gerçegın romanı

Transkript

gerçegın romanı
Şamanın Üç Soygunu
Şamanın Üç Soygunu
Timur Ertekin
1
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
“Hayatta önemli olan, her şey hakkında bir önyargıya
varabilmektir. Çünkü görüldüğü gibi topluluklar haksız ve kişiler
her zaman haklıdır. Herhangi bir yaşama kuralı çıkarmamalı
bundan. Kurallar deyim şekline dönüşmeden bile bağlanılacak
güçte olmalıdır. Var olan iki şeydir aslında: Biri, her şekilde ve
bütün güzel kızlarla sevişmek, öteki de New Orleans ya da Duke
Ellington’un müziği. Geri kalan her şey kaybolmalıdır. Çünkü geri
kalan her şey çirkindir ve şu birkaç sayfa bunu doğrulamak için
yazılmıştır. Güçlüdür, çünkü yaşanmış bir olayı anlatır. Yaşanmış
bir olaydır, çünkü başından sonuna kadar ben düşündüm bunu.
Gerçeğin, ısıtılmış ve eğimli bir atmosfer içinde, düzensiz
kıvrımları ve büklümleri olan bir yüzey üstüne yansıtılması
yoluyla elde edilmiştir. Görüyorsunuz ya, hiç de açıklamakta
sakınca görmediğim bir yol, eğer yol varsa.”
New Orleans
10 Mart 1946
Boris Vian
2
3
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
“Bundan tam yirmi altı yıl önce, buz gibi suların gizeminde
saklı boş saydığım bir inancın, bir Şaman'ın, ömür boyu tutsağı
olacağımı hiç düşünmemiştim!..”
4
5
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
-Yoh! Gavahlardan öte yanı yol
Yürüyemisiz mi?
-Yürürüz delikanlı neden olmasın.
yohturdur,
getmez.
İşaret ettiği yönde yolun bittiği tarlanın sınırını çizen dizi dizi
kavakların yanıbaşında uzanan arkın kâh bir yanına, kâh öbür
yanına atlayarak, gide gele yol bellenen izi sürüp, kendinden
beklenmeyen bir hızla akan bu çılgın, bu delibozuk çayın
kaynağına doğru yürümeye başlıyoruz. Tepeye doğru tırmandıkça,
aşağılarda çayın zeminini oluşturan ve misketi andıran irili ufaklı
taşların irileşip büyüyerek koca koca yuvarlak taşlara dönüştüğünü
izliyorum hayretle. Az önce tırmanmaya çalıştığımız tepelerden
bizi selamlayan Hasan'ın yanına yaklaştıkça şaşkınlığım daha da
artıyor... Tepede, birbirimize duyurabilmek için yüksek sesle
seslendiğimiz kaynağın ağzından gürültüyle nefes alarak çıkan
çılgın ve buz gibi suların gürül gürül akan canlılığının altında
kımıldamadan yatan yuvarlak dev kayaların anlamlı sessizliği
karşısında donup kalıyorum!..
Vaskirt'i geçtikten sonra dolana dolana tırmandığımız virajların
bir ucunda, yolun Gümüşhane'ye uzanan sabrını zorlamadan önce
vardığımız tepenin aşağısında uzanan, ağaçların, bahçelerin,
tarlaların arasına serpiştirilmiş toprak damlı taş evleriyle
Urumsaray'ı gördüğümde işte dedim, köy bu!.. Hasan bizi bekliyor
olmalıydı!. Ana yolu terk edip sola, vadiye doğru akan traktör
yolunu izleyerek köye yöneldiğimizde akşamın ilk ışıkları
düşüyordu köyün sıcak damlarına!. Parmaklarını ağızlarına çengel
gibi takarak aşağı çeken küçük köylü kızlarıyla eli çüklerinde
oğlanların meraklı bakışlarına sorduk yolumuzu!” Kurda, kuşa,
önünüze kim çıkarsa sorun, getirirler sizi bana!” demişti Hasan.”
Yeter ki gelin köyün ucuna kadar!..”
-Hey yakışıklı! Hasan Öğretmen'i bilir misin?.
-Sen Teymur Amca mısan?
-He ya...
-Ambu çayın başında bekliydi sizi, yokarda.
-Araba gider mi?
6
-Nedir bu allah aşkına?
-İşte bu Şaman! Başkaldıran ruhumuzun, gizemi dondurucu
sularda saklı sessiz, sancısız, ufalanarak bir başka gönüle aktığı,
değişen ama asla kaybolmayan taşları bunlar!. diyerek yanıtlıyor
Hasan.. Şiirsel boş inancı köyümüzün. Kitaplara geçmeyen ama
yaşayan miti Urumsaray'ın...
-Yazılı olmayan sözlerde gizli mistik tarih ha?
-Öyle de denilebilir. Rivayet olunur ki, her kim burdan bir taş
alır götürürse ömür boyu onulmaz belalara bulaşır kalır ve taş
yuvarlanarak gelir dönermiş yatağına sonunda.
-Hikaye yani.
-Öyle bir bakıma, ya da bin yıldır söylenen türküsü
köyümüzün.
-Alan olmuş mu hiç bildiğin?
-Kim bilir?!.. Bizim yöre halkı korkar böyle şeylerden...
-Ben
alayım
bari
hazır
şahidim
yanımdayken.
Toplamalardayım zaten bu günlerde. Rahmetli babaannemin
gözlüğü, mezarından aldığım bir mendil dolusu toprak,
7
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
biriktiriyoruz bakalım. Şu nasıl? Başıma dert açacak kadar büyük
olmasın istiyorum. En azından yolda, taşımamda. Hoş ama.
İnanılmaz bir şey!. Gerçekten belaya bulaşır mıyım dersin?!.
-Bana sorma, ben bu köylüyüm.
-Mistik rüyaların esrarlı buğusundan zevk alan bir felsefe
öğrencisi!?.
-Evet, öyle de denebilir.
Zifiri karanlık bir yolda hızla ilerliyorlardı. Gecenin bir
yarısında -Bir yere kadar gitmek zorundayız seninle!.-düşmüşlerdi
yola... Bir tuhaflık sezmişti zaten Esat caddesindeki evde
buluştuklarında… Her zaman olduğu kadar güvenli ve rahat
davranmıyor, bir şeyler gizliyordu içinde sanki... Salonun orta
yerindeki eski kanepede oturup beklerken kız,- otursana- o yatak
odasına girmiş-ne arıyor? -çekmeceleri karıştırıyordu… İçerde bir
süre oyalandıktan sonra, sıkıntı içinde saçlarıyla oynayan kızın
yanına gelip “gidiyoruz” dedi!.. Serin bir yaz akşamıydı...
Kullandıkları arabanın -çalıntıydı-sonuna kadar açtıkları camından
içeriye dolan rüzgâr, genç kızın dalgalı saçlarını dört bir yana
savuruyordu… “Biraz kapatabilir misin?” dedi… Belki
pencereden içeriye dolan rüzgârın gürültüsünden, belki de
Hoşdere'de bir yerden kaldırdıkları dökük Anadolun
homurtusundan beklediği cevabı alamadı kız… Canı birşeylere
sıkılmıştır diye düşünerek -duymazdan mı gelmişti- üstelemedi
rüzgârda uçuşan saçlarını avuçlarında toplayarak… Mamak
köprüsünü geçip yolun doğu yakasına doğru yöneldiler...
8
9
Timur Ertekin
Kamyonlar çoktan uykuya çekilmiş, arada bir geçen yolcu
otobüslerinin dışında kimse kalmamıştı yollarda… Karanlığın
içinde bir süre yol aldıktan sonra küçük, izbe bir benzin
istasyonunun önünde durdular… Neden diye düşündü kız… Depo
-dikkatinden kaçmazdı- ağzına kadar doluydu çünkü… Önündeki
kül tablasında sigarasını söndürmeye çalışırken, ceketinden
sıyırdığı silahı benzinciyle birlikte aynı anda fark ettiler!. Sonra bir
film seyrediyormuş gibi donup kaldı olanlar karşısında…
Benzinci, elindeki benzin pompasını yüzüne doğru çevirip
basıvermişti benzini suratına silahlı adamın… Aynı anda...
Alnının… Tam ortasından... Kanlar içinde yere düşerken adam,
gerçek hayatta da böyle oluyormuş demek, diye düşündü filmlerdeki gibi- gecenin karanlığında namlunun ucundan çıkan
alevlerin kızıllığına bakarak… Üçü de, oldukları yerde donmuş
kalmışlardı!. Biri yerde... Biri benzin kokularıyla sırılsıklam
ayakta... Ve biri arabanın içinde yalnız!.. Sonra karanlığın içinden
koşarak kendilerine doğru gelen iki kişiyi tanıdığını farketti
birden... Arabaya bindiklerinde elinde silah, hıçkıra hıçkıra
ağlıyordu “Katil oldum, katil oldum” diyerek... Sonra, gecenin
içinden gelenlerin yanlarında getirdikleri çantadan çıkardığı
banknotları teker teker karanlığa bırakmaya başladı... Bir süre
izledikten sonra onu, kız da katıldı bu oyuna... Rüzgâra kapılan
banknotlar birer ikişer uçuşuyordu gecenin kirlenen karanlığında...
Asuman'ı anlatmalıyım...
Onu ilk gördüğümde cezaevinin doktoru olduğuna
inanamamıştım bir türlü... Beli özenle inceltilmiş ceketi,
omuzlarında kabaran -yıldızları altın- apoletleri, dar ve dik siperli
şapkasıyla bir Alman subayını andırıyordu… Dizlerinin altına
kadar uzanan uzun süvari çizmelerinin topuklarında pırıl pırıl
parlayan mahmuzları ve elinden hiç eksik etmediği kamçısıyla onu
cezaevinin avlusunda dolaşırken görenler, kendilerini ikinci dünya
savaşı Almanya’sında yahudi sanabilirlerdi… Elleri arkasında
mağrur, omuzları belki başından da dik, göğüs kafesi hep
kendinden ilerde, belki de her gün, özellikle kendisini
seyretmemiz için dolaşır dururdu cezaevinin avlusunda!.
10
Şamanın Üç Soygunu
Üstüne çektiği battaniyesinin altında sabahlara kadar ağrılar
içerisinde kıvranan, belli ki bin yaşına ermiş gözlerinden süzülen derviş- gözyaşlarını sırılsıklam yastığına gömen, ama hergün
pencereden seyrettiği o ucube yaratığın karşısına geçip yardım
istemeyi içine sindiremediği için viziteye çıkmayı kesinlikle
rededen Hikmet’i, hayatımın en mükemmel köylüsünü
anlatmalıyım…
Ondokuz yaşını henüz bitirmişti... Üniversitedeki birinci yılı
sona ermiş, delikanlılığının ilk tatil hazırlıklarını yapıyordu…
Önce babasının memleketine, köyüne gidecek, ardından,
arkadaşlarıyla birlikte planladıkları Doğu Karadeniz gezisine
çıkacaklardı… Bir kaç gömlek, iç çamaşır, bir kaç çorap aldı
yanına… Aşağı odaya inip, okuldan torbalarla getirdiği bildirileri,
dergileri, Milli Demokratik Devrim’i anlatan broşürleri özenle
yerleştirmeye başladı önündeki koca bavula… Merdivenlerden
gelen ayak sesleriyle ikide bir irkiliyor, sesler kesilene kadar
bekliyor, sonra hızla bavulu yerleştirmeye devam ediyordu… Fikir
Klübü'nün çıkarttığı, üstünde Atatürk’ün meşhur kalpaklı resminin
bulunduğu İLERİ dergisinin10 Kasım sayıları geçti eline… Şöyle
bir göz gezdirdi, tek kelime bulamadı Mustafa Kemal’i anlatan!.
Kısa bir tereddütten sonra onları da yerleştirdi bavula... Ter içinde
işini tamamlayarak doğrulduğunda, önünde içi tıka basa
bildirilerle dolu iki şişman bavul duruyordu... Hakan’la
konuşmuştu... Sabah erkenden gelecek, babasının arabasıyla
bavulları istasyona birlikte taşıyacaklardı…
Ertesi gün her şey yolunda gitmiş, kurşun gibi bavulları
Hakan’la birlikte ikinci mevki kuşetlinin kompartımanına
yerleştirerek yola çıkmıştı... Bir terslik olmazsa ertesi sabah
Erzincan’da olurum diye düşündü... Cebindeki adres defterini son
defa kontrol etti; eksik yoktu… Ulaşılması gereken adresleri
yanına almış öyle çıkıyordu yola.. Çocukluğunda, kondöktörlerin
ağzı bağlı erzak torbalarını ellerindeki tepesi lastikli kalemlerle
yoklayıp -dürtüp- mevzuata aykırı malzeme aradıkları tren
yolculukları geldi aklına… İçi bildiri dolu bavulları da benzer
yöntemlerle ararlar mıydı acaba… Arasınlardı… Çok çok yapmayı
11
Timur Ertekin
düşündüğü Karadeniz gezisi güme gider, karakollarda bol bol
dayak yerdi… Olsun dedi… Çoktan göze almıştı onu… Derin bir
uyku ihtiyacı sardı bedenini... Ertesi sabah da işler iyi gitmiş,
gerekli adreslerde aranılanlar bulunmuş, toplantının yapılacağı yer
ve saat belirlenmişti bile... Karşılıklı söyleşi tarzında yapılan
toplantıda Milli Demokratik Devrimi anlatmıştı uzun uzun...
Toplantı sonrası kitapları, bildirileri bölüştürmüş -İleri'yi
dağıtmamıştı- eylem plânını tartışmaya açmıştı... Toplantıya
katılanların uyarılarını dikkate alarak MDD'in temel sloganlarında
-ufak tefek!- bazı değişiklikler yapılmasının pek fazla bir sakıncası
olmadığını düşündü... Amerika’ya küfretmek, Rusya’ya davetiye
anlamına gelebilirdi... O nedenle Ordu Caddesi'nin “NE
AMERİKA NE RUSYA!..”, “YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ VE
GERÇEKTEN DEMOKRATİK TÜRKİYE!” sloganlarına ev
sahipliği etmesinin gereğine muzaffer bir komutan gibi izin verdi...
Ertesi gün uyandığında, caddelerde gururla seyretmeyi umduğu
sloganların vilayet emriyle çoktan silinmiş olduğunu gördü
hayretle... Sanki sözleşmiş gibi toplanılan cami önlerinde, kapı
önü esnaf sohbetlerinde, fısıltılarla birilerinin dün gece sokaklara
boydan boya “Varolsun Rusya” yazdığından söz ediliyordu...
Yirmi yaşımın -masum- derinliklerinden bu güne muhabbetle
taşan heyecanlarımdan, kendimden birşeyler söylemeliydim...
Sonra, adı Babil'in asma bahçeleri kadar eski bir kürt kızının aşık mı olmuştum- olağanüstü çekiciliğinden söz etmeliydim
yazmayı düşündüğüm romanın beklenmedik bir yerinde...
Şamanın Üç Soygunu
-Timur bey, Gülderen hanım telefonda!.
Yine olmaz yerde, yine olmaz zamanda. Tam da birileriyle
uğraşırken.
-Lütfen ağzınızı açar mısınız?
-Efendim?
-Gülderen hanım, dedim, telefonda. Görüşecek misiniz?
Mümkün mü görüşmemek böyle bir sunuştan sonra. İnsan, bir
dakika efendim bir bakayım müsait mi falan, der en azından.
“Gülderen hanım telefonda!” Gel de görüşme...
-Efendim Düdüş,
-Timur, abim öldü! Ya da öyle bir şey, bilmiyorum. İlhan
telefon etti biraz önce, kalbi durmuş diye. Elektroşok falan
yapıyorlarmış. Arkadaşlarından biri bana göre öldü diyormuş ama
İlhan yaşama şansının olduğunu söylüyor. Çok kötüyüm, çok
12
13
Timur Ertekin
kötüyüm Timur!. Bülent'i aradım, Sona'yla İstanbul'a gidiyoruz.
İlhan bizi karşılayacak. çok kötüyüm Timur...
-.....................
-Timur?
-Efendim.
-Çok kötüyüm, n'apıcaz?
-Bilmiyorum. Ama telaş etme. Anlayalım bakalım.
Tükürebilirsiniz efendim. Bilge bir bardak su getirebilir misin
lütfen?
-Timur?!..
-Efendim?
-Çok kötüyüm, n'apıcaz?
-Bi dakka, bi dakka. Hemen paniğe kapılmayalım. Bana
Sona'yı verebilir misin?
Neden hep ben? Neden böyle en olmaz zamanlarda?!
-Babacım?
-................................
-Baba?
-Canım.
-Baba annem çok kötü.
-Biliyorum canım. Bana İlhan'ın telefonlarını ver.
-Bi dakka veriyorum. Annem Bülent amca ile konuştu.
Birazdan İstanbul'a gidiyoruz. Onlar bizi karşılıyacaklarmış.
Durmadan telefonlar geliyor ama galiba dayım öldü!
-Peki sevgilim. Yarın ben de yola çıkarım o zaman. Kendine ve
annene dikkat et...
İstanbul! Yıllardır kafamda olanları kağıda dökmek için bir
başlangıç diye gitmeyi kafama koyduğum, gerçekle romanı
birleştirmek için bir başlangıç noktası olmasını dilediğim İstanbul.
Sol omzumdaki sızıyla birlikte -yağmur yağacak- artıyor
Teşvikiye Camiinin avlusunu dolduranların sayısı... Musalla
taşında Gültekin'in tabutu... Üstüne örtülen yeşil örtü, sanki tabuta
14
Şamanın Üç Soygunu
sığmamış da dışarı sarkıyormuş gibi katlanmış ayak ve baş
uçlarından. Birden ürperiyorum. Sona iyi ki yok!. Camiye gelmek
istemedi, sesimi çıkarmadım ben de... Figen ve Berran gelmişler...
Piyale yok!. Ya Ömer?. Neden hâlâ ortalıklarda yok… Çoğu
cenazede olduğu gibi, çoktandır birbirini göremeyen eski dostlar,
arkadaşlar hasret gideriyorlar bulanarak acıya...
-Figen, ne kadar güzelsin.
-Hadi canım, kaldı mı dersin?
-Gerçekten, hâlâ çok güzelsin...
Gülmüyor!. Çiğ damlalarının iz bıraktığı buğulu yapraklar
kadar yeşil gözlerinde nem, geçmişin izlerini paylaştığı birini
kaybetmenin sancısıyla ağlıyor!..
Cami avlusunda başlayıp, Zincirlikuyu mezarlığında sonlanan,
feryatsız, figansız, ağıtsız bir cenaze töreninin ardından, acılı
yüreklerimize gömerek Gültekin’i sessiz sedasız kaybolmaya
çalışıyoruz İstanbul sokaklarında...
-Babam,
-Canım!.
Arnavutköy'den Bebek'e yürüyoruz. Aklımda hep Gültekin!..
Kolumun altında ilk göz ağrım -kilo almış biraz- kararlı ve
güzel… Daha bir kadın olmuş mecburi elbiseleriyle. Aklanmış
bıyıklarımın örttüğü dudaklarımdan öperken tedirgin olup etrafı
kolaçan ediyorum ikide bir... Sonra boşver diyorum, burası
İstanbul... Varsın aldansınlar… Elbette kızlarına aşıktır babalar...
Anneler oğullarına, oğullar annelerine ve kızlar sonsuz bir aşkla
babalarına...
-Bir ufak rakı, birer porsiyon palamut bize lütfen ve meze...
Deniz kenarına oturup günü unutmaya çalışıyoruz. Sona'nın
vazoya benzettiği deniz anaları dolaşıyor denizin karnına batıp
çıkarak kımıldanan pet şişelerin arasında... Çok geçmeden
15
Timur Ertekin
inanılmaz güzellikte palamutlar geliyor masamıza. Tam ortasından
ikiye ayrılmış, kılçıkları özenle temizlenmiş, roka ve kırmızı
soğanla örülerek süslenmiş olağanüstü lezzette, karadenizli
palamutlar...
-Bize bir midye pilaki daha lütfen.
-Hani sevmezdin midyenin böylesini?
-Eh ne yapalım, öyle işte. Kiloları aldık nasılsa.
Garsonun getirip önüme koyduğu rakı o kadar kolay içimli, o
kadar yumuşak ki, içinde buzlarıyla birlikte gelen dublenin duble
olmadığı kuşkusuna kapılıyor insan. İlk bir iki yudumdan sonra
kulaklarımdan enseme yayılan sıcaklığı olmasa rakının, yine sıkı
bir lokantacı kazığı yedik diyeceğim. Oysa dudaklarımı ıslatan her
yudum, günün ağırlığını alıp götürüyor aklımın tuzaklarından...
Üstü beton kapaklarla kapatılan çukur toprakla örtülüyor hep
birlikte atılan küreklerle. Bir gelenek de olsa bu -ayıbını gizler
gibi- insanın sevdiği birini toprağa gömmesi, yok oluşuna ortak
olmak gibi geliyor bana... Yıllar önce yine Zincirli Kuyu
mezarlığında, Tanju'nun mezarı başında buluyorum kendimi…
Kalabalığın ortasında kıl bıyıklı bir hoca -söndürün sigaralarınızı
beyler- bahşiş kokan sesiyle anlaşılmaz birşeyler mırıldanıyor
ellerini gökyüzüne açarak. Çömeldiğim yerden doğrulup sigaramın
üstüne basarak toprağa gömüyorum sancılarımı… Sonra sıkıntıyla
kavrayarak küreğin amele sapını, her nefesle biraz daha yükselen
tepeciğin üstüne yığıyorum toprağı...
Hangi akla hizmetle oğluna veriyorlar küreği?. Çelimsiz
kolların buruk telâşı -bu anı bir daha asla unutmayacak- küreğin
kaba sapında… Sonra yaşlarla annesinin kucağına gömülen başı...
Elden ele sırayla dönen kürek acemi ellerde... Bu defa suskun bir
seyirci olarak kalacağım, toprak moprak atmayacağım…
Amelelerin güçlü bileklerinde -her zaman böyle olurduhızlanan küreklerin kulakları yırtan sesleri arasında kaybolup
gidiyor Gültekin yığılan toprağın altında... Ağlamayacağım…
16
Şamanın Üç Soygunu
-Tatlı mı yersin, yoksa dondurma mı istersin?..
-Baba sen beni mahvetmek istiyorsun!. Tabi ki isterim, her
ikisini hem de.
Lokantadan çıktıktan sonra boğazı arkamıza alıp, İstanbul
sokaklarında sarmaş dolaş, Bebek içlerine doğru yürüyoruz baba
kız... Ayten'e uğrayalım diyorum önce. Sonra belki birlikte döneriz
Eylül'e... Ayten'in evine doğru ağır ağır, yokuş yukarı yürürken
biz, etrafını ciddi adamların sardığı kocaman bir Chevrolet çıkıyor
önümüze... Karşı kaldırımdan sanki tanıdık birilerinin binişini
izliyorum otomobile. Dünya küçük, bizimkiler bunlar!.
-Selam abi! Selam Janset.
-Selam Timur'cum. Nerden çıktınız böyle?
Korumaların kısa süren telaşı Mehmet'in gülümsemesiyle sona
eriyor birden. Bizi de çemberin içine alıp bir iki adım geriliyorlar.
Saygılı çocuklar diyorum gülerek; mazallah ellerine düşsem,
kimbilir nasıl canavar kesilirler yeniden...
-Ayten'e gidiyorduk, diyorum. Sona'nın dayısı vefat etti de
dün. O nedenle gelmiştik İstanbul'a... Sonra baba kız balık yiyip
rakı içerek rahmetliyi andık deniz kenarında bir yerde. Birazdan
Ayten'i de alıp birlikte Eylül'e döneceğiz.
-Öyle mi? Başınız sağolsun! Ankara'ya dönüyorduk biz de...
Selam söylersiniz artık Ayten'e.
-Güzel bacaklı Ayten'e, diye düzeltiyorum, gülüşüyoruz.
-Evet diyor, güzel bacaklı Ayten'e...
Ayten'den söz ederken sıklıkla yaptığımız bu espriye sıcak bir
gülümsemeyle katılıyor Janset.
-Hadi Timur'cum görüşürüz, diyor, Ankara'da. Sana gelicem
nasıl olsa. Hem bir arkadaşımı getiricem sana, Handan... Bazı
sorunları var seni ilgilendiren...
-Sahi, dişlerin nasıl?
-İyi, iyi. Pek sıkıntı vermiyor şimdilik. Görüşürüz Ankara'da
17
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
dedim ya... Mehmet'in gelmesi lazım aslında sana.
-Yoo, benim bir problemim yok -gülüyor- peki Timur'cum
Ankara’da görüşürüz artık.
Bakışlarında insana güven veren hep o olağanüstü sıcak ifade
Mehmet'in...
-İyi yolculuklar dileyeyim ben de size o zaman... Kendinize iyi
bakın...
***
Yavaş yavaş çıkmaya başlıyoruz Bebek yokuşunu. Yokuşun
girişinde gözümüze ilişen küçücük bir dükkanın önünde bir süre
durup soluklanıyorum biraz. Çini bezeli mutfak dolaplarıyla, eski
ahşap masalarıyla, sandalyeleriyle, ağzına kadar doldurulmuş mini
minnacık bir dükkan.
-Babaaa, bunlardan istiyorum ben... Hem de hepsini lütfen.
-Olur, olur, neden olmasın?
-Alır mısın ha, alır mısın?!.
-Bir kaç gün sonra milli piyango çekiliyor nasıl olsa...
-Canım babam benim, canııım...
Gülerek, sokuluyor kolumun altına. Uzun, dalgalı saçları
dolanıyor omuzlarıma. Uzanıp öpüyorum. Evlat kokuyor. Ben
öldükten sonra da böyle çabucak unutuverip... Neyse, artık böyle
şeyler düşünmek istemiyorum. En azından şimdilik... Yapılacak
tonla işim, yazmak zorunda olduğum bir romanım var...
18
19
Timur Ertekin
Ayten’in evinin önüne geldiğimizde cep telefonunu çıkarıp
dikkatle numaraları tuşlamaya çalışıyorum.
-Neden kapısını çalmıyoruz?
-Yavrum, yalnız yatak odasının ışığı yanıyor.
-Olsun?!
-Ya kapıya çıkacak halde değilse?!.
-Olsun, bekleriz.
-Ya birisi varsa yanında?
-Ayıp mı?
Şamanın Üç Soygunu
ama hâlâ devrim kokan rengârenk yakalıkları, rozetleri... Yetmişli
yıllara dönüp, Sinan’ın ceketinin ters çevirdiği yakasının arkasına
gizlediği Lenin rozetini gösterişi geliyor aklıma…
“Nasıl?”
“Muhteşem. Nerden aldın?”
“Söylemem!..”
“Bana da bulsana bir tane.”
“O kadar kolay mı sanıyorsun?”
“Vallahi müthişsin.”
“Eee, o kadar olsun biraz.”
Alay ediyor aklı sıra.
-Yooo!..
-Eee?
-Bak canım, senin derdin sokak ortasında cep telefonuyla
yürüyen bir adamla birlikte olmanın sıkıntısı. Hemen şuracıkta bir
telefon kulübesi olsaydı ne sen sızlanırdın ne de ben…
-Evet ama yok işte.
-Ben kırkdokuz yaşındayım anneciğim.
-Tamam tamam... Senden de bir şey saklanmıyor.
-Saklanamaz tabii. Hele bunun için kıvranan kızım olursa...
Telefon cevap vermiyor. Fişini çekmiş olmalı diyorum. Benzer
adımlarla geldiğimiz yollardan benzer adımlarla dönüyoruz baba
kız... Hemen arkamızdan koltuğunda yavuklusu, dudaklarında
yarım kalan bir türkü -ah bir ateş ver cıgaramı yakayım- Gültekin
geliyor... Sarmaş dolaş Arnavutköy karakolunu geçip Eylül Bar'ın
loş ışıklarına dalıyoruz birlikte...
-Bir duble rakı içerim ben, ya sen?.
-Meyva suyu içicem. Vişne suyu var mı?.
Barmene sorarken uçuşan dalgalı saçları omuzlarında
dağılıyor. Bir ara barın üstündeki renkli taşların arasına
sıkıştırılmış rozetlere ilişiyor gözlerim. Oldum olası severim bu
türden ayrıntıları. Batan Sovyet İmparatorluğu'nun pazara düşmüş
20
Uzun saçlı barmen, ince kenarlı limonata bardaklarında
sunduğu rakıyı koyarken önüme, soruyor;
-Rakınıza su alır mıydınız?
-Lütfen! Ve bol buz... Ağzına kadar lütfen...
Barın üst köşesinde asılı bir Atatürk resmi var... Reis-i
Cumhurumuz -ihtimâl fonda bir tango- dansediyor saçları bukle
bukle omuzlarında bir genç kızla... Buğulu bakışlarında -ihtimâl
sarhoş- yarınları o günden yakalamanın haklı gururu var
kavalyenin!.
Ciddi bir hayranı olduğunu, ona büyük bir aşkla bağlandığını
çok önceden biliyorum Ayten'in...
“Savarona'yı gezdim biliyor musun?”
“Gerçekten mi?”
“Hem de İtalya'da... İnanılmaz bir rastlantıydı. Gözlerime
inanamadım. Savarona, İtalya ve ben! Kaptandan izin istedik. Türk
olduğumuzu duyduğunda hoş bir davete dönüştü verdiği izin.
İnanılmaz bir şeydi. Gemiyi dolaşırken ne muhteşem bir adam
olduğunu bir kez daha gördüm gözlerimle... Etrafta dolaşan
teknelerden zar zor işitebildiğim sözcükler geliyordu kulaklarıma;
Atatürk... Savarona.... İstanbul...”
21
Timur Ertekin
Barının duvarlarına resmini asmasına şaşmıyorum...
Saat onbire doğru gece trafiği başlıyor Eylül'ün. Gelenler birer
ikişer doldurmaya başlıyorlar loş ışıklarla aydınlanan mekânı..
Nerelerde kaldı bu kız diye düşünürken ben, arkamdan
sarılıveriyor. Ayten bu!. Patronumuz nihayet geldi demek...
-Selam patron nerelerdesin, özledik.
Daha cevap vermeden bana dönüp Sona'yı kucaklıyor...
-N'aber Sona?
-İyilik, ne olsun... Babamla keyfediyoruz.
-Vallahi iyi ediyorsunuz.
“Bana bir dakika izin verir misiniz” diyerek yukarı çıkıyor.
Saçlarını sıkı sıkı arkasında toplamış yanımıza döndüğünde
gülerek takılıyorum;
-Demek İspanya'dayız bu gece..
-Boşver İspanya'yı da anlat bakalım, diyor. Ne var ne yok
Ankara'da? Roman yazıyormuşsun?
-Öyle bir hoşluğum var, evet...
-Hayatının romanını mı? Gülüyor...
-Hayatımızın, telâşımızın romanını yazıyorum...
-Bak bu hoş işte... Eee?!.
-Bir yanıyla gerçeğin, bir yanıyla özlemlerimizin ayrıntılarıyla
dolu, pek öyle gizlisi saklısı olmayan bir roman...
-Bi dakka, bak şimdi çok heyecanlandım.
-Tabii önce birileriyle konuşmam gerekecek… Geçmişte
yaşanılanların olduğu gibi aktarıldığı, kelimesine dokunmadan
yazmak istediklerim var meselâ... Mehmet'le, Hikmet’le ve daha
bir sürü insanla konuşmak istiyorum. Daha da bir anlam
kazanacak her şey… Eğer evet der ve izin verirlerse yazmama,
ilginç bir şeyler çıkartabilirim ortaya diye düşünüyorum.
-İzin vermeseler de yaz!..
22
Şamanın Üç Soygunu
Neredeyse aralıksız sürüp giden sohbetin dışında kalmanın,
fena halde yoğun, fena halde yorgun bir günü geride bırakmanın
ağırlığına daha fazla direnemiyor Sona;
-Baba... Yatmak istiyorum ben!.
-Sıkıldı kız ne yapsın... Şuralarda bir yedek anahtar olacaktı.
Hah işte şurda... Gidip yatabilirsin eğer istersen. Babanı
sürüklemesen de olur...
-Sürüklemek isteyen de kim? O’nu size bırakıyorum.
Sıkılmazsınız umarım...
-Ukalalığı bırak da, anahtarı kapının arkasında bırakma sen!.
Biliyorsun Ankara'da başımıza gelenleri.
-Olur olur, bırakmam. O bir kere olur zaten.
-Geç kalırsak merak etme.
-Anlaşıldı. Beklemek gibi bir gaflette bulunmayacağım, oldu
mu?.
-Hem de çok güzel oldu.
Sona'nın çıkmasını beklemeden dönüp ellerini iki yana açarak
“devam” diyor...
-Hadi anlat şunu...
-Yeni bir şey yok aslında. Herkesin bildiği belki ama dile
getirmediği yanlarını dillendirmek istiyorum hayatımızın. Bile bile
söylenen yalanların külliyen reddi denilebilir belki... Bu işin bir
yanı... Bir de farklı yerlerden, farklı gözlerden bakıldığında
yakalamak istiyorum olan biteni. Farklılıkların ucunda ortaya
çıkan hallerin, ara hallerin bir resmi olsun istiyorum roman!..
Picasso'nun resimlerinde olduğu gibi; yalansız, dolansız,
çırılçıplak!..
-Yani?
-Bir işkence olayı var mesela. İçeri giren çıkan kim varsa, en
vahim işkencelerden geçtiğini anlatıyor herkese. İçeri girip de
benim gibi dayakla yetinen pek kimse yok gibi... Herkes işkence
hatıralarıyla yaşıyor hâlâ... İşkence yok mu? Var! Hem de akıllara
durgunluk verecek kadar pervasız, acımasız, Türkiye
Cumhuriyeti’nin tarihi boyunca var!. Ama her içeri girenin çüküne
23
Timur Ertekin
elektrik, kıçına cop girmediğine inanıyorum ben...
-Hakkaten lan -sesini alçaltarak- kalkmıyo yatakta meselâ,
elektrik vs. bağladılar da ondan böyle oluyo diyip, bir de hikâye,
anlıyo musun?
-Patron, alemsin...
-Ciddi!..
-O zaman ben de ciddi bir rakı içerim...
Az önce Sona'yla palamutları afiyetle yer, rakı içerken
vücuduma yayılan sıcaklığın günün erken biteceğini söyleyen
belirtileri yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor gecenin ilerleyen
saatlerinde...
-Bana bol buzlu, ciddi bir rakı...
Hemen yanımda kumral, kısa boylu, güzel bir kız oturuyor.
Tıpkı benim gibi içkisini kontrol etmekte zorlanıyor o da... Bu son
diyerek bardağına doldurttuğu iki parmak viskisi daha bitmeden
bir yenisini istiyor. Arada bir gözgöze gelip havadan bir sohbet
tutturuyoruz. Uzanıp elini tutuyorum bir ara. Sonra sanki saatler
önce, bara birlikte gelmiş gibi oturuyoruz el ele.
Güzel bir kadınla birlikte... Hem de bu kadar ince bir
mesafeden... Hem de el ele... Sevgili Asuman'ın elleri geliyor
gözlerimin önüne... Görevliler ikişer ikişer kelepçeliyor
bileklerimizden. -neden Asuman’la değil?- Neden kadın ve
erkekleri ayrı cezaevlerinde tutsak ederek bir kez daha
cezalandırıyorlar?. Dönüp soruversem şu elleri ellerimde güzel
kadına, bunun cevabını verebilir mi?. Deli mi der yoksa... Adam
delirmiş... Kesinlikle delirmiş...
Yirmi yedi yıl sonra, onlardan nasıl öç aldığımızı anlatmalıyım
Ayten'e. Dört eski tüfeğin yıllar sonra yeniden bir araya gelişini Hava Korsanı Güzel Hostes- boy boy fotoğraflarıyla zamanın
bütün gazetelerine manşet olan Asuman'ı, en sıkıntılı anlarımızın vahim- açmazlarını Hardy’yi oynayarak bir çırpıda gideren
Hakan'ı, yıllar sonra karşımıza bir derviş gibi çıkıveren Selçuk’u
24
Şamanın Üç Soygunu
anlatmalıyım... Dört eski tüfeğin, alkol, sigara ve ızgara
dumanlarının birbirine karıştığı meyhanede, geçmişin artık çok
uzaklarda kalan kırgınlıklarının gizinde keyifle dolanışlarını,
delikanlı heyecanlarının -çırılçıplak- sorgularda sınandığı günleri
nasıl olup da gülerek anabildiklerini anlatmalıyım ona... Ölümün
soğuk nefesini sevinçlerine kolayca katabilen, belli ki yaşlanmayı
da o nedenle bir türlü beceremeyen kader arkadaşlarımla
tanıştırmalıyım onu!..
“Vallahi hiç değişmemişsin Selçuk...”
“Ben de sizi öyle buldum inanın. Asuman zayıflamış yalnız.
Süzülmüş biraz.”
“İki çocuklu bir anne olarak bunu bir iltifat olarak mı kabul
etmeliyim dersiniz?!.”
“Elbette... Yani hayır, doğruları söylüyor çocuk...”
“Dökülen saçlarına rağmen seni değişmemiş bulmasına ne
demeli peki?!.”
“Bak işte o incelik...”
“Hakan hiç değişmemiş ama. En ufak bir değişiklik yok. Her
haliyle dün bıraktığım gibi...”
“Timur dedi ya, işte o inceliğinden geliyor.”
“Hayır, hayır. İncelik falan değil. İçimizde fiziksel değişime
uğramadan kalan sadece Hakan’la Asuman olmuş...”
“Zayıflamayı anladık da, süzülmüş olmamın ne anlama
geldiğini bilmek istiyorum ben?!.”
“Sevgili Asuman, sen her zaman güzeldin. Şimdi de öyle.
Mahkemelerde hep arka sırada otururdun hatırlıyor musun?
Seninle konuşabilmek, seni seyredebilmek için ikide bir arkaya
döner, nöbetçilerden fırça yerdim.. Hâlâ o günlerde olduğun kadar
çekici ve güzelsin.”
“Bak, bunu duyduğuma sevindim işte...”
Aradan geçen bunca yılın ardından, dışavurumu fena halde
gecikmiş duygularımı dile getirebiliyor olmanın heyecanıyla
doluyor içim. Bileklerimizdeki kelepçeler çözülüp mahkeme
heyetinin karşısındaki sanık sandalyelerinden nöbetçi erlerin
uyarılarına inat geriye doğru sarkarak kısa süreli sohbetlere
25
Timur Ertekin
daldığımız mahkeme salonu geliyor gözümün önüne. Asuman
dışında diğer kızların izini taşımıyor belleğim.. O hemen hep
arkamda!. Her arkaya dönüşümde sıcak bakışlarıyla eğilerek
yaklaşıyor kulaklarıma... Fısıldaşıyoruz... Asık suratlı erlerin
üstlerinden yiyecekleri fırça korkulu müdahaleleriyle ikide bir
engellenen mutluluğum, her engellenişin ardından yarım kalan
sanıklararası sohbeti sürdürmek isteyen Asuman'ın omzuma
dokunup bakışlarının tutsaklığına çağırmasıyla beni, haykırılması
imkânsız bir sevince dönüşüyor!.. Sıkıyönetimin sıkı erleri sizleri
seviyorum diyorum içimden!.
Dinleyiciler arasında oturan yakınlarımızla gözgöze gelinen
anlarda, sanki alışılmışın dışında biryerlerde yaşıyor olmanın
bedeli yüksek tadına varıyoruz... Arada bir ablamın hüzünlü
gülücüklerinin ardında gizlenen duygu yüklü bakışlarına takılıyor
gözlerim. Sonra yine Asuman'a, Asuman'a, Asuman'a!..
“İki çocuk sahibi olduktan sonra hâlâ bunları duyabilmek
gerçekten moral veriyor insana, sağol Timur’cuğum.”
“Sen de Asuman, sen de sağol... Sahi sormadı mı seninkiler,
nereye gidiyorsun bu garip sakallı adamla birlikte diye?!.”
Gözbebeklerinde yirmiyedi yıl öncesinin direnci, Castro'yu bile
kıskançlık krizlerinde boğacak kadar çocuksu ve bilge sakallarıyla
telaşsız, sonsuz bir güvenle gülümsüyor yıpranmış dişlerinin
ardından Selçuk...
“Sormazlar mı?. Silah arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum
dedim, oğlan pek şaştı...”
“İşte buna içilir. Eski silah arkadaşlarımızın şerefine...”
“Unutamadıklarımıza!.”
“Elbette! Yüreklerimizin derinliklerinde saklananlara...”
“Kaybettiklerimize...”
“Yitirdiklerimize, evet...”
Kadehler hep birlikte kalkıp, kaybettiklerimizin, gözlerimizde
asılı kalan delikanlı hayallerine uzanıyor…
26
Şamanın Üç Soygunu
Mahir'in pos bıyıkları, kızıl-sarı saçları… Dört katlı evimizin
bodrum katında saklanan Kaçaroğlu ve İlhami'yle O’nu
buluşturduğumda, çantasından çıkardığı röntgen filmini göstererek
“bir de sen bak bakalım doktor, sinüzit bunun neresinde” diye
soran bakışları geliyor gözümün önüne… Ben dişçiyim diyorum,
pek anlamam, ama sinüsler dolu görünüyor, işte şurda... Apartman
sakini hanımların bütün gün süren, hem onlara, hem kapıcıya
baygınlık veren -İsraaafiiiiill!- seslenmelerinden yakınıyor
Mustafa, gülüşüyoruz. Apartman ve babam uykuya daldığında,
aşağıya taşıdığım gaz tenekesinde beceremedikleri tuvalet
ihtiyaçlarını gidermeleri için onları yukarı çıkardığım gece yarıları,
söylene söylene, bir örgüt elemanı kadar ketum, gözcülük ediyor
annem suç ortaklığıma… Bir daha asla, asla olmasın istiyorum
tamam mı!. Ya baban duyarsa?!. Tamam anneciğim tamam!. Bir
daha asla olmayacak... Bana güvenebilirsin…
“Yüreğinde yurt sevgisini kıskanç bir sevgili gibi, bir evlat gibi
taşıyanlara…”
“Evet, buna gerçekten içilir...”
Derin hesaplaşmaların gergin tuzaklarından uzak kalmaya
çalışarak içtenlikle dünü, geçmişimizi tartışıyoruz...
“Hayır, yanlış hatırlıyorsun abi” diyor Selçuk...
“Yanlış olur mu? Asuman arabadan inmemişti henüz.”
“Hayır, hayır!. Silahını çıkardığında Asuman yanındaydı. O an
yanıbaşında olmasa belki, yüzüne doğrultup basmıyacaktı adam
benzin pompasına… Yerimden fırladığımda silah sesleriyle
birlikte yere yıkıldığını gördüm adamın. Yapacak bir şey yoktu.
Önceden planladığımız gibi gidip teslim aldık odadakileri. Paraları
yanımızda getirdiğimiz çantaya doldururken ben, Hakan elinde
tabanca, adamları yere yatırmış, kendilerine zarar vermek
istemediğimizi anlatıyordu… Çıkarken masanın üstünde duran
telefonun kablosunu koparıp attım. Elimdeki bomba süslü paketi
kapının arkasına yerleştirirken “ölmek isteyen varsa içinizde
kapıyı açmayı denesin” diyerek içeriye seslendim... Sonra koşa
koşa yanınıza geldik... Benzinci vurulduğu yerde cansız, öylece
27
Timur Ertekin
yatıyordu... Arabaya dolup hızla uzaklaştık...”
“Bugün herkes yanlış hatırlıyor” diyor Asuman. “Bir defa ben
arabadan aşağı inmedim hiç. Donmuş kalmıştım. Üstelik
inanmıyacaksınız belki ama son ana kadar bir soyguna katılıyor
olduğumun da farkında değildim. Gerçekten!. Birden kötü bir
şeylere bulaşmış gibi, kirlenmiş gibi hissettim kendimi…”
“Soyguna gittiğinizi söylememiş miydi Caner?!.”
“Bir yere gitmemiz gerekiyor demişti, o kadar!.”
“İnanılır gibi değil!. Bilmiyordum ben bu ayrıntıları...”
“İllegalite bu!. Söyler miyiz öyle herşeyi?!” diye gülerek araya
giriyor Hakan.
“Mit'te öttüklerimize ne demeli peki?..”
“O başka! Ha, ha!..”
“Şu işe bak!.. Ölümü göze alarak gittiğin bir yerden adam
öldürerek dönüyor olmanın inanılmaz hesapsızlığı...”
“Elbette, ama hep yaptık benzer saçmalıkları..”
“Affedilmez bir hata ama. Sen bizimkileri ipten almak için
kaynak kovala, kaza maza her neyse adam vur, sonra paralar gece
yarısı karanlığında caddelerde uçuşsun... Türk filmi bu...”
“Elbette Türk filmi. Esas oğlanlar da biz!.” diyor Hakan.
“Romantizm ve rasyonalizm!. Bir arada olmasını dilediğimiz
ama asla biraraya gelemeyen iki yanı, iki önemli sorunsalıydı
hayatımızın... İkinci benzinlikte bir an evvel ortalığı terk etmek
için hazırladığım iplerle iki dakikada paketleyip çıkmışım
adamları, bir de baktım, Hakan yok ortalıklarda... Meğer herif
içerdekilerden birinin iplerini iyice gevşetip, önlerine koyduğu
bıçakla kurtulmanın yollarını gösterirmiş...”
“Önüne koymadım lan! Masanın üstüne bıraktım… Ordaydı
zaten...”
“Şimdi böylesi bir tavrın rasyonelliği tartışılabilir mi?!. Hem
adamları bağlarken elimdeki silahı tezgahın üstüne koyduğum için
bana fırça atıyor, hem de yüzükoyun yattıkları beton zeminde
karınları ağrımasın diye sıkı sıkı bağladığım iplerini gevşetiyor.
İnanılır gibi değil ama olan yaşanılan buydu. Romantizm!. Bir
soyguncunun asla harcamaması gereken tek şeyi, zamanı bu kadar
pervasızca harcamanın başka ne anlamı olabilir!.”
“Beterin beteri var” diyor Hakan. “Sor bak, sor da anlatsın
28
Şamanın Üç Soygunu
Selçuk.”
“Neyi?.”
“Osmanlı bankasında... Hani sonradan içeri giren herifi... Ha,
ha!..”
“Hakkaten yahu!...”
“Anlatsana, anlatsana...”
Dudaklarında pembe bir tebessüm, mahcup bir tavırla
anlatmaya başlıyor Selçuk...
“Hakan dışarda, geleni gideni kolluyor, ben de içerde kapıyı
tutmuş, elimde silah duruyorum. Herifler, müşteriler, memureler
şaşkın, ortalık curcuna!.Tam o sırada bi baktım, adamın biri, başı
önünde, elinde bir tomar para, saya saya içeri giriyor. Hop
hemşerim, soygun var, giremezsin diyecek halin mi var?!. Adam
girdi içeri... Beni elinde silahla görünce yüzü kâğıt gibi, bembeyaz
oldu... Ölecek sandım... Bi dakka hemşerim dedim, senin paranı
alacak değiliz, korkma. Biz devrimciler halkın parasını almayız
falan... Bir yandan da ajitasyon çekiyorum adama ama, adam düştü
düşecek... Koluna girip bankoya götürdüm. Uzattım silahı bankacı
kadına, “Parayı hesaba geçir” dedim... Korkudan, tek kelime
etmeden parayı olduğu gibi hesaba geçirdi kadın. Dönüp tamam
mı dedim adama, tamam dedi. Elindeki paraları verip teşekkür
etti...”
“Sarılıp öpseydin bir de bari...”
“Gerçekten. Ben değil ama şaşkınlıktan sarılıp bir de
yanaklarımdan öptü adam.”
“İnanılmaz bir şey bu!. Gerçekten inanılmaz...”
“Elbette, kim inanır? Öyle sempatik bir ortam yaratılmıştı ki,
bizi teşhis için mahkemeye geldiklerinde banka personeli, sanki
hırsız-polis oynuyormuşuz da şakacıktan mahkeme heyetinin
karşısına çıkartılmışız gibi gülümseyerek tanımadıklarını
söylediler... Ne bileyim, belki de korktular ama, emin
olamadıklarını söylerlerken gözlerinin içleri gülüyordu...”
“Benzinci gülmüyordu ama...”
“Bir de gülsündü bari!?.. Sen adamı vurmuşsun iki gözünün
arasından!..”
29
Timur Ertekin
“O da tanımadım dedi ama...”
“Bizden birileri koltuk çıkmış, para mara vermişler adama.”
“Yok öyle bir şey abi, çok gençtiler, gençliklerine kıyamadım,
demiş...”
“Korkunç bir şey bu!. Gerçekten korkunç!. Vicdan azabı
dedikleri de bu olsa gerek...”
“Bence de. Bence de öyle...”
“Selçuk yazabilir miyim bunları?!.”
“Herif dişçiliği bırakıp romancı olacak ya, ha, ha!...”
“Ne güzel... Yazsın tabii, elbette!. Bilinsin ayrıca bence bir
sakıncası yok...”
Büyük bir ilgiyle beni dinleyen Ayten'in sıcak bakışlarına
dönüp “Nasıl ama?” diyorum, konu olmaz mı bütün bunlar bir
romana?!. Yazılmaz mı?..
-İnanılır gibi değil!.
-İnanılır gibi değil, evet...
-Eee?!.
-Gidelim artık, pestil gibiyim.. Evde rakı var mı?!.
-Olmaz mı?!.
-Ne bileyim ben. Geçen defa muz likörüyle idare etmek
zorunda kalan biri olarak, bir sorayım dedim.
-Var, var, o bir istisnaydı...
Gecenin bir yarısı Ayten'in Bebek'teki evine doğru yola
çıkıyoruz...
-İşte sana rakı. Bir daha da laf etmeyesin diye…
-Bir bahane bulurum nasılsa.
-Bulamazsın. Bu gece eksik hiç bir şey kalmayacak. Sarmayı
bilir misin?!.
-Ben mi? Bir kez olsun beceremedim bu güne kadar! Ya sen?!.
-Senden farklı sayılmam.
-Eee?!.
-Sigarayı iyice boşaltıp bir deniyelim?.
-Olur mu?
30
Şamanın Üç Soygunu
-Olduğu kadar...
-Ahmet yada Amerikalı olmalıydı burda şimdi.
-Hımmm...
Hep böyle oluyor. O güzelim evde başka bir yer yokmuş gibi,
büyük bir özlemle Ankara'daki Eylül Bar’dan kalan, kenarları
kalın pirinç borularla kaplı yuvarlak masanın üstüne tünüyoruz.
Acemi ellerin beceriksizliğinde kaybolan uçma hayaliyle
boşalttığımız tütünlere minik parçalar katıp tekrar sigaranın içine
doldurarak kafa yapmaya çalışıyoruz.
Ömer'le birlikte kalabalık bir grupta denemiştim bir kere.
Yoğun içkili bir gece yarısında, Alev dudaklarında şuh bir
gülümseme, elinde bir parça esrarla gelip “Var mı hasretiyle
tutuşan?” dediğinde itiraf edeyim ki önce korktum!.. Bir kağıt
parçasını kıvırarak zıvana dedikleri bir şey yaptılar önce.
Benimkini ayrı sarar mısınız dedim -şaçmalama- dalga geçtiler...
Sonra zıvanasına kadar, döne döne, sonuna kadar içildi sigara.
Olabilirlik hanesinde yazdığım beklentilerimin tam tersine hiç bir
değişiklik -Eray’ın donmuş gözbebekleri- olmamış, korkularım
silinmişti... Bir şeyler başarmış olmanın erken sevinciyle bi bok
yokmuş bunda deyiverdim. Kafayı bulmaksa rakı buna bin basar.
Ağır ağır başını kaldırıp, boşluğa seslenir gibi “bir kültürdür bu”
demişti Eray “Bir ilkokul mezunu Dostoyevski'den ne anlarsa, sen
de bundan onu anlarsın ancak... Bu doğal...”
-Yok yaa?!.
-Vallahi aynen öyle...
-Sen ne dedin peki?.
-Ne diyeyim, sustum...
-Aslına bakarsan adam haklı. Bırak her gün çekenleri, arada bir
keyif olsun diyenler bile bir başkalığı yaşıyorlar kendi
alemlerinde... Lâf olsun bizimki, hani yapmadık demiyelim yani...
-Öyledir her halde, ne bileyim?!..
Uzun zaman ayrı kalmanın verdiği açlığı, birbirini kovalayan
kelimelerle kimi zaman katıla katıla gülerek, kimi zaman iç
31
Timur Ertekin
çekerek gidermeye çalışıyoruz!. Odanın bir köşesinde, güdük,
yeşil kuyruğu giderek kısalan kızıl başlı papağan kafesinin dışına
çıkmış dolaşıyor perdelerle kafes arasında. Parlak yeşil kaftanına,
gözlerini saran sarı halkalara, tepesindeki kızıllığa bakarak “Bu da
bizden” diyorum Ayten’e, “Kızılbaş!” Ağzımızdan, burnumuzdan
patlayan kahkahalar Bebek sokaklarında yankılanıyor gece yarısı..
Yarı açık tül perdelerin ardından olabildiğince yavaş, yeni bir
gün doğuyor. Omuzlarım taşımıyor bedenimi artık...
-Yatalım, diyorum. Ankara'ya dönmekle kalmıyor iş. Maviye
hazırlamalıyım kendimi.
-Maviye?
-Bizim tekneyle geziye çıkıyorum hafta sonu.
-Nasıl? Kimlerle yani?
-Bu defa eski bir gemicilik kuralına takıldık. Tekneye kız
almıyoruz.
-Yok yaa!..
-Evet aynen öyle.
-Ne haliniz varsa görün bir bakalım!. Yatalım hadi, öğlen
görüşürüz artık!..
-Yatalım, evet yatalım... İyi geceler sevgili patron, seni
seviyorum... İyi uykular...
Yorganı üstüme çekiyorum. Uyumalıyım... Evet herşeyi
unutmalı ve uyumalıyım. Gültekin'i, Bebek'teki lokantayı,
Togay'ın küreğin sapını tutmaya çalışan acemi ellerini, Gülderen'in
göz yaşlarını, ağlarken başını göğsüne dayadığı Bülent'i, Aysun'un
kusursuz incelikte ellerini, boğazın kirliliğinde yüzen vazolara
benzeyen denizanalarını, sevinçlerimizi, korkularımızı, herşeyi
unut… ma… lı.… “Selâm!” Kalın camlı, tel çerçeveli
gözlükleriyle Gültekin oturuyor karşımda yine… Kadife
konforuna gömülmüş kanepenin, pırıl pırıl gülümsüyor... Ne
dediğini pek anlayamadığım birşeyler mırıldanıyor gözlüğünün
sapıyla saçlarını kaşıyarak... “Anlatacak çok şey vardı” diyor
“Yine geç kaldın!.” Evet diyorum, evet!. Neden olduğunu
bilmiyorum ama böyle oluyor hep. Yine bir adım önde ve yine
32
Şamanın Üç Soygunu
erken davrandın!.. Çok erkendi çok!.. Hem de çok erken!..
-Erken olur mu baba, saat üç!. Masum küçük bir sayı diye
takmıyorsan eğer, onbeş de diyebilirim.
-Sıkıntılı bir rüyaydı... Kalkıyorum, şimdi kalkıyorum...
-Sıkıntılı mı?
-Aldırma, bir an önce toparlanmamız gerekiyor.
Erkenden kalkıp yolculuk için yaptığım son hazırlıkları gözden
geçiriyorum. Oltam, sarı sırmalı lacivert kaptan şapkam, iç
çamaşırlarım, gömleklerim, Nurten'in ısrarla yanıma almamı
istediği kalın tiftik kazağım, dünyanın parasını vererek satın
aldığım “Buck” marka bıçağım, cep telefonum... Romanım?. Eski
yazı masasının yıpranmış çekmecelerini birer birer aralıyarak, bir
kaç gün önce bastığım ilk sayfalarının kopyalarını arıyorum... Her
seferinde olduğu gibi usanmadan baştan sona bir kez daha
okuyorum..
Kanepeleri yeşil ikinci mevki kuşetli vagonun koridoru boydan
boya geçen radyatörlerinin üstüne çıktığımda, binbir güçlükle
aşağıya doğru çekerek açtığım pencerelerden dışarıya sarkarak,
kimi zaman döne döne yol alan lokomotifi, kimi zaman onu kıvrıla
kıvrıla izleyen vagonların peşimiz sıra sürüklenişini, arada bir
telâşla kompartımandan dışarı fırlayan annem yanıma gelene kadar
büyük bir keyifle izlerdim. “Düşersin mazallah!” Her seferinde
geri dönmek zorunda kaldığım kompartımanımızın sıkıcı
kalabalığından ilk fırsatta kaçar, soluğu yine koridorda, ay yıldız
işlemeli kalın camların tepelerinde alırdım... Hava karardığında
başımı gecenin ayazında buz kesen cama dayar, lokomotifin
ardında bıraktığı kızıl saçılımların büyüsüne kapılır, öyle
kalırdım... Gecenin karanlığını delen kıvılcımlar, bazen karanlıkta
kaybolan ağaçların ardında gölgelenir, bazen aniden ortaya çıkan
beklenmedik bir tünelin içinde kayboluverirdi. Ortalığa yayılan
kızıllığın aceleci serüvenini ardından gelen sesler izler, ağaçların
kalın gövdelerinin, yükseltilerin ardında gizlenerek zaman zaman
kesilen homurtular tünellerin girişlerinde kaybolur, içinde
bulunduğumuz vagonun tünele girişiyle benzersiz bir gürültüye
33
Timur Ertekin
dönüşürdü. Çoğu zaman kapalı tutulan kalın camların açık
unutulduğu ender anlarda çılgın bir tutkuyla yarı belime kadar
dışarıya sarkar, kaçamak kazanımlar arasında yaşadığım
özgürlüğün tehlikeli tadına varırdım. Işte o zaman, lokomotifin kor
yüklü ıslak nefesi ciğerlerimi doldurur, tünellerin derin
karanlıklarında uçuşan saçlarıma karışan kömür parçacıkları
tırnaklarımın arasına dolardı. Ertesi sabah, gözlerimizin önünden
hızla geçen derme çatma evlerin, tarlaların, tarlaların sınırlarını
oluşturan kavak ağaçlarının, su bentlerinin, döne döne akan sulara
sarkan salkım söğütlerin hızı istasyonların girişlerinde yavaşlar,
ellerinde su testileriyle makaslarda sarsılan vagonların peşine
düşen sümüklü satıcı çocuklarının telaşıyla bir süre yarışır,
vagonların geriye doğru son bir silkinişiyle -satıcı çocukların
birbirine karışan sesleri- derin bir sessizlik içinde karşıdan gelen
trenin istasyona girişi beklenirdi...
