Dilin Çağrısı - Yüksel Pazarkaya

Transkript

Dilin Çağrısı - Yüksel Pazarkaya
Dilin Çağr›sı
Yüksel Pazarkaya’ya
Ellinci Sanat Yılında Armağan
Hazırlayan
İnci Pazarkaya
ÖNSÖZ
Dilin Çağrısı
Yüksel Pazarkaya’ya
Ellinci Sanat Yılında Armağan
2010
Hazırlayan:
İnci Pazarkaya
Kitap Tasarım:
Sadık Karamustafa
Grafik Tasarım ve Uygulama:
Aret Bedikyan
Ön kapak fotoğrafı:
İnci Pazarkaya
Arka kapak fotoğrafı:
Işık Engin-Gatrall
Baskı:
Zebra Matbaacılık
Y
Yüksel’in yetmişinci yaşı ellinci sanat yılıyla çakışıyor. Bazı dostlarımız,
bir şey yapalım, deyince, nasıl olsa dostlar ve arkadaşlar yapacak diyerek
bu armağan kitaba kalkıştık. Arkadaşlar yazılarıyla oluşturacaklardı zaten kitabı. Onlara bir de yazıları isteyip örgütleme işini yüklemek içimden
gelmedi. Dost ve arkadaşlara çağrı işini, gelen yazıları toplamayı, kısaca
taşımacılığı severek üstlendim.
Arkadaşlar, eksik olmasınlar, kitabın içeriğini oluşturan değerli
yazılarını esirgemediler. Ellerine, dillerine, kalemlerine, yüreklerine sağlık.
Redaksiyon yükünü de sevgili Kadir Kıvılcımlı üstlendi. Ona da derin gönülborcum var.
Kitaptaki ilk yazıyı değişik bir amaç göstererek Yüksel’den istedim.
Böylece onu da doğrudan işin içine kattım – kitabı görünce haberi olur.
Kitabın basım işini de TÜYAP üstlenince, aslında bana hiç gerek
kalmadı. Ama adettendir bir yayına hazırlayan gerekli diye adımı koydum.
TÜYAP’a, özellikle sevgili Bülent Ünal, sevgili Deniz Kavukçuoğlu ve sevgili
Cemran Öder’e büyük bir teşekkür borçluyum. Varolsunlar.
İnci Pazarkaya
İÇİNDEKİLER
Yüksel Pazarkaya............................................................................................ 10
Yaşamımdan Kesitler
Necati Tosuner.............................................................................................. 105
Ren Dolayları
Tahsin Saraç....................................................................................................... 22
Bir Dostu İzdüşümlemek
Meral Oraliş................................................................................................... 118
Yazının Hasat Mevsimi
Doğan Hızlan..................................................................................................... 23
Yaşamla Edebiyatın Kesiştiği Noktada Yüksel Pazarkaya
Behçet Çelik................................................................................................... 128
Ben Aranıyor’da Arananlar
KatharIna Baudach........................................................................................ 29
Denken An Yüksel
Yüksel Üzerine Düşünceler................................................................................ 32
Nermin Küçükceylan.................................................................................. 136
Güz Öyküleri
Güngör Dilmen.................................................................................................. 34
Yuhalar ve Alkışlarla
Pulat Tacar........................................................................................................ 39
Arkadaşım Yüksel Pazarkaya
Necmi Sönmez.................................................................................................. 141
Rilke’nin Toplu Eserlerine Doğru
KURAM DOLAYLARI
Habib Bektaş...................................................................................................... 42
Dilin Irgatı ve Efendisi
Sargut Şölçün................................................................................................ 144
“Erkenntnisinteresse”
Edebiyata, Tarihe ve Türklere İlişkin Düşünceler Üzerine
Hakkı Keskin..................................................................................................... 50
Değerli Dostum Yüksel Pazarkaya’nın 70. Doğum Gününü Kutlarken
Nilüfer Kuruyazıcı...................................................................................... 153
İki Dilde Yaşamak, İki Dilde Yazmak
ElIsabeth Walther........................................................................................ 53
Literatur Und Mediation
Edebiyat ve Arabulmak..................................................................................... 58
Nilüfer Tapan................................................................................................. 159
Avrupa Birliği Dil Politikaları Çerçevesinde
Bireysel ve Toplumsal Çokdillilik
Ayşe Sarısayın.................................................................................................. 62
Yüksel Pazarkaya ile ‘Dostluk Dolayları’nda
CornelIus BIschoff...................................................................................... 169
Dilimin Sınırları – Değişen Sosyal Hayat ve Çeviri Dili Türkçe
Şinasi Dikmen..................................................................................................... 69
Yüksel Pazarkaya “Hig” Demiş, Duydun Mu?
Füsun Bayrakdar.......................................................................................... 175
Kültür Aktarımında Çeviri Stratejileri:
Yüksel Pazarkaya’nın Türkçe-Almanca
Çevirileri Örneğinde Bir Araştırma
RafIk SchamI...................................................................................................... 72
An Einen Jungen Mann Namens Yüksel
Genç Bir Adam Adı Yüksel................................................................................ 75
Hikmet Altınkaynak...................................................................................... 78
50 Yıllık Kültür Elçisi, Şair, Yazar, Çevirmen –
70 Yılın Serüveniyle Yüksel Pazarkaya
KİTAP DOLAYLARI
Günay Güner...................................................................................................... 90
Türk Yazınının Bilge Gezgini Yüksel Pazarkaya
Gültekin Emre................................................................................................ 102
Şiirin Yükselişi
Umut Balcı........................................................................................................ 185
Yüksel Pazarkaya: “Somut Şiir”
Necmi Sönmez.................................................................................................. 192
Şiirsel İmge-Görsel İmge
Ali Osman Öztürk ve Meral Akın........................................................... 197
Almanya’daki Türk Çocuk Edebiyatı Üzerine Kısa Notlar
Jale Özcan......................................................................................................... 202
Yüksel Pazarkaya’nın Eserlerinde
Eğitim Sorunları: Edebiyat Yardımı ile
Kültürlerarası Eğitime Bir Katkı
PAZARKAYA DOLAYLARI
keşfe çıktım
doğasında sözün
varmak için aslına
özümün
(saat ankara, aralık 27)
Abidin Dino
8
9
Yüksel Pazarkaya’nın Kaleminden:
Yaşamımdan Kesitler
İzmir
Sivrihisarlı babamın askerliğini yaptığı kent. Otuzlu yıllarda hâlâ yarı
yarıya savaştan kalma yangın yeri görünümünde olsa da, körfeziyle, bulvarlarıyla, Dr. Behçet Uz’un kurmaya başladığı Kültür Parkı ile, Kordonboyu, Alsancak, Güzelyalı ve Karşıyaka’sıyla, binalarıyla onu çekip kendisine
bağlamış. İzmir’de yerleşip iş tutmaya karar vermiş. Ölünceye kadar orada
terzilik yaptı ve orada toprağa verildi.
Aradan birkaç yıl geçince, 1939 yılında Sivrihisar’a gidip annemle evlenmiş, onu da alıp gelmiş. Zekiye ve Mustafa Bazarkaya böyle İzmirli olmuşlar. Yaşamlarını İzmir’de geçirmeye başlamışlar. İki erkek, üç kız çocukları İzmir’de dünyaya gelmiş, okumuş, büyümüş.
Sahi, bir de Bazarkaya’nın kısaca öyküsü. Soyadı yasası çıkınca, dedem
kardeşiyle birlikte Sivrihisar yakınlarında bir yerin adı olan Pazarkaya’da
karar kılmış. Rahmetli Rüştü Yüzügüllü dayımız Sivrihisar Nüfus Müdürü
o zaman (Daha sonra Eskişehir Nüfus Müdürü oldu). Soyadımızı kütüğe
yazarken, memlekette ve bütün Orta Anadolu’da söyledikleri gibi, Bazarkaya diye yazıvermiş. Yıllar sonra ailenin bir kısmı mahkeme kararıyla B’yi P
yaptırmış. Dedem ve babam mahkemeyle uğraşmamış. İzmir’de ve diğer büyük kentlerde ama Pazar deniyor. Yazar adı olarak ben de hep Pazarkaya’yı
kullandım.
İzmir’in tarihi Basmane garına yakın Abdullah Efendi Sokağı’nda 24
Şubat 1940 günü dünyaya geliyorum. Doğduğum evi hiç anımsamıyorum.
Kira evleri değil mi, annem babam başlangıçta durmadan taşınmış, ev değiştirmiş. İlk anımsadığım yer Hamamönü’ndeki büyücek bahçeli ev. Oradan
da ancak sisli bir toprak bahçe imgesi belleğimde, belli belirsiz. İki, üç yaş-
10
larında olmalıyım. Asıl anımsadığım ev, uzun yıllar oturduğumuz Altınordu
semtinde, Faik Paşa Mahallesi 954 Sokak’taki 10 numaralı iki katlı ahşap ev.
Karşımızda Kadıavlusu’nun girişi, günü gelince yazılacağım Yıldırım Kemal Bey İlkokulu’na üç, beş adım. Okul zilini evden işitmek mümkün.
Yıldırım Kemal Bey İlkokulu, birinci sınıftaki Fehime öğretmenim, iki,
üç ve dördüncü sınıftaki İbrahim öğretmenim belleğime silinmez çizgilerle
kazılı bugün de. Onlara ne çok şey borçluyum. Tabii önce beni onlara yetiştiren anneme, babama. Sonra orta ve lise bölümlerini okuduğum Namık Kemal Lisesi ve oradaki öğretmenlerim. Mustafa Tan, Hayri Çakaloz, Mürteza
Gürkaynak, Fuat Edip Baksı, Cemal Tanaç, Edibe Tınaz, Melahat Konakçı
ve daha başka öğretmenlerim... Ne çok şey borçluyum hepsine, ne çok gönül
borcum var yaşamım boyunca tükenmeyecek. Onlardan galiba bir tek, o zaman gencecik güzel kimya öğretmenim olan Melahat Hanım hayatta. Daha
nice sağlıklı güzel yıllar diliyorum.
Annem babamla birlikte öğretmenlerim yoğurdular kişilik hamurumu,
istisnasız İzmir’deki bütün öğretmenlerim ve çevremiz. Güzel Türkiye’mizi,
en başta Mustafa Kemal Atatürk, şehitlerimiz ve gazilerimiz, kimlere, nasıl
borçlu olduğumuzu, onu can pahasına sahiplenmeyi de onlardan öğrendim.
Ne güzel öğretmenlerdi onlar.
Mustafa Tan ve Cemal Tanaç ile matematik büyük zevkti, Melahat
Hanım’ın dersinde kimya ne büyük keyif, Fuat Edip Baksı edebiyatı estetik
hazza çevirirdi ve diğerleri...
İlkokuldayken fuar alanındaki sergi sarayında izlediğimiz kukla oyunu, ortaokulun ikinci sınıfını iftiharla tamamlayınca, annemin babamın
armağanı İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun İzmir turnesindeki oyunları, Tayyare, Elhamra, Büyük, Yeni sinemalarında izlenen özellikle Türk filmleri,
İzmir Radyosu’nda çocuk kulağımın kendini kaptırdığı Karagöz ve Tarzan
temsilleri, lise yıllarımda Fuat Edip Baksı öğretmenimin davudi sesinden
yine radyo edebiyat sohbetleri, annemin babamın okumaktan zevk aldıkları Kerime Nadir, Esat Mahmut romanları, babamın abone olduğu Yeni
Asır gazetesi v.b., evin ve okulun yanı sıra beni biçimleyen yaşantılardan
bazıları.
Ortaokula başladığım yıl babama terzi dükkânının bulunduğu çarşıdan
aldırdığım, kullanılmış camlı ufak kitap dolabım. Ayıptır söylemesi, ilkokulda olsun, orta ve lisede hemen her yıl iftihar listesine geçtim, ödüllendirildim. 1957 yazında Namık Kemal Lisesi’nden mezun oldum.
İstanbul
Matematik yanında kimya en sevdiğim ders. Kimya eğitimi için gidilecek
yer o yıllar bir tek İstanbul Teknik Üniversitesi. Giriş sınavlarında başarılıyım,
ama girmek istediğim dalların sıralamasında bir cahillik yapıyorum. Sanıyo-
11
rum ki, alacağım puana göre, sıralamadaki dala verileceğim. Kendimi de ancak ikinci sıradaki dala göre puan alabilir sayıyorum ve kimyayı ikinci sıraya
yazıyorum. Birinci sırada ise, pek de canımın çekmediği, nasıl olsa girmem
sandığım elektroteknik yazılı. Haydi elektrotekniği kazandın, başlayabilirsin.
Pek hoşlanmadım, ama elden ne gelir. Üç ay devam ettim elektrotekniğe. Bu
arada Sümerbank’ın ve MTA’nın yurtdışı sınavlarına girdim. İkisini de kazandım. MTA, İngiltere’ye petrokimya öğrenimine gönderecek, Sümerbank
Almanya’ya tekstil kimyası için. O zaman Türkler arasında genel bir Alman
hayranlığı var, tabii Almanya’yı yeğledim.
Bu sınavların sonucu belli olur olmaz, elektrotekniğe bir daha uğramadım, üç ay olmuştu dersler başlayalı, pılımı pırtımı toplayıp hemen İzmir’e
eve döndüm. İstanbul’da hasta olacaktım. Ailemin beni okutacak durumu
yok. İzmir Namık Kemal Lisesi’nde varlıklı velilerin oluşturduğu – adını ne
yazık anımsamadığım – bir özel girişim, başarılı öğrenci olarak ayda yüz
lira burs bağladı. Onunla geçinmeye çalışırken, Sirkeci’deki bir eski otelde
gece bekçiliği yapıyor ve karşılığında bir odada kalıyorum. Gece bekçiliği ve
üniversite olacak iş değildi, sağlık elden gidiyordu. Yurtdışı sınavı kurtardı.
1958 Şubatına kadar İzmir’de evde kendime geldim. Bu arada Ankara’ya
giderek Almanya’ya gidiş işlemlerini tamamladım. Dönerken Sivrihisar’a
uğrayıp anneannemin, teyzelerimin, hala ve amcalarımın ellerini öptüm.
16 Şubat 1958 günü, o zamanki İzmir Cumaovası havaalanından bir
THY uçağı İhsan Barın ve rahmetli Alev Alkan arkadaşlarımla beni Atina’ya
götürdü. Onlar da resmi burslu olarak Almanya’da yükseköğrenimi kazandılar. Atina’da bir gece kaldıktan sonra ertesi gün de Sabena şirketiyle
Frankfurt’a uçtuk. Böyle başladı Almanya serüveni.
Germersheim am Rhein
Germersheim’deki Yabancı Diller ve Tercümanlık Enstitüsü (A.D.I.)
Mainz Üniversitesi’ne bağlı bir bölüm. Bin dolayında öğrencinin yüzde doksanı Almanya’nın her yöresinden gelmiş kız öğrenciler. O zamanlar tercümanlık daha çok kadın mesleği. Ama herhangi bir Alman üniversitesinde
çeşitli dallarda eğitim görmek isteyen yabancı öğrenciler de burada bir süre
kalarak Almanca öğreniyorlar. Bunlar arasında Türkiye’den gelen resmi
burslu öğrenciler de var. Kırk elli öğrenci varız. Ren Nehri kıyısında küçük
bir kasaba olan Germersheim’de her an beraberiz ve Türkçe konuşuyoruz.
Ama Almanca derslerimiz her gün beş, altı saat yoğun. Değişik öğretmenlerden dersler alıyoruz, yabancı diller okuyan bazı Alman öğrenciler de görevli
olarak bizimle her gün belli saatlerde, Tudor olarak konuşma temrinleri yapıyorlar, anlamadığımız yerleri açıklıyorlar.
O aylar bizi yüreklendiren öğretmenimizse Almanca dilbilgisini Türkçe açıklayarak bize öğreten, daha sonraki yılların dünyaca ünlü Türkoloğu
12
Şinasi Tekin. Hamburg Üniversitesi’nde Türkoloji doktorasını tamamlamış,
Türkiye’de askerliğe sevkini bekliyor. Yaklaşık üç ay öğretmenimiz oldu ve
sonra Türkiye’ye döndü. Kendisinden çok şey öğrendim. Rahmet ve sevgiyle
anıyorum.
18 Yaşında Üniversitede Hoca
Yaz tatili gelince arkadaşların hemen hepsi Almanya’nın çeşitli üniversite kentlerine dağıldı. Burs aldıkları dalda öğrenime başlayacaklar. Kimya
öğreniminin Almanya’da hem sonbaharda, hem de ilkbaharda başlayabildiğini öğrenince, bir yıllık dil öğrenme süremi sonuna kadar kullanmak
amacıyla ben Germersheim’de kaldım. Kasabanın tek sinemasında her gün
değişen filmleri izleyerek, Baden Baden’dan yayın yapan SWR’den saat başı
haberleri dinleyerek, Almanca kitap okuyarak o yaz aylarında en fazla gelişmeyi sağladım. Türkçe konuşma olanağı da kalmamıştı.
Ekim başında Türkiye’den yeni bir grup öğrenci Almanca öğrenmek
için geldi. Altı aylık Almanca bilgim onlarda neredeyse hayranlık uyandırıyor, sanki kendileri hiç öyle konuşamayacaklarmış duygusuna kapılıyorlardı. Onlara Almanca dilbilgisini Türkçe açıklayan öğretmen de yoktu artık.
Şinasi Tekin hakkında ben bazı şeyler anlatınca, enstitünün yönetimine giderek, kendilerine de Türkçe açıklayarak öğretecek bir öğretmen istediler.
Yönetim, öyle bir öğretmen yok artık, olsa veririz, demiş. Bunun üzerine
benimle konuştular. Türkçe açıklayacak hocaları olmamı istediler. Kabul
ettim, üniversite yönetimi de onayladı. Almanca öğrenmeye başladıktan 6
ay sonra, böylece üniversitede Almanca öğretmeni oldum. Sözleşmeyle belli
bir aylık da almaya başladım. Kimisi doktora için gelmiş, benden büyük
öğrencilerime mahçup olmamak için, Şinasi Tekin’in notlarından her derse
çok iyi hazırlanarak girdim ve Almanca dilbilgisini öğrencilerime öğrettim.
Hoşnut kaldıklarını, bugün bile karşılaştığımızda gönül borcuyla dile getirirler. Ama galiba ben Almanca dilbilgisini asıl o zaman, öğretirken öğrendim.
Bir yandan da Alman öğrencilerin izledikleri Alman dili ve kültürü derslerine devam ettim. Bonn’daki eğitim ateşeliğimiz, Aachen ya da
Stuttgart Teknik Üniversitesi’nde öğrenime başlayabileceğimi bildirince,
Germersheim’e daha yakın olan Stuttgart’ı yeğledim.
Stuttgart
Stuttgart Üniversitesi (eski Technische Hochschule) kimya bölümüne
1959 yaz sömestresi için kayıt yaptırdım ve mayıs başında Germersheim’den
Stuttgart’a taşındım, Wera Strasse’de yaşlıca bir kadının yanında bir oda kiraladım. Üniversitede kimya, fizik, makina, mineroloji, yüksek matematik
derslerini izlerken, rektörlüğe bağlı Studium Generale dikkatimi çekti. Ak-
13
şam saatlerinde çeşitli sanat, kültür dallarında, daha çok uygulamaya yönelik çalışma grupları bir uzmanın yönetiminde herkese açık sunuluyordu.
Genel kültür çalışmaları, özellikle teknik dallarda okuyan öğrencilerin yararlanması için.
Reinhard Döhl’ün yönetiminde radyofonik oyun grubu ilgimi çekti.
Gittim. Üç, beş kişilik bir grup. Reinhard Döhl ile tanıştım. Türk olduğumu öğrenince, Göttingen Üniversitesi’nde birlikte okudukları Özdemir Nutku ile arkadaşlığından söz etti. Grupta o sömestre boyunca
Dylan Thomas’ın Unter dem Milchwald (Süt Ormanı Altında) oyununu
bir Grundig teype kaydetmeye çalıştık. Bu deneyim, 1961 yılında İzmir
Radyosu’nda yayımlanan Karlar Çözülürken adlı ilk radyofonik oyunumu yazdırdı bana. (33 dakika süren oyuna İzmir Radyosu dakika başına
üç lira, toplam 99 lira telif hakkı ödedi bana. Edebiyattan ilk kazancım
bu oldu.)
Reinhard Döhl, Edebiyat Bilimleri kürsüsünde Profesör Fritz
Martini’nin asistanıymış. Kendisi, kiliseye eleştiri yönelten Missa Profana’yı
yazdıktan sonra hakkında dava açılınca, Stuttgart’ta felsefe profesörü Max
Bense tarafından Stuttgart’a çağrılmış ve kendisine hem destek olunmuş
hem de üniversitede iş verilmiş.
Edebiyat, tiyatro ilgimi görünce, Bense’nin, Martini’nin derslerine, seminer ve kolokyumlarına girebileceğimi söyledi. Ben de Almanca’da ifade
edildiği üzere, bunu iki kez söyletmedim. Fritz Martini, Max Bense, Käte
Hamburger, tiyatro tarihçisi Siegfried Melchiner (Müzik Yüksek Okulu),
Helmut Kreuzer’in seminer ve kolokyumlarına devam etmeye başladım.
Bazen kimya okuduğumu bile unutacak denli. Ama kimyayı sonuna kadar
okudum. Bu arada 1962 yazında güney İsveç’teki Vålberg kasabasındaki
Rayonfabriken’de (suni ipek fabrikasında) üç ay boyunca kimya öğrenimi
için gerekli stajı da yaptım.
Türk Öğrencileri Derneği, Yaprak adında bir dergi çıkarıyorlardı.
1960 yılındaki ilk sayıdan itibaren orada şiir, öykü ve çeviriler yayınlamaya başladım. Aynı tarihlerde Stuttgart ve Tübingen Üniversitelerinin ortak notizen dergisinde de ilk Almanca yazı, şiir ve çevirilerimi yayınlamaya başladım. Yanılmıyorsam, Attila İlhan’ın istanbul sancısı Almanca’ya
çevirip yayınladığım ilk şiir oldu. 1963 yılında eyaletin en büyük gazetesi
Stuttgarter Zeitung’un sanat (Feuilleton), politika ve yerel yurt haberleri sayfalarında yazmaya, gazete tarafından etkinlikleri izlemek ve yazmak için sık sık görevlendirilmeye başladım. 1964 yılından itibaren de
Almanya’nın en büyük günlük gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung sanat sayfalarında yazmaya başladım. Friedrich Hommel, Gunter
Schäble, Ruprecht Skasa-Weiß, Rolf Michaelis ve Günther Rühle gibi
değerli, tanınmış redaktör, yazar ve eleştirmenlerden büyük destek gör-
14
düm. Yazılarım yalnızca Türk edebiyatı, tiyatrosu ve siyaseti konularında
değildi. Alman oyunlarının eleştirisi, edebiyat etkinlikleri üzerine yazılar
da oluyordu. Sonraki yıllar birçok başka Alman gazetesinde de tek tük
yazım çıktı.
1963 yılında eyaletin Stuttgart’taki bölge radyosu olan SWR (Güney
Almanya Radyosu) sanat ve edebiyat saatlerinde programlar yapmaya
başladım. İlk yayınım, Reinhard Döhl ile birlikte Almancaya çevirdiğim
Özdemir Nutku şiirleri ve değerlendirmesi oldu. Nâzım Hikmet, Orhan
Veli, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Melih Cevdet Anday derken ilerleyen yıllarda
Gülten Akın’a, Özdemir İnce, Hilmi Yavuz ve diğerlerine kadar devam etti
gitti. Bu radyoda ayrıca Karagöz üzerine 100 dakikalık bir yayın hazırladım
(Dinleme Zamanı) ve radyo oyunlarım yayınlandı. Burada da özellikle edebiyat bölümü başkanları olan Karl Schwedhelm ile Johannes Poethen’in
– ikisi de aynı zamanda değerli şairler – büyük güvenlerini ve desteklerini
gördüm. Dostlukları beni her zaman mutlu etti. Anıları önünde sevgiyle
eğiliyorum.
1961 yılında önce çocukluğumdan beri okuduğum İzmir Yeni Asır gazetesinde yazmaya başladım. Almanya’dan makaleler, şiirler gönderiyordum.
İki, üç yıl devam etti. Oradan edebiyat dergilerine geçtim. 1963 yılından itibaren Varlık dergisi ve yıllıklarında öykü, şiir, deneme, eleştiri ve çevirilerim
çıkmaya başladı. Yaşar Nabi Nayır’ı burada sevgiyle anmak isterim. Türk
Dili ve diğer dergilere de izleyen yıllarda yazılarımı göndermeye ve yayınlamaya başladım.
Edebiyatın Getirdiği Mutluluk
Edebiyatın bana hiçbir getirisi olmasa bile, İnci ile tanışmamı, dolayısıyla bütün mutluluğumu edebiyata borçluyum. Elbette bir bütünün
iki yarısının buluşması ve bir araya gelmesi, olabilecek en güzel yazgı.
Ama bu yazgıda edebiyat da bir vesile. 1963 Şubatında bir gün Stuttgart
Üniversitesi’nin kütüphanesinde ders çalışırken onu gördüm ve dersi bir
yana koyup, Kara Kazaklı Kız adıyla bir kısa öykü yazdım. Birkaç gün sonra kütüphaneye geldiğimde, onun benimle birlikte kimya okuyan Suna’nın
yanında birinci kat merdiveninden inmekte olduğunu gördüm. Demek o
da bir Türk kızıydı. Onlar aşağıya gelince, Suna’ya, “Merhaba,” dedim.
Beni, “Arkadaşım İnci,” diyerek onunla tanıştırdı. Hemen yazdığım öyküyü söyledim. Okumak istediğini söyleyince, ertesi gün için yine kütüphanede randevulaştık. Öyküyle birlikte birkaç da şiirimi verdim. Okuyacak, düşüncesini söyleyecekti. Tanışmamız ve mutluluğumuz böyle başladı. Şubat
içinde nişanlandık, aynı yıl eylül başında Münih Başkonsolosluğu’muzda
nikâhımız kıyıldı. 1964 Ekiminde Utku, 1968 Nisanında Toygar ve 1974
Mayısında Suzan Ayda dünyaya geldi.
15
Edebiyattan, sanattan daha büyük bir etki beklenir mi!
Ondan sonraki yıllarda özellikle edebiyat çalışmalarım için İnci’nin tükenmez desteği en büyük güç ve esin kaynağım oldu. Ve benim için de ne
büyük, ayrı bir mutluluk ki, sanatsever olmasının yanında onun kadar çok
kitap okuyan birini yaşamım boyunca tanımadım. Mutlaka vardır, ama ben
onu hep elinde kitabıyla görüyor ve yaşıyorum.
Kimya Yüksek Mühendisliği okurken, 1965 yılında Helmut Kreuzer,
Alman Dili ve Edebiyatı kürsüsünde yardımcı asistan olmak ister miyim,
diye sordu bir gün. Derhal kabul ettim. Yapacağım iş, öğleden sonraları
kürsünün kütüphanesinde oturmak, çalışmaya gelenlere kütüphanedeki
kitaplar konusunda yardımcı olmak, bunun dışında masa başında oturup
okuyup yazmak – kendi işlerimi. Bundan güzel bir iş olur mu? Reinhard
Döhl, bir gün kürsü kitaplığına gelince, “Buradaki kitapları okursan, iyi
bir germanist olursun,” dedi. Allah söyletti. Kürsü başkanı Ordinaryus
Profesör Fritz Martini, ünlü Alman Edebiyatı Tarihi kitabının yeni baskısının düzeltilerini okumamı isteyince, Alman edebiyatı tarihini de özenle
okumuş oldum. Yalnızca birkaç dizgi yanlışı buldum. Bir gün Helmut
Kreuzer, tanınmış Alman yazarı Hermann Kasack, iki genç yazara ufak
bir maddi özendirme ödülü vermek istiyor, dedi. Birini bana, birini de
genç şair Helmut Mader’e vermeyi önermiş. Galiba ilk ödülüm, bu 150
Mark oldu.
Öğleden önce ve akşam kimya, öğleden sonra edebiyat ve felsefe.
1965 seçiminde Süleyman Demirel hükümeti işbaşına gelir gelmez, Sümerbank da aralarında (genel müdürü rahmetli Rahmi Tunçağıl idi), beş
KİT’in genel müdürlerini görevden aldı. Yerlerine gelenler, beni derhal geri
çağırdılar. Tam da diploma tezimle ilgili laborutuar ve yazım çalışmalarına
başlamıştım. Niçin çağırdıklarını biliyordum.
Edebiyat Peşimde
1965 yazında seçim öncesi yurtta tatil yaparken, Ankara’da olduğumu
öğrenen genel müdür Rahmi Tunçağıl benimle görüşmek istedi. Makamında ziyaret ettim. Bana aynen şunu söyledi.
“Ortaokulu bitirmemiş polisler senin yüzünden bana baskı yapıyorlar.
Bursunu kes, geri çağır, diyorlar. Senin yüzünden, bir de Sunullah Arısoy
yüzünden. O da komünistmiş, sebebi de Sümerbank dergisinde öztürkçe
kullanıyormuş... Onlar komünistlermiş...
Sen Alman gazetelerinde Nâzım Hikmet’i öven yazılar yazmışsın,
hükümeti eleştiriyormuşsun. Ayrıca oraya giden Türk işçilerine tiyatro
ve edebiyatla komünist propaganda yapıyormuşsun. Nâzım Hikmet’i ben
de okuyorum, ama evimde, kimsenin haberi yok. Sen de öyle yapsana.
Sonra işçilere sen karışma, okulunla uğraş. Baskılara daha ne kadar di-
16
renebilirim, bilmiyorum. Ben direndikçe, bu da komünist diye bana diş
biliyorlar...”
Açıksözlü, dürüst ve Kemalist genel müdürümün benim yüzümden
zorda kalmasını istemediğimi, dikkatli olacağımı söyleyerek ayrıldım.
Ama bu görüşmenin üzerinden birkaç ay geçti geçmedi, o görevden alındı. Beni geri çağıran yenilereyse, diploma çalışmamı yapmakta olduğumu
ve Sümerbank’ın yetişmiş eleman olarak bana ihtiyacı yoksa, benim de
Sümerbank’a ihtiyacım olmadığını, burs borcumun çıkartılması isteğimi
yazdım. Genciz ve Atatürk devrimcisiyiz ya, hiçbir maddi dayanağı olmayan
bir gözüpeklik. Ama Allah’a çok şükür, İnci en büyük desteğim. Bir yandan o
çalışıyor, bir yandan ben yarım kadro asistanlık yapıyor, gazete ve radyoya
çalışıyor ve taksit taksit Sümerbank borcunu ödüyorduk. Son kuruşuna kadar ödedik, o günler yaklaşık kırk bin Mark tutan bu borcu...
Yeni Appretur’lar konulu - yani tekstili suni olarak kolalayan uygun kimyasal bileşimler - diploma çalışmamın özetini Almanya’da bir kimya dergisi
yayınladı ve 200 Mark telif ödedi. Kimyadan tek maddi kazancım bu oldu.
Bir daha kimyager olarak hiç çalışmadım.
1966 ders yılında Stuttgart Üniversitesi’nde edebiyat bilimleri ve felsefe
dallarında ikinci eğitim için kaydımı yaptırdım. Zaten edebiyat kürsüsünde
asistanlık yapıyordum ve 1966 yılında üniversitenin yabancı öğrencilerine,
asıl öğrenimlerine başlamadan önce bir yıl boyunca Almanca öğrendikleri
ön sömestrelerinde Almanca öğretmenliği yapmaya başlamıştım – her gün
iki saat.
1969 yılında hocam Profesör Dr. Fritz Martini ile doktora konumu
kararlaştırdık: Die Dramaturgie des Einakters im 18. Jahrhundert in der
deutschen Literatur. 18. Yüzyılda Alman Edebiyatında Tek Perdelik Oyunların Dramatürjisi. 18. yüzyıl, aydınlanma ve Alman klasiklerinin yüzyılı
olarak yakından ilgilendiğim bir dönem bugüne kadar. Schiller’in de kaçarak tutuklanmaktan kurtulduğu ve oyunlarının sahnelendiği Mannheim
Nationaltheater dolayısıyla kaynak olacak oyunlar için en önemli mekân,
Mannheim Bilimsel Kütüphanesi idi. Genelde dışarıya ödünç kitap verilmeyen tarihsel bir kütüphane. Stuttgart – Mannheim arası yüz kilometreden fazla. Aylarca gidip gelerek orada çalıştım ve hemen hepsi orijinal ilk
basımlarından yaklaşık 500 tek perdelik oyun saptayıp okudum, çalışmamı
onların üzerinden yürüttüm. 1972 yılında 350 sayfalık doktora çalışmam
magna cum lauda en yüksek derecesiyle kabul edildi. 1972 Aralık ayında da
Profesör Fritz Martini ile Profesör Max Bense’nin mümeyyiz oldukları sözlü doktora sınavından geçtim. Çalışma 1973 yılında Göppingen Kümmerle
Verlag bilimsel yayınları arasında çıktı. Olumlu yankılardan en sevindiğim,
Almanca bilen rahmetli Muhsin Ertuğrul’un bana, “Böyle bir çalışmayı
keşke bizim tiyatromuz üzerine de yapsan,” diye yazması oldu.
17
İlkler
Stuttgart Üniversitesi’nde öğrenime başlayınca, ilk araştırdığım konulardan biri, üniversite tiyatrosu oldu. Bir tiyatro ülkesi olan Almanya’da
Stuttgart Üniversitesi’nin bir tiyatrosunun olmaması beni şaşırttı. 1961
yılında daha çok teknik dallarda okuyan ve lise sıralarında da tiyatro oynamış bir grup Alman öğrenci, Studium Generale çatısı altında ve Studiobühne adıyla ilk tiyatro girişiminde bulununca, bundan haberdar olur olmaz
katıldım. Röder adında tiyatro ilgisi olan bir gazeteciyi yönetmen olarak
aldılar. 1961 yılında Wolfgang Borchert’in Kapıların Dışında ve Albert
Camus’nün Doğrular adlı oyunlarını sahneledik, her ikisinde de rol aldım. 1961 yazında benim girişimimle Uluslararası Üniversiteler Kültür
Şenliği’ne çağrıldık. İstanbul’dan sonra, Ankara, İzmir ve Bursa’ya da
gittik. Bursa’da Camus’yü, diğer kentlerde Borchert’i başarıyla oynadık.
Almanca oynamamıza karşın, salonlar hep doluydu ve çok alkışlandık.
Bunda elbette bir Alman ekibi olmamız da etkiliydi. Almanya’yı ve Almanları o yıllar hep gözü kapalı alkışlıyorduk. Hâlâ öyle midir, pek emin
değilim.
Röder, Nürnberg gazetesinde görev aldığı için, 1963 yılında bizi bırakıp ayrıldı. Üniversitenin Studium Generale yönetimi (rektörlüğe bağlı) üniversite tiyatrosunun yönetimini bana önerdi. Hemen kabul ettim.
1969 yılına – doktora çalışmama başlayana kadar – Stuttgart Üniversitesi
Tiyatrosu’nu yönettim. Bir Türkün Almanya’da böyle bir görev üstlenmesi bir ilkti.
1964 yılında Stuttgart’ta okuyan ilgili Türk öğrencileri ve çalışmak
için gelmiş bazı meraklı Türklerle Almanya’daki ilk Türkçe tiyatroyu da
kurdum. Cahit Atay, Turhan Oflazoğlu, Özdemir Nutku v.b. yazarların
oyunlarını sahneledik. Oyunlarımızı Stuttgart ve çevre illerde Türk işçilerinin yoğun yaşadıkları yerlerde, işçi yurtlarında, kültür ve danışma
merkezlerinde gösterdik. Bu oyunları hem yönettim, hem kendim de İnci
ile birlikte oyuncu olarak rol üstlendim.
Üniversite tiyatrosunda da 6 yıl içinde Almanca olarak Çehov’dan
Pinter’e pek çok oyun sahneleyip kendim de oynadım. Bir Türk yazarının Almanya’da Almanca ilk oyunu olarak, 1965 programında Güngör
Dilmen’in Canlı Maymun Lokantası oyununu Almancaya çevirip sahneledim. Bu oyunla hem ünlü Erlangen Üniversite Tiyatroları şenliğine, hem
de İstanbul Kültür Şenliği’ne çağrıldık o yıl. Her iki şenlikte de seyirci
ikiye bölündü, alkışlayanlar ve yuh çekenler vardı. Öğrenci tiyatroları
şenliklerinde, özellikle Almanlar arasında yuh (buh) alışılmış bir tepki
türüdür. 1968 yılında da Alfred Kurealla’nın Almanca çevirisiyle Nâzım
Hikmet’ten Demokles’in Kılıcı adlı oyunu sahneye koydum. Stuttgart Devlet Tiyatrosu’nun 400 kişilik Kammertheater (Oda Tiyatrosu) sahnesinde
18
gösterdik. Bu, Batı Almanya’da ilk Nâzım oyunuydu. İstanbul’a da davet
edildi yine. Ancak, Demirel hükümeti, solcu yaftasıyla şenliği yasakladı. Bizim tiyatronun Alman öğrencilerini kovuşturup, trene bindirdiler
ve sınırdışı ettiler. Oyun, Nâzım Hikmet’indi ne de olsa. Stuttgart Ticaret Lisesi’nde Brecht ile Schwäbissch Hall Halk Yüksek Okulu’nda yine
Brecht ile Jochen Ziem’den oyunlar sahneye koydum.
1964 yılında Stuttgarter Zeitung gazetesinde Nâzım Hikmet üzerine
geniş bir yazım çıktı. Bu, yasaklı dönemde bir Türk yazarın Nâzım üzerine yayımladığı ilk yazıydı. Yön dergisi bu yazıdan kısa bir süre sonra
Nâzım’ın şiirlerini yayınlamaya başladı.
Bu yazımla birlikte Türkiye’de hakkımda dosya açıldı. İşçilerle yaptığımız edebiyat toplantıları, tiyatro gösterileri de “komünist faaliyetler”
olarak dosyayı yıldan yıla şişirdi. (“Solcuların nefesini dinleyen” İçişleri
Bakanı rahmetli Faruk Sükan, yaşlılığında bunun bir yanlış olduğunu
anlayıp nadim olmuş; kızı ve damadından dinledim. Sayın Süleyman
Demirel’in ne zaman günah çıkartacağını yıllardan beri merak eder dururum.)
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türk şiirinden Almancaya çevrilen
ilk kitap, arkadaşım Helmut Mader’in yardımıyla çevirdiğim ve ünlü
Suhrkamp yayınevinde yayınladığım Orhan Veli Kanık, Poesie, iki dilli
kitap. Ünlü dünya şairlerinin yayınlandığı bu diziye tanınmış şair Hans
Magnus Enzensberger karar veriyordu.
Orhan Veli’nin kitabı, kapsamını yaklaşık üç kata çıkararak, 1985 yılında Frankfurt’ta Dağyeli Yayınevi’nde bir kez daha iki dilde yayınlandı.
Bu kitap, 35 tanınmış eleştirmenin değerlendirmesiyle her ay yayınlanan
En İyiler Listesi’ne giren ilk Türk yazarı oldu. Girmekle kalmadı, hem de
birinci sırada yer aldı. O listede örneğin, Günter Grass’ın yeni romanı
dokuzuncu sıradaydı. Başka hiçbir Türk yazarına bu onur nasip olmadı
bir daha.
Stuttgart IG Metall sendikası adına, Türk sendika üyeleri için ilk kez
Türkçe bir gazeteyi yayınladım. Almanya’ya gelen ilk Türk emekçilerinin
şiirde bıraktıkları ilk izler, benim yazdığım ve bazılarını önce bu sendika
gazetesinde yayınladığım şiirlerdir. Bu şiirler toplu olarak Almanya’da
Bizden Çizgiler bölüm başlığıyla Koca Sapmalarda Biz Vardık kitabımda
yer aldı.
Almanya’da, giderek Avrupa’da ilk Türkçe edebiyat dergisini de 1980
– 1982 yılları arasında Stuttgart’ta Anadil adıyla çıkardım. Daha sonra
çıkan sanat ve edebiyat dergilerinin anasıdır Anadil. Buna Almanca sayfalar da ekleyerek Türk yazarlarından tadımlık çeviriler sundum.
Başlangıcı 1953 olarak tarihlenen dünya somut şiir akımına altmışların başından itibaren katılan ilk ve tek Türk şairiyim. Somut şiirlerim
19
Almanya’dan Amerika’ya, Japonya’dan Brezilya’ya uluslararası somut şiir
antolojilerine ve müzelere girdi, sergilerde yer aldı. Köln ve Dresden’de
iki de kişisel somut şiir sergim açıldı.
1972 yılında Stuttgart Halk Yüksek Okulu yabancı diller bölüm başkanlığına atanan ilk kişi oldum. Daha önce böyle bir bölüm başkanlığı yoktu. Böylece Almanya Halk Yüksek Okullarındaki ilk Türk bölüm
başkanı da ben oldum. Bu görev sırasında aynı zamanda Halk Yüksek
Okulları federal çatı örgütünün Goethe Enstitüsü merkeziyle birlikte yürüttüğü uluslararası Almanca sınavları (Deutsch als Fremdsprache) eyalet
ve federal görevlisi (kurul başkanı) olarak atandım.
Alman Birinci Televizyonu olan ARD, ilk kez Almanya’daki Türkleri konu alan bir dizi tasarlayınca, gerçekleştirme işini Münih’teki ünlü
Bavaria stüdyolarına verir. Stüdyo, dizinin senaryosunu benden ister.
“Türklere karşı önyargıları besleyen bir şey yazmam, ancak sempatiyle
yaklaşırım. Peşin söyleyeyim, işinize gelmiyorsa, başkasına gidin,” dedim. Kabul ettiler. Almanya’da yaşayan Türkler ve onların Almanya’daki
yaşam ilişkileri üzerine çevrilen 12 bölümlük ilk dizi film Komşumuz Balta Ailesi’nin senaryolarını ben yazdım. Dizi 1983 yılında ARD tarafında
saat 19’da gösterildi. Diziyi daha sonra TRT 2 de yayınladı.
1986 yılı başından itibaren Alman Radyolar Birliği’nin (ARD) kararıyla 1964 Kasımında başlatılan Almanya çapındaki günlük Türkçe yayınları hazırlayan WDR Köln Radyosu’nun ilk Türk yönetmeni oldum.
1964 – 1985 arasındaki yönetmenler Alman arkadaşlardı. Bu dönemde
radyonun ilk ve tek Baden Württemberg eyaleti muhabiri olarak görev
yaptım.
1988 Martında Ankara Devlet Tiyatrosu Şinasi Sahnesi’nin açılışı sevgili Raik Alnıaçık’ın yönetiminde Mediha adlı oyunumla yapıldı. 1989 yılında
Princeton Üniversitesi Almanca Bölümü’ndeki konuk profesörlüğüm sırasında bu üniversitede ilk kez bir Almanca oyunu, Brecht’ten Küçük Burjuva
Düğünü’nü sahneye koydum. 2004 yılında da Ohio State Üniversitesi’ndeki
konuk profesörlüğüm sırasında bu üniversitede ilk kez iki dilli, İngilizceAlmanca bir oyun sahneledim. Bu oyunu Edgar Lee Masters’in şiirlerinden, dramatürjik çalışmasını yaparak kendim kotardım.
