olarak formal ve informal destek
kaynakları olarak ele alınmaktadır. Formal destek kaynakları; resmi kurum ve
kuruluşlar ile yasal bir çerçeve içerisinde hizmet veren sivil toplum kuruluşları, gönüllü kuruluşlarca yapılan desteklerdir. Yakın ilişkide bulunduğumuz kişiler ile herhangi bir biçimde destek olan
ve katkı sağlayan diğer bireyler ise informal sosyal destek kaynaklarını ifade
İçağasıoğlu Çoban ve Akgün
etmektedir (Duyan, 2001). Sosyal destek, zihinsel ve fiziksel sağlığın göstergesidir. Örneğin; fazla sosyal desteği olan bireyler kendilerini daha sağlıklı hissetmektedirler (Zakowski ve diğ.,
2003:272). Sosyal destek ilgi ve duygusal yakınlık kavramlarını içerir. Sosyal desteğin içerisinde; sorun çözmede
destekleyici yaklaşım ve maddi yardım,
çözüm yollarını paylaşmak ve stres
kaynağını hafifletici yardımda bulunmak vardır. Bu nedenle sosyal destek
sıklıkla “kişiler arası ilişkilerde insanları, kaygının olumsuz etkilerinden koruyan mekanizmalar’’ olarak tanımlanır
(Berterö, 2000:93). Cezaevinde sosyal destek ise, hükümlü bireye cezaevindeki ve dışındaki arkadaşları, ailesi
ve kurumdan sağlanan fiziksel ve psikolojik bir yardım olarak tanımlanabilir.
Eylen (2001, akt; Işıkhan, 2007:22)
sosyal desteğin gerçekleşmesinde bireyin algıladığı desteğin niteliği kadar
kimler tarafından da verildiği önemli bir
konu olduğunu belirtmiştir. Bireyin ihtiyaç duyduğu sosyal destek kişiye, zamana ve yere göre değişmektedir. Değişik sosyal destek kaynakları bireyi
farklı açılardan desteklemekte ve onun
durumuna olumlu yönde etki etmektedir. Örneğin cezaevinde kadın hükümlünün ihtiyaç duyduğu ailesinin ve kendisine yakın kişilerin kendisini anlaması, ona anlayış göstermeleri ve gelecek
ile ilgili onu rahatlatmalarını beklemektedir. Bunun dışında ekonomik destek
de kadın hükümlünün aradığı destektir.
Kadın hükümlüler ve sosyal destek
kavramı arasındaki ilişkiye bakıldığında, sosyal desteğin kadın hükümlüler için oldukça önemli olduğu görülür. Sosyal destek; cezaevinin hükümlü üzerindeki baskısını azaltıp çevresi ile ilişki içerisinde olmasını sağlayan
oldukça önemli bir kavramdır. Çünkü
cezaevi yaşantısı, şartları gereği, izole edilmiş bir ortamda yaşamayı gerektirir. Bu tür bir ortamda yaşamak zorunda kalmak her insanda, fiziksel sorunlar yaratma ve ruh sağlığının kısmen
ya da bütünüyle bozulması riski taşır.
Sosyal izolasyon, mental zorlanma,
gerçeklik duygusunun bozulması, halüsinasyon, duygusal süreçlerde güçlükler (örneğin öfke kontrolü ve saldırganlık), kişilik değişimleri vb. sonuçlara
yol açabilecek duygusal bir yoksunluğa
neden olabilir. Bu nedenle cezaevinde sosyal desteğin sağlanması oldukça önemlidir. Hükümlünün sürekli olarak kapalı bir ortamda bulunması, dışarıyla bağlantısının olamaması, hareketlerinin kısıtlı ve kontrol altında olması,
ihtiyaçlarına hemen ulaşamaması, yakınlarından uzak, aile ve arkadaş çevresinden yoksun olması gibi nedenler
hapsedilme olgusunun getirdiği olumsuzluklardandır. Kadın hükümlülere verilen sosyal destek onların; sevgi, bağlılık, benlik saygısı gibi temel sosyal gereksinimlerini karşılar ve aynı zamanda
fiziksel ve psikolojik sağlığını da olumlu yönde etkiler.
Duyan (2001), sosyal desteğin işlevsel
boyutlarını duygusal destek, bilgi sağlayıcı destek ve araçsal destek olarak
ele almıştır.
Cezaevinde sosyal desteğin işlevsel
boyutuna bakıldığında; duygusal destek, umut ve iyimserlik oluşturmak suretiyle kadın hükümlünün psikolojik açıdan iyilik halinin güçlenmesine yardımcı olunabilir. Kadın hükümlüye sosyal
hizmet uzmanının ilgi göstermesi, güven sağlaması ve hükümlülerin sırrını
paylaşma gibi davranışları içerir. Bunun dışında sosyal hizmet uzmanları
hükümlüye sosyal ve psikolojik destek
67
Toplum ve Sosyal Hizmet
sağlayarak sorunlarla baş etme mekanizmalarının artırılması, kendilerini bu
süreçte yalnız hissetmemeleri, ihtiyaçları olan maddi manevi unsurlara ulaşabilmeleri ve rehabilite edilmeleri açısından destek verirler. Bu durum hükümlüler için cezaevi ortamında sahip oldukları en önemli sosyal desteği
oluşturmaktadır. Bilgi sağlayıcı desteğe bakıldığında; kadın hükümlülere hükümlülük süreci ve tahliye sonrası ilgili doğru bilgilerin verilmesidir. Böylece
kadın hükümlünün cezaevi süreci ile ilgili gerçekçi beklentiye girmesi ve psikolojik uyumunun sağlanması gerçekleşmektedir. Sosyal desteğin son işlevsel boyutu olan araçsal destek ise kadın hükümlünün günlük gereksinimlerinin karşılanması için pratik yardımların
sağlanarak yaşadığı stresin azaltılması ve ceza sürecini en iyi şekilde bitirip
tahliye olmasını sağlamaktır. Bu destek
kaynakları dışında kadın hükümlünün;
ailesi, cezaevindeki ve cezaevi dışındaki arkadaşları da sosyal destek kaynaklarıdır.
Bütün bu nedenlerden dolayı bu araştırmanın amacı Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz kurumunda kalan kadın
hükümlülerin psikososyal durumlarını
saptamak ve sosyal desteklerinin belirlenmesidir.
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
için bu kadınlarla yüz yüze görüşme
yapılarak, anket formu araştırmacılar
tarafından doldurulmuştur.
Çalışma Grubu
Bu çalışma Ankara Kadın Kapalı Ceza
İnfaz Kurumunda kalan kadın hükümlüler ile gerçekleştirilmiştir ve kadın hükümlülerin psiko sosyal özellikleri ve
sosyal destekleri belirlenmeye çalışılmıştır.
Veri Toplama Araçları
Verilerin toplanmasında açık ve kapalı
uçlardan oluşan bir anket formu ve Çok
Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği uygulanmıştır. Veri toplama araçları
aşağıda yer almaktadır:
1. Anket Formu
Bu form araştırmacılar tarafından ilgili literatür incelenerek geliştirilmiş olup,
açık ve kapalı uçlu olmak üzere toplam
36 sorudan oluşmaktadır. Formdaki sorular “kişisel bilgiler, aileye ilişkin bilgiler, topluma ilişkin bilgiler” olmak üzere temel olarak üç başlık altında sınıflandırılmıştır.
YÖNTEM
2. Çok Boyutlu Algılanan Sosyal
Destek Ölçeği
Betimleme survey modeline dayanan
bu araştırmanın evrenini, Şubat 2008Ocak 2009 tarihleri arası Ankara Kadın
Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda kalan
225 kadın hükümlü oluşturmaktadır. Siyasi kadın hükümlülerin (40 kişi) görüşme yapmayı kabul etmemesi nedeniyle
geriye kalan 185 kadın hükümlüye anket uygulanılmıştır. 185 kişi içinde yer
alan 5 kadın okuma yazma bilmediği
Çok Boyutlu Algılanan Sosyal destek
ölçeği, (Multidimensional Scale of Perceived Social Support) Zimmet, Dahlem ve ark. (1988) tarafından literatürde bildirilen sosyal destek ölçeklerinin
eksikliklerinden yola çıkarak geliştirilmiştir. Türkiye’de 1995 yılında Eker ve
Arkar tarafından geçerlilik ve güvenilirlik çalışmaları yapılmıştır. Ölçeğin amacı bireylerin algıladıkları sosyal destek
68
İçağasıoğlu Çoban ve Akgün
unsurlarını belirlemektir. Toplam 12
maddeden oluşan ölçek“kesinlikle hayır” ile “kesinlikle evet” arasında değişen 7 dereceli (1–7 puan), Likert tipi bir
ölçektir. Ölçeğin aile, arkadaş, özel kişi
desteğini belirlemek üzere dörder maddeden oluşan üç alt ölçeği bulunmaktadır. Alt ölçeklerden alınabilecek en
düşük puan 4, en yüksek puan 28’dir.
Ölçeğin tamamından elde edilecek en
düşük puan 12, en yüksek puan 84’tür.
Elde edilen puanın yüksek olması, algılanan sosyal desteğin yüksek olduğunu
gösterir (Çeçen, 2008: 418).
Veri Toplama Süreci
Hazırlanan veriler İnfaz koruma memurları aracılığı ile kadın hükümlülere koğuşlarında dağıtılmış, hükümlülere verilen sürenin ardından infaz koruma memurları aracılığı tekrar anketler
toplanmıştır. Bu anketlerden beş tanesi
okuma yazma bilmeyen kadın hükümlülerle yüz yüze görüşme yoluyla toplanmıştır1.
Verilerin Analizi
Verilerin toplanmasından sonra formları tek tek gözden geçirilmiş, verilen yanıtlar kontrol edilmiştir. Tutarsız olan ya
da boş bırakılan üç form değerlendirmeye alınmamıştır. Daha sonra açık
uçlu sorular değerlendirilerek kapalı
hale getirilmiştir. Veriler 11.5 SPSS paket programına aktarılarak işlenmiştir.
Verilerin çözümlenmesinde frekans dağılımları, X2 (kay kare) testleri kullanılmıştır.
1
Veriler, Başkent Üniversitesi SBF, Sosyal Hizmet Bölümü öğrencileri, Bilge Aslan, Özge Aşkın, Rumeysa Özbey, Elif Polat, Sevcan Şenel
tarafından toplanmıştır.
BULGULAR
Araştırma kapsamındaki kadın hükümlülerin sosyo-demografik özelliklerine bakıldığında yaş ortalamalarının en fazla yığılmanın %24,5 lik oranla 26–30 yaş grubunda
olduğu ve yaş
_
ortalamasının ise x= 33 olduğu görülmüştür. Evli kadın hükümlülerin %75,1’i
çocuk sahibidir. Çocuk sahibi olan kadın hükümlülerin %47,1’i ise çocukları
ile akrabalarının ilgilendiğini belirtmişlerdir. Eğitim durumu ile ilgili sorulan
soruya %24,9 kadın hükümlünün ilkokul mezunu olduğu bir kısmının da eğitimlerine cezaevinde devam ettiği saptanmıştır. Meslek durumlarında ise kadınların %54,4’ünün ev hanımı olduğu
belirlenmiştir. %0,6’sı ise mesleklerinin
hırsızlık olduğunu belirtmiştir.
Kadın hükümlülerin ailelerine ilişkin bilgilerine bakıldığında %75,3’ünin genellikle ailede herkes birbiri ile iyi anlaşırdı yanıtını verdiği görülmektedir. Bu durum onların ya evlendikten sonra karşılaştıkları sorunlardan dolayı veya çevrelerinde karşılaştıkları durumlardan
dolayı suç işlediklerini düşündürmektedir.
Suçluluk ve kişinin ruhsal sorunları arasında ilişki olduğunu, suçlunun kendisinde bulunan ruhsal sorunlar nedeniyle davranışlarının sonuçların tayin edemeyeceğini ve bu yapıda bulunan kişilerin suça yönelmelerinin doğal olduğunu söyleyen psikolojik görüşün aksine
yapılan bu araştırmada kadın hükümlülerin %50’den fazlası ailede kimsenin ruhsal sorununun olmadığını sadece %30’u kendilerinin ruhsal sorunlarının olduğunu söylemişlerdir. Kendisinin
ruhsal sorunu olduğunu söyleyenlerin
büyük bir kısmı da bu sorunların cezaevine girdikten sonra başladığını söylemiştir. Saygılı ve Aliustaoğlu (2009)’nun
69
Toplum ve Sosyal Hizmet
yaptığı araştırmada bu görüşü destekler niteliktedir. Yapılan araştırmada kadınların %73,3’ünün ceza sorumluluğunu etkiyecek mahiyette ve derece psikopatolojik bulgu saptanmamıştır. Bu
durum kadınların suç eylemini gerçekleştirirken ruh sağlığının yerinde olduğunu göstermektedir.
Kadın hükümlülerin ailelerine ilişkin bilgilerine bakıldığında %75,3’ü genellikle ailede herkes birbiri ile iyi anlaşırdı
yanıtını vermişlerdir. Aile içinde ruhsal
sorun olup olmadığı sorusuna %30,3’ü
kendisinin ruhsal sorununun olduğunu,
%56,8’i ise ailede hiç kimsenin ruhsal
sorununun olmadığını belirtmiştir.
Kadın hükümlülerin %36,3’ü ailelerinde suç işleyen olduğunu söylerken,
%63,7’si ailelerinde suç işleyen kişinin olmadığını söylemiştir. Araştırma
örneklemini oluşturan kadın hükümlülerin %68’i ailesinin kendisinin cezaevinde bulunmasından dolayı üzgün olduğunu, %14,5’i ailesinin kendisini reddettiğini, %51,4’ü ailesinin destek olduğunu ifade etmiştir. Gürtuna (2009)
yaptığı çalışmada da kadın hükümlülerin büyük bir bölümü cezaevinde bulunmalarından dolayı ailelerinin üzüldüğünü ve ne olursa olsun kendilerine destek olduklarını dile getirmişlerdir. Küçük bir bölümü ise ailede tek suç işleyen kişi olduğu ve kadın olduğu için ailesi tarafından dışlandığını söylemiştir. İl (1990)’in yaptığı araştırmada, ailesinin kendisi hakkında üzgün olduğunu söyleyen kadın hükümlülerin oranı
%24,52, ailesinin reddettiğini söyleyen
kadın hükümlülerin oranı %32,26’dır.
Bu araştırmada, İl’in çalışması ile karşılaştırıldığında kadın hükümlülerin ailesi üzgün olanların (%68) ailesi reddedenlere (%14,5) göre daha fazla olduğu ve ailesinin reddettiğini söyleyen
70
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
kadın hükümlülerin oranının ise azaldığı %32,26 ‘dan %14,5’e düştüğü görülmüştür.
Topluma ilişkin bilgilere bakıldığında, %46,7’si toplumun suç işlemede etkili olduğunu söylemiştir. Kadın hükümlülerin %91,3’ü suç işlemeden önce çevresi ile ilişkilerinin iyi olduğunu belirtmiştir. Arkadaşı olma durumuna bakıldığında kadın hükümlülerin %56,8’inin cezaevine girmeden
önce arkadaşının olmadığını, arkadaşı olanların % 55,6’sı arkadaş ilişkilerinin devam etmesini kendisinin istemediğini, %43,2’si bu konuda bir fikrinin olmadığını ifade etmiştir. Buradan
da anlaşılacağı gibi kadınlar suç işlemeden önce sosyal çevreden izole olmuş olarak yaşamakta, hayatı sadece
ev ve evin içindekiler olarak görmektedirler. Cezaevi dışında arkadaş ilişkilerinin devam etmesini istemeyen kadın
hükümlülerin kendilerinin istememesinin nedenlerinin başında, arkadaşlarının cezaevinde olduğunu öğrenmelerini istememeleri, böyle bir ortamda arkadaşları tarafından görülmek istememeleri gelmektedir. Bir fikrinin olmadığını ifade eden kadın hükümlüler ise,
arkadaşlarımın nerede olduğumdan
haberi olmayabilir, belki benimle görüşmek istemiyordur şeklinde yorumlarda bulunmuşlardır. Kadın hükümlülerin %39,7’si çevresinde suç işleyen kişilerin var olduğunu söylerken, %59,8’i
çevresinde suç işleyen kişilerin olmadığını ifade etmiştir. Çevresinde suç işleyen birisinin olduğunu söyleyenlerin
%34,6’sı ailede, %53,8’i arkadaş çevresinde suç işleyenlerin olduğunu söylemiştir. Kadın hükümlülerin suç işledikten sonra %57,7’si çevrelerinde kendisine hiçbir şey olmamış gibi davranıldığını, %41,2’si toplum tarafından
İçağasıoğlu Çoban ve Akgün
dışlandıklarını belirtmiştir. Yapılan bir
çalışmada da kadın hükümlüler cezaevine girmeden önce televizyon, gazete gibi iletişim araçlarından kadınların
suç işlediklerini ve cezaevinde olduklarını duyduklarında üzüldüklerini ve sadece gazete, televizyon ve sinemada
cezaevini göreceklerini düşündüklerini söylemişlerdir (Gürtuna, 2009). Çevrelerinin bakış açısı sorulduğunda, kadın hükümlülerin %32,9’u çevresinde
işlediği suçun kesinlikle onaylanmadığını, %43,7’si kendisine hak verdiklerini ve anlayışla karşıladıklarını %7,2’si
suçsuz olduğunu söylemiştir. Gürtuna (2009) yaptığı çalışmada ise kadın
hükümlülerin bir kısmı önceden yaşadıkları çevrenin şuan kendisinin cezaevinde olduğunu bilmediklerini, bu durumu gizlediklerini söylemiştir. Öte yandan yine aynı çalışmada kadın hükümlülerin en çok babaları ve erkek kardeşleri ile ilişkilerinin bozulduğunu söylemiştir. Bazıları ise kendilerine sadece erkek kardeşlerinin destek olduğunu söylemiştir. Kadın hükümlülerin cezaevinde yaşadıkları psikolojik sorunların yanı sıra aile ve arkadaş çevresinden de destek görememeleri, aralarındaki bağların kopması onları daha dazla olumsuz yönden etkilemektedir.
bu konuyu düşük sosyal destek olarak
algılamaktadırlar ve onları çok fazla etkilememektedir. Aynı durum eşi cezaevinde olan ve eşi ile görüşmeyenler için
de geçerlidir. Eşi ölmüş olanlar ise sosyal desteği %50 ile orta derece olarak
algılamaktadır. Eşlerinin olmaması onlar için orta derece bir sosyal destek olmuştur. Kadın hükümlülerin eşlerinden
algıladıkları sosyal desteğin orta olmasının nedeni, sosyal destek kaynağı olarak eşlerinin yanı sıra arkadaşları ve yakın çevrelerinden de destek almalarıdır.
Kadın hükümlülerin eşleri ile olan ilişkisini Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği ile karşılaştırdığında aşağıdaki Tablo 1 elde edilmiştir.
3-4 ayda bir ziyaret edilen kadın hükümlüler bu durumu sosyal destek açısından bakıldığında %3.4 ile düşük,
%2.9 ile orta ve %5.8 ile yüksek olarak
algılamaktadır. Ziyaret her görüşte olmasa da onlar için bir destek teşkil etmektedir. Fakat bunu %3.6 oranı ile düşük olarak algılayanlar açısından bakıldığında ziyaret sıklığının az olması onları olumsuz olarak etkilemektedir.
Kadın hükümlülerin eşleri ile ilişkilerine bakıldığında eşi sürekli ziyaretine
gelenlerin %66,7’sı orta %28,6’sı yüksek ve %4,8’i düşük sosyal destek algısına sahiptir. Eşi düzenli olarak arayanların %66,7’si orta; %28,6’sı yüksek; %4,8’i ise düşük sosyal destek algısına sahiptir. Eşi ile boşanmak üzere
olan ve eşi terk eden kadın hükümlüler
Kadın hükümlülerin ailelerinin ziyarete
gelme sıklığının Çok Boyutlu Algılanan
Sosyal Destek Ölçeği ile karşılaştırdığında aşağıdaki Tablo 2 elde edilmiştir.
Tablo 2‘ye göre ailenin ziyarete gelme sıklığı ile ÇADSÖ’ye baktığımızda kadın hükümlülerin sosyal desteğinin %5.8’inin düşük, %8’inin orta ve
%15.3’ünün yüksek olduğu görülmektedir. Her görüşte ziyaret edilen kadın
hükümlülerin algıladıkları sosyal desteğin gittikçe arttığı görülmektedir. Ailelerin ziyarete gelmeleri onlar için bir
destek oluşturmaktadır. Aynı zamanda kendilerini yalnız hissetmemelerini
sağlamaktadır.
Ailesi tarafından hiç ziyaret edilmeyen
kadın hükümlülerin sosyal desteği algılama oranlarına bakıldığında bunun
71
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Tablo 1.Eşi İle İlişki Düzeyi ile ÇBSDÖ’nin Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular
ÇBSDÖ Puanı
Düşük
Eşin İle İlişki Düzeyi
S
Orta
Toplam
Yüksek
%
S
%
S
%
S
%
Sürekli ziyaretime
geliyor
1
4,8
14
66,7
6
28,6
21
100,0
Düzenli olarak
arıyor
4
66,7
1
16,7
1
16,7
6
100,0
Sorunlarımız var
1
8,3
7
58,3
4
33,3
12
100,0
Boşanmak üzereyiz
5
50,0
3
30,0
2
20,0
10
100,0
Beni terk etti
5
50,0
3
30,0
20
20,0
10
100,0
Eşim cezaevinde
3
42,9
2
28,6
2
28,6
7
100,0
Eşim öldü
0
0,0
2
50,0
2
50,0
4
100,0
Görüşmüyoruz
3
37,5
3
37,5
2
25,0
8
100,0
Toplam
22
28,2
35
44,9
21
26,9
78
100,0
p>0,05 (p: 21,089)
%12.4 ile düşük, %18.2 ile orta ve
%11.7 ile yüksek olduğu görülmektedir.
Kadın hükümlülerin aileleri tarafından
hiç ziyaret edilmemekle birlikte sosyal desteklerinin yüksek olmaları, onların aileleri dışındaki yakınlarını veya
hapishane ortamındaki arkadaşlarını
72
sosyal destek olarak gördüklerini söyleyebiliriz.
Kadın hükümlülerin işledikleri suçları çoğunlukla aile içi işledikleri düşünülürse aile içi sorunları çözmeye yönelik
sosyal destek sağlayabilecek yapılanmalara önem verilmesi gerekmektedir
İçağasıoğlu Çoban ve Akgün
Tablo 2. Ailenin Ziyarete Gelme Sıklığı ile ÇBSDÖ’nin Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular
ÇBSDÖ Puanı
Ailenin
Ziyarete Gelme
Sıklığı
Düşük
S
Orta
%
S
Toplam
Yüksek
%
S
%
S
%
Her görüşte
8
20,0
11
27,5
21
52,5
40
100,0
3-4 ayda bir
5
29,4
4
23,5
8
47,1
17
100,0
Senede bir
3
75,0
1
25,0
0
0,0
4
100,0
Arasıra
3
18,8
8
50,0
5
31,3
16
100,0
Ayda bir
0
0,0
1
50,0
1
50,0
2
100,0
Hiç gelmiyorlar
17
29,3
25
43,1
16
27,6
58
100,0
Toplam
36
26,3
50
36,5
51
37,2
137
100,0
p>0,05 (p:14,885)
(Saygılı ve Aliustaoğlu). Kadının cezaevinde çıktıktan sonra tekrar aynı ailenin içine gireceği düşünülürse, aile içinde sosyal destek kaynaklarının oluşturulmasının önemli olduğu görülür. Ayrıca kadın hükümlüler cezaevi yaşantısı
ve işledikleri suç nedeni ile psikolojik
ve duygusal olarak bir yıkım yaşamaktadırlar. Aileden ve çevreden alacakları
sosyal destek onların hayata tekrar tutunmaları için önemli bir fırsattır.
Tablo 3. Kadın Hükümlülerin ÇBSDÖ’nün Alt Maddelerinden Alınan Puanlara Göre
Dağılımı
Sosyal destek kaynakları
Puanlar
Toplam
Aile
(3, 4, 8, 11)
2924
145.5-582
Arkadaş
(6, 7, 9, 12)
2328
141.75-567
Özel kişi
(1, 2, 5, 10)
2124
144.25- 577
73
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Çok boyutlu algılanan sosyal destek ölçeği, kuramsal olarak 3 farklı kaynaktan; aile, arkadaşlar ve birey için anlamlı diğer kişilerden (akraba, komşu
vb.) elde edilmektedir. Bu kaynaklardan
aile ölçekteki; 3, 4, 8, 11 maddelerini
arkadaş; 6, 7, 9, 12 maddelerini ve özel
kişi 1, 2, 5, 10 maddelerini ifade edecek şekilde gruplanmıştır. Kadın kapalı
cezaevindeki kadın hükümlülerin algıladıkları sosyal destek ailede 2924 puandır. Arkadaşta 2328 puan ve Özel kişide ise 2124 puandır. Tablodan görüldüğü gibi en fazla sosyal destek puanı
aile desteğindedir. Arkadaşlardan algılanan sosyal destek, cezaevi ortamında yalnızlığı en fazla azaltan değişkenlerden biridir. Bir başka değişken ise ailedir ki sıcak, sevecen, düzenli olarak
ziyarete gelen, arayan, mektup yazan
bu süreçte aileleri tarafından desteklenen kadın hükümlülerin kendilerini psiko sosyal yönden daha iyi hissedecekleri düşünülmektedir. Genel olarak ele
alındığında aile, arkadaş ve özel kişi ile
olan bağlarının iyi olması aralarında iletişimin olması kadın hükümlülerin algıladıkları sosyal desteklerin yüksek olduğunun göstergesidir.
TÜİK’in 2008’de Ceza İnfaz Kurumlarından elde ettiği istatistiklere göre,
2,674 kadın hükümlünün 1.605’i evlidir
(http://www.tuik.gov.tr). Elde edilen veri
yapılan bu araştırma ile paralellik göstermektedir. Yapılan bu araştırmada da
178 kadın hükümlüden 72’si evli olduğunu söylemiştir. Elde edilen bu veriler
evli olmanın suç işlemede caydırıcı rol
oynamadığını göstermektedir. Evli olmanın dışında boşanmış ve aile birliği
dağılmış kadın hükümlülerin de suç işleme oranlarının yüksek olduğu görülmektedir. Ayrıca bekâr olup suç işleyen
kadın hükümlüler de yüzdelik oranlarına göre önemli bir yer tutmaktadır. Bu
bilgileri TÜİK’in Medeni durumuna göre
ceza infaz kurumuna giren hükümlülerden oluşan veri tabanı da doğrulamaktadır. Bu verilere göre 2,674 kadın hükümlünün 575’i bekâr 440’ı ise eşinden
boşanmıştır. Kadın hükümlülerin aile
içi ilişkileri sorulduğunda %75,3’ü aile
içinde herkesin birbiriyle iyi anlaştığını
söylemiştir. Bu durum onların ya evlendikten sonra karşılaştıkları sorunlardan
dolayı veya çevrelerinde karşılaştıkları
durumlardan dolayı suç işlediklerini düşündürmektedir.
Yapılan bu araştırmanın dışında İl’in
1990’da Türkiye’deki Kadın Suçluların
Genel Özellikleri ve İnfaz Sürecindeki Sorunları üzerine yaptığı araştırmada kadın suçlu yaş profilinin ve yaş ortalamasının yapılan bu çalışmayla paralellik gösterdiği görülmektedir. Ayrıca
TÜİK’in 2008 verilerine göre kadın hükümlülerin en fazla suç işleyen yaş grubu 25–34 yaş arası kadın hükümlü bulunmaktadır ve bunların sayısı 921’dir.
Bu bilgilerden yola çıkarak kadın suçluların en fazla gençlerden oluştuğu görülmektedir. Bunun nedeni ise bir başka araştırma konusudur.
Suçluluk ve kişinin ruhsal sorunları arasında ilişki olduğunu, suçlunun kendisinde bulunan ruhsal sorunlar nedeniyle davranışlarının sonuçların tayin edemeyeceğini ve bu yapıda bulunan kişilerin suça yönelmelerinin doğal olduğunu
söyleyen psikolojik görüşün aksine yapılan bu araştırmada kadın hükümlülerin
%50’den fazlası ailede kimsenin ruhsal
sorununun olmadığını sadece %30’u
kendilerinin ruhsal sorunlarının olduğunu söylemişlerdir. Kendisinin ruhsal sorunu olduğunu söyleyenlerin büyük bir
kısmı da bu sorunların cezaevine girdikten sonra başladığını söylemiştir.
74
İçağasıoğlu Çoban ve Akgün
Ailesinde suç işleyen kadın hükümlüler içinde eşleri, çocukları cezaevinde
olan kadın hükümlüler vardır. Bunun dışında babası, amcası suç işleyen kadın
hükümlüler de vardır. Bu sonuçtan ailesinde suç işleyen kadın hükümlülerin suça karşı duyarsızlaştığı, onlar için
suç işlemenin çok önemli olmadığı söylenebilir. Bir başka açıdan da ailesinde
ve akrabalarında suç işleyip cezaevine
giren kadın hükümlüler yaşayabilmek
için suça yönelmiş olabilirler. Bu konudaki son görüş ise bu kadın hükümlülerin suç işlemeyi meslek haline getirdikleri olabilir. Bu konuya cezaevine giren Romanlar örnek verilebilir. Kendileri ile yapılan görüşmede bir Roman
mesleğini hırsızlık olarak belirtmiştir.
Ona göre bu bir suç değil aksine bir
yaşam biçimi, bir meslektir. İl (1990)’in
yaptığı araştırmada, kadın hükümlülerin ailelerinde suç işleyenlerin oranının
%29,03 olduğu saptanmıştır. Aynı şekilde yapılan bu çalışmada da ailesinde suç işleyen kadın hükümlülerin oranı %36,3’tür. Bu duruma göre, ailelerinde suç işleyen bireylerin olmamasının,
kadın hükümlülerin suç işlemelerinde
etkili olmadığı görülmüştür. Ailenin ziyarete gelme durumu sorulduğunda
%42,1’si ailesinin hiç gelmediğini söylemiştir. Bu durumda bu kadın hükümlülerin sosyal desteklerinin düşük olduğu
düşünülmektedir.
Yine İl (1990)’in yaptığı araştırmada, ailesinin kendisi hakkında üzgün olduğunu söyleyen kadın hükümlülerin oranı
%24,52, ailesinin reddettiğini söyleyen
kadın hükümlülerin oranı %32,26’dır.
Bu araştırmada, İl’in çalışması ile karşılaştırıldığında kadın hükümlülerin ailesi üzgün olanların (%68) ailesi reddedenlere (%14,5) göre daha fazla olduğu ve ailesinin reddettiğini söyleyen
kadın hükümlülerin oranının ise azaldığı %32,26 ‘dan %14,5’e düştüğü görülmüştür.
Cezaevi dışında arkadaş ilişkilerinin
devam etmesini istemeyen kadın hükümlülerin kendilerinin istememesinin
nedenlerinin başında, arkadaşlarının
cezaevinde olduğunu öğrenmelerini
istememeleri, böyle bir ortamda arkadaşları tarafından görülmek istememeleri gelmektedir. Bir fikrinin olmadığını
ifade eden kadın hükümlüler ise, arkadaşlarımın nerede olduğumdan haberi
olmayabilir, belki benimle görüşmek istemiyordur şeklinde yorumlarda bulunmuşlardır.
Son olarak kadın hükümlülerin suç işlemelerinde
topluma
bakıldığında
%46,7’si toplumun kendilerinin suç işlemesinde etkili olduğunu söylemiştir.
Bu rakam oldukça önemlidir. Çünkü hükümlü kadınların yarıya yakını aslında
toplumun kendilerini suç işleyeme ittiğini söylemektedir. Sosyolojik düşüncede bireyin suç işlemesinde kişisel faktörler olmakla birlikte suç aslında toplumun bir ürünüdür görüşü hâkimdir. Nasıl ki mikroplar uygun ortam bulamadığında yayılmaz ise birey de uygun bir
toplumsal ortam bulamadığında suç işleyemez. Örneğin bir birey iş bulamadığı için açlıktan ölmektense hırsızlık,
kapkaç, soygun gibi adi suçlara yönelebilmektedir. Toplumun üyelerine sağladığı imkânların kısıtlı olması ya da
imkân sağlayamaması birey karnını doyurabilmek için en kolay yol olarak çalmayı seçebilmektedir.
TARTIŞMA
Bu çalışmada kadın hükümlülerin psiko sosyal durumları ve sosyal destekleri incelenmiştir. Kadın hükümlülerin
75
Toplum ve Sosyal Hizmet
sosyal destekleri sosyo-demografik
özellikleri ile karşılaştırılmıştır. Araştırmada elde edilen sosyo-demografik
bulgular Türkiye’de kadın hükümlüler ile ilgili yapılan çalışmaların sosyodemografik bilgileri ile benzerlik göstermektedir.
Kadın hükümlülerin aile arkadaş ve
özel kişiden aldıkları sosyal destekler
karşılaştırıldığında diğer sosyal destek gruplarına göre aileden aldıkları sosyal desteğin daha yüksek olduğu görülür. Kadın hükümlülerin ailelerinin cezaevinde bulunmalarına ilişkin tutumlarında önemli bir yüzdesinin ailesinin üzgün olduğunu ve kendisine destek olduğunu söylemeleri kadın hükümlülerin ailelerinden destek
aldığının göstergesidir. Aileden alınan
sosyal desteğin ardından arkadaş ve
özel kişiden alınan sosyal destek gelmektedir. Nazlıdır (2010)’ın yaptığı çalışmada araştırma ve kontrol grubunda yer alan hükümlülerin toplam sosyal destek puanları içinde ailelerinden
aldıkları sosyal destek puanlarının arkadaş ve özel kişilerden oluşan sosyal destekten daha yüksek olduğu görülmüştür. Buradan da anlaşıldığı üzere ailenin kadın hükümlüye vermiş olduğu destek diğer grupların hükümlüye verdiği destekten daha önemlidir.
Bu çalışmada ortaya çıkan bir diğer sonuç ise kadın hükümlülerin erkek hükümlülerden daha düşük sosyal desteğe sahip olmalarıdır. Bunun nedeni olarak kadınların daha duygusal oldukları
ve sosyal destek algılarını etkileyecek
çok fazla etmenin olduğu düşünülebilir.
Kadın hükümlüler sosyal desteğe sahip olma açısından erkek hükümlülere göre daha düşük sosyal desteğe sahip olmasına karşın, erkek hükümlülere göre problem çözme becerileri daha
76
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
çok gelişmiştir. Feyzioğlu (2008) yaptığı çalışma bu görüşü destekler niteliktedir. Yapılan çalışmada kadın hükümlülerin erkek hükümlülere göre problem
çözme becerilerinin daha etkin olduğu
görülür. Bunun nedeni kadın hükümlünün dışarıdaki hayatında da karşılaştığı problemleri çözme becerisine sahip
olduğu ve bu becerisini cezaevinde de
sürdürdüğü ortaya çıkmaktadır.
SONUÇ
Bu araştırmanın bulgularının incelenmesi sonucunda aşağıdaki sonuçlar
elde edilmiştir;
• Kadın hükümlülerin düşük sosyoekonomik statü ve eğitim düzeyine
sahip olduğu belirlenmiştir.
• Medeni durum açısından bakıldığından kadın hükümlülerin çoğu evliyken suç işlemektedir. Araştırmada en fazla suçu evli olan kadın hükümlülerin işlediği, evlilik faktörünün kadın hükümlülerin suç işlemelerinde caydırıcı bir rol oynamadığı
görülmüştür.
• Kadın hükümlülerin ailelerine ilişkin
özelliklerine bakıldığında, kadın hükümlülerin %70’den fazlası aile içinde herkesin birbiriyle iyi anlaştığını
belirtmiştir. Kadın hükümlülerin aile
içinde herhangi bir sorunlarının olmaması onların ya evlendikten sonra karşılaştıkları sorunlardan dolayı ya da çevrelerinde karşılaştıkları
durumlardan dolayı suç işlediklerini
düşündürmektedir.
• Bulgulara göre, kadın hükümlülerin %50’ye yakınının ailesi ziyaretlerine gelmemekte, %30’a yakınının ise ailesi her görüşte gelmektedir. Ailesi ziyarete gelmeyen kadın
İçağasıoğlu Çoban ve Akgün
hükümlülerin bir kısmı ailelerinin
ekonomik durumunun zayıf olduğu
için gelmediğini, bir kısmı ise ailelerinin kendilerinin cezaevinde olduğundan haberlerinin olmadığını belirtmiştir.
Araştırmanın genel sonucu olarak, infaz sürecindeki kadın hükümlülerin aile
ve eşleri ile görüşebilenlerin oldukça
az olduğu ve bu süreç içinde algıladıkları sosyal desteğin orta düzeyde olduğu söylenebilir.
Araştırma sonu kapsamında değerlendirilen tüm bulgular ışığında, kadın hükümlülere yönelik öneriler şöyle sıralanabilir;
• Ülke genelinde kadınların sosyoekonomik statüsünün yükseltilmesine yönelik çalışmaların kadın suçluluğu oranını azaltacağı düşünüldüğünde, kadınlara yönelik hizmetlerin ve eğitime verilen önemin arttırılması gerekmektedir.
• Yoğun psiko sosyal sorunlara sahip
kadın hükümlülerin bu yönden desteklenebilmesi için ceza infaz kurumu bünyesinde bulunan sosyal servis birimlerinin statülerinin nitelik ve
nicelik açısından yükseltilmesi büyük önem taşımaktadır.
• Kadın hükümlülerin sosyal destekleri ne kadar yüksek olursa ceza sürecini o kadar sağlıklı olarak bitirebilecekleri ve topluma uyum sağlayabilecekleri düşünüldüğünde, kadın hükümlülerin sahip oldukları bu
destekleri artırmak için çalışmalar
yapılmalı, hükümlünün ailesi arkadaşları ve eşi ile onun bu süreci en
yararlı şekilde bitirmesi için birlikte
çalışılmalıdır.
• Kadına yönelik şiddetin önlenmesi
yönünde daha etkin çalışmalar yapılmalı, özellikle şiddete uğrayan
kadınlar desteklenmeli ve korunma
altına alınmalı. Ayrıca kadınlar şiddete uğradıklarında ne yapacakları
konusunda bilgilendirilmeli.
• Kadına yönelik şiddet uygulayan kişiler için ağır cezai yaptırımlar uygulanmalı.
• Kadın hükümlüler ile cezaevinden
çıktıktan sonra hayatlarını devam
ettirebilmeleri ve tekrar suç işlememeleri için onlar ile çalışılmalı ve
cezaevi içinde meslek edindirmeye
yönelik kurslar verilmeli.
• Sosyal hizmet uzmanının, ceza infaz kurumunda görevli olan diğer
personele, kadın hükümlüler ile ilişkiler, davranışlar ve yaklaşımları konusunda hizmet içi eğitim verilmesi,
periyodik toplantılar yapılması gerekmektedir.
• Sosyal hizmetin en önemli kuramlarından biri olan güçlendirme yaklaşımı çerçevesinde kadın hükümlü
ile çalışarak onun cezaevinden çıktıktan sonra topluma adapte olması
ve hayatını devam ettirebilmesi yönünde kadın hükümlü ile çalışılmalıdır.
KAYNAKLAR
Balcıoğlu, İ., Taktak, Ş. ve Ortaköylü, L.
(2004). Kadın ve suç, Yeni Symposium,
42(1),13-19.
Berterö, C.M. (2000). Types and sources
of social support for people afflicted with
cancer, Nursing and Health Sciences, 2,
93-101.
Balcıoğlu, İ., Cansunar, F. N., Asırdizer,
M., Aycan, N., Batuk, G. (1997). Kadının
suça yönelimi: Karşılaştırmalı bir çalışma,
77
Toplum ve Sosyal Hizmet
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, 55(3), 341-351.
Çeçen, A. R. (2008). Öğrencilerin cinsiyetlerine ve ana baba tutum algılarına göre
yalnızlık ve sosyal desteklerinin incelenmesi, Türk Eğitim Bilimleri Dergisi, 3, 415-431.
Çelik, H. (2008). A sociological analysis of
women criminals in the Denizli open prison,
Unpublished Master Of Scıence Thesis,
Middle East Technical Universıty, Ankara.
Duyan, V. (2001). Sosyal desteğin tanımı, kaynakları, işlevsel boyutları, yararları,
Sağlık ve Toplum Dergisi, 18,11.
Duyan, V. (2001). HIV/AIDS’e ilişkin damgalanma ve sosyal destek, Sağlık ve Toplum,11 (1), 3-11.
Erkan, R. ve Erdoğdu, M.Y. (2006). Göç ve
çocuk suçluluğu, Aile ve Toplum Dergisi, 9,
79-89.
Feyzioğlu, E.S. (2008). Bağlanma stilleri,
problem çözme becerileri ve hükümlülük
özellikleri arasındaki ilişkiler, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara.
Gürtuna, O. (2009). Cezaevinde kadın olmak ve cezaevinin kadın bakış açısıyla sosyolojik değerlendirmesi: Ankara Sincan kadın kapalı cezaevi örneği, Yayınlanmamış
Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara.
Işıkhan, V. (2007). Kanser ve sosyal destek, Toplum ve Sosyal Hizmet, 18(1),15-29.
İçli, T. ve Öğün, A. (1988). Sosyal değişme sürecinde kadın suçluluğu, Hacettepe
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2,
17 – 32.
İçli, T. (2007). Kriminoloji. Ankara: Seçkin
Yayınevi.
İl, S. (1990). Türkiye’deki kadın suçluların
genel özellikleri ve infaz sürecindeki sorunları üzerine bir araştırma, Yayınlanmamış
Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara.
78
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Nazlıdır, M. (2010). Kasten adam öldürme
ve teşebbüs suçlularında psiko sosyal özelliklerin incelenmesi: Suç analizi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara.
Saygılı, S. ve Aliustaoğlu, F.S. (2009). Şiddet içerikli suç işleyen kadın olguların değerlendirilmesi, Adli Tıp Dergisi, 23(1): 2429.
Terzi, S. (2007). Kadın suçluluğuKahramanmaraş örneği, Yüksek lisans projesi, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Kahramanmaraş.
Tindall, S.M., Royse, D., Leukfeld C. (2007).
Substance use criminality and social support and exploratory analysis with incarcerated women, The American journal of drug
and alcohol abuse ,33, 237-243.
Zakowski, S., Sandra G., Casey H., Nancy
K., Kimberly K. L. (2003). Social barrier to
emotional expression and their relations to
distress in male and female cancer patients, British Journal of Health Psychology,
8, 271-284.
http://www.tuik.gov.tr,
Ocak 2011.
Erişim
Tarihi:
20
Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu
Araştırma
SAĞLIK PERSONELİ
ÇALIŞMA YAŞAM
KALİTESİ ÖLÇEĞİ:
GELİŞTİRİLMESİ,
GEÇERLİLİĞİ VE
GÜVENİLİRLİĞİ
Quality of Work Life Scale
for Healthcare Personnel:
Development, Validity
and Reliability
İlknur AYDIN*
Yusuf ÇELİK**
Özgür UĞURLUOĞLU***
*Sağlık Kurumları Yönetimi Uzmanı,
Sağlık Bakanlığı
**Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi,
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi,
Sağlık İdaresi Bölümü
***Öğr. Gör. Dr., Hacettepe Üniversitesi,
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi,
Sağlık İdaresi Bölümü
ÖZET
Bu çalışmanın amacı, sağlık personelinin çalışma yaşam kalitesini değerlendirebilecek
geçerli ve güvenilir bir çalışma yaşam kalitesi ölçeği geliştirmektir. Ölçeğin taslak halinin
oluşturulması aşamasında, ölçek soruları ça-
lışma yaşam kalitesi ile ilgili diğer araştırmaların sonuçları dikkate alınarak hazırlanmıştır. Ölçek Ankara Metropolitan alanda görev
yapan 207 sağlık çalışanına uygulanmıştır.
Ölçeğin yapı geçerliliğini belirleyebilmek için
faktör analizi uygulanmış ve sonuçlar 6 faktörlü bir yapı ortaya koymuştur; ayrıca ölçek
maddelerine ilişkin madde toplam korelasyon
değerlerinin 0,20 ve 0,57 aralığında ve faktör yüklerinin 0.58 ve 0.83 aralığında değiştiği bulunmuştur. Ölçeğin tümüne ilişkin Cronbach Alpha güvenilirlik katsayısı 0,882 olarak
hesaplanmıştır. Tüm bu veriler bu araştırmada geçerli ve güvenilir bir çalışma yaşam kalitesi ölçeğinin geliştirildiğini göstermektedir.
Ayrıca, Türkiye’nin diğer şehir ve bölgelerinde çalışan sağlık personelinin genel çalışma
yaşam kalitesini değerlendirilmesi için geliştirilen ölçeğin uygulanması önerilmektedir.
Anahtar Sözcükler: Çalışma yaşam kalitesi,
sağlık personeli, güvenilirlik, geçerlilik
ABSTRACT
The aim of this paper is to develop a valid
and reliable quality of work life scale which
can be used to identify the quality of work
life of healthcare personnel. In the development of the draft scale, initial items were prepared according to results of other surveys
related to quality of work life. The scale was
administered to 207 healthcare personnel
in Ankara Metropolitan area. Factor analysis was conducted in order to determine the
construct validity and results showed that the
scale has 6 factors, and its items, in terms of
total item correlation changed between 0.20
and 0.57, in terms of factor loading changed
between 0.58 and 0.83. Cronbach Alpha reliability coefficient was calculated as 0.882
for the overall instrument. The findings
showed that the developed ‘quality of work
life evaluation scale’ was valid and reliable.
Based on the results, it was recommended
that the scale should be administered on
healthcare personnel working in other cities
79
Toplum ve Sosyal Hizmet
and regions to assess the overall quality of
work life in Turkish health care settings.
Key Words: Quality of work life, healthcare
personnel, reliability, validity
GİRİŞ
Bir iş sahibi olan herkesin bildiği üzere,
çalışma hayatı günlük yaşantımız üzerinde önemli etkilere sahiptir. Günün
önemli bir bölümünü iş yerinde geçirmenin ötesinde, sıklıkla işimiz düşüncelerimizi meşgul eder, günlük programımızı belirler, sosyal kimliğimize katkıda bulunur ve hatta bazı durumlarda
bir aileye sahip olup olamayacağımız
kararını bile etkileyebilir. Kısaca toplumun önemli bir bölümü için iş (ya da işsizlik), dış dünyayla olan bağlantıyı ve
bu bağlantının kalitesini temsil eder. Bir
birey ve sahip olduğu iş arasındaki ilişkileri düzenleyen karmaşık mekanizmayı anlayabilmek için, çalışma yaşam
kalitesi kavramı ile ilgili bilgi düzeyimizi de artırmamız gerekmektedir (Martel
ve Dupuis, 2006: 333-334).
Çalışma yaşam kalitesi, örgüte önemli katkılar sağlayan güvenilir, sorumluluk sahibi ve yetenekli insanları örgütün en önemli kaynakları haline getiren
ve onlara gerekli saygınlığı gösteren bir
felsefe ve ilkeler dizini olarak tanımlanmaktadır (Straw ve Heckscher, 1984:
261). Çalışma yaşam kalitesi, bir bireyin işle ilgili refah durumu ve ödüllendirme, tatmin ve stresten kaçınma ile
diğer negatif kişisel çıktılar gibi mesleki
deneyimleri içeren kapsamlı bir yapıdır
(Rose ve diğ., 2006: 61).
Çalışma yaşam kalitesinin geçmişi, çalışan ile çalışma ortamı arasındaki ilişkinin kalitesine odaklanarak işin insani
80
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
boyutunun vurgulandığı 1960’lı yılların
sonuna dayanmaktadır. İsveç’de 1960’lı
yıllar boyunca hükümetin sosyal demokrat politikaları, işgörenin refahına daha
fazla odaklanarak iş koşullarını iyileştirmeye yönelmiş ve bu yaklaşım sendikalar, işverenler ve politik partiler tarafından da desteklenmiştir. İşi yeniden organize etme ihtiyacı, diğer Batı Avrupa ülkelerinde de kabul görmüş fakat İsveç’in
aksine, Hollanda, Danimarka, Fransa,
İrlanda, İngiltere ve Norveç’de bu girişimler izole ve organize olmayan çabalar tarafından desteklenmiştir (Martel
ve Dupuis, 2006: 335-336). Bir disiplin
olarak çalışma yaşam kalitesi, 1972’de
Kolombiya Üniversitesi’nde düzenlenen
“işin demokratikleştirilmesi” adlı uluslar arası bir konferansta ele alınmasıyla
birlikte Amerika’da ortaya çıkmıştır. Bu
konferansta iki önemli hareket tartışılmıştır ki bunlardan ilki, Batı Avrupa’da,
“endüstriyel demokrasi” olarak adlandırılan politik bir hareket olup sosyalist işçi
derneklerinin, işçilerin karar alma sürecine katılımını yasalaştırmak için İngiltere, Fransa, Batı Almanya, İtalya ve İsveç parlamentolarına yapmış oldukları lobi faaliyetlerini kapsamaktadır. İkinci hareket ise, Amerika’da “iş yerinin insancıllaştırılması” üzerine çok sayıda
sosyal bilimler teorisinin ortaya çıkışıyla
oluşan bir harekettir (Davenport, 1983:
26). Bu durum, çok erken dönemlerde
ortaya çıkmış olan bu hareketlerle birlikte, iş problemlerine çözümler bulmak
amacıyla, çeşitli seviyelerde işyerinde
çalışan-yönetim işbirliğini resmileştirmek için çaba harcandığını ortaya koymaktadır (Smith, 1983: 12).
Çalışma yaşamında kaliteyi sağlamak
üzere çeşitli ülkelerde farklı uygulamalara rastlamak mümkündür. Her ülke,
bu sürece farklı zamanlarda başlamış
Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu
ve farklı yasal düzenlemelerde bulunmuştur. Çalışma yaşam kalitesi ile ilgili olarak, Fransa’da, “çalışma şartlarının geliştirilmesi”, sosyalist ülkelerde “işçilerin korunması”, İskandinav ülkelerinde “çalışma çevresi ve işyerinin demokratikleştirilmesi”, İngiltere ve
Almanya’da “işin insancıllaştırılması”
ifadeleri yaygın olarak kullanılmaktadır
(Kaymaz, 2003: 1).
ÇALIŞMA YAŞAM KALİTESİ
KAVRAMI
Özellikle son yıllarda iş kültürünün köklü şekilde değişmesiyle birlikte, insanın
temel ihtiyaçlarını karşılayan işin geleneksel yapısı da değişmiştir. Temel ihtiyaçlar, iş sistemi ve bir işgücünün yaşam standartlarının gelişmesine bağlı olarak çeşitlenmeye ve değişmeye
devam etmektedir. Dolayısıyla Suttle
(1977: 3)’ın “işin önemli kişisel temel ihtiyaçları karşılama derecesi” şeklindeki çalışma yaşam kalitesi tanımı günümüzde geçerliliğini kaybetmiştir.
Modern iş çevrelerinde işler genellikle
uygun ödül, fayda ve itibar mekanizmalarına sahiptirler. Modern işgücü bir dereceye kadar uygun bir şekilde tazmin
edilse de, kişisel yaşam tarzları, harcamaları, boş zaman faaliyetleri, bireysel değer sistemleri ve sağlık durumları, ihtiyaçlarının derecesini etkileyebilmektedir. Aynı örgüt içerisinde eşit
muamele görmelerine karşın, bazı çalışanlar için önemli olan bir ihtiyaç diğer
çalışanlar için önemli olmayabilir. Kişisel ihtiyaçlara odaklanan yukarıdaki tanımın, çalışma yaşam kalitesinin öznel
ve her bir çalışanın değişen ihtiyaçlarına göre devamlı gelişen yapısını ihmal
ettiği söylenebilir (Rethinam ve Ismail,
2008: 58-59).
Çalışma yaşam kalitesi tanımlarının,
1980’ler süresince yapının öznelliğini
gösteren belirgin bir trende doğru yöneldiği görülmektedir (Martel ve Dupuis, 2006: 342). Carlson (1980: 84) çalışma yaşam kalitesini “bir amaç ve bu
amacı başarmak için devam eden bir
süreç” olarak görmektedir. Bir amaç
olarak çalışma yaşam kalitesi, işin geliştirilmesi için her örgütün önemli bir
sorumluluğudur ve örgütün tüm düzeyindeki çalışanlar için daha katılımlı,
daha tatmin edici ve etkili iş ve iş çevrelerinin yaratılmasını kapsar. Çalışma
yaşam kalitesi bir süreç olarak ise, örgütte çalışanların aktif katılımı yoluyla, bu amaca ulaşma çabalarını içerir.
Carlson, çalışma yaşam kalitesini örgüte göre değişiklik gösteren fakat herkesi
genel bir payda da, insana saygınlıkta,
toplayan bir felsefe olarak görmektedir.
Schilesinger (1982: 3-4)’e göre çalışma
yaşam kalitesi, çalışanların yönetimde
söz sahibi olması, kişisel bilgi ve becerilerin geliştirildiği iş çevresinin oluşturulması, çalışanların çıktılar üzerinde sorumluluk düzeylerinin artırılması,
yönetim ve işgücü arasında açık iletişim ve güvene dayalı çalışan başarısını destekleyen atmosfer oluşturulması,
ürün maliyeti-getirisi gibi bilgilerin paylaşılması, çalışan motivasyonunun artırılması, sürekli gelişimin değerlendirilmesi ve analiz edilmesi çabalarıdır.
Nadler ve Lawler (1983: 23) ise, çalışma yaşam kalitesini “insanlar, iş ve örgütler hakkında düşünmenin bir yolu”
olarak tanımlamaktadır. Bu tanımın iki
karakteristik unsuru (1) işin örgütsel etkililik üzerinde olduğu kadar insanlar
üzerindeki etkileri ile ilgili kaygısı ve (2)
örgütsel problemlerin çözümü ve karar vermede katılım fikridir. Bu tanımın
güçlü tarafı, üç önemli çalışma yaşam
81
Toplum ve Sosyal Hizmet
kalitesi bileşenini gerektiği gibi bir araya getirmiş olmasıdır.
Kiernan ve Knutson (1990: 121), çalışma yaşam kalitesini, “bireyin işyerindeki
rolünü anlamlandırması ve bu rolün diğerlerinin beklentileri ile etkileşimi” olarak görmektedir. İş yaşamının kalitesi bireysel olarak belirlenir, tasarlanır ve değerlendirilir. Çalışma yaşam kalitesinin
anlamı, bireye göre farklılaşır ve bireyin
yaşı, kariyer durumu ve pozisyonuna
göre değişebilmektedir. Benzer şekilde,
Heskett ve diğerleri (1997: 54) çalışma
yaşam kalitesini “çalışanların işe, iş arkadaşlarına ve örgüte karşı olan hisleri”
olarak tanımlamaktadırlar. İşlerine karşı
iyi duygular besleyen çalışanlar, işlerini
yapmaktan mutlu olacaklar ve bu da verimli bir iş ortamına neden olacaktır. Bu
tanım, tatmin edici bir iş ortamının daha
iyi çalışma yaşam kalitesine yol açacağı
görüşüne dayanmaktadır.
2000’li yıllara gelindiğinde çalışma yaşam kalitesi, Sirgy ve diğerleri (2001:
241) tarafından “iş yerindeki katılımın
bir sonucu olan kaynak, aktivite ve çıktılar yoluyla, çeşitli ihtiyaçların karşılanmasına yönelik işgören doyumu” olarak tanımlanmıştır. Serbest (2000: 31)’e
göre ise, çalışma yaşam kalitesi klasik
yönetim anlayışından, çağdaş yönetim
anlayışına geçiş yapan, örgütteki çalışan boyutunu öne çıkartan yapı ve süreci içeren, sistem yaklaşımı içerisinde
çalışanların iş doyumu ve kişisel beklentilerine önem veren ve insanı değiştirme ve işe motive etme yoluyla iş verimliliğini artırmayı hedefleyen tekniktir.
Görüldüğü gibi, çalışma yaşam kalitesi kavramı geniş kapsamlı, sınırları
belirsiz, algılanışı ve tanımlanması zaman içinde ülkeden ülkeye, aynı ülkedeki kesimden kesime, kişiden kişiye
82
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
değişen farklı içerik ve öncelikleri olabilen bir kavramdır (Schulze, 1998: 528).
Bu farklılıkların nedeni, bir taraftan toplumsal yapı, felsefe, amaç ve değerler
iken, bir taraftan da çalışanların değişik
ihtiyaçları, istek ve beklentileridir (İncir,
1991: 231).