“Su içeeen!.. Var mı buz gibi su içeeen?!.”
Makinistin karşı yönden gelen trenin istasyona girişini
selamlayan kalkış düdüğüyle birlikte satıcı çocuklar kendilerini
trenden aşağıya atar, koridorların kalabalığında çoğu zaman
sattıklarına karışan ağır ter kokularıyla bir sonraki istasyonda
inmeye hazırlanan pideciler, sucuk-ekmekçiler, ciğerciler kalırdı.
Vagonlar çelik raylar üzerinde salına salına yol alırken, gürültüyle
kapanan ağır kapıların ardında kalan yüksek basamaklara tırmanan
istasyon veletleri, atlamak için son ana kadar bekler, cesaretlerinin
deli gücünü denerlerdi. Giderek hızlanan vagonların ufka açılan
geniş pencerelerinden, önce iğne oyası taş kemerleriyle
gönlümüzü ısıtan o güzelim istasyon binaları, istasyon binalarını
derin bir muhabbetle kucaklayan bilge çınarlar, ucundan bez
hortum sallanan dev bir musluğu andıran cenderenin ıslak bedeni,
kımıldamaksızın ayakta duran kırmızı şapkalı hareket memurunun
lacivert ceketi, ışıltılı düğmeleri, çın çın öten kampana sesleriyle
makasçının demiryoluna indirdiği engelin ardında bekleşen at
arabaları, kamyonlar, makasçıların küçük ahşap kulübeleri, dev
buğday siloları birer birer kaybolur, raylar üzerinde hızla ivme
kazanan vagonların takadatakadatakadaları, kompartımanlara
34
Şamanın Üç Soygunu
dolar, çeliği saran uğultularıyla rüzgârın, geçmiş sanki gerilerde
bir yerlerde kaybolurdu...
Günün ilerleyen saatlerinde vagonların uğultulu koridorları
sattıkları yüzükleri siyah kadife kaplı tablalarında sergileyen
cıncık boncukculara kalır, ceviz çerçeveli cam pencereli
çantalarıyla pala bıyıklı esansçılar, ellerinde iri cam enjektörleri,
gözlerine kestirdikleri muhtemel alıcıları vahim kokulara
boğarlardı. Kondüktörlerin nöbet değişimi sanki satıcılarla yarışır,
ellerinde kerpeten benzeri minik aletleriyle her yeni gelen, küçük
karton biletlerimiz üzerinde yeni, minik yıldızlar açardı. Cam
kenarlarında duran açılır kapanır masaların üstüne serilen
gazetelerde yenen yemeklerin ardından tüttürülen keyif sigaraları
ağır metal kapaklı küllüklerde söndürülür, sabırla gecenin inmesi
beklenirdi. Sonra kuşetler açılır, üst kata tırmandığımız
yataklarımızdan birbirimize bulaşan sataşmalarımız annemin
yükselen sesiyle kesilir, kompartıman hep birlikte derin bir uykuya
dalardı..
Ertesi sabah güneşin doğuşuyla birlikte sarp kayalar arasından
seslenen Fırat'ın bulanık sularıyla kucaklaşan raylar, onunla
çılgınlar gibi dans eder, giderek durulur, bir kez daha buluşuyor
olmanın sevinciyle yüksek dağlarla çevrili Erzincan ovasına
kolkola varırlardı. Babam geliş günümüzü sakladığı için
istasyonda karşılayan olmazdı. Yine de trenden iner inmez tanıdık
birileri mutlaka çıkar, taa köye kadar bir anda gelişimizi duymayan
hiç kimse kalmazdı. Babamı muhabbetle kucaklayan bu yanık tenli
adamlar, annemle babamın, akrabaların tek tek isimlerini sayarak
içine yerleştirdikleri hediyelerle kurşun gibi ağırlaşan
bavullarımızı trenin gelişini bekleyen fiyakalı faytonlara
taşımamıza yardım eder, sanki bununla övünürlerdi. Kısa bir şehir
turunun ardından bakkal Kâzım amcanın tahta kepenkli toprak
dükkanına gelinir, iri çuvallarda saklanan kırmızı boyalı
leblebilerden, içi susam dolu akide şekerlerinden kilo kilo alınır,
yola öyle çıkılırdı...
Küçük kardeşim Teoman annemin karşısında oturan ablamın
35
Timur Ertekin
kucağına, bense yukarıya faytoncunun yanına kurulurdum.
Oldukça kilolu olan babam faytona binerken hep birlikte eğilir,
düşer gibi olurduk... Yola çıkar çıkmaz yaktığı sigarasına çenesine
sarkan bıyıkları arasından büyük bir ustalıkla yol bulan arabacının
elinden aldığım dizginleri bileklerime sıkı sıkı dolar, atların ikide
bir kendilerine seslenen faytoncuya dönen sivri kulaklarına, pırıl
pırıl yelelerine dalar, sanki onlarla birlikte koşardım. Faytoncunun
arada bir atların karınlarına dolanan ucu düğümlü kırbacı belki de
o nedenle canımı fena halde yakar -vurma!- sızlanırdım...
“Deliganlının üregi de pek ufga begim”
Babam, çoğu zaman altın çerçeveli ön dişleriyle gülümsemekle
yetinir, öyledir, gibisinden birşeyler söyler, geçiştirirdi. İşte o
zaman yüreğimin derinliklerinden yükselen zafer çığlıkları
arabacının alaycı tavrını ezer, atların biçimli topuklarından
yükselen tozlara, bulutlara, gökyüzüne karışırdı..
Demiryolu ile Fırat arasında uzanan, gide gele yol boyu
çimenlerle, çalılıklarla örtülü toprağın yumuşak karnına gömülen
derin tekerlek izlerinin açtığı toprak yol, üzerinden geçerken tuhaf
tedirginliklere kapıldığım demiryolu köprüsünü aştıktan hemen
sonra, bizi bacalarından tezek dumanlarının hiç eksik olmadığı
Pizvan'a götürürdü.. Köyün yabanıl büyüklüğünden çok,
gırtlaklarından kopan hırıltılarla her geçenin peşine düşen
köpeklerinden deliler gibi korkar, köyü çabucak geçip kurtulmak
isterdim. Yaptıkları işlerinden doğrulup, kaygısız gözlerle bizi
uzaktan seyreden allı güllü kadınların, ceketleri omuzlarında
adamların tersine, köyün çocukları neşeyle peşimize takılır,
çıkardıkları garip seslerin ritmine uyarak kıçlarını başlarını
oynatır, yırtık tumanlarının arasından salladıkları minik çüklerini
gösterir, taş atar, kaçar, garip şaklabanlıklar yaparlardı.. “Vay
ırzını!” Arabacının dışında hiç kimse öfkelenmez, bu masum
gösteriyi ilgiyle izlerdi...
Pizvan tükenip Karasu deresine gelindiğinde atlar yavaşlar,
köprü birbirine seslenen kurbağaların kulaklarımızı delen
36
Şamanın Üç Soygunu
feryatları arasında ihtiyatla geçilirdi. Köprüyü aşar aşmaz, uçsuz
bucaksız buğday tarlalarının arasında düzelen toprak yolun
konforunda atlar daha bir keyifle koşmaya başlar, yüzümü yalayan
rüzgâr, ıslanan gözlerimin nemini kirpiklerimin arasından şefkatle
alır saçlarıma yayardı. Üzerinde halkalar bırakarak döne döne akan
Fırat'ın karşı yakasında Balibey'in tüten bacaları, toprak damları
belirdiğinde “Yaklaştık!” derdi babam. Gerçekten, çok geçmeden
nehrin etrafını yeşilliklerle sardığı Karadiğin, güneşe bakan
tezekleri, sarı saman parıltılı duvarları, üstlerinde dolaşılabilen,
birinden diğerine kolayca geçilebilen damlarıyla insana uzaktan
sanki kolkola girmiş de birilerini bekliyormuş hissi veren yoksul
evleriyle karşımıza çıkardı... Bozağa Dayı'ların evlerinin hemen
altından köye girilir, Dursun amcaların köyün şehir çatılı tek odalı
evi geçilir, dizginler gerilir, atlar boyunları gergin, ard ayaklarına
gülle gibi çöken sağrılarıyla peşlerinden gelen faytona direnirlerdi.
Kirli mintanları, küçük çıplak ayakları, güneşten solmuş
entarileriyle köyün girişinden beri peşimizden koşan çocukların
birbirine karışan feryatları arasında nihayet durulur, sonra sanki
birden sus pus olunurdu. O zaman yalnız gözler konuşur,
gelenlerle onları karşılayanlar meraklı, iri gözlerle birbirlerine
bakarlardı... Bu derin sessizlik, kucağında akide şekerleri, bakkal
Kazım amcanın kırmızı boyalı leblebileriyle faytonu sanki deprem
kuşağının ilk kımıltılarıyla terkeden babamın çocukların arasına
karışmasıyla bozuluverirdi. Tombul parmakların avuçladığı renkli
şekerlemeler, minik parmaklar arasına sıkışan mintanların,
entarilerin eteklerinde torbalanır, altlarından sarı sümüklü kız
çocuklarının bacakları, kirli çıplak ayakları görünürdü...
Biraz amcamın fazlaca otoriter yapısından, biraz da Güllüşah
yengemin ökseli tavrından ilk fırsatta kaçar, babam Erzincan'dan
ayrılır ayrılmaz bavullarımızı kapar, soluğu halamlarda alırdık...
Amcamın oğulları ve halamın benden birkaç yaş büyük oğlu
Selahattin'le sabahtan akşama kadar birlikte olur, iş mevsiminin
tam ortasında besbelli onları avare ederdim. Bu durum büyükleri
rahatsız eder, bir süre sonra kendimi onlarla birlikte tarlada,
tumpta çalışırken bulurdum… Yine de herkes üstüme titrer,
mümkün olduğunca beni işten uzak tutmaya çalışırlardı. Bense
37
Timur Ertekin
işimi ciddiye alır, onlarla her alanda kapışır, en ağır işlerin
üstesinden en az onlar kadar rahatlıkla gelebileceğimi gücüm
yettiğince anlatmaya çalışırdım.
Selahattin'le daha gün doğmadan yataktan kalkar, alaca
karanlığın serinliğinde kulaklarından çekerek ahırdan dışarıya
çıkardığımız Gule'yle Arap'ı boyunduruğa vurur, tereyağına
çökelik dürülü azıklarımız sırtımızda, sabahın köründe tarla
sürmeye giderdik. Ortalık ısınıncaya kadar karasabanın sabrına
sarılır, güneş kavakları delmeye başladığında sabanı toprağın
karnına gömer, köye öyle dönerdik...
Kimi zaman elimizde satırlar Fırat kenarına yılgın kesmeye
gider, süpürge yapmaya elverişli olanları diplerinden keser, özenle
kağnımıza istif ederdik. İki delikli -duvara asılırdı- kara satırların
ine kalka kollarımızı tutan ağırlığında öğlene kadar çalışır, yılgın
yüklü kağnıların serin gölgesinde, bostanlardan topladığımız
domatesleri, salatalıkları, kabuklarını soymadan, çekirdeklerini
güneşe terkettiğimiz kelekleri, üstümüze üşüşen eşek arılarına
aldırmaksızın büyük bir iştahla kemirir, afiyetle yerdik…
Akşam olduğunda İbo'nun amcamın tabakasından arakladığı
yassı Yenice sigaralarını farklı bir keyifle tüttürür, Zülfo'nun,
önümüzden geçerken ruhumuzu delen kışkırtıcı bakışlarından apış aralarımıza sızan -diriliğinden söz eder, elbisesinin altından
yüreklerimizi dürten memelerini “cuncuhlamayı” hayâl ederdik..
Köye gelişimle birlikte konuşma tarzım değişir, giyimim
kuşamım, hâlim tavrımla tam bir köylü olurdum. İbo’dan ayağıma
diken batmadan yalınayak kırlarda yürümeyi -bunun mümkün
olduğunu iddia ederdi- büyüklerden gizlenerek rakı içmeyi, tütün
sarmayı, cinselliğin sınırlarında dolanmayı öğrenir, karşılığında
renkli şehir hayalleri satardım. Onlara koca koca binalardan -Essah
bu gavahlardan üsgek mi?- sinemalardan, gökyüzüne fışkıran
sularıyla içinde kiralık sandalların yüzdüğü havuzlu parklardan,
geniş camekânların arkasında, esvapların mankenlere giydirilerek
sergilendiği büyük mağazalardan, anlatmakta zorlandığım asfalt
38
Şamanın Üç Soygunu
yollardan -zifti çakıl taşlarına bulayıp yolun üstüne böyle- söz
ederdim… Yıllar sonra elimde içi bildiri dolu bavullarla
Erzincan’a geldiğimde, üzerine birlikte devrimci sloganlar
yazacağımız asfalt yolları bir türlü anlatamazdım...
Kapıdan çıkmadan son bir kez etrafa bakıp bir şey unutup
unutmadığımı kontrol ediyorum. Şofbeni, tüpü kapatmalıyım...
Uyandıklarında tekrar açarlar nasılsa... Şu kuşkularımı bir ortadan
kaldırabilsem. Bile bile hayatı kendime zehir ediyorum. Ütüyü
fişte mi unuttum? Ne alakası var ütü yapmadın ki sen! Olsun, ya
Nurten unuttuysa? Ne olur ne olmaz, gidip bir daha kontrol
etmeliyim. Şofben kapalı, ütü prizde değil, balkon kapısı kapalı.
Radyoyu bilerek açık bıraktım... Bütün radyolar açık olmalı
çünkü... Özgürlüğün sesi onlar. Televizyon değil ama sabaha
kadar açık olmalı tüm radyolar. Nurten kapatır nasılsa
uyandığında. Yeter artık, bu gidişle çıkamayacağım kapıdan...
Kendimi sokağa attığımda, bahçe kapısının dışında beni
beklerlerken buluyorum Ahmet'le Murat'ı.
-Size hoş sürprizlerim var beyler.
-Ne gibi sürprizler?
-Bırak abi, adam kudurmuş, tekneye atmak için karı derdine
düşmüş.
-Eee, ne var bunda?
-Ne var olur mu? Herif evli! Üstelik bu yaştan sonra AIDS
falan olacak!
-Olsun abi, eldiven takarız biz de...
Sabahın köründe patlayan kahkahalar içimizi ısıtıyor.
-Evet, n'olur yani?
-Deli misin abi, hele bu yaştan sonra.
-Daha iyi ya, adam gibi yaşayacağımız kaç yazımız kaldı
önümüzde?
“Abartılacak bir yaş farkımız yok aramızda ama” diyor Ahmet,
“Doğru bir bakış açısı bence de..”
39
Timur Ertekin
-Ha, ha, heriflere bak iyi mi.. Saat sabahın beş buçuğu ve
olmayan karıların hayaliyle felsefe yapıyoruz...
-“Ruz” diyerek cemahiriyemize katılımınızdan ötürü zat-ı
alinizi kutluyorum baba. Hayâl olmadığını görünce ne yapacağını
da pek merak ediyorum doğrusu...
-Lâfın gelişi o. İşiniz gücünüz dalga.
-Ahmet Bey'ciğim, lütfen dalga geçmediğimi anlatır mısın
Murat Bey'e. Nasıl hain hazırlıklar içinde olduğumuzu bilmiyor.
-Boş ver abi, görünce karar verir nasılsa..
Erken saatlerin sulu muhabbeti uzun sürmüyor. Boş trafiğin
kolaylığında düşündüğümüzden çok önce varıyoruz havaalanına.
-Şu senin Engin'i bulmalıyız önce.
-O öğleden sonraki uçakla gelecek. Beklenmedik bir toplantı
için kaldı.
-Öyle mi?
-Evet, Bodrum'da buluşacağız, teknede.
-Ne iş yapar Engin?
-Optik aletler falan pazarlayan bir şirketin genel müdürü.
-Patron yani..
-Öyle biraz.
-Murat yetmiyormuş gibi bir de yönetim kurulu üyelerini
temsilen ciddiyeti mi götürüyoruz geziye? Allah bilir kravatıyla
falan gelir tekneye.
-Yok yok, çok şekerdir. Çok eski arkadaşım, liseden. Arkeoloji
okudu ama işadamı oldu sonunda. Bana kalırsa ressam olmalıydı
aslında. İnanılmaz hoşlukta resimler yapardı öğrenciyken. Görsen
şaşardın, Van Gogh gibi. Deli, sımsıcak ve cesur.
-O da sizin gibi karı düşkünüyse, çekeceğim var demektir.
-Hayır baba, bizden çok sana benziyor. Aranızda bir fark var
yalnız, o bize hak verip, özgürlüğünü başka yerlerde arıyor. Bir
motosiklet tutkunu meselâ...
-Gördün mü bak? Sonuç olarak herif haklı.
-Elbette. Ama senin gibi bizi dinlerken ağzının suları akmıyor.
-N’olmuş yani, bizde her numara var oğlum…
-Ahmet, duyuyor musun? Değişim rüzgarları erken esmeye
40
Şamanın Üç Soygunu
başladı.
-Öyledir abi. Yapmam diyenden korkacaksın.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte havaalanına giriyoruz.
Esenboğa’nın ortalığı buz kesen soluğu yüzümüzü gözümüzü
ısırıyor. İlk kez uçuyor olmanın heyecanıyla atılıyorum;
-Hey millet, sayenizde ilk kez uçağa biniyorum.
-Ciddi olamazsın?
-Ciddiyim, ciddiyim...
Yüzlerce kez yolcu karşıladığım, belki bir o kadar yolcu
ettiğim hava alanında, uçağa binmek üzere geçtiğim son kapının
ardından aprona ayak bastığımda kendimi cezaevinden
salıverildiğim gün kadar özgür hissediyorum. Uçabiliyor olmak...
Bunu anlatmalıyım romanda.. Çok mu sıkıcı bir başlangıç oldu
yazdıklarım diye düşünüyorum. Uzun uzun çocukluğumu,
Erzincan’ı
anlatmamalıydım
belki...
Kimi
ilgilendirir
çocukluğumun serüvenleri. Benim gibi bıkıp usanmadan her yerde
kendini arayan birkaç kişi dışında belki hiç kimseyi… Belki de hiç
kimseye, hiç ama hiç bir şey anlatmayacak çocukluğumun kömür
kokan tren yolculukları...
Yukarıdan bakıldığında insana ürperti verecek kadar kısa bir
ünlem işaretini andıran Bodrum hava alanına indiğimizde saat 10'u
birkaç dakika geçiyordu...
-Kimin telefonu çalıyor?
-Benim, benim!. Alo, efendim?!.
-Abi benim, Teoman!. Nerelerdesiniz?
-Şimdi indik Bodrum havaalanına. Otobüsteyiz. Yarım saat
kadar sonra orda oluruz herhalde…
-Alışkanlık işte, merak, bilirsin… Tekne limanda, Tepeli
Camii'nin önünde demirli. Sizi bir iki dakika görüp İzmir'e
döneceğim ben de...
-Tamam moruk, geliyoruz.
41
Timur Ertekin
Bir taksi tutup çantaların ağır yükünden kurtulmayı
başarıyoruz. Tepeli Camii'nin hemen arkasına kıçtan kara olmuş
Arta'nın yanına geldiğimizde Teoman, dev kollarıyla,
kahkahalarıyla sarıyor hepimizi tek tek...
-Selim!. Alıver çantaları be abim... Murat, bak bu Selim,
Niyazi yok mu?!.
-Hayri kaptan büfeye yollamıştı, şimdi gelir...
-Bu da Hayri kaptan. Ekibi toplayalım bi bakalım. Tören
olmazsa işimiz rast gitmez değil mi Hayrittin?
-Öyledir abi... Ben gerekeni yaptım. Dört çeşit yemek
hazırladım sana, mezeler hariç. Stok da bol. Sen yeter ki istediğini
söyle. İstersen kuralım sofrayı hemen.
-Yok be kaptan, önce şöyle bir gezinelim, turlayalım bakalım
ilk göz ağrımızın sokaklarını, akşama düşünürüz artık…
-İyi ya, sen bilirsin. Ben tamamım yani..
Tepeli Camii'nin arkasından Raşit'in Kahvesi’ne doğru
yürümeye başlıyoruz. Kahve falan kalmamış ortalıklarda ama
meydan hâlâ Raşit'in adıyla anılıyor. Raşitin Kahvesi restaurant
olmuş. Daracık sokaklardan geçip, rum mahallesine Halikarnas'a
yöneliyoruz. Hep o bildik sokaklar, bildik lokantalar, dükkanlar.
Yalnız tabelalar değişmiş.
-Buralarda çorba yapan bir yer vardı, balık çorbası, sabaha
kadar açık olan...
-Hımm, evet..
-Hemen yanında Ankara'lı gençler patates tava yapıp külahla
satarlardı. Hatırlar mısın Ahmet?.
-Hatırlamaz mıyım, ilk işini nasıl unutur insan?..
-Ciddi misin? Sen miydin yoksa onlardan biri?
-Evvet beyim, aynen öyle, bendim...
-Şu işe bak baba, inanılır gibi değil, yirmi yıl sonra
patatescimle birlikte Bodrum'a geliyorum.
-İşte buna içilir. Haydi artık şu lokantalardan birine dalıp,
adam gibi balık yiyip, bir güzel rakı içelim biz de...
42
Şamanın Üç Soygunu
Kapısı Halikarnas’a açılan sokaklara bakan lokantalardan
birinin vitrinindeki balıklara şöyle bir göz atıp, sonra giriyoruz
lokantaya. Denize uzanan ahşap iskelenin gıcır gıcır sesler çıkaran
zemininde kısa bir süre oyalanıp, gözümüze kestirdiğimiz ilk
masaya ilişiyoruz. Güneş içimizi ısıtıyor... Bodrum kalesi, deniz
ve biz, işte yine birlikteyiz... Yirmi küsur yıl sonra gelen müthiş
bir bahtiyarlık bu... Rüzgârda uçmasın diye plastik mandallarla
gerdikleri masa örtülerini çekiştirip, tabakları, bardakları, çatalları,
bıçakları bir çırpıda önümüze dizerken garsonlar, öncelik sırasını
belirliyor hemen Ahmet; rakı ve mezeler!. Ortaya şöyle güzel bir
salata da gelebilir tabii ama öncelikle şu rakı meselesi... Kızarmış
ekmek, beyaz peynir, su ve buz!.
Bir solukta ısmarlanan siparişlerimizi beklerken, ne iyi ettik de
geldik diyen bakışlarla, keyifle birbirimizi izliyoruz... Elinde
buğulanmış, buz gibi su şişeleri ve rakı ile geldiğinde yükselen
itirazlar üzerine bol miktarda buz getirmek için mutfağa koşan
garsonun dönüşünü beklemeden yapıyoruz rakı servisini. Sonra
sözleşmiş gibi aynı anda uzanıyor eller beyazlaşan kadehlere...
-Sağlığınıza beyler!..
-Sağlığınıza!..
-Hadi içelim artık be!. Ha, ha!...
-Sağlığımıza..
Dudaklarımı buruşturan berbat bir tat bu. Yutmakta
zorlanıyorum. Her seferinde içim kalkıyor. Suyunu az mı koydun
Katip? Şekerini de az koymalı bundan böyle. Zaten içilmiyor
meret, bir de şekeri bol olunca sanki beşe katlanıyor eziyet!
Kolonyası da, şekeri de az, ama suyu bol olmalı... İki yılı aşan
muhbirlik hizmetleri nedeniyle yalnız idamlık Süleyman’a
veriyorlar kantinden kolonyayı. On onbeş günde bir ablasına
yazdığım -okuması yok- mektuplarına karşılık olmak üzere, kafa
bulalım diye kolonya getiriyor bize kantinden. Onbeş kişi, afla
birlikte boşalan cezaevinin arka koğuşlarında kalıyoruz. Ali
albayın gelişiyle birlikte azalan baskılar yerini boşvermişliğe
terkediyor yavaş yavaş. Kendi halinde, çatışmasız bir birlikteliği
43
Timur Ertekin
sürdürüyoruz cezaevi yönetimiyle. Koğuşlarda gizli gizli yemek
pişirmemize bile göz yumuyorlar. Amyant bir plakaya
iliştirdiğimiz toplu iğnelerin arasına gerdiğimiz sarmal bir telden
oluşan sevimli elektrik ocağımızın üstünde habire menemen
yapıyoruz. -n'olur sanki bugün de dörder yumurtadan yapsak- Her
pişirme işleminin ardından dava dosyalarının arasına kolayca
giriyor ocağımız, keyfimiz gıcır!. “Bu bir Yunan mezesidir” diyor
Katip. Küçük parçalar halinde kestiği peynirlerin üstüne önce
karabiber, sonra sızma zeytinyağı gezdiriyor. Haydi şerefe!.
Özgürlüğe...
-Heeey, n'apıyosun?!.. Adam yine tuhaflaştı Ahmet!. Güzelim
peyniri karabibere boğuyor...
-Vardır bir bildiği hocam.
-Elbet var. Olmaz mı? Biraz da salatanın yağından sızdıralım
üzerine, şimdi bak bakalım tadına. Bu bir Yunan mezesidir baba...
-Kıtlık sırasında mı girmiş meze diye içki sofralarına?!..
-Bir bakıma... Öyle sayılır...
-Şerefe o zaman!...
-Haydi şerefinize, özgürlüğümüze!...
Derin bir nefes aldıktan sonra sırtımı geriye verip, sandalyenin
arka ayakları üstünde sallanıyorum. İşte karşımda gençliğimin
Bodrum kalesi!...
-İşte hayat bu!..
-Peki de, nerde karılar?
-Ne karısı?
-Cinsellikten soyutlanmış bir hayat düşünülemez diyen sen
değil miydin? Nerde lan o ayarladım dediğin karılar?
-Tüm sorunlarımız gibi, teknede... Varolmayı bekliyorlar...
-Hayri mi pazarlıyor?
-Neyi?
-Karıları…
-Ahmet abi, duy bakalım Murat neler söylüyor?!.
-Yapmam diyenden korkacaksın dedik ya hocam...
-Yapar abi, yapar...
44
Şamanın Üç Soygunu
Saatler sonra hava kararmaya yüz tutarken, Engin'e yetişmek
kaygısıyla da biraz, lokantadan ayrılıyoruz. Bildik sokakları bildik
adımlarla geçip, yeniden Türk mahallesine, Tekeli Camii'nin
önüne doğru yürüyoruz... İçi çiçeklerle doldurulmuş küçücük bir
sandalın bulunduğu kum havuzunun yanında, annelerinin
memeleriyle oynayan köpek yavrularını seyrediyoruz bir süre…
Sonra beklerken Engin’in gelişini serilip güvertesine, bir güzel
keyif çatıyoruz Arta'nın...
-Hayri'lerin Hayri'si...
-Evet abim!..
-Karton var mı teknede?
-Ne kartonu abi?
-Bayağı karton! Üstüne ilan yazıp,
asabileceğimiz cinsten..
-Yok be abi.
-Söyle o zaman Selim'e alsın gelsin.
-Selim!. Niyazi!. Gelin biyol bakam?!..
sokak
aralarına
Gençleri alışverişe yollayıp, Ahmet'le vereceğimiz ilanın
ayrıntılarını konuşuyoruz..
-İngilizce yazalım. Dili biraz karmaşık olsun ama...
-İkiniz de çıldırmışsınız. Ya gören birileri olursa?
-Gören birileri olsun diye yazıyoruz ya...
-O zaman iki büyük kartona birden yazalım, Selim'le Niyazi
sırtlarına takıp dolaşsınlar. Ha, ha!..
-O da bir fikir.
-Timur bey, Timur bey, ne yazıyoruz?
-Ne bileyim hocam, kolej okuyan sizsiniz. Döktür birşeyler
bakalım..
-“Free boat trip for eager ladies”* nasıl?
-Bence uygun.
-Tamam, yazıp şu karşıdaki ağaca asalım. Bir de caminin
duvarına!.
*
Arzulu bayanlara beleş tekne gezisi
45
Timur Ertekin
-İyi, iyi... Cemaati salsınlar üzerimize de görün!.
-Peki baba, camiden vazgeçtik, tekneye, mataforalara
asalım?!.-Olmaz abi o kadar da reklâm olmayalım.
-Tamam beyler, tartışmanın alemi yok. İzninizle yetkiyi
devralıyorum... Selim! Niyazi! Asın yavrum şunları yol
kenarındaki ağaçlara. Okunabilsin ama!.. Bakalım ne kısmetler
doğacak...
İlk kez, sokaklara kendi adıma pankart asmanın keyfiyle
eriyorum… Saçma da olsa böylesi bir pervasızlığın
olabilirliğinden, sergilenişinden tarifi imkansız bir zevk
alıyorum…
-Sofrayı kuralım mı abi?
-Kuralım kaptan!.. Engin de gelir birazdan nasılsa...
-Timur?
-Efendim baba?
-Suna Kan'dan başka tanıdık gördük mü biz gezerken
Bodrum'da?
-Yoo!
-O zaman ilanları biz de taşıyabilirdik sırtımızda mesela, ha,
ha!.. Nasıl olsa başka gören yok!.
-Neden olmasın baba, azıttık bir kere...
-Ne var kaptan yemekte?
-Orası sorulmaz. Ancak gelince görebilüsün...
-Görelim bakalım...
-Telefonlarınızdan biri çalıyor.
-Benimki, benimki, bir dakka, açıcam şimdi... Alo?!.
-Merhaba Timur, ben Engin. Uçaktan şimdi indik. Sizi nerde
bulabilirim?
-Önce bir garajlara geleceksin nasıl olsa. Ben gelip seni ordan
alırım.
-Taksiyle geliyorum ben.
-Peki... Tepeli Camii'nin bulunduğu yere kadar getirsin seni o
zaman. Caminin hemen arkasında demirliyiz.
-Oldu bu iş!.
46
Şamanın Üç Soygunu
Çocuklar masaları hazırlarken biz de yavaş yavaş oturma
düzenine geçiyoruz. Ortada duran salatanın özenine bakılırsa
mükellef bir ziyafet bekliyor bizi diyorum…
-Bozma be baba salatayı!..
-Acıktım abi n'apayım?!.
-Bırak rahat olsun allahaşkına..
-Olur mu hocam, şunun şurasında iki dakika sonra Engin burda
olucak.
-Çok mu kuralcıdır? Sabahları kahvaltıda robdöşambırla falan
mı oturur meselâ?!.
-İster misin lan, sabah bir kalkıyorsun, bir de bakıyorsun
karşında Engin aynen öyle. Ha, ha!..
-Lacivert bir blazer ve boynunda bir de fular meselâ...
-Dalga geçmeyin arkadaşımla... Gerçek bir özgürlük
düşkünüdür o! Sizin dalga geçtiğiniz kalıplara uymaz!.
-Bi dakka, bi dakka, Şu duran taksiden inen adam olmalı...
-Evet, evet o! Engin!..
-İnanılır gibi değil, herif elinde ciddi bir bavul, takım elbise ve
kıravatıyla geliyor abi!?..
-Hani fular takmazdı arkadaşınız Timur bey?
Engin elinde çanta, ağır ve telaşsız adımlarla yaklaşıyor
Arta’nın rıhtıma indirdiğimiz ahşap merdivenine...
-Selim, Niyazi, hadi yardım edin Engin abinize, elindekileri
alalım… Tanıştırayım, işte merakla beklediğiniz Engin! Bunlar da
bizim takım. Murat ve Ahmet! Selim, Niyazi, Yakup Kaptan ve
Hayrittin!.
-Merhaba. Kılığımı bağışlayın lütfen, böyle çok komik ama
toplantıdan çıkar çıkmaz kendimi uçağa attığım için üstümü
başımı değiştirmeye fırsat bulamadım!..
-Daha kötüsü de olabilirdi. Lacivert bir blazer ve boynunda bir
fularla gelebilirdin meselâ!?.
“Timur bey, Timur bey!.” Diyerek beni susturmaya çalışıyor
Ahmet..
47
Timur Ertekin
-Su koyma be… Teknemize hoş geldin Engin. Eski arkadaşın
ama aldırma sen. İyice azıttı bu aralar, hatun bulmak için sokaklara
ilan falan asıyor. Ne dediğini pek bilmiyor yani şu sıralar...
-Hayrittin, gelsin bakalım rakılar, mezeler… Bakalım hangi
sürprizler süsleyecek geceyi...
-Başlayın lütfen, ben hemen geliyorum...
-Hadi baba, hadi Ahmet bey, Hayrittin nerde rakılar!..
-Burda abim, burda.. Lâkin siz bu gidişle kamaraları zor
bulursunuz...
-Eee, bize de o yakışır kaptan..
-İllâki!..
Gündüzün keyfine karışan rakının akşam safasında,
sarhoşluğun tadına varıyorum. Ekipten hoş kahkahalar
salıveriliyor gökyüzüne… Ve gözlerim rüyalarıma açılıyor zaman
zaman. Artık kendimi hiç bir şeye direnemiyecek kadar yorgun,
bitkin hissediyorum.
-Ben yatıyorum beyler...
Günlerdir sıkıntıya gebe gece yarılarının korkularıyla
uyuyorum. İçimde hep kötü birşeyler olacağının erken habercileri
var… Son bir kaç gündür belirgin bir biçimde zayıfladığımı
söylüyor annem. Kendi kendime tekrarlıyorum, dinlenmek ve
direnmek zorundayım!
Geceyarısı merdivenlerinden taşan, gecenin sessizliğine
sığmayan arsız bir ısrarla kapının çalındığını duyuyorum. Annem hayırdır inşallah- yüreği ağzında kapıyı açmaya gidiyor. Daha
yastıktan başımı kaldırmama fırsat kalmadan ellerinde silahları,
yatak odasını dolduranların namlularıyla burun buruna
geliyorum...
“Kalk!”
“Kalk ve giyin!”
Ayağa kalkıp içlerinden birinin, ceplerini sıkı sıkı yokladıktan
48
Şamanın Üç Soygunu
sonra uzattığı gömleğimi, pantolonumu giyiyorum. Bir başkası
ayakkabılarımı -bu muydu- atıyor önüme...
“Giyin!”
Kollarımı kıvırıp arkamdan, kapıya doğru sürüklüyor beni...
Bir başkası sıkı sıkı yakalıyor boynumdan… Merdivenleri hızla
inip zemin kata geldiğimizde, kapıda bekleyenlerden biri bodruma
indirilmemi işaret ediyor. Bodrum kata inildiğinde, odanın
kapısının kırılmış olduğunu görüyorum… Göz ucuyla yukarıya
bakıyorum, kalorifer borularının arasına gizlediğim el
bombalarının bulunduğu kutu ortada yok, bulmuşlar demek!.
“Silahlar nerde?”
“Bilmi...”
Daha sözümü bitirmeden balyoz gibi bir yumruk patlıyor
gözümde. Peşpeşe suratımda patlayan yumruklar... Küçücük
odanın içinde bir o duvara bir bu duvara çarpılıyorum! Ucu
kabaralı postallar kemiklerime kadar sızı işliyor... Şaşkınlıktan ve
korkudan kaç kişiden birden dayak yediğimin ayrımına
varamıyorum. Bir yandan inanılmaz bir hırsla vururken, bir
yandan gözlerimin içine dikkatle bakarak bakışlarımı nerelerden
kaçırdığımı görmeye çalışıyorlar. İçlerinden biri, avuçlarıyla pat
pat vurarak çıkan seslerden gizli bölme olup olmadığını araştırıyor
odanın duvarlarında. Plastikleri -ortalığa dağılmış kitaplaraltındaki gizli bölmeye yerleştirdiğim kütüphaneye bakmamaya
özen gösteriyorum!.
Silkinip, beynimde patlayan darbelerden hırsla kurtulduğum
bir an geri çekiliyor hepsi... Demek onlar da korkuyor! Sonra yine
her darbede duvardan duvara savruluyorum. Şişen göz
kapaklarımın ağırlığında, binbir güçlükle açılıyor gözlerim...
Durup dururken ikide bir kanayan burnum neden kanamıyor?
Yoksa kanıyor da bana mı öyle geliyor? Peki ya şu sol kolumu
yerinden koparan derin sızı?!. Kırıldı mı yoksa?. Kollarımdan
çekerek, koridora açılan geniş odaya sürüklüyorlar beni... Ne
49
Timur Ertekin
korku, ne telâş, ne de kırgınlık var içimde. İçlerinden biri, iri
kıyım, bıyıklı olanı, her vurduğunda “Hıh!” “Hıhh!” diye tuhaf
sesler çıkartıyor gırtlağının derinliklerinden.
Bir ara, vurun be vurun, öldürün, diye bağırıyorum! “Var mı
öyle kolay ölmek?” diye kükrüyor tuhaf sesler çıkartan. “Elin
ayağın kesilecek, sürüneceksin. Her seferinde daha çok acı
çekeceksin ama ölmeyeceksin!. Bir an önce seni gebertmem için
bana daha çook yalvaracaksın!.”
Doğru da söylüyor, elim ayağım tutmuyor artık... Zorlukla
ayakta kalmaya çabalarken, karnımı delen darbelerle düşüp
büzülüyorum! “Hıhhh!.” Bir tekme, bir tekme daha hayalarıma
“Hıhhh!.”. “Kalksana ulan ayağa!?.” Onur meselesi yapıp yerlerde
sürünmeyi, bin bir güçlükle ayağa kalkıyorum... Gözümün üstünde
patlayan müthiş bir yumrukla yine yere yıkılırken, “Söylesene
orospu çocuğu, nereye sakladın onları!” diye bağırıyor... Sesi
çatlıyor her bağırdığında… Ağlamak geliyor içimden ama
direniyorum... Utancım daha fazla aşağılanmama -göz yaşlarım
boğazımda düğümlü- izin vermiyor... Başımı arkalarda bir yere
çarpıyorum, ayakta duramıyorum artık... Ve, nefes nefese, “yan
odada” diyorum...
“Ne var lan yan odada?”
“Fünye ve fitiller!..”
Dayak duruyor. Yan odada, tamirat sırasında çatı arasından
sökülen oluklu saçların arasına yerleştirdiğim bir iki metre fitili ve
bir naylon torbanın içine gizlediğim beş on fünyeyi sürünerek
gösteriyorum...
“Hepsi bu!..”
“Ne demek lan hepsi bu?!.”
“Hepsi bu!.. Bulmuşsunuz zaten onları..”
“Neleri?”
“El bombalarını...”
50
Şamanın Üç Soygunu
Daha fazla bir şey çıkmayacağını düşünüp vazgeçiyorlar
üstelemekten. Koluma girip apartmanın dışına taşıyorlar beni... On
yıl önce diktiğimiz fidanların dallarından kaldırımlara uzanan
sabah güneşinin serinliğini, sokağın sessizliğini bozuyor askeri
araçların homurtuları!.. Sokağın başında duran servis aracına
doğru sürüklenirken ben -başım dönüyor- ileride duran siyah bir
Renault'un içinde tek başına oturan Caner'i görüp şaşırıyorum...
Apar topar tıkıldığım servis aracında yalnız olmadığımı fark
ediyorum sonra. Hakan'ı da almışlar... Arka koltuklarda fakülteden
tanıdığım biri kısa, biri uzun boylu iki kız oturuyor. Operasyona
katılan ekiplerin toparlanmasının ardından, onlarla birlikte hareket
ediyoruz. Bir süre konvoy halinde yol aldıktan sonra, Emniyet
Sarayı’nın giriş kapısının önüne getiriliyoruz... İkişer ikişer
kolumuza giren polisler dokuzuncu kata çıkartıyorlar bizi... Kimi
resmi, kimi sivil giysiler içinde bir grup gelişimizi sonsuz bir
merakla bekler gibi çeviriyor etrafımızı...
“Hanginiz lan o evinde bomba çıkan?”
“Benim!.”
“Kime atacaktın lan onları? Bize mi ulan, bize mi? Seni….
Goduğumun çocuğu…”
Kinlerini kusmak için dövüyorlar bu kez!. Sille tokat koridora
yerleştirdikleri banklardan birine oturtup kelepçeliyorlar sonra...
Benliğimin parçalandığını, yok olduğunu düşünüyorum.
Hayalarımdaki -seni hadım ederim ulan- sızıyla ikide bir çişim
geliyor ve her tuvalete gidişimde bir kez daha dayak yiyorum…
Her seferinde hayatla aramdaki bağ, giderek biraz daha, biraz daha
açılıyor... Akşama doğru yeni gelenlerle birlikte ikişer, üçer
oturtuluyoruz banklara. Bir ara Hakan'la yan yana geliyoruz.
Çaresizlik içinde bakmamaya özen gösteriyor yüzüme. En kısık
sesimle yalvarıyorum.
“Hakan!..”
“....................”
“Hakan!..”
“....................”
51
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
“Hakan dayanamıyorum. Çözülücem böyle giderse.
Atlıycam!..”
“Saçmalama! Sakın atlama! Herkes burda!..”
“Çözülücem, ötücem!”
“Sakın, sakın ha! Herkesi toplamışlar, belli ki ortada herşey!
Atlama!..”
“....................”
“Hazırlayıverem mi kavaltıyı?” Diyerek Hayri kaptan giriyor
araya.
Aşağılanmış olmanın verdiği bulantı ve öfkeyle yine tuvalete
gitmek istediğimi söylüyorum kapıda duran polise. Gelip çözüyor
kelepçelerimi. Ağır ağır tuvaletin bulunduğu sahanlığa doğru
çıkarken, bir iki dakika sonra her şeyin biteceğini düşünerek
rahatlıyorum... Ama beklenmedik bir şey oluyor, refakat eden
polis, yanımda yürümeyi bırakıp, kendimi atmayı düşündüğüm
geniş pencereleri arkasına alarak her adımımı dikkatle izlemeye
başlıyor ve ben örselenmiş bedenimi dokuzuncu kattan aşağıya
bırakmayı beceremeden kelepçelerime geri dönüyorum!.. Uykuyla
baygınlık arasında bir yerlerde annem geliyor aklıma,
ağlayamıyorum. Dayayıp başımı Hakan'ın omzuna, derin bir
uykuya dalıyorum!.
-Rotamızı çizdik mi Ahmet abi?
-Tabi ki hayır. Uyanmanı bekledik.
-O anlamaz dedim Ahmet’le Engin’e de anlatamadım. Soralım
bir bakalım, biz bildiğimizi okuruz sonunda nasılsa dediler, ha, ha!
Ben de ses çıkartmadım artık n’apalım!
-Sen dalganı geç bakalım baba. Serçe limanında kalalım mı bu
akşam ha? Ne dersin Engin?
-Vallahi ben bilmem. Siz daha önce dolaştığınız için buraları,
önümüzde kalan zamanı da düşünerek en iyi çözümü siz
getirirsiniz diye düşünüyorum.
-Bunlar bi bok bilmez abi!.. Bilir gibi yaparlar yalnızca ha, ha!.
Gel seninle biz en iyisi kaptana danışalım.
-Marmaris’e daha çok yolumuz var, Engin belki sıkılır
diyorum.
-Hayır, hayır! Beni düşünmeyin, ben uyarım...
-Yalnız senin için değil, uzun yolda Murat'ın da midesi
bulanabilir. Hem evinden hiç bu kadar ayrı kalmamıştı çocuk.
Uyandığımda, kamaranın lumbuzundan Knidos'a demirleyen
gemilerin direkleri görünüyor. Saate bakıyorum, on buçuğa
geliyor. Epey zamandır yol alıyoruz demek. İki buçuk saat falan
olmalı Bodrum'dan kalkalı. İyi uyumuşum!..
-Günaydın millet!
-Günaydın.
-Günaydın beyim…
-Benim dışımda herkes uyanmış bakıyorum.
-Olur mu, dün tekneye attığınız kızlar uyuyo daha, ha,ha!..
-Sen dalga geç bakalım. Bir gemiciyi her limanda bekleyen
güzel bir kız vardır daima.
-Ya birden fazla gemici olursa?
-Değişimin sesini duyuyor musun Ahmet abi?
-Söyledik ya, azıtmam diyenden korkacaksın...
52
-Eh, hazırlayıve bari...
Hayri kaptan’a onun ağzıyla cevap verişim gülüşmelere neden
oluyor.
“Çok adisin!” diyerek alıngan, cevaplıyor Murat…
-Yalan mı baba, sen değil miydin uzun yolda midem bulanır
diyen? Yok dalgada bulanmazmış da, hafif sarsıntılarla süren uzun
yolculuklara gelemezmiş. Yalan mı? Öyle mi, değil mi Ahmet
abi!?
-Aynen öyle söylemişti, ben şahidim!
-Hastirin adiler!..
Kıpırtısız, mavi bir çarşaf gibi içimize doluyordu deniz.
Rotamızı belirleyip Datça'yı iskelemize alarak Serçe limanına
53
Timur Ertekin
yönelirken biz, bembeyaz martılar süzülüyordu üstümüzden..
-Hayrittin!..
-Evet abim?
-Vakti gelmedi mi daha?
-Hemen abim.
-Bu saatte mi başlıyacaksınız içmeye?
-Susamışız baba, ne var bunda?!. Tatilde değil miyiz?.
-Olur mu hiç bu saatte?
-Olmaz mı hiç?. Sen ister misin Ahmet?.
-İnce bir rakıya nasıl karşı koyabilirim?
-Sen, Engin?
-Ben de çok soğuk bir bira ile katılabilirim sizlere.
-Aa, heriflere bak lan! Görürsünüz, ben de cin içmezsem…
Hayri, bana da ince bir cin yap bakalım. Bakalım kim kimi
çarpıyor?.
Derin suların deli mavisiyle sarmaş dolaş varılan son noktada
olanca sıcaklığıyla karşılıyor teknemizi Serçe limanı... Daha
denize bırakılan demir baklaların sesi kesilmeden, özenle seçilmiş
paletleri, gözlük ve şınorkeliyle mavi sulara dalmaya hazırlanıyor
Engin. Tornistanda ağır ağır karaya doğru yaklaşırken Arta, Niyazi
yerini önceden belirlediği bir kayaya vira ediyor elindeki halatın
çımasını. Halatın boşu alınıp koşuşturma son bulduğunda, koyun
alımlı ve anlamlı güzelliğine dönüyor gözlerimiz...
Ben ve tekne personelinin dışında herkes denize atıyor kendini.
Elimde sigara, onlara güverteden lâf atıp eğleniyorum ben de. Bir
ara denize indirdiğimiz merdivenlerden aşağıya sarkarak, yarısına
kadar rakı doldurduğum bir bardağı yavaşça suya bırakıyorum.
Sarhoş kımıltılarla ine çıka asılı kalıyor bardak suyun üzerinde…
Sonra sesleniyorum…
-Ahmet beyciğim size geliyor...
-Eyyvallah hocam.
Neyse o bıraktığın, ben de istiyorum ondan diyor Murat.
54
Şamanın Üç Soygunu
Dikkatle merdivenleri çıkarken ona dönüp sesleniyorum bu kez;
-Aslan sütü o, oyun oynamaya gelmez…
-Bana ne lan, ben de istiyorum! İster içer, ister oynarım sana
ne?
-Peki baba kızma, Hayrittin!. Murat Bey’e de yüzen bir cin
yollıyalım bari… Karıştırmış olmasın...
-Bizim memlekette vişneli ekmek kadayıfıyla, kaymakla içerler
rakıyı! Yani hepsini karıştırsam ne olur!..
-Afyon hisarı kapkara olur... Ha, ha, n’aber?.
“Nerelisin lan sen?”
“Erzincan'lıyım. Babam Erzincan'lı, annem Karadeniz
Ereğli'den.”
“Çok konuşma ulan puşt!..”
“......................”
“Şu saçların pisliğine bak! Kim bilir hangi dağdan, hangi
tepeden tutup getirdiler ibneyi. Doğubayazıt'tan çıkmaz ki bi
siksem!”
“........................”
Çağırdıkları berber sıfır numara makineye vuruyor saçlarımı.
Tek tek çekiliyor sanki saçlarım makinenin dişleri arasında.
Özellikle seçmiş olmalılar her şey gibi bunu da diyorum. Bir nazi
subayı gibi kasılıyor Doğubayazıt'lı çavuş... Botlarının ucundaki
kabaralar şıkırtılı sesler çıkartıyor her adım atışında... Bodrum
katına inen merdivenlere daha adımını atar atmaz tanıyorum onu
şıkırtılardan. Ah ulan diyorum, elime bir geçerse eğer dışarda...
Dudaklarım kuruyor. Masanın üstünde duran ince boyunlu cam
sürahinin içindeki sarımsı sıvıyı -ilaçlı mı yoksa- içmemeye
direniyorum… Tuvalete götürdüklerinde kapıyı ardına kadar açık
tutmamı istedikleri için -çıksana ulan!- eğilip suyu tuvaletteki
musluktan içme çabalarım boşa gidiyor her seferinde… İnatla
sürahinin içindeki sıvıyı tüketmemi istiyor sanki onlar da...
Uzunca bir süre direndikten sonra dayanamayıp, bardak bardak,
kana kana içiyorum sürahideki suyu sonunda… Belki abarttığım
55
Timur Ertekin
korkularımdan, belki de gerçekten içine bir şeyler
karıştırdıklarından, içer içmez kalp atışlarımda başlayan panik,
bütün vücuduma yayılıyor bir anda… Susuzluğa ve korkularıma
yeniliyorum...
Koridorda yükselen ayak sesleri, kalp atışlarımı kulaklarıma
taşıyor... Yanında önemli birileri olmalı diyorum, telâşı var şıkırtılı
adımların. Birden ardına kadar gürültüyle açılıyor kapı... Kısa
boylu, tıknaz, kıvırcık saçlı bir adam -kalksana ulan!- hışımla
giriyor içeri. Her karşılaşmamızda nefretini bir biçimde mutlaka
sergileyen şıkırtılı pislik esas duruşta bekliyor yeni gelenin
karşısında...
Önümde duran üstü yazılı kâğıtları toparlayıp -ne lan bunlar?önce suratıma, ardından da masaya çarpıyor yeni gelen... Daha çok
kâğıt getirin bu ite! Koca koca harflerle de yazılmayacak öyle
tamam mı?. Dolacak bu sayfalar dolacak...
“Dolacak dedim tamam mı?.”
“......................”
“Yoksa görüşürüz yarın sabah!.. Kâğıt verin dedim şuna!.”
Şıkırtılı bot sesleri koşarak uzaklaşıp, elinde bir tomar kağıt,
koşarak geri dönüyor yine. Şıkırtıların esas duruşla kesilen bir
anlık bekleyişi kapıda... Belli ki tıknaz komutanın izniyle elinde
kâğıtlarla masaya yaklaşıp, ayak bileğime kurşun gibi çakıyor
kabarasını. Derin bir sızı yükseliyor vurduğu yerden. İniltili bir ses
içimde...
“Bir şey mi var!.”
“.......................”
-Ne o, daldın gittin yine?
-Roman!.
-Yaz yaz da, yine girsin başın belaya.
-Boş ver, suda yüzen cin nasıldı?
-Bilmem, iyiydi galiba.
56
Şamanın Üç Soygunu
-Hadi çok kalmayın denizde, daha çok yolumuz var
Marmaris'e, limana geç kalmayalım...
Denize bıraktığımız merdivenin basamaklarına asılı,
ıslatmamaya çalıştığı sigarasını keyifle tüttüren Ahmet’in sesi
geliyor derinden...
-Tamam hoca tamam, haklısın, çıkıyoruz...
Hava kararmaya yüz tutarken Marmaris limanına giriyoruz.
Marinaya yakın bir yerde rıhtıma kıçtan kara olup, atıyoruz
kendimizi Marmaris'in alışveriş kokan sokaklarına... Anatolia
barın önünden geçerken Nurten'i beklediğim, oturup birlikte bir
şeyler içtiğimiz masa ilişiyor gözüme. Birileri oturmuş, tıpkı on yıl
önce yaptığımız gibi kadehlerini saran parmaklarıyla dokunarak
birbirlerine, sevişiyorlar…
Hep birlikte köşedeki boncukçuların önünden geçerek
derinliklerinde kaybolmaya gidiyoruz Marmaris'in... Çatıdan
çatıya tenteleriyle, bir kapısından başka, öbür kapısından başka bir
sokağa açılan dükkanlarıyla, lokantalarıyla, kurabiyecileriyle
geziniyoruz çarşının kalabalığında... Caminin arkasından yat
limanına kıvrılan sokaklardan birine girdiğimizde, inanılması güç
romantizm karşılıyor bizi. Daracık sokaklara açılan daracık
kapıların ardında gizlenen devasa mekanların çarpıcılığında arkalarında
nelerin
yaşandığı
kestirilemeyen
kapılarkayboluyoruz...
Siyasi şubenin intihar türküleriyle beslenen rüzgârlı
tepelerinden müteferrikaya indiğimin tam yirmi birinci günü,
gürültüyle açılan demir kapının ardında burun buruna
gelivermiştik Uğur’la… Sıfır numara saçları, donuk, buz gibi
bakışlarıyla -neden böyle davranıyor?- içeri girişine bir anlam
vermeye çalışırken ben, üstümüze kapatılan kapının ardından
sımsıkı saran kollarının arasında bulmuştum kendimi...
“Farkına varacaklar diye ödüm koptu!”
57
Timur Ertekin
“Tevekkeli ruh gibi girdin kapıdan, ben de diyordum ki…”
“Boşver bunları şimdi, söyle, nasılsın?”
“İyiyim, iyiyim ya sen?!”
Olağandışı bir şeyler yaşandığının sezgisiyle üstünde bağdaş
kuranların boşalttığı ahşap kerevete çıkıp konuşmaya başlamıştık...
Herkes içeri alınmıştı!. Alınmayan da, konuşmayan da
kalmamıştı!. Direnmem anlamsız olurdu ama teslim oldu izlenimi
de vermemeliydim… Kötü şeyler yaşanıyordu… Dayak, tehdit karını getirtip gözünün önünde doğurturum ulan!- falaka, elektrik,
filistin askısı -adamı kollarından arkaya böyle- aklına ne gelirse
işte… Her şey ortadaydı sonuç olarak, kendimi ezdirmemeliydim!
Sonra durup durup, bizi izleyenlerin şaşkın bakışları altında
defalarca kucaklaşmıştık…
Ertesi gün, bu kez beni sorguya götürmek üzere geldiklerinde,
günlerdir yazdığım senaryoların tonlarca ağırlığından kurtulmamın
sevinciyle müteferrikadan ayrılırken ben, gözyaşlarını gizlemeye
çalışıyordu Uğur... “Gidelim bakalım” diyordum içimden
“kontrgerilla denilen yeri bir de biz tavaf edelim” gösterelim şöyle
kendimizi biz de biraz…
“Yanından her geçtiğin dönüp sana bakıyor biliyor musun?”
diyerek dalga geçiyor Murat. Sarı yeleğim, botlarım, sarı sırmalı
lacivert kaptan -navigator- şapkamla hatırı sayılır bir ilgi odağı
olduğumu ben de biliyorum... Yanından geçtiğim herkes dönüp bir
de arkamdan bakıyor gerçekten!. Ve ben, hayatım boyunca ilk kez
farklı algılanıyor olmanın doyumsuz tadına varıyor, aykırılığın
gecikmiş zaferini kutluyorum sarı sırmalı kaptan şapkamın
altında...
-Feda ediyorum kendimi sizlere baba... Ben olmasaydım eğer,
kim farkına varırdı bu dört baltanın? Ne yapardınız ben
olmasaydım…
-Kaptan bozuntusu kılığınla başına bir şey gelmesin diye
peşinden koşmaz, şurda oturan iki hatunu tekneye atardık.
58
Şamanın Üç Soygunu
-Onlar annanenin kolejden arkadaşı baba!. Ha,ha, ha!...
-Sizi de gördük tabelacılar...
Kaptan marşa basıp motoru çalıştırdığında güneş henüz
doğmamıştı… Saate baktığımda dördü biraz geçiyordu. Zincire,
halata dokunmadan -Yakup Kaptan öyle istiyordu- motoru bir süre
çalıştırmayı adet haline getirmişlerdi. Halatların ucunu sırasıyla
boşlayıp -çımaları ellerinde usturmaçaların- bordalandığımız
teknelerin arasından tekneyi denize açmak için koşuşturan
Niyazi'yle Selim'in güverteyi sarsan adımlarını, ırgatın her baklayı
yutuşunda biraz daha yükselen, vira olan demirin loçaya
oturuşuyla sonlanan tok gürültüyü uyur uyanık hatırlıyor
olmalıydım…
Hangi amaçla kullanıldığını pek kestiremediğim vantilatörlerin
gürültüyle çalışmaya başlamasının hemen ardından koridora taşan
feryatlar, bir bomba gibi geceye düşen bu fevkalâde telâşın
nedenini kulaklarımıza haykırmakta -nerde ulan Mihri?!gecikmiyor... Az önce öldüresiye dövülürken kendisine yöneltilen
sorulara suskun kalanın, cinsel organına bağlanan elektrikle
birlikte -hadım edeyim seni de gör- kadın sesine dönüşen çığlıkları
kaplıyor koridoru... Hiç bitmeyecekmiş gibi süren, verdikleri her
arada -konuşsana ulan!- bıçak gibi kesilen, sonra hıçkırıklara
boğularak ağlamaya dönüşen çaresizliğin iniltileri geliyor
kulaklarıma… Kapının dışında sesler... Kapı açıldığında içeri
girenin Doğubayazıt'lı olduğunu anlıyorum ütülü paçalarından...