2000 yılı yaz döneminde Dresden Üniversitesi’nde başlatılan Chamisso Poetika Dersleri’ni vermek üzere ilk çağrılan yazar oldum.
Princeton, Bryn Mawr College, St. Louis Washington ve Ohio State
Üniversitelerinde birer sömestre konuk profesörlüğüm dışında, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde de iki yıl Türk ve Alman edebiyatı bölümlerinde vatan hizmeti babında dersler verdim. 2006 ders yılı açılış dersini
de vermemi önerdi sayın rektörümüz Ramazan Aydın. Bunu büyük bir
onur olarak algıladım. Dersimin konusu, Avrupa Birliği’nin Dayanılmaz
20
Hafifliği idi. Bunu Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Senatosu’nun,
bu üniversitenin tarihinde üçüncü kişi olarak, onursal doktora payesini
verme kararı izledi. Bu törendeki konuşmamın konusu, Yaşlılar Üniversitesi idi.
Çanakkale Üniversitesi ile ilişkim, biz Gökçeada’ya yerleştikten sonra gelişti. On beş yıldır yerleştiğimiz Gökçeada’da da ilk şiir günleri, ilk
edebiyat konferansları, ilk kitap sergisi, ilk resim sergisi, belediye adına
ilk Türkçe-İngilizce dergi gibi etkinlikleri İnci ile birlikte ve birçok dost
ve arkadaşın katkılarıyla gerçekleştirme fırsatını bulduk. Bu konularda
en büyük sorun, ne yazık, devamlılığı sağlayamamak.
İlklere, Cem Yayınevi’nin sahibi sevgili Ali Uğur’un isteği üzerine
Rainer Maria Rilke’nin Türkçe’de ilk kez bütün şiirlerini çevirip yayınlama uğraşını da ekleyerek – sürüyor – burada bir nokta koyalım.
21
Tahsin Saraç
Doğan HIZLAN
Yazar, Eleştirmen
BİR DOSTU İZDÜŞÜMLEMEK
(Ozan Yüksel Pazarkaya İçin)
Nasıl da tan-alacası, nasıl da duru
Bir yanardağ gölünün gökmavi suyu
O pınar-dostluk yüreğin.
Yaşamla Edebiyatın
Kesiştiği Noktada
Yüksel Pazarkaya
Çılgın çağrıların çılgınlığından uzak
Bir İnci çiçeğine yönelik oldu hep
Yaşam boyu sevgin.
Sabah güneşi vurmuş çayırlar diriliği
Ve en gönendirici bir sıcak soluk
Mutluluğa bakışta akgüvencinliğin.
Ve karınca köresi koşuşturmalarda
Kozasını yine de bilgece, onurla
Örebilmiş o ipekböcekliğin.
Islak ve karayeşil ırak illerden
Bozkır gecelerine ve Ege güneşine
Sızlarken yurtsamayı tüm kemiklerin
“İncindiğin yerdir gurbet” dizesini ah
Yazık ki benden önce sen söylemişsin.
22
Yüksel Pazarkaya üzerine kuşatıcı bir yazı yazabilmek için, onun birkaç
yönüne değinmek gerekir.
Düzyazı çalışmaları, şiirleri ve çevirileri.
Onun bibliyografyasına baktığınızda, Türk edebiyatındaki yerini değerlendirirken, Türk edebiyatını, özellikle Türk şiirini Almanya’ya iyi çevirilerle
tanıttığını da anımsamak gerekiyor.
Almancadan yaptığı çeviriler aracılığıyla da birçok Alman şairini bize
tanıttı.
Onun işlevi çift taraflı bir edebiyat elçisi olmasında odaklanır.
Önce şiiriyle başlamak gerekir.
Şiiri; Türk şiirini özümsemesinin yanısıra Batı şiirini de özümseyen,
onu fark ettiren bir kimlik taşır.
Yol Dolayları, Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü de almıştı.
Yol kelimesinin çağrışım zengini olduğunu hepimiz biliyoruz. Pazarkaya, bu çeşitlemeyi şiirinde kullanmış. Sevinç var, hüzün var, yaşanmışlık
var.
Her kitabın farklı okuru, kitabın farklı bir yerine, bölümüne çengellenir.
Hiç kuşkusuz tahmin edeceğiniz gibi ben de Necatigil Dolayları’na yöneldim.
İkimizin de sevdiği bir şair Behçet Necatigil. Pazarkaya onun şiirlerini
Almancaya çevirdi, hatta önemli kitaplar arasında yer aldı.
23
Kupon Fırtınası’nda Pazarkaya, onun dizeleriyle kendi dizelerini eşleştiriyor. Hem kendi şiirini yazıyor, hem büyük usta Necatigil’in dizelerine göndermeyle saygı duruşunda bulunuyor. Tıpkı divan edebiyatı şairleri gibi.
dar açı geniş açı hava
acısız her şey her şey
sevgili şair her şey acısız artık
hava kesilebilir dilim dilim.
Kupon Fırtınası
Rüzgâr değişik yönlerden
ani fırtına
Rüzgâr çeşitli yönlerden
poyraz kasırga, lodos deli
kasım kasavet kaçacak
delik bulamıyor kent.
Ufak bir aradan sonra
fırtınaya devam,
bizi izleyiniz.
Üç kupona, beş kupona.
Yaşam üç pula
mutluluğunuz kırk kupona
süper kupon bugün.
Akşamın Saltanatı da aynı anlayışın ürünü. Hem Necatigil’e sevgiyi,
saygıyı; hem de bu şiirlerin özelliklerini anlatabilmek için, bu şiiri de alıntılamak gerekiyor:
Akşamın Saltanatı
Şimdi kopar ufuktan çepçevren
poyraz gençken, lodos yaşlanınca,
kasım kasavet
taş kapat düşe düşünceye.
Süper kuponu kaçırmayın
alın makası elinize
çekilin köşenize,
kesin özenle
yaşam üçe, mutluluk beşe.
Çoktandır bu mevsim Barbaros Parkı’nda
sararmıyor yapraklar kızıl değil
koca koyu kalıplar
savrulur dört yana.
Fırtına, kasırga
çok kupona çok
kırk bir kere maşallah,
mutluluk kuponda.
Eşkenar üçgen darmadağın
rüzgâr da şaşırdı pusulayı
bu kent de
24
Tasalluttur saltanatı akşamın
keder vermez onun kadar başka
hiçbir şey.
Sığınak arıyorsun
Korunmasız
Çıkış yolu arıyorsun
Yok bir açık
Akşama benziyor güz günü
Alplerin kuşattığı bu kentte
cam göbeği akışkan bir buzul
kenti değil seni ikiye bölen nehir.
Olmamışsan serserisi bir kentin
akmamışsa içinden bir nehir
gibi kalabalık keder
orda doğmuş orda ölmüşsün ne eder.
Dünya açık
Kapamak istiyorsun
Dünya bağlı
Çözmek istiyorsun
25
Bir kent serserisinin deyişleri
oturmuş kaldırıma çalı süpürgesi sakalı,
zımbasız ikiye katlı kitabı: Dünyanın Uyumu
ederi gönlünden ne koparsa
Olmamışsan serserisi bu dünyanın
akmamışsa içinden bir nehir
gibi uyumu dünyanın
bu dünyadan geçmişsin ne eder.
Dünya dönüşüm
Biçimi deniyorsun
Boynunda tasallutu
akşama benzeyen bir güz gününün.
*
Yüksel Pazarkaya’nın edebiyata, insana, sanata bakışını değerlendirebilmek için şu dört kitabını mutlaka anmalıyız: Yaz Öyküleri, Güz Öyküleri, Kış Öyküleri ve Bahar Öyküleri.
Söz konusu metinler, bildiğimiz kısa öykülerden biraz daha farklı bir
özelliğe sahipler. Birer takvim öyküsü bunlar. Yazıların niteliğini anlayabilmek için bu tür konusunda kısa bir bilgi notu iletmeliyim.
“Takvim öyküsü Rönesans’ın, dolayısıyla matbaanın bir ürünüdür.
Matbaa ile birlikte takvim üretimi ve yayımı da hız kazanmaya, bu ürüne okunacak metinler konulmaya başlamıştır. Bu metinlerin özelliği,
okuma alışkanlığı sürecinin henüz başında yaşayan insanlara uygun,
okumayı sevdirecek, yaygınlaştıracak metinler olmasıdır. Kısa, kolay
anlaşılan, yerel dilin renklerini de bolca taşıyan, arada doğrudan okura seslenen düz öyküdür. Takvimlerde basılmak için anekdot, fıkra,
haber, söylence, gülmece ve kısa öykü yelpazesi içinde, özgün tür ağırlığı olmayan metinler.(...)
Bildiğim kadarıyla Türk yazınında bu türün örneği neredeyse
yoktur. İlk kez dört kitap halinde yayınlanan Güz Öyküleri, Kış Öyküleri, Bahar Öyküleri ve Yaz Öyküleri ile bu türü, Batıdaki örneklerinden bağımsız, özgün olarak deneyen takvim öyküleri sunuluyor.
(...)”
Türk edebiyatı için bir yenilik, genç yazarlara yeni bir tür önerisi bu
metinler. Zengin malzeme kullanabilmenin nasıl mümkün olduğunu,
Pazarkaya’nın bu öyküleri gösteriyor .
26
İzlenim, gözlem, yaşantı, başka yazarlardan etkilenme, mevsimin sızıntısı hissediliyor.
Günümüz edebiyatında, yazılacakları bir türün sınırları içine hapsetmek alışkanlığından vaz geçildi.
Pazarkaya’nın öykülerini okumadan önce, klâsik öykü ile karşılaşmayacağınızı bilmelisiniz. Bazen öykü, bazen deneme, bazen alıntı olduğu yargısına varacaksanız.
Edebiyatı geniş açıdan bilen birinin yazdıklarında bir bileşimler gelgitlerine rastlarsınız.
Çünkü onun içinde kendi yaşamı da vardır, başka yazarların anıları da,
kitapları da.
Mevsim adları ne kadar belirliyor bu yazıları? Elbet de gerekli ölçüde.
Mevsimden soyutlamak mümkün değil, hele önemli ögelerden biri
mevsimse.
Kış ruh hali başkadır, bir bahar gününün yumuşak duyguları daha başkadır. Bunun örneklerinden birisi, Bahar Öyküleri içindeki Bütün Erguvanlar öyküsü:
“Aldırmıyorsun buna, yeter ki arkadaşın sana şimdi Emirân’ı anlatsın. Boğaz’ı anlatsın. Emirgân’daki evini anlatsın... Emirgân’da oturmak, ne güzel şey diyorsun. Dünyada senin âşıkın olmak ne saadet. Ah,
kürdilihicazkâr... Bir bitmeyecek aşk-ı muhabbet ne güzel şey...
Ve kalksın, ne kadar erguvanı varsa Emirgân’ın. Ne kadar ışıltılı mavisi
ve beyaz gemileri varsa Boğaz’ın ve ne kadar ışıkları varsa geceleyin Anadolu yakasının ve ne kadar lâciverdi varsa gecenin ve ne kadar tavşan kanı
demli çayı varsa, ne kadar rakı lokantası varsa, ne kadar teknesi, ne kadar
balıkçısı varsa, ne kadar yeşil korusu, ne kadar konağı, he kadar sımsıcak ve
yürekten havası varsa, işte ne kadar Emirgân varsa, kalksın hepsi bir anda
bu büyük Orta Avrupa kentinin, çadır tiyatrosunun, salaş, salaş olduğunca
taşra gösterişli, sabah tenhası, mahmur kahvesinin içine doluversin.
Sönmez seheri haşre kadar şi’r-i kadîm
Bir meşaledir devredilir elden ele.
Ve sen arkadaşınla bunca çok Emirgân’ın orta yerinde, tavşan kanı
demli çay mı içtiğin, akşamdan kalma ılık suyla üstüne döktüğün tatsız kahve mi, hiç bilme...”
(Bütün Erguvanlar, Yüksel Pazarkaya, Bahar Öyküleri, s. 25-26)
Kitabın düzeninden söz etmek gerekir.
Her ayın bir gününde yazı yer alır, yukarıda küçük takvimde de o günün üzeri çizilir. Zira takvim öyküleri bunu gerektirir.
27
Öykülerde yazarın yaşamından notlar, izdüşümler de bulacaksınız. Örneğin yazarın evlilik yıldönümünün izlerine de öykülerinde rastlayabilirsiniz.
“Yirmi beş yıl. Onu gördüğüm ilk mekân kutluydu. Üniversite kütüphanesinde ara sınavlar için kimya denklemleri çalışıyordum. Belki
de başka bir dersin notlarını. Buğday tenine boyanmış koyuca kırmızı
dudaklar hemen dikkatimi çekti. Sonra kara kaşları, kaş diye durmuyorlardı. Kütüphane sessizliğinin içinde ışıltılı bakışlarından yaşam
fışkıran gözlerinin üstünde. Dudaklarla, gözlerle, yanaklarla bir kompozisyon, bakışlarımı ayıramadığım bir alımlılık oluşturuyordu. Resim
demek istemem, resim insan elinden çıkar. Bu yüz, uzun kara saçların
da katıldığı bir Tanrı yaratığına, o yaratığın kendi yaratıcı eli de değmiş, sanatta olabilecek güzelliği çok aşan, değişik tanımsız bir güzellikti. Doğalla sanatın bireşimi.”
Katharina Baudach
Denken an Yüksel
(Gümüş Yıldönümü, Yüksel Pazarkaya, Güz Öyküleri, s.12)
*
Hiç kuşkusuz bir yazarın edebiyat notu verilirken, edebiyat dışı tavırları, tepkileri değerlendirmeye alınır. Yüksel Pazarkaya’nın siyasal duruşu
Atatürkçü, devrimci, Türkiyeli bir Batıcı olarak değerlendirilmelidir. Tüm
bunları değerlendirdiğimizde, çağdaş bir aydın portresi çıktığını söylemeye
gerek yok.
Yüksel Pazarkaya, gerek yazdıkları, gerek çevirdikleri, gerek düşündükleriyle Doğu ile Batı arasıda bir kültür köprüsüdür.
28
Ende der sechziger Jahre wurden die Gastarbeiter, die die prosperierende Wirtschaft ein Paar Jahre zuvor in die Bundesrepublik gerufen
hatte, zu einem Problem. Man hatte fleißige Hände für die Maschinen
gewollt, aber nicht daran gedacht, dass daran Menschen hingen, die in
der Heimat Familien hatten und auch hier nicht ohne ihre Frauen und
Kinder leben wollten. Heute, vierzig Jahre später, kann man sich kaum
vorstellen, welch Erstaunen und welche Aufregung diese Erkenntnis damals auslöste. Fieberhaft dachte man in Regierung und Kommunen über
Zuzugsgenehmigung u.a. bürokratische Maßnahmen nach. Menschen
mit Herz und Verstand schlossen sich zusammen und appellierten an
Kirchen und Sozialverbände, sich der Gastarbeiterfamilien anzunehmen.
Es ging wie eine warme Welle durch das Land, und ich denke gernan
diese Zeit zurück. Vielleicht habe ich diese Zeit auch in so schöner Erinnerung, weil sie mir eine wunderbare Freundschaft schenkte: Inci ve
Yüksel Pazarkaya.
Natürlich wollte ich etwas für die neuen Mitbürger tun und beschloss,
zweisprachige Kınderbücher herauszubringen. Leider konnte ich keine
der fünf Sprachen und hatte bisher nur berufliche Kontakte zu Italien und
Griechenland. Und wer studierte Türkisch oder Serbokroatisch? Ich glaube,
es war Christa Spangenberg, die mir Yüksel Pazarkaya nannte. Dr. Yüksel Pazarkaya, ein türkischer Schriftsteller und Poet. Konnte ich den um
die Übersetzung von schlichten Kinderbuchtexten bitten? Ich nahm allen
Mut zusammen und schrieb ihm und erhielt zu meiner freudigen Überraschung eine Zusage. Yüksel Pazarkaya verstand mein Anliegen und un-
29
terstützte mich von Anfang an. Er übersetzte nicht nur alle Kindergeschichten, sondern schrieb auch eine eigene, UTKU, die wie alle anderen auch in
Italienisch, Griechisch, Spanisch und Serbokroatisch erschien. Der positive
Widerhall in allen Medien war groß. Am meisten gefreut haben uns die vielen Einzelbestellungen von türkischen Familien. Dafür hatten wohl die positiven Besprechungen in den türkischen Zeitungen gesorgt.
Der Höhepunkt unserer Zusammenarbeit war DER DRACHEN IM
BAUM, eine Anthologie türkischer Geschichten, Märchen und Gedichte mit
den schönen Illustrationen von Orhan Peker. Zusammengestellt, übersetzt
und mit eigenen Gedichten und einem kleinen Schauspiel von Yüksel Pazarkaya. Die Erstausgabe erschien in türkischer Sprache, die deutsche Übersetzung von Yüksel dann ein Jahr später.
In diesen Jahren kam ich oft zu Besprechungen nach Stuttgart und
lernte Inci als liebenswürdige Gastgeberin kennen, die aber auch an unserer
Arbeit lebhaften Anteil nahm. Ich erlebte Utku, den ernsthaften Schüler,
Toygar als lustigen Kobold und Suzan noch als Baby. Und eines Tages waren sie alle groß und flügge.
Als ich 1978 meinen Verlag aufgeben musste, war aus der Zusammenarbeit mit Yüksel Pazarkaya längst eine Freundschaft geworden. Anlässe, um
zu langen Gesprächen zusammen zu kommen, gab es genug oder wurden
gefunden. Die alljährliche Verleihung des Adelbert-von-Chamisso-Preises in
München oder die Taufen und späteren Konfirmationen meiner Nichten
und Neffen in Hamburg gaben mir Gelegenheit, in Bensberg ein paar Tage
Zwischenstation zu machen. Dabei ermunterte die wanderlustige Deutsche
ihre Gastgeber zu langen Spaziergängen rund um Bensberg. Ich hoffe im Interesse von Yüksels Gesundheit, dass ihm etwas von meiner germanischen
Wanderlust geblieben ist. Und dann meine vielen runden Geburtstage inzwischen, zu denen Inci und Yüksel und manchmal auch Suzan als treue
Gratulanten erschienen und mir den Tag verschönten.
Ein wunderbares Geschenk und unvergessliches Erlebnis war unsere
gemeinsame Reise von Izmir über Konya nach Kapadokien und zurück
über Ankara und zum ersten Bescuh auf Incis Insel. Es war Ostern und so
kalt auf der Insel, dass das Olivenöl gefroren war. Jeder Tag dieser ereignisreichen Reise steht farbig vor meinen Augen, und ich könnte noch von
tausend Einzelheiten berichten.
Unvergessen auch die Wochen auf Gökçeada. Inci hat aus dem Haus
ein Juwel gemacht und mit Terrasse und Garten ein kleines Paradies geschaffen. Die anschließende Fahrt nach Troja, Pergamon und zu Yüksels
Freunden waren ein weiteres Geschenk und sind mir ebenso unvergesslich.
Siebzig Jahre Yüksel! Allerherzlichsten Glückwunsch und Dank für
achtunddreißig Jahre Freundschaft.
30
Ich habe dieser Tage in unserem Briefwechsel gelesen und mich gefreut, wie ernsthaft und ausführlich wir literarische, politische und tagespolitische Fragen austauschten, wie farbig Deine und Incis kleine Berichte aus
Euren Amerikaaufenthalten oder von der Insel waren. Ein ganzer Lebensabschnitt wurde dabei noch einmal Gegenwart. Ich bin sehr glücklich, dass
es Dich und Inci gibt, und dass Ihr meine Freunde seid.
Ich wünsche Euch beiden noch ein langes, glückliches Leben.
Eure Katharina
31
Katharina Baudach
Yayıncı
Yüksel Üzerine Düşünceler
Altmışlı yılların sonunda, büyüyen ekonominin birkaç yıl önce Federal
Almanya’ya getirttiği konuk işçiler bir sorun olmaya başladılar. Makinelere
çalışkan eller gerekiyordu, ama bu ellere memleketlerinde aileleri olan ve
burada da karılarından ve çocuklarından uzakta kalmak istemeyen insanların bağlı olduğu düşünülmedi. Aradan kırk yıl geçtikten sonra, o zaman
yapılan bu saptamanın nasıl da büyük hayret ve heyecan uyandırdığını, bugün tasavvur etmek neredeyse olanaksız. Hükümette ve yerel yönetimlerde
hummalı bir şekilde, taşınma sınırlamaları ve benzer bürokratik önlemleri
düşünmeye başladılar. Aklı ve yüreği olan insanlar bir araya gelerek, konuk
işçi ailelerine sahip çıksınlar diye, kiliselere ve toplum kuruluşlarına seslendiler. Ülkede boydan boya sıcak bir dalga esti ve ben o günleri sevgiyle anıyorum. O zaman, belki de, aynı günlerde bana fevkalade bir dostluk armağan
ettiği için anımlarımda böylesine güzel: İnci ve Yüksel Pazarkaya.
Doğallıkla ben de yeni hemşehrilerimiz için bir şeyler yapmak istedim
ve iki dilli çocuk kitapları yayınlamaya karar verdim. Ne yazık, beş dilden
hiçbirini bilmiyordum ve o zamana dek yalnızca İtalya ve Yunanistan ile
meslek icabı ilişkim vardı. Ve kim Türkçe ya da Sırphırvatça öğreniyordu
ki? Sanırım, bana Yüksel Pazarkaya adını söyleyen Christa Spangenberg
idi. Dr. Yüksel Pazarkaya, bir Türk yazar ve şairi. Ondan basit çocuk metinlerini çevirmeyi rica edebilir miydim? Bütün cesaretimi toplayıp, kendisine bir mektup yazdım ve sevindiren sürpriz, olumlu bir yanıt olarak
geldi. Yüksel Pazarkaya benim davamı anladı ve başından itibaren beni
destekledi. Bütün çocuk öykülerini çevirmekle kalmayıp, aynı zamanda
kendi de Utku öyküsünü yazdı. Bütün diğerleri gibi o da İtalyanca, Elence,
İspanyolca ve Sırphırvatça çevirileriyle de yayınlandı. Bütün medyada geniş olumlu yankı buldu. En fazla, Türk ailelerden gelen bireysel siparişlere
sevindik. Türkçe gazetelerdeki olumlu haberler bunu sağlamış olmalı.
Ortak çalışmamızın doruğu, Ağaca Takılan Uçurtma oldu; Türk öykü,
masal ve şiirlerinden oluşan, Orhan Peker’in güzel çizimlerle resimledi-
32
ği bir güldeste. Derleyen, çeviren, kendi şiirlerini ve bir kısa oyununu da
katan: Yüksel Pazarkaya. İlk basım Türkçe yayınlandı, Yüksel’in yaptığı
Almanca çeviri de bir yıl sonra.
O yıllar görüşmeler yapmak için sıkça Stuttgart’a geldim ve sevimli bir
ev sahibesi olarak İnci ile tanıştım, o ama bizim çalışmamıza da önemli ölçüde katıldı. Ciddi tavırlı öğrenci Utku’yu, neşeli bir bücür olarak Toygar’ı
ve henüz bebek olan Suzan’ı yaşadım. Ve gün geldi, hepsi büyüyüp yuvadan uçtu.
1987 yılında yayınevimi bırakmam gerektiği zaman, Yüksel Pazarkaya
ile işbirliği çoktan bir dostluğa dönüşmüştü. Uzun sohbet ve söyleşiler için
fırsatlar hep doğdu ya da bulundu. Münih’te yıldan yıla verilen Adalbert
von Chamisso Ödülü ya da Hamburg’taki yeğenlerimin doğum ve sonraları kilise cemaatine kabul törenleri, Bensberg’i birkaç gün için ara durak
yapmama fırsat verdi. Bu arada yürümeyi seven Alman konuk, ev sahiplerini Bensberg çevresinde uzun yürüyüşler yapmaya özendirdi. Umarım
Yüksel’in sağlığı için yararlı da olmuş ve benim Cermen yürüme tutkumdan onda iz bırakmıştır.
Ve sonra benim birçok yuvarlak yaş günlerim; onlara İnci ve Yüksel,
bazen Suzan da sadık kutlayıcılar olarak gelip, benim özel günümü güzelleştirdiler. Birlikte İzmir’den hareketle Konya üzerinden Kapodokya’ya
ve Ankara üzerinden dönerek İnci’nin adasında gerçekleştirdiğim ziyaret,
benim için fevkalade bir armağan ve unutulmaz bir yaşantıydı. Paskalya
zamanıydı ve adada zeytinyağını bile donduran bir soğuk vardı. Bu yaşantı
dolu yolculuğun her günü gözlerimin önünde hâlâ canlı duruyor ve buna
benzer daha bin çeşit ayrıntıdan söz edebilirim.
Gökçeada’da geçen haftalar da unutulmaz. İnci adadaki evi bir
mücevher yapmış, terasıyla bahçesiyle küçük bir cennet yaratmıştı. Ardından Troya ve Bergama’ya ve Yüksel’in arkadaşlarına (Çandarlı’da
Dilmen’ler) yaptığımız yolculuk da ayrı bir armağan ve benim için unutulmaz oldu.
Yüksel yetmiş! Candan kutlama ve otuz sekiz yıllık dostluk için teşekkürler.
Bu günlerde mektuplaşmalarımıza baktım; ne denli ciddiyetle ve kapsamlı olarak edebiyat, politika ve günlük konularda fikir alışverişinde bulunduğumuzu saptadım, senin ve İnci’nin Amerika günlerinizden ya da
adadan yazdığınız küçük renkli haberlere sevindim. Bütün bir yaşam parçası bu vesileyle bir kez daha canlandı. Sen ve İnci var olduğunuz ve benim
dostlarım olduğunuz için çok mutluyum.
İkinize de daha uzun, mutlu bir yaşam dilerim.
Katharina’nız
33
Güngör Dilmen
Yazar
Yuhalar ve Alkışlarla…
Görelim, tümcenin sonunu nasıl getireceğiz?
*
Babası, “Oğlum adam gibi bir meslek sahibi olsun,” diye oğlunu
Almanya’ya gönderiyor. Stuttgart Teknik Üniversitesi’nde kimya okuyacak,
mühendis olacak.
-Yoo, düzeltelim. Yüksel Almanya’ya baba parasıyla değil, kendi kazandığı bursla gidiyor.
-Sonuçta aynı şey. Baba Pazarkaya oğlunun sağlam bir meslek sahibi
olacağı umudunda... O ise kendini şiire, tiyatroya vuruyor.
- Üniversitenin kimya fakültesinden diploma alıyor da.
Annesi, babası ‘Oğlumuzun Üniversite diploması’ diye kimbilir ne özenle saklamıştır o belgeyi. (Öğreniyorum ki, İnci’ye bırakmış saklaması için.)
Oysa, Yüksel’in uğraşı artık kimya formülleri ile değil. Sözcüklerle, sahnelerle.
*
Yüksel ve eşi İnci ile yüzyüze tanışmamız 1965 yılında oldu. Yirmili
yaşlarında pırıl pırıl iki genç. Ben de otuz beş.
Daha önceden yazışmamız var. Yüksel, benim Canlı Maymun Lokantası
oyunumu Almancaya çevirmiş, Stuttgart Üniversitesi’nde sahneye koymuş.
Şimdi de oyunu İstanbul Gençlik Tiyatro Festivali’ne getiriyor. Tepebaşı’nda
İ.B. “Dram Tiyatrosu”ndayız. Salon festivale katılan değişik ülkelerden gençlerle dolu. İki Alman grubu var. Ben de o günlerde Çanakkale’den İstanbul’a
gelen anne ve babamı getirmişim tiyatroya. Yabancı dilde de olsa oğullarının bir oyununu seyretsinler, kıvansınlar.
34
Şansa bakın. Oyunun sonunda ikinci Alman grup sahneyi yuhalamaya
başladı. Salonun yarısı da onlara katıldı. Kimi “Boooo!” diyor kimi “Yuuuuh!”
Salonun öbür yarısı da alkışlıyor, bravo çekiyor. İşin tuhafı seyircinin
bu zıt tepkisi benim bayağı hoşuma gidiyor. Ancak salonda annem, babam
da var. Onlar üzülsün istemiyorum. Uzaktan izliyorum. Babam sakin. Annem ayağa kalkmış. “Siz benim oğlumun oyununu nasıl yuhalarsınız,” der
gibi söyleniyor.
Yuhalar yükseldikçe, alkışlar da yükseliyor.
Nihayet, salonun ön sıralarında oturmakta olan şair-tiyatrocu Ercüment Behzat Lav ayağa kalktı, oyunu yuhalayan gençleri Almanca uyardı.
Yine de yuhalamalar, alkışlar sürüyor.
*
Ertesi gün Alman konsolosluğunda çaya çağrılıyız. Orada yeni bir şaşkınlığa uğruyorum. Geçen akşam yuhalanan Alman gençler epey solcu bir
oyun oynadıklarının bilincine geç varmışlar. Bunun rahatsızlığı içindeler.
Sonra sonra düşündükçe anlamaya başlıyorum, depolitize olmanın ne
demek olduğunu. O günlerde iki Almanya var.
*
Şimdi yazımızın başlığını tümleyelim: “Yuhalar ve Alkışlarla Başlayan
Dostluk.”
*
Araya şu yıldızcıkları (*) koyarak sürdürüyorum. Yüksel’le arkadaşlığımız da böyle zaman kesintileriyle geçti. Ancak hiç kopmadı.
*
(Batak Yayınevi)
1978 yılında 6 arkadaş: Orhan Asena, Tahsin Saraç, İoanna Kuçuradi, Yüksel Pazarkaya, Talat Halman ve ben, Şiir-Tiyatro yayınevini kurduk.
Kendi oyunlarımızı, şiirlerimizi, düşün kitaplarımızı yayınlamaya başladık.
Yüksel, Almanya şubemiz oldu, Talat da Amerika. Oysa, yayınevinin ne
kaydı var ne kuydu. Aramızdaki adı “Batak Yayınevi”. Hoş, kimseyi batırmadık. Başı Tahsin çekiyor. Böyle yirmi kadar kitap basmışız. İoanna’nın
evi kitap depomuz. Orhan şoförümüz. Tahsin’ciğin ölümüyle yayınevimiz
de kendi küçük tarihine karıştı.
*
1982 yılında Aziz Nesin, Gertrude Durusoy, Tahsin Saraç, Yüksel ve
ben Köln’de İnterlit diye bir “Yazın Konferansı”na çağrılıyız. Yüksel zaten
Stuttgart’ta. Tahsin Ankara’dan yola çıkıyor. Ben İstanbul’dan. Tahsin’in talimatıyla Stuttgart’ta Pazarkaya’ların evinde buluşacağız. Adresi alıyorum...
Uzun bir otobüs yolculuğu. Evi buluyorum. İnci Hanım beni görünce birden
şaşırıyor. Ama belli etmemeye çalışıyor. Belli ki Tahsin benim de geleceğimi
35
onlara haber vermemiş. Utanıyorum, Tahsin’e kızıyorum. Ne diyorlar bunun adına: “Alaturkalık.” Ama artık olan olmuş...
*
Yüksel bize Stuttgart’ı gezdiriyor. Beş yaşındaki kızı da yanımızda.
Suzan Almanya’da doğuyorum diye sarışın ve mavi gözlü olmayı seçmiş.
Uyum diye buna denir.
*
Kentin bir yerinde bir anıt tepe var. Ne anıtı? II. Dünya Savaşı’nın korkunç bombardımanlarının somut tanığı: Patlamış, parçlanmış, birbirine karışmış çelik, beton, feryat ediyor. Anlatılası yok. İlle bir çağrışım mı? Vezüv
lavlarının yuttuğu Pompei diyeceğim, ya da Picasso’nun Guernica’sı. Suzan
Tahsin’in sırtında, bu anıt tepeye tırmanıyoruz.
*
Ertesi gün olmalı. Bu kez Stuttgart’ın başka bir yöresini geziyoruz.
Bağlık bahçelik yamaçlar. Bir evin bahçesindeki kehribar üzüm salkımları... Tahsin’le benim ilgimizi ve de canımızı çekiyor. İnci’nin okeyi
ile birer salkım koparır olduk. Hay aksilik, bahçenin sahibi bizi gördü,
Hanslandı. Tahsin, “Pardonnez moi!” diyor. İnci ne yaptı biliyor musunuz? Özür mü diledi adamdan? Hiç değil. Adamı haşladı, ayıpladı.
“Göz hakkı, komşu hatırı!” diye bir nutuk çekti. Ufak çapta bir kültür
çatışması. Biz kazandık.
*
İnci Hanım bize yeni bulaşık makinesini gösteriyor. Dolaylı olarak, “Siz
de biraz uygar olun, evinize böyle gereçler alın,” demeye getiriyor... Biz de,
“Ya, ne iyi olur!” falan diyoruz. Tahsin’le çarşıdan birer çift bulaşık eldiveni aldık. Biz de eve bunları götüreceğiz, diye İnci’ye gösterdik. Kızdı. “Siz
adam olmazsınız!” der gibi acımsı güldü.
*
Bir ertesi gün, İnci ve çocuklarla vedalaştık. Yüksel arabasıyla bizi
Köln’e götürdü. Konferansın açılacağı yapının yanında büyük bir atlı yontusu var. Tepesine iki üç Türk çocuğu tırmanmış. Gertrude Durusoy ile tanıştık. Çağrılılar arasında Aziz Nesin de vardı. Ancak gelememiş (Pasaport
vermemişler!). Üzüldük. O da olsaydı konferansımız daha bir renklenirdi.
Gertrude’yi Almanlar çabuk keşfettiler. Konuşmadığı dil az. Rica, minnet...
Çevirmen olarak kürsüden indirmiyorlar. Biz de elbet övünüyoruz.
*
Yüksel ile Tahsin değişik ortamlarda şiir okumaya gidiyor. Bir gün de
Heinrich Böll’ün yayınevine çağrılıyız. Yüksel, Heinrich Böll ile bir köşeye
çekilmiş söyleşi yapıyor. Biz ellerimizde kadehler, Tahsin’le tartışıyoruz. Bırakalım, o günü Yüksel anlatsın: (İnci, o günü Yüksel’e sordu: Yüksel, hoş
bir anı, başka zaman anlatırım, dedi.)
36
*
On yıl sıçrıyoruz… 1992. Bu kez Bonn Tiyatro Bienali. Yüksel, Memet Baydur, Yücel Erten, ben, söyleşilere-tartışmalara katılıyoruz. Akşam
Pazarkaya’ların evindeyiz.
*
Ren nehrinde Ren şarapları yüzyıllardan beri içilmiştir elbet. Ancak,
Ren nehrinde rakı içmek epey nadir olsa gerek. Ben bu yaşantıyı Yüksel’e
borçluyum. Geziyi kim düzenlemiş anımsamıyorum. Eski haritalarda Kolonya, şimdi olmuş ‘Bizim Kölün’. İşte Köln’den hareket ettik büyükçe bir
nehir gemisiyle. Koblenz’e doğru mu?
Öğleye yakın bir saat olmalı ki, gemi rıhtımdan kalkar kalkmaz, açıldı
büfe. Ay neler görüyorum: sigara börekleri, çiy köfteler ve de rakı.
Bunları Almanlar hazırlamış olamaz. Söyle Yüksel, kimdi o güzel geziyi
düzenleyen?
Yüksel ile ellerimizde rakı kadehleri geminin kıçına gidiyoruz. Ne görüyoruz teknenin dümen suyunda – silahlı bir koruma botu. Önce bir idi,
oldu iki. Yani korunuyoruz Ren nehrinde. Bu benim acaip hoşuma gidiyor...
anlamadan nedenini.
Kime karşı korunuyoruz? Kim batıracak bizi? O denli önemli miyiz?
Yüksel, bunu sana İnci gönderdi, diye elime bir rulo tutuşturuyor. Açtıkça, Ren nehrinin neresindeyiz, nereden nereye gidiyoruz, görüyoruz. Karşı yamaçlarda şatolar, kaleler, nehir kentleri.
Bu Ren nehri güzergâh haritası hâlâ evimdedir. Ara sıra açar anarım,
Yüksel ile o kralsı geziyi.
*
Yüksel İzmirli, ben Çanakkaleli. Şimdi ben olmuşum İzmirli, o Çanakkaleli. Yüksel’in sözü: ‘Takas ettik.’ Aynen öyle.
Ben Çanakkaleliyim ya, Gökçeada’yı ilk kez görüyorum Pazarkaya’ların
sayesinde. Görmemiştim, ne de olsa yakıncık, elbet bir gün görürüm diye.
Gökçeada’yı ilk kez yaşıyorum, Pazarkaya’ların çepeçevre Ege, kartal yuvası
evlerinde. Yüksel İzmirli, ben gecikmiş Çanakkaleli.
*
İstanbul, Eskişehir, İzmir – Stuttgart, Köln, Bonn üçgenleri. Üçer günlü
beşer günlü buluşmalar.
Arkadaşlığımız böyle sürüp gidiyor. Aman sürsün...
Burada anılara bir çizgi çekiyorum
***
Dostluğun ötesinde Yüksel ile aramızda ilginç (bana göre ilginç) bir
yazar- okur iletişimi geçti. Son görüşmemizde bana 3 kitabını imzalayıp
vermişti (Demek kitabın biri henüz yayımlanmamıştı). Dört mevsimden öyküler. Bahar Öyküleri, Yaz Öyküleri, Güz Öyküleri, Kış Öyküleri. Ben, tümü-
37
ne “Mevsim Öyküleri” diyorum. Bende Hesiodos’un, İşler ve Günler yapıtını
çağrıştırdı. (Sabahattin Eyuboğlu-Azra Erhat çevirisi).
*
Âdetim değildir, imzalanmış kitapların sayfalarına notlar, ünlemler
yazmam. Yüksel’in öykülerini sırayla değil, bir o kitaptan bir bu kitaptan
okuyorum. Ve renkli kalemlerle habire kısa notlar yazıyorum. Sanki böyle
yaptığımın ayırdında, bilincinde değilim! Oysa biliyorum niye böyle yaptığımı. Yazın (artık geçen yaz oldu) Yüksel ile İnci Çandarlı’ya gelecekler
“Mevsim Öyküleri” üstüne bir sempozyum yapacağız. (Bu alengirli sözcüğün kök anlamını herkes bilmez. Kibarcası “şölen”, açıkcası “kafayı çekerek
tartışma” demektir.)
*
Öyküleri okudukça kendime göre işaretliyorum. Ö/D/A (Öykü, Deneme,
Anı).
Kimi öyküler bir ‘deneme’ye (essay) dönüşüyor, kimi anılar öyküleşiyor. Niye olmasın?
Kimileri her üçü. Bu notları, ilk izlenimlerimi hemen o sayfalara geçmesem, başka kâğıtlara yazsam, biliyorum ki birbirine karışacaklar, yitip
gidecekler.
Bu aile boyu şölen tasarısı gelecek yaza kaldı. Sırf kendi adıma konuşuyorum... öyle bir öyküler yazı olacak ise.
Anılar tükenmez, fazla uzatmayayım.
38
Pulat Tacar
E. Büyükelçi, Yazar
Arkadaşım Yüksel Pazarkaya
İlk temasta hissedilen bir dostluk duygusu vardır. Çok enderdir. Genelde, ayrı partiküller, birbirlerinin etrafında dolaşırlar, rengi rengime uyuyor
mu, diye bakarlar. O, “öteki” Piranha cinsinden parçacık mı? Kendi içine
dönük mü? Yorucu mu? Bencil mi? Palavracı mı? İçerikten yoksun mu?
Nasıl anlatsam? Hepimizin bildiği şeyler bunlar.
Soru ve bakışlarla çözmeye çalışırız “ötekini”, tanıştığımız o kişiyi. Konuşurken gözünün içine bakıyor mu insanın? Kaypak mı? Kaygan mı? Bir
heyecanı veya utkuyu paylaşabilecek biri mi?
Birkaç sözcük değiş tokuşundan, güven veren bir el sıkışmadan veya
bakıştan sonra içinizde bir sıcaklık uyandıran, daha fazla ve kana kana
içmek istediğiniz bir çeşme gibi karşınıza çıkıveren insanlar enderdir. Ama
vardır. Ya da uzun bir ayrılıktan sonra, hiç beklemediğiniz bir anda, telefonda sesini duyduğunuz zaman sevindiğiniz; bir gün kapınızı açtığınızda
karşınızda görüp de heyecanla kucakladığınız birileri. Birkaç dakika, birkaç saat, birkaç gün birlikte olmaktan, kendinizi mutlu hissedebileceğiniz
“ötekiler”.
Ben, Yüksel Pazarkaya’yı yaklaşık 38 yıl önce Stuttgart’a Başkonsolos
olarak atandığımda tanıdım. Çok kısa zamanda, Yüksel’in dostum diyebileceğim ender insanlardan biri olacağını hissettim. Sonra bu duygu bilinçli bir seçime dönüştü. Ben, diyerek bencillik de etmeyeyim. Ben ve Selda
Sylvia, yani eşim. Pazarkaya’lara duraksamasız yakınlık duyduk.
Bir de işin içinde isim babalığı olayı var. Türk vatandaşı olduğunda
Sylvia’ya “Selda” adını öneren de Yüksel’di.
39
Karşımızda düşündüğünü, lafı kıvırmadan söyleyen, görüşü boşlukta
durmayan, üretken, anadilimi bir inci gibi işleyen bir insan vardı. İnci, dedim ya! Lafı bilinçli olarak o değerli taşa getirdim.
Sylvia ve ben, Yüksel’i ve eşi İnci’yi birlikte tanıdık. Yüksel’i İnci’siz,
İnci’yi de Yüksel’siz düşünemiyoruz, diyeceğim. Neyse, ben, bir dostluk ilişkisinin nasıl doğduğunu, geliştiğini kendi kendime anlatmaya çalışıyorum.
Boş laf etmek yerine, üreten insana saygı duyarım. Kitaplığıma baktım
şimdi. Bir raf dolusu Pazarkaya ürünü var. Şiirleri, roman, tiyatro, yazınla ilgili olarak yazdığı kitapları, kültür yazıları, Türk kültürünü Almanlara tanıtan
bir sürü kitap ve makale; Almanya’daki Türklerin sorunları hakkında pek çok
kitap ve yazı, Türkçeden Almancaya, Almancadan Türkçeye çeviriler.
Bunlar bizde olanlar. Hep merak eder dururum. Nasıl buluyor bu kadar
vakti Yüksel? Bir insanın bütün bunları, büyük titizlikle yazması için ne kadar derine inen bir kültüre ve bunu yapacak zamana sahip olması lazım?
Ortak dostlarımız oldu. En başta Behçet Necatigil... Bir ara Bülent
Ecevit. Neden bir ara. Anlatması güç. Ama o bağlamda Yüksel’de dostluğa
sadakatin ve hoşgörünün hangi ufuklara kadar uzanabildiğini gördüğümü
sanıyorum.
Ülke bürokrasisinde bazı odaklar, pek çok aydınla uğraştıkları gibi,
Yüksel’i de hırpalamaya çalıştılar. Mc Carthy’cilik Türkiye’ye de sıçramış
ve bir yağ lekesi gibi yayılmıştı. Bu yıpratma girişimlerini haklı gösterecek
hiçbir dayanak yoktu. Yüksel’in bu anlamsız ve insafsız engelleri aşmasına içtenlikle ve inanarak destek oldum. Son olarak, bundan yaklaşık 15 yıl
kadar önce, Yüksel’in Almanya’dan Türkiye’ye bir gelişinde, adının yasaklanmış şahıslar listesine “virüslendiği” anlaşıldı. Sisteme kim, ne zaman, ne
için böyle bir girdi yapmış? Belli değil. Özür dilediler ve bu yasadışı işlemler
sanıyorum son buldu. Bundan söz etmek istemezdim. Ama, öylesine zırva
ve anlamsız bir durum ki, öylesine büyük haksızlık olarak gördüğüm bir
yıpratma girişimi ki, anımsamadan edemiyorum...