Algılanması ve tanımlanmasındaki
farklılıklara karşın, çalışma yaşamında
kalite anlayışı, özellikle son yıllarda çalışanların fiziksel ve psikolojik refah düzeyini yükselten, örgütsel kültürde değişim meydana getiren ve tüm çalışanların değerini artıran bir yönetim felsefesi olarak görülmektedir (Shain ve Suurvali, 2001: 38). Bu bağlamda düşünüldüğünde, aslında çalışma yaşam
kalitesi ile sağlanmak istenen çalışma
yaşamının yani işin insancıllaştırılmasıdır. Çalışma yaşamının insancıllaştırılması, iş görenin çalışma yaşamındaki
konumunun, iş görenin yapısına, yetenek ve beklentilerine uygun bir düzeye
ulaştırmayı amaçlamaktadır. Çalışma
yaşamının insancıllaştırılması, işgöreni yapmış olduğu iş ile bütünleştirmek
amacına yönelik uğraşıları içermektedir (Yüksel, 2004: 48).
Çalışma yaşam kalitesinin amaçları
Solmuş (2000: 38) tarafından aşağıdaki gibi ifade edilmektedir:
• İş, insan ve sosyal ihtiyaçlar arasında denge kurulması.
• Çalışma yaşamının daha ödüllendirici olması, çalışanların işle ilgili
kaygılarının azaltılması, işle ilgili kararlara daha fazla oranda katılmaya
cesaretlendirilmesi ve kaza ya da
yaralanma olasılığını en aza indiren
çalışma ortamının oluşturulması.
• Bireysel yeteneklerden maksimum
düzeyde faydalanmak için işlerin,
Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu
örgütsel süreçlerin ve yönetsel işlemlerin planlanması
• Çalışanların, işlerinden daha fazla gelir elde etmelerinin sağlaması,
üretkenliklerinin artırılması ve işten
kaçmalarının azaltılması.
Çalışma yaşam kalitesi ile ilgili olarak literatürde iki önemli teorik yaklaşım bulunmaktadır. Bunlar ihtiyaçların giderilmesi ve yayılma etkisi (spillover effect)
yaklaşımlarıdır (Loscocco ve Roschelle, 1991: 192). İhtiyaçların giderilmesi yaklaşımı, Maslow tarafından geliştirilen ihtiyaçların karşılanması modeline dayanmaktadır (Alkan ve diğerleri, 1989: 94-95). Bu yaklaşıma göre, insanların iş aracılığıyla yerine getirilmesini istediği temel ihtiyaçları bulunmaktadır ve çalışanlar, yapmakta oldukları
iş onların ihtiyaçlarını karşıladığı ölçüde işlerinden doyum sağlamaktadırlar.
Yayılma etkisi yaklaşımı, yaşamın bir
alanındaki memnuniyetin yaşamın diğer alanlarındaki memnuniyeti etkileyebileceği varsayımına dayanmaktadır.
Örneğin, bir kişinin işindeki memnuniyeti, o kişinin sağlığı, aile yaşamı, sosyal yaşamı, ekonomik durumu ve iş dışındaki boş zaman aktiviteleri gibi yaşamın diğer boyutlarındaki memnuniyet düzeyini etkilemektedir (Bromet ve
diğerleri, 1990: : 135; George ve Brief
1990: 357; Leiter ve Durup, 1996: 33;
Steiner ve Truxillo 1989: 34-35).
Sirgy ve diğerleri (2001: 241-245) tarafından yapılan çalışmada da çalışma
yaşam kalitesinin ölçümü bu iki yaklaşıma dayandırılmıştır. Çalışma yaşam
kalitesinin yalnızca iş doyumunu etkilemediği, aynı zamanda aile yaşamı, iş
dışındaki boş zamanlar, sosyal yaşam,
ekonomik durum gibi diğer yaşam boyutları üzerinde de etkiye sahip olduğu
ortaya konulmuştur. İş yaşamından
sağlanan ihtiyaç giderimi, iş doyumuna
ve diğer yaşam boyutlarındaki doyuma
katkıda bulunmaktadır. Önemli yaşam
boyutlarındaki (iş yaşamı, aile yaşamı, boş zamanlardaki yaşam vb) memnuniyet de doğrudan doğruya tüm yaşam doyumuna katkıda bulunmaktadır.
Bu nedenle, çalışma yaşam kalitesinin
odağı iş doyumunun ötesindedir.
Görüldüğü gibi, çalışma yaşam kalitesi
yalnızca iş doyumunu etkilememektedir, aynı zamanda sağlık, aile yaşamı,
iş dışındaki boş zamanlar, kültürel ve
sosyal yaşam, ekonomik durum, eğitim, arkadaşlık ilişkileri, komşuluk ilişkileri, maneviyat gibi diğer yaşam boyutları üzerinde de etkiye sahiptir. Çünkü
yayılma etkisi sayesinde, bir yaşam boyutunda doyum sağlanması, diğer yaşam boyutundaki doyuma etki etmektedir. Bu nedenle, çalışma yaşam kalitesi, yaşam kalitesinin sağlanması bakımından önemlidir.
Çalışan birey açısından yaşamsal görülen çalışma yaşam kalitesi kavramı örgütsel sonuçları bakımından da
önemlidir. Çalışma yaşamı kalitesinin
sağlanması örgütün etkililiğinde belirleyici olmaktadır (Özkalp ve Kırel, 2001:
554). Çünkü işgörenin çalışma yaşamında karşılaştığı koşullar, sağlığını ve performansını etkileyebilmektedir (Yüksel, 2004: 47). Birçok araştırma (Carter ve diğerleri, 1990; Efraty
ve diğerleri, 1991; Lewellyn ve Wibker,
1990) çalışma yaşam kalitesinin, çalışanın davranışsal tepkilerinde, örgütte
bireysel kimlik kazanmasında, iş doyumunda, işe ilgi göstermesinde, işle ilgili çabasında ve performansında, işten
ayrılma düşüncesinde, personel devir
hızında önemli etkilere sahip olabileceğini göstermiştir.
83
Toplum ve Sosyal Hizmet
ÇALIŞMA YAŞAM KALİTESİNİN
BOYUTLARI
Literatür incelendiğinde, çalışma yaşam kalitesinin farklı boyutlarını ele
alarak inceleyen birçok araştırmaya
rastlanmaktadır. Tablo 1’de çalışma yaşamının boyutlarını farklı açılardan ele
alan yazarlar ve inceledikleri çalışma
yaşamına ilişkin boyutlar kronolojik olarak yer almaktadır.
Tablo 1 incelendiğinde, çalışma yaşam
kalitesini sadece bir boyutuyla ele alan
araştırmacılar olduğu gibi, birden fazla boyutla ele alan araştırmacıların da
bulunduğu görülmektedir. Örneğin, Osterman çalışma yaşam kalitesini yalnızca iş güvencesi, Vinocur ise, iş tatmini açısından ele almıştır. Fakat çalışma
yaşam kalitesinin sonuçlarından biri olması bakımından, iş tatmininin çalışma yaşam kalitesinden farklı olduğu
kabul edilmektedir (Champoux, 1991:
65; Lawler, 1982: 486; Sirgy ve diğerleri, 2001: 241). Çalışma yaşam kalitesinin iş tatminini etkilediği rahatlıkla söylenebilir (Danna ve Griffin, 1999: 357).
Walton (1992: 91) çalışma yaşam kalitesi ile ilgili sekiz önemli kavramsal kategori önermektedir: (1) Güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları, (2) becerileri geliştirme ve kullanma fırsatları, (3) sürekli
gelişim ve iyileştirme fırsatları, (4) organizasyona sosyal entegrasyon, (5) organizasyondaki yasalar, (6) çalışma ve
özel yaşam alanı, (7) çalışma yaşamının sosyal boyutu, (8) yeterli ve adil ücretlendirme. Chen ve Farh (2000: 31)
çalışma yaşam kalitesinin boyutlarını, iş/yaşam dengesi, iş özellikleri, yönetsel davranış ile ücret ve faydalar olmak üzere dört başlık altında toplarken;
kamu çalışanları üzerinde bir çalışma
yürüten Hanefah ve diğerleri (2003:134)
84
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
yedi boyuttan (büyüme ve gelişme, katılım, fiziksel çevre, denetim, ödeme ve
faydalar, işyeri entegrasyonu, sosyal
ilişki) oluşan çok boyutlu bir çalışma yaşam kalitesi yapısı oluşturmuşlardır.
Sirgy ve diğerleri (2001: 241-245) tarafından yapılan çalışma ele alınan boyutlar açısından incelendiğinde, çalışma
yaşam kalitesinin ölçümü için ihtiyaçların giderilmesi ve yayılma etkisi teorisine dayanan yeni bir metot geliştirildiği
görülmektedir. Her biri farklı boyutlara
sahip yedi önemli ihtiyaç tanımlanmıştır.
Bunlar: (1) Sağlık ve güvenlik ihtiyaçlarının tatmini (hastalık ve yaralanmalardan
korunma; iş dışındaki hastalık ve yaralanmalardan korunma; sağlıklı bir hayatın devamlılığı). (2) Ailevi ve ekonomik gereksinimlerin tatmini (tatmin edici ücret, iş güvencesi, diğer ailevi gereksinimler. Örneğin çalışanın ailesine yetirince vakit ayırabilmesi). (3) Sosyal gereksinimlerin tatmini (iş ortamındaki ilişkiler/işbirliği; iş dışında boş zamanlardaki eğlence). (4) Saygı olarak tatmin edilme (örgüt içinde yapılan işin anlaşılması ve takdir edilmesi; örgüt dışında yapılan işin anlaşılması ve takdir edilmesi).
(5) Gerçekleştirebiliyor olmanın verdiği
tatmin (örgüt olarak bir işi başarabilme;
şahsi-profesyonel olarak bir işi başarabilme). (6) Bilgi yönünden tatmin (işi geliştirmek için öğrenme; profesyonel becerilerini geliştirmek için öğrenme). (7)
Yaratıcılık yönünden tatmin (kişisel yaratıcılık kadar işyerinde de yaratıcılık).
Buraya kadar yapılan açıklamalardan
anlaşılacağı üzere, çalışma yaşam kalitesi, birçok boyut açısından incelenmekte ve farklı bakış açılarıyla ele alınmaktadır. Çalışma yaşam kalitesi, çalışmayı doğrudan ya da dolaylı etkileyen
tüm etkenleri içeren bir kavram olarak
değerlendirilmektedir ve çalışma yaşam
Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu
Tablo 1. Çalışma Yaşam Kalitesi Boyutları
Tarih
Kaynak
Çalışma Yaşam Kalitesi Boyutları
1975
Scobel
İş güvencesi, daha iyi ödüllendirme sistemleri, daha
yüksek ücretler, gelişme için fırsat tanınması, katılımcı
gruplar, artan organizasyonel üretkenlik
1983
Davis
Çalışanlar ve tüm iş ortamı arasındaki ilişkinin kalitesi
(ekonomik ve teknik boyutlar dâhil)
1984
Delamotte ve
Takezawa
Çalışan problemlerinin iş tatmini ve üretkenliğe olan
etkisi
1989
Balch ve
Blank
Çalışanların organizasyonları içerisinde karşı karşıya
oldukları durum yada şartlar
1989
Hammer
İş güvenliği, süreçlerin yeniden tasarlanması
1990
Schein
İşin, çalışanın kariyer hedeflerini karşılama derecesi, iş
tatmini
1992
Walton
Güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları, becerileri
geliştirme ve kullanma fırsatları, sürekli gelişim ve
iyileştirme fırsatları, organizasyona sosyal entegrasyon,
organizasyondaki yasalar, çalışma ve özel yaşam alanı,
çalışma yaşamının sosyal boyutu, ve yeterli ve adil
ücretlendirme
1992
Lawler
Yönetim anlayışı, ticari ilişkiler, organizasyon yapısı, işin
tasarımı, takım çalışması, problem çözme
1992
Schreuder ve
Flowers
Teknik ve fonksiyonel yeterlilik, genel yönetim yeterliliği,
bağımsızlık/özerklik, güvenlik /istikrar, girişimci
yaratıcılık, hizmet duygusu ve bir amaca kilitlenme,
yaşam biçimi
1995
Huselid
Eğitim, işe alma ve performans ölçümü
1995
Osterman
İş güvencesi
1995
Vinocur
İş tatmini
1996
Mckenna
Yönetim tarzı, etik ve ahlaki davranışlar
85
Toplum ve Sosyal Hizmet
1997
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Cohen ve diğ.
Çalışan devir oranı, iş tatmini, işe gelmeme, iş güvencesi
1998
May ve Lau
Ödüllendirme, iş güvencesi, gelişme olanakları
sağlayarak çalışan tatminini destekleme, uygun işyeri
ortam ve koşulları
1999
Danna Griffin
Yaşam doyumu, iş doyumu, ücret, çalışma arkadaşları
ve denetimle ilgili memnuniyet
2000
Chen ve Farh
İş/yaşam dengesi, iş özellikleri, yönetsel davranış, ücret
ve faydalar
2001
Sirgy ve diğ.
Çalışma ihtiyaçlarının tatmin edilmesi: sağlık ve güvenlik
koşulları, ekonomik ve aile ihtiyaçları, sosyal ihtiyaçlar,
takdir/saygı görme ihtiyacı, gerçekleşme ihtiyacı, bilgi
ihtiyacı, estetik ihtiyaçlar
2002
Improvement
of Living
and Working
Condition
(EWON)
Sağlık ve iyilik hali, iş güvenliği, iş tatmini, beceri
gelişimi, iş ve günlük yaşam arasındaki denge.
2003
Hanefah ve
diğ.
Büyüme ve gelişme, katılım, fiziksel çevre, denetim,
ödeme ve faydalar, işyeri entegrasyonu, sosyal ilişki
2005
Brooks ve
Anderson
İş yaşamı/ev yaşamı, iş tasarımı, iş ortamı, iş dünyası
Kaynak: Yücel (2002)’den uyarlanmıştır.
kalitesinin boyutları incelendiğinde, çalışma yaşamını etkileyen birçok faktör
olduğu görülmektedir. Bazı çalışmalarda, çalışma yaşam kalitesi iş zenginleştirme, güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları, çalışan problemleri, iş güvencesi,
ödüllendirme sistemi, ücretler gibi organizasyonel bazı durumları ya da uygulamaları içerirken, bazılarında ise çalışan
üzerindeki etkileri ile özdeşleşmiştir ve
iş tatmini, çalışanın kendini geliştirmesi, çalışanı karar vermede katılımcı rol
oynaması ve kişinin ihtiyaçlarını karşılaması gibi konuları kapsamaktadır.
86
ARAŞTIRMA YÖNTEMİ
Araştırmanın Amacı
Çalışma yaşam kalitesiyle ilgili çalışmalar genellikle üretim sektörlerinde çalışanlar üzerine yoğunlaşmış olup, sağlık
hizmetlerinde bu konuda yapılan çalışmalar üretim sektörüne oranla daha azdır (Lewis ve diğ., 2001: 9). Sağlık sektöründeki çalışma koşulları, diğer sektörlerle karşılaştırıldığında, özellikle
problematik ve stres yaratıcı olarak değerlendirilmektedir (Yassi ve diğ., 2002:
70). Sağlık çalışanlarının, çalışma
Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu
saatleri içerisinde karşılaştığı zorluklar ile mesai arkadaşları ve yöneticiler
ile olan ilişkilerinin yapısı gibi çalışma
yaşam kalitesini etkileyen birçok faktör
bulunmaktadır (Fortune, 2006: 42).
Sağlık hizmetlerinin ertelenemez ve
ikame edilemez olması nedeniyle, modern sağlık anlayışı gereklerine uygun
bir sağlık alt yapısının gerekliliği yanında, sağlık hizmetlerinin sunulmasında
temel unsur olan yeterli sayı ve nitelikte insan gücünün sağlanması da büyük
önem taşımaktadır. Çünkü insan kaynaklarının etkili kullanımı ve çalışma
yaşam kalitesinin artması örgütlerde işgücü devir oranının düşmesi, iş kazalarının neden olduğu kayıpların azalması,
devamsızlık oranının düşmesi, hatalı
üretimin azalması, ürün niteliğinin yükselmesi, işyeri ortamında moral ve motivasyonun yükselmesi, işgören-işveren
çatışmasından kaynaklanan sorunların
azalması olarak sonuçlanmaktadır.
Bu nedenle, başta hastaneler olmak
üzere sağlık sektöründe örgütlerin üzerine düşen önemli bir sorumluluk, verim
ya da verimsizliklerinin nedenleri olan
çalışma yaşam kalitesi faktörlerini doğru tespit etmek ve sorunlara akılcı çözümler yaratmaktır. Bu amaçla, çalışma yaşamına ilişkin araştırmaların yapılması gerekmektedir. Böylelikle sağlık çalışanlarının görevlerini yerine getirirken karşılaştıkları her türlü sorunun
tespitine fırsat tanınmış olmaktadır.
Literatür incelendiğinde, sağlık çalışanlarının ve özellikle sağlık yöneticilerinin
çalışma yaşam kalitelerini değerlendirecek spesifik bir ölçüm aracının bulunmadığı tespit edilmiştir. Bu çalışmanın
amacı, sağlık personelinin çalışma yaşam kalitesinin belirlenmesinde kullanılabilecek bir ölçek geliştirmektir.
Veri Toplama Aracının Geliştirilmesi
Sağlık kurumlarında çalışan sağlık yöneticilerinin çalışma yaşam kalitesini
değerlendirmek ve çalışma yaşam kalitesini belirleyen önemli boyutları ortaya koymak amacı ile bir anket geliştirilmiştir. Ankette yer alan olan soruların belirlenmesinde ise, çalışma yaşam kalitesinin değerlendirilmesine yönelik olarak yapılmış çalışmalar (CDC,
2002; Dikmetaş, 2004; Shann ve Hossel, 2004; Sirgy ve diğ., 2001; Straw ve
Heckscher, 1984) incelenmiştir. Yapılan
çalışmalarda çalışma yaşam kalitesini
değerlendirmeye yönelik standart bir ölçüm aracının olmadığı ve mevcut ölçme
araçlarının ülkeden ülkeye ve çalışma
amacına göre farklılık gösterdiği görülmüştür. Bunun üzerine literatürde sıklıkla kullanılmış olan çalışma yaşam kalitesi ölçüm araçları gözden geçirilmiş,
farklı ölçüm araçlarında ve çalışma yaşam kalitesine yönelik olarak yapılmış
çalışmalarda yer alan sorular belirlenerek bu çalışmaya yönelik bir anket oluşturulmuştur. Oluşturulan ankette toplam
52 soru yer almıştır (bkz. Tablo 2).
Araştırma anketinde çalışanların her bir
ifadeye katılım dereceleri 5’li likert ölçeği kullanılarak ölçülmüştür. Çalışanların
ifadelere katılım derecesi, 1= “kesinlikle
katılmıyorum”, 2=”katılmıyorum”, 3=”kararsızım”, 4= “katılıyorum” ve 5=”Kesinlikle katılıyorum” arasında değişmektedir. Anket form puanlama işlemi yapılmıştır. Yani olumsuz bir ifade için “1” puanı kesinlikle katılıyorum, “5” puanı ise
kesinlikle katılmıyorum anlamındadır.
Araştırmada kullanılan çalışma yaşam
kalitesi anketi uygulanmadan önce,
Sağlık Bakanlığı’nda değişik kademelerde görev yapmakta olan 40 çalışan
üzerinde ön uygulama yapılmıştır. Ön
87
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Tablo 2. Çalışma Yaşam Kalitesi Ölçeği Maddeleri (52 madde)
Madde
No.
88
Maddeler
1
Kurumumdaki fiziksel koşullar genel olarak yeterlidir (ısıtma,
aydınlatma, havalandırma temizlik, gürültüsüz bir ortam, çalışmak için
olması gereken alan genişliği, vb )
2
Kişisel ihtiyaçlarım için, bir iş için bir yere gitmem gerektiğinde ya da
aile sorunlarımla ilgilenmek için, çalışma saatleri içerisinde kısa süreli
olarak işten ayrılma imkânım var
3
İşin iyi yapılması için yeterli yardım ve teknik destek alırım
4
Çalışma ortamındaki teknolojik araç ve gereçleri (bilgisayar, telefon,
faks, internet vb) yeterli oranda kullandığıma inanıyorum
5
Çalışmakta olduğum kurumda, iş yükü ile kıyaslandığında yeterli
çalışan vardır
6
Üniversitede aldığım eğitime uygun bir işte çalıştığımı düşünüyorum
7
İşim yeteneklerimi ve becerilerimi kullanmama izin veriyor
8
İşimi yaparken kendi fikirlerimi ve çalışma yöntemlerimi
uygulayabiliyorum
9
Çalışanlar olarak, işi etkileyen kararların alınmasına katılma
olanağımız var
10
İşimi yaparken benden tam olarak ne beklenildiğini biliyorum
11
Çalıştığım kurumda bilgi akışı iyi düzenlenmiştir ve işimle ilgili
değişiklikler konusunda genellikle zamanında bilgilendirilirim
12
Kurumum tarafından bireysel gelişim teşvik edildiğinden, yapmış
olduğum işle ilgili profesyonel becerilerimi geliştirmek için seminer,
kurs, kongre gibi eğitim faaliyetlerine katılma imkânım her zaman vardır
13
İşim yeni şeyler öğrenmemi gerektiriyor
14
İş yerimde terfi/kariyer olanakları iyidir
15
İşimde ilerlemek ve daha iyi bir pozisyon elde etmek önemlidir
16
İşim yaratıcılığımı kullanmama izin veriyor
17
İş yerimde bir takım çalışması ve saygılı bir ortam vardır
Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu
18
İş yerimde yöneticiler ve çalışanlar gerekli teknik kapasite ve yeteneğe
sahiptir
19
İş düzeni ya da problemler iş yerinde etkili bir şekilde görüşülür
20
Yönetim çalışan performansını ödüllendirir ve yeterli geribildirimde
bulunur
21
Herhangi bir sendikaya yada derneğe üye olmak istediğimde çalıştığım
kurum bunun önüne bir engel koymaz
22
Çalışanların maaşları, ikramiyeleri ve diğer ücretler herkes tarafından
bilinir
23
Çalıştığım kurumda her zaman iş güvencem vardır
24
Çalıştığım kurumda, herkes ve her durum için geçerli olan yazılı
kurallar vardır
25
İşimi üretici ve faydalı görüyorum
26
Genel olarak işimden memnunum
27
İş dünyasında/çalıştığım kurumda kendimi değerli bir birey olarak
hissediyorum
28
Öğrenim düzeyime ve yaptığım işe göre değerlendirdiğimde,
aldığım ücretin (maaş ve döner sermaye) yeterli ve adaletli olduğunu
düşünüyorum
29
İş kaynaklı sağlık problemlerim var (Zor ve rahat olmayan çalışma
pozisyonlarına bağlı kas-iskelet sitemi vb. rahatsızlıklar, sürekli bilgisayar
kullanımına bağlı göz rahatsızlıkları, baş ağrısı ya da diğer rahatsızlıklar)
30
İşimde, kaza ve yaralanma riski vardır
31
İşimde, fiziksel şiddete maruz kalma riski vardır
32
İşimde kimyasal maddelerden veya radyasyondan kaynaklanan tehlike/
hastalık riski vardır
33
İşimde enfeksiyon hastalığı riski vardır
34
İş kaynaklı (stres, iş yükü, aşırı yorgunluk vb) psikolojik rahatsızlık riski
vardır
35
İşimde başka birinin ciddi şekilde yaralanmasına neden olma riski
vardır
89
Toplum ve Sosyal Hizmet
90
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
36
İşimde önemli bir cihaza ya da ürüne zarar verme riski vardır
37
Çalışma ortamımdaki fiziksel koşullar ve riskler, performansımı
olumsuz yönde etkiliyor
38
İşe başlama ve bitiş saatleri yönetim tarafından çok katı bir şekilde
ayarlanıyor
39
İşteki telefon görüşmeleri ya da gürültü gibi nedenlerden dolayı sık sık
bölünüyorum
40
İşleri istediğim gibi iyi bir şekilde ve vicdanım rahat olarak yapabilmem
için yeterli zamanım yok
41
İşim çok streslidir
42
İşyerimde sosyal etkileşim azdır
43
İşyerimde, ödüllendirmede/ek ödemelerde ayrımcılık yapılmaktadır
44
İşyerimde, terfi / kariyer yapmada ayrımcılık yapılmaktadır
45
İşyerimde, işin dağıtımında ayrımcılık yapılmaktadır
46
İşyerimde, çalışma saatlerinin/vardiyaların ayarlanmasında ayrımcılık
yapılmaktadır
47
İşyerimde, işveren tarafından düzenlenen eğitimlere katılmada
ayrımcılık yapılmaktadır
48
İşlerimi zamanında bitirebilmek için ara sıra evde çalışmak zorundayım
49
Çalışma saatlerim dışında telefon, mail veya başka bir şekilde işle ilgili
sorunlarla uğraşırım
50
Aile yaşantım (ev sorunları, aile bireyleriyle ilgilenmek vb) ben
çalışırken işimi (mesaiye geç kalma, işe konsantre olamama vb.)
etkiliyor
51
İşimin koşulları (çalışma saatleri, fazla mesai, iş yükünden dolayı evde
çalışma, çalışma saatleri dışında da işle ilgilenme vb) aile yaşamımı
(ev sorunlarını ihmal etme, aile bireyleriyle yeterince ilgilenememe vb.)
etkiliyor
52
Sık sık çalıştığım kurumdan ayrılmayı düşünüyorum
Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu
uygulama sonrası, ankete ilişkin ifadeler için güvenirlik analizi yapılmıştır. Ankette yer alan soruların güvenilirlik seviyesi Cronbach Alpha katsayısı ile değerlendirilmiş ve güvenilirlik düzeyinin
0.924 gibi yüksek bir düzeyde olduğu
görülmüştür. 0 ile 1 arası değerler alan
Alfa değerinin sosyal bilimlerde en az
0,70 ve üstü olması önerilmektedir (Altunışık vd., 2005: 70-71). Elde edilen
değer, ölçeğin oldukça güvenilir olduğu sonucunu vermektedir. Güvenirlilik
analizinde ölçeğin toplanabilirlik özelliğinin bozulmaması için Madde-Toplam
puan arasındaki korelasyon katsayılarının negatif olmaması ve 0.25 değerinden büyük olması beklenir (Kayıs,
2005: 412). Bu bağlamda ölçeği oluşturan maddelerin, ölçeğin bütünüyle olan
korelasyonlarına ve genel katkılarına bakıldığında bütün değerlerin pozitif ve 0.25’den büyük olduğu görülmüştür. Maddelerin Cronbach alfa katsayıları değerlendirilerek iç tutarlığa sahip
olduğu sonucuna varılmıştır.
Araştırma ve Uygulama Merkezi özel
hastane statüsünde kabul edilmiştir.
Araştırma evrenine askeri hastaneler
farklı yapıları nedeniyle dâhil edilmemiştir. Evrenden örneklem çekilmemiş
ve tüm evrene ulaşmak amaçlanmıştır.
Evren ve Örneklem
Veri toplama aracı Ankara Metropolitan
alanda bulunan 25 kamu hastanesi ve
12 özel hastane olmak üzere toplam 37
hastanede, sağlık yönetimi alanında lisans eğitimi almış 207 sağlık çalışanına uygulanmıştır.
Araştırmanın evrenini, Ankara Metropolitan alanda bulunan kamu ve özel
hastanelerde çalışan sağlık yönetimi alanında lisans eğitimi almış sağlık
çalışanları oluşturmaktadır. Sağlık Bakanlığı istatistik yıllığına göre, 2006 yılı
itibariyle Ankara Metropolitan alan sınırları içinde toplam 48 hastane bulunmaktadır. Bu hastaneler içinde, 6 Üniversite/Tıp Fakültesi Hastanesi, 15 Eğitim ve Araştırma Hastanesi ve 7 Devlet
Hastanesi olmak üzere 22 Sağlık Bakanlığı Hastanesi ve 20 Özel Hastane yer almaktadır. Başkent Üniversitesi Hastanesi, Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi ve Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dr. Rıdvan Ege Sağlık
Hastanelerde sağlık yönetimi alanında
lisans eğitimi almış sağlık çalışanı bulunup bulunmadığı bilgisi, hastanelerin
insan kaynakları ya da personel şubesi birimleriyle telefonla ya da yüz yüze
görüşme sonrası elde edilmiştir. Sağlık yönetimi alanında lisans eğitimi almış sağlık çalışanı bulunmadığı için 3
kamu hastanesinde ve 3 özel hastanede anket uygulanamamıştır. Ayrıca, 3
özel hastanede çalışma için izin alınamaması ve 2 özel hastanede de çalışanların yerinde bulunamaması nedeniyle anket uygulanamamıştır. Araştırma kapsamına giren kamu ve özel hastanelerde, iş yoğunluğu, yerinde bulunamama, yıllık izin, doğum izni ve askerde bulunma gibi nedenlerle toplam
30 kişiye anket uygulanamamıştır.
Araştırma kapsamına alınan çalışanların %39,2’sinin 30 yaşın altında,
%58,5’inin erkek, %66,5’inin evli olduğu
bulunmuştur. Çalışılan birim açısından
incelendiğinde, çalışanların %10,6’sının klinik hizmetlerde, %89,4’ünün ise
idari hizmetlerde çalıştığı bulunmuştur.
Unvan açısından incelendiğinde ise,
çalışanların %7,2’sinin hastane müdürü, %27,5’inin hastane müdür yardımcısı, %40,1’inin genel idari hizmetler
personeli, %19,8’inin sağlık memuru,
91
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
%3,4’ünün hemşire/ebe, %1,9’unun ise
sağlık teknisyeni unvanı altında çalıştığı belirlenmiştir.
BULGULAR
Geçerliliğe İlişkin Bulgular
Ölçeğin yapı geçerliliğini belirleyebilmek için elde edilen veriler üzerinde
faktör analizi yapılmıştır. Faktör analizi,
birbirleriyle ilişkili çok sayıdaki değişkeni anlamlı, birbirinden bağımsız ve
daha az sayıda yeni faktörlere dönüştüren, bir oluşumu, nedeni açıkladıkları varsayılan değişkenleri gruplayarak
ortak faktörleri ortaya koyan ve yaygın
olarak kullanılan çok değişkenli istatistik tekniklerinden biridir (Kleinbaum ve
diğ., 1998:601’den alıntılayan Kalaycı,
2005: 321). Araştırmacının ölçme aracının ölçtüğü faktörlerin sayısı hakkında bir bilgisinin olmadığı, belli bir hipotezi sınamak yerine, ölçme aracıyla ölçülen faktörlerin doğası hakkında bir
bilgi edinmeye çalıştığı inceleme türleri açıklayıcı faktör analizi (exploratory
factor analysis) olarak tanımlanır (Tavşancıl, 2006: 46).
Sağlık Bakanlığı hastanelerinde farklı kademelerde çalışmakta olan sağlık
yöneticilerinin çalışma yaşam kalitelerini belirleyen önemli faktörlerin belirlenmesinde aşamalı bir yöntem tercih edilmiştir. Ölçekteki sorularda yer alan ve
her biri bir değişkeni temsil eden çok
sayıdaki soru maddesi; açıklayıcı faktör analizi yönteminden yararlanılarak
az sayıda, daha açık ve anlaşılır bir şekilde analiz yapabilmek için yeniden
düzenlenmiştir. Ayrıca ölçeğin, ayırma
(discriminant) ve birleşme (convergent)
geçerliliklerinin sınanması amaçlarıyla açıklayıcı faktör analizi yapılmıştır.
Bu amaçlarla temel bileşenlere (principal components) göre açıklayıcı faktör
analizine başvurulmuş ve bu analizde
kullanılan korelasyon matrisi, ayırma
geçerliliği için incelenmiştir.
Yapı için faktör analizinin uygun olup
olmadığı, Kaiser-Meyer-Olkin örneklem yeterlilik testi ve Bartlett’in Küresellik Testi (Bartlett’s test of sphericity testi) sonuçlarıyla belirlenmektedir.
Kaiser-Meyer-Olkin örneklem yeterlilik
testi sonucunun 0,60 veya üstü olması açıklayıcı faktör analizi yapmaya karar vermek için yeterli görülebilmektedir (Sharma, 1996: 116). Tablo 3’de görüldüğü gibi, temel bileşenler ve Varimax faktör rotasyon yöntemleri kullanılarak yapılan ilk faktör analizi sırasında Bartlett’in Küresellik değeri anlamlı
ve KMO değeri, tavsiye edilen değerin
üzerinde (0.830) olarak bulunmuştur.
Tek boyuta sahip açıklayıcı faktör analizi ile her bir faktörün ve her bir niteliğin tek bir faktöre yüklenmiş olması
Tablo 3. Verilerin Faktör Analizi İçin Uygunluğunun Değerlendirilmesi
Kaiser-Mayer-Olkin (KMO) Örneklem Ölçüm
Değer Yeterliği
Barlett Testi
92
0,830
Ki-Kare Değeri
2472,129
Sd
351
p (p<0,05)
0,000
Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu
gerekmektedir. Her bir faktörde, faktör
yükü 0,50’den daha düşük olan maddeler ve birden fazla faktörde nitelik yükü
0,50 ve üstü olan sonuçlar elimine edilmelidir (Hattie, 1985: 114). Bunun yanında madde toplam korelasyon değerleri 0,20’den düşük olan maddeler istatistiksel olarak anlamlı olsalar bile ölçeğe alınmamalıdır (Özdamar, 1999:
522). Elde edilen ilk faktör analizi sonuçlarına göre faktör yükü 0,50’nin altında olan ve birden çok faktör altında
0,50’nin üzerinde faktör yükü alarak yer
alan sorular (madde 2, 4, 5, 7, 8, 9, 12,
15, 16, 20, 24, 26, 28, 34, 37, 38, 42,
50 ve 52) çıkarılmış ve geriye 33 soru
kalmıştır. Ayrıca madde toplam korelasyon değerleri 0,20’nin altında olan
6 soru (madde 1, 17, 29, 41, 48 ve 49)
da ölçekten çıkarılmış ve kalan 27 soru
yeniden faktör analizine tabi tutulmuştur. Özdeğeri 1 veya 1’den büyük olan
faktörlerin önemli faktör olarak değerlendirilmesi gerekmektedir (Bryman ve
Cramer, 1999: 238). Bu çerçevede yapılan ikinci faktör analizi sonucu ankette yer alan sorular özdeğeri 1’den büyük olan 6 faktör altında toplanmıştır.
Faktörler, faktörlere ait sorular, sorulara ait faktör yükleri ve madde toplam
korelasyon değerleri aşağıda yer alan
Tablo 4’de gösterilmiştir.
Faktörlerden
birincisi
varyansın
%26,07’sini,
ikincisi
%13,64’ünü,
üçüncüsü %7,56’sını, dördüncüsü
%5,33’ünü, beşincisi %4,80’ini, altıncısı %4,63’ünü açıklamaktadır. Faktörlerin tümü birden ise varyansın
%62,05’ini açıklamaktadır. Sosyal bilimlerde yürütülen çalışmalarda toplam
varyans oranının %40 ile %60 arasında değer alması ölçeğin güçlülüğüne
işaret etmektedir (Scherer ve diğerleri,
1988 alıntılayan Tavşancıl, 2006: 48).
Bu durum ölçeğin toplam varyans oranının yeterli bir değere sahip olduğunu göstermektedir. Bu çalışmada birinci faktör “iş kazası, meslek hastalıkları
riski ve iş yerindeki fiziksel çalışma koşulları”, ikinci faktör “iş yerinde ayrımcılık”, üçüncü faktör “sürekli gelişme ve
iyileşme fırsatları”, dördüncü faktör “organizasyona sosyal entegrasyon”, beşinci faktör “iş stresi ve zaman baskısı”, altıncı faktör “organizasyondaki yasalar” olarak adlandırılmıştır.
Çalışma yaşam kalitesi ölçeğinde yer
alan maddelerin faktör yüklerine bakıldığında 0,58 ile 0,83 arasında değerler aldığı görülmektedir. Genel olarak 0,30 ile 0,59 arasındaki yük değeri orta, 0,60 ve üzerindekiler ise yüksek
olarak kabul edilir (Büyüköztürk, 2007:
124-125). Bu araştırmada sadece tek
bir maddenin faktör yükü 0,58 olarak
orta, diğer maddeler ise yüksek faktör
yüklerine sahiplerdir. Bu değerler ölçeğin yapı geçerliliğinin bir göstergesi
olarak yeterli bulunmuştur.
Güvenilirliğe İlişkin Bulgular
Gerçekleşen analizler sonucunda ölçeğe 27 soru ile son şekli verilmiştir. 27
soru için yapılan güvenilirlik analizleri sonucunda Cronbach Alfa güvenilirlik katsayısı 0,882 olarak hesaplanmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi, Alfa
değerinin sosyal bilimlerde en az 0,70
ve üstü olması arzulanır (Altunışık vd.,
2005; 70-71). Elde edilen 0,882 alfa değeri, ölçeğin oldukça güvenilir olduğu
sonucunu vermektedir. Faktörler bazında Cronbach Alfa katsayılarına bakıldığında ise (bkz. Tablo 5), faktörlerden dört adedinin (iş kazası, meslek
hastalıkları riski ve iş yerindeki fiziksel
çalışma koşulları; iş yerinde ayrımcılık;
sürekli gelişme ve iyileşme fırsatları;
93
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Tablo 4. Çalışma Yaşam Kalitesi Ölçeği Maddelerinin Faktör Yükleri
Faktör İsimleri ve Gruplandırılmış Değişkenler
Faktör
Yükü
Madde
Toplam
Korelasyon
Değerleri
Faktör 1: İş Kazası, Meslek Hastalıkları Riski ve İş Yerindeki Fiziksel Çalışma
Koşulları
İşimde kimyasal maddelerden veya radyasyondan
kaynaklanan tehlike/ hastalık riski vardır
0,82
0,42
İşimde başka birinin ciddi şekilde yaralanmasına
neden olma riski vardır
0,79
0,40
İşimde, kaza ve yaralanma riski vardır
0,79
0,47
İşimde, fiziksel şiddete maruz kalma riski vardır
0,75
0,42
İşimde enfeksiyon hastalığı riski vardır
0,73
0,29
İşimde önemli bir cihaza ya da ürüne zarar verme riski
0,66
vardır
0,31
Faktör 2: İş yerinde ayrımcılık
İşyerimde, işin dağıtımında ayrımcılık yapılmaktadır
0,83
0,51
İşyerimde, terfi / kariyer yapmada ayrımcılık
yapılmaktadır
0,77
0,57
İşyerimde, ödüllendirmede/ek ödemelerde ayrımcılık
yapılmaktadır
0,73
0,51
İşyerimde, işveren tarafından düzenlenen eğitimlere
katılmada ayrımcılık yapılmaktadır
0,64
0,48
İşyerimde, çalışma saatlerinin/vardiyaların
ayarlanmasında ayrımcılık yapılmaktadır
0,61
0,55
0,78
0,49
Faktör 3: Sürekli gelişme ve iyileştirme fırsatları
İşim yeni şeyler öğrenmemi gerektiriyor
94
Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu
İşimi üretici ve faydalı görüyorum
0,77
0,51
İş dünyasında/çalıştığım kurumda kendimi değerli bir
birey olarak hissediyorum
0,66
0,53
İşim yaratıcılığımı kullanmama izin veriyor
0,68
0,53
Üniversitede aldığım eğitime uygun bir işte çalıştığımı
düşünüyorum
0,58
0,56
İş yerimde yöneticiler ve çalışanlar gerekli teknik
kapasite ve yeteneğe sahiptir
0,72
0,54
Çalıştığım kurumda bilgi akışı iyi düzenlenmiştir
ve işimle ilgili değişiklikler konusunda genellikle
zamanında bilgilendirilirim
0,77
0,48
İş düzeni yada problemler iş yerinde etkili bir şekilde
görüşülür
0,71
0,50
İşin iyi yapılması için yeterli yardım ve teknik destek
alırım
0,68
0,48
İşimi yaparken benden tam olarak ne beklenildiğini
biliyorum
0,63
0,44
İşleri istediğim gibi iyi bir şekilde ve vicdanım rahat
olarak yapabilmem için yeterli zamanım yok
0,75
0,33
İşteki telefon görüşmeleri ya da gürültü gibi
nedenlerden dolayı sık sık bölünüyorum
0,70
0,20
İşimin koşulları (çalışma saatleri, fazla mesai, iş
yükünden dolayı evde çalışma, çalışma saatleri
dışında da işle ilgilenme vb) aile yaşamımı (ev
sorunlarını ihmal etme, aile bireyleriyle yeterince
ilgilenememe vb) etkiliyor
0,66
0,26
Faktör 4: Organizasyona sosyal entegrasyon
Faktör 5: İş stresi ve zaman baskısı
95
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Faktör 6: Organizasyondaki yasalar
Çalışanların maaşları, ikramiyeleri ve diğer ücretler
herkes tarafından bilinir
0,82
0,24
Herhangi bir sendikaya ya da derneğe üye olmak
istediğimde çalıştığım kurum bunun önüne bir engel
koymaz
0,64
0,32
Çalıştığım kurumda her zaman iş güvencem vardır
0,61
0,45
organizasyona sosyal entegrasyon)
alfa katsayılarının yüksek olduğu görülmüştür. Diğer iki faktörün (iş stresi ve zaman baskısı; organizasyondaki yasalar) ise alfa katsayılarının düştüğü görülmüştür. Bu iki faktörün güvenilirlik katsayısı (0,62 ve 0,63), kabul edilebilir değerin (0,70) altındadır. Alfa katsayısının ne olması gerektiği konusunda bilim disiplinleri ve araştırma alanları arasında farklılıklar bulunmasına
karşın, ilk kez yapılan keşfedici (açıklayıcı) araştırmalarda alfa katsayısı
0,60’ın üzerinde kabul edilebilirdir (Hair
ve diğerleri, 1998: 612). Alfa katsayısı korelasyon katsayısı gibi yorumlanabilir. Alpar (2003: 382)’a göre, alfa
katsayısı 0,80-1,00 aralığında ise ölçeğin güvenilirliğinin yüksek olduğu;
0,60-0,80 arası oldukça güvenilir olduğu; 0,40-0,60 arası güvenilirliğin düşük olduğu ve 0,00-0,40 aralığında ise
Tablo 5. Faktörlere İlişkin Cronbach Alfa Katsayıları
Faktör İsimleri ve Gruplandırılmış Değişkenler
Cronbach Alpha
Faktör 1: İş Kazası, Meslek Hastalıkları Riski ve İş Yerindeki
Fiziksel Çalışma Koşulları
0,865
Faktör 2: İş yerinde ayrımcılık
0,840
Faktör 3: Sürekli gelişme ve iyileştirme fırsatları
0,829
Faktör 4: Organizasyona sosyal entegrasyon
0,828
Faktör 5: İş stresi ve zaman baskısı
0,618
Faktör 6: Organizasyondaki yasalar
0,632
96
Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu
güvenilirliğin olmadığı şeklinde yorumlanmalıdır. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta ölçek güvenilirliklerinin madde sayılarına bağlı olduğu gerçeğidir (Nunnally ve Bernstein,
1994). Bu nedenle bu çalışmada genel
olarak faktörlerde madde sayısı artıkça
güvenilirlik katsayısı da artmıştır. Ayrıca ölçeğin madde toplam korelasyonları 0,20 ile 0,57 arasında değiştiği dikkate alındığında ölçeğin maddeler bazında da tutarlı bir yapıya sahip olduğu anlaşılmaktadır (bkz. Tablo 4).
SONUÇ VE TARTIŞMA
Bu çalışma kapsamında sağlık çalışanlarının çalışma yaşam kalitelerini belirlemeye yönelik geçerli ve güvenilir bir
ölçek geliştirilmiştir. Elde edilen bulgular sağlık çalışanların çalışma yaşam
kalitelerini değerlendirmede geliştirilen ölçeğin uygun niteliklere sahip olduğunu göstermektedir. Geliştirilen ölçeğin yapı geçerliliğini belirleyebilmek için
faktör analizi uygulanmıştır. Temel bileşenler analizi uygulanması ile açıklayıcı
faktör analizinde altı alt faktörün (iş kazası, meslek hastalıkları riski ve iş yerindeki fiziksel çalışma koşulları; iş yerinde ayrımcılık; sürekli gelişme ve iyileşme fırsatları”, organizasyona sosyal
entegrasyon; iş stresi ve zaman baskısı;
organizasyondaki yasalar) ortaya çıktığı görülmüştür. Faktörlerin tümü birden
varyansın %62,05’ini açıklamaktadır ki
sosyal bilimlerde açıklanan toplam varyansın %40 ile %60 arasında değer alması ölçeğin güçlülüğünü göstermektedir. Ölçekteki maddelere ait faktör yüklerinin de tek bir madde hariç, literatürde yüksel olarak kabul edilen 0,60 değerinin üzerinde olduğu görülmektedir.
Ölçekteki tüm maddelere ilişkin elde
edilen Cronbach Alfa güvenilirlik
katsayısı (0,882), ölçeğin güvenilir olduğunu işaret etmektedir. Faktörler bazında bakıldığında ise, iş kazası, meslek hastalıkları riski ve iş yerindeki fiziksel çalışma koşulları; iş yerinde ayrımcılık; sürekli gelişme ve iyileşme fırsatları ve organizasyona sosyal entegrasyon faktörlerine ilişkin alfa katsayıları
yüksek bulunurken; iş stresi ve zaman
baskısı ile organizasyondaki yasalar
faktörlerinin alfa katsayıları kabul edilebilir değer olan 0,70’in altında bulunmuştur. Daha öncede belirtildiği gibi, ilk
kez yapılan keşfedici (açıklayıcı) araştırmalarda alfa katsayısı 0,60 üzeri kabul edilebilirdir. Ölçeğin madde toplam
korelasyonlarının 0,20 ile 0,57 arasında değişmesi de ölçeğin tutarlı bir yapıda olduğunu göstermektedir.
Sosyal bilimlerde ölçek kullanımı oldukça önemli olmasına karşın, ülkemizde geçerliliği ve güvenilirliği belirlenmiş
ölçme araçlarının azlığı, ölçek geliştirilmesine yönelik çalışmaların önemini artırmaktadır. Ülkemizde sağlık personelinin çalışma yaşam kalitelerini değerlendirecek spesifik bir başka ölçeğin
bulunmadığı düşünüldüğünde, bu çalışmanın bu konuda önemli bir boşluğu dolduracağı düşünülmektedir. Sağlık hizmetlerinin sunumunda temel unsur olan sağlık insan gücünün etkili ve
verimli kullanımında, çalışma yaşamına ilişkin unsurlar gün geçtikçe önem
kazanmaktadır. Geliştirilen ölçeğin çalışanlarının verim ya da verimsizliklerine neden olan çalışma yaşam kalitesi
faktörlerini tespit etmek isteyen yöneticilere ve çalışma yaşam kalitesi ile işgücü kaybı, devamsızlık, motivasyon
gibi pek çok faktör arasındaki ilişkileri
incelemek isteyen araştırmacılara faydalı olabileceği düşünülmektedir. İlgili literatürde çalışma yaşam kalitesi ile
97
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
örtüşecek çalışmaların henüz yeterli
oranda bulunmaması, geliştirilen ölçeğin bu çerçevede yürütülecek çalışmalar için önemli bir referans teşkil edeceği açıktır. İleride yapılacak diğer araştırmaların sonuçlarına göre yapılacak düzeltmeler ölçeğin iyileştirilmesine katkıda bulunabilir.
Studies in Marketing and Management (International Society for Quality-of-Life Studies, Blacksburg, Virginia), 170–181.
KAYNAKÇA
http:// www.cdc.gov/NIOSH/topics/stress/
qwlquest.html
Alkan, Y., Soğancıoğlu, Ş. ve Pamukçu, F.
(1989). Vardiya çalışmasının yarattığı stres,
2. Ulusal Ergonomi Kongresi, M.P.M. Yayın
No: 379, Ankara.
Alpar, R. (2003). Uygulamalı çok değişkenli
istatistiksel yöntemlere giriş. (2. Baskı), Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
Altunışık, R., Coşkun, R., Bayraktaroğlu,
S. ve Yıldırım, E. (2005). Sosyal bilimlerde
araştırma yöntemleri spss uygulamalı, İstanbul: Sakarya Kitapevi.
Bromet, E.J., Dew, A. ve Parkinson, D.K.
(1990). Spillover between work and family:
A study of blue-collar working wive, Eckenrode, J. ve Gore, S. (Ed.), Stress Between
Work and Family. Plenum, New York/London, 133–151.
Bryman, A. and Cramer, D. (1999). Quantitative data analysis with spss release 8 for
windows. London and New York: Taylor and
Francis e-Library, Routledge.
Büyüköztürk, Ş. (2007). Sosyal bilimler için
veri analizi el kitabı. (8. Baskı), Ankara: Pegem Yayıncılık.
Carlson, H. C. (1980). A model of quality of work life as a developmental process, Burke, W.W. ve Goodstein, L.D. (Ed.),
Trends and Issues in OD.: Current Theory
and Practice (University Associates, San
Diego,CA), 83–123.
Carter, C.G., Pounder, D.G., Lawrence, F.G.
and Wozniak, P.J. (1990). Factors related to
organizational turnover intentions of louisiana extension service agents, Meadow,
H.L. ve Sirgy, M.J. (ed.), Quality-Of-Life
98
Centers For Disease Control And Preventation (CDC), (2002). Quality of Worklife Questionnaire: General Social Survey 2002,
Section D Quality of Worklife Module, The
National Institute For Occupational Safety
and Health, Erişim tarihi: 08.10.2007
Champoux, J. E. (1981). A sociological
perspective on work involvement. International Review of Applied Psychology, 30,
65–86.
Chen, C. S. and Farh, J. L. (2000). Quality
of work life in Taiwan: An exploratory study.
Management Review, 19, 31-79.
Danna, K. and Griffin, R.W. (1999). Health
and well-being in the workplace: A review
and synthesis of the literature. Journal of
Management, 25(3), 357–384.
Davenport, J. (1983). Whatever happened
to qwl?. Office Administration and Automation, 44, 26-28.
Dikmetaş, E. (2004). Elektronik bilgi sistemi ve çalışma yaşam kalitesi: Ankara üniversitesi tıp fakültesi hastaneleri ibn-i sina
hastanesi çalışanlarına yönelik bir araştırma. Yayınlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara.
Efraty, D., Sirgy, M.J. and Claiborne, C.B.
(1991). The effects of personal alienation
on organizational identification: A qualityof-work life model. Journal of Business and
Psychology, 6, 57-78.
Fortune, D. (2006). An examination quality of work life and quality of care within a
health care setting. A Thesis For the Degree of Master of Arts, Canada: University of
Waterloo.
George, J.M. and Brief A.P. (1990). The
economic instrumentality of work: An examination of the moderating effects of financial requirements and sex on the pay-life
Aydın, Çelik ve Uğurluoğlu
satisfaction relationship. Journal of Vocational Behavior, 37, 357–368.
Hair, Jr. J., Anderson, E.R., Tatham, R.H.
and Black, C.V. (1998). Multivariate data
analysis. (5. Baskı), New York: PrenticeHall International Inc.
Hanefah, M., Zain, A.Y., Zain, R., and Ismail, H. (2003). Quality of work life and organizational commitment among professionals
in Malaysia. Proceedings of the 1st International Conference of the Asian Academy of
Applied Business: Narrowing The Competitive Gap of Emerging Markets in The Global Economy. 10-12 July 2003 Sabah, Malaysia.
Hattie, J. (1985). Methodology review: Assessing unidimensionality of tests and
items. Applied Psychological Measurement, 9(2), 139-64.
Heskett, J.L., Sasser, W.E., Jr and Schlesinger, L.A. (1997). The service profit chain. New
York: The Free Press.
İncir, G. (1991). Çalışma yaşamının kalitesinin geliştirilmesi: Bir örnekçe, 3. Ergonomi
Kongresi. ODTÜ-MPM, Ankara (MPM Yayınları, 441: 230-243).
Kalaycı, Ş. (Ed.) (2005). SPSS uygulamalı çok değişkenli istatistik teknikleri, Ankara:
Asil Yayın Dağıtım.
Kayıs, A. (2005). Güvenilirlik analizi, Kalaycı Ş. (Ed.), SPSS Uygulamalı Çok Değişkenli İstatistik Teknikleri, Ankara: Asil Yayın Dağıtım.
Kaymaz, K. (2003). Çalışma yaşamında kalite. İş, Güç, Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, 5(1), Erişim tarihi:
03.03.2008, http://www.isguc.org/calyaskalite
Kiernan, W. E. and Knutson, K. (1990). Quality of work life. Schalock, R.L. ve Begab,
M.J. (Ed.), Quality of Life: Perspectives and
Issues (American Association of Mental
Retardation, Washington, DC, US).
Lawler, E. E. (1982). Strategies for improving the quality of work life. American
Psychologist, 37, 486–493.
Leiter, M.P. and Durup, M.J. (1996). Work,
home, and in-between: A longitudinal study
of spillover. Journal of Applied Behavioral
Science, 32(1), 29–47.
Lewellyn, P.A. and Wibker, E.A. (1990).
Significance of quality of life on turnover intentions of certified public accountants, Meadow, H.L. ve Sirgy, M.J. (ed.), Quality-ofLife Studies in Marketing and Management
(International Society for Quality-of-Life
Studies, Blacksburg, Virginia), 182–193.
Lewis, D., Brazil, K., Kruger, P., Lahfeld, L.
and Tjam, E. (2001). Entrinsic and intrinsic determinants of quality of work life. Leadership in Health Services, 14(2), 9-15.
Loscocco, K.A. and Roschelle A.R. (1991).
Influences on the quality of work and nonwork life: Two decades in review. Journal of
Vocational Behavior, 39, 182–225.
Martel, J.P. and Dupuis, G. (2006). Quality
of work life: Theoretical and methodological
problems, and presentation of a new model and measuring instrument. Social Indicators Research, 77, 333-368.
Nadler, D. A. and Lawler, E. E. (1983). Quality of work life: Perceptions and direction,
Organizational Dynamics, 11(3), 20–30.
Nunnally, J.C. and Bernstein, I.H. (1994).
Psychometric theory. New York: McGrowHill.
Özdamar, K. (1999). Paket programlar ile
istatistiksel veri analizi. 2. Baskı, Eskişehir:
Kaan Kitapevi.
Özkalp, E. ve Kırel, Ç. (2001). Örgütsel davranış. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Eğitim, Sağlık ve Bilimsel Araştırma Çalışmaları Vakfı Yayını No: 149.
Rethinam, G.S. ve Ismail, M. (2008). Constructs of quality of work life: A perspective
of information and technology professionals. European Journal of Social Sciences,
7(1), 58-70.
99
Toplum ve Sosyal Hizmet
Rose, C.R., Beh, L.S., Uli, J., Idris, K.
(2006). Quality of work life: Implications of
career dimensions. Journal of Social Sciences, 2(2), 61-67.
Schilesinger, L.A. (1982). Quality of worklife and the supervisor. USA: Praeger Publishers.
Schulze, N. (1998). Yaşam kalitesini yükselten temel unsur olarak işin insancıllaştırılması. Altıncı Ergonomi Kongresi: 27-29
Mayıs 1998. Ankara. (MPM yayınları, yayın
no: 622).
Serbest, F. (2000). İş yaşamı niteliği. Verimlilik Dergisi, 2, 27-40.
Shain, M. and Suurvali, H. (2001). Investing
in comprehensive workplace health promotion. National Quality Institute.
Shann, P. and Hassell, K. (2004). An exploration of the diversity and complexity of
the pharmacy locum workforce. School of
Pharmacy University of Manchester, Royal
Pharmaceutical Society of Great Britain.
Sharma, S. (1996). Applied multivariate techniques, New York: John Wiley&Sons Inc.
Sirgy, M.J., Efraty, D., Siegel, P. and Lee,
D. (2001). A new measure of quality of work
life: Based on need satisfaction and spillover theories. Social Indicators Research.
55, 241-302.
Smith, D.C. (1983). QWL, EI needed now
more than eve. Ward’s Auto World, 19, 12.
Solmuş, T. (2000). İş yaşamında kalite ve
kaliteyi arttırmaya yönelik program. Türk
Psikoloji Bülteni, Eylül, 18.
Steiner, D.D. and Truxillo D.M. (1989). An
improved test of the disaggregation hypothesis of job and life satisfaction. Journal of
Occupational Psychology, 62, 33–39.
Straw, R.J. and Heckscher C.C. (1984). Quality of work life: New working relationships
in the communication industry. Labor Studies Journal, 9, 261-274.