Gözlerimi bağlayıp -fırla ulan puşt- kalkmamı emrediyor. Enseme
kilitli parmaklarıyla merdivenlere yöneliyoruz. Geniş demir kapılı
odaya götürüldüğümü düşünürken ben, merdiven altına koydukları
bir sandalyeye çakıyor beni çavuş... Dehşetli bir tokat patlıyor sokayım mı ulan şunu götüne- demir kapının ardından… Bütün
odalar dolu demek!. Karanlığa bulaşan seslerden sorgulananların
arasında kadınların da olduğu anlaşılıyor... Gürültüyle açılıp
kapanan kapıların ardından, bir odadan öbür odaya sürüklenerek
birbirleriyle yüzleştirilenlerin utançları yükseliyor… Çırılçıplak soyun ulan şunları- soyulup, utançlarını çığlık çığlığa sorgucuların
ellerine teslim edenlerin feryatlarıyla, korkunun ve nefretin
59
Timur Ertekin
boyutlarını çoktan aşan, koyu bir sadizmle bütünleşiyor gece...
Korkuya bulaşan nefretimi daha fazla tutamayıp içimde gizli gizli
kucağıma kusuyorum...
Saatler sonra gecenin sessizliğini yırtan feryatlar yerini
iniltilere -titrek titrek iç çekmeler- hıçkırıklara terkettiğinde, yine
yanı başımda bitiyor Doğubayazıt'lı it. Kirli parmakları yine
boynumda, hücreme dönüyoruz birlikte... Mihri Belli’yi elinden
bir kez daha kaçırmanın öfkesiyle etrafa tükrükler saçan sesin
önünden -yüreğim ağzımda- geçerken, yavaşladığını hissediyorum
cellatımın...
“Kim bu it!”
“Timur Ertekin komutanım!”
“Söyle ulan Mihri nerde?”
“Bilmiyorum… Hayatım boyunca görmedim onu ben…”
Birbirinin peşi sıra patlayan tokatlarla sarsılıyorum. Avını
elinden son anda kaçırmış olmanın öfkesiyle -bilinçsizhaykırıyor…
“Söyle ulan nerde dedim!.”
“Bilmiyorum…”
O’nu gerçekten bir kez olsun görmediğimi anlatmaya
çabalarken ben omzuma uzanan bir elin -sus mu demek istiyor!.sesine uyarak tepkisiz kalıyorum… Sorgucunun hırsından titreyen
elleri, göğsümde kirden, terden yapış yapış olmuş kılları -kusmuk
izleri- yolup kulaklarımın arkasında derin tırnak izleri bırakarak
yorgun, duruyor... Üstünde battaniye serili -sarı- bankın
bulunduğu, tuvaletin yanındaki küçük odaya tıkıp beni -belli ki
durumdan memnun- dışarı çıkıyor şıkırtılı it!. Göz deliğinden kapıda tıkırtılar- birileri bakıyor… “Hangi eşşoğlueşşek gözü bağlı
bıraktı bunu!.” Erdal bu!. Sorgum daktilo edilirken askerlerden
bana da çay getirilmesini isteyen...
Ertesi gün akşam saatlerinde yine gözlerim bağlı, üstü branda
60
Şamanın Üç Soygunu
kaplı askeri bir cipe bindiriliyorum. Yanımda -çözün şunun
kelepçelerini- Erdal oturuyor… Şehir içinde dolana dolana uzayan
anlamsız bir yolculuğun ardından Emniyet Sarayının önüne
geldiğimizde gözlerimdeki bantı çıkartıyorlar... Batmakta olan
güneşin ışıkları, günlerdir yetmiş beş mumluk ampullerin
aydınlığına alışan gözlerimi kamaştırıyor...
“Siz miydiniz?” diyorum.
“Kim?”
“Dün gece dayak yerken...”
Gülüyor. Emniyet sarayının yan tarafına açılan girişine birlikte
yürürken yanımızdakilere sesleniyor,
“Siz gidebilirsiniz”
“Amirim kelepçe?”
“Hayır!”
“Ama efendim?”
“Hayır dedim!”
“Amirim daktilonuz?”
“Ben taşırım!.”
Kapıdan içeri girip -idari personele ait- asansörün önüne
geldiğimizde, koltuğunun altındaki koca daktiloyu gösterip
soruyorum.
“Ben taşıyabilir miyim?”
“Neden?”
“Bilmem…”
Boğazım düğümleniyor, yutkunamıyorum!..
Uyandığımda, homurtular içinde keyifle yol alıyordu Arta…
Motorun tekdüze sesiyle yeniden uykuya dalmış olmalıyım
diyorum. Kamaranın lumbuzundan uçsuz bucaksız mavilikleriyle
bordamızı okşayarak akıp gittiğini görüp denizin, çocuksu bir
sevince kapılıyor, heyecanlanıyorum... Ne zamandır çalışan
61
Timur Ertekin
motorun ısısıyla kaynar hale gelen duşun altında şarkılar
söyleyerek yıkanıp, tıraş olduktan sonra çıkıyorum güverteye.
İleride, iskele baş omuzlukta görünen sivri kara parçasını
gördüğümde Hayırsız Burnu olmalı bu, diye düşünüyorum.
Fethiye körfezini açıktan geçiyoruz demek! Ölüdeniz'e doğru yol
alıyor olmalıyız… Arkada, teknenin kıçında, bumbanın üstünden
her iki yana gerdirilen, güneşte durmaktan sararmış brandaların
altında çoktan sohbete dalmış bizimkiler. Emin olmak için
soruyorum.
-Nerdeyiz kaptan?
-Şu sivriliklerin bulunduğu adayı geçtin miydi, Gemiler
adasına pek fazla yolumuz kalmıyo demek oluyo ağnamına
geliyo!.
-Hayırsız Burnu mu o?
-Evet, tabi ki!
-Çok yolumuz kalmadı öyleyse?
-Tabi ki, takriben altı yedi mil kadar bir yolumuz kalıyo
önümüzde. Bu da, normal olarak kırk dakka diye söylenirse de, bu
sene tekneyi karaya çekmediğimiz cihetle takribi olarak, bil farz,
bir saat yolumuz var diyebileceğiz demek ki..
-Yine de denize girmek için uygun bir saatte Ölüdeniz'de
olacağız.
-Öyle demektir...
-Demirliyecek miyiz?
-Çok zaman kalmıycasanız meselâ, alargada da kalabiliriz
icabında.
-Kalmayız, çok kalmayız, alargada kalalım!..
Hayırsız Burnu'nu geçtikten bir süre sonra, gökyüzünde renkli
noktalar halinde yükselip alçalan yamaç paraşütlerini görüp
keyifleniyoruz. Tam karşımızda cesur paraşütçülerin kendilerini
rüzgâra bıraktıkları denize bir bıçak gibi inen sarp yüzü yükseliyor
Babadağ'ın.
-Ne anlayalar bunlar şimdi böyle?.
62
Şamanın Üç Soygunu
-Biz denizden ne anlıyorsak onu kaptan!?..
Ölüdeniz'de şöyle bir dolanıp denize girdikten sonra dönüp,
Gemile Adası’na demirliyoruz. Boğaz oldukça derin burada.
Arta'nın zincirliğindeki tüm baklaları yutuyor deniz! Harabelerin
arasından denize fırlayan ağaçlara çapraz bağlanıp kıçtan, biz de
adalı oluyoruz... Irgatın boşunu aldıkça gerilen halatlarla demir
arasında, kendini sağlama alıyor teknemiz...
“Sıcak gözlemelerim var...” Daha makine susmadan,
sandallarında pişirerek teknelere gözleme satan bir aile bordalıyor
yanımıza. Peynirli, patatesli, kıymalı, sade, çikolatalı!. Kadının
gözlemeleri pişirdiği saca dolanan kirli ayaklarına, dudağından
dışarı fırlayan altın dişine aldırmadan büyük bir iştahla yiyoruz
gözlemeleri...
.-Gayrı safi millî hasılayı hesaplarken bunları da göz önüne
alıyor mu dersiniz yetkililer, diyor Engin. İki dakkada iki milyon
para topladı serbest girişimci!. Yoksa bu koca çark kendiliğinden
nasıl döner?.
-Helâldir hocam!
-Bir de teşvik primi verseydiniz heriflere bari! diye her
zamanki alaycı üslubuyla araya giriyor Murat. İki hamura iki
milyon kâğıt! Üstüne serinlesinler diye verdiğimiz kolalar da
cabası!.
-Baba sen de çok acımasızsın!
-Hadi ordan, sol romantik!..
Sıcak gözlemelerle dolu ağızlarımızda patlayan kahkahalar
papaz balıklarına yem oluyor!.. Yakıcı sonbahar güneşinin verdiği
tembelliğin etkisiyle, tırmanmayı planladığımız akropolise
çıkmaktan vazgeçip güverteye yayılmayı yeğliyoruz hepimiz…
Güneş, iskelemizde uzanan tepelerin ardında yavaş yavaş
kaybolurken, kızıllığı daha bir süre asılı kalıyor teknemizin
direklerinde... Gün batımıyla birlikte telâşımıza uygun bir akşama
koşuyoruz birlikte... Çişini etmek için az önce güverteye tırmanan
küçük kız, denize bıraktığı kırıntıları kapmak için toplanan
63
Timur Ertekin
balıkları avlamaya çalışıyor elindeki naylon fileyle… İşte bir gün
daha bitiyor diyorum yavaş yavaş kaybolurken güneş karşı
tepelerin ardında… İşte koskoca, ya da kısacık bir gün daha geçti
ömrümüzden… Derin bir göğüs geçirip, içeri sesleniyorum;
-Hayrittin!
-Sofra hazır abim.
-Yok yahu? Hadi beyler o halde, sofraya...
Hep birlikte toparlanıp, Hayri'nin bembeyaz örtülerle, özene
bezene kurduğu rakı masasına diziliyoruz…
-Döktürmüşsün yine Hayri Kaptan...
-Bu gün mangal safası abi... Bir kaç çeşit de meze, salata
falan...
-Ekmek de kızartacak mıyız?
-Kızartmaz olumuyuz hiç.
-Rakı?
-Olmaz mı?!..
Mataforaların arasından, denizden vira ettiğimiz merdivenin
üstüne yerleştirdiğimiz mangalda kızaran ekmeklerin, yeşil biber
ve domateslere geçirilen şişlerin cızırtılarla ortalığa yayılan
kokusu, rakı buharlarıyla kadehlerden gönlümüze akıyor. İşte
diyorum, hayat bu...
-Görüyor musun Ahmet, bak yine daldı gitti herif...
Bordamızda kırılan minik dalgaların sesleri tutsak günlerimin
yalnızlığına götürüyor yine beni...
-Boşver hoca, kimbilir nerelerde şimdi o...
Erdal'la yan kapıdan girdiğimiz koridoru boydan boya geçerek
ilk gün getirildiğim odanın önünde duruyoruz. Dışarda beklerken
ben, içeri giren bir gecelik kurtarıcım, görevlilere teslim ederek
beni karşı odalardan birinde kayboluyor. Az sonra yanıma gelen
64
Şamanın Üç Soygunu
biri, oturduğum bankın ayaklarından birine kelepçeliyerek
yalnızlığa terk ediyor beni... Mesai sınırlarını çoktan aşmış
memurlar girip çıkıyor yarı karanlık koridora açılan gri
kapılardan... Akşamın derin sessizliğinin çökeceği uzun bir geceye
hazırlıyorum kendimi... Göz kapaklarıma inen uykunun ağırlığıyla
başım önüme düşüyor ikide bir... İrkilerek -kim bu- gözlerimi
açtığım bir an, elleri dizlerinde, yüzümde birşeyler arayan, kara
bıyıklı bir adamın soran bakışlarıyla karşılaşıyorum...
“Sen Timur Ertekin değil misin?”
Evet anlamına gelen bir şeyler mırıldanıyorum. Yanlış
bağlamışlar seni diyerek sol bileğime bağlı olan kelepçeyi çözüp
sağ bileğime geçirirken kendi kendine konuşuyor. Ah be çocuk!
Ne olurdu söyleseydin herşeyi ilk gün… Bak şu haline... Şu
rengine bak... Dur sana bir şeyler getireyim!. Gidip içerden iki cilt
protokol defteri getiriyor, yastık niyetine kullanabileceğim. Bak ne
hale gelmişsin, tanıyamadım bir an... Koy şunları başının altına içerlerde bir yerlerde telefon çalıyor- rahat edersin... Koridorun bir
ucunda telefonun uzun uzun çaldığı odadan başını uzatan biri,
komserim diyor, telefon!. Elindeki çantayı yere bırakıp sesini
odadakine duyurmaya çalışarak bağırıyor.
“Söylesene kim arıyor!..”
Bağırdığında çatlayan sesinden dehşetle irkilerek birden
tanıyorum onu, evden alındığım ilk gün beni öldüresiye döven
adam bu!... “Söylesene orospu çocuğu nereye sakladın onları!.”
Bu benim ilk göz ağrım!…
Uykum kaçıyor... Son birkaç gündür olan bitenlere bir anlam
vermekte zorlanıyorum artık... Önce Erdal, sonra bu... Başımın
altına yastık niyetine verilen protokol defterlerini okumaya
çalışıyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız saat 11.00 de Çankaya
köşkünden hareketle Yenimahalle 5. duraktaki ilkokulun temel
atma törenlerine katılmak üzere yola çıkmışlardır. Sayın
Cumhurbaşkanımız Polonya büyük elçisini kabul etmek üzere
65
Timur Ertekin
Yenimahalle'den köşke hareketle...
Yenimahalle! Yıllar önce pazar günlerimizin kalabalık
sofralarını süslesin diye annemin hazırladığı yufkalı börekleri bir
oyun oynar gibi fırına taşıdığım, omuz omuza bahçelerinde
ağaçların birbirlerini sardığı dar sokaklardan bir daha kimbilir ne
zaman geçebileceğim... Gökyüzünü bir daha kimbilir, kimbilir ne
zaman seyredebileceğim...
Güverteden bakıldığında, henüz doğmayan ayın yokluğunu
fırsat bilen yıldızlarıyla insanı bilinmezliğin kucağına iten, tanrının
zavallı bizlere evrenin derinliklerinden küçümseyerek baktığı bir
sonsuzluk sergileniyor gökyüzünde. Alıp başını giden bir pusula
gibi hüzünlü ve sessiz akıyor samanyolu. Ve biz elimizde rakı
kadehleri, bu müthiş sonsuzluğun en ihmal edilebilir ucunda, eşi
olmayan bir ibadetin eşiğinde yitip gidiyoruz… Bizi uçsuz
bucaksız karmaşalara iten Nebula...
-Ne bu la?
-Ne, ne?
-Ne bu la...
-Nerden de bulursun bilmem ki bu benzetmeleri. Ne bu la ha?
Ha, ha!..
-Çaresizlikten Ahmet abi, çaresizlikten...
-Çaresizlik değil hocam, başka bir şey bu.
-Yazar olup başını belaya sokacak ya, ondan...
-Ne kadar acımasızsın be baba...
-Hastir gecikmiş çaresizlik! Yaz bakalım… Ayvayı yiycen yine
sonunda...
-Olsun, artık sırtım kalın!..
-Niyeymiş o?..
-Sponsorum var dağ gibi arkamda Yağmur'a, Sona'ya ve
Nurten'e bakacak...
-Kimmiş lan o enayi bunca hıyarlığın üstesinden
gelebilecek?!..
-O öyle ulu orta söylenmez her sorana. Hele böyle bir
yakıştırmadan sonra.
66
Şamanın Üç Soygunu
-Herkes miyim ben, söylenmeyecek?
-Yo estafurullah da, her işin bir ciddiyeti var yani...
-Kimmiş bu bakalım, kimmiş, kim?. Söyle de hepimiz
bilelim...
-Ankara'nın en iyi dişhekimi!.
-İbne, n'olucak!..
Olanca çekiciliğiyle, Ahmet'le beni günlerdir kıskançlıktan
çıldırtan koyu yeşil bordasıyla -pırıl pırıl- koyları bizimle birlikte
dolaşan, denizin ve güneşin kıpırtılarını bordasında seyretmekten
kendimizi bir türlü alamadığımız şu muhteşem tirhandille son
buluşmamız bu Göcek'te... Ördek yeşili kıskançlıklarımızı denizin
o muhteşem karnına terkederek yarın, gerçeklerle sarmaş dolaş,
yola çıkacağız yine... Kısa süren serseriliğimizin son gecesi bu...
-Timur Bey, yarın kaçta hareket edelim meselâ diyecektim!
Gideceğiniz cihetle yarını düşünerek anadın mı!
-Boşver kaptan, kaşıma keyfimizi bu günden?
-Senin bu dökük tarzına da ben bayılıyorum Ahmet abi.
-Sevgi ve bayılmalar karşılıklıdır Timur bey…
-Esasen bana göre hava hoş anadın mıydı. Aceleniz yoksa
meselâ, teknede de kahvaltı edebilirsiniz icabında... Hatırlatma
benimkisi...
-Dert etme kaptan, gel otur şöyle… Hiç olmazsa son gece otur
yanımızda.
-Rahatsız etmemek için tabii. Meselâ Hayri nasılsa size
bulaşıya...
-Gel, gel. Sen de gel, son gecemiz bu…
-Hayrittin!. Kaptana çay demledik mi?
-Demlemez miyiz abi. O çay içer biz rakı...
-Yok yahu!
-Albayım iyice iyileşti mi Timur Bey? Allahın izniylen inşallah
tabi ki...
Babam! Eleşkirt'te önünden geçen incecik derenin üstünde
emirerimiz Zeki'yle su değirmenleri inşa ettiğimiz evimizin
karşısındaki ilkokula misafir diye gittiğim yılların kısa boylu,
67
Timur Ertekin
tıknaz, sevgili şişman binbaşısı çocukluğumun! Kucağına
oturduğumda, sürekli sallanan bacağında iç organlarımın
sarsıldığı, güçlü parmaklarıyla okşadığı bacaklarımda cinselliğin
ilk çelişkilerini yaşadığım, annemi benden elbette daha az
sevdiğini bildiğim ama rekabet gücümün hiç olmadığı üniformalı
rakibim!. En güçlü korkularımın odaklandığı fakat, Sülfamit ve
Sulfahrin dışında mucizevî ilaçların pek ortalıkta olmadığı
zamanlarda ateşler içinde kıvranırken ben, yanımda olmasını
dilediğim, beni içine gömdüğü kat kat yorganların altında
öldüresiye terlere boğan, başımdan aşağı geçirdiği battaniyelerin,
havluların altında buğuseptilin keskin buharıyla boncuk boncuk
terlediğim anların keyfini altın dişleriyle çıkarışından duyduğu
kıvanca katlandığım o mucizevî, herşeyi bilen adam! Hâlâ emin
olamadığım, yedi kere dokuzun kaç ettiği meçhulken, karşı
yönlerden gelen trenlerin nerede buluşacağını, bir yandan
boşalırken bir yandan dolan havuzların ne zaman dolup taşacağını
bir çırpıda bulup söyleyiveren deha!. Babam!..Otuz Ağustos
törenlerine gitmek istemediğim için dayak yediğim ama altıncı
filoyu tel’in mitinglerine katılmamı şiddetle engelleyen albay!
İçeri girersen, seni asla aramam, sormam, bir gün olsun yanına
gelmem, dedikten sonra cezaevine girişimin ardından her
çarşamba görüş günlerimin değişmez ziyaretçisi olan babam!.
Harp Okulu'nu dereceyle bitirip, mühendislik tahsili için yurt
dışına gönderilecekken torpillilerin ardında kalarak fen memuru
olmayı içine sindiremeyen ve şanlı bir topçu subayı olmayı
yeğleyerek reddettiği Avrupa kontenjanının ardından piyade
okuluna gönderilmesinin acısını hiçbir zaman dışa vurmayacak
kadar onurlu, ince yapılı esmer teğmeni Türk ordusunun!. Kurmay
subay olmak için katıldığı kursun sonunda kendisine ulaştırılan
üstün başarı haberlerinin erken kıvancıyla bayram sevinci
yaşarken, resmi yazıyla tebellüğ ettiği “Başarısız oldunuz!” u
şiddetle karşı olduğu mezhep ayrılıklarına, Alevî oluşuna
bağlamayı sonuna kadar reddederek devlete ve üstlerine isyan
etmeyi aklının ucundan bile geçirmeyen, yurtseverliğinin
sorumluluğunu olanca ağırlığına ve onur kırıcılığına rağmen ömür
boyu sırtında kamburu gibi taşıyan komutanı Motorlu Piyade
taburunun! Cumhuriyet'in beyinlere kazımaya çalıştığı resmi
68
Şamanın Üç Soygunu
tarihine olan inanç ve bağlılığını, çocuklarına, adları Kavimler
Göçü ile Anadolu'ya uzanan Orta Asya göçerlerinin atalarından
ilhamla isimler bulup nüfus kütüğünde ilan eden genç askeri
Mustafa Kemal ordusunun!. Antep'in dayanılmaz sıcağında
komşumuz gümrük muayene memuru İsmet Bey'in evindeki
buzdolabından buz getirtmeyi zul sayıp, geceleri bir başına çıktığı
sınır karakolları denetiminden kan ter içinde döndüğünde, serinliği
mutfağın rutubetinde gizlenen testilerdeki sularda ve annemin
yıpranarak delinen tellerini dikiş iplikleriyle onardığı teldolabında
sineklerin hışmından koruduğu meyvalarda arayan yorgun kıdemli
binbaşısı Kilisin! Cihat Amca'nın, hasta yatağında kendisine
gönderilmek üzere yazdığı ve anneme yazdıklarını ağlayarak
okurken göz yaşlarıyla farkına varmadan ıslattığı kırışmış
mektubunda, “Sen iyi bir askersin, müteaddit belalarda
vukûbulduğu üzere bunun da üstesinden geleceğine inancım
tamdır!” diyen sözlerinin ardından göz yaşlarına ilk kez dur
diyemeyen ağlama özürlü sert komutanı ailemizin!.. Yirmi iki yıl
önce en hoyrat, en devrimci, en delikanlı günlerimde, ihanetin
kucağına düştüğünden emin olduğum günlerden bu güne uzanan
utancımla, şimdilerde, “Van sınır tugayından çevre birliklere
demiryolundan teçhizat sevkinde, göbekli kürt mütahidin tartılan
her silah ve mühimmat başına fazla yazmanızı teklif ettiği artı
kiloları içinize sindirseydiniz eğer, şimdi elbet bizim de parasal
sorunlarımız olmaz, onursal sorunlarımız olurdu!” diyerek keyifle
takıldığım, kırk dokuz yaşımın en yürekli ve en gözüpek emekli
albayı babam!..
Şimdi tam karşımda, az önce yine sorguya mı
götürülüyorumun telâşıyla tedirgin adımlarla girdiğim birinci şube
müdür muavininin odasında oturuyor!. Hani hiç gelmeyecekti?.
Bir yandan kucaklayıp olmayan saçlarımı okşarken bir yandan ardı
arkası kopuk cümleler dökülüyor şimdi dudaklarından...
“Nasılsın? Dur bakayım, rengin solmuş biraz... Merak etme, adalet
yerini bulacaktır er geç bundan eminim... Kasıtlı bir suçun
olmadığını herkes biliyor!..”
Bütün bunların doğru olmadığını düşünerek bir kez daha
69
Timur Ertekin
ürperiyorum... Gerçek olduğunu nasıl söylerim ona? “Bak, annen
temiz çamaşır yolladı!” Bir şeyler düğümleniyor boğazıma
yutkunamıyorum! “İnançlarına ve kendine olan güvenini asla
kaybetme!.”
Haketmediği yakıştırmalarımın sonsuz utancıyla göz yaşlarım
yüreğimin derinliklerine akıyor!. Babam!..
-İyileşti kaptan iyileşti, çok şükür...
Ertesi sabah teknede kahvaltımızı ettikten sonra, çam
ağaçlarıyla sarmaş dolaş koylarına doyamadığımız Göcek'ten
ayrılıp, Ankara'ya dönmek üzere Dalaman hava alanına doğru yola
çıkıyoruz...
Dönüş hazırlıklarıyla birlikte iş ilişkilerinin ciddiyeti geliyor
yine gündeme, herkes işyerini, sekreterini arıyor... Ben de...
-Merhaba Bilge'ciğim. Var mı arayan soran?
-Janset hanım aradı. Bir arkadaşına randevu almak için aramış.
Siz dönünce tekrar arayacağını söyledi...
-Kim olduğunu söyledi mi?.
-Handan!. Handan Hanım diye biri, soyadını bilmiyorum.
Değişmez sorunlarıyla sancılarıyla bizi bekliyor Esenboğa'da
Ankara. Rutinitimizin vazgeçilmez başkenti, Türkiye'mizin
sekteikalbi Ankara...
-Beni de eve kadar bırakırsınız artık ha?.
-Bırakmaz mıyız!.
Şamanın Üç Soygunu
Gecenin karanlığında parlayan kızıl stop lambalarının ışıkları
akan trafiğin içinde kaybolana dek bakıyorum arkalarından. Sonra
ağır bahçe kapısını aralayıp eve doğru yöneliyorum. Ellerimi
dolduran çantaları, hâlâ deniz kokan oltamı, torbaları yere bırakıp
anahtarlarıma uzanmadan daha Nurten’in uyku dolu gözleri
karşılıyor beni açılan kapının ardından..
-Sen daha yatmadın mı karım?!..
-Seni bekledim...
-Yağmur?!.
-Uyuyor...
Salondaki kanapenin üstünde, derin geceyarısı uykularının sırıl
sıklam ıslattığı saçlarına yayılan melek kokularıyla, pembe göz
kapaklarına tanrının şefkatle dokuduğu ince eflatun çizgileriyle
uyuyor bebeğim!.. Uzanıp koklayarak boynundan, kızarmış pembe
yanaklarından hasretle, dolu dolu, doya, doya öpüyorum onu...
-Çok özledim yavrumu.
-O da canım, o da seni çok özledi! Bu defa ağlamıycam
diyordu ama telefonda sesini duyunca dayanamadı yine...
-Canııım!. Çok seviyorum O'nu çok!... Aşığım ben kuzuma...
-Ya annesine?!..
-Aşkın ölümüdür birliktelikler diyen ben miydim yoksa?
-Tatil dönüşüne yakışmayan bir ciddiyet bu!..
-Haklısın evet... Kötüydü üstelik...
***
Geziden kalan son kırıntıların keyfiyle gülüşüyoruz!... Evin
önüne geldiğimizde geciken sonbaharın geceye erken inen
serinliği, ince bir telâşla örtüyor yazdan kalma günün sıcaklığını...
-Nurtop'a da selam söylersin artık bizden.
-Söylemez miyim!?.
70
71
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
Ertesi gün muayenehanenin telefonunu uzun uzun
çaldırdığımda saat onbire geliyordu. Bilge'nin bu saatte orda
olmaması mümkün değil diye düşünürken açılıyor telefon.
-Timur beyin mu...
-Merhaba sevgilim, nasılsın?
-İyiyim Timur bey siz nasılsınız?
-İyiyim yavrum, var mı arıyan soran?
-Handan Hanım Timur Bey, Janset Hanımın arkadaşı!
Onsekiz otuzda gelmek üzere randevu aldı bugün. İlk hastamız
onüçde, Mete Bey. Sonra onüç otuzda Cavidan Kök, ondörtte
Altay Gökakın, ondört otuzda Ali Nun, Onbeşte Arzu Nuhoğlu,
Onbeş otuzda.....
“Handan Hanım Timur Bey! Janset Hanımın arkadaşı!” Neden
bu adı duyunca birdenbire korkuya -müthiş çekici bir kadındırkapılıyorum?!. Şaman!.. Yoksa yine buralarda bir yerlerde mi
dolaşmaktasın?!..
72
73
Timur Ertekin
Binlerce defa inanmıyorum dediğim boş inançlarımın geri
dönüşüyle irkiliyorum!.. Urumsaray'da, üstünde eski tip bir
radyonun durduğu ince ayaklı sehpanın arkasında yükselen
duvarda Hasan'la benim, Hz.Ali'nin, odadakileri sürmeli
bakışlarıyla süzen o bildik resminin iki yanına asılı başkaldırı
fotoğraflarımızın sancısıyla nefes nefese geçirdiğim o müthiş gece
geliyor gözlerimin önüne!. Melek Ana'nın üstüme serdiği ağır yün
yorganın karanlığına gizlenerek kurtulmayı başaramadığım, iğreti
bir cesaretle masanın üstüne iliştirdiğim o yuvarlak taşın
kulaklarımı delen sessizliği deli ediyor beni. Yirmialtı yıl sonra,
ayrıntıları aklımdan silinmeyen, birbirinin peşi sıra geleceğini
sonradan öğreneceğim belaların korkusuyla yaşanılan rüyalardan
sıyrılarak ter içinde -Şaman!- uyandığım o berbat Urumsaray
sabahının gerginliğini yaşıyorum içimde yine!.
-Son hasta kim demiştin?
-Handan Hanım Timur Bey, Janset Hanımın arkadaşı...
Saat tam onsekizotuzda kapı çalınıyor!. İnce uzun boyu, kızıl
saçlarının sivriliğini örtemediği grek burnu, iri göğüslerinin hemen
altında daralarak inceliği iyice belirginleşen beli ve uzun
bacaklarının üstünde sonsuza yönelen bakışlarıyla daha çok bir
yabancıyı andırıyor korkularımın kadını!. Kini yüce dağları aşan
Şaman’ın önüme serdiği bitmez tükenmez tuzakların sonuncusu
sizsiniz demek!.
-Merhaba, ben Handan!..
-Geleceğinizi -adınızı nasıl unuturum- söylemişti Janset,
nasılsınız?
-Bilmem? İyi olmam gerektiğini düşünüyorum ama...
-Bir dişhekiminin muayenehanesinde bundan daha hoş bir
beklenti içinde olunamaz zaten... Lütfen içeri girin.. Oturmaz
mıydınız?
Sıcak ama karşısındakini mesafeli olmaya zorlayan, saklı bir
kariyeri olduğunu anlatan gözlerle bakıyor!. “İzin verirseniz, size
geliş nedenimi anlatarak başlamak istiyorum söze!.” İnsana sanki
74
Şamanın Üç Soygunu
önceden hazırlanmış hissini veren uzun cümlelerle sürdürüyor
konuşmasını. “Öncelikle eşimin ve tabi benim, bize yardımcı
olabileceğinizi düşündüğümüz ciddi sorunlarımız var!” Demek bu
zarif hanımefendiyle tanışmakla sınırlı kalmayacak ilişkimiz…
Eşiyle de tanışacağım demek.
-Anlatmıştır herhalde Janset!?..
Hayır anlatmadı! İnsanın başını belâya sokacak kadar güzel,
elli yaşında bir adamın aklını başından alacak kadar çekici,
esaretinizin emrine giren -muhtemel- herkesi çıldırtan çekim
alanınızın karşıkonulmazlığından söz etmedi hiç…
-Eee, elbette anlattı… Biraz....
-Yapılması gereken bir iki dolgum var ama size gelmemin
başka ve önemli bir nedeni var. MS hastası eşim. Zaman zaman
alevleniyor
biliyorsunuz...
Janset'le
konuşurken
MS'le
ilgilendiğinizi duydum. Artık MS nedeni olduğu tartışılmıyor olsa
da, eşimin ağzındaki amalgam dolgulardan kurtulmasını
istiyorum!. O nedenle sizden yardım istemeye karar verdim..
-Evden dışarı çıkabiliyor mu eşiniz?
-Yazık ki hayır! Tekerlekli sandalyeye bağımlı şu sıralar..O
nedenle de zaten...
-Buna üzüldüm!..
-………
Bu kadar ölçülü biçili, uzun cümlelerle konuşabilen birisinin
nasıl oluyor da nezaketen yanıtlaması gerekenleri duymazdan
gelip suskun kalabildiğine şaşarak üsteliyorum;
-Kötü şans! Üzüldüm gerçekten…
-……………..
Cevap vermiyor!. Hiçbir işe yaramayan yapay inceliklerin
sığlığında bilerek oyalanmak istemiyor belki… Belki de
kendilerine acıklı gözlerle bakılmasına dayanamadığı için cevap
vermiyor… “Keşke size yardımcı olabilseydim” lere karşı
75
Timur Ertekin
hazırlıklı olmanın verdiği bilinçli bir sağırlık mı yoksa bu!.
-Janset'in dostu benim de dostumdur, kaygılanmayın…
-Bunu biliyorum. Aslında sizi iyi tanıyorum!. Janset sizi,
geçmişinizi, uzun uzun anlattı bana.. O nedenle bu kadar rahat
aktarabiliyorum size içimdekileri. Umarım bu arada zor duruma
düşürmüyorumdur?!.
-Hayır, hayır!. Bir kahve içer miydiniz?
-Zahmet olmazsa eğer...
-Olmaz, elbette olmaz!. Bilge kahvenizi hazırlarken ben de
dişlerinize bakarım.
-Ben de ne halde olduğunu öğrenirim dişlerimin..
-Bilge’ciğim Handan Hanıma bir kahve hazırlayabilir misin?
Nasıl olsun isterdiniz, kremalı, sütlü?
-Sütsüz, kremasız ve şekersiz lütfen...
Birlikte muayene odasına doğru geçerken gözlerinde beliren
sessiz telâşı fark edip, “dişçiden korkar mıydınız yoksa” diyorum
“Korkmayın, ne kendimin, ne de başkalarının canı yansın isterim”.
Suskun kalıyor yine...
-Sağlıklı bir ağız. Bir iki küçük dolgunuz var yapılması
gereken o kadar.-Ama bu gün olmasın!.
-Nasıl isterseniz! Size hiç yakışmayan şu eklentilerden
kurtarayım bari dişlerinizi..
-Pekalâ, teslim olduk bir kere, n’apalım...
Koltuğa uzandığında vücudunu saran dekoltesi derin yuvarlak
yakalı bodynin altında iyice belirginleşen göğüslerin uçlarıyla
tanışıyorum! Derin nefeslerle korkusunu yenmeye çalışırken
yükselen meme uçlarına dokunuyor ister istemez kolum.
Olağanüstü çekiciliğinin tuzaklarında şaşkın -ne yapıyorum benkayboluyorum...
Şaman!..Yıllardır peşimi bırakmayan kızgın soluğunla bir kez
daha kavrulmak, kurduğun tuzaklara bir kez daha düşmek
istemiyorum artık! Bu kadından, iri göğüslerinden uzak
76
Şamanın Üç Soygunu
durmalıyım... Aklımdan geçenleri gözlerimden okuyabileceğinin
telaşıyla Bilge'ye sesleniyorum. “Bilge'ciğim bir aspirin verebilir
misin bana!.” Her heyecanlandığımda deliler gibi ağrıyan başım,
çocukluk günlerimin sancılarını taşıyor hâlâ...
“Başım ağrıyor!”
“Nehe ki?!.”
“Bilmem, ağrıyor işte!..”
Büyüklerin hışmından bucak bucak kaçtığımız cinsel
arayışlarımızın edepsiz telaşıyla kumların üstüne çizdiğimiz, bacak
aralarına
çocuk
parmaklarımızla
oyduğumuz
pıttıkları,
avuçlarımızın arasında şekillenen memeleriyle Fırat'ın lığlarında
yarattığımız kadınların derinliklerine salıverdiğimiz pipilerimizin
diriliğiyle sevişirken, ağrıyan başıma İbo'nun kayıtsız şartsız
kabullendiğim bilgeliğinden yardım dileniyorum..
“Başım ağrıyor!”
“Ohh, ohh! Has oliy he mi, essah karı kimin!?.”
“Başım ağrıyor dedim!.”
“Süttüklesena!..Bi pohun galmaz!...”
Toprağa dolana dolana akan nehrin lığlı suların kucağına dolu
dolu işeyip, sünnetsiz çüklerimizin derisini yukarı doğru çekerek
arasına giren kumları temizliyoruz bir bir...
-Tylenol ister miydiniz?
-Hayır, hayır, aspirini seviyorum ben!. Ne zaman görüşeceğiz?.
-Ne zaman isterseniz!. Ama sakıncası yoksa, eşimle sizi
tanıştırmadan önce bir öğlen ya da akşam yemeğinde birlikte
olmak, eşim hakkında konuşmak isterdim sizinle... Biliyorsunuz
inanılmaz kırılgan oluyor MS hastaları!..
-Biliyorum, çok iyi biliyorum... Ne zaman isterseniz!. Hatta
uygun olursa, bugün olduğu gibi, son hastanın ardından bir akşam
yemeğinde belki...
-Neden olmasın? Eğer ben son hastanızsam, yani başka
hastanız yoksa eğer, sizi bekleyebilirim. Taksi durağına kadar
77
Timur Ertekin
laflamış oluruz hem.
-Arabanız yoksa sizi ben bırakabilirim.
-Aa, evet, aslında çok yakın evim ama... Mesnevi'de
oturuyorum... Zahmet olmazsa tabi!...
-Yine de taksi durağına kadar birlikte yürümemiz gerekecek.
Eşiniz kadar vahim olmasa da ciddi şikâyetleri olan bir dişçi
buldunuz kendinize. Annanemden miras, sevimsiz bir hastalığım
var, amfizem. O nedenle arabamı yukarılarda bir yerde park
ederek taksiyle idare ediyorum durumu...
-Siz de pek çokları gibi beterin beteri var sözünün ardında
gizlenen yalın gerçeğin, şükürler olsun diyebilmenin ne anlama
geldiğini bilmiyorsunuz demek!..
-Bilmem.. Belki de haklısınız...
Tunalıhilmi Caddesi’nde, trafik polislerinin korkusuyla henüz
indirdikleri müşterilerinin geri dönüşünü bekliyormuş gibi yaparak
iş bekleyen taksilerden birine biniyoruz birlikte. Yanına
kurulduğum şöföre Paris Caddesi diyorum. Kuğulu parkın
kalabalığının arasından, Ankara’nın yoğun trafiğine katılıyoruz biz
de!. Yazanlar Sokakla Paris Caddesinin kesiştiği noktaya
geldiğimizde köşedeki polis kulübesinin önünde durmasını
söylüyorum şöföre...
-İşte buralarda bir yerlere park ediyorum her gün arabamı!..
-Yazanlar Sokak!.
-Evet Yazanlar Sokak.
Koltuğumun altında dosyalar, şöför mahalline nefes nefese
yerleştiğim yerden uzanarak açtığım kapısıyla Fransız Elçiliğinin
duvarı arasında sıkışan daracık yerden akıveriyor arabaya!.
İnanılmaz çekiciliğinden kaçırarak gözlerimi, otururken elimde
dağılan dosyaları toparlamaya çalışıyorum. “Şunları tutar mıydınız
lütfen?!” Kucağımdaki dosyalara uzanırken açılan eteği, diz
kapaklarından ince uzun bacaklarının derinliklerine -deliren ağrısı
başımın- doğru kayıyor!. Dağılan dosyaları kucağında
toparlamasını bekleyip yola çıkıyoruz. Alman sefaretinin vize
işlemlerini yürüttüğü büronun önünden hızla geçip sola dönerek
78
Şamanın Üç Soygunu
yukarıya, Şili Meydanı'na, Cinnah caddesine yöneliyorum.
-Bu kadar yakında oturmak zorunda mıydınız, diyorum. Daha
iki laf edemeden!.
-Çocukluğum buralarda geçti benim. Annem de az ilerde
oturur, Karpiç'in tam karşısında...
Mesnevi Taksi’nin önüne geldiğimizde, ben ineyim burda,
diyor... Şu geniş balkonlu evde oturuyorum, dördüncü katta..
Demek sevgili eşi ile tanışmak için buraya geleceğim!..
-Asansör var mı?.
-Yazık ki hayır. Bu yakınlarda uygun bir yer arıyoruz biz de
taşınmak için. O güne kadar bulamazsak, geldiğinizde oldukça dik
merdivenlerimizi çıkmak zorunda kalacaksınız siz de..
-Bu zavallı ciğerlerimle mi?!.
-Unutmayın beterin...
-Özür dilerim, özür dilerim!..
-İyi akşamlar diyeyim size o zaman. Eşimle konuşup
arayacağım sizi, yarın!.
-Peki, yarın görüşmek üzere o zaman!...
Tam hareket edecekken ben, arabanın kapısını tekrar açıp
göğüslerinin diriliğini sergileyen bir eğimle sarkarak, “Sizi
tanıdığıma sevindim” diyor. Telefon edip Janset'e özellikle
teşekkür edeceğim!. Apartmana girinceye kadar bekleyip -el
sallıyor- öyle hareket ediyorum. Mesnevi'nin sonundan Dikmen
caddesine dönerken her zaman yaptığım bir şeyi unuttuğum
geliyor aklıma. Evi aramalıyım!. Yeni çıkan trafik yasasına inat
cep telefonunu kullanıyorum.. Yağmur'un yumuşacık sesi
telefonda!..
-Alloo?!..
-Yavrum!
“Babacım”ların kırıtışıyla yetinmeyerek üstüne basa basa ağız
dolusu cevaplıyor.
-Babbam!.
79
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
-Cannım!.. Sana geliyorum yavrum!. Sor bakalım annene,
gelirken bir şey istiyor mu?
-Aaanneee... Babişkoo...
Olanca şımarıklığıyla içeriye, annesine seslenirken soruyorum.
-Benim güzel yavrum ne istiyor peki babasından?!..
-Mımmm.. Çiklet!. Çiklet istiyorum. Bi de açık gözlü
şekerlerden var ya işte onlardan!
-Peki kuzum, alırım!. Peki ya annen? Bir şey istemiyor mu?
-İstemiyo! Çabuk gelsin diyo!...
-Söylediklerini alıp geliyorum hemen...
Sekizinci caddenin ortalarında bir yerlerde park edip eski
adıyla Körfez Pastanesi’ne giriyorum. Yılmaz Pastaneleri! “Ne
istemiştınız?” Kibar olmaya çalışırken kelimelerin sonlarındaki
i’lerin noktalarını yutan aksanıyla gülerek karşılıyor çalışanlardan
biri.
-Çiklet istiyorum, her çeşitinden. Bir de açık gözlü şeker.
-Efendim?!..
-Şunlardan, şu ortası delik naneli şekerlerden...
***
Ertesi gün,
hazırlanıyoruz....
akşam
yemeğine,
Jansetler’e
gitmeye
-Hadi artık geç kalıyoruz!
-Evet ama kızına bir şeyler söylemelisin önce. Saçlarını
taramama izin vermiyor bir türlü!..
Minik ailemizin bildik gerginliklerini aşarak atıyoruz
kendimizi sokağa. Özel giysileriyle olağanüstü ciddi, nazik ama
dikkatli olmaya çalışan tavırlarıyla kimlik soran görevlilerin
arasından süzülerek giriyoruz MİT'in Demetevler'deki sosyal
tesislerine! Buraya ilk gelişimde, Mehmet’in ince ince dalga
geçtiği -nasıl buldun suyun bu yüzünü- o tuhaf paniği
yaşamıyorum artık!..
-Mehmet Bey bekliyordu bizi!
-Adınızı öğrenebilir miyim?
80
81
Timur Ertekin
Bazen matrak bir tiyatro gibi yaşanabiliyor demek hayat!..
Yıllar önce ölümü göze alıp savaşırken kucağına düştüğümüz,
geceler boyu süren sorgularında tir tir titrediğimiz sistemden
gördüğüm bu ince kabulün keyfiyle alaycı bir gülüş takılıyor
dudaklarıma...
-Buyurun efendim, geçin!.
Çapraz konulmuş sarı boyalı bariyerlerin arasından zorunlu bir
“S” çizip geçerek restoranın önündeki park yerine yöneliyorum.
Dış görünüşüyle diğer binalardan pek farklı olmayan, daha çok
etrafta yükselen çok katlı yapıların arasına sıkışmış güdük bir
dispanseri
andıran
misafirhanenin
geniş
basamaklı
merdivenlerinden inip restorana açılan kapıyı araladığımızda, karşı
masalardan birinde olanca zarafetiyle bizi bekleyen Janset'i
buluyoruz karşımızda. Annesinin yanından fırlayarak koşa koşa
yanımıza gelen Ayşe'yi kucaklayıp sarılıyorum. Ayşe’m, güzel
Ayşe’m, seni öpebilir miyim?. Sıkıştıra sıkıştıra öperken ben kıkır
kıkır gülüyor Ayşe!. Sonra Janset’e dönüp her karşılaştığımızda
söylemekten kendimi alıkoyamadığım olağanüstü hoşluğunu bir
kez daha dile getiriyorum.
-Janset, ne kadar güzelsin!
-Bütün çerkez kızları güzeldir!. Değil mi Nurten?
Janset'i onaylayıp, yüzünde şaka olduğunu belli eden kırgın bir
ifadeyle, bu soruyu yanıtlaması gereken ben değilim o, diyen
bakışlarla süzüyor Nurten!..
Elbette, diyorum, ama bazıları çok daha güzeldir, tıpkı senin,
Nurten'in farklılığında gizli olduğu gibi... Yerini kahkahaya
terkeden gülücüklerle çınlıyor yüksek tavanıyla devletin ihtişamını
anlatan boş yemek salonu!. “Mehmet gelmedi mi?” diyor Nurten.
Benden onbir yaş küçük olmasına rağmen Mehmet'ten söz ederken
benim gibi soyadını kullanmaya, ya da abi vs. demeye
zorlanmadan adıyla seslenişi hoşuma gidiyor Nurten'in.
82
Şamanın Üç Soygunu
-Gelir şimdi. Öyle çalışıyor ki şu sıralar inanamazsınız!. Geri
dönmekle iyi mi ettik, kötü mü ettik diye soruyorum bazen kendi
kendime!..
-Elbette iyi ettiniz, ben ve Nurten yalnızlıktan korkarız
biliyorsun!
Gülüşüyoruz!.. Çok geçmeden yüzünden eksik etmediği sıcak
bakışlarıyla, kapıda bekleyen görevlinin saygıyla eğilerek açtığı
kapıdan içeri giriyor Mehmet..
-Selam çocuklar! Çok bekletmedim umarım?!.
-Yo hayır, biz de yeni geldik sayılır. Dedikodu kazanını
kaynatıyordu bizimkiler. Öylesine kaptırmışım ki kendimi,
zamanın nasıl aktığının farkına varmadım desem yalan olmaz!..
-Aşkolsun Timur'cuğum! Hoşlanmadığımı biliyorsun bu tarz
yakıştırmalardan, diyor Nurten.
-Allahaşkına söylesene Mehmet, bizi dedikodu yaparken
gördün mü hiç diyerek alınganlık zincirine Janset de katılıyor
Nurten'in ardından.
-Hayır,
hayır
hiç
görmedim.
Genellikle
durum
değerlendirmesiyle sınırlı kalır seninkiler!..
-Çok kötüsün Mehmet'cim, aşkolsun!. Sonra bana dönüp kırgın
bakışlarını gizleme gereğini duymadan ekliyor. İkinizin de alacağı
olsun!..
Üzerinde soğuk mezelerin bulunduğu küçük tabaklarla
donatılmış servis masasını özenle yanaştıran garsonun ne
emredildiğini soran bakışlarıyla birlikte yol açtığım minik
gerginliğin kırıntıları hızla terkediyor masayı. Eveet, seçin bakalım
diyor Mehmet, çocuklar için de birşeyler söyliyelim. Nurten'le
Janset mezeleri seçerken beklemeden rakılarımızı doldurup keyifle
yudumluyoruz. Şerefe!.. Bileğinin üstüyle ıslanan bıyıklarını
silerken soruyor. Anlat bakalım Timur'cum, nasıl gidiyor hayat?!..
-Kıvırabileceğimden henüz pek emin olmadığım bir işle
cebelleşerek! Bir şeyler yazmaya çalışıyorum, bir roman!.
-Nasıl bir roman?!..
83
Timur Ertekin
-Yetmiş iki, yetmişdört arasında yaşanılanlardan yola çıkarak
bu günü, bu günün insanını sorgulayan nerdeyse otobiyografik bir
roman!..
-İçinde siyaset olacak yani...
-Elbette! Siyasetin karmaşası içinde yükselen ya da
kaybolanların ara hallerini anlatan, acı ya da hasret çeken
insanların bu güne kadar dile getirilmeyen açmazlarını anlatan bir
roman olacak kıvırabilirsem!..
Yanıbaşımızda, konuşulanları özel bir dikkatle dinliyen Nurten
sabredemeyip “Başını yine belaya sokmak istiyor yani” diyerek
giriyor araya!..
-Canım niye başım belaya girsin?..
-Girmez mi? Gerçeğin romanını yazmak kolay mı bu ülkede?
Birileri polis diyecek, birileri devletin manevi şahsiyetine dil uzattı
diyecek, birileri dönek, birileri hain diyecek, canına kastedecek!
Neymiş, eşim roman yazıyor!?.. Hadi canım!. Riskiyle kazanımı
denk işlerle uğraşmalı insan!. Yazar çizer takımının hali ortada.
Yarın başına bir şey geldiğinde kimin sahip çıkacağını sanıyorsun
yazdıklarına? Don Kişot olmaya soyunurken Rosinante gibi
sersefil kalmak da var ortada!. Ben korkuyorum!..
-Yaşar Kemal de korktuğunu söylüyordu televizyonda!
Korkmak başka, yazmak başka! O yazıyor!
-O Yaşar Kemal! Ya sen?..
-Forse altri cantera con miglior plettro!* Kemal-i afiyetle
yiyeceği iki lokma ekmeğiyle rakısı karısı tarafından burnundan
getirilmeye çalışılan bir yazar! Ha, ha, ha!..
-Ukala ne olacak! Üstelik Don Kişot'u ezberleyen yalnız sen
değilsin!..
-Janset de Nurten gibi düşünseydi demek fena yanmıştım ben
de ha?!. Ne dersin Timur?!.
-Vallahi aynen öyle olurdu! Gerçekten...
-Peki, cezaevi anıları gibi bir şey mi çıkacak sonunda?
*
Başkaları bu türküyü daha iyi çağıracaktır elbet! (Don Quijote)
84
Şamanın Üç Soygunu
-Bir bakıma evet! Bir benim bildiklerim var. Bir de yıllar sonra
başkalarından dinlediğim gerçekleri anlatan hikayeler!.
Kızıldere'de Ertuğrul'un yakalanışını dinlemiştim sizden mesela!..
Çatışmadan bir gün sonra samanların arasından sağ çıkmasının
akıl alır bir yanı olamayacağını düşünüyordu herkes o zaman.
Kimi keskinlerin eline geçseydi eğer, devletin yapamadığını yapar,
yok ederlerdi polis diye!. Ama sizinkiler ertesi gün gazetelerin ilk
sayfalarında boy boy yer alan ölüm haberini gösterip sen öldün
diye keyifle sırıtarak direncini kırmakla meşguldüler belki
Ertuğrul'un! Bugün de aynı şeyler oluyor! Devletin onaltı yıla
mahkum ettiği dünyalar güzeli bir genç kız, sorguda konuştu diye
arkadaşları tarafından şişlenerek öldürülebiliyor! Yazılması
gereken, anlatılması gereken işte bu, bunlar!.. Oysa herkes biliyor
sorguda konuşulduğunu!..
-Belki de en az o konuşmuştur. Bir olay olur, bakarsın en az
sorumluluğa sahip olanlar en fazla direnci gösterirler. İnan bu
böyledir. Lider konumunda olanları söyletmek için çoğu zaman
zor kullanmak gerekmez!.. Olan garibanlara olur...
Sıkıntıyla oturduğu yerden doğrulup, “Biz çocuklarla biraz
dolaşalım” diyor Janset. Bu tür konular açıldığında ortaya çıkan
rahatsızlığını gizlemiyor. Mehmet'le beni masada yalnız bırakıp
çocukları alarak dışarı çıkıyorlar Nurten'le...
-Bu işin bir mağduru olarak o dediğiniz tezgahtan geçip de
konuşmayacak pek fazla insan olduğunu düşünemiyorum ben de!.
-O mümkün değil!. Her insanın bir direnci hatta bir direnme
biçimi vardır o kadar!. Bir insanı alıp kapatsan bir yere ve hiç
konuşmasan, en ufak bir şiddet uygulamasan, bir süre sonra
benimle konuşun diye yalvarır. İki kelime edebilmek için anlatır
tek tek. Fantezi gibi geliyor insana ama gerçek bu...
-Oldukça geniş bir zamana ihtiyaç duyulan bir gerçek ama!..
-Öyle tabii!.
-Sorguda zor unsuru onun için mi kaçınılmaz oluyor?
-Her zaman değil! Ben kendi kitabımda da yazdım, sorgu bir
sanattır diye. Özel durumlar, anlar vardır!.. Sen doktorsun bilirsin.
Hastayla hekim arasında gelişen farklı bir duygusallık doğar kimi
85
Timur Ertekin
zaman sorgulananla sorgulayan arasında.. Sorgu sırasında aşık
olan genç kızlar olduğunu bilirim! Öyle ezilmiş, öyle ilgiye
susamış olurlar ki, adam gibi yaklaşan, günaydın diyebilen birine,
sorgulayanı da olsa farklı duygularla bağlanır, zor altında
söylemediklerini dökerler bir bir!. Böyle bir yığın örnek
verebilirim sana!. Fakülteden göz aşinalığım olan birini almışlardı
bir gün sorguya. Epey eziyet etmişler ezmişler ama
konuşturamamışlardı. Sonra ben girdim devreye. Olanı biteni
anlattım!. Birlikte göz altına alınarak sorgulanan arkadaşlarının
her şeyi anlattıklarını, söylememekte direndiği pek çok olayı zaten
bildiğimizi, o nedenle direnmesinin kendine eziyet etmekten başka
bir anlamı olmadığını arkadaşlarının imzalı ifadelerini göstererek
anlattım. O ana kadar direnen adam bir anda çözülüverdi! Bu gün
olsa yapmam tabi ama gençlik vardı o zaman, elbiselerini getirtip
akşamları dışarıya çıkartır meyhaneye, rakı içmeye götürürdüm
O'nu!.. Gecenin bir yarısı geri dönerdik. Ertesi sabah, kafa
çekerken meyhanede dillendirdiklerini olduğu gibi dökerdi
ifadesine!..
-İşte bu roman!..
-Öyle!
-Peki ya şiddet?
-Yapmadım desem yalan olur. Mesela bir keresinde çok kötü
dövmüştüm birini. Ama öyle böyle değil! İnsanın bazen kendini
kaybettiği oluyor. Gözümün içine ısrarla bakıyordu dik dik. Hani
ananı, der gibi! Kendimi kaybetmişim, zor aldılar elimden!.. Kötü
tabi, insan her zaman soğuk kanlı olamıyor!...
-Bir de olmamaya çalışanlar var. Ben karşılaşmadım ama Ümit
Hürdal adını duyunca bir tuhaf oluyorum hâlâ!..
-O da şimdi çekiyor! Bin türlü hastalığı var!..
-Nurten! Sen nerden çıktın yine?
-Arada bir sizi kontrole geliyorum! Şaka, şaka, Yağmur'un
ceketini almaya geldim. Dışarısı serin biraz. Gidiyorum, endişe
etmeyin!. Rahat konuşursunuz yine!..
Devam ediyor Mehmet.
86
Şamanın Üç Soygunu
-Kolay değil tabii.. Adamı suçüstü enselemişsin, suç işlemiş
yani! Sonu herkes için felakete gidecek olan bir noktada
yakalamışsın ve konuşmuyor! Bir varsayım olduğunu düşünsen
bile nasıl engelleyebilirsin böylesine karanlık bir suikast
hazırlığını meselâ?!. Şiddet girer tabi işin içine ister istemez!.
Haklı da olursun!. Üstelik bu her iki taraf için de geçerli bir tehlike
alanındır!. Çünkü bilirsin! Anında müdahele etmez ve bu alanı
daraltmazsan eğer, her iki taraftan da başka birilerinin canı
yanacaktır sonunda! Bu gibi işlere soyunanların biraz da
sonuçlarına katlanmaları gerekir, öyle değil mi?!..
-Doğru adamı yakaladıysanız tabii...
-İyi bir istihbarat yapılmadıysa risk unsuru artar!.. Masum ya
da birinci derecede sorumlu olmayan pek çoklarının da canı
yanabilir!..
-Peki korkunç değil mi bu?
-Öyle!. Satranç gibi sonuçları masada kalmayan, kötü bir
savaş!.. Ama her zaman zorla, kaba kuvvetle baş edemiyeceğin bir
savaş bu!.. İşkenceyle ortaya çıkaramazsın her şeyi. Mesela o
meşhur Ziver Bey köşkünde göz altına alınanlardan pek bir şey
çıkmayabilirdi ben olmasaydım! Gözlerden kaçan bir ayrıntının
izini sürerek ortaya çıkardık Mahir'in ordu içindeki faaliyetlerini.
Eğer önü alınmasaydı kurulu düzeni çok ciddi bir biçimde
sarsabilecek olan bir ihtilal hazırlığı ortaya çıkamayacaktı. Olağan
üstü radikal kararlara gebe bir darbenin ardından, çok canlar
yanacak, belki çok adam ölecek, çok cana kıyılacaktı!.. İkide bir
demokratik sistemin önünü kesen, istenmedik sorunların
doğmasına büyümesine yol açan askeri darbelerin sıkıntısından
söz etmiyor muyuz hâlâ! Demokratik sisteme artık müdahale
edilmemesi gerektiğini savunmuyor muyuz!.. Ordu içinde derin
hesaplaşmaların gündeme geleceği bir darbe olasılığını düşün bir
de!. Bir düşün, sonuçları ne olurdu!.. Bu gözle baktığın zaman
ayrıntılar tayin edici olur! Sonuç olarak yarı sivil bir cuntayı,
askeri darbeye yol açacak bir zemini bilerek hazırlayan pek çok
sosyalist tanıdım ben!..
-Toplumsal huzuru, bireysel hakların, özgürlüklerin önünde
görüyorsunuz siz de?!..
-Benim için kesinlikle öyledir!..
87
Timur Ertekin
-Yani, toplumsal çıkarlar adına bireylerin acı çekebileceği
anlamına mı geliyor söyledikleriniz?!.
-Elbette!..
-Peki amaç buysa, nerede ayrıldığınızı söyliyebilir misiniz?.
Kim adına birbirimizi yediğimizi anlatabilir misiniz?.
-Toplumsal huzuru bozan her eylemin karşısında olurum ben.
Bunun sizin sosyalizan bakış açınızla bir ilgisi yok!. Yasal
olmayan bir şeyler dönüyorsa ortada bunun haklılığını tartışmam!.
Benim görevim yasalar çerçevesinde bu duruma müdahale
etmektir...
-Yasalar zor altında ifade almayı da yasaklıyor ama...
-Yasal olmayan işler yapıp, yasaların ardına gizlenmeyi de
yasaklıyor yasalar!.