Siyasasal görüşleri bakımından, ben Yüksel’i özgürlükçü, toplumsal
kaygıları güçlü, görüşünü dürüstlükle savunan, ülkesine ve ulusuna son derece bağlı, ülkenin ve ulusunun yaşamsal çıkarları konusunda ödün vermeyen biri olarak tanıdım. Bu çizgisini hiçbir zaman bozmadı. Yol sapaklarında yolunu, sonra düzeltirim düşüncesi ile değiştirmedi. İçimizde bulunan
kimilerinin rahatlıkla taktik gerekçelerle ödün verebildiği durumlarda bile
Yüksel “doğru” saydığından taviz vermedi. Onurunu yitirmedi. Dimdik durdu. Bu her şeyden önce, onun kendine karşı dürüstlüğünün bir sonucuydu.
En yakın arkadaşı eşi İnci de, ona bu durumda hep arka çıktı... Bence çok
önemliydi bu destek. Yüksel’in duruşundan ödün vermemesi, katılık mıydı?
Sanmıyorum. Her sabah uyandığında, kendi yüzüne bakarken, “utanmamak” için böyle duruyordu.
40
Çalışmalarının büyük bölümüne ülke sevgisi ve çok uzun yıllardır yaşadığı, çalıştığı Almanya’da Türk toplumunu tanıtma, Türklüğü ve ülkesini yüceltme, haksız ve önyargılı karalamalardan koruma kaygısı egemen oldu.
Türkçenin yanında Almancayı da en ince nüanslarına varıncaya kadar
mükemmel bir şekilde kullanabilmesi onu, bence Türkiye’nin Kültür Elçisi mertebesine yükseltmiştir. Bu çalışmaları ve Almanya’daki Türk-Alman
yazınına katkıları, 1989 yılında Almanya entellektüel camiası tarafından da
Adelbert von Chamisso Ödülü verilerek ölümsüzleştirildi.
Kültürlerarası barışa ve anlayışa yönelik çabalar günümüzün en duyarlı ve güncel konusu. Bu bağlamda 19-22 Ekim 1998’de Robert Bosch
Vakfı’nın düzenlediği “Çok Kültür – Tek Dil” toplantısına sunduğu, “Kültürlerin Düğünü” başlıklı katkısını çok beğenmiş ve bu konuşmasına, kimlik
konularında yaptığım sunumlarda, hümanist bir entellektüelin örnek çabası
olarak değinmiştim.
“Arkadaşının ürettikleri arasında en çok neyi sevdin?” diye kendi kendime sordum. Sübjektif de olsa, doğru bir değerlendirme yapabilmek için çok
düşündüm. Birkaç gün kitaplığımızdaki kitaplarını tek tek gözden geçirdim.
Raftan indirdim, okudum, yeniden yerine koydum. Bu kadar üretken bir
insanın “evlatları” arasında seçim yapmak ne kadar güçmüş. Sonunda “şiirleri” üzerinde karar kıldım. Evet şiirleri! Yüksel’in ruhunun derinliklerini
ve içindeki zenginliği bence şiirleri yansıtıyor. Evet. Yüksel her şeyden önce
şair. Bu da Yüksel’in her sözcüğe verdiği anlamdan, ağırlıktan ve değerden
kaynaklanıyor.
Neredeyse kırk yıl kadar önce Yüksel ve İnci ile tanışmak, ben ve eşim
Selda Sylvia için bu dünya üstünde çok ender rastlanabilecek bir armağan
oldu. Şimdilerde her ikimizin de saçları beyazlaştı. Ama duygular gene taze
ve sıcak. Böyle bir dosta sahip olduğumuzu bilmek, şu yalnızlıklar dünyasında güven ve mutluluk veriyor. Güzel bir şey içtenlikle, “merhaba, dost”
diyebilmek.
41
Habib Bektaş
Yazar
Dilin Irgatı ve Efendisi
Kaç yıl geçti aradan? Otuz yılı aşmış.
Türkiye’den yeni gelmişim. Defterimdeki harfler, sözcükler, cümleler
belirgin değil henüz.
Yine de yazıyorum.
O zamanlar “Kölün Radyosu” diye anılan bir radyo var. Haberleri dinliyoruz her akşam. Ve şarkıları, türküleri. Arada bir de Stuttgart’tan röportajlar.
Stuttgart’tan röportaj geçen adamın sesi beni etkiliyor. Ve anlattıkları. Gencim. O röportajların bende iz bıraktığını bile anlayamıyorum henüz.
Başımda kavak yelleri esiyor. Ama isim yer ediyor belleğimde. Yüksel Pazarkaya.
Bu arada “Kölün Bülbülü” türküler okuyor yanık sesiyle. “Gurbetçiler”
bir hoş oluyor onu dinlerken.
İkircikliyim. “Burası gerçekten gurbet mi?” diye soruyorum kendi kendime. Emin değilim. Aykırı düşüncelerim var. Yazdıklarım var. İyi de, yazdıklarımı tartamıyorum henüz. Ne yapmalı?
Behçet Necatigil’i de tanıdım. Necatigil’in şiirini.
Duydum ki, birisi çevirmiş onun şiirlerini. Nasıl edinmeli o kitabı. O zamanlar dünya günümüzdekince küçük değil. Zaman o ki, Türkiye’ye telefon
doğumlarda ediliyor, ölümlerde, dar zamanlarda çoğunca. Dostlar hapise
düştüğünde.
Numaranızı yazdırıyorsunuz bir merkeze. Ve bekliyorsunuz. Şansınız
varsa, bir-iki saatte çıkıyor, bazen üç, bazen beş, altı saati buluyor.
42
Madem yolumuz Necatigil’e çıktı, söyleyelim. Kimileri şiirin uçbeyi olmak ister. Koşar en ön saflarda. Necatigil ise, saklanır adeta, mahcup, gönüllerin efendisidir. Sadece şiirin hizmetkârı.
Arayıp soruyorum. Behçet Necatigil’in şiirlerini Yüksel Pazarkaya’nın
çevirdiğini öğreniyorum. Pazarkaya röportajlarını “Kölün Radyosu”na nereden gönderiyor: Stuttgart’tan. Öyleyse orada aramalı onu. Nasıl buluyorum
onun telefon numarasını? Unuttum şimdi.
Tam o günlerde bir kız tanıyorum.
Adı Müjgân!
Henüz çocuk.
Belki de bana öyle geliyor.
Ama yaşça da çocuk. (Ben sanki büyükmüşüm gibi!)
Göz açıp kapayana seviyoruz birbirimizi.
Ama o zamanlar bu iş öyle kolay mı!
Şimdiki gibi koluna takıp gitmek var mı!
Zamanın raconu farklı.
Telefon ediyorum bir ilkbahar günü.
Stuttgart’a.
Kim açacak telefonu?
Hayat dolu bir ses.
Cıvıl cıvıl.
Habib mahcup.
Ne diyeceğini bilemiyor Habib.
Kekeliyor.
O hayat dolu ses:
Ben İnci Pazarkaya, diyor.
Habib ne dedi?
Unuttu şimdi.
Ne demiştir?
Bence, adını söylemiştir kekeleyerek.
Sonra?
Demiştir ki, sizde Behçet Necatigil’in kitabı varmış. Sizin yayıneviniz
varmış. Sizin Yüksel Pazarkaya adında eşiniz varmış.
Ben o kitabı nasıl edinebilirim, o kitap, Necatigil’in.
İnci’nin sesi su sesi gibi. İnci tutup ayağa kaldırıyor Habib’i.
Gülüyor.
Kitap soranlar da varmış, diyor.
Belki o da seviniyor, bilmiyorum.
Parayla mı, parasız mı, unuttum, İnci bana o kitabı gönderiyor,
Erlangen’e.
Habib seviniyor.
43
Müjgân’la evlenmek istiyoruz.
Ailenin büyükleri bizim gibi düşünmüyor.
Sanki bir gerilim var.
Ne yapmalı?
Ben Pazarkaya’lardan birini, İnci’yi tanıdım ya, biraz yüz buluyorum.
Yazdıklarımı Yüksel abiye gönderiyorum.
Umudum yok, ama... belki okur. Okur da...
Yüksel tanınmış bir yazar. İşini gücünü bırakıp, benim yazdıklarımla
uğraşacak hali yok ya!
Bir bakıyorum, gönderdiklerimin üzerine notlar almış. Düşüncelerini
söylemiş. Bu işi yaparken de, bir insan kendisini (ben’ini) ne kadar silebilirse, o kadar silmiş, saklamış.
İnanamıyorum. Seviniyorum.
Müjgân’la aramızda sorun yok.
Müjgân hayat arkadaşım olsun istiyorum.
Nedir, güçlükleri aşamadık daha.
Bir öykü yazıyorum o günlerde. Öykünün adı Dedemin Cenneti. Yüksel abiye gönderiyorum. Yüksel, yine düşüncelerini, önerilerini not etmiş.
Hiçbir zaman bu böyle olması gerekir, ya da böyle olmaz, demiyor. Sadece
öneriyor. Önerilerini dikkate alıyorum.
Öyküyü o zaman Milliyet Sanat Dergisi’nin açmış olduğu öykü yarışmasına gönderiyorum. Belleğim beni yanıltmıyorsa, o zamanlar derginin
yöneticisi Atilla Akal. Bir iki ay sonra bakıyorum, dergide benim adım.
Öyküm birinci, ikinci, üçüncü olmamış, ama yine de sonlardan bir yerlerde kendine yer bulmuş: “Övgüye değer”.
Aman bir seviniyorum, bir seviniyorum ki, deme gitsin.
Bu arada bazı dergilerde şiirlerim de yayımlanıyor.
Bizim “iş” hâlâ zorda.
Ben Müjgân’ı istiyorum.
Müjgân beni istiyor.
Ama yine de zor.
Günlerden bir gün bir kaçamak yapıp yine buluşuyoruz Müjgân’la.
Korkma, diyorum Müjgân’a, annen böyle zorluk çıkarırsa, direnirse,
kaçırırım seni.
Soruyor Müjgân: Nereye gideriz?
Benim, diyorum, bir arkadaşım var. Stuttgart’ta. Onun yanına gideriz.
Çok tanınmış bir adamdır.
Biraz da atıyorum:
Benim sözümden hiç çıkmaz. Bir dediğimi iki etmez. Gidersek bize evini açar.
Müjgân inanıyor:
44
İyi öyleyse, diyor.
Yine de korkuyor ama.
Güzellikle halledersek daha iyi ama, değil mi, diyor.
Tabii, diyorum.
Zorlukları aşmışız.
Evlenmişiz.
Yanımda eşim, Müjgân.
Öğle saatleri.
Stuttgart Feuerbach’taki Pazarkaya’ların evinin önündeyiz.
Eşim, yük olmayalım, diyor.
Atıyorum: Beni çok severler!
Geleceğimizden haberleri var.
Merdivenleri çıkıyoruz.
Bizi kapıda karşılayanın İnci olduğunu anlıyorum.
O da bizi biliyor, sanki kırk yıldır tanıyormuş bizi. Gülüyor, güldürüyor,
konuşuyor, anlatıyor. O eğretiliğimizi, o ne diyeceğimizi bilemeyişlerimizi
yok ediyor, bizi evin insanı ediyor.
Yüksel Pazarkaya: Gülümseyen, biraz geride duran, düşünen, susan,
dinleyen bir bildik.
Hiç şaşırmıyoruz.
O fotoğraf hâlâ gözlerimin önünde:
Mutfaktayız. Saçlarında belli belirsiz kırlar olan adamın kucağında bir
kız çocuğu. İpek gibi bir kız çocuğu. Sarışın, kınalı bir kız. Sesi de ipek gibi.
O kız hep orda oturuyor, o; susan, dinleyen, gülümseyen adamın dizinde.
Kızın adı Suzan, herkes Suzi diyor, biz de öyle diyoruz.
İnci her yerde. İnci mutfakta, oturma odasında, bahçede, sokakta... İnci
anlatıyor, kendisi için anlatıyor, Yüksel için anlatıyor, Müjgân, Habib ve
dağlar ve taşlar için anlatıyor, derelerin sesi İnci, okyanusların.
Tam o anda kapılardan biri açılıyor.
Siyah saçlı bir çocuk.
Bir çocuk; gözleri, bakışları bir filozofun gözleri, bakışları. Çocuk, benim başımın hiç de hoş olmadığı teknik konuları, fizik problemlerini, ya da
nebileyim aklamın ermediği şeyleri Yüksel’le tartışıyor.
O çocuğun adı Utku.
Sonra kapı çalınıyor.
Merdivenlerde bir gürültü, bir gürültü. Kapı açılıyor. İçeriye bir enerji
yumağı giriyor. Girmiyor da gökten düşüyor sanki. Kumral bir çocuk. Hayat
dolu. Gülünce, her tarafı gülüyor çocuğun; gözleri, saçları, elleri, kolları... ve
anlatıyor, çabuk çabuk... tamam, daha fazla zamanı yok. Futbol oynamaya
gidecek.
O çocuğun adı Toygar.
45
Stuttgart’tan mutlu, esen dönüyoruz eşimle.
Yüksel Pazarkaya, güven verdi, güven, yeni tanıştığı bir insana. Elini
uzattı. Kendime eskisinden daha çok güvenir oldum.
Birkaç ay sonra bir oğlumuz oluyor. Oğlumuza ne ad versek, diye düşünüyoruz. Ben Ozan adını seviyorum, Ozan’ı düşünüyorum.
Sonra aklımıza geliyor. Neden oğlumuzun iki adı olmasın: Ozan Yüksel!
Oğlumuzun adı Ozan Yüksel oluyor.
Sonra işte, Ozan Yüksel büyümüş de, adaş amcasıyla oturup konuşur
olmuş. Dünya bu, dünya böyle, ne iyilik unutuluyor, ne güzellik.
Kötülük mü? Obadan dışarı!
Sonra sonra kitaplarım yayımlanıyor birbiri ardına. Yüksel hep seviniyor.
İşte böyle.
Ben aslında Yüksel’i anlatacaktım. Yüksel’in çevresinde dolandım durdum. Ağırlıklı olarak da kendimi anlattım. Oysa anlatılacak ne çok şey var.
En başta da suskunluklarımız.
Yine Stuttgart’tayız. Bir yaz akşamı. Güneş rakı burcuna girdi girecek.
Yüksel’le birlikte cadde tarafındaki odadayız. Akşamın gölgeleri düşmüş
yüzlerimize.
Soruyorum kendi kendime: Neredeyiz biz?
Zamanı ve uzamı birbirinden ayırmak mümkün değil o an. Çok sonraları kavrıyorum; zaman öyle yoğun da yaşanabilirmiş!
Ne kadar zaman geçti öyle suskun?
Ne kadar baktık batan güneşin ardından?
Sayıların hükmü yoktu!
Tam o anda İnci giriyor içeriye. Akşamın alacasında iki insan görüyor,
suskun, gönül gözleriyle bakan, gönül diliyle konuşan.
Sular gibi konuşuyor İnci:
Aaa, ne oluyor? Ne bu haliniz? Neden susuyorsunuz?
Yüksel’in sesini duyuyoruz:
Böyle konuşur şairler.
O anı kalıcı kılmayı amaçlayan bir şiir yazıyor Habib.. Pazarkaya’lara
adayarak yayımlıyor da. İşte o uzun şiirin birkaç dizesi:
öyle diyorlar
hiç konuşmamışız
sen soluk soluğa
ben soluk soluğa
hiç konuşulmamış
zaman kadar eski
46
zaman kadar yeni sözcükler
dudaklarımızda
...
akşam iner apansız
nedense akşamlar hüzün getirir
dağbaşında ateş yakmış
yalnız bir çobanın hüznünü
gölgen kırık düşer yere
söyle bana, yabanda
neden gölgeler kırık düşer yere
...
konuşulmamış tek sözcük kalmaz
gün şiirce yaşanmıştır
uzak yakın olur
sorular kuşanmış bir inci’dir zaman
milyonlarca yıldır bekleyen
sabah yeşili
okyanuslardan haber getiren
...
baktım
gözlerin şiir rengiydi
ve yine gözlerin
böyle konuşur şairler, dedi
...
Sonra, bir dergi macerası oluyor. Anadil.
Uzaktayım. Elimden geldiğince destek olmaya çalışıyorum Yüksel’e. İki
yılı aşkın çıkarıyor o dergiyi Yüksel. Kimler yazmıyor ki o dergiye: Fakir
Baykurt, Habib Bektaş, Güney Dal, Aras Ören, Demir Özlü, Ömer Polat, Fethi Savaşçı... ve Pazarkaya... Açıp bakmak gerek şimdi, kim bilir daha kimler
vardı, adını unuttuklarım beni bağışlasın.
Yıllar geçiyor. Köln’e taşınıyor Pazarkaya’lar. Bir zamanlar röportajlar
yaptığı “Kölün Radyosu”nun yönetmeni oluyor. Onu daha sık dinliyoruz artık.
Çocuklar büyüyor. Bizim de şirin bir kızımız oluyor. Adı da Şirin oluyor.
Yüksel’in sayesinde dünyalar güzeli dostlar ediniyorum. Hiç düşünmeden söyleyeceğim ilk isim, Necati Tosuner elbette. Aziz Nesin’le de Pazarkaya tanıştırıyor beni. Aziz Bey’in yanına yaklaştıkça, onun dağlar gibi büyüdüğünü görüyorum. Onu hasretle anıyorum şimdi.
47
Salihli Şiir İkindileri’ne çağrılıyız.
Sevincim sonsuz.
Neden? Salihliliyim ya... Biraz da ev sahibi sayılırım...
Bir de, Şiir İkindileri’nin mimarı, uygulayanı, başarıyla sürdüreni, güzel insan, dostum Salihli Belediye Başkanı Zafer Keskiner’i yeniden göreceğim. Birlikte rakı içeceğiz bizim evde... Yüksel Pazarkaya ile tanışacaklar.
Seviniyorum elbette.
Yüksel’le Salihli’de buluşuyoruz.
Bir de hesapta olmayan bir güzellik oluyor. Bir ortak dostumuz atlıyor
İstanbul’dan otobüse, geliyor Salihli’ye.
Diyor ki, varayım, sevinirler dostlarım, onlarla birlikte olayım Salihli’de.
Böyle bir güzelliği yapsa yapsa Necati Tosuner yapar. Yapıyor, gönendiriyor
Yüksel’i ve Habib’i.
Sonra tam ayrılacağız Salihli’den, eski belediye binasında yangın çıkıyor.
Üzülüyoruz yangına. Neyse, pek büyümeden söndürüyorlar.
Necati İstanbul’a gidiyor.
Ben Almanya’ya.
Yüksel’in, sanıyorum, bir ya da iki gün işi var İstanbul’da.
Almanya’ya gittikten iki gün sonra telefon ediyorum. İnci çıkıyor telefona.
İnci, Yüksel’i yurtdışına çıkarmamışlar, diyor.
Önce inanmıyorum. İnci’nin beni işlettiğini sanıyorum.
Tabii, diyorum, yakarsa belediye sarayını.
Yok, diyor İnci, gerçekten bırakmamışlar.
Gerilim içinde birkaç gün geçiriyoruz.
Sonra geliyor Yüksel. Yaşadıklarının üzerinde fazla durmuyor.
*
Yüksel ve ben... farklı düşündüğümüz bir çok şey var mutlaka. İyi ki
var. Yoksa farklı olmanın güzelliğini yaşayamazdık. Ve o farklılığın getirdiği
zorlukları aştıkça dostluğun beslendiğini, büyüdüğünü bilemezdik.
Üzüldüğümüz zamanlar oluyor, şaşırdığımız, kafamızda soru işareti
oluştuğu zamanlar da olmuştur belki. Ama dostluğa dönük umudumuzu
hiç yitirmedik, kazancımız hep büyük oldu, her şeyden büyük oldu, çünkü
koruduğumuz dostluk, bizim elimizden tuttu hep, sendelesek bile düşmemizi engelledi.
Yıllar geçiyor. Ama biz ihtiyarlamıyoruz. Bana öyle geliyor. Yazıyoruz
ya. Bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
Dedik ki, acaba bir yayınevi kursak mı. Fazla düşünmedik. Aramızda
bir anlaşma yapsak mı acaba, dedik. Ve başladık işe.
48
İki yıl geçti aradan.
Yirminin üzerinde kitap yaptık.
Dağıtım sorununu hâlâ çözemedik.
Ama kitap yapmasını öğrendik.
Sadece emeğimizi değil, gücümüzün yettiğince para da koyduk.
Olsun.
İyi kitap yapmasını öğrendik.
Öğrenemediğimiz tek şey, satmak.
Olsun.
“Aferin” diyorlar bize; hiç olmazsa!
Biz de elimizden geldiği kadar koşuyoruz.
Ne kadar koşarız? Bunu biz bilemeyiz. Kısmet.
Koşamadığımız, gücümüzün yetmediği yerde bırakırız.
Şu anda işin muhasebesini şöyle yapıyorum:
Yüksel Pazarkaya’nın Haldun Taner’i, Necati Tosuner’i, Güngör
Dilmen’i, Gülten Akın’ı, Enver Ercan’ı çevirmesi, Türkçenin yüzakı bu yazarların Almanca konuşulan ülkelerin kütüphanesine girmesi, satmalarından daha önemlidir. Bu da o suskun, çalışkan ve mütevazı insanın, Yüksel
Pazarkaya’nın eseridir.
Uzun lafın kısası şu: Yüksel’in kendisi bir köprüdür, Almanya ile Türkiye arasında; dilinde, ellerinde sözcükler, bir yerden aldığını öteki tarafa
aktarır, verir, verir... O, dilin ırgatı ve efendisi!
Doğum günün kutlu olsun.
Esen kal Yüksel abi!
49
Prof. Dr. Hakkı Keskin
Almanya Federal Meclisi Eski Milletvekili
Değerli Dostum
Yüksel Pazarkaya’nın
70. Doğum Gününü Kutlarken
Sevgili Dostum Yüksel,
Mutlaka hatırlıyorsundur, seninle ve sevgili eşin İnci ile ilk defa “Almanya Türk Öğrenci Federasyonu” ATÖF’ün bir seminerinde karşılaştık.
Doğru hatırlıyorsam yıl 1968. Yani bundan 42 yıl önce idi.
ATÖF toplantılarında âdet olduğundan ve Almanya’nın çeşitli kentlerinden ve üniversitelerinden gelindiği için, toplantıların başında katılımcılar
kendilerini tanıtırlardı. Yüksel’in kendini tanıtmasını, aradan 42 yıl geçmiş
olamasına karşın, bugün bile aynen hatırlıyorum. “Kimya öğrenimi yaptım,
Alman Dili ve Edebiyatı ve Felsefe öğrenimi görüyorum. Tiyatro alanında
çalışmalarım var.” Yanılmıyorsam ayrıca arada bir Alman gazetesine (Stutgarter Zeitung’a) yazdığını söyledin.
Almanya’ya bu görüşmemizden üç buçuk yıl önce gelmiş, Almancayı
henüz çok iyi öğrenememiş birisi olarak Yüksel’in kendini tanıtımı beni çok
etkiledi. Kendisine yemek molasında bir felsefi konudaki görüşlerini sordum, biraz sohbet ettik. Daha sonraki ATÖF seminer ve genel kurul toplantılarında görüşmelerimiz devam etti. Ben ATÖF başkanı olarak öğrenci
birliklerini ziyaret ediyordum. Yüksel ve İnci Pazarkaya ile olan ilişkimiz
zaman zaman Stutgart’a yaptığım ziyaretlerle de sürdü ve giderek tam anlamıyla bir dostluğa dönüştü.
Dost kelimesinin anlamı benim için çok büyüktür. Bu kelimeyi çok
severim. Dost sevilen, güvenilen, yakın arkadaş, gönüldaş kimse demektir.
Dost kelimesinin anlamını büyük ozanımız Âşık Veysel bir dizesinde en güzel biçimde vurguluyor: Gönüller yaşamalı her duygudan azade / Dosta su-
50
nacağınız sevgi en tatlı bade. Falih Rıfkı Atay da “dost kara günde belli olur”
diyerek, dost olan kişilerin en zor koşullarda bile birbiriyle kenetlendiğine
vurgu yapar.
Yüksel’le bizim 42 yıl geriye uzanan tanışmamız, giderek onyılardır bu
anlamdaki bir dostluğa dönüştü. Kuşkusuz bu denli sonsuz güvenle oluşan
ilişkimiz, dünya görüşlerimizin de birbiriyle örtüşmesinden kaynaklanıyor.
Zaman zaman Türkiye’deki sol partilerle ilgili farklı değerlendirmelerimiz
ve tartışmalarımız da oldu elbette. Ancak bu farklılıklar, bizim karşılıklı
güvenimizi, birbirimize olan sevgi ve saygımızı hiçbir zaman gölgelemedi,
sarsmadı.
Yüksel tam anlamıyla bilinçli bir Atatürkçü, gerçek bir Kemalisttir.
Tanıdığım en iyi yurtseverdir. Geldiğimiz ülkemiz Türkiye’ye yapılan haksızlıklara, çifte standartlı yaklaşımlardan kaynaklanan saldırı ve eleştirilere haklı olarak öfkelenir ve hemen reaksiyon gösterir. Ancak Türkiye’deki
yanlış politikaları ve gidişatı yeri geldiğinde kıyasıya eleştirmekten de geri
durmaz.
Yüksel’i hiçbir zaman oportunist bir yaklaşım içersinde görmedim. Her
zaman dürüst ve kararlı bir tavırla ve de dobra olarak yanlış ve sakıncalı
bulduğu yaklaşım ve görüşleri eleştirmekten geri durmamıştır.
Yüksel’i bitmeyen enerjisi ve çok yölü çalışmalarıyla tanıdım. Kimya,
Alman Dili ve Edebiyatı ve Felsefe öğrenimi, edebiyat alanında doktorası.
Tiyatro eserleri yazarı, çok sayıda şiir kitabı, Türk edebiyatı hakkındaki eserleri, başta Orhan Veli, Nâzım Hikmet, Aziz Nesin gibi çok sayıda ünlü Türk
yazarının eserlerinin Almancaya kazandırılması. Bazı edebiyat dergilerinin
yayıncısı, Hürriyet, Cumhuriyet, Stuttgarter Zeitung, Frankfurter Allgemeine
Zeitung gibi Türk ve Alman gazetelerinde yazıları. Ve kendisini önce BadenWürttenberg’n Köln Radyosu muhabiri olarak verdiği haberlerinden, sonra
da WDR’in Köln Radyosu Müdürü olarak uzun yıllar redaktör olarak görev
yapmasıyla, sesini gün be gün dinleyerek tanıyoruz. Göç ve uyum konusunda birçok yazısı, değerlendirmesi ve yorumu vardır Pazarkaya’nın. Bir
de hocalık yanı var. Stuttgart Üniversitesi’nde yaklaşık on beş yıl asistanlık
ve Almanca öğretmenliği, Stuttgart Halk Yüksek Okulu’nda yine yaklaşık
on beş yıl yabancı diller bölüm başkanlığı, başta Princeton çeşitli Amerikan üniversitelerinde Alman Dili ve Edebiyatı konuk profesörlüğü, Dresden
Üniversitesi’nde poetika dersleri, Çanakkale Üniversitesi’nde Türk ve Alman
edebiyatı dersleri, Almanya ve Amerika’da tiyatro sahnelemeleri, Alman televizyonu için yazdığı diziler, somut şiir sergileri v.b.
Yaptığı bu saygın ve başarılı çalışmaları, Almancaya ve Türkçeye kazandırdığı eserleri nedeniyle kendisine çok haklı olarak verilen bir dizi ödül
var. Ve Alman Cumhurbaşkanı tarafından verilen “Bundesverdienstkreuz”
(Federal Almanya Liyakat Nişanı) var.
51
Sayılamayacak kadar çok ve çok yönlü eserlerin sahibi Yüksel Pazarkaya, son derece mütevazı kişiliğiyle bu başarılı çalışmalarını büyük bir sessizlik içersinde yürütmekte ve adeta belli etmeme gayreti gösteren bir tavır
sergiliyor.
Yüksel Pazarkaya Almanya’daki Türk toplumunun çok yönlü simgesi
olmayı hak etmıştir. Yarım asırı aşan Almanya yaşamıyla ve biyografisiyle
Yüksel Pazarkaya, Almanyalı Türklerin tarihini en iyi bilen, bu yarım yüzyıllık dönemi en yakından izleyen ve gözleyen, en iyi değerlendiren kişidir.
Bunu nezaket gereği söylemiyorum, büyük bir inançla ve bilerek söylüyorum.
2006 yılında yayınlanan Nur um der Liebenden Willen dreht sich der
Himmel kitabında bakınız Almanyalı Türklerin konumunu, bir dizesinde ne
kadar güzel dillendiriyor :
Yaban, insanın horlandığı ve
incindiği yerdir.
Yaban, insanın dilsiz kaldığı yerdir.
Vatan, insanın dostları,
dili ve umudunun olduğu yerdir.
Almanyalı Türklerin ve eminim ki diğer göçmenlerin de bu beş satırda
anlatılan yaşam gerçeğini, çoğu kez insan 200 sayfalık bir kitapta bile anlatabilmekte zorlanıyor.
Sevgili Dostum Yüksel,
Senin gibi çok sevdiğim ve saygı duyduğum gerçek bir dostumun olmasından ötürü çok şanslıyım ve mutluyum.
Sana, topluma kazandıracağın yeni eserler ve hizmetlerden ötürü, hepimizin daha uzun süre gereksinimi var. Bu nedenle sağlığına iyi bak. Kendine ve eminim ki senin en yakınında ve en iyi dostun, hayat yoldaşın olan
eşin İnci’ye daha fazla zaman ayır.
Biraz da yaşamın tadını çıkarmaya özen göster lütfen! Hatta mümkünse bunu birlikte de yapalım, ne dersin ?
Sevgili dostum Yüksel, sana 70. doğum gününde ve gelecek yıllarında,
eşin İnci’yle birlikte esenlikler diliyorum.
52
Prof. Dr. Elisabeth Walther
Literatur und Mediation
Es gibt Schriftsteller, die sich nur in der eigenen Sprache ausdrücken können und keine andere Sprache erlernen wollen, um sich nicht beeinflussen
zu lassen. “Meine Sprache ist mein Vaterland.“ schrieb Francis Ponge, um
diese Einstellung zu unterstreichen. Andere Schriftsteller sind neugierig auf
eine andere oder mehrere Sprachen. Sie lernen sie und lesen deren Literatur. Sie werden mehr oder weniger von ihnen beeinflusst und geben sie in
Übersetzungen an die Mitglieder ihrer Sprachgemeinschaft weiter. Dadurch
entsteht eine Verbindung unter diesen Schriftstellern und ihren Sprachen.
Eine weitere Art bilden jene Schriftsteller, die im Laufe ihres Lebens in ein
anderes Land übersiedeln, die neue Sprache beherrschen lernen und sich
mit der Literatur der neuen Heimat beschäftigen. Von dieser Art muss man
noch jene Schriftsteller unterscheiden, die nicht nur aus der neuen Sprache in ihre Muttersprache übersetzen, sondern selbst in der neuen Sprache
schreiben, das heißt, Bücher und Abhandlungen, Prosa, Lyrik usw. in der
neuen Sprache veröffentlichen. In Deutschland hat man solche Schriftsteller
seit einigen Jahren durch Verleihung des Chamisso-Preises ausgezeichnet.
Eine besonders wichtige Klasse von Schriftstellern ist schließlich diejenige,
die sich über das Schreiben und Übersetzen in beiden Sprachen hinaus theoretisch mit Literatur im allgemeinen beschäftigt, vielleicht auch andere
Künste oder sonstige kulturelle Äußerungen einbezieht, kritisch reflektiert,
für andere zugänglich macht und damit eine umfassende Vermittlerrolle
übernimmt.
Durch die Veröffentlichungen aller dieser Schriftsteller entsteht das,
was wir Weltliteratur nennen. Die Literaturen bilden ein Netzwerk, das Län-
53
der und Sprachen übergreift. Die neuen literarischen Experimente tauchen
plötzlich, oft gleichzeitig in den verschiedensten Ländern auf. Die neuen
Formen, die neuen Inhalte, die hier oder dort entstehen, regen zu eigenen
Arbeiten an, die dann ähnliche Tendenzen aufweisen. So wurde zum Beispiel Nâzim Hikmet, als er in Moskau studierte, von Wladimir Mayakowski
beeinflusst. Er schrieb nicht Russisch, sondern weiterhin türkisch, aber er
vermittelte die neuen Formen Majakowskis seinen türkischen Kollegen, die
dann ihrerseits von ihm inspiriert wurden. Andere Schriftsteller wurden
zum Beispiel von Gertrude Stein, welche die englische Literatur mit neuen
Formen bereicherte, zu eigenen Arbeiten in ihren Sprachen animiert, indem
sie die Art oder die Formen ihres Schreibens übernahmen. Wieder andere
schätzten die französischen Autoren wie Stéphane Mallarmé, Arthure Rimbaud, Paul Valérie und viele andere, deren neue Formen und Inhalte sie in
ihren eigenen Schriften anwandten.
Die Konkrete Poesie ist ein Beispiel für die weltweite Verbreitung einer
Art von Literatur, die auf wenige Worte reduziert ist, die nicht unbedingt
nur aus einer Sprache stammen, sondern prinzipiell aus verschiedenen
Sprachen einen konkreten Text bilden lassen. Die Konkrete Poesie entstand
plötzlich an vielen Orten der Welt, ohne dass dazu Übersetzungen nötig waren, denn nicht die Wörter, sondern die Anordnungen oder Formen, mit
denen die Wörtern zu Kombinationen verbunden werden, wie Eugen Gomringer sagt, oder zu Konstellationen, wie es bei Helmut Heißenbüttel heißt,
garantieren den literarischen Wert. Ihre Vorläufer reichen zurück bis in die
griechisch-römische Antike und wurden bis in unsere Tage als Figurengedichte Jahrhunderte lang imitiert. Allerdings haben Figurengedichte keinen
direkten Zusammenhang mit der Konkreten Poesie, da sie nur eine einzige
Sprache bevorzugen. Außerdem stellen sie häufig nur Glückwünsche, sei es
zu Hochzeiten, Geburten, bestandenen Examen usw. dar.
Literatur nennen wir im allgemeinen diejenigen Texte, die von der Gestaltung der Wörter zu Lyrik, Prosa, Drama abhängen. Die literarischen
oder poetischen Formen, die in bestimmten Epochen erfunden und verwendet wurden, waren immer von herausragender Bedeutung. Diese Formen
blieben nicht auf eine Sprache beschränkt, sondern wurden in anderen
Sprachen nachgeahmt. Goethe hat zum Beispiel die Diwan-Dichtung von
Hafis bewundert und im „West-östlichen Diwan“ dokumentiert, wie stark
ihn diese Formen zu eigenen Versen anregten. Die Erzähler im Vorderen
Orient bereicherten die literarische Welt mit den mündlichen Darbietungen,
die nicht an Veröffentlichungen in Büchern gebunden waren, aber dennoch
einem Formenkanon folgten. Volksdichtung und Volkstheater findet man
noch heute in der Türkei und anderen Ländern dieser Region. Mit anderen
Worten, nicht nur die geschriebene, sondern auch die gesprochene Litera-
54
tur weist Formen oder Gestaltungsregeln auf, die entweder für die reine
Literatur oder heute auch in Werbetexten gelten. Überhaupt hat sich das
Wort „Text“ für alle möglichen wörtlichen Gestaltungen in den letzten fünfzig Jahren immer mehr durchgesetzt.
Yüksel Pazarkaya, in Izmir geboren und aufgewachsen, kam mit 18
Jahren zum Studium der Chemie nach Deutschland und gehört zu denen,
die alle diese Varianten des Schriftstellers im eigenen Werk vereinigt haben.
Nach seinem Chemie-Studium an der Universität Stuttgart hat er ein Studium der Philosophie und Literaturwissenschaft angeschlossen, das er mit
der Promotion abschloss. Er hat schon als Student im Rahmen des Studium
Generale eine Theatergruppe gegründet und dann als Redakteur am Kölner
Rundfunk gearbeitet. Dort entstand auch der umfangreiche Film über die
Türkei mit eingebautem Sprachunterricht, für den seine Frau, Inci Pazarkaya, veranwortlich war.
Das Werk von Yüksel Pazarkaya besteht aus türkischen und deutschen
literarischen Veröffentlichungen, darüber hinaus jedoch auch aus grundlegenden Darstellungen der türkischen Kultur in allen ihren Ausdrucksweisen. Er schreibt über Literatur, Musik, Film, Theater, Volkskunst usw. für
die deutschen Leser. Den Chamisso-Preis hat er erhalten, weil er als Türke
in Deutschland lebt und deutsch schreibt. Auf Grund seiner Vielseitigkeit ist
er einer der wichtigsten Vermittler der türkischen Kultur geworden. Sein
kulturwissenschaftliches Buch „Rosen im Frost“, das 1983 im Unionsverlag
Zürich erschien (1989 erweiterte zweite Auflage), war eine grundlegende
Arbeit, die durch die Aufnahme in die Büchergilde Gutenberg eine große
Verbreitung gefunden hat. In diesem Buch stellt er nicht nur die türkische
Literatur von den Anfängen bis zur Gegenwart vor, sondern auch viele andere kulturelle Bereiche wie Religion, Geistesgeschichte, Volkskunde, Volksliteratur, Musik in allen Varianten, Geschichte des türkischen Films, Malerei
von der Volkskunst bis zur Moderne, Theater mit Dorfspiel, Stegreiftheater und moderner Dramaturgie sowie Schattenspielen. Auch die türkische
Kochkunst und das türkische Kunsthandwerk werden beschrieben. Wer auf
Reisen in die Türkei die köstlichen Gerichte der türkischen Küche kennen
gelernt hat, wird sich an die besonderen Genüsse beim Lesen der Kochrezepte sogleich erinnern.
Yüksel Pazarkaya beschränkt sich in seinem umfassenden Werk nicht
nur auf die Beschreibung und theoretische Erläuterung der kulturellen
Beispiele, sondern veröffentlich darin auch eigene Lyrik- und Prosa-Übersetzungen, zum Beispiel von Yunus Emre , Aşık Veysel, Nâzim Hikmet,
Orhan Veli, Fazil Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil sowie von Sait Faik,
Yaşar Kemal, Sabahattin Ali und Aziz Nesin. Er weist auch auf deutsche
Übersetzer der türkischen Literatur hin wie Otto Spies, Annemarie Schim-
55
mel und insbesondere Horst Wilfrid Brands, Gisela Kraft und viele andere. Daneben nennt er türkische Übersetzer wie Helga Dağyeli-Bohne und
Yildırim Dağyeli sowie andere, die als Türken die Gedichte und Prosa ihrer
Landsleute ins Deutsche übersetzt haben. Nicht vergessen sind auch seine
Übersetzungen deutscher Lyrik von Rilke, Walter Helmut Fritz und anderen
ins Türkische.
Der Unionsverlag in Zürich hat in den letzten zwanzig Jahren zahlreiche türkische Bücher in deutscher Übersetzung veröffentlicht, die natürlich
in diesem Buch aus dem Jahr 1989 noch nicht erwähnt werden konnten. Es
war für die deutschen Besucher der Buchmesse 2008 in Frankfurt, als die
Türkei Gastland war, mit Sicherheit ein großes Erlebnis, so viele alte und
neue türkische Autoren präsentiert zu sehen. Obwohl Türkisch inzwischen,
wie Yüksel Pazarkaya schon 1989 schreibt, die zweitgrößte Sprache in Deutschland ist, sträubt sich die deutsche Regierung leider immer noch, vom
Einfluss der türkischen Sprache und Literatur hinreichend Notiz zu nehmen und ihre Bedeutung zu erfassen. Glücklicherweise haben sich seither
jedoch einige renommierte Verlage in Deutschland und in der Türkei der
türkischen Literatur angenommen und viele Bücher in Übersetzungen oder
zweisprachig veröffentlicht. Es ist sehr bedauerlich, dass die deutsche Regierung durch den Visumzwang engere Kontakte zwischen deutschen und
türkischen Intellektuellen und Künstlern seit 1980 nicht gefördert hat. Die
Angst der Regierung vor der Einreise von Türken, die hier womöglich arbeiten möchten, zeitigt oft unglaubliche Blüten. Wie kann ein Kulturaustausch
stattfinden, wenn solche und ähnliche Vorbehalte herrschen? Doch auch
ohne staatliche Unterstützung werden Schriftsteller und Wissenschaftler
weiter versuchen, dem anderen Land die eigenen Veröffentlichungen oder
Kenntnisse zu vermitteln, ohne dass das Abendland dadurch dem Untergang geweiht ist.
Die Leistung der Menschen, die wie Yüksel Pazarkaya alle ihre schöpferischen Kräfte für die Vermittlung der Kulturen einsetzen, ist nicht hoch
genug zu bewerten. Seit seiner Promotion ist er unermüdlich tätig, zu
schreiben, aus dem Deutschen ins Türkische und umgekehrt zu übersetzen, zusammen mit seiner Frau Inci Reiseführer, Sprachlehrbücher und
Kochbücher zu veröffentlichen. Seine Bücher erscheinen in der Türkei
und in Deutschland. Den Ehrendoktor der Universität Çanakkale, an der
er Vorlesungen über deutsche und türkische Literatur hielt, hat er neulich
neben verschiedenen deutschen und türkischen Preisen erhalten. Außerdem hat er die deutsche und türkische Literatur in Amerika unterrichtet.
Er ist somit einer der wichtigen Vermittler zwischen beiden Kulturen, was
auch dann wahr wäre, wenn er sich nur halb so unermüdlich dafür einsetzen würde.
56
Ich verdanke Yüksel Pazarkaya persönlich sehr viel. Neben den Anregungen während der verschiedenen Reisen in der Türkei und den Besuchen
bei seiner Familie auf der Insel Gökçeada habe ich mich mit Hilfe seiner eigenen oder mit den Büchern, die er mir empfahl, mit der türkischen Kultur
auseinander setzen können. Er und seine Frau, aber auch andere Freunde,
die ich in der Türkei gefunden habe, haben mir den Weg in eine vor fünf
Jahren noch unbekannte, faszinierende Welt gezeigt, die mich nicht mehr
loslässt. Sein Sohn Utku wurde mein Sprachlehrer, und wenn ich die türkische Sprache aus Altersgründen auch nicht mehr beherrschen werde, so ist
die Beschäftigung mit dieser logisch gebauten Sprache eine große interessante Bereicherung, die ich nicht mehr missen möchte.