100
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Suttle, J.L. (1977). Improving life at work:
Problem and prospects. Hackman, H.R. ve
Suttle, J.L. (Ed.) Improving Life at Work:
Behavioural Science Approaches to Organizational Change (1-29), Santa Barbara,
CA: Goodyear.
Tavşancıl, E. (2006). Tutumların ölçülmesi ve spss ile veri analizi. 3. Baskı, Ankara:
Nobel Yayın Dağıtım.
Walton, R.E. (1992). Criteria for quality
of worklife. Quality of Worklife, 1, 91-104.
Yassi, A., Ostry, A.S., Spiegel, J., Walsh,
G. and Boer, H.M. (2002). A collaborative
evidence-based approach to making healthcare a healthier place to work. Hospital
Quarterly, 5(3), 70-79.
Yücel, D. (2002). Bilişim teknolojilerinin çalışma yaşam kalitesi üzerindeki etkisi. Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi.
Yüksel, İ. (2004). Çalışma yaşamı kalitesinin tipik ve atipik istihdam açısından incelenmesi. Doğuş Üniversitesi Dergisi, 5(1),
47-58.
Özateş ve Atauz
Araştırma
SOSYAL HİZMET
UZMANLARININ
AİLEYE DÖNÜŞ VE
AİLE YANINDA DESTEK
PROJESİNE İLİŞKİN
DEĞERLENDİRMELERİ
1
Evaluations of Social
Workers About Family
Reunification Program
Özge Sanem ÖZATEŞ*
Sevil ATAUZ**
*Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
**Prof. Dr., Maltepe Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
ÖZET
Bu çalışmanın temelinde, Sosyal Hizmetler
ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü tarafından 2005 yılında başlatılan ve
1
Bu çalışma, HÜ SBE Sosyal Hizmet Anabilim Dalı’nda yapılan “Sosyal Hizmet Uzmanlarının ‘Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek
Projesi’nin Uygulama Sürecine İlişkin Değerlendirmeleri” isimli yüksek lisans tezinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
2010 yılı sonu itibariyle sonlandırılan ‘Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’ yer
almaktadır. Proje, ekonomik yoksunluk nedeniyle korunma altına alınarak kurum bakımı hizmetinden yararlandırılan veya kurum
bakımına alınması beklenen çocukların, yapılacak yardımlarla aileleri yanında bakımlarının sağlanması amacını taşımaktadır.
Yapılan çalışmayla Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’ne ilişkin sosyal hizmet
uzmanlarının değerlendirme ve görüşlerinin
saptanması hedeflenmiştir. Bu hedef doğrultusunda İç Anadolu Bölgesi illerinde İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü, Yetiştirme Yurtları ve Çocuk Yuvaları’nda görevli olan sosyal
hizmet uzmanları ile görüşülmüş ve görüşmelerde uzmanların, projenin amacına, hedeflerine ve geneline ilişkin değerlendirmeleri alınmaya çalışılmıştır.
Anahtar Sözcükler: Aileye Dönüş ve Aile
Yanında Destek Projesi, sosyal hizmet uzmanı, korunmaya muhtaç çocuk
ABSTRACT
On the ground of this study is there Family
Reunification Program which was started
by Primeministry Social Services and Child
Protection Agency, in 2005 and finished by
the end of 2010. Program’s main aim was to
return foster children who were subject to
economical deprivation, to their family. The
purpose of the study is to determine what are
the evaluations and opinions of social workers about Family Reunification Program
in Turkey. For this purpose, with the social
workers from Central Anatolia Region, who
work in Province Directorates of Social Services Child Protection and in Orphanages,
have been interviewed. In the interviews, it
was tried to learn evaluations of the social
workers about the purpose, aim, and the entire of the program.
Key Words: Family Reunification Program,
social worker, foster child
101
Toplum ve Sosyal Hizmet
GİRİŞ
Çocuk refahı alanında sosyal hizmet,
en temelde çocuk hakları ihlallerinin
önlenmesi yönünde önemli bir işleve sahiptir. Sosyal hizmet, korunmaya
muhtaç çocuk olgusunu ortaya çıkaran
nedenlerin saptanması ve bu nedenlerin ortadan kaldırılmasına veya sonuçlarının hafifletilmesine yönelik uygulamalarıyla sorunu sahiplenir.
Korunma altına alınan çocuklar, aile
içerisinde çeşitli nedenlerle yaşanan
ve çocuğa ihmal ve/veya istismar olarak yansıyan durumlarla karşı karşıya
kalmaktadırlar. Söz konusu çocukların, haklarında korunma kararı alınmadan önceki yaşantılarında, gelişimlerini
bütünsel açıdan sarsacak ve travmatik
kabul edilebilecek durumlarla karşı karşıya kalmış olma olasılıkları son derece
yüksektir. Bütün bu nedenlerle ‘korunmaya muhtaç’ olarak kabul edilen çocuklar, derhal sosyal hizmet müdahalesini gerektiren bir risk grubu oluşturmaktadırlar.
Son yıllarda gelişmiş dünya ülkelerinde korunma altındaki her bir çocuk
için yapılan kalıcı yerleştirme planının
ilk adımını; söz konusu çocuğun biyolojik ailesi yanına döndürülmesi ve ailesi yanında desteklenmesinin değerlendirilmesi oluşturmaktadır. Yapılan bu değerlendirmenin temelinde, her çocuğun kendi öz ailesi yanında yaşama hakkı yer almaktadır. Bu
hak, başta 1989 tarihli Çocuk Hakları
Sözleşmesi’nde olmak üzere, diğer ilgili tüm uluslararası bildirge ve belgelerde de geçmektedir.
Gelişmiş dünya ülkelerinde benimsenen yaklaşıma paralel olarak,
Türkiye’de de bir risk grubunu oluşturan bu çocuklar ve aileleri için, çocuğun
102
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
kendi evi dışında bir kuruluşa yerleştirilmesi yerine, ailesi yanında yaşamına
devam etmesine ve aile birliğinin korunmasına olanak tanıyan hizmetler ön
plana çıkmıştır. Söz konusu bu hizmetlerden birisi, 2005 yılında uygulamaya
koyulan ve 2010 yılı sonunda tamamlanan Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’dir. Bu hizmet modeli, yeni
bir uygulama olmasından ve dünyadaki
genel kabule uygun olarak, bu ve buna
benzer proje ve uygulamaların devam
edeceği düşüncesiyle, üzerinde durulması gereken bir sorun alanını oluşturmaktadır.
Bu nedenle çalışmada ‘Aileye Dönüş
ve Aile Yanında Destek Projesi’nin, korunmaya muhtaç çocuk alanında görev
yapan sosyal hizmet uzmanları tarafından değerlendirilmesine ve uzmanların
projeye ilişkin görüşlerinin neler olduğunun belirlenmesine odaklanılmıştır.
AİLEYE DÖNÜŞ VE AİLE YANINDA
DESTEK PROJESİ
Çocuğun ailesinden ayrılması, korunma altına alınmasının açık sonuçlarından birisidir. Korunma altındaki çocukların yalnızca çok az ve şanslı sayılabilecek bir bölümü evlat edinme ve koruyucu aile hizmetlerinden yararlandırılmaları yoluyla kalıcı ve istikrarlı bir
ailede büyüme fırsatı bulmaktadır. Bu
çocukların pek çoğu ise süreç içerisinde, kuruluşlar arasında yaşadıkları gelgitler ve reşit olduklarında korunma kararlarının kaldırılıp sistemden ayrılmaları nedeniyle, çocukluk dönemleri boyunca güvenli ve ideal bir aile yaşantısını deneyimleyememektedir. Bu durum, çocukların hem sağlıklı gelişimlerini tehlikeye düşüren psikopatolojiler
yaşamalarına, hem de yetişkinliklerinde kuracakları aile yaşantısı için model
Özateş ve Atauz
olacak bir aile figüründen yoksun kalmalarına neden olabilmektedir.
yardımcı olacak ebeveyn eğitimi
gibi aile destek hizmetleri,
Korunmaya muhtaç çocuk alanında ortaya çıkan teorik değişimlere yanıt olarak gelişen hizmet modellerinin ortak
noktası, çocuğun yaşamında ailenin
önemine dikkat çekmeleridir. Kuruluş
tipi bakımın olumsuz sonuçlarının, yapılan çalışmalarla ortaya koyulması ve
bu olumsuzlukların giderilmesinde bir
çözüm olarak ortaya çıkan, evlat edinme ve koruyucu aile uygulamalarının
yanı sıra, çocuğun biyolojik ailesi yanında desteklenmesi anlayışı, bugünün
öncelikli kalıcı yerleştirme planı olmuştur. Günümüzde gelişmiş dünya ülkelerinin hemen hepsinde, aile ve çocuk
refahı alanında kabul gören görüş; aile
birliğinin korunması ve yoksulluk nedeniyle çocukların ailelerinden kopmalarının önüne geçilmesidir.
• Çocuğuna kötü muamele etme eğilimi bulunan ailelere danışmanlık ve
yardım hizmetleri sunan aile koruma hizmetleri (McCroskey ve Meezan, 1998: 55).
Bu yaygın görüş, aile odaklı çocuk refahı uygulamalarını da beraberinde getirmiştir. Gelişmiş ülkelerde aile ve çocuk
koruma hizmetleri iki vaka grubuna ayrılarak müdahalede bulunulur. Bunlardan ilki; çocuğun evden koparılmaksızın, kriz yaşantısında olan ailelerin durumlarının stabilize edildiği (istikrar kazandırıldığı), aile birliğinin devamlılığının korunduğu ve çocuğun kendi ailesi
yanında bakımının sağlandığı vakalardır. İkincisi ise; koruma sisteminde olan
çocukların kendi ailelerine geri döndürülmesini sağlayacak koşulların yaratıldığı vakalardır (Terling, 1998: 13).
Bu vakalarda üç temel hizmet modeli
yürütülmektedir. Bunlar:
• Çocuk bakımı, sağlık bakımı, gelir
desteği gibi temel sosyal hizmetler,
• Aileleri güçlendirecek ve onlara çocuklarıyla başarılı ilişkiler kurmada
Dünyanın gelişmiş ülkelerinin çocuk refahı sisteminde görülen bu anlayış değişikliğine paralel olarak, Türkiye’de de
çocuğun ailesinin yanında bakımının
sürdürülmesini sağlayacak bir takım
yasal düzenlemelere gidilmiştir.
Bu düzenlemelerin başını 28.09.1986
tarihli, 19235 sayılı Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği çekmektedir. Yönetmelik; korunma altına alınarak kuruluş
bakımına yerleştirilen ya da yerleştirilmek üzere sıraya alınan çocuklar ile
ekonomik nedenlerle ailesi tarafından
temel ihtiyaçları karşılanamayan çocukların korunma altına alınmaksızın,
ailelerinin yanında bakımlarının sürdürülebilmesi için yapılacak yardımın
şartlarını düzenlemektedir.
Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği kapsamında yürütülen söz konusu uygulamaların hızlandırılması amacıyla 2005
yılında Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından, Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi hayata geçirilmiştir.
27.05.1983 tarih ve 2828 sayılı Sosyal
Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu’nun, 9. maddesi, b bendine göre, ‘öncelikle çocuğun aile içinde
yetiştirilmesi ve desteklenmesi için aileyi eğitim, danışmanlık ve sosyal yardımlarla güçlendirmek’, d bendine göre
ise ‘yoksulluk içinde olup da temel ihtiyaçlarını karşılayamayan ve yaşamlarını en düşük düzeyde dahi sürdürmekte
103
Toplum ve Sosyal Hizmet
güçlük çeken kişi ve ailelere kaynakların yeterliliği ölçüsünde ayni ve nakdi
yardımlarda bulunmak amacıyla gerekli hizmet ve programları geliştirmek ve
uygulamak’ ibaresi, ‘Aileye Dönüş ve
Aile Yanında Destek Projesi’nin yasal
dayanağını oluşturmaktadır.
Aileye Dönüş ve Aile Yanında
Destek Projesinin Amacı
Uluslararası düzeydeki tüm insan hakları belgelerinde ve gelişmiş ülkelerin
kendi yasal düzenlemeleri içinde, çocuğun ailesi yanında büyüyüp gelişmesinin sağlanması ilkesi temelde yer almaktadır. Bu nedenle, çocuğun ailesinden kopmasının önlenmesi kadar, bu
kopuşun yaşanmasının ardından, ailesiyle yeniden birleştirilmesinin sağlanması için de çeşitli çabalar gösterilmektedir. Bu çabaların dayanak noktası, çocukluk dönemi boyunca çocuğun
ailesi yanında yetişmesinin onun gelişimi üzerinde yarattığı olumlu etkilerdir.
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme
Kurumu tarafından 2005 yılında uygulamaya koyulan Aileye Dönüş ve Aile
Yanında Destek Projesi’nin temel amacı; ‘çocuğun gelişimi için en sağlıklı ortamın kendi ailesinin yanı olduğu ilkesinden hareketle çocuğun bakımının biyolojik ailesi yanında sağlanması’ olarak ortaya koyulmuştur. Bu temel
amaç doğrultusunda iki hedef grup belirlenerek alt amaçlar oluşturulmuştur.
Bu amaçlardan ilki; ekonomik yoksunluk nedeniyle hakkında korunma kararı
çıkartılarak kuruluş bakımı hizmetinden
yararlandırılan çocukların yeniden biyolojik ailelerine döndürülmeleri için bu
ailelerin yardımlarla desteklenmesidir.
İkincisi ise, çocuğun ekonomik yoksunluk nedeniyle kuruluş bakımına yerleştirilmeksizin, bir başka deyişle koruma
104
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
sistemine girmeksizin ailesinin yanında bakımının sağlanmasıdır (http://
www.shcek.gov.tr/Projeler/Aileye_Donus_ve_Aile_Yaninda_Destek.asp).
Aileye Dönüş ve Aile Yanında
Destek Projesinin Hedefi
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme
Kurumu; Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesiyle, Çocuk Yuvaları
ve Yetiştirme Yurtlarında korunma altında bulunan yaklaşık 20.000 çocuktan, ekonomik nedenlerle korunma altına alındığı tespit edilen 12.000 çocuğun, aile veya yakınları yanına döndürülmesini ve ekonomik nedenlerle kuruluş bakımına verilmek istenen çocukların ailelerinin yanında desteklenmesini hedeflemiştir.
Projenin alt hedefleri ise şöyle belirlenmiştir:
• Proje ile kuruluş bakımındaki çocuk
sayısı azaltılarak, hizmetlerin nitelik
ve niceliğinde olumlu yönde gelişmeler sağlamak,
• Proje ile boşalacak kuruluş binalarını, ihtiyaç duyulan başka hizmet
modellerine dönüştürmek,
• Çocuk sayısının azalması aracılığıyla, kuruluşların ev ortamına yakın bir biçimde düzenlenmesini
mümkün kılmak,
• Korunmaya muhtaç çocuklara hizmet vermek amacıyla yeni kuruluşlar açılmasını önlemek,
• Korunmaya muhtaç olan çocukların bakım maliyetlerinin düşürülerek
Devletin hem maddi hem de manevi
anlamda yükümlülükleri azaltmak,
• Kuruluşlarda yalnızca ihmal ve istismar nedeniyle korunma altına
Özateş ve Atauz
alınan çocukların bakımlarını sağlamak,
• Çocukların aile ve yakınları ile birebir iletişim ve etkileşim içinde büyümesinin ve gelişiminin tamamlamasının sağlanarak, kuruluş bakımında bulunan çocuklara göre daha özgüvenli, daha sağlıklı kişiler yetiştirilmesinin yolunu açmak,
• Ekonomik yönden maliyeti daha yüksek olan kuruluş bakımı yerine aile
yanında bakım modeli ile ailenin kuruluş bakımına göre daha az ücretle desteklenerek aile ilişkilerinin güçlendirilmesini sağlamak (http://www.
shcek.gov.tr/Projeler/Aileye_Donus_ve_Aile_Yaninda_Destek.asp).
AMAÇ
Bu çalışmanın genel amacı, 2005 yılında uygulamaya koyulan ‘Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin
İl Sosyal Hizmetler Müdürlükleri, Çocuk Yuvaları ve Yetiştirme Yurtları’nda
görev yapan sosyal hizmet uzmanları
tarafından değerlendirilmesine olanak
sağlamak ve uzmanların projeye ilişkin
görüşlerinin neler olduğunu belirlemektir. Bu genel amaca uygun olarak aşağıdaki sorulara yanıt aranmıştır:
1. Sosyal hizmet uzmanlarının Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek
Projesi’nin amacı doğrultusunda
uygulanma derecesi hakkındaki görüşleri nelerdir?
2. Sosyal hizmet uzmanlarının Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek
Projesi’nin hedefine ulaşma derecesi hakkındaki görüşleri nelerdir?
3. Sosyal hizmet uzmanlarının projenin geneline ilişkin görüş ve önerileri nelerdir?
YÖNTEM
Çalışmada tarama modeli kullanılarak,
İç Anadolu Bölgesi’nde İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü, Yetiştirme Yurdu ve
Çocuk Yuvalarında çalışan sosyal hizmet uzmanlarının tamamı çalışma kapsamına dahil edilmiş ve ‘tam sayım modeliyle’; İl Sosyal Hizmetler Müdürlüklerine posta aracılığıyla görüşme formlarının gönderilmesi ve İl Sosyal Hizmetler Müdürlüklerinin koordinasyonu
yoluyla veriler toplanmıştır. Çalışmanın gerçekleştirileceği kurum ve kuruluşlarda görevli sosyal hizmet uzmanı
sayıları öncelikle, Sosyal Hizmetler ve
Çocuk Esirgeme Kurumu İnsan Kaynakları Daire Başkanlığından alınan
bilgiler doğrultusunda saptanmış ve
çalışma kapsamına giren tüm kurum ve
kuruluşlarla yapılan telefon görüşmeleri sonucunda korunmaya muhtaç çocuk
alanında halihazırda fiilen görev yapan
sosyal hizmet uzmanı sayısı 118 olarak tespit edilmiştir. Çalışma kapsamına giren toplam 118 sosyal hizmet uzmanından, 7 uzmanın çalışmaya katılmaya gönüllü olmaması, 2 uzmanın askere gitmesi, 4 uzmanın izne ayrılması
ve 5 uzmanın geçici görevlendirmeyle
başka yerde çalışması nedeniyle toplam 100 sosyal hizmet uzmanının görüşme formunu doldurması sağlanabilmiştir.
Veriler, “SPSS Paket Programı” aracılığıyla analiz edilmiş ve verilerin analizinde; betimsel istatistiklerden, frekans
ve yüzdelerden, iki kategorik değişken
arasındaki anlamlılığın test edilmesinde kullanılan ki kare istatistiklerinden
yararlanılmıştır. Görüşme formundaki
açık uçlu soruların yanıtları önce sınıflandırılmış sonra yorumlanmıştır.
105
Toplum ve Sosyal Hizmet
BULGULAR
Çalışmanın amaçlarından birisi, sosyal hizmet uzmanlarının Aileye Dönüş
ve Aile Yanında Destek Projesi’nin
amacı doğrultusunda uygulanma derecesi hakkındaki görüşlerinin ortaya koyulmasıdır. Ekonomik yoksunluk
nedeniyle çocukların, ailelerinden kopuşlarının önlenmesi olarak belirlenen
projenin genel amacına ilişkin İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü, Çocuk Yuvası ve Yetiştirme Yurdu’nda görevli sosyal hizmet uzmanlarının görüşleri şöyledir:
İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nde görevli 57 sosyal hizmet uzmanından 16’sı
ara sıra, yine 16’sı ise her zaman projenin amacı doğrultusunda uygulandığını belirtmiştir. Bir başka deyişle projenin ara sıra ya da her zaman amacı
doğrultusunda uygulandığını düşünen
İl Sosyal Hizmetler Müdürlükleri’nde
görevli uzmanların oranı %28,1’le çoğunlukta ve eşittir. Çocuk Yuvası’nda
görevli toplam 20 sosyal hizmet uzmanından projenin nadiren, ara sıra ve her
zaman amacı doğrultusunda uygulandığını belirtenlerin oranı (%20) eşittir.
Çocuk Yuvası’nda görevli sosyal hizmet uzmanlarının yarısına yakın bir
oranı (%40) ise projenin sık sık amacı
doğrultusunda uygulandığını belirtmiştir. Yetiştirme Yurdunda görevli 23 sosyal hizmet uzmanının büyük bir bölümü
%65,2 oranıyla projenin sık sık amacı doğrultusunda uygulandığını belirtirken; projenin nadiren ve ara sıra amacı
doğrultusunda uygulandığını belirtenlerin oranı azınlıkta ve eşittir (%17,4).
İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde görevli sosyal hizmet uzmanlarının oldukça az bir bölümü (%3,5) projenin hiçbir
zaman amacı doğrultusunda uygulanmadığını belirtmiştir. Çocuk Yuvası ve
106
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Yetiştirme Yurdu’nda görevli uzmanlardan ise hiçbiri (%0) bu görüşte değildir.
Genel olarak bakıldığında İl Sosyal
Hizmetler Müdürlüğü’nde görevli sosyal hizmet uzmanlarının çoğunluğu
projenin her zaman ve ara sıra amacı doğrultusunda uygulandığını düşünmektedir. Çocuk Yuvası ve Yetiştirme
Yurdu’nda görevli sosyal hizmet uzmanlarının geneli ise projenin sık sık
amacı doğrultusunda uygulandığını ifade etmişlerdir. X 2 (0,027 p<0,05) değerine bakıldığında sosyal hizmet uzmanlarının görev yaptığı kurum/kuruluş ile
projenin amacı doğrultusunda uygulanma derecesine ilişkin görüşleri arasındaki ilişkinin anlamlı düzeyde olduğu görülecektir. Bu durum; ekonomik
yoksunluk nedeniyle kuruluş bakımına alınan ya da alınması beklenen çocukların ailelerinin yanında desteklenmesi olarak belirlenen projenin amacının göz önünde bulundurulma derecesinin; İl Sosyal Hizmetler Müdürlükleri,
Çocuk Yuvaları ve Yetiştirme Yurtlarında aynı olmadığı şeklinde yorumlanabilir. Bu durum, sosyal hizmet uzmanlarının projenin geneline ilişkin yaptıkları
değerlendirmelerde ortaya çıkan ‘siyasi kaygılar ya da üst makamların baskısıyla ekonomik yoksunluk dışındaki sebeplerle korunma altına alınan çocukların da proje kapsamına dahil edildiği’
değerlendirmesini akla getirmektedir.
Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarına Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin uygulanmaya
başlandığı 2005 yılından bu yana proje
kapsamında belirlenen hedeflere ulaşmada hangi ölçüde başarılı olduğunu
düşündükleri sorusu sorulmuştur. Alınan yanıtlar sosyal hizmet uzmanlarının görev yaptıkları kurum/kuruluş ilişkisinde şöyle ortaya koyulmuştur:
Özateş ve Atauz
İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde görevli sosyal hizmet uzmanlarının çoğunluğu (%36,9) projenin hedeflerine ulaşma derecesini değerlendirmede kararsız kalırken, bu oran Yetiştirme Yurdunda görevli sosyal hizmet uzmanlarında
%13’e, Çocuk Yuvalarında görevli sosyal hizmet uzmanlarında ise %10’a gerilemektedir. Çocuk Yuvası (%60) ve
Yetiştirme Yurdunda (%61) görev yapan uzmanların yarısından fazlası, projenin hedeflerine ulaşmada başarılı olduğu görüşünü belirtirken, çalışmaya
katılan ve İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde görevli olan uzmanlar, yarıdan
az bir oranda (%33,3) projenin bu anlamda başarılığı olduğunu ifade etmiştir. Projeyi hedeflerine ulaşmada başarısız bulan sosyal hizmet uzmanlarının
oranı ise birbirine yakın ve azınlıktadır (İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde
%17,5, Çocuk Yuvasında %20 ve Yetiştirme Yurdunda %26’dır). Projeyi bu konuda oldukça başarılı bulan sosyal hizmet uzmanlarının oranı gerek İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde (%7), gerek Çocuk Yuvasında (%10), gerekse
Yetiştirme Yurdunda (%0) görevli uzmanlarda oldukça azdır. Bununla birlikte, İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde görevli sosyal hizmet uzmanlarının
çok az bir bölümü (%5,3) projenin hedeflerine ulaşmada hiç başarılı olmadığını ifade ederken; Çocuk Yuvası ile
Yetiştirme Yurdunda görevli sosyal hizmet uzmanlarının hiçbiri (%0) bu görüşte değildir. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarının görev yaptıkları kurum/kuruluşlar ile projenin hedeflerine ulaşma derecesine ilişkin görüşleri arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır (0,061 p>0,05). Bu durum, sosyal hizmet uzmanlarının görev yaptıkları kurum/kuruluş fark etmeksizin proje
için belirlenen hedeflerinin başarılması
derecesini benzer biçimlerde değerlendirdiklerini ortaya koymaktadır.
Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarına Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi kapsamında verilen
hizmetlerin, 28.09.1986 tarihli Sosyal
Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu
Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği kapsamında verilen hizmetlerden farklı bulup bulmadıkları sorulmuş ve bu soruya
uzmanların tamamına yakını (%92) ‘hayır farklı değildir’ yanıtını vermişlerdir.
Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği’nde
korunmaya muhtaç çocukların, ailelerinin yanında yaşamlarını sürdürmelerinin temel hedef olduğu ve bu nedenle, öncelikle korunmaya muhtaç çocukların ayni ve nakdi yardım hizmetlerinden yararlandırılması gerektiği vurgulanmıştır. Aileye Dönüş ve Aile Yanında
Destek Projesi’nin temel amacı da çocukların ailelerinin yanında desteklenmesi için kaynakların harekete geçirilmesi olarak belirlenmiştir. Bu noktadan
hareketle, hali hazırda uygulana gelen
bir hizmet modelinin yeni bir uygulama
gibi projelendirilmesinin yalnızca, Ayni
Nakdi Yardım Yönetmeliği kapsamında
verilen hizmetlerin hızlandırılarak sınırlı
sürede daha çok çocuğa ulaşılmasına
hizmet ettiği yorumu çıkartılabilir.
Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarından Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin, kışla tipi kuruluşlardan uzaklaşılmasına olanak
sağlama açısından yeterliliğini değerlendirmeleri istenmiştir. Sosyal hizmet
uzmanlarının yarıya yakını (%42) projenin bu konuda hiç yeterli olmadığı ve
yetersiz olduğu görüşlerini belirtmişlerdir. Yine uzmanların yaklaşık yarısı
(%44) projenin kışla tipi kuruluşlardan
uzaklaşılmasında yeterli ve oldukça yeterli olduğu yönünde görüşlerini ortaya
107
Toplum ve Sosyal Hizmet
koymuşlardır. Bu konuda kararsız olanların oranı ise %14’tür. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarının görüşlerine göre proje kışla tipi kuruluşlardan uzaklaşılmasında beklenildiği kadar yeterlilik gösterememektedir. Kışla tipi kuruluşların birincil hizmet modeli
olmasının önüne geçilebilmesi için yoksulluk nedeniyle çocukların korunma
altına alınması uygulamasını değiştirecek ve kuruluş bakımının yalnızca ihmal ve istismara maruz kalmış çocuklar için uygulanan acil ve tedavi edici
bir model olarak görülmesini sağlayacak köklü bir anlayış değişikliğine gereksinim vardır.
Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarının Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nde karşılaşılan
yetersizliklerin, güçlüklerin ve eksikliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik
önerileri şöyle sıralanabilir: Sosyal hizmet uzmanlarının yaklaşık dörtte biri
(%23,1) personel eksikliğinin ve iş yükü
fazlasının ortadan kaldırılması için başta sosyal hizmet uzmanı olmak üzere
meslek elemanı sayısının arttırılması
gerektiği üzerinde durmuştur. Uzmanların daha az bir bölümü (%16), proje
kapsamında yapılan yardım miktarının
arttırılması ve bu yardımların söz konusu ailelere zamanında verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Çalışmaya katılan
sosyal hizmet uzmanlarının bir bölümü
(%11,2), kurum/kuruluşlar arası işbirliği
ve koordinasyon sağlanması önerisinde bulunmuşlardır. Sosyal hizmet uzmanlarından %7’si aileye döndürülen
çocukların düzenli takibinin yapılması, projeden yararlandırılması beklenen
çocuk ve aileye hizmet öncesi rehberlik
hizmeti sunulması gerektiği önerisinde
bulunmuştur. Aynı oranda sosyal hizmet uzmanı (%7) mevcut uygulamadaki
108
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
ulaşım sorununa işaret ederek, ailelere ilişkin sosyal incelemelerin zamanında ve düzenli yapılabilmesi için araç temin edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Kuruluş bakımı altında olan çocukların bir
işe yerleştirilmelerinde öncelik sağlayan 3413 sayılı Yasada düzenleme yapılarak, ailelerin, kuruluşları çocukları için iş garantisi olarak görmeleri ve
bu nedenle çocuklarının kuruluş bakımından yararlandırılmasını istemelerinin önüne geçilmesi gerektiği önerisinde bulunan uzmanların oranı %5,6’dır.
Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanları yine aynı oranda (%5,6) projenin amaçlarından birisi olan; çocuğun
kuruluş bakımına alınmaksızın ailesi
yanında desteklenmesinin sağlanmasına ilişkin olarak, ailelere koruyucuönleyici hizmetler verilmesi önerisinde bulunmuşlardır. Çalışmaya katılan
sosyal hizmet uzmanlarının %4,9’u çocukların kuruluş bakımına alınırken titiz davranılması ve ekonomik yoksunluk nedeniyle kuruluş bakımına alınması istenen çocukların projeyle ailesi yanında desteklenmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Çalışmaya katılan aynı oranda sosyal hizmet uzmanı (%4,9) projede görev alan tüm meslek elemanlarına hizmet içi eğitim verilmesini önermişlerdir. Sosyal hizmet uzmanlarının
%4,2’si siyasi ve üst makamların baskısından uzak olarak, projeden yararlandırılacak çocukların tespitinin amaca
uygun olarak yapılması gerektiği üzerinde durmuşlardır.
Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarının Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi’nin geneline ilişkin olarak ortaya koydukları görüş ve
önerileri ise şöyledir: Sosyal hizmet uzmanlarının çoğunluğu (%31,3) projenin, çocuğun ailesi yanında gelişiminin
Özateş ve Atauz
sağlanması açısından önemli olduğu
ve yaygınlaştırılması gerektiği üzerinde
durmuştur. Bu öneride bulunan uzmanların yaklaşık yarısı kadar bir oranda
(%17,7) ise bu görüşün tam tersi olan,
projenin kuruluşları boşaltmak amacıyla geliştirildiğini ve üst makamların
baskısıyla uygulandığını, bu nedenlerden dolayı da başarılı olamayacağı görüşünü ifade edilmiştir. Çalışmaya katılan sosyal hizmet uzmanlarının tamamına yakını daha önce, Aileye Dönüş
ve Aile Yanında Destek Projesi kapsamında verilen hizmetlerin, Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği kapsamında verilen hizmetlerden farklı olmadığı görüşünü belirtmişlerdir, %13,5 oranında
sosyal hizmet uzmanı bu görüşlerini yineleyerek, projenin bir yenilik getirmediğini savunmuşlardır. Sosyal hizmet
uzmanlarından %9,4’ü ailelerin, çocukları için 3413 sayılı Yasa ile sağlanan
iş olanağından yararlanma hakkı ortadan kalkar düşüncesiyle geri dönmelerini istemedikleri vurgusunu yapmışlardır. Sosyal hizmet uzmanlarının %8,3’ü
üst makamların baskısıyla ihmal ve istismar nedeniyle kuruluş bakımına alınan çocukların da ailelerine döndürülmek istendiği görüşünü ileri sürmüştür.
Böylesi projeler hazırlanırken alanda
çalışan meslek elemanlarının görüşlerinin alınmasının, projenin uygulanmasında ortaya çıkabilecek sorunların
en aza indirgenmesi açısından önemli olduğu görüşünü belirten sosyal hizmet uzmanlarının oranı %7,3’tür. Sosyal hizmet uzmanlarının %5,2’si, 5395
sayılı Çocuk Koruma Kanunu kapsamında pek çok çocuğun korunma altına alınarak kuruluşlara yerleştirildiği bu
nedenle, projenin kuruluş bakımı altındaki çocuk sayısını azaltma amacının
gerçekleştirilmesinde yetersiz kaldığını
vurgulamıştır. Çalışmaya katılan sosyal
hizmet uzmanlarının çok az bir bölümü
(%4,2), çocuğun kuruluş bakımından
ailesi yanına döndürülmesinden önce
ailesinden kopmasının engellenmesi
ve buna neden olan koşulların ortadan
kaldırılması için çalışmalar yapılması
gerektiğini ifade etmişlerdir. Uzmanların %3,1’i ise çocukların ailelerine döndürülmesinin ardından gerekli çalışmaların yapılmaması nedeniyle yeniden
kuruluşlara döndüklerini ve bu nedenle bir takım psikolojik sorunlar yaşadığı
görüşünü belirtmişlerdir.
SONUÇ
Her çocuk ailesi yanında bakım görme
hakkına sahiptir. Bu temel hak kökenini,
çocuğun sağlıklı gelişiminin gerçekleşebileceği, fizyolojik ihtiyaçlarının yanı
sıra, psikolojik ihtiyaçlarının da karşılanabileceği mümkün tek kurumun ‘aile’
olmasında bulur. Tarihsel süreçte, ailenin yerini tutma iddiasıyla oluşturulmuş kuruluşlar, bakımı sağlanan çocuklar üzerinde yarattığı sayısız psikolojik ve fiziksel hasarlar nedeniyle, yerlerini aile yanına yapılan kalıcı yerleştirmelere bırakmış ve çocuğun iyilik hali
ve yüksek yararı için korunma altına alınıp kurum bakımına yerleştirilmeksizin
ailesi yanında desteklenmesi öncelikli uygulama haline gelmiştir. Halihazırda korunma altında bulunan ve kurum
bakımı hizmetinden yararlandırılan çocuklar için ise koruyucu aile ya da evlat edinme gibi alternatif kalıcı yerleştirme modellerinin değerlendirilmesinden
önce, yeniden ailesi yanına döndürülmesi için gerekli çalışmaların yapılması,
deneyimledikleri travmatik sürecin etkilerini bütünüyle yok edemese de hafifleteceği düşüncesiyle önem kazanmıştır.
Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek Projesi gibi ekonomik yoksunluk
109
Toplum ve Sosyal Hizmet
nedeniyle korunma altına alınmış çocukların aileleri yanında desteklenmesi ya da ailelerine döndürülmesini amaçlayan bir hizmet modelinin başarıya ulaşması için öncelikle ailelerin koşullarının, çocuğun bakımına olanak sağlayacak şekilde iyileştirilmesi gerekmektedir. Ancak kalıcı yoksulluğun, toplumun çoğunluğu tarafından
deneyimlendiği günümüzde, süreli/süresiz yardımlarla söz konusu koşullarda istendik değişimlerin gerçekleşmesi olanaklı değildir. Ayni ve nakdi yardımları temel alan hizmet modelleri yalnızca, geçici düzenlemeleri sağlamakta ve bir anlamda çözümsüzlüğü dayatmaktadır.
Korunma altına alınan çocuğun, ailesine başarılı şekilde geri döndürülmesi için gerek geri dönüş öncesi, gerekse geri dönüşün yaşanmasının ardından danışmanlık hizmetleri, ebeveyn
eğitimi hizmetleri, gelir yardımı gibi hizmetlerin kombine olarak sunulması gereklidir. Bir başka deyişle, çocuğun bir
kez biyolojik ailesine döndürülmesinin
ardından bakım sistemine bir daha girmemesi olarak tanımlanan; aileye dönüş uygulamasının başarısı için gerek
aileye, gerekse çocuğa ayrılığın yaşanmasına neden olan koşulların ortadan
kaldırılmasında yardımcı olacak hizmetlerin bir arada sunulması son derece önemlidir.
Yoksulluğun yıkıcı etkilerine maruz kalan aile ve çocukların yararı gözetilerek
sunulacak bu tür hizmetlerin her aşamasında aile üyelerinin -anne, baba,
çocuk- katılımı sağlanmalıdır. Bu katılımın sağlanabilmesinin önkoşulu hizmetlerin, günü kurtarmaya yönelik kaygılarla üst makamlarca verilen kararlar doğrultusunda hazırlanması değil; uygulamanın içinden gelen
110
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
bilgiyi kuramsal bilgiye dönüştürebilecek mesleki beceriye sahip olan sosyal
hizmet uzmanları tarafından biçimlendirilmesidir. Böyle bir uygulama anlayışı, hizmetlere ilişkin doğabilecek haklı çekincelerin en aza indirgenmesinde
önemli rol oynayacak ve belirlenen hedeflere ulaşılmasını kolaylaştıracaktır.
Ailelerin, çocuklarının geri dönmesine
olan isteklerinin ve bakım sağlayabilecek yeterlikte olduklarının değerlendirilmesinde sosyal hizmet uzmanı kilit rol oynar. Ancak her ailenin kendi biricikliğinde değerlendirilmesi bir takım
sorunları içermektedir. Bu sorunların
başında, yapılacak değerlendirmenin
etkililiğini ve ailelerin sorunlarını hafifletecek bir sosyal hizmet müdahalesinin başlatılması ve devam ettirilmesini zorlaştıran; kaynak yetersizliği, alanda istihdam edilen sosyal hizmet uzmanı sayısının azlığı ve uzmanların karşılaştıkları iş yükü fazlası yer alır. Sosyal
hizmet uzmanı ile aile arasındaki güven
ilişkisinin kurulması, ailenin kaynaklarla buluşturulmasının sağlanması ve ailenin işlevselliğini arttıracak hizmetlerin sağlanması için iş yoğunluğunun
ve her bir uzmana düşen vaka sayısının değerlendirme ve çalışmaların sağlıklı yapılabilecek sınıra çekilmesi, sunulan hizmetlerin etkililiğine olan inancı arttıracaktır.
Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre, bütün çocuklar aile ortamında yetişme
hakkına sahiptir, bu nedenle çocuğun
kuruluş bakımına alınmaksızın, aileye
koruyucu-önleyici hizmetlerin sunulmasıyla çocukların ailelerinden kopmalarının önüne geçilmesi gerekmektedir.
Bunun yanı sıra çocuğun kuruluş bakımından ailesine döndürülmesi kararı oldukça dikkatli verilmesi gereken bir
karardır. Geri dönüş sürecinin başarısı,
Özateş ve Atauz
sunulan hizmetlerle ailenin koşullarında olumlu değişiklikler yaratılması ve
aile-çocuk ilişkisinin normalleştirilmesinin ardından çocuğun sisteme bir daha
girmemek üzere ailesine döndürülmesi beklentisini taşır. Ailesine döndürülen çocuk hakkındaki korunma kararının saklı tutulması, bu geri dönüş felsefesiyle çelişmektedir. Geri döndürülen çocuğun korunma kararının kaldırılacağı ve dolayısıyla gelecekteki iş olanağından yoksun kalacağı endişesi, ailelerin çocuklarının dönüşlerine yönelik
direnç geliştirmeleri sonucuna yol açabilmektedir. Bu açmazın ortadan kaldırılması için alanda çalışan sosyal hizmet uzmanlarının görüşü alınarak, ailelerin kuruluş bakımını birer yatılı okul
ya da çocuklarının iş garantisi olarak
görmelerinin önüne geçilmesini sağlayacak yeni düzenlemeler geliştirilmesi
gerekliliği kaçınılmazdır.
Kuruluş bakımı modeli yalnızca, terapötik kullanımı birincil amaç olan, geçici bir hizmet modeli olarak kullanılmalıdır. Bu nedenle, kuruluş bakımına alınması beklenen çocukların tespitinde titiz davranılması, ekonomik yoksunluk nedeniyle bu modelden yararlandırılmak istenen çocukların ailelerine
gereken hizmetlerin sunulması yoluyla bakımlarının biyolojik aileleri yanında desteklenmesinin sağlanması son
derece önemlidir. Halihazırda korunma
altına alınarak kuruluş bakımı hizmetinden yararlandırılan çocukların ailesi yanına döndürülmesi öncelikli amaç
olarak görülmelidir. Ancak aile yanında destek ve aileye dönüş uygulamalarının bir proje kapsamında hayata geçirilmesi, çocuğun yüksek yararı ilkesine değil, kuruluşlardaki çocuk sayısının
azaltılması amacına -geçici bir süreliğine- hizmet edecektir.
Aileye Dönüş ve Aile Yanında Destek
Projesi kapsamında verilen hizmetlerin, 28.09.1986 tarihli Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Ayni ve
Nakdi Yardım Yönetmeliği kapsamında verilen hizmetlerden farklı olmadığı çalışmanın çarpıcı sonuçlarından birisidir. Bu nedenle bu hizmet modelinin bir proje olarak sunulmasından çok,
uygulanmakta olan Yönetmelik kapsamının genişletilerek, korunma altındaki
her bir çocuk için yapılacak kalıcı yerleştirme planının ilk aşamasında kendi
biyolojik ailesinin değerlendirilmesinin
yer alması anlayışı yerleştirilmelidir. Bir
başka deyişle; kuruluş bakımındaki çocukların ailelerinin koşulları düzeldikten sonra aileye dönmesi, nihai hedef
ve her çocuk için yapılacak kalıcı yerleştirme planında düşünülmesi ve değerlendirilmesi gereken ilk seçenek olmalıdır. Aksi halde, proje olarak ele alınan böyle uygulamaların ve etkilerinin
geçici olması ve dolayısıyla kuruluş bakımının -farklı biçimler altında da olsa-,
bakım sistemine ihtiyaç duyan çocuklara sunulan öncelikli model olmasının
önüne geçilememesi sonucu kaçınılmaz olacaktır.
KAYNAKÇA
Aguilar, M. S. (2007). Foster parent’s perception of their ınvolvement in the reunification process. A Thesis of Master Degree.
California: California State University Department of Social Work.
Ayni ve Nakdi Yardım Uygulamalarına İlişkin Genelge. Tarih: 01.07.2005.
Ayni ve Nakdi Yardım Desteği ile Eve Dönüş Uygulamalarında Dikkat Edilecek Hususlara İlişkin Genelge. Tarih: 14.04.2005.
Barbell, K. ve Freundlich, M. (2001). Foster
care today. Casey Family Programs, Washington, DC.
111
Toplum ve Sosyal Hizmet
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi. Kabul Tarihi: 20.11.1989. Türkiye Hak
İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Haklar ve
Özgürlükler Antolojisi, Haz: Aktan, Ç.C.,
Vural, İ. Y. ve Aktan, T. (2000), Ankara.
http://www.shcek.gov.tr/Projeler/Aileye_
Donus_ve_Aile_Yaninda_Destek.asp.
McCroskey, J. and Meezan, W. (1998).
Family-centered services: Approaches and
effectiveness. The Future of Children, 8(1),
54-69.
Needell, B. (1996). Placement stability and
permanence for children entering foster
care as infants. A Thesis of Doctor Degree, Berkeley: University of California Social Welfare Faculty.
Shaw, T. V. (2006). Reentry into foster care
system after reunification. Children and Youth Services Review, 28(11), 1375-1390.
SHÇEK Kanununa Bir Ek Madde Eklenmesi Hakkında Kanun. Kanun Numarası:
3413. Kabul Tarihi: 25.02.1988. Resmi Gazetede Yayımlanma Tarihi: 02.03.1988.
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu. Kanun Numarası: 2828. Kabul
Tarihi: 24.05.1983. Resmi Gazetede Yayımlanma Tarihi: 27.05.1983.
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği. Resmi Gazetede Tarihi: 28.09.1986. Resmi Gazete Sayısı: 19235.
Terling, T. L. (1998). Family reunification
practices of child protective services: Interventions and outcomes. A Thesis of Doctor Degree, Austin, Texas: The University of
Texas at Austin.
112
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Akbaş
Araştırma
SOSYAL HİZMETLERİN
SİVİL OLUŞUMUBERLİN’DEKİ GÖÇMEN
SİVİL TOPLUM
ÖRGÜTLERİ ÜZERİNE
BİR ARAŞTIRMA
Civil Formation of
Social Services- A
Research on Migrants’
Non-Governmental
Organizations in Berlin
Emrah AKBAŞ*
*Dr., Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
ÖZET
Bu çalışma; neo-liberalizmin bir uzantısı olarak sosyal hizmetlerdeki dönüşümün
ideolojik çerçevesini oluşturan yönetselliğin
göçmen sivil toplum örgütlerinin etkinliklerini ve dolayısıyla göçmen kimliğinin oluşumunu şekillendirmede nasıl bir etkide bulunduğunu anlamaya çalışmakta ve hem sosyal
hizmetlerin hem göç çalışmasının göçmen
pratiklerini gerçekten anlayabilmesi ve yerleşiklerle göçmenlerin biraradalığının mümkün olabilmesi için sınıfsal çözümleme olasılığını tartışmaya açmaktır.
Anahtar Sözcükler: Sosyal hizmetlerin sivil
oluşumu, yönetsellik, dayanışma, göç, sivil
toplum örgütleri, neo-liberalizm
ABSTRACT
This study tries to understand how managerialism, which constitutes the ideological
framework of the transformation of social
services in line with the neo-liberal consensus, shapes the activities of the migrant
NGO’s and thus the formation of the migrant
identity, and proposes the possibility of a
class analysis in order for both social services and migration study to understand migrant practices, and for the real integration
of both the locals and migrants.
Key Words: Civil formation of social
services,
managerialism,
solidarity,
migration, non-governmental organizations,
neo-liberalism
GİRİŞ
Neredeyse yüz yılı aşkın süredir ulusdevleti tanımlayan en önemli niteliklerinden biri refah devleti olgusudur.
Bununla birlikte 1980’lerle başlayan
süreçte refah devleti olgusunun ulusdevleti niteleme potansiyeli bir hayli aşınmıştır. Refah devletinin yaşadığı iddia edilen krize verilen yanıt, liberalizmin ihyası ve bunun tüm siyasal ve toplumsal alanları dönüştürmesi olmuştur. 1980’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde Reagan, İngiltere’de
Thatcher, Almanya’da Kohl ve ülkemizde Özal’ın politikalarıyla belirginleşen muhafazakar yeni liberalizmin en
113
Toplum ve Sosyal Hizmet
önemli işlevlerinden biri kamu harcamalarının kısılması olmuştur.
1990’lara gelindiğinde önemli tartışma
konularının başında devletleştirme–
özelleştirme tartışması geliyordu. Muhafazakar neo-liberal siyasetin bu tartışmaya verdiği yanıt ise bu ikili karşıtlığı ortadan kaldıracak bir öneri olmuştur. Özerkleşmenin temsil ettiği (Rosanvallon, 2000) yeni alanda yeni dayanışma biçimleri üreterek devlet talebi azaltılacaktır. Buna göre, daha güçlü bir sivil toplum yaratılmalı ve yalnızca piyasa ve devlet kutuplarına gönderilmiş alanlar değil, toplumda varolan
dayanışma alanları geliştirilmelidir (Rosanvallon, 2000).
1990’lar böyle bir toplumsal dönüşümü ortaya çıkaracak hukuksal düzenlemelere sahne olmuştur. Artık (özellikle
İngiltere’de) komşuluk grupları, yardımlaşma ağları, sosyal hizmet sunan ticari yapılar gibi örgütlenmelerin hukuksal
meşruiyeti olacaktır. Bu süreç, kolektif
dayanışmanın refah devletinden bağımsız olarak kurulumunu işaret etmektedir.
Bu çalışmanın “sosyal hizmetlerin sivil
oluşumu” kavramıyla açıkladığı bu süreçte refah devletinin rolleri geniş toplum yapılarınca üstlenilmeye başlanmıştır. Bu süreçte örneğin çocuk bakımı alanında dahi toplumsal olanın devlete ait olanın yerine geçmesi bir hak
olarak tartışılmaya başlanmıştır (Rosanvallon, 2000). Bu durumda, toplumsal girişimler çocuk bakımı, yaşlılık, engellilik gibi alanlarda geleneksel olarak
devletin sorumluluğunda olan hizmetleri üretmeye talip olduğunda, devlet
bu girişimlerle bir sözleşme yapmakta
ve çoğu zaman vergilerini azaltmakta,
kimi zaman ise mali yardımlar sunabilmektedir. Böyle bir yapının en belirgin
114
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
hizmet sunma modeli ise sivil toplum
örgütlerinin ve yerel yapıların sunduğu
sosyal hizmetler olmaktadır.
Bu çalışma çerçevesinde, sosyal hizmetlerin sivil oluşumu ya da yönetsel sosyal hizmet sunumu; bir ulusötesi toplumsal alanda varolan göçmenlerin cemaatçi yapılarının yeniden üretilmesine katkı veren bir araç olarak işlev
görmektedir. Ulusöteci pozisyon, söz
konusu toplumsal alanları, artan iletişim ve ulaşım olanaklarıyla ilişkilendirirken, bu çalışma yalnızca iletişim ve
ulaşım olanaklarının değil, değişen yönetsellik anlayışının ve dönüşen sivil toplumun bu alanları nasıl yeniden
ürettiğini, çoğu zaman bu ulusötesi toplumsal alanları değil, gettoları yeniden
ürettiğini ve bu sürecin son çözümlemede öteden beri dayanışmacı ve cemaatçi ağlara bağlı olarak şekillendiğini ileri sürmektedir.
Bugün Almanya’da çokkültürlü yaşamın vazgeçilmez öğesi olarak, Berlin’de
yaklaşık 200 kadar Türkiye kökenli sivil toplum örgütü bulunmaktadır. Bunların hemen hemen yarısı sadece tabeladan ibaret kalmıştır. Geri kalanların yarısını hemşehrilik dernekleri oluştururken, bu kuruluşların pek azı “modern” anlamda sivil toplum örgütü gibi
faaliyet göstermektedir. Bu çalışma
muhafazakar neo-liberalizmin dönüştürdüğü toplumsal alanın yeni dayanışma biçimlerinden biri olarak sosyal hizmetlere odaklanıyor ve bu dönüşümün
Berlin’deki göçmen sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerine olan etkisini anlamaya çalışıyor.
YÖNTEM
Katılımcı gözlem tekniğini benimseyen alan araştırmasında araştırmacı
Akbaş
araştırdığı alanda etkinliklere katılmak,
araştırdığı alanın bir parçası olmak durumundadır. Alandakilerle birlikte yaşama zaman ayırmak, onların gözlüklerini takabilmek, gözlemler yapmak ve
her an herhangi bir sorunun yanıtını almak gibi avantajlarıyla, “etnografik” adı
da verilen, alan araştırması (Spradley
1979:25-26; Neuman 2003:363-370)
bu araştırma için en uygun yoldu.
Çalışma Grubu
Çalışma grubu; Berlin’de yaşayan Türkiye kökenli göçmenler ile Berlin’deki
yaklaşık iki yüz Türk sivil toplum örgütünden oluşmaktadır. Göçmenlere ulaşmada ve sivil toplum örgütlerinin seçiminde amaçlı örnekleme yoluna gidilmiştir. Amaçlı örneklemenin temeli, evrenin soruna en uygun olduğu
düşünülen alt parçalarından bilinçli olarak, çoğu zaman homojen, kimi örneklerin seçimine dayanır (Patton, 1990).
Bu çerçevede gözlem ve görüşmelerin
kapsamına giren sivil toplum örgütleri
aşağıdaki gibidir:
• Türk Alman Merkezi (TürkischDeutches Zentrum e.V.)
• Halkçı Devrimci Birliği (Progressive Volkseinheit der Türkei in Berlin
e.V)
• Türk Veliler Birliği (Türkischer Elternverein in Berlin und Brandenburg e.V.)
• Berlin Türk Cemaati (Türkische Gemeinde zu Berlin e.V.)
• Berlin Türk Toplumu (Türkische
Bund Berlin-Brandenburg)
• Kreuzberg Türk Bakımevi
• AWO (Arbeiter Wohlfahrt Bundesverband e.V.)
Amaçlı örnekleme çerçevesinde yukarıdaki sivil toplum örgütlerinin seçilmesinin gerekçesi, bu örgütlerin göçmen
toplumunun ideolojik bakımdan farklı
kesimlerini temsil ediyor olması ve dönüşen sosyal hizmet sunum sistemi bakımından ya iyi uygulama örnekleri olması ya da bu sisteme karşı duruşuyla öne çıkmış olmasıdır. Diğer yandan,
iki de profesyonel sosyal hizmet kurumu
seçilmiştir. Bunun nedeni, dönüşen sosyal hizmet sunum anlayışının profesyonel sosyal hizmet kurumlarını ve sosyal
hizmet uzmanlarını nasıl aşındırıyor olduğunu daha yakından gözlemlemektir.
Veri Toplama Araçları
Araştırmada derinlemesine görüşme
ve katılımlı gözlem teknikleri kullanılmıştır.
Veri Toplama Süreci
Araştırma
01.9.2007-01.12.2007,
10.4.2008-20.10.2008 ve 10.10.200925.10.2009 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir.
BULGULAR
Alman Devleti’nin sosyal projeler yoluyla sivil toplum örgütlerine havale ettiği
kimi sosyal hizmet alanlarından göçmen sivil toplum örgütlerinin payını almasının sözde “amaçlanmayan/öngörülmeyen sonuçları”, göçmen toplumsal yapısı üzerinde önemli etkilere yol
açmıştır, ancak böylesi bir dönüşüm
henüz bir sosyal bilim araştırmasına
konu olmamıştır.
Alman Devleti’nin bir kısmını özellikle göçmen sivil toplum örgütleri aracılığıyla sunduğu hizmetleri kabaca şöyle sıralayabiliriz (Uyum ile Gelen Fırsatlar, tarihsiz):
115
Toplum ve Sosyal Hizmet
Yeni gelenler için ilk danışma hizmeti, Uyum kursu, Kadınlara yönelik kurslar, dil kursu, Çocuklara yönelik erken dil teşviki, Gençlere yönelik teşvik, Vatandaşlık mevzuatı ve vatandaşlığa geçiş, Sağlık önlemleri, erken teşhis, hamilelik, anneliğin korunması, Ebeveyn parası, ebeveyn zamanı, çocuk parası,
Çocuk zammı, Nafaka avansı, Çocuklara gündüz bakım hizmeti, okul
öncesi olanaklar, Okul, yüksek öğrenim, yetişkinlere yönelik eğitim,
Devlet tarafından sağlanan eğitim
teşviki, Meslek danışmanlığı, meslek eğitimi, istihdam yeri, Yabancılar için iş olanakları, Meslek eğitimi
teşviki, İş arama, iş bulmada aracılık, Gençlere yönelik iş güvenliği,
çocuk işçiliğinin yasaklanması, Üniversite mezunlarına yönelik meslek içi eğitim, Hastalık, engelli olmak, madde bağımlılığı riskleri, Yasal ve özel hastalık sigortası, Ücretsiz aile hastalık sigortası, Engelli insanlara yönelik yardımlar, Uyuşturucu ve madde bağımlılığı ile ilgili
danışmanlık, beslenme bozuklukları, AIDS danışmanlığı, Odaklanma
yetersizliği/hiperaktivite, Kira yardımı, Kiracı güvenliği, Sosyal konutlar, Acil durumlara karşı ve önleyici
güvenlik tedbirleri, İşsizlik sigortası, Yasal kaza sigortası, Sosyal yardım, Yasal emeklilik sigortası, Yaşlılık ek sigortası, Emekliler ve çalışma yetisi olmayanlara temel güvence, bakım, Çocukların ve gençlerin
korunması, Mağdurlara yardım ve
tazminat, Tüketici güvenliği, Fiyat
ve kalite karşılaştırması, tüketici danışmanlığı ve Borçlu danışmanlığı
Yukarıdaki hizmetlerin önemli bir bölümü göçmen bakım şirketleri veya sivil
116
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
toplum örgütleri tarafından, yönetsel
sosyal hizmet sunumunun öngördüğü
gibi, devletle yapılan bir sözleşme yoluyla yürütülmektedir. Bakım şirketleri, devletle yaptığı sözleşme gereği, finansmanı doğrudan sağlarken; sivil
toplum örgütleri “sosyal projeler” yoluyla sosyal hizmet sektörüne girmektedir.
Finansman; Federal Hükümet, Senatolar ve Çalışma Ajansı (Arbeitsagentur)
tarafından sağlanmaktadır.
Berlin’deki Türkiye kökenli göçmen sivil
toplum örgütlerinin yönetsel sosyal hizmet sunumu ile birlikte dönüşümü çözümlemeden önce göçmen sivil toplum
örgütlenmesinin tarihsel gelişimini kısaca incelemekte yarar vardır.