Uzun süren benzer konuşmaların ardından, Janset'le Nurten'in
yanımıza gelişiyle sona eriyor gece..
-Bitmedi mi daha konuşmanız? Çocukların uykusu geldi
artık!..
-Hadi toparlanalım. Ha, unutmadan! Handan Hanım’dan çok
etkilendim Janset!…
-Öyle mi, buna sevindim!...
Ayaküstü muhabbete son verip, geniş basamaklı merdivenlere
doğru yöneliyoruz. Park yerine geldiğimizde Nurten kullanmak
istiyor arabayı. Kapıdaki görevliler -şu işe bak- saygıyla arabamıza
eğilip, elektrikli bariyeri açarak dışarı çıkmamıza izin veriyorlar.
Gecenin verdiği yorgunluğun etkisiyle arka koltuğa uzanan
Yağmur yola çıkar çıkmaz uykuya dalıveriyor hemen...
Şamanın Üç Soygunu
-Mehmet'e güvenebilirsin belki, ama nerden biliyorsun
birilerinin sizi dinlemediğini? Hem de misafirhanede!.. Kimsenin
kimseye güvenmediği bir yerde!...
-N'apalım misafir umduğunu değil, bulduğunu yer!..
-Bana da öyle geliyor!...
-Yaşar Ke...
-Çarparım Yaşar Kemal'e!.. Sarhoşsun ve canım sıkılıyor!...
Her seferinde önce inanmayıp, doğruluğunun ortaya çıkışıyla
her seferinde haklıymışsın dediğim karım yine mi doğruları
söylüyor?! “Güvenebilirsin belki Mehmet'e” diyerek aslında hiç
kimseye güvenmemem gerektiğini mi söylüyor? İçtenliğinden
hiçbir kuşku duymadan inandığım, bu doğru, kararlı adam beni
aldatıyor olabilir mi gerçekten?!. Sorgusunda bulunmakla bir
adamı sorgulamak arasındaki farkı, işkenceyle zor kavramı
arasındaki yol ayırımını anlatabilir mi?.. Zor kullanarak
söyletmenin marifet olmadığını söylerken engelleyici olmayışının
mantığını anlatabilir mi?!. Yoksa ortak olmak mıdır bütün bunlar
sorguda yaşanılanlara?!.. Nurten haklı, fena halde sarhoşum ve
uykum var!.. Yarın, belki daha iyi toparlayabilirim aklımdan
geçenleri... Hakan'ı aramalıyım yarın!.. Hatırlanacak çok şey var
geride!..
***
-Sana kaç defa söyledim konuşma diye!.. Hem de MİT'in
göbeğinde!...
-Ben de sana defalarca anlattım! Eşek yükü kadar dosyam var
içerde! Kimden neyi saklayacağım?!. Üstelik hesap vermesi
gereken ben değilim artık, onlar!.. Siyasetin kucağında kurulan
darağacına kolayca gönderdikleri benzerlerimin hesabını önce
onlar versinler!..
88
89
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
Muayenehaneye geldiğimde MİT'in göbeğinde geçirdiğimiz
yoğun alkollü gecenin izleri silinmemişti belleğimde henüz!
İçimdeki karmaşayı belirleyen gelgitler arasında kaybolmak
korkusuyla umutsuzluğa düşüyorum zaman zaman!.. Giderek
büyüyen “ya bitiremezsem”lerinin derin korkularına aldırmadan
romantizmin doruklarına taşımalıyım içimdekileri! Romantizmi
seviyorum!. Güzel kadınları bir de!.. Hakan?!. Hakan'la
görüşmeliyim...
-Hakan Beyle görüşebilir miyim?
-Yoklar efendim. Kim aradı diyelim?
-Timur. Timur dersiniz! Beni arasın lütfen!..
Ülkemizi kurtarmayı aklımıza koyduğumuz yıllarda Hakan'ın
yüzündeki çocuksu ifadeyi gizlemeye çalışarak takındığı ciddi
adam tavrı geliyor gözümün önüne, gülümsüyorum...
“Alo Timur?”
90
91
Timur Ertekin
“Efendim?”
“Elleri al ve gel!. Karamürsel'in önünde bekliyorum seni!. Saat
tam ondörtte!.”
Bodrumdaki küçük odaya inip, kitapları tek tek alıp geniş
yatağın üstüne sıralayarak kütüphanenin raflarını boşaltıyorum.
Sonra kütüphaneyi öne doğru yavaşça yatırıp dikkatle ters yüz
ediyorum!.. Camcı ustalığıyla çaktığım çivileri sökerek altındaki
boşluğun üstünü tümüyle örten kontrplağı kaldırdığımda naylon
torbaların içinde gizlediğim plastik patlayıcıların keskin akrilik
kokusu yayılıyor ortalığa!.. Plastiklerin yanında duran el
bombalarından birini dışarıda bırakıp diğerlerini özenle bir kutuya
yerleştirerek sokağa çıkıyorum! Koltuğumun altına sıkıştırdığım
karton kutuda el bombaları, cebimde pimini sıkı sıkı tuttuğum
diğeriyle evden çıkıp Kızılay'a doğru yürüyorum!.. Hakan'ın
söylediği saatte orda olacağını biliyor olmama rağmen ya
gelmezsenin telaşı kemiriyor içimi!.. Sırtımı Karamürsel'in
girişinde bir yerlere dayayıp, Aynur'u beklermiş gibi yaparım, diye
düşünürken, sevgilisini gerçekten bekleyen bir adamın
inandırıcılığını nasıl oynamam gerektiğini düşünüyorum.
Doyumsuz bir ilkbaharın sonsuz keyfini yaşıyor Ankara
sokakları.. Başıboşluklarını sokaklara atmış, erken gelen baharın
kucağında dolaşıyor Ankara'lılar. Yanlarında yürüyen bu tahrip
gücü yüksek küçük adamla başlarının nasıl dertte olduğunu
bilseler ne yaparlardı acaba, diye gizli bir merakla kıvranıyorum.
Ben ayaklı bir bombayım diye birden bağırıversem neler olur
acaba?!. Daha heyecanlı olabilmesi için, iri yuvarlak bir çikolatayı
andıran girintili çıkıntılı parçacıklarıyla avucumun içinde tuttuğum
bu ölüm oyuncağının pimini çekip, herkesin görebileceği bir
biçimde yukarıya kaldırıp bağırsam, dikkat, patlıyoruz diye!. Ne
tuhaf, en zor anlarda bile adamın içini serinletecek matrak şeyler
üretebiliyor insan!. Tıpkı bir cenaze sonrasında, yakınlarını
kaybetmenin acısıyla kahrolanların, evlerine başsağlığına
gelenlerden saklanarak mutfak aralarında kıkır kıkır gülebilmeleri
kadar matrak bir şey bu... Ya polis tarafından enselenmeye doğru
giderse iş?. Önce kutudakileri olabildiğince uzağa fırlatır, çeker
pimini üstüne yatarım elimdekinin! Ya patlamazsa? Tanrım ne
92
Şamanın Üç Soygunu
olur patlasın! Ülkem için ölmeye hazırım ama işkencehanelerde
acı çekerek aşağılanmak, yine ötmüşler diye dalga
geçtiklerimizden biri de ben olmak istemiyorum. Tam zamanında
gelmiş olsa bari Hakan diyorum. Elimdekini verir kurtulurdum.
Gerisini o düşünsün… Kimbilir kime götürecek o da. Paniğe
kapılmamalı binbir çeşit saçmalığı bir arada düşünmemeliyim.
Kim bilecek bunca kalabalığın arasında ne taşıdığımı? Bir
yandan sakinleşmeye, telaşımı gidermeye çalışırken, bir yandan da
zamanı doğru kullanıyor olmak için uygun açılımlı adımlarla
yürümeye çabalıyorum.. Karamürsel mağazalarına yaklaştığımda,
ileride beni bekleyen Hakan'ı görerek biraz olsun rahatlıyor içim...
“Selam! Getirdin mi?”
“Evet, yalnız biri cebimde!.”
“Ver hadi!”
“Caddenin ortasında mı?”
“Ne var bunda, altı üstü bir kutu lastik eldiven.”
“Allah kahretsin! Sen eldivenleri mi istedin eller diyerek?”
“Evet!?..”
“Böyle şifreli mi istenir eldivenler telefonda?”
“Ne şifresi?”
“Tamam, tamam unut! Ben eve dönüyorum!..”
“Hey nereye?!..”
“Nereye olacak eve tabii. Peşimden de gelme lütfen! Bir saat
sonra Maltepe Camii'nin önünde buluşalım yine ve kahrolası lastik
eldivenlerini vereyim sana cemaatin gözünün önünde!..”
“Ne bozuluyosun oğlum?!.”
“Allahaşkına tartışmayalım! Kıçımdan ter akıyor zaten, bir de
sana laf yetiştirmek istemiyorum. Bir saat sonra görüşürüz,
camiinin önündeki duvarda oturur beklerim seni.”
“Peki, özür dilerim! Kızma lütfen...”
“Bir saat sonra caminin önünde. Sol cebine bir Cumhuriyet
koyup yakana da bir gül takmayı unutma!..”
Zaman zaman tarih öncesinin ayrıntılarına ışık hızıyla dönmek
istiyor, başardıkça kendime olan güvenimin arttığını hissediyorum.
93
Timur Ertekin
Küçük bir olumsuzlukla!. Geçmişte yaşananlar yarının
bilinmezliğine, dün, bugüne, bugün yarına, birbirine karışıyor...
-Handan Hanım sizi bekliyor telefonda! Meşgul olduğunuzu
söyledim ama... Görüşebilecek misiniz?..
-Telefonu uzatabilir misin bana?.
-Meşgul olduğunuzu söyledim. İsterseniz daha sonra
arayabileceğimizi söyliyeyim!?.
-Hayır, hayır, konuşabilirim!..
Şaman!.. Neden her seferinde bana emreden bu küstah, bu
zalim efendimin sesine itaat ediyorum? Çekim alanından neden bir
türlü kurtulamıyorum? Aradan geçen bunca yıla rağmen neden o
çok odaklı elipsoid yapının, o lanet olası taşın zırhını delip
duygularımla aklımı barışık kılamıyorum? Şaman!.. Yaşı sonsuzun
derinliklerinde kaybolan melun yaratık!. Elbet bir gün senden
kurtulacağım!. Dışına çıkamadığım o kahrolası emirlerinden, beni
dilediğince yöneten o zalim çemberinden bir gün mutlaka
kurtulacağım!.. Delirmek pahasına da olsa, ateşine boyun eğmeyen
onurlu bir akrep gibi kurtulacağım senden!. Zafer senin değil
benim olacak sonunda. Dilediğim gibi yaşıyor olmanın engin
sevinciyle kurtuluşumu haykırırken ben, yenilginin sancısıyla
sesimi duymasınlar diye başkalarının kulaklarını tıkayacaksın!...
-Ben Handan Timur Bey!.
-Merhaba!
-Yarın buluşabilir miyiz diye soracaktım, yemekte, yarın
akşam!..
-Eşiniz de olacak mı?
-Hayır daha önce konuştuğumuz gibi. Siz ve ben. Yalnız!..
-Yarın akşam o zaman!. Nereye götürüyorum sizi?..
-Siz değil ben!. Sekizbuçukta, Kalbur'da bekliyorum sizi..
-Nefis kızartma kokularına doymak için mi Kalbur?!.
-Her gün tahammül etmek zorunda kaldığımız kötü kokulardan
çok daha iyidir Kalbur’un kızartma kokuları!. Her şeye rağmen
güzel şeyler tattırmak istiyorum size!..
-Evet, yemekleri güzeldir allah için!..
94
Şamanın Üç Soygunu
-O halde mesele yok!
-Pekalâ, yarın sekiz otuzda!..
Her gün tahammül etmek zorunda kalınan kokular diyerek neyi
anlatmak istiyor!. Neden her şeye rağmen tattırılmak istenen güzel
şeyler?!. Aklımı başımdan almak için mi? Gözlerinin -uzakları
delen bakışları- buğusuna kapılıp peşi sıra gidivermekten
korkuyorum! Çekim alanından her kurtulduğumda şükrediyorum
tanrıya çaresizliğimi affetmesi için!. Bütün erdemleri uğruna feda
edebileceğimin korkusu deli ediyor beni!.. Handan'ı ve kocasını
unutmalıyım!. Sonu belli olmayan yeni maceralara atılmak
istemiyorum artık! Yanlızca, sadece, bir tek, bir başına, başka bir
şey düşünmeksizin, başka işlere bulaşmaksızın zavallı hayatımızın
sıradışı romanını yazmak istiyorum. Hepsi bu! Her şeyi bir yana
bırakmalı, onunla uğraşmalı, Uğur'la, Hikmet Cengiz'le, Hakan'la,
Ömer'le, Muammer Abi ve daha bir sürü insanla konuşmalı, akıl
danışmalıyım!. Korkularımdan bir an evvel kurtulabilmenin
telaşıyla oturduğum yerden doğrulup telefona sarılıyor,
“Söke’li”yi arıyorum.. Uzun uzun çaldıktan sonra açılan telefonun
öbür ucundan bir çocuk sesi yanıtlıyor, “Efendim?” Aradığım
numara doğruysa Deniz olmalı bu...
-Deniz?! Ben Timur amcan, tanıdın mı beni?
-Tanıdım, tanıdım. nasılsınız?
-İyiyim yavrum sağol, baban evde mi?
-Evde. İçerde odada!.. Kaynak yaparken gözleri yanmış
yatıyor. Bir dakika kaldırayım!..
Rahatsız etme dememe izin vermeden sesleniyor içeriye.
“Babaa.. Timur Amca telefonda!.” Kısa bir aradan sonra telefonun
ucunda beliriyor Hikmet.
-Merhaba adaş!
-Merhaba Hikmet’im, ne yaptın, ne ettin de becerdin
gözlerini?!..
-Kaynak makinası aldıydım bir arkadaştan. Bir iki tamir işi
vardı evde.. Koruduysam da olmadı!.. Gözlerim yanıyor şimdi.
95
Timur Ertekin
Çeşme gibi akıyor... Yatıyordum ben de içerde...
-Eczaneden bir göz damlası al, bağla gözlerini, ışık girmesin
hiç!. Sorgudaki günlerini de hatırlarsın böylece. Bir de ağrı kesici
al istersen..
-Visine diye bir şey var evde!
-Tamam işte o. Sana birşeyler danışmak için aramıştım ama
daha sonra tekrar ararım artık.
-Konuş, konuş aldırma. Dinliyorum seni ben!..
-Bizim dönemi anlatan bir şeyler, bir roman yazmaya
çabalıyorum şu sıralar. Sen de varsın içinde. Eğer izin verirsen
elbette!..
-Ne demek adaş!.. Ne istersen yaz. Adaşım isteyecek de ben
yazma mı diyeceğim? Olur mu öyle şey!.. İstediğini yazabilirsin!.
Hatta bir araya gelebilirsek belki bilmediğin bazı şeyleri de
anlatabilirim sana yazasın diye!..
-Ararım seni o zaman...
Gözümün önüne O’nunla ilk karşılaştığımız gün
geliyor..Gecenin bir yarısında, müteferrikanın rutubet kokan
karanlık koridorunun sonundaki nöbetçi polis memurunun odasına
açılan nezarethanede yalnız başıma kalıyorum. Ağır demir kapı
gıcırtıyla aralanıp, biri uzun biri kısa boylu, iki kişiyi iterek
atıyorlar içeri. Giyim kuşamlarından, pek hali vakti yerinde
olmadıkları anlaşılıyor ilk bakışta.. Kısa boylu olanı, göğsü bağrı
açık gömleğinin kollarını kıvırmış, üzerine bastığı topuklarının
yamukluğuna alışmış ayakkabılarıyla pervasız bir sohbete
bulaşıyor hemen!...
“Selamün aleyküm!”
“Merhaba!..”
“Suçun ne birader?”
“Siyasi” diyorum, “Öğrenci olaylarından!.”
“Sen de bizden sayılırsın. Hangi gruptan?..”
“Grup murup yok! Alıp getirdiler işte!..”
“Bizi aydınlıkçı diye getirdiler!..”
“İyi!..”
“Pek sevmiyorsun galiba?!..”
96
Şamanın Üç Soygunu
“Sevmem...”
“Bizi de sattı adiler!”
“....................”
“Alayını biz getirdik Ferit'in minübüsüyle Ankara Ordu Evi'nin
önünden Söke'ye. Beşparmak Dağlarına biz yerleştirdik, biz
besledik!.. Topladığımız paralarla karılara kürtaj yaptırıp bizi de
ele verdi puştlar!..
“...................”
“Anamızı bellediler!..”
Konuyu değiştirmek için arkadaşına dönüp soruyorum.
“Nesi var arkadaşının?”
“Bizim birader o arkadaşım değil! Dişi ağrıyor. Ağrımasa da
konuşmaz! Ben gibi gönlü ferah değildir!”
O sıra demir kapı gürültüye bir kez daha açılıp, siyah pırıl pırıl
sivri burunlu ayakkabılarının üstünü örten geniş pantalon paçaları,
omuzlarında duran siyah ceketinin altından koluna bağladığı mavi
boncuklu muskası, tertemiz beyaz gömleği ve pırıl pırıl dişleriyle
biri daha giriyor içeri! Külhan adımlarla bir köşeye yerleşip
bileğine geçirdiği tespihini dizinin üstünden aşağı doğru
sallandırıp sigarasını yakarken, bıçkın gözlerle kesiyor
odadakileri!. Uzun boylu olana dönüp soruyorum.
“Çok mu ağrıyor arkadaş?”
“Çok!..”
Dişi ağrıyor olmasının ötesine taşan suskunluğuyla kararlı,
gerekmedikçe konuşmuyor. İnce uzun yüzünün ortasında eğrilerek
kıvrılan burnu ve bozuk teniyle sabırlı bir maske taşıyor sanki
yüzünde...
“Bakabilir miyim? Dişçilik öğrencisiyim ben.”
“Bakarsın adaş.”
Yanıma sokulup ağzını açarak, nasırlı uzun parmaklarıyla
97
Timur Ertekin
ağrıyan dişini gösteriyor.
“Fena çürümüş. Bir şeylerle delip özünü açabilirsem ağrın
kesilir.”
“Kes o zaman!”
“Canın fena yanar ama…”
“Şimdi de yanıyor...”
Oturduğumuz ahşap kerevetin çivilerinden birini söküp
tutuşturduğumuz kibritin alevine tutup soğumasını bekleyerek
çürüğünün ortasına saplıyorum. Acıyla inleyip, iri avuçlarının
arasına alarak çenesini, dizlerinin üstüne kapanıyor..
“Beceremedik.”
“Olsun adaş aldırma...”
“Özür dilerim, çok özür dilerim…”
“Boşver adaş alışkınız biz. Adını bağışla?!.”
“Timur.”
“Memnun oldum adaş. Ben de Hikmet…”
“Çok yaktım değil mi canını?!.”
“Boşver, kimbilir daha neler çekeceğiz.”
Kısa boylu olanı araya girip sırıtarak, “Dışarda çektiğimiz
yetmedi, burda da canımızı yakıyor bizim talebeler.” deyince
sohbete katılmak zorunda kalıyor Hikmet;
“Bizim birader pek lafını bilmez adaş.”
“Kardeşiniz miydi?!.”
“Benden bir yaş büyüktür Memet...”
“Siktiret bizi, seni niye aldılar birader onu söyle...”
“Biraderinin merakına diyecek yok Hikmet kardeş. Sonra ona
doğru dönüp, aşeriyorsan söyliyeyim diyorum, silah yakalattım!..”
Oturduğu yerden bizi kesen kolu muskalı bitirim, silah lafını
duyunca toparlanıyor. Kardeşinin densizliklerinden fena halde
sıkıldığı her halinden belli olan Hikmet'in suratı asılırken, öteki
sürdürüyor merakını.
98
Şamanın Üç Soygunu
“Ondörtlü müydü?”
“Yok değil. İkisi Astra biri Barabellum. El bombası, fitil, fünye
falan...”
“Ne yapcaktın onca şeyi birader?”
“Sorgumu sen mi yapmaya karar verdin şimdiden?”
“Öyle ya!. Şaşırdım da sordum birader. Kocca PDA'da*
sendeki kadar malzeme görmedim de şaşırdım, öylesine...”
“Ne işleri vardı o zaman Beşparmak dağlarında?..”
“Bilmem ki? Bir kaç parça dinamitleri vardı, onu da balık
tutmak için atarlardı arada sırada denize...”
“Balıkları katlederek mi erişecektiniz halk savaşının
zaferine?.”
“Ne bilirim ben.”
“Boşver sen.”
“Vallaha bak, bi gün girdiler denize balıkları toplamaya, bana
da çık dediler ağaca. Köpekbalığı gelirse yukardan beri söylersin
diye... Görmedim ki adaş, ite benzer bişey bekliyorum ben.
Diyorum ki yukardan, şurdan kocaman bi tane geliyor, sıkı tutun,
kaçırmayın. Meğer köpekbalığıymış... Kızmışlardı bana adiler!..”
Hızını alamayıp PDA hikayelerini anlatmayı sürdürürken
Mehmet, gözleri faltaşı gibi açılmış bizi dinleyen kolu muskalı
külhanbeyi karışıyor söze.
“Gerçekten var mıydı onca makara sende?”
“Ne makarası?”
“Silah, külâh, bomba?!.”
“Vardı!”
“Sen de onları verdin!?.”
“Elbette. Tonla da dayak yedim bir de üstüne...”
“Verilir mi be arkadaş!. Ah bende olacaktı ki onlar. Tonla
düşmanım var, atardım evlerine... Çoluğu çocuğu, biti piresi,
kenesi kertenkelesi ölsün!. Silerdim topunu şerefsizim...”
Bu matrak katliam özlemine hep birlikte gürültüyle gülerken
*
Proleter Devrimci Aydınlık siyasetinin kısa adı.
99
Timur Ertekin
demir kapının ardında beliren İzmirli nöbetçi komiserin özenle
inceltilmiş bıyıkları, meraklı bakışlarıyla gözgöze gelip
susuyoruz...
Giderek ayrıntıları daha iyi hatırlıyor, geçmişte yaşanılanlarla
yarının bilinmezliğinde gizlenen korkularımı bir arada yaşamayı
öğreniyorum hızla. Bazen her şeyi birbirine karıştırıp, zaman
denilen kavramı unutarak bir başka boyutta yaşamaya başlıyorum
sanki!. Uykularım kaçıyor geceleri!. Düzgün cümlelerle sabahlara
kadar birşeyler yazmaya çabalıyor, ertesi gün beğenmeyip çöpe
atıyorum hepsini! Tanrım neden bu kadar zorlanıyorum?!.
Hayatımın romanını yazmak istiyorum, hepsi bu!...
-Yarın seni yine ararım Hikmet. Şimdi gözlerini bağla ve yat!.
Birkaç gün gözlerini ışığa açmamalısın! Haftaya bir şeyin kalmaz
iyileşirsin...
-Nasıl yatarsın adaş yarın iş günü benim için.
-Boşver işi şimdi. Sağlığından daha önemli ne olabilir?.
-Olmuyor adaş olmuyor… Dikkat ederim yine de
söylediklerine. Ama çok memnun oldum, gurur duydum. Ne
istersen yazabilirsin bana ait!.
-Sağol adaşım, seni seviyorum!.. İyi bak kendine...
Ertesi gün muayenehaneden ayrılırken aklıma gelenleri
aktarıyorum Bilge'ye.. Aletleri yağlayıp çıkarsın benden sonra.
Eve gidip traş olup banyo yapıcam daha. Arayan olursa erken
çıktığımı söylersin.
-Önemli bir şey olursa yemeğinizi bölebilir miyim?
-Neden?
-Kalbur'un telefon numarasını not etmemi söylemiştiniz!?..
-Basit bir paranoya bu! Yalnızlık duygusundan kurtulmak gibi
bir şey!
-Anlıyamadım?
-Boşver, ne olduğunu ben de bilmiyorum!..
-Ama ben...
-Abartma sevgilim..
100
Şamanın Üç Soygunu
-Bir şey söyliyebilir miyim?
-Evet?!..
-Bu akşam yemeğinden korkuyor gibisiniz!..
-Bilmediğim her şeyden korkarım ben
seviyorum!.
-Ben de sizi çok seviyorum ama....
-Bilge lütfen!...
-Peki Timur bey, peki!..
aldırma.
Seni
Randevu saatinden yirmi dakika önce geliyorum Kalbur'a.
Üstünden çıkarmadığı blucin pantolonuyla kendime yakın
bulduğum Mehmet Bey, her zaman olduğu gibi gülerek,
hoşgeldiniz diyerek karşılıyor kapıda...
-Hoşgeldiniz!..
-Handan Hanım yer ayırtmıştı!..
-Adınızı verip, iki kişilik bir masa istediğinizi söylemişti bir
hanım!.. Arzu ettiğiniz gibi, köşedeki tek masayı!.
-Güzel... Teşekkür ederim... Sağolun!..
Kırmızı beyaz küçük karelerle süslü sevimli masa örtüleriyle
restorandan daha çok aydınlık bir dükkanı andıran Kalbur'un bir
köşesine zorla sıkıştırılan, kimsenin pek fazla rağbet etmediği bu
küçük masayı ayırmalarını söylemişim demek. Bu daracık
mekanda yalnız kalınabilecek tek masayı...
-Siparişlerinizi alayım mı?. Bekler miydiniz?!.
-Handan Hanımın gelmesini bekleyelim!..
Kalbur'u oturacağımız yere karar verecek kadar iyi bilen
birisinin benim adımı vererek yer ayırtmasının nasıl bir mantığı
olduğu düşünürken ben, Handan beliriyor kapıda.
-Merhaba!..
-Yer ayırtmadınız diye az daha kapının önüne koyacaklardı
beni..
-Şaka yapmayın, sizi tanıdıklarını biliyordum!..
101
Timur Ertekin
-Ben de onu merak ediyordum?!.. Büyücülük mü var işin
içinde?..
-Sizi biraz etkilemek istedim, hepsi bu!.. Şaka, şaka..
-Bunun için çaba sarfetmenize gerek olmadığını da biliyor
olmalısınız!.. Hem bu şaka değil!..
-Ah, teşekkür ederim!..
-O halde düşündüğümden çok daha fazla önemseniyorum?!..
-Önemsemesem burda olur muyum dersiniz?!..
-Nedenini bilmek de beni meraktan kurtarır belki...
-Merak kediyi öldürür der İngilizler.
-Yapmayın, kedi miyim ben?..
-Hem de iri bir kedi sayılırsınız! Aslan burcundan olduğunuzu
biliyorum! Kedileri sevmediğinizi de!..
-Doğru, kedi kokusundan nefret ederim!..
-Neler istediniz benim için?
-Hiçbir şey! Sizin gelmenizi bekledim...
-O halde isteyelim.. Benim için sübye dolması, karidesli sigara
böreği ve kalamar söyler misiniz lütfen?
-Elbette... Mehmet Bey bakar mısınız!. Peki ne içiyoruz?..
-Siz rakı istersiniz, ben de çok iyi soğutulmuş bir Kavak
istiyorum...
-Rakı olmasın! Ben de size eşlik etmek istiyorum bu akşam.
Kavak bana da uygun bir seçim üstelik. Tatlı şarap sevmem ben.
-Peki, ben de şarap yeterince soğuk olsun diyeyim bari...
-Hayır, hayır!. Buz gibi olsun!. Buzlukta bile tutabilirler
şişeyi...
-Kural dışı olmak sizin de hoşunuza gidiyor.
-Her zaman değil, tersini özlediğim de oluyor kimi zaman.
-Sakın kuralcı olduğunuzu söylemeyin bana.
-Hayır. Aslında nasıl biri olduğumu ben de bilmiyorum...
-Şimdi de siz beni şaşırtmaya çalışıyorsunuz.
-Ne yiyeceğime hâlâ karar vermeyerek değil mi?!. Midyeye
doymak istiyorum bu gece Mehmet Bey. Ne kadar çeşidi varsa,
tavası dışında tabii!..
“Bunu bekliyordum.” diyerek masanın başından ayrılıp,
tezgahın arkasındaki eşine siparişlerimizi tekrarlıyor Mehmet Bey.
102
Şamanın Üç Soygunu
“Kalamar dolma, özel sigara böreği, kalamar tava, bir de Timur
Beyin midyeleri!..”
-Önce kim başlıyor?
-Bu ben olmayayım lütfen! Sizi dinlemek istiyorum bu gece!..
-Peki, ben başlıyayım.
-Evet?!..
-1948 Çaycuma doğumlusunuz. 1956-57 den beri Ankara'da
oturuyorsunuz. İlkokulu Yenimahalle'de Barbaros Hayrettin Paşa
ilkokulunda bitirdiniz, Üç çocuklu bir ailenin, emekli albay bir
babanın ortanca çocuğusunuz. Babanızın adı Veli, annenizin
Seniha. H nokta Seniha. H, Hüsniye miydi?
-Hayır, Hatice!.. Hüsniye annanemin adı...
-Orta okula, şimdi adı Yenimahalle Kız Lisesi olan binada
başladınız. Aynı yılın ikinci yarısında tüm erkek öğrencilerle
birlikte, birinci duraktaki Mustafa Kemal Erkek Lisesi'ne
yerleştirildiniz. 27 Mayıs 1960 ihtilâliyle babanızın emekli
olmasının ardından, 1961’de Yücetepe Mahallesine taşındınız.
1964-65 yılında bir yıl gecikmeyle liseyi bitirip Hacettepe Diş
Hekimliği Fakültesine girdiniz. Lise yıllarınızda en yakın
arkadaşınız Ergün Bayramoğlu'ndan etkilenerek sol akımlara
sempati duydunuz...
-Bir dakika!.. Yirmi yıl önce benim sorguda söylediklerim
bunlar!..
-Evet!..
-O halde siz sorgumu okudunuz!?..
-Evet!.
-Nasıl?!..
-Nasıl ve nerden başlayacağımı doğrusu ben de bilemiyorum!..
-Mehmet böyle bir şey yapmaz!..
-Elbette!..
-O zaman beni sorgulayanlarla bir bağınız var!?..
-Evet!. Sizinle kocam hakkında konuşmak istediğimi
söylemiştim!..
-Tanrım...
-Roman yazmak isteyen sizsiniz...
-Kocanızla karşılaştığımızda birbirimizi tanıyabileceğimizi
103
Timur Ertekin
düşünerek yumuşak bir geçiş ortamı yaratmaya çalışıyorsunuz.
Yanılıyor muyum yoksa?!. O'nu da hazırladınız mı bari bu ilginç
buluşmaya! Yoksa ilk basamağında benim bulunduğum iki
aşamalı plan mı bu?.
-Hayır, o kadar acımasız olmayın. Janset sizden söz ederken,
amalgam dolguların MS nedeni olabilirliği konusunda
düşüncelerinizi aktardığında, başınızdan geçenleri bana ilk kez
Adnan anlattı o gece. Sizi iyi tanıyor... Siz kabul ederseniz eğer
tedaviyi reddetmeyeceğini de özellikle bilmenizi istedi...
Kısa süren bir sessizlik yaşanıyor masada… Yeni bir
hesaplaşma mı bu? Bir varsayım üzerine kurulan bu umut neden
benimle paylaşılmak isteniyor?!. Hayatın son diliminde ele
geçirilen bir günah çıkarma, bir gönül alma çabası mı bu?!.
-Tahammül edilmek zorunda kalınan berbat kokulardan söz
etmek için oldukça uygun bir mekan derken bana bunları anlatmak
istiyordunuz!..
-Evet!..
-Nerde karşılaştığımızı da söyledi mi?
-Evet, evden alındığınız ilk gün...
-Sonra?!.
-Sorgudan döndüğünüzde, emniyet sarayında...
Emniyet sarayında başımın altına protokol defterlerini
yerleştirirken gözlerimin içine bakarak -ah çocuk, bak ne hale
gelmişsin- söylenişi geliyor aklıma...
-Sesi hâlâ çatlıyor mu kocanızın bağırdığında?..
-Hiç dikkat etmedim.
-Güçlü kuvvetli mi bari hâlâ?
Cevap vermeden masanın üstüne bıraktığı sigara paketine
uzanıp, titreyen parmaklarıyla çıkardığı sigarasını yerleştirirken
dudaklarının arasına, çakmağa uzanan eline dokunarak çakmağı
alıyor ve yakıyorum. Gözyaşlarıyla dolu gözlerinde parlıyor
Kalbur'un çıplak ışıkları...
104
Şamanın Üç Soygunu
-Özür dilerim, gerçekten çok özür dilerim! Düşüncesizliğimi
bağışlayın!.
-Önemi yok!. Zor bir gece olacağını önceden biliyordum...
Demek o başı dik esprili girişin ardında, haberdar edilmeye
çalışıldığım tatsızlıkların telâşı vardı!?.
-Peki ayrıntılı ifademi nasıl elde ettiniz?!.
-Üst düzey görevlilerinden biriydi malulen emekli olduğunda
eşim!. Hâlâ çok seveni vardır teşkilatta!. Artık herşey teknolojinin
kolay ulaşılabilen arşivinde saklanıyor...
-Bunu sizden eşiniz istemiş olamaz, yanılıyor muyum?!.
-Doğru, ben istedim... Sizi daha iyi tanımak, nasıl bir adamla
karşılaşacağımı önceden kestirebilmek, yapmış olduklarınızın izini
sürerek bu günü değerlendirmek istedim!..
-Janset'e güvenmeyip, aklınızı kurcalıyan şeylerin, kötü
olasılıkların sınırını çizebilmek, korkularınızı aşabilmek için
araştırdınız!?..
-Bunu gizlememin bir anlamı yok...
-Sonra?.
-Sonra sorgunuzu dikkatle okudum. Yazdıklarınızla
çevrenizdekileri korumak için aldığınız acemi önlemleri, onları
belaya bulaştırmama çabasıyla sorgu metnine iliştirdiğiniz beyaz
yalanlarınızı gördüm...
-Sonra?
-Sonra sizden korkmam için bir nedenim olmadığına karar
vererek size geldim!..
“İşte istedikleriniiiz!” diyerek elinde tuttuğu yuvarlak tepside
taşıdığı mezeleri birer birer masaya yerleştiriyor önce Mehmet
Bey. Sonra elinde buğulu, buz gibi bir şarap şişesiyle geri dönüyor
masamıza.
-Nasıl da çabuk hallettiniz böyle? diyorum, soğutulmuş şarap
şişesine dokunarak…
-Yangın söndürücüleriyle şişelerin üstüne köpük sıkardık
soğusun diye askerde. Kazanılmış eski bir deney!..
105
Timur Ertekin
-Ciddi olamazsınız!
“Elbette değilim” diyor Mehmet Bey, “Küçük ama özenli bir
işletmeyiz biz!”
Mehmet Bey’in yangın tüplerinde şarap soğutma esprisi
rahatlatıyor, gözlerindeki hüznün dağılmasına yol açıyor
Handan'ın, gülüşüyoruz...
-Size bir şey önermek istiyorum Handan Hanım, eğer izin
verirseniz tabii..
-Lütfen...
-Gelin geçmişi ve yarını düşünmeyi bırakalım! En azından
şimdilik! Düşüncesizliğimin bedelini ödemek istiyorum bu gece.
Alnına götürdüğü zarif parmaklarının ucunda gizlediği dargın
bakışlarından sıyrılıp iki yana sallayarak başını, “Alemsiniz Timur
Bey” diyor...
-Alemsiz ve beysiz lütfen, yalnızca Timur!..
-Siz de bana Handan deyin o zaman.
-Bakın işte bu o kadar kolay değil... Hem kolay terfi etmeye
alışkın değilim ben.
-Bunu gerçekten istiyorum, sevgili Timur!.
İçimden yüksek sesle, elbette sevgili Handan demek istiyorum,
elbette!.. Daha ne kadar direnebilir, sizin, bu insanı kahredecek
kadar güzel efendimin emirlerinin dışına nasıl çıkabilirim?!..
-Zaaflarımı benden daha iyi biliyorsunuz!..
-Hayır, sizi tanımak, sizi dinlemek istiyorum!..
-İçimden geldiği gibi öyle mi?
-Evet!..
Size inanıyorum sevgili Handan! Buğulu göz yaşlarınız, sessiz
sedasız emreden gözleriniz, içimi tutuşturan tavırlarınızla
aklımdan gelip geçiveren her şeyi en az benim kadar bildiğinize
106
Şamanın Üç Soygunu
emin olsam da size inanıyorum!..
-Arşivler yeterli olmuyor demek?
-Devletin şaibeli arşivlerinden fala bakmak kolay olmuyor!..
-Buna gerek var mı peki?!..
-Sıradanı yaşıyanlar için yok! Ama benim gibi paylaşmak
zorunda olduğu önemli sorunları olanlar için durum biraz farklı!..
Mahremiyetin, devlet arşivlerinde, insanların apış aralarında değil,
aklın gizinde saklı olması gerektiğine inanıyorum!. Ben
mahremiyetinizle ilgilenmedim!.
-İşte buna fena halde içerim!. Cinselliğin ve hayatın bu
dolaysız anlamına ulaşabilmek için epey emek vermiş
olmalısınız!...
-Tabulardan sıyrılmanın kolay olduğunu kim iddia edebilir?!..
-Ona yüklediğiniz anlama bağlı bu!.
-Bunun belli bir anlamı olmadığını söylemek istiyorum ben
de!. Geleneksel değerleri yıkmanın ötesinde, sorumluluk bilincine
sahip bireyler olabilmenin zorluklarından, zorunluluklarından söz
ediyorum ben!..
-Peki neyin sancısı bu?..
-Bir naziyi yargılarken, insan olduğumuzu unutabiliyor
olmanın iki yüzlülüğünden söz ediyorum...
-Ama kin ve nefretle dolmak, onunla birlikte yaşamak da
insani bir duygudur!..
-Affedici olmak da! Cezalandırmak da!.. Yanlış olan, iki uç
arasında kaybolmanın konforunda gezinmektir!..
-Siz kocanızı seviyorsunuz!
-Elbette...
İşte midye salatanız, diyerek maydanozların yeşilinde parlayan
sızma zeytin yağına bulanmış iri midyelerin doldurduğu minik
porselen tabağı, yarısı boşalan mezelerin bulunduğu tabakları birer
birer itip yer açarak masamıza iliştiriyor Mehmet Bey.
-Bakalım midye dolmasına ne diyeceksiniz?..
-Bağışlayın ama rahmetli annanemin midye dolmalarından
sonra hiçbir aşçının şansı olabileceğini sanmıyorum. Yine de
107
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
Kalbur'dakilerden pek fazla yakındığımı söyleyemem!
-Haksızlık etme, çok lezzetli bence!.
-Gördüğünüz gibi bütün hanımlar sizden yana Mehmet Bey.
Handan öyle diyorsa eğer öyledir, ne diyeyim...
-Özür dilerim, özür dilerim… Gerçekten!.. Az önce dediğin
gibi ciddi olan her şeyi bir kenara bırakıp eğlenmeye bakalım bu
akşam. Beni güldürmene izin veriyorum!. Lütfen!. Hadi!?. Hadi
birlikteliğe içelim!..
Mehmet Bey yandaş bulmanın keyfiyle bizi başbaşa bırakıp
uzaklaşırken, giderek artan lekelerle dolu ellerime dokunarak
parmaklarının arasında gizlediği ortası delik metal parayı avucuma
bırakıyor Handan usulca!..
Dozu giderek artan bu kışkırtıcı üsluptan fena halde tad almaya
başladığımı düşünerek ürperiyorum. Hangi bilinmezliklerin
kucağına yelken açıyorum ben yine?.. Şaman!.. Eminim sen
varsın, yine sen dolanıyorsun ortalıklarda!.. Pürüzsüz parmak
uçlarında sonlanan kadehi “birlikteliğe” diyerek dudaklarına
götüren bu karşı konulmaz kadının bedenine girip beni kışkırtarak
yasakların kör zindanlarında boğmak istiyorsun beni yine!. Sonra
karşıma geçip, tutkularımla yasakların arasında yaşanılan
gelgitlerde tükenişlerimi arsız, umarsız, seyredeceksin!
-Ne kadar güzel elleriniz var.
-Ben pek öyle bulmuyorum!
-Yo, gerçekten güzel!.
-Bir erkek arkadaşım vardı eskiden. O da söylerdi ama
inanmazdım.
-Gerçekten güzel!. Tırnaklarınızı biraz uzatmalısınız yalnız
bence. Biraz uzunca sonlanmalı parmaklarınızın ucunda!..
-Hiç denemedim!. Biraz abartma, yakıştırma gibi geliyor
bana!..
-Uzatmalısınız bence!..
-Bilmem, belki de!.
-Peki, nedir bu?!.
-İkibuçuk kuruş! Bununla alışveriş yapma şansım olmadı
benim ama eminim birşeyler satın almışsındır bununla sen?..
-Evet, iyi bir bayram harçlığıydı ellili yılarda!.
-Şimdilerin olmaz bir satın alma aracı...
-Evet, gerçekten!?..
-Bunun için banka soyar mıydınız?..
-Sevgili Handan, ben anayasal düzeni zor kullanarak
değiştirmeye baş koyduğum için yargılandım kukla tiyatrosunda!..
Askeri yargıtay tarafından aklanıncaya kadar da paşa paşa yattım
içerde!.. İsterseniz bu garip bulmacalara bir son verip bugüne
dönelim artık!. Sonuç olarak sizi rahatlatacaksa eğer, sizin için
psikanalitik bir testin gönüllüsü de olabilirim. Alışkanlıklarım
doğrultusunda banka değil, benzinlik soymak gibi bir maluliyetim
var dediğimde mutlu olacaksanız eğer söyleyin onu da telaffuz
edeyim! Ama ne istediğinizi beni yormadan söyleyin bana lütfen!..
108
-Yemekler mükemmeldi Mehmet Bey, midye dolması dahil!
-Sağolun, buna sevindim..
Yavaş yavaş boşalıyor ortalık. Sürekli tezgâhın arka tarafında
çalışan eşiyle oluşturdukları ev hali, geç saatlere kadar süren, alkol
buharlı muhabbetlere izin vermiyor Kalbur'da..
-Hesabı istiyebilir miyim Handan?
-Evet ama ben bir kahve içerim!..
Kapının önüne çıktığımızda tenimizi saran serin havanın
esintisiyle ürperiyor içimiz. Yeleğimi omuzlarına koymak
istiyorum “Hayır teşekkür ederim” istemiyor.. Karşıda yolun
kenarına park ettiği arabasına doğru birlikte ilerlerken birden
durup soruyor.
-Tekrar ne zaman birlikte olacağız?!.
Demek Adnan Beyle karşılaşmadan önce bir kez daha birlikte
olacağız. Zor da olsa ilk adımlarının aşıldığı, net beklentilerin
ortaya konulacağı bir başka buluşma öyle mi... Basit bir tıbbi
müdahaleden öte bir şey mi yoksa benden beklenilen?. Onu aşan
109
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
birşeyler mi var bilmediğim? Amalgam dolgularını söküp
atacağım saygıdeğer hastamızın ağzından hepsi bu!..
-Alışılmışın oldukça dışında ve hoş bir şey sizinle birlikte
olmak. Ama önümüzdeki hafta burda olmayacağım herhalde.
Hafta sonuna kadar buradayım ama hemen ertesi gün İstanbul'da
olmayı düşünüyorum…
-Ooo, ne güzel? Bir iş gezisi mi bu?
Hayır iş gezisi değil. Uzun zamandır tasarladığım, kimbilir
belki sizin de içinde olacağınız romanımı yazmak, daha önce
yazdığım bölümleri gözden geçirmek, ona -romanıma- Boğaz'ın
sularında -surlarında- malzeme toplamak ve nihayet o muhteşem
karmaşasında kaybolmak için İstanbul’un, sevgili Ayten’ime
gidiyorum!.
-Öyle de denilebilir. Uzun zamandır tasarladığım bir İstanbul
gezisi bu!..
-Ne zaman döneceksiniz?
-Pazar günü sanıyorum…
-Bir sonraki hafta görüşürüz o zaman!..
-Evet, muhtemelen pazartesi.
-Evet, evet pazartesi...
***
Sisli, karanlık bir İstanbul akşamı Çağlayan'dan bindiğim taksi,
dar sokaklardan geçerek Arnavutköy karakolunun yanındaki
parkın köşesinde, Eylül Bar’ın tam önünde indiriyor beni. Bir
omzumda çantam, öbüründe lap top bilgisayarımla gezgin bir
taşralıyı oynayarak giriyorum Eylül Bar’ın soluk ışıklarına. Ayten
yok. Yola çıkmadan önce ara mutlaka dediğinde dinlemeliydim
sözünü... Olsun!. Elimdekileri barın arkasında bir yere bırakıp bol
buzlu bir viski söylüyorum kendime. J&B lütfen, duble! Hemen
girişte, vestiyere bitişik olan köşede magazin sayfalarını dolduran
fotoğraflarından tanıdığım birileri oturuyor. Ne tuhaf tipler var
diyorum, etrafını saranların kılık kıyafetlerine bakarak. Ben
hayatta böyle dolaşamam!. İçindeki buzları parmaklarımın
arasında çevirip durduğum viski kadehinin yalnızlığında uzaklara
doğru yola çıkmışken ben, son görüşmemizden bu yana daha da
uzayan boyu, kıvır kıvır uzun saçlarıyla Oğuz giriyor içeriye.
Yalnızlığım sona eriyor!...
-Selam delikanlı!
110
111
Timur Ertekin
-Selam! Annem yok mu?!.
-Yok, Beyoğlu'na inmişler Recep'le. Biraz gecikeceklermiş
hem!..
Yanında getirdiği, şapkası ters, tombul, uzun boylu arkadaşıyla
birlikte onlar da oturuyor bara. Alnına dökülen saçlarının altında
gizlenen yüzüne bakarak annesine her gün biraz daha benzediğini
farkediyorum hayretle. Barın bir ucundan, tombul arkadaşıyla
başlattıkları matrak sohbete katılıyorum ara sıra. Daha çok
arkadaşı konuşuyor, arada bir İngilizceye kaçan matrak bir
Türkçeyle. Yarı İngilizce yarı Türkçe müstehcen fıkralar anlatarak
güldürüyor dinleyenleri. Olağanüstü genç, sevimli ve edepsiz
saatlerin ardından, yerde yuvarlanarak hareket eden, garip, tüylü
bir oyuncakla Ayten'le Recep giriyor içeri. Ve kahkahalar
ardından!...
-Büyümemek ne güzel şey be patron!?
-Çıkış saatini neden bildirmedin yavru kuş?!.
-Ne bileyim öyle oldu işte...
Kahkahalarla, masaların, sandalyelerin aralarında dolaşan kıllı
yaratığın yuvarlanışlarını seyrediyoruz hep birlikte… “Bunu
mutlaka almalıydım” diyor Ayten, “Almasam çatlardım!”
Gecenin keyfi, Eylül'ün sonbahar ışıklarıyla uzayıp gidiyor...
Çılgın bir rock grubunun konseri var yukarda. Tıka basa
doldurmuş küçücük salonu gençler. Konserin sona ermesiyle
birlikte ağzına kadar doldurdukları salonu birer ikişer terkederek
bize -gerçek sahiplerine- bırakıyorlar Eylül’ün sarı sıcaklığını…
-Ee, anlat bakalım!
-Nerden başlamalı bilmem ki!
-Romandan! Bana romanını anlat..
-Küçük de olsa yazdım bir bölümünü. Zor gidiyor!... Saatlerce
oturup sadece bir paragraf yazabiliyorum mesela!.. Her geri
dönüşümde bir önce yazdıklarımı beğenmeyip değiştiriyorum!..
Böyle giderse bitiremiyeceğimden korkuyorum!.
112
Şamanın Üç Soygunu
-Olur mu öyle şey, başlamaktır önemli olan. Sonu gelir
nasılsa!...
-Ölür mölürüm de bitiremem diye it gibi korkuyorum!..
-Saçmalama da anlat!
-Ne anlatayım, şimdiye kadar yazdıklarımı dosyalayıp
getirdim. Eve gidince okursun...
-Sabredemem o kadar, çıkar bakalım şunları ortaya!
Nazlanmadan çantamın içinden çekip çıkararak veriyorum
dosyayı. Barın üstündeki bardaklardan süzülen ışıkların
aydınlığına girip başlıyor okumaya.. Okudukça yüzünde beliren
ifadeyi kaçırmamaya çalışarak merakla izliyorum ben de. Zaman
zaman gülerek, zaman zaman elinden eksik etmediği sigarasının
dumanını burnunun üstünden yukarı doğru üfleyerek sürdürüyor
okumayı. Arada bir “Ay bu çok hoş!” diyerek okumayı kestiğinde
metne dönüyor, birlikte okuyoruz yeniden!. Gün, sabahın ilk
ışıklarına dönerken, okumayı bitirip, sınırsız tükettiğimiz
viskilerin keyfiyle matrak bir yolculuğa çıkıyoruz birlikte…
-Güzel, güzel ama yetmez!.. Farklı bir şeyleri daha olmalı bu
romanın!.
-Nasıl?
-Bir müziği olmalı! Bence her romanın bir müziği olmalı
zaten!. Romanı okurken o müziği dinlemeli insanlar!
-Orjinallik adına falan mı olmalı bu?!...
-Orjinallik adına filan değil, olması gerektiği için olmalı!..
Kokusu olmalı mesela!.. Onu olması gerektiği gibi anlatan çok
özel bir kokusu olmalı!..
-Sen de işi giderek zorlaştırıyorsun...
Aklına her yeni geleni yeni bir hoşlukla süsleyip sürdürüyor
konuşmasını.
-Dip notlarla dolmalı sayfalar tepelerine kadar, meraklı
okuyucuların merakını gideren dip notları! Arada bir boş
bırakılmış beyaz sayfaları olmalı mesela! Ey okuyucu, bu sayfa
seninle birlikte olabilmenin, başbaşa kalabilmenin tadına
113
Timur Ertekin
varabilmek için özellikle yazılmadı! Bu çok güzel olur bak!.. Bunu
yapabilirsin. Resimler, krokiler, anlatmak istediklerini okuyucuya
farklı boyutlardan aktaran figürler, grafikler çizebilirsin, haritalar
filan, vallahi...
-El ilanları, reklamlar, çıkartmalar, yanında hediyelik çakmak,
ihtiyaç sahiplerine tüpgaz!...
-Sen dalga geç bakalım..
Uçuk öneriler paketinin sonuna gelindiğinde sabahın ilk
ışıklarıyla sönen sokak lambalarının arnavut kaldırımlarını saran
sıcaklığı sona eriyor!..
-Seni seviyorum patron, çok, çok, çok özelsin!..
-Sen de öylesin minik kuş, sen de öylesin benim için!..
Eylül'ün ışıklarını teker teker söndürüp kapının dışına çıkarak,
ferforje süslü camın ardından kapıyı kitleyişimi izliyor Ayten.
Parmaklarının ucuna sıkıştırdığı sigarasıyla sarhoş bir asker selamı
vererek ayrılırken kapının önünden, elimi önce dudaklarıma, sonra
alnıma götürerek saygıyla selamlıyorum onu!. Dolana dolana
çıkan merdivenlerinden soluk soluğa ulaştığım terasta, boğazı
saygıyla, bir kez daha seyredip, Ayten'in benim için hazırlattığı
portatif yatağa, uykunun çekici kollarına bırakıyorum kendimi!..
Hoca Efendi, Hoca Efendi!. Gecenin korku veren sessizliğinde
kapının ardında yükselen bu anlaşılması güç, garip seslenişin ne
anlama geldiğini düşünürken ben, Hoca Efendi, bilge dudaklarına
götürdüğü işaret parmağıyla sessiz kalmamı isteyerek başımı
okşuyor. “Korkma” diyor “İbram olmalı bu, Seyid İbram, ben
bakarım!.” Kapının ardında süren kısa pazarlığın ardından odaya
dönüp “Hazırlan, gidiyoruz!.” diyor Hoca Efendi!.. Tren
istasyonunun hemen arkasındaki ilkokulun iri taşlardan örülmüş
sağlam yapısını geride bırakıp, gecenin karanlığında şehre,
Nörkah'a doğru yol alıyoruz hızlı adımlarla. Karasu deresine
uzanan söğüt dallarından birini elindeki kemik saplı bıçağıyla
kesip ayırırken dönüp sesleniyor Seyit, “Kes! Sen de kes!.” İnce
uzun söğüt dallarını keserek sürükleniyoruz Seyit İbram’ın
114
Şamanın Üç Soygunu
peşinden! Çayırlara vardığımızda, elindeki söğüt dalını
yeşilliklerin içinde öbek öbek yükselen ucu dikenli sivri otlara
vurarak dövmeye başlıyor çayırı! Bir yandan da “Vurun!” diyor
“Vurun düşmana, durmayın!” Ellerimizde söğüt dalları,
durmaksızın vuruyoruz çayırlara!.. Sabaha karşı “Yeter!” diyor,
“Yendik düşmanı!” Sırtımı toprağa verip uzanıyorum çayırlara.
Diz çökmüş, alnından burnunun ucuna süzülen, ardından toprağa
düşen ter damlalarını kolunun yeniyle silerken hocaefendi, biraz
ileride, yüzünü yeni doğan güneşin ilk ışıklarıyla parlayan Fırat'a
dönmüş, belki de ilk namazını kılıyor Seyit!. “Bu gün ayın kaçı?”
diye soruyor hoca, yirmi altısı diyorum, Ağustos’un yirmi altısı!
Gökyüzünde kırlangıçlar sekiyor... Dönüp baktığımda,
hocaefendinin çoktan uyumuş olduğunu görüp şaşırıyorum!
Gözlerimi kapıyor, uykunun sıcak karnına bırakıyorum kendimi
ben de...
Uyandığımda, gece ayağımdan çıkaramadığım postallarım ve
sırtımda kabanımla hangi zaman diliminde ve nerede olduğumu
sorarak başlıyorum güne. Şaman!.. Biliyorum dün gece sendin
yine peşimde!.. Beni korkutmak, yüreğimin derinliklerine saldığın
korkularınla hayatımı yönlendirmek için girdin rüyalarıma... Ama
nafile!. Karşı koysan da sen değişiyorum!. Yirmi altı Ağustos öyle
mi?. Seni ihtiyar!.. Büyük taarruzun başladığı gün, ucu dikenli
sivri otlarla savaşarak Anadolu İhtilaline katılıyor olmanın duygu
yüklü öyküleriyle sarhoş dolaşmak istemiyorum artık... Sana
kanmayacağım! Peşimden ısrarla gelen senden ve kendimden
kurtulmak istiyorum artık!.. Benim bağımsızlık savaşım bu!...
Gecenin ağırlığından bir an önce kurtulabilmek için tıraş olup,
kendimi banyoya atıyorum. İçinde tuvaletin de bulunduğu küçük
banyonun, beklenenin ötesinde sunduğu bol kaynar suyun altında
kemiklerime kadar ısınmanın keyfiyle eriyip gidiyorum.
Üstümdekileri, Nurten'in küçük çantama sıkıştırdığı temiz
çamaşırlarla değiştirip, odanın içinde dolaşmaya başlıyorum.
Minik terasa açılan ağır, geniş camlı kapının ardından boğazı
seyrediyorum bir süre!. Giriş kapısının önünde buluşan çift taraflı
merdivenleri, dar pencereleri, iri kuleleriyle Kuleli Askeri
115
Timur Ertekin
Lisesi'nin
görkemli
binası
duruyor
tam
karşımda!
Bindozyüzotuzbeşlerde, mangal yürekli, muzip subay adaylarının,
dershanelerinin pencerelerinden, önlerinden geçen yola serdikleri,
ucuna özenle kuşyemi dizilmiş iplerle nasıl martı avlamaya
çalıştıklarını gözlerimin önüne getirmeye çalışıyorum...
Öğleden sonra saat üçe doğru saygılı tavrı, olağanüstü güler
yüzüyle, merdivenlere açılan kapıdan yardımcısı giriyor Ayten’in..
-Umarım rahatsız etmiyorum?
-Ben de tam tersini düşünüyordum!. İnşallah ben sizi rahatsız
etmiyorumdur?.
-Hayır, hayır, lütfen!.. İşimi bitirir bitirmez aşağıya inmek
zorundayım zaten...
Elindeki dosyaları masanın üstüne koyarak izlenilmesi zor bir
tempoyla çalışmaya başlıyor Funda. Günlük mübayaanın tesbiti,
kuruyemişçiye, bakkala, kasaba, verilmesi gereken siparişler,
personelin iş bölümü, nöbet çizelgeleri ve Ayten'e iletilmek üzere
bırakılan mesajları sıralamakla dolu inanılmaz bir tempo! Günlük
işleri bir çırpıda yoluna koyup odadan ayrılırken “Birşeye
ihtiyacınız olursa beni arıyabilirsiniz” diyor, aşağıda, barda
olacağım!
Odadan çıkar çıkmaz botlarımı çıkarıp, kanapeye uzanarak
nafile bir uykunun beklentisiyle dönüp duruyorum. Akşama doğru,
ancak sıyrılabildiğim alkolün etkisinden kurtulup, batan güneşin
alacakaranlığında Boğaz'ı seyretmeye koyuluyorum. Kırmızı ve
yeşil borda fenerlerini yakmış teknelerin, köprünün altından
geçerek Arnavutköy açıklarına gelişlerini izliyorum hayranlıkla!..
“Sancağın kırmızısı da yakışıyor sancağa!..”
“Yok yahu! Kırmızısını sancağa ne zaman ödünç vermiş
iskele?!.”
“Bazı şeyleri bilirim, biliyorsun!..”
“Sevgili Madring, istersen bunu bir de Yakup Kaptan'a soralım
ne dersin?!.”
116
Şamanın Üç Soygunu
Donanımı henüz tamamlanmamış teknemizle Ege'ye doğru yol
alırken, Ömer'i bir güzel kızdırdığımız Arta’nın ilk seferini
hatırlayarak gülümsüyorum. Sancağın da kırmızısı!.. Bilmiyorsun
işte! Ölü yatırımların vazgeçilmez önemini de, iskelenin
kırmızısını da, Gültekin'in cenaze törenine katılmak zorunda
olduğunu da bilmiyorsun!.. Ve ben, senden habersiz İstanbul’a
geldiğim ilk kez, görmek için yanıp tutuşsam da aramayacağım
seni... İstanbul’u ilk kez sensiz yaşayacağım...