57
Prof. Dr. Elisabeth Walther
Felsefe, Göstergebilim
Edebiyat ve Arabulmak
Yazarlar vardır, yalnız kendi dillerinde ifade edebilirler ve etkilenmemek
için başka bir dil öğrenmek istemezler. Bu tavrın altını çizmek için, Francis Ponge, “Dilim vatanımdır,” diye yazdı. Başka yazarlar, başka bir dili ya
da dilleri merak ederler. Onları öğrenir ve edebiyatlarını okurlar. Onlardan
az çok etkilenerek, çeviri yoluyla kendi dil toplumlarının üyelerine iletirler. Böylece bu yazarlar ve dilleri arasında bir bağ kurulur. Diğer bir yazar
türü de, yaşamları sürecinde, başka bir ülkeye yerleşir, yeni dili öğrenir ve
yeni ülkelerinin edebiyatıyla ilgilenir. Bu tür içinde, yalnızca yeni dillerinden anadillerine çeviri yapmakla yetinmeyip, kendileri de bu yeni dillerinde
yazan yazarları ayırmak gerekir, bunlar yeni dillerinde kitap çıkarırlar, makale, deneme, şiir, anlatı v.b. yayınlarlar. Almanya’da bu tür yazarlar bir süredir Adelbert von Chamisso Ödülü ile değerlendiriliyorlar. Bütün bunların
ötesinde özel öneme sahip başka bir yazar sınıfı ise, iki dilde yazıp çevirmenin dışında edebiyat kuramıyla genel olarak ilgilenen, belki diğer sanatları
ve kültür olaylarını dikkate alan, eleştirel olarak yansıtan, başka okurlara
ileten ve böylece kapsamlı bir aracı rolü üstlenen yazarlardır.
Bütün bu yazarların yayınları sayesinde, dünya edebiyatı dediğimiz şey
ortaya çıkar. Edebiyatlar, ülkelerin ve dillerin sınırını aşan bir iletim ağı
oluşturur. Birdenbire yeni edebiyat deneyleri, çoğun birçok ülkede aynı zamanda ortaya çıkar. Orada ya da burada oluşan yeni biçimler, yeni özler,
benzer eğilimler gösteren kendi çalışmalarımızı tetikler. Örneğin Nâzım
Hikmet Moskova’da okurken, Mayakovski tarafından böyle etkilendi. Gerçi
Rusça yazmadı, Türkçe yazmayı sürdürdü, ama Mayakovski’nin yeni biçimlerini kendi meslektaşlarına ileterek, onların da bundan esinlenmelerine yol
58
açtı. Başka yazarlar, örneğin İngiliz edebiyatını yeni biçimlerle zenginleştiren Gertrude Stein’dan etkilenerek, onun yöntemini ya da biçimlerini kendi dillerinde kullandılar. Yine bir başka küme yazar, Stéphane Mallermé,
Arthure Rimbaud, Paul Valéry ve diğer birçok Fransız yazarını beğenerek,
onların yeni biçim ve özlerini kendi yapıtlarında kullandılar.
Somut şiir, salt tek dilden oluşması gerekmeyen, ilke olarak birden
fazla dilden somut bir metin oluşturan, birkaç söze indirgenmiş bir yazın
türünün dünya ölçeğinde yayılmasına bir örnektir. Somut şiir birdenbire,
çeviriye gerek kalmaksızın, dünyanın birçok yerinde aynı zamanda ortaya
çıktı. Zira burada yazınsal değeri sözler değil, Eugen Gomringer’in ifadesiyle
sözlerin kombinasyonlara ya da Helmut Heißenbüttel’in deyişiyle konstelasyonlara istiflenmesi ya da biçimlenmesi güvenceye alır. Bunların öncülleri
Yunan-Roma antik dönemine kadar uzanır ve günümüze dek figürsel şiirler
olarak yüzyıllar boyu yansılanmışlardır. Oysa, figürsel şiirlerin, bir dili yeğledikleri için, somut şiirle doğrudan ilişkileri yoktur. Ayrıca, genellikle düğün,
doğum, sınav kazanma v.b. gibi durumlar için kutlamadırlar.
Sözlerin şiir, düzyazı, dram olarak biçimlenmesine bağlı metinlere edebiyat diyoruz. Belli çağlarda bulunan ve kullanılan edebi ya da şiirsel biçimler her zaman seçkin bir anlam taşıdı. Bu biçimler bir tek dile özgü kalmayıp,
diğer dillerde de kullanıldı. Goethe, örnek olarak, Hafız Divanı’na hayrandı
ve Batı-Doğu Divanı’nda, bu biçimlerin ona nasıl etkili bir esin kaynağı olduğunu belgeledi. Yakın Doğu anlatıcıları, kitap haline gelmeyen, yine de
belli bir kanonu izleyen sözlü canlandırmalarla edebiyat dünyasını zenginleştirmişlerdir. Halk edebiyatına ve halk tiyatrosuna bugün de Türkiye’de ve
bu bölgenin diğer ülkelerinde rastlamak mümkün. Diğer bir deyişle, yalnız
yazılı değil, aynı zamanda sözlü edebiyat da, hem salt edebiyatta, bugün
hem de reklam metinlerinde geçerli biçimler ya da canlandırma kuralları
gösterir. Genel olarak “metin” kavramı son elli yılda her türlü söz biçimlendirmeleri için gittikçe daha fazla kabul gördü.
İzmir’de doğup büyüyen ve 18 yaşında kimya öğrenimi için Almanya’ya
gelen Yüksel Pazarkaya, yazarlığın bütün bu çeşitlemelerini kendi yapıtında
toplayan yazarlardan biridir. Stuttgart Üniversitesi’nde kimya öğreniminin
ardından edebiyat bilimleri felsefe öğrenimine devam etmiş ve doktora ile
tamamlamıştır. Henüz öğrenciyken Studium Generale çerçevesinde bir tiyatro kurmuş ve daha sonraları WDR Köln Radyosu’nda redaktör olarak
çalışmıştır. Orada aynı zamanda Türkiye hakkındaki kapsamlı bir dizi film
gerçekleşmiş ve bu dizi içinde eşi İnci Pazarkaya’nın kaleminden Almanlar
için Türkçe bölümleri de yer almıştır.
Yüksel Pazarkaya’nın yapıtı, Türkçe ve Almanca yazınsal yayınlardan
oluşuyor, bunun ötesinde ama aynı zamanda Türk kültürünün her türlü ifade tarzını anlatan temel yazılardan da. Alman okurlar için edebiyat, müzik,
59
sinema, tiyatro, halk sanatları v.b. üzerine yazıyor. Almanya’da yaşayan ve
aynı zamanda Almanca da yazan bir Türk olarak, Chamisso Ödülü’nü aldı.
Çalışmalarının çeşitliliği onu Türk kültürünün en önemli temsilcilerinden
biri yaptı. 1983 yılında Unionsverlag Zürih’te çıkan (1989 genişletilmiş ikinci
basım) kültürbilimsel kitabı Rosen im Frost (Zemheri Gülleri – Türk Kültürüne Bakışlar), temel bir çalışmaydı, Büchergilde Gutenberg yayın programına da alınarak geniş okur kitlelerine dağıldı. Bu kitapta yalnız Türk edebiyatını başlangıcından günümüze dek tanıtmakla kalmıyor, aynı zamanda din,
düşün tarihi, halkbilim, halk edebiyatı, çeşitli türleriyle müzik, Türk sinema
tarihi, halk sanatından moderne kadar Türk resim sanatı, köy seyirlik oyunları, orta oyunu, Karagöz ve modern dramatürji dahil Türk tiyatrosu tanıtılıyor. Türk mutfağı ve Türk halk sanatları anlatılıyor. Türkiye yolculuklarında
Türk mutfağının nefis tatlarını tanıyan biri, tarifleri okuma esnasında bu
zevki anımsayacaktır.
Yüksel Pazarkaya, kapsamlı yapıtında kültürel örnekleri tanımlamak ve
kuramsal olarak açıklamakla yetinmiyor. Orada aynı zamanda kendi çevirileriyle, örneğin, Yunus Emre, Âşık Veysel, Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Fazıl
Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil’den şiir, ayrıca Sait Faik, Yaşar Kemal,
Sabahattin Ali ve Aziz Nesin’den düzyazı örnekleri sunuyor. Otto Spies, Annemarie Schimmel ve özellikle Horst Wilfrid Brands, Gisela Kraft ve birçok diğerleri gibi, Türk edebiyatından çeviriler yapan Alman çevirmenlere
de dikkat çekiyor. Ayrıca Helga Dağyeli-Bohne, Yıldırım Dağyeli v.b. gibi
Türk şiirlerini ve anlatılarını Almancaya çeviren Türk çevirmenlerden de
söz ediyor. Kendisinin Alman şiirinden, örneğin Rilke’den, Walter Helmut
Fritz’den v.b., Türkçeye yaptığı çeviriler de unutulmamalıdır.
Ünionsverlag Zürih son yirmi yılda Türk edebiyatından pek çok yapıt
çevirip yayınladı. Bunlar doğallıkla 1989 yılında yayımlanan bu kitapta yer
almıyor. Türkiye’nin konuk olduğu 2008 Frankfurt Kitap Fuarı, pek çok eski
ve yeni Türk yazarıyla buluşan Alman ziyaretçiler için bir olaydı. Yüksel
Pazarkaya’nın daha 1989 yılında yazdığı gibi, Türkçe Almanya’nın ikinci
büyük dili olmasına karşın, Alman hükümeti ne yazık hâlâ Türk dilinin ve
edebiyatının etkisini ve önemini gereğince kavramaya direniyor. Ama iyi ki,
son yıllarda Almanya’da ve Türkiye’de adı sanı olan yayınevleri, Türk edebiyatına yönelerek çeviriler ya da iki dilli kitaplar yayınladı. Ne yazık, Alman
hükümeti 1980 yılında vize zorunluğu koyarak Türk ve Alman aydınlar ve
sanatçılar arasında daha sıkı bağlar kurulmasına katkı sağlamadı. Buraya
gelince belki iş tutmak isteyecek Türkler karşısında Alman hükümetinin
korkusu akıl almaz görünümler sergiliyor. Bu ve benzer çekinceler olduğu
sürece bir kültür alışverişi nasıl gerçekleşebilir? Ama devlet desteği olmadan
da sanatçılar ve bilimciler, diğer ülkeye kendi yayınlarını ve bilgilerini aktarma yollarını deneyeceklerdir, Batı dünyası da bundan batmayacaktır.
60
Yüksel Pazarkaya gibi bütün güçleriyle kültürleri aktaran insanların
çabaları ne kadar değerlendirilse azdır. Doktorasını tamamladığından beri,
yorulmak bilmeden yazıyor, Almancadan Türkçeye ve ters yönde çeviriler
yapıyor, eşi İnci Pazarkaya ile birlikte dil kitapları, gezginler için sözlükler
ve yemek kitapları yayınlıyor. Kitapları hem Türkiye’de, hem Almanya’da yayımlanıyor. Türk ve Alman edebiyatı dersleri verdiği Çanakkale Üniversitesi
onursal doktor payesini de, Türkiye’de ve Almanya’da aldığı çeşitli ödüllerin
yanı sıra kazandı. Ayrıca Amerika’da Alman ve Türk edebiyatı dersleri verdi.
Böylelikle o, gösterdiği çabanın yarısını bile gösterse, iki kültür arasındaki
önemli temsilcilerden biridir.
Yüksel Pazarkaya’ya ben de çok şey borçluyum. Türkiye’ye yaptığım
çeşitli geziler sırasında ve Gökçeada’da ailesini ziyaretlerimde, onun kendi
kitapları ya da bana önerdiği diğer kitaplar sayesinde, Türk kültürüyle uğraşmam mümkün oldu. O ve eşi, ama Türkiye’de tanıdığım diğer dostlar da,
daha beş yıl öncesine kadar bilmediğim ve artık peşimi bırakmayan, büyüleyici bir dünyanın yolunu gösterdiler. Onun oğlu Utku, Türkçe öğretmenim
oldu. Yaşım nedeniyle Türkçeyi artık pek iyi kullanamasam bile, mantıklı
yapıya sahip bu dille uğraş benim için, artık vazgeçmek istemeyeceğim büyük ve ilginç bir zenginlik.
61
Ayşe Sarısayın
Yazar
Yüksel Pazarkaya
İle ‘Dostluk Dolayları’nda
Yirmi yılı aşkın… Liseyi bitirmiş, yurtdışına eğitime gidecektim. Çıkış işlemleri
için, henüz yeni on sekiz olmuştum, ama askerlik yoklama ve erteleme belgesi
gerekiyordu.
Bilemiyorum, üsteğmen miydi, yüzbaşı mı? Semtin askerlik şubesi komutanı beni öyle çocuk görünce ne demişti.
“Güle güle git, oku. Vatana en büyük hizmeti yapıyorsun.”
Güle güle gittim.
Okulda görmediğim bir yabancı dili öğrendim. Ancak coğrafya dersinden
adını, yerini, nüfusunu, yüzölçümünü, büyük kentlerini, büyük ırmaklarını
ve masalsı sanını bildiğim o ülkenin, uçaktan iner inmez burnuma çarpan
keskin, yaban kokusuna alıştım. Okudum, aşık oldum, orada evlendim, çalışmaya başladım. (…)1
Düşünüp duruyorum günlerdir, Yüksel Pazarkaya’nın 70. yaşını kutlama yazısına, Ben Aranıyor romanındaki bu sözlerle başlanabilir mi diye.
Hem onun yaşam ve edebiyat serüveninin temel duraklarına değinmek,
hem de ‘bendeki Yüksel Abi’yi anlatabilmek, Umut Dolayları, Dost Dolayları,
Sen Dolayları, Sevgi Dolayları ve Yol Dolayları kitaplarının yazarına ‘Dostluk
Dolayları’na uzanabilen bir yazı yazabilmek, hiç de kolay değil! Hep aynı
kaygılar: İçimden geçenleri ifade edebilecek miyim, doğru sözcükleri bulabilecek miyim, okuduğunda onu bir an olsun gülümsetebilecek miyim?
Kolay olmamıştır kuşkusuz Almanya’da yaşamak, on sekiz yaşında geldiği, dilini ve kültürünü hiç bilmediği bir ülkede yer edinmek: (…) savaşı
başlatan bu ülkeye savaş sonrası gelince, bir ikinci benliğimin doğduğunu,
1 Yüksel Pazarkaya, Ben Aranıyor romanından (Cem Yayınevi, 1989)
62
yeni yaşım ilerledikçe anlayacaktım. Yeni yaşım bilinçlendikçe, savaşın, baskının, soykırımın, faşizmin, nazizmin, kimliksizliğin ve benliksizliğin, kulluğun
ve uşaklığın, sömürünün ve emperyalizmin ne olduğunu ucundan ucundan
anlayıp kavramaya başlayacaktım. (…) Ama bunun için önce içine yeniden
doğduğum ülkenin dilini öğrenmem gerekiyordu. (…) Bu ikinci doğumumda bir değil birden çok annem ve babam vardı. Dili onlardan öğreniyordum,
heceleye heceleye, kekeleye kekeleye. Belki de bir tek anneden öğrenilmeyen dil,
anadil olmuyordu. (…)2
Neyse ki ‘aşk’ vardır, bu hoyrat dünyayı yaşanası kılan: Bir kılavuz bu
aşk sana. On sekizine gelmeden yollara dökülmen ondan. On sekizine gelmeden onun da yollara dökülmesi… Yollar bir gün aniden bir yerde kesişmeli. O
dalgaları, o duyguyu kavramak ne mümkün, bugün ve yarın… (…)3
İlk karşılaşmanın etkileri, ‘aşk’ın yeşerttiği umutlar kolay kolay unutulmayacak, yıllar sonra yazılan bir öyküde karşımıza çıkarak, içimizi ısıtıverecektir bir anda: Buğday tenine boyanmış koyuca kırmızı dudaklar hemen
dikkatimi çekti. Sonra kara kaşları, kaş diye durmuyorlardı., kütüphane sessizliğinin içine ışıltılı bakışlarından yaşam fışkıran gözlerinin üstünde. Dudaklarla, gözlerle, yanaklarla bir kompozisyon, bakışlarımı ayıramadığım bir
alımlılık oluşturuyordu. Resim demek istemem, resim insan elinden çıkar. Bu
yüz, uzun kara saçların da katıldığı bir Tanrı yaratığına, o yaratığın kendi yaratıcı eli de değmiş, sanatta olabilecek güzelliği çok aşan, değişik tanımsız bir
güzellikti. Doğalla sanatın bireşimi. (…)
“Kara Kazaklı Kız” öykücüğü çıktı ortaya. (…)
“Sizin yüzünüzden ders çalışamadım geçen gün,” dedim.
“Ne yaptım?” derken gözlerinin karası ışıyordu.
“Sizi gördüm, bir öykü yazdım.”
Mutlaka okumak istiyordu. Ertesi gün kütüphanede buluşup, öyküyü
kendisine vermek üzere sözleştik. Öyküye birkaç şiir de ekleyip verdim.
Ben edebiyatı en çok o zaman sevdim.4
Öykünün devamında bir ilişkiyi özetleyen şu sözler, ‘aşk’ın alabildiğine
yalın bir tanımlaması da olabilir mi, aynı zamanda?
Buluştuk, seviştik, nişanlandık ve evlendik.
Yirmi beş yıl oldu. Yirmi beş gün gibi. (…)
Yeni ülkedeki ‘dil babaları’ndan biri, kolunu savaşta yitirmiş bir adamdır. Ancak savaştan da, kolunu yitirişinden de söz etmez, aralarında sessiz
bir anlaşma vardır adeta: Ben yeni doğmuş bir dilsizdim, o belki de yitik yılları
2 Yüksel Pazarkaya, Kolsuz Adam öyküsünden (Güz Öyküleri, Cem Yayınevi, Ekim
2007)
3 Yüksel Pazarkaya, Aşk öyküsünden (Kış Öyküleri, Cem Yayınevi, Kasım 2008)
4 Yüksel Pazarkaya, Gümüş Yıldönümü öyküsünden (Güz Öyküleri, Cem Yayınevi,
Ekim 2007)
63
7 Yüksel Pazarkaya, İncindiğin Yerdir Gurbet şiirinden (İncindiğin Yerdir Gurbet,
Şiir Tiyatro Yayınları, 1979)
farklı kültürler arasında bocalamalarına tanıklık ederken, kendi özlemleri
daha farklıdır belki de: Kırıldı incelikler / Tükendi mi soğudu mu ilişkiler / Bir
top oynayabilsem sokakta gençlerle / Daha bana hiçbir çocuk – bildik bilmedik
/ Amca diye seslenmedi bu yerde / Fırından hiç ekmek almaz mı burada çocuklar / Gitmezler mi evlerine kıyısından köşesinden yiyerek / Ben daha sokakta
yoğurt parmaklayan / Hiçbir çocuk görmedim bu yerde. / Yuvalarda okullarda
kapalı çocuklar / Gençler yalnız diskolarda / Çocuk görmek için yuvalara giremem ki / Gençlerle diskolarda konuşamam ki / Yaşlılar yaşlı evinde / Parkta
metroda kümelenmiş serseriler / Aralarında iki litrelik şişe / Bir külhanları bile
yok kış gününde / (…) / Bir sevgili arkadaşım çıkagelse çok uzaktan / Heybesinde incelikler sıcak ilişkiler / Heybesinde bol zaman yaşamak için / Salt
yaşamak için.10
Yüksel Pazarkaya, Alman edebiyatından yaptığı çevirilerle, Türkiye’deki
okurları pek çok eserle buluşturuyor. Türk edebiyatını Almanya’da tanıtmak
için yaptığı çalışmalar ve sayısız çeviri ise, dönüp dolaşıp askerlik şubesinde
onu uğurlayan adamın sözlerini anımsatıyor bana: Vatana en büyük hizmet!
Sıradan bir dilek mi, yoksa bir kehanet mi sorusu, sonucu değiştirmiyor.
Edebiyat alanıyla da sınırlı kalmayan çabaları, toplumsal duyarlılığı, yaşadığı dünyaya karşı duyduğu sorumluluk, gerçekleştirdiği pek çok projede
somut olarak görülüyor. Bu örneklerden biri de, Mölln ve Solingen’den sonra
Almanya Üzerine çalışması. Doğu Bloğu’nun çökmesi ve Almanya’nın birleşme sonrası büyümesinin ardından yoğunlaşan ırkçı saldırıları, cinayetleri
yedi ünlü yazarla yaptığı konuşmalarla irdelerken, temel sorunlardan biri
olan kimlik sorununu açmaya çalışıyor.
Ancak savaşlarla, soykırımlarla, katliamlarla gölgelenen dünyanın tüm
acılarına rağmen umutlarını yitirmiyor, en önemlisi de yaşamın bağışladığı küçük mutlulukların değerini biliyor: Sevdiğin karınla kahvaltı, az güzel
bir şey mi? Tavşan kanı, demli, Paşabahçe içindeki sıcak çay… Kim sevdiği
karısıyla birlikte kahvaltı edebiliyor sabahleyin? Hadi diyelim herkes ediyor.
Kim bunca yıl sonra hâlâ sevebiliyor karısını, ilk gündeki gibi, daha da fazla
seviyorum, diyebiliyor?
Bir gün boyunca sağlıklı olmak. İşe gitmek, yolları, ağaçları, kenti, mağazaları, insanları görmek az güzellik mi? İnsanlarla konuşmak, söyleşmek…
(…)
Güzel günler yaşayacağız, türünden avuntuları anlayamıyorum artık.
Güzel günler yaşıyoruz, demek istiyorum.
Güzel günler değilse bile, kimi ölçütlere göre, onları güzellemek istiyorum.
Güzel günler yaşıyoruz, diyebilmek için.11
8 Yüksel Pazarkaya, Aşmak Gurbeti şiirinden (İncindiğin Yerdir Gurbet, Şiir Tiyatro
Yayınları, 1979)
10 Yüksel Pazarkaya, Öyle Bir Yaşam şiirinden (Karanlıktan Yakınma, Cem Yayınevi, 1988)
9 Yüksel Pazarkaya, Amerikan Child Oy Çocuk şiirinden (Umut Dolayları)
11 Yüksel Pazarkaya, Güzel Günler öyküsünden (Kış Öyküleri, Cem Yayınevi, Kasım 2008)
benimle unutmak istiyordu. (…) Bugün çok değişik anımsıyorum elbette onun
kesik kolunu. Ve öfkeleniyorum, öfkeleniyorum, o onbaşı bozuntusu, ressam
bozuntusu Nazi başına, onu anlağı izanı bağlanmış gibi yıllar yılı seyreden
dünyaya. (…) Ama biliyorum, öfke yeterince önlem ve engel değildir onlara
karşı. Yeni doğduğum ülkede en çok onu öğrendim artık, bu ikinci ömrümde
de epey yaş almış biri olarak. Öfke bir şeye yetmiyor, bilgi, bilinç, eylem ve dayanışma gerekiyor.5
Yüksel Pazarkaya’nın tam da bu öyküsünde anlattığı gibi yaşadığını
söylemek, bir yanılgı olmayacaktır kanımca. Öfke duysa da, bu duyguya yenilmemeyi başararak, bilgi, bilinç, eylem ve dayanışma kavramlarının ışığında yol almaktan hiçbir zaman vazgeçmemiştir çünkü.
Kolsuz adamı farklı kılan, yalnızca kolunu yitirmesi değil, savaş öncesinde bir tiyatro oyuncusu olmasıdır: Onu unutamazdım, çünkü ilk doğduğum ülkede ilk gençlik yıllarımda kentimize gelen büyük kent tiyatrosunun
oyununu ilk izlediğim akşam, her şey olmuştu gönlümde ve zihnimde. (…)6
Kendi deyişiyle, sonraları bir tiyatro delisi olup çıkan Yüksel Pazarkaya, kimya yüksek mühendisliği eğitimini tamamladıktan sonra edebiyata, felsefeye
ve tiyatroya yönelecek, Mediha, Ferhat’ın Yeni Acıları, Haremden Kadın Kaçırma, Köşetaşı gibi oyunları kazandıracaktır bizlere.
Çocukluk anılarıyla beslenen tiyatronun yeri ayrı olsa da, şiir de ihmal
edilmeyecektir. sevilmez incinir sevi / alınır hoyrat sözlerden / istemsiz açık ellerden / incindiğin yerdir gurbet,7 dizeleriyle ya da biz aştık gurbeti / gurbet bize
alıştı / özlem yükü duygu küpü / değil iç kıpırtıları / bir doyumsuzluk gurbet /
(…) / alıştık biz gurbete / gurbet bizi aşınca8 dizeleriyle dile getirilen duygu,
Yüksel Pazarkaya’nın gurbeti değildir yalnızca. Büyük oğlu Utku’ya adadığı
bir şiirinde, babaları gurbette olan tüm dünya çocuklarının sesi duyulur: vietnama uçan ak uçak / babamı al getir / koreye uçan ak uçak / babamı al getir
/ libyaya uçan ak uçak / babamı al getir / türkiyeye uçan ak uçak / babamı al
getir / (…) / bütün cephelerde babam / evde değil9
Oturma İzni ve Güz Rengi kitaplarındaki öykülerde, doğdukları ülkelerin gitgide dayatan koşulları yüzünden Almanya’ya ya da daha genel anlamda alışkın oldukları coğrafyadan dışarıya savrulan işçilerin sorunlarına,
5 Yüksel Pazarkaya, Kolsuz Adam öyküsünden (Güz Öyküleri, Cem Yayınevi, Ekim
2007)
6 Yüksel Pazarkaya, Kolsuz Adam öyküsünden (Güz Öyküleri, Cem Yayınevi, Ekim
2007)
64
65
Şiirlerinde çizdiği resimler öylesine sahici ki kimi zaman, bizleri de
küçük mutluluklarımıza sahip çıkmaya çağırıyor: Çaydanlıktır / Sabahleyin
fokurdayan. / (…) / Yanı başımda sevgilim / Çayı ocağa oturtacağım o uyanmadan / Keyif olacak kahvaltımız nefis köreltme değil / Gazeteyi açacağım radyonun müziğini / Ve günaydın diyeceğim o mahmur inerken. / Çay demleniyor
dünya buyur diyor camdan / Sevdiğim uyanacak birazdan / Gün ışığı yağmur
bulut kuş / Çöp kamyonu yapı işçileri postacı / Çaydanlığın fokurtusu gazetenin sayfaları / Radyonun müziği dünya bu sabah da buyur diyor..12
İzmir doğumlu olan Yüksel Pazarkaya’nın Ege’de geçen çocukluk
ve ilkgençlik yılları, yazdıklarına da yansıyor. Frankfurt’tan Amerika’ya
uçarken örneğin, Eşrefpaşa’da bir akraba ziyareti düşüyor belleğine.
Varlığından içten içe gurur duyduğu ‘polis amca’ların evine ilişkin, yıllar
geçse de unutulmayan ayrıntılar, uykulu eve dönüşler: Bu gece yürüyüşlerinden belleğime resim olup işlenmiş hiç geçmeyen hiç solmayan imge,
İzmir’in İmbat ile berraklaşmış yaz gecesindeki ay dede. Eşrefpaşa’dan
Tilkilik’in üstündeki Altınordu Mahallesi’ne kadar bütün yol boyunca ay
dede hep benimle yürüyor. Bir adım bile ayrılmıyor yanımdan. Durmadan
gölgemi yere vuruyor gecede.13
Kısa süreli tatiller dışında İzmir’de hiç yaşamadığım, imbatı hiç bilmediğim halde, bu sahne nasıl da tanıdık! Yüksel Pazarkaya’nın ay dedesi, yeryüzündeki tüm çocukların uykulu eve dönüşlerine eşlik ediyor…
‘Bendeki Yüksel Abi’yi ortak anılarımıza dönmeden anlatabilmem
mümkün değil. 70’li yıllar, ilk karşılaşmalarımız... Gerçek anlamda tanıştığımız 1980 yazı… Üniversite son sınıftayım. Yüksel Abi, kimya mühendisliği
stajımı Almanya’da yapabilmem için yardımcı olup, Stuttgart’taki DaimlerBenz fabrikasında bir staj yeri bulmamı sağlıyor. Daha önceleri de pek çok
kez bir arada olduğumuz halde, karmakarışık duygularla Stuttgart havaalanına inerken, onunla ilk kez karşılacakmışım gibi, alabildiğine tedirginim.
Tedirginliğim uzun sürmüyor. İnci’nin içten karşılaması, çocuklarla
(Utku, Toygar ve Suzan) kurulan sıcak ilişkiler, günlük yaşama dair küçük
paylaşımlar tüm kaygıları ortadan kaldırıyor. Pazarkaya ailesinin dillere destan konukseverliğinin sırrı bu olsa gerek: Konuklarının kendilerini değerli
hissetmelerini sağlarken, bu konukluğun onlara hiçbir rahatsızlık vermediği, günlük yaşamın her zamanki gibi süregeldiği duygusunu yaratabilmek!
Yola çıkarken hiç bitmeyeceğini sandığım 1980 yazı, göz açıp kapayıncaya
dek geçiveriyor. Üç ay sonra İstanbul’a dönerken, biriktirdiğim güzel anılar, yirmi üç yaşımın bakışıyla yaptığım gözlemler, Yüksel Abi’yi ve sevgili
İnci’yi kendimce konumlandırdığım yerler ve biraz hüzün var yanımda. Her
ayrılışa az çok eşlik eden hüzün, yaklaşan sonbaharın da etkisiyle varlığını
iyiden iyiye hissettiriyor.
O dönemden herkesin eşit konumda olduğu, huzurlu ve sıcak bir evle,
sakin, sesini yükseltmeyen, kolay kolay öfkelenmeyen, yapıcı, karşısındakine sonsuz güven veren ve vefa duygusu çok belirgin olan bir insan kalıyor
anılarımda. Otuz yıla yaklaşan zaman içinde gelişen dostluğumuz - çok sık
bir araya gelemediğimiz halde, hep bıraktığımız yerden devam edebilmemizin, bu dostluğun gelişmesinde en belirleyici unsurlardan biri olduğunu
düşünüyorum - ilk izlenimlerimi değiştirmiyor, tersine pekiştiriyor. Yüksel
Abi’nin onaylamadığı ‘insanlık halleri’ne bile anlayışla yaklaşmaya ve ardındaki nedenleri bulmaya çalıştığını, olayların görünmeyen yüzünü irdeleme
çabasında olduğunu ise, zamanla fark etmeye başlıyorum...
Stuttgart’taki evin her köşesine yayılan sıcaklığın, büyük ölçüde İnci’den
kaynaklandığını algılayabiliyorum elbette, ama Yüksel Abi’nin bir öyküsünde dile getirdiği ayrıntıları göremeyecek kadar gencim henüz:
Onun anaç bir rahatlığı var. Her kulübeyi, her çadırı, her fakirhaneyi yuva
kılan elleri. Elbette kolay gelmez içinden bir yuvayı terk etmek. Yuvasız edemez. O zaman, salt senin için iyi olur, sen gidesin, diye o da eşlik eder. Gittiği
yere hemen yuva aşısını yapar ve orayı ısıtır. İsterse, bir günlük bir otel odası
olsun…
Böyle olunca, senin yuvan odur. Çatı altı dört duvarı hiç yuva görmedin
onsuz. O olmadan her yerde yuvasızsın. Onun gittiği yerdir seni ısıtan. (…)14
Pazarkaya ailesiyle bir araya gelmemi sağlayan ise, babamın 1972 yazında Deutscher Akademischer Austauschdienst organizasyonunun davetlisi
olarak Almanya’ya gitmesiyle başlayan süreç. Stuttgart’ta kurulan dostlukları, sonraki yıllarda mektuplarla ve kısa süreli de olsa, bir araya gelmelerle pekişiyor, ailece görüşmeler başlıyor ve Yüksel Pazarkaya, babamın
‘vazgeçilmez’leri arasına giriyor: “Efkârlandıkça yaz bize!” diye yazmış Yüksel;
pek hoşuma gitti. Efkâr! O benim ezeli kırbacımdır. Hayal, avuntu otlaklarına,
kırbaçsız yola çıkar mı lağar beygir? Yazarım, şu ordan gelme bu ince kâğıtlar
bitene kadar en az, yazarım. Daktilosuz yazacağım, çünkü ben daktiloyla yazmaya kalkınca hemen kopya kağıdını da geçiriyor, öyle yazıyorum; sonra bir
nüshası bende kalıyor. Sonra bu, hesaplı bir dikkat, bir kollayış yaratıyor tabii! Sizden mi çekineceğim, avucum gibi biliyorsunuz artık beni. Böyle olsun
istemezdim, oldu. Bir çekidüzen, bir yazdığımı bir daha yazmamak kollayışı,
nedenmiş? Kalsın! Hep aynı şeyleri tekrarlarsam mektuplarımda, demek ki
çıkmaz gömleklerim onlar benim. İyidir, size öncesini, sonrasını düşünmeden,
işte neysem öyle, yazmak iyidir. Çünkü burada bir Şipal, orada sizler, bu iki
12 Yüksel Pazarkaya, Mutluluk şiirinden (Mutluluk Şiirleri, Açı Yayıncılık, Eylül 1995)
13 Yüksel Pazarkaya, Güneş öyküsünden (Güz Öyküleri, Cem Yayınevi, Ekim 2007)
66
14 Yüksel Pazarkaya, Aşk öyküsünden (Kış Öyküleri, Cem Yayınevi, Kasım 2008)
67
Garp Cephesi, çekti benim nazımı. “Sırtınızda yük gibiydim âdeta.”15
Babamın ölümünün hemen ardından Stuttgart’ta kaldığım yaz, bazı
gezintiler yapıyoruz, İnci ve Yüksel Abi’yle birlikte. Café Maurer’e gidiyor,
Feuerbach dolaylarında, Wiener Wald’de uzun uzun yürüyoruz. Babamın
bir mektubunda yer alan “Wiener Wald’ler, Café Maurer’ler bitti, hayal oldu
o demler, evli evine, köylü köyüne gitti, silindi yüzümüz aynalardan”16 satırları da, Almanya günlerinden izler taşıyan kimi dizeleri de - (...) Yabancılar geceleri çıkıyor / Boş sokaklar bizim / Karanlıkta bir türkü / Gündüzleri
görünmüyor. / Bu sıkıntı akşamları / Özlemi, öc alması yurdun / Kararmış,
ağarmış / Döneriz bir gün17. – belleğimde yok henüz. Yaşananların gerçeklik
kazanması için, anıların birikmesi ve Yüksel Abi’nin 1972 yazına uzanan şu
dizelerinin okunması gerekiyor belki de: (…) / Gizleyip gölgeni duvar / Diplerinden geceleyin / Issız bir türkü yine / Gece Feurbach’ta bildiğin / Bir yığın
yalnızlık / Sokakta anın geceleyin / Kaçıp kurtulurum / Belleğimde şiirlerin.18
Feurbach’daki gezintiler, yıllar içinde ‘dostluk dolayları’na uzanacak bir yolculuğun başlangıcı oluyor.
Akıp giden zamana karşı tek avuntumuz, anılar galiba! Anımsamak istemediklerimiz de var kuşkusuz, yaşanmamış olmasını tercih ettiklerimiz de.
Dönüp baktığımda, Yüksel Abi’yle İnci’ye dair anılarımın hiçbir öfke ya da
kırgınlık barındırmadığını görüyor, çok seviniyorum. İstanbul’da, Silivri’de,
Köln’de ya da Gökçeada’daki evlerde çoluk çocuk hep birlikte buluşmalarımız, İstanbul’un eski meyhanelerinde koyulaştırdığımız sohbetler... Karanlık geceleri aydınlatan yıldızlar kadar parlak ve ışıklı tümü de!
Nice yıllara, sevgili Yüksel Abi! İnci’yle birlikte, nice ‘bitmeyen gün’lere,
‘tükenmeyen yıl’lara: Onunla gün bitmez, yıl tükenmez, yaşam tatlı tatlı sürer.
Aşk dediğin böyle bir duygu. Sen gidiyor, o oluyor. İki yarım bütünleniyor.19
Mart 2009
15 Behçet Necatigil’in 14 Kasım 1972 tarihli mektubundan
16 Behçet Necatigil’in 28 Eylül 1972 tarihli mektubundan
17 Behçet Necatigil, Konuk İşçi şiirinden (Şiirler, YKY, 2002)
18 Yüksel Pazarkaya, Behçet Necatigil’e ithaflı 1981 tarihli Bir Yığın Yalnızlık
şiirinden (Karanlıktan Yakınma, Cem Yayınevi, 1988)
19 Yüksel Pazarkaya, Aşk öyküsünden. (Kış Öyküleri, Cem Yayınevi, Kasım 2008)
68
Şinasi Dikmen
Kabare Sanatçısı, Yazar
Yüksel Pazarkaya “Hig”
Demiş, Duydun mu?
1979 yılında ilk Almanca öykümü yazmış, kendimi Franz Kafka ile karşılaştırmış ve kendimin Franz Kafka, Edgar Allen Poe ve Halit Ziya Uşaklıgil
toplamından daha iyi yazar olduğunu, tek öyküme dayanarak, büyük bir
alçakgönüllülükle saptamıştım. Öykümü her gün elime alır, diğer yazarların
aklımda kalan öyküleriyle karşılaştırır ve benim yazımdaki akıcılığın, sadeliğin, vuruculuğun, cümle uyumunun, kelime seçimindeki ustalığın onlarda
maalesef olmadığını, olsa bile benim kadar iyi olmadığını her gün yeniden
saptardım. Ve bu meslektaşlarımın neden bu denli tanınmış olduğunu anlamaz, ve benim de en kısa zamanda bunlardan daha tanınacağımı, okur tarafından beğenileceğimi, Alman eleştirmenlerin beni Thomas Mann ile nasıl
karşılaştıracaklarını düşünürdüm.
Duydum ki, Stuttgart şehrinde benden daha tanınmış bir yazar varmış...
Almanya’da edebiyat ve sanatla ilgilenen herkesin tanıdığı birisi. Benim kadar iyi yazmadığını tahmin ettiğim bu insanın benden daha fazla tanınmış
olabileceğinin nedenlerini öğrenmeliydim. Yazdıklarını aradım, - anımsadığım kadarıyla Yaban Sıla Olur mu? idi yapıtın adı – buldum, yapıtlarını
yazdığım tek hikâye ile karşılaştırdım... Onun adına üzülerek, benim adıma
sevinerek, söyleyeyim ki... benim yazdığım tek hikâye şahaneydi. Buna rağmen neden beni tanımıyorlardı bu cahiller?
Pazarkaya’ların evine gitmeden önce birkaç Türk arasında tanınmışlık
derecemizi ölçmek için bir araştırma yaptım. Hayret, ondan birkaç hikâye
okuyan vardı ama, bu insanlar beni kişisel olarak tanıdıkları halde, benim
şaheserimi henüz okumamışlardı. Yani yazar olarak benim değerimi bilmiyorlardı. Affedilecek bir hata değil ama, büyüklük bende kalsın dedim, teva-
69
zu gösterdim. Pazarkaya’lara gidip, ona hem yazma yetenek ve birikimimin
küçük bir örneğini gösterecek , hem de aslında onun benden tanınmış ve
kabul edilmiş olmasının bir haksızlık olduğunu yazımla kanıtlayacaktım.
Sonradan duydum ki, Yüksel benden 14 yıl önce Almanya’ya gelmiş, yani bu
14 yıl içinde benim olmamamdan yararlanmış.
Ve karımla Stuttgart’a gittik. Kapıyı bize kibar bir hanım açtı. İnsanı kucaklayan bir sevecenlikle “Buyurun” dedi ve girdik içeri. Kadın bize
candan yer gösterdi. Biz daha henüz oturmuştuk ki, bir adam içeri girdi.
Somurtkan, sert bakışlı. Herhalde bu da benim gibi henüz kabul görmemiş
bir yazar ve bu evde misafir, dedim kendi kendime. Adamın evde duruşu bir
misafir gibiydi. Hareketlerinde, ha gitti ha gidecek havası vardı. Bu misafir
zannettiğim, kendi evinde yabancı gibi duran adam Yüksel Pazarkaya imiş.
Karısı öyle söylemeseydi inanmazdım. Karısı, yani İnci, “Kocamla tanıştırayım sizi,” dedi: “Yüksel.” Ve somurtkan adamın koluna girdi. Adamda hiçbir gülüş, surat değişikliği yok. Yalnız bana elini uzatırken bir gülümseme
gördüm gibi geldi bana. Yoksa yanılıyor muydum, bu adam hiç gülmez mi?
Yanılmışım. Ama o gün değil.
O gün biz fazla kalamadık evde. CHP’nin bir milletvekili mi ne gelmiş
Türkiye’den, onun konuşmasına gitmek zorundalarmış. Demek ki, Yüksel
Bey’in edebiyat değil, politik gününe rastgelmişim. Sonradan böyle olduğunu öğrendim, yani politik yönü de varmış Yüksel Bey’in. “Sapmalarda o da
varmış.” Yani o gün bana, kendisinden daha fazla tanınmaya hak kazanmış
potansiyelimi gösterme şansı vermedi...ler. Yazımı gösteremedim ve çatladım. Çatır çatır çatladım. Hızımı alamadım, evime geldim, yazımı 6-7 kez
aynanın karşısında yüksek sesle okudum. Ayna sanki Yüksel’di ve beni dinliyordu. Yazdığım ilk hikâyenin ismi Deutschland, ein türkisches Märchen,
yani Almanya, Bir Türk Masalı.
Aradan zaman geçtikten sonra Aras Ören isimli bir Türk şairinin benden
önce bu başlıkta bir şiir kitabı yayınladığını Yüksel’den duyacaktım. Daha
çok sinirlendim. Kırk yılda bir hikâye yazıyordum, hem de iyi bir hikâye,
ona hiç kimsenin aklına gelmediğini zannettiğim nefis bir başlık atıyordum
ve Yüksel’den, benden önce başka birisinin hem de şiir olarak böyle bir şey
yayınladığını duyuyordum. Hem gülmüyordu, hem benim potansiyelimin
daha fazla olduğunu kanıtlama şansı vermiyordu, hem de hevesimi kırıyordu. Yani anlaşmamıza olanak vermiyordu.
Yüksel ve İnci’lere ondan sonra bir kez daha gittiğimi anımsıyorum.
O görüşmemizde de kendimi gösteremedim. Ama iyi ki gösterememişim.
Çünkü ben, yazdığım bir iki hikâyenin dışında bir şeyler üretemiyordum.
Benden başka herkes bir şeyler yayınlıyordu ve ben, ilk hikâyemden sonra yazdığım hikâyede daha önceden yazdıklarımdaki yanlışlıkları görüyor,
yazının bir günlük, bir anlık iş olmadığını gördükçe, benden önce yazıp ya-
70
yınlayıp okyucunun beğenisini kazananlara saygım daha da artıyor ve bu da
benim yaratıcılığımı önlüyordu.
Yüksel ve İnci’yi kurduğum kabare grubunun ilk oyununa çağırdım.
1985 yılının 29 Mart’ında. Oyunu ben yazmıştım. Oyun yaşadığım Ulm şehrinde sahnelendi. Oyun Almancada bir ilkti. İlk kez yabancı iki kişi, içinde
yaşadıkları, o zamana dek büyük bir huşu içinde kabullendikleri Almanya’yı
ve Almanları eleştiriyorlar, onlarla ve kendileriyle dalga geçiyorlardı. İlgi
büyüktü. 700 kişilik salona bin seyirci sokmuştuk. 5000 bilet satabilirdik o
akşam için. Almanya’nın değişik şehirlerinden gazeteciler gelmişlerdi. Ayrıca Almancanın kabare sanatında o güne dek gelmiş geçmiş en büyük sanatçısı sayılan, Alman 1. televizyon kanalında kendine ait özel kabare programı
olan Dieter Hildebrandt da gelmiş, bize onur vermişti.
Oyundan sonra ben heyecandan, olanları anlamadan tiril tiril titrerken,
bir Yunan lokantasında Yüksel sorularını sormuştu. O gün bana sorulan
soruların en içteniydi ve bu gülmez dediğim adam, benim dizimi okşamıştı:
“Çok iyiydiniz,” derken, gülüyor... muydu gerçekten.