Türkiye Kökenli Sivil Toplum Örgütlenmesinin Geçmişi
1960’larda Türkiye’den ilk gelen göçmen kuşağın sivil toplum örgütlenmesinin çerçevesini tümüyle Türkiye odaklı
çalışmalar oluşturmuştur. Bir süre çalışıp, para biriktirip memleketlerine dönme umuduyla buraya göç etmiş olan
ilk kuşak göçmenlerin zihni tümüyle
Türkiye’deki gelişmelerle meşguldür.
Türkiye odaklı çalışmaların ideolojik
çerçevesi Türkiye’deki siyasal ve ideolojik ayrımların doğrudan yansıması biçimindeydi. Yaşadıkları yerde karşılaştıkları toplumsal sorunlara odaklanmayan göçmenlerin siyasal ve ideolojik tutumları da dönüşme veya evrilme potansiyelini yitirmiş ve salt Türkiye’deki
gelişmeleri çözümleme eğilimde olmuştur.
Türkiye odaklı çalışmalar yürüten sivil toplum örgütleri daha fazla göçmeni etkileyebilmek için göçmenlerin gündelik yaşamda karşılaştıkları kimi sorunların çözümünde yardımcı olmaya
Akbaş
çalışıyordu. Niyetleri göçmenleri siyasal olarak etkileyebilmekti. Türkiye
odaklı örgütlenmenin devamını sağlayan en önemli gelişmelerden biri de
12 Mart darbesiydi. Darbenin ardından
Berlin’de Türkiye odaklı siyasal çalışmalar yürüten solcu sivil toplum örgütlerinden başka ve aslında daha önce
kurulan örgütlenmeler ya cami dernekleri biçimindeydi ya da İslamcı oluşumlardı. Süleymancıların İslam Kültür
Merkezleri ve Milli Görüş Hareketi başı
çeken örgütlenmelerdi.
Hemşehri dernekleri olgusu ilk döneme
değil, büyük oranda 1990’lara ait bir olgudur ve daha çok neo-liberalizmin
yeni dayanışma biçimlerinin ilk görünümlerinden biri olarak ortaya çıkmıştır. Ulusötesi bir toplumsal alan yaratmaya başlayan göçmenlerin bunun için
kurdukları ağların başında hemşehrilik
ilişkileri geliyordu. Bununla birlikte, ilk
dönem dayanışmanın odağı dindir.
1980’lere gelindiğinde, 12 Eylül darbesiyle gelen siyasal sığınmacıların varlığına ve belli oranda etkisine karşın sivil toplum örgütlenmesinde yoğun Türkiye odağından yavaş yavaş vazgeçilmeye başlandı. Göçmenler artık yerleşiklik duygusu hissetmeye ve burada
karşılaştıkları sorunlara odaklanmaya
başlamıştı.
1980’lerde yerleşiklik duygusunu tetikleyen kimi gelişmeler yaşandı. Belli sayıda göçmen Türkiye’ye dönmeyi
başarmıştı. Ancak diğer yandan göçmenlerin iktisadi durumu zayıflamaya
ve işsizlik oranları artmaya başlamıştı. Hal böyle olunca, bir yandan yerleşiklik çoğu için kaçınılmaz oldu ve yeni
durumda karşılaşılan sorunlar sivil toplum yapılanmasının odağını dönüştürmeye başladı.
İkinci kuşak göçmenler, yerleşiklik duygusunu daha derin hissetmeye ve kendi hak ve çıkarları için örgütlenmeye niyetliydi. Böyle olunca, 12 Eylül darbesinin ardından gelen siyasal sığınmacıların örgütlenme üzerindeki etkisi 12
Mart’takine göre daha zayıf oldu ve
ikinci kuşağın istekleri belirleyici olmaya başladı.
Yönetselliğin Dönüştürdüğü
Göçmen Sivil Toplumu
Öyle görünüyor ki, benim “yeni hayırseverlikler” kavramıyla karşıladığım
yeni etkinlikler, neo-liberalizmin büyük
başarısı olarak, devletin, yurttaşlarına
karşı sorumluluklarını üstünden atması
için önemli bir yardım sağlıyor. Bu yeni
sosyal hizmet sunumunda devletin rolü
yalnızca malların ve hizmetlerin sunumunu denetlemekten ibarettir (Gewaehrleistungsstaat). Refah devletinden
neo-liberal ekonomi-politiğe doğru dönüşüm, yurttaşlık idealini salt ekonomik bir metaya indirgiyor. Bu sürecin
toplumsal hayattaki yansımasının, hızla artan marjinalleşme ve incinebilirlik
olacağı şüphesi, tüm sosyal bilimcilerin
zihnini meşgul etmelidir.
Yönetselliğin dört temel ilkesi; tasarruf,
piyasa güçleri, adem-i merkeziyetçilik
ve hesap verilebilirlik olarak tanımlanmıştır (Langan, 2000: 160). Özellikle
sonuncu ilkenin gerçekte ne kadar etkili olacağına dair yapılan çalışmalar, yönetselliğin en zayıf karnı olarak hesap
verilebilirliği göstermiştir.
Yönetselliği neredeyse bir ideoloji olarak ele alan Enteman’a göre (1993), kapitalizmden farklı olarak yönetsellik ideolojisi bireyi değil kurumları dikkate almaktadır. Enteman’ın savına göre, yönetselliğin hakim olduğu bir toplumda
117
Toplum ve Sosyal Hizmet
her bireyin bağlı olduğu bir de kurum
olmalıdır. Burada muhatap olarak kurumların varlığının anlamı açıktır. Toplumdaki bireyleri bir araya getirmenin
ve birbirleriyle dayanışmalarının sağlamanın yolu onları birtakım kurumsal
yapıların çatısı altında toplamaktır. Bu
kurumsal yapı bir sivil toplum örgütü de
olabilir, bir dinsel cemaat de olabilir.
Yönetselliği, verimliliği artırmak üzere
sosyal hizmetlerin yeniden yapılandırılması olarak ele alan Kirkpatrick ve arkadaşları ise (2005) yönetselliğin artan
sosyal harcamalara karşı işletmeci bir
önlem ve model olduğunu ileri sürmektedir. İşletmeci modelin esini ise özel
sektörün çalışma gelenekleridir.
Özmüş (2005) bu sürecin iki sacayağının yerelleşme ve özelleştirme olduğunu savunur. Buna göre, devlet örgütlenmesi artık yerellik esası üzerine kurulmaktadır. Diğer yandan, devlet yalnızca düzenleyicilik rolünü üstlenmekte ve
“sosyal devlet” niteliğinden geri adım
atmaktadır. Ancak Özmüş’ün ve çoğu
diğer sosyal bilimcinin tartıştığı çerçeveyi aşmakta yarar vardır. Söz konusu
süreç, Rosanvallon’un savunduğu gibi
(2000), bir tür devletleşme – özelleşme
ikili karşıtlığını aşıp özerkleşmeye doğru evrilmiştir. Yeni durumda artık devlet ve özel sektörün iki ucunu oluşturduğu bir tür kutuplaşma yoktur. Aksine
devletle özel bir sözleşme yapmak yoluyla özerk bir konuma erişen yeni bir
alan – sosyal alanın yeni aktörleri – söz
konusudur.
Bu çalışmanın odaklandığı Almanya’da
yaşanan
dönüşüm
aslında
tüm
Avrupa’yı etkileyen genel dönüşümün
bir yansımasıdır. Lorenz (2001), Avrupa
refah sistemlerinin neo-liberal eğiliminin post-sosyal demokratik bir çizgiye
118
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
doğru evrildiğini ve bu sürecin sosyal
hizmet üzerinde ağır bir baskı yarattığını ileri sürüyor. Özellikle İngiltere gibi
Almanya da 1980’ler ve 1990’larda sosyal hizmet ve sosyal bakım alanlarında
piyasa kurallarını işletmeye koyuldu. Bir
yandan sosyal sorunlar tırmanırken, diğer yandan hükümetler sosyal harcamaları kısmanın yollarını arıyordu. Devletin vazgeçilemez arzı artık yalnızca
“gerçekten muhtaç olanlar” içindi (bkz.
“hak eden ve etmeyen yoksul” tartışmaları. Örn. Cavallo, 1989; 1995). Bu süreçte müracaatçılar müşteriye dönüştü ve farklı hizmet sunucular arasında
piyasa koşulları ve yarışmacılık esasları uygulanmaya başladı (Ehlert, 2003).
Almanya’nın sosyal hizmet sunan en
önemli kurumlarından biri olan AWO’da
çalışan bir sosyal hizmet uzmanının
şu sözleri 1990’ların başında başlayıp
2000’lerde zirve noktasına çıkan yönetsel sosyal hizmet sunumunun günümüzde önemli tartışma konularından
biri olduğunu gösteriyor:
…şimdi bu kritik zamanda ilk kıstıkları yer de bu sosyal hızmetler oluyo. Paralar kısılıyo yani. Ve şimdi
yeni 2010 için şeyler yapılıyo. Kısılcak da. Ee bunun yanında, paralel,
ay işte gönüllü çalışmalar destekleniliyo. İşte ne biliyim bi de öyle bişey var ki yani sosyal hızmet sanki aslında gönüllü olması lazım. Ve
sanki yani bunu meslek olarak, “hakikaten gerekiyo mu böyle sosyal
alanda uzmanlar? Bu çok insancıl
veya yani böyle gönüllü olarak yapması gereken bi görev mi topluma?”
Yani öyle bi tartışma var sanki toplum içinde.
Sosyal hizmet uzmanının vurguladığı gönüllü çalışmalar ve toplumda
Akbaş
yaratılan gönüllülük ruhu ilk bakışta bir
ulus bilincinin vazgeçilmez bir öğesi
gibi görünmekle birlikte, muhafazakar
neo-liberalizmin toplum anlayışına ilişkin en önemli ipuçlarından birini oluşturmaktadır. Buna göre, yurttaşlar temel yurttaşlık hakları konusunda dahi
devletten talepte bulunmayacak ve hayatta kalma stratejilerini salt “insancıl”,
“yardımsever” ve “gönüllü” bir zeminde
yaratacaklardır.
Tüm bu insancıl dayanışma çabasına
herhangi bir itiraz yükselecekse, bu itirazın önemli kaynaklarından biri de sivil toplum örgütleridir. Oysa neo-liberal
toplum mühendisliği, bir siyasal baskı
potansiyeli taşıyan ve aslında doğası
gereği siyasal olan sivil toplum örgütlerine de “devletin boş bıraktığı alanları
doldurma” işlevini yüklemektedir. Sivil
toplum örgütleri artık eleştirel doğalarından uzaklaşmakta ve toplumun dayanışma gereksinimini karşılayan, sosyal piyasanın birer aktörü olmaktadır.
Berlin’in sosyal projeler üretmek konusunda en etkin göçmen örgütlerinden
biri olan Türk Alman Merkezi’nin yöneticisi, işlevlerini şöyle tanımlıyor:
Yani toplum, sivil toplum devletin
ulaşamadığı yerlerde boşluğu doldurur. Kamu yararına doldurur. Ama
toplum bunu bilmiyo. Biz de bilmiyoduk. Bizim dernekçilik anlayışımız
Türkiye’de ideolojinin üzerine kurulmuş. O da anarşizme dayalı, temeline dayalı, yıkmak, yok etmektir. Sonra sonra bu boşluk görüldü.
Üniverstelerde yeni yeni bölümler
açılmaya başladı ama çok yeni.
Yönetsel sosyal hizmet sunumunun
araçsal bir işlev gördüğü neo-liberal iklimde yeknesak bir “hayali cemaat” kurulmaya çalışılmaktadır. Bu cemaat için
en büyük tehdit ayrımlar, özellikle ideolojik ayrımlardır. Türk Alman Merkezi’nin
yöneticisi, ideolojik ayrımları aşmada
sosyal hizmetlerin rolüne ilişkin anlamlı
bir karşılaştırma yapıyor:
Burdaki dernek anlayışı Türkiye’deki
gibiydi.
Ha
80
öncesinde
Türkiye’deki dernek anlayışı anarşizme dayanıyodu. Normal bi kamu
yararına bişey yok. Ha olur mu olmaz mı bilmem Türkiye’de. Çünkü
kamu da buna şey değil, açık değil. …Osmanlı’yla Cumhuriyet dönemi arasında. Osmanlı’da vakıflar vardır. Çok güzel çalışan vakıflar
vardır. Ama o anlayış kaybolmuştur
Cumhuriyet döneminde. Yani dernekçilik o şekilde, o vakıfçılık anlayışı Cumhuriyet döneminde ele alınıp geliştirilseydi, Türkiye’de anarşizm olmazdı.
Berlin Brandenburg Türk Toplumu yöneticisi yeni sosyal hizmet sunumunu
şöyle açıklıyor:
…o da Almanya’daki sosyal devlet anlayışından hareketlen, çok sayıda projenin taşıyıcısıyız, çünkü
Almanya’daki sosyal devlet uygulamasının bi temel ilkesi var, sosyal
faaliyetleri mümkün mertebe devlet
sivil toplum örgütlerine yaptırıyo. Finanse ediyo ama sivil toplum örgütlerine yaptırıyo. …ama temel ilke o.
Yani nedir, devlet çok dar anlamdaki
sosyal işleri kendi yapsın. İşte nedir
o? İş ve işçi bulma kurumu, sosyal
daire vs. Onun dışındaki faaliyetleri
sivil toplum örgütleri yapsın.
1980’lerle birlikte yerleşen yerleşiklik
duygusu, göçmen sivil toplum örgütlerini yavaş yavaş göçmenlerin sorunları üzerinde düşünmeye yönlendirdi.
Böylece göçmen merkezli bir yaklaşım
119
Toplum ve Sosyal Hizmet
oluşmaya başladı. Ancak 1990’larda yönetsel sosyal hizmet sunumunun
bir aracı haline gelmeye başlayan göçmen sivil toplum örgütlenmesi, göçmen
merkezli yaklaşımı siyasal bir zemine
taşıyamadı. Sınıfsal bir bakışı olan örgütlenmeler ise Türkiye odaklı çalışmalarını sürdürmeyi seçti. Göçmen örgütlerinin yoğun bir biçimde sosyal projelerle uğraşmaya başlamasının miladı ise, Alman Devleti’nin artık göç olgusunu resmen tanıdığını kanıtlayan
2000 yılındaki göç yasasıdır (Zuwanderungsgesetz). Bu yasa ile birlikte göçmen örgütleri, Almanya’daki göçmenlerin temsilcisi olarak görülmeye ve pek
çok devlet teşvikinden yararlanmaya
başlamıştır. Ancak Alman Devleti’nin,
göçmenlerin temsilcisi olarak “muhatap” aldığı göçmen örgütleri bu temsilciliği siyasal bir düzlemde yürütemeyecek denli yoğun bir biçimde sosyal projelerin içinde buldular kendilerini. Halkçı Devrimci Birliği yöneticisi bu sürecin
siyasal anlamını şöyle özetliyor:
Yani sivil toplum bağımlı şu an. Yani
bu sadece Türk sivil toplum örgütleri değil, bu Alman sivil toplum örgütleri de öyle. …yani bu küreselleşmeyle birlikte her şey kontrol altına alınıyor.
Göçmen sorunlarıyla göçmenlerin ilgilenmeye başlamasının önemli bir siyasal işlevi de kimi sorunların kaynağı olarak göçmenlerin görülmesi söylemi olmuştur. Doğrusu böyle bir söyleme meşruiyet kazandıracak denli sosyal sorun dökülmüştür ortaya. Aslında tümü birden sınıfsal kaynaklı sosyal
sorunlara ilişkin göçmenlikten kaynaklanıyormuş gibi algı ve söylem yaratılmaya başladı. İktisadi krizin ve artan işsizlik oranlarının meşru zemini böylece
yaratılmış oluyordu.
120
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Sivil toplum örgütleri 2000 yılından
beri acilen kendileri başladı meselelerine kendileri sahip çıkmaya. …para da kazanaraktan böyle, gençlerimize özgü projeler üreterek hayata geçiriyodu. Ama esasında bunların “siz de meselelerinize sahip çıkın” sinyali daha fazla zaruriyetten geldi. Duvarlar yıkıldığı zaman Berlin’de olan olay şuydu. Ufak ölçekli üretim yerleri, fabrikalar kapatmaya başladı. 70 km,
100 km içeriye gidip, doğu illerimize gidip, oradan teşvik primleri alıp
firmalarını, fabrikalarını yenilediler.
Ama burdaki kalifiyesiz olarak, düz
işçi olarak çalışan Türkiye kökenli
insanlarımız işsiz kaldı (Türk Veliler
Birliği yöneticisi).
Diğer yandan artan sosyal sorunlarla
baş etmek üzere göçmen sivil toplumunun rol almasını kolaylaştıran gelişmelerden biri de artık göçmenlerin bu tür
sosyal projelerde çalışabilecek kalifiye
elemanlara sahip olmalarıdır:
On beş sene öncesine kadar dernek, yabancı gruplar arasındaki
dernekler çok küçük çaplı çalışabiliyolardı. Çünkü sosyal alanda görev
yapabilecek elemanlar da çok azdı.
Fakat seneler ilerledikçe tabi sosyal alandaki imkanlar genişlemeye başladı, elemanların sayısı arttı. Bunlan beraber dernek çalışmaları çok daha geniş işler çıkarabiliyo
(Kreuzberg Türk Bakımevi’nde çalışan sosyal hizmet uzmanı).
Alman Devleti açısından, göçmen örgütlerinin bu hizmetleri götürmesi, bir
yandan maliyeti azaltmakta, diğer yandan işgücü tasarrufunu sağlamakta ve
işsizler için istihdam olanağı yaratmaktadır. Sosyal hizmetlerin bir disiplin/
Akbaş
yönetme aracı olarak gördüğü ideolojik işlev dikkate alındığında, devletin
toplumsal denetimi sağlamasının yönü
ise değişmiş, başkalaşmıştır. Önceleri
doğrudan profesyoneller yoluyla denetimi sağlayan devlet, şimdilerde – göçmenler özelinde – zaten denetim kurmakta zorlandığı gruplar üzerinde, onların sivil toplum temsilcileriyle bir sözleşme yapmak yoluyla denetimi sağlayabilmektedir. Böylesi yeni bir toplumsal denetim biçiminin – amaçlanmayan
sonuçları bir yana bırakılırsa – çok başarılı olduğu açıktır.
Almanya’da 1980’lerde ve 1990’larda
muhafazakar hükümetler, sosyal hizmetler ve sosyal bakımda piyasa ilkelerini yaşama öyle güçlü geçirdiler ki, temel amaçları devleti yüklerinden arınmış (the lean state) bir hale getirmekti.
Sosyal sorunların, yoksulluğun ve dışlanmanın artışta olduğu bir ortamda,
sosyal harcamalar azaltılacak ve “gerçekten muhtaç” olanlar için temel ihtiyaçlar temin edilecekti. Bununla uyumlu bir biçimde, hizmet alanlar, tüketici veya müşteriye dönüşecek ve farklı hizmet sağlayıcıları arasında piyasa
ilkeleri ve yarışma uygulanacaktı (Ehlert, 2003). Bu süreçte kimi keskin değişimler yaşanıyordu. Bunlardan bir bölümünü Ehlert şöyle sıralıyor (2003):
- Refah siyasalarının çalışma siyasalarına dönüşümü,
- Hak ve yükümlülüklere ilişkin yeni
tanımlar: Destekle ve talep et (Fördern und Fordern),
- Modern devlet – modern yönetim:
Birey sorumluluğu, gönüllülük, mahalle odaklılık,
- Etkililik ve verimlilik vurgusunda
artış,
- Sosyal hizmetlerde yeniden yapılanma ve örgütlenme (Neue Steuerung),
- Performans izlemesi ve ortak değerlendirme anlayışının gelmesi,
- Yasal idare ve gönüllü refah kuruluşları arasında başarı/performans
sözleşmeleri ve maliyet sözleşmeleri (Kosten, Leistungs und Zielvereinbarungen),
- Kuruluşlar arası yarışma ve düşük
maliyetli önerilere öncelik,
- Uzmanlaşmaya karşı genelci ve bütüncü sosyal hizmet yaklaşımları,
- Eğitimde yeni yapılar,
- Yeni sağlık ve sosyal bakım meslekleriyle yarışmaya ilişkin korkular,
- Sosyal hizmet mesleğinin statüsü
ve niteliklerine ilişkin belirsizlikler.
Neoliberal sosyal politikalar ve solidarizm arasındaki tuhaf ve devamlı ilişkilerin bir bakıma ayırt edici özelliklerinden biri olarak, sosyal politikada yaşanan dönüşümün ardındaki tetikleyici güç, muhafazakar siyasal iktidar olmuştur. Geleneksel Alman solidarizmi,
hem sosyal politikada yaşanan dönüşümün nedeni hem de sonucu olarak
belirmiştir. Kaçınılmaz bir biçimde, böylesi solidarist bir alanda, çoğu zaman
ayrımcılıktan yakınan ve o ya da bu nedenle enikonu içine kapanan göçmen
kitle yine solidarist temelde bir tepki vermek yoluyla yeni duruma uyum
sağlamıştır. Türk-Alman Merkezi üyesi,
bunu doğrulayan şöyle bir tepki veriyor:
En az Almanlar kadar birlik olmak
için çalışmak gerekiyo. Öyle birbirine bağlı, tutkunlar, milliyetçiler adamlar. Bizimkiler birbirinin
121
Toplum ve Sosyal Hizmet
guyusunu kazmakla meşgul. Bir
araya gelsinler diye, birlikte politika
oluşturalım istiyoruz.
Sosyal Hizmet Sunumunun
Ticarileşmesi
Muhafazakar neo-liberal iklimin büyük
arzusu olan devlet talebinin azaltılmasının sosyal hizmet alanlarındaki yansıması; bir yandan gönüllülerin ve sivil
toplum örgütlerinin bu alanlardaki varlığı, diğer yandan kolektif oto-hizmetlerin
(Rosanvallon, 2000), yerel aktörlerin ve
ticari girişimlerin artan önemi biçiminde
görülebilir.
Berlin örneğinde de oluşan sosyal piyasanın en önemli sonucu sosyal hizmet alanlarının ticarileşmesi olmuştur.
Söz konusu projelerle yoğun bir biçimde uğraşan ve uzunca bir süre de sosyal hizmet uzmanı olarak çalışan Türk
Veliler Birliği üyesi, bu sürece ilişkin
kaygısını şöyle ifade ediyor:
Ben şunu yüksek kapitalist düzeyde işleyen ülkelerde şunu görüyorum, şu kaygıyı yaşıyorum. Devletin ve o devleti yöneten hükümetlerin çeşitli “iyi yaptık, oldu” deyip
kendi özerk görevlerini yalnız özel
sektöre geçirmelerini kuşkuyla bakıyorum. Yani biraz önce söyledim,
özel yuvalar, özel okullar vardı, var.
Ama bu yüzden bütün yuvaları özelleştirme kampanyası yapıldı burda.
Yüzde 80’i okul öncesi eğitim yuvalarının özelleştirildi. Şimdi şu tartışma yapıldı. Şimdi biraz ateşi durdu.
“İlkokulları da özelleştirelim”. Yani
buraya gitmemesi lazım. Almanları
ayrı yuvaya göçmenleri ayrı yuvaya.
Tamam iyi bi olay, belli çıkar grupları için iyi. Ama toplumu daha çok
o dediğimiz paralel sınıflara bölüyo.
122
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Türk Veliler Birliği üyesinin “Almanları ayrı yuvaya göçmenleri ayrı yuvaya”
sözü bu çalışmanın ana savını çok iyi
ifade etmektedir. Yönetsel sosyal hizmet sunumu, genel olarak yeni toplumsal dayanışma alanlarına yaslanmaktadır, ancak göçmenler özelinde geleneksel dayanışma örüntüleri –yeni biçimlerle de olsa– yeniden üretilmektedir.
Almanya’da e.V. (kayıtlı dernek) statüsü dışında kurulan ve kamu yararına
hizmet üretmeyi hedefleyen kar amaçlı
bir başka yapı daha vardır. GmbH (Gesellschaft mit beschränkter Haftung)
adı verilen limitet şirketler sosyal hizmetlerden kar elde edebilmektedir. Yönetsel sosyal hizmet sunumuyla birlikte yalnızca GmbH’ların değil sivil toplum örgütlerinin yöneticileri de yaşamlarını sürdürecek maddi olanaklara kavuşmuştur. Hal böyle olunca, göçmenlerin göçmen sorunlarının çözümünde
rol alması, yönetselliğin en temel argümanlarından biri olan verimliliği sağlamış olmuyor. Bir tür yeni profesyonellerin alanı haline gelen göçmen örgütlenmesinde sosyal sorunlar nesneleşmekte ve araçsallaşmaktadır.
Projeler iyi niyetle başlamış olabilir. Yani katkı amacı da düşünülmüş
de olabilir belli sorunların çözümünde. Ama burda öyle bi yapılanma,
kurumsallaşma gerçekleşti ki, bu
iş artık sosyal problemlere, kültürel
sorunlara çözecek kurumlardan ziyade bi ticari mekanizmaya dönüştü
kurumlar. Para kazanma aracı oldu.
(Halkçı Devrimci Birliği temsilcisi).
Yönetsel sosyal hizmet sunumunun temel kabulleri göçmen sivil toplum örgütlerinin sunduğu sosyal hizmetleri de
belirlemektedir. Türkiye kökenli bir göçmen olan ve sosyal hizmet okulunda
Akbaş
çalışan öğretim elemanı, dönüşümün
kuramsal çerçevesini şöylece özetliyor:
Bu sistem 5-10 yılda her alanda
kuruldu. Özellikle yaşlılık alanında böyle. Her şey paketler halinde.
Saçını kesme 10 dakika, yıkama 15
dakika vs. Qualitätsmanagement
(Toplam Kalite Yönetimi), verimlilik
gibi kavramlar. İşletmenin modelini sosyal hizmetlere uygulayabiliriz
diye düşündüler.
Toplam kalite yönetimi esaslarına göre
biçimlenen meslek elemanı istihdamı
hizmetlere doğrudan etkide bulunmaktadır:
Evimizin kapasitesi 130 yataklı. Gelen her sakinimizle beraber biz personelimizi ayarlamak zorunda kalıyoruz. Çünkü Almanya’nın bir sistemi var. Bakım sistemi var. Bakım sigorta sistemi var daha doğrusu. Bu bakım sigortası sistemi içinde kişinin bakım dereceleri, ihtiyacına göre bakım derecesi veriliyo. Bu
bakım derecesi 1, 2, 3 diye sınıflandırılıyo. Ve gelen sakinin hem sayısı önemli hem de bakım dereceleri önemli. Çünkü o insanın bakıma
ne kadar ihtiyacı varsa ona göre de
personel sayısı artıyo ve iniyo veya
düşüyo her neyse. (Kreuzberg Türk
Bakımevi’nde çalışan sosyal hizmet
uzmanı).
Bu tür ticari sosyal hizmet kurumları ile
devlet bir sözleşme yapmakta ve maddi teşvikler vermektedir. Devlet böylece
bu hizmetleri doğrudan sunmanın yarattığı maliyeti büyük oranda azaltmış
olmaktadır.
Günlük bakım yapan, evde hastabakımı yapan kurumlar var. Bu evde
hasta bakımlar çocuk da olabiliyo,
genç de olabiliyo, yaşlı da olabiliyo. Ve bunlar özel kurum, yani ticari
amaçlı kurulan kurumlar. Ama onun
dışında eğitiminlen alakalı sosyal
çalışmaları devlet projeleri altında
yapılan dernekler yapıyo. Engellilerle ilgili merkezler de var. Bunların
da birçoğu ticari (Kreuzberg Türk
Bakımevi’nde çalışan sosyal hizmet
uzmanı).
Bu sistemde sosyal hizmet mesleğinin
önemi her geçen gün azalmaktadır. Ülkemizde önemli sosyal hizmet alanlarında sosyal hizmet uzmanlarının yaşadığı statü kayıpları doğrudan yönetsel sosyal hizmet sunumundan kaynaklanmaktadır. Almanya’nın en önemli sosyal hizmet kurumlarından biri olan
AWO’da çalışan sosyal hizmet uzmanı
sosyal hizmet mesleğinin aşınması sürecini çok açık ifade etmektedir:
Onlar şimdi yakınıyolar, ne biliyim
ben işte “gruplarımız dolu değil…”
Tabi grup şeyine göre para alınıyo.
Yani bi yerde işi ona bağlı aslında.
Yani bikaç ay o grup 8 çocuklan değil de 3 çocuklan çalışırsa, eninde
sonunda ya saatler kısıtlanır ya o
proje ölücek. Yani böyle bisürü sorun da var. …3 çocuk varsa 3 çocuk
için alıyosunuz parayı. Yani uzun bi
süre böyle giderse AWO dicek ki
“ya bu böyle gitmez, ikinizden biriniz biriniz gitmelisiniz. Bu kadar çocuğa 4 kişi lazım değil.”
Böylesi bir sosyal hizmet sunumunun
en önemli sonuçlarından biri, bir yandan
etnik piyasalar yaratarak, diğer yandan
dini cemaatler oluşturarak, iyiden iyiye
içe kapanan göçmen toplumunun, türlü toplumsal alanlarda, uyum taleplerine kayıtsız kalarak, gettovari yapısını yeniden üretmesi olmaktadır. Bakım
123
Toplum ve Sosyal Hizmet
şirketlerinden biri olan, Kreuzberg’teki
Türk Bakım Evi’nin tanıtım sloganı şöyledir: “Emin ellerdesiniz – Bize güvenin! (In sicheren Händen – vertrauen
Sie uns!)”. Kurum, tanıtımını şu ifadelerle yapmaktadır:
Burada bulunan Türk vatandaşlarımıza, kültürel ve etik inançlarını dikkate alarak modern bir bakım tesisinin tüm imkanlarını sunmaktadır.
Türk bakım personeli, helal yemekler, bireysel ilgi ve kültürel anlayışınıza uygun bakım ile, kendinizi iyi ve
daha özgüvenli hissetmenizi sağlayacaktır (Türk Bakımevi broşürü).
Türk Bakımevi’nde çalışan sosyal hizmet uzmanı da bu sosyal hizmet sunumunu şu sözleriyle meşrulaştırıyor:
Almanlarla çalışıyosunuz ama Türk
insanını bir Türkten başkasının bu
kadar tanıması mümkün değil. Bu
insanlarımız bir başka kuruma gidip
de bakıma muhtaçlık durumlarında kaldıklarında gerçekten çok büyük zahmet çekiyolar. Çünkü onlara, onların ihtiyaçlarına yönelik hizmet vermeleri mümkün değil.
Bu aslında göçmenlerin zorunda bırakıldığı bir söylemdir. Çokkültürcü sosyal hizmet ideolojisi maalesef farklı kültürleri kaynaştıran değil, yalnızca birbirlerinden bağımsız birimler halinde kendi
pratiklerini gerçekleştirebilmelerine alan
açan bir işlev görmektedir. Bu durumda
“kültürel” gereksinimler ancak böyle kapalı yapılar halinde giderilebilmektedir.
Toplumsal dayanışmayı yeniden canlandırmanın önemli araçlarından biri de
doğal/geleneksel dayanışma örüntülerini işlevselleştirmektir. Alman sosyal
hizmet akademisyeninin aşağıda sözünü ettiği “mahalle anneleri” projesi
124
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
çokkültürcü sosyal hizmet uygulamasının aslında “kültürel olarak yetkin” uzmanlar yetiştiremediğini, devlet ile birey arasında birer aracı olarak, geleneksel dayanışmanın en önemli simgelerinden biri olan “anne”lere gereksinim
duyulduğunu göstermektedir.
Do you know Stadtteilmutter? They
are Turkish migrants and you have
the social services. They selected
300 Turkish and Arabic mothers.
They trained them. So kid can go to
the kindergarten. Social service. So
they are like mediation. So they are
like German language Lotsen. They
are like guides. They are mediator
between Turkish Arabic population
on one side, migrants and administration, social services. They are trained. They make home visit. They
do social service. …They are paid. I
don’t know how much they are paid.
Mahalle annelerini biliyor musun?
Bunlar Türk göçmenler. Bir yanda
da sosyal hizmetler var. 300 Türk ve
Arap anneyi seçtiler. Eğitim verdiler. Çocuklar yuvaya gidebilsin diye.
Sosyal hizmet. Yani bir tür arabuluculuk gibi. Bir bakıma Almanca Kılavuzları gibiler. Kılavuz gibiler. Türk
ve Arap nüfusu ile, göçmenler ile
yönetim ve sosyal hizmetler arasında arabulucular bunlar. Eğitim
almışlar. Ev ziyaretleri yapıyorlar.
Sosyal hizmet yapıyorlar. …Para
alıyorlar. Ne kadar para aldıklarını
bilmiyorum.
Yönetselliğin Profesyonel Sosyal
Hizmet Alanlarındaki Yansıması:
Çokkültürcü Sosyal Hizmet
Çokkültürcü sosyal hizmet uygulaması
yönetselliğin ideolojik ikliminin önemli
Akbaş
bir unsuru olarak sosyal hizmet uygulamasına devrimsel bir etkide bulunmuştur. Bu çalışma, söylemsel düzlemde
“farklılıklara saygı”yı vurgulayan çokkültürcü sosyal hizmetin pratikte farklılıkların ötekileşmesine hizmet ettiğini savunmaktadır. Bu çalışmanın önerisi olan sınıfsal bakış açısı, farklılıkları yalnızca sınıfsal çelişkiler düzleminde görmekte ve kültürel farklılıklar karşısında “renkkörü” bir tavır almaktadır.
Çünkü farklılıklar farklı birimler halinde ele alındığında, bir yandan bu farklılıklara ilişkin önyargılar yeniden üretilebilmekte, diğer yandan toplumdaki asıl eşitsizlikler görünmez kılınabilmektedir.
Çokkültürcü uygulamalar ilk bakışta
türdeş ve tekkültürlü ulus-devletin çoğulluklar üzerindeki baskıcı niteliğinin
giderilmesini ve herkes için toplumsal
eşitliğin savunulmasını ifade etmektedir (Gutmann 1994, Goldberg 1994,
Kymlicka 1995, Favell 1998, Willett
1998, Parekh 2000). Bununla birlikte,
Reisch (2007) çokkültürcü sosyal hizmet uygulamasını, sosyal hizmet sunumunu “gettolaştırmakla” suçlamaktadır.
Ona göre, çokkültürcülük, sosyal adaleti hedefleyen geniş yapısal analizler
yerine dar alternatif uygulama ve araştırma modellerine odaklanmıştır. Çokkültürcülüğün bu açmazını aşabilmesi
için eleştirel yaklaşımlardan daha çok
yaslanması gerekmektedir. Örneğin
Özgür-Sayar’ın çalışması (2009) çokkültürcü sosyal hizmeti sınıf bakış açısıyla ele almaktadır.
Sosyal hizmet okulunda çalışan göçmen sosyal hizmet akademisyeninin şu
sözleri çokkültürcü sosyal hizmet uygulamasına ilişkin çok çarpıcı bir eleştiridir.
Inter-kültürel sosyal hizmet çalışmaları kültürel oyuncuklar gibi. Yok benim çayım, dönerim; senin wurst’un
(sosis) gibi. Yapısal nedenlerle ilgilenmiyor bu çalışmalar.
Kültürün özellikle 1970’lerle birlikte sosyal bilimlerde başat ilgi konularından
biri olmakla kalmayıp, sosyal bilimlerin
ontolojisini yeniden tartışmaya açan bir
boyutu vardır. Bu yönüyle, öznelliği ve
bağlamsallığı sosyal bilimlerin merkezine yerleştiren kültür tartışması, diğer
yandan, özellikle post-yapısalcılığın
güçlenmesiyle birlikte büyük anlatılara
karşı da bir eleştiri alanı açmıştır. Farklılıklarla bir arada yaşamak ve ötekine
saygı gibi toplumsal yaşamı biçimlendirici boyutlarıyla oluşan bu yeni alanın
tüm büyük anlatılara itirazı, toplumdaki
sınıfsal çelişkilerin çözümlenme potansiyelini de belirsizleştirmiştir. Bu yönüyle, gerçek toplumsal yaşamdaki eşitsizliklere ve hiyerarşik ilişkilere karşı güçlü ve güçlendirici bir eleştirisi olan çokkültürcü yaklaşım, eşitsizliklerin yapısal nedenlerini göremediği oranda yalnızca neo-liberal uzlaşının bir boyutunu
oluşturmaktan öteye geçememektedir.
Çokkültürcülük yaklaşımı, farklı kültürleri “otantize” ve “egzotize” ettiği oranda içermekte ve aslında farklı kültürlerin ötekileştirilmesine söylemsel bir
meşruiyet kazandırmaktadır. AWO’da
çalışan sosyal hizmet uzmanı, göçmenlerin aslında “bir arada” yaşamaya
ne denli istekli olduğunu ve bu bir aradalığın oluşamamasının suçlusu olmadıklarını şöyle ifade ediyor:
Yani ben mesila bu çocuklar dışında,
anneler için kurs veriyorum. Sırf anneler için. Eğitim sorunlarınla ilgili yani.
“Güçlü Annelere, Güçlü Anne Babalara Güçlü Çocuklar Gerekir” adında bi
125
Toplum ve Sosyal Hizmet
proje bu. Oraya gelen annelerin yüzde
99’u Türk. Ama onlar, yani bunları kendileri dile getiriyolar. Çok çok büyük bi
istekleri, ilgileri var başka kültürden gelen, yani sade Alman değil, “başka insanlarlan tanışalım, konuşalım, ya işte
ne bileyim, çocuk bahçesine gidiyoz,
hep aynı kadınlar işte hep aynı komşu. Hiç başkaları” gelmiyo mu buraya
felan. Büyük bir ilgi var. Onlar da “nasıl yapsak, nereye gitsek” bilmiyolar. Ve
hatta hatta diyolar “sen bu kursa çağramaz mısın” böyle. Almanlar eksik (gülüyor). …Ama bazen şunu da duyuyorum. Böyle bazı uzmanların, ne bileyim
bir kendimiz eğitim gördüğümüz zaman, kurslara girdiğimiz zaman, böyle
bir yakınma, “ya hiç işte çok kendilerini geriye çekiyolar, kapanıyolar. Biz Almanlar işte hiç onlarlan bir, böyle nasıl
diyim bir diyalog yok”.
Aynı sosyal hizmet uzmanı, çükkültürcü sosyal hizmet uygulamasının pratikteki çelişkilerini de ifade ediyor:
Yani burda sürekli olarak konu olan
interkulturele öfnung dedikleri bu
değişik kültürlere işte açılış yani, diversity management (farklılıkların
yönetimi). Bu herkezin dilinde olan
moda bi kelime. Yani daha önceleri integration’du, şimdi diversity management oldu ama fakat yani bunun arkasında yatan düşünce, fikir
aslında aynı. Yani her gelen insanı burda olduğu gibi kabullenelim.
Yani ne bileyim ben, ona bizde ne
varsa verelim, o kendinde olanları bizlen paylaşsın ve böyle zengin
bir toplum oluşsun. Fakat gerçekte veya iş hayatında bu böyle değil. Ne kadar burda çalışan uzmanlar kendilerinden “ya biz yabancılara karşı değiliz. Yok a çok, nasıl diyim, herkeze karşı açığız” diyolarsa
126
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
da, işlerinde bu belli olmuyo. …Biz
bu işe başladığımızdan beri, yani
şu Kreuzberg’te heralde tanımadığımız aile kalmadı. 16 aileylen çalışıyoruz ama bunlar tabi “aa oraya
gittik, böyleydi, şöyleydi” diye çok
çabuk dağılıyo ortada bu. Çünkü
biz gerçekten ailelerin içine giriyoruz. …Hepimizin önyargısı var. Yani
eminim benim de var. Ama önemli
olan durup, bi kendini sorgulamak.
Ama bunu yapmadığımız zaman,
karşımızdaki o yardıma ihtiyacı olan
insanla aynı hizada şey kuramıyoz.
Eşit bir diyalog kuramıyoruz. Sürekli yukardan aşağa oluyo bu. Bu kendimizden yola çıkarsak, arayı açıyo.
Yani o insan bana karşı açılmıyo,
daha çok kapanıyo. Bu hatayı görüyorum ben diğer projelerde.
Kültürler arası uygulama yalnızca söylemsel bir alanda kalmış görünmektedir. Zaman içinde tüm çokkültürcü söyleme karşın göçmenlerin önemli pozisyonlara hala erişememesi; ikincisi ise
göçmen örgütlerinin artık hak talebinde bulunan yapılar olmaktan çıkmasıdır. Çokkültürcü uygulamayı neo-liberal
uzlaşının önemli bir parçası yapan da
budur. Göçmenler “farklı”, “egzotik” ve
“otantik” yapılarıyla geniş toplum kesimlerinin birer birimi olabilmekte, ancak toplumu kuran unsurlardan biri olamamakta ve bunu talep etmekten de
uzaklaşmaktadır.
Yeniden Sınıfsal Çözümleme
…Bunu söylemiyolar ama bunun
(getto yapısının) onlar için daha
iyi olduğu ben kanısındayım. Paralel toplum iyi ki oluştu. Oluşmasaydı Almanların başı daha çok
belaya giricekti yani. Fransa örneğini vermek istiyorum. Bir ülke
Akbaş
göçmenlerine “sen bizdensin, sen
busun” dediği zaman, Fransa’ya
göçen Algeria’dan (Cezayir) falan o
göçmenler, ama bunu da yapmazsan, çalışma dairesinde üçüncü sınıf gösterirsen o insanı, bilmem ne
gittiği zaman iş piyasasında meslek eğitiminde o gençleri dışlarsan
gençler öyle iki ay sokakları yakarlar, yıkarlar. Annesi de diyo ya, “sen
Fransızsın git talep” diyo onlara…
Şimdi buraya dönüyoruz. Uyuyo bizimkiler. Alman diyo “Türkten Alman olmaz” diyo. “Alman pasaportum var” diyo çocuk, talep ediyo.
Evde de zaten “ya oğlum biliyorum,
bizden Alman olmaz” diyo. Almansın kardeşim sen üçüncü generasyonda… Git talep et…
Türk Veliler Birliği yöneticisinin söylediği bu sözler aslında yönetselliğin muhafazakar neo-liberalizmin bir uzantısı olduğunu ve göçmen bireyin sınıfsal bir bakış açısı geliştirmesinin önünde engel oluşturduklarını kanıtlamaktadır. Yönetsellik göçmenlerin sosyal sorunlarını doğrudan göç ve göçmenlikle ilişkilendirmekte; yapısal nedenler ve
sınıfsal çelişkileri görünmez kılmaktadır. Sosyal sorunların çözümü ise geleneksel ve yeni dayanışma biçimlerine
dayalı sivil sosyal hizmet çalışmalarıdır.
Türk Veliler Birliği yöneticisinin “git, talep et” çağrısı belki de göç ve göçmenlikle ilişkilendirilen tüm sorunların insan haklarına dayalı ve demokratik bir
biçimde çözülebilmesinin anahtarıdır.
“Git, talep et” çağrısı, sınıfsal çelişkilerin farkında olmayı ve bir yurttaş olarak
hak talebini zorunlu kılmaktadır. Gerçek anlamda bir uyum (entegrasyon)
ancak sınıfsal bir bilinçle olanaklıdır.
Sınıfsal bir bilinç göçmen sorunlarına
analitik bakabilmeyi de sağlayacaktır.
Tabi tabi tabi. Şimdi siz elmayla armutu karıştırdığınız zaman elbette
ki çok yanlış sonuçlar çıkacak. Siz
Türk toplumunun geneliyle Alman
toplumunun genelini karşılaştırmazsınız. Bu toplum daha 40 sene önce
buraya işçi olarak gelmiş. İşçi sınıfına ait insanlar. Siz onları kimle karşılaştırabilirsiniz? Doğru sonuçlara ulaşmak istiyosanız, Türk işçi sınıfıyla o zaman Alman işçi sınıfını
karşılaştıracaksınız. Bakın o zaman
sosyal zayıf olan Alman sınıfındaki okuma oranı, üniversiteye gitme
oranı, lise bitirme oranı ne, Türklerdeki ne? E siz Almanın genelini alıyosunuz, öbür tarafa işçi sınıfından
gelme, sosyal zayıf insanları alıyosunuz. Koyuyosunuz karşı karşıya.
Diyosunuz ki, Almanlarda şu kadar,
Türklerde şu kadar. Elbette ki çok
farklı sonuçlar ortaya çıkıyo yani
(Berlin Türk Cemaati temsilcisi).
Sınıfsal bir bakış açısıyla bakıldığında,
göçmenlerden kaynaklanıyor gibi algılanan veya göçmenliğe atfedilen pek
çok sorunun aslında sınıfsal bir temeli
olduğu ve yerleşiklerin de bu sorunları
belli oranda paylaştığı görülecektir. Alman sosyal hizmet akademisyeni, göçmenlerin Almanca sorununun en ateşli tartışma konularından birini oluşturduğu Almanya’da kimi Alman ailelerin
de Almanca sorunu yaşadığından söz
ediyor:
They always complaint Islam is the
problem. No it’s a class problem. Of
course we’ve more lower class Turkish people in Berlin than German.
… but it’s really a class problem.
We do have German families who
do not speak German well. So it’s
a class problem. … Germans also
share many problems. For example
127
Toplum ve Sosyal Hizmet
in Hellersdorf you see at the age of
18 with a child. The Meyer of Hellersforf told me that 60% of the mothers are single mothers. 60%! These are poor people, German people. So it’s a class problem. You are
completely right.
Hep sorunun İslam olduğundan yakınıyorlar. Hayır, bu bir sınıf sorunu. Elbette Berlin’de Almanlara kıyasla daha çok Türk alt sınıftan geliyor. …Fakat bu gerçekten bir sınıf
sorunu. İyi Almanca konuşamayan
Alman ailelerimiz var bizim. Demek
ki bu bir sınıf sorunu. …Almanların
da benzer pek çok sorunu var. Örneğin, Hellersdorf’ta 18 yaşında birinin bir çocuğu olduğunu görebiliyorsun. Hellersdorf Belediye Başkanı bana annelerin yüzde 60’ının
tek ebeveyn olduğunu söyledi. Yüzde 60! Bunlar yoksul insanlar, Almanlar. Şu halde bu bir sınıf sorunudur. Kesinlikle haklısın.
Göçmenliğe ilişkin en yoğun tartışılan
konuların başında genellikle eğitim gelmektedir. Göçmen çocuklarının önemli bir bölümü (yaklaşık %70) hauptschule adı verilen ve Alman eğitim sisteminde başarı düzeyi bir hayli düşük olan
okullara gitmektedir. Göçmen çocuklarının bu okullarda okuması ilk bakışta
göçmenliğe ilişkin bir zayıflık gibi algılanabilmekte ve kimi Alman siyasetçileri ve gazetecileri için de argüman oluşturabilmektedir, ancak Alman işçi sınıfına mensup pek çok ailenin çocuğunun
da bu okullarda okuduğu göz ardı edilmektedir. Bu durumu Berlin Brandenburg Türk Toplumu temsilcisi ironik bir
biçimde ifade etmektedir:
Bu politikacılar bazı şeyleri anlamadıkları için her şeyi etnik baza
128
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
indiriyolar. Örneğin eğitim. İşte Türk
çocuklar başarısız. Öyle bişey yok.
Çünkü başarısız olan bütün çocuklara bakarsınız görüyosunuz ki, başarısız olan çocukların yüzde 90’ı
belli bi sosyal sınıftan gelmedir.
Türk, Kürt, Çinli, Alman hiç fark etmiyo.
Getto tartışmaları aslında bir öteki olarak göçmen varlığını meşrulaştırmaya
yaramaktadır. Oysa göçmenleri getto
halinde yaşamaya iten yapısal nedenler göz ardı edilmektedir. Göç çalışmasındaki getto tartışmalarının doğrudan
böyle bir siyasal rolü olmasa dahi, sonuç itibariyle görünen resmi çizmeye
çalışmakta, bundan dolayı nedensellik bağını kuramamakta ve dolaylı olarak getto yapılarının yeniden üretimini
meşrulaştıran bir işlev görmektedirler.
Ötekinin denetimi her zaman daha kolaydır. Alman işçi sınıfıyla göçmenlerin
birlikte siyasal bir zemin yaratmalarının önündeki büyük engel de göçmenlerin ötekiliğidir. Aynı mahallede oturan
ve benzer yaşam standartlarına sahip
bu iki yapının bir aradalığı büyük tehdit
olarak algılanmaktadır.
Bu durumda, göçmenlerin getto yapılarının yeniden üretilmesi bir siyasal seçim olmaktadır:
Yani şöyle, “bunlar kendi aralarında
getto halinde kalsın, o zaman bu bilinç zaten gelişemez de. Yani bu sınıfsal bilinç. Yani ikisini birden kapatmış oluyosun. Ve “bunu her zaman gerektiğinde kullanabiliriz”
(AWO’da çalışan sosyal hizmet uzmanı).
Alman etnik hegemonyası varlığını sürdürmek için “ötekiler” yaratmak zorunda. Biz ve onlar ayrımı
Akbaş
yapıyor. Gettolar böyle de bir işlev görüyor. Neuköln mesela, burada sadece göçmenler yok ki. Burada Türk, Arap ve Alman işçi sınıfı
aileleri oturuyor (Türk sosyal hizmet
akademisyeni).
Ötekilik söylemi öylesine güçlüdür ki,
sıklıkla mağdurlar tarafından da içselleştirilir. Bauman’a göre (1999: 59,
60), “dışarlıklıların içeriye akın etmesi,
yeni gelenlerle eski sakinler arasındaki farklılık belli belirsiz olsa bile, her zaman yerleşik nüfusun hayat tarzına bir
kafa tutuş demektir. Yeni gelenlere yer
açma zorunluluğundan ve dışarlıkların
kendine yer bulma ihtiyacından doğan
gerilim iki tarafı da farlılıkları abartmaya iter”. Şu halde, baskın olan taraf her
alanda bir “normal” tanımlaması yapmakta ve bu tanımın dışında kalanları içermek gibi bir uğraş vermemektedir. Buna göre, “biz” diye bir tanımlama yapılmış ve sınırlar çizilmişse, “onlar” “biz”e benzedikleri oranda içerilmekte ve “normal” sayılmaktadır (Akbaş, 2008).
Ötekilik duygusunun giderilmesi ancak
göçmenlerin türdeş bir yapıya sahip olmadıklarını öncelikle kendilerinin içselleştirmesine bağlıdır. Belki sınıfsal bilincin önkoşulu da budur. Bu bağlamda,
göçmenlerin Alman siyasal ve toplumsal yaşamının her alanında varolmaları
ve bunu talep etmeleri yaşamsal önem
taşımaktadır. Berlin Brandenburg Türk
Toplumu yöneticisinin verdiği şu örnek
bu bakımdan açıklayıcıdır:
Emine Demirbüken şu anda Berlin
Parlamentosu’nda CDU’dan (Hıristiyan Demokrat Birliği Partisi) milletvekili. Çok eskiden bizim yönetim kurulu sözcülerimizden biriydi. CDU’nun da Federal Yönetim
Kurulu, Merkez Yönetim Kurulu üyesi. Şimdi 90’lı yıllarda işte bu
CDU’da aktif olmağa başladı. Dışarda da biliniyodu. Acayip yüklenirlerdi. Vay bir göçmen nasıl CDU’da
olur? Ben hep savunuyodum yani.
Çünkü diyodum, uyumun bi parçasıdır yani. Kendinizi sadece göçmen olarak tanımlamak çok yanlış. Eşit haklar isteyip, yalnızca göçmenliğe indirgememek lazım.
Berlin Brandenburg Türk Toplumu yöneticisi ayrıca göçmenlerin geleneksel
söyleminin önemli bir parçası olan “birlik, beraberlik” vurgusunu da eleştirmektedir. Öteki olarak ötelenen ve kapalı/cemaatçi bir yapıya itilen göçmenler kimlik oluşumunun en önemli parçası olarak yine “hayali” bir birlik arzusu
taşımaktadır:
İşte biliyosun, bu bizim toplumumuzda da birlik, beraberlik, bilmem
ne gibi böyle garip şeyler çok ön
planda olduğu için bu mesela iki
çatı olması biçok insanı hiçbişey
yapmamağa itiyo. O da tabi demokratik kültürle de ilgili. Tabi bi de diasporayla ilgili. Tabi çünkü niye birlik
olmuyosunuz? Bunu bazan Almanlar da soruyo ama onlar afedersin
puştluğuna soruyolar yani. …Bu şeyin başına dönersek, bu göçmen örgütlerini muhattap kabul etme meselesinde. İşte ama niye birlik diğilsiniz? Allah Allah ya! Ya diyodum,
kardeşim sizim parlamentonuzda
4 parti var, biz birlik olucaz. Niye?
Göçmen olduğum için mi, Türkiyeli
olduğum için mi? Niye birlik olucakmışım ki ben?
Önemli olan göçmenin nasıl yaşadığı
veya hangi kültürel kodlara sahip olduğu değil, onun toplumdaki olanaklara
129
Toplum ve Sosyal Hizmet
ne kadar erişimi olduğudur. Uyum (entegrasyon) ise ancak bu erişim olanaklarıyla ilişkilidir. Göçmenlerin gettovari yapısı dahi aslında uyum için bir engel oluşturmayabilir, yeter ki fırsat eşitliği toplumun tüm katmanlarını kuşatsın. Tüm göstergeler de uyum ve refah
düzeyi arasında bir doğru orantı olduğu yönündedir.
Duvarlar açılmadan önce Türkler arasında işsizlik yüzde 12’ydi.
Şimdi şu bulunduğumuz yerde,
Kreuzberg’te işsizlik yüzde 44’le 60
arasında. Dolayısıyle entegrasyon
ve uyuma gelicem. …Bu işsizlikle beraber onların çocukları, işsizlik burada eğitime son derece yansıdığı için çocukları da başladı doğru dürüst diploma alamamaya. Duvar yıkılmadan önce diploma alan,
üniversite olgunluğu, abitür alan çocuklarımızın sayısı daha fazlaydı.
Yüzde 12’ye erişmiştik, sonra yüzde 9’a, 8’e kadar düştü. Anne bana
burda işsiz olunca, sosyal konumu
düştüğü zaman çocukların direk
tahsil ve toplumda başarı, dolayısıyla uyum ve entegrasyona direk etkisi var (Türk Veliler Birliği yöneticisi).
Göçmen sivil toplum örgütlenmesinin
dışında kalmayı seçen üçüncü kuşak
göçmenler “isyan ateşi”ni gösterecek
türlü yollar yaratmaktadır. Sosyal projelerin bir parçası olarak “ehlileştirilmeyen” üçüncü kuşak göçmenler gerçek
anlamda siyasal zeminler oluşturma
potansiyeli taşımaktadır. Üçüncü kuşağın sivil zeminleri geleneksel yapılardan çok farklıdır.
Bu üçüncü dördüncü kuşak rap, hip
hop tarzı başka netwerk’ler sürdürüyo. Yeni iletişim enstümanları kullanıyolar. Sivil inisiyatifler bunlar. İşte
130
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
rap hiphop girişimi, twitter grubu, facebook grubu gibi. Bu Türk STK’ları
bunları kendi içine kapalı yapılarına
sokmaya çalışıyo. Bi bıraksalar, bu
gençler yepyeni netwerk’ler içine girecek. Kendi normlarını dayatıyolar
onlara (Gazeteci).
Diğer yandan sınıfsal bilincin açığa çıkmasını sağlayacak gerekçelerden biri
sosyal projeler yoluyla oluşan emek sömürüsüdür. Sosyal hizmet uzmanlarının ve diğer meslek elemanlarının statü kaybı biçiminde görünen uygulamada bu meslek elemanlarının boşluğu
tümüyle bu konularda vasıfsız olan ve
işsizlik yardımıyla geçinen kişiler veya
stajyer öğrencilerle doldurulmaya çalışılmaktadır.
Mesela bu şöyle de farkediliyo. Bu
hani harz 4 (işsizlik yardımı), işsiz
kalınca yardım alınıyo. Yani işsizlik parası. İşsizlik parasından sonra
ama bunlara diyolar ki “ayda ne bilim
ben 160 Euro kazanabilirsin.” MAE
dediğimiz, işler bunlar. Yani çalışıyosun, onun tam karşılığını değil de
yani senin masraflarını karşılicak
kadar bi para. Yani hiç o alanla ilgisi olmayan, mesela bi insanı gönderiyolar sana. Zavallı biri geliyo. Şimdi tabi aslında bi yerde hem bu şeye
aslında politik şeye karşısın çünkü bu tabi bi sömürü. O insan çünkü 6 saat çalışıyo her gün. Haftada
30 saat çalışıyo. Bu haftada 30 saat
için yani ayda 160 Euro para alıyo.