Saatler ilerledikçe Boğaz'ın sularında keyifle yol alan
teknelerin silüetleri bir bir kaybolup, yanan borda fenerlerinin
karanlığı delen kırmızısı, yeşili salınıyor gecenin karanlığında. Bir
zamanlar ancak Eczacıbaşı'nın çıkardığı yıllığın sayfalarında
seyredebildiğim, özgürlüğümün deli renkleri teknelerim!. Karşı
karşıyayız şimdi!. Bir zamanlar sanki bir daha hiç bir araya
gelemeyecekmişiz gibi acı çektiğimiz rüyalarımın erken gelen
ödülü teknelerim...
Cezaevleri… Yine dolu dolu oluyor gözlerim... İki numaralı
cezaevine götürüldüğümüz ilk gün düzenlenen moral gecesini
hatırlıyorum...
PDA cıların kaldığı koğuşta, mahpushaneciliğin adamakıllı
benimsendiği türkülerle, komikliği fena halde tartışılır ilkel
parodilerle dolu bir gece düzenleniyor.. Tel çerçeveli gözlüklerinin
ardından mahcup gözlerle etrafa bakarak gülümsemeye çalışan
birini, her iki yanında oturan, sürekli sırıtan iki adamla birlikte
zorla çıkartıp oturtuyorlar sahne dedikleri sahra taburesine. Birer
şapka kafalarına ve birinin altına gizledikleri yumurtayı bulmasını
istiyorlar bir diğerinden... Sonra herkesi kahkahalara boğan
beklenen son!.. Şapkanın altında kırılan yumurtanın sarısı, akı, tel
çerçeveli gözlüklerinin ardında gülmeye çalışan -aşağılananhedefin yüzüne, gözüne, gözlük camlarına bulaşıyor. Dönüp
yanımda oturan yamuk suratlı adama soruyorum.
“Kim şu kafasında yumurta kırılan?.”
“Ömer Madra!. Hoca Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde...”
117
Timur Ertekin
“Ya yumurtayı kıran?!.”
“Nejat!. Koğuş sorumlusu PDA'nın...”
Moral gecesi, uzun boylu koğuş sorumlusuyla birlikte sahne
alan bir kaç figüranın, oportünizmi sorgulayarak TİP'lileri alaya
aldıkları sahnede, iriyarı bir adam olan doktor Nejat Beyin ahlaksız deyyuslar!- vahim gürlemesiyle sona eriyor!..
Tek katlı uzun bir bina, iki numaralı cezaevi. Tam ortasında
yer alan geniş bir sahanlığa açılıyor birbirine bakan koğuşların
kapıları.. Birbirlerine bakan, upuzun iki koğuş.. Dışarıdan
bakıldığında, önceleri başka amaçlarla kullanıldığı kolayca
anlaşılan, daha çok özenli bir ahırı andıran kirli-beyaz, berbat bir
bina!. Koğuşların girişinde, üstü kalın muşambalarla kaplı yemek
masalarıyla sahra tabureleri karşılıyor içeri girenleri.. Aralarında
dar bir koridor bırakılarak dizilen ranzaların bulunduğu koğuşun
Hüseyin Gazi dağına bakan tek penceresinin dibine yerleştirilen
ranzalardan birinin alt katında, bir başıma kalıyorum... Diğer
ranzalar ikişer ikişer bitiştirilerek dizildikleri için, tutsak gecelerini
başkalarıyla paylaşmak zorunda kalıyor ötekiler...Yeni mekânımda
bir başıma olmanın, gece yarıları başkalarının ayaklarına,
bacaklarına dokunmadan uyuyabiliyor olmanın önemli bir
ayrıcalık olduğunun bilinciyle seviniyorum için için!.
“Ağam sen hoş geldin, safalar getirdin, geçmiş olsun!”
Bu durumun sivil hapishanelerde ancak koğuş ağalarına
mahsus bir ayrıcalık olduğunu söyleyerek benimle dalga geçiyor
Uğur;
“Bir emrin olursa çekinme!..” gülüşüyoruz...
Yüzlerini gazetelerdeki resimlerinden bildiğim, okuduğum
ciddi isimlerle bir arada oluşum gururumu okşuyor. Sadun Aren,
Şaban Erik, Turgut Kazan, Bekir Yenigün, Nejat Yazıcıoğlu,
Hüseyin Ergün.. Kimler yok ki içerde...
Şamanın Üç Soygunu
“MİT'cileri uyuttuk diyorum Uğur'a, sağ sapma diye TİP'lilerin
yanına attılar bizi.”
“Hakkaten lan, diyor şakama katılarak, oportünizm bize de
bulaşmasın!?.”
“Bizim keskinler mi istedi ayrı koğuşta kalmayı?.”
“Her koyun kendi bacağından şey olur oğlum, bilirsin!..”
“Pek öyle olmuyor da!..”
Günde üç kez, koğuşun kapısının önünde nöbet bekleyen
erlerin, a’larını uzatarak fazlaca abarttığı -sayımaaaaseslenişleriyle toparlanıp, ranzaların arasındaki dar koridorda
karşılıklı iki sıra olup sayılmayı bekliyoruz. Nöbetçi erin
komutuyla hazırol durumuna geçip, nöbetçi subayın -sağdan say!emrine uyarak peşpeşe saymaya başlıyoruz. Bir! İki! Üç! Dört!
Beş! Altı!……. Kırkaltı son!... Nöbetçi subayı arkasında askerlerle
karşı koğuşa geçerken Uğur’a takılıyorum.
“Kimin sağı bu?!.”
“Bilmem!..”
“Sağdan say diyince solundaki saymaya başlıyor?!.”
“Solun ne anlama geldiğini bilselerdi burda mı olurduk?.”
“Bak bunu düşünmemiştim! Ha, ha!..”
“Değil mi ama?!.”
“Şeyin yaptığı gibi bir değerlendirme bu senin söylediğin. Hani
sana, bu memlekette hürriyet olmasa Hürriyet diye bir gazete çıkar
mıydı diyen mitçininki gibi!.”
“Hah, ha!.. Doğru be, bu da bizden olsun.”
Tutsaklığın sancısıyla her gün Mamak sırtlarından, aşağıdaki
kömür deposunu izleyen gözlerim, her gelişimde özlemle
seyrettiğim boğaza dönüyor yine. Yeniden birlikte olabilmenin
sarhoşluğu içimi ısıtıyor... Çok şükür / Çok şükür / Bu günü de
gördüm / Ölsem gam yemem gayrı… Nazım’ın dizeleri aklımda.
Telefon çalıyor, Ayten olmalı bu!..
-Timur?
118
119
Timur Ertekin
-Efendim!
-Gelsene aşağıya.
-Yok be patron, yazmak istiyorum biraz.
-Boş ver yazmayı, Bülent Ortaçgil var aşağıda. Yazmamana
izin veriyorum bu gece.
-Önce öyle söyler, sonra da fırçalarsın yine, bu kadarcık mı
yazdın diye!.
-Yok, yok vallahi demem, hadi gel.
-Israr etme patron, kararlıyım... Bu gece yazdıklarımdan ayrı
bir tad alacağım...
-Sen bilirsin. Bi şeye ihtiyacın var mı peki?
-Sevgiye, şefkate, erişemediklerime!.
-Hepsi seninle birlikte yavru kuş.
-Sağol patron!.
-Yaz bakalım o zaman. Kontrole gelicem ama!.
-Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum.
-Ben de, hadi….
Sabah erken kalkmalıyım. Saat tam sekiz buçukta gelecek
Tekin.. Ya uyanamazsam? Uyandırmaya da telefon edemem.
Dışarıdan aranıldığında aşağı kattaki telefon çalıyor çünkü
yalnızca... En iyisi Nurten'i, Ankara’yı aramalıyım. Okula gitmek
için ayakta olur o saatlerde nasıl olsa…
-Mavuş?*
-Canım, nasılsın?.
-İyiyim, iyiyim... Boat Show'a gitmek üzere Tekin'le buluşucaz
yarın erkenden.
-Ne güzel..
-Ama sabah kalkamam diye korkuyorum. Beni uyandırır mısın
cep telefonundan?.
-Tabi uyandırırım, nasıl gidiyor roman?.
-Ufuk'un deyimiyle iyice...
-İyi, iyi aman... Kendine dikkat et, çok içme!..
-Merak etme iyiyim. Hoş şeyler oluyor burda...
*
Oset dilinde”Karım”
120
Şamanın Üç Soygunu
-Canım, seni seviyorum!..
-Ben de canım, ben de!..
Yıllar sonra yazıya dökmek istediklerimin belleğimdeki arayışı
geç saatlere kadar sürüyor. Ancak sabaha karşı yatağa
atabiliyorum kendimi.. Kabuslarla dolu, birkaç saatlik bir uykunun
ardından, Nurten'in telefonu çalmadan henüz uyanarak banyoya
giriyorum. Tekin'in sekiz onbeş gibi gelebileceğini düşünerek
erkenden traş oluyor, üçüncü katta bulunan Şarap Evi'nin yan
sokağa açılan kapısından dışarı atarak kendimi yolunu beklemeye
koyuluyorum Tekin'in. Sabahın erken saatlerinde evlerinde
kendilerini bekleyen kahvaltı sofralarına ekmek, gazete
götürebilmek için yollara düşen, ya da köpeklerini gezdiren
Arnavutköy sakinleri, üzerinde kısa turlarla gezindiğim arnavut
kaldırımlarına yabancı olduğumu hissettiren bakışlarla süzüyorlar
beni.. Denize açılan daracık sokağın başına geldikçe esen rüzgarın
soğuk dili henüz kurumayan saçlarımı yalayarak kulaklarıma
yayılıyor. Kabanımın yakasını kaldırıp, eteğindeki ipi büzerek
soğuktan korunmaya çalışıyorum.. Bir saat kadar bekledikten
sonra, karşı kaldırıma yanaşan arabasının camından el sallayan
Tekin'e ince bir sitem gönderiyorum yanına kurulur kurulmaz...
-Nerelerde kaldın baba?!. Ankara'ya ölmeden dönebilirsem
eğer, hesap sorması için Nurten'e adını ve açık adresini vericem!..
-Neden? Onbuçuk dememiş miydik?!..
-Bilmem, bana sanki daha erkenmiş gibi geldi...
-Biraz geciktim biliyorum ama trafik inanılmazdı. Biliyorsun,
İstanbul!..
-Bilmiyorum, Ankara'lıyım ben!..
-Boş ver, nasılsın, güzel karın nasıl, onu söyle!..
Keyiflendiğim içki muhabbetlerinde, Nurten'i her seferinde
utandıran, karım güzel mi diye sormalarımı hatırlatarak, sabahın
ayazına inat bir sevecenlikle ortalığı ısıtarak giriyor konuşmaya..
-Herşey yolunda. Güzel karımın da sana çok selamı var!..
-Güzel, güzel!.. Ya güzel kızların?!.
121
Timur Ertekin
-Aşığım onlara biliyorsun!..
-Aferin, aferin, hep böyle ol!
Bir şeyler yemek ve biraz olsun ısınmak için Arnavutköy
karakolunun hemen yanıbaşında, bir iki basamak inilerek içeri
girilen küçük sabahçı kahvesinde koyu bir sohbete dalıyoruz. İş,
güç, ülkenin bir türlü içinden kurtulamadığı bilinmezlikler, mafya
devlet ilişkileri, dedikodular, konuşmalar uzadıkça uzuyor... Sonra
rüyalarımı süsleyen teknelerime geç kalmak üzere olduğumuzu
farkederek apar topar çıktığımız kafeden ayrılıp Yeşilköy'e doğru
yola çıkıyoruz...
-Asansör var mıdır oralarda?
-Neden?!..
-Özürlüyüm biliyorsun...
-Yok canım, yok. Düz ayak giriyorsun her yere. Seni
yormayacağım korkma.
-Çok can sıkıcı, çok... İki adım atınca nefes nefese kalıyorum...
Berbat bir şeymiş özürlü olmak...
-Abartma!. Cat'lerin ve blucininle üçyirmilik delikanlılar
gibisin...
-Hımm.. Bana da öyle geliyor...
Sonsuz hayallerimin odaklandığı fuarda, özlemlerimle
olanaklarımın kavgası, her zaman olduğu gibi, neredeyse her
yelkenlinin, her teknenin önünde fuar boyunca sürüp gidiyor. Bir
yandan yeniliklerin peşinde dolanıp dururken, bir yandan
erişilmesi mümkün olmayan -hayâl ötesi- tekneleri geziyor,
olmayan teknemin muhtemel -detay- plânlarını tasarlıyorum
aklımda... Saatler süren fuar gezimiz -ne anlarsın karış karış
buraları gezmekten anlamam ki- Tekin'in yakınmalarıyla sona
eriyor ister istemez…
-Gel sana bir güzel balık yedireyim bu akşam Boğaz'da!.
Yürümekten tabanlarım şişti.
-Bilmem ki, sana masraf olsun istemem...
-Ne masrafı yahu!.
122
Şamanın Üç Soygunu
-Olsun, ulu orta para harcamanı istemem benim için...
-Senin için değil, bir de kız çağıracağım, telekız... Sana ters
gelmezse tabii...
-Neden ters gelsin?. Hem severim ben farklı ilişkiler kurmayı.
Bana göre değil ama o işler, o başka...
-Mesele yok o zaman.
Dönüp, yine Arnavutköy'de Eylül Bar'a komşu lokantalardan
birinde, cam kenarında bir köşe masaya yerleşip yiyeceklerimizi
ısmarlarken, cep telefonundan o şuh numarayı arıyor Tekin. Kısa
süren hal hatır sormaların ardından restaurant tarif ediliyor bulunması çok kolay- adres verilip telefonlar kapanıyor...
-Orospuları severim!..
-Meslek grupları arasında ayırım gözetmem ben.. Genel
anlamıyla insanlara eziyeti kendine meslek sayanların dışında
tabii...
-Orası öyle!.. Bizi delikanlı yapan kadınlara olan hürmetimden
benim söylediklerim… Gerçekten severim orospuları ben.
-İtirazım yok dedim ya...
Az sonra masamıza gelecek olan konuğumuza saygısızlık
olmasın diye mezelere dokunmadan, kızarmış ekmeklerimizle
tereyağı sürerek, beyaz peynirden tırtıklayarak rakılarımıza altlık
yapıyoruz sabrımızı.. Siyasetin akıl almaz entrikalarını, adam gibi
adam olabilmenin, birey olabilmenin sancılarını, inanılmaz bir
hızla altüst olan siyasetin, sistemin sorunlarını tartışırken arada bir
kapıya akıyor gözlerim... Kızıl, kıvır kıvır saçları, kırmızı
dudakları, derin dekoltesinden taşan iri memeleriyle -parfüm
kokuları- beklenen porno güzeline yönelirken gözlerim, kapıda
beliren belli ki üniversite öğrencisi bir genç kıza -basıldık iştegülümsüyor Tekin. Yüzünde pırıl pırıl bir tebessüm, masamıza
gelip -merhaba- aramıza oturduğunda içine düştüğüm şaşkınlığı
gizlemekte güçlük çekiyorum. Tanıştırayım diyor Tekin, “İşte
güzel Nüket buu!. Bu da Timur...”
-Merhaba!. Timur Ertekin ben, memnun oldum...
123
Timur Ertekin
-Ben de.. Oturun.. Lütfen rahatsız olmayın....
Mahcup ama alımlı gözleri, omuzlarının üstünde sonlanan açık
kumral saçlarıyla masaya oturur oturmaz sohbetin akışını peşine
takıp sürüklüyor... Ayrıntılar verilerek tanıştırıldığımda -O adı
henüz bilinmeyen bir yazar- cezaevlerindeki yaşam tarzından,
oralarda kitaplarla birlikte yaşamanın öneminden, romanlardan,
Vedat Türkali'den, onun Bir Gün Tek Başına'sından, kendisiyle
özdeşleştirdiği Günsel'den, umutsuz sevdalarının burukluğundan,
o burukluğu -yazık ki sayıları az- birileriyle paylaşabiliyor
olmanın güzelliğinden, dostlukların, ilişkilerin öneminden söz
ediyor...
Hep birlikte mutluluğa kalkan kadehlerin sarhoşluğunda,
hayatımda ilk kez bir fahişeyle aynı masada oturmanın erişilmez
tadına varıyor, geçmişimle hesaplaşmak üzere ağır ağır gerilerde
bir yerlerde kayboluyorum!..
Yarı yıl sınavlarının ağırlığı altında ezildiğimiz, sabahın ilk
ışıklarıyla sonlanan sınav gecelerinin geyik muhabbetleri geliyor
gözümün önüne.. Gecenin bir yarısı, Amerikalılar’dan satın
aldığımız iki kişilik yaylı yatağımızın bir ucunda uyumaya
çalışırken ben, Akademi’nin sınavlarına birlikte hazırlanan
Metin'le Tuncay, yaktıkları elektrik ocağının odaya yansıyan
kızıllığında, masturbasyon yapar gibi fısıltılarla cinsel
deneyimlerinin sonuçlarını aktarıyorlar birbirlerine...
“Karı dediğin abi, taş gibi olmalı.”
“Memeleri!.”
“Deli misin, sımsıkı olmalı, sımsıkı daş gibi, dimdik!..”
“Yattı mı lök gibi yayılmayacak!..”
“Geçenlerde bir karı attım Cengiz'lerde aynen öyle.. Bi içim su
lan!. Bir bacak var karıda erirsin. Yarım saatte altı posta gittim iyi
mi!.. Memeleri görsen, Himalaya gibi!..”
“Attın lan. Nerde lan bu makinalı? Yarım saatta altı posta!..”
“Kuran çarpsın öyle!. Niye yalan söyliyeyim?.”
“Söylemezsin de abartmak serbest...”
“Abartıyorsam puştum bak...”
124
Şamanın Üç Soygunu
Uyur uyanık dinlemek zorunda bırakıldığım belden aşağı
muhabbetlerine katılamayacak kadar yorgun ve uykusuz olmanın
sabırsızlığıyla doğrulup tartışmalarına son veren sırrımı
açıklıyorum.
“Yeter ulan becerdiğiniz. Biz hiç yapmadık... N'olmuş yani...
Bırakın da uyuyalım... Sınava giricem yarın!.”
“Sen hiç yapmadın mı?.”
“Yapmadım!.”
“Dalga geçiyorsun!.”
“Geçmiyorum!.”
“O zaman ilk fırsatta kerhaneye gidiyoruz...”
“Boş ver kerhaneyi şimdi uykum var, yarın sınavım var...”
“Söz ver bana, ilk fırsatta!..”
“Söz, tamam, ilk fırsatta...”
O zamana kadar bu işi becerememiş olmama bir türlü aklı
yatmayan Tuncay'ın sorumluluğunun engin kanatları altında -bu
işi!- deneyeceğime söz verip, şaşkın bakışlarından kurtuluyorum.
Aradan bir kaç gün geçmeden, Ankara'nın meşhur
Bentderesi'nin yolunu tutuyoruz hep birlikte. Ulus'ta otobüsten
inip, Anafartalar caddesinden kerhaneye kıvrılan yokuşu inerken,
beni dalgaya alan uyarılarını dinliyorum Metin’in. Soğukta kolay
kolay kalkmazmış dendiğinde farkında olmadan önümü örtüşüme
kahkahalarla gülüşü uçup gidiyor gerginliğimin telaşında. Acemi
korkulara direniyor, gecenin karanlığına sürükleniyorum...
Çantasını karıştırıp, çıkartıp bir kaset veriyor Tekin'e “Senin
için almıştım, umarım seversin” diye. Sonra dönüp iri gözlerle
bakarak bana açıklamaya koyuluyor..
-Hediye almayı öyle severim ki!. Bu güne kadar hiç hediye
almadım ama biliyor musunuz?.
-Dert etmeyin, bana da almazlar. Yaz tatillerine gelir doğum
günüm. Hep unutulurum...
-Bilseydim size de bir şeyler alırdım.
125
Timur Ertekin
Elbette bilemezdiniz, diyerek çantamın deriniklerinden
çıkardığım üzerinde küçücük törpüsü, küçücük makası, cımbızı
olan kırmızı İsviçre çakısını çıkarıp uzatıyorum.
-Kabul edersen beni mutlu edersin.
-Ah, teşekkür ederim... Çok incesin sağol... Çok incesin
gerçekten...
Gecenin sonuna doğru, yarı sarhoş kalkarken, iyi ki geldiniz,
diyorum, sizinle tanışmaktan büyük bir mutluluk duyduğumu
bilmenizi istiyorum... Cevap vermeden, uzanıp yanağıma sıcak bir
öpücük konduruyor...
Dar sokakların karanlığında kayboluncaya kadar el sallıyorum
arkalarından. Sonra çatı katıma dönüp, ertesi gün Ankara'ya
dönüyor olmanın sıkıntısıyla oturuyorum bilgisayarımın başına...
Geçmişin derinliklerinde Hakan'ı arıyor gözlerim. Getirmediler
henüz!.. İçimde sıkıntıyla dolaşıyorum bütün gün. Ertesi gün
nöbetçi erlerin sesiyle çınlıyor her seferinde yine ortalık...
Sayımaaa!. Sayımaaa!. Sayımaa!.. Hakan yine yok...
Bir gün sonra, öğlene doğru getiriyorlar Hakan'ı. Yüzünde
korkunun taze izleri, konuşamıyor bir türlü... Etrafını saran
meraklı gurubun dağılmasını bekledikten sonra yanına gidiyorum.
“Ne yaptılar böyle sana?”
“Doğruyu söylememi istiyorlar!..”
“Evet?!”
“Savcılıkta!..”
“Söylemezsen?!”
“Yeniden götürecekler!..”
“Eee?!..”
“Dilekçe yazmamı istiyorlar
söylediklerimin hepsi doğru diye!..”
“Eee?!”
“Korkuyorum!”
126
Şamanın Üç Soygunu
“Yaz sen de o zaman!”
“Bilemiyorum!?..”
“Dert etme, tartışırız!..”
“Neyi?!”
“Sen neyi istiyorsan onu!.. Ölüm yok ya sonunda!...”
“Dalga geçme, sonunda neyin ne olacağını kim biliyor?!..”
“Sonuç ne olursa olsun!. Göze almadık mı ölümü?..”
“Aldık..”
“Eee?!..”
“Utanıyorum!.. Korktuğum için!..”
“Korkmak da insani bir duygudur oğlum!..”
“Peki neden benimle oynuyorlar?”
“Ne var bunda? Peki ya benimle oynasalardı ne derdin?!..”
“Senin söylediklerini...”
“Dert etme o zaman! Düşünelim bir bakalım!...”
Haber olanca hızıyla iki numaralı cezaevinin kuytularında
yayılıveriyor. Dışarıdan pek farkı yok!.. Kumaş aynı kumaş!...
Çok geçmeden karşı koğuştan birileri konuşmak istediklerini
iletiyorlar Hakan'a.. Yanında olabilir miyim diyorum, canı sıkkın
ve yorgun “Evet” diyor, “Yanımda olmanı istiyorum...” Birlikte
karşı koğuştan gelecek olanları beklemeye koyuluyoruz.
Az sonra ellerinde tesbihleri ve yüzlerinde en devrimci
maskeleriyle yanımıza gelip, istenilen dilekçeyi verirse kendisini
işbirlikçi ilan edeceklerini ve tabii bunların sonuçlarına katlanması
gerekeceğini söylüyorlar...
Şaşkın bakışlarıyla kendisine iletilenleri dinlerken Hakan,
sorgucuların pervasızlığından pek de farklı olmayan bu tavra
dayanamayıp, şimdilerde elime geçen fotoğraflarıma bakarak o
çelimsiz halimle nasıl becerebildiğime şaşırdığım bir cesaretle
atılıyorum...
cezaevinden!..
Sorguda
“Size ne ulan!. Bütün bunlardan size ne ha?”
“Ama bu bir!.”
“Siktirip gidin vakit geçirmeden!. Şimdi, hemen!.”
127
Timur Ertekin
“Ama biz!.”
“Bana bak tiyatrocu!. Burası gerçeklerin oynandığı bir sahne.
Bu adam konuşursa boku yiyecek olan sen değilsin, benim!.
Bundan sonrası beni ilgilendirir tamam mı!. İstenmedik şeyler
olursa hoşuma gitmeyen, hepinizin başına o kızıl çorabı en iyi ben
örerim haberiniz olsun!. Bunu aklınızdan çıkartmayın tamam
mı?!.”
Şamanın Üç Soygunu
Sabah erkenden kalkıp bir taksi
havaalanına gitmek üzere yola çıkıyorum...
tutuyor,
Yeşilköy'e
***
Bu sözler, fazlasıyla yabancı olduğum bir tarzın, kavgacı bir
direncin, dişe diş bir mücadelenin kaçınılmazlığını sergiliyordu
daha ilk günden. Demek isyanları oynayacaktım bundan böyle.
Hem de bir başıma...
Dayatmacı heyet homurdana homurdana koğuşlarına dönerken
Hakan'la göz göze geliyoruz...
“Yazmıycam ulan!..”
“Neyi?!.”
“Savcılığa dilekçeyi!..”
“Dur bakalım, düşünürüz dedik ya!..”
“Onlar istediği için değil, sen istediğin için!..”
“Ben bi bok yapmadım ulan!..”
“Yaptın, yaptın!.. Sen çözdün içimdeki düğümü!...”
“Hayk!..”
“Üsteleme, seni seviyorum!.. Yazmıycam!.. Ölüm yok ya
ucunda!..”
“Varsa da birlikte!...”
“Evet, varsa da birlikte!...”
Yıllar sonra güzelim İstanbul Boğazı'nı Eylül'ün terasından
temennayla seyredip geçmişin acısını yüreğimde tazelerken ben,
dönüş hazırlıklarından çok daha önce iniyor gözlerime gece. İlk
fırsatta “yanlız kalpler bandosu” nun yeni bulduğum onurlu
üyesiyle, Nüket'le birlikte olmalı, O'nu yakından tanımalıyım...
Mutlaka... Geçmişin izlerini aramak için artık yeni bir güne
ihtiyacım var... Uyumak istiyorum artık...
128
129
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
Ankara'ya iner inmez arıyorum Bilge'yi.
-Timur Ertekin'in müayenehanesi...
Her zaman olduğu gibi “mu” değil, müayenehanesi!..
Beceremediğini hatırlatıp takıldıkça ben, pembe bir utançla
kızarıyor yüzü “N'apayım Timur Bey, söyliyemiyorum işte!..” Her
seferinde karşılıklı gülüşüyoruz sonra...
-Var mı arayan soran güzelim?.
-Handan Hanım aradı Timur Bey, telefon numarasını bırakıp
aramanızı söyledi. Siz nasılsınız?.
-İyiyim sevgilim, sen?!..
-İyiyim ben de. Randevularınızı hatırlatayım ister misiniz?
-İlk hasta kaçta, onu söyle yeter!..
-Onikide, vereyim mi Handan Hanımın numarasını?
-Hayır, hayır, bende var!..
130
131
Timur Ertekin
Numarayı çevirip, uzun uzun çaldırdığım telefonun açılmasını
bekliyorum! Cevap vermiyor. Tam kapatacakken ben, karşımda
kalın bir erkek sesi tıslayarak soluyor...
-Efendim...
-Ben!. Ben Timur Ertekin! Eee, şey... Handan Hanımla
görüşecektim...
-Banyoda Handan!.
-Daha sonra arayayım o zaman... Bu numaradan aramamı
söylemiş de...
-İyi olur, daha sonra arayın!.
-Yine de aradığımı söylerseniz sevinirim.
-Söylerim!.
Telefonu kapattıktan sonra derin bir nefes alıyorum... Şu işe
bak!. Gözü dönmüş sorgucumla telefonda konuşuyorum... Hem de
evinden... Çok geçmeden onunla başbaşa kalacağımı bilerek
üstelik. Hem de evinde... Bir araya geliyor olmanın
kaçınılmazlığıyla titriyor içim. Ardından unutarak kocasının
varlığını, vücudunun her yerini okşayan suların nefes kesen
ıslaklığında uçları giderek belirginleşen göğüslerini, ince uzun
bacaklarının kışkırtıcılığını, parmak uçlarında sonlanan
mahremiyetini seyrediyorum uzun uzun... Sonra sanki suç üstü
yakalanmış gibi uzaklaştırmaya çalışıyorum aklımdakileri
gözlerimin önünden...
Şaman! Ardımdan eksik olmayan nefretin ve tükenmek
bilmeyen nefesinle yakınlarda bir yerlerde gizlendiğini söylüyor
duygularım yine bana... Handan'dan da, kocasından da uzak
durmalı, geçmişi unutmalı, yazılması muhtemel bir roman için
değecek olan ne varsa sadece onunla uğraşmalıyım. Bitmez
tükenmek bilmez bir kaynak cezaevi, aklımı zorlamalıyım...
Akşam yemeğinde koğuş sorumlusu Nejat Bey, elinde tuttuğu
boş dosya kağıdını yukarıya doğru kaldırıp, bir dakika arkadaşlar,
diyor. İçinde yaşarken farkına varmadığımız yoğun uğultu kesilip
koğuşa sessizlik hakim olduğunda tekrar konuşmaya başlıyor.
132
Şamanın Üç Soygunu
Aramıza yeni gelen arkadaşlarımız var. O nedenle nöbet
çizelgelerinde yeni düzenlemeler yapmamız gerekiyor. Birlikte
nöbete kalmak isteyen ya da değişiklik yapmak isteyen
arkadaşlarımızın adlarını yazdırmalarını bekliyorum... Nöbet
çizelgelerinin ne anlama geldiğini düşünürken ben, soruyor
Hikmet.
“Yazılalım mı adaş?..”
“Ne işe yaradığını bilmiyorum ama yazılalım.”
“Koğuş temizliği, sabah gelen kap kacağın yıkanması, ortalığın
süpürülmesi falan.”
“Olur, yazılalım.”
Her sabah, ağzına kadar dolu olan kül tablalarının boşaltılması,
yerlerin paspasla silinmesi, kahvaltıda kirlenen kap kacağın öğlen
yemeğine hazırlanması, karavanalarla gelen yemeğin dağıtılması
ve genel anlamda ortalığın toplanmasıyla tarif ediliyor nöbet. Yaşlı
bir iki kişinin dışında ayrıcalıksız, herkes tutuyor koğuş nöbetini...
Aldığımız karardan bir kaç gün sonra ilk nöbetçiliğimizi yaşıyoruz
Hikmet'le birlikte. Müteferrikada başlayan arkadaşlığımız,
Hikmet'in arada bir tutan ama karşısındakini inim inim inleten
alınganlıklarına rağmen sarsılmaz bir dostluğa dönüşüyor akıp
giden zamanla...
İki numaralı cezaevinde geçirdiğimiz ilk çarşamba gününün,
ilk görüş gününün -yüreği ağzında- heyecanıyla çıkıyorum
bizimkilerin karşısına. İçeri düşersen beni bir daha asla
göremezsin diyen babamla karşı karşıyayız şimdi tel örgülerin her
iki yanında… Ayrıntılarını tam olarak hatırlayamadığım,
umutlarımı yitirmemem, dimdik ve ayakta kalabilmem gerektiği
gibi -gülümsüyor- bir takım şeyler söylüyor… Ayrıntılarını yine
tam olarak hatırlayamadığım -şaşkın- bir şeyler söyleyerek cevap
veriyorum ben de... Ardından annemin elleriyle birleşiyor ellerim
soğuk tel örgülerin inceliğinde… Babamın aksine, olması
gerektiği gibi, açık yüreklilikle soruyor...
“Ne kadar ceza alırsın?!.”
133
Timur Ertekin
“Bilmem!” diyorum!.. “Onbeş, yirmi, belki otuz!...”
“Peki bunu hak edecek ne yaptın sen öyle?!..”
“Hiç!.. Hiçbir şey!..”
Sana lâyık bir evlat olmaya çalıştım o kadar!.. Kendini,
komşularımızı, insanımızı sevecek, kendinden çok başkalarını
düşüneceksin, onlara yardım etmek için ne yapman gerekiyorsa
asla esirgemeyeceksin derdin ya, öyle yaptım ben de!.
“Ne demek hiçbir şey?”
“Boşver” diyorum “Seni seviyorum!..”
Daha fazla tutamadığı gözyaşlarıyla ıslanırken yanakları,
kusura bakma diyor, tutamadım kendimi... Sırıtarak, tasalanma
kusuruna bakmam, diyorum. Sulu göz n'olucak!
Daha fazla konuşamıyorum. Gizleyerek hıçkırıklarımı dışarıya,
yalnızlığın kucağına atıyorum kendimi. Ellerim ceplerimde, ikide
bir akan burnumu çekerek Samsun asfaltından akıp giden
otomobillere, kömür depolarının aralarında koşan, oyun oynayan
çocuklara bakarak içerde oluşumun haklı nedenlerini arıyorum...
Nafile... Gözyaşları yüreğime akıyor annemin... Görüşme sırası
ablama geldiğinde, okumak istediğim kitapların listesini vererek
gücümün kuvvetimin hâlâ yerinde olduğunu anlatmaya
çalışıyorum ona...
-Teo gitti mi?
-Geçen hafta uçtu Brüksel’e…
-Ayarlamış mıydı kalacağı yeri, okulu?!.
-Onların hepsini halletti babam …
Adını siyasi faaliyetlerimde severek kullandığım küçüğümün
dışında, tel örgülerin ardında da olsa onlarla buluşmanın
zenginliğiyle dönüyorum koğuşa. Hem sevinç, hem hüzün dolu
içim... Öğleden sonra banyo yapmak isteyenler adlarını
yazdırsınlar diyor Nejat Bey. Gidip sıkı bir banyo yapsam iyi
olacak…
134
Şamanın Üç Soygunu
Handan’ın telefonunu beklemeden -belki o beni arar!?banyoya girsem diyorum... Muayenehaneye gittiğimde ararım artık
onu diye düşünürken ben telefon çalıyor...
-Benim sevgili Timur, Handan...
Nasıl oluyor
konuşabiliyor?.
da
kocasının
yanında
bu
kadar
rahat
-Merhaba... Eee, az önce aramıştım ben de... Şey... Eşinizle
görüştüm!. Ne zaman buluşuyoruz demek istemiştim... Yani
ikimiz....
-Korkarım biraz gecikecek!..
-Neden? Bir engel mi var? Ya da!. Yani...
-Hayır, hayır, düşündüğün gibi değil..
-Öyleyse?...
-Amerika'ya uçuyoruz Adnan'la yarın...
-Peki ama neden?.
-Kötüleşti birden. Sağolsun arkadaşlar özel bir klinikte yer
ayarladılar... Bir süre kalıp döneceğiz...
-Ne diyeceğimi bilemiyorum.
-Diyecek birşey yok!. Şans dile!...
Şans?!. Kime şans dilemeliyim! Aradan bunca yıl geçtiği halde
izleri yüreklerden silinmemişken henüz, malûlen emekli bir
işkenceci eskisine mi şans dileyeceğim?. Bir doktor olarak
elimden gelen her şeyi yapar, iyileşmesi için çırpınırım o başka.
Ama şans dilemek!?.. Hayır sevgili Handan hayır, bu o kadar
kolay değil...
-Sizlere iyi yolculuklar, size de bol şans diliyorum Handan!.
-Görüşmek üzere o zaman. Birkaç hafta sonra...
-Evet, görüşmek üzere...
İliklerimi ısıtan sıcak bir banyodan sonra giyinip dışarı çıkmak
üzere merdivenlere açılan kapıya uzandığımda çalan telefonun
sesiyle, postallarımı çıkarmaya üşenip topuklarının üzerinde
135
Timur Ertekin
yürüyerek geri dönüyorum. Nasılsa Nurten evde yok. Postallarım
da çamurlu olmadığına göre, eve geldiğinde sorun çıkmayacak
demektir.
-Efendim?
-Timur Bey benim Bilge!
-Söyle bakalım yavru fıstık...
-Birisi telefon etti, bir hanım, arkadaşınızmış. Yurt dışında
olduğu için uzunca bir süre gelememiş size. Aslında sohbet etmek
için aramış sizi ama isterse dişlerimi de gösterebilirim diyor,
randevu vereyim mi diye aradım...
-Adını da söylemiştir herhalde, ne dersin!?..
-Timur Bey dalga geçmeyin lütfen!. Sonra da bana neden
alındın diyorsunuz!...
-Dalga geçmiyorum, adını öğrenmek istiyorum...
-Unuttum işte!. Bir dakka şuralarda bir yere yazmıştım, aklını
karıştırıyorsunuz adamın...
-Asık suratlı asabi bir hatunla topukları üzerinde durmaya
çalışarak telefonla konuşmanın ne demek olduğunu bilseydin acele
ederdin biraz...
-Özlem!.. Özlem Özlenir...
-Özdeniz olmasın?.
-Bilmiyorum yanlış anlamış olabilirim.
-Olsun bu daha güzel! Kendisini arayıp son hastadan hemen
sonraya randevu ver tamam mı. Şöyle dediğimi de söyle, sizin bu
kadar özlenir bir özlem olacağınızı bilemiyormuş önceden...
-Bu defa beni ağlatmayı başaramıyacaksınız!.
-Şaka etmiyorum, aynen söyle söylediklerimi!..
-Timur Bey ciddi olamazsınız!?..
-Çok ciddiyim aynen söyle!...
-Peki, aaa..... Orda mısınız?.
-Burdayım, ayaklarım uyuştu!...
-Hoşçakalın!..
-Hoşçakal!..
Yukarı doğru tutmaktan neredeyse keçeleşen parmak uçlarımı
yere indirmeden, topuklarımın üstünde yürüyerek kapıya kadar
136
Şamanın Üç Soygunu
güçlükle atıyorum kendimi. Nurten'e asla söyleyemeyeceğim
müthiş bir zafer bu!.. “Aşkolsun Timur'cuğum, sokağın bütün
pisliğini içeriye taşıdın demek, aşkolsun!” Topukların ucunda,
alıngan bir kadınla sürdürülen uzun bir telefon görüşmesinden
sonra yaşanan mutlu son! Hem de ağlatmadan! Demek döndün Ö.
Özlenir!.. Seni özledim!. Yeni soyadın için teşekkür etmelisin
Bilge'ye...
Acele etmeliyim. Muayenehaneye gitmeden önce Altay Bey'e
uğramalı, Hakan'ın getirdiği mektupların tıpkı basımı için neler
yapmam gerektiğini sormalıyım...
Cezaevi!... Mezuniyet belgesini, üstümü başımı didik didik
aradıktan sonra çıkabilirsiniz, diyen Nafiz gardiyandan aldığım
sancılı üniversitem benim!. Hakan’ın getirdiği, üzerlerinde kırmızı
damgayla “Görülmüştür. İmza....” yazan mektupları, zarflarıyla
birlikte, olduğu gibi basmalıyım kitaba… Özlemler ölmez!..
Yetmişli yıllarda her öldürülenin ardından bağıra çağıra sokaklara
döküldüğümüz günler geliyor gözümün önüne!.. Kuseyri'ler
ölmez!.. Yanlışlar başladı mı bir kez yıllarca sürüyor. Ölüyorlar
oysa!.. Deniz'ler, Mahir'ler, Ulaş'lar, hayatının baharında
aramızdan yitip gidenler, ne kadar yüksek sesle bağırırsak
bağıralım özlemleri kursaklarında, bir daha geri dönmemek üzere
yok oluyorlar! Özlem'ler Özlenir!.. Doğrusu bu!.. Yaşı elliye
doğru yol alırken bunun ne anlama geldiğini daha iyi anlıyabiliyor
insan!. Tabi iktidar hırsı yaşama sevincini katletmemişse henüz!..
Altay Beyin ofisini kolay bulurum inşallah diyerek çıkıyorum
yola!. Mektupların romana tıpkı basımı belki de düşündüğüm
kadar zor olmayacak...
Düşündüğümün tersine kolayca buluyorum büroyu... Yazanlar
Sokağın tam ortasındaki dik yokuşa açılıyor apartmanın kapısı.
Ana kapıdan giriyor bir kat aşağıya iniyorum.. Yüzünden hiç
eksilmeyen gülüşü, daha kapıyı çalmadan ben açıyor Altay Bey...
Yıllardır sözünü ettiği, ısrarla davet ettiği, bir türlü fırsat bulup
ziyaret edemediğim çalışma düzeniyle tanışabileceğim nihayet...
137
Timur Ertekin
Üst üste tavana kadar yığılı kitapların arasına sıkıştırılmış bir
çalışma masasıyla, yıpranmış deri koltuklarla, koltukların arasına
serilmiş, yer yer delinmiş eski kilimlerle döşenmiş tıklım tıkış bir
yer burası...
“Tıpkı bunun gibi, kitaplarla ve belgelerle tavanlarına kadar
dolu iki dairem daha var Ankara'da” diyor Altay Bey...
“Oturduğumuz evin de sadece salonunu kullanabiliyoruz zaten.
Diğer odalar -eliyle içeriyi gösteriyor- işte böyle... Oldukça geniş
bir arşivle birlikte, iç içe yaşıyoruz... İşte bütün hazinem bu”
diyor...
Bürosunun bir bölümüne sıkıştırdığı fotoğraf atölyesini nasıl
da kıskanıyorum!. İşte marjinallik bu diyorum!.. Marjinalleri
seviyorum... Keyiflenmeyi, keyiflendirmeyi, onu özenle
sergilemeyi bilen, sıra dışı sevinçlerle donatılmış, damıtılmış
renkleri ilişkilerimizin... Marjinalleri gerçekten seviyorum...
İki numaralı cezaevinde, TİP’li Bekir ağabeyin geliştirdiği
zeytin çekirdeği delme makinası geliyor gözlerimin önüne... Sabah
kahvaltılarının vazgeçilmez katığı berbat zeytinlerin cezaevi
serüvenini hatırlıyorum...
“Nedir bu?!.”
“Bekle bakalım. Az sonra görürsün!..”
İki ucundan uzunca bir iple birbirine bağlanmış ortası delik bir
cetvel çıkartıyor çantasından gururla önce... Oyuncak bir topun
yarısını oklavaya geçirip, içine çimento dökerek önceden elde
ettiği düzeneği masanın üstüne dikip -ipi tam ortasından ucundaki
bir çentiğe takıyor- bir ok gibi gerdiriyor deliğinden oklavaya
geçirdiği cetvelin ipini... Yeleğinin cebinden çıkardığı, defalarca
açılıp kapanmaktan yıpranmış, dikiş iğneleriyle dolu kibrit
kutusunun içinden özene bezene seçtiği birini oklavanın tepesine
saplayıp eski tırnak makasıyla kesiveriyor ucunu.... İşte diyor
matkabımızın ucu bu... Parmakları arasında döndürerek sarmaya
başlıyor sonra. Sarılan iple birlikte cetvel de yükseliyor düzeneğin
138
Şamanın Üç Soygunu
ucunda. Aşağı doğru çekildiğinde, dönmeye başlayan ağırlığın
devinimiyle bir sağa bir sola hızla dönerek çalışmaya başlıyor
alet... Geriye OMO'yla -bence en iyisi oydu- yıkanılarak
hazırlanmış zeytin çekirdeklerinin, hızla dönen tepesi kırık dikiş
iğnesiyle bir matkap gibi delinmesi kalıyor... Bu inanılması güç
yaratıcılığın sevimliliği karşısında hayretimi gizlemeden,
hayranlıkla soruyorum...
“Müthiş bir şey bu!. Nerden geldi aklınıza bunu yapmak?!.”
“Biz sosyalistler diyor, hayatı kolaylaştırmak için varız...”
O günden başlayarak, hayatı böylesi çılgın bir hasletle seven
bu güzelim insanlara karşı duyduğum saygı, her gün giderek biraz
daha artıyor!. Aradan geçen zaman, bu duyguyu bir başıma
yaşamadığımı, benim gibi düşünen başkalarının da var olduğunu
ortaya koyuyor.
“Abi çok utanıyorum ya!.”
“Neden?!.”
“Şu Şaban Abi!..”
“Ne olmuş Şaban Abiye?!.”
“Her defasında bileğimdeki yaranın pansumanıyla o
ilgileniyor!.”
“İyi ya, ne var bunda utanılacak?.”
“Olmaz mı? TİP'in kongresinde sandalyeyi kafasında kırmıştım
herifin.”
“Ciddi olamazsın!.”
“Vallahi!. Her yanıma gelişinde kahroluyorum...”
Koğuşa ilk getirildiğim gün kurulan, TİP'lilerle dalga geçen
tiyatronun sızısıyla bir kez daha burkuluyor içim. Aradan geçen
günler, insanların kişilik yapılarıyla içinde bulundukları siyasetin
her zaman örtüşemeyeceğini gösterecek kadar “adil” örneklerle
yaşanıp gidiyor...
Muayenehaneye, Altay Bey'in sunduğu kolaylıkların sonsuz
rehavetiyle dönüyorum. Henüz ortaya çıkmayan romanımın basımı
139
Timur Ertekin
ile ilgili teknik ayrıntıların cevapları için -ben hepsini hallederimartık uğraşmayacağım... Arka kapak dahil, tüm ayrıntılarla bizzat
ilgileneceğini söylüyor Altay Bey... İsabetli bir karar verdiniz,
yeter ki bitirin... Elimden geldiğince size yardımcı olacağım!.
Baştan sona aksayan işlerle dolu gergin, yorgun bir günün
sonunda ince tel çerçeveli gözlükleri, kısa kesilmiş pırıl pırıl
saçları, çocuk bakışlarıyla Özlem giriyor içeri... Hey güzel kadın,
nasılsın? Sarılıp kucaklarken ben, “Geldim işte n'olsun” diyen
gözleriyle cevaplıyor beni...
-İyiyim.
-Kocan nasıl?
-Boşandım!.
-Yapma! Üzüldüm şimdi bak...
-Ben üzülmedim.
Yıllar önce, üniversitedeyken tanıdığım o küçük, sevimli
kızdan pek farkı olmadığını düşünerek atılıyorum..
-Hiç değişmemişsin.
-Siz de öyle.
-Yapmaa... Şu ellerimdeki senil lekelere bak... Seni Amerika'ya
yolcu ettiğimde yoktular.
-Bakışlarınız, hiç değişmemiş...
-Bir çoban köpeğinin gözleri kadar güzel ve sıcaktırlar!.
-İçe dönük alaycılığınız da.
-Burcumun bir özelliği bu, tiyatro...
-Acımasızlığınız da değişmemiş.
-Kime davranmışım öyle?
-Bana, kendinize, ama başından beri hep kendinize...
-Hey, bana bak, görmeyeli büyümüşsün de sen.
-Büyüdüm, evet...
Yıllardır aşina olduğum bakışlarının gerisinde gizlenen
sevimsizliklerin sezgisiyle tedirgin, takılıyorum…
140
Şamanın Üç Soygunu
-Göz bebeklerin büyümüş, daha bir güzelleşmişsin...
-Burası biraz karanlık, ondandır.
-Sen gerçekten büyümüşsün...
Konuşurken karşısındakinin söyledikleriyle yetinmeyerek,
derinlerde bir yerlerde gizlenen birşeylerin arayışındaymış gibi
belli belirsiz kısıyor gözlerini. Arada bir alnını örten kâhküllerine
karışan saçlarını yana doğru çekerek dizlerinin arasında
birleştiriyor ellerini.
-Zayıflamışsın!.
-Hoşuma gidiyor bu.
-Rejim yaptığına inanmak istemiyorum.
-Hayır yapmıyorum. Bir başıma yemek yiyememek gibi bir
derdim var. Yalnızım da şu sıralar...
-O halde benimle birlikte paylaşabileceğin bir akşam yemeğine
itiraz etmezsin umarım...
-Neden olmasın?. Çok hoşuma gider bu...
-Benim de, hiç şüphen olmasın...
Alelacele toparlanıp çıkıyoruz. Her zaman olduğu gibi az
ilerde durakta sıraya girenlerin yerine, burnumun ucuna kadar
gelmesini beklediğim taksilerden birine atlayıp yola koyuluyoruz
birlikte...
-Yeni bir serüven mi bu?
-Hangisi?.
-Yanlızlığın seçimi.
-Beni tanıdığınızı sanıyordum.
-Yani?
“Afedersiniz bayım, nereye gitmemi istiyordunuz?”
Kısık bakışlarından kurtulmaya çabalarken imdadıma yetişen
taksi şöförüne dönüp, hanımefendi nereye gitmek istiyorsa oraya,
diyorum.
141
Timur Ertekin
-Arjantin Caddesi'ne. Nefis bir pizzayla gidermek istiyorum
açlığımı...
-Hani şu küçük İtalyan lokantası?.
-Evet.
Girişte sağda, üst kata çıkan merdivenin altındaki vestiyere
üstümüzdeki kalabalıkları atıp, caddeye bakan küçük yuvarlak
masalardan birine oturuyoruz. Bir iki yabancının dışında kimse
yok içerde!.
-Sen mi yasakladın, diyorum.
-Neyi?.
-Avam takımının beslenme özgürlüğünü!.
-Neyin, neyin?!.
-Laz tayfasının, Alevîlerin, Sünnîlerin, bilumum Kürtlerin,
Türklerin, kabaca avam takımının...
-Neyini yasaklamışım?.
-Bu lokantaya girişini!..
-Böyle bir emir verdiğimi hatırlamıyorum...
-Keşke verseydin. Zavallı bilinçaltımın kalın zincirlerini yemek
boyunca çözebilir, azat edebilirdim onu.
-Görünürde bir engel olduğuna inanmıyorum buna... En
azından benim yanımda...
-Engeller görünürde olmaz, aniden beliriverirler. Seni çok
özledim küçük yaratık...
-Buna sevindim...
-Biliyor musun, olağanüstü hoş birşey oldu bugün
kendiliğinden.
-Ne gibi?!.
-Farkına varmadan soyadını değiştiriverdi Bilge... Engin
denizlerin özü olduğunu unutabilirsin artık. Uçsuz bucaksız
duyguların özlenilirliğiyle birlikte olmak zorundasın bundan böyle
sevgili Özlem Özlenir... Karnınızın deli gibi acıktığını biliyorum,
söyler misiniz, size ne ısmarlıyabilirim?.
-Sizi seviyorum... Hiç değişmemişsiniz işte...
Yanıbaşımızda, incelik mesafesinde ayakta duran garsona
142
Şamanın Üç Soygunu
dönüp gülümsüyorum.
-Ben iyi soğutulmuş bir şarap istiyorum!. Ne yiyeceğimize
küçük hanım karar verecek!..
-Neden ben?. Hani siz ısmarlayacaktınız!.
-Elbette!. Ama önce ne yemek istediğine karar vermelisin!
Sonra ben dönüp beyefendiye ısrarla sana ısmarlayacaklarıma dair
ısmarladıklarımla ilgili ısrarlı taleplerde bulunacağım!.
-Sizi seviyorum...
-Ben de seni güzel kız...
Gözlerinde endişe rüzgârları estiğini farkediyorum zaman
zaman... Aynur da böyle bakardı bindokuzyüzaltmışyedilerde, ne
kadar da çabuk geçiyor zaman. Morfoloji binasında, ateşli
yirmidokuz nisan* hazırlıklarının içinde buluyorum kendimi... Sol
ellerimizin yüzük parmaklarına takılmak üzere beyaz kurdeleler
dağıtılıyor herkese. Herhangi bir çatışma çıktığında, diğer
fakültelerdeki solcu gruplarla birlikte hareket etmemizi sağlayacak
bir önlem bu. Sopalarımız, gururla taşıdığımız -nerdeyse tek tipparkalarımızın altında saklı, yürüyüş düzenini alıyoruz üniversite
hastanesinin önünde... Kimya mühendisliği okuyan sevgilimin
endişeli bakışlarına aldırmadan -bir onur meselesi bu- kalabalığa
katılıyorum...
-Endişeli bir hâlin mi var?..
-Hayır, yorgunum biraz.
-Hem de bu yaşta?.
-Yıllar sonra yine mi yaş farkının önemini anlatan
hikâyelerinizi dinleyeceğim yoksa?
-Öyle mi?. Unutmuşum!. Hatırlayamamak gibi bir özrüm
olduğunu biliyorum, belli ki bu da yaşlılıktan!. Şaka, şaka!.. Güzel
kızların ilgisini çekmek için sıklıkla başvurulan bir oyun bu!..
-Bunu bana daha önce söylemeliydiniz!. Ben evlenmeden
önce!..
*
27 Mayıs 1960 öncesi Ankarada düzenlenen öğrenci hareketleri.
555 K (Beşinci ayın beşinde saat beşte Kızılay meydanında)
143
-Arizona'lının benim gibi yaşlı bir
bilmiyordum!?.
-Değildi tabii... Sizden söz ediyorum ben!..
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
adam
Arka koltuğa kurulurken kulağına doğru eğilip taksi şöförünün
duyamayacağı bir sesle fısıldıyorum. Şimdi çok daha güzelsin,
yedisekizyüzyıl önce tanıdığım o şımarık üniversiteli genç kızdan
çok daha güzel!.
olduğunu
Bir süre sessiz kalıp, garsonun şarap kadehlerinin içinde
yüzmeye terkettiği mantarları seyre dalıyorum. Sonra başımı
kaldırıp, biliyor musun diyorum, önündeki sigara paketine uzanıp
bir sigara yakarak, aramızda uzanan yirmi korkunç yılın varlığına
rağmen seni seviyorum. Seni seviyorum güzel kız diyebilmem için
elli yaşıma gelmem mi gerekiyordu bilmiyorum ama gecikmiş de
olsa bunu söylemekten mutluluk duyuyorum.
Sözlerimi bitirir bitirmez yerinden kalkıp, karşı masada tek
başına oturan muhtemel İrlandalı’nın şaşkın bakışlarına
aldırmadan yanaklarımdan öperek yüreğinin derinliklerinden taşan
sıcaklığı sıkı sıkı sarıldığı omuzlarıma taşıyor!.. Nasıl olup da
geçip gittiği belirsiz saatlerin ardından bu duygu boyutları yüksek
akşamüstü birlikteliğini bir daha yaşamaya karar vererek
ayrılıyoruz lokantadan... Kapıdan çıkar çıkmaz koluma girip sıkı
sıkı sarılıyor taksi beklerken.
-Mırr.. oluyorum böyle, içimi ısıtıyorsunuz!..
-Pisipisilerle aram iyi değidir pek ama biraz olsun ilgini
çekebilmek için çok seviyormuş gibi yapabilirim!..
-Güldürüyorsunuz beni, komiksiniz!..
-Yıllardır yanımdan ayırmadığım cep tiyatrosunun ne denli
başarılı olduğunun bir kanıtı bu…
-Eğlendiriyorsunuz!?.
-Eğlenmeni istiyorum!..
-Başarıyorsunuz da!
-Farklı bir etkileme tarzı olmalı herkesin!. Herkes gibi özürlü
yanlarımı örtmeye çabalıyorum ben de!..
-Seviyorum sizi...
-Ev vet…Nihayet başarabildim demek!?..
-Elbette başardınız! Hem de bundan yedisekizyüzyıl kadar
önce!...
-Taksi!..
144
Kırmızı stop lambaları kayboluncaya kadar izliyorum
arkasından… Özdemir Erdoğan’ın eski bir şarkısı dilimde… Yir!
Mi! Yaş! Far! Ka! Rağ! Men!...
Duygularımı doğrularım adına kolayca silebildiğim günlerden,
doğrularımı duygularım adına feda edebileceğim yerlere
yaklaşıyor olmanın hoşluğunu yaşıyorum!. Acele etmeliyim!.
Şimdiye kadar ne varsa yapamadığım yapılabilir kılmalı, kendimle
başbaşa kalmalıyım artık!. Bitirilmesi gereken ciddi bir romanım
var… Nerde kalmıştım ben?!...
Biraz sohbet edebilir miyiz diyor, havalandırmada... Hoca'ya
mazeret mi bildireceğim!. Nasıl isterseniz, diyorum ve biz -Sadun
Hoca ve ben!- iki numaralı cezaevinin Hüseyin Gazi'nin
yamaçlarını gören avlusunda voltayla sohbete dalıyoruz...
İncitmemeye çalışarak içerde oluşumun nedenlerini bulmaya
çabalıyor hoca... Yirmi yıl önce İngiltere'den aldığı Harry's Tweed
el örgüsü ceketinin başına gelenlerle başlayan -ilk tevkifatımda da
üstümde bu vardı- sohbetimiz, o zamanlar hiç haketmediğimi
sandığım, beklemediğim bir biçimde sonlanıyor…
“Bütün konuşmalarımızdan senin bir komünist olmadığını
anlıyorum.”
“Olur mu hocam!?..”
Bunu dile getiren -mâzallah- bir başkası olsa, doğması
muhtemel facia, Sadun Hoca'nın saygıdeğer kişiliğinde
suskunluğa, kendini sorgulamaya dönüşüyor...
“Şart mıdır komünist olmak sence?!.”
“Bilmem?”
145
Timur Ertekin
“Değildir!. Doğruların peşinde olmaktır önemli olan!.”
“Beni öyle görmüyor musunuz?.”
“Elbette görüyorum. Sen bir devrimcisin! Hoş birşey bu!..
Ama insanın kendini doğru yakalaması lâzım!”
“Yakalamamış gibi miyim?!.”
“Sapasağlam devrimci bir inançla yakalamışsın hem de!..”
“İnsanın kendini doğru yakalaması lâzım!” Bu sözü hiç ama
hiç bir zaman unutmayacaktım...
Günler birbirinin peşi sıra inanılmaz bir hızla geçiyordu... Kışa
dönen mevsimle birlikte kurulan sobaların unutulmuş tadını
yaşamaya başlamıştık içerde… Nöbetçi olduğumuz günler
erkenden kalkıyor, yaktığımız sobanın nar gibi kızaran karnına
bakarak hava atıyorduk Sökeli'yle!.. Yakamazlar adaş, diyordu
Hikmet, bunlar ana baba kuzusu! Talim terbiye görmüş burjuva
çocukları bunlar!..
“Ya ben?”
“Sen başkasın!”
“Nasıl?.”
“Karıştırma artık orasını!”
Nöbete kaldığımız günler Hikmet'ten önce kalkabilmek için,
biz uyurken koğuşta sabaha kadar dolanan nöbetçilerden
Hikmet'ten önce beni kaldırması için ricalarda bulunuyordum.