Sonra kaç kez oyunuma geldi. Türk sanatçılarının arasında özel davet
almadan benim oyunlarıma katılan tek aile Yüksel ve İnci idi.
Bir başka kez benim kendi tiyatroma geldiler. Ta Köln’den Frankfurt’a,
bir oyunumu izlemek için. Bunu yaparlar devamlı. Oyundan sonra Yüksel’i
İnci’ye şikâyet ettim: “Galiba hiç hoşuna gitmedi, tek bir gülüş görmedim,”
dedim. “Olur mu?” diye itiraz etti İnci, “Yüksel o kadar çok eğlendi ki. İki
kez eliyle ağzını kapadı, fazla gülüp ortalığı rahatsız etmemek için.”
Doğru, ben de görmüştüm, bu gülme diye adlandırmakta zorlandığım
hareketleri. Yüksel iki kez “hig” demişti oyunda.
71
Rafik Schami
An Einen Jungen Mann
Namens Yüksel
Lieber Bruder Yüksel,
dass Du siebzig Jahre alt sein sollst, muss an dem falschen Selbstverständnis der Zahlen liegen. Sie bilden sich tatsächlich ein, dass sie, wenn
sie sich in einer bestimmten Reihenfolge aufstellen, Größe, Tiefe, Menge,
Weite und auch das Alter bestimmen. Doch das ist wie so manches, das
die Naturwissenschaft in ihrer atemberaubenden Eile und eitlen Einbildung
versimpelt hat, ein Irrtum.
Du bist gerade fünfundzwanzig geworden. Denn Dein Werk zeugt von
einer Verwegenheit, die nur die Jugend zustande bringt. Wer sonst könnte
Gedichte für diese Welt schreiben? Jeder vernünftige Mensch hätte beim
Anblick dieser unserer Menschheit höchstens den Geschmack von Galle im
Mund, aber keine poetischen Worte. Du aber hast uns statt der Bitterkeit
sanfte, verbindliche und verbindende Poesie geschenkt.
Hat das vielleicht mit Deinem Geburtsort Izmir zu tun? Uralte Städte
wie Izmir und Damaskus prägen ihre Einwohner mit stoischer Ruhe und
weiser Distanz und schützen sie vor allen rasanten Entwicklungen und Extremen. Gleichzeitig aber ist Izmir die Schwester aller Hafenstädte - Hamburg, Beirut und Marseille - , deren Seele immer bereit ist für das Neue, für
das Ferne. Du hast beide Seiten in Dir, und das hat den Boden geschaffen
für Deine Poesie. Ja, solche Städte prägen das Herz ihrer Bewohner. Sie
halten sie jung. Böse Zungen könnten behaupten, es sei keine Verjüngung
des Herzens, was diese Städte vollbringen, sondern eine merkwürdige Verrücktheit. Ich weiß, dass Du nun beim Lesen lächelst und vielleicht - und
72
sei es für drei Sekunden – vermutest, Rafik übertreibt. Nein, mein Freund,
für Übertreibungen habe ich jetzt keinen Grund, denn die Beweise sind,
wie der Detektiv sagt, erdrückend. Wer sonst wirft seine zukunftsträchtige
Ausbildung als Chemiker (mit Diplom) über Bord und hält die Fahne der
brotlosen Dichtung und Philosophie hoch. Deine Qualifikation als Chemiker war damals in den sechziger Jahren Gold wert. Es gab die Aussicht auf
hohe Positionen in der Türkei und in Deutschland und auf viel Geld und
Ansehen als industrieller, naturwissenschaftlicher Vermittler zwischen beiden Ländern. Ich kenne Leute, die weit weniger qualifiziert hier in Deutschland Fuß fassten, die ein wenig Chemie (Vordiplom) studiert hatten und die
Sprache gerade eben verstanden und dennoch Vertreter mehrerer deutscher
Chemiekonzerne (BASF, Merck etc.) in Damaskus wurden - und dadurch
Multimillionär.
Nein, Du schmeißt das mühselig Erlangte hin und beginnst - wie
Dein Onkel Sisyphos - von vorne, die Steine der Germanistik, Linguistik
und Philosophie zu rollen und zu tragen. Und warum? Um hier eine Karriere an der Uni zu machen? Weit gefehlt. Bald siehst Du Deinen Doktortitel nur noch in der Steuererklärung und auf Einladungskarten zu
festlichen Anlässen. Und da sind die Parallelen zwischen uns, die mich
bei jeder Begegnung mit Dir bewegen. Nein, Doktor schön und gut, aber
das Herz ist nicht zufrieden. Warum? Längst hat sich die Antwort tief
in unserer Seele verwurzelt. Inci erzählte mir einst, dass Du bereits vor
fünfzig Jahren Dein erstes Gedicht geschrieben hast. Du warst also schon
mit zwanzig ein Dichter. Das ist es! Welches Doktorgehabe könnte das
Gefühl, mit Worten die Sterne zu umarmen, streitig machen. Welche
Chemieformel könnte Dir schönere Farben schenken als die geheimen
Farben der Worte! Das ist es, was uns auf dem langen Umweg klar wird.
Manchmal denke ich, ich hätte zu viel Zeit verloren auf meinen chemisch
pharmakologischen Wegen, aber meine weise Frau, eine Schwester von
Inci, sagt mir, diese Reife sei notwendig gewesen. Also betrachte diese
Umwege gelassen, mein Freund.
Ich habe Deine Gedichte und Übersetzungen erst Ende der siebziger
Jahre kennen gelernt. Deine kongeniale Übersetzung des Epos von Scheich
Bedreddin (damals bei Ararat) hat mich beeindruckt. Die Lektüre von „Garip“ (von Orhan Veli) war für mich wirklich eine große Lektion über die
Hintergründe der türkischen Poesie. Mehr sogar als das, was ich bei Nazim
Hikmet gelernt habe, zumal Nazim Hikmet, wie wir beide, stark vom Exil
und von der Fremde geprägt wurde.
Später las ich Deine Essays und weiteren Übersetzungen von Aziz Nesin. Ich bin Dir sehr dankbar für diese Stunden, die ich somit in der türkischen Kultur verbringen konnte.
73
Erst sehr spät, durch meine Recherche für das Schweizer Fernsehen
(DRS), erfuhr ich, dass Du bereits als Student die Theatergruppe „Stuttgarter Studiobühne“ mitbegründet hast. Später folgten Romane, Erzählungen,
Geschichten für Kinder und Erwachsene, Essays und Übersetzungen. Und
als ob das alles nicht für drei Biografien ausgereicht hätte, hast Du über
zwei Jahrzehnte lang Deine Stimme im Rundfunk für die Stimmlosen eingesetzt. Und als ob auch das noch nicht genügt, machst Du dazu Sprachbücher für Menschen, die neugierig sind auf die Türkei und die türkische
Kultur. Diesmal nicht allein, sondern zusammen mit einer großen Frau,
Deiner Frau Inci.
Als das Schweizer Fernsehen mich fragte, wem aus der islamischen
Welt ich großes Vertrauen schenke, musste ich nicht lange nachdenken. Ich
nannte Dich. Man lud Dich ein, und ich verbrachte mit Dir und Inci wunderbare Tage, und gemeinsam produzierten wir eine schöne Sendung. Es
war eine dieser vielen kleinen Brücken, die Du mitgebaut hast. Ich werde
nie vergessen, welchen Frieden Du um Dich verbreitest.
Rafik Schami
Yazar
Sicher ist nichts, aber eine Legend erzählt, dass Homer, der Vater der
griechischen und europäischen Dichtung, in Izmir gelebt hätte. Fast sicher
ist, dass Seferis und der große Musiker Ahmet Adnan Saygun in Izmir geboren wurden.
Und sicherer als alles ist: Izmir ist in meinem Herzen verbunden mit
Deinem Namen.
Lebe wohl, junger Mann, und genieße die Sternstunden an der Seite
Deiner wunderbaren Frau, denn es gibt eine Weisheit, mit der ich meinen
Brief an Dich schließen will:
„Nur um der Liebenden willen dreht sich der Himmel.“
Sie könnte von Nazim Hikmet oder Orhan Veli stammen, aber sie ist
von Dir, und ich bin stolz auf Dich.
Sevgili Kardeşim Yüksel,
In Verbundenheit
Dein
Rafik Schami
74
Genç Bir Adam Adı Yüksel
Senin yetmiş yaşına gelmiş sayılman, sayıların yanlış özanlayışından
olmalı. Gerçekten de, belli bir sıralamaya girince, büyüklük, derinlik, miktar, genişlik ve yaşı da belirlediklerini sanıyorlar. Oysa bu da, doğa bilimlerinin nefes kesen hızlarıyla ve kurum satmalarıyla basitleştirdikleri bazı
şeyler gibi, bir yanılgı. Sen henüz yirmi beş oldun. Zira senin yapıtın, ancak
gençliğin kotarabileceği bir atılganlık sergiliyor. Başka kim bu dünya için şiirler yazabilirdi? Her aklı başında insan, bu insanlık karşısında ancak ağzında safra tadı duyardı, ama şiirsel söz değil: Sen ama bize safra acısı yerine,
yumuşak, saygın ve sayan şiir armağan ettin.
Bu, acaba doğum yerin İzmir ile mi ilişkili? İzmir ve Şam gibi epeski
kentler, insanların yüreğini stoik bir huzurla ve bilge bir mesafeyle doldurur
ve onları her türlü çılgın hızla gelen gelişmelere ve aşırılıklara karşı korur.
Aynı zamanda ama İzmir bütün liman kentlerinin kardeşi – Hamburg, Beyrut ve Marsilya – onların ruhu yeniliğe ve uzağa her zaman açıktır. Senin
içinde bu iki taraf da var ve bu şiirinin zeminini oluşturuyor. Evet, böyle
kentler insanlarının yüreğini belirler. Onları genç tutar. Kem diller, bu kentlerin ettikleri, yüreği gençleştirmek değil, aksine tuhaf bir çılgınlık getirir,
diye iddia edebilirler. Bu satırları okurken, gülümsediğini biliyorum ve belki – birkaç saniye için bile olsa – Rafik abartıyor, diye düşündüğünü. Yok,
dostum, abartıya neden görmüyorum, zira dedektifin dediği gibi, deliller
ezici. Yoksa kim geleceği parlak kimyagerliğini (diplomalı) bir yana atıp,
şiir ve felsefenin ekmeksiz bayrağını göndere çeker? Senin yüksek kimya
75
mühendisi olarak mesleğin o altmışlı yıllarda altın bilezikti. Sanayici ve iki
ülke arasında doğabilimsel aracı olarak Türkiye’de olsun, Almanya’da olsun
yüksek mevkilere gelme, büyük paralar ve itibar edinme şansı mevcuttu.
Almanya’da tutunan çok daha düşük kalifiye kişiler tanıyorum, biraz kimya
okumuş (öndiploma) ve dili iyi kötü beceren, yine de birçok Alman kimya
kumpanyasının (BASF, Merck v.b.) Şam’da temsilcisi – ve bu yoldan mülti
milyoner olmuş kişiler biliyorum.
Yok, sen meşakkatle elde ettiğini bir tarafa fırlatıyor ve – amcan Sisifos
gibi – germanistik, lingüistik ve felsefe kayalarını yuvarlamaya ve taşımaya başlıyorsun. Ama niçin? Burada üniversitede kariyer yapmak için mi?
Ne gezer. Artık kendi doktor titrini vergi beyannamesinde ve tören davetiyelerinde görüyorsun. İşte ikimiz arasında, içimi her defasında kıpraştıran
koşutluk da burada. Hayır, doktor olmak iyi de, ama yürek hoşnut değil. Niçin? Bunun yanıtı çoktan ruhumuzun derininde kök saldı. Inci bir zamanlar
bana, ilk şiirini elli yıl önce yayınladığını anlattı. Yani sen henüz yirminde
bir şairdin. İşte bu! Hangi doktor tavrı, sözle yıldızları kucaklamayı sorgulayabilir? Hangi kimya formülü, sana sözün gizli renklerinden daha güzel
renkler sunabilir! Uzun dolambaçlı yolda bize aşikâr olan işte bu. Bazen
kimyasal farmakolojik yollarda pek fazla vakit kaybettiğimi düşünüyorum,
ama benim bilge karım, İnci’nin bir kardeşi, bu olgunlaşmanın gerekli olduğunu söylüyor. O zaman bu yollara tevekkülle bak, dostum.
Ben, senin şiirlerini ve çevirilerini yetmişli yılların sonlarında keşfettim. Şeyh Bedreddin Destanı’nı (o zamanlar Ararat’ta) dahiyane çevirin beni
etkiledi. Garip’i (Orhan Veli) okumam, benim için gerçekten Türk şiirinin
geri planı konusunda büyük bir ders oldu. Hatta Nâzım Hikmet ile olduğundan da ileri, Nâzım Hikmet’te ne de olsa, bizim ikimizdeki gibi, sürgün ve
yabanın derin izleri vardı.
Daha sonraları denemelerini ve Aziz Nesin çevirilerini de okudum.
Türk kültürüyle geçirme olanağı bulduğum bu saatler için sana gönül borcu
duyuyorum.
Çok sonraları, İsviçre Televizyonu (DRS) için araştırmalarım sırasında, senin henüz öğrenci iken “Stuttgart Studiobühne” tiyatrosunu kuranlar
arasında olduğunu öğrendim. Daha sonra romanlar, öyküler, çocuklar ve
yetişkinler için anlatılar, denemeler ve çeviriler izledi. Sanki bütün bunlar
üç hayata yetmezmiş gibi, onyıllar boyunca radyoda sesini sessizler için
kullandın. Sanki bunlar da yetmezmiş gibi, Türkiye’ye ve Türk kültürüne
merak salan insanlar için dil kitapları yapıyorsun. Bu kez ama yalnız değil,
büyük bir kadınla birlikte, eşin İnci ile.
İsviçre Televizyonu bana, Müslüman dünyasında kime büyük güven
duyduğumu sorunca, uzun boylu düşünmem gerekmedi. Senin adını söyledim. Seni davet ettiler, ben seninle ve İnci ile fevkalâde günler yaşadım ve
76
birlikte güzel bir yayın ürettik. Senin birlikte kurduğun o küçük köprülerden biriydi bu. Çevrene nasıl huzur saçtığını, hiç unutmayacağım.
Kesin değil, ama bir söylenceye göre, Yunan ve Avrupa edebiyatının
babası Homer İzmir’de yaşamış. Seferis ile büyük müzisyen Ahmet Adnan
Saygun’un İzmir’de doğdukları ise kesin. Ve hepsinden daha kesin olan: İzmir yüreğimde senin adınla bir.
İyi yaşa, genç adam, ve yıldızın parladığı saatlerin keyfini mükemmel
karının yamacında çıkar, zira sana yazdığım bu mektubu tamamlamak istediğim bir hikmetli söz var:
“Yalnız sevgi yüzü suyu hürmetine döner devran.”
Bu Nazım Hikmet ya da Orhan Veli’den olabilirdi, ama senden, ve ben
seninle gurur duyuyorum.
İçtenlikle
Kardeşin
Rafik Schami
77
Hikmet Altınkaynak
Eleştirmen, Yazar, Öğretim Görevlisi
50 Yıllık Kültür Elçisi, Şair, Yazar, Çevirmen
70 Yılın Serüveniyle
Yüksel Pazarkaya
çağdaş edebiyatımızı temsil etti, bizim onur duyduğumuz şair, yazar ve çevirmen oldu. Son beş altı yıldır, yılın yarısını Almanya’da kalan yarısını da
Gökçeada’da ve yine kültürle, şiirle, çeviriyle iç içe geçiriyor.
İşte böylesine zengin bir yaşama sahip olan Yüksel Pazarkaya’nın 2010,
50. Sanat Yılını ve 70. Yaşdönümü’nü kapsıyor. Böyle bir yılda onun biyografisini Türk ve dünya kültürüne katkılarını özetle anımsatmak, Yüksel
Pazarkaya’yı içtenlikle kutlamak, değerli eşi İnci Pazarkaya, sevgili çocukları Suzan Pazarkaya, Utku Pazarkaya ve Toygar Pazarkaya’yla birlikte nice
yıllar geçirmesini yürekten dilemek isterim.
Öğrenci
24 Şubat 1940’ta İzmir’de doğan Yüksel Pazarkaya, liseyi 1957’de
İzmir’de bitirdi. Kazandığı yükseköğrenim bursuyla Almanya’ya gitti,
Stuttgart’ta önce kimya yüksek mühendisi oldu (1966), ardından edebiyat
doktorası yaptı (1972). Doktora tezi olan “18. Yüzyıl Alman Edebiyatında
Tek Perdelik Oyunların Dramatürjisi”ni ise, 1973’te yayımladı.
Zaman ne kadar hızla akıp gidiyor. Belki kimileri için hayat geçiyor. Belki
zaman zaman herkes bir zorlukla karşılaşıyor. Ama yine de zamanı hiçbir
güç durduramıyor, ona engel olamıyor; su gibi, ışık gibi akıp gidiyor.
Evet, tamı tamına otuz yıl öncesiydi, Eleştiri (1979-1980, 18 sayı) adıyla gazete boyutlu bir edebiyat dergisi çıkarıyordum. Derginin bir sayısını
“Türk Edebiyatında Almanya” konusuna ayırmıştık, yazı için başvurduğum
şair ve yazarlarımızdan biri de Yüksel Pazarkaya’ydı.
O güne kadar şiir ve yazılarını okumuştum. Ama nerededir, işi nedir,
bir bilgim yoktu. Adresini sanırım bir yazar arkadaşımın yönlendirmesiyle
öykücü Necati Tosuner’den aldım. Hem Necati Tosuner’le tanışmış oldum.
Hem de Yüksel Pazarkaya’nın yaşadığı Almanya’ya mektup yazdım, onunla
tanıştık. Nazik, içten bir mektupla birlikte istediğim yazı hemen geldi.
Eleştiri kapanınca iletişimimiz kopmadı, bu kez onun çıkardığı “Anadil”
dergisi köprümüz oldu. Yayımlanan kitaplarını imzalı ediniyor, Türkiye’ye
gelip gittikçe dostluğumuz pekişiyordu.
Dostluğumuzun ortak noktası edebiyattı, Behçet Necatigil’di, Talat
Sait Halman’dı, Cumhuriyet’ti, Egemen Berköz’dü, Necati Tosuner’di, Orhan Karaveli’ydi, Varlık dergisiydi, Doğan Hızlan’dı, Cevat Çapan’dı, Cem
Yayınevi’ydi Ali Uğur’du, Tüyap Kitap Fuarı’ydı, Bülent Ünal’dı, Deniz
Kavukçuoğlu’ydu, Demirtaş Ceyhun’du, Ümit İyem’di, Mevlut Akyıldız’dı ve
başka dostlardı ve de özetle kültürdü, kültür adamlarıydı. Bugün de ailecek
görüşmemiz, dostluğumuzun kesintisiz sürmesi, onur duyduğum, övünç
duyduğum bir konudur.
Avrupa Birliği’ne Türkiye aday bile değilken Yüksel Pazarkaya girdi,
yarım yüzyıl Almanya’da Türkiye’nin gönüllü kültür elçisi olarak yaşadı,
78
Bilim İnsanı
Almanya’daki öğreniminin yanı sıra, 1961 yılında Stuttgart Üniversitesi Tiyatrosu’nun kuruluşuna katılan Pazarkaya, bu tiyatroyu 1963 - 1969
yılları arasında yönetti. Bir ilke de imza atarak, Almancada Türk yazarlarının ilk sahnelenmelerini bu tiyatroda o gerçekleştirdi. Güngör Dilmen
(Canlı Maymun Lokantası), Nâzım Hikmet (Demokles’in Kılıcı), Yüksel
Pazarkaya’nın (Ohne Bahnhof) oyunları, sahnelenen ilk oyunlar arasındaydı. Aynı zamanda yine Stuttgart’ta Türk işçi ve öğrencileriyle Almanya’daki
(belki Avrupa’da) ilk Türkçe tiyatroyu kurdu. Cahit Atay, Turan Oflazoğlu,
Özdemir Nutku vb. yazarların oyunlarını sahneleyip kendi de eşi İnci Pazarkaya ile birlikte oynadı.
Türkçe, Almanca çok sayıda oyunu sahneye koydu. Princeton Üniversitesi tarihinde ilk kez Almanca bir oyunu, Brecht’in “Küçük Burjuva
Düğünü”nü öğrencileriyle birlikte sahneye koydu (1989). Ohio State University Almanca Bölümü öğrencileriyle 2004 yılında bu üniversitenin tarihinde
ilk kez bir oyunu Almanca / İngilizce iki dilli sahneye koydu. Bu oyunu Edgar Lee Masters’in “Spoon River Ölüleri” adlı şiir kitabından kendi derledi.
Üniversiteyi bitirip akademik kariyere başlayan Pazarkaya, 1966 – 1979
yılları arasında Stuttgart Üniversitesi’nde asistanlık ve öğretim üyeliği yaptı.
Yine bu yıllarda, 1972 – 1985 arası Stuttgart Halk Üniversitesi Yabancı Diller Bölüm Başkanı oldu, ayrıca burada sürekli ders verdi.
Öğretim üyeliğini Almanya sınırları dışına da taşıyan Yüksel Pazarkaya, 1989 ABD Princeton, 1994 St. Louis Washington, 2000 Filadelfiya Bryn
Mawr ve 2004 Ohio State üniversitelerinde Alman Dili ve Edebiyatı “Konuk
79
Profesörü” olarak dersler verdi. Buna 2004-2005 Akademik yılında Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi’ni de ekledi. 2000 Akademik Yılı, yaz yarıyılında Dresden Üniversitesi’nde Chamisso Poetika dersleri verdi. Bu dersler
2004 yılında “Odyssee ohne Ankuft” adıyla kitaplaştı.
Radyocu
İlk radyofonik oyununu 1961 yılında İzmir Radyosunda yayımlayan
Pazarkaya, Türkçe ve Almanca radyo oyunları yazmaya başladı. Bir yandan
da radyoculuğa adım attı.
1964 yılında Alman Radyolar Birliği ARD kararıyla WDR Köln Radyosunda başlayan günlük Türkçe Yayınların Baden-Württemberg eyalet
muhabiri oldu. 1986 yılında ilk Türk müdür ve aynı yayınların Köln’deki
redaksiyonunun yönetmenliğine getirildi. Burada geçen yılları kitaplara sığmaz. Her gün her gurbetçinin özlemle beklediği dinlediği sesi oldu. Gönüllü kültür elçiliğinin altın yıllarını yaşadı. Radyosuna kimleri konuk etmedi
ki… Ahmed Arif’ten Bejan Matur’a, Safiye Ayla’dan Sezen Aksu’ya, Bülent
Ecevit’ten Necmettin Erbakan’a, Hans Magnus Enzensberger’den Sten
Nadolny’ye, Richard von Weizsäcker’den Hans Dietrich Genscher’e kadar
yüzlerce yazar, sanatçı, siyaset ve devlet adamıyla daha pek çok meslekten
yüzlerce kişiyle söyleşiler, röportajlar yayımladı. Bendeniz de 1996 yılında
bir söyleşiyle konuk olma şansını yakaladı.
Alman radyolarında Türk şairlerini tanıtan yayınlar yanı sıra, siyasal, toplumsal yorumlar yaptı. Mart 2003’te emekli oluncaya dek bu görevde kaldı.
Alman televizyonunda 1983 yılında yayımlanan 12 bölümlük
Almanya’daki Türklerin yaşamını konu alan ilk televizyon dizisinin (Komşumuz Balta Ailesi) senaryosunu yazdı.
Gazeteci
Yüksel Pazarkaya, şiirle düzyazıyı birlikte yürüttü. Düzenli olarak da
gazete ve dergi yazarlığı yaptı. 1961-1962 Yeni Asır ile 1974-1975 Cumhuriyet gazetelerinin Almanya muhabirliğini üstlendi. 960lı yıllardan beri Cumhuriyet gazetesine arada bir makaleler yazmayı sürdürüyor.
1975-1979 Milliyet ve 1987-1997 Hürriyet gazetelerinin Almanya baskılarında köşe yazarlığı yaptı. 1963 yılında Almanya’nın en önde gelen Stuttgarter
Zeitung ve 1964 yılında Frankfurter Allgemeine Zeitung (F.A.Z.), 1980li yıllar
Basler Zeitung gazetelerine de yazmaya başladı. Zaman zaman diğer bazı Alman gazetelerine de yazdı. 1980-1982 yıllarında ANADİL adlı edebiyat dergisini çıkardı. Anadil, tadımlık Almanca sayfalar da içeren Anadil, Almanya’da
(belki Avrupa’da) çıkan ilk Türkçe edebiyat ve sanat dergisi oldu.
Stuttgart IG Metall Sendikası’nın ilk Türkçe sendika gazetesini 1960’lı
yılların ortalarında çıkardı. Doksanlı yıllarda da ilk Almanca Türk gazetesi-
80
nin (Dünya Deutschland) yayın yönetmenliğini üstlendi.
Bilimsel GERMANİSTİK dergisinde (Tübingen), Alman edebiyatına
ilişkin bilimsel kitapların eleştirileri ile 2003 yılından beri hem Almanya’da,
hem de Gökçeada’da yaşarken, Almanya’da Türkçe yayımlanan Hessen/
Toplum’a, Türkiye’de de Cumhuriyet gazetesine yazıyor.
Şair, Yazar, Çevirmen
Pazarkaya, ilk yazı ve şiirlerini tam 50 yıl önce, 1960’ta Türkçe ve Almanca olarak yayımlamaya başladı. 27 Kasım 1961’de Almanya’da iki Almanya’yı
birbirinden ayıran Berlin Duvarı’yla ilgili (belki de ilk) şiiri yayımladı.
Türkiye ve Almanya’nın çeşitli dergi ve gazetelerinde şiir, öykü, eleştiri,
inceleme ve çevirileri yayımlanan Pazarkaya’nın radyo ve sahne oyunları
yazarlığı da var. Almanya’daki genellikle Türk işçi sorunlarını konu edinen
Ohne Bahnhof (Beklenen Tren) adlı Almanca oyunu, Stuttgart Teknik Üniversitesi Tiyatrosu’nca oynandı, geniş ilgi gördü (1967).
Gönüllü Kültür Elçisi
Türk edebiyatının ve Türk yazarlarının Almanya’daki gönüllü kültür sanat elçisi olan Pazarkaya, bunu yarım yüzyıl yaptı. Özellikle WDR Türkçe
yayınlar yönetmeni olduktan sonra, Türk kültürünün, sanat ve edebiyatının
Almanya’da tanınmasına katkıda bulundu.
Türkiye’den Almanya’ya çalışmak, “biraz para biriktirip dönmek” için
giden, tüm gurbetçilerin sesi oldu. Şair ve yazarların yapıtlarını Almancaya
çevirerek de bunu bir başka alanda sürdürdü.
Çağdaş Türk şiirinden savaş sonrasındaki ilk çeviri, Orhan Veli’nin şiirleri oldu. 1966 yılında Poesie adıyla Frankfurt’ta Suhrkamp Yayınevinden
çıktı. 1971 yılında Yahya Kemal’den Ataol Behramoğlu’na 52 şairi kapsayan
ilk antoloji Moderne Türkische Lyrik adıyla Tübingen-Basel Erdmann Yayınevinden çıktı. 1987 yılında Münih Schneekluth Yayınevi yayınları arasında
yer alan Die Wasser sind weiser als wir (Sular Bizden Akıllıdır) adlı antoloji
iki dilli olarak yayımlandı.
Ruhr Kitap Fuarı Onur Yazarı
Yüksel Pazarkaya, Türkiye’nin yarım yüzyıldır girmeye çalıştığı Avrupa
Birliği’ne yarım yüzyıl önce giren bir Türk aydını olarak, Almanya’da da gereken saygıyı, değeri buldu. 2009 Ruhr Kitap Fuarı Onur Yazarı seçildi.
Somut Şiirin Temsilcisi
Dünyada 1950-1960’larda görülen “Somut Şiir “ akımı Türkiye’ye Yüksel Pazarkaya ile geldi. Uluslararası düzeyde Türkçe yazarak yer alan tek
şair oldu.
81
Onun Türkçe ve Almanca somut şiirleri Japonya’dan Brezilya’ya,
Çekoslovakya’dan Amerika’ya kadar pek çok uluslararası antolojiye alındı,
müzeye girdi. Dresden ve Köln’de iki kişisel sergide izlendi.
Yeni Oluşumcu
1970-1980 yılları arası Türk Edebiyatında Yeni Oluşum Dönemi yazarlarından sayıldı. Çeviriler yaptı, kültürel etkinliklere yer verdi.
Eserleri Türk, Alman, Amerikan, Japon v.b. üniversitelerinde araştırma konusu yapıldı, en çok satılanlar arasına girdi. Almanya’ya göçün ve
Almanya’daki Türk edebiyatının “öncü yazarları”ndan sayıldı. Almanya’daki
Türkiyeli diğer birinci kuşak yazarların çoğu Türkçe yapıtlar verse de ülke
ve dil ile organik bağlarını kopardılar, Almanya’yla uyum sağlayamadılar.
Bu durum eserlerinde de yansıdı. Oysa Pazarkaya, yaşamı boyunca Türk
kültür dünyasını Batının anlayacağı dille anlatmaya çalışsa da bunu kendi
dilinden kopmadan gerçekleştirmeye özen gösterenlerden oldu.
Alman Kamuoyu Etkileyicisi
Yüksel Pazarkaya, iki Almanya’nın birleşmesi süreci içinde azınlıkların
karşılaştığı haksızlıklardan, özellikle büyük olay yaratan Mölln ve Solingen
olaylarından sonra bu konuda dostu olan ünlü Alman yazarlarıyla söyleşiler
yaparak, kitaplaştırdı. Bunların bir bölümünü görev yaptığı Köln WDR radyosundan yayımlayarak, Alman kamuoyunu etkiledi.
Almanya’da günümüz Türk şiirini tanıtan makale ve incelemeleriyle de
çok iyi tanınan Pazarkaya’nın Orhan Veli Kanık adlı yapıtı (Frankfurt, 1966)
49 şiirinin çevirisiyle şair üzerine geniş bir incelemeyi kapsar. Moderne Türkische Lyrik adıyla basılan antoloji, geniş önsözü ve bütün bir Cumhuriyet
dönemini kucaklayan seçmeleriyle Almancada tek, çağdaş Türk şiiri inceleme ve antolojisi oldu (Tübingen-Basel, 1971).
Bunu, Yahya Kemal’den Ahmet Erhan’a kadar 37 şairden yaptığı çevirileri kapsayan Die Wasser sind weiser als wir (Sular Bizden Akıllıdır) adlı
iki dilli Türk Şiiri Antolojisi izledi (Münih, 1987). 1985 yılında Orhan Veli
Kanık’ın 120 şiirinin Türkçe-Almanca yayımlandığı “Fremdartig /Garip”
kitabı, 1986 Mart ayında Alman eleştirmenler tarafından aylık En İyiler
listesinde birinci sıraya getirildi. Türk Öykü Antolojisi (G. Dal ile birlikte)
“Geschichten aus der Geschichte der Türkei” adıyla, 1990 yılında yayımlandı. Ayrıca Behçet Necatigil, Nâzım Hikmet, Bülent Ecevit’ten çevirdiği şiirler, ayrı birer kitap olarak basıldı. „Almanya‘daki Türk çocukları için“
derlediği bir antoloji de Münih‘te Ağaca Takılan Uçurtma adıyla yayımlandı (1974). Almancası (Der Drachen im Baum) 1975 yılında çıktı. “Kemal İle
Burak – Cennet Ülkesine Yolculuk” adlı çocuk romanı Fransızcaya çevrildi
(Flamarion, Paris).
82
Almanya‘da yetişen bir Türk çocuğunun yaşamından bir kesiti anlatan Oktay Atatürk’ü Anlatıyor (1982), Türkçe-Almanca olarak iki dilde
Stuttgart’ta çıktı. Rosen im Frost (1982) (Zemheri Gülleri) adlı Almanca kitabı Almanca’da Türk kültürü üzerine tek kaynak olarak büyük ilgi gördü.
(Genişletilmiş 2. basım 1989)
Çoğu Almanya gözlem ve yaşantılarından oluşan öykülerini Oturma
İzni adlı kitapta topladı (İstanbul, 1977). Yaban Sıla Olur mu? (Stuttgart,
1979), Türkçe ve Almanca olmak üzere iki dilde yayımlandı. Senaryosunu
yazdığı Komşumuz Balta Ailesi adlı 12 bölümlük dizi film, Federal Almanya
ARD televizyonunda (Birinci Televizyon) yayımlandı. (1983). Almanca’dan
Türkçeye, 20. Yüzyıl Alman Şiiri Antolojisi, Goethe (Genç Werther’in Acıları;
Faust), Lessing, Brecht, Gert Heidenreich, Johannes Poethen, Rilke vb.dan
kitaplar çevirdi. Türkçe ve Almanca, telif ve çeviri olmak üzere yüzü aşkın
kitapta imzası olan Pazarkaya’nın şiirleri, oyun ve öyküleri Almanca dışında, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Flemenkçe ve Yunanca’ya çevrildi.
Oyun Yazarı
Yüksel Pazarkaya’nın Mediha (ADT 1988/1989) ve Ferhat’ın Yeni Acıları
(İDT 1992/1993) adlı oyunları, Devlet Tiyatrolarında sahnelendikten sonra Kültür Bakanlığı tarafından kitaplaştırıldı. Ayrıca Salihli ve Diyarbakır
Oyun Yarışması birinciliği kazanan Haremden Kadın Kaçırma ile Köşetaşı
oyunları da Kültür Bakanlığınca kitap olarak yayımlandı. 13 Mart 1988’de
Ankara Devlet Tiyatrosu’nun Şinasi Sahnesi, yazarın Mediha adlı oyunuyla
açıldı.
Ödüller Sahibi
Yüksel Pazarkaya’ya 1987’de Almanya Federal Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Liyakat Nişanı, 2006’da Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi
Onursal Doktora unvanı verdi.
Ayrıca 1989 Adalbert-von-Chamisso Ödülü’nü, 1992 Dr. Orhan Asena Oyun Ödülü’nü, 1993 Salihli Belediyesi Oyun Ödülü’nü, 1992/1993 İsmet Küntay En İyi Oyun Ödülü’nü,1994 Berlin Senatosu Çocuk Yazını
Ödülü’nü, 1997 Haldun Taner 2. Öykü Ödülü’nü, 2005 Haldun Taner Kısa
Öykü Ödülü’nü, Yol Dolayları kitabıyla 2007 Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü kazandı. 2009’da Almanya Ruhr Kitap Fuarı Onur Yazarı seçildi. 2009 Burdur
Fakirder Onur Yazarı oldu.
83
ESERLERİ
ÇOCUK KİTAPLARI
Türkiye’de yayımlanan kitapları:
26. Aya Uçan Minare (roman,1980),
27. Oktay Atatürk’ü Öğreniyor (roman, 1983),
ŞİİR
28. Balık Suyu Sever (öykü, 1987),
1. Koca Sapmalarda Biz Vardık (1968)
29. Balinanın Bebeği (öykü, 1988),
2. Umut Dolayları (1969),
30. Kemal ile Burak - Cennet Ülkesine Yolculuk (roman, 1998).
3. Aydınlık Kanayan Çiçek (1974)
4. İncindiğin Yerdir Gurbet (1979)
TÜRKÇEYE ÇEVİRDİĞİ KİTAPLAR
5. Saat Ankara-Takvim Dizeleri (1981)
31. Çağdaş Alman Şiiri (1979),
6. Sen Dolayları (1983)
32. Taş Toplayan Kadın/Gert Heidenreich (roman, 1992),
7. Karanlıktan Yakınma (1984)
33. Brecht’in Güncesi/Bertolt Brecht (günce, 1996),
8. Dost Dolayları (1990)
34. Aynı Gökyüzü (sekiz şair-şiir yazışması, Türkçe-Almanca, 1997),
9. Sen Dolayları/Sevgi Dolayları/Umut Dolayları (1992)
35. Ayasofya’nın Martıları/Johannes Poethen
10. Mutluluk Şiirleri (kasetli-1995)
11. Somut Şiir (1996)
36. Genç Werther’in Acıları/Goethe (roman, 1999),
12. Yol Dolayları (2006)
37. Faust/Goethe (oyun, 1999),
(şiir, Türkçe-Almanca, 1998),
38. Yahudiler/Lessing (oyun, 2000),
ÖYKÜ
39. Bugün de Hâlâ Açız Mutluluğa/Walter Helmut Fritz
13. Oturma İzni (1977),
14. Güz Rengi (1998).
40. İyi Ruhlara Adak/Rilke (şiir, 2004),
15. Güz Öyküleri (2007)
41. Düşten Taç/Rilke (şiir, 2005),
16. Kış Öyküleri (2008)
42. Advent/Rilke (şiir, 2005),
17. Bahar Öyküleri (2009)
43. Bana Tören/Rilke (şiir, 2006),
18. Yaz Öyküleri (2009)
44. Beyaz Prenses-Sancaktar/Rilke (şiir, 2006),
(şiir, Türkçe-Almanca, 2004),
45. Dinle Küçük Adam!/Wilhelm Reich (şiir, 2006).
ROMAN
46. Keşiş Yaşamı Üzerine-Dualar Kitabı 1/Rilke (şiir, 2007)
19. Ben Aranıyor (1989).
47. Hac Üzerine -Dualar Kitabı 2/ Rilke (şiir, 2008),
48. Yoksulluk ve Ölüm Üzerine-Dualar Kitabı 3/Rilke (şiir, 2008),
DENEME
49. İmgeler Kitabı/Rilke (şiir, 2009)
20. Mölln ve Solingen’den Sonra Almanya Üzerine (1995).
TÜRKÇEYE ÇEVİRDİĞİ ÇOCUK KİTAPLARI
OYUN
50. Ernst A. Ekker: Keine Zeit für Sandro /
20. Mediha (1992)
21. Ferhat’ın Yeni Acıları (1993)
51. Ernst A. Ekker: Sandro findet einen Freund /
22. Haremden Kadın Kaçırma (1993)
23. Köşetaşı (2000)
52. Friedl Hofbauer: Agapimu. 1973.
24. Kırk Yıl Dile Kolay (2007)
53. Pavlos Bakojannis: Die da oben / Üsttekiler. 1973.
Kimsenin Mehmet İçin Zamanı Yok. 1973.
Mehmet Bir Arkadaş Buluyor. 1974.
54. Renate Welsch: Das Seifenkistenrennen / Araba Yarışı. 1973.
MONOGRAFYA
55. Dagmar von Gersdorff: Unsere Lok / Lokomotifimiz. 1974.
25. Karabıyıklıların Aksakalı Demirtaş Ceyhun (2004).
56. Alfons Schweiggert: Zauber-Carlo / Sihirbaz Karlo. 1974.
Ayrıca dergi ve gazetelerde sayısız çeviri.
84
85
ALMANCA KİTAPLARI
15. Mediha. Dergi (özel sayı): Duisburg Mart 1989.
16. 40 Jahre – leicht gesagt. Sardes: Erlangen 2007.
ŞİİR
1. Die Liebe von der Liebe. Stuttgart 1968.
ÇOCUK KİTAPLARI
2. Ich möchte Freuden schreiben. Atelier im Bauernhaus:
17. Utku und der stärkste Mann der Welt. Jugend&Volk:
Fischerhude 1983.
Wien-München 1974.
3. Irrwege / Koca Sapmalar. Türkçe – Almanca.
18. Oktay lernt Atatürk kennen. Uncu: Heilbronn 1982
Dağyeli: Frankfurt 1985.
(Ankara 1991, 1992, 1997).
4. Der Babylonbus. Dağyeli: Frankfurt 1989.
19. Warmer Schnee lachender Baum – Sıcak Kar Gülen Ağaç.
5. Du Gegenden / Sen Dolayları. Türkçe – Almanca. Sardes:
Freiburg – Stuttgart 1984.
Erlangen, 2006.
20. Kemal und sein Widder. Arena: Würzburg 1994.
ÖYKÜ
(Fransızca çevirisi, Flammarion: Paris 1994).
6. Heimat in der Fremde? / Yaban Sıla Olur mu? Türkçe –
21. Fische mögen das Wasser. Anadolu: Hückelhoven 2008.
Almanca. Ararat: Stuttgart – Berlin, 1979, 3. basım 1981.
22. Das Walbaby. Anadolu: Hückelhoven 2008.
Ayrıca telif ve çeviri dil eğitim kitapları.
ROMAN
7. Ich und die Rose. Rotbuch: Hamburg 2002.
TÜRKÇEDEN ALMANCAYA ÇEVİRDİĞİ KİTAPLAR
23. Orhan Veli Kanık. (Helmut Mader ile) Poesie.
BİLİMSEL YAYIN
Türkçe-Almanca. Frankfurt a.M.: Suhrkamp, 1966.
8. Die Dramaturgie des Einakters im 18. Jahrhundert in der
24. Moderne türkische Lyrik. Antoloji. Tübingen,
deutschen Literatur. Kümmerle: Göppingen 1973. (Doktora tezi)
Basel: Erdmann, 1971.
25. Behçet Necatigil. Gedichte. Türkçe-Almanca. (Numaralı, Necatigil’den
POETİKA
imzalı.) Stuttgart: Edition Hattusa, 1972.
9. Odyssee ohne Ankunft. Thelem: Dresden 2004.
26. Der Drachen im Baum. (Ağaca Takılan Uçurtma). Antoloji. Resimleyen
Orhan Peker. Viyana, Münih: Jugend&Volk, 1976.
Araştırma:
27. Bülent Ecevit. Ich meisselte Licht aus Stein. Şiirler ve iki deneme.
10. Beobachtungen zum “Deutschland-Türkischen”.
Stuttgart: Klett-Cotta, 1978. (Cep kitabı olarak: Berlin: Ullstein, 1982.)
Pädagogische Arbeitsstelle des Deutschen Volkshochschulverbandes:
28. Orhan Veli Kanık. Das Wort des Esels – Eşeğin Sözü. Nasreddin Hoca
Frankfurt – Bonn 1983.
öyküleri. Türkçe-Almanca. Resimleyen Abidin Dino. Berlin: Ararat, 1979;
3. basım 1982.
DENEME
29. Nazım Hikmet. Allem Kallem. Türkçe-Almanca. Resimleyen Abidin Dino.
11. Rosen im Frost – Einblicke in die türkische Kultur.
Berlin: Ararat, 1980; 2. basım 1982.
Unionsverlag: Zürih 1983, genişletilmiş 2. basım 1989.
30. Habib Bektaş. Belagerung des Lebens – Yaşamı Kuşatmak.
12. Spuren des Brots – Zur Lage türkischer Arbeitnehmer und ihrer
Şiir-Öykü. Türkçe – Almanca. Berlin: Ararat, 1981; 2. basım 1983.
Familien. Unionsverlag: Zürih 1983.
31. Zülfü Livaneli (yayına hazırlayan). Lieder zwischen vorgestern und
13. Nur um der Liebenden willen dreht sich der Himmel.
übermorgen. Livaneli’nin beste notalarıyla. Türkçe-Almanca. Ararat:
Sardes: Erlangen 2006.
Berlin, 1981; 2. Baım 1983.
32. Nazım Hikmet. Das Epos von Scheich Bedreddin. Resimleyen Abidin Dino.
86
OYUN/SENARYO
Ararat: Berlin, 1982.