Diğer taraftan, yeni uzmanlar, birisi çıksa bile, o yer yeni bi uzmanlan
kapatılmıyo ama yapılması gereken iş aynı değil, hatta çoğalıyo gitgide. Bu sefer noluyo? Mecbur kalıyosun böyle o alanlan hiçbi ilgisi olmayan ya bi MAE işçisi ya bi stajyer
yani böyle insanlarlan doldurmaya
Akbaş
çalışıyosun. Bu yani yaptığın işin
kalitesi etkileniyo (AWO’da çalışan
sosyal hizmet uzmanı).
Göçmenlerin bu yapıya itiraz etmeleri
ancak yerleşiklik duygusuyla olanaklıdır. Kapalı ve gettovari yapısı içindeki
göçmen elli yıl geçmesine karşın hala
Gastarbeiter (misafir işçi) duygusunundan kurtulamamıştır. Alman Devleti’nin
sosyal kontrol aracı olarak işlevsel olan
getto yapıları ilginç bir biçimde yalnızca
göçmenler için geçerli değildir. Anaakıma muhalif olan tüm yapılar belli yerleşkelerde toplanmaktadır. Sınıf bilincinden yoksun/siyasal olmayan yeni
kültürel biçimlerde itirazlarını ifade etmeyi seçmektedirler. Dahası son yıllarda Berlin’de Türkiye kökenli göçmenlerin en yoğun olarak yaşadığı Kreuzberg semtinin yeni ve farklı sakinleri oluşmaya başlamıştır. Kreuzberg artık yavaş yavaş tüm ötekilerin buluşma noktası haline gelmeye başlamıştır.
Kurulduğu ilk günden bu yana bir işçi
sınıfı semti olan Kreuzberg’in yeni ötekileri ise güçlü bir sınıfsal bilinçten yoksundur. Genellikle sanatçıların, homoseksüellerin ve diğer “alternatif” grupların oluşturduğu bu yeni sakinler Türkiye kökenli göçmenlerle kaynaşıyor görünmemektedir. Yeni bir tür getto ortaya çıkmaktadır son yıllarda.
Sonraları yabancı düşmanı olmayan ve bunu göstermek isteyen;
snobluktan bıktık diyen Almanlar
da Kreuzberg’e taşınmaya başladı.
Bu Almanlar buranın reklamını yapmaya başladı ve burası lüksleşmeye başladı. Küçük burjuvazinin oturduğu yerler olmaya başladı (Türkiye
kökenli tiyatrocu).
İnter-kültürel sosyal hizmet uygulamasının ortaya çıkardığı en büyük
olumsuzluk, sınıf bilincini silikleştirmekten öte, vahşi liberalist anlayışın yavaş
yavaş sindirilmesine hizmet etmesidir.
Türk Alman Merkezi yöneticisinin sınıf bilinci çok acı bir gerçeği kanıtlar gibidir:
Şimdi her ülkede, Almanya’da mesela hiç yabancı olmasın diyelim,
bu dediğiniz tabaka mutlaka vardır. Buna tortu diyelim. Tortu tabakası her toplumda vardır. Yani insanın doğası gereği vardır. İnsanın yaşantısında, doğada, ne diyelim, siz daha iyi dersiniz onu, bir hayatta tutunabilme mücadelesi vardır. Bu insanın zekasına, kendi iç
dinamiklerine, kendi enerjisine, yaşam enerjisine bağlı bi gerçek. Şimdi bazı insanlar kendi içinde, o orda
yaşar. Yaşam tarzıdır. Yani o kaderi falan değil. …Yani bu insanın zekası, IQ’suyla beraber hep böyle bişey çıkıyo ortaya. Bi yapı çıkıyo. Ya
ondan sonra da doğal seleksiyona
uğruyo. …Göçmen toplumu zeki bi
toplum ama o tabakada yer bulmuş
ve orda çalışıyo. Şimdi işin başka bi
yönü bu. Belki bunların içinde çok
zeki insanlar vardır.
Diğer yandan her şeye karşın çoğu sivil
toplum örgütü temsilcisinin sınıfsal bilince ilişkin söylemsel düzeyde de olsa
belli bir duyarlığının olması umut vericidir. Özellikle bazı muhazakar sivil toplum örgütü yöneticilerinin sınıfsal ayrımı çok açık bir biçimde işaret etmesi
çok daha anlamlıdır. Spohn (1991) işçi
sınıfının oluşumuna ilişkin sosyolojik
ve genellikle Marksist kavramların dini
işçi sınıfının oluşumunda ya bir karşıt
ya da sınırlama olarak gördüğünü, ancak Batılı dünyanın pek çok yerinde işçi
sınıfının oluşumunda dinin önemli bir
yeri bulunduğunu savunmaktadır. Bu
131
Toplum ve Sosyal Hizmet
açıdan bakıldığında, göçmenlerin dine
rağmen bir sınıfsal bilinç geliştirme potansiyelleri vardır.
Öte yandan, Marshall (1963) sınıfsal çelişkileri aşmanın yolunu yurttaşlık olarak göstermektedir. Tüm yurttaşlar için sunulan sosyal hizmetler belli bir eşitlik düzeyini sağlayacaktır. Ancak Marshall yine kimi eşitsizliklerin
“sosyal hizmetlerin niteliği”nden kaynaklanabileceğini de ifade etmektedir.
Marshall’ın 1950’li yıllarda vurguladığı şey günümüzün yönetsel sosyal hizmet sunumu için ne kadar açıklayıcıdır.
Sosyal hizmetler eşitsizlikleri ortadan
kaldırmak bir yana, çok daha derin sınıfsal çelişkilerin nedeni olabilmekte ve
sınıfsal çelişkileri belirsizleştirmektedir.
SONUÇ
Almanya’nın Berlin kentinde gerçekleştirilen bu alan araştırması, göçmenliğe
ilişkin bugüne değin değinilmemiş savlar ileri sürmekte ve göçmenlik tartışmalarını sığ çerçevelerden çıkarıp yeniden makro yapılar üzerinden ele almayı önermektedir.
Daha özgül bir biçimde ifade etmek gerekirse;
- sosyal hizmetlerdeki dönüşümün
ideolojik çerçevesini oluşturan yönetsellik ile yine neo-liberalizmin
toplum tasarımına göç çalışmalarında meşru bir alan hazırlayan ulusötecilik yaklaşımının göçmen sivil
toplum örgütlerinin etkinliklerini ve
dolayısıyla göçmen kimliğinin oluşumunu şekillendirmede nasıl bir
etkileşim içinde olduklarını anlamayı ve
- hem sosyal hizmetlerin hem göç
çalışmasının göçmen pratiklerini
132
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
gerçekten anlayabilmesi ve yerleşiklerle göçmenlerin biraradalığının
mümkün olabilmesi için sınıfsal çözümleme olasılığını tartışmaya açmayı
amaçlayan bu çalışma, sosyal bilimlerin ve özel olarak sosyal hizmetin çokparçalı yapısına karşı tümel bir bakış geliştirmektedir. Bu bakış yalnızca
göçe değil, sosyal hizmetin tüm sorun/
ilgi alanlarına uyarlanmalıdır, çünkü sığ
çerçevelerden doğru kurulan kuramsal yaklaşımlar, sosyal politikalar veya
sosyal hizmet uygulamaları yalnızca bu
çerçeveler üzerinden çözüm aramaktadır. Hâlbuki tüm diğer sorunları birer
tekil ve özerk alan olmaktan çıkarmak
yalnızca bu alanları yekdiğeriyle bir bütün oluşturacak biçimde kuran kapitalizmi bütüncül bir bakışla ele almakla
mümkündür.
Refah devletinin yaşadığı krize ilişkin tartışmalar sosyal politika ve sosyal hizmet alanlarını da yeniden tartışmaya açmıştır. 1990’lara değin sosyal politika ve sosyal hizmet alanlarında aşağı yukarı Anglo-Sakson ve Kıta
Avrupası modelleri diye ayırabileceğimiz kaba bir sınıflama söz konusuydu.
1990’lardan sonra küreselleşmenin her
bir tekil alandaki varlığının güçlü bir biçimde hissedilmesiyle birlikte, bir yandan alışageldik siyasetler iç içe geçmeye başlamış, diğer yandan sosyal
politika ve sosyal hizmet alanlarındaki
Anglo-Sakson ve Kıta Avrupası ayrımı
ortadan kalkmaya yüz tutmuştur.
Neo-liberal uzlaşının –içerdiği yeni sosyal demokrat unsurlarla birlikte- çepeçevre sardığı yeni siyasal anlayış, yönetim zihniyetini de (governmentality)
tümden değiştirmiştir. Sosyal kontrolün
önemli bir ideolojik aracı olarak işlev
Akbaş
- toplumu kendine yaklaştırmanın
(Rosanvallon, 2000),
yapılandırdığını ileri sürer. Ancak özellikle 2000’lerle birlikte sosyal politika ve
sosyal hizmetler herhangi bir yetkenin
doğrudan ideolojik aracı olmaktan çıkmış ve topluma ve kültüre içkin, akışkan bir forma ulaşmıştır. Bu süreçte,
sosyal hizmet;
- iyi toplum idealinin (good society)
(Bellah ve diğ., 1991),
- çokkültürcülük söyleminin baskınlaştığı,
- dayanışma ve cemaat ruhunun
(Kleinman, 2006)
- sosyal hizmet uzmanı – müracaatçı ilişkisinde yapısökümcü analizlerin gündeme geldiği,
gören sosyal hizmetler artık çok daha
geniş çaplı bir toplumsal mühendisliğin
aracı haline gelmeye başlamıştır.
Yeni dönemde sosyal hizmetler;
en önemli araçlarından biri haline gelmiştir. Refah devletinin krizi bu çalışmanın doğrudan odağı değildir. Kimilerine göre refah devletinin krizinden
söz etmek bile doğru olmaz (Kleinman,
2006). Bu çalışma, öyle ya da böyle refah devletinin krizini veya dönüşümünü
izleyen süreçte oluşan yeni sosyolojik
bağlamı ve bu bağlamın oluşumu için
araçsal bir işlev gören sosyal hizmetleri anlamaya çalışmaktadır.
Toplumu kendine yaklaştırma, iyi toplum ve cemaat ruhu gibi bir “hayali cemaat” yaratmaya dönük çabalar, devlete olan talebi azaltmaya ve kısılan sosyal harcamaları meşrulaştırmaya hizmet etmektedir, ancak bir yandan da
toplumun dokusunu geri dönülmez bir
biçimde dönüştürmektedir. Bu süreç
sosyal politika ve sosyal hizmet alanlarının da kuramsal, ideolojik ve pratik bakımlardan bambaşka bir görünüme bürüneceği yeni bir dönemin kapısını aralamıştır.
Buğra ve Keyder (2006) sosyal politikanın kapitalizmle ilişkisinin her zaman
“iki yüzlü” olduğunu; bir yandan kapitalizmi insancıl ve toplumsal açıdan sürdürülebilir kılmayı amaçladığını, diğer yandan ticarileşme ve metalaşma eğilimlerini sınırlayarak kapitalizmi
- sosyal hizmet uzmanı – müracaatçı ilişkisinin yetkeci değil, eşitlikçi
olması gerektiğine ilişkin vurgunun
arttığı ve
- müracaatçının bir özne olarak konumunun yeniden belirlendiği
bir zeminde bambaşka bir ontolojik yapıya bürünmüştür. İlk bakışta sosyal
hizmeti –daha da- insancıllaştırıyormuş gibi görünen bu entelektüel iklimin silikleştirdiği çok önemli tartışmaları göz ardı edemeyiz. İnsancıllaşan
sosyal hizmet;
- müracaatçı sorunlarına karşı kapitalizm, ataerkillik, sınıf, toplumsal
cinsiyet eşitsizliği ve ırkçılık gibi yapısal sosyal süreçlere öncelik vermekten vazgeçmiş,
- eleştirel ve öz-düşünümsel bir tutumdan uzaklaşmış,
- ilerlemeci sosyal değişim için ezilen nüfus gruplarıyla birlikte çalışma idealini yok saymış ve
- kolektif eylem düşüncesinden gittikçe uzaklaşmıştır (Heally, 2000).
Sınıf bakış açısını açık bir biçimde yoksayan yönetsellik, diğer taraftan hem
liberaller hem de sosyal demokratlar
133
Toplum ve Sosyal Hizmet
için kullanışlı kavramlar önermektedir.
Bu kavramlardan en yaygın olarak kullanılanları şunlardır (Salskov-Iversen,
1999):
- müracaatçı merkezlilik,
- hizmet merkezlilik,
- hesap verebilirlik,
- verimlilik,
- sonuç merkezlilik.
Diğer yandan, yeni yönetim anlayışı veya teknolojileri bu kavramların iyi
uygulama alanı örneği olarak, sivil toplum örgütlerini de temelden etkilemektedir. Sivil toplumun özerkliği artık tartışma konusudur. Bu süreçte sivil toplum örgütleri, götürdükleri hizmetlerle
toplumsal sorunlara çözüm bulmak yerine, toplumu daha yönetilebilir kılma
işlevi görmektedir (Townsend ve Townsend, 2004).
Salt uygulamaya odaklanan sosyal hizmet mesleği, uygulamayı etkileyen siyasal ve ideolojik belirleyicileri çözümleyebilmekten ve uygulamaya ilişkin
sosyolojik bir çözümleme yetisine sahip olmaktan uzak olduğu sürece daha
etkili ve verimli müdahaleler geliştirmede de başarısız olabilmektedir.
Yönetsel sosyal hizmet sunumunun
ulusötesi toplumsal alanlardaki etkileri
sosyal hizmet mesleği için çok yönlü bir
araştırma-soruşturma olanağı sunmakta, bir bakıma laboratuar işlevi görmektedir. Sosyal hizmetin sosyolojisi göstermektedir ki, sosyal hizmet mesleği;
ya uyumlaştırıcı (içe kapalı; cemaatçi)
yapıları yeniden üreten ya da özgürleştirici (ilerici; değişimci) uygulamalar geliştiren bir meslektir. Mesleğin bilgi, beceri ve değerler kümesi ile değişime olan vurgusu, bir sivil toplum pratiği
134
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
olarak yönetsel dönüşümü de olumlu
ve ilerici bir biçimde içselleştirebilir. Diğer yandan, kurulu düzen ile olan ideolojik bağları yoluyla kapalı yapıları yeniden üreten ve rıza kültürünü yaygınlaştıran bir misyonu taşımayı seçebilir.
Bu çalışma, sosyal hizmet kuramının
ve uygulamasının, yönetsel sosyal hizmet sunumunu, mesleğin doğasını ve
çağımızdaki ideal çerçevesini tartışabilmek için bir imkan olarak görmektedir. Bugüne değin, genelci sosyal hizmet yaklaşımının eklektik yapısı sosyal
hizmetin eleştirel doğasını belirsizleştirici bir işlev görmüştür. Günümüzde
sosyal hizmetin neredeyse benim “yeni
hayırseverlikler” diye tanımladığım bir
çerçeveye hapsolmasını biraz da genelci sosyal hizmet yaklaşımının günahları üzerinden anlamak gerekmektedir. Genelci sosyal hizmet yaklaşımı,
müracaatçı sorununa ilişkin bütüncül
bir bakış önerirken, o sorunu tikel bir
çerçeveden kurtaramamaktadır. Oysa
artık müracaatçı sorunlarını salt mikro,
mezzo veya makro düzeyde değil, tüm
bu düzeyleri içiçeleştiren, hatta bu düzeylerin varlığına meydan okuyan yapılar düzleminde ele almak gerekmektedir. Genelci sosyal hizmet yaklaşımı
belki sosyal sorunların ardındaki yapıları belli oranda işaret etmektedir, ancak sosyal hizmet müdahalesi, bunun
ötesine geçerek, siyasal bir düzlemde
kurulmak zorundadır.
KAYNAKÇA
Akbaş, E. (2008). Kültürel sembolleri yorumsamacı bir bakış açısıyla okuma ve sosyal hizmet ilişkisi,
Toplum ve Sosyal Hizmet, 14(1).
Baumann, Z. (1999). Sosyolojik düşünmek. İstanbul: Ayrıntı.
Akbaş
Bellah, R. N., R. Madsen, W. M. Sullivan, A. Swidler and S. M. Tipton
(1991). The good society. Knopf
Publication.
Buğra, A. ve Keyder, Ç. (2006). Önsöz.
sosyal politika yazıları (ed. A. Buğra ve Ç. Keyder). Istanbul: İletişim
Yayınları.
Cavallo, S. (1989). Charity, power, and
patronage in eighteenth-century
Italian hospitals: The case of turin.
The Hospital in History (ed. Lindsay
Granshaw ve Roy Porter). Londra &
New York: Routledge.
Cavallo, S. (1995). Charity and power
in early modern Italy: Benefactors
and their motives in turin, 15411789. Cambridge: Cambridge University Press.
Ehlert, U. (2003). Verhaltensmedizin.
Berlin: Springer.
Enteman, W.F. (1993). Managerialism
– the emergence of a new ideology.
The University of Wisconsin Press.
Favell, A. (1998). Philosophies of integration: Immigration and the idea of
citizenship in France and Britain.
Basingstoke: Macmillan.
Goldberg, D.T. (1994). (Ed.) Multiculturalism: A critical reader. Oxford:
Blackwell.
Gutmann, A. (1994). (Ed.) Multiculturalism: Examining the politics of recognition. Basingstoke: Macmillan
Kirkpatrick, I., S. Ackroyd and Walker, R. (2005). The new managerialism and public service professions,
change in health, social services
and housing. Palgrave Macmillan.
Kleinman, M. (2006). Kriz mi? ne krizi?
Avrupa refah devletlerinde süreklilik
ve değişim. Sosyal Politika Yazıları
(ed. A. Buğra ve Ç. Keyder). İstanbul: İletişim Yayınları.
Kymlicka, W. (1995). Multicultural citizenship: A theory of liberal rights.
Oxford: Clarendon.
Langan, M. (2000). Social services:
Managing the third way. New Managerialism New Welfare? (ed. Clarke,
J., Gerwitz, S. ve McLaughlin, E.).
Londra: Sage.
Lorenz, W. (2001). Social work responses to new labour in continental european countries. British Journal of
Social Work, 31, 595-609.
Marshall, T.H. (1963). Citizenship and
social class. contemporary political
philosophy: an anthology (ed. R.E.
Goodin ve P. Pettit). Oxford: Blackwell Publishers Ltd.
Neuman, L. (2003). Social research
methods: Qualitative and quantitative approaches (5. baskı). ABD: Ally
and Bacon.
Özgür-Sayar, Ö. (2009). Çokkültürcü
sosyal hizmet uygulamasına eleştirel bir bakış: Londra’dan bir örnek.
Yayımlanmamış Doktora Tezi. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Özmüş, L. (2005). Desantralizasyon
(yerelleşme) ve yeni kamu yönetimi
anlayışı. TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası 10. Türkiye
Harita Bilimsel ve Teknik Kurultayı,
28 Mart - 1 Nisan, Ankara.
Parekh, B. (2000). Rethinking multiculturalism: Cultural diversity and
135
Toplum ve Sosyal Hizmet
political theory. Princeton: Princeton University Press.
Patton, M.Q. (1990). Qualitative evaluation and research methods (2.
Baskı). Sage Publications.
Reisch, M. (2007). Social justice and
multiculturalism: Persistent tensions in the history of u.s. social welfare and social work. Studies in Social Justice, 1(1).
Rosanvallon, P. (2000). The new social question – rethinking the welfare state. New Jersey: Princeton University Press.
Salskov-Iversen, D. (1999). Clients,
consumers or citizens? cascading
discourses on the users of welfare.
In Dent, O’neil ve Bagley (ed.) Professions, New Public Management
and the European Welfare State.
Staffordshire: Staffordshire University Press.
Spohn, W. (1991). Religion and working
class formation in imperial Germany 1871-1914, Politics & Society,
19; 109.
Spradley, J.P. (1979). The ethnographic
interview. ABD: Harcourt Brace Jovanovich College Publishers.
Townsend, J. G. and A. R. Townsend
(2004). Accountability, motivation
and practice: Ngos north and south. Social and Cultural Geography,
5(2), 271-284.
Uyum ile Gelen Fırsatlar (tarihsiz).
Willett, C. (1998). Theorizing multiculturalism: A guide to the current debate. Oxford: Blackwell.
136
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Buz
Derleme
LEZBİYEN GEY
BİSEKSÜEL
TRANSSEKSÜEL
TRAVESTİ
BİREYLERLE SOSYAL
HİZMET
Social Work With
Lesbian Gay Bisexual
Transsexuals and
Transvestites
Sema BUZ*
*Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
ÖZET
LGBTT bireyler konusundaki olumsuz tutumlar, bu grubun temel hak ve hizmetlerden yararlanmasını engellemektedir. Heteroseksist kurum politikaları ve yapısal ayrımcılık ta LGBTT’lerin dışlanması sürecine katkı yapmaktadır. Bir ideoloji olarak he-
teroseksizm ve homofobi LGBTT’lerin toplumdaki varlığını görmezden gelmektedir.
LGBTT’lerle çalışan profesyonelledeki önyargı ve homofobi pek çok çalışma ile ortaya konmuştur. LGBTT’lere yönelik içerici bir
sosyal hizmet uygulaması için profesyoneller, eğitimciler ve öğrenciler kendi homofobisiyle yüzleşmelidir. Güçlendirme nosyonu
ve özgürleştirici bir değer olarak sosyal adalet LGBTT’lere yönelik sosyal hizmetin içeriğini oluşturmaktadır. Sosyal hizmet eğitimi ve müfredatında LGBTT’lerle ilgili içerik
yer almalıdır. Profesyonel uygulamada ayrım karşıtı ve baskı karşıtı sosyal hizmet yaklaşımlarından yararlanılabilir.
Anahtar Sözcükler: Heteroseksizm, homofobi, sosyal hizmet öğrencileri, ayrım ve baskı karşıtı sosyal hizmet, LGBTT’lere yönelik
sosyal hizmet
ABSTRACT
Negative attitudes about LGBTTs prevents
the utilization of basic rights and services by
this group. Heterosexist agency policies and
structural discrimination also contribute to
the exclusion process of LGBTTs. As an ideology, heterosexism and homophobia ignore
presence of LGBTTs in the community. Numerous studies showed prejudices and homophobia among professionals working with
LGBTTs. For inclusive social work practice
with LGBTTs professionals, educators and
students should face their own homophobia.
Empowerment notion and social justice as
an emancipatory value constitute the content
of social work with LGBTTs. LGBTT content
must be included in social work curriculum
and education. Anti-discriminatory and anti-oppressive social work practice are major
approaches to working with LGBTTs.
Key Words: Heterosexism, homophobia,
social work students, social work with
LGBTTs, anti-discriminatory and antioppressive social work
137
Toplum ve Sosyal Hizmet
GİRİŞ
Temelde cinsel yönelimi farklı olan
LGBTT bireyler (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transseksüel ve Travesti) gereksinimlerini karşılamakta sıklıkla engellerle karşılaşmakta, toplumda dışlanma ve ayrımcılıkla yüz yüze kalmaktadır. Bu ayrımcılık ve dışlama en yakın kişisel karşılaşmalardan, en genelde toplumda yok sayılma, dışlanma ve
ötekileştirme süreçleriyle birlikte işlemekte ve yaşam hakkı ihlallerine kadar gidebilmektedir. Heteroseksüelliği
doğal ve verili, diğer cinsel yönelimleri
sapma olarak gören bir anlayış açıkça
ayrımcı bir ideoloji olan homofobiyi de
beslemektedir.
Eşcinsellik farklı disiplinlerin çalışma
alanına giren ve üzerine pek çok çalışma yapılan bir alandır. Çalışmaların
farklı gruplar arasında (öğrenci, profesyonel vb.) eşcinsellere yönelik tutumlar
ve homofobi düzeyini ölçme konusunda yoğunlaştığı görülmektedir. Bu çalışmada ise konu sosyal hizmet disiplini
açısından ele alınacak, LGBTT bireylerin gereksinimleri çerçevesinde konuyla ilgili yapılmış araştırmalar ve literatür
doğrultusunda LGBTT bireylerle sosyal hizmetin temel bileşenleri tartışılacaktır.
Eşcinselliğe İlişkin Açıklamalar
“Seks (sex)” ve “toplumsal cinsiyet
(gender)” terimleri dönüşümlü olarak
birbirinin yerine kullanılmaktadır ancak
ikisi arasında ayırt edici birtakım karakteristikler bulunmaktadır. Seks, erkek
ya da kadın olarak biyolojik sınıflandırmayı gösterir ve genellikle dış genital
organlar aracılığıyla tanımlanır. Toplumsal cinsiyet ise kadın ya da erkek
olmayla bağlantılı davranışsal, sosyal
138
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
ve psikolojik özelliklerin içerildiği kültürel bir tanımlamadır (Brown ve Rounsley, 1996:19-20).
Cinsel yönelim kişinin kendi isteği ile
seçilen bir özellik değil, çok erken yaşlarda belirlenmiş bir durumdur (Yüksel, 2010:79). Heteroseksüeller (karşıt cinsel) karşı cinsten, homoseksüel
(eşcinsel-lezbiyen) kişiler ise kendi cinsinden bir partnere yönelirler. Bu çerçevede eşcinsellik, biseksüellik ve heteroseksüellik gibi insanda tanımlanan üç yönelimden biri olup bir hastalık değil yönelim farklılığıdır. Eşcinsellik
her iki cinsiyet için kullanılan bir terimdir. Eşcinsel erkekler (kendilerini sıklıkla “gey” olarak tanımlayan) ve lezbiyen kadınlar cinsel ve duygusal açıdan
kendi anatomik cinsinin üyelerini cazibeli bulan bireylerdir (Brown ve Rounsley, 1996: 14-15).
İnsan cinselliği heteroseksüel ve eşcinsel her iki ucu temsil eden geniş bir
duygu yığınını içerir. Örneğin ergenlikte eşcinsel duygular o kadar yaygındır ki Kala (1992: 99) pek çok otoritenin “eşcinselliğin” normal gelişimin bir
parçası olduğunu düşündüğünü belirtmektedir. Yine aktif heteroseksüel ilgileri olan pek çok yetişkin, belirgin eşcinsel eğilimlere sahip olabilmektedir
(Kala,1992: 99).
Evrensel beklenti her zaman kadın ve
erkeğin karşılıklı olarak diğerini çekici bulması olduğundan, eşcinsellik de
çoğunlukla yanlış anlaşılan bir durum
olmuştur. Cinsel yönelimin 19. yüzyılda tanımlanmasından sonra, eşcinsellik bilimsel çalışmanın bir alanı olmuştur. Bir çalışma alanı olarak eşcinsellik
büyük oranda kuşku ve karşı çıkışlarla karşılanmıştır. İlk zamanlarda seks
konusunda çalışanların ahlaki olarak
Buz
şüpheli ve bir tür sapma içinde oldukları varsayılmıştır. Yani bilim de bu konuya objektif olarak yaklaşamamıştır (Biery, 1990:11).
19. yüzyılın sonlarından itibaren, eşcinselliğin bir davranış olduğu algısı oluşmuştur (Biery, 1990:12). Eşcinsellik hakkındaki olumsuz sosyal tutumlar nedeniyle eşcinselliğin nedenini bulma öncelikli olmuştur. Nedeni bilmenin “tedavi”ye yol açacağı hissediliyordu (Biery, 1990:11). Cinsel yönelim ve davranışların 19. yüzyıl sonundan başlayarak tıp disiplini kapsamında sağlık ve hastalık boyutlarıyla değerlendirilmeye başlanması çok sayıda yeni soruna yol açmıştır. O zamana dek günah ve suç kavramları üzerinden ayrımcılık ve dışlanmaya maruz
kalan eşcinseller, bu kez tedavi uygulamalarının nesnesi haline getirilmiş
ve örselenmiştir. Esasında eşcinselliğin hastalık olarak değerlendirilmesi,
tıpkı şizofreni hastalarının maruz kaldıkları “stigmatizasyon”a onların da
hedef olmasına ve toplumda ayrımcılığa uğramalarına yol açmıştır (Çabuk
ve Candansayar, 2010: 85). 1970’li yıllarda ise eşcinsellik hastalık kategorisinden çıkarılmış ve cinsel yönelim
olarak tanımlanmaya başlamıştır.
LGBTT Bireylerin Gereksinimleri
LGBTT bireyler temel gereksinimlerine ek olarak yaşadıkları toplum tarafından kabul görmemeyle bağlantılı olarak da pek çok sorunla karşılaşmaktadır. LGBTT’lerin gereksinimlerini
yasal-politik, kültürel, sosyal, psikolojik gereksinimler olarak sınıflandırmak
mümkündür.
Yasal-politik olarak LGBTT bireyler yasal ve kültürel olarak damgalanmakta
ve marjinalleştirilmektedir (Lombardi
ve Bettcher, 2005:131).
Sosyal boyutta LGBTT bireylerin kimlik
gelişimini etkileyen faktörler ırksal/etnik
ayrımcılık ve baskı, daha geniş heteroseksüel toplumdan gelen cinsel ayrımcılık ve baskı, kendi topluluğunun reddi, sınırlı sosyal destek, sağlık ve sosyal hizmetlere sınırlı ulaşım, kaynaklara (barınma, istihdam, sağlık bakımı)
sınırlı ulaşım (Lombardi ve Bettcher,
2005:131; Akerlund ve Cheung, 2000;
Sheafor ve Horejsi, 2002: 564) gibi sorunlar yaşanmaktadır.
Psikolojik açıdan lezbiyen ve geyler
için DiPlacido’nun (1998) kullandığı
“lezbiyen ve gey azınlık stresi” gerçeği
pek çok soruna yol açmaktadır. Bu terim gey ve lezbiyenlerin toplumdaki diğer azınlık grupları gibi sosyal konumları ve damgalanmaları nedeniyle kronik ya da akut stresle karşılaşmalarını ifade etmektedir. Gey ve lezbiyenlerin yaşadıkları streste psikolojik değil, sosyal ya da sosyo-politik nedenler başta gelmektedir. Özellikle toplumda LGBTT’lere ilişkin olumsuz temsiller bu grubun psikolojik incinebilirliğini arttırmaktadır. Yapılan çalışmalarda
psikolojik açıdan bu grupta depresyon,
benlik saygısı, umutsuzluk gibi bulgulara rastlanmıştır. Bu veriler ile yetersiz
sosyal destek ilişkili bulunmuştur (Vincke ve Heeringen, 2002: 182-183). Dolayısıyla bu psikolojik stresin geniş bir
toplumsal ve politik arkaplanının bulunduğunu söylemek mümkündür.
Lezbiyen ve gey çiftlerin işlevselliğini
etkileyen ve sorun yaşamalarına neden
olan bazı dış faktörlerden bahsedilmektedir. Bunlar esasında tüm LGBTT’lerin
pek çok gereksiniminin kaynağını oluşturan heteroseksizm ve homofobi,
139
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
cinsiyet normları, açılma (coming out)
ile ilgili sorunlar, köken aile ve seçilen
aileden gelen sosyal destek (Bepko ve
Johnson 2000:409-412) gibi konulardır.
Kendine ve diğerlerine açılma: Yakınlarından birinin lezbiyen ve gey olarak kişiyi kabul edip, bütünleşebilmesi
çok önemlidir.
Homofobi / heteroseksizm: Heteroseksizm doğal, normal, üstün ve kabul
edilir olan cinsel yönelimin heteroseksüellik olduğunu öne süren; heteroseksüel olmayan her türlü davranış, kimlik
veya ilişkiyi damgalayan, reddeden ve
aşağılayan ideolojik sistem demektir.
Bugüne kadar toplumda yerleşmiş, kalıplaşmış olan kadın ve erkek rollerine
uymayan, bir anlamda genelden “farklı”
olarak görülen eşcinsel bireyler bu anlayış çerçevesinde fiziksel, duygusal ve
psikolojik saldırılara maruz kalmaktadır
(Çabuk ve Candansayar, 2010: 85).
Sosyal destek: Bu kişilerin çift statülerinin geçerli olmayışı ve çift ile ailesi arasındaki sınır konusunda saygı eksikliği önemli bir sorundur (Bepko ve
Johnson, 2000:409-412).
Homofobi ise genel olarak eşcinsellere
ilişkin olumsuz duygu, tutum ve davranışlar olarak tanımlanmaktadır. Homofobi, kişisel bir korku ve irrasyonel bir
inanç olmanın çok ötesinde kültür ve
anlam sistemleriyle, kurumlar ve sosyal
geleneklerle ilişkili olarak ele alınması
gereken politik bir alanda oluşan, gruplararası bir sürece işaret etmektedir.
Homofobi, daha bireysel (kişilik, benlik
algısı, bilişsel yapılar vb.) süreçlerin de
etkilediği, eşcinsellerin bir dış grup olarak kavramsallaştırılması sonucunda
oluşan ve belirli stereotiplerin eşlik ettiği bir gruplararası ilişki ideolojisi olarak görülebilir. Bu nedenle homofobik
ideoloji kendiliğinden kişisel bir özellik olarak değil, belirli bir sosyo-kültürel
bağlam içinde oluşmaktadır (Göregenli, 2009: 9).
Gey ve lezbiyen ebeveynlerin ise cinsel yönelimlerinden dolayı çocuklarının
vesayetini kaybetme riskiyle karşılaşabildikleri görülmektedir. Bazı çocuklar
ebeveynlerinin cinsel yöneliminden dolayı kızgın, kafası karışık ya da utanabilirken, bazıları gurur duyup, anlayıp,
bu durumdan rahatsız olmayabilir. Lezbiyen ve gey ebeveynlerin çocuklarıyla
yapılan çalışmalar, çocukların psikoloik ve sosyal uyumlarının heteroseksüel ailelerdekine benzer ya da daha iyi
olduğunu göstermektedir. Üstelik gey
ve lezbiyenlerin çocukları arasındaki
heteroseksüel oluş heteroseksüel ailelerdekine benzerdir. Yani çocuklar kötü
ebeveyn-çocuk ilişkisi değil sosyal homofobiden dolayı sıkıntı yaşamaktadır
(Gottman, 1989; Akt.: Cramer, 1995).
Cinsiyet normları: Cinsiyet normları,
gey ve lezbiyenler için kalıplaşmış önyargılı tutumlara yol açar. Örneğin gey
erkeklerin kadın gibi, lezbiyen kadınların erkek gibi olması gerekliliği.
140
Gey ve lezbiyen çiftler açısından bakıldığında iletişim problemleri, cinsel
memnuniyetsizlik, iki aileye de açılma
düzeylerindeki farklılıklar ön plana çıkabilir. Çiftler destekten yoksun kaldığında izolasyon, kayıp ve üzüntü ile içiçedirler. LGBTT toplumu bulma ve onlarla bütünleşme danışma konularının
başında gelebilir (Cramer, 1995).
Sosyal Hizmette LGBTT Konusunda
Yapılmış Bazı Çalışmalar
Sosyal hizmet uzmanları müracaatçı veya meslektaşlarına karşı cinsiyetlerinden ya da cinsel yönelimlerinden
Buz
dolayı ayrım yapmak bir yana yapılan
negatif ayrımcılığa da meydan okumak
durumundadır (IFSW, Ethics in Social
Work Statement of Principles, 2002).
Buna ek olarak sosyal hizmet eğitimi
veren okulların da öğrencilerine, ayrım yapmaksızın müracaatçılarına saygı duymayı, bilgili ve becerili yaklaşmayı öğretmesi öngörülmektedir (Council on Social Work Education, 2001).
Bu bakımdan sosyal hizmet uzmanlarının “değişim ajanı” rolleri, toplumda bu
yönde bir farkındalık yaratma üzerine
odaklanmayı gerektirir.
Ancak sosyal hizmet uzmanları ve öğrencileri ile yapılan çalışmalar bu gruba yönelik olumsuz tutumların varlığını
göstermektedir. Morrow’un sosyal hizmet ders kitaplarında gey ve lezbiyen
içerikle ilgili çalışması (1996) heteroseksist önyargı ve ayrımcılığın sosyal
hizmet eğitiminde sürdüğünü ortaya
koymaktadır. Yine Krieglstein (2003) ve
Snively ve diğerlerinin (2004) çalışmaları sosyal hizmet öğrencilerinin yüksek
düzeylerde heteroseksist tutuma sahip
olduğunu ve homofobik olduklarını ortaya koymuştur (Akt:Tucker ve Tripodi, 2006). Öğrenciler eğitimleri sırasında LGBTT nüfusla mesleki uygulama
konusuna çok az ağırlık verildiğini belirtmişlerdir. Hayes ve Gelso (1993) ile
Weiner ve Siegel (1990)’in çalışmaları
ise sosyal hizmet uzmanlarındaki homofobinin LGBTT müracaatçıyla çalışmadan duyulan rahatsızlıkla ilişkili olduğunu göstermektedir. LGBTT nüfusla iyi uygulamanın bileşenleri ve etkili
müdahaleler geliştirme konusunda çalışılması gerekmektedir (Akt:Tucker ve
Tripodi, 2006).
Berkman ve Zinberg (1997) master düzeyindeki sosyal hizmet uzmanlarının
%10.7’sini düşük düzeyde homofobik,
Wisniewski ve Toomey (1987) çalışmalarında sosyal hizmet uzmanlarının
üçte birini homofobik bulmuştur. Newman, Dannenfelser ve Benishek (2002)
master düzeyindeki sosyal hizmet öğrencilerini cinsel azınlıkları kabul konusunda sosyal hizmet uzmanlarından
daha fazla toleranslı bulmuştur (Akt.:
Gezinski, 2009:104).
Güney Kore’de iki büyük üniversitenin
sosyal hizmet programlarında okuyan
124 öğrenciye uygulanan Hudson ve
Ricketts’in Homofobi Ölçeği’ne göre lisans ve master düzeyindeki Koreli öğrencilerin Amerikalı örneklemdeki öğrencilere göre daha yüksek düzeyde
homofobik oldukları bulunmuştur. Sınıf
içi tartışmalarda ise eşcinsellik konusu
tartışılırken daha az düzeyde homofobik oldukları görülmüştür (Lim ve Johnson, 2001).
ABD’deki 12 sosyal hizmet programında lisans düzeyindeki 575 heteroseksüel öğrenciyle lezbiyen ve geylere yönelik tutumları ölçen bir diğer araştırmada
atfetme teorisiyle uyumlu olarak öğrencilerin, cinsel yönelimin bir tercih olduğunu düşündükleri ortaya konmuştur.
Otoriter yönelimi olan, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini benimsemiş ve
dini hizmetlerden yararlanan öğrenciler
arasında eşcinsellere yönelik olumsuz
yorumların daha yüksek olduğu bulunmuştur (Swank ve Raiz, 2010).
Türkiye’deki sosyal hizmet öğrencilerinin cinsellikle ilgili tutumlarını inceleyen
bir çalışmada geleneksel toplumsal
cinsiyet rollerini benimseyen öğrencilerin aynı zamanda eşcinsellere yönelik
olumsuz tutumlar geliştirdiği bulunmuştur (Duyan ve Duyan, 2005:704). Üniversite öğrencilerinin eşcinsellere yönelik tutumlarıyla ilgili bir çalışmada da
141
Toplum ve Sosyal Hizmet
kadın öğrencilerin erkeklere göre eşcinselliğe daha olumlu baktığı bulunmuş olsa da genel yaklaşımın geleneksel olduğu ortaya konmuştur (Gelbal ve
Duyan, 2006: 577-578). Dünyada ve
Türkiye’de LGBTT bireylere yönelik tutumların diğer profesyonellerde olduğu
gibi sosyal hizmet alanındaki profesyonellerde de olumsuz ve homofobiktir.
Geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini
benimseme olumsuz tutumla doğrudan
ilişkilidir. Cinsiyet açısından ise kadınların tutumlarının daha olumlu olduğu
görülmektedir.
LGBTT Bireylerle Sosyal Hizmet
Homofobi ve heteroseksizm genellikle eşcinsellere ve eşcinsel davranışa
karşı düşmanca ve önyargılı yaklaşımı ifade ettiğinden gey ve lezbiyenlerden korkma ve onlara karşı ayrımcılık,
bu gruba yönelik genel sosyal hizmetlerin sunumunda büyük engeller ortaya çıkarmaktadır. Gey ve lezbiyenlere
yönelik olumsuz tutum geliştiren profesyonellerin mesleki uygulamalarında daha az etkili olduğu kaydedilmiştir
(Ben-Ari, 2001).
Profesyoneller arasındaki eşcinsel karşıtı önyargılar LGBTT bireylerin yetersiz
bakım almasına, hizmete ulaşırken doğrudan ya da dolaylı ayrımcılığa maruz
kalmasına yol açmaktadır. Psikiyatrik
Gelişme Grubu’na göre LGBTT karşıtı
önyargılar, müracaatçıları heteroseksüel olarak kabul etmek, LGBTT bireyleri patolojik olarak görmek, onlara kalıpyargı ile bakmak, damgalamak, sağlık
sorunlarına empati ile yaklaşmamak ya
da bu sorunları tanımamak, heteroseksüel olmayan davranış, kimlik ve ilişkiye değer vermemek, talep edilmeden
kişilerin cinsel yönelimini değiştirmeye kalkışmak olarak tanımlanmaktadır.
142
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Bu önyargılar profesyonel uygulamanın
standartlarında düşüşe yol açar. İyi uygulama LGBTT karşıtı bu önyargıların
farkında olmayı ve bunların, kişiyi nasıl
etkilediğinin bilincinde olmayı gerektirir
(Allen, 2008:5). Tüm diğer profesyoneller gibi sosyal hizmet uzmanlarının da
bu önyargılar ve kabullerden arınmış olması mesleki çalışma açısından oldukça önemlidir.
Sosyal hizmet uzmanlarının kendi cinsiyet rol kabulü ve önyargılarıyla yüzleşmekle başlayıp, uygulamalarında homofobik olmayan bir çerçevede çalışmaları gerekmektedir. Bu konuda bir sınıflandırmaya göre (Gates,
2011) heteroseksist kurum politikasıyla yüzleşmek, LGBTT müracaatçılar
için savunuculuk, cinsiyetçilikten arınmış bir dil kullanmak, lobicilik yaparken
LGBTT’leri içeren literatürü kullanmak,
açık fikirli olmak ve kendimizi eğitmek
önerilmektedir.
Dünyada eşcinsellerle ilgili sorunlar konusunda pek çok sosyal hizmet okulu
dersler koymasına karşın, bu materyallerin tüm derslerin içeriğine konulması
gereklidir. Bu durum, LGBTT bireylerin
gördükleri baskının diğer baskı türlerinden (ör.: ırksal, etnik, cinsel fiziksel yeterlilik, sınıfsal) ayrılmaması görüşüne
temellenir (Collins, 2000; Akt.: Gezinski, 2009:105). Bu çerçevede sosyal hizmet eğitim müfredatına toplumsal cinsiyet ve heteroseksizm konularının anaakım olarak içeriklendirilerek program
bütünlüğünün bu çerçevede yapılandırılması önem taşımaktadır.
LGBTT grupla çalışmada altı temel ilkeden söz edilebilir (Morrow, 2006):
1. Değer-temelli ve etik temelli uygulama: Sosyal hizmet değerleri
ve etiği sosyal hizmet uzmanlarının
Buz
LGBTT’lere saygı, değeriyle birlikte
onurlu bireyler olarak davranılmasını öngörür.
2. Ekolojik sistem perspektifi: Kişinin sosyal çevresinin yasal, politik,
sosyal, aile, okul ve iş sistemlerinin kişinin esenliği üzerinde etkili olduğundan hareketle pek çok cinsel
azınlık için sosyal çevre müdahale
için önemli bir nokta olur.
3. Çeşitlilik-farklılık: Cinsel azınlık
statüsü ve sosyal baskı nedeniyle LGBTT’leri ortak bir grup olarak
varsaymak yerine, ayırt edici özellikleri, ilgi ve ihtiyaçları ile birlikte
aynılaştırmamak gereklidir. Bu grup
içinde alt gruplar olduğunu, her bireyin farklılıkları olduğu ve bireyin
eşsizliği çerçevesinde bir yaklaşım
gereklidir.
4. Güçlendirme: LGBTT’ler azınlık
statülerinden dolayı baskı ve ayrımcılıkla karşılaşma olasılığı olan bir
gruptur. Risk altındaki gruplar sosyal ve politik olarak ta marjinalleştirilirler. Güçlendirme odaklı çalışırken, güçlerini tanımlamak ve müdahale stratejilerinde dikkate almak
önemlidir.
5. Araştırma temelli bilgi: Pek çok
sosyal hizmet uzmanı LGBTT’ler
hakkında az, eski paradigmalara
dayalı, cinsel yönelime dair güncel
bilimsel bilgiden habersizdir. İyi bir
bilgi temeli bu açıdan önemlidir.
6. Sosyal adalet: Temel haklardan ve
korumadan eşit yararlanma açısından sosyal adalet LGBTT’lerle çalışmada önemli bir çerçeve sunmakta
ve bu grubun karşılaştığı sosyal eşitsizliklerin ortadan kaldırılması önemli bir hedef olmak durumundadır.
Kanada’da yapılmış kapsamlı bir çalışmada (Brotman ve diğ. 2006:10) savunuculuk, sosyal-politik bağlamdaki faaliyetler, eğitim, sosyal yardım, politika
ve mesleki uygulama konusunda öneriler sunulmaktadır.
LGBTT bireylerle çalışmada sosyal refah politikasının dört temel noktayı dikkate alması gerekir:
Görünmezlik (invisibility): Bu grubun
varlığına ilişkin bilginin reddi,
Yasal olmamak (illegality): Aynı cinsten
iki kişi arasındaki erotik çekimi toplumsal cinsiyet sınırlarını bulanıklaştırdığı
için suç olarak görmek,
Ayrılma (separation): Koruma ya da genel iyilik için LGBTT’leri toplumdan ayrı
tutma,
Rehabilitasyon
(rehabilitation):
LGBTT’lerin farklılılğını sabitlemek
üzere programlar kurmak (Messinger,
2006).
Temelde LGBTT bireylere yönelik sosyal hizmette iki önemli konu bulunmaktadır:
- Uygulamacının (sosyal hizmet uzmanı) LGBTT bireylere yönelik tutum ve becerilerine yönelik kaygılar:
burada uygulamacının kendi homofobisiyle yüzleşmesi ve kendi olumsuz duygularının farkına varması
beklenir.
- Kurumların LGBTT bireylere sağladığı hizmetler ile ilgili kaygılar: Bazı
hizmetlerin LGBTT yaşamın özel
boyutlarıyla ilgili özel gereksinimler
(lezbiyen destek grubu, açılma sürecindeki geyler için gruplar, çocuk
vesayeti, gey aileler içi yasal danışmanlık, gey partnerler için çift terapisi /danışması gibi) yaratabileceği
143
Toplum ve Sosyal Hizmet
göz önüne alınmalıdır. Yukarıda sayılan hizmetler sadece LGBTT bireyler içindir. Bunun yanı sıra bu tür
hizmetlerin, sosyal hizmet kurumlarının geleneksel hizmetleri içinde
yer alması gerekmektedir. Bu çerçevede sosyal hizmet kurumlarının
hizmetlerini almak üzere başvuranlar içinde LGBTT’ler olduğunu göz
önünde tutmaya ek olarak, kurumların LGBTT bireylerin gereksinimlerine yönelik olarak da hizmetlerini yapılandırması önemli bir gereksinimdir.
LGBTT bireylerle çalışan sosyal hizmet
uzmanlarının mesleki çalışma sırasında dikkat etmeleri gereken birtakım ilkeler bulunmaktadır:
- Sosyal hizmet uzmanları bu gruba
karşı kendi davranış, tutum, inanç
sistemi, ahlaki değerlerinin yanısıra önyargı ve ayrımcılık potansiyelini fark etmelidir.
- Anlayış ve bilginin eksik olmasından korkmamak gereklidir. LGBTT
konusunda profesyoneller arasında bile büyük bir inkar yaşanmaktadır. LGBTT bireylerin algı, ilgi ve deneyimlerini öğrenmek için çok çalışmak gereklidir.
- Cinsel yönelimini tanımak ve kabul
etmek karmaşa ve belirsizlikle geçen yıllardan sonra kolay değildir.
Heteroseksüel olduklarını kanıtlamak için farklı yolları deneyebilirler. Böyle içsel çatışmaların özellikle adölesanlar için zor olduğunu ve
bazen intihara yol açabileceğini bilmek gereklidir.
- Bazı LGBTT’lerin cinsel yönelimlerini açıklamakta zorlanacaklarını, toplum tarafından kimliklerini
144
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
saklamaya zorlandıklarını, toplumda reddedilme durumunu da dikkate alarak, müracaatçıya acı, kızgınlık ve adaletsizlik duygularını açıklaması için yardım edilmelidir.
- Yardım ilişkisine girmede, ayrımcılık ve önyargı deneyimleri nedeniyle çok incindikleri için tedbirli ve korkulu olabilirler. Sosyal hizmet uzmanının önyargısız olduğunu anlayana
kadar cinsel yönelimlerini açıklayamayabilirler.
- Açılma (coming out) müracaatçıyla
çalışmanın bir hedefi olmamalıdır.
Açılma, özgürleştirici ve politik olarak teşvik edilen bir şey olsa da kişi,
ailesine yabancılaşma, işini kaybetme gibi büyük bedeller ödeyebilir.
- Eşcinsel bir çiftle çalışırken heteroseksüel çiftlerdeki uzun dönemli sorunlar karşımıza çıkabilir. Parasal,
ev/iş sorumlulukları dengesi, çocuk
bakımı, başarısız cinsel ilişki, umutsuzluk, şiddet gibi. Bununla birlikte
eşcinsel çiftlerin ilişkisi daha farklıdır çünkü yasal bir evliliğin getirdiği
statü, koruma ve haklardan yoksundurlar. Bu çiftlere özel, yasal düzenlemeler gerekebilir (Sheafor ve Horejsi, 2002: 564-565). Bu yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi konusunda sosyal hizmet uzmanları
sosyo-politik bağlamda savunuculuk yapmak durumundadırlar.
Sosyal hizmet uzmanları ve diğer refah
alanında çalışan profesyoneller, müracaatçılarıyla iletişime geçtiklerinde, güç
konusu her zaman gündeme gelmektedir. Sosyal hizmet uzmanlarının gücünü
bilgi ve uzmanlık, kaynaklara ulaşım,
yasal güçler, bireyler ve kurumlar vb.
üzerindeki etki terimleriyle ifade edebiliriz. Güç, sosyal hizmet uzmanları ve
Buz
müracaatçıları arasındaki ilişkinin bir
yönüdür ve bu durum, olası iki problemi arttırabilir:
1. Sosyal hizmet uzmanları gücü baskıcı bir yolla kullanılabilir ve bu suistimal olur.
2. Sosyal hizmet uzmanları etkili bir
şekilde müracaatçılarının sosyal konumu, cinsiyeti, ırkı, yaşı vb. ile ilişkili baskılara ve güç/güçsüzlük sorunlarına karşı duyarlı olmayabilir
(Thompson, 2001:153).
Bu çerçevede güç analizine ve güçlendirmeye özel bir vurgusu olan ayrım karşıtı uygulama, bir sosyal hizmet
yaklaşımı olarak ortaya çıkmaktadır
(Thompson, 2001: 154). Bu yaklaşım
sosyal hizmette, çalışanların yapısal
olarak dezavantajlı grupları dikkate almasını, özellikle ırk, cinsiyet, özürlülük,
sosyal sınıf ve cinsel yönelimden kaynaklı bireysel ve kurumsallaşmış ayrımcılığı azaltmayı deneyen bir yaklaşımdır
(Thomas ve Pierson, 1995: 16). Benzer
diğer bir uygulama türü olan baskı karşıtı sosyal hizmet, kökenlerini baskı karşıtı ve ayrım karşıtı sosyal hizmet, antiırkçı, anti-seksist ve anti-heteroseksist
uygulamayla ilgili spesifik tartışma ve
gelişmelerden almaktadır. Seksizm,
ırkçılık ve heteroseksizm/homofobi, kadınların, siyahların, azınlıkların, gey ve
lezbiyen hareketlerin mücadelelerinden
kökenini almıştır. Bu hareketlerin üyeleri, sosyal hizmette baskı karşıtı uygulamanın gelişiminde aktif rol oynamıştır (Wilson ve Beresford, 2000:563). Bu
uygulamada hizmeti kullananların bilgilerinin arttırılması, hizmeti kullananlar hakkında baskı yapan bilgileri kullanma ve güçlendirme, müracaatçıların
pasif ve düşük statülerini kontrol ederek, “baskı-karşıtı” uygulama ve baskı
hakkında bilgi yapılarını güçlendirme,
geleneksel profesyonel gücü gösterme
ve maskeleme önemli çalışma yollarıdır (Wilson ve Beresford, 2000:563). Bu
çerçevede ayrım ve baskı karşıtı sosyal hizmet uygulaması eşcinsel müracaatçılarla çalışırken işlevsel olabilecek
yaklaşımlar olarak öne çıkmaktadır.
Ayrım karşıtı uygulama çerçevesinde cinsel kimlik önemli bir konu olarak
karşımıza çıkmaktadır. Öncelikle cinsel
kimlikle ilgili konuları görmezden gelmemek ve “heteroseksüel varsayımlardan” kaçınmak gereklidir. Karşımızdaki kişinin otomatik olarak heteroseksüel
olduğunu varsaymamalıyız. Böyle yaparsak eşcinselliği farklılık değil, eksiklik olarak görmüş oluruz. İstismar politikalarının cinsel kimlikle bağlantılı istismarı da içermesi konusunda dikkatli olmalıyız. Bireyin cinsel kimliğinin risk
değerlendirmesi, hizmetler için uygunluk konusunda önemli bir faktör olarak
görülmemelidir. Cinsellik ve cinsel kimlikle ilişkili eğitim anaakım bir konu olarak görülmeli, HIV danışmanı gibi özel
uzmanlar tarafından ele alınması gereken marjinal bir konu olarak görülmemelidir (Thompson, 2001:145).
LGBTT bireylere yönelik danışmanlıkta
önemli bir konu açılma konusudur. Açılma konusu istihdam, açılmanın olası
olumsuz sonuçları, yaş, küçük çocuğu
için bakım alma, içselleştirilen homofobi, diğerleri tarafından yargılanma,
açılmak istenen kişinin niteliği, diğer
LGBTT’lerden alınan desteğin derecesi gibi pek çok faktöre bağlıdır. Depresyon, intihar, alkol ve madde kullanımı, yas ve kayıp LGBTT’lerin açılma
sırasında yaşayabilecekleri sorunlardır. Cinsel yönelimden dolayı işin kaybı, nefret suçlarına (sözel, ruhsal, fiziksel tehdit ya da saldırı) maruz kalmak,
145
Toplum ve Sosyal Hizmet
çocuk vesayetinin reddi, yasal olarak
evlenememe, olumsuz ve yaşamlarını
tehdit edici olaylar olmadan açıkça kimliklerini yaşayabilmeleriyle ilgili pek çok
güçlük söz konusudur (Cramer, 1995).
Sosyal hizmet uzmanları açılmanın
sözü edilen tüm boyutlarında etkin çalışmak durumundadır.
Diğer önemli bir konu LGBTT’lerin köken aileleriyle çalışmadır. Aile üyelerinin kural, değer ve tutumları eşcinselliğin cezalandırılması ya da hoşgörülmesine yol açabilir. Irksal, etnik, kültürel özellikler önem taşır. Destekleyici aile üyeleri LGBTT’lerin refahı için
olumlu katkı yapar. Öte yandan eleştirel, uzak ve şiddet içeren tepkiler stres,
üzüntü ve yabancılaşma yaratabilir
(Cramer, 1995).
Bireyselleştirme, kabul etme (koşulsuz
olumlu kabul), yargılayıcı olmayan tutum gibi Biestek’in (1961, Akt: Banks,
2001:26) geliştirdiği etik ilkeler LGBTT
müracaatçılarla çalışmada önemli ilkeler olarak ortaya çıkmaktadır. Yine sosyal hizmette özgürleştirici değerler olan
eşitlik, sosyal adalet, vatandaşlık ve
güçlendirme (Thompson, 2005) sosyal
hizmet uzmanlarının dikkate alacağı ve
uygulamalarında yol gösterici değerlerdir. Bu çerçevede özellikle IFSW’nin
sosyal adalet değeri LGBTT’lerle çalışmada önemli bir çerçeve sunmaktadır.