Yine de her uyandığımda, kül tablalarının boşaltılmış, sobanın
yakılmış, koğuşun temizlenmiş olduğunu görüyordum hayretle.
Sıkıntıyla kıvranırken ben, kırış kırış gözkapaklarının ardına
gizlenmiş bilge gözlerinde parıltılar -keyifle- şaşkınlığımı
seyreden Hikmet’i buluyordum karşımda…
Ertesi gün nöbetimiz olduğu geceler uyumama kararı alana
kadar ben devam etmişti bu durum... Herkes horul horul uyurken
elime bir kitap alıp ranzama oturmuş -ışıklar bütün bir gece
boyunca açık kalırdı- sabaha kadar okumaya, uyanık kalmaya
zorlamıştım kendimi. Arada bir önüme düşen başımın ağırlığıyla
uyandığımda, yanımda duran plastik şişelere uzanmış, içindeki
146
Şamanın Üç Soygunu
suyu kâh içerek, kâh yüzüme serpiştirerek uyanık kalmaya
çabalamıştım… Böylece daha Hikmet kalkmadan ortalığı
temizleyebilmiş, sobayı yakarak yeni bir güne hazırlamıştım
koğuşu tek başıma...
İnatla, Hikmet'in bu konuda ne denli kararlı olduğumu kabul
edişine kadar sürüp gitmişti bu garip işkence!..
İnsanın kendini doğru yakalaması lâzım evet! Aradan geçen
bunca zamana rağmen bir kez olsun korkmadan becerebildim mi
bunu acaba?!. Yoksa hep, sonra ne derlerin telâşına mı düştüm?.
Duygularım adına doğrularımı feda edebildim mi gerçekten! Bir
yaz gecesi keyfinin hafifliğini çılgınca yaşarken hepbirlikte
teknedekiler, gözlerindeki hüznü her seferinde yüreğime kazıdığım
o genç kızla bir kez olsun içimden geldiği gibi konuşabildim mi?.
Ona deliler gibi kendimi anlatmak, onunla yakınlaşmak istediğim
halde “Eğer izin verirsen sana aşık olduğumu söylemek istiyorum”
diyen gözlerle bir kez olsun bakabildim mi ona!. Kajal'a... Ahmet'i
üzmek istemedim belki de... Sana yazabilir miyim, dedim sadece,
alkolün gözlerime indiği bir gece… Sana -eğer izin verirsen- uzun
uzun mektuplar, mektuplar, mektuplar, mektuplar yazmak
istiyorum, dedim sadece... İzleri bu günlere kadar -silinmeksizinsüren bu ne garip bir işkence!..
Ertesi gün, içimizi kıpır kıpır saran yeni bir “görüş günü”
telâşıyla başlıyoruz güne... Dörder, beşer kişilik gruplar halinde
alıyorlar ziyaretçileri içeriye. Kapıdaki asker, elindeki listeye
bakarak sesleniyor içeri...
Şaban Erik! Turgut Kazan! Can Açıkgöz! Muammer Soysal!
Adı her söylenen ince bir telâşla yerinden kalkıp hızlı adımlarla
“görüş” için ayrılan kulübeye yöneliyor. Cezaevinin kâlbi o
küçücük kulübede atıyor her çarşamba. Dava ile ilgili son
gelişmelerden -baban Ersun Paşa’yla görüşmüş- dışarıda esen
siyaset rüzgârlarından, Teoman’ın -ikide bir okul değiştiriyor- yurt
dışı maceralarından, onları yanlız bırakmayan arkadaşlarımdan,
apartman komşularımızdan -kimse gelip gitmiyor artık-
147
Timur Ertekin
uluslararası politikaya kadar her şey orada konuşuluyor…
Bizimkilerle olabildiğince hasret giderip, elimde ablamın
getirdiği kocaman bir nergis demetiyle dönüyorum koğuşa!.
Oralarda bir yerlerde bulduğum bir konserve kutusuna zar zor
sıkıştırıp, baş ucuna koyuyorum yatağımın!.. Kapıdaki asker
saymaya devam ediyor hâlâ… Uğur Cilasun! Bekir Yenigün!
Nebil Ergun! Sadun Aren!..
Ranzama uzanıp, kokusu koğuşun her köşesine yayılan
nergislerin dokusunda gezinerek, sanki Karaburun’da bir tepede,
nergis tarlaları arasında yatıyor -muş- gibi yapıyorum... Aşağılarda
bir yerde, kayalıklarda patlayan dalgaların, heybetle kabaran
denizin sesini duymaya çabalıyorum...
“Sizlere güzel haberlerim var çocuklar!”
Doğrulup bakıyorum, elinde kötü, bakalit bir vazoya
yerleştirilmiş boynu bükük karanfilleriyle koğuşa dönüyor Sadun
Hoca. Ama önce şu elimdekileri yerleştirmeliyim, diyor. Vazoyu
herkesin görebileceği bir yere, duvardaki bir çiviye tutturuyor.
O’nu -ne yapıyor bu adam- izlerken, içimdeki deli sevinç narkisos- bir anda utanca dönüşüp kayboluyor... Nergis tarlaları
teneke kutuya, bense ranzama dönüyorum...
Ertesi sabah, uzun yemek masalarının üstündeki yeşil plastik
bardaklara sarı beyaz kıskanç nergislerimi -utancımıyerleştiriyorum birer ikişer... O sabah, hemen herkesin yüzünde
beliren tebessüm biraz olsun hafifletiyor acımı... Sadun Hoca'yla
göz göze gelmemeye özellikle dikkat ediyor ama nafile...Yanıma
kadar gelip, “Sen ince bir çocuksun” diyor. “Beni utandırmayın
diyorum, lütfen, zaten çok kötü oldum dün...” Olan bitenden
memnun, yineliyor, “Hem de çok ince, çok zarif bir çocuksun!.”
Sağolun hocam... Sağolun!.. Sağolun!. Sağolun!..
Özlem'le yaşanan akşam üstlerinin çekiciliği her gün biraz
daha ısıtıyor içimi... Daha iyi geceler derken özlediğimi farkederek
148
Şamanın Üç Soygunu
çılgın bir sevince kapılıyorum... Geciktim mi, diyor her seferinde...
Hayır,
hayır,
elbette
gecikmedin.
Gizleyemediğim
tedirginliklerimin nedeni bu değil!.. Yıllar sonra bir araya geliyor
olmanın ağır bedelini sorguluyorum içimde... Okyanusların engin
sularına yelken açmaya hazır yelkenlileri seyrederken İngiltere'de,
demek bendim yanıbaşında duran. Günlük hayatın karmaşasına
aldırmaksızın salınan -sürtük- yelkenlilerin arasında çekilen
resimlerini gösterirken bana, teknelerle birlikte hep sizi
düşünürdüm dediğinde kimbilir hangi vahim tuzaklar arasında
geziniyordum ben... Oysa seni her gördüğümde ruhuma korku
salan derin bir hesaplaşmanın sonsuz kavgası vardı içimde...
Hırçın ve muhtemelen bunak -öyle olmalıydı- bir Şaman yerine
koyarak tutsak edemezdim seni kendime... Mevsimsizdi evliliğin!
Mevsimsiz ve sevimsiz!. Ama çocuk gözlerine denk düşmüyordu
yaşadığım sonbahar!. Mevsimdi, mevsimsizdi, mevsimsizdik!. Bir
başka bahara kalmıştı ister istemez özlemim! Bir başka bahara…
bir başka bahara… bir başka bahara... Tahayyül edilmesi
fevkalâde kolay, yaşanılması fena halde güç, fevkalâde bir başka
bahara... Özlemdi, özlenirdi, özlendi!.. Ve hep öyle, özlenildiği
gibi kaldı… Belki de hep öyle kalacak... Aramamalıyım bundan
böyle!.. Çılgın bir yaşama sevinci verse de bir araya gelmelerim,
bir daha asla aramamalıyım...
Daha önce düşündüklerimin tersine, bir arada olabilmek için
elimden gelen herşeyi yapıyorum yine... Bütün hastaları iptâl edip,
birlikte olabilmemiz için boş zamanlar yaratıyorum... Kaçıyoruz
birlikte!. İkide bir kısılan çocuk gözlerinin ardına saklanan beni
arıyorum her seferinde... Sonra, bir sonbahar akşamının derin
karanlığında yeni aldığım Astra'nın -sıfır kilometre- kokusuyla
Ankara'nın
karanlık
varoşlarına
dalıyoruz
birlikte...
Gecekonduların serin havasının solunduğu karanlık sokaklar bitip
caddelerin pırıl pırıl aydınlığına kavuşulduğunda, karanlığın gizine
sığınmadan sıralıyorum -utancımla başbaşa- içimden geçenleri...
-Seni seviyorum!...
-Bunu duymak hoşuma gidiyor!..
-Üstelik -derler ya- sana edepsizce sarılmak, sevişmek
149
Timur Ertekin
istiyorum seninle...
-Ne hoş!..
-Belaya girse de başım...
-Öyle demeyin!..
-Sonuçları ne olursa olsun içimden geçenleri bilmeni
istiyorum. Yaşanılsa da, yaşanılmasa da, bir rüya da olsa bu, seni
deliler gibi istediğimi bilmeni istiyorum...
-Siz bir çılgınsınız!..
-Evet!. Aynen öyleyim...
-Alın beni o zaman!.
Oran sitesinde, Hakan'la birlikte kiraladığımız şirin evimize
vardığımızda perdeleri birer birer çekerek özlem dolu sıcaklığına
sarılıyorum onun... Derin nefeslerle öylece kalıyoruz bir süre...
Alnından öpüyorum önce. Yanaklarından, dudaklarından....
Küçük, biçimli kulaklarından... Uykuya dalan kirpikleri sarhoş,
gömleğinin düğmelerini çözüyor elleri… Beyaz dantellerin
gizlediği meme uçları beliriyor dudaklarımın ucunda. Alaycı bir
ifadeyle dönüp “eşit miyiz” diyor birden!. Elbette, elbette, elbette
eşitiz... Hızla ağarmakta olan göğsümdeki kılları gizleyen
gömleğimi çıkartıp yanıbaşımda duran koltuğa bırakıveriyorum...
Tanrım, şu işe bak, sevişiyoruz!. Ve ben, ağır ağır güneşe doğru
süzülüyorum...
-Muhteşemdi!..
-Bence de!..
-Seni seviyorum!. Seni seviyorum!. Seni seviyorum!..
-Ben de seni, ben de seni, ben de seni... Yıllardan beri ilk kez
kadın olduğumun bilinciyle üstelik!.
-Benim için de öyle!. Yalansız dolansız olması gerektiği
gibiydi herşey. Muhteşemdin!.. Adam gibi adam olabilmenin......
Küçücük parmakların dudaklarımı sevgiyle okşayan
seslenişine uyarak susuyorum. Sen, diyor, olman gerektiği gibi
birisin... Sevgi dolu, delidolu bir yürek.... sessiz çığlıklarla soluk
soluğa varılan zirvede -çırılçıplak- konuşuyor olmanın tadını
çıkarıyoruz!. On yıl!. Bir arada olmanın tadına varabilmek için
150
Şamanın Üç Soygunu
neden onca yıl bekledik? Deli olmalıyız biz, diyor...
Deli olmalıyım evet! Adına hayat denilen şeyin ne anlama
geldiğini yıllar sonra anlayacak kadar hayata gecikmiş bir deli
olmalıyım… Deli olmalıyım evet, çılgın bir güçle tutsaklıkların
zincirlerini kıran, deli hasretlerin, deli hasletlerin peşinde deliler
gibi koşan, deliler gibi özleyen, deliler gibi seven, yanlızlığın
tuzaklarında gözbebekleri solan, deliler gibi inleyen, deliler gibi
ağlayan, yeniden kavuşmaların sevinciyle deliye dönen, deliler
gibi kucaklayan, hasret gideren, sevişen ve bunu sana
yakıştıramadımlara başkaldıracak kadar deli bir cesaretle ayağa
kalkarak, ben de kendime sizin gibi olmayı diyebilecek kadar
cesaret sahibi bir deli... Ciddi bir deli olmalıyım evet...
-Deli oluşun hoşuma gidiyor!. Gecikmelerimizden yakınmıştım
ben...
-Gecikmelerin vahim sonlanabilirliğinin acılarından söz
ediyorum ben de. Çocuk denecek yaşta, “yârin dudağından gayrı
her yerde, her şeyde hep beraber” diyerek yola çıkanların,
darağaçlarında, ölüm tuzaklarında sonlanan yalnız yürüyüşleri
geliyor gözlerimin önüne. “Bizim de bir çift sözümüz var aşka
dair” diyebilecek kadar yaşayabilselerdi keşke...
-Acı çekiyorsun sen!
-Acı çekiyorum evet. Gençliklerinin baharlarında, devlet denen
ceberrut cellatın kıllı parmakları arasına boyunlarını neşeyle
uzatarak güneşe gömülmeyi seçenlerin matemlerini tutmakta, olan
bitenleri anlamakta fena halde geciktiğim için acı çekiyorum…
-Anlatsana bana onları!.
-Sözler neyi anlatır kendileri yoksa...
-Olsun!. Geçmişte yaşanılan ne varsa bilmek istiyorum sana
dair, seni bana anlatan...
-Hepsini mi?.
-Evet hepsini!..
Çarşafın çıplaklığını örten maviliğine bürünerek avuçlarını
çenesine dayayıp, ikide bir kısılan gözlerinden süzülen büyük bir
merakla masal dinlemeye hazır kız çocukları gibi anlatmamı
151
Timur Ertekin
bekliyor. Sözcükler birer birer dökülürken dudaklarımdan parmak
uçları dolaşıyor omuzlarımda...
-Dünyanın en güzel insanlarını, en aşşağılık yaratıklarını
tanıdım ben... Dünyanın en mükemmel köylüsünü, Hikmet'i
tanıdım! Söke'nin bereketli ovasını, yoksul insanlarını,
sevinçlerini, sancılarını, karısı Müşerref'i tanıdım. Müşerref'in,
seni haksız yere içerde tutuyorlar Hikmedim, diyen mektuplarını,
mektuplarına yansıyan aşkı tanıdım... “Suçlu olanlar orta yerde
gezinirken seni içerde tutuyolar Hikmedim?” diyen aşk
mektuplarını... Sen orada, ben burda, bebeğimiz karnımda
hasretinle büyüyor diyen mektuplarını okudum Müşerrefin...
-Hamile miydi karısı?
“Konuşmak istiyorum seninle adaş...”
“Hayrola, bir terslik mi var?.”
“Arkadaşlar benim söylediğimi bilsinler istemiyorum ama
Müşerref doğum yapacak biliyorsun, üç beş kuruş toparlasanız da
diyorum…”
Nasıl olup da önceden düşünmediğime nasıl da utanmıştım!
PDA’cıların komününe katılmayarak beş kuruşsuz yaşamayı
seçtiği isyanına denk düşen sessizliğine nasıl da duyarsız
kalmıştım!.
Birkaç gün sonra Söke'den gelen mektup istihbarat ağının
hapishane içinde de çok iyi işlediğini gösteriyordu. Müşerref, o
hafta kendisine üstüste iki kez gönderilen paranın yüreğini nasıl da
rahatlattığını anlatıyordu mektubunda. Hikmet'ten cezaevindeki
değerli arkadaşlarına teşekkür etmesini istiyor, özenle korumaya
çalıştığı tedbirli uslubunu terkederek, içerdekilere ilk kez
övgülerde bulunuyordu... Karşı koğuştan PDA'cıların gönderdiği
anlaşılan paralara öfkelendiyse de Hikmet, kişisel çabalarımla
gırtlağı özenle sıkılarak susturuldu.
-Sonra ne oldu?
-Hayati tehlikeyi
152
kolay
atlattı.
Öyle
öldürecek
kadar
Şamanın Üç Soygunu
sıkmamıştım yani. Ha, ha!..
-Dalga geçme!. Sonra ne oldu?
-Yadigâr doğdu! Doğumun hemen ardından cezaevine gelen
mektubunda Müşerref, bebeklerinin kendisine Hikmet'ten yadigâr
olduğunu, o nedenle de adını Yadigâr koyduğunu yazıyordu...
Bütün koğuş sevinçle karşıladı haberi... Bir kızımız olmuştu...
-Sonra?.
-Daha sonra bir kez daha para toplamaya kalktık ama başarılı
olamadık. İçerdekiler, yarınları bizlerle bugünden paylaşmaya
henüz hazır değildiler...
-Saçma!..
-Hayır, saçma değil! Sonuç olarak herkes yalnız sayılırdı...
Sararmış parmakların arasında ezbere dolaşan tespihlerin şarkısına
takılır kalırdı dile getirilmeyen kaygılar...
-Yine de saçma geliyor bana,
-Müthiş sallamalar örerdik rengârenk boncuklardan. Rahmetli
anneanem gibi parmaklarımı bir gerip bir açarak örerdim
boncukları elimdeki tığla... TİP'li Bekir Abi, Nebil ve ben,
inanılması güç bir ekip olmuştuk... Nebil dudaklarının arasında
sigara, uzandığı ranzaya yayıldıkça yayılır, boncukların renklerini
bahşederdi... Üç kırmızı, iki beyaz, bir siyah, dört kırmızı, üç
beyaz, iki siyah, bir yeşil!.. Bekir Abi, Nebil'in dilinden dökülen
her rengi inanılmaz bir hızla ipe geçirir, getirir önüme sererdi....
Boncukların mapusane dansı sürerken parmaklarımda, Nebil'in
gönlünden süzülen desenlerin şaşırtıcı güzelliği belirirdi yavaş
yavaş sallamanın ucunda...
-Seni öyle elinde tığla bir şeyler örerken düşünemiyorum…
Kolay bir iş olmasa gerek hem!.
-Yok canım, Hikmet bile öğrenmek istemişti. Ha, ha!.. Her
seferinde dalga geçerdim ırgat elleriyle boncuk mu örülür, diye.
“Ben keyfimden mi istiyorum sanki öğrenmeyi adaş” demişti bir
gün “Arayanım yok, soranım yok, param yok, yarın varacağımız
sivil cezaevlerinde kim bakar bana, Yadigâr'a?!. Belki üçbeş kuruş
elime geçer diye, hepsi bu!..” Dudaklarım donar kalırdı böyle
anlarda. Buz keserdi ellerim, ne diyeceğimi şaşırırdım...
-Ben de üşüdüm şimdi. Sarılsana bana, ısınmak istiyorum...
-Seni seviyorum sevgili Meryem... Seni seviyorum... Seni
153
Timur Ertekin
seviyorum... Seni seviyorum...
-Ben de ihtiyarcığım, ben de!. Ben de seni seviyorum...
Değişimin akıl almaz rüzgârlarına o kadar açık, o kadar
yapmacıksız, o kadar saf, o kadar kendisi gibi soluk alıp veriyordu
ki, bekâret ancak bu olsa gerekti... Konuşurken ben, ikide bir
kısılarak, sanki kaybolması muhtemel ayrıntıları yakalamak ister
gibi geziniyordu dudaklarımda dolaşan gözleri...
-Genç miydi karısı?
-Bilmem?!. Sormamıştım yaşını...
-Güzel miydi?
-Güzel olduğunu söylerdi...
-Sonra sen gördün ama!..
-Evet gördüm.
-Güzel miydi peki?.
-Yıllar sonra üç çocuk sahibi bir anne olarak gördüm, evet
güzel denilebilirdi...
-Kibarlık ediyorsun?!.
-Sana anlattığım kadının güzel olmaması mümkün mü?!..
-Akıllı bir kadın olduğu anlaşılıyor elbette anlattıklarından ama
yine de kibarlık ediyormuşsun gibi geliyor bana...
-Doğrusu evlilik sınıf farkı gözetmeksizin yiyip bitiriyor
ilişkileri. Yıllar sonra ona “Hikmedim!” diyen Müşerref yoktu
artık yerinde... Sorunlarını çözemeyen, yakınılan bir Hikmet vardı
geçim mücadelesiyle geçinen...
-Bir gün....
-Evet, bir gün?!.
-İkimiz de özgür olursak birgün...
-...................
-Evlenmeyelim olur mu?!.
“Bence de, bence de evlenmeyelim” diyorum. Sana her
hazırlanışımda, her sarılışımda, uzaklardan gelişini her
koklayışımda aynı ürpertiyi bir daha, bir daha, bir daha yaşamak,
seninle birlikte olmaktan duyduğum uçsuz bucaksız mutluluğu
uçsuz bucaksız gökyüzüne haykırmak istiyorum her seferinde...
154
Şamanın Üç Soygunu
Seni seviyor ve kaybetmek istemiyorum hiç...
-Demek Müşerref'in de aşkı soldu sonunda...
-Çılgın duyguların bir rezonansıdır aşk!.. Benzer günlerin
sonsuz sabrına dayanamaz elbette, susar...
-Bu güne dönmeyelim hemen n'olur, Hikmet'i anlatıyordun...
Büyü bozulsun istemiyorum. En azından şimdilik...
-İnanılmaz bir direnci vardı... İnce uzun boyu ve sıradanlığa
zor eğilen kamburuyla inanılmaz bir adamdı. Balayında, Nurten'le
evliliğimizin üçüncü gününde onları görmeye gitmiştik. Betoncu
Hikmet'in evi nerde, diye sorarsan gösterirler çarşıda demişti. Yine
de işi sağlama alıp telefon ederek kendisini deniz kenarında
beklediğimizi söylediğimde, kahvaltı sofrası niyetine şehir
kulübüne kurduğumuz, ahtapot salatalı, kalamarlı, rokalı, midye
salatalı, sarıkanatlı -sızma zeytinyağlı- ziyafetimizden neredeyse
kalkmak üzereydik... Deniz kenarında poğaça ya da simitle
kahvaltı etme fikri, vitrininde sergilenenleri görünce -Nurten çay,
simit ve peynirle durumu idare ediyordu- cazibesini
yitirivermişti...
İri iki elin arkamdan gözlerimi örtmesiyle gelmiş olduğunu
anladım Hikmet’in... Bir yandan sarılıp kucaklarken, bir yandan da
kocaman elleriyle pat pat sırtıma vuruyordu. “Ta-a-nış-tı-raa-yımNu-u-u-r-te-e-n-n” Dönüp nezaketle uzatarak kocaman ellerini,
konuşmaya başlamıştı Hikmet.
“Yengânım, kusuruma bakmayın, çok oldu adaşımı
görmeyeli!..”
Hikmet'e ait hemen hemen herşeyi defalarca dinlemiş olan
Nurten için hiçbir davranışı sürpriz olmamıştı Hikmet'in... Tersine,
birlikte geçirdiğimiz birbuçuk günün ardından, olağanüstü
duyarlılığının rüzgârlarına birlikte kapılarak, onu tanıyor olmanın
keyfini bir kez daha yaşamıştık birlikte...
“Şurdan sağa dönelim adaş!.” Oturduğu yerden sarkarak,
nerdeyse ön cama kadar uzanan parmaklarıyla yolu tarif
ediyordu… “Şimdi de şu yolun bitiminden sola. Karşıda duran
traktör var ya, şu pembe evin önünde, oraya...”
155
Timur Ertekin
“Senin mi o traktör?”
“Benim evet.”
“Önünde durduğu ev de senin olmalı?!.”
“ Yoo, o değil… Benim ev şu karşıdaki!..”
Üstünde beton karıştırma makinesiyle römorkundan aşağıya
sarkan demir parçalarıyla neden evin önüne değil de uzağa
bıraktığını merak edip soruyorum...
“Pembe evde gözü açık komşular mı oturuyor?. Traktörü
onların evlerinin önüne koyduğuna göre...”
“Yok adaş, makina ağır!. Traktörü evin önüne çekmem için
asfaltı geçmem lazım. Yolu yaralamayayım diye işte...”
“Ya götürürlerse?”
“Neyi?.”
“O beton karan zamazingoyu?!.”
“Yok be adaş, n'etsinler betoncu Hikmet’in makinasını..”
Mahkemelerin halk düşmanı diye yargıladığı Hikmet, devletin
asfaltına kıyamıyordu işte… Nurten'le gözgöze gelmiştik birden.
Benim babam da karayolcudur demişti Nurten “Beni çok
duygulandırdınız!. Yolları bu hale getirmek için harcanan emeğin
ne demek olduğunu iyi bilirim ben!.”
Şamanın Üç Soygunu
-Bana Hikmet'i mi, yoksa karını mı anlatacaktın?.
-Elbette Hikmet'i!..
-Birden sanki... Hayır, kıskanmıyorum elbette ama... Ya da
kıskanıyorum belki... Yani bilmiyorum... Evet, kıskanıyorum
galiba evet..
Bu kadar kısa bir zaman aralığında nasıl oluyor da duyguların
bir uçtan bir uca geçiveriyor?..
-Ne alakası var!?. Gizlemeye çalışıyorum belki o kadar...
Bu yarı şaka uyarının ne anlama geldiğinin bilinciyle
savunmaksızın kaldığım yerden devam ediyorum anlatmaya.Parti
yasaklarının dışına çıktığı için PDA’cılar tarafından hain ilan
edilenler arasındaydı. İçerde yani...
Bu defa gözlerini kısmadan dinliyor... İlgisini çeken, merakını
uyandıran pasajlar aktarmalıyım Hikmet'le yaşadığımız cezaevi
serüvenimizin ayrıntıları arasından... Küçük, masum numaralar...
Ne kimseyi kırmak ne de…
-Hikmet’im hain ilân edilenler arasında mıydı?..
Seni seviyorum güzel kız, seni çok seviyorum... Sağol!..
“Sizi bilmem, yani elbette... Yani benim yapım bu... Bu devlet
bize ne kadar zulmetse de bizim devletimiz, bizim malımız bunlar.
Millî servetimiz yani. Gücüme gidiyor millî servetin heba
olması… Bu her yerde böyle... Geçenlerde İstanbul'a gidiyorum,
kaç tane şirket var, hepsinin arabaları boş... Hepsi mazot yakıyor.
Millî servet yani, hep akıp gidiyor. Ben olsam diyorum meselâ,
yolcuları bir araya toplar bir otobüs kaldırırım... Hiç olmazsa boşa
para gitmesin!. Boşa akan su olsa üzülürüm. O da bir anlamda
millî servet, vatan serveti yani. Ne diye boşa akıp gitsin?”
“Siz beni ağlatmak mı istiyorsunuz?.” diyor Nurten.
“Hiç olur mu Nurten kardeş? Misafirimizsiniz... Hem de
balayında… Böyle genç, böyle güzel kardeşlerimizi üzmek ister
miyiz biz...”
156
-Evet, PDA cılar tarafından hain ilan edilenler arasındaydı.
Duruşma salonunda, PDA cıların mahkemeden talep ettikleri ve
şimdi ayrıntısını tam olarak hatırlayamayacağım bir konuda
mahkeme heyetinin “Aynı görüşte olmayanlar salonu terketsin!”
uyarısıyla salonu terkederlerken, içerde kalanların arkalarından
“hainler” diye tempo tuttuklarını anlatmıştı bir gün... Bir sonraki
duruşmada söz almak istediğini söylediğinde herkesin merakla ne
diyeceğini beklediğini anlatmıştı sonra... “Geçen duruşmada, biz
salonu terkederken bazı arkadaşlar hainler diye seslendiler
arkamızdan. Bir gün gelecek, tarih kimlerin gerçekten hain,
kimlerin hain olmadığını elbette ortaya koyacaktır!..” dedim adaş
diyordu, “Mahkeme heyeti de, senin burjuva çocukları da öylece
157
Timur Ertekin
kalakaldı!..”
-Düşünebiliyor musun, üstü başı dökük ama onuru dimdik
ayakta bir köylü mahkeme heyetinin karşısına geçiyor, başına
gelecek olanlara aldırmaksızın siyaset arkadaşlarının ihanet
suçlamalarını tarih önünde lanetliyor!.
-İnanılır gibi değil!
Evet, gerçekten inanılır gibi değildi. Belki de ütopik
komünizmin içerde yatan tek temsilcisi, sol siyasetin en bilge
köylüsüydü o!...
-Başı ağrıdı mı sonunda peki?..
-Pek sayılmaz.. Bu gibi durumlarda sıklıkla ortaya çıkan
alışılmış sıkıntıların dışında pek fazla birşey yaşanmazdı.
Dışlanılabilirdi, PDA cılar tarafından zaten dışlanmıştı. Baskı
kurabilirlerdi, ki biz ona izin vermezdik. Yönetime karşı kötü
duruma düşürülebilirlerdi, onu da yapmadılar... Cezaevinde
yaşamak için onun da kimseye ihtiyacı yoktu zaten...
Çok iyi hatırlıyorum, 1973 seçimlerinde Adalet Partisi
seçimleri kaybetmiş, Cumhuriyet Halk Partisi koalisyon ortağı
olarak iktidara gelmiş, cezaevinde de herşey birdenbire
değişivermişti. İki yılı aşkın bir zamandır süren yiyecek yasağı
önümüze gelen ilk bayramla birlikte kaldırılmış, özel günlerde
cezaevine yiyecek sokulmasına izin verilmişti.
Her ziyarete gelen, elinde paket paket yiyecek taşıyordu
içeriye... Üst üste yığılan paketlerden sigara tablalarına bile yer
kalmamıştı yemek masalarının üzerlerinde. Her masanın üstünde
muhtelif yiyecek kutularından oluşan en az otuz, kırk santim
yüksekliğinde tepeler oluşuyordu. Öğün falan kalmamıştı. İki
yıldır süren zorunlu mercimek kürünün hemen ardından
yakaladığımız bu fırsatla her an, herkes birşeyler yiyordu…
Çikolata vs. derken ölçüyü fazlaca kaçıranlar tuvalete koşup,
suratlarında mahcup ama muzaffer bir ifadeyle koğuşa geri
dönüyorlardı... Ortalıkta hizmet eden kadınlar yoktu tabi ama,
ranzalarında kaygısızca uzanarak beslenmeyi sürdüren Romalılar
158
Şamanın Üç Soygunu
gibiydik...
İşte tam o sırada, nöbetçilerin içeriye getirip bıraktıkları
karavanaların başında, bu açgözlü şölene katılmadığını elindeki
tabağa yemek koyarken farkettim Hikmet'in… Karavanaların
yanında durmuş, tabağını doldurmaya çalışıyordu! Sofradan
kalkıp, bilinçsizce yanında bittiğimi hatırlıyorum…
“Ne yaptığını sanıyorsun sen!.”
“Yemek yiyorum adaş!.”
“Beni kahretmek için mi?.”
“Niye öyle olsun adaş… O da yemek, bu da yemek!.”
“Eşşeğin bi tarafına su kaçırma şimdi!. Kime, neyi göstermek
istiyorsun sen! Üstelik biz orda afiyetle yerken..”
“O ne demek oluyor adaş, bunun seninle ne alâkası olabilir?!.”
“Olur mu ulan, orda afiyetle yemeğini yiyen benim!.”
“Ayıp ediyorsun şimdi adaş.. Sofranıza gelip az mı yemeğinizi
yedim, çayınızı az mı içtim. Şimdi -sesini kısarak- seninle birlikte
yesem, gördün mü bak diyecekler, gitti THKO’culara yamandı...
Niye dedirteyim adaş? Sen validenin elleriyle yapıp getirdiği
şeyleri elbette ellerini öper gibi muhabbetle yiyeceksin. Bunun
seninle bir ilgisi yok!. Bırak da şu burjuva çocuklarına bir ders
vereyim... Sen şimdi afiyetle yemeğini ye… Benim için de
üzülme… Aklım aç kalacağına varsın karnım aç kalsın...”
Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Karavananın başında onu yalnız
bırakıp tabağıma dönerken içim içimi yiyordu...
Gece yarısı kalkıp, annemin yaptığı zeytinyağlı dolmalardan,
kıymalı, ıspanaklı böreklerden bir tabak hazırlayıp sessiz, usulca
uyandırdım... “Eğer bunları afiyetle yiyip bitirmezsen dedim, beni
de onlar gibi değerlendirdiğini düşünmek zorunda kalacağım!.”
Ardından zeytinyağlı dolmaların, böreklerin dayanılmaz tadına
bulaşan ellerimi yıkamak için arkama bakmadan tuvaletlere doğru
yürüdüm…
Gecenin bir yarısı, lavaboların, pisuvarların, kapısı yarı açık
159
Timur Ertekin
alaturka tuvaletlerin arasında kalan sahanlığın sessizliğinde, altına
çektiği sandalyeye tüneyerek bir şeyler yazmaya çalışan Vasıf
Abi’yle karşılaşınca birden çok şaşırdım...
“Hayrola abi?!..”
“Başka türlü yazılmıyor!.”
“Yalnız kalmak mümkün olmuyor ki gündüzleri. Nereye kadar
geldin?”
“Annesi yeni bir yol ayrımında. Kızının durumuna haklı
gerekçeler bulmaya çabalıyor...”
“N'apsın abi, sen de durmadan tuzaklar kuruyorsun kadına!?..”
“Eee tuzaklar bol... Hayat da öyle değil midir?.”
“Öyle de, oyun nasıl oynanmalı peki? Adını öyle koyduğuna
göre!.”
“Tuzaklarla savaşarak!.”
“Öyledir herhalde... Hadi kolay gelsin, ben yatıyorum...”
“Fatma’yla buluşacağın günün provalarını yapabilirsin
rüyanda.”
“Sahi, hani nişanlıyacaktın beni onunla?.”
“Dur bakalım acele etme, kıza da soralım bir!..”
Gülerek birbirimize iyi geceler diliyoruz. Dışarı çıkınca
ziyaretime getirecek Fatma Girik’i Vasıf Abi!.. Şaka maka ama
eğlenceli de oluyor bu tür takılmalar aslında. Pek fazla çıkma
umudu kalmamış müebbetliklerin safında olduğum için
fantazilerle avunabiliyor insan ancak…
Bir tiyatro yazarından daha çok profesyonel bir sporcuyu
andıran sevimliliği ve yazmaya çalıştığı yeni oyunuyla onu
başbaşa bırakıp yatağıma dönerken ben, Hikmet'in geceyarısı
tabağında kalıyor aklım...
-Şimdi nasıl olur da Nurten'i kıskanmam söylesene?!. Beni de
tanıştırmalısın Hikmet'le...
-Elbette tanıştırırım, hâlâ deliler gibi özlediğim, sevdiğim,
hayatımın tek köylüsünü nasıl sakınırım senden? İlk fırsatta
tanıştırırım hem!. Keşke mümkün olsaydı, diyalektiği bir masal
160
Şamanın Üç Soygunu
gibi anlatan Vasıf Abi’yle tanıştırabilseydim seni...
-Ah, keşke evet!...
-Müthiş bir insandı...
-Ne kadar kalmıştın sen içerde?.
-İki sene üç ay...
-Nasıl geçer iki sene, ben olsam delirirdim..
-Bizden önce de bizden sonra da uzun yatanlar, bizden çok
daha fazla acı çekenler oldu. Onbinlere katlandı acılar özgürlükler
rafa kalktıkça… O nedenle çok zor geçti demiyeceğim. Geçti işte!.
Deliler gibi kitap okuyarak, siyaset tartışarak, zeytin çekirdeği,
boncuk dizerek ve tabii hasret çekerek, rüzgar gibi geçti!.. Sönmek
bilmeyen umutlarımıza kanat çırpan deli bir rüzgâr gibi, geçip
gidiverdi...
-Hem de kadınsız…
-Tuhaftır, arada bir yatağının altından çıkardığı yarı çıplak
kadınların gazetelerden kesilmiş fotoğraflarını alarak tuvalete
giden İsmail'le dalga geçmelerin dışında cinsellikten söz edilmezdi
hiç... Gerçekten söz edilmezdi... İki sene boyunca açık saçık bir
fıkra olsun anlatan hiç kimseye tanık olmadım… Ama hiç!.
Edepsiz Karadeniz türkülerinin dışında; ana beni evlendur / sikum
deldi yorgani...
-Televizyon yok muydu?
-İzin vermiyorlardı. Bol bol radyo dinliyorduk biz de. İyi bir
radyosu olmak önemli birşeydi... Ömer'in getirttiği radyoyla biz de
şanslılar arasında sayılırdık… Gece yarılarına kadar Willis
Connover'in sunduğu -Jazz Hour- Caz Saati’ni dinlerdik birlikte.
Dinlerken neredeyse trans haline geçer -Ömer şarkıları türkçeye
çevirirdi- müthiş tad alırdık…
-Ne güzel...
-Ertesi sabah kalktığımızda -çoraplarım çalınmış!- Ömer'in
muhtemelen ranza altlarında biryerlere terk ettiği, ya da ne
bileyim, kaybolmasın diye ceketinin cebine koyarak sonra
unuttuğu çoraplarını, minnet duygularımın bir ifadesi olarak bulur
çıkarır ve başka bir gece yarısına hazırlanırdık. -çakmağım
çalınmış!- Oldukça sık yinelenen bu espri her seferinde kendine
bir müşteri bulduğu için, ne Ömer ne de ben vazgeçerdim
söylemekten... Şiir bile yazdım bunu anlatan...
161
Timur Ertekin
-Gerçekten? Okuyabilir misin bana?..
-Hımm, evet...
-Oku öyleyse lütfen… Bekliyorum...
-Beğenmezsen yarıda kesebilirim!.
-O kadar kaba biri değilim biliyorsun. Dalga geçme de oku
hadi.
-Peki, sen istedin... Günaydın diyorsun / Üç numara kesilmiş
saçların / Kaç yıl geçti aradan biliyor musun? / Hela aralığında
turaladığımız / sayıma dizile dizile durduğumuz günlerin ardından.
/ … soğuk Mamak sabahlarında mahkûm kıpırtıları / Donuk postal
sesleri erlerin / ellerinde sinek şaplağıyla gardiyanlar / ve terlik
şıpırtısıyla dört adımlık voltada biz. / Günaydın diyorsun /
çorapların çalınmış. / Dert etme / bak çayı çoktan koymuş Söke'li /
yumurtalar hazır / birazdan sen ve ben / gözlerimizde alaycı bir
tavır / yeni bir güne başlayacağız.. / Günaydın diyorsun / üç
numara kesilmiş saçların. / Oturmuş / bıraksak nasıl olur diye /
yok bıyıklarımızı tartışıyoruz / seçimleri bir de. / Çıkması olası af
yasasını / Bir işkencecinin suratını iğrenç / ve her çarşamba sıcak
gülüşünü Tanju'nun. / Günaydın / Berber arayı iyice uzattı demek /
biraz fazlaca uzamış saçların / Aranıp durma / Çorabın burda / işte
çakmağın / Yarın çarşamba ve tükendi deniz öyküleri / Oğluna ne
anlatacağım...
-Çok hoş!..
-Ne kadar beğenip beğenmediğini bilmiyorum ama bana çok
şey anlatıyor.
-Tanju kim?
-Ömer'in karısı. Dünyanın en güzel, en mükemmel kadınıydı..
-Neden öyle diligeçmiş bir tanımlama? Sakın öldü deme
bana!..
-Hayır, hayır ölmedi... Hiç ölmeyecek...
-Canını mı sıktım?
-Yoo, yo hayır... Ellerinde raketleriyle dolaşan nöbetçi erleri
gördükçe için için gülerdik biliyor musun. Asker kafası işte
derdik. Cezaevi müdürü albayın inanılmaz sinek savaşı! Komutan,
görevi gereği savaşı hem dışarda bahçeyi ilaçlayarak, hem de
içerde sineklere karşı nizamî raketlerle veriyor! N'olsun abi, herif
asker sonuç olarak, hah, ha!.. Kapılar, pencereler sürekli açık
162
Şamanın Üç Soygunu
olduğu için içeriye ha babam sinekler giriyor, askerler de
ellerindeki hücum silahlarıyla duvarlara pat pat vurarak onları
imha etmeye çalışıyorlardı. Sonra garip bi şey oldu. Ecevit
iktidarıyla birlikte değişen yönetim bu saçma uygulamayı kaldırdı.
İşin tuhaf tarafı -bu bir itiraf- koğuşlarda dolaşan sineklerin
sayısında inanılmaz bir artış oldu. Tabii bu matrak olayın
sonuçlarını kendi aramızda hiç tartışmadık...
-Harikasınız...
-Gerçekten, aynen öyle oldu... Çok gevezelik ediyorsam söyle
susayım…
-Hayır, n'olur devam et, çok eğleniyorum. Hikmet'in hikâyeleri
dışında tabii... Onları da dinlemek istiyorum ama, onu anlatan her
şey içimi sızlatıyor, ağlamaklı yapıyor beni.
-Onu anlatmayayım o zaman.
-Hayır hayır, bana Hikmet'i anlatabilirsin. Anlatmanı
istiyorum...
-O halde şu meşhur radyodan söz edeyim sana. Tarihi belirsiz
bir görüş gününde Ömer'in annesinin getirdiği radyoya aşık
olmuştu Hikmet. Aslında öyle âhım şâhım bir şey de değildi…
Üstünde iri bir istasyon arama düğmesi olan, birine basıldığında
diğerinin yukarı fırladığı siyah tuşları ve çektikçe uzayan anteniyle
orta boy pilli bir radyoydu altı üstü. Koğuşa geldiğinden beri
Hikmet'in iri elleri, uzun parmakları arasında bütün ana ve ara
yönlere çevrilip altüst edilerek sürekli tozu alınan, kırışık göz
kapaklarına gömülü kaplumbağa gözlerinin kontrolünden geçerek
sürekli temizlenen vasat bir radyo...
-Neden kaplumbağa göz diyorsun Hikmedim'e?..
-Bunda bir alay yok ki.. Acıları onları sürekli ıslak tutan
gözyaşlarında saklı, bilgeliği belli ki yaşından, olağanüstü olmanın
gücünüyse sırtındaki kamburunda dev bir gülle gibi taşıyan
dünyanın en güzel bakışlarıydı onlar!..
-Bak işte bu güzel...
-Üstelik burnu da eğriydi...
-Dalga geçmesen olmaz!..
-Bunu ona da yapardım.. Oooo, oh oh oh aman beyim
merhabaa diye kolarımı iki yana açarak onu kucaklayacakmış gibi
ilerler, tam sarılacakken yüzüne bakarak burnunun gösterdiği yöne
163
Timur Ertekin
döner yürürdüm… Sonra da dalga geçerdim bir türlü sana
sarılamıyorum diye...
-Çok ayıp, çok… Çok insafsızmışsın!..
-Ne alâkası var? Etrafa neşe veren, efkâr dağıtan bir oyundu
bu!.. Zaman zaman Vasıf Abi’nin bile gülerek izlediği zincirli bir
tiyatro, bir orta oyunuydu birlikte zevkle oynadığımız...
-Yine de Hikmedim'e böyle davranmanı istemezdim..
-Bakıyorum benimseyiverdin!?.
-Elbette! Bunda şaşılacak ne var?..
-Demek güzel anlatmışım sana Hikmedin'i!?.
-Evet, evet.. Eminim iyi bir roman kahramanı olacak!..
-O zaman Hikmedin'i anlatmaya devam edeyim...
-Evet, hadi seni dinliyorum!..
-Radyoda kalmıştık.
-Evet, radyoda...
-Ecevit'in iktidara gelmesiyle birlikte mahkemelerde bile gözle
görülür değişiklikler olmuş, çıkması muhtemel af yasası nedeniyle
neredeyse toplu tahliyeler dönemi başlamıştı. Her duruşmada
sanıklar birer ikişer tahliye ediliyordu. Özgürlüklerine kavuşanlar,
tahliye olurken üstlerinde başlarında ne varsa, kalanlara pay edip
öyle çıkıyorlardı dışarıya. Madring, dedim Ömer'e -ona böyle
seslenmek hoşuma gidiyordu- eğer Sökeli'den önce tahliye olursan
radyonu ona verelim ha? Ne dersin!.. Tereddütsüz onaylamakla
kalmayıp radyoyu Hikmet'e teslim edivermişti Ömer… Artık
radyo onundu!. Willis Connover'i dinlemek için -o ne biçim söz
adaş- ondan izin alıyorduk artık… Çok geçmeden önce Ömer,
ardından da Hikmet tahliye oldu. Fena hastalanmıştı.Tahliye
kararının alındığı duruşmaya ateşler içinde kıvranarak gitti.
Tahliye kararına sevinemeyecek kadar bitkin ve üzgündü... Çıkar
çıkmaz annemlere gitmelisin dedim, söz ver bana!. Sana bir doktor
bulurlar nasılsa. Bir gün kalıp, ateşin düştükten sonra gidersin
Söke'ye. Gidemem adaş dedi, vallahi gidemem... Yavrusu içerde
kalan anaya içerden misafir mi gidermiş!. Nasıl bakarım yüzüne!.
İhanet gibi gelir adama!. Zaten içim rahat değil... Kimsenin
yüzüne bakmadığı eski fanilalar, donlar, yırtık pırtık gömlekler,
ayakkabılar, döküntü ne varsa topladığı torbalarına yerleştirerek
gitme hazırlıklarını abartarak sürdürüyor, sanki konuşmaya vakit
164
Şamanın Üç Soygunu
kalmasın istiyordu… Gardiyanlar tahliye olanları dışarıya
çağırdığında ikimiz de bulunduğumuz yerden aynı anda
doğrulduk. İçerde kalanlarla tahliye olanlar birbirlerine sırayla
sarılıp öpüşüyor, helâlleşiyorlardı. Ortalığı sulandıran espriler
yaparak sıra bana gelene kadar bekledim. Koca gövdesi ve uzun
kollarıyla sarılıp öperken beni alev alev yanan boynundan akan
terlerle ıslandı tenim… Unutma dedim, annemlere gidiyorsun!
Cevap vermedi.. Hıçkırıklara boğulmuş ağlıyordu... Gırtlağının
derinliklerinden belli belirsiz yükselen hırıltılı sesini zar zor
duyabiliyordum. Seni çok sevdim adaş diyordu, sağol… Hadi artık
geç kalıyorsunuz diye torbalarını taşımasına yardım ederek kapıya
kadar geçirdim onu. Dışarıya çıkanlar, ellerinde çantaları,
paketleri, nöbetçi subayın odasının karşısındaki duvara dizilip
önce sıraya giriyor, yapılan son kontrollerin ardından dışarı
salıverilmek üzere bir başka bölüme alınıyorlardı. Bir kez daha
kucaklaşarak ayrıldık koridora açılan demir kapının önünde.
Yorgun adımlarını, taşıdığı torbalarıyla ağır ağır yürüyüşünü,
duvara yaslanışını seyrettim ardından… Sırtı duvara dayalı,
bakmıyordu artık... Görüp görmediğini kestiremediğim bir el
hareketiyle son kez selamlıyarak onu, koğuşa döndüm. İki yıllık
zorunlu beraberliğimiz nihayet sona ermiş, oldukça uzun süren bir
birlikteliğin alışkanlıkları kalmıştı geriye… Ellerim cebimde,
küçük voltalarla koğuşumuzun artık ezberlediğim duvarları
arasında gezinerek bir yandan dolaşıyor, bir yandan da, Hikmet'in
Söke'ye inişini, Müşerref'le sarılışını, Yadigar'ı kucağına alıp
burnunun ucundan öpüşünü -o güccücük burnundan öpmeli adaş!gözlerimin önüne getirmeye çalışıyordum. O sırada ranzasına ilişti
gözlerim!. O güne kadar elinden hemen hemen hiç düşürmediği
radyosu, özenle katlanmış battaniyesinin üstünde ışıl ışıl parlayan
düğmeleriyle unutulmuş, duruyordu. Radyoyu kapar kapmaz
dışarıya fırlayıp tel örgüleri sarsa sarsa seslendim, Hikmet!
Hikmet!.. Dönüp bakmadı bile… Belli ki duymuyordu… El kol
işaretleriyle durumu açıklayıp iznini istediğim nöbetçi er copuyla
bana doğru ilerlemesini işaret ettiğinde ancak -emir emirditelörgülerin önüne gelerek tam karşımda durdu... Kapının üstüne
monte edilen, çaycıya giden ve gelen demliklerin alınıp verildiği
minik pencereyi açarak radyoyu uzatıp, unutmuşsun dedim...
165
Timur Ertekin
Radyonu almayı unutmuşsun... Unutmadım adaş dedi, size
bıraktım!. Delirdin mi ulan sen dedim, eğer hemen elimden
almazsan, nizamiyeden çıkmadan sen onu paramparça ederim…
Titreyen parmaklarıyla sevgili radyosuna uzanırken alev alev
yanan ellerine bir daha dokunuverdim. Bir şeyler söylemek
istediğini biliyordum ama heyecandan ne dediğini bir türlü
anlayamadım...
-Hey, sen ağlıyorsun!..
-Çok duygulandım evet!. Yalnız Hikmet'in olağanüstü
duyarlılığına değil, haketmediğine inandığım yanlızlığına,
Hikmet'le birlikte ağlıyorum...
-Çılgınsın sen!.
-Öyleyim, n'apayım!?..
-Beni de ağlatmak istemiyorsan güzel bir şeyler yapmalısın...
Küçücük avuçlarının arasına alarak başımı, alnımdan,
burnumdan, yanaklarımdan -gözlerden öpülmezdi ayrılık olurdududaklarımdan, boynumdan, omuzlarımdan, ıslak-dudak-ıslakdudak-ıslak- bir metronomun arzu dolu kulaklara seslenişi gibi,
sus vermeksizin öpmeye başladı...
Islak dudakların tenime her dokunuşunda deliler gibi ürperen
bedenimi, çırılçıplaklığın emrine, yorgun bir derviş gibi, karşı
koymaksızın seriverdim…
-Kocamış kocam!?. Seni seviyorum...
-Ben de seni güzel Meryem, ben de seni...
Sana birşeyler hazırlayayım diyerek kalkıyorum yataktan.
Karnın acıkmış olmalı. Üstüme birşeyler giyerek mutfağa doğru
yöneliyorum. Sıra sıra içki şişeleriyle dolu eskiciden aldığımız
eski model buz dolabı. Buzluktan çıkardığım dilimlenmiş
ekmekleri kızartıp, arasına dilimlenmiş kaşar peyniri, domates ve
yeşil biberleri koyarak mis gibi kızarmış ekmek kokan doyurucu
sandviçler hazırlıyorum…
Elektrikli ısıtıcıda kaynayan suyu iri fincanlara boca ederek
166
Şamanın Üç Soygunu
hazırladığım sütlü sıcak çikolataları, sandviçlerle birlikte önümde
duran tepsiye yerleştirip tekrar yatak odasına yöneliyorum… “Bak
bakalım sana ne güzel şeyler yaptım” demeye hazırlanırken ben,
mışıl mışıl uyuduğunu görüp, hazırladıklarıma dokunmadan
yanına uzanıp sessizce, uyumaya çalışıyorum ben de…
Gece yarısına doğru çalan telefonun sesiyle irkilerek
uyandığımda çenesi hâlâ omzumda, derin soluklarla uyuyordu.
Hemen başucumuzda duran telefonu alelacele kaldırıp, kısık sesle
“Efendim?!” diyorum..
-Ben Handan sevgili Timur...
-Merhaba Handan Hanım, nasılsınız?.
-Nasılsınızlı, hanımlı konuşmaları rafa kaldırdığımızı
sanıyordum!?.
-Şey!. Afedersiniz!. Yani afedersin... Şaşırdım da birden.
Döndünüz mü yoksa?.. Hem de bu kadar erken!.. Şaşırdım da
birden...
-Hayır sevgilim… Amerika'dan, Washington'dan arıyorum
seni. Dünyanın öte ucundan! Bir zamanlar yok olsun diye
savaştığınız emperyalizminizin kalesinden fazlasıyla sarhoş ve
canı sıkkın bir halde arıyorum seni!..
Ne demek “Hayır sevgilim!” Ne zaman terfi ettirildim ben
yine?. Sarhoşluğun verdiği basit bir coşku, bir hoşluk mu bu?.
Yoksa yine bana yeni oyunlar mı hazırlanıyor binlerce kilometre
uzaktan, Amerika’dan!..
-Kötü bir şey mi var?..
-Bilmem, yok gibi görünüyor!...
-Ne demek yok gibi görünüyor?!..
-Ben de bilmiyorum. Özledim.. Ülkemi, oraları, seni özledim
galiba!..
Yoksa bütün bunları söylerken yanında kocası da mı var? Bir
başka hırsız polis oyunu mu bu yoksa?! Ya gerçekten samimi
ise?.. Şaman!.. Yine dolaşmaya başladın peşimde biliyorum...
167
Timur Ertekin
Peki, öyle olsun… De bakalım diyeceğini...
-Ben de sizi özledim Handan...
-Kocamı da mı?!..
-Sizin kadar tanıyabilseydim eğer, her şeye rağmen belki
özleyebilirdim, sevebilirdim. Ama bunun en azından şimdilik
mümkün olmadığını benim kadar siz de biliyorsunuz...
-Bilmiyorum, hem galiba bunu artık ben de pek istemiyorum!.
-Bir yakınma mı bu?.
-Bilmiyorum, bilemiyorum...
-Ama sizi özlüyorum sevgili Handan. Bunu açık yüreklilikle
söyleyebilirim...
-Ben de seni doktor...
Garip duygularla iç içe telefonu kapattığımda, Özlem'in ıslak
nefesi ısıtıyor içimi. “Kimdi telefon eden?..”
-Eski bir dost!..
-Mımm, eski bir sevgili?..
-Değil, değil!..
-Kimdi peki?...
-Eski bir dostun genç ve güzel karısıydı arayan...
-Nereden dönüyorlarmış?
-Amerika'dan. Tedavi için gitmişlerdi.. Kocasının tedavisi
için!..
-Telâşlıydın konuşurken!?..
-Pek önemli bir nedeni yok.
-Var, var!.. Seni etkileyen bir kadın olduğu belli...
-Daha çok kocasından etkilendiğimi söylemeliyim...
-Benden bir şeyleri gizlemeye çalıştığın bembeyaz bir yalan
bu...
-İşkencecimin karısını fevkalade güzel bulduğum, ondan
etkilendiğim doğrudur. Ama kocasıyla bir araya gelmenin
kaçınılmazlığı telâşlandırıyor beni...
-İşkencecin mi?. Bir araya gelmek zorunda mısınız?..
-Hımm.. Galiba evet...
-Neden ama?!..
168
Şamanın Üç Soygunu
-Beni dolaylı olarak ilgilendiren tuhaf bir hastalığı var.
İşkencecimin dişlerinin tedavisiyle ilgilenmek zorundayım..
-Ama neden başkaları değil de sen!..
-Kendisi öyle olsun istiyor..
-Bir günah çıkartma mı bu?..
-Artık orasını ben de bilmiyorum...
-Bırak başkasına gitsin.
-Biraz zor.. Kader gibi bir şey bu...
-Üzülürsün diye korkarım. Hikmet'le aranızda olan bitenleri bu
güne taşımakla aynı şey değil bu!.. Sancılı birşeyler doğacak nasıl
olsa sonunda...
-Evet.. Eminim öyle olacak!.
-Başka dişçi mi yok, bırak gitsin başkasına sen de...
-Sonuçları acı da olsa, aynı hesaplaşmayı ben de istiyorum
galiba!..
-Üniversitede öğrenciyken ben, kavgalardan uzak tutmaya
çalışırdın beni...
-Ama bu kavga değil!?..
-Kavga, kavga.. Hem de bal gibi kavga...
-Beklenmedik bir anda ortaya çıkıveren buruk bir
hesaplaşmanın kavgayla ne alâkası var?..
-En büyük kavga içimizde sürüp gidendir diyen sen değil
miydin yıllar önce?..
-Öyle mi demiştim?.
-Daha dün gibi hatırımda... Yetişkin bir genç kız olduğuma zar
zor inanmaya başladığım yıllardaydı, evet... Aynen öyle demiştin...
-Bu kadar ciddiye alındığımı bilseydim öyle büyük lâflar
etmezdim..
-Ciddiye almam için ciddi lâflar etmen gerekmiyordu. Seni
seviyordum. Aşıktım!..
“Vays be!.” diyerek komiklikler yapıp konuyu kapatmak
istiyorum. Uyuyalım artık, diyorum. Yarın, beklenmedik
sorunlarıyla bakalım nasıl yutacak zavallı küçük sevinçlerimizi...
-Yatalım evet, yatalım. Hem ben sevmedim bu Handan'ı...
169
Timur Ertekin
Sabahın erken saatlerinde uyanıp ayağa kalktığımda, gecenin
tükenen yüzü günün ilk ışıklarıyla aydınlanıyordu… Melekler
kadar masum ve çocuk, derin soluklarla uyuyordu yatağımda.
Kızımı düşündüm birden sonra... Aralarında on küsür yaş farkının
olması -utanmadan- kızı yaşında çocuklarla aşk yapan erkeklerden
farklı olduğuma inanmama yetmiyordu! Sonra sevişirken kulağıma
fısıldadıklarıyla avunmaya çalıştım… Otuz yaşında erişkin bir
kadındı o!.. Erişkin, sevebilen normal bir kadın... Anormal birşey
yoktu bunda… Daha küçük yaşlarda bir sevgilim bile olabilirdi…
Ama daha yaşlı asla!. O yaşları çoktan geride bırakmıştım. Yaşlı
sevgilisini mutlu edebilecek kadar genç bir jigolo olamazdım
artık... Şaka mı bu?. Hayır, bunun neresi şaka!?.. Yine de yaşlı bir
adamla birlikte olmasını istemezdim kızımın... O'na gereken özeni
göstermeyebilirdi, onu incitebilirdi... Peki, ya senin gibi düşünen
biriyle birlikte olursa?! Normal kabul edebilir miydim… Meselâ
onlarla birlikte yemek yiyebilir, politika falan konuşabilir
miydim… Yoksa rasyonalizasyon çabaları mıydı tüm bunlar!..
Muhtemel, derin bir mutluluğun hemen ardından gelen derin bir
utancın aklanma telâşıydı, evet...
Uyandığımda Özlem yanımda yoktu. Büyük bir aşkla satın
aldığım eski ceviz masamın üstüne bir not bırakıp gitmişti. “Dün
gece yarısı gelen telefonun ayrı bir anlamı olması gerektiğini
düşündüm! Basit bir iç hesaplaşma değildi bu. Başka birşeyler
anlatıyordu. İlişkilerin sürekli olamıyacağını ben de biliyorum!.