14. Unsere Nachbarn, die Baltas. Begleitheft zur
33. Orhan Veli Kanık. Fremdartig – Garip. Türkçe-Almanca. Dağyeli:
Fernsehserie im Medienverbund. Adolf-Grimme-Institut: Marl 1983.
Frankfurt a.M., 1985. (SWF En İyiler Listesinde 1., Mart 1986.)
87
34. Aras Ören. Gefühllosigkeiten – Reisen von Berlin nach Berlin.
Şiirler. Dağyeli: Frankfurt a.M., 1986.
35. Die Wasser sind weiser als wir – Sular Bizden Akıllıdır.
Antoloji. Türkçe-Almanca. Schneekluth: Münih 1987.
36. Behçet Necatigil. Eine verwelkte Rose beim Berühren –
Solgun Bir Gül Dokununca. Türkçe-Almanca. Dağyeli: Frankfurt a.M., 1988.
37. Geschichten aus der Geschichte der Türkei. (Güney Dal ile).
Öykü antolojisi. Luchterhand: Frankfurt a.M., 1990.
38. Orhan Asena. Ali. Çocuk Oyunu. Kültür Bakanlığı: Ankara, 1994.
39. Orhan Asena. Jagd in Chile. Oyun. Kültür Bakanlığı: Ankara, 1994.
40. Aziz Nesin. Ein Verrückter auf dem Dach (Damda Deli Var).
50 Yıldan Usta Gülmece Öyküleri. C.H. Beck: Münih, 1996.
41. Haldun Taner. Allegro ma non troppo. Türkçe-Almanca.
Sardes: Erlangen, 2007.
42. Gülten Akın. Das Lied vom Frausein – Kadın Olanın Türküsü.
Türkçe-Almanca. Sardes: Erlangen, 2008.
43. Necati Tosuner. Lob der Einsamkeit. Öyküler. Sardes: Erlangen, 2008.
44. Enver Ercan. Die Zeit küsst alles im Vorübergehen.
Türkçe-Almanca. Sardes: Erlangen, 2008.
45. Güngör Dilmen. Das Gasthaus yum lebendigen Affen.
Oyun. Sardes: Erlangen, 2008.
46. Muzaffer İzgü. Das taegliche Brot. Roman. Önel: Köln, 2008.
47. Yalvaç Ural. Lafontaine vorm Waldgericht. Önel: Köln, 2009.
KİTAP DOLAYLARI
YAYINA HAZIRLADIKLARI
48. Die Türken (Karl-Heinz Meier-Braun ile). Ullstein: Frankfurt a.M.,
Viyana, 1983.
49. Farben im neuen Haus – Yeni Evden Renkler. Almanya’da 30 Yıl –
Türk Ressamlar. Önel: Köln, 1992.
günü şiirle şiiri günle
en yüce şiir yaşam evrende
yaşamı durmadan şiirle
(saat ankara, mart 27)
50. ...aber die Fremde ist in mir. (Günter W. Lorenz ile). IfA: Stuttgart, 1985/1.
51. ANADİL. Dergi. 13 sayı. Stuttgart, 1980-82.
Ayrıca, çok sayıda edebiyat kaseti.
Gero von Wilpert. Lexikon der Weltliteratur. Kröner: Stuttgart, 4. basım 2004.
(2. basımdan itibaren Türk yazarlarının maddeleri. 4. basımda yüzü aşkın Türk yazarı.)
88
89
Günay Güner
Yazar
Türk Yazınının Bilge Gezgini
Yüksel Pazarkaya
“Ben bir gezginim ve dağa tırmananım, diyordu gönlüne.
Ovaları sevmem, ve anlaşılan uzun süre ben sakin oturamam.
Ve ne gelirse gelsin başıma alınyazım ve yaşantım olarak,
-bir gezinme bulunacaktır onda, bir dağa tırmanma bulunacaktır:
kişi sonunda ancak kendini yaşar.
Karşıma rastlantıların çıkabileceği zamanlar geçti artık;
zaten benim olmayan daha ne düşebilir ki payıma!”
(Nietzsche, Zerdüşt Böyle Diyordu)
İnsanlığın süreğen devinimini anlamlandırmak önemlidir. Tarihe bakışın, geçmişi yorumlama çabasının nedenlerinden biri de budur. Tarih, diğer
niteliklerinin yanı sıra toplumların savruluşlarının bilgisini içerir. Bir yandan uygarlıklar, ekinler kurulur, yıkılırken; bir yandan da kavimler, boylar,
soylar bir yerden bir yere, bu ilden o ile, yurttan yurda memleket değiştirip durdular. Yeryüzü onyıllardır büyük bir altüst oluş içinde. Değerler
tükeniyor, yozlaşıyor, yeni değerler oluşuyor, insanlık duyuncu için büyük
acıdır yaşanan. Ve bu acının nedeni olan savruluşun gelecekte de, belki de
artarak süreceği görülüyor. Jacques Attali anamalcı düzen övgüsünden bir
türlü vazgeçmemesine karşın, 21. Yüzyıl Sözlüğü adlı yapıtında gelecekteki
yaşamla ilgili ilginç öngörülerde bulunur:
“On bin yıl önce hepsi yerleşik olan uygarlıkların tümü göçebelik etrafında tekrar birer birer ortaya çıkacak. Her şey geçici olduğu için hareketli
olacak: İnsanlar, eşyalar, kurumlar, işletmeler, bilgiler, ayrıca turizmdeki ve
maskelerdeki eğlencelerde, hiperdünyanın labirent ve uyuşturucularında.
90
Göçebelik tarihi bu kabilelerden çok başarılı, hafif, taşınabilir yapıtlar
uzmanı sanatçıların doğabileceğini gösteriyor. Müzik, takı, heykelcilik, resim, sözlü edebiyat yapıtları.” (Attali, 1999: 133)
Türkiye’nin tarih boyunca içinde bulunduğu, neredeyse karakteristik
özelliği durumuna gelen savruluş olgusunun yeni dalgasını büyük ölçüde,
31 Ekim 1961 tarihinde Almanya’yla imzalanan “İşgücü Alım Anlaşması”yla
başlayan süreç oluşturur.
Birçok Avrupa ülkesinde yeni yaşamlar kuran Türkler büyük sorunlarla, acılarla yüz yüze kalırlar. Aileler parçalanır, yabancı bir ülkede olmak
yetmezmiş gibi kaçak işçi olunur. Kuşaklarca sorunlar farklılaşır, görece hafifler. Geçen onyıllar içinde bu toplumun evrensel ekine katkısını belirleyen,
nitelikli yapıtlara dönüşen bir yazın yaratılır.
Yazar, farklı olarak, gettolaşmaz. İçinde olduğu halkın ekiniyle ilişki
kurar. Bir anlamda sözcüdür. Kendine, ayrılıp geldiği ulusuna, içinde yaşadığı yabancı ulusa dışardan bakma yeteneği vardır. Bu yetenek iç çatışmaları, kırılmaları içerse de, aynı zamanda elverişlilik ve üstünlük sağlar.
Nesnelliği güçlendirir. Bununla birlikte söz konusu yazarlardan anadillerine, ana toplumlarına bağlı olanlar evrensel ekine olduğu kadar, öz ulusunun
göç etmiş insanlarına da sorumluluk duyarlar. Kimilerinin aksine, derinlikli
olanı yitirmezler. Feridun Andaç bu olguyu şöyle anlatır:
“Yine sürgünlük bağlamında değerlendirebileceğimiz, ürünleri ve yazınsal kimlikleriyle artık ‘göçmen edebiyatı’ olgusunu aşan bir kapsamda
anacağımız (kendi kendinin sürgünü olan) yazarlarımız arasında Feyyaz
Kayacan, Aras ören, Güney Dal, Nedim Gürsel, Fakir Baykurt, Yüksel Pazarkaya, Tekin Sönmez, Özgen Ergin, Dursun Akçam, Habib Bektaş, Gültekin Emre, Fethi Savaşçı, Sıtkı Salih Gör, Haluk Aker, Özkan Mert, Lütfi
Özkök, Gürhan Uçkan, Tezer Özlü ve Aysel Özakın’ı sayabiliriz.
…
Sürgünlük, bir yazma biçimine dönüştüğünde, yeni duyarlılık alanlarının ortaya çıkması da kaçınılmazdır. Bu da, elbette ki bir ülke yazını, kültür
yaşamı için zenginliktir.
Yazınımızın ve dünya yazınının, sürgünlüğün izindeki coğrafyasına bu
açılardan bakıp değerlendirmek gerekecektir. Sanırım bu, kültürel ve yazınsal kimlik tespitinde de önemli bir yer tutacaktır.” (Andaç, 2004:98-99)
Almanya’daki Türk işçilerin ilk yazınsal sesi Yüksel Pazarkaya’dır.
Dilini yurt bilerek öncü bir işlev yüklenir Pazarkaya. Liseyi bitirdiği
1957 yılında yüksek öğrenim için aldığı bursla Almanya’ya gider (Şubat
1958). Stuttgart Üniversitesi’ni bitirerek kimya yüksek mühendisi olur.
Ardından edebiyat bilimleri ve felsefe okur. 18. Yüzyıl Alman Edebiyatında Tek Perdelik Oyunların Dramatürjisi adlı teziyle doktora derecesi alır. Bu çalışması kitaplaşır. WDR-Köln-Radyo Türkçe yayınlarında
91
yönetmenlik yapar. Aynı görevden emekli olur. Alman televizyonu için
diziler hazırlar.
Çıkardığı Anadil adlı bir edebiyat dergisi ile Türk yazınının ve Türk
yazarlarının Almanya’da tanıtılmasında etkili olur. 1987 Almanya Federal
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Liyakat Nişanı sahibi olan Dr. Yüksel Pazarkaya, 1989 Bavyera Güzel Sanatlar Akademisi Adalbert von Chamisso Edebiyat Ödülü; 1992 Dr. Orhan Asena Oyun Ödülü, 1993 Salihli Belediyesi
Oyun Ödülü, 1992/93 İsmet Küntay En İyi Oyun Ödülü, 1994 Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü, 1997 Milliyet Gazetesi Haldun Taner Öykü Yarışması ikincilik ödülü, 2007 Yunus Nadi Şiir Ödülü ve Beşiktaş Belediyesi
Haldun Taner Öykü Ödülü’nü de kazanır.
Türk yazınında hem özgün yapıtları hem de çeviri ve eleştirileriyle tartışılmaz bir yerdedir Pazarkaya. Yayımladığı Türkçe kitapların sayısı 27,
Almanca kitapların sayısı ise 14’tür. Türkçeden (başta Orhan Veli Kanık,
Behçet Necatigil, Haldun Taner [İnci Pazarkaya’yla birlikte], Bülent Ecevit,
Nasrettin Hoca, Nâzım Hikmet, Zülfü Livaneli, Aras Ören, Orhan Asena ve
Aziz Nesin olmak üzere) Almancaya yaptığı çeviri kitap sayısı 18 adettir.
Ayrıca Almancadan Türkçeye de çok sayıda çevirisi vardır. Bunların dışında
Almanca dil öğretim kitapları, sözlükler hazırlayıp yayımlamış, sayısız gazete yazıları kaleme almıştır. Oyun, senaryo ve radyofonik oyunlar alanlarında, şiir kaseti ve dergi yayımında da etkinlik göstermiştir. Şiirleri ve diğer
bazı yapıtları, Yunancaya, Fransızcaya, İtalyancaya, Hollandacaya, İngilizceye v.b. çevrilir. Pazarkaya’ya Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi tarafından fahri doktora unvanı verilir. Aynı üniversitenin Fen-Edebiyat Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans, Eğitim Fakültesi Yabancı Diller
Eğitimi Bölümü’nde Alman Dili Eğitimi yüksek lisans dersleri vermektedir
(Çanakkale Olay, 7.11.2006).
Özgür Savaşçı, Yüksel Pazarkaya’nın önemini şöyle belirtir: “…[B}irinci
kuşağın Almancası da yetersizdi. Bunların içinde Almanya’ya öğrenci olarak
gelmiş ve önce kimya sonra da tiyatro bilimi öğrenimi görmüş olan Yüksel
PAZARKAYA büyük bir istisnadır.
…Batı Avrupa’da ne derecede bir Türk yazını üretilmektedir?
Bizce sorunun özü bu soruya verilecek yanıtta yatmaktadır. Bu konularda ilk inceleme ve katkılar, adlarını yine bu bağlamda andığımız yazarlardan gelmiştir. Bu alanda Yüksel PAZARKAYA’nın, ‘Zemheride Güller-Türk
Kültürüne Bakışlar’ diye Türkçeye çevirebileceğimiz ‘Rosen im Frost: Einblicke in die Turkische Kultur’ adlı eserinin ikinci baskısı çok değerli çalışmadır. Eserinin ‘Zorn und Einsamkeit in Bitterland-Die Bundesrepublik’
(Acı Vatanda Öfke ve Yalnızlık-Yeni Türk Yazınımızda Federal Almanya)
adlı bölümünde (s.247-269) PAZARKAYA kısa ama oldukça özlü ve bilgilendirici sınıflama sunmaktadır: ‘Kültür Şoku, Sıla Hasreti ve Sera Kimliği’
92
(s.249-250), ‘Almanya Konusuna Önayak Olanlar’ (s.251-252), ‘Yoksulluk ile
Geleneği Terk Etme Arasında’ (s.252-253), ‘Yurtta Kalanlar Gurbeti İncelemeye Başlıyor’ (s.253-255), ‘Halk Edebiyatı ile Divan Geleneği Arasında’
(s.255-256), ‘İdeolojik Gayret ve Hasret Gülleri’ (s. 256-258), ‘Terk Edilmiş Köylerdeki Yalnızlık Dramları’ (s. 258-260), ‘Yazarların Yola Çıkışı’ (s.
260-262), ‘İki Dünya Arasında’ (s.262-264), ‘Kırılan Umutlar Gerçekleşmeyen Düşler’ (s.264-267), ‘İki Dil Arasında Hiç Kimseler Ülkesinde Konuşmak’
(s.267) ve son olarak da ‘Kültürler Arasında Üvey Evlatlar’. Özellikle saydığımız son dört bölüm konumuzu çok yakından ilgilendirmektedir. Federal
Almanya’daki Türk yazınıyla ilgilenenler PAZARKAYA’nın bu çalışmasını
mutlaka okumalıdır.” (Savaşçı, 1998: 66,67)
Almanya’ya göçün ilk şiirsel izlerini de taşıyan ilk şiir kitabı Koca Sapmalarda Biz Vardık (1968) 1985 yılında Almanya’da iki dilli olarak yeniden
yayımlanır.
Pazarkaya’nın ilk yapıtlarından Umut Dolayları ve Bir Deneme: Çağdaş
Şiirin Ölçütü’nde yer alan denemesi şiir düşüncesi için açıklayıcı niteliktedir. Şöyle yazar denemesinde:
“Eski şiirin özel modellerinin yapım ilkelerinden olan vezin ile kafiye
aslında çoktan şiir öğeliğinden ana erek durumuna gelmiştir. Birtakım öğelerin zamanla ana erek durumuna gelmesi ise, şiirin bu öğelerde tükendiğini
kanıtlar.” (Pazarkaya, 1969: 7)
Bu düşüncesini Orhan Veli’nin, 1941 yılında yayımlanan Garip’in önsözünde yazdıklarıyla temellendirir:
Kendini hayrete düşüren bir güçlük.
Büyük heyecanlar temin eden bir güzellik.
“Garip şiiri bu güçlük ile güzelliği, ana erek olmuş vezin, kafiye, metrik
ölçü gibi ilkeleri yadsıyarak, yıkarak ve yerlerine ‘saflıkla basitlik’i koyarak
elde etmek istedi:
‘Bizim kendi hesabımıza, bu hudut genişletme işinde ele geçirdiğimiz
ganimetlerin başlıcaları arasında saflıkla basitlik var’
Fazıl Hüsnü şiiri, İkinci Yeni, Behçet Necatigil ve daha yeniler kendi
güçlük ve güzelliklerini daha başka ölçütlerde aradılar, buldular, buluyorlar.
Bunun anlamı şudur: bir değer yargısını da içeren şiir kavramını, her çağda,
her ozanda, hatta teker teker her yapıtta başka bir şeyi, nesneyi, estetik yapıtı belirler.” (Pazarkaya, 1969: 7)
Pazarkaya, dille, şiir diliyle siyasa arasında, toplumsal algı arasında
güçlü ilişkiler saptar. Bu alandaki güçlükleri evrensel boyutta güçlükler olarak görür:
“Bu, ilk elde nice karşıt görünse bile siyasal bir güçlüktür. Yöneticiler
elinde pusulasını yitirmiş dünyamızı şaşkınlığından kurtaracak gereç olmalıdır dil. Dünyanın şaşkınlığı, yöneticiler sözcüğünün içeriğinde yansır. Bazı
93
kişilerce dil yozlaştırılıp insan ve insansal toplum yapan öğe olma niteliğinden yalıtılarak, bütün insan topluluklarını kendi yönetimleri altına alıp,
insan dışı çıkarları için yönetmelerinde baskı aracı olarak kullanılıyor. Şiir,
önce dili bu boyunduruktan kurtarmak zorundadır. Adı geçen siyasal boyunduruk dilde ne gibi somut görünüştedir? Bu, Osmanlıcada olduğu gibi
toplumsal bir üst sınıf (yönetici sınıf) dili yaratmak, böylece toplumsal iletkenliği (kommunikation) keserek toplumun ezici çoğunluğunu siyasal kendi
kendini yönetim dışı bırakmak, onu siyasal-toplumsal bir güç olarak hiçe indirgeyip, bilinçli eylemci özne olmasını önlemek, sömürülen bilinçsiz nesne
durumuna sokmak olarak görünür.” (Pazarkaya, 1969: 8)
Denemede ortaya konan görüşler 1969 yılının Türk şiiri ve dünya şiir
sorunları düşünüldüğünde üst düzeyde bir birikimi yansıtır. Yeniyi arayış,
çalışmaları bu doğrultuda yapmak yetkinliğini sağlamakta etkili olmuştur.
Bu önemli yazısında görüldüğü gibi “somut şiir” akımını benimser.
Somut şiirin, çağın şiir anlayışını belirleyen en gelişmiş yaklaşımların, bununla birlikte geleneğin ve birikimin olanaklarını kullanarak yeni bir şiiri
yaratmanın ardındadır. Yakın zamanda yapılan bir söyleşisinde şunu söyler
Pazarkaya: “Ellili yılların sonunda uluslararası somut şiir akımının çekirdek
şairler kadrosunun içine düştüm. Bunun sonucu, altmışlı yıllardan itibaren
Türkçe somut şiir yazan tek kişiydim.” (Küçükceylan, 2008) Dünyanın birçok yerinde yayımlanan bu uluslararası akımın antolojilerine girer. Şiirinin
bugününde de yalınlık seçiminin yanı sıra somut şiir poetikasının etkileri
gözlenir. Onun şiir düşüncesinde dize yerine, şiirin bütünü/bütünlüğü içinde anlamını, işlevini kazanan satır anlayışı vardır. “Şiirde kullanılan söz sanatları, buna imge de dahil, günümüz şiiri için …koşul değil.” Orhan Veli
Garip poetikasında bunu dile getirmiştir. Garip dönüşümünün ardından bir
ölçü, uyak tasarımı içinde değil de, serbest, özgür bir anlayışıyla uygun görülen noktalarda bu öğeler kullanılabilir. Halk şiiri birikimi, tasavvuf duyuşu Pazarkaya’nın şiirinin güçlü kaynaklarındandır. Diğer önemli kaynak
olarak da somut şiir “oyun” yöntemlerini sayar.
Pazarkaya şiirin bireydeki iç çatışmalardan; içinde olunan somut koşullarla, ulaşılamayanlar (ütopya) arasında oluşan gerilimden doğabildiğini
vurgular. Özlem, tutku, mutluluk, mutsuzluk, aşk… Şiir yolda olmakla ilgilidir. (Pazarkaya, 1997: 26)
Edebiyatbilimci Helmut Scheuer “Das Eigene und das Fremde” başlıklı yazısında, Pazarkaya’nın şiir anlayışıyla “modern şifre sanatı” dediği
şiir tekniği arasında bir benzerlik saptar: “Yabancılık izleği (Pazarkaya’nın
şiirinde) modern insanlık durumunun şifresi olur. Bu durum, sevginin ve
güvenin, insanlarla birliktelik duygusunun ve açıklığın gitgide yok olmasıyla
belirlenmiştir. Böylece, ‘yabancı-işçi’ (‘Gastarbeiter’) izleği, insanın yalnızlığını ve yabancılaşma olayını anlatmak için, yabancılığı, yabancı olanı (das
94
Fremde), ama aynı zamanda yabanelini (die Fremde) de kullanan köklü bir
yazın geleneğine bağlanır.” (Akt. Gökberk, 1993: 96)
Yol Dolayları, Pazarkaya’nın Mutluluk Şiirleri kitabından sonra oluşan
şiirlerinin toplamı; 1969 yılında Umut Dolayları ile başlayan, Sevgi Dolayları, Sen Dolayları, Dost Dolayları ile süren dizinin yeni halkasıdır. Yazarın
ne kadar özgün bir dile sahip olduğu, koyduğu kitap adlarına da yansır.
Bilinen, ama günlük dilde kullanım alanı dar bir sözcük; şairin dilinde yeni
anlamlara, çağrışımlara varır. Dostça bir söyleyişin sıcak tınısını edinir. Bir
senfoninin ana izleğine dönüşür.
Gerçekten de Avrupa’nın Aydınlanma birikimini çok iyi özümseyen
Pazarkaya, şiirinde, ulusunun düşünsel gelişiminde bu birikimden yararlanmak gerektiğine inanır. Eleştirel aklın, özgür bilincin egemen olmasını
savunur. Sanatının da belirgin niteliği felsefesel oluşudur. Ulusunun sorunlarına duyarlı sorumlu, tam anlamıyla bir aydındır. Şöyle der: “Türkçe de
benim yurdum, vururum sırtıma, giderim dünyanın dört bir yanına, istediğim yerde kurarım yurdumu.” (Küçükceylan, 2008: 71)
1977 yılında yayımlanan Oturma İzni özgün öykü diliyle, (sonraki yıllarda
yazacağı Ben Aranıyor adlı romanıyla birlikte) bir başyapıttır. Türk yazınını,
verdiği büyük emekle varsıllaştırmış olan Pazarkaya, yapıtlarının güzelduyusal
düzeyinin üstünlüğüyle çok etkili bir kişiliktir. Türk yazınının Almanya’daki
ekin elçisi gibidir. Günümüzden tam otuz iki yıl önce yayımlanan Oturma İzni
Almanya’ya giden Türk işçilerinin yaşadıkları derin acıyı izlek edinmesiyle,
benzersiz bir düzeyde işlemesiyle sonraki dönemlerde üzerinde yoğun olarak
durulacak birikimin kaynağı niteliğini taşır. Kitabın girişinde açıklandığı gibi,
birinci bölümünü oluşturan öyküler, Batı Alman Radyolar Birliği (ARD) için
yazılmış; Almanya’da, Berlin’de günlük Türkçe programlarda yayımlanmış ve
orada yaşayan Türkler tarafından ilgiyle izlenmiştir. Oturma İzni’ndeki öyküler çok sarsıcı, bir o kadar da farklı bakışları içeren öykülerdir. Hele de, 21 Kan
Gülü, Karl Bauer’in Yabancılığı, Offenburglu Yolcu, Bir Düzeni Bozmak, Tapınakta Başkaldırmak başlıklı öyküler olağanüstüdür. Tapınakta Başkaldırmak
otuz yıl önce yazılmış olsa da, farklı okumaları içermesine karşın, Irak’ın ya
da bir başka ezilen ülkenin işgalini çağrıştırır. Bunca zaman geçmemişçesine,
bugün yazılmış gibi yeni, diri öyküler…
Ben Aranıyor Türk yazınına kazandırılmış benzersiz bir düşünsel (felsefesel) romandır. Bu türde olsa olsa Melih Cevdet Anday’ın romanları geliyor
usa. Gül, esenliğin simgesidir. Ayrıca kişilik ve kimlik arayışı ve sorunsalı izleğinin de ötesinde, özellikle çocuk Orhan’dan yola çıkarak yaratılmış, müthiş bir insancılık ve emek yüceltisi içerir Ben Aranıyor. Bir simitçi çocuğun
olgunlaşmış, incelikli dünyası ancak bu kadar içtenlikle kalıcılaştırılabilir.
Benzerini değil, ama esinini belki Sait Faik’te görebileceğimiz bir güzelleme... Aslında çok kapılı, çok uçlu bir roman.
95
Ülker Gökberk Ben Aranıyor üzerine yaptığı Sürgünde Yazın, Yazında Sürgün: Yüksel Pazarkaya’nın Ben Aranıyor’una Bir Yaklaşım
başlıklı kapsamlı çalışmada yapıtın sürgün yazını yönünden çözümlemesini yapar. Gökberk’in, “Bu açıdan bakıldıkta ortaya çıkan metinler, ne Alman yazınının alışılmış kategorilerine, ne de yazarların
köken olarak bağlı olduğu ulusal yazınların özelliklerine uyuyor” biçiminde belirttiği nitelik, Pazarkaya’nın Alman toplumu üzerinde “kültür şokundan kültür bireşimine” doğru gidiş olarak saptadığı etki düşüncesini destekler. Yüksel Pazarkaya yazını, yazının ilkelerine göre
değerlendirmek istemekte, “göçmen yazını”, “yabancı yazın” gibi kavramlara, sınıflandırmalara karşı olmakta haklıdır. Yaşamın, nesnenin,
evrenin her anıyla ilgili olan yazını hiçbir sınıflandırmayla sınırlandırmak olanaksızdır. Kaldı ki göçmenlik bir anlamda tüm insanlığın
süreğen durumudur. Bu nedenle söz konusu bakışa dünya yazınının
mutlak gereksinimi vardır. Afşar Timuçin farklı bir yönden şunları yazar: “Düşünen insan her zaman sürgündür ya da sürgün adayıdır…
Oysa düşünce, sürgünlüğü değil de yerleşikliği arar… Bilinç olduğu
yerde de çürüyüp yabancılaşabilir. Yerleşiklik gerekli koşuldur, yeterli
koşul değildir. Kendisiyle ve başkasıyla hesaplaşmayan bilinç dardır
ve verimsizdir.” (Timuçin, 2004: 54,58)
Sınıflandırmalar olsa olsa geçici kolaylıklar sağlayabilir. Gökberk de bu
kolaylığı sağlamak üzere, dil içinde, dille dışavurulan yabancılaşmayı ya da
parçalanmışlık bilincini irdeler. Buna göre yurtdışında geçirdiği uzun yılların ardından geçmişini anımsamaya çalışan, kökeninin topraklarında kimliğini arayan roman kahramanı Orhan Barutçu’nun varolan ben’i dolaysızlığını, kendiliğindenliğini, sürekliliğini yitirmiş biridir. Anayurdunu yitirmiş,
yeni bir yurt edinememiş… Araf’ta olma durumu. Romanda bu durum “geçit” kavramıyla simgelenir. Anlatım gerçeküstücü, Kafkaesk bir boyuta ulaşır. İçinde olunan bir bakıma yeniden doğuş sancısıdır. Orhan Barutçu’nun
anayurdu tarihsel olarak belirsiz, bir anarşi, güvenliksizlik, çatışma, kaos
ortamındadır. Bu ortam yan katmanlar oluşturarak romanı varsıllaştırır.
Gökberk, “Pazarkaya burada, bellek yitimi ve yeniden doğuş eğretilemesini
usta bir anlatı tekniğine dönüştürmüştür” diye yazar. (Gökberk, 1993: 94)
Değerli eleştirmen, bilim adamı Berna Moran Türk Romanına Eleştirel Bir
Bakış adlı yapıtının üçüncü cildinin önsözünde Yüksel Pazarkaya’yı günümüz Türk romanının üzerinde durulması gereken önemli adları arasında
sayar. Moran şöyle yazar:
“1980 sonrası Türk romanında tanık olacağımız köktenci değişikliği,
yani gerçekçiliğin terk edilip postmodernist çizgide yeni bir anlatı türünün
doğuşunu incelerken adını andığım yazarlardan örnekler seçtim. Gerçeklikten kaçış daha yaygındır aslında. Bu yenilikçi akıma Hilmi Yavuz, Yüksel
96
Pazarkaya, Buket Uzuner gibi yazarlardan da örnekler vermeyi planlamıştım, ama sağlık nedenleriyle bundan vazgeçmek zorunda kaldım.” (Moran,
2005: 10) Moran’ın örnek vermeyi düşündüğü roman Ben Aranıyor’dur.
Hep sıla duygusuyla var olmak, yol, yolculuk, karşılanan konuklar, konuk olunan dostlar, uçakta, gökyüzünde, trende, ormanlar, ülkeler, kentler,
kasabalar, dağlar, tepeler, dereler, ırmaklar arasında geçen saatler, günler…
Bütün bir yeryüzü. Gündelik yaşamıyla, yabancılaşmasıyla, tüketilen değerleriyle bütün bir yeryüzü. Aşk, bağlılık, savruluş, savaş, kıyım, hastalık…
Bir yandan özellikle Rilke’den çevirilerini sürdürürken, yeni çalışmasında
zaman olgusunu odağa alarak, yeryüzünün, günlük yaşamın dinginliği içindeki devinimini, evrensel bir bakışla öyküleştirir: Güz Öyküleri, Kış Öyküleri,
Bahar Öyküleri, Yaz Öyküleri.
Takvime, süremlere, zamana yayılan öykülerde bir maraton koşusuna
tanıklık edilir. Eylülden, güzden başlayarak her güne bir öykü. Yalın, yakın,
içten söyleyiş; farklı bir Türkçe tadıyla.
Yazar kuşatıcı bir yaklaşım içindedir. Yeryüzü küçücük bir top gibi
her noktasına ulaşılabilen bir yer olur. Algı dünyası işlekleşir okurun. Ve
bir o kadar çağımızın insan durumları. Yine yabancılaşma, insanın insana
ettikleri, reva gördükleri… Başta Alman toplumu olmak üzere, İkinci Dünya Savaşı’nın, Nazi zulmünün Avrupa’ya; günümüze etkileri, süreğen izleri,
yansımaları. Albenili görüntüler içinde ilkellikler; basit gibi görünenin ardındaki derinlikler, varsıl dünyalar, güçlüklere karşın dolu yaşamlar… Ancak sevidir ki birey özünü müthiş bir doygunluk (mutluluk bu olsa gerek)
içinde duyumsar.
İşte sürem öykülerinden olan Kış Öyküleri’nde bir yolculuktan kalanlar:
“Sen de gelirsen giderim oraya, diyorsun bir yaşam boyu. Sen gelmezsen, ne işim var benim orada. Yarımını bulan insan oldun o günden beri,
hani yolların kesiştiği. Ne bereketli sevda. Çünkü besleyen ırmakları bolca. Cicim aylarına bağımlı değil bu sevda. Tersine yıllandıkça ballanan…
”(Pazarkaya, 2008: 75)
Dil işçiliğine yalınlık tutkusu içinde yaslanır yazar. Dil yurttur. Sevdayla bağlı olunandır. Vazgeçilmezdir:
“Her şey kendini yaşıyor ve bütünü. Her şey kendini yazıyor ve bütünü. Önce havaya yazıyor, hava yazısı oluyor. Sonra suya yazıyor, su yazısı
oluyor.
Sonra ruha yazıyor, ruh yazısı oluyor. Sonra uzaya yazıyor, boşluğa.
Uzay yazısı oluyor, boşluk yazısı…
Ve hiçe yazıyor her şey kendi kendini. O zaman var oluyor. Hiçe yazıyor, oluşun yazısı oluyor.
Her şey oluşu yazıyor kendi yazısıyla ve hiç oluyor…
97
Bir şey hiç olunca, başka bir şey oluyor. Bir şey olunca, başka bir şey
hiç oluyor. Oluşu arayan hiçi, doluyu arayan boşu buluyor…” (Pazarkaya,
2008: 94)
Ve dostluk. O kişiyi kişi kılan duyarlılık, incelik. İnsan insanla çoğalır,
yenilenir, yaşam sevince keser, dil coşkusu içinde:
“Rakılarımızı tınlattık, merhaba, sağlıkla deyip. Koyduk ayağımızı
üzengisine söyleşi atının ve yaylandık üstüne. Bu at ne hızlı, bu at nasıl da
göz açıp kapayana varır sıcak sılalara, ki arınmıştır artık her türlü insan
ve çevre kirinden, unutulmuştur bozuk düzen. Aydınlığında toz kalkmaz.
Yoktur zaten uzaklığında. Yaşanmışın, yaşanmamışın düşleminde bir masal ülkesi.” (Pazarkaya, 2008: 134)
Tarihte olduğu kadar günümüzde de karabasanlar içinde bırakılır halklar. Sömürgenlerin çıkar hırsıyla saldırılarının sonucu; acı sözcüğünün anlatmaya yetmediği yokluklar, hiçlikler… İşgal askerinin dönüşündeki içine
düştüğü durumu şöyle anlatır Pazarkaya:
“O da artık geldiği gibi dönmüyor. İçine bir ömür yuvasını terk etmeyecek karabasanlar, korkular, gündüz düşleri yuvalanmış olarak dönüyor.
Eskisi gibi gülemeyecek, eskisi gibi ağlayamayacak, eskisi gibi sevemeyecek,
eskisi gibi sövemeyecek.
Gündüzleri erinç, geceleri uyku nedir, eskisi gibi bilmeyecek.” (Pazarkaya, 2008: 161)
Pazarkaya tiyatro yazınında da önemli yapıtlar yazmıştır. Oyun
sanatının sınırlarını genişletme başarısını gösteren bu yapıtlar birçok
kez sahnelenmiştir. Örneğin Mediha adlı yapıtında antikitenin olanaklarını kullanarak kadının yüzyıllar boyunca süren ezilmişliğini evrensel bir düzlem ve dille anlatır. Mediha’yla ilgili olarak Turgut Bagir
şunları yazar:
“Yüksel PAZARKAYA, antik Yunan oyun yazarlarından Euripides’in
Medeia adlı oyunu ile koşutluklar kurarak kaleme aldığı kuma konulu Mediha adlı oyununda, kadınların binlerce yıldır değişmeyen kaderine dikkat
çekmiş, kadını aşağılayıcı, küçültücü bir töre olan kuma olgusuna eleştirel
bir bakış açısıyla yaklaşmıştır.
Mediha, üzerine kuma almak isteyen kocasıyla çatışmaktadır. İki bin
beş yüz yıl önce Medeia’nın kişiliğinde simgeleştirilmiş olan kadının acıları,
horlanmışlığı, bir kader gibi günümüzde de devam etmektedir. Ancak kadının verdiği onur mücadelesi, geçmişte olduğu gibi bugün de yarın da devam
edecektir, etmelidir. Ta ki onur kırıcı bu kuma töresi ortadan kalkıncaya dek
… (Pazarkaya) yalnızca bize özgü toplumsal bir sorunu ele alarak özde ulusal olmayı başarmış, ancak biçimde ulusallaşma kaygısı taşımamıştır. (Burada Pazarkaya’nın evrensel dili vurgulanmaya çalışılmış.GG) Euripides’in
Medeia adlı oyununu yeniden ele alıp koşutluklar kurarak biçimlendirdiği
98
Mediha’da klasik tragedya formunu zorlayan PAZARKAYA, yerel kaynaklardan yararlanma yoluna gitmemiştir.” (Bagir, 2002: 85, 92)
Yine 40 Yıl Dile Kolay adlı oyunda emekli bir erkek ve kadının odağında, Almanya’daki Türk göçmenlerin kuşaklardır süren acıları, çatışmaları,
yalnızlıkları anlatılır. Yüksel Pazarkaya’nın bu oyunu Kuzey Ren Vestfalya
Devlet Tiyatrosu Dinslaken Burghof Sahnesi’ne bağlı olarak bir yıl süreyle,
Almanya’da kentten kente dolaşıp oynanan, Alman Devlet Tiyatrosu’ndaki
ilk Türkçe oyun olur.
Başta da belirtildiği gibi, Pazarkaya, evrensel duruşunun yanı sıra ulusdaşları göçmen işçilerin süreğen sorunlarına da yoğun ilgi göstermiştir. Tutarlı, sorumlu aydın tavrının somut kanıtlarının birini Mölln ve Solingen’den
Sonra Almanya Üzerine adlı yapıtı oluşturur. Kitapta Alman aydınlara, yazarlara (Hans Chistoph Buch, Friedrich Christian Delius, Hans Magnus Enzensberger, Sten Nadolny, Gert Heidenreich, Prof. Dr. Walter Jens) ve Aras
Ören’e çeşitli sorular yöneltir. Bunlar çok sıra dışı, düşünülerek hazırlanmış
sorulardır: “Hoyerswerda, Rostock, Mölln, Solingen, Magdeburg gibi yerlerde meydana gelen olayları tarihsel ve düşüntarihsel açıdan nereye yerleştirebiliriz?”, “Bunlar, Almanya’da, Avrupa’da giderek dünyada yaşanan güncel çalkalanmaların yarattığı görünümler midir?”, “‘Alman kimliği’ nedir ve
olayların kimlik sorunuyla bağlantısı var mıdır?”, “Son yıllarda yaşanan bu
olayları, aynı zamanda ne ölçüde Reformasyon ve Aydınlanma’dan bu yana
Alman düşün tarihinin sorgulanması olarak değerlendirmek mümkündür?”,
“Kurban ya da mağdurların bu gelişmede payları olabilir mi?”, “Yabancı
düşmanı, ırkçı şiddete karşı ne yapılabilir, ne yapılmalıdır?” (Pazarkaya,
1995 b: 20) Yapıtta yer alan konu yalnızca göç değildir. Goethe, Hölderlin, Aydınlanma tarihi ve günümüz, yazın türleri ve işlevleri, Almanya’nın
kimlik sorunu, yarının Avrupa’sı gibi birçok önemli ayrıntı enine boyuna
irdelenir bu varsıl kitapta. Hatta uzun yıllar Almanya’yı bölmüş, simgesel
anlam yüklenmiş olan Berlin Duvarı üzerine ilk şiirin Pazarkaya tarafından,
27 Kasım 1961 tarihinde (21 yaşındayken) yayımlanmış olma olasılığı yüksektir: Yangın Duvar.
Pazarkaya’nın şiirinde, yeniden doğuşun kalıtı vardır. Küreselleşmenin, jeopolitik uzantısı olan yeni dünya düzeninin günümüz insanına reva
gördüğü uygulamalara direnen bir şiirdir. Yabancılaşmaya, özgür bilincin
önündeki engellere, yalnızlığa karşı savaşın usta sözüdür. Genellikle gündelik dilden, her gün, her an süren yaşantıdan yararlanılır bu şiirde. Yıkan,
yeniden kuran, devrimci bir sanatsal eylem içindedir Pazarkaya.
Yüksel Pazarkaya dost canlısı, içtenlikli, incelikli güzel bir insandır. Bu
niteliğiyle de köklü arkadaşlıklar kurmuştur. En unutulmaz dostlarından biri
Türk şiirinin değerli şairlerinden Behçet Necatigil’dir. Behçet Necatigil’in
Almanya günleriyle boyutlanan bu dostluk gelişerek sürmüş; mektuplara
99
yansımıştır. (Necatigil, 2001: 149-201) Bu muhabbet nasıl anlatılabilir ki?
Bir mektubunda, 8 Ocak 1975 tarihli mektubunda şöyle yazıyor Necatigil:
“Geçerken günler. Boyuna hatırlamak eski dostları. Gerçi eski dostum değilsin, ama hepsinden de eski, denenmiş bir dostumsun! Seni hatırlamadığım
bir gün, hemen olmuyor hiç. Hele akşam saatleri. Daralmalarda. Gözümün
önüne geliyorsun, gözlüğün, ince çizgilerinle hep öyle kal, Yüksel, şişmanlama!” Gerçekten de hiç şişmanlamaz.
Yol Dolayları’nın son bölümünü oluşturan “Necatigil Dolayları”nın dokusuna da yer yer siner bu dostluk. Ayrıca yaşamın dingin yanı, geçip giden
ömürler, kentler, evler, sokaklar, semt pazarı, umut/suzluk, akşam… girer
şiire usul usul. Pazarkaya’nın has dostu Necatigil’in soluğu gezer bu şiirlerde. Bu yoldaki Akşamın Saltanatı kitabın da en güzel şiirlerinden: “Tasalluttur saltanatı akşamın / keder vermez onun kadar başka / hiçbir şey. // Sığınak
arıyorsun / Korunmasız / Çıkış yolu arıyorsun / Yok bir açık // Akşama benziyor güz günü / Alplerin kuşattığı bu kentte / cam göbeği akışkan bir buzul /
kenti değil seni ikiye bölen nehir. // Olmamışsan serserisi bir kentin / akmamışsa içinden bir nehir / gibi kalabalık keder / orda doğmuş orda ölmüşsün
ne eder. // Dünya açık / Kapamak istiyorsun / Dünya bağlı / Çözmek istiyorsun…” diye akar… Sökün eder gider. Böylesi dostlukların bir diğer verimi
ise Demirtaş Ceyhun üzerine yazdığı, az rastlanır güzellikteki monografidir:
Kara Bıyıklıların Aksakalı Demirtaş Ceyhun. (Pazarkaya, 2004)
Pazarkaya’nın 1981-1984 yılları arasında Stuttgart’ta çıkardığı yazın
dergisi Anadil, yarattığı derin etki, ardından gelen dergilere ufuk açması nedeniyle üzerinde ayrıca durulması, incelenmesi, yazılar yazılması gereken
önemdedir.
Yüksel Pazarkaya’nın bunca yıla dayanan emeğini bir yazının sınırları içinde anlatabilmek olanaksız. Bu çalışmada ancak ipuçları verilmeye,
küçük notlar sunulmaya çalışıldı. Anılan yapıtlar ve düşünceler toplamı,
üzerine monografiler, ayrıntılı incelemeler yazılmasını bekliyor. Bu bir gerekliliktir.
Dr. Yüksel Pazarkaya 2010 yılında yazın yaşamının 50. yılına ulaşıyor,
dile kolay. Yakından tanımak, sevmek, dostluğunu, sevgisini kazanmak yaşamımda bir dönüm noktası oluşturdu. O’na, eşi sevgili İnci Pazarkaya’ya
gönülden teşekkür ederim. Nice yıllara, nice güzelliklere, esenlikle.
Kaynaklar
Pazarkaya, Yüksel, Oturma İzni, Derinlik Yay., 1977
Ben Aranıyor, Açı Yay., 1995 a
Andaç, Feridun, “Sürgünlüğün İzinde”, Sürgünlüğün Bin Yüzü-Sürgünde Edebiyatçılar,
Yol Dolayları, Cem Yay., 2006
Can Yay., 2004, s.90-99.