LGBTT’lere yönelik olumsuz ayrımcılıkla mücadele, farklılıklarının tanınması ve kabulü, kaynaklara eşit ulaşım ve
yararlanmaları, adil olmayan politika ve
uygulamalarla mücadele etmek ve son
olarak birlik ve dayanışma içinde çalışmak sosyal adaletin gerçekleştirilmesinde önemlidir.
LGBTT’lere yönelik sosyal hizmet en
temelde bu grubun dışlanmasına ve
146
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
ötekileştirilmesine karşı çıkan, sosyal
adaletin gerçekleştirilmesi için özel önlemler gerektiren bir çalışma içeriğine
sahip olmak durumundadır. Bu çerçevede heteroseksizm ve homofobinin
dayanağını oluşturan sosyo-kültürel
bağlamı değiştirmek sosyal hizmet uzmanları için merkezi uğraşı alanlarından biri olmalıdır. Kuruluşların heteroseksist politika ve uygulamalarını ortaya koymak ve yapısal ayrımcılık ve
eşitsizliğin ortadan kaldırılması boyutunda makro düzeyde çalışma yapmak
LGBTT bireylerle yürütülen mikro düzeydeki çalışmalarla paralel yürütülmesi gereken önemli bir çalışma alanıdır.
Bireyle çalışma boyutunda ise “uyumlaştırma” yerine “özgürleştirme ve güçlendirme” önemli bir noktadır.
Sonsöz
LGBTT bireylere yönelik yapılan araştırmalar, eşcinsellerin reddedilme, yanlış anlaşılma ve baskı ile karşılaştıklarını göstermektedir. Homofobik tutum ve
heteroseksizm bu durum üzerinde çok
etkili değişkenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu baskı ve ayrımcılık temel
olarak barınma, istihdam, sağlık bakımı
ve sosyal hizmetlere ulaşımlarını engelleyebilmektedir. Bunun yanısıra aileye
ve çevreye açılma ile ilgili süreçte yaşanan güçlükler, yasal olarak çift olamama, evlat edinme konusunda karşılaşılan engeller gibi diğer önemli güçlükler
de söz konusudur. Bu çerçevede sosyal hizmet uzmanlarının mesleki çalışmalarında güç konusuna dikkat etmeleri, heteroseksizm ve homofobiyle mücadele etmeleri gerekmektedir. LGBTT birey ve çevresiyle mesleki çalışma yürütürken, içerici bir politika gelişimi için de
bu grubun görünürlüğünü arttırma çabalarına destek vermek durumundadır.
Buz
Sosyal hizmet uzmanlarının, öğrencilerinin ve bu eğitimi veren eğitimcilerin
öncelikle kendi homofobisiyle yüzleşmesi gerektiği konuyla ilgili tüm çalışmalarda işaret edilen bir konu olarak ortaya çıkmaktadır. Konuyla ilgili bilgi sahibi olma, okumak, araştırmak, heteroseksist önyargı ve varsayımlardan kaçınmak, karşımızdaki müracaatçıyı “heteroseksüel” olarak varsaymamak, kısacası kendimizi eğitmek gibi çok temel
bir noktadan başlamak durumundayız.
Geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri
ve kalıpyargılarıyla sosyalleşme, otoriter eğilime sahip olma gibi durumlar
LGBTT bireylere yaklaşımı olumsuz etkilemektedir. Bu çerçevede toplumsal
cinsiyet kalıpyargılarının üretilmediği
bir sosyalizasyon sürecinin olanakları
araştırılmalı, gelişim sürecinin daha önceki aşamalarında ve diğer kurumlarda
(aile, din, eğitim) bu rollerin sunumunda farklı bir ele alış gereklidir. Yine bu
rollerin sunumuyla ilgili heteroseksizm
ve homofobiyi ortadan kaldırmak üzere çalışmak da ilişkili bir diğer önemli
konudur. Bunu mümkün kılmak için ise
farklı disiplinlerin, profesyonellerin, kurumların hizmetleri, politika ve uygulamalarını geliştirmek üzere işbirliği içinde çalışması gereklidir.
KAYNAKÇA
Akerlund M. ve M. Cheung (2000). Teaching beyond the deficit model: Gay and lesbian issues among African Americans, Latinos, and Asian Americans. Journal of Social Work Education, 36(2).
Allen. O. (2008). Lesbian, gay & bisexual patients: The issues for general practice. Ireland: Irish College of General Practitioners (ICGP) & Gay and Lesbian Equality
Network (GLEN).
Banks, S. (2001). Ethics and values in social work (2. edition). New York: Palgrave.
Ben-Ari, A. T. (2001). Homosexuality and
heterosexism: Views from academics in the
helping professions. British Journal of Social Work, 31, 119-131.
Bepko, C. and T. Johnson. (2000). Gay and
lesbian couples in therapy: Perspectives for
the contemporary therapist. Journal of Marital & Family Therapy, (26)4, 409-419.
Biery, E. R. (1990). Understanding
homosexuality-the pride and the prejudice.
Austin: Edward–William Publishing.
Brotman, S., Ryan, B., Meyer, E., Chamberland, L., Cormier, R., Julien, D., Peterkin, A., ve B. Richard (2006). The health
and social service needs of gay and lesbian
seniors and their families in Canada, McGill
School of Social Work, Executive Summary
Report, Montreal: Cavendish.
Brown, L. M. and C. A. Rounsley (1996).
TrueSelves understanding transsexualism–for families, friends, coworkers and
helping professionals. San Francisco: Jossey–Bass Publishers.
Council on Social Work Education (2001).
Educational policy and accreditation standards. February 21, 2005, http://www.
cswe.org/accreditation/EPAS/EPAS_start.
htm, 10.05.2011.
Cramer, E. (1995). Counseling lesbian and
gay male clients, Perspectives on Multiculturalism and Cultural Diversity, Virginia:
Commonwealth University.
Çabuk, F.D. ve S. Candansayar (2010). Tıp
ve homofobi, Anti-Homofobi Kitabı 2, Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma, Ankara:
Kaos GL Yayını: 85-89.
Duyan, V. ve G. Duyan (2005). Turkish social work students’ attitudes toward sexuality. Sex Roles, 52(9-10), 697-706.
Gates, T. (2011). Challenging heterosexism: Six suggestions for social work practice. Social Work-The New Socıal Worker Online, http://www.socialworker.com/
home, 02.02.2011.
147
Toplum ve Sosyal Hizmet
Gelbal, S. ve V. Duyan (2006). Attitudes of
university students toward lesbians and gay
men in Turkey, Sex Roles, 55, 573-579.
Gezinski, L. (2009). Addressing sexual minority ıssues in social work education: A
curriculum framework, Advances in Social
Work, (10)1, 103-113.
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Swank, E. and L. Raiz (2010). Attitudes toward gays and lesbians among undergraduate social work students. Affilia-Journal
of Women and Social Work, 25 (1), 19-29.
Thomas, M. and J. Pierson (1995). Dictionary of social work. London: Collins Educational Limited.
Göregenli, M. (2009). Gruplararası ilişki
ideolojisi olarak homofobi, Anti-Homofobi
Kitabı Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma, Ankara: Kaos GL Yayını: 9-16.
Thompson, N. (2001). Anti-Discriminatory
practice (Third Edition). BASW Practical
Social Work Series, Ed: Jo Campling, London: Palgrave.
International Federation of Social Workers (2002). Draft document: Ethics in social work statement of principles. Geneva:
IFSW General Meeting.
Thompson, N. (2005). Understanding social work-preparing for practice (2. Edition).
USA: Palgrave Macmillan.
Kala, A. (1992). Invisible minority the unknown world of the Indian homosexual. New
Delhi: Dynamic Books.
Lim H.S. and M.M. Johnson (2001). Korean
social work students’ attitudes toward homosexuals. Journal of Social Work Education, 37(3), 545-554.
Lombardi, E. ve T. Bettcher (2005). Lesbian, gay, bisexual and transgender/transsexual individuals. In Social Injustice and
Public Health (Edited by Barry S. Levy), Oxford University Press.
Messinger, L. (2006). Social welfare policy
and advocacy. In Sexual Orientation and
Gender Expression in Social Work Practice, Ed: D. F. Morrow and L. Messinger, New
York: Columbia University Press.
Morrow, F. D. (2006). Sexual Orientation
and Gender Identity Expression. In Sexual
Orientation and Gender Expression in Social Work Practice, Ed: D. F. Morrow and L.
Messinger, New York: Columbia University
Press.
Sheafer, W. B. and C. R. Horejsi (2002).
Techniques and guidelines for social work
practice (Sixth Edition). Boston: Allyn Bacon.
148
Tucker W. E. and M. P. Tripodi (2006).
Changing heterosexuals’ attitudes toward
homosexuals: A systematic review of the
empirical literature. Research on Social
Work Practice, 16, 176-190.
Vincke, J. and K. V. Heeringen (2002). Confidant support and the mental wellbeing of
lesbian and gay young adults: A longitudinal analysis. Journal of Community and
Applied Social Psychology, 12, 181–193.
Wilson, A. and P. Beresford (2000). Anti
oppressive practice: Emancipation or appropriation?. British Journal of Social Work,
30, 553-573.
Yüksel, Ş. (2010). Eşcinsellik, sosyal dışlanma ve ruh sağlığı sorunlarına yaklaşım.
Anti-Homofobi Kitabı 2, Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma, Ankara: Kaos GL Yayını: 79-84.
Gökçearslan Çifçi ve Gönen
Derleme
Anahtar Sözcükler: Sosyal hizmet, etik, etik
ikilemler, etik karar verme
ABSTRACT
SOSYAL HİZMET
UYGULAMALARINDA
ETİK KARAR VERME
SÜRECİ
Ethical Decision Making
Process in Social Work
Practices
Elif Gökçearslan Çifçi*
Emine Gönen**
*Yrd. Doç. Dr., Ankara Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
** Prof. Dr., Ankara Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
ÖZET
Sosyal hizmet uzmanları, mesleki değer ve
yükümlülükleri arasındaki çatışmalardan
doğan ikilemlerle mesleki müdahaleleri süresince sürekli karşılaşmaktadırlar. Bu çatışmalara çözüm getirmek amacıyla sosyal
hizmet uzmanları, müracaatçıları için etik
kararlar vermeye çalışmaktadırlar. Bu çalışmada sosyal hizmet uzmanlarının etik karar
verme süreçleri hakkında bilgi verilirken öncelikle etik, sosyal hizmet etiği, sosyal hizmet
değerleri, sosyal hizmette etik ikilemler, etik
karar verme ilkeleri ve etik karar verme modelleri tartışılmıştır.
Social workers continuously encounter dilemmas arising from the conflicts between
their professional values and responsibilities during their professional intervention.
Social workers strive to make ethical decisions for their clients aiming to resolve these
conflicts. In this study, whilst providing information regarding social workers’ ethical
decision making processes, primarily ethics,
social work ethics, social work values, ethical dilemmas in social work, ethical decision
making principles, and ethical decision making models will be discussed.
Key Words: Social work, ethics, ethical
dilemmas, ethical decision making
GİRİŞ
Sosyal hizmet mesleğinin en önemli
amacı yoksulluk içinde yaşayan, ezilen
ve incinebilir durumdaki insanları güçlendirmek, iyilik halini artırmak ve tüm
insanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasında onlara yardım etmektir.
Sosyal hizmet uzmanları, müracaatçıları adına sosyal değişim ve sosyal
adaleti artırmaya çalışır. Müracaatçı,
bireyler, aileler, gruplar, organizasyonlar ve toplumu kapsamaktadır. Sosyal
hizmet uzmanı yoksulluk, ayrımcılık,
baskı ve sosyal adaletsizliklerin diğer
formlarını sonlandırmaya çalışır, kültürel ve etik ayrımcılık konusunda duyarlıdır (Reamer, 2006:6–7).
Mesleki sorumlulukları gereği insanların refahını geliştirmeye çalışan sosyal hizmet uzmanları, mesleki uygulamalar sırasında pek çok etik ikilemle
karşılaşmaktadırlar. Bireysel, mesleki,
149
Toplum ve Sosyal Hizmet
kurumsal değerler arasında denge
sağlama görevi olan sosyal hizmet uzmanın, karşılaştığı etik ikilemlerin çözümü için etik kararlar vermesi beklenir. Uygulamalar sırasında mesleğin
etik standart ve sorumluluklarını kabul
eden ve uygulayan sosyal hizmet uzmanları, etik karar verme sürecinde de
bu standart ve sorumlulukları kendisine rehber olarak alır. Ancak etik rehberin yeterli olmadığı durumlar da ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmada sosyal
hizmet mesleği için son derece önemli olan etik karar verme süreçleri ve etik
karar verme modelleri tartışılmıştır.
ETİK KAVRAMI VE SOSYAL HİZMET
Etik terimi Yunanca ethos yani “töre”
sözcüğünden türemiştir. Felsefenin dört
ana dalından biridir. Yanlışı doğrudan
ayırabilmek amacıyla ahlâk kavramının
doğasını anlamaya çalışır. Etiğin batı
geleneği, zaman zaman “ahlâk felsefesi” olarak da kabul görmektedir (Banks,
2006). Ayrıca Türkçede etik sözcüğü,
ahlak sözcüğü ve ahlak felsefesi ile eş
anlamlı olarak da kullanılmaktadır.
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
değişebildiği gibi aynı toplum içindeki
insanların benimsediği ahlak kuralları arasında da farklılıklar vardır (Banks,
2006).
Bütün mesleklerde olduğu gibi sosyal hizmet mesleğinde de etik değerler
mesleki uygulamalardaki iyi ve kötüyü
tanımlar. Etik değerler, mesleki uygulamaların nasıl olsa daha iyi olacağını
ne durumlarda daha iyi olmayacağını
tanımlamaktadır (Mavili Aktaş, 2008).
Lowenberg ve Dolgoff (1996: 21), mesleki değerlerle meslek etik ilişkisinde
şöyle bir değerlendirme yapar: “Meslek
değerleri ve meslek etiği birbiriyle ilişkili olsa da aynı şey değildir. Mesleğin
değerleri ve etiği birbiriyle uyumlu olmalıdır. Bu iki unsur arasındaki yegâne
fark; değerler mesleki uygulamalarla ilgili iyi ve arzu edileni tanımlarken, etik
doğru ve yapılması gerekenleri anlatır.
Değerler hangi düşüncelerin uygun olduğunu anlatırken, etik bu düşüncelerle ne yapılması gerektiğini ve bu düşüncelerin uygulamasının nasıl olacağına işaret eder” (Mavili Aktaş, 2008).
Etik, ahlaki seçimleri yansıtan bir disiplindir. Felsefenin bir dalı olan bu disiplinin, kendi içeriği, yöntembilimi ve literatürü (insan karakterinde, sistematik,
formel ve hayati öneme sahip yanlışlıklar ve doğruluklarla ilgili) vardır (Pellegrino, 1989:491; Akt: Guttmann, 2006:2).
Sosyal hizmet eğitiminde ve uygulamasında, “sosyal hizmet felsefesi”, değer,
tutum ve davranışların niteliğini belirler. Sosyal hizmet felsefesi, etik kurallar, ilkeler ve standartlar olarak somutlaşır, bilgi birikiminin bütünleştirilmesine
temel olurken uygulamaları yönlendirici
bir işlev kazanır. Sosyal hizmet etiği, uygulamalara ortak yaklaşım, bakış açısı
ve anlayış kazandırır. Sosyal hizmet etiği, mesleğin değerlerine dayanır. Mesleki değerler, mesleki tutumları ve davranışları belirler (Cılga, 2004: 72-74).
Etik ve ahlak terimleri özdeş değildir.
Ahlak, belirli bir toplumun değer yargıları, normları, ilkeler ve kurallar bütünüdür. Ahlak görelidir, toplumdan topluma
Mesleki kurallar olarak da tanımlanan
etik kurallar bir mesleğin güvencesidir. Meslek bu yolla toplumun kendisine olan güveninin devamlılığını sağlar.
Etik kavramının bir diğer kullanımı ise
‘doğru’ veya ‘yanlış’ ile ‘iyi’ veya ‘kötü’
olarak varsayılan şeylerle ilgili, insan
davranışlarını şekillendiren standartlar
ve kurallar bütünüdür (Banks, 2006: 5).
150
Gökçearslan Çifçi ve Gönen
Mesleğin böyle bir güvenceden yoksun
olması, mesleğin tekliğini muhafaza etmesini önler. Mesleğin ahlak kuralları
açıktır, sistematiktir ve bağlayıcıdır. Bu
kurallar müracaatçı, meslek elemanı ve
meslektaşlar arasındaki ilişkinin niteliklerini tanımlar (Kut, 1988: 11-12). Sosyal
hizmet mesleği insana hizmet eden bir
meslek olması nedeniyle de etik kurallarının olması ve bu kuralların değerlendirilebilir olması son derece önemlidir.
Sosyal Hizmette Etik Konular
Sosyal hizmet uygulaması müracaatçı,
toplum ve mesleğe ilişkin pek çok sorumluluğa sahiptir ve ele aldığı konular tüm toplumu ilgilendiren, çözümü oldukça zor konuları içermektedir.
Temelde sosyal hizmet uygulamalarında en sık görülen etik konular dört başlık altında toplanabilir (Banks, 2006:13):
• Bireylerin hakları ve refahına ilişkin konular: Müracaatçıların kendi kararlarını alma ve seçim yapma
haklarına karşılık, sosyal hizmet uzmanlarının da müracaatçılarının refahını artırma sorumlulukları vardır.
• Kamu refahına ilişkin konular: Müracaatçıların dışındaki grupların ilgileri ve haklarına karşılık; sosyal hizmet uzmanlarının da topluma ve iş
bulma kurumlarına karşı sorumlulukları vardır.
• Eşitlik, farklılık ve baskıya ilişkin konular: Sosyal hizmet uzmanlarının,
farklılıkları göz önüne alarak eşitliği sağlama; toplumda ve devlet politikalarında değişim için çalışma ve
baskıya karşı mücadele etme sorumlulukları vardır.
• Mesleki roller, ilişkiler ve sınırlara ilişkin konular: Sosyal hizmet
uzmanlarının belirli bir duruma
(danışman, denetleyici, savunucu,
değerlendirici, müttefik veya arkadaş) uygun rollere karar verme, politik yaşam, meslek ve bireyler arasındaki sınırlara ilişkin konuları göz
önüne alma sorumlulukları vardır.
Yukarıdaki her bir kategori içerisindeki
konular karmaşıktır ve kategoriler birbiri içine geçmiştir. Çoğunlukla haklar,
sorumluluklar ve ilgiler arasında ve bu
kategoriler arasında çatışmalar vardır.
Sosyal Hizmet Mesleğinin
Etik Değerleri
Sosyal hizmet mesleğinin temel değerleri ve ilişkili ilkeleri 6 bölümden oluşmaktadır (Reamer, 2006: 251-255).
1. Değer: Hizmet
Etik İlke: Sosyal hizmet uzmanlarının
öncelikli amacı sosyal problemleri olan
ve ihtiyaç içerisindeki bireylere yardım
etmektir.
Sosyal hizmet uzmanları;
• kendi sorumluluk alanları içinde
olan hizmetleri geliştirirler,
• sosyal problemi olan ve yardım ihtiyacı duyan bireylere yardım etmek
amacıyla, kendi bilgi, değer ve becerilerini kullanırlar.
2. Değer: Sosyal Adalet
Etik İlke: Sosyal hizmet uzmanları sosyal adaletsizliklerle mücadele eder.
Sosyal hizmet uzmanları;
• baskı gören ve incinebilir birey ve
grupların adına ya da onlarla birlikte toplumsal değişmeyi sağlamak
için çaba gösterirler,
• yoksulluk, işsizlik, ayrımcılık ve diğer sosyal adaletsizlikler konusunda
sosyal değişimi hedeflemektedirler,
151
Toplum ve Sosyal Hizmet
• etnik ve kültürel çeşitlilik ve baskı konusunda farkındalık artırmaya
çalışırlar,
• bütün insanlar için fırsat eşitliği, ortak katılım, ihtiyaç duyulan bilgiye
ulaşma güvencesini sağlamaya çalışırlar.
3. Değer: Bireylerin Değer Yargıları
ve Saygınlıkları
Etik İlke: Sosyal hizmet uzmanları, her
insanın kendine özgü değer yargıları
olduğuna ve bu nedenle saygı görmesi
gerektiğine inanırlar.
Sosyal hizmet uzmanları;
• her bireye, etnik ve kültürel farklılığını dikkate alarak saygılı bir şekilde davranırlar,
• müracaatçıların, kendi kaderini belirlemeleri konusunda onları teşvik
ederler,
• müracaatçıların kendi ihtiyaçlarını
tanımlamalarını ve değişim için kapasitelerini artırılmalarını isterler.
4. Değer: İnsan İlişkilerinin Önemi
Etik İlke: Sosyal hizmet uzmanları insan ilişkilerinin önemini kabul eder.
Sosyal hizmet uzmanları;
• insanlar arasındaki ilişkilerin değişim
için önemli bir araç olduğunu bilirler,
• yardım sürecinde pek çok birey ile
bağlantı kurarlar,
• birey, aileler, sosyal gruplar, organizasyonlar ve toplumun refahının artırılmasını, sürdürülmesini ve insanlar arasındaki ilişkilerin güçlenmesini isterler.
5. Değer: Dürüstlük
Etik İlke: Sosyal hizmet uzmanları güvenilir ve dürüst bir biçimde davranırlar.
152
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Sosyal hizmet uzmanları;
• mesleğin misyonunun, değerlerinin,
etik ilkelerinin, etik standartlarının
daima farkındadırlar,
• bağlı oldukları kurumda etik davranma ve etik uygulamaları teşvik etme
sorumluluğunu taşırlar.
6. Değer: Yeterlik
Etik İlke: Sosyal hizmet uzmanları mesleki yeterliklerini uygulama alanlarında gösterirler ve mesleki uzmanlıklarını geliştirirler.
Sosyal hizmet uzmanları;
• mesleki bilgi ve becerilerini artırmak ve uygulamaya aktarmak için
çaba gösterirler,
• mesleğin bilgi temeline katkıda bulunmaya isteklidirler.
McGowan (1995; Akt: Dolgoff, Lowenberg ve Harrington, 2005:17-18)’a göre
mesleki değerler, sosyal hizmet uzmanlarının uygulamalarında ve eylemlerinde öncelikli bir öneme sahiptir ve sosyal hizmet değerleri hakkında genel bir
kabul vardır. Örneğin pek çok meslek
elemanı sosyal hizmetin temel değerleri arasında yer alan, müracaatçı ile işbirliği yapma, kendi kaderini belirleme
ve gizlilik gibi değerleri kabul eder. Ancak çelişkiler, genellenen sosyal hizmet değerlerinin alandaki uygulamaları sırasında ortaya çıkmaktadır. Sosyal
hizmet uzmanları, uygulamada bu değerlerin kullanılmasına ilişkin öncelikler
ve hedeflerin belirlenmesi sırasında çelişkiler yaşayabilirler. Sosyal hizmet uzmanları, özellikle karar alma süreçlerinde, bireysel ve mesleki değerleri arasında çelişki yaşayabilmektedir. “Yaşamın saygınlığı” değeri, bir sosyal hizmet
uzmanın, bireysel değerleri ile mesleki değerlerinin örtüşmesi sonucunda
Gökçearslan Çifçi ve Gönen
kürtaj olmayı isteyen bir müracaatçısının isteğini desteklemesi şeklinde ortaya çıkabilmekte iken kürtaja karşı olan
bir diğer sosyal hizmet uzmanın, müracaatçısının kürtaj olmayı istemesi durumunda mesleki ve bireysel değerler de
çatışmanın ortaya çıkması şeklinde belirebilir. Ancak etik ilkeler gereği sosyal
hizmet uzmanının müracaatçısının kararına saygı duyması beklenmektedir.
Bu örnek bireysel değerler ile mesleki
değerlerin, uygulamada karar vermeyi
etkileyebileceğini göstermektedir.
SOSYAL HİZMETTE ETİK İKİLEMLER
Sosyal hizmet mesleği en temelde sosyal adalet için çalışır. Sosyal adaletin gerçekleşebilmesi amacıyla sosyal
hizmet uzmanı, kendi uygulamasından
başlayarak toplumun en küçük birimine kadar bu ilkeyi gerçekleştirmeye çalışır. Bu bağlamda sosyal adaletin sağlanması sırasında pek çok etik ikilemle
karşılaşılabilir. Ancak sosyal hizmet uzmanları mesleklerinin bir parçası olarak karar verme becerisini öğrenirler.
Sosyal hizmet müdahalesi, müracaatçıların toplumsal ve yaşamsal talepleri
karşılayabilmeleri amacıyla kaynaklara
ulaşabilmeleri konusunda müracaatçılara yardım etmeyi hedefler.
Sosyal hizmet uzmanları tarafından verilen yardım, değerler ve becerilerden
daha fazlasını zorunlu kılar. Her bir müracaatçının kendine özgü olduğundan
hareket edilirse sosyal hizmet müdahalesi en temelde bir sanattır. Sosyal hizmet uzmanları sorun alanlarına yönelik
gerçekleştirdikleri uygulamaları süresince sık sık etik ikilemlerle karşılaşırlar ve karar verirlerken zorlanırlar. Etik
kararlar, haklar ve değerler arasındaki
çatışmalarla ilişkilidir (Callahan, 1994;
Guttmann, 2006: 155).
İkilem, genel anlamıyla çatışmalı bir durum veya iki fikir arasında yapılan seçim
olarak tanımlanabilir. Bu gün ise ikilem
kavramını karışık bir problem olarak
görme eğilimi yaygındır. Ancak bütün
problemler beklenmedik bir etik ya da
ahlaki etkiye sahip değil iken, her ikilem
de etik değildir (Guttmann, 2006: 155).
Etik bir ikilem, mesleki görevler (mesleki uygulamalarda temel değerlere
bağlılık) ve yükümlülüklerde ortaya çıkan çatışma durumudur. Bu durumda,
sosyal hizmet uzmanının, diğerlerinden
daha önemli mesleki görev ve yükümlülükleriyle ilişkili olan değerlere karar
vermesi beklenir. Barker (1987)’a göre
çatışmaların çözümlenmesi, problemlerin en aza indirilmesi ya da ortadan
kaldırılmasını zorunlu kılar. Sosyal hizmet uzmanları genellikle, müracaatçılar veya müracaatçı sistemi için alternatif çözümler bulma, aydınlatma, eğitme, arabuluculuk, uzlaşma konusunda
çalışırlar (Akt: Guttmann, 2006:156).
Minahan (1987)’a göre sosyal hizmet
uzmanlarının etik ikilemleri yedi temel
alana ayrılır.
1. Gizlilik ve gizli bilgi,
2. Doğru söyleme,
3. Biri tarafından kararların verilmesi
veya kendi kaderini belirleme,
4. Yasalar, kurallar, düzenlemeler ve
politikalar,
5. Bir meslektaşı
kurma,
üzerinde
baskı
6. Sınırlı kaynakların dağıtımı,
7. Bireysel ve mesleki değerler.
Loewenberg ve Dolgoff (1996) sosyal
hizmet uygulamasındaki etik ikilemlerin
üç temel nedeni olduğunu belirtmişlerdir. Bunlar;
153
Toplum ve Sosyal Hizmet
• rakip değerler,
• rakip bağlılıklar
• belirsizliklerdir.
Bazı kurumlarda, örneğin okullar ve
hastanelerde görev yapan sosyal hizmet uzmanları etik karar vermede ikilemler yaşayabilirler. Örneğin okulda
çalışan bir sosyal hizmet uzmanı için
kürtaj isteyen öğrencinin gizlilik talebinde bulunması veya onkoloji hastanesinde çalışan bir sosyal hizmet uzmanı için de yaşamı tehdit eden bir hastalıkla ilgili olarak müracaatçısına doğruyu söylemesinin gerekli olduğu durumlarda ortaya çıkabilir (Guttmann, 2006:
157).
HIV pozitif olduğunun eşi dahil hiç kimseye söylenmemesi talebinde bulunulması sosyal hizmette “gizlilik” ilkesi ile
çatışmaktadır. Sosyal yardım alması
uygun olmayan bir müracaatçıya, meslektaşı tarafından yapılan baskı nedeniyle sosyal yardım bağlanması da etik
ikilemlere verilecek örnekler arasında
yer alabilir. Bireysel ve mesleki değerle ile ilişkili de pek çok ikilem yaşanabilir. Kendi bireysel ve siyasi değerlerine ters düşünce ve davranışları olan
evlat edinme müracaatçısına koşulları
uygun olsa bile evlatlık çocuk verilmemesi de verilebilecek örnekler arasındandır. Sosyal hizmet mesleği doğrudan insana hizmet eden bir meslek olmasının yanı sıra öncelikle sorun odaklı ve sorunların çözümüne yönelik bir
meslektir. Mesleki uygulamalar sırasında bahsedilen örneklere eklenebilecek
pek çok örnekten bahsedilebilir. Bu tür
ikilemler mesleğin doğası gereği yaşanabilir ancak bu ikilemlerin ortadan kaldırılabilmesi için sosyal hizmet uzmanlarına ne tür karar verme süreçlerinin
olduğunun da öğretilmesi gerekir.
154
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
SOSYAL HİZMETTE ETİK
KARAR VERME
Karar verme, herhangi bir faaliyetle ilgili, çeşitli olasılıklar ya da alternatifler
arasından birinin seçilmesi ya da seçilmemesidir. Kararlar önemsiz bile olsalar, yaşam düzeyini etkileyen yaşam kalıplarını oluştururlar (Gönen, 2002: 84).
Karar verme işlemi yönetimle ilişkilidir.
Çünkü karar verme, yönetimde bir aşama ya da süreçtir, karar verme yönetim
sürecinin alt sistemlerinin her birinde
oluşur. Bu açıklamalar karar verme işleminin ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. İnsanlar, amaçlar, standartlar, kaynak tahsis etme, faaliyet dizisi
ya da yaşamlarındaki önemli değerler
açısından gerekli değişimler konusunda karar verirler. Yönetime ilişkin bu kararlar, amaca ulaşmada odaklanmaları
nedeniyle birbiriyle ilişkilidir. Dolayısıyla karar verme konusundaki bilgi ve beceriler, amaca ulaşmayı ve yaşam düzeyini etkiler (Gönen, 2002: 84).
Sosyal hizmet mesleği için de karar
verme son derece önemli bir süreçtir.
Müracaatçı ve sosyal hizmet uzmanının uyum içerisinde kararlar alması hizmetin kalitesini artıracaktır.
Sosyal hizmet literatüründe, etik kodlardan oluşan etik rehberin, etik ikilemler ortaya çıktığında ihtiyaç duyulan yol
göstericiliği sağladığı söylenmektedir
(Gray and Gibbons, 2007, Banks, 1995;
Dolgoff&Harrington, 2001). Ancak, bu
sadece buz dağının görünen yüzü gibidir. Etik rehber, sosyal hizmet uygulamasında tam bir yönlendirici görev
üstlenememektedir (Gray ve Gibbons,
2007). Bir insanın diğerine benzemediği düşüncesinden yola çıkıldığında, yaşanan sorunlar da birbirinden çok farkı
boyutlarda olacaktır. Bu nedenle sosyal
Gökçearslan Çifçi ve Gönen
hizmet, insan sorunlarına odaklanması
nedeniyle karmaşık etik sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır.
Sosyal hizmet uzmanı uygulamalarda etik ikilemler ile karşılaşmakta ve
bu ikilemlerin çözümü için çabalamaktadır. Bazen görevi müracaatçıların kendi etik olmayan sorunlarıyla ilgili olarak onlara yardım etmek iken bazen de müracaatçılarının etik bir bakış açısı kazanmaları konusunda onlara en uygun davranışlar geliştirmelerini sağlamaktadır (Sheafor and Horejsi 2003:167). Bu görevlerini yerine getirirken, bazen mümkün olan bütün seçenekler sosyal hizmet uzmanı için etik
bir ikilem yaratarak, müracaatçılar için
zarar veya strese neden olabilmektedir.
Bir müracaatçı sosyal hizmet uzmanına intihar etmeyi planladığını söyleyebilir. Dokuz aydan beri işsiz olan bir
başka müracaatçı, sosyal hizmet uzmanından, kriminal geçmişi hakkında yeni
başvuruda bulunduğu işyerindeki işverenine doğruyu söylememesini isteyebilir. Bir başka müracaatçı oğlunun mezun olabilmesi için gereken parayı işvereninden çaldığını ve hiç kimseye söylememesi konusunda uzmandan yardım isteyebilir. Bütün bu durumların her
biri, sosyal hizmet uzmanlarının bir ya
da daha fazla etik ikilemle karşılaşmalarına ve yükümlülüklerinin çatışmasına neden olur. Sosyal hizmet uzmanının müracaatçısına karşı sorumlulukları nelerdir? Müracaatçının yaptığı ya da
yapacağı davranış sonucunda, zarar
görmüş ya da görebilecek diğer bireylere karşı yükümlülükleri nelerdir? Topluma ve onun kendi değerlerine ilişkin yükümlülükleri nelerdir? (Dolgoff, Lowenberg ve Harrington, 2005:40-42).
Ayrıcalıklar ve hakların tanımı zaman
içerisinde değişebilir. Bir zamanlar hak
olan bir durum daha sonraki bir zaman
diliminde hak olarak tanımlanmayabilir.
Bu değişimler etik problemler yaratabilir. Haklarda meydana gelen değişime
bağlı olarak ortaya çıkan tanımlar sosyal hizmet uzmanı için etik bir problem
yaratabilir. Örneğin evlat edinme alanında ortaya çıkan yasal değişimler ile
sosyal hizmet uzmanları, pek çok etik
problemle karşılaşmışlardır (Dolgoff,
Lowenberg ve Harrington, 2005:40-42).
Türk Medeni Kanunda 2002 yılında
yapılan değişlik ile daha önce 35 yaş
olan evlat edinme yaşı, kanun değişikliği ile 30 yaşa indirilmiştir. Sosyal hizmet uzmanları daha önceki başvurularda en az 35 yaşında olmayan müracaatçıların işlemlerini reddederlerken, kanun değişikliği ile birlikte, belirtilen yaştan küçük müracaatçıların başvurularını kabul etmeye başlamışlardır. Bu değişiklikten önce 30 yaşlarında olan ve
evlat edinemeyen müracaatçının hakları ihlal edilmiş olmaktadır.
Bazen toplumun çıkarları ile müracaatçının çıkarları arasındaki dengeyi sağlamak zordur. Eğer bir müracaatçı, sosyal hizmet uzmanına, birisinin
malını çaldığını söylerse, sosyal hizmet
uzmanı müracaatçısına karşı ve topluma karşı olan yükümlülüklerini değerlendirmelidir. Sosyal kontrol her sosyal hizmet uzmanının amaçlarından birisidir ancak yardım ilişkisini sürdürmesi de beklenir. Sosyal hizmet uzmanı
hangi fonksiyonuna öncelik vermelidir?
Başka bir durumda eğer bir müracaatçınız hayat kadını olarak çalışıyorsa ve
yaşadığınız kentte hayat kadını olarak
çalışmak yasak ise ne yapmalısınız?
Müracaatçının tanımladığı sorunun çözümünde bu tür bir davranışı sürdürmesi gerekiyor ise yasaları çiğnemesine izin verir misiniz? (Dolgoff, Lowenberg ve Harrington, 2005:40-42).
155
Toplum ve Sosyal Hizmet
Yukarıdaki örnekler sosyal hizmet uzmanının etik karar vermesini zorlaştıran etik ikilemlerden bir kaçına örnektir. Bu örneklerin sayıları artırılabilir ancak sosyal hizmet uzmanı ne yapmalıdır sorusunun cevabı aranmalıdır. Bu
noktada sosyal hizmette karar verme ilkelerinin sosyal hizmet uzmanına rehber olacağı düşünülmektedir.
ETİK KARAR VERME İLKELERİ
Sosyal hizmet uzmanlarının karşılaştıkları ikilemleri ortadan kaldırmak ya
da en aza indirgemek amacıyla bir rehber niteliği taşıyan etik karar verme ilkeleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:
1. Etik kararlar, insanın mutluluğunun
artırılması ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi konuları kapsayan insan
refahı ile ilgilidir (Norman, 1998:218220; Warnock, 1967:48-72; Akt:
Banks, 2006:155). İnsan ihtiyaçları zaman içerisinde, inanç sistemlerindeki farklılaşmaya göre veya toplumdan topluma farklılaşabilir. Bu
durum ihtiyaçların evrensel değerler olmadığı anlamına kesinlikle gelmemektedir. Fakat ihtiyaçların nasıl karşılanacağı, yere, zamana ve
duruma göre değişebilir (Ife, 1999:
218-219; Akt: Banks, 2006: 155).
2. Etik kararlar, uzmanların mesleki
müdahalelerinde uygun bir eylemi
gerektirir. Eğer sosyal hizmet uzmanı hastanede kalmak istemeyen yaşlı
bir müracaatçının isteğine yönelik bir
plan yapacaksa, öncelikle müracaatçının evde kalabilmesi için gereken
uygun bakım koşullarını sağlamak
amacıyla ailesi, komşuları ve meslek elemanları ile tartışarak bir plan
hazırlamalıdır (Banks, 2006: 155).
3. Özel vakalar hakkındaki etik kararlar,
müracaatçıların sorumluluklarının
156
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
kapsamının ve özel ilişkileri içine
alan koşulların dikkate alınmasını gerektirir. Anne ve kızı arasındaki ilişki bazı vakalarda yaşamsal bir
önem taşıyabilir. Her ailenin inançları ve değerleri farklı olabileceğinden aile üyeleri arasındaki ilişki karar verme aşamasında dikkate alınmalıdır (Banks, 2006: 156).
4. Etik kararlar daha önceki ve gelecekteki kararlarla tutarlılık göstermelidir. Sosyal hizmet uzmanlarından, koşullar önemli ölçüde farklılık göstermedikçe, benzer sorunlar
yaşayan müracaatçılar için de benzer kararlar alması beklenmektedir
(Banks, 2006: 155).
5. Sosyal hizmet uzmanlarının verdikleri etik kararların doğrulanabilirliği
önemlidir. Sosyal hizmet uzmanları, etik karar verirlerken özel ilişkileri ve sorumlulukları, ahlaki sistemleri dikkate alarak bazı genel ilkelere başvurabilirler. Sosyal hizmet uzmanları karar verirlerken müracaatçıların yapmak istedikleri şey konusunda kendi başlarına karar verme hakkına sahip olduklarını kabul
ederler. Bu durumda ilke, müracaatçının kendi kaderini belirlemesidir
(Banks, 2006:155).
Yukarıda belirtilen etik karar verme ilkeleri sosyal hizmet uzmanları için yol
gösterici niteliktedir. Ancak sorunlar ve
çözüm yolları birbirinden çok farklı olması nedeniyle zaman zaman bu ilkelerinde yetersiz kaldığı durumları ortaya çıkmaktadır.
ETİK KARAR VERMEYE İLİŞKİN
MODELLER
Sosyal hizmette etik karar vermeye ilişkin pek çok model geliştirilmiştir. Bu
Gökçearslan Çifçi ve Gönen
çalışmada alanda en işlevsel olarak bilinen Reamer’in Modeli ile Dolgoff, Lowenberg ve Harrington (2005)’un geliştirdiği Genel Karar Verme Modeli ele
alınmıştır.
• Reamer’in modeli: Reamer (1999)
modelinde etik değerler ve mesleki
yükümlülükler temel alınmıştır. Sosyal hizmet mesleğinin birincil değerlerini içine alan hedefler ve yükümlülükler bu modelde temel değerler olarak düşünülmüştür. Yapılan
araştırmalar da, sosyal hizmet uzmanlarının diğer yardım mesleklerinde olduğu gibi mesleki rol ve yükümlülüklerinden etkilendiklerini ortaya koymaktadır. Ayrıca sosyal hizmet uzmanları, karar verme davranışını gerçekleştirirlerken bireysel
motivasyonlarından ve tutumlarından da farkına varmadan etkilenirler
(Abramson; 1996; Mattison, 2000;
Akt: Guttman, 2006; Osmo and Landau, 2006). Lowenberg ve diğerleri (2000:Akt: Osmo and Landau,
2006)’ne göre sosyal hizmet uzmanlarının öncelikle kendi etik değerlerini tanımlamaları gerekmektedir. Bu
durum etik karar vermenin kalitesinin
artmasına önemli bir katkı sağlayacaktır (Osmo ve Landau, 2006). Bu
nedenle Remear’in modeli, etik ikilem ve çatışmaların nasıl çözüleceği konusunda sosyal hizmet uzmanlarına yardım edebilir. Reamer doğru karar verme yollarına göre ağıdaki uygulanabilir kurallar geliştirmiştir:
Kural 1: Beslenme, sağlık, barınma
gibi temel ihtiyaçların karşılanması,
rekreasyon, eğitim, zenginlik gibi ihtiyaçların karşılanmasından daha
önceliklidir (Reamer, 1999:72).
Bu kurala göre yaşlı ve özürlü olan ve
kendi bakımını sağlamakta zorlanan bir
müracaatçının kurum bakımına yerleştirilmesi, yaşlı ancak aile desteği alan ve
kurum bakımını sosyalleşmek amacıyla
isteyen diğer müracaatçıdan daha öncelikli olarak gerçekleştirilir. Burada önemli
olan temel ihtiyaçların önceliğidir.
Kural 2: Bireyin kendi kaderini belirleme hakkı, diğer bireyin kaderini belirleme hakkından daha fazla öneme
sahip olabilir (Reamer, 1999:72).
Birey kendi kaderini belirleme hakkına
sahiptir ve arzuladığı şeyi yapabilir ancak onun bu hareketi diğerinin ve kendisinin iyilik halini tehdit etmemelidir.
Örneğin evsiz, yoksul, yaşlı bir kadının
temel ihtiyaçlarının sağlanması önceliklidir. Kendi kararını verme ve özgür
olma hakkı olsa bile sosyal hizmet uzmanı, kadının tehlikelere açık olmasından dolayı, temel ihtiyaçlarının diğer ihtiyaçlarından daha üstünde olduğu kararını verebilir. Sosyal hizmet uzmanı
mahkemeye gidebilir ve yaşlı bakım evlerinden yardım alabilir.
Kural 3: Bireylerin kendi kaderini belirleme hakkına saygı duymak
(Reamer, 1999:72).
Örneğin, bir kadın, kadın konukevinde
kalmaktansa kendisini istismar eden
eşine dönmeyi tercih edebilir. Sosyal
hizmet uzmanı böyle bir durumda müracaatçısının kendi kaderini belirleme
hakkına saygı duymalıdır. Ancak uzman, kadının bu kararında istekli olduğuna ve kadının seçiminin, potansiyel
sonuçları hakkında bilgi sahibi olduğuna ikna olmalıdır.
Kural 4: Yasalara, kurallara ve düzenlemelere uyma yükümlülüğü,
müracaatçının haklarının üzerinde
olabilir.
Eğer bir sosyal hizmet uzmanı müracaatçılarla kürtajı tartışmasının yasak
157
Toplum ve Sosyal Hizmet
olduğu bir kurumda çalışıyorsa, bu durumu kabullenmek durumundadır. Ancak sosyal hizmet uzmanı, müracaatçının iyilik halinin yasalardan, kurallardan ve düzenlemelerden üstün olduğunu bilir.
Kural 5: Barınma, eğitim, sosyal
yardım gibi kamu mallarının geliştirilmesine yardım etme ve açlık gibi
temel zararları önleme yükümlülüğü, bireylerin mal varlığı üzerindeki kontrole sahip olma hakkından
daha üstündür.
Özürlülerin, sağlık bakımına ihtiyaç duyanların, evsizlerin, yoksulların, korunma ihtiyacı olan çocukların ve yardıma
ihtiyacı olan bireylerin, ihtiyaç duydukları hizmetlerin sağlanması sosyal hizmet uzmanı için öncelikli görevdir.
Görüldüğü gibi Reamer modeli etik değerler ve mesleki yükümlülükler üzerine odaklanmaktadır. Dolgoff, Lowenberg ve Harrington (2005) tarafından
geliştirilen Genel Karar Verme Modelinde ise daha çok Problem Çözme
Aşamaları ele alınmıştır.
• Genel Karar Verme Modeli: Bu modele göre sosyal hizmet uzmanları,
karşılaştıkları ikilemlere yönelik karar verme sürecinde çeşitli aşamalardan geçer. Bu aşamalara “Genel
Karar Verme Modeli” denilmektedir.
Bu model, sosyal hizmet uzmanlarının bir sorun ile karşılaştıklarında, müracaatçıları için en doğru ve
standart karar vermelerine yardımcı
olabilir.
Uygulamada yaşanan etik problemlerin
çözümüne yönelik Genel Karar Verme
Modeli Şekil 1’de belirtilmiştir (Dolgoff,
Lowenberg ve Harrington, 2005:40-42).
Bu modele göre belirtilen aşamalar, sadece etik karar verme sürecinde değil
158
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
aynı zamanda pek çok farklı durum
için de örneğin sosyal hizmet uzmanının müdahale planı için de uygulanabilir. Bu sayede plansızlık, kararsızlık ve
rahatsızlıklar en az düzeye indirgenmeye çalışılır (Dolgoff, Lowenberg ve Harrington, 2005:58–60).
SONUÇ
Sosyal hizmet uzmanlarının etik sorumlulukları ve standartları rehberinin en
önemli amacı, etik sosyal hizmet uygulamaları gerçekleştirmektir. Bu rehber
sayesinde pek çok etik problem çözümlenmektedir. Ancak sosyal hizmet mesleği her bireyin kendine özgü olduğu ilkesinden hareket etmekte ve her bir müracaatçıyı kendi özel durumu içerisinde
değerlendirmektedir. Bu durum uygulamada, zaman zaman mesleki değerler
arasında çatışmalar yaşanmasına neden olmaktadır. Uygulamalar sırasında
ortaya çıkan etik ikilemlerin çözümünde sosyal hizmet uzmanları etik kararlar
alarak müracaatçının refahı ve yaşam
kalitesini artırmayı hedeflemektedirler.
Sosyal hizmet uygulamalarında etik
kararlar alma, uygulamanın en önemli aşamasını oluşturmaktadır. Etik karar alma süreci kolay bir süreç değildir.
Sosyal hizmet uzmanları etik kararlar
alırlarken kendi değerleri, mesleki değerler ve kurumsal değerler ile çatışmalar yaşayabilmektedirler.
Sosyal hizmet literatürü incelendiğinde etik karar verme sürecini kolaylaştırmak amacıyla geliştirilen pek çok modelin olduğu görülmektedir. Bu çalışmada incelenen modellerden Reamer
Modeli ile Genel Karar Verme Modeli,
uygulama sürecinde, sosyal hizmet uzmanlarının, müracaatçı adına ve müracaatçı ile birlikte en doğru kararları
Gökçearslan Çifçi ve Gönen
1. Probleme ve devamlılığına
neden olan faktörlerin
tanımlanması
2. Bu problemle ilgili kurumların
ve bireylerin tanımlanması
(müracaatçılar, meslek
elemanları, destek sistemleri,
mağdurlar ve diğerleri)
3. Karar verme sürecine
katılanların belirlenmesi
4. Adım 2’de tanımlanan kurumlar
ve bireyler (müracaatçının ve
sosyal hizmet uzmanının içinde
olduğu) tarafından kabul edilen
değerlerin tanımlanması
5. Problemin çözülebileceğine
(azalabileceğine) inanılan
amaç ve hedeflerinin
tanımlanması
6. Alternatif müdahale stratejileri
ve hedeflerin tanımlanması
7. Tanımlanan hedeflere
yönelik her bir alternatifin
etkililiğinin ve etkinliğinin
değerlendirilmesi
8. En uygun stratejilerin seçilmesi
9. Seçilen stratejilerin uygulanması
10. Uygulamanın izlenmesi ve
beklenmedik sonuçların
belirlenmesi
11. Sonuçların
değerlendirilmesi ve
ortaya çıkan problemlerin
tanımlanması
Şekil 1. Genel Karar Verme Modeli (Dolgoff, Lowenberg ve Harrington,
2005:58–60).
alabilmesi konusunda yol gösterici niteliktedir. Reamer Modeli (1999)’nde
bireysel değerler ile mesleki değerler
arasındaki çatışmaların çözümlenmesine odaklanmıştır. Genel Karar Verme Modelinde ise karar verme süreci, problem çözme aşamalarını çağrıştırmaktadır. Bu nedenle bu model pek
çok sorun alanına uygulanabilir.
Belirtilen modeller ve bu modellerin
yanı sıra diğer karar verme modelleri
lisans eğitimleri sosyal hizmet öğrencilerine öğretilmelidir. Bunun yanı sıra
etik karar verme modellerinin özellikle
sosyal hizmet uzmanları derneği tarafından çeşitli eğitim çalışmaları sırasından sosyal hizmet uzmanlarına hatırlatılması uygulamalarda karar verme sırasında bir kolaylık sağlayacaktır.
159
Toplum ve Sosyal Hizmet
Ülkelerin sosyal hizmet örgütlenmelerine bağlı olarak kurulacak “Etik Komisyon” ile o ülkedeki etik sorunlar tartışılmalı ve her ülke için öncelikli etik karar
verme ölçütleri geliştirilebilir.
Türkiye açısından konu ele alındığında öncelikle süpervizyon sisteminin kurumsal düzeyde geliştirilmesi, her kurumda ve meslek örgütünde kurulan
“Etik komisyon”lar arcılığıyla mesleki
uygulamaların denetiminin ve rehberliğinin yapılması sağlanmalıdır.
Belirtilen modeller sosyal hizmetin temel değerlerine paralel olarak geliştirilmiştir. Her ne kadar insani hizmetlerde
kesin sonuçlar elde etme ve formülasyonlar mümkün olmasa da, her iki model ile etik karar verme sürecinde bir
standart oluşturma ve kanıtlanabilirlik hedeflenmiştir. Bu nedenle mesleki
uygulamalarda çoğunlukla farkına varmadan ve üzerinde çok fazla tartışmadan verilen kararların, etik yol göstericiler yardımı ile daha bilinçli bir biçimde
verilmesi sağlanabilecektir. Bu sayede
mesleki uygulamaların kalitesinin ve etkililiğinin artacağı düşünülmektedir.
KAYNAKÇA
Abramson, M. (1996). Reflections on knowing one shelf ethically: Toward a working
framework for social work practice. Families in Society: The Journal of Contemporary
Human Services, 77, 195-201.
Banks, S. (1995). Ethical and values in social work. London: Macmillan Press.
Banks, S. (2006). Ethical and values in social work. Third Edition. London: Macmillan
Press.
Callahan, J. (1994). The ethics of assisted
suicide. Health and Social Work, 19(4), 237244.
160
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Cılga, İ. (2004). Bilim ve meslek olarak
Türkiye’de sosyal hizmet. H.Ü. Sosyal Hizmetler YO. Yayın No:16, 2004.
Dolgoff, R., Loewenberg, F.M. and Harrington, D. (2005). Ethical decisions for social work practice. Seventh Edition, USA:
Thomson Learning.
Gönen, E. (2002). Ev idaresi ilkeleri. 3. Baskı. Ankara: Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksekokulu Yayın No: 3, Ders Kitabı:1.
Gray, M. and Gibbons, J. (2007). There are
no answers, only choices: Teaching ethical
decision making in social work. Australian
Social Work, 60(2), 222-238.
Guttmann, D. (2006). Ethics in social work:
a context of caring. New York: Haworth
Press.
Kut, S. (1988). Sosyal hizmet mesleği, nitelikleri, temel unsurları ve müdahale yöntemleri, Ankara.
Mavili Aktaş, A. (2008). Orduda sosyal hizmet, 08.11.2008, http://www.sosyalhizmetuzmani.org/ordudasosyalhizmet.doc
Minahan, A. (Ed) (1987). Encyclopedia
of social work. Eighteenth Edition, Silver
Spring, MD: NASW Press.
Osmo, R. and Landau, R. (2006). The role
of ethical theories in decision making by social workers. Social Work Education, 25(8),
863-879.
Reamer, F.G. (1999). Social work values
and ethics. Second Edition, New York: Columbia Univesity Press.
Reamer, F.G. (2006). Ethical standards in
social work: A review of the nasw code of
ethics. 2nd Edition, NASW Press.
Sheafor, B.W. and Horejsi, C.R. (2003).
Techniques and guidelines for social work
practice. Sixth Edition. New York: Pearson
Education.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü, 2008.
Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban
Derleme
ÇOCUK İSTİSMARI
ALANINDA ÇALIŞAN
SOSYAL HİZMET
UZMANLARI
AÇISINDAN
PROFESYONEL KARAR
VERME
şekillendirirler. Ancak karar verme süreci
başlı başına karmaşık bir yapı içeren, farklı
dinamikleri barındıran bir niteliğe sahiptir.
Bu çalışmada, ilk olarak sosyal hizmet uygulamasında karar vermenin doğası literatürde
yer alan farklı modeller çerçevesinde irdelenmiştir. Çalışmanın ikinci bölümünde ise
karar verme sürecinin kritik öneme sahip olduğu çocuk istismarı alanı ele alınarak, sosyal hizmet uzmanının etkili karar vermesini
sağlayacak araçlardan biri olan karar analizi tekniği üzerinde durulmuştur.
Anahtar Sözcükler: Karar verme, sosyal
hizmet, karar analizi, karar ağacı, çocuk istismarı
ABSTRACT
Professional Decision
Making among Social
Workers in the field of
Child Abuse
Gonca POLAT ULUOCAK*
Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN**
* Öğr. Gör. Başkent Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
** Yrd. Doç. Dr., Başkent Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
Decision making is an important professional activity that is expected from the social
worker to effectively achieve during various
stages of intervention. Despite the uncertainity that is faced, social workers take critical
decisions and shape their practice. However, the decision making process itself has
a complex structure and includes different
dynamics. In this study, first, the nature of
decision making in social work intervention
is examined within the framework of different decision models. In the second part of the
study, the field of child abuse is chosen to be
analyzed because of the critical importance
of the decision making process and decision
analysis is emphasized as a tool for a more
effective decision making process for social
workers
Key Words: Decision making, social work,
decision analysis, decision tree, child abuse
ÖZET
Karar verme, sosyal hizmet uzmanından,
müdahale sürecinde etkili bir şekilde gerçekleştirmesi beklenen önemli bir mesleki aktivitedir. Sosyal hizmet uzmanları karşı karşıya kaldıkları belirsizliklere rağmen vakalara
ilişkin kritik kararlar alarak uygulamalarını
GİRİŞ
Karar verme, temelde bir durum ya
da sorun karşısında alternatifler arasından birini seçme eylemidir. Günlük
161
Toplum ve Sosyal Hizmet
yaşamda bireylerin kararlarını etkileyen farklı psikolojik, bilişsel ve kültürel etkenlerden söz edilebilmektedir.
Profesyonel iş yaşamında karar verme
de temelde alternatifler arasından seçim yapmayı gerektirir. Ancak burada
önemli olan (özellikle insani hizmet alanında çalışan tüm profesyoneller için)
verilen kararın insan yaşamını ciddi biçimde etkileyebilecek nitelikte olmasıdır.
Sosyal hizmet mesleğinin doğuşundan günümüze kadar olan süreçte, karar verme, mesleğin en temel aktivitesi olmuştur. Uzmanın, müracaatçı sistemi ile ilgili olarak verdiği karar; havale, ön değerlendirme, planlama, uygulama, değerlendirme ve sonlandırma
aşamalarını içeren tüm diğer faaliyetlerin biçimlenmesine neden olmaktadır.
Müracaatçı sisteminin kendine özgü ihtiyaçları/problemi ve olası çözüm yollarına ilişkin anlayış geliştiren sosyal hizmet uzmanları, uygulama için aldıkları kararlar yoluyla profesyonelliklerini
göstermektedir. Karşı karşıya kaldıkları
belirsizliklere rağmen sosyal hizmet uzmanları kritik kararlar alarak uygulamalarını şekillendirirler ki bu, sosyal hizmet uzmanlarını sıradan çalışanlardan
ya da ‘memur’lardan ayıran en önemli
özelliklerden biridir (O’Sullivan 1999:2;
Cuzzi ve diğ., 1993:2; Mattison 2000;
Osmo ve Landau 2001).
Sosyal hizmetin önemli sorun alanlarından biri olarak çocuk istismarı, detaylı bir inceleme, acil kararlar ve titizlikle hazırlanmış bir tedavi planı gerektiren önemli bir kriz durumudur. Bu
alanda çalışan profesyoneller, çocuğun risk altında olup olmadığını, ailesinden alınıp alternatif bakım tedbirlerine yönlendirilip yönlendirilmeyeceğini
162
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
belirlemek üzere karar vermek zorundadır (Proctor, 2002).