Ama benimle sevişirken başka bir kadını özleyebiliyor olmanın
başıma neler açabileceğini bilecek yaştayım artık. Soğuk çikolata
ve sandviçler için teşekkürler… Hoşça kal sevgili ihtiyar, kendine
iyi bak... Seni seviyorum…”
Bir anda Handan'la Özlem arasında kalmanın şaşkınlığıyla
yatağa dönüp, saatlerce öyle kaldığımı hatırlıyorum… Ufaklığın
dönüş yollarını tıkayan bu samimi kararlılığı -seninle temiz bir
dostluğumuz
var
biliyorsunkarşısında
utancımdan
kahroluyorum!. “Bakalım nasıl yutacak yarın, zavallı küçük
sevinçlerimizi” öyle mi?!. Belli ki bir önseziydi bu. Alışılması zor
bir yalnızlığın, uçsuz bucaksız bir bilinmezliğin korkularını
170
Şamanın Üç Soygunu
taşıyan bir önseziydi... Buram buram ayrılık kokan yorganın -eşit
miyiz?!.kaybolan
sıcaklığına
sığınıyor,
durmaksızın
tekrarlıyorum; eşitiz, elbette eşitiz, elbette eşitiz...
Geceyarısı yaşanılanlara tanık olan radyodan, buruk yüreklerin
kulaklarına sesleniyor Grup Gündoğarken… Bir roman kahramanı
kadar güçlü değilim / Biraz daha durursan ağlayıp yalvarabilirim /
Arkanı dön ve sakın sakın bakma geriye / Acı çektirmeyi
sevmezsin bilirim...
O hafta, birbirini sadakatle izleyen, birbirinden hiç bir farkı
olmayan günleri, birbirinden hiç bir farklı olmayan kelimeler
etrafında döne döne, hemen hemen aynı şeyleri düşünerek bir
uyurgezer gibi yaşamıştım... Neden böyle şeyler yapıyordum ben!.
Neden ayıplarımı örtmek için çaba göstermiyor, kuyrukları
birbirine
değmeyen
inandırıcılığı
yüksek
yalanlar
söyleyemiyordum! Çabucak kabul edilen bir yenilginin çarpıcı
sonuçlarından biran önce kurtulmanın kolaycılığı mıydı bu?.
Yoksa yaşı takvimlere sığmayan şövalye bir ruhun asla terketmek
istemediği, onu bütünleyen bir alışkanlığı mıydı! Neden “Ama
hayatım aslında ben… bunu nasıl düşünebilirsin… hem seni ne
kadar… ama sevgilim bu doğru değil.” diyerek aynı anda
doğruları da söyleyebileceğim küçük hoşluklar yaratamıyordum?.
Neden bu kadar çok, bu kadar erken, bu kadar acımasızca
sorguluyordum kendimi...
Neden yirmi sene önce olduğu gibi olamıyordu her şey!.
Pervasız bir cesaretle ölümün üstüne yürüyecek kadar cesur
olduğumuz günlere neden dönemiyordum… Geçmişin sınırlı
sorumluluklarına sahip olmanın konforunda mı saklıydı yoksa
cesaretimizin deli gücü?. Bin yıldır sırtımızda ağır bir kambur gibi
taşıdığımız değerlerimizden uzaklaştıkça yalnızlaşan ruhumuzun
derinliklerinden yükselen yeni sorumluluklar, hesaplaşmalar mı
çıkıyordu ortaya yoksa?!. Yoksa bireyselleşme denilen şeyin,
adam gibi adam olabilmenin kaçınılmaz sonuçları mıydı bütün bu
yaşanılanlar...
171
Timur Ertekin
Birbirinin peşine takılan yorgun geceler -sabırla beklenen
geceyarısı telefonları- Hakan'ın özenle sakladığı duygu yüklü
cezaevi mektupları, kartpostallar, fotoğraflar ve gazete kupürleri
arasında oyalanarak -ve sarhoş- geçiyordu… Belki de ancak böyle
bunalımlar arasında kıvranırken bir şeyler üretebilirim diye
düşünüyordum. Sonsuz bir rehavet ortamı içinde iki kelimeyi bir
araya getirmek mümkün müydü! Belki biraz bunalım, biraz hüzün
gerekti!. Hüzünse diz boyuydu geçmişin güz bahçelerinde…
“Ünlü tiyatro adamı, ‘Asiye Nasıl Kurtulur' oyununun yazarı
Vasıf Öngören, Hollanda'da geçirdiği bir kâlp krizi sonucunda
öldü... Ağabeyi Ferit Öngören kardeşinin cenazesini almak üzere
dün uçakla Hollanda'ya gitti. Öngören'in İstanbul'da toprağa
verilmesi bekleniyor...”
Kimlere, nelere duyduğu kahır alıp götürmüştü onu aramızdan
bu kadar erken yaşta? Vatanından, sevdiklerinden uzak, tutsak
yaşamak zorunda kalmak mı yoksa sıkıştırılmak istendiği
ideolojinin kalıplarına kısılmak mı dar gelmişti ona!. Bunu hiçbir
zaman bilemeyecektim. Cezaevi avlusunda voleybol oynarken
kurşun gibi smaç atabilen, ranzalar arası sohbetlerde değişimin
hoşluklarını bir masal gibi anlatırken, diyalektiğin ancak insanlar
için var olduğunu gururla söyleyebilen birinin, hayata bu kadar
çabuk küsebileceğine inanmak istemiyordum bir türlü...
Sonra üstü kırmızı, GÖRÜLMÜŞTÜR damgalı, bir tomar
mektubu sıraya koyup okumaya başladım. Çoğu Hakan'a ve bana,
cezaevine yazılan, kendileri dışarıda dolaşırken bizim hâlâ içerde
olmamız nedeniyle samimi duygularını aktaran, birbirimize
kavuşacağımız günlerin pek uzakta olmadığını anlatan içtenlikle
yazılmış mektuplardı. İçlerinden bir tanesi, diğerlerinden farklı
olarak bir numaralı cezaevinden geliyordu. Önceliği ona verip
büyük bir dikkatle okumaya başladım..
172
Şamanın Üç Soygunu
10 Nisan 1973, Salı
Sevgili Hakan,
Bütün gün boyunca ruhumu saran tarifsiz bir sıkıntı içinde kendimi o
duvardan bu duvara atıyor, arkadan tekrar yatağa uzanıp Tolstoy'a
dönmeye çalışıyorum ama nafile.. Derken, 5 sayımının arkasından, onbaşı
bizim koğuşun mektuplarını getirdi. Perşembe günleri bana genellikle hiç
mektup çıkmadığını bildiğimden, bu dağıtım meselesiyle hiç ilgilenmeyip,
çılgın voltamı sürdürdüm.
Birden adım okundu!
Şimdi mucize filan gibi laflar edeceğim, bizimki eski abartmacılık
huyundan hâlâ vazgeçmemiş diyeceksin. Ama ben, bütün muhtemel
olayları göze alarak gene de bunun mucize gibi birşey olduğunu
söyliyeceğim. Gerçekten, baharın aydınlık günlerinden farksız olan
mektubun, üzerimdeki bütün yükü -hiç olmazsa bir süre için -apansız
kaldırıverdi. Hafifledim, yüreğim kuş misali havalandı, yakın çevremi
terkedip sizin oralara uçtu. Şu anda da orada.
Bu, çok zamanında ve güzel mektubun için teşekkürler azizim.
Evet, geçen mektubumda koğuşun boyutlarını verirken bir şeyi,
ahmaklığın ne kadar yer tuttuğunu yazmayı unutmuşum. Buraya geldiğim
ilk andan beri başarmaya çalıştığım şeyde, çevremi unutup, kendi dünyamı
sağlam bir kabukla sarmalama işinde bir yenilgiye uğradığım açık. Bir
sükunet ve sabır anıtı olsa insan, gene de dayanamayıp paldır küldür
çöküyor. Ah Muammer'ciğim nerelerdesin? Ben de akıllı adamları çok
seviyorum! Herneyse işte, son zamanlarda ufak fakat cansıkıcı bazı
sürtüşmelerin sıklaştığı ağırca bir hava esmeye başladı. Dolayısıyla da bir
pencere açıp, odayı biraz Atatürk Lisesi havası ile havalandırmak gerekti.
(Bundan bir hafta -on gün kadar önce Uğur'un ve özellikle Timur'un
kulakları çınlayıp durdu ya hani, bu yüzdendi işte.) Şimdi durum çok daha
iyi tabi. Ama gene de, zaman zaman canım sıkılmıyor değil.
Yoğun bir şekilde okumaya devam ediyorum. Özellikle XIX. yüzyıl
Fransız ve Rus edebiyatı üzerine. Okuduğum bütün kitapları da çok
beğeniyorum; hepsi çok güzel. Aslına bakarsan bu o kadar da tuhaf birşey
değil, çünkü zaten ünlü kitaplar hepsi. Benim zevkim de genel beğeninin
dışında kalmıyor elbette. Okuma, çok önemli bir ihtiyacı karşılıyor ve
düşünmeyi de beraberinde getiriyor. Bunlara paralel olarak, insanları
gözlemlemeye devam ediyorum. Günün birinde << Sosyo -psikolojik
bozukluklar ya da Sosyal Patoloji >> diye bir kitap yazabilirim.
173
Timur Ertekin
(Anlamadığın kelime ve kavramları sevgili doktora sorabilirsin.) Bütün
bunlar iyi de, iki şeyin eksikliğini (bazen günboyu) acılı bir şekilde
duyuyorum. Biri müzik, biri de dostlarla şöyle gevşek, ılık bir söyleşme.
Mektubunda yalın ve canlı olarak çizdiğin “baharda mahpuslar” tablosu,
bu yoksunluklarımı büsbütün derinden duymama yol açtı. Kıskançlık faresi
içimi kemiriyor. İki yerin havaları arasındaki farkın inanılmazlığını
görebilmesi ve kıskançlığıma ortak olması için, mektubunu dostum Şahap
Ağabey'e gösterdim. Harıl harıl okumakta olduğu Anna Karanina'dan
yaşlı gözlerle başını kaldırıp (yoo, gülme, romanda kadının uzun süredir
görmediği çocuğunu gizlice bir ziyaret edişi sahnesi var, ağlamamak elde
değil) biraz da isteksiz, aldı, okudu. Ama hemen yüzü aydınlandı. Ben de
biraz daha sizleri anlattım ona. Zaten çoğunuzu tanıyor artık; tabi benim
sizleri çizebildiğim kadarıyla. Sonunda, sizlere saygılı küfürler sıralıyarak
kendi özel işlerimize döndük.
Geçtiğimiz Pazar Cemo'nun dördüncü doğum günüydü. Yani, beş
yaşına bastı. Saatlerce, düşüncelerimi sadece onun üzerinde toplayarak ve
ona (bizzat kendisine) bir mektup yazarak bu günü tek başıma özel bir
şekilde kutladım. Pastasının üzerinde mutlaka balina ya da köpek balığı
resmi bulunsun istemiş. Bu sorunu nasıl çözdüklerini henüz öğrenemedim.
Çarşambaya artık.
Ve işte, Perşembe günü, seninkini alır almaz başladığım mektubu bölük
pörçük tamamlayabildim. Senin ve bütün o serseri alayının gözlerinden
öperim. Koğuş ahalisine de candan selamlar. Cici nişanlına da selamımı
yazıp, ortak ürünümüz olan o şahaser tercümeyi yollamayı ihmal
etmeyeceğine de eminim.
Ömer
Not: Mektubunda imla ve gramer yanlışları var. Mesela, benim lafımı
“N'oluyo abi ya?” diye yazmışsın. Doğrusu:” N'öolüyo, yau?” olacak. Bu
gibi şeyler bir daha tekrarlanmasın.
Not 2: Şahap Abi'nin, Nazilli'den tanıdığı Şaban Bey'e mahsus
selamları var.
Geçmişin doğru dürüst değerlendirilmesi için süslü kelimeler,
o dönemi yaşayanlarla televizyon köşelerinde yapılan -masumsöyleşiler, caddelerde sular seller gibi akan, sokakları dolduran
görkemli insan manzaraları yeterli olmuyordu besbelli... Geçmişin
174
Şamanın Üç Soygunu
derinliklerinde yaşanılan saçmalıklar ya da kazara ortaya çıkıveren
rezaletler karşısında bile -ister sağcı, ister solcu, ister dinci olsungruplar halinde savunma yapılıyor, bireysel edepsizliklerin üstü ya
örtülüyor ya da kahramanca savunuluyordu!..
Ömer’in mektubunda anlattığı gibi, koğuşun boyutlarını
verirken unutulan ahmaklığın ne kadar da çok yer tuttuğunu,
içerde insanı günün birinde sosyo-psikolojik bozukluklar ya da
sosyal patoloji konusunda kitap yazacak kadar bilgi sahibi olmaya
yeten bir ortamın varlığını kitaplarında, televizyon programlarında
anlatan birileri var mıydı acaba?!. Bir dönemi hakkınca
anlatabilmek için yararlanılması gereken en önemli kaynak
olmalıydı belki de mektuplar... Bir dönemi karalamak ya da
yüceltmek gibi bir kaygısı olmayan, geçmişi bu güne olduğu gibi
taşıyan mektuplar...
Büyük bir merakla biri biter bitmez diğerini okumaya
başladığım mektuplarından birinin üzerinde 22 nisan 1973
yazıyordu. Belli ki seneleri şaşırıp yanlış yazmıştı. Mektup
dışardan gönderildiğine göre 1973 değil 1974 olmalıydı... 1973
Nisan’ında tahliye olmamıştı çünkü henüz. “Canım kardeşim” diye
başlayan mektubunda, dışarda olmanın -iki yıldır yabancısı
olduğumuz- sıkıcılığını abartmak için “bunaltan kalemler” listesini
sıralıyor ve “bu küçük listenin dışında kalan binaltıyüzyetmişiki
başka işi de düşündüm mü, ana rahmine dönmek ister gibi,
cezaevindeki o serazat, sorumsuz günlerimi içimde bir sızıyla
birlikte aramıyor değilim” diyordu. “Ya yaşantımın bundan
sonraki bölümü bu çizgi ve tempo üzere giderse? Öyle korkuyorum
ki... İçimde esin yok!”.
Amerikan edebiyatı merakımı giderebilmem için hazırlamaya
söz verdiği listeyi unutmadığını hatırlatıp, “Timur'a söz verdiğim
okuma listesinin hazırlanması da gecikebilir” diyerek ekliyor
“Zafer'in getireceği radyo badem mi oldu?!”
Ana rahmine dönmek ister gibi o serazat, sorumsuz günlere
dönmeyi özlemek! Sevgili Ömer çok incesin. Oralara dönmeyi
175
Timur Ertekin
içinde sızıyla da olsa kim ister!. Şüphesiz bunları yazarken, bunun
incelikten öte bir anlam taşımadığını sen de biliyordun. Ama
yaşantının ondan sonraki bölümünün ne büyük sıkıntılar, acılar,
hatta korkuyla söz ettiğin o yoğun tempoyla sürüp gideceğini
nereden bilebilirdin!.
Bana söz verdiğin okuma listesinin gecikeceğini söylemekte ne
kadar haklı olduğun aradan geçen yirmibeş sene düşünüldüğünde
daha da bir önem kazanıyor… Ah seni sevgili, koca yalancı!. Ha
unutmadan; Zafer'in getireceği radyo badem oldu, evet!..
Son mektubunu içerdeki herkesi dışarı taşıyan genel aftan
sonra, Ayvalık'tan yazmış Ömer. “Mektubumu aldığınızda orada
üç -dört kişi falan kalmış olacaksınız… İçime tuhaf bir ürperti
veriyor bunu düşünmek. Bir dönemin bütün sorumlulukları sizin
üzerinizde kalmış gibi bir durum!.” diye başlayıp uzun uzun
dışarıyı anlattıktan sonra “Evet, artık alkol alma zamanım geldi”
diye bizi kıskandırarak, o yüzden seni, (sizi) çiçeklerinizle falan
başbaşa bırakmak zorundayım diyor…
“Çiçeklerinizle başbaşa!” Nefes aldığımız, içinde yaşadığımız
çevreyi güzelleştirmek amacıyla cezaevinin bahçesine ektiğimiz
çiçek tohumlarından fışkıran çiçeklerimizin nasıl olup da derin
siyasal tartışmalara yol açacağını, Uğur Mumcu’nun yazdığı,
Sakıncalı Piyade’yle nasıl olup da edebiyat tarihinin altın sayfaları
arasında yer alacağını nerden bilebilirdik?. Bir amacımız vardı
elbette. Koparıldığımız dünyaya, onun dayanılmaz güzelliklerine
geri dönebilmek… Bunun ne devrimcilikle, ne karşı devrimcilikle,
ne de teslimiyetçilikle bir ilgisi vardı!. İdam kararı verilerek
umutları kırılmaya çalışıldığında, bundan hiçbir zaman, hiçbir
koşulda yakınmayan, ama deliler gibi çiçeklere dokunmayı
özlediğini söyleyen tehlikeli müebbetliklerdik hepsi bu...
Şamanın Üç Soygunu
koskoca cezaevinde topu topu onbeş, onaltı kişi kalmıştık. Sandık
başına gitmeyerek seçimleri boykot eden PDA'cılar vaziyeti yine
sıyırmış, cezaevlerinin keyfini çıkarmak bize kalmıştı sonunda...
Doğu'nun kendisini mahkemeden cezaevine getiren askerlerin
arasında araçtan inerken kestiği Per İn Çenk rolüne dayanamayıp
“Birgün nasıl olsa o yırtacak, sonunda yine ben kalacağım
buralarda” dediğimi hatırlatarak, “dediği gibi oldu, Doğu'yu da
uğurladı cezaevinden Timur” diye yazıyordu Söke'den gönderdiği
mektubunda Hikmet...
Mektupların arasından Kayhan Edip Sakarya’nın “İstersen
önce Timur'un kartını oku, onu yazıp sonra bu satırlara başladım”
diyerek Hakan’a yazdığı, ufukta gökyüzüyle birleşen pırıl pırıl,
masmavi denizi, hüzünlü tekneleri, karaya çektikleri kayıklarının
arasında ağlarını onaran denizcileri, denize uzanan derme çatma
ahşap iskeleyi, iskeleye sancaktan bordalanmış “Engin Deniz”i,
koyun sonlandığı burnun ucundan göz kırpan küçük beyaz evin
sıcaklığını olağanüstü çekiciliğiyle ceza evine taşıyan kartpostalını
elime alıp okumaya başlıyorum. “.. bir garip herif oldum ki sorma;
Kartı yazarken gözlerim doluyor. Bi beş kuruş ver de zırlamayı
keseyim. (Bana bak, ona buna gösterip de rezil etme beni)
Fulya'ya ve bütün dostlara; büyüklere selâm ve sevgilerimi, sana
da hasretimi gönderiyorum. Gözlerinden öperim canım kardaşım..
Ekmeğini son lokmasına kadar yemeyi / Bir de ağız dolusu
gülmeyi unutma…”
Altında, olağanüstü güzellikte imzaladığı elyazısıyla adı yazılı;
Kayhan Edip Sakarya!. “Hastaneye gidip bir genel kontrolden
geçeceğim. Bakalım bizim 27 senelik emektar motor ne alemde?”
diye yazdığı kısacık bir ömürdü demek ince uzun boyuna biçilen...
Tanrım ne kadar acımasızsın!..
Adına adalet denilen mekanizma yukarda da iyi işlemiyordu...
Çıkan genel afla birlikte Dış -B C'nin konforunu terkedip,
tavandan yere kadar uzanan kalın demir parmaklıklarıyla insana
hayvanat bahçesinde yaşıyormuş hissi veren koğuşlara
götürülmüştük… Aralarında asker tutukluların da bulunduğu
176
Gecenin bir yarısında masanın üstüne serili mektupların,
kitapların arasında saatler önce sızdığımı farkederek uyanıyorum.
177
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
Tir tir titriyor içim… Gece yarısından kalan kanyak şişesini
boğazıma dikip, dibinde kalan son damlaları içiyorum. Perdeyi
aralıyorum sonra… Gün ağarıyor… “Gecenin karanlığı yerini
günün ilk ışıklarına bırakıyor yine” diyorum… Bunu
yazmalıyım… Fena halde yorgun, fena halde sarhoş, fena halde
uykusuz, yatak odasına doğru süründüğümü hatırlıyorum...
***
Telefon uzun uzun çaldığında saat onbirbuçuğa geliyordu;
-Efendim?
-Benim Timur bey, Bilge!
-Söyle güzelim..
-İyi misiniz?
-Elbette iyiyim neden sordun?
-Sesiniz pek öyle gelmiyor da.
-Yo iyiyim, iyiyim. Arayan soran birileri mi var?
-Hımm, evet. Hem onun için, hem, belki bana söylemek
istediğiniz bir şeyler vardır diye aradım..
-Var! Bütün hastaları iptâl et!.
-İptâl mi edeyim?!.
-Evet, hem de hepsini!.
-Hani iyiyim demiştiniz?
-Elbette iyiyim ama kendimi böyle daha iyi hissedeceğim.
-Son günlerde beni korkutuyorsunuz...
-Bana bak güzel kız, sen dediklerimi yap yeter tamam mı?
178
179
Timur Ertekin
-Peki, nasıl isterseniz...
-Kimler aradı demiştin?
-Asuman Hanım aradı, sizden telefon bekliyor. Bir de şu
Handan Hanım. Telesekreterimize not bırakmış, Amerika'dan..
-Oldu fıstık, ben seni arıycam biraz sonra, tamam?!.
-Nasıl isterseniz...
Evet sevgili ihtiyar -artık Özlem yok- yepyeni bir gün daha
başlıyor. Kazançlarıyla, kayıplarıyla geride bıraktığımız günlerin
ardından ancak onu yaşadıktan sonra değerlendirebileceğimiz, kâh
sevinip kâh üzüleceğimiz, ama nelere gebe olduğunu -belki
pişmanlıklara- asla bilemeyeceğimiz, kaçınılmazlarla kuşatılmış
yepyeni bir gün! Sızlanmanın hiçbir anlamı yok. Terkedildin,
terkedildin, terkedildin!. Hem de hakettiğin gibi, hakettiğin
biçimde terkedildin! Özür dilemek gibi, olanları, olup bitenleri
düzeltmek gibi bir çaban olmayacaksa eğer, kaldığın yerden
devam etmek zorundasın!. Dışarıya çıkmalı, hayatın karmaşasına
katılmalı, yarım kalan acıklı romanını tamamlamaya çalışmalısın..
Gecenin yorgunluğundan sıyrılmaya çalışarak yataktan çıkıp,
sarsak adımlarla mutfağa, buzdolabına yöneliyorum. İçim
yanıyor... Ağzıma dayadığım şişeyi biran olsun dudaklarımdan
ayırmadan kana kana içiyorum içindeki suyu... Elimin tersiyle
ağzımı silerek, mutfak tezgâhına dayanıp soluklanıyorum... Sonra
aynanın karşısına geçip şaşkın gözlerle uzun uzun kendimi
seyrediyorum banyoda... Kimim ben?.. Nasıl bir adamım?..
Birbiriyle taban tabana zıt bunca şeyi ruhumun derinliklerinde
nasıl taşıyorum?. Korkmalı mı, yoksa gurur mu duymalıydım bu
halimden?!.
Soru yok, sorular yok, sorunlar yok olmalıydı… Bir an evvel
zaman içine karışmalı, bir an evvel kafamda biriktirdiklerimi
bedeli ağır sayfalara, romanıma dökmeliydim...
Gecikmeden Asuman'ı aramalıyım... Fevkalâde mahcup,
fevkalâde titreyen parmak uçlarımla telefon tuşlarında Asuman'ın
bilge sesini arıyorum...
180
Şamanın Üç Soygunu
-Efendim?!.
-Asu'cuğum benim, Timur.
-Merhaba canım nasılsın?
-İyiyim Asu'cuğum, nasıl olsun?!.
-Nasıl gidiyor herşey? Roman, çoluk, çocuk?!.
-Ben de seni onun için aramıştım… Biraraya gelebilir miyiz
diye!.
-Hakan'a da söyledin mi?.
-Hayır. Önce seninle konuşmak istedim. Eğer olur der ve bir
gün verirsen bana, onu da arayıp söyleyeceğim….
-Olur tabii, sen ne zaman istersen.
-Yarın akşam olur mu?.
-Olur tabii, neden olmasın?.
-Yarın görüşmek üzere diyelim o zaman.
-Evet, evet, yarın görüşmek üzere...
Artık uyumalıyım. Herşeyi unutup uyumalıyım. Ayakta
kalabilmek, birşeyler yapabilmek için saatlerce uyumalı,
dinlenmeliyim… Son günlerde fazlasıyla yorduğum, giderek
yaşlanan bedenimi hayata yeniden hazırlamak, güçlü olmak
zorundayım… Başucumda duran telefonu koynuma alıp, yorganın
sıcaklığına onunla birlikte bürünerek rüyalarımın şuursuz akışına
dönüyorum…
Ter içinde uyandığımda, uzaktan kısık gözlerle baktığım saatin
henüz 15.45'i gösterdiğine şaşırarak doğruluyorum... Çalışma
masamın üstünü dolduran üstüste yığılı kağıtların, kitapların
arasındaki boş içki şişelerine, bardakların üstündeki yapış yapış
parmak izlerine baktıkça midem bulanıyor… Gecenin izini bir an
önce silebilmek için belleğimden, toplayıp mutfağa taşıyorum
hepsini... Sıcak su yine yok! Yönetim zorda demek… Boşalmış
şişeleri çöp tenekesine atıp, bardakları ağzına kadar suyla
doldurarak içinde bırakıyorum lavabonun. Ortalığı toparlayıp
Hakan'a kısa bir not yazarak “Sıcak su olmadığı için beceremedim,
bağışla!..” evi terkedip, sıcak bir banyo özlemiyle Nurten'in evine
dönüyorum...
***
181
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
Ne kadar çabuk geçiyor zaman.. Kaçamak birlikteliklerin
verdiği sonsuz heyecan, yıllar sonra evliliğin bedeli ağır
alışkanlıklarına nasıl da kolay bürünebiliyor...
Aradan geçen yılların alıp götürdüklerine inat, karımın hâlâ ilk
günkü kadar soylu ve güzel gözlerinin anlam yüklü
derinliklerinde, İstanbul'un karmaşasında buluyorum kendimi...
“Geleceğini neden önceden haber vermedin?”
Ankara'ya gelirken yanında getirdiği resimlerinde olduğu gibi
dizine dayadığı ince, zarif bileklerinin ucunda sonlanan parmakları
arasında sigara, Eğitim Fakültesinin bahçesindeki banklardan
birinin üzerine oturmuş, heyecanla, durmaksızın konuşuyoruz...
“Neden? İstanbul'a geldiğinde uğra diyen sen değil miydin?”
“Evet ama ya beni bulamasaydın!”
“Bulurdum, bulurdum...”
182
183
Timur Ertekin
Ankara'da titreyen parmak uçlarında gizleyemediği
tedirginlikleri yaşamıyor İstanbul'da... Görme alanının içine giren
her şeyden haberdar olmanın telâşı yok artık gözlerinde...
“Akşam çıkabileceğimi sanmıyorum ama yarın görüşebiliriz
istersen. Söz verdiğim balığı ısmarlıyabilirim sana Kavak'ta!”
“Hayır, hayır… Yarın sabah seni ben götüreceğim Hıdiv
Kasrı'na, kahvaltıya!..”
“Peki ya söz verdiğim balık!.”
“Boşver şimdi balığı, seni nerden alayım?!..”
“Burda beklerim yine...”
“Nasıl istersen. Ha unutmadan, Marmaris'ten dönüş biletini
ayarladım...”
“Ciddi misin? Desene, gerçekten becerikli bir arkadaşım
var?!.”
“Tayfun'dan daha iyi olduğumu daha önce de söylemiştim!..
Ha, ha!..”
“Yapma lütfen, n'olur…”
Arada bir eski sevgilisini hatırlatarak takıldığımda yüzü
kızarıyor belli belirsiz Nurten’in... Minik komiklikler yapıp küçük
bir ihtimâl de olsa reddedilmenin yaratacağı -muhtemel- tahribatı
düşünerek, Nurten’in “Kısa Sevgililer Tarihi”nin acemi sayfaları
arasında yer arıyorum kendime...
“Unutmaya çalıştığımı biliyorsun...”
“Sen de hemen kızma canım… Ne kadar kıymetli -bir- eski
sevgilin var!.”
“Öyle olmadığını sen de biliyorsun…”
“Tamam, tamam, kızma.. Yarın görüşürüz o zaman!...”
“Peki, yarın görüşürüz o zaman, tam sekizbuçukta, burda!...”
Ertesi gün tam sekizbuçukta Eğitim Fakültesi'nin bahçesinde
beklerken buluyorum onu. Sarılıp öpüyorum yanaklarından.
Gülümsüyor... Sevimli bir sabah sohbetinin ardından -pürtelaşarabamıza binerek Hıdiv Kasrı’na doğru yola çıkıyoruz.
Şamanın Üç Soygunu
Yeşilliklerin arasında bizi bekleyen tarihi kasrın girişinde bir
yerlerde parkederek arabamızı, ağır adımlarla, etrafını rengârenk
güllerin sardığı havuzlu bahçede yanyana yürüyoruz… Yavaşca
omzuna dokunuyorum bir ara; yaklaşmıyor… Uzaklaşmıyor da!..
N'apalım der gibi kaşlarımla birlikte kollarımı yukarıya doğru
kaldırıp gülerek bir iki adım ayrılıyorum yanından, gülümsüyor...
Sonra yeşilliklerin arasından, masmavi Boğaz’a dalıp gitmişken
ben koluma giriveriyor birden… Kimse yok ortalıklarda!..
Havuzun etrafını çılgın bir coşkuyla saran güller arasında kahvaltı
etmek!. Bir kez daha kutluyorum kendimi. İyi bir seçimdi!..
“Senin için kapattım bu koca kasrı!”
“Buna inanmayı çok isterdim doğrusu...”
“İzin aldım Abbas Hilmi Paşa'dan, benimle olmak isteyen ama
bir türlü nerden başlayacağını bilemeyen güzel bir tarih
öğretmeninin dilini çözmek için kasrınızı ödünç alabilir miyim
diye!..”
“Verdi mi?”
“Hayır, Haendel bu!... Su müziği!...”
“Yapma lütfen!...”
“Gerçekten Haendel bu çalan!... İstersen söyliyeyim garsonlara
değiştirsinler... İbrahim Tatlıses falan?!...”
“Ciddi ol biraz n'olur!...”
“Madem istiyorsun peki!. Seni seviyorum...”
“Ciddi ol, lütfen?.”
“Peki, peki, uzatmalı sevgilinden yeni ayrılmış olsan da, yeni
ilişkilere açılan korkuların doruğunda olsan da birlikte olmak
istiyorum seninle… Bunu yapmak zor geliyorsa benimle
evlenebilirsin de… Haendel'in su koyduğuna bakma, Delfo'yu*
aracı kılıp, her isteğini yerine getireceğime söz vererek izin aldım
Abbas Hilmi Paşadan. Şu an hem senin, hem de paşanın, benden
istediğinizden çok daha fazla ciddi olmaya çalışıyorum inan!.”
“Tanrım...”
Hiç bitmiyecekmiş gibi süren sessizliğin saçma sapan
*
184
Hıdiv Kasrı'nın mimarı.
185
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
ağırlığını, yanımıza gelen sümüklü bir boyacı çocuğun fırlama
tavrı dağıtıveriyor bir anda. “Yengem de iyi güzelmiş be amca!.”
Yarı şaka, ayağa kalkar gibi yapıyorum; “Ulan it!..” İri süt beyaz
dişleriyle arsız, sırıtarak kayboluyor bir anda ağaçların arasında...
“Cevap yok mu?!..”
“Bilmem!..”
“Ne demek bilmem?.”
“Ayrılığımın sıkıntıları bu kadar yakın, bu kadar yoğun
yaşanıyorken henüz, yeni bir şeylere başlamak haksızlık gibi
geliyor bana...”
“Kime yapılan bir haksızlık?.”
“Sana, bana, Tayfun'a...”
Yıllar süren beraberliklerin hemen ardından yeni bir ilişkiye
akışın kolaycılığına kapılmayışı -aferin sana kız!.- gururumu
okşuyor...
Peki neden böyle olduk biz?!. Sonra yorum yapmayı bırakıp
birden, “soru yok, sorular yok, sorunlar yok olmalıydı”yı
hatırlıyorum…
Banyo yapmış olmanın verdiği keyfiyle
hazırlayacağım yemek için alışverişe çıkıyorum...
***
Asu'lara
Sıkı bir alışverişin ardından eksiksiz bir sofra kurup beklemeye
koyuluyorum bizimkileri. Telefon açıp sorduğunda, gerek yok,
herşey hazır dememe rağmen kimbilir neleri toparlayıp gelecektir
Hakan. Hani artık deterjan da getirse şaşırmayacağım…
Bir yandan onları beklerken, bir yandan romanımın yazdığım
bölümlerini sakladığım dosyaları, notları, Nurten’in doğum
günümde satın aldığı küçük ses kayıt cihazını bulup ortaya
çıkarıyorum. Her şey hazır! Artık gelebilirler diye düşünürken ben
kapı çalınıyor... Tahmin ettiğim gibi elinde abartılmış paketlerle
içeriye dalıyor Hakan... Salatalık malzemeler, hazır yemekler,
mezeler vs. vs.
-Kürdan getirmeyi unutmuşsun Hayk!
-Ne bileyim abi evinde kürdan olmadığını?
-Evde her şey var dediğim için mi getirdin yani zeytinyağlı
yaprak dolmasını?
-Değil tabii, hoşluk olsun diye yani...
186
187
Timur Ertekin
-Yavrum ben sana hiç bir şey getirme demedim mi?
-Evet..
-O halde?
-Yenir yenir, hepsi yenir...
Sanki zorla konuşmaya mecbur edildiğimiz -söyle ulan it!günlerden hep birlikte öç alınıyordu... Yeniden bir araya geliyor
olmanın sevinciyle birlikteliğe kaldırılan -şerefe!- kadehleri
dudaklara taşıyan anlık suskunluklar, gizlisiz saklısız
konuşmaların başı boş akışı arasında kaybolup gidiyor, ilerleyen
saatlerle birlikte bu sere serpe akış, debisi yüksek bir ırmak gibi
içe dönük söylemlere dönüşüyordu...
-Ya ben de aslında demin söylemek istiyordum, onu şey
yaptım... Bunu Ferda'yla falan konuştuk… O dönem, yani bir
gardiyan vardı bize bakan… Talip Hür diye… Sonradan bu adamı
vurdular... Böyle, tutukluları falan şey yapardı... Ben de böyle
işkenceden falan gelirdim, bakardım yanında biri var falan bir şey
yapmazdı… Zaten böyle bir şeyi yaşıyacak noktada değildim de…
Bu şey dedi yani… Ha bu arada ben dedim ki, bu devamlı İclal'le
konuşuyor benimle falan, beni Caner'le konuştursana dedim… Bu
arada bi eylemin bir kilit noktası var… Orda bir kaç kişinin adını
vermememiz gerekiyor, yani onlar hiç olmazsa yanmasın hesabı....
-Gardiyanı kimler vurmuştu?. Solcular mı, sağcılar mı?!
-Solcular tabiki, THKPLC mi neyse işte... Talip Hür diye bir
adam…
-Talip Hür, ben bu ismi duydum ya!.
-Ondan sonra, ben dedi seni bir tek şeyle konuşturabilirim
dedi... Benimle bir kez öpüşürsen…
-Adam mı?!
-Evet, iğrenç bir adam. Devamlı bana askıntı. İşkenceden
getiriliyorum sabah bu yanımda falan… böyle bişey…
Aradan geçen yirmi beş yıla rağmen, aynı gerginlikle,
sıkıntıyla anlatıyor başından geçenleri Asuman...
-Ve ben bu adamla öpüştüm arkadaşlar… öpüştüm yani… bu
188
Şamanın Üç Soygunu
koşulda beni bir tek Caner'le… ama benimle hiç alâkası yok ve...
-Görüştürdü mü peki Caner'le?
-Görüştürdü.
-Orası önemli.
-Ha, görüştürdü ve ben Caner'e dedim ki, Caner dedim…
-Peki bir dakka, bir dakka Asuman. Çok önemli bir şey sormak
istiyorum. Eğer Caner ilk gün heriflere evimizi göstermeye
Ankara'ya getirildiyse?!..
-Yok yok bu bir hafta sonra.
-Tekrar İstanbul'a mı getirmişlerdi onu?
-Caner'in Ankara'ya falan getirildiğini bilmiyorum ben…
Hakan araya girip “Sonra onu İstanbul'a geri götürdüler”
diyerek açıklamaya çalışırken, Asuman anlatmaya devam ediyor.
-O olayda biz koptuk, işkencedeydik zaten, benim Caner maner
gözüm hiç bir şey görmüyor…
Asuman'ın sözünü kesip, Caner'le aralarında geçen konuşmayı
aktararak ortalığı yumuşatmaya çalışıyor Hakan.
-Caner'e, bizim evlerin yerini niye gösterdin dediğimde, sana
dedi bir tek şey söyliycem, eminim beni anlarsın dedi… Asuman'ı
ölüm derecesinde seviyordum...
-Hadi canım sen de, diyorum Hakan’a...
-Asuman'a işkence yapıcaz. Ya evleri göster konuş, ya da
böyle böyle dediler… O’na kıyamazdım dedi... Ben de haklısın
dedim o zaman...
-Neyine kıyamıyormuş ulan?!. Sen kalk, dondurmacıya gider
gibi kızı soyguna götür, sonra?!..
Hakan’la tartışırken ben, Asuman hâlâ sorgunun sıkıntılarını
yaşıyordu dudaklarında...
-Hayır ama ben bunu çok sorguladım. Bu konuda hep kendimi
öne çıkaran şeyleri şey yapmadım. Yani, acaba bu benim
hafifmeşrepliğim miydi?
189
Timur Ertekin
Kulaklarımızı delen son cümleyle birlikte aynı anda ikimiz
birden atılıyor, Asuman’ın gönlünü almaya çalışıyoruz…
-Estağfurullah Asu!..
Bizlerden biri değildi o!. Üniversiteli değildi!. Devrimci
oluşunun altında, itibar gören siyasi kavramları topluca yaşamanın
haklı gururu olamazdı! Giyimi kuşamı, davranışları bizim
kızlardan çok farklıydı… Belki de o nedenle acımasızca
sorguluyordu kendini. Mini eteğiyle göründüğü filmde bir rol bile
almıştı. “Filmi seyretmeye gittiğimizde, ıslık seslerinden utanıp popom görünüyordu- salonu terk etmiştik babamla” diye gülerek
anlatıyordu…
O nedenle işkencecilerin -gözlerim kapalıydı- acımasız
aşağılamalarına inatla direniyor -beni bir sandalyeye oturttular- o
nedenle hiç haketmediği bir biçimde -birden her yerim
kopuyormuş gibi- kendini acımasızca sorguluyordu… Oysa
katıksız bir devrimci, gerçek bir Bonny’di o…
-Ama inanın elektrikten daha fazla acı çektim onun gibi bir
adamla öpüşmüş olmaktan dolayı. Bana elektrik vermelerinden
daha fazla acı veren bir olaydı bu… Ama bunu hayatımın neresine
koymalıyım yani!. Bu benim onurum muydu, yüz karam mıydı
bilmiyorum!?.
-Estağfurullah onurun tabiki.
-Bence de onurun…
-Seni bir defa öpersem konuştururum, dedi çocuklar... Ama
çok acı çektim, çok ağladım!..
-Tabi ki ağladın, o zamanki güzelliğinle yani!.
-Şimdi güzel değil mi ulan, alçaklık etme!.
-Şimdi çok harikulâde güzel, o zamanki güzelliğini artık düşün
diyorum yani…
-Lâfını sözünü bilmez bir çocuk bu adam… Sen onun
kusuruna bakma Asu'cuğum. Hakan işte, n'olcak!..
Araya giren espriler gecenin sızılarını örtüyor, böylelikle
190
Şamanın Üç Soygunu
muhtemel suskunlukların önü kesiliyordu.
-Şu bi damlacık canınla direniyorsun derdi Talip bana. O iki
tokatta her şeyi söyledi, sen dedi, ne kendini şey yapıyorsun
derdi… Üç gün mendile tükürdüm o adamla öpüştükten sonra...
Öyle iğrenç, öyle kötü oldum ki, üç beş kişiyi çirkefin içine
bulaştırmamak içindi yani… Böylesi bir acıyı hiç kimse
haketmemiştir...
“Çok acıyor değil mi elektrik? Parmağına mı bağladılar…
Başka yerine vermediler değil mi?” diye soruyor Hakan.
-Yok yok, parmaktan.
-Çok acıyor değil mi Asuman?!.
-Deli misin, ölüyorum sanıyor insan kendini.
-Evet bildiğin gibi değil!
-Ama bana da inat geldi söylemedim çocuklar! Anasını
satayım gerçekten hırs basıyor insanı..
Yirmi yıl önce olanları anarken gözlerimize dolan nefretin
izlerini her zamanki uslubuyla bir çırpıda uçuruveriyor Hakan;
-Hırs basıyor, parça parça oluyorsun böyle, lime lime bonfile!
Ciiip diye bir ses duyuluyor, böyle tellerin üstünden ciip diye bir
ses gidiyor, Aaalllah!.. Türkan Şoray gibi bakıyorum -iri iri açarak
gözlerini kirpikler kıpır kıpır- ben böyle...
Bu insanı deliler gibi güldürmesi gereken işkence tarifini
duymazdan gelerek devam ediyor Asuman;
-Herşey birden birbirinden koparılıyor gibi.
Asuman’ı yıllar önce bağlandığı elektriğin şokundan
kurtarmak için matrak yakıştırmalarına devam ediyor Hakan…
-Ben sanki çok acı çekiyormuşum gibi avazım çıktığı kadar
bağırıyorum böyle. İçeri girmeden önce sorgu diye bir kitap vardı,
191
Timur Ertekin
onu okuyordum. Daha herifler sopayı havaya kaldırınca
bağıracaksınız ki diyor, çok acıdığı belli olsun! Ben de avaz avaz
bağırıyorum ama hikâye... Sonra baktılar ki herif her boka
bağırıyor, elektriği bi arttırdılar, bülbül gibi, Ha ha!..
Acıyı içinde duyan herkes gibi “elektriği bir arttırdılar”ı
duyunca Asu'nun dudakları arasından belli belirsiz bir “eyvah!”
yükseliyor.
-Sonra Cumhurbaşkanı'nı da biz vurduk, ha, ha, ha!...
-Yalnız kesin olan şu var, hani deprem olur geçer de, a aaa
deprem oldu dersin ya öyleydi!. Çok acı çektik, çok şey geçti
başımızdan…-Kimse acı çekmemeli mi diyordun sen Asuman?..
-Evet, hiç kimse, hiç kimse acı çekmeyi haketmemiştir...
Zaman zaman vahim gerilimlerin doruklarına tırmanan,
ardından akla gelmedik esprilerle hayatın tahammül sınırları içine
çekilen konuşmalar, arada bir tartışmalı yorumlarla sonlanıyordu...
-Peki nasıl oldu da yırttık, yani nasıl kurtulduk biz?
-Denk düşmüşüz. Tarihin, yani tesadüfün kucağına denk
düşmüşüz!. diyorum önümdeki rakı bardağına uzanarak… Aynı
dönemi, aynı sıcaklıkta yaşayan başkaları darağaçlarında, sinsi
sinsi kurulan pusularda can verirken, tesadüflerin kucağına
düşmüşüz biz…
-İnandığımız doğrular adına, doğru olmadığını bildiğimiz ama
bir türlü inanmak istemediğimiz bazı şeyler yaptık biz, diyor
Hakan gülerek... İşin kötüsü devlet de çanak tutuyordu buna...
-O zaman geçip giden gençliğimizi, çocukluğumuzu düşünerek
her şeyi bırakıp, elli yaşında Disneyland'a gidip çocuklar gibi
eğlenmemiz gerekmiyor mu diyorum gülerek. Çocuk denecek
yaşta başkalarına oyuncak olmanın öcünü başka nasıl alabiliriz?..
-Çok hoş, bak bu çok doğru! diyor Asuman. Eğer böyle
bitirmezsen romanın sonunu, okumıycam bak...
-Ama gerçekten öyle değil mi Asuman… Nerelerden
geliyoruz… Şu geçtiğimiz tünellere bak!. Kimler var bu
tünellerde; askerler, siyasetçiler, Milli Birlik Komitesi üyeleri...
192
Şamanın Üç Soygunu
Bazen kendime çok, ama çok kızıyorum...
-Boşver, herşey yaşandı ve bitti..
-Selçuk bizden biraz daha şanslı. O hâlâ inanıyor... Bense her
şeye olan inancımı yitirdim…
-Aynen!. İnanmıyorum ben de hiçbir şeye, diyerek cevaplıyor
Asuman, Ama o kötü birşey değil bu...
-Dogmalarımdan kurtulduktan sonra hatırlamaya çalıştığım
inançlarım vardı biraz, onlar da gitti sonunda.
-İyi birşey değil mi sence bu? Kendinle başbaşasın ama
yazıyorsun işte! Birtakım şeylerin gölgesinde el yordamıyla
gezinmek daha mı iyiydi?!. Hiçbir şeyi tabulaştırmamak,
gereğinden fazla önemsememek, olabilir kılmaktır herşeyi önemli
olan bence…
-İnançsızlık da kötü ama, korkunç bir yalnızlık... Hiç bir şey
yok!...
-Hiçbir şey yok ama herşey gene var, diyor Asu.
-Nasıl?..
-Yumruğunu vurup Marksizm falan diye huşu içinde ağzın
köpürerek konferanslar falan vermedin değil mi sen?!.
-Hayır, tabii!..
-Ha, böyle konferansları hiç ciddiye almadım ben yani.
Dolayısıyla böyle şeyleri hiç abartmadım. Her doğru başka bir
doğrunun başlangıcıdır. Yani bu bir süreç!. Biz bu sürecin bir
yerinden tuttuk gelişiyoruz. Yeni şeylere gebeyiz yani. Yeni şeyler
üreteceğiz. Üretmesek de yitirmeyiz!. Bir hayattır yaşanılacak
olan!..
-Bütün bunlar, ne olduğumuzu yeniden tarif edebilmenin bir
sonucu olmak lâzım gelir belki de diyerek ağdalı bir dille
takılıyorum Asuman'a. Bizim doktor not düşmüş yazdıklarıma
“bunları elbette yazmalısın ama mutlaka Freudien bir yaklaşımla
olmamalı bu. Annemize olan aşkımızı ele veririz o zaman!” demiş.
Olsun ulan dedim, bir kez olsun annemize olan aşkımızı ele
verelim biz de o zaman!.
Sonra dönüp Asuman’ın gözlerinin içine bakarak “Sana yıllar
önce ilân edemediğim aşkımı elli yaşımda ilan edip mutlu
olabiliyorsam eğer bu birşeydir! Elbette evet ya da hayır
193
Timur Ertekin
diyebilirsin. Ama tarif sınırlarımın içinden çoktan kaçıp gitmiştir
o… İçimden çıkmış, özgür bırakılmıştır… Evet dersen çılgın bir
aşk yaşarız, hayır dersen eğer, gök kubbe altında sonsuza dek
dolanır durur sözlerim… Aslolan bu basitliği, olduğu gibi hayata
geçirebilmektir” diyorum…
Acemi bir süratle siyasete taşıyarak, söylediklerimi
geçiştirmeyi yeğliyor Asuman. “Selçuk, ben duymadım diyor ama,
bizi birinci şubeye getiren trafik polislerine emniyettekilerin, sizin
üstünüze vazife miydi de tutup getirdiniz bunları dediğini çok net
hatırlıyorum ben!” diyor “Bence her yaptığımız önceden
biliniyordu.”
-Bundan hiç kuşkum yok, diyorum.-Sorgu sırasında Caner’in,
Beyrut Havaalanı’ndan Ergun’a atmamı söylediği mektupların
fotokopilerini, Caner’le dolaşırken çekilmiş fotoğraflarımızı
getirip attılar önüme, daha ne direniyorsun sen diye…
-Senin gibi düşünüyorum ben de Asuman, diyorum. Her ne
yaptıysak, ne yapmaya karar verdiysek birilerinin kulağına birinci
elden gidiyordu... Üstelik basit bir istihbarî faaliyet değildi bu!
İçimizden biri, ki bu -muhtemelen- Uzun’du, MBK’li* cuntacılarla
iyi ilişkiler içindeydi. Bunu hepimiz biliyoruz… Filistin’e
gitmeden önce onlardan birinin evinde kaldığını bilmeyenimiz var
mı içimizde?!.. Filistin’de kurduğu ilişkilerden -muhtemelenonları da bilgilendirdiğini biliyoruz… Yani ne kadar silah girdiyse
bu yolla Türkiye’ye -muhtemelen- onlar da biliyordu bunu… Ülke
çapında terör olayları yaratarak, kendilerini iktidara taşıyacak olan
bir askeri darbeye davetiye çıkarmak için uğraşıyorlardı. Ancak bu
yolla sivil iradeyi başlarından defedebilir, ancak bu yolla iktidar
olabilirlerdi!. Ve -muhtemelen- çocukları yaşlarında olan bizleri
kanlı iktidar oyunlarına kurban ederek, bir yandan
desteklediklerini söyleyip, bir yandan ihbar ederek, iktidar
olacakları günlerin hesabını yapıyorlardı… O nedenle Uzun’u
suçlamak istemiyorum. O da hepimiz gibi kendini feda ediyordu…
Şamanın Üç Soygunu
Bir döneme adını veren öğrenci olaylarının hemen hemen tümünde
kullanılan -neredeyse- bütün silahları, patlayıcıları, hayatını
tehlikeye atarak buralara kadar taşımasının başka ne anlamı
olabilir? Gönüllü bir istihbaratçıydı o! Örgüt içinde olan biten her
şeyi, plânlanan ya da plânlanması düşünülen her eylemi siyasi
ortaklarına bildiriyor, onlar da gereken yerlere iletiyorlardı… O
nedenle, ülke çapında eylemler ortaya koyabilecek kadar
donanımlı bir grubun ortaya koyduğu basit eylemlerin önünü
kesmek istemediler… Daha büyük çapta eylemler olsun
istiyorlardı…
-Doğru bu! diyerek atılıyor Hakan, zaten o nedenle biz de
baktık ki ne yapsan kimse yakalamıyor, bu işte bir iş var dedik ve
eylemleri durdurma kararı aldık o zaman… Ama Selçuk’la Caner’i
inandıramadık... Sonrası malum… Siyasi şubedekilerin
İstanbul’daki trafikçilere fırça atmaları da bunu gösteriyor zaten…
-Örgüt toplantılarında dile getirilen eylem biçimleri birilerinin
iştahını kabartıyordu elbette, diyorum. Çünkü çok daha büyük
çaplı eylemlerin beklentisi içindeydiler… Elrom’un kaçırılışı gibi,
İngilizlerin kaçırılışı gibi… Birilerinin kafasına Balyoz gibi*
inebilmek için buna ihtiyaçları vardı... Hatta belki daha da büyük
siyasi hedeflerin peşindeydiler… Denizler’i kurtarmak için
Bölükbaşı’nın düğününü bassaydık eğer düşün neler olurdu…
Kimler tarafından yapılacağı, nasıl gelişeceği belli olan bir baskına
katılan üç ya da dört kişiyi ortadan kaldırmak için dört keskin
nişancı yeter de artardı bile… Ama bir de ertesi günün gazetelerini
getir gözünün önüne… Olayda dört terörist ölü olarak ele
geçirilmiş, ancak çıkan çatışmada eski başbakanlardan falan filan
ve o sırada yanında bulunan eski bilmem ne bakanı çatışma
sırasında atılan kurşunlara hedef olarak hayatlarını kaybetmişlerdir
vs. Nasıl senaryo ama?!. Son derece inandırıcı değil mi?.
-Oldukça inandırıcı görünüyor, diyerek yanıtlıyor Hakan.
-Bence de, diyerek devam ediyorum. Böylelikle ortadan
kaldırılması gereken hedeflere kolayca ulaşılacak, belki de sağlık
*
*
Milli Birlik Komitesi. 27 Mayıs askeri darbesini gerçekleştiren
örgüt.
194
12 Mart döneminin başbakanı Nihat Erim’in, Elrom’un
öldürülüşünün ardından basına verdiği demeçten; başlarına bir
balyoz gibi ineceğiz!
195
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
ve afiyetle bu güne kadar siyaset sahnesinde kalabilen dinazorlar
bu günleri göremeyeceklerdi!.
Çizilen bu vahim tablo, kısa süren bir sessizliğe neden
oluyor… İster istemez, fevkalâde büyük belalardan dönmüş
olanların haklı şaşkınlığıyla birbirimizin yüzüne bakıyoruz bir
süre… Sessizliği, iyimser yorumu bozuyor yine Hakan’ın…
-Belki de o kadar hakim değillerdi olaylara…
-Belki de, diyorum. Ama bizim kişisel özelliklerimizle doğru
orantılı bir şeydi bu… Örgüt içi toplantılarda her dile getirileni
yapamazdık elbette… Ne kadar beklerlerse beklesinler cinayet
işleyemezdik meselâ!..
-Tezgâh vardı ama!
-O nedenle olan bitenleri bazen onlar belirledi bazen… Ama
önemli olan bizdik… Akıllı davranabilir tezgâhlarına
gelmeyebilirdik…
-Ne kötü, diyor Hakan, bireyler için var olması gereken devlet,
daha fazla suç işlesinler diye önlerini açıyor…
“Şaman!..” diye fısıltıyla inliyorum içimden “Pek farkınız yok
işte birbirinizden… Belki de hiç farkınız yok!...”
-Ne dedin canım, diyor Asuman.
-Yok bir şey Asu’cuğum, yok bir şey…
***
Her gün biraz daha büyüyor yokluğu içimde Özlem’in. Tam da
ucunda kaybolan duyguların… Tam da deliler gibi hesapsız
sevincinde sevmelerin… Beni böyle bir başıma... Ayrılık falan
değil bu ölüm gibi bir şey... Yerine bir daha asla hiç bir şeyin
konmayacağı, konamayacağı bir şey! Birden geri gelse, geldim işte
dese de hiç bir şeyin bir daha asla eskisi gibi olamayacağı bir şey...
Hayır sevgili küçük sevgilim, hayır! Yarın geçmişin izlerini
taşımayan yeni bir gün doğmayacak yazık ki... Artık hiç bir yerde,
hiç bir biçimde birlikte olamayacağımız anlamına geliyor sarı
sayfalara düştüğün notlar...
Çok acı çektim, çok... Çok kırdın beni... Aldatılmak
istemiyorum artık.. Bu kadar kolay vazgeçebildiğine göre!..
Demek -yedisekizyüzyıl önce- yalandı sevmelerin... Varsın öyle
olsun, ne yapalım... Sonunda elbet bunu da göğüsleyeceğim... Ve
seni olanca hasretimle yaşlı -yaslı- bedenime gömeceğim...
Bütün kadınlar böyle mi yaparlardı?!. Böylesi bir hızla tutulup,
196
197
Timur Ertekin
böylesi bir hızla mı unuturlardı!
Cep telefonuma bırakılan bir yazılı mesaj -Ankara’dayım,
Nüket!- la yüzüm aydınlanıveriyor... Noktasıyla, virgülüyle, cep
telefonlarındaki yazışmalarında bile Türkçe’yi doğru kullanmaya
özen gösterişine bayılıyorum!.. Sevgili Nüket!.. Ankara’dasın
demek... Kim bilir, cevabını bulamadığım sorularıma belki de sen
çözüm olabilirsin... Çantamı açarak databankın tuşlarından telefon
numarasını buluyor -otele gel istersen!- adresini alıyorum...
Resepsiyondaki hanım görevli bir üst kata çıkmam gerektiğini
söylüyor. -104 numaralı oda!- Teşekkür edip yukarı kata çıkmak
üzre asansöre yönelirken ben, arkadaşıyla buluşan gözlerinde
anlamlı bir parıltı beliriyor resepsiyonist kızın!. Yukarıya çıkıp
usulca tıklatıyorum kapıyı -Timur'cuğum!- Önünü kapatmaya
çalıştığı bornozun kuşağını alışkın hareketlerle birbirine dolayarak
karşılıyor beni uzun sarı saçlarıyla. “İki dakikada hazırlanırım,
rahatına bak sen” diyor. Oturmamı işaret eden bir el hareketiyle
köşede duran şişman koltuğu gösterip, banyoya yöneliyor.. Uçuk
mavi bornozun dışına taşan bacaklarına bakmamaya, konuşurken
gözlerimi gözlerinden ayırmamaya çalışıyorum… Şirin bir otel
odası burası... Burada mı kabul ediyor acaba müşterilerini diye
soruyorum kendi kendime. Daha neler, diyorum sonra... Şey mi
bu!.
Belki de Tekin’le birlikte kaldıkları yer burasıydı kimbilir...
Belki de bu yatakta sevişmişlerdi… Nasıl da tutkulu birer sevgili
gibi bakıyorlardı birbirlerine… Arada bir onunla birlikte
olamazsam yapamam bu işi diyordu Nüket… “Bana direnme gücü
veriyor, tıpkı ruh doktorlarına koşan hastaları gibi, ben de ona
gidiyorum koşarak her seferinde!” Demek böyle kadınlar da vardı!
Bir biçimde başkalarının koynunda aşk yaparken eşlerini
özleyebilen, derin bir tutkuyla tekrar kavuşacağı günleri
yüreklerinde serin ve duru bir su gibi biriktirebilen kadınlar...
Sevişmelerin, birlikteliklerin, ne anlama geldiğini bilen, belli ki o
nedenle malûliyetlerine mahkûm olmayı bir türlü beceremeyen
kadınlar...
198
Şamanın Üç Soygunu
Bilmem ne kadar şanslı bir adam olduğunun farkında mısın
sevgili Tekin? diyorum içimden. Böylesi derin bir tutkuyla
sevilmenin ne anlama geldiğini bilmem sen de biliyor musun?!.
Derin bir göğüs geçirerek odadaki eşyaların ayrıntılarında
gezinmeye çaşlışıyorum.