Umut Dolayları ve Bir Deneme: Çağdaş Şiirin Ölçütü, Y Yay. 1969
Attali, Jacques, 21. Yüzyıl Sözlüğü, Güncel Yay., 1999
Mölln ve Solingen’den Sonra Almanya Üzerine, Sis Çanı Yay., 1995 b
Bagir, Turgut, “1970 Sonrası Çağdaş Türk Tiyatrosunda Çatışma Yaratan Bir Unsur Olarak
Kara Bıyıklıların Aksakalı Demirtaş Ceyhun, Cem Yay., 2004
Töre”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, AÜDTCF Yay., S. 13, 2002 Çanakkale Olay Gazetesi, http://
40 Yıl Dile Kolay, Sardes Verlag Yay., 2007
www.canakkale.net/haber_detay.asp?id=28022, 7.11.2006
“Şiir ve Ütopya”, Yaşasın Edebiyat, S.2, Aralık 1997
Gökberk, Ülker, “Sürgünde Yazın, Yazında Sürgün: Yüksel Pazarkaya’nın Ben Aranıyor’una
Kış Öyküleri, Cem Yay., 2008
Bir Yaklaşım”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Dergisi, VIII, 1993, s.75-108
Küçükceylan, Nermin, “Yazar ve Ozan Yüksel Pazarkaya ile Şiir Üzerine”, Çağdaş Türk
Dili, S.242
Moran, Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, C. 3, İletişim Y. 2005
Necatigil, Behçet, Mektuplar, YKY Yay., 2001
100
Savaşçı, Özgür,“Federal Almanya’da Türk Yazını”, Birinci Uluslararası Kıbrıs ve Balkanlar
Türk Edebiyatları Sempozyumu, Doğu Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Yay.,
1998
Timuçin, Afşar, “Sürgün Her Yerde Yalnızdır”, (Haz.F. Andaç), Sürgünlüğün Bin YüzüSürgünde Edebiyatçılar içinde, Can Yay., 2004, s.52-60
101
Gültekin Emre
Şair, Yazar
Şiirin Yükselişi
En çok o şiirini mi sevdim, “incindiğin yerdir gurbet”i?
Gurbet, ki bir cennet değilse mutlaka cehennemdir tek başına: Yolu
vardır da gidişli gelişli, dönüşü yoktur, varsa da kulak asma!
“Umut” bir sözcüğün ötesindedir onun şiirinde, hayatın yüreği! Yürekli
bir hayatın yanı, yani!
“Sen”de de bir derinlik var ki ne derinlikler içerir! Sevgiliye gidelim demektir bu, aşkın ormanında yaprak toplamaya. Onca uğultuyu tek bir ağaçtan duymaya. Dağlanan dağılan bir hayatı toparlamadır bir başına: “Sen
Değilsem İnzivalar İnindeyim.” Bu bir önünü görmedir ve kararlılık içerir
“sen”siz kalmanın yanıp tutuşturduğu.
Sıra “sevgi”ye geldiğinde haiku tadında bir dünya açılıverir önümüzde
aşkı başımıza sarıp sarmalayıp. Dünyayı tümüyle, her haliyle, kucaklamanın ve doğayla benliğe varmanın da yapyalın yoludur sevginin özündeki tutkuya varma çabası. “seversem – sevdiğim için / yaşarsam – sevdiğim için /
ölürsem – sevdiğim çağım için”.
“Dost” da kucaklayıcı, sıradışı olmayan, gücünü sevgiden alan ve bunu
ustaca dizelerde ağırlayan önemli bir sözcüktür - sözcükten de ötedir-, acıyı türkülere yatırmadır. Hayatın günlük telaşından şiir devşirme, eğirmedir
yapyalın bir dilin pınarından buz gibi sular içe içe.
“Aydınlık”tır “kanayan” çiçeğin yazgısı. Yana yana aydınlığa çıkılıyor
çünkü. Bir aydının künyesine kazınmış susturulamamasının kanıtıdır dosdoğru şiirlere varma: Şiirle dünyayı, duyguları, hayatı algılama... Soyutla-
102
malardan, imgelerden, kırılmalardan... geçerek varılan en gerçek şey: Şiir.
Anadolu’dan gelenlerle, getirilenlerle içinde yaşanılan toplumun kaynaşması, ayrışmasının sapasağlam bir sentezidir bu: Necatigil’e de bir saygıdır ona
varma yolunda aşılan yüce dağlardan düzlüğe ulaşma! “uzanırken şiire / aştı
şair insanı / insanöte dolaylara”
“Karanlıktan” yakınmadan kurmaktır şiir dünyasını ve onurluca bir yaşamı; şairin işidir bu kendi yüreğine gide gele. Dünyayı şiirle kavramaktır
aydınlığa ulaşmak, ustaların yolunda ustalaşırken. İnsanda sürgün olmadır
sevgi, aşk ve geleceğe umutla bakma... “Dizelerimde duymalı toprak ayak
sesini/.../Dizelerimde değmeli gözün göğe / Mavi bulutlar sevdeş olmalı”.
Gurbet, sıla kardeştir yeri geldiğinde, yoksa aralarında uslanmaz bir çekişme vardır “Ağu Sözler” döküle döküle. Yaralıdır gurbetle sıla. Özlem ise bir
koydadır acılarının dindirilmesini beklemede. Bir başka ülkede boy boylamadır bu mücadele: “Gelincik hafifliğinde bir gün / Yüreklik ve umut taşıtıyla / Geldim bu ülkeye / Sarılmış karnaval sevinçleriyle / Gönlüme koltuk
değneği gerekmedi”
12 ayın “takvim dizeleri”dir Saat Ankara. Haiku tadında ve ülkemize
sarsıcı sarılma. Her aya ve her güne şiirler, imgeler, dizeler düşünmek, düşürmek büyük bir ustalık gerektirir, bir de ülke ve dünya sorunlarıyla yürekten haşır neşir olmayı. Gurbete bakıştır da Ankara’dan: “gurbet tutkudan
kaçar köşe bucak / tutku tüttürmektir bir ocak / ocak her yerde sılayacak”.
Birbirinden bağımsız gibi gözüken ama iç içe geçmiş uzun bir şiir: Saat
Ankara: “Türkiye’nin kendi içinde ve dünya konumunda, ülke ve toplum
olarak, insanları açısından durumlarını yansıtan bir sürem göstergesi anlamında...”
Elbette Mutluluk Şiirleri de var sevgi çeşitlemeleriyle beslenen. “Sevgiyi
sezinle / Sevgiyi duyumsa / Sevgiyi alımsa / Gel yüreğim duy / Gel yüreğim
doy” diyerek farklı coğrafyalarda dolaştırıyor şair bizi, okurunu. Düşünceler ve duygular ki anadil ve Anadolu’yla içinde yaşanılan toplum arasında
sarmaş dolaştır. Anılarla, bilinçaltındaki imgelerle beslenirken güne de ışık
düşürür pek çok dize. Gurbet yetmiştir artık, doğup büyünülen topraklar
burunlarda tütmektedir epeydir. Bu da buruk bir mutluluk bağışlar insana.
Çok incindik çünkü, çok kırıldık ve tükendik. Gurbet, işte budur da; kök
salarken tükenmek!
“Yol” imgesi hep büyük bir zenginlik ve derinlik katmıştır şiire. Şair,
zaten yolcudur şiirleriyle, dizeleriyle gönüllere. Buruk ve olgun şiirlere sıra
gelmiştir onca yaranın sarılmasının ardından. Yol, hem onarır, hem de
onurlandırır yeri geldiğinde. “Ama çıkmayagör bir yola / Yaşamdan çıktığının resmidir”. Anadolu’nun ağıtlarını diline, kalemine dolayan şair bir derviş gibi dolanıp durur kendi şiirinin çevresinde: “Bir düşteyim adın gönlüme
bukağı / Bir ses ver sende gönlümün kulağı / Bir tek yol biliyorum adı sen /
103
Ayaklarım değil yolum bukağı”. Halk şiirinin o doyumsuz tadı nasıl da ustaca emilmiş, dizelere damla damla akıtılmış!
Çok sonra öğrendiğim bir başka ustalık alanını: Somut Şiirler’ini: Araştıran, düşünen göz ve beynin çarpıcı, kalıcı, yol gösterici, etkileyici ürünleri.
Görsellik içeren şiirle dünyayı algılama ve farklı duygulanımlara yol açma...
şair bunu yaratıcılığının uç noktalarına taşımayı başarıyor ve orada kendine
kalıcı bir yer ediniyor.
Aranan bir “ben”dir, bulunan da bir “ben” ve şiirin süreci, gücü buna
yeter.
Yüksel Pazarkaya, kendi şiir kozasını sürekli yenileyerek, özgünleştirerek, yalınlaştırarak yıllardır örüp duruyor. Dünyayı, kendini, çevresini,
günlük yaşamı, yabancılığı, sılayı... yeni ve özgün sözcüklerle dupduru şiirleştiriyor. Onu farklı kılan da bu zaten.
Keşke incinmeyeceğimiz bir yer olsa, orada yalnızca şiir ve aşk olsa!
Necati Tosuner
Yazar
Ren Dolayları
Bu çalışmaya hazırlanırken, yazıya Ren Dolayları başlığını koymayı aklımdan geçirdikçe, hep sessiz bir sevinç duydum. İşte, duyduğum sevinci hiç de
saklamaya çalışıyor değilim, – dahası, bilinmesini istiyorum.
Gözlerimi kapayınca gördüğüm Ren, sağa doğru akıyor. Demek ki, ırmağın karşı kıyısında durup da hiç bakmamışım. Ya da, aradan geçen uzun
yılların gürültüsünde, ırmağın sola akan görüntüleri silinip gitmiş.
“Babamın bir atı olsa
çıksa da gelse...”
Sık sık çalınırdı Köln Radyosu’nda. Ren dolaylarından bir türküdür benim için hâlâ! Ama yine de, yaşanılmış böyle biçimleyen, Yüksel
Pazarkaya’nın o güzelim kitabının adı gerçekte: Sen Dolayları.1
Belkisi yok, o sevilen şiirler Sen Dolayları diye kitaplaşmasaydı, bu yazıya Ren Dolayları adını vermek hiç de aklımdan geçmezdi. Doğrusu bu.
O küçük kitabın sevgi dolu büyüsü, coşku veren ilk okumalar, yıllar
sonra şimdi de, anımsamalarla yansıyan dinginlik, dinginlikten ayrışan sevinç: Yaşanılmışlık sevinci.
Öğret bana unutmayı senden başka her şeyi
Seni bildirmeyen bütün bildiklerimi
Görmeyeyim gördüklerimi, işitmeyeyim işittiklerimi
Sana ulaşmayan duymayı düşünmeyi
Senin sesine beni sağır kılan sirenleri
Unutayım adım atmayı, sana varmayan yollarda
1 Sen Dolayları, Yazko Yayınları, 1983.
104
105
Konuşmayı, senden başka her konuda her sözü
Tad almayı dokunmayı koklamayı
Bilmeyeyim çekim nedir, albeni ne istem ne
Olmasın ağırlığım ivmem devinmem
Senden başka itkim güdüm duyum duygum
Yeğnikliğim yitiyor elini çekiyorsun
Bu şiirler yazıldığında, Yüksel Pazarkaya Stuttgart’ta oturuyordu. Sonra oradan taşındı ama gidilen yer Köln’dü. Bundan böyle Ren dolaylarında
geçecekti yıllar... Yine, Sen Dolayları’nda!
Yüksel Pazarkaya’nın öykü yazarlığı üzerine söyleyeceklerimi aktarmak isterken, yolum böyle onun şiirlerinden geçiyor önce. Çünkü, önce şair!
Evet, böyle açıklanabilir.
OTURMA İZNİ
Oysa Oturma İzni’nin2 gönlümdeki yeri çok başka. Bunu hiç unutabilir
miyim!..
Benim yayıncılık serüvenimin ilk kitabı, Yüksel Pazarkaya’nın ilk öykü
kitabıdır. Bunu bir arkadaşlık dayanışmasına bağlamak yanlış olur. Böyle
sanılsa kötü mü?.. Elbette, kötü değil. Ama, yanlış. Çünkü o zamanlar, daha
birbirimizi pek öyle tanıyor da değildik. Bugün, yıllardır süren ailecek yakınlığımız, sonra sonra çıktı ortaya.
Birine güvenmek gibisi var mı!..
Kitap, Derinlik Yayınları’nın bir sunuşuyla açılıyor, şöyle:
“Oturma İzni’nin ikinci bölümündeki öyküler daha önce Varlık Dergisi ve Yıllığında yayımlanmıştır. Birinci bölümü oluşturan öykülerse, Batı
Alman Radyolar Birliği (ARD) için yazılmıştır. Federal Almanya’da ve Batı
Berlin’de aynı anda, günlük Türkçe programlarında yayınlanmış ve orada
yaşayan Türkler tarafından ilgiyle izlenmiştir.
Türkiye’de ilk kez çıkan bu öyküleri sunmaktan kıvanç duyuyoruz.”
21 Kan Gülü başlığını taşıyan ilk bölümde 18, Bir Düzeni Bozmak adlı
ikinci bölümde 5 öykü var.
Daha ilk sayfaları okurken, bizi kolumuzdan tutup öykünün içine çeken bir anlatım biçimiyle karşılaşırız. Tümceler çok kısadır. Vurgulanmak
istenenler yinelemelerle belirtilir. Masalsı bir akış başlar. Hızlanır. Yazarın
anlatım dili, okuyanın kafa sesini biçimler. Okurken, kendi sesimizi duyuyormuş gibi oluruz. Kendi sesimiz bize tuhaf da gelebilir. Sanki şaşırtıcı bir
vezin vardır. Veznin büyüsü, haz duygusuna dönüşür.
21 Kan Gülü adlı ilk öykü için belirlenen bu özellik, – yer yer değişiklik-
lerle – kitap boyunca egemenliğini sürdürür.
İlk öyküde, öykünün sonlarına doğru anlatılan cinayetle başlayan acı,
bıçağın kadına 21 kez girip çıkması, okuyanı sarsar. Bir bitmeyecek tükenmeyecek karanlığa adamın yitip gitmesi, masalı gerçeğe dönüştürür. Yerdeki, süsü bezeği kandan olan kadınla öykü son bulur.
Çöp adlı öykü, – bir bakıma – güler misin ağlar mısın öyküsü.
Işık başka türlü düşürülürse, çizilen resim pek gülünç de bulunabilir.
Anlatılan çaresizlik bir kurnazlık diye adlandırılırsa, epeyce alkış da toplayabilir. Oysa, okudukça içimizi tırmalayan gerçeklik...
Polis denetiminden kurtulmak için çöp variline saklanan kaçağın durumu. Ayrıntıların yönlendirmesi güldürüden uzağa… bir derin acıya taşıyor
öyküyü. Sınırdışı edilme korkusuyla çöp variline saklanmış adam, denetim
bitip tehlike geçince, varilden çıkmakta güçlük çekiyor. Dahası, kaldırılmaz
geliyor dışarının havası.
Yabancılığın yol açtığı yalnızlık duygusunu iyice değişik bir eksen çevresinde işleyen bir öykü Karl Bauer’in Yabancılığı.
Kasabadan gelmiş Alman ailenin kentte karşılaştığı yabancılık ve buna
göre Türk ailenin yazgısal denilebilir yabancılığı.
Öykünün temelini oluşturan, temeli sağlamlaştıran da iki ailenin çocukları. Açıkça önem verilen çocuk dünyasının anlatımıyla sezdirilen bir
gelecek özlemi.
Burada – kitap boyunca – sık sık karşımıza çıkacak bir durumu belirtmek gerekir.
Bu öykülere içinde yaşadığımız günlerden baktığımızda, kendini var
kılmak zorunda kalmış gibi duran “öteki” kavramını, kavramın acıtmalı keskinliğini törpülemeye çalışan bir sevimlilik görürüz. Bu da bize bir umut
aşılayabilir. Oysa, öykünün yazıldığı günlerden bugüne geldiğimizdeyse, var
kılarak sıyrılmaya çalıştığımız “öteki” kavramı, yaşanılmışı – diyelim, paramparça olmuş bir Yugoslavya’yı – anımsatacak, öykü içimizde derin bir
üzünç yaratacaktır.
Sincaplar, Almanya’dan köyüne çatal bıçak gönderen Kazım’a özenerek
yollara düşen köylüsü Hasan’ın öyküsü.
Çınarın çevresinde oynaşan iki sincapla ilgili gözlemlerle düğümlenen
ve açılan bir öykü.
Yabancı işçi olmaktan daha da kötü olan kaçak işçi olma durumu. Yaşandıkça – beklenenin tersine – hiç de alışılamayan, kabuk bağlamak bilmeyen bir korku: Yakalanmak.
Çınarda, gövdenin çatalında yüz yüze gelen iki sincap, – gibi.
Yoksulluktan kavuşamayan gençler.
Oğlan, askere gitmeden yazdırılır Almanya için. Askerlik biter bitmez
2 Oturma İzni, Derinlik Yayınları, Ekim 1977.
106
107
sırası gelir Almanya’nın. İki öküzden biri satılır, yola düşer oğlan, kız köyde
kalır.
Bu öyküde, Bayram Masalı’nda, – kıza göre – Yemen’e gider gibi gidilir
Almanya’ya.
Evet, Yemen’e benzer Almanya. Çünkü, giden gelmez.
Mahmut İle Güldane, Almanya’da evlenir.
Güldane, Adapazarı’ndan gidiyor Almanya’ya kendi seçimi olarak.
Mahmut ise, asker ocağında öğrenmiştir ki, Almanya diye bir şey var. Sonra
bir turist olmayı başarır Mahmut. Avusturya sınırında turistlik sona eder,
kaçaklık başlar.
Çaresi bulunur: Beş bin Mark alarak – laf olsun diye – Mahmut’la anlaşmalı evlenir Güldane. Mahmut imza verir, koca olmayacaktır.
Almanya’da işçi olacaktır Mahmut.
Orkideler adlı öykü, yağmurlu bir bahar günü Frankfurt’ta, Palmiyeler
Bahçesi’nde açılan Dünya Orkideler Sergisi’ni konu edinir.
Orkide çiçeğinin özelliği ve kadınlar için önemi bilinse de, şaşırtıcı bir
kalabalık vardır.
Çiçeklerin geldiği iklime uyum olarak ısıtılmış mekânlardaki boğucu
havaya seve seve katlanan insanların şu çiçeğe gösterdikleri ilgiyi, yabancılardan esirgiyor olmaları gerçeği vurgulanır.
Kapıldığı bu düşünceler nedeniyle sergi yerinin daha da artan ağırlaşmış havasına katlanamayan öykü anlatıcısı, bir tek orkide bile görmeden
terk eder sergiyi.
Hemen oranın yakınındaki, yabancıların oturduğu semtte, ülkesinin insanları arasında, orkideyle başlamış olan ikilem bir dinginliğe dönüşür.
Kitaba adını veren Oturma İzni’nde, yabancılığın yol açtığı tedirginlik
işlenir. İşlemler için gidilen resmi dairede yaşanılan, Tanrısal bir sınavmış
gibi sıkıntı veren kaygıların ördüğü ürkeklik anlatılır.
İşlemler sürerken memurun kibarlığındaki belirgin sertlik ve yaşanılmış tüm kaygılar, az sonra unutulacaktır.
Çünkü, gerekli harcın yatırıldığı yerdeki memur, onunla Türkçe konuşacaktır:
“Yirmi mark!”
Bu, gerçeği değiştirmez, katlanılır kılar.
Hasan Bir Şey Bilmiyor adlı öykü, dil bilmeyen yabancının öyküsü gibi
görünse de, karşılaştığı durumdan sıkıntı duyan tercümanın da öyküsüdür.
Çünkü Hasan, tercümanın Türk olmasını, kendisinden yana çıkması
için yeterli görmektedir.
Kendisine emanet edilen arabanın cazibesine kapılıp onu kullanmaya
kalkan Hasan’ın gülünç duruma düşmesi değildir sorun. Bahane arayan ortamın onu ülkesine geri gönderme tehlikesidir.
108
Kınaya Yatmak öyküsünün iç ses ağırlıklı bir örgüsü var. Geçişlerde numara verilmiş ve altı bölüm.
Üç gün geçmiş hapislikteki şimdi’den geri dönüşlerle uzun bir süre anlatılıyor.
Öykü kahramanı kendiyle bir didişme yaşamakta. Annesi, babası ve karısıyla ilgili dürüst olmaya çalıştığı bir muhasebe söz konusu.
Yoksulluk, okumamışlık, denenmiş bir sürü iş, sonra gelinen Almanya.
Daha öncelerden filizlenmiş bir kolay para merakının itelediği kaçakçılık. Türkiye’den getirdiği malı pazarlamakta gösterdiği – gülünç denebilir
– acemilik yüzünden üç gündür hapiste.
Oysa, asıl acemiliği daha önce: Kınayla karışık lokum tozunu afyon
diye satın almış İstanbul’da. Polis analiz edince anlaşıldı ama suç baki.
Muhasebenin sonu:
“Enayiliğime doymayayım.”
Alman olmanın, Türk olmanın, yerli-yabancı olmanın çocuk dünyasındaki yansımaları aktarılır dört bölümden oluşan Atkestanesi adlı
öyküde.
Önce, “Sen benim gibi Alman değilsin,” diyen arkadaşı Stefan karşısında bocalayan Ender anlatılır. Sonra Ender, parktaki dökülmüş atkestanelerini öteki çocuklar gibi toplamaya çalışınca, “Toplayamazsın,
bunlar Alman kestanesi,” yanıtını alacaktır. Üçüncü bölümde, kafası iyice karışmış Ender’in, “Anne, ben neyim?” diye sorduğunu görürüz. En
sonda, yeni düğümlerle Ender’in durumu biçimlenir: “Türk mü, Alman
mı olmak iyidir?” Ender’in babası çareyi, Stefan’ın ona şaka yaptığını
söylemekte bulacaktır.
Yaşamaya Bak’ta, Almanya serüvenine katılanların karşısına çıkan tuzaklardan biri işleniyor ve yaşama sevinci yansıtılıyor.
Almanya’ya işçi gelmiş. Kafasını gözünü yararak bile olsa, Almancayı
da öğrenmiş. Türkiye’de öğrendiği marangozluk da işe yarıyor. Çalıştığı fabrikada vasıflı işçi sayılıyor.
İyi.
Çalışmış etmiş, üç beş kuruş tutmuş. Ehliyet almış, bir araba çekmiş
altına. Sonra yaz gelince, ver elini yeşil Bursa, demiş.
Karısı, çocukları orada bekleşmekte. Niyette, arsaya temel atıvermek
de var.
Olmuyor.
Gözünü Zagreb hastanesinde açıyor.
Yeşeriyor’da, beş yıldır çalıştığı Almanya’da işsiz kalınca, işsizlik parası
için kuruma başvurur Hamit. Kurumun tercümanı, – sanki eğitildiği biçimde bir Alman kurt köpeği gibi – onu koridorda sürüklemeye başlar.
109
Der ki:
“İşsiz kaldıysan, Türkiye’ye döneceksin. Babanın çiftliği değil Almanya.
Kaç yıldır kazandığın yetmiyor mu?”
Gönlü dostluk dolu Hamit, yaşadığı toplumun değerlerini kuşanmayı
bilecek ve yeşeren bu bilinciyle, tercümana hak ettiği dersi verecektir.
Yolda öyküsü, – adından da başlayarak – sembollerle dolu bir öykü.
Almanya’dan sılaya gidilen-dönülen yolun ortasında, bir dinlenme yerine, karşılıklı yönlerden gelen iki araba girer ve sırt sırta dururlar. Arabaların
görünüşü gibi, inenlerin ağaç altına kurdukları sofralar da bu karşıtlığın
özelliklerini taşır.
İki grup için de yolun yarısı alınmıştır. İki ağacın çocukları, karınları doyunca çimenlikte top oynamaya başlarlar ve iki dakika sürer kaynaşmaları.
Şimdi, hangi çocuğun hangi ağaçtan olduğunu ayırt etme olanağı yoktur.
İki ağacın düşleri, kaygıları, hevesleri, özlemleri, hedefleri yansıtılır.
Yol, onları bekliyordur.
Offenburglu Yolcu öyküsü, yazarın tanıklığının belirgin biçimde yansıtıldığı bir öykü.
Almanya içinde aktarmalı bir tren yolculuğu. Anlatıcı, Demirtaş
Ceyhun’un Çamasan adlı kitabını okumakta. Kompartımanda iki genç adam
var, – biri uyumakta. Pek alışılmadık sıcak bir gün. Sanki Adana’nın sarı sıcağı. Kitabın gerçekçiliği, solunan havada duyumsanmakta.
O sırada, bavulu başkasınca taşınan yaşlı biri gelir bastonuna dayanarak. Kompartımana yerleşir, sıcaktan yakınır. Perondaki satıcının sesi üzerine pencereden bir paket kutu bira alır yaşlı adam. Yolculara verir. Anlatıcı,
kendisine bira değil kola verilmiş olmasına şaşırır. Adamsa, bacağının nereden kesik olduğunu işaret ederek çene çalmaya başlar.
Konuşmanın akışı, sorular ve söyleniş biçimi, anlatıcıda kaygılara, ikilemlere yol açar. Topal Alman yaşlısıyla Çamasan arasında başlayan bir kıyaslama, gelen yeni bir yolcudan sonra, yaşlı Almana duyulan bir yakınlığa
dönüşür.
Yaşlı Almanın yeni gelen Almana, “Yağmur duasına çık,” demesi, anlatıcının kendisini Anadolu’nun ortasında bulmasına yeter. Almanların birbirlerine takılmalarıyla bir yaşama sevinci yansıtılır.
Sevil’in Televizyon Düşü öyküsü poliste geçer.
Güngörmüş polis durumu anlayıp da kocayı dışarıya çıkarınca, Sevil
olayı anlatır.
Kocasından habersiz aldığı televizyonu o kızınca iade etmek zorunda
kalmış ve kocasına paranın yarısını geri verdiklerini söylemiştir. Çünkü
Sevil’in tüm parası kocasının içkisine ve kumarına gitmektedir.
Sevil’in kocası gidip televizyon satıcısından hesap sorunca, polise düşmüşlerdir.
110
Öykünün sonuna doğru Sevil’in ulaştığı yorum, gerçeğin acımasızlığını
ortaya koyacaktır. Sevil, oradaki sekreter Alman kadından çok genç olduğu
halde, onun anası gibi durduğunu bilmektedir.
Umutları deştikçe altından başka gerçeklerin çıktığı bir öykü Köyde
Gökdelen.
Hüsrev Ağa’nın eski yanaşması olan Osman, altına çekmiş arabayı,
köye izinli geliyor Almanya’dan.
Konya ovasının ortasına, yedi katlı bir ev yaptırıyor önemsenmek için.
Beklediğinin aksine, kimse oturmak istemiyor o evde. Bu gökdeleni yapan
da, orada oturan da dışlanıyor köyde.
Ertesi yıl karısından bir mektup alacaktır Osman. O da gökdelenden
çıkıp köydeki eve dönmüştür artık.
Meryem ve kocası Hasan anlatılır Dayak öyküsünde.
Sabahleyin taksiyle evine döner Meryem. Kocası evin önünde beklemektedir. Karısını döver ve elindeki çantayı kapar. Taksi şoförü Meryem’i
kurtarır ve karakola getirir.
Polis, evlerine giderek Hasan’ı arar. Hasan geceleyin çalıştığı için uykusunda onları duymaz. Kapıcı yedek anahtarla kapıyı açar.
Karısından kuşkulanmış olan Hasan, hasta olduğu bahanesiyle geceleyin eve erken dönmüştür. Meryem evde yoktur. Hasan onun yolunu beklemiş ve dövmüştür.
Polisler, evi araştırıp buldukları pasaportu alırlar ve hâlâ uyumakta
olan Hasan’ı uyandırırlar.
Oturma İzni’nin ikinci bölümü Bir Düzeni Bozmak adını taşımakta. Burada yer alan öyküler – seslendirilme kaygısı taşımadıkları için – önceki öykülerden yer yer biçem farklılığı göstermekte.
Bunu bir yazınsal değer farklılığı olarak görüyor değilim. Ama bir yazınsal kaygının daha belirginleştiğini söylemek de yanlış olmaz.
Bu bölüme adını veren Bir Düzeni Bozmak öyküsü, varoluşçuluğa odaklanan bir öykü.
Bir odaya toplanıp en ufak bir çaba göstermeksizin günü geçiren insanlar
var. Günün değişmesini beklerkenki bu edilginlikleri, sanki bir savunma biçimi
gibi. Yaşama karşı bu duruşları, onların kafa yordukları anlamına da gelmiyor.
Ya bunlar insan değil, ya da gerçekte yoklar. Onların bir düş ürünü olduklarını söylemek de kendi varlık kuralımıza aykırı durmakta.
Adamlardan biri, toprağın üstüne oturup duvara yaslanmış. Gözleri
görmüyor. Bir sinek konuyor burnuna. Sanki adama kıyasla sinek daha yaşam dolu.
Karşı duvarın dibinde, başı öne eğik, dizleri dik oturanın sarkan elinde
tespih var. Çekiyor. Çekmiyor. Var mı, yok mu bu adam?
Bir köşede üç kişi durmakta. Yerde oturuyorlar. Üçüncüsü uyumakta.
111
Öteki ikisi kâğıt oynuyorlar. Sanki.
Derken, kapının açılmasıyla gelen çizmeli adamla öykü başka bir eksene geçiyor, bir düzen eleştirisine dönüşüyor.
Akşam bir bayrak gibi göklerde uçuyor, sabah ak aydınlık.
Tapınakta Başkaldırmak öyküsünde görülen bazı simgesel özelliklere
önceki öyküden tanış olmak, bu iki öykü arasında bir bağıntının varlığı izlenimini veriyor.
Hep birlikte gelmeseler de, belirli bir zamanı gözetlemişler gibi insanlar
gelir ve tapınağı oturarak doldururlar. Öncekilerin sakınarak oturmadıkları
aydınlık düşen yerlere de geç kalanlar oturmak zorunda kalır.
Sanki taşlaşmış bir tekdüzelik vardır. Devinimler bir film makinesinin
zaman zaman durup çalışmasına benzer.
Kürsüye çıkan adam söylevine başladığında içeriye silahlı yabancılar
girer. Başlarındaki kişinin emriyle ateş edilir, kürsüdeki adam yıkılır.
Tapınakta dizi dizi oturan insanlarda en ufak bir kıpırtı olmaz. İş bitmiştir. Oysa, içlerinden biri kürsüdeki adamın yerine geçecektir az sonra.
Yabancıların başı sinirlenecek, yine silah patlayacaktır ve kürsüdeki adam
devrilecektir.
Onu izleyen üçüncü adam da kürsüde vurulunca, genç bir kadın ağlar
gibi bir çığlıkla kürsüye fırlayacaktır. Yabancı, o kadınla bakışmasında yenik düşecektir.
Dışarıda karanlık vardır.
Utku’ya Arkadaş Olmak, sevecenlik dolu bir öykü.
Annesine direnen, onu değil de nineyi, dedeyi kendisine arkadaş bilen
bir çocuk. Burada, Utku’nun direnciyle ilgili çok değişik bir benzetme: Balıkçı.
Bu bölüm, balıkçının her şeyden önce kafasının ve yüreğinin içindeki dünya yönünden önemli. Çünkü, sardalyeyi tutmuş olmaktan bütünüyle
hoşnut değil.
Sonrası, dede, nine ve torunla avluda çizilen bir mutluluk resmi.
Öykü anlatıcısının kendi geçmişiyle yakından bağıntılar kurduğu bir
öykü Yaşam’a Yama.
Yaşanılan yabancı ülkenin bu kentinde, köşe başında ya da yeraltı geçitinde boynunda tablasıyla rastlanılan kara gözlüklü adam. Yakasında ıvır
zıvır iğneler olan, kimsenin bir şey aldığı görülmeyen adam. Kara gözlüklerinde harıl harıl geçen insanların yansıdığı... Ve yakın geçmişin acı çekmiş
bir kişisi olarak varsayılan.
Anlatıcının çocukluğunda ve ilkgençlik günlerinde, İzmir-Kemeraltı’nda
bir mağaza önünde çömelmiş, bir şeyler satan, gerçekten görmediği için
kara gözlük takınmış adam. Kolunda üç noktalı sarı bant olan...
Öykünün ikinci bölümünde, sakalıyla bir Ortodoks papazına benzeyen
112
laternacı işlenir. Laternacının müzik yaparkenki kıpırtısız donuk yüzü, toplumun bir yansıması gibidir. Laternacının kutusuna para atmasının ise anlatıcı için kendi geçmişiyle ilgili bir uzantısı vardır.
Oysa bir pazar günü, coşkulu bir grubun laternacıyla ilgilenmesi, adamın hep alışılmış donukluğundan sıyrılmasını sağlayacaktır.
Son öykü, Beklenmeyen Üçüncü adını taşımakta.
Göz alabildiğine uzanan çayır üzerinde, kentli görünüşlü birkaç adam
ile köylüler arasında bir arazi satışı söz konusuyken, köyün çocukları ve
yetişkinleri birden kaçmaya başlarlar.
İri bir kara köpek ve ardından genç bir kız görünür. Köpeğe taş atılmasına genç kızın tepkisi çok sert olur.
Anlatılanın gizemliliği, öykünün sonunda iyiden iyiye bir örtüklüğe dönüşür.
Yüksel Pazarkaya’nın Oturma İzni adlı kitabında yer alan öyküler, yazınsal değerinin yanı sıra, akıl süzgecinden geçmiş bir yaklaşımla sunulmakta ve sağlıklı yargılar sezdiren, zengin bir gözlem gücüne dayanmakta.
GÜZ RENGİ
Yüksel Pazarkaya’nın ikinci öykü kitabı Güz Rengi3 adını taşıyor. Oturma İzni’nden uzunca – denilebilir – bir süre sonra yayımlanan bu kitapta 12
öykü yer alıyor.
Kitabın ilk öyküsü İki Sığınık, yazık olmuş birçok şeyin dokunaklı öyküsü. Anlatılan yeterince çarpıcı ama okuyanı silkeleyen yanı da var. Anlatımındaki yalınlık, öyküyü daha da çarpıcı kılıyor.
Bu öykü 1997 yılında Yüksel Pazarkaya’ya “Haldun Taner Ödülü” ikinciliği kazandırdı.
Almanya’ya giden uçaktaki iki kadın anlatılır önce.
Alnında çiçek dövmesi olan Anadolu’nun doğusundan, “başörtülü” diye
anılan batısından, iki ana. Bilmeler ortak bir acıları olduğunu: Evlat acısı.
Genç oğul acısı.
Havaalanına gelindiğinde, merdivenden inenleri polis karşılar, ön elemeyi yapar.
İlkin, sığınmacılığın bir yolu olarak öğütlenip tek başına gönderilen erkek çocuk ayıklanır, pilota teslim edilir. İki kadın da alınıp havaalanı polis
merkezine götürülür. Önce doğudan gelen kadının öyküsünü – dil bilmediği
için yanında getirdiği mektuptan – öğreniriz. Buradaki biçem, acıyı doruğa
ulaştırır.
Yine de, yaşadığı o acılar kadının inandırıcı bulunmasına yetmeyecektir.
3 Güz Rengi, Sistem Yayıncılık, Kasım 1998
113
Batıdan gelen kadının öyküsü – televizyonda sık sık yayınlanan şehit
cenazesi görüntüleri nedeniyle – daha bilinen bir öyküdür.
Peki, hangisi öteki?
Sonlara geldiğimizde ilginç bir bitişle karşılaşırız: Batıdan gelen kadın,
Almanya’ya girmesine izin verilmesine hiç sevinmez. Başkaldırır. Öteki’nin
yanında yer alır.
İkisi de ötekidir.
Yurt sevgisiyle dolu Biz Nerdeyiz, Ah Nerde? öyküsü. Ve, Türkçe sevgisi...
Anlatıcı ve yanındaki “usta” diye adlandırdığı konuk, dışarının ayazından kurtulmak için, camında “döner” yazan bir aşevine girerler. Burada
sanki bir tiyatronun sahnesine düşmüş gibi oluruz. Anlatıcının düşünceleri
önde olsa da, “Ah dünya!”yı simgeleyen bir kesite dönüşür aşevi. Sahnede
yer alan Almanlar ve Türkler; sözleriyle, tavırlarıyla, davranışlarıyla kendi
rollerini oynarlar. Meksika’ya göçmeye hazırlanan Alman kadın, gurbette
yerleşik düzenlerini kurmuş aşevi sahipleri, yıllardır Almanya’da bulunmaktan hiç hoşnut olmayan Türk işçi, sığınma dilekçesi vermesi öğütlenen
Türk, daha yeni arkada bıraktığı ülkesini sanki hemen özlemiş olan konuk
o sahnede yer alırlar. Onların özlemlerindeki çeşitlilik, yer yer karşıtlık vurgulanır ve içine düştükleri çaresizlikler anlatılır. Ortalıkta duyulan müziğin
sözlerine gönderme yapılarak, yaşanılmış ikilemler yansıtılır. Bu, anlatıcının kendine şaşmasına yol açar. Çünkü, konuk ustanın yanında, kendini o
ülkeye sanki yeni gelmiş gibi duyar.
Emekli Adam öyküsü, 6 sayfalık tek bir paragraftan oluşuyor. Gittikçe
sayrılığı artan bir iç dökme biçiminde işlenmekte.
Adım adım ulaşılan bir yalnızlık var. Kızının ve oğlunun bir Almanla
evlenip ayrılması. Umursamaz bir aymazlık içinde yoluna taş döşenen yalnızlık. Karısının ölümüyle ortada kalış. İyi kötü idare ederken bir de karşısına dikilen işsizlik. Kendine çobanlık edemeyen adamın bir de işsiz kalması.
Önce günler, sonra aylar, şimdi yıllardır süren işsizlik.
Sonu örtük biçimde belirtilen adamın derinleşen yalnızlığı. Bir karabasana dönüşen yaşam. Büsbütün içe kapanmanın bunaltısı. Hiç’lik.
Emekli Kadın öyküsü de, önceki öyküyle benzeş bir yapıda. 8 sayfalık
bir iç dökme anlatımı ama tek paragraf değil. Çünkü...
Siyatikli kadının gece gündüz kesilmek bilmez yağmurlu günleri. Yalnızlıkla beslenen ölüm korkusu. Ya ölüsünü yakarlarsa korkusu.
Evlilikten dersini almış, bir daha da evlenmemiş. Oğlunu kurtarmış
adamdan. Kendini çevreden atmış Almanya’ya. Evlenmeyi düşünmeyen
Alman erkekler olmuş. Oğlunu yetiştirmiş, şimdi taa Avustralya’da. Arada
para gönderir. Annesini yanına çağırır. Gitmez. Yok, Türkiye’ye dönse, bilir
orada daha yalnız olacak.
114
Çünkü, bu iki öykünün kahramanı arasında önemli bir ayrım var: Kadın – sanki kadın da olduğu için – daha güçlüdür. Çizgisi daha renklidir.
Ve işte, yağmur dinmiş, güneş açmıştır. Bir güzel giyinmek, boyanıp
süslenmek gerek. Ayna ile dostluk kurmayı bilen bir kadındır çünkü.
Sürgün adlı öykü, kitabın çeşitliliğini artıran bir öykü.
Düşünceleri nedeniyle sürgünde olan adama duyulan bir saygı vardır. Yasaklanan düşüncelerinin, dünyanın değişmesiyle önemini yitirmiş
görünmesi, Sürgün’ün düşüncelerini değiştirmesine yetmemiştir. Onun
inandığı doğrulara olan bu sıkı bağlılığı, ona duyulan saygının artmasına
yol açar.
Ayrıca, yaşanılan deneyin başarısızlıkla sonuçlandığını inkâr etme telaşına hiç kapılmayan bir bilgelik – dönmeyi hiç düşünmeyen.
Sürgün olmanın değerini bilen, korumaya özen gösteren. Hâlâ. Bu nedenle gönülde bir kez daha anıtlaşan.
Üstelik, yaşadığı özlemi gözler önüne sermekten sakınan bir yücelik.
Kendini… kendinin içini görmeye çalışan bir gencin öyküsü Uzak Sancısı.
Yaşadığı ülkenin tekdüzeliğinde bunalan, uzaklardaki özgürlüğü… dinginliği düşlemlerinde yaşatan genç bir adam.
Düşleminde yaşattıklarına ulaşamayışın sancılarını çeken. Oralara erişmeyi kuraldışı olanda arayan.
İnsanlarla sağlayamadığı iletişimin benlik sızısını gidermenin bir çaresini bulur: Bahçedeki küçük havuzda bir timsah yavrusu beslemeye başlar.
Kitle iletişim araçlarının görevlileri adamın kapısına dayanır. Onların
bu can sıkıcı ilgisi zamanla kesilince, genç adamın yabancılaşmaya olan
eğilimi, onu kendini timsahla özdeşleştirmeye götürür. Oysa insan kalıbı,
timsahın duyup düşündüğünü iletecek yapıda değildir.
Ama boğuntu veren bir gerçek vardır: Timsah büyüyünce ne olacak?
İbrahim von und zu… adlı öykünün kahramanı, yapıların elektrik donanımlarını kuran bir işyerinde sekiz yıldır çalışmakta. Küçükten beri elektrik
işlerine meraklı olduğu için, Almanya’da bulduğu bu işten hoşnut görünüyor. Geri döndüğünde, kendi işyerini açma hevesi zaman içinde – biraz da
ustası nedeniyle – tavsıyor.
İbrahim’in ustası, alışılmışın dışında bir Alman. Yanında çalışanlara
karşı Anadolu’nun bir ulu dervişi gibi sanki. İşiyle bütünleşen ve ustasının
kişiliğinde dayanak bulan İbrahim, yabancılığın kendisini örselemesinden
de – suskunluğu kuşanarak – kurtulmayı başarır.
Eski yapılarda çalışırlarken orada yaşamış kişileri düşleminde canlandıran İbrahim, derin bir utanca gömülür. Onun yansıttığı bu suskunluk ise
asillik diye alaya alınır.
İbrahim’in bu gizemli utancını sezinleyen çalışma arkadaşı Rainer, bir
115
öykü uydurur. Anlatılan öykünün etkisinde kalması, İbrahim için iyi olmayacaktır.
Ren’in sularının karanlığın inine çekildiği bir akşamda geçer Yargı öyküsü.
Ölü gözü kirli sarı ışıkta odada yan yana çömelmiş, yüreklerini ve
kafalarını o yok yasalara kiralamış kişiler. Almanya’daki en yaşlıları olan
Hüseyin’in buyruğu üzerine Hasan, Abuzer’i odaya getirir.
Bir yok Almanya’da, bir yok geçmişli Abuzer yargılanır.
Suçlamanın yalan olduğunu söyler Abuzer. Ekmek ve Kuran üzerine
yemin ettirilir. Israr eder, Aliye ile arasında bir şey geçtiği yalandır.
Örtüye sarılı bir top korku ve ürkü halinde olan Aliye odaya getirilir
sonra.
O da Abuzer’in kendisine el sürmediğini söyler, yemin eder.
Bunun üzerine, Hüseyin’in adamı Hasan ertesi gün pusuya yatar. Kendisine yüz vermeyen Aliye hakkında Abuzer söylentisini yayan Sadık’ın sırtına et bıçağı on üç kez saplanır.
Hasan için alacağı ceza bir hiçtir: Ceza indirimine değil, töreyi uygulamış olmasına sevinir.
Öykü bitişe doğru gövdeden yeni dallara geçecek, okuyanı yeni açılımlara götürecektir.
Birkaç yıldır durup dururken duygulanan, üstelik duygulandığının
ayırdına varan bir adam anlatılır Maria’da.
Yıllarca yaşadığı yerden yeni bir kente göçülmüştür. Dostsuz kalmak
nedir, yaşanmaktadır son bir iki yıldır.
Önceleri sık sık gidilen eski kent, saplanmış bir bıçağın çekilip çıkarılması gibi rahatlık vermektedir.
Anlatıcı, bir gün telefonla, eski arkadaşı Helmut Maria’nın selamını da
içeren – çocuklarla ilgili bir etkinliğe – çağrı alır.
Helmut nedeniyle daha önce tanıdığı bu sınır kentine, yıllar sonra ilk
kez gitmektedir. Zaman içinde kendisinde gözlediği değişiklik gibi, arkadaşında da değişiklik olacağını düşünmüştür ama Helmut’ta beklediğinin
fazlasını bulmuştur: Arkadaşı eşi Kati’den ayrı yaşamaktadır. Dahası, artık
ikinci adını kullanmaktadır: Maria.
Bundan sonra öyküde Helmut’un kadın dünyasına geçişini görürüz.
Savaşta çocukken yaralanması nedeniyle Helmut’un ciğerleri su toplamış ve bir ameliyat da geçirmiştir.
Kadın giysileri içindeki arkadaşı anlatıcıya onda kalmasını önermez.
Etkinlikten sonra – eskiden hep yaptıkları gibi – bir yerde oturmaları da söz
konusu olmaz.
Önyargıları anlatıcıya dert olarak kalacaktır.
Hep sürekli araba kullanmışken metroya binmek zorunda kalmanın ki-
116
şide yarattığı yabancılık durumu işleniyor Ray Üstünde Dünya öyküsünde.
Üstelik bu yabancılığın başkalarınca görülecek olması da ayrı bir sıkıntı. Tren tünele girince yaşanacağı umulan iç dinginliği, yalnızca bir heves
olarak kalıyor. Dahası, tünelden çıkış bir kurtuluş sayılıyor. Bunun iyi bir
yanı var: Artık kimse onunla ilgileniyor değil. Gazete okumaya çalışma çabası da ayrı bir yenilgi. İstasyonda otobüse aktarma yapması gerekmekte.
Bunun için önceden yaşanan, duyulan ürküntü, trenden inişte iyice artıyor.
Önceki öykülerden daha farklı yapıda bir öykü kitaba adını veren Güz
Rengi. Sisifus Dik Kaldırımlar Kentinde diye bir altbaşlık da taşıyor.
Kentin çok tepeli oluşu, Ahmet Haşim’in Merdiven şiirine yapılan göndermelere yol açıyor. Tırmanmanın yarattığı ağlama isteği, inişin güzelliğini
ortaya çıkarıyor.
Tırmanış sürerken, sırtta bir hörgüç oluşturuyormuş sanrısı başlıyor.
Akşam olmadan tepeye varma isteği, akşam kızıllığında kentin görünüşünü yakalamak için sanki. Ama duyumsanan hörgüç ağırlaşmakta. Kenti
görme isteğiyle yerden gözlerini kaldırıp açınca, zifir karanlık onu beklemekte. Hörgüç aşağıya yuvarlanmakta.
Sonra yeniden başlamakta...
Cumartesi gününe bir güzellemeyle başlıyor Mutluluğun Öyküsü.
Değişiklik taşısa da, önemli de olsa, hep tekdüze görünen çalışma günlerinden sonra lekesiz bir sevinç olan cumartesi. Kendi içinde bulunduğu
güne, mevsime göre çeşitlenen cumartesiler, – simgesi acelesiz bir kahvaltı.
Şöyle bir çıkarsama: Adı “keyif” olmalıydı cumartesinin. Burada, anlatıcının bir yakıştırmasıyla, cumartesiye ad olarak, o seslendiği kişinin adını
uygun görmesine geçiliyor.
Evet, cumartesi olduğu için mutluluk vardır bu dünyada!
Çocuklar ise zaten cumartesi demektir.
Pazaryerinde gözlemlenen sevinç, seslenilen kişinin özelliklerine yapılan göndermelerle yansıtılıyor. Cumartesi sevgisi, insan sevgisi demek
oluyor. Seslenilen kişinin ressamlığı iyice öne çıkıyor, onun renklerinin ve
biçimlerinin yorumları tanımlara ulaştırıyor. Mutluluğun resmi bir başka
göndermeyi oluşturuyor. İnsan tiplemeleri bir sevgi kaynağı. Cumartesiyle
gelen sevgiye merhaba!
*
Türkiye’ye 3000 kilometre uzaktan Türkçeyi dokuyor Yüksel Pazarkaya.
117
Prof. Dr. Meral Oraliş
İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı
Yazının Hasat Mevsimi
Herr: es ist Zeit. Der Sommer war sehr groß. Leg deinen Schatten auf
die Sonnenuhren,
und auf den Fluren laß die Winde los.
Rainer Maria Rilke, Das Buch der Bilder
Zamanın sınırsızlığı, ele avuca sığmazlığı, insanoğlunu yüzyıllar boyunca uğraştırmış ve insanoğlu, zamanın kendi bilincinin ürettiği bir tasavvur mu yoksa ondan bağımsız nesnel algılanabilir bir varlık mı olduğuna
ilişkin sorularına yanıtlar ararken felsefe, fizik, astronomi, psikoloji, moleküler biyoloji ve daha birçok bilim dalının çerçevesinden bakarak zamanı
anlamlandırmaya çalışmıştır. Ama en çok da topluluklar gündelik hayatta
somut verilere tutunarak zamanı düzenleme ve kendisine görsel kılma gereğini duyarak takvimleri hazırlamış, kolayca ölçebilmek için zamanı günlere,
aylara, yıllara bölmüş. Böylece bir yandan toplumsal hayatı düzene sokmaya ama, öte yandan da zamanı ölçerek hayatı olduğu kadar zamanın akışını
da kontrol altında tutmaya çalışmışlar. Dünyanın dört bir yanında rastlanan
farklı görüş ve inanışlarla hazırlanan takvimlerde ortak semboller üretilmiş
ve bu sembollerle zaman uzlaşımsal bir boyutta yeniden anlamlandırılmış.
Sözgelimi Batılı toplumlar takvimleri hazırlarken ya iki renk kullanmış ya
da siyah mürekkeple basmış olsalar bile bayramları ve hafta sonu tatillerini iş günlerinden ayıran farklı bir yazı karakteriyle göstermiş, böylece
aynı takvimi kullanan toplumlar süreç içinde zamansal bir ortaklık kurar
olmuş. Zamansal ölçütlere dayalı ortak sembollerin kurgulanması ve zamanın kontrol altına alınması çabası, toplulukların ortak tarihler ve söylemlere
118
dayalı kültürel belleklerinin inşa edilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bir
bakıma zaman kültürel kimliğin belirleyicisi halini almıştır. Zamanın, kurgulanmasında bu denli başatlık gösterdiği toplumsal kimliğin baskınlığında,
kişinin kendini, özgünlüğünü tanımlamasını sağlayan bireysel kimliğin takvimi hangisidir sorusu, böylesi bir tablonun içinde ister istemez akla takılır.
Yüksel Pazarkaya bireysel takvimin ne olduğu sorusuna, kolektif kimliğini
de sorgulayarak, art arda kaleme alıp yayınladığı ve kendi zamanını yeniden anlatarak kurguladığı mevsim öyküleriyle yanıt bulmaya çalışıyor. Güz
Öyküleri1, Kış Öyküleri2 ve Bahar Öyküleri3 mevsimler dizisinin yayınlanan
ve bireysel tarihin mevsimlerinin öykülendiği ilk üç kitap4. Pazarkaya bu kitaplarında yazar, şair ve çevirmen kimliğini harmanlar. Metinlerdeki şiirsel
diliyle kattığı ritim, okuma sürecinde, adlarının da benzeşliğiyle, Vivaldi’nin
Dört Mevsim konçertosunu anıştırır. Takvim yapraklarındaki her güne bir
öykü ayrılmıştır. Yılları açıkça belirtilmemiş olan bu takvimde aylar ve
günler görünür salt. Kitaplarda hayattan alınan zaman dilimleri, öykü dilimleriyle yeniden anlam bulur. Her bir öykünün başında rastlanan takvim
yapraklarındaki günler sayfaların, öykülerin ilerlemesiyle ilerler; zamanın
akışı, onun öykülenişiyle doğrudan bağlantılıdır. Bir başka deyişle zaman
öykülenerek varlık kazanır. Her güne bir öykü, her güne birçok anlam… Bu
ilk başta okura günce türünden alıştığı biçimsel bir yaklaşımmış gibi görünse de, güncelerin birçoğunda yeğlenen belgeselvari anlatım biçimini bulmak
olası değil. Her günün kendine ait bir öyküsü, deneysel bir tarzı vardır. Bu
anlamda günceden çok Hebel’in yazın dünyasına kazandırdığı takvim öykülerini5 anıştırır kitaplardaki anlatılar; dahası Basel’de doğan ve Rheinischer
Hausfreund adlı takvim öykülerini kaleme alan Hebel’le, yine Ren Nehri’ne
kıyısı olan bir başka kentte, Köln’de yaşamayı yeğlemiş Pazarkaya’nın, takvimlerin 21. yüzyılı gösterdiği bir zaman diliminden, metinlerarası kurduğu
bir bağdır aslına bakılırsa.
1 Yüksel Pazarkaya, Güz Öyküleri, Cem Yayınevi, 2007
2 Yüksel Pazarkaya, Kış Öyküleri, Cem Yayınevi, 2008
3 Yüksel Pazarkaya, Bahar Öyküleri, Cem Yayınevi, 2009
4 Bu arada Yaz Öyküleri de yayınlanarak bu dizi tamamlandı, Cem Yayınevi, 2009.
5 Takvim öykülerinin geçmişi 17 ve 18. yüzyıllarda halkın bilgilendirilmesi amacıyla
çeşitli konularda kısa önerilerin, bilgilerin ve mevsimlere ilişkin açıklamaların
bulunduğu halk takvimlerine dayanır. 19. yüzyılda Johann Peter Hebel’in yeniden
ele aldığı takvim öyküleri, yalın biçimsel yapısını korumakla birlikte dilsel düzeyine
yazarın kattığı sanatsal boyutla kendine özgü bir yazınsal türe dönüşür. Hebel edebiyat tarihi içinde önemli bir yer alacak olan takvim öykülerini Schatzkästlein des
Rheinischen Hausfreundes adı altında yayınlar. Anekdot, fıkra, parabol ve küçük
öykücüklerin harmanlanmasıyla oluşan takvim öyküleri günümüze değin J. Gotthelf,
B. Auerbach, O.M. Graf ve B. Brecht gibi farklı yazarlar tarafından çeşitli biçimsel
denemelerle evrilerek yazınsal bir tür olarak yazın geleneğindeki yerini alır.
119
Yazarın mevsimler dizisindeki zamanı “güz”le başlar: İlk kitap Güz
Öyküleri’dir. Kimine göre birçok şeyin bitişi ya da sona yaklaşmasına işaret
ederken güz, yazar için bir başlangıç ucu olarak kaleme alınır; öykü mevsimi güz’le başlar, diğerleri güz’ün ardından gelir. Yazarın olgunluk dönemi
öyküleri diye niteleyebileceğimiz her bir öykünün dilindeki kıvraklık ve yetkinlikle aktardığı anlamdaki çokkatmanlılık, metinde akan zamanın ritmine
uyum sağlayan anlatının ritmini kurar. Her öykünün başındaki takvimler,
alışılmışın dışında, iş ve tatil günlerini göstermek yerine, yazarın öne çıkartmak istediği günün kalın siyah yazılmasıyla kişiselleşir. Bireysel tarihin
Eylül’ünü, Ekim’ini, Kasım’ını kapsayan kitapta, her ay bir bölüm, her gün
de bir alt bölüm olarak biçim kazanır. Güz mevsimi geçmişin izleri, anıları ve deneyimleriyle donanır; öykülerde ele alınan konular ve yazarın bu
metinlerde kullandığı anlatı teknikleri geçmişin tüm donanımlarının izlerini taşır. Her ne kadar da takvim yapraklarıyla somut bir zaman birimine
işaret edilmek istense de, zaman, metinlerin birçoğunda eğrilip bükülerek,
geçmişle şimdiki zaman birleştirilerek yaşamın gerçekliği aranır. Dünün görüntüleri bugünün anlamlarına yansır. Geçmiş bir anlar, anılar bütününden
çok bugüne kadar anlamları uzanan deneyimler ve değerler taşıyıcısıdır.
Anımsama ve unutma arasındaki gelgitlerde kurulan dün-bugün ilişkisi, yaşamın anlamını keşfetmek, açıklamak ve yazınsal düzlemde anlatmak, anlatıcı için kaçınılmaz bir seçenek olarak görünür. Öykünün şimdiki zamanı
kendi takviminin gösterdiği kişisel zaman, bir kimliğin oluşumundaki farklı
aşamaların tarihi diye de okunabilir.
Anlatıcı şimdi ve burada olduğu konumdan dünün/bugünün insanları,
olayları, mekânları ve anlamlarıyla bir sohbete girişir. Bugünün varlığının
nedenleri, dünün imgelerinde ve anlamlarında gizlidir. Bu sohbetler onun,
kendisini, çevresindeki kişi ve durumları nasıl algıladığını, nasıl anlamlandırdığını bulabileceğimiz metinsel uzamlardır. Bir başka deyişle sohbetler,
bugünü nasıl inşa ettiğine ilişkin yazarın yazıdaki izdüşümleridir. Kitaptaki
anlatıların birçoğu Pazarkaya’nın daha önce kaleme aldığı gurbette yaşayan
yabancı işçi sorunlarından çok, kendi ülkesinden uzakta yaşayan entelektüel anlatıcının bakış açısıyla öykülenir; yabancı ülke(ler)deki deneyimlerini,
kendi ülkesinden olanlar ve olmayanlarla ilişkilerini, çocukluğundan, ilkgençlik çağından bugüne yansıyan yaşanmışlıklarını, okuduğu, etkilendiği
yazarlar, bilim insanları üzerine düşüncelerini, gündelik hayat üzerinden
Batı’nın kurumlarını, insan ilişkilerini, kamusal alana yansıyan ayrımcılık,
kuralcılık gibi sorunlarını nasıl değerlendirdiğini konu alır. Özyaşamöyküsel deneyimlerin izlerini de taşır kimi metinler, kimisindeyse zaman zaman
bir kadın anlatıcıya da rastlamak olasıdır. Sözgelimi Uygulamalı Ders ve
Dikkafayı Uysallaştırmak adlı öykülerin ilkinde gurbette yaşayan bir ailenin
12 yaşında hamile kalmış kızlarının sorunlarına çare olan bir kadın doktor,
120
ikincisindeyse geleneksel zanaatlardan biri olan yorgancılığın sürdürüldüğü
bir yerde yorganını yenileten bir başka kadına, yani dişil ben anlatıcının
öykülemelerine tanık oluruz. Okuma sürecinde anlatıcının konumundaki
böylesi bir yaklaşım, öykülenenle yazar arasında kurulacak mutlak özdeşliği
kırarak, okuru yabancılaştırıp dikkatini yeniden kurgulanan bireysel zamanın odak alındığı an’larda ve ben’in varlığına etken anlamlarda yoğunlaşılmasını sağlar.
Pazarkaya kitabında Hebel’in yanı sıra H. Böll, H. Hesse, B. Brecht, H.
Taner gibi yazarları da anar, yapıtlarına gönderme yapar. Böll ile yayınevi
sahibinin verdiği davete katıldığında tanışmıştır. Onunla tanıştığı anı ya da
onun yapıtlarından biri olan Essayistische Reden und Schriften adlı yapıtını
anımsar satır aralarında. Kimi şairlerle tanışma olanağı bulmuş, kimileriyle
de çok arzu etmesine karşın artık hayatta olmadıkları için tanışma şansını
yitirmiştir. Hesse bunlardan biri. Ama dış gerçeklikte bir türlü gerçekleşememiş karşılaşmalar Güz Öyküleri’nin sayfalarında varlık kazanır. Hesse’yle
tanışamamış olmanın burukluğu olsa da “sabır” ve “huzur”un ortak uzamında buluşur yazar:
Yaşamın alçaklıklarına karşı en iyi silahlar:
Cesaret, direnme ve sabır.
Yüreklilik güç verir.
Direnme, başına buyruk olma keyif verir.
Ve sabır huzur verir. (s. 98; Çeviren: Yüksel Pazarkaya)
Karşılaşılan sorunların, yaşanmışlıkların ortaklığı, dünyaya bakışın
benzer bir çerçeveden oluşu, belki de daha önceleri okunmuş satırlardaki
imgelerin içselleştirilmesi sonucunda adı geçen yazarlarla yeniden buluşma isteği yazının sunduğu sınırsız uzamda gerçekleşir. Brecht yazarın sıkça
değindiği ve etkilerini üzerinde taşıdığı önemli yazarlardan. Öyle ki kimileyin Brecht’in şiirinden6 gelen imgeler anlatıcınınkine karışır. Hayat, şiirin
ta kendisi olur: “Ve ben niçin hep Brecht’in şiirini anımsıyorum, kürek çeken
gençleri görünce?” (s. 107).
Yabancılaşma, yabancılık yazarın salt biçimsel yapısında, anlatı tekniğinde görülen bir yazınsal oyun değil, aynı zamanda da metin içinde konu
alınıp incelenen, farklı imgelerde farklı anlamlarla bezenerek öykülerin
birçoğunda karşımıza çıkan izleklerden. Tıpkı tek bir elmastaki ayrı ayrı
fasetler gibi işlenir yabancılığın anlamı. Çünkü bir tek anlamı varmış gibi
görünen yabancılığın her insanda bıraktığı iz kadar, yaşamın farklı dilimle6 Kürek Çekmek
Akşam. Önden
Kayıyor, iki lastik kayık, içinde
İki çıplak genç adam: Yan yana kürek çekerek
Konuşuyorlar. Konuşarak kürek
Çekiyorlar yan yana (s. 108, Çeviri: Yüksel Pazarkaya)
121
rinden algılanışı değişken anlamlar taşır. Güz Öyküleri’nin daha ilk öyküsünde anlatıcı “içine yeniden doğduğu”(s. 8) bir ülkedeki yabancılık durumuyla
tanıştırır okurunu. Yabancılık kişinin kendi seçimi uzantısında ortaya çıkan
ve göç, sürgünlük, yabancı dil, ikinci benlik, bir ülkede yeniden doğmak
gibi farklı izleklerle eklemlenerek anlam kazanır. Anlatıcı genç yaşta gider
Almanya’ya. Dilini, kültürünü bilmediği yepyeni bir yaşamın onu beklediği yerdir burası. Kendi ülkesinde başlayan bireysel kimliğin oluşum süreci,
bu yeni ortamda yeniden şekillenerek, yeni sorgulamalar, yeni arayışlar ve
hayatlarla evrilir. Yabancı ülke, yeni dili ile ikinci kez doğduğu mekân olur:
“(...) bir dile ikinci bir doğumun birinci doğumla gelen belli bir yaştan sonra,
doğal bir doğum olmadığını kavramak ve kabullenmek zorunda kalacaktım”
(s. 8) der anlatıcı öykünün bir yerinde. Yaşadığı güne değin kodlanan her
şey yeniden yazılacak, dilde ve yaşamda bir kez daha emekleyerek yürümeyi
öğrenecektir. Bu süreçte ona yol gösterense artık kendi ailesi değil, ilişkide
bulunduğu çevredeki kültürün taşıyıcıları olur. Bir başka deyişle soyağacını
yeniden çizer ve oradaki portreleri dilediğince biçimlendirerek yerleştirir.
Gelgelelim Pazarkaya bu yeni soyağacını salt imgelem alanında çoğaltmakla
yetinmeyip, imgelerin söze dökülebileceği yeni bir dilin de ardından gider ve
onu en az anadili kadar kullanabilmenin yollarını araştırır. Bunun için de
konuşmayı bu yeni toplumda yeniden öğrenirken kullandığı, sonradan kazanılan dili “babadil” diye adlandırır: “Belki de bir tek anneden öğrenilmeyen
dil, anadil olmuyordu. Birçok babadan öğrenilen dil, bir yerde belki babadil
diye nitelenebilirdi” (s. 8). Anadilinden kalan imgelerin yanı sıra “babadil” ve
onunla kurgulanan yeni imgelerin dile gelmesi, bir kimliğin tanımlanmasında gerekli olan koşulların başındadır yabancı ülkede. Dil, bu yeni toplumda tutunabilmenin, anlayabilmenin, anlaşılabilmenin, yazabilmenin dahası
varolabilmenin önkoşuludur. Çünkü ne de olsa “Bir yazarın kimliği diliydi.
Dilinin sese, söze döktüğüydü. Bir de o dili konuşan ulusun, o an içinde bulunduğu siyasal konumuydu” (s. 100).
Yabancı olma durumu anlatıcı için aslında Almanya’da ilk kez tanıştığı bir olgu değildir. Henüz çocuk yaşta, doğduğu ülkede birlikte yaşadığı
kişilerin yabancılıklarına, yabancılaştırıldıklarına tanık olur. Göç, bu yabancılığın birincil nedeni ve genelde azınlıklara karşı girişilen ayrımcı politikaların sonuçlarındandır. Kimi zaman “geçim yolu” kimi zaman da “sürgün yolu”dur (s. 20) göç. Ama hangi nedenle olursa olsun insanı doğduğu
topraktan, sevdiklerinden eder. Güz öykülerinin birinde ilkgençlik çağının
anılarında yer etmiş, bir dönemler ben anlatıcının babasıyla ilişkisi olduğu
söylenen Yahudi Madam’ın böylesi bir göçü yaşayanlar arasında yer aldığını
öğreniriz. Takvimin 4 Eylül’ü gösterdiği bir güne denk gelir bu göç. Yaşadıkları mahalle birdenbire boşalmış, terzilik yapan Yahudi Madam çocuklarını
alıp İsrail’e gitmiştir. 6–7 Eylül olaylarından birkaç gün önce yaşanan bu
122
göç, rastlantısal bir tercih değildir elbette. Bir başka göç öyküsüyse, bir başka eylül gününe not düşülen satır aralarında gizlidir. 1923–1924 yıllarında
gerçekleşen nüfus mübadelesiyle farklı coğrafyalara dağılan insanlardan söz
edilir: “Sanki mübadele yeni olmuş, Selânik’teki evi toplamışlar, uzun ve zor
yola gidecek hafif eşyalarla İstanbul üzerinden Eskişehir fasılasıyla Ankara’ya
yeni gelmişler” (s. 52). Geriye eski resimdeki görüntüler kalmış, ister istemez
göçmek zorunda bırakılan ailelerden biriyle Kerim Dede’nin öyküsü. Doğup
büyüdüğü yerleri geride bırakan, gittiği topraklarda yeni hayatlar kuran,
torunlarını farklı ortaklıklar paylaştıkları bir iklimde yetiştiren ve geride bıraktıkları çocukluğun, ilkgençliğin mekânlarının, insanlarının özlemlerini
hep içinde yaşatan tüm diğer göçmenlerden sadece birinin öyküsüdür bu.
Anılarda varlığını sürdüren bu her iki öyküye de göçtükleri yerler açısından
baktığımızda gerek Yahudi Madam gerekse Kerim Dede için gurbetin ve
sılanın aslında neresi olduğu sorusu peşimizi bırakmaz.
Yabancılık, anlatıcı için bir yere “ait olma”, “oralı olma” yerleşik kişilerinkinden farklı bir bakış açısının filizlenmesine yol açar. Sözgelimi bir
yabancı olarak kenti yerlilerinden ne denli farklı algıladığını ve anlamlandırdığını öyküler. Kentin köprülerinden biri kapatıldığında kentin yerlisi için
yeni ve yabancı olan bu durum, anlatıcı açısından bakıldığında bambaşka
bir yorum saklar içinde. Çünkü bu yabancılık durumu kendi yabancılığıyla
örtüşür, dahası yönünü daha kolay bulmasına yardım eden mekânsal bir
özellik halini alır. Kentin yabancılanışı ve “orada” yabancı olmayı duyumsatan şey salt dilin, yerel kültürün, daha önceki metinlerle ezberimizi kuran
ülke yerlilerinin yabancı karşısındaki dışlayıcı tutumu değil; kendi başına
kent mekânı ve mekânın kişiye sunduğu “oralı” olma ayrıcalığıyla beslenen
güvenden yoksun kalma ve kaybolmuşluk durumudur. Ancak yeni yolların
keşfedilmesini sağlayan da bu kaybolmuşluk değil midir? Bu öyküde olduğu
gibi yabancı olmanın, hangi koşullarda, hangi anlamları barındırdığını kişisel açıdan öyküleyen anlatıcı, yabancıyı yerel, “oralı” olanla karşılaştırarak
ya da yan yana getirerek sunar okura. Böylece kendisini yabancı diye nitelendiren kişinin bulunduğu yerde yalnız olmadığını, başkalarına değerek
yaşadığını da fark etmemizi sağlar.
Hayatın yabancılarla olduğu kadar, o ülkenin yerleşik insanlarıyla ve
düzeniyle de öykülendiği başka bir günde, gurbette Atatürk’ü anmak üzere
10 Kasım’da düzenledikleri bir gecede, kendi yemekleri ve vatan özlemleriyle toplanan Türkler aralarında yabancılıklarını paylaşırlar. Farklı nedenlerle
geldikleri bu yabancı ülkeden kendi ülkelerine bakarken anlatıcının deyişiyle “az sayıda savrulmuş olmaları, uzakta kalan ülkenin onlara bir düş ülkesi
olarak” (s.192) görünüşü, okurda vatanına belki sadece tatil yapmak için
gidecek, ama geleceğini kurdukları yeni hayatlarının mekânında yaşayacakları izlenimi bırakır. Gidilen ülke, gurbettir bir yandan ama bir o kadar da
123
yeni vatan diye seçilmiş yerdir yaşayanlar için. Anlatıcının aktardığı bu durum ister istemez kişiye “gerçek gurbet neresi, sıla neresi?” sorusunu bir kez
daha sordurur. Uzaktan baktıkları bu “düş ülkesi” artık gurbette yaşayanlar
açısından bunca yaşanmışlıktan, yaşam biçimindeki dönüşümden sonra geriye dönülebilecek bir yer midir? Tüm bu soru ve sorunların yanında dışarıda çalışan bir çamaşır makinesinin gürültüsü, yabancıların o kentte aslında
yalnız olmadıklarının da belirtisidir. Onlar kendi aralarında toplanıp özlem
giderirken salonların dışındaki dünyada zaman akışına devam eder
İster “geçim” ister “sürgün yolu” olsun, göç, bir kez başa geldi mi dönüşü olmayan bir yolculuktur. Yazar bu yolculuk süresince yolunun önce
Almanya’ya, ardından da Amerika’ya düştüğünü ifade eder. Her gidiş, geride
bir şeyler bıraktırır ve yeni bir yabancılığı da kaçınılmaz kılar. Gidilen yer
yabancıdır yabancı olmasına ama, bir başka öyküde anlatıcının değindiği
“her şeyin poplaştığı, küreselleştiği ve postmodernleştiği” (s. 31) bir dünyayla
karşılaşır yeniden. Bu uzak ülkelerden çok anlatıcının ilgisini çeken kendi
kültürel kimliğini, insani değerlerini yitirerek dış dünyadaki hızlı gelişmeyle değişen, küreselleşen, yükselen değerlere kişilerin sorgulamaksızın uyum
sağlamasıdır. Sözgelimi New York’a ilk gidişinde havaalanından bindiği
taksinin şoförünün Sivaslı olması anlatıcı için ilginç bir sürpriz olur. Bir
yandan dünyanın diğer ucunda bir “memleketli”yle karşılaşmış öte yandan
da yine aynı kişi tarafından normalin çok üzerinde bir ücret talep etmesiyle kandırılmıştır. Amerika’ya gelenlerin etnik kimliği, dili, dini, cinsiyeti ne
olursa olsun öncelikli olarak Amerikalılaştığına işaret eder anlatıcı. Buraya
göç eden kişilerin, sistemin onlara sunduğu, para’nın en büyük erk haline
getirildiği bir ideolojiye hemen uyum sağlayarak tutunabildiklerini eleştirerek şöyle der: “Yeşil Dolar üzerinden Tanrı Amerika’yı korusun ibaresi de
bu ideolojinin veciz bir ifadesiydi. Tanrı’ya sığınıp, koparabildiğini alacaksın,
alabildiğini koparacaksın. (...) Amerikalı’nın dünyaya, yaşama ve insana yaklaşımı, Tanrı ile Dolar’ı kaynaştıran bir bakıştı” (s. 63). Bir başka yitirilmiş
değerler öyküsüyse Albert Einstein ile ilgili. Ancak bu öykü onun bilim adamı kimliğiyle değil insani yönüyle ilgili: New Jersey Mercer St. 112 numarada otururken çocuklarla arkadaşlık ettiğini, matematik ödevlerinde zorlanan çocuklara yardım ederken, onların incinmemesi ve kendilerine olan
güvenlerinin artması için sorduğu sorularla çocukları yönlendirerek problemleri çözdüğünü anlatır, kısa zamanda da tüm sokaktaki çocukların ve
yetişkinlerin vazgeçilmezi olur. Bugün Mercer’deki evi konaklamaları için
bilim insanlarına, profesörlere açılmış, gelgelelim yeni kuşak profesörlerin
ne mahalle sakinleri ne de çocuklar tarafından adı anılır olmuş. Çünkü“(...)
hiçbiri, ne denli büyük ve önemli olursa olsunlar, şimdiye dek bir kez bile yol
kenarında bir çocukla oturup ev ödevi çözerken görülmemiş” (s. 91–92).
Değerler salt kişisel düzlemde yitirilmez, Amerika’ya göç eden gruplar
124
da toplumsal belleklerini, geldikleri ülkelerde bırakmış gibidirler. Kristof
Kolomb’un Amerika’ya ayak bastığı günü Columbusday olarak kutladıkları
şenlikte bu tablo çok daha net ortaya çıkar:
Geçitte İspanyol tiplerin yanı sıra kara derililer de var. Ama Avrupa, Afrika kökenlilerin gelip de topraklarına el koydukları asıl yerlilerden bir tek insan
yok. Latin Amerika’nın yüzlerini hüzün süsleyen yerlileri de yok. (…) kızıl derili denilen yerlileri de yok (s. 109).
Amerika’nın yerel kültüründen öte “oralı” diye nitelendirilebilecek yerlileri de yok olmuştur zamanla. Columbusday’de bir zamanlar Amerika’ya
göçmüş, şimdi birlikte yaşayan toplulukların kendi etnik kültürlerini ve bölgesel kimliklerini yitirişlerini şöyle dile getirir: “(…) yokların yok oluşunu
mu kutluyorlar?” (s.110). Amerika’da çokkültürlülük yazara göre, toplumsal
kültürlerini yitirerek ikâmet ettikleri ülkenin kendilerine sunduğu tüketim
kültürüne uyum sağlaması, grupların tikelliklerini yok eden “küreselleşme”
politikalarının kişileri aynılaştırması anlamını taşır. Hızla gelişen küreselleşme çabalarının sonucunda başat kültürün tanımladığı bu yeni kimlik modeli, yerel olana ikame eder. Yazar bu bağlamda özgünlüğünü ve bölgesel
kimliklerini yitiren insanların, ekonomik ve dini kriterlerle belirlenmiş bu
kimlik modeliyle özdeşleşmelerini eleştirir. Renkli kimliklerden geriye sadece o kimliklerin temsili olan renkli bayraklar kalmıştır. Çok renkli, çok
sesli toplulukların yitişi, tarihte farklı coğrafyalarda görülmüş önemli bir
sorunsaldır. Kitabın henüz ilk öyküsünde yaşamayı seçtiği ülkenin geçmişinden söz ederken anlatıcı da, tarihten bir örnekle her türlü türdeşleştirme ve arılaştırma eğilimini eleştirerek başlar. Dünya tarihinde en korkunç
soykırımlardan birini gerçekleştiren Hitler’in ve onu öylece izlemiş, karşı
çıkmamış Avrupa ülkelerinin toplumsal belleğe sabitlediği nasyonal sosyalizmin sonuçlarından söz eder. Farklı etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerin bir arada yaşamasına tahammül edemeyen ve azınlık gruplarının çeşitli yöntemlerle yok edilmesine yönelik böylesi dünya görüşlerinin aslında
hâlâ küreselleşme politikalarının içinde de barındığına işaret eder:
(...) öfkeleniyorum, o onbaşı bozuntusu, ressam bozuntusu Nazi başına, onu anlağı izanı bağlanmış gibi yıllar yılı seyreden dünyaya. Hele bütün
deneyimlerden, acılardan, felaketlerden sonra, özellikle küresel egemenliği ele geçirmek için, kendilerini yeterince güçlü bulanların, orada burada
savaş çıkartmaları, baskı ve sömürü düzeni kurmaları öfkemi kabarttıkça
kabartıyor. (s. 10).
Ancak hayıflanmanın tek başına hiçbir çözüm getiremeyeceği görüşünde olan Pazarkaya, kendi yaşam deneyimlerinden yola çıkarak bu tür
sorunların aşılabilmesi için: “Öfke bir şeye yetmiyor, bilgi, bilinç, eylem ve
dayanışma gerekiyor” (s.11) diye bir çözüm önerisi de sunar.
Geçmişte deneyimlenmiş olumlu ve olumsuz birçok olay, durum, iyi-
125
kötü anı bugünün kurgulanışında önemli bir kaynaktır Güz Öyküleri için.
Kişilerle yaşanan ilişkilerin ve deneyimlenen olayların sonuçlarıyla bellekteki izler, yazınsal düzlemde imgelere dönüşmüştür. Ben varım diyebilmenin
koşulu, bireysel ve toplumsal belleğin süzgecinden geçer. Bellekteki izler,
görüntüler dile gelir, yazınsal düzlemde bir hayatı yeniden inşa etmeye girişerek bireysel tarihin ilk kitabını oluşturur. Deneysel öykülerin yer aldığı bu
kitaptaki kimi imgeler, motifler ve semboller, diğer mevsimlerin adlarıyla
anılan sonraki kitaplarda farklı anlamlarla derinlik kazanacak ve yeni konulara uç verecektir. Çünkü burada örgülenmeye başlanan motiflerle bitmiş,
tamamlanmış bir bütün olmaktan çok, yeni imgelerin öykülendiği bir başlangıç ucu olarak görebiliriz bu kitabı. Genelde dünde hem kendi “ben”iyle
hem de “öteki”lerle birlikte yaşanmış birlikteliklere ilişkin yorumlarla bugünkü bireysel varlığın nedenleri açıklanır. Yazarın diğer öykülerinin, şiirlerinin izinde gittiğimizde, satır aralarında “ben” diyebilmenin koşulunun
bireyin bir tek kendisiyle olan hesaplaşmalarının uzantısında yatmadığını,
kamusal alandaki ilişkileriyle ve dönemin toplumsal koşullarıyla da doğrudan bağlantılı olduğuna işaret ettiğini anımsayabiliriz. Anlatıcı bakış açısını
kendisine yöneltmez yalnızca, hayata geniş bir yelpazeden bakarak onun
varlığını belirleyen, etkileyen ve belleğinde iz bırakan imgeleri aktarır. Stuart Hall, bir yazısında kimliğin oluşum sürecinde öteki’nin olumsuzluklarının, farklılıklarının “ben”i zenginleştirdiğinden, kendisini temellendirmek
için gerekli bir etmen olduğundan söz eder: “Kendini inşa edebilmesi için,
kimliğin ötekinin iğne deliğinden geçmesi gerekir. Kimlik oldukça aykırı bir
karşıtlıklar kümesi üretir”7. Bu bağlamda Güz Öyküleri’nde farklı kimliklerin
özgünlüklerini koruyarak yan yana yaşayabildiği toplumların özleminin dile
geldiğini söylemek olası. Çünkü Batı merkezli bir kültürel ortamda farklı
kültürel kimliklerin eriyerek yok olduğunu, göç ve entegrasyon politikalarının vatandaş-yurttaş ayrımını körüklediğini, buna karşın bireysel ve toplumsal kimliklerin yeniden tanımlanması gerektiğini satırların arasında buluruz. Yazı ve şiir böylesi kimliklerin kurgulanması, yeniden inşa edilmesi,
tanımlanması ve dile gelmesi için en uygun mecradır. Kimliğin toplumsal,
geleneksel ya da bireysel özdeşleşmelerle gerçekleşemeyeceğini “dolaysız
bir yaratıcılık”ın kimliği özgürleştirici, dahası özgünleştirici özelliğinden
söz eden Alain Touraine de benzer bir biçimde sanata işaret eder ve kimliğin kurgusunu şöyle ifade eder: “Bir dünya düzeniyle, toplumsal bir öbekle,
ekinsel bir gelenekle ya da bireysellikle özdeşleşerek oluşmaz kimlik. Tersine,
özdeşleş(tir)imlerin dışlanmasıyla, kendi kendine dönüşle oluşur”8 .
Pazarkaya’nın güz metinlerinde her ne kadar sınırlar ötesi yaşamaya
çalışan bir yazarın gündelik yaşamının izdüşümleri öykülense de, Almanya/Amerika gibi birçok göçmenin yaşadığı ülkelerdeki entelektüellerin deneyimlerini de aktarır. Batı’da yaşayan ve metinlerinde oranın kültürüyle
özdeşleşen ve kendilerini sistemin içinde konumlandıran birçok yazara karşın, ikamet etmeyi seçtiği ülke(ler)ye, belirli bir mesafeden bakarak, sistem
içinde ortaya çıkan türdeşleştirme, ayrımcılık, antidemokratik vb. yaklaşımları eleştirir. Doğduğu topraklardan getirdiği donanımın, anıların yanı
sıra kendini yeniden üretmeyi yeğler ve eleştirel bakış açısıyla yaratıcılığını
besler. Mekâna olduğu gibi yaşadığı zamana da mesafeyle yaklaşır. Zaman
anlatılarda somut takvim yapraklarında gün ve ay diye belirlenmiş olsa da,
bir yaşama sığabilmiş onlarca güz gününden anımsanan, yazmaya değer
bulunan, farklı zaman dilimlerinden o güne yansıyan, yazarın yaşamında iz
bırakmış öyküler arasından seçildiğinden, dünü ve bugünü harmanlayan ve
yazınsal düzlemde varlık kazanan bir zaman anlayışı metinlere hâkimdir.
Çünkü anlatıcı bireysel kimliğinin varlık nedenini birkaç güne sabitlemek
istemez. Ne de olsa bireysel kimlik sabit bir olgu değil, gurbetle sıla arasında ve onlarla birlikte anlam kazanan sınırları bitmek tükenmek bilmez bir
araştırma alanıdır. Bu alan yazınsal düzlemde kurgulanan öykülerle yeniden
inşa edilerek tanımlanır. Kimliğin yeniden inşa edildiği ve anlamlandırıldığı
yazınsal düzlemde öne çıkan, kimliğin uzamını oluşturan gurbet ve sıla da
Pazarkaya’nın metninde bir kez daha farklı bir anlama bürünür. Herkesin
gurbeti ve sılası bir başka değil midir zaten? Doğduğu, ikâmet etmeyi seçtiği
ya da ara sıra uğradığı mekânlar, oralarda bulunan insanlarla bütünleşir.
Bunun uzantısında da yazar için bir yerin gurbet ya da sıla olduğunu belirleyen şey tek başına mekânsallığı, yabancı olan dili ve yabancı olan kültürü
değil, birlikte yaşanan insanlarla da önem kazanır, kendi deyişiyle:
Demek,sevmek de dünyaya gelmekten başka bir şey değil. Ben, sevdiğim insanlardan başka sıla bilmedim. Ne demişti şiirdeki o kişim? Gurbet,
sadece ve sadece insanın incindiği yerdir.
Oysa sılam, İnci’lendiğim yer. (s. 41)
7 Stuart Hall, Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik; Kültür, Küreselleşme ve
Dünya-Sistemi (içinde), Anthony D.King (Der.), Çeviren: Ümit H. Yolsal, Gülcan
Seçkin, Bilim ve Sanat Yayınları, 1998, s.41
8 Alain Touraine, Birlikte Yaşayabilecek miyiz?, Çeviren: Olcay Kunal, Yapı ve Kredi
126
Yayınları, 2000, s.144
127
Behçet Çelik
Yazar
Ben Aranıyor’da Arananlar
Ben Aranıyor, “Ben bu yolculuğu bir sonsuz zaman bekledim,” cümlesiyle açılır. Sayfalar ilerledikçe, bir değil, iki ayrı yolculuktan söz edildiğini
anlarız. Biri, benlik yitimine uğrayan anlatıcının benliğini aradığı içsel yolculuktur; öbürüyse yıllarca yurtdışında yaşadıktan sonra Türkiye’ye dönüş
yolculuğudur. İç içe geçmiştir bu iki yolculuk. Türkiye’ye dönmektedir, ama
amacı salt memlekete dönmek değildir. Hatta denebilir ki, esas olarak kendine dönmek istemektedir − kendini bulmak ya da kurmak, bir “ben” edinmek. Memlekete dönüş bunun bir aracıdır olsa olsa. Anlatıcının geçmişte
neler yaşadığını, neden bir ben aramak zorunda kaldığını bilemeyiz; anı kırıntıları, kâbuslar vardır zihninde. Beklediğini bilmeden beklediği bu yolculuğa −yolculuklara− hangi koşullarda, neler yaşadığı ya da yaşamadığı için
çıkmak zorunda kaldığını kestiremeyiz. Bu konuda romana bir belirsizlik
hâkimdir. Şöyle tanımlar bu yolculuğu anlatıcı:
“Nasıl bir yolculuk bu, nereye? Karanlığın içindeki zebani gümbürtüler arasından hangi yolu izliyorum? Varacak mıyım bir yere? Nereye, ne
zaman? Ne bekleyecek orada beni? Orada? Orası var mı? Somut mu, bu
dünyada mı? Kim karşılayacak? Kim yargılayacak? (...) İki yaşam arası upuzun, uçsuz bucaksız karanlık bir geçitteyim. Kapkaranlık bir takırtıdan geçitle bir yaşamdan öbürüne uzanıyorum. İsteyerek mi çıktım bu yolculuğa?
Elimde olmayan zorunlu bir yolculuk mu? Bir düşünme boşluğundayım. Ne
öncesi var ne sonrası kafamda. Bir tek resim düşmüyor, düşüncem sanki bir
fiskeyle tuzla buz.”
Roman boyunca anlatıcının Türkiye’ye dönmeden önceki hayatı hakkında ayrıntılı bir şeyler öğrenemeyiz. Neredeyse şu üç cümleden ibarettir:
128
“Okudum, âşık oldum, orada evlendim, çalışmaya başladım. Bir yerlerim
sündükçe sündü. Koptu mu?” Okumak için gidip yıllarca kaldığı ülkede
neler yaşadığını, nasıl yaşadığını bilemediğimiz anlatıcının ruh halini tam
olarak anlayamayız başta. Roman ilerledikçe anlatıcının anımsadıklarının
bizim bildiklerimizden fazla olmadığını görürüz ve anlatıcının duyduğu
ikircikli hal bize de geçer − onun el yordamıyla kendine ve dışarısına dair
öğrendikleri aracılığıyla onu tanımaya başlarız, ben’inin oluşumuna tanık
oluruz. Romanın gerilimi ve sürükleyiciliği, hikâyenin nereye varacağı sorusu kadar, anlatıcın zihninde oluşan sorulara yanıtını bulup bulamayacağı
konusundaki belirsizliğe de dayanır. Anlatıcıdan bize de geçen ikircik roman boyunca sürer.
Çıktığı yolculuktan söz ederken, “Eski bir yaşamım vardı. Yeniden doğacağım, yine bulacağım