Bu çalışma iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, sosyal hizmet disiplininde karar verme, karar verme konusunda yaygın olarak kullanılan modeller, etkili/doğru ve profesyonel kararın verilmesinde kullanılabilecek araçlar ile kararın verilmesinde engel olabilecek kimi durumlar tartışılmaktadır.
İkinci bölümde ise karar verme süreci
çocuk istismarı alanı özelinde irdelenmekte ve sosyal hizmet uzmanlarına
karar verme sürecinde yardımcı olabilecek kimi yöntem ve araçlar üzerinde
durulmaktadır.
Sosyal Hizmet Disiplininde
Karar Verme
Sosyal hizmet mesleğinin çalışma alanı ve yaptığı iş geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Uluslararası Sosyal Hizmet Uzmanları Birliği (International Federation of Social Workers, IFSW) tarafından yapılan tanıma göre, sosyal
hizmet mesleği; “İnsanların refahları
için sosyal değişmeye, insani ilişkilerdeki sorunları çözümlemeye ve insanın güçlenmesi ve özgürleşmesine yardımcı olur. Sosyal hizmet, insan davranışı ve sosyal sistem kuramlarını kullanarak insanların çevreleriyle etkileşimde bulunduğu noktalara müdahale
eder. İnsan hakları ve sosyal adalet ilkeleri sosyal hizmette temeldir” (IFSW
2000). Bu tanımda da belirtildiği üzere,
sosyal hizmet mesleği insan ve çevresi arasındaki karmaşık pek çok ve farklı durumun ortaya çıkardığı ihtiyaç/gereksinim ile karşı karşıyadır. Bu süreçte
sosyal hizmetin misyonu, bütün insanların potansiyellerini geliştirmek, yaşamlarını zenginleştirmek ve işlevlerini
sağlıklı bir biçimde yerine getirmelerini
Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban
sağlamaktır. Bu amaçları gerçekleştirebilmek için, sosyal hizmet, bireyden topluma uzanan bir düzlemde, çok
ve farklı müracaatçı sistemleri ile aynı
anda çalışma durumunda kalmaktadır.
Bu anlamda, profesyonel sosyal hizmetin odağı problem çözme ve değişimdir.
Profesyonel sosyal hizmet uygulamalarının başlangıcından itibaren, sosyal hizmetin bireylerin işlevselliğini ve
iyilik halini arttırmayı amaçlayan yapısı, kimi zaman var olan sosyal politikalar ile ters düşerek sosyal hizmet uygulamalarını sınırlandırmış ve sosyal hizmet uzmanlarını bir ikilem ile karşı karşıya bırakmıştır. Otorite ve kanun yapıcılar ile çatışmaya düşen sosyal hizmet
uzmanı için profesyonel kimliğini en
öne koymak önemli bir misyon olmuştur (Baghdadi ve diğ., 2010:108).
Sosyal hizmet uzmanının bu çabası,
uygulama için kullandığı bilgi temelinde
ve uygulama sırasında aldığı kararlarda açık bir şekilde gözlenebilmektedir.
Farklı ihtiyaç sahibi müracaatçı sistemleri ile çalışırken sosyal hizmet uzmanları, var olan durumu ‘bütüncül’ bir bakış açısıyla (çevresi içinde birey) analiz etmektedir. Detaylı bir incelemeden
sonra her bir müracaatçı için elde edilen veriler ve sahip olunan bilgi temeli göz önünde bulundurularak en yararlı
müdahaleye karar vermek, sosyal hizmet uzmanının önemli profesyonel rollerinden biridir.
Müracaatçı sistemlerinin gereksinimleri, sorunlarının ne olduğu ve nasıl bir
müdahaleye ihtiyaç duyulduğu konusunda karar vermek, müdahale sürecinin her aşamasını doğrudan etkileyecektir. Bu açıdan sosyal hizmet uzmanları, mesleğin amaçlarını gerçekleştirmek (bireysel ve toplumsal refahı,
sosyal adaleti sağlamak ve bireylerin
acı çekmesini önlemek) için karar verme konusuna ciddi bir biçimde eğilmelidir (O’Sullivan,1999:2). Sosyal hizmet
uzmanlarının kararları, sunulan hizmetin etkililiğini ve verimliliğini belirleyebildiği gibi, kimi zaman, müracaatçılar
açısından zarar verici sonuçlar yaratabilmektedir (Proctor, 2002; Taylor ve
Donnelly 2005). Özellikle istismar gibi
fiziksel ve ruhsal bütünlüğü ve iyilik halini bozan riskli durumlarda, bu kararların ölümcül sonuçları dahi olabilmektedir. Alınan kararların hizmet sistemi ve
müracaatçı sistemi açısından yarattığı sonuçlar, karar verme sürecinin başlı başına bir alan olarak incelenmesini
zorunlu kılmaktadır.
Sosyal Hizmet Disiplininde
Karar Verme Sürecinde
Kullanılan Modeller
Profesyonel her meslek açısından karar verme eylemi önemli bir uygulama alanı oluşturmaktadır. Klinisyenler,
hastaların tedavi planını belirleme sürecinde; yasa koyucular ve yöneticiler
sunulan hizmetleri ve politika önceliklerini belirlemek üzere doğru karar verme
sorumluluğu ile karşı karşıyadırlar. Karar verme sürecinin taşıdığı bu önem
nedeniyle, bu süreci açıklayan pek çok
model oluşturulmuştur.
Bu modellerden biri, Normatif Model (Normative Model)dir. Bu modele
göre, karar verme sürecinde mantıksal
bir sıra olmalıdır (Caroll ve Johnson,
1999:25). Fishburn (1988: 78)’un ifade
ettiği gibi, normatif model, birbiriyle çelişen alternatifler arasında karşılaştırma ve seçim yaparken, temel prensipleri ve kişilerin izlemeleri gereken kuralları içerir.
163
Toplum ve Sosyal Hizmet
Bir diğer model ise Akılcı Model (Rational Comprehensive Model) dir. Bu modele göre, bireyler karar verirken, normatif modelin söylediği gibi, alternatifler arasından en mantıklı olanı seçmeyebilir. Bireyin seçimlerini belirleyen, ilgileri, değerleri ve hedefleridir. Bu model, nerede ve hangi şartta yaşarsa yaşasın benzer ilgi ve değer sistemine sahip her insanın aynı konuda daima benzer bir karar vereceğini ifade eder. Başka bir deyişle, benzer ilgiye sahip olan
insanların kararları da benzerdir ve önceden tahmin edilebilir. Karar verme
konusundaki bir diğer model olan Bağlamsal Model (Contextuality Model) karar verme sürecinin, çevresel koşullar,
ekonomik durum, kültür gibi etkenlerden bağımsız düşünülemeyeceğini ifade etmektedir (Morçöl, 2006). Örneğin sosyal hizmet uzmanları, müracaatçılarının ihtiyaç duydukları hizmetleri sunarken sahip oldukları “sosyal seçenekler” kapsamında hareket edeceklerdir (Murdach 2009:185).
Karar verme konusundaki bir başka model ise Sezgisel Model (Heuristics Model) dir. Bu model, karar vermede, yalnız düşüncenin değil, düşünce temeli olmayan sezgisel süreçlerin de etkisi olduğunu ifade etmektedir
(O’Sullivan, 1999:87). Bu noktada ‘sezgi’ kavramına ilişkin bir tanımlama yapmak yerinde olacaktır. Literatürde sezgi kavramına ilişkin farklı tanımlamalarla karşılaşılmaktadır. Bu tanımlamalar
arasında; ‘mantık olmaksızın gelişen
anlayış’ (Benner ve Taner, 1987); ‘bir
şey hakkında bilinçli olarak mantığı kullanmadan hazır bulunan bilgi’ (Schrader ve Fischer, 1987); ‘doğrusal mantıksal bir süreçten bağımsız olarak gelişen bilgi’ (Rew ve Baron, 1987); ‘temelde bilişsel süreçlerden yoksun olan
164
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
ve dolayısıyla somut bir biçimde açıklanamayan şey’ (Cioffi, 1997) gibi tanımlar yer almaktadır (akt. Lamond ve
Thompson, 2000). Sosyal hizmet uzmanları da dahil olmak üzere pek çok
profesyonelin, karşılaştıkları durumlarla ilgili olarak sezgileri ile hareket ettikleri, yapılan araştırmalarla ortaya konmuştur (Murdach, 1995).
Tyversky ve Kahneman (1982) sezgisel teknikleri, temsiliyet, ulaşılabilirlik,
uyum olarak üç biçimde ifade etmişlerdir. Temsiliyet, benzerlik temelinde kurulmuştur. Bir objenin veya olayın diğerine olan benzerliğini içerir. Birçok durumda oldukça yararlı olsa da, karar
alma süreci yalnızca benzerlik temelinde kurulduğunda ciddi yanılgı riskleri
ortaya çıkabilmektedir. Olayların birbirine benzerliğinden yola çıkarak benzer
kararlar almaya eğilimli olan bir sosyal
hizmet uzmanı, gerçekte, yetersiz bilgi toplayarak, aldığı kararın geçerli olduğu yanılgısına düşebilir. Ulaşılabilirlik, zihinde daha ulaşılabilir konumda
olan, akılda daha kalıcı olan olayların
referans alınması anlamına gelmektedir. Örneğin, fiziksel istismar, ihmalden
daha fazla akılda kalıcı/çarpıcı bir olaydır. Oysa uzun süreli ihmal, kimi fiziksel istismar türlerine göre daha ciddi
sonuçlara yol açabilmektedir. Ancak, fiziksel istismar ile karşılaşan kişi, bu durumu daha güçlü görüp daha kısa sürede ve etkili müdahalelerde bulunma ihtiyacı hissedebilmektedir. Uyum ise, kişinin son olarak verdiği kararın, başlangıçta sahip olduğu ön karara göre biçimlenmiş olması anlamına gelmektedir. Bir başka ifadeyle kişi, sezgisi
ile karar verdiği duruma uygun bilgileri toplar.
Literatürde belirli bir düzeye kadar kabul edilebilir olarak ifade edilse de,
Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban
sosyal hizmette sezgisel düşüncenin rolü önemli bir tartışma alanıdır.
1900’lerin başında sosyal hizmette bilimin rolü vurgulanırken (Jenson, 2005),
aslında sezgisel düşünme tarzından
profesyonel (bilimsel) düşünme tarzına
doğru bir kayış söz konusu olmuştur.
İki farklı düşünme tarzı, sezgi ve analiz, sosyal hizmet literatüründe birbirine
karşıt olarak bulunmaktadır (O’Sullivan,
1999:86; Lamond ve Thompson, 2000).
Ancak, sosyal hizmet mesleğinin uğraştığı konular yapılandırılmamış ve belirsiz olduğundan, sadece teknik ve hesaplanabilir bir yaklaşım kullanmak karmaşık sosyal olayları anlamak ve çözmek için kimi zaman yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle, tüm sınırlılığına rağmen sezginin rolü göz ardı edilmemiştir
(Webb, 2001). Ancak sezgisel modelin
geçerli ve güvenilir olabilmesi için, belirli bir zaman periyodunda oluşan profesyonel uzmanlığa dayanmasının şart
olduğu ifade edilmektedir. Fakat bu
bile, sezgisel modelin tamamen güvenilir olduğuna anlamına gelmemektedir
(O’Sullivan 1999:87). Sezgisel modele
dayanarak karar verme kişiyi kimi zaman mantıklı yargılara kimi zaman ise
ciddi ve sistematik hatalara götürmektedir (Tyversky ve Kahneman, 1982;
Gambrill ve Shlonsky, 2000). Özetle,
sosyal hizmette karar verme sürecinde,
ne tamamen sezgisel ne de tamamen
analitik bir yol izlenmelidir. Sosyal hizmetin “bir sanat” olarak tanımlanmasının bu durumla ilişkili olduğunu söylemek mümkündür.
Karar verme sürecinde izlenen yol kadar, uzmanın, karar sürecine etki eden
değişkenler konusunda da farkındalığa sahip olması, sürecin sağlıklı bir şekilde tamamlanmasında önem kazanmaktadır. Araştırmalar, sosyal hizmette
alınan kararların kalitesinin çoğunlukla,
zaman baskısı, duygular, kültürel farklılıklar, bilgi eksikliği ve çok fazla alternatif seçenek gibi faktörlerden olumsuz
etkilendiğini göstermektedir (Proctor,
2002). Osmo ve Rosen (2002)’a göre,
sosyal hizmet uzmanının vaka yükünün fazlalığı, duygu yoğunluklu çalışma koşullarına sahip olunması ve var
olan hizmet seçenekleri arasında sınırlılık olması, alınacak kararın kalitesini tehdit eden faktörlerdir (Akt. Proctor,
2002). Webb (2001) ise sosyal hizmette karar verme sürecinin başlıca sorun
alanlarını; risk ve belirsizlik, soyutluk,
kimi zaman sonuçların uzun dönemde elde edilmesi, disiplinler arası katkılar ve farklı ilgiler, ekip olarak karar verme ve değer yargıları biçiminde sıralamıştır.
Karar verme sürecine ilişkin vurgulanması gerekli bir diğer nokta ise, bu süreçte sosyal hizmet uzmanının tamamen yalnız olmadığıdır. Alınan kararın
kalitesinde sosyal hizmet uzmanının
sorumluluğu önemli bir yer tutarken,
kararın içeriğine müracaatçının katılımının sağlanması, temel sorumluluklardan bir diğeridir.
Çocuk İstismarı Alanında Karar
Verme Süreci
Ortaya çıkardığı sonuçlar bakımından
karar verme sürecinin özellikle önem
taşıdığı alanlardan biri çocuk istismarı alanıdır. Araştırmalar çocukların çoğunlukla aile içerisinde istismara uğradıklarını ve istismarcıların da büyük oranda yakın çevreden kişiler olduklarını iletmektedir (Polat, 2007:77;
Çavlin-Bozbeyoğlu, 2009). Buradan
hareketle çalışmada, aile içinde çocuğa yönelik istismar konusu özelinde karar verme süreci incelenecektir.
165
Toplum ve Sosyal Hizmet
Dünya Sağlık Örgütü, çocuk istismarını, bir yetişkin tarafından bilerek ya da
bilmeyerek yapılan ve çocuğun sağlığını, fiziksel ve psikososyal gelişimini
olumsuz yönde etkileyen davranışlar
olarak tanımlamaktadır. Çocuk istismarı karmaşık nedenleri ve trajik sonuçları
olan, tıbbi, hukuki, gelişimsel ve psikososyal kapsamlı bir sorun olarak kabul
edilmektedir (Kara ve diğ., 2004).
İstismar, çocuğa, aileye ya da çevreye ait kimi stres faktörlerinden doğrudan etkilenebilen bir süreçtir. İstismara neden olma olasılığı olan bu stres
faktörleri, ekonomik, sosyal, çevresel
ve kültürel özellikler gibi ailede sıkıntıya yol açan dışsal stres faktörleri olabilir. Yoksulluk, işsizlik, yetersiz beslenme, yetersiz ev koşulları, sağlıksızlık
gibi sorunlar bu başlık altında ele alınabilir. Bunun yanı sıra, iç stres faktörleri
de ana-babanın kişilik yapısı, çocuğun
özellikleri ve çevresel faktörler olarak
üç gruba ayrılabilir. Ana-baba yoksunluğu, parçalanmış aileler önemli bir risk
etmenini oluşturmaktadır (Bulut, 1996).
Söz konusu risk faktörlerinin kapsamlı değerlendirmesi, çocuk ve aile ile ilgili alınacak kararlarda ve gerçekleştirilecek müdahalelerde önemli bir hareket noktasıdır.
Çocuk istismarı alanında çalışan sosyal hizmet uzmanları; istismarın yasal bildirimi, çocuğun acil olarak koruma altına alınması, çocuğun yaşadığı
yerde karşı karşıya kaldığı risk düzeyinin belirlenmesi, ailenin ve çocuğun ihtiyaç duyduğu hizmetlerin neler olduğu,
gereksiz yere koruyucu bakım altına
almanın engellenmesi ve ailenin tekrar bir araya gelmesi ya da ebeveynlik
haklarının sonlandırılması konularında
karar almak durumundadırlar (Weber
1997, akt. Thomas, 2001).
166
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Sosyal hizmet uzmanlarının çocuk istismarı vakalarında karar verirken
önem verdikleri değişkenleri sorgulayan bir dizi araştırmada, uzmanların çoğunlukla vakada fiziksel istismar
işareti olup olmadığını, çocuğun gelişim durumunu, aileye ilişkin izlenimleri ve anne-çocuk arasındaki ilişkiyi değerlendirerek kararlarını verdiklerini
saptanmıştır (Shapira ve Benbenishty
1993; Benbenishty ve Chen 2003; Stokes 2009). Tüm bu alanlara ilişkin yeterli ve kaliteli bilgiye sahip olup doğru ve çocuk için en yararlı kararı verebilmek, birçok değişkeni dikkate alarak
çok boyutlu düşünmeyi gerektirmektedir. Çocuk koruma ile ilgili kararların
çocuk, aile ve toplum açısından hem
olumlu hem de olumsuz ciddi sonuçları
söz konusudur. Çoğunlukla sosyal hizmet uzmanları aileleri etkileyen bu durumda önemli bir güce sahiplerdir. Uzmanın kararları, ailenin kontrolünü sonlandırabilir, ailenin mahremiyetini sınırlandırabilir ve kimi zaman da ebeveynleri ve çocukları ayırabilir. Aile ve çocuk açısından diğer sonuçları, ayrılma ile ilgili olarak gelişimsel ve psikolojik bozukluklar, ebeveyn – çocuk ilişkisinin bozulması, aile yaşamının bozulması, yerleştirmeye bağlı olarak oluşan
zorluklar, tutuklanma ve hapse girme,
ebeveynlik haklarının son bulması olabilmektedir (Stein ve Rzepnicki, 1983,
akt. Thomas, 2001). Ailelerin ve ebeveynlerin karşılaştığı bir diğer zorluk da
‘istismarcı’ etiketinin taşınmasıdır. Besharov (1994, akt. Thomas, 2001), istismarcı olarak etiketlenmenin de damgalayıcı olduğunu, bu damgalanmanın etkisinin, suçlamalar çürütülse de ailede
kalacağını ifade etmiştir.
Yukarıda belirtilen nedenlerden ötürü, çocuk istismarı, oldukça dikkatli bir
Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban
inceleme ve karar alma süreci gerektiren bir alandır. Thomas (2001)’a göre
çocuk istismarına müdahale etmenin
ve neden olduğu zararı azaltmanın en
iyi yollarından biri, karar verme sürecini geliştirmek ve verimliliği artırmaktır.
Çocuk koruma hizmetleri kapsamında,
karar alma süreci, farklı düşünme türlerini içermektedir. Baron (1994, akt.
Thomas, 2001) bu süreçte, sosyal hizmet uzmanının üç farklı düşünme türü
sergileyeceğini ifade etmiştir; tanı koyma, bilimsel düşünme ve tahmin yürütme. Tanının amacı, sorunun ne olduğunu ortaya koymak veya durum ile ilgili bir değerlendirme yapmaktır. Çocuğun koruma altına alınması aşamasında bu faaliyetler, istismar davranışının ne olduğunun ve sebebinin ortaya
konmasına karşılık gelmektedir. Bilimsel düşünme, hipotez testi, kanıt toplama ve deneyler gerçekleştirme süreçlerini içermektedir. Bu süreç istismar
vakalarında toplanan bilgilerin kullanılmasında ve amaçların oluşturulmasında öne çıkmaktadır. Üçüncü düşünme
şekli ise tahmin yürütmedir. Tahmin yürütme, gelecekteki olayların gerçekleşme olasılığına dair sahip olunan kanıdır. Sosyal hizmet uzmanı, çocuğun istismara uğrayacağını veya istismarın
tekrarlayacağını tahmin etmek zorundadır. Aynı şekilde bir aile yanına ya da
kuruma yerleştirmeden çocuğun yarar
sağlayıp sağlamayacağını ya da çocuğun ailesinin yanına geri gönderilmesinin içerdiği riskleri de tahmin etmelidir.
Çocuk koruma ile ilgili olarak en önemli
karar verme aracının, tahminde bulunma olduğu söylenebilir.
Ancak Weber (1997)’in de ifade ettiği gibi, insan davranışının tahmin
edilmesindeki güçlük, benzer şekilde çocuk koruma alanında çalışan
profesyonellerin, çocuğun gelecekte
güvenli olacağının garanti edilmesinde
de karşımıza çıkmaktadır (akt. Thomas,
2001:23). Bunun nedeni, bu alanın büyük oranda belirsizlik içermesidir. Vaka
hakkındaki bilgilerin yetersizliği, doğrudan gözlem yapılmaması, bu belirsizliği
yaratan koşullardan birkaçıdır. Vaka ile
ilgili tutulan kayıtlar güvenilir olmayabilir, yeterince ayrıntı içermeyebilir, birbiriyle çelişen ifadeler yer alabilir. Örneğin yaralanmış çocuğu ile acile başvuran bir anne baba, kazadan sorumlu
tutulmamak adına, olayı anlatırken oldukça temkinli davranabilirler (Cooksey, 1996; Brehmer, 1980, Akt. Benbenishty ve Chen, 2003) Tüm bu belirsizlik ve risklerin, genel olarak çocuk refahı, özelde ise çocuk koruma sistemi
ile ilgili olarak karar verme süreçlerinde zorluk yarattığı literatürde ifade edilmektedir (Benbenishty ve Chen, 2003).
Konu hakkında öncü araştırmalar, karar süreçlerinin karmaşık olduğunu ve
yalnızca açık ampirik bulgulara, mesleki bilgiye veya somut yönergelere dayalı olarak verilemeyeceğini iletmektedir (Drury-Hudson, 1999). Bu durum
sosyal hizmet uzmanının sezgilerinin,
deneyimlerinin ve yargılarının da sürece dahil olması anlamına gelmektedir. Sosyal hizmet uzmanı, yüksek bir
farkındalık düzeyine sahip olduğunda,
bu tekniklerin kullanımı bir noktaya kadar yararlı da olabilmektedir. Ancak uzman, karşı karşıya kaldığı vaka ile ilgili
aldığı kararlarda sezgi ya da yargılarını, mesleki bilgisinden ayırt edemediği
noktada, alınan kararın kalitesi ve sonuçları açısından riskli bir durum ortaya çıkmaktadır.
Bu riskleri azaltabilmek ve kararların
daha sağlıklı olarak verilmesini sağlamak için çeşitli araçlar literatürde ifade
167
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
edilmektedir. Karar verme sürecinde
uzmanın kullanabileceği kimi araçlar
şu şekilde belirtilebilir,
vakaya ilişkin ipuçları ile alınan kararların analiz edilmesidir (Benbenishty ve
Chen, 2003).
- Bilimsel bilgi
Karar analizi, sorunun somut olarak
formüle edilmesini ve farklı kararların
yol açacağı olası sonuçlar üzerinde düşünülmesini sağlayarak, karar verme
sürecinin karmaşıklığını azaltmaktadır (Tavakoli ve diğ., 2000). Analitik bir
araç olarak karar analizi, karmaşık bir
karar durumunun parçalara ayrılmasını, söz konusu durumda var olan belirsizliğin, olasılıklar şeklinde hesaplanmasını ve kararların olası çıktılarının
hesaplanmasını içermektedir (Tavakoli ve diğ., 2000).
- Mesleki etik ilkeler
- Yasal zorunluluklar
- Konu ile ilgili araştırma yapma ve
bilgi toplama
- Ekip çalışması
- Risk değerlendirmesini belirlemeyi
içeren ölçme araçları
- Sürekli eğitim
- Karar Analizi/Yargı Analizi Tekniği
- Karar Ağacı Tekniği
Sözü edilen bu araçlardan, bilimsel
bilgi, mesleki etik ilkeler, konu ile ilgili
araştırma yapma ve bilgi toplama, ekip
çalışması araçlarının sosyal hizmet disiplinin doğasında var olan ve sosyal
hizmet eğitiminde verilen temel bileşenler olduğunu söylemek mümkündür. Yasal zorunluluklar ise sosyal hizmet uzmanının çalıştığı alana ve kuruma göre değişebilir. Ancak, sosyal hizmet uzmanı, mesleğini gerçekleştirirken yasaları bilmek durumundadır. Karar verme sürecinde sosyal hizmet uzmanına yardımcı olan diğer tekniklerden karar analizi ve karar ağacı tekniği üzerinde ise ayrıntılı olarak durulmasında yarar vardır.
Karar Analizi / Karar Ağaçları
Karar analizi/yargı analizi tekniği, belirsizlik altında ve olasılıklar üzerinden
karar vermenin gerektiği tüm uygulama alanlarında kullanılan bir tekniktir.
Karar sürecini daha açık hale getirmenin bir yolu, istatistiksel ilişkiler yoluyla
168
Karar analizinde var olan duruma ilişkin üç özellik yer almaktadır; (1) alınacak karar, (2) sonucu etkileyebilecek olan şans faktörü ya da bilinmeyen olaylar, (3) sonuç. Karar analizi, bu
üç durum arasındaki ilişkinin, mantıksal hatta matematiksel bir sunumudur.
Analiz, kişinin gerçekleştireceği eylemlerin olası sonuçlarını tahmin etmesini, amaçlar ile eylemler arasındaki ilişkiyi daha iyi kavramasını sağlamaktadır (Webb, 2001). İstatistiksel bir teknik olarak karar analizi tekniği, riskleri
değerlendirme ve karar süreci ile ilgili
olarak olasılıkları hesaplama konusunda işlevseldir. Karar analizi, karar vericinin tercihlerini ve önyargılarını belirlemeyi hedefler. Verilen karara yönelik
eylemin nasıl bir sonuca ulaşacağına
dair yapılandırılmış bir düşünme yoludur. Bu teknik, karar alıcının gerçekleştirdiği her eyleme ilişkin olası sonuçları tahmin etmeye ve nesneler ile eylemler arasındaki ilişkiyi daha iyi bir şekilde
anlamaya yardımcı olur (Webb, 2001).
Karar analizinin bir uygulaması olarak
karar ağaçları, alınması gereken karara
Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban
ve olası sonuçlara ilişkin görsel bir analiz sunmaktadır. Üzerinde çalışılan vakada, birden fazla durumun göz önünde tutulması, birden çok kararın sonuçlarının değerlendirilmesi, elde edilecek
sonucun ve karşı karşıya kalınan belirsizliğin de değerlendirmeye dahil edilmesi gerektiğinde, karar ağaçları yararlı bir araç olacaktır (Alemi, 1996).
Karar ağacı, alınması gereken kararın
bir kare simgesinin yanına yazılması ile
başlar. Bu, karar noktasını ifade etmektedir. Karar en az iki seçenekten oluşmaktadır ve her bir kol, bir seçeneği
ifade etmektedir (Alemi, 1996). Örneğimizde, aile içerisinde cinsel istismara
Koruma altına alma
Aileye teslim etme
uğramış 12 yaşında bir kız çocuğu için
sosyal hizmet uzmanının alabileceği iki
temel karar gösterilmektedir.
İkinci aşama, karar sonucu karşılaşılabilecek olasılıkların tanımlanmasıdır.
Şans olayı (chance event) olarak adlandırılan, kararların sonucunda ortaya çıkabilecek ve karar alıcının, üzerinde herhangi bir kontrolünün olmadığı
olaylar bu noktada dikkate alınmaktadır (Alemi, 1996). Şekil 2’de, ele alınan
vaka ile ilgili olarak söz konusu iki karar
sonucunda ortaya çıkabilecek olasılıklar (şans olayları) görülebilmektedir.
Karar ağacının üçüncü aşaması, karar
sonucunda oluşabilecek olayların sonuçlarının gösterilmesidir. Bu sonuçlar,
belirsizlik içerebildiği gibi, uzmanın sıklıkla karşılaştığı, olasılığı yüksek olan
durumlara da işaret etmektedir.
Şekil 3’te de görülebileceği gibi, sosyal
hizmet uzmanı, çocuğun aileye teslimi
ya da alternatif bir müdahale arasında karar verme durumundayken, karar
analizi tekniği yardımıyla, önce her iki
Şekil 1. Karar Noktası
KARAR
OLASILIKLAR
Çocuk için güvenliğin sağlanması
Koruma altına alma
Kriz durumu
İstismarın tekrarlanması
Aileye teslim etme
Aile içi ilişki dengesinin bozulması
Şekil 2. Şans Olayları (Alınan karar sonucunda karşılaşılabilecek riskler)
169
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
KARAR
OLASILIKLAR
SONUÇLAR
Çocuk için güvenliğin sağlanması
Çocuğun
ihtiyaçlarının
kısmen
karşılanması
Koruma altına alma
Kriz durumu
Planlanmamış bir yer değişikliği
sonucu çocuğun zarar görmesi
İstismarın tekrarlanması
Çocuğun yeniden
travmatize olması
Aileye teslim etme
Aile içi ilişki dengesinin bozulması
Ailenin
parçalanması
Şekil 3. Kararlara bağlı olarak karşılaşılması olası sonuçlar
(O’Sullivan (1999:136) ve Alemi, (1996)’den uyarlanarak aktarılmıştır).
kararın beraberinde taşıdığı olası riskleri ortaya koyacak, daha sonra da bu
risklerden yola çıkarak, çocuk için her
iki müdahalenin ne tür bir sonuç içereceğini düşünecektir. Karar ağacı, soldan sağa doğru oluşturulmakta ancak
sağdan sola doğru değerlendirilmektedir. Diğer bir deyişle, sosyal hizmet uzmanının, alacağı kararı olası sonuçlara göre şekillendirmesi, müracaatçı için istenen sonuca yol açacak karara öncelik verilmesi önerilmektedir
(O’Sullivan, 2007). Örneğimizde, alınabilecek bu iki kararın sonuçları açısından çocuğun iyilik halini tam olarak
sağlayacak bir seçenek yer almamaktadır. Uzman, en iyi kararı verme sorumluluğunu taşırken, ortaya çıkacak
sonucun çocuk için en iyi sonuç olup
olmadığını titiz bir şekilde inceleme ve
gerektiğinde sonucu daha da etkili kılmak için gerekli diğer müdahaleleri de
yerine getirme sorumluluğunu göz ardı
etmemelidir.
170
Kısaca özetlenen bu süreç, sosyal hizmet uzmanının temelde alacağı karar ve bu karar sonucu oluşabilecek
durumlara ilişkin zihinsel bir alıştırma
yapmasını gerektirmektedir. Bu alıştırma sonucunda doğru kararı verebilmesi için uzmanın olası riskler ve sonuçlarla ilgili gerçekçi tespitlerde bulunması gerekmektedir.
Webb’e göre, sosyal hizmette alternatif müdahalelerin sonuçlarının önceden kestirilmesi oldukça zordur. Bu süreçte birçok karar belirsizlik içermekte ve öznel önyargılardan etkilenmektedir. Karar analizi, sosyal hizmet uzmanlarının, bu belirsizlik ile baş etmelerini ve olasılıkların dağılımına ilişkin
fikir sahibi olmalarını sağlar. Sosyal
hizmet uzmanı, karar analizi çerçevesinde, karşı karşıya olduğu belirsizlik
durumunu belirli bir olasılık dağılımına
göre sayısallaştırabilir (Webb, 2001).
Bu olasılık hesaplaması, bir araştırma bulgusundan (Webb, 2001) yola
Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban
çıkarak gerçekleştirilebileceği gibi, kurum istatistiklerinden ya da sosyal hizmet uzmanının deneyiminden yararlanılarak da gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla, uzman sahip olduğu deneyim, bilgi birikimi ve güncel ve bilimsel
bilgiye olan hakimiyeti sonucunda bu
olasılıkları önceden görerek, en yararlı kararı alabilecektir.
SONUÇ
Karar verme sosyal hizmet uzmanının, müdahalenin başlangıcından sonuna değin kullandığı temel becerilerden biridir. Eğitim sürecinde yeterince
ele alınmayan ancak uygulamada sıklıkla sosyal hizmet uzmanlarını ikilemler ile karşı karşıya bırakan bu becerinin geliştirilmesi, uygulamanın kalitesini ve sonucunu doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle karar verme sürecinin
dinamiklerinin, çeşitli modeller çerçevesinde ortaya konulması, sürecin şeffaflaşmasını sağlayacaktır.
Tüm insani hizmet alanlarında olduğu
gibi çocuk koruma alanında da profesyonellerin uygulamaları ve bu uygulamaların sonuçları, müracaatçılar açısından hayati önem taşımaktadır. Kolay
incinebilir konumda olan çocuklar, sosyal hizmet uzmanının karşısında kimi
zaman karmaşık ve kolay saptanamayan sorunlarla çıkabilmektedir. İstismar
da bu sorunlardan biridir. Bir vakanın
istismara uğraması sonucunda alınabilecek tedbirler kanunlar ile kesin bir şekilde belirlense de, vaka ile bire bir çalışan sosyal hizmet uzmanı, kimi zaman vakanın karşılaştığı istismar teşkil
eden eylemleri net bir şekilde saptayamamakta, kimi zaman da oldukça belirgin istismar vakalarında alınması gereken tedbir konusunda ikilemler yaşayabilmektedir. Bu aşamalarda uzmanın
verdiği kararlar, istismara uğramış (ya
da uğramamış) çocuğun geleceğini belirlemektedir.
Karar verme sürecinin açık bir düşünme şeklini içermesi, sürecin şeffaflığının sağlanması ve vakalar ile ilgili etkili kararların zaman kaybetmeden alınması önemlidir. İstismara yönelik verilen kararların geliştirilmesinde istismar
vakalarına ilişkin verilerin ve kayıt sisteminin varlığının yararlı olacağı düşünülmektedir. Sistematik bir kayıt sistemi ile söz konusu vakalara ilişkin alınan kararlar ve bu kararların sonuçları değerlendirilebilecektir. Ülkemizde
özellikle çocuk istismarı ve çocuğun
korunması ile birincil düzeyde ilgili kurum ve kuruluşlar tarafından istismar
verilerinin sistematik olarak toplanmasının yararlı olacağı düşünülmektedir.
Bunun yanı sıra hastanelerin çocuk koruma birimlerinin değerlendirme araştırmaları yayınlansa da (Akdur ve diğ.,
2008; Tekşam ve diğ., 2008), tüm ekipleri kapsayan bir veri tabanından henüz
söz edilememesi önemli bir engel olarak değerlendirilebilir.
Çocuk istismarı alanında çalışan profesyoneller açısından karar verme sürecinin geliştirilmesinde birçok farklı
aracın kullanılabileceği düşünülmektedir. Bunlar arasında, rutin uygulamalarda risk değerlendirme araçlarının kullanılması, ekip içi diyalogun güçlendirilmesi, vaka toplantıları, konu ile ilgili
hizmet içi eğitim verilmesi ifade edilebilir (Clark ve Wilkinson 2003; Polat Uluocak 2008). Bunların yanı sıra, karar
verme sürecine yardımcı olacak araçlardan biri olarak karar analizi tekniğinin kullanılması, sosyal hizmet uzmanının doğru karara ve istenen sonuca
ulaşmasına katkı sağlayacaktır.
171
Toplum ve Sosyal Hizmet
KAYNAKÇA
Alemi, F. (1996). Lecture notes on “Decision Trees”. İnternet erişimli: http://gunston.
gmu.edu/healthscience/730/DecisionTrees.asp?E=0, Erişim tarihi: 22.12.2010
Akdur, R., S. Başkan, Ö. Bezirci, H. Berktin,
G. Cantürk, ve diğ. (2008). Ankara çocuk
koruma biriminde izlenen olguların değerlendirilmesi. 2. Çocuk İstismarını ve İhmalini Önleme Sempozyumu Bildiri Özet Kitabı. Ankara.
Baghadadi, N., Lindenau, M ve Von Fischer
R. (2010). Can social work ınfluence political decision-making processes?. An Essay. Internet erişimli: 24.10.2010 Revista
de asisten]\ social\ nr. 1_2010
benbenishty, r., w. chen. (2003). Decision making by the child protection team of
a medical center. Health & Social Work;
28(4), 284-292.
Bulut, I . (1996). Genç anne ve çocuk istismarı. Ankara: Bizim Büro.
Caroll, J.S., E.J. Johnson (1990). Decision
research a field guide. USA: Sage Publications.
Clark, S.J., D.S. Wilkinson. (2003). Critic: Decision making by the child protection team of a medical center. Health&Social
Work, 28(4), 322-334.
Craft, J.L., S.W. Epley, C.D. Clarkson
(1980). Factors influencing legal disposition
in child abuse ınvestigations. Journal of Social Services Research, 4, 31-46.
Cuzzi G., Holden G., Grob C, Bazer C
(1993). Decision making in social work: A
review. Social Work in Health Care, 18(2),
2-18.
Çavlin-Bozbeyoğlu, A. (2009). Türkiye’de
ensest sorununu anlamak. Ankara: Nüfus
Bilimleri Derneği ve BM Nüfus Fonu.
Çocuk İstismarı ve İhmalini Önleme Derneği web sitesi
ht tp://w w w.tspcan.org/index.
php?cat=0&id=11,
Erişim
Tarihi:
13.01.2008.
172
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Drury-Hudson, J. (1999). Decision making
in child protection: the use of theoretical,
empirical and procedural knowledge by novices and experts and implications for fieldwork placement. British Journal of Social
Work, 29, 147-169.
Fishburn, P.C. (1988). Normative theories of decision making under risk and under uncertainity. In: D.E. Bell, H. Raiffa, a.
Tyversky (Eds.), Decision making descriptive, normative and prescriptive interactions,
Cambridge: Cambridge University Press.
Gambrill, E. and Shlonsky, A. (2000). Risk
assessment in context. Children and Youth
Services Review, 22(11/12), 813-837.
Jenson, J.M. (2005). Connecting science to
intervention: Advances, challenges and the
promise of evidence based practice. Social Work Research, 29(3), 131-135.
Kara, B. Biçer, Ü., Gökalp, A.S. (2004) Çocuk istismarı. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Dergisi, 47,140-151.
Lamond, D., C. Thompson. (2000). Intuition
and analysis in decision making and choice. Journal of Nursing Scholarship, 32(3),
411-414.
Mattison, M. (2000). Ethical decision making: The person in process. Social Work,
45(3), 201-212.
Morçöl, G. (2006). Decision making: An
overview of theories, contexts, and methods. Handbook of Decision Making. (Ed.
Göktuğ Morçöl), Taylor&Francis Group,
New York.
Murdach A. D. (2005). Clinical practice and
heuristic reasoning. Social Work, 40(6),
752-758.
Murdach A. D. (2009). Discretion in direct
practice: New perspectives. Social Work,
54(2),183-186.
Osmo, R. & R. Landau (2001). The need for
explicit argumentation in ethical decisionmaking in social work. Social Work Education, 20(4), 483-492.
Polat Uluocak ve İçağasıoğlu Çoban
Polat, O. (2007). Tüm boyutlarıyla çocuk istismarı: önleme ve rehabilitasyon. Ankara:
Seçkin Yayınevi.
Polat Uluocak, G. (2008). İstismar vakalarında profesyonel karar verme süreci: Olası sorunlar, riskler ve çözüm önerileri. (Poster Bildiri). 2. Uluslar arası Katılımlı Çocuk
İstismarını ve İhmalini Önleme Sempozyumu. Gazi Üniversitesi, Ankara.
Proctor, E.K. (2002). Decision making in
social work practice. Social Work Research, 26(1), 3.
Rosen, A. (2003). Evidence-based social work practice: Challenges and promise.
Social Work Research, 27(4), 197-208.
Rosen, H. (1981). How workers use cues to
determine child abuse. Social Work Research and Abstracts, 17(4), 27-33.
Shapira, M., R. Benbenishty. (1993). Modeling expert judgement and decision making
in cases of alleged child abuse and neglect. Social Work Research and Abstracts,
29(2), 14-20.
Tekşam, Ö., D. Özdemir, E. Bilgetekin, A.
Odabaşı, S. Yalçın, O. Derman ve diğ.,
(2008). Multidisipliner çocuk istismarı ve ihmali çalışma grubu tarafından değerlendirilen vakaların analizi. 2. Çocuk İstismarını ve İhmalini Önleme Sempozyumu. Bildiri
Özet Kitabı. Ankara.
Thomas, J.M. (2001). Decision making in
child protection. Dissertation, University of
Illinois.
Tversky, A., D. Kahneman. (1982). Judgement under uncertainity: Heuristics and
biases. In: Kahneman,D., Slovic, P. ve
Tyversky,A. (Eds.), Judgement under Uncertainity (pp. 3-23). Cambridge: Cambridge University Press.
Webb, S. (2001). Evidence-based practice and decision analysis in social work: An
implementation model. Journal of Social
Work, 2(1), 45-64.
Stokes, J.F.C. (2009). Practice wisdom in
child protection decision making. Unpublished Doctoral Thesis. Faculty of Education, Simon Fraser University, Canada.
Şahin, F. (2003). Çocuk ihmali ve istismarının önlenmesinde ekip çalışması. Çocuk ve
Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi, 10(1), 46-47.
O’Sullivan, T. (1999). Decision making in
social work. London: Palgrave Publishing.
O’Sullivan, T. (2007) Using Decision analysis: Connecting classroom and field. Social
Work Education, 27(3), 262-278.
Tavakoli, M., O. Davies, R. Thomson.
(2000). Decision analysis in evidence based decision making. Journal of Evaluation
in Clinical Practice, 6(2), 111-120.
Taylor, B.J. ve Donnelly M. (2006). Professional perspectives on decision making about the long-term care of older people. British Journal of Social Work. 36, 807–826.
173
Şahin Taşğın ve Özel
Derleme
TÜRKİYE’DE SOSYAL
HİZMETLERİN
DÖNÜŞÜMÜ1
Transformation of Social
Services in Turkey
Neşe ŞAHİN TAŞĞIN*
Hüseyin ÖZEL**
*Yrd. Doç. Dr., Arel Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Yüksekokulu
Sosyal Hizmet Bölümü
** Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
ÖZET
Kapitalizm, dönemsel krizlerinden birini
daha yaşıyor ve bu kriz, sosyal politikayı dönüştürüyor. Bu süreçte, sosyal politikanın en
önemli alanlardan biri olan sosyal hizmetler
de dönüşüyor/dönüştürülüyor. Bu dönüşümde, hayırseverlikten, filantropiye, refah devleti uygulamalarıyla da vatandaşlık ve insan
hakları temelinde gelişen sosyal hizmet sunumundan tekrar hayırseverliğe bir gerileme yaşanıyor. Birey, aile ve toplumun toplumsal sorunların çözümünde üstelenme1
11. Sosyal Bilimler Kongre’sinde sunulan bildirinin gözden geçirilmiş halidir (9-11 Aralık
2009 ODTÜ/Ankara).
leri gereken sorumlulukla ilgili giderek artan vurgu sivil toplum örgütlerinin bu alanda daha çok yer alması gerekliliği düşüncesiyle de birleşince, yoksulluk dâhil çoğu
sosyal sorunun çözümünde devlet temel aktör olmaktan çıkıyor. Sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin sunumu, refah karması (welfare mix) olarak adlandırılan anlayış çerçevesinde piyasaya, sivil toplum örgütlerine ve
dini kurumlara havale ediliyor. Bu bildiride,
Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin gelişimi ve mevcut durumu genel hatlarıyla özetlenerek, yaşanmakta olan dönüşümün Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı
Teşvik Fonu ile Sosyal Hizmetler ve Çocuk
Esirgeme Kurumu’nun pratikleri ve yeniden
yapılandırılması üzerinden eleştirel bir değerlendirmesinin yapılması amaçlanmıştır.
Anahtar Sözcükler: Refah devleti, sosyal
politika, sosyal yardım, sosyal hizmetler, refah karması
ABSTRACT
We are witnessing another cyclical crisis of
capitalism now, which is also transforming
the social policy. Social work, which is one
of the important realms of social policy, is
transforming and being transformed during
this process. Within this transformation, we
see a retreat to charity in the supply of social
services that had been advanced from charity to philantrophy and then to the basis of
citizenship and human rights during the welfare state. When the increasing emphasis on
the responsibility that individuals, family and
the society should undertake in solving social
problems is combined with the reasoning that
civil society organisations should take place
in the supply of social services, the state relinquishes being the main actor in solving
social problems including poverty. Social
assistance and the supply of social services
have been assigned to the market, civil society organisations and religious organisations
within the framework of this understanding,
which is called “welfare mix”. This paper,
175
Toplum ve Sosyal Hizmet
aims to make a critical evaluation of the ongoing transformation with reference to the
practices and restructuring of Social Assistance and Solidarity Fund and The Agency
for Social Services and Children Protection
after giving a brief summary of the development and existing situation of social aid and
social services in Turkey.
Key Words: Welfare State, social policy,
social assistance, social services, welfare
mixed
GİRİŞ
Refah devleti uzlaşmasıyla tarihinde ve
toplumsal yaşamda önemli değişimlere
yol açan kapitalizm, krizlerle ilerlemeye
devam eden bir sistem olarak varlığını
sürdürüyor. Yaşanan her krizinin ardından başta toplumsal yapıda olmak üzere yaşamın her alanında yarattığı etkiler ise tartışmalara yol açmaya devam
ediyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaklaşık olarak otuz yıl hüküm süren refah devleti dönemi ve uygulamalarıyla yaygınlaşan sosyal politika sözü
edilen tartışmaların yoğunlaştığı alanların başında geliyor.
Refah devletinin altın çağının sona erdiği, sosyal politikada yeni yaklaşımların ortaya çıktığı bu dönemde, sosyal
politikaların başlıca hedefi olan yoksullukla mücadele yaşanmakta olan değişimin en görünür olduğu alanlardan biri
olarak karşımıza çıkıyor. Refah devletlerinin yoksullukla mücadelede en
önemli araçlarından olan sosyal yardım
ve sosyal hizmetlerin sunumundaki dönüşüm ise sosyal politikadaki paradigma değişiminin merkezinde yer alıyor.
Bu dönüşümde, hayırseverlikten, filantropiye, refah devleti uygulamalarıyla da
vatandaşlık ve insan hakları temelinde
gelişen sosyal yardım ve sosyal hizmet
176
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
sunumundan tekrar hayırseverliğe bir
gerileme yaşanıyor.2 Birey, aile ve toplumun toplumsal sorunların çözümünde üstelenmeleri gereken sorumlulukla
ilgili giderek artan vurgu sivil toplum örgütlerinin bu alanda daha çok yer alması gerekliliği düşüncesiyle de birleşince, yoksulluk dâhil çoğu sosyal sorunun çözümünde devlet temel aktör olmaktan çıkıyor. Refah devletinin temel
işlevlerinden biri olan yoksullar ve diğer
korunmaya muhtaç toplum kesimlerine
yönelik sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin sunumu, refah karması (welfare mix)3 olarak adlandırılan anlayış çerçevesinde piyasaya, sivil toplum örgütlerine ve dini kurumlara havale ediliyor.
Avrupa refah devletlerinde sözü edilen
dönüşümler4 yaşanırken, sosyal devlet olduğu sıklıkla vurgulansa da refah
devleti5 geçmişi olmayan dolayısıyla
2
Filantropi, (philanthropy), Latince kökenli olup, “insan sevgisi” anlamına gelmektedir.
Hayırseverlik (charity) ve filantropi sıklıkla
birbirlerinin yerine kullanılmakla birlikte, burada “hayırseverlik” dini duygularla, filantropi
ise, dini duyguların yanı sıra gelişen hümanizmin de etkisiyle insan sevgisiyle yapılan yardımları anlatmak için kullanılmıştır.
3
Refah karması (welfare mix), kavramı, sosyal (ve medikal) hizmetlerin sunumunda kamu
dışındaki aktörlerin yer almasını ifade eder.
Bu aktörler, piyasa, aile, gönüllü kuruluşlar
ya da sivil toplum örgütleri v.b. olarak sıralanır (Bode, 2006; Taylor-Gobby 2002; Bahle,
2008).
4
Avrupa Refah devletlerinde sosyal hizmetlerin
dönüşümüne ilişkin ayrıntılı bir çalışma için
bkz. Adams, A., Erath, P., Shardlow, S. (2000.).
Fundementals of Social Work in Selected European Countries. Dorset: Russel House Publishing.
5
Sosyal devlet ve refah devleti sıklıkla birbirinin yerine kullanılmakla birlikte buradaki kullanımda sosyal devlet, daha çok toplumsal mücadelelerle elde edilen haklar ve yurttaşlığın
Şahin Taşğın ve Özel
sosyal politikanın gelişemediği, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerinin sunumunun vatandaşlık ve insan hakları
temelinde kurumsallaşmasını sağlayamadığı ülkemizde de benzer dönüşümler yaşanıyor. Yoksulluğun artması ve
daha da görünür hale gelmesiyle birlikte sosyal yardım harcamaları artarken
bu yardımların gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşıp ulaşmadığı, yardımların yapılış şekli önemli tartışmalar yaratıyor.6
Sosyal hizmetlerin çeşitlenerek yaygınlaşması, özellikle özürlülere ve yaşlılara yönelik hizmet alanlarının piyasaya
açılması eşliğinde gerçekleşiyor. ‘Sosyal devlet’ olduğumuzun sıklıkla vurgulandığı, ancak ‘sosyal’ olandan anlaşılanın iyice bulanıklaştığı bu dönemde,
devlet hizmeti olarak kurumsallaşmasını halen tamamlayamamış sosyal hizmetler alanında sözü edilen değişimler
yaşanırken olan bitene ilişkin tespit ve
değerlendirmeler yaygın olarak –ülkenin önemli pek çok sorununda olduğu
gibi- laiklik-İslamcılık ekseninden yapılıyor.
Sosyal politikadaki yeni yaklaşımlarda
ve bununla bağlı olarak sosyal yardım
ve sosyal hizmetler alanında yaşanan
dönüşümde, kapitalizmin içinde bulunduğu kriz koşullarıyla, sermaye birikim
rejiminin değişmekte olan ihtiyaçlarının
gelişimiyle, refah devleti ise, II. Dünya Savaşı
sonrası uygulanmaya başlayan Keynesyen ekonomik politikaların ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal tarihsel olarak yarattığı etkiler
bakımından ele alınmıştır.
6
Yerel seçimler öncesi Tunceli Valiliği’nin başlattığı ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma
Vakfı aracılığıyla dağıtımı yapılan “her eve beyaz eşya” kampanyası, iktidar partisinin yerel
seçimler öncesi seçim yatırımı olarak değerlendirilerek kamuoyunda vakıfların işleyişine ilişkin ciddi tartışmalara yol açmıştı. http://arsiv.
ntvmsnbc.com/news/474480.asp
belirleyici olduğu, yeni yaklaşımların ve
hizmet modellerinin yoksulların yönetilmesinin önemli bir aracı haline geldiği kabul edilmektedir. Küreselleşmenin
etkilerinin belirleyici ve neo-liberalizmin
baskın ideoloji olduğu bu dönemde
dünya kapitalist sistemine eklemlenmiş
Türkiye’de de bu yeni sosyal politika
yaklaşımları IMF ve Dünya Bankası’nın
yapısal uyum programları ile başlamış
olup, Avrupa Birliği uyum süreci ile devam etmektedir.
Avrupa Birliği adaylık sürecinde yapılması gerekli değişiklikler, Türkiye’de
sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin
eksiklik ve zayıflıklarını ortaya çıkarmış, bu iki alana ilişkin gerek politik gerek akademik düzeyde yapılan çalışmalar artmıştır. Avrupa refah devletlerinin geçirdiği dönüşüm ve refah devleti uzlaşmasının sona ermesinin yarattığı ortamda, refah karması (welfare mix) yaklaşımının öne çıkması, Türkiye’de ilk kez bu denli ilgi odağı olan sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanında yapılmakta olan ve yapılacak değişimlerin de bu yönde olduğunu/olacağını göstermektedir. Değişimin
yönünün nasıl olacağında hiç kuşkusuz, Türkiye’nin sosyal politika geleneği –böyle bir geleneği olmadığını haklı
olarak kabul edenler de olmakla birlikte- ile AB adaylık süreci belirleyici olacaktır. Ancak, söz konusu değişimde
–ya da yeniden yapılanmada- sosyal
yardım ve hizmetlerin, yalnızca yoksullar ya da korunmaya muhtaç kesimler
için değil, aynı zamanda tüm vatandaşlar bir hak olarak savunulması gerekliliğini ve insan haklarının korunmasının
ve gerçekleşmesinin unsurları olduğunu görebilen ve bunu politika gündemine taşıyabilen bir duruşu yaratabilmek
önemli görünmektedir. Bu bildiride,
177
Toplum ve Sosyal Hizmet
Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin gelişimi ve mevcut durumu genel hatlarıyla özetlenerek, Avrupa Birliği adaylık sürecindeki dönüşümünün,
Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu ile Sosyal Hizmetler ve
Çocuk Esirgeme Kurumu’nun pratikleri
ve yeniden yapılandırılması üzerinden
eleştirel bir değerlendirmesinin yapılması amaçlanmıştır.
Türkiye’de Sosyal Yardım ve Sosyal
Hizmetlerin Gelişimi
Sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin sunumunda modern yaklaşımların Türkiye’de tartışılmaya başlanmasının yeni olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Refah devleti geleneğine sahip olmayan (Yalman, 2007:1)
Türkiye’de batılı anlamda sosyal hizmetler, 1960’lı yıllardan sonra gelişmeye başlamıştır. Sosyal hizmetlerin kamusal sunumu konusunda 1980’li yıllarda Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü’nün
kurulmasıyla yeterli olmayan bir kurumsallaşma başlamış ve devlete düşen görevler kısmen de olsa kabul edilmiştir. Ancak sosyal yardım alanında,
hayırseverlik ve sosyal dayanışma anlayışının ötesine geçilerek, sosyal yardımın hak olarak görüldüğü bir anlayış
gelişememiştir. Yoksullukla mücadelede Avrupa refah devletlerinin en önemli
sosyal politika araçları olarak gelişmiş
olan bu iki hizmet alanı, Türkiye’de gerek vatandaşlık hakları gerekse sosyal
haklar bakımından Avrupa refah devletleri düzeyine erişememiştir.7
7 Türkiye’de sosyal politika ve sosyal hizmetlerin gelişmemişliğine ilişkin yapısal sorunları tartışan ayrıntılı bir çalışma için bkz: Cılga
(2001). Yoksullukla mücadele ve sosyal yardımı hak olarak gören bir sosyal politika anlayı-
178
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin sunumunun ve niteliğinin son
yıllarda daha fazla tartışılmaya başlanmasında iç dinamikler ve ihtiyaçlar değil, bir yandan IMF ve Dünya Bankasının yoksulluk olgusuna bakışları öte
yandan da Türkiye’nin AB adaylık süreci
etkili olmuştur. AB adaylık sürecinin etkisini iki açıdan ele almak mümkündür.
İlki, AB uyum sürecinde kabul edilerek
iç hukukta geçerli hale gelen temel insan hakları sözleşmeleri çerçevesinde
özellikle çocuklar ile kadınlar açısından
sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin sunumundaki eksiklerin daha görünür
hale gelmesidir. İkincisi ise, AB’nin yoksulluk ve sosyal dışlanmayla mücadele
stratejisi kapsamında bu alanda hazırlanması gereken Ortak İçerme Belgesi
(Joint Inclusion Memorandum -JIM) ve
Ulusal Plan’dır. Avrupa Birliği’nin yoksulluk ve sosyal dışlanmayla mücadele stratejisinde, sosyal yardım ve sosyal hizmetler yoksulluk ve sosyal dışlanmanın önlenmesinin önemli araçları olarak öne çıkmaktadır.8 Ortak İçerme Belgesi, Türkiye’nin katılım öncesi
yardımlardan yararlanması için önceliklerin belirlenmesinde temel stratejik
şının Türkiye’de neden gelişemediğini tartışan
bir çalışma için bkz: Buğra (2008).
8
Avrupa Birliği sosyal politika belgelerinde, Avrupa Birliği ve ekonomisinin temel dayanaklarından biri olarak kabul edilen sosyal hizmetler, tümüyle ekonomik büyümenin sağlanması için piyasa sisteminin sorunsuz işlemesinin
sağlanması çerçevesinde ele alınmaktadır. Sosyal hizmetlere yaklaşımda, refah devleti döneminden ayrışan en önemli yan, bu hizmetlerin
sunumunda kamunun sorumluluğu vurgusunun
azaltılması ve uzun vadede tamamen kaldırılmasının hedeflenmiş olmasıdır. Ayrıntılı bilgi
için bakz. Implementing the Community Lisbon
programme:Social services of general interest
in the European Union. (COM (2006) 177.
Şahin Taşğın ve Özel
belgelerden birini oluşturacaktır.9 Aday
ülke ve Komisyon tarafından ortak olarak hazırlanan bir belge olan Ortak
İçerme Belgesi, kabul edildiğinde, her
iki tarafın üst düzey temsilcileri tarafından imzalanacak ve Türkiye’de yoksulluk ve sosyal dışlanma ile mücadele ile ilgili başlıca politikaları belirleyecektir. Ortak İçerme Belgesi’nin hazırlanma süreci Türkiye’de sosyal yardım
ve sosyal hizmetlerin dağınık yapısını,
Avrupa standartları bakımından zayıflıklarını ve insan haklarını korumadaki
yetersizliklerini ortaya çıkarmıştır. Aslında Çocuk Hakları ve Kadınlara Karşı
Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmeleri çerçevesinde ilgili komitelere
sunulmak üzere ülke raporlarının hazırlanması aşamalarında da bu iki alandaki standartların düşüklüğü ve uygulamaların yetersizliği ortaya çıkmıştı.10
Ancak Ortak İçerme Belgesi ve Ulusal
Plan hazırlanması süreçlerinin, ülkenin
bu iki alandaki zayıflığının tüm açıklığıyla ortaya çıkmasını ve acil olarak bir
şeyler yapılması gerektiğinin fark edilmesini sağladığı söylenebilir. Bu belgenin halen hazırlanamamış olması
da, sosyal yardım ve hizmetler alanında Türkiye’nin ne denli geri bir noktada olduğunun kanıtı olarak değerlendirilebilir.
hizmetlerle ilgili ilk uygulamalar olduğu kabul edilmektedir. Cumhuriyetin
ilk yıllarından modern anlamda sosyal
hizmetlerin geliştirilmesi çalışmalarının başladığı 1960’lı yıllara değin Darülacaze, Türkiye Kızılay Derneği11 ve
Çocuk Esirgeme Kurumu12 bu alanlarda faaliyet yürüten başlıca kurumlardır.
Ayrıca, tatil yasası (1925), kadın ve çocuk işçilerin çalışma koşullarını düzenleyen Umumi Hıfzısıhha Yasası (1930),
İş Yasası (1936) gibi çeşitli yasal düzenlemelerle getirilen uygulamalar da
doğrudan sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanında olmasa da ilk sosyal
politika uygulamaları olarak kabul edilmektedir (Kongar, 1978: 194-195; Buğra, 2008:140-155).
Osmanlı İmparatorluğu döneminde dinsel yönelimlerle insanlara yardım eden
vakıflar ve mesleki dayanışma amaçlı loncaların sosyal yardım ve sosyal
“Türkiye’de eski usule dayanan sadaka ve hayrata dayalı sosyal yardım sisteminin ekonomik kriz sonrasında zayıf kaldığı ve sona erdiği,
9
Bu sürecin ayrıntıları için bkz: http://www.
sydgm.gov.tr/tr/html/195/JIM+Belgesi/
10 Sunulan ilk ülke raporunun ardından BM Çocuk Hakları Komitesince yapılan değerlendirmeler için bkz: Çocuk Hakları Komitesinin Sonuç Gözlemleri: Türkiye. CRC/C/15/Add.152/
8 Haziran 2001.
Yoksullukla mücadelede daha modern
yaklaşımların geliştirilmesi konusunda
Birleşmiş Milletler tarafından 1954 yılında başlatılan girişimler, ancak 1959
yılında sonuçlanmış ve 1959 yılında
bir Sosyal Hizmetler Enstitüsü kurulmuştur. Enstitü kurulmasıyla ilgili olarak hazırlanan kanun taslağının gerekçesinde, sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanında Batı’da 16. yüzyıldan
bu yana alınan resmi önlemler tartışılıyor, Türkiye’nin bu alandaki geriliği ifade ediliyordu. Gerekçede ayrıca,
11 1947 yılında bu adı alıyor.
12 1921’de Ankara’da bir grup devlet görevlisi ve
gönüllüler tarafından kurulan Himaye-i Etfal
Cemiyeti’nin adı 1935 yılında Çocuk Esirgeme
Kurumu olarak değiştirilmiş ve kuruma 1937
yılında kamu yararına faaliyet gösteren bir kurum statüsü verilmiştir.
179
Toplum ve Sosyal Hizmet
1920’den sonra ülkede uzun süre
sosyal yardımın parasız hizmet sunan hastane ve tedavi kurumları
kurmak olarak anlaşıldığı, 1928 yılında Paris’te toplanan uluslararası
sosyal hizmetler kongresinde Bulgaristan ve Yunanistan’ın sayıları
az da olsa ülkelerindeki sosyal hizmet faaliyetlerini bildirmelerine karşın Türkiyeli delegelerin sadece tedavi kurumlarının yatak sayısını verdikleri ve Kızılay Cemiyetinden bahsettikleri, gelişmiş ülkelerin Asya ve
Afrika’daki koloni ve sömürgelerinde dahi yerel şartlara göre sosyal
hizmet merkezleri kurulduğu ve çalıştığı… Balkan ülkelerinin yanı sıra
Yakın Doğu ülkelerinin hemen hepsinin bu konuda bizden önde olduğu… Birleşmiş Milletler ve Dünya
Sağlık Örgütü tarafından gönderilen uzmanların da diğer konulardaki ileriliğimize rağmen, sosyal hizmet bakımından Yakındoğu’nun en
geri ülkesi olmamızı bir türlü açıklayamıyor ve zengin bir ülke olmadığımız halde yoksullukla modern şekilde neden savaşmadığımıza şaşmakta idiler” deniliyordu.13 (Buğra
2008: 171-172).
1959 yılında kurulmuş olan Sosyal Hizmetler Enstitüsüne bağlı Sosyal Hizmetler Akademisi de 1961 yılında açılmış ve ilk mezunlarını 1965 yılında vermiştir. 1963 yılında Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü kurulmuş, illerde
Sosyal Hizmet Koordinasyon Kurulları oluşturulmuş ve İl Sağlık Müdürlükleri içerisinde Sosyal Hizmetler Müdürlükleri örgütlenmiştir. Sosyal hizmetler
13 Kanun gerekçesinden yapılan bu alıntı, politikacıların bu konudaki zihniyetinin halen değişmediğini göstermesi bakımından çarpıcıdır.
180
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
ve sosyal çalışma konusundaki eğitim ihtiyacı nedeniyle 1967 yılında Hacettepe Üniversitesinde de sosyal çalışma eğitimine başlanmıştır (Kongar,
1978: 196). Bu iki eğitim kurumu 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında birleştirilerek Hacettepe Üniversitesi’ne
bağlanmış ve 2000’li yıllara değin sosyal hizmet alanında yüksek eğitim veren tek kurum olarak kalmıştır. Kamuda genel olarak sosyal hizmet alanı olmak üzere sağlık, eğitim, yerel yönetimler gibi diğer alanlarda da yeterli örgütlenmeye gidilmemesi nedeniyle
sosyal hizmet uzmanı talebi tabandan
gelen bir talebe dönüşmemiştir (Karatay, 2007: 315).
1983 tarihinde kabul edilen 2828 sayılı yasa ile Sosyal Hizmetler ve Çocuk
Esirgeme Kurumu’nun kurulması, sosyal hizmetlerin sunumunda devlete sorumluluk yükleyen ve kurumsallaşmanın başladığı bir dönem olmuştur. Sosyal yardım alanında ilk kapsamlı uygulama olan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu ise 1986 yılında
kurulmuştur. Sosyal yardım programları, 81 il ve 850 ilçede mülki idare amirleri başkanlığındaki toplam 973 Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı kanalıyla gerçekleştirilmektedir. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu faaliyetleri, Başbakanlık bünyesinde, Fon Sekretaryası tarafından
yürütülmekte iken, 2004 yılında Sosyal
Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Türkiye’de sosyal
yardımın bir “hak” ve yoksulluğun önlenmesinde önemli bir araç olarak değil, sosyal yardımlaşma ve dayanışma
yoluyla hayırseverlikle çözülebilecek
bir sorun olarak görüldüğü, bu alanda
faaliyet yürüten en kapsamlı kurumun
adından anlaşılmaktadır.
Şahin Taşğın ve Özel
1960’lı yıllar gerek sosyal politikalar
gerekse çalışma yaşamı ilişkilerine
ilişkin düzenlemeler ve sosyal güvenlikle ilgili kaydedilen gelişmeler bakımından bir zihniyet dönüşümünün yaşanmaya başlandığı yıllar olarak kabul
edilebilir. Bu alanda çalışacak meslek elemanlarının yetiştirilmeye başlandığı bir eğitim kurulmasıyla başlayan sürecin sosyal hizmetler alanına
da bir ivme kazandırdığı söylenebilir.
Avrupa’da refah devletlerinin yükseldiği, sosyal politika ve sosyal hizmetler
alanında önemli gelişmelerin yaşandığı bu dönemde, Türkiye’de de Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na bağlı
olarak faaliyet yürüten Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü, Sosyal Hizmetler
Akademisi ve gönüllü derneklerin işbirliği ile 1959 yılında ilki yapılan Ulusal
Sosyal Hizmetler Konferansları düzenlenmeye başlanmıştır. Bu konferanslarda sunulan çalışma grupları raporları, tebliğler ve konuşmalara bakıldığında, aile, çocuk ve gençlik, özürlüler,
hizmetlere halkın katılımı, insan hakları
ve sosyal hizmetler, vb. gibi konularda
mevcut durum, hizmetler, sorunlar ve
yapılması gerekenlere ilişkin kapsamlı değerlendirmeler yapıldığı ve önerilerde bulunulduğu görülmektedir. Örneğin Üçüncü Ulusal Sosyal Hizmetler
Konferansı’nda (1968) sunulan çeşitli tebliğlerde ve raporlarda, bu konularda günümüzde de yapılmakta olan tespitler ve öneriler vardır: sosyal hizmetler alanında faaliyet yürüten kuruluşların dağınıklığı, hizmette standardın bulunmayışı, hizmet sunumunda objektif
ve bilimsel kriterlerin geliştirilmesi gerekliliği, donanımlı personele ihtiyaç olduğu, sosyal hizmetlerin insan haklarının korunması bakımından vazgeçilmezliği gibi.
Kırk bir yıldan bu yana ülkede sosyal
hizmetlerin geliştirilmesiyle ilgili olarak
yapılmakta olan önerilere rağmen bu
alanda neden hala benzer sorunlar yaşanmakta ve benzer önerilerde bulunulmaktadır? Türkiye’de sosyal yardım
ve sosyal hizmetlerin modern ve batılı
anlamda kurumsallaşması ve gelişmesinde neden geç kalınmıştır? Bu sorular daha çoğaltılabilir. Ancak bu soruların yanıtlarını vermeye çalışmak, bu
çalışmanın sınırlarını aşmaktadır. Son
yıllarda, sosyal hizmetler dışındaki akademik alanlarda da –iktisat, siyaset bilimi, çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri, hukuk gibi- sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanının sorunlarıyla ilgili çalışmaların arttığı gözlenmekte olup,
bu çalışmaların yukarıdakilere ve benzer sorulara yanıt verme ve tartışmaların zenginlenerek çeşitlenmesini sağlama açısından umut verici oldukları söylenebilir. Ancak, alana yönelik artan bu
ilgide, yoksulluğun ve görünümlerinin
artması kadar Türkiye’nin AB adaylık
sürecinin yarattığı ortamın da etkisi olduğu yadsınamaz.
Sosyal Yardım ve Sosyal
Hizmetlerin Mevcut Durumu
Türkiye’de farklı yasalarda sosyal yardım ve sosyal hizmetlere ilişkin uygulamaları içeren düzenlemeler bulunmaktadır. Bunun bir sonucu olarak da doğrudan sosyal yardım ve sosyal hizmetler sunmakla görevlendirilmiş olanların yanı sıra çok sayıda kurum ve kuruluş da bu alanda faaliyette bulunmaktadır. Hizmetlerin dağınıklığı, hizmet sunumunda objektif kriterler bulunmayışı, mükerrerliği, kaynakların etkin kullanılamayışı gibi pek çok sorun bu farklı yasal düzenleme ve uygulamalardan
da kaynaklanmaktadır.
181
Toplum ve Sosyal Hizmet
Sosyal yardım alanında faaliyet yürüten en kapsamlı kurum Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu ve
Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma
Genel Müdürlüğü’dür. İl ve ilçe düzeyinde örgütlenmiş Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları, gıda, yakacak, ilaç gibi acil gündelik ihtiyaçların karşılanmasını içeren aylık periyodik yardımlar, sağlık yardımları, özel
amaçlı yardımlar, eğitim yardımları, yakacak yardımları, gelir getirici ve istihdam yaratıcı proje yardımları sunmaktadır.
2022 sayılı yasa kapsamında muhtaç,
güçsüz ve kimsesizlere aylık bağlanması, Yeşilkart kapsamında yapılan
sağlık yardımları, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından muhtaç, özürlü ve
yetimlere yapılan aylık yardımlar ile
aşevleri hizmeti ve Sosyal Hizmetler
ve Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından
yapılan ayni ve nakdi yardımlar diğer
sosyal yardımlar olarak sıralanabilir.14
Sayılan bu sosyal yardımlar içerisinde
en objektif olanının ve bir hak olarak
değerlendirilebilecek yardımın 2022
sayılı yasa kapsamında yapılan yardımlar olduğu kabul edilmektedir (Buğra, 2008).
Türkiye’de sosyal hizmetler büyük
oranda Sosyal Hizmetler ve Çocuk
Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü
tarafından yürütülmektedir. SHÇEK
Genel Müdürlüğü, sosyal yardımı da
14 Bunların yanı sıra, Adalet Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı gibi bakanlıkların çeşitli yardım programları ile YÖK,
Üniversiteler, Belediyeler, İl Özel İdareleri kimi kurumların çeşitli hizmetleri de sosyal
yardım başlığı altında değerlendirilmektedir
(Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu
Raporu 2009: 4-5).
182
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
içermekle birlikte ağırlıklı olarak sosyal hizmetler alanında faaliyet yürüten
ve sosyal hizmetlerin kamusal sorumluluğu anlayışıyla sosyal devlet ilkeleri
çerçevesinde örgütlenmiş bir kamu kuruluşu niteliğindedir. Ayrıca, Adalet Bakanlığı tarafından tutuklu ve hükümlere yönelik olarak sürdürülen hizmetler,
özellikle de denetimli serbestlik kapsamında sunulan hizmetler, Aile Araştırma Kurumu, Özürlüler İdaresi Başkanlığı, Kadının Statüsü ve Sorunları Daire Başkanlığı, Devlet Planlama Teşkilatının GAP-Sosyal Destek Programı ile
AB eğitim ve gençlik programları faaliyetleri, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının çalışan çocuklarla ilgili faaliyetleri başta olmak üzere diğer pek çok
Bakanlık ve bağlı kuruluşlarının yanı
sıra Kredi ve Yurtlar Kurumu, Belediyeler, İl Özel idareleri gibi çok sayıda kurum ve kuruluşun da sosyal hizmet olarak değerlendirilebilecek hizmet sunduğu kabul edilmektedir (Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu Raporu, 2009: 4-5).
Farklı kurumların çeşitli düzey ve
içeriklerde çalışmaları bulunsa da
Türkiye’de korunmaya muhtaç çocuklar (gençler dahil), yaşlılar, özürlüler,
kadın ve aileye yönelik hizmetleri planlamak, geliştirmek ve yürütmekle sorumlu ve yetkili, tüm illerde örgütlenmesi bulunan kurum SHÇEK Genel
Müdürlüğü’dür. Kurumun yapısında ve
işleyişinde 2000’li yıllardan bu yana
yapılmakta olan değişikliklerde, hizmetin çeşitlenmesi ve niteliğinin yükseltilmesi çalışmalarının yoğunlaştığı
görülmektedir. Öte yandan bu hizmet
alanlarında yerelleşmenin, sivil toplum
örgütlerinin etkinliğinin ve kar amaçlı özel kuruluşların artarak yer almaya başlaması dikkat çekicidir. Özellikle
Şahin Taşğın ve Özel
yaşlılık ve özürlülük alanında başlayan piyasa açılma sürecinde çok sayıda kar amaçlı özel kuruluşun bu alanlarda faaliyet yürütmeye başlamasına
yol açmıştır. Sosyal hizmetlerin piyasaya açılmasının diğer bir boyutu da
kurumun halen yürütmekte olduğu korunmaya muhtaç bireylere yönelik koruma ve kurum bakımı hizmetlerinin
yürütülmesinde bakım ve temizlik hizmetlerinin özel hizmet alımı yoluyla
gerçekleştirilmesidir. Kurum 2009 yılı
sonu itibariyle taşra teşkilatında 883
kuruluşta (il, ilçe müdürlükleri de sayıya dahil olmak üzere çocuk yuvası,
yetiştirme yurdu, huzurevi, rehabilitasyon merkezi gibi) toplam 21.003 personel ile hizmet vermektedir. Bu personelin 9.384’ü kadrolu, 74’ü 4/B, 29’u
işçi statüsünde olup 11.545’i özel hizmet alımı yoluyla istihdam edilmektedir (SHÇEK 2009 Yılı Faaliyet Raporu: 10).
Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmet uygulamalarına ilişkin çeşitli sorunlar ve eleştiriler, kurumların uygulamalarına ilişkin problemler kamuoyunda sıklıkla yer almaktadır. En çok tartışma da Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu ile 973 il ve ilçede
kurulmuş bulunan Sosyal Yardımlaşma ve Vakıfları’nın uygulamalarına ilişkin yapılmaktadır. Fon ve Vakıfların işleyişine ilişkin eleştiriler, ulusal düzeyde tanımlanmış yoksulluk ölçütü bulunmadığından sosyal yardımların yapılışında objektif değerlendirme kriterlerinin bulunmayışı, bununla bağlantılı olarak keyfi uygulamalar ve özellikle siyasi
etkilere açık olmasıdır.
SHÇEK Genel Müdürlüğü ve bağlı kuruluşlar ve bu kuruluşlarda yaşanan sorunlar ise daha çok sunulan hizmetin niteliğinin düşüklüğü ve ihtiyaca
cevap verecek yeterlilikte olmayışı,
bütçe, personel ve altyapı bakımdan
yetersizliği, bakım ve koruma altındaki çocuk, yaşlı ve özürlülere kötü muamele uygulamaları gibi konularda gündeme gelmektedir. Sosyal hizmetler
alanında tartışmalı bir konu da yukarıda da değinildiği gibi bu alanda hizmet sunumunun piyasaya açılmış olmasıdır.
Avrupa Birliği Adaylık Sürecinde
Sosyal Yardım ve Sosyal
Hizmetlerin Yeniden Yapılanmasına
İlişkin Gelişmeler
Avrupa Birliği adaylık süreci Türkiye
açısından pek çok alanda olduğu gibi
sosyal yardım ve sosyal hizmetler bakımından da pek çok sorunun daha görünür olduğu ve tartışma zeminin geliştiği bir ortam yaratmıştır.
Bu çerçevede her iki hizmet alanının
sorunları ve bu sorunlara ilişkin çözüm
önerileri içeren çok sayıda çalışma yapılmış, raporlar hazırlanmıştır. Sosyal
yardım ve sosyal hizmetler alanında
bir dönüşüm ve yeniden yapılanma bu
alanlarda faaliyet yürüten kurumların
ve hükümetin gündemdedir. Değişim
ve yeniden yapılanma yönündeki yönelimi sosyal yardım ve sosyal hizmetler
alanında faaliyet gösteren Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Müdürlüğü ile
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme
Kurumu Genel Müdürlüğü’nün 2006 yılından bu yanan yayımlanma olan faaliyet raporları ve stratejik planları, Dokuzuncu Kalkınma Planı ve Özel İhtisas Komisyonlarının Raporlarından izlemek mümkündür. Ayrıca 60. Hükümet Programı Eylem Planı ile Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu
183
Toplum ve Sosyal Hizmet
Raporu15 da değişimin ne yönde olacağına ilişkin veriler sunmaktadır.
Dokuzuncu Kalkınma Planı Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel
İhtisas Komisyonu Raporunda, gelir dağılımı, yoksulluk ve sosyal dışlanma ile ilgili olarak Birleşmiş Milletlerin
“Binyıl Kalkınma Hedefleri” ve Avrupa
Birliği’nin “Lizbon Stratejisi”nin Türkiye
için oldukça önemli olduğu belirtilmektedir (ÖİK Raporu 2007: 48). Raporda,
Türkiye’deki sosyal yardım ve sosyal
hizmetlerin kapsamının giderek genişlemekle birlikte kapsam ve erişilebilirliğinin sınırlı kaldığı belirtilmekte ve sorunlarla ilgili bazı tespitler yapılarak çözüm önerileri aktarılmaktadır. Bunlar,
kurumların personel yetersizliğinin giderilerek, mevcut personelin etkili bir
denetimle verimli çalışmasının sağlanması, yoksullukla etkin mücadele edebilmek için öncelikle Türkiye’de yoksulluğun boyutlarının daha iyi tespit edilebilmesi için araştırma yapılması, sosyal
yardım ve sosyal hizmetlerden yararlanacak ihtiyaç sahiplerinin farklı kurumlarca farklı tanımlanmasının yarattığı
sorunların giderilmesi için bu kurumlar arasında koordinasyonun sağlanması, ulusal ölçekte bir yoksulluk kriteri tanımlanması ve merkezi bir veri tabanı oluşturulması, hizmet tekrarlarının önlenmesi ve en önemlisi de sosyal
yardımın bir hak olarak tanımlanmamış
olmasının yarattığı keyfilik ve siyasi
15 Türkiye’deki Sosyal Yardımlar ve Sosyal Hizmetler Alanındaki Yasal ve Kurumsal Yapının
İncelenmesi, Aile, Çocuk, Özürlü, Yaşlı ve Diğer Kişilere Götürülen Sosyal Hizmetlerin ve
Sosyal Yardımların Genel Olarak Değerlendirilmesi, Bu Hizmetlerin Düzenli ve Verimli Şekilde Yürütülmesinin ve Geliştirilmesinin Sağlanması Hakkında Araştırma ve İnceleme Raporu.
184
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
etkilere açık olma durumunun giderilmesidir (ÖİK Raporu 2007: 48). Raporda, Türkiye’de gelir dağılımı yoksulluk
ve sosyal içermeyle ilgili olarak yapılan
analizde, kurumsal kapasite yetersizliği
ve koordinasyon eksikliği zayıf yönler,
uygulanan neo-liberal politikaların sosyal politikaları zayıflatması ise tehditler
olarak değerlendirilmiştir (ÖİK Raporu
2007: 53). Bu iki unsurun ve özellikle
ikincisinin sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin bir yeniden yapılanmaya girdiği bu süreç açısından da risk oluşturduğu açıktır.
Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele
Özel İhtisas Komisyonu’nun 2013 vizyonuna göre Türkiye, “AB ülkeleri seviyesinde daha adil bir gelir dağılımı
hedefleyen, her yurttaşın insanca yaşama hakkını kurum ve kuruluşlarıyla
güvence altına alan, insan kaynaklarının geliştirilmesine ve istihdam odaklı sürekli ve istikrarlı bir ekonomik büyümeyi sağlayan ve kamunun öncülüğünde STK, özel sektör, üniversiteler,
medya ve vatandaşların katkı ve katılımıyla sosyo-ekonomik politikaların geliştirilmesi yoluyla yoksulluğu önleyen
bir ülke” olarak belirlenmiştir. Komisyon tarafından 2013 vizyonuna dönük
olarak temel amaç ve politikalara ilişkin dört sorun alanı tespit edilmiş, her
sorun alanına yönelik stratejik amaçlar
belirlenmiş ve bu amaçlara uygun eylem ve politikalar ile kurumsal düzenlemeler önerilmiştir. Belirlenen sorun
alanlarından üçü sosyal yardım ve sosyal hizmetlerle, sonuncusu ise yoksulluğun temel nedeninin yüksek işsizlik
ve kayıt dışı sektörün büyüklüğü ve gelir dağılımı olmasıyla ilgilidir.
Sosyal yardım ve sosyal hizmetlerle ilgili sorun alanlarından ilki, yoksullukla mücadelede ve adil gelir dağılımını
Şahin Taşğın ve Özel
gerçekleştirmede etkili bir politikanın
bulunmamasıdır. Bu soruna yönelik
stratejik amaç “adil gelir dağılımını hedefleyen, fert başına düşen millî gelire endeksli hayat standardına göre belirlenmiş sınırın altında kalan bireylere
kamusal sosyal hizmetler ve yardımların oluşturulması”dır. Bunun için kurumsal dağınıklığın (2022, 3294 ve benzeri) “Kurumsal Sosyal Yardım Kanunu”
adı altında tek bir kanuni düzenleme
ile giderilmesi ve yoksullukla mücadele eden en az dört kurumun (SHÇEK,
SYDGM, Vakıflar Genel Müdürlüğü,
Emekli Sandığı) bir çatı altında toplanması önerilmiştir. Ayrıca nakdi sosyal
yardımların yanında aile odaklı psikososyal hizmetlerle “yoksulluk kültürüne” karşı etkin programlar hazırlanması alınması gerekli diğer tedbirler olarak
belirlenmiştir.
İkinci sorun alanı, gelir dağılımı ve yoksullukla mücadele devletin görev ve
sorumluluğunun ön plana çıkarılmaması, konunun piyasa ve aile dayanışması ilişkilerine bırakılmasıdır. Stratejik
amaç da şöyle ifade edilmiştir: “yoksulluk sadece ekonomik bir sorun değildir;
aynı zamanda temel hakların yaşanamaması durumudur. Amaç sadece belirli bir gelir düzeyini sağlamak yerine,
sosyal içerme ve insanca yaşam haklarını da gözeten gelir dağılımı ve yoksullukla mücadele programlarının geliştirilmesi olmalıdır. Bu politikalar ise, yalnızca piyasa dinamiklerine ve aile dayanışma mekanizmalarına dayanılarak
oluşturulamaz. Çözüme yönelik güçlü siyasi irade, aktif kamu öncülüğünde gelir dağılımındaki dengesizliklerin
azaltılması ve yoksullukla mücadelede önerilen program ve faaliyet alanlarındaki uygulamalarla başarıya ulaşacaktır”.
Üçüncü sorun alanı ise sosyal yardım
kurumlarının kapasitelerinin yetersizliği ve koordinasyon eksikliği olarak belirlenmiş ve mevcut sosyal yardım kurumlarının kurumsal kapasitelerinin geliştirilerek, bu alanda hizmet veren sivil
toplum kuruluşları ve gönüllü kuruluşlar
arası etkili işbirliği ve koordinasyonun
sağlanmasının gerekliliği vurgulanmıştır (ÖİK Raporu 2007: 61-66). Raporda,
yoksulluğun azaltılması ve gelir dağılımın iyileştirilmesinde politikacıların bu
konudaki yaklaşımlarının ve tutarlı bir
politika izlenmesinin önemine değinilmiştir (ÖİK Raporu 2007: 83-84).
Dokuzuncu Kalkınma Planının Sosyal Güvenlik Özel İhtisas Komisyonu Raporu’nda da, sosyal hizmetler ve
sosyal yardımlar alanındaki zayıf ve
güçlü yönler değerlendirilmiştir. Zayıf
yönler olarak, Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu
raporunda da dile getirilenlere benzer
değerlendirmeler yapılmıştır. Bu raporda dile getirilen “neo-liberal politikaların sosyal politikaları zayıflatacağı” endişesi, Sosyal Güvenlik ÖİK raporunda,
“kamu yönetimi reformu çerçevesinde
sosyal yardımlar ve sosyal hizmetler
alanının yerel yönetimlere ve sivil toplum kuruluşlarına devredilmesinin gündeme gelmesinin sosyal devlet ilkesinden uzaklaşma tehlikesi içerdiği” şeklinde daha açık olarak ifade edilmiştir.
Ancak raporda ayrıca, Türkiye’nin geleneksel dayanışma ağlarının kuvvetli olduğu cemaatçi-muhafazakâr refah
devleti modelinin özelliklerini taşıdığı
ve bunun yoksulluk ve sosyal dışlanmayla mücadelede önemli bir avantaj
sağladığı değerlendirmesi yapılmakta, tarihsel olarak güçlü bir vakıf geleneği ve toplumsal dayanışma kültürü bulunması da güçlülük olarak kabul
185
Toplum ve Sosyal Hizmet
edilmektedir. Öte yandan da sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin bir hak olarak
kabul edilmesinin önemine değinilmektedir (ÖİK Raporu 2007: 52-53). Sosyal
Güvenlik Özel İhtisas Komisyonu 2013
vizyonu doğrultusunda sosyal devlet ilkesinden taviz verilemeyeceğini sıklıkla tekrar ederek, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin tüm bireylere tanınan bir
sosyal hak niteliğine kavuşturulmasını
temel politika olarak vurgulamıştır (ÖİK
Raporu 2007: 69). Ancak Komisyonun
geleneksel dayanışma ağları, vakıf geleneği ve toplumsal dayanışma kültürüyle ilgili değerlendirmeleriyle sosyal
devlet ve hak temelli vurgularının kendi içinde önemli bir çelişki içerdiği görülmektedir. Öte yandan Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporunda ifade edilen
“kamunun aktif sorumluluğu yerine alanın piyasa ve aile dayanışması ilişkilerine bırakılması” oldukça isabetli bir şekilde temel sorun alanlarından biri olarak değerlendirilmektedir. Bu durumda,
iki komisyon raporu arasında da tespitler bakımından çelişki bulunmaktadır.
Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin kamusal bir hizmet ve hak olarak sunumunun gelişmemişliğinde tam
da ülkedeki geleneksel dayanışma ağlarının sürekli ön planda tutulduğu bir
zihniyetin egemen olduğu düşünüldüğünde, Sosyal Güvenlik Özel İhtisas
Komisyonunun bu değerlendirmesine
katılmak mümkün görünmemektedir.
Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme
Kurulu tarafından hazırlanan Rapor,
konuyla ilgili daha önce hazırlanmış
tüm rapor, plan ve belgeler ile hizmetlerin incelenmesinin ardından hazırlanmıştır. Bu nedenle, aslında bu çalışmada da incelenen tüm rapor ve planlarda yapılan tespit ve değerlendirmeleri
186
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
içeren çözüm önerisi sunan en güncel
rapordur. Raporda, sosyal yardım ve
sosyal hizmetlerin “veren ve alan için
gönüllülük esasına göre gerçekleştiği doğu kültürü ile “hak” temeline dayalı olarak gerçekleştirilmeye başlandığı batı kültürü arasında birisini tercih
etmek yerine, iyi ve kötü yanlarını ele
alarak kendimize özgü bir modeli geliştirmemiz gerektiği” belirtilmektedir. Bu
çerçevede sosyal hizmet ve sosyal yardımlara ilişkin faaliyet ve programların,
1) “devletin denetim, gözetim ve sorumluluğunda toplumun her kesiminin (genel yönetim birimleri, yerel yönetimler,
özel hukuk tüzel kişileri ve gerçek kişilerin) katılımı sağlanarak bir bütünlük içinde yürütülmesi, 2) yurt sathında dengeli dağılımına imkân verecek,
görev boşluğu bırakılmayacak şekilde
ve toplumun ihtiyaçları göz önünde tutularak planlanması ve düzenlenmesi,
3) merkezi ve yerel yönetimlerin dengeli ağırlıklarda temsil edildiği, sivil toplum ve özel girişimi de kapsayan karma
bir yapının oluşturulması” şeklinde düzenlenmesi gerektiği değerlendirmesi yapılmaktadır (DDK Raporu 2009:
12-13). Sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin tümü ile yerel yönetimlere ve
STK’lara devrinin sosyal devlet ilkesinden uzaklaşma tehlikesini getireceğinden hareketle, devletin gözetim, yönetim ve denetim sorumluluğunda karma
bir yapı önerildiği belirtilmekte, bu yapının, maliyeti yüksek olan yönetim ve
destek hizmetlerinin azaltılmasını sağlayacağı, hizmete ilişkin faydaların yanı
sıra personel ve ödenek tasarrufu da
sağlayacağı ifade edilmektedir (DDK
Raporu 2009: 17-20).
Raporda, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerle ilgili dağınık olan yasal düzenlemeleri toparlayan, farklı kurumlarca
Şahin Taşğın ve Özel
sürdürülen hizmetleri tek çatı altında
toplayan, hukuksal çerçevesi ve kurumsal işleyişi ayrıntılarıyla anlatılan
bir Sosyal Hizmetler ve Yardımlar Bakanlığı kurulması önerilmektedir.16 Bakanlığın, konuyla ilgili kurumların ve birimlerin birleştirilmesiyle merkez teşkilatı olarak kural koyan, düzenleme yapan, standart getiren, rehberlik eden
ve denetleyen, uluslararası ilişkileri yürüten, bütçeden ayrılan ödeneği dağıtan bir yapıda olması öngörülmektedir.
Bakanlığa bağlı olarak her ilde İl Sosyal Hizmetler ve Yardımlar Müdürlüğü,
ilçelerde ya da uygun görülecek yerlerde İlçe Sosyal Hizmetler ve Yardımlar Müdürlükleri ve/veya Sosyal Hizmet ve Yardım Merkezleri ve/veya Sosyal Hizmet ve Yardım Bürolarının oluşturulacaktır. Müdürlüklerin sorumluluklarını belediyeler ve il özel idareleri ile
paylaşabilme yeteneğine sahip olması ve sivil toplum katılımının sağlanmasında etkin rol alması gerekliliği vurgulanmaktadır. Buna göre, il müdürlükleri hizmetleri doğrudan kendisi gerçekleştirmeyecek, hizmetler öncelikle sivil
toplum kuruluşları, sivil toplum kuruluşlarınca gerçekleştirilemeyen hizmetler
belediyeler, belediyeler ve sivil toplum
örgütlerince gerçekleştirilemeyen hizmetler il müdürlüklerince gerçekleştirilecektir (DDK Raporu 2009: 19-24).
60. Hükümet Programı Eylem Planında
da “Sosyal güvenlik, sosyal yardım ve
sosyal hizmet şemsiyesi bir organizasyonla tüm vatandaşları kapsayacak,
sistemdeki dağınıklık, mükerrerlikler
ve veri eksiklikleri giderilecektir” hede-
16 Dokuzuncu Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonları tarafından da farklılıkları bulunsa
da, dağınıklığı tek çatı altında toplayan bir yapı
önerilmektedir.
fine yer verilmiştir.17 Devlet Denetleme
Kurulu raporunda da hükümet programına göndermede bulunulmaktadır.
Özetlenmeye çalışıldığı gibi, Raporların
ve Planların hemen hepsinde benzer
sorunlar –yasal ve kurumsal dağınıklık,
personel ve donanım yetersizliği, objektif kriterlerin bulunmayışı vb.- tespit
edilerek benzer çözüm önerileri –hizmetlerin tek bir çatı altında toplanması,
veri tabanı oluşturulması ve hizmette
standardın sağlanması v.b gibi- sunulmakla birlikte, farklılaşan yanlar da bulunmaktadır. Farklılaşma daha çok sorunların tespitinde ve çözümlere yönelik öneriler yapılırken kullanılan yaklaşımlarda ortaya çıkmaktadır. Örneğin,
Dokuzuncu Kalkınma Planı Sosyal Güvenlik Özel İhtisas Komisyonu sosyal
devlet ilkesini sıklıkla vurgular ve sosyal yardımlar ve sosyal hizmetlerin sunumunda hak temelli bir yaklaşımı öne
çıkarırken neo-liberal sosyal politika
yaklaşımının öne çıkardığı geleneksel
dayanışma ağlarının önemini vurgulamakla kendi içerisinde çelişkili bir bakışı yansıtmaktadır. Gelir Dağılımı ve
Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu ise, bu konuda daha
dikkatlidir ve üstelik sorunlar ve çözümlere ilişkin tespitlerinde neo-liberal sosyal politika anlayışının yarattığı tehditler ve risklerin farkında olarak bu risklere dikkat çekmektedir. Önerilerini de
daha hak temelli ve kamunun öncelikli sorumluluğunu vurgulayan bir bakışla
geliştirmekte, politik irade ve tutarlılığa
dikkat çekmektedir.
60. Hükümet Programında konunun ele
alınışı, Devlet Denetleme Kurulu Raporu ve SHÇEK’in Stratejik Planı ise
17 60. Hükümet Programı Eylem Planı, 12 http://
ekutup.dpt.gov.tr/plan/ep2008.pdf
187
Toplum ve Sosyal Hizmet
birbirleriyle örtüşmektedir Buna göre,
sosyal yardımlar ve sosyal hizmetlerin yeniden yapılandırılması ve dönüşümünün neo-liberal konsept doğrultusunda, devlet kurumlarının koordinasyonunda sivil toplum kuruluşları ve piyasa tarafından sürdürülmesinin hedeflendiği, yasal ve kurumsal dönüşümün
de bu yönde planlandığı görülmektedir.
Devlet Denetleme Kurulu Raporunda
önerilen yapı doğrultusunda devlet ve
hükümet kurumları tarafından planlanan değişimin yönü ve hedeflenenler,
SHÇEK’in 2010-2014 dönemini kapsayan ve 2010’da yürürlüğe girecek olan
Stratejik Planında daha açık olarak görülmekte, 2025 Master Plan’ında somutlaşmaktadır. Plana göre 2025 yılında varsayılan duruma baktığımızda nüfus artış hızı (yavaşlayacak), okullaşma oranı (%100’e ulaşılacak) v.b gibi
öngörülerin yanı sosyal yardım ve sosyal hizmetler açısından da şu öngörülerin yer aldığını görüyoruz; sosyal hizmetlerde yerelleşme sağlanmıştır, sivil
toplum kuruluşları ve özel sektör sosyal hizmetlerin sunumunda aktif olarak yer almıştır (SHÇEK Stratejik Plan
2010-2014, 82-83). Bu projeksiyona
göre SHÇEK –ya da DDK raporunda
önerildiği gibi Sosyal Yardımlar ve Hizmetler Bakanlığı- neo-liberal konseptin
“yönetişim” zihniyetiyle paralel bir biçimde tüm taraflarca yürütülen faaliyetlerin koordinasyon ve denetimini sağlayan bir üst kurul rolündedir.
SONUÇ
Türkiye’de sosyal yardımlar ve sosyal hizmetlerle ilgili tartışmaları birbiriyle bağlantılı üç başlık altında toplamak mümkündür. Bunlardan ilki, son
yıllarda yoksulluğun artması ve toplumsal yapıda meydana gelen değişiklikler
188
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
sonucunda sosyal yardım ve sosyal hizmete ihtiyaç duyan toplum kesimlerinin
artmasıyla birlikte yeni hizmet modellerine ihtiyaç duyulması ve mevcut yapının buna yeterli olmamasıdır. İkincisi,
dünyada olduğu gibi Türkiye’de de küreselleşme ve piyasa mekanizmasının
tekrar yükselmesi, yoksulluğu ve görünümlerini arttırdığı gibi devletin küçültülmesi söylemleri eşliğinde sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin bir yandan piyasaya açılmasına ve diğer yandan da
devlet dışı aktörler tarafından sunulmasının teşvik edilmesine yönelik bir anlayışın gelişmesine yol açmıştır. Üçüncüsü, AB adaylık süreci Türkiye’de bu
iki alandaki standartların yükseltilmesini ve AB’ye asgari de olsa uyum sağlanmasını gerektirmektedir.
Bu alandaki tartışmalı konulardan biri
de sosyal yardım ve sosyal hizmetler
alanında yaşanmakta olan neo-liberal
dönüşüm ve uygulamaların, AB adaylık
sürecinin hızlandığı 2000’li yıllardan bu
yana iktidar partisi ile ilişkilendirilerek
ele alınmasıdır. Gerek dünyada gerekse Avrupa Birliği düzeyinde yaşanan
neo-liberal dönüşümde, sosyal yardım
ve sosyal hizmetlerin sunumunda, piyasaya açılmanın yanı sıra sivil toplum
örgütlerine ve diğer gönüllü kuruluşlara daha aktif bir rol biçilirken, aile ve diğer sosyal dayanışma ilişkileriyle hayırseverliğe yapılan vurgu artmaktadır.
Bu dönüşüm Türkiye’de de başlamış ve
sosyal hizmetlerin sunumunda kamunun temel sorumluluğu anlayışından
uzaklaşan, diğer aktörleri -özellikle de
aileyi ve ailede de kadını ve hayırseverliği- öne çıkaran bir söylem yerleşmeye
başlamıştır. Türkiye’de sosyal yardım
ve sosyal hizmetler alanındaki dönüşümü değerlendirirken, bunu göz önünde
bulundurmak önemli görünmektedir.
Şahin Taşğın ve Özel
Sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin
batılı ve modern anlamda örgütlenmesi
ihtiyacının ve bu amaçla bir eğitim kurumu kurulması gerekliliğinin ülke gerçekleri ve halkın ihtiyaçlarından hareketle değil, diğer ülkelerin gerisinde olmakla gerekçelendirildiği 1950’li yıllardan bu yana Türkiye, bu alanlarda kendi iç dinamikleriyle gelişme sağlayamamıştır. Sosyal yardım ve sosyal hizmet alanlarındaki sorunların çözümü
ve yeniden yapılanması yönünde nihayet oluşan irade de Avrupa Birliği adaylık sürecinde kaydedilen gelişmeler sonucunda ortaya çıkmış görünmektedir. Refah devletinin krizinin ardından
ortaya çıkan yeni sosyal politika anlayışı her ne kadar Avrupa Birliği sosyal
politikasını da etkilemiş olmakla birlikte, Avrupa Birliği üye ülkeler için asgari bir uyumu öngörmektedir. Birliğin asgari standartlarının üzerinde bir sosyal
politika geliştirmenin önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Bu durumun bir
fırsat olarak değerlendirilerek dönüşüm ve yeniden yapılanmada sürecinde, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin
bir hak olarak kabul edilmesini sağlayacak yasal ve idari düzenlemelerin yapılmasını olabildiğince savunmak önemli
görünmektedir.
KAYNAKÇA
Adams, A., Erath, P., Shardlow, S. (2000).
Fundementals of social work in selected
european countries. Dorset: Russel House
Publishing.
Buğra, A. (2008). Kapitalizm, yoksulluk ve
Türkiye’de sosyal politika. İstanbul: İletişim
Yayınları.
BM (2001). Çocuk Hakları Komitesinin
Sonuç Gözlemleri: Türkiye. CRC/C/15/
Add.152/ 8 Haziran.
Cılga, İ. (2001). Türkiye’de gelişme sürecinde sosyal politika ve sosyal hizmetler, Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye’de Sosyal Hizmet Politikaları-Sosyal Hizmet Sempozyumu 2000, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Yayınları,
Yayın no: 011, 66-81.
Cumhurbaşkanlığı DDK Raporu (2009).
Cumhurbaşkanlığı devlet denetleme kurulu Türkiye’deki sosyal yardımlar ve sosyal
hizmetler alanındaki yasal ve kurumsal yapının incelenmesi, aile, çocuk, özürlü, yaşlı ve diğer kişilere götürülen sosyal hizmetlerin ve sosyal yardımların genel olarak değerlendirilmesi, bu hizmetlerin düzenli ve
verimli şekilde yürütülmesinin ve geliştirilmesinin sağlanması hakkında araştırma ve
inceleme raporu. Erişim Tarihi, 02.08.2009,
http://cankaya.gov.tr/sayfa/cumhurbaskanligi/ddk/ddk29.pdf
DPT (2007). Dokuzuncu kalkınma planı gelir dağılımı ve yoksullukla mücadele özel
ihtisas komisyonu raporu. Erişim Tarihi,
02.08.2009, http://www.dpt.gov.tr
DPT (2007). Dokuzuncu kalkınma planı
sosyal güvenlik özel ihtisas komisyonu raporu. Erişim Tarihi, 02.08.2009, http://www.
dpt.gov.tr
Bahle,T. (2008). The state and social services in Britain, France and Germany since the 1980s. European Societies, 10(1),
25-47.
European Commission (2006). Implementing the community lisbon programme:Social
services of general interest in the european union (COM (2006) 177, 26 April 2006.
Erişim: 21.10.2009, http://europa.eu/legislation_summaries/competition/state_aid/
l33230_en.htm
Bode, I. (2006). Disorganized welfare mixes: Voluntary agencies and new governance regimes in Western Europe. Journal
of European Social Policy, 16, 346-359.
Karatay, A. (2007). Cumhuriyet dönemi çocuklara ilişkin politikanın oluşumu. Yayınlanmamış doktora tezi, İstanbul: Marmara
Üniversitesi.
189
Toplum ve Sosyal Hizmet
Kongar, E.(1978). İnsanı yönlendirme ve
sosyal hizmetler. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları.
Taylor-Gooby, P. (2002). The silver age of
the welfare state: perspectives on resilience, Journal of Social Policy, 31(4), 597-621.
SHÇEK (2008). Sosyal Hizmetler ve Çocuk
Esirgeme Kurumu Faaliyet Raporu. Erişim
Tarihi, 02.08.2009, http://www.shcek.gov.
tr/
SHÇEK (2009). Sosyal Hizmetler ve Çocuk
Esirgeme Kurumu Faaliyet Raporu. Erişim
Tarihi, 02.08.2010, http://www.shcek.gov.tr/
SHÇEK (2009). Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Stratejik Plan 20102014. Erişim Tarihi, 17.10.2009, http://www.
shcek.gov.tr/
SYB (1968). Türkiye’de sosyal değişme ve
sosyal hizmetler, 11-14 Aralık III. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı Raporu, Ankara:
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Sosyal
Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, yayın no: 54.
SYDGM (2008). Sosyal Yardımlaşma ve
Dayanışma Genel Müdürlüğü Faaliyet Raporu. Erişim Tarihi, 24.09.2009, http://www.
sydgm.gov.tr/
Yalman, L., G. (2007). Sosyal politika: Refah devletinden sosyal risk yönetimine. Cahit Talas Anısına: Güncel Sosyal Politika
Tartışmaları, 655-670.
190
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
TOPLUM VE SOSYAL HİZMET DERGİSİ
YAZIM KURALLARI
Genel Kurallar
• Toplum ve Sosyal Hizmet Dergisinde, sosyal
hizmet alanındaki bilimsel çalışmalar Türkçe
ya da bir yabancı dilde yayınlanır.
• Dergide
derleme
makaleler,
araştırma
makaleleri, bildiriler, yayın değerlendirme
ve tartışma yazıları, editöre mektuplar, örnek
olaylar yer alır.
• Dergiye gönderilen yazılar yayınlanmasa bile
iade edilmez.
• Dergide yayınlanan yazılarda ifade edilen
görüşler yazarlarına aittir.
• Bu dergide TUBA ve TÜBİTAK’ın yayın
etiğine uygun yazılar yayınlanır.
Yazım ve Sunum Kuralları
• Makaleler özeti, anahtar sözcükleri ve
kaynakçayı içerecek şekilde 5000 ile 8000
sözcük arasında olmalıdır.
• Makale özeti, 200 sözcüğü geçmemelidir.
• İki tip yazı şablonu (araştırma ve derleme)
derginin web sitesinde mevcuttur: http://www.
tsh.hacettepe.edu.tr/
• Metin, kenarlardan yeterli boşluk (soldan 3,5,
sağdan 3, üstten ve alttan 3’er cm.) bırakılarak,
1.5 aralıkla bilgisayarla arial 11 punto
kullanılarak yazılmalıdır.
• Metin blok (sağa sola dayalı), satırbaşı
verilmeden ve paragraflar arasında satır boşluğu
bırakmadan, otomatik olarak, altı nokta boşluk
bırakılarak hazırlanmalıdır.
• Metin,
[email protected]
adresine
e-posta ile gönderilmelidir (bir isimli -yazar
bilgisi içeren- ve bir isimsiz ayrı adlarla Word
formatında kaydedilmiş iki dosya).
• Yazı; sırasıyla çalışmanın türü (araştırma,
derleme veya vaka sunumu), başlığı, yazar
adları, yazarların bağlı oldukları kurumlar,
iletişim kurulacak yazarın iletişim bilgileri
(posta adresi, telefon, faks, e-posta) ve
çalışmanın daha önce yayınlanmadığını ya da
yayınlanmak üzere hâlihazırda başka bir yayın
organına gönderilmediğinin bildirimini içeren
ayrı bir başlık sayfası ile gönderilmelidir.
• Yazının diğer bölümleri şu sıraya uygun
olmalıdır: Sola dayalı, alt alta, Türkçe ve
yabancı dilde başlık, Türkçe özet, anahtar
sözcükler, yabancı dilde özet, yabancı
dilde anahtar sözcükler, metin ve kaynakça
(yararlanılan kaynaklar).
• Çizelge içermeyen bütün görüntüler (fotoğraf,
çizim, harita vs.) şekil olarak adlandırılmalıdır.
Bütün çizelgeler ve şekiller, ayrı ayrı, Çizelge: 1
ya da Şekil: 1, düzeni içinde sıralandırılmalıdır.
• Çizimler bilgisayardan çıkarılmadı ise beyaz
aydınger kağıt üzerinde çini mürekkebi ile
çizilmelidir. Fotokopiler kesinlikle kabul
edilmez. Fotoğraflar siyah/beyaz, net ve
parlak fotoğraf kağıdına basılmış olmalıdır.
Renkli fotoğraflar ve fotokopiye çekilmiş
fotoğraflar kabul edilmez. Ayrıca, her bir şeklin
metin içinde gireceği yer açık bir biçimde
gösterilmelidir.
• Çizelge ve şekillerin eni 14 boyu 20 cm’den
büyük ya da eni 8 cm’den küçük olmamalıdır.
• Yabancı dilde yazılan özetler İngilizce,
Almanca ya da Fransızca dillerinden birinde
olmalıdır. Türkçe ve yabancı dildeki özetler
ortalama 150’şer sözcüğü geçmemelidir.
• Satır sonlarında sözcükler kesinlikle hecelerine
bölünmemelidir.
Kaynakça Bağlacı ve Dipnot Düzeni Kuralları
• Kaynakça bağlacı, kaynağı metin içinde
belirtmek için aşağıdaki örnekler çerçevesinde
kullanılır:
• Tek yazarlı bir yazıdan alıntı yapılmışsa:
(Korkut, 1999: 26)
• İki yazarlı bir yazıdan alıntı yapılmışsa: (Korkut
ve Terim, 1999: 42)
• Üç ve daha fazla yazarı olan bir yazıdan alıntı
yapılmışsa: (Korkut ve diğ., 1999: 22). Ancak
atıfta bulunulan kaynağın tüm yazarları yazının
kaynakça bölümünde mutlaka yer almalıdır.
• Aynı konuda birden fazla yazıdan alıntı
yapılmışsa: (Korkut, 1999: 26; Korkut ve Terim, 1999: 42; Korkut ve diğ., 2000: 22)
• İçeriği genişletmek için dipnot kullanımı
tavsiye edilmemektedir.
• Metinde bir açıklama yapmak gerekiyorsa
ilgili yere (*) simgesi konarak, açıklama
aynı sayfanın altına 10 punto Times
New
Roman
karakteri
ile
yazılır.
• Kaynakça Düzeni Kuralları
• Yararlanılan kaynaklar Kaynakça bölümünde
yazarların soyadlarına göre abecesel düzende
sıralandırılmalı ve aşağıdaki örneklere göre
düzenlenmelidir:
Kitap
• Payne, M. (2005). Modern social work theory
(3rd ed.). Chicago, Ill.: Lyceum Books, Inc.
Kitap Bölümü
• Brown, S. A., Aarons, G. A., & Abrantes, A. M.
(2001). Adolescent alcohol and drug abuse. In C.
E. Walker & M. C. Roberts (Eds.), Handbook of
clinical child psychology (3rd ed., pp. 757-775).
New York: Wiley.
Tek Yazarlı Makale
• Wilson, K. (1996). Children and literature.
British Journal of Social Work, 26(1), 17-36.
İki Yazarlı Makale
• Wilson, K. and Ridler, A. (1998). Children and
internet. British Journal of Social Work, 28(1),
13-35.
Üç ve Daha Fazla Yazarlı Makale
• Karen, K., Miller, A., Johnson, C., Jane,
B., Ridley, A. (1998). Social work and
mental health. Social Work, 28(1), 13-35.
Kaynak kullanımıyla ilgili daha ayrıntılı bilgi için
derginin web sitesinde (http://www.tsh.hacettepe.
edu.tr/) yayınlanan APA 5 rehberini inceleyiniz.
191
Toplum ve Sosyal Hizmet
MANUSCRIPT GUIDELINES FOR THE
JOURNAL OF SOCIETY AND SOCIAL WORK
General Rules
• The Journal of Society and Social Work publishes
scientific studies in the field of social work either
in Turkish or in a foreign language.
• The Journal includes review articles, research
articles, PhD dissertation abstracts, paper
presentations (provided that the venue of the
presentation is stated), articles on publication
reviews and discussions, letters to the editor, and
case studies.
• The manuscripts which have been published
elsewhere or which are presently under review by
another journal or press will not be considered for
publication.
• The manuscripts which include discrimination of
any kind will not be published.
• The manuscripts submitted to the Journal are not
returned, even if they are not published.
• Authors are responsible for the opinions expressed
in their works.
• The manuscripts which comply with the
publication ethics of TUBA and TUBITAK are
published in this journal.
Manuscript Submission
• Articles should be between 5,000 and 8,000 words,
including abstract, keywords and references.
• Abstracts should not be over 200 words.
• Two types of manuscript templates (research and
review) available at the web site of the journal:
http://www.tsh.hacettepe.edu.tr
• The manuscript should be prepared in Arial 11
point type, 1.5 spaced, with margins (3.5 cm on
the left, 3 cm on the right, and 3 cm at both the top
and bottom of the page).
• The manuscript should be prepared in block
style, omitting paragraph indents and blank lines
between paragraphs.
• Manuscripts should be sent via e-mail (including
two copies of word document one with author
information, and one with anonymous) direct to
[email protected].
• The article should be preceded by an initial cover
page as a separate document indicating; Type
of work (research, review or case report) Title,
Author Names and Organisational Affiliations;
Corresponding Author Contact Details (postal
address, telephone, email); Word Length
(including abstract, keywords and references);
Declaration that the work has not been published
or submitted for publication elsewhere.
• The other sections of the manuscript should
be in the following order: on separate lines and
aligned left, heading in Turkish and in a foreign
language; author’s name(s); author’s title, if any,
and institution; abstract in Turkish; key words in
Turkish; abstract in a foreign language; key words
in a foreign language; text; and references.
• All the images which do not have tables
(photographs, drawings, maps, etc.) should be
192
Cilt 22, Sayı 2, Ekim 2011
referred to as figures. All tables and figures should
be ordered as Table 1 or Figure 1.
• If the drawings have not been printed out from
a computer, they should be drawn in Indian ink
on tracing paper. Photocopies are by no means
accepted. Only black and white photographs
printed on clear and glossy photographic paper
should be used. Neither color nor photocopied
photographs are accepted. In addition, where to
place the figures in the text should be indicated
clearly.
• Tables and figures should be between 8 and 14 cm
in width; they should not exceed 20 cm in length.
• Abstracts in a foreign language should be
preferably written in English, German or French.
Abstracts in Turkish or in a foreign language
should not contain more than 100 words.
• Words should never be broken at the end of a line.
Rules for In-Text Citations and Footnotes
• The below examples should be followed when
using in-text citations:
• If a work by a single author is cited: (Korkut,
1999: 26)
• If a work by two authors is cited: (Korkut and
Terim, 1999: 42)
• If a work by three or more authors is cited:
(Korkut, et al., 2000: 22)
• If two or more works related to the same subject
are cited: (Korkut, 1999: 26; Korkut and Terim,
1999: 42; Korkut et al., 2000: 22)
• If it is necessary to give an explanation, the point
in the text where the explanation is needed is
indicated by “asterisk” (*), and the explanatory
note is written as a footnote in Times New Roman
10 point type.
Rules for References
• In the references section the sources used should
be listed alphabetically and documented as shown
in the following examples.
A Book
 Payne, M. (2005). Modern social work theory (3rd
ed.). Chicago, Ill.: Lyceum Books, Inc.
A Book Chapter
 Brown, S. A., Aarons, G. A., & Abrantes, A. M.
(2001). Adolescent alcohol and drug abuse. In C.
E. Walker & M. C. Roberts (Eds.), Handbook of
clinical child psychology (3rd ed., pp. 757-775).
New York: Wiley.
An Article by a Single Author
 Wilson, K. (1996). Children and literature. British
Journal of Social Work, 26(1), 17-36.
An Article by Two Authors
 Wilson, K. and Ridler A. (1998). Children and
internet. British Journal of Social Work, 28(1),
13-35.
An Article by Three or More Authors
 Karen, K., Miller, A., Johnson, C., Jane,
B., Ridley, A. (1998). Social work and
mental health.
Social Work, 28(1), 13-35.
Please visit web site of the journal for further
information on reference management at
http://www.tsh.hacettepe.edu.tr/

Benzer belgeler