Etejerin üstünde duran hâlâ karartılmamış gece lambasının
yanında fermuarı yarı açık bir el çantası duruyor... Ben olsam
kapalı tutardım diyorum... Yarı açık şeyler, yarı açık meraklarımızı
doğurur. Yarı açık kapılarının hemen ardında bizi nelerin
beklediğini düşünürüz hep... Bazen da tam tersi olur, şu köşede
duran iri çanta gibi. Kimbilir neler var içinde. Özel durumlarda
kullanılmak üzere özel malzemeler mi?. Mazoşistler için kamçılar,
zincirler, kelepçeler!. İç çamaşırları belki de... İç gıcıklayıcı,
kıpkırmızı iç çamaşırları…
-Beklettim seni çok… Kusuruma bakmadın değil mi?
-Yok canım, olur mu hiç öyle şey…
-Beklettim, beklettim.
-Ne önemi var Nüket’ciğim?!.
-Ben bekletilmeyi pek sevmem de.
-Boşver, hazırsan çıkalım diyorum, ne dersin?
-Ben hazırım, çıkabiliriz…
Tam çıkmaya hazırlanırken biz çalan cep telefonu, bütün
programını alt üst edebilecek kadar önemli birinden geliyor
olmalıydı. Bakımlı parmak uçları saçlarının arasında, odanın
ortasında bir o tarafa, bir bu tarafa gezinirken, bir taraftan telefonla
konuşuyor -ama bu imkânsız- bir taraftan bana dönüp başıyla
kusura bakma anlamına gelen bir şeyler söylemeye çalışıyordu.
Nerdeyse bir on dakika kadar süren konuşmanın -biletim mi
ayırıldı- sonucunda telefonu kapatarak bitkin bir ses tonuyla
“Üzgünüm” diyor “hemen İstanbul’a dönmek zorundayım!”
Aldırma anlamına gelen bir hareketle boşver diyorum kısmet
değilmiş… Alelacele çantasını, elbiselerini toplamaya başlıyor…
-Seni havaalanına kadar götürebilirim!
199
Timur Ertekin
-Kıyamam sana.
-Ne demek kıyamam sana? Biraz daha konuşmuş oluruz hem
alana kadar…
-Timur’cuğum, beni hep yük altında bırakacak şeyler
yapıyorsun sen. Sonra mahcup oluyorum sana.
-Mahcup olacak bir şey yok ortada. Konuşa konuşa gideriz
birlikte işte…
Çantalarından birini ben alıyorum. Biraz irice olan bavulunu,
diğer eşyalarla birlikte hemen arkamızdan gelen kat görevlisi
çocuk taşıyor. Kapıdan çıkmadan önce, otel görevlileriyle tek tek
öpüşerek teşekkürlerini bildiriyor.
Bagajı açıp, elindeki çantaları yerleştirmesine yardımcı
oluyorum sarı sırmalı üniformasıyla etrafa gülücükler dağıtan
çocuğun. Sonra daha fazla oyalanmadan yola çıkabilmemiz için
arabanın kapısını açıyor, önünde öyle bekliyorum. Kısa bir süre
sonra -çok mu beklettim hayatım?- yola koyulmayı başarıyoruz...
Aslında Ankara’ya onbeş gün kadar önce geldiğini ama özel
bir takım nedenlerle arayamadığını söylüyor... Daha sık birlikte
olabilirdik oysa!. Tuhaf bir hüzün kaplıyor yüzünü. Sıkıntılı
günler geçirdim, diyor. Yeni moda sitelerden bir daire satın
aldığını, o nedenle çalışmak üzere geldiği Ankara’da sabahtan
akşama kadar genelevden farksız bir tempo içinde -rahatsız
oluyorsan anlatmayayım- çalıştığını, o nedenle de kimseyi görmek
istemediğini anlatıyor. Gerisi bildiğin gibi diyor, kötü şans!.
Şamanın Üç Soygunu
-Birisi vardı yelkenlisinin adı Kısmet olan?
-Sadun Boro’yu söylüyorsun sen.
-Belki de onun için adını “Kısmet” koymuştur...
-Peki Nüket’ciğim, peki!. Kısmet olursa en yakın zamanda
görüşeceğiz inşallah, tamam mı?.
-İnşallah Timur’cuğum, inşallah...
Hava alanına geldiğimizde mavi elbiseli modern hamallara
teslim edip bagajdakileri -buraya park edemezsiniz beylervedalaşıyoruz Nüket’le... Hoşluk olsun diye arabamı aşağılarda bir
yere park edip sürpriz yapmak istiyorum tekrar yanına giderek...
Bir tam tur atıp, arabamı bırakabileceğim bir yer ararken, şeref
salonunun bulunduğu kapının hemen önünden tekerlekli
sandalyeyle taşıdıkları birini resmi plakalı bir araca bindirmeye
çalıştıklarını görüyorum... İşte diyorum, buldun... Onların çıktığı
yere sen parka edebilirsin. Sonra elinde içi tıka basa dolu
poşetlerle arkalarından gelen Handan’ı farkediyorum birden!.
Nefesim tutuluyor, boğulur gibi oluyorum… Unutarak Nüket’e
hazırlamaya çalıştığım hoşluğu, hızla uzaklaşıyorum Esenboğa
havaalanından!.
***
“Boş ver” diyorum, “Birlikteyiz işte. Allahın günü bitmedi
ya!.”
-İnşallah Timur’cuğum, inşallah…
-İnşallahı maşallahı yok görüşürüz günün birinde nasılsa!
-Öyle deme, kısmet olursa diyelim biz yine…
-Peki, peki kısmet olursa diyelim! Denizciler de çok kullanır
bu sözü bilir misin? Kısmet olursayla başlar her cümlenin başı
denizcilerin…
200
201
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
Bütün bir gece uyumadan, sıkıntılar içinde bir o yana bir bu
yana dönerek -tekerlekli sandalyeye bağlıydı işkencecimgeçirdiğim berbat bir gecenin sonunda, belki de ilk kez Bilge’ye
telefon etmeden gidiyorum muayenehaneye. Hiç değişmemiş
sorgucum diyorum. Yine öyle esmer, yine yanık tenli. Dalgalı
saçlarındaki kırlar artmış biraz. Kaşlar hep uzun. Ne kadar da
geniş hâlâ omuzları! Ya elleri?!. Birden -istemsiz- gözlerimi
kırpıyorum. Hayır, hayır ellerini görmedim, dizlerine örttükleri
ekose desenli kırmızı battaniyenin altında kalmış olmalıydılar.
Pek yakında bir araya geleceğimizi biliyor olmama rağmen
ondan bu kadar etkilenişim fena halde canımı sıkıyor… Onunla
karşı karşıya geldiğimizde de mi yaşayacağım diyorum bu
sıkıntıları? Birbirimizin gözlerinin içine bakarak üstelik!..
Özlem’in dediği gibi -bırak başkasına gitsin sen de!vazgeçmeliyim belki de.
Sabahın köründe kapıda görünce beni, şaşkınlığını gizlemeden
202
203
Timur Ertekin
edemiyor Bilge;
-Aaa! Hayrola bir şey mi var?
-Günaydın.
-Bir şey mi oldu?
-İnsan sabahleyin birisini görünce karşısında, günaydın der, ne
dersin?.
-Günaydın! Hiç böyle yapmazdınız da siz...
-Ne yapmazdım da ben?
-Böyle erkenden, hem haber vermeden...
-Seni özledim. Güzel kızların şefkatine ihtiyacım var hem...
-Teşekkür ederim ama doğru söylemiyorsunuz.
-Niyeymiş o?.
-Bana iltifat ediyorsunuz ama hep başkalarıyla birlikte
oluyorsunuz...
-Kimmiş o başkaları?
-Özlem Hanım, Jale Hanım, Ayten Hanım, daha sayayım ister
misiniz? Ha unutmadan, Handan Hanım, son hastadan sonra
gelecekmiş…
-Başka bir şey söyledi mi peki?
-Sizinle konuşacakları varmış “umarım bir programı yoktur”
dediğimi söylemeyi unutmayın dedi…
-Sen de sinir oldun tabii…
-Hayır Timur Bey, bu uyarıları haklı çıkartacak bir şey yapsam
neyse! Gıcık!..
-Ooo, bayağı kızdırmış seni. Kıskanıyor musun yoksa?
-Doğrusunu isterseniz, evet. Biraz da tedirginliğimden,
başınıza bir iş getirecekmiş gibi, sanki böyle gizli kapaklı…
-Gelmez gelmez. Sen işine bak. Acı patlıcanlarla yatanın
etekleri mor olur..
-Ne demek şimdi bu?
-Şaka! Sadece şaka…
Vakit kaybetmeyi sen de sevmiyorsun demek sevgili Handan!
Bakalım seni ve belalı kocanı başımdan nasıl atabileceğim. Kim
bilir, başka birilerine gitmelerini sağlayabilirim belki… Bu konuda
uzman bir arkadaşım var desem?. Belki... Peki ya reddederse?!.
204
Şamanın Üç Soygunu
Siz kabul ederseniz eğer tedaviyi reddetmeyeceğini özellikle
bilmenizi istedi dememiş miydi Handan!. Doğruyu söylerim ben
de o zaman; yaptığımın mesleki ahlâka sığmadığını bildiğimi ama
yıllar önce karşısında titrediğim bir adamla, sorgucumla birlikte
olmayı içime sindiremediğimi -hava alanında onu birden böyle
karşımda- kendilerine ancak yol gösterebileceğimi söylerim.
Özlem haklı... Şu gazetecinin dediği gibi öc alma hakkı da
olabilmeli insanların ayrıca…
“Siz benim yüreği yurt sevgisiyle dolu gençliğimi, buram
buram özgürlük kokan dağlarında şarkı söylerken pusuda, son
sözlerini dinlerken cezaevlerinin bomboş avlularında dar
ağaçlarında ve gezinirken bembeyaz tül perdelerin ardında
İstanbul’da, keskin nişancılarınızla hem de hiç acımadan
vurdunuz! Ve şimdi hiç ama hiç utanmadan onlardan -içlerindenhasbelkader sağ kalmış birinden, yakınlarda bir yerde olduğunu
bildiğiniz ölümünüzün eşliğinde yardım dileniyorsunuz!” Çok
şiirsel oldu!. Aynen böyle yazmalıyım romana...
Hayır sevgili Handan hayır, bunu yapmayacağım… Sizi
seviyorum fakat, ne sizi, ne de kendimi aldatmayacağım!. Telefon
çalıyor...
-Handan Hanım telefonda Timur Bey…
Sevgili Bilge!. Seni öldürebilir miyim?!. Ne demek Handan
Hanım telefonda. Sor bir bakalım, görüşebilecek misiniz diye!.
“Bağla hayatım, bağla..”
-Neden beni görünce çekip gittin?
-Nerede?
-Havaalanından sözediyorum…
-İnanamıyorum…
-Neden?
-Nasıl oldu da farkettin beni?
-Duygularım!. Duygularım bana orda olduğunu ya da olman
gerektiğini söylüyordu… Bir de duyargalarım…İyi bir istihbaratçı
205
Timur Ertekin
eşiyim ben!.
-Belli oluyor..
-Söyle bakalım neden çıkıp gittin?
-Korktum galiba!. Şaşırdım ve korktum…
-Şaşkın…
-Bunu ancak evliler ve sevgililer söyler birbirine…
-Şaşkın!.. Şaşkınsın sen!.
-Bunu bir ödül mü kabul etmeliyim?
-Basit bir sevgi sözü olarak alabilirsin…
-Düşünmüştüm de…
-Vazgeçmeyi düşünmüştün!
-Ama nerden….nerden bildin?!.
-Kadınım ben…
-Öyleyse?!.
-Vazgeçemezsin!.
-Yani?!..
-Sonuna kadar benimle birlikte olman anlamına geliyor bu…
-Ona bakmak istemiyorum!
-Abartma sevgilim… Altı üstü, bir kaç amalgam dolgusunu
değiştireceksin… Hepsi bu!.
-Ama kendimi ben…
-Asla benim kadar yalnız ve çaresiz hissedemezsin!..
-Yani?!
-Bana itaat edeceksin…
Hayır sevgili Handan hayır, size itaat etmeyeceğim!. Evinize
geleceğim elbette ama kocanıza yardım etmeyeceğim. Bu konuda
size yardım edebilecek tek kişi ben olsaydım eğer elbette böyle
düşünmezdim. Ama aklımı kemiren ve içimde bin yıldır
biriktirdiğim merakıma bir son verebilmek için yalnız -sadece!yanınıza, oyunlarınıza geleceğim!.
-Peki ne zaman buluşuyoruz?
-Yarın akşam?!
-Yarın akşam peki…
-Adresi vereyim mi?
-Hayır gerek yok, evi biliyorum, biliyorsun… Unutmadım…
206
Şamanın Üç Soygunu
-Saat sekizbuçukta bizde o zaman.
-Tam sekiz otuzda sizde olacağım evet!
Eveet!.. İşte bu kadar!.. Yarın akşamla birlikte ilk kez, izi
belleğimden yıllardır silinmeyen sahnelerin -işkence!- korkulu
kahramanlarından biriyle, evinde, hem de kendi isteğim ve
irademle -Şaman!- biraraya gelmiş olacağım…
Bir iki kadeh birşeyler içmeliyim diyorum gitmeden önce…
Sonra hemen fikrimi değiştirip -içki içmiş!- alay ettirmemeliyim
diyorum kendimle. İçimdeki telâş yansısa da yüzüme, hiçbir
biçimde alay ettirmemeliyim kendimle!. Bir şeyler ikram ederler
nasıl olsa… Çay ya da kahve içmek ister misin diye sorduklarında,
hayır ama bir kadeh viski belki derim -başka türlü size nasıl
tahammül edebilirim?- gözlerinin içine baka…
-Bir bardak daha?
-Evet lütfen!.
Viski hazırlamak için yerinden doğrulurken ince bir el hareketiyle
saklıyor göğüslerini Handan… Demek ki önceden bilerek sergiliyordu
aklımı başımdan alan dekoltesini… Belki de kocasının yanında
olduğum için özellikle böyle davranıyor şimdi!.
Ne tuhaf diyorum kendi kendime, karşılaşmaktan bucak bucak
kaçtığın adam -işkencecin senin!- karşında oturuyor işte… Ne kadar da
kolay oldu bak!. Nasıl da korkmuştun oysa… Dizlerin titremişti…
Keşke bir kadeh viski olsun içebilseydim demiştin titreyen
parmaklarınla zili çalarken… Asansör olmadığını biliyordun… Yukarı
çıkana kadar nefes nefese kalacağını da… Kapının önünde durmuş,
çantandan alelacele çıkarttığın spreyini -Ventolin İnhaler- derin
soluklarla ciğerlerine çekip beklemiştin… İki dakika arayla iki kez...
Fazla dozdan sakının! Öyle yazıyordu üzerinde... Yine de üç kez
doldurup beklettin ciğerlerinde… Apartmanın giriş kapısı kapalı
olmasaydı eğer, merdivenleri dinlenerek çıkıp, soluk soluğa kalmadan
çalacaktın kapılarını…Yapılacak bir şey yoktu… Açılan kapının
ardından, ağır adımlarla çıkmaya çalıştığın merdivenlerin sonunda
207
Timur Ertekin
kimseyi bulamayınca şaşırdın… Bunu fırsat bilerek üzerinde herhangi
bir adın yazılı olmadığı kapının önünde durup bir süre soluklandın…
Sonra hâlâ açılmayan kapının ardında zili tekrar çalmanı beklediğini
anladın Handan’ın… Sadece kocasını değil, seni de düşünüyordu
demek.... Mutlandın… Zili çaldın… Ardından gelmeyen ayak sesleriyle
bir süre bekledikten sonra açıldı kapı… Dekoltesi derin bir elbiseyle
karşıladı seni… Hoşgeldin, dedi yüzünde muzaffer bir ifadeyle…
Sarılıp öperken koklandığını hissettin, derin… İnce belinde elin,
yaklaşırken sana göğüsleri -işte o an!- bacaklarının sıcaklığını duydun
bacaklarında… Titredin… Yutkunarak, seni özledim, diyebildin…
Koluna girmişti senin... Birlikte salona doğru yürüdünüz… Disiplin
kokuyordu ev… Yerdeki ince düğümlü halılar, gomalak cilalı ağır
mobilyalar, bütün ihtişamıyla yerlere kadar uzanan perdeler, parkeler tozlarını korku almış- pırıl pırıl parlıyordu her şey… Ya da sana öyle
geldi… Uzanıp yanağına dokunarak -otursana- bir kadeh viski içer
misin dedi… Yanağına uzanan elini öperek aşağıya indirirken sen böyle daha iyi- oturmak istemediğini söyledin… Elinde bol buzlu bir
bardak viskiyle geri döndüğünde, geldiğini Adnan’a haber vereyim
diyerek izin istedi senden… Seni bıraktığı yerde, o pahalı acem
halısının üstünde korkularınla başbaşa bekledin… Az daha yüreğin
ağzına gelecekti sesini -hoşgeldin!- arkanda duyduğun an… Tekerlekli
sandalyesini parmaklarının ucuyla dokunduğu bir kolla yönlendirerek
ilerliyordu sana doğru … Gerginliklerin yok olmuştu birden… O’na
doğru bir hamle yaparak sen de merhaba, dedin… Hiç değişmemişsin,
dedi, seni görür görmez tanıdım… Ben de sizi dedin... Ben de sizi görür
görmez tanıdım... Siz de pek değişmemişsiniz… İskemlesinin
tekerleklerini elindeki kumandayla kitleyip, serbest kalan elini
tokalaşmak üzere zorla kaldırırken -gülümsüyordu- yine bana yalan
söylüyorsun dedi… Yirmi yıl önce, hepsi bu diye bir kaç metre fitil ve
fünyeyle beni kandırıp cephaneni kurtardığını sandığın gün söylediğin
gibi… Gerçeklerden kaçılmıyor hâlbuki... Ve ondan kaçmanın
mümkün olmadığını bilmediğin için yalan söylüyorsun hâlâ…
Parmaklarını göğsüne doğru çevirip bunları söylediğinde nefretin uçup
gitti gözlerinden… Pırıl pırıl parlayan masanın yanında duran deri kaplı
tabureyi çekip yanına oturuverdin… Belli ki onu iskemlesinde tepeden
seyredişinden ziyadesiyle utandın… Elbette onlar gibi olamazdın…
Başkalarının çaresizliği üstüne kurulu kazanımlar, zaferler seni
208
Şamanın Üç Soygunu
sevindirmezdi… Evet, dedin... Beyaz yalanlar söylerim ben…
Kimsenin incinmesini istemediğim bembeyaz yalanlar… Sonra elinde
bir kadeh buzlu viskiyle daha yanınıza gelen Handan'a dönüp teşekkür
ettin…
-Her zaman böyle mi içersin?
-İçinde bulunduğumuz durum biraz farklı değil mi sizce!.
-Evet... Hayat çok acımasız değil mi?
-Bence de... Zaman zaman yokluyor işte insanları...
-Seninle benim, dün ve bu gün içinde bulunduğumuz durumlar
gibi, öyle mi?
-Onu kastederek söylemedim...
-Boşver şimdi, neyi kastettiğin ortada!.
-Kendi hastalığımı düşünerek söyledim ben...
-Handan anlattı, biliyorum…
-O halde?
-Karşılaştırma gereği duymalısın belki de aslında…Neyse…
Boşver gitsin!
-Bu size öyle geliyor olabilir… Otuz yıl önce benimle ve
arkadaşlarımla ilgili duyduğunuz rahatsızlıkların bir sonucudur
belki bu!. Başkalarının çektiği acılar üstünde gezinerek strateji
tayin etmenin ne anlama geldiğini bilmem ben!. Eminim onlar da
bilmezdi...
-İşkenceci demek mi istiyorsun sen bana?
-Buna hiç gerek yok…
-Elbette yok! Ne yaptığımı o zaman da iyi biliyordum, bugün
de... Bir bardak viski de bana getir Handan!
-Ama....
-Ne dediysem onu yap lütfen!..
Güleryüzlü ama küstah bir karşılamanın -hoşgeldin!- hemen
ardından gelişen bu âni gerginliğe pek fazla şaşırmıyordum...
Onun yerinde olsam, ben de benzer tepkiler verebilir, alınganlıklar
gösterebilirdim... Sonuç olarak çıkış noktalarımızın farklı olduğu belki de o nedenle haketmediği- insani bir durumdu gelinen yer...
Az önce yüzünde müstehzi bir ifadeyle sorgularken seni -her
zaman böyle mi içersin- işte şimdi viski istemişti karısından...
209
Timur Ertekin
Sancılıydı... Elleri tutmuyordu... Handan'ın elinden içiyordu
içkisini... Ve sancı bulaşıcıydı...
-Bir yudum daha!
-Peki sevgilim peki...
Gözlerin doldu... Dönüp gitmek istedin birden... Her şeyi orda
bırakıp gitmek istedin... Asuman'ın sözleri geldi aklına sonra... Hiç
kimse acı çekmeyi haketmemiştir diyerek bir kez daha geçirdin
sözlerini içinden... Kırgın gözlerle seni seyrediyordu Handan... Bu
kez sen çaresizdin... Özür dilemek istiyorum sizlerden, dedin…
-Sizi üzmek istemedim…
-Üzülmedim!
-Sizden de özür dilerim Handan Hanım…
-Önemi yok, üzülmeyin...
Kabalık etmek istemem ama, diyorum, sorgucumun artık
gülmeyen gözlerinin içine bakarak, içki içmemelisiniz…
-Sen de öyle!. Sen de içmemelisin.
-Size içtenlikle bir şeyler söylemek istiyorum ama… Aynı
gerginliği yaşamaktan korkuyorum…
-Ne gerginliği?
-Tahammül edemeyip söylediklerime içki içiyorsunuz...
-Gerginliğimden değil o! Özendim… İçerken sana özendim…
Dudakları arasından birer birer dökülerek barış bekleyen bu
sözlerle birlikte derin bir nefes aldın… Tıpkı senin gibi… Kavga
etmek istemiyordu işte... Gerginlikleri de acıklı bakışlarla
seyredilmeyi de istemiyordu… Tıpkı senin gibi… Savaş olmasın
istiyordu… Buna sevindin… Artık onunla konuşabilirdin… Yıllar
önce çocuk olduğunu unutarak -çok acı çekeceksin ama
ölmeyeceksin!- acımasızca döverken seni, Emniyet Sarayı’nın
“vakıfbank”larında rahat uyuyabilmen için yastık niyetine başının
altına protokol defterleri sermesinin ne anlama geldiğini
sorabilirdin...
210
Şamanın Üç Soygunu
-İzin verirseniz hastalığınıza gelelim o zaman…
-Boşver şimdi onu, anlat bakalım neler yapıyorsun?
-Yine mi sorgu?
-Yok yok, bu defa öyle değil, diyerek gülümsüyor…
-Asıl siz bana yıllardır merak ettiğim bir şeyi, öldüresiye
dövdüğünüz birisine şefkat göstermenin, başının altına cilt cilt
defterler sermenin ne anlama geldiğini söyleyebilir misiniz?.
-Haa, şu cumhurbaşkanının peşinden giden protokol defterleri.
-Demek siz de unutmadınız…
-Ben tutardım o kayıtları.
-Her sorgudan dönene verir miydiniz rahat uyusun diye?
-Bilmem… Sanmıyorum.
-Bir tür vicdan azabı mıydı bu?.
-Pek değil!. Acıma duygusu gibi bir şey olmalı…
-Yazık!
-Neden?
-Yıllardır buna insanî bir neden aradım durdum… Ama acımak
tarif etmiyor onu... Hiç kimse kendisine acınmasını istemez
çünkü!. Sokaktaki dilenciler bile…
Gözlerinde parlamaya başlayan dostluk ateşi bir anda sönüyor
yine!. Yanlış anlamayın lütfen, diyorum hemen... Onursuzluğu
reddeden herkes için geçerli bir şey bu!. Hiç kimse acınsın istemez
kendine. Ama vicdan azabı… O başka!.
-Öyledir belki ama neyi değiştirir bu?
-O zaman konuşabiliriz belki… Samimiyseniz ve bunu eğer
gerçekten istiyorsanız!
-Kabul!.
Kabul deyişinin sükuneti var şimdi sorgucumun gözlerinde!.
Az önce hep birlikte yaşadığımız gerginliğin korkularını atmış,
oturduğu kanepeden ilgiyle bizi izliyor Handan...
-O zaman söze şöyle başlamak istiyorum… Pek çok uzman
hekimin hizmet verdiği bu koca şehirde, tedavinizle benim
211
Timur Ertekin
ilgilenmemin doğru olmadığını düşünüyorum!.
-Boş ver, o önemli değil!
-Nasıl önemli değil, diyerek oturduğu yerden fırlıyor Handan!.
Bunu bana nasıl yaparsın, diyen bakışlarla yanıma gelerek,
dönüp ısrarla soruyor kocasına.
-Ne demek önemli değil!?
-Çünkü ağzımda bir tek amalgam dolgu bile yok!.
-Bana bütün dişlerinin amalgam dolgularla dolup taştığını
söylememiş miydin sen?!
-Evet!
-Ama neden?
Ağlamaklı bir ses tonuyla sorusuna mantıklı bir cevap
bekleyerek etrafımızda dolaşıyor Handan.
-Bilmem! Günah çıkarmak istedim belki de -eliyle beni
gösteriyor- dediği gibi...
İşte diyorum kendi kendime, şimdi başardın!. O’nu tedavi
etmek gibi bir yükümlülüğün de yok artık üstelik … Artık
istediğin gibi hesaplaşabilir, çektiklerimizin ne anlama geldiğini
birbirimizi ezmeden, alay etmeden ve acımadan tartışabiliriz…
“İkinizden de nefret ediyorum!. İkiniz de beni aldattınız…
İkinizin de kırılmaması için elimden geleni yaparken ben, biriniz
mazlum bir hastayı, biriniz mesleki ahlakı yüksek bir doktoru
oynayarak beni aldattınız… Nefret ediyorum sizden… Her
ikinizden!.” diyerek hızlı adımlarla odasına dönüyor Handan…
-Yalnız kaldık…
-Henüz değil, birazdan, diyerek yanıtlıyor sorgucum…
Gerçekten çok geçmeden üstüne sokağa çıkmak üzere bir
şeyler giymiş, tek kelime etmeden apartman kapısını büyük bir
gürültüyle çarpıp dışarıya çıkarak beni başbaşa bırakıyor
sorgucumla, salonun tam ortasında…
212
Şamanın Üç Soygunu
-İşte şimdi yalnız kaldık, diyor. Artık istediğimiz gibi
konuşabiliriz.
-Bunu siz de mi istiyordunuz?
-Bu kadar kolay olacağını sanmıyordum!
Handan’dan bile gizlemek zorunda olduğu bir takım şeyleri
paylaşma hazırlığında olduğunu düşünerek, hazırlıklı olmalıyım,
diyorum… Ne olduğunu bilmediğim ama sonuçlarının
çarpıcılığından emin olduğum -Şaman!- tuzaklarına düşmemek
için kendimi korumalı ve uzak durmalıyım oyunlarından… Kısa
bir süre düşündükten sonra dönüp soruyorum…
-Benden neyi bilmemi istiyorsunuz?
-Hiçbir şeyi!
-İstediğimiz gibi neyi konuşacağız o zaman?
-Ölümü!
-Ölümü mü?!.
-Evet!
Birdenbire bir bilmeceye dönüşmüştü her şey... Nesini
konuşacaktık ölümün!. Hayat ve ölüm arasındaki bağı tartışarak
felsefe yapıp içimizdeki çözümsüzlüklere nefes mi aldıracaktık?
-Neyini konuşacağız ölümün?
-Biçimini!.
-Bir tıp adamı olarak, her ne olursa olsun ona giden yol,
sonucun aynı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim…
-Yani?
-Son anda hep aynı şeyleri yaşarız yani.
-Ondan söz etmiyorum sersem çocuk!. Onu bilmek için tıp
adamı olmama gerek yok!
-Şuur kapanıncaya kadar sizin beğenmediğiniz tıp adamları
keser ölmek üzere olanın acılarını…
-Çekilen acılardan söz eden kim…
-Neden söz ediyorsunuz o halde?
-Zamandan söz ediyorum çocuk, zamandan!
213
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
-MS söz konusuysa eğer bu çok zor…
-Birbirine benzeyen sonlardan, acılardan değil, zamanı
kısaltmaktan söz ediyorum ben!.
-Buna inanamıyorum… Benden ölümünüze yardımcı olmamı
istiyorsunuz!
-Evet!
-Ama bu imkânsız!.
-İmkânsız olan hiçbir şey yoktur hayatta… Gerçeklerden
saklanmanın dışında!. Arsenik kullanılıyor hâlâ değil mi sizin
meslekte?
-Ben kullanmam!
-Ama bulabilirsin!?.
-Korkarım hayır!
-Seni nasıl dövdüğümü hatırlasana bodrum katında… Ağzın
burnun kan olmuştu!
Demek burnum kanıyordu -neden burnum kanamıyor?- aşağı
odada dayak yerken… Nasıl da unutmamış… Kışkırtmaya
çalışıyor -Şaman!- beni…
-Hatırlamıyorum…
-Kafanı duvara çarptığında ayaklarımın dibine düşmüştün, bok
gibi... Onu da mı hatırlamıyorsun!.
-Hayır!. Gerçekten hatırlamıyorum… Hatırladığım tek şey,
sorgudan döndüğümde başımın altına koyduğunuz protokol
defterleri yalnız…
-Saçma!
-Sizi odanıza götüreyim ister misiniz?
-Hayır!
-Nasıl isterseniz… Ben gitmek istiyorum artık…
Kaç duble olduğuna bakmadan tükettiğim viskilerin
adımlarıma bulaşan sarhoşluğuna uyarak, arkama bakmadan
kapıya doğru ilerliyorum…
***
214
Ertesi gün -kolumdaki saat beş otuzbeşi gösteriyordu- başıma
kadar çektiğim yorganın altından halâ yanan eski masa lambasının
soluk ışığına bakarak geceyi Oran Sitesi'ndeki evimizde geçirdim
demek diyorum. Her zaman olduğu gibi kalkıp, açıyorum
pencereyi sonuna kadar... Ciğerlerime dolan serin havayı
solumaya çalışarak bir süre, yorganın sıcaklığına dönüyorum
yine...
Neredeydim ben dün gece?!. Kuruyan dudaklarımda geceden
kalan tadı viskilerin; nasıl unutursun diyorum hayretle!.
Sorgucunla birlikteydin elbette... Hem de bütün bir gece!. Senden
kendisini -bir anlamda- öldürmeni istiyordu... İnanılır gibi
değildi!. Şaşırdın!. Önce anlamazdan geldin, direndin... Sonra
hayır bile diyemeden ona, çekip gittin...
Merdivenleri inerken sırtından büyük bir yükün kalktığını,
hafiflediğini hissettin... Korkuların bir anda yok olup gitmişti...
Aklını başından alan Handan da, kocası da yoktu artık hayatında!.
215
Timur Ertekin
Korkularından -Şaman!- açmazlarından kurtulmanın sevinciyle
mutlandın... Anlatsam kim inanır bunlara dedin... Karın mı... Gece
yarısı telefonlarından fala bakarak seni terkeden sevgilin mi...
Yoksa hayatın karmaşası içinde her gün biraz daha kaybolup giden
arkadaşların mı... Kim inanırdı yaşadıklarına...
Kajal!..
Yataktan fırlayıp -yiyecek bir şeyler bulmalıydın- mutfağa
yöneldin... Ne varsa buz dolabında toparlayıp, orta halli bir
kahvaltı hazırladın kendine... Sonra oturup bilgisayarın başına,
yazmaya başladın... Bitirdiğinde, doğru dürüst kağıtlara ve
mürekkep kalemle elbet, yeniden yazarım nasılsa diye düşündün...
Masanın üstünde duran şişeye uzanıp, kanyak ekledin önündeki
çay bardağına. Sıcak yudumlar ısıtırken içini -ince ince- nasıl
başlaman gerektiğini düşündün anlatacaklarına…
4 Eylül 1998
Ankara
Sevgili Kajal...
Seni ilk gördüğümde uzaktan, demek dedim, Kajal bu... Bir Kürt kızıyla
geliyor Ahmet demişlerdi. Güzel bir Kürt kızıyla… Hem Kürt hem Alevî!
İtici bulurdum böyle betimlemeleri… Belki de o nedenle, kara bir bıyık gibi
kesintisiz uzanan kaşlar bekledim iri siyah gözlerinin üzerinde... Oysa sen başında kırmızı beren- bulunduğu seti terketmeye hazırlanan bir film yıldızı
gibi yanında durarak Ahmet’in -çok güzeldin- bagajın boşaltılmasını
bekliyordun...
Bir tüy gibi sokuluvermiştin aramıza...
Sonra
Birbirinin peşi
sıra
takılarak
geçip gitmişti günler...
Günler sayılıydı...
Yolculuğun -mavi- sonunda, Fatih’in gece yarısı barından yükselen
216
Şamanın Üç Soygunu
müzik sesleri arasında -bilmem hatırlıyor musun- sana yazabilir miyim
demiştim... Elbette demiştin yüksek sesle, elbette yazabilirsin...
Teker teker ahlâklarımızı kurarak -öyle demiştin!- geldiğimiz yolun
sonunda, bilincimin derinliklerinden çıkarak, sabırla yazılmayı bekleyen
mektuplarımdan ilkini yazarak sana, -kim bilir, belki de sonuncusudur buiçinde bulunduğum imkânsız yorgunluğu seninle paylaşmak istiyorum...
Çocukken karanlıkta aynalara bakmaktan hep korkardım biliyor
musun? Aynanın ortasında ansızın bir ruh gibi beliriveren hayâlim beni
öylesine rahatsız eder, öylesine korkuturdu ki, onun bana ait bir şey
olduğuna inandırmak için kendimi, elimi kolumu oynatır, sırıtır, yaptığım
komikliklerin peşine takılarak çekip gitmesini isterdim korkularımın. Ama
her seferinde tam tersi olur ve soluğu, koşa koşa bir gece kuşu gibi düzenli
ıslıklarla horlayan babaannemin koynunda alırdım. Her nefes alışında
hırıltılarla sarsılarak boğazına dolan nefesi dişsiz dudakları arasından
ıslıklarla dağılırken odaya, yaşlı kolları arasında kendimi daha güvenli,
daha bu dünyaya ait bir yerlerde hissederdim...
Ertesi gün, aynı aynalara yansıyan görüntülerin derinliklerinde
kaybolmak tutkusuyla elimde ayna, peşimde yarattığım sokakların, evlerin,
ağaçların arasında gezinir, aynadaki gökyüzünü, saçlarımı tarayan
rüzgârın pamuk pamuk uçurduğu bulutları, uçuşan yaprakları, eğri telefon
direklerinin tepelerinde rüzgâra karşı tüneyen -titreyen- kuşları
seyrederdim...
Kendi ellerimle yarattığım bu hoşluğun sarhoşluğunda, gün boyu
elimde aynayla dolaşır -kırılır mırılır da elin kesilir yavrucuğum!- belli ki
geceyarısı korkularımın öcünü alırdım...
Pek haşır neşir olmazdı gerçeklerle aynalar... Zahiri hallerini daha
gizemli, daha romantik, daha anlamlı kılarak her şeyin, beyaz yalanlar
söylerlerdi... İnandırıcılığı yüksek, pırıl pırıl, bembeyaz yalanlar... Belki de
o nedenle -tıpkı aynalar gibi- gerçeklerle haşır neşir olamadım bir ömür
boyu ben de... Gecenin bir yarısında içerde, idam kararımı düşünürken
bile...
Askeri mahkeme, karar öncesi son duruşmada idamla yargılanmamı
istediğinde uykularım kaçmıştı... Kriz dönemiydi ve kriz dönemlerinde -ya
apar topar idama götürülürsem!- her şey olabilirdi... Bir “son söz!”
düşünüp durmuştum sabaha kadar... Ölenler, güneşe gömülmeden önce
söylenmesi gereken her şeyi söylemişlerdi... Deniz Gezmiş -yirmi iki
yaşındaydı- Türk ve Kürt halklarının kardeşliğinden, Hüseyin ve Yusuf
217
Timur Ertekin
devrimcilerin yiğitliğinden, yüce gönüllülüğünden söz ederek kahramanca
ölüme giderken -radyolar ayakları titreyerek darağacına sürüklendiklerini
anons ediyorlardı haber bültenlerinde- son sözlerini adabınca söylemiş,
geriye söylenecek söz bırakmamışlardı…
Gurur duyacağım bir son söz bulana kadar dönüp durmuştum
yatağımda ben de. Sabaha karşı dudaklarımda gizli bir tebessüm, derin bir
uykuya dalmıştım sonra. Ertesi gün uyandığımda, geceden kalan ezberi
vardı son sözümün kulaklarımda…
“Ben, annemle babamın, bu topraklar uğruna ölmesini bilen bir evlat
yetiştirdikleri için benimle gurur duymaları gerektiğine inanıyorum... Gidip
söyleyin onlara; gözlerimde korku yok, boş yere kaygılanıp üzülmesinler...
Yaşasın halkımızın ulusal kurtuluş bilinci... Yaşasın tam bağımsız ve
gerçekten demokratik Türkiye…”
İnanılması güç bir özlemle, hayatı olduğu gibi değil, olması gerektiği
gibi sergileyen aynaların içinden seyrediyorduk.. Ölümü böylesi bir aşkla
alaya alıyor olmanın, onunla dalga geçmenin başka ne anlamı olabilirdi...
Belki de bunların hepsi bir oyundu... Gücünü yüreklere korku salan
hikâyelerden alan, kendisine baş kaldıran herkesi lanetleyip, peşi sıra
dolanan bir ruhun, bir şamanın marifetiydi belki de bütün bunlar...
Belli ki intihardan başka çıkış yolumuz yoktu! Ama bizi kaçınılmaz
sona iten bir şey değildi bu; intihar ille de ölüm demek değildi... Ben
yanmasam, sen yanmasan, nasıl çıkar -dı- karanlıklar
aydınlığa...Gönlümüzce olmasını dilediğimiz, sonunda bizi hüznün
beklemediği bir dünyanın kolları arasına bir an önce atılmak gibi bir
şeydi!.
“O nedenle
titremezdi
ayaklarımız
-seni ahlâksız düzen ah!Sabahın seherinde
cezaevlerinde kurulan idam sehpaları üzerinde...”
Bir kan davasıydı artık kurbanlarını yüreklerimize gömdüğümüz düş...
Ölüm fermanlarını sırıtarak alnımıza kazıyanların gözlerinin içine baka
baka her gün;
‘Sizler, yıllar önce affedilmez cinayetler işlediniz!
diyerek yüzlerine haykırmayı
218
Şamanın Üç Soygunu
-usanmadanyüreklerimizde sürdüreceğimiz
bem
beyaz
bir
direniş.’
İzin verseydiniz ve onlar da yaşıyor olsaydı keşke, demek için gitmiştim
sorgucumun evine dün gece... Onlar da yaşasaydılar, yakalasaydılar bir
ucundan hayatı diyebilmek için; sizin gibi, benim gibi… Ama ölüm
döşeğinde bile duyarlılıkları aynı olmuyordu yazık ki insanların…
Umurunda bile değildi sorgucumun, geçmişin acıları... Kendi acılarını
dindirmek istiyordu çakıldığı sandalyesinde!.
Bir
kez
daha kırılmıştı umutlarım
utandım…
Sonra sancısıyla sıkıntılarımın
kendimi
karanlık sokaklara attım…
Bilmem bu anlattıklarımla seni şaşırtıyor muyum?. Anlatacak o kadar
çok şey var ki içimde… Sevinçleri, kıvançları, pişmanlıkları içinde
barındıran uzun bir zamandı yaşanılan...
Yıllar sonra ben buyum işte diyebilmek için ne anlamsız bir gecikme…
Uzun uzun yazmak, anlatmak isterdim sana bu koca serüveni, -doğru
dürüst bir adresin bile yok elimde- Asuman’ı bir de… Haberleşebilirsek
tabi…
Varlığın acılarımı dindiriyor…
Sevgilerimle…
Timur”
Ertesi gün erkenden kalkmış, mektubu postaya vermek üzere
Merkez Postahanesi'ne -gecikme olmasındı- yola koyulmuştum...
Doğruluğu tartışılır bir adres ve cevap vermeyen eski bir telefon
numarası vardı elimde yıllar öncesinden kalan... Telefon
numarasını çevirdiğimde karşıma çıkan ses her seferinde not
219
Timur Ertekin
bırakmamı istiyor, en kısa zamanda aranılacağımı söylüyordu...
Notlarım arasında sakladığım ev adresinin hâlâ geçerli olup
olmadığını tespit edememiştim bir türlü… Beklemekse sinirlerimi
bozuyordu... Uzun bir tereddütten sonra, en iyisi bir an evvel
postaya vermek olmalı diyerek yollara düşmüştüm...
Daha postanenin merdivenlerinden çıkarken başlamıştı içimde
bekleyişin sancıları... Bakalım adres doğru muydu... Eğer
doğruysa -olmaması için bir neden yoktu- eline çabucak geçerdi
ama ya başka bir yere taşındıysa!. Kendisine gönderilmesi
muhtemel matbuatla ilgili birilerine bilgi vermiş olmalıydı…
Nereye taşındığını bilen sorumluluk sahibi komşuları mektupları
alır ve ona götürürler -miy- di nasıl olsa... Sonra?!. Mektup eline
geçtikten sonra neler olacağıydı önemli olan... Bakalım nasıl bir
cevap alacaktım... Alacak mıydım ya da?! Cevap mevap
gelmeyecekti belki de... Gelsin ya da gelmesindi, ne farkederdi...
Peki ama neden sorgulayıp duruyordum o halde bütün bunları
zavallı aklımda ben… Mutlaka bir cevap mı olmalıydı sonunda
beklenilmesi gereken…
Günler birbirini kovalıyor, beklenen -ısrarla- bir türlü
gelmiyordu... Postacının ayak seslerine endekslenmişti hayat...
Birbiriyle çelişen acıların, gelgitlerin başıboşluğunda hızla akıp
gidiyordu zaman... Özlenen ses gelmiyordu sığınmayı
düşündüğüm son limandan...
Issızlığın Ortasında* bir başına olduğunu bilmek ve ona göre
davranmak zorundasın artık diyordum kendi kendime!.
Yakalandıkları fırtınayla birlikte -apansız- tereddütsüz enginlere
açılan ve öfkesi dinmeden azgın dalgaların, karaya ayak basmayı
akıllarının ucundan bile geçirmeyen Karadeniz’li balıkçılar kadar
limansız, korunaksız...
O nedenle mi içki içerdi denizciler… Gece yarılarına kadar
*
Mehmet Eroğlu’nun ilk romanı.
220
Şamanın Üç Soygunu
içki içiyor, muayenehaneye gitmiyor, yarım kalan romanımı
bitirmeye çalışıyordum. Uzunca bir süredir yalnızlığı
yaşıyordum... Merakları apış aralarında telefonlar, gizlice
boşandığımızı söylüyordu kulaklara… Beslenme düzenim
bozulmuştu... Sabahlara kadar süren debisi yüksek alkollü
gecelerin sonunda, tahammül edilmez bir hâl almıştı parmak
uçlarımı zorlayan kalp atışları… Bir kâbustu güneşin ilk ışıkları...
Nasıl da seyrediyor iskele bordamızda ölüm, diyordum...
Sancak alabanda!.
Her seferinde ucundan dönüyoruz ölümün… Yedekte tansiyon
ilaçları, nefes açıcılar, acılar… Sahi neyi yazmam gerektiğini
düşünmüştüm bütün bir gece ben dün?!. Unutmuşum… Tamamen
unutmuşum...
O ara çalan telefonun öbür ucundan Bilge'nin sesi doluyor
kulaklarıma; Size bir mektup geldi Timur Bey, getireyim ister
misiniz?!.
Elbette isterim diyorum, evet!. Hem de olabildiği kadar çabuk!.
Hemen bir taksiye atlayıp yıldırım hızıyla bana gelmesini
isteyebilirsin şoförden…
-Timur Bey?
-……………
-Orda mısınız?
-Evet canım.
-Evinize getireyim mi, yoksa siz mi gelip alırdınız…
-Kimden geldiğini biliyor musun mektubun?.
-Pek okunmuyor…
-Kajal mı?
-Hımm, galiba…
-Hemen geliyorum…
-Efendim?!. Çok cızırtı var da telefonda…
-Hemen geliyorum dedim. Telefon edip, bulvara çıkmanı
söylerim gelirken.
221
Timur Ertekin
-Anlamadım!
-Muayenehanenin önüne geldiğimde sana telefon edip aşağıya
inmeni söylerim diyordum.
-Ne güzel!. Yüzünüzü görmüş olurum ben de…
-Sitem etme güzel kız!. Bugün seni her zamankinden çok daha
fazla seviyorum…
-Bunu neye borçlu olduğumu biliyorum galiba…
Telefonu kapatır kapatmaz banyoya giriyorum hemen. Sıcak
suyun ve defne sabununun olağanüstü yumuşaklığında -pür telâşyeni bir güne hazırlanıyorum!. Sona erdi endişelerin diyorum... En
azından yazdıklarının ona ulaşıp ulaşmadığı gibi bir sorunsalın
artık yok!.
Alelacele giyinip dışarı çıkıyorum. Tunalı kavşağına
geldiğimde, aklım mektubun peşinde, aradan geçen zamanı
yaşamamış olduğumu düşünerek ürperiyorum. Aradaki kavşaklar,
trafik ışıkları -ne kadar da çabuk geldim buraya ben- dönemeçler!.
Her an farkedilerek yaşanılan bir şey değildi demek ki zaman...
Önümde duran cep telefonundan Bilge'yi arayıp bulvara
inmesini istiyorum hemen. Karşı kaldırımda duran polis otosundan
yükselen uyarılara aldırmaksızın yolun kenarında durup, Bilge'nin
gelmesini bekliyorum... Trafik polisinin -azarlayan- sesi çevredeki
binaların duvarlarında yankılanırken, nefes nefese yanıma gelip
“Umarım çok bekletmedim!” diyerek elindeki zarfı uzatıyor Bilge.
-Önemli değil, diyorum, sinir harbi yapıyorduk seninkilerle,
mecburen!.
-Sizinle... biraz konuşmak istiyordum... ama...
-Boşver, artık başka zaman... Devleti delirtmeyelim şimdi.
Sonra ararım seni ben.
-Kötü görünüyorsunuz...
-Aptalca bir şey bu, görüyorsun, turp gibiyim!.
-Ama...
-Biraz daha üstelersen ciddi bir ceza puanımız olacak.
-Peki, peki... Hoşcakalın...
222
Şamanın Üç Soygunu
-Hoşçakal sevgili çocuk, hoşçakal...
Nerden çıktı öyle elveda der gibi “hoşçakal sevgili çocuk”lar
birden?. Gerçekten -arabanın dikiz aynasında gözlerim- kötü mü
görünüyorum?!. Buna imkân yok... Hem de böyle bir günde!.
Mektubun üstünde yazılanlara şöyle bir göz atıp yola
koyuluyorum... Akıp giden zamanı durdurup biran evvel okumak
için yazılanları, tarifi imkansız bir telâşla şehir dışına atıyorum
kendimi..
Gölbaşı yoluna çıktığımda, bir yandan göz ucuyla trafiği
kontrol ediyor, bir yandan da elimde sıkı sıkı tuttuğum zarfı
açmaya çalışıyordum. Tuhaf bir duyguydu bu. Hem bir an önce
okumak istiyor, hem de bir çırpıda okunup, bitsin istemiyordum.
Olması gerektiği gibi, tadına vara vara okumalıydım yazılanları…
Göl kenarındaki salaş meyhaneler buna bir çözüm olabilirdi.
Haymana yoluna döndükten hemen sonra, göl kenarında dizilen
lokantalardan birinde, uygun bir yer bulabilirdim kendime.
Meraklı gözlerden uzak, garsonların pek öyle etrafta dolanıp
durmayacağı, bir başıma kalabileceğim bir yer!
İnatla zarfın içinden çıkardığım mektubu okumakta güçlük
çekiyordum arabayı kullanırken!. Sağ üst köşesine parantez içine
bir not düşülmüştü...
Göl kenarına dizilen lokantaların tükenmek üzere olduğu bir
noktada anayoldan ayrılıp, üzerinden geçen arabaların yol
bellediği izleri sürerek, gölün arka yakasına doğru ilerliyordum…
Tüm tesadüfleriyle ortaya çıkan bir yol hep vardır...
Derin çukurlarına gire çıka zorlukla ilerlenebilen toprak yolun
sonunda -belki de tanrı gerçekten vardı- karavandan bozma
mutfağı, gıcırdayan sandalyeleri, ahşap masaları, hasır örgülü -göl
manzaralı- localarıyla muhteşem bir manzara bekliyordu beni...
223
Timur Ertekin
İnanılması güç birşeydi... Balıkçı tipli bir adam -balıkçıydı- bir
yandan balıkları pişiriyor, bir yandan servis yapıyordu...
Buzdolabında saklamak yerine, tuttuğu balıkları canlı canlı, gölün
ılık sularına serdiği bir ağın içinde saklıyordu. Kısa boylu şişman,
benim gibi bir şeydi. Kararmaya yüz tutmuştu hava ve gaz
lambaları yanıyordu ahşap masaların üzerinde... Elektrik yoktu...
Buğulanmış şişesiyle -otuzbeşlik- getirip önüme koyduğu rakıyı ve
suyu buz gibi tutan dolap belli ki tüple çalışıyordu...
-Bana buz da verebilecek misiniz?
-Hemen geliyor beyim, hemen...
Çırılçıplak bir bozkırdı gölü çevreleyen... Sazların arasından,
karşı kıyıda, karayolu üstünde seyreden araçların renkleri birbirine
karışıyordu. Arada bir esen rüzgâr -düşüverecekmiş gibiçırpıntılarla sarsıyordu hasırları zaman zaman...
-Rakınıza buz ister misiniz?.
-Ben koyarım, sağolun…
Balıkçı hiç telâşsız, “amerikan servis” niyetine masaya serdiği
teksir kâğıtlarının üstüne yerleştirdiği metal tabağın iki yanına,
yanında getirdiği çatalı, bıçağı diziyordu.
… hazırlanıp kıyısında durduğumuz, bizi yaşanılan gerçeğin
dışına çıkardıkça gerçek kılan o yolu bulabiliyor muyuz her
zaman…
Kalın limonata bardağının -tek kusuru buydu- yanında duran
azman bira bardağını ağzına kadar suyla doldurup, elindeki salata
tabağını masaya bıraktıktan sonra ortalıktan kayboldu...
... o yalnızca bizim seçimimiz olabilecek, bize ait olan “yol”a
adım atmakta bazan ne kadar da gecikiyoruz...
Ne müthiş bir raslantıydı bu; tam istediğim gibi... Bardağıma
doldurup rakıyı suyu ve buzu, soğumasını bekliyorum…
224
Şamanın Üç Soygunu
Balıkçının, salata tabağının köşesine yerleştirdiği domates ve
beyaz peynirden küçük bir dilim alarak, katık ediyorum derin bir
yudum rakıya bulanmadan… Sonra buz gibi anason tadı rakının
dudaklarımda …
Sonra derin bir göğüs geçirerek günlerdir yolunu beklediğim
mektuba dönüyor, bir daha, bir daha, bir daha okuyorum…
(Tarih yazmaktan hoşlanmıyorum ama...) 14 Eylül 1998
Sevgili Timur,
Herkesin kendi seçimleri veya bazan seçimsizliğine rağmen tüm
tesadüfleriyle ortaya çıkan bir yolu hep vardır.
İçimizdeki yolculuk için hazırlanıp kıyısında durduğumuz, bizi
yaşanılan gerçeğin dışına çıkardıkça gerçek kılan o yolu bulabiliyor muyuz
her zaman...
Geçtiğimiz tüm gerçek yollar çoğu zaman bize ait olmasa da, o
yalnızca bizim seçimimiz olabilecek, bize ait olan “yol”a adım atmakta
bazan ne kadar gecikiyoruz... Sözünü ettiğim gecikme elbette ki
sahiplenilen zamana ait değil. Zaman kavramını içinde barındırmayan bir
gecikme.
Zamandan söz edeceksek, aslında her şey için ne kadar da geç!.
İntihar ille de ölüm demek değil ki demiştin mektubunda. Belki de
intihar, yıllarca düzene direnip, sonra yavaşça onun bir parçası olmaya
başladığını görünce bunu sessizce kabullenmektir... İstemediğin şeylere
dahil olmak ve boyun eğmektir belki de en çok...
Sizinle birlikte yürüyerek bu güne gelmiş pek çok insanın aslında
intihar etmiş olduğunu söyleyeceğim yine. İçlerinde kalan son kaygı
kırıntısını da çıkarıp atmış olanlara değil sözlerim; bunu söylemek onları
güldürür sadece. Ama içinde hâlâ o kaygıyı birazcık olsun taşıyanlara, o
kaygının peşinden gidin demek istemez miydin...
Ölümleri göze almış olanlara, yitirilenlere saygı için hiç değilse...
Yoksa artık çok mu geç... Kimsenin birbirinin yüzüne bakacak hâli
kalmadı mı...
Sen bu mektubu aldığında ben uzak bir ülkeye gitmiş olacağım.
225
Timur Ertekin
gitmeden önce daha fazla zamanım olsaydı Asuman'ı tanımak isterdim. Bir
seneye yakındır gitme düşüncesindeydim. Niye birden yapıp yetiştirmem
gereken çok şey varmış gibi bir koşuşturma içine girdim anlamıyorum.
Tuhaf.
Hoşçakal, kendine iyi bak. (Bu sözü de ne çok kullanır olduk, sanki
bunu söyleyince daha iyi bakacak mışız gibi. Yine de söylüyoruz işte.)
Sevgiler
Kajal....
-Bir otuzbeşlik daha getireyim ister misiniz?.
-Zahmet olmazsa eğer...
…Yoksa artık çok mu geç…
Aç karnına ve çok çabuk içtim evet…
… kimsenin birbirinin yüzüne bakacak hali kalmadı mı…
Şamanın Üç Soygunu
-Bir dakika, bari hesabı ödeyelim…
-Orası önemli değil.. Başka bir gün ödeseniz de olur… Bu
halde şehre böyle…
-Çok mu sarhoş görünüyorum?
-O her yiğidin helâli, hakkıdır beyim... Yolda trafik falan var
malum, çevirir mevirir de…
-Boş ver onları sen balıkçı… Bi zahmet hesabı lütfet…
-Bir şey yemedin ki doğru dürüst.
-Yedim yedim, ellerine sağlık…
-Rakı parasını versen yeter. Burda, karavanda kalabilirsin
istersen. Dağ başı olduğuna bakma, güvenlidir bizim buraları!.
-Bundan âlâsı can sağlığı… Kim olduğunu biliyor musun şu
karşı masada oturanın?..
-Burda senden benden başka kimse yok beyim!.
-Boşver… Sağol be balıkçı… Eline sağlık, pek güzeldi
herşey…
-Sen de sağol beyim. Ben gideyim artık. Karavana girip
uyursun, eğer gitmezsen. Dolapta yiyecek birşeyler var, yani
istersen…
-Sağ ol balıkçı, sağol!
kimsenin..… birbirinin…... yüzüne….
…Zamandan söz edeceksek, aslında her şey için ne kadar da
geç!.
hem de nasıl Kajal… hem… her şey için…
…içinde o kaygıyı biraz olsun taşıyanlara o kaygının peşinden
gidin demek istemez miydin…
Elbette, elbette isterdim… Kimdi şu yan masada oturan genç
adam?. Yıllar öncesinden, bir yerlerden tanıyor olmalıyım…
-Ben gidiyorum beyim!.
Yanıbaşımda duran balıkçıyı farkederek irkiliyorum.
226
Ne kadar da Sinan Kâzım’a benziyor şu genç adam!. Peki ya
şu arkasında duran göbeği dağ gibi adam!..
-Sabaha karşı ayaz çıkar, üşütmeyesin kendini.
-Üşütmem balıkçı, merak etme üşütmem…
-Bir kalem var mı yanında?
-Olacak!. Kâğıt da ister misin?
-Yok, yok, kâğıt istemez, son bir not attırmak istiyorum da
yazdıklarıma…
-…………….
Yüzünün bir yanında kocaman bir yara izi var. Hiç kuşkum
yok, Sinan Kâzım Özüdoğru bu... Yıllar önce Kızıldere’de
öldürülmemiş miydi o… Elimdeki kadehi kaldırıp selâmlıyorum
uzaktan …
227
Timur Ertekin
Şamanın Üç Soygunu
“Beni tanıdın mı Kâzım?”
“Tanımaz olur muyum, tanıdım elbette.”
“Ama Kızıldere’de sen…”
“Karıştırma artık orasını...”
“Ne güzel milli mücadele şiirleri okurdun Ondokuz Mayıs
törenlerinde sen, lisedeyken…”
“Güzel günlerdi evet!”
“Romantizmin doruklarında yaşamıştık koca bir kuşak.”
“Yaşamıştık evet.”
“Hürriyet ve İstiklâl karakterimizdi...”
“Özgürlük ve bağımsızlık karakterimizdi!.”
Göğsümde giderek artan ağrılar, Sinan Kâzım’ın hemen
arkasında oturan şişman adamın kim olduğunu soran merakıma
engel olmuyor.
“Yanına gelebilir miyim?”
“Bilmem, gel istersen…”
“Şuraya, yazdıklarıma bir not düşeyim önce…”
Bütün bu yazdıklarımı tuhaf isimli bir kadına ithaf etmek
istiyorum... O'nu tanımanın dışında tarifi mümkün olmayan bir
mavide ansızın önüme çıkan adı tarih kadar eski bir kürt kızına...
Kajal'a...
Üstünde buzlu rakı bardağımın bulunduğu ahşap masayı
terkedip yanına gelerek “kimdi yahu şu arka masada oturan” diye
kulağına fısıldıyorum.
“Cengiz, Gode Cengiz…”
“Şu işe bak bizim eniştenin, mini göbek Aydın’ın dilinden
düşürmediği, arkadaşı, Karşıyaka’lı… Ama o da yıllar önce ölmüş
olmalı?!.”
“……………………….”
5 Kasım 1998, Ankara
228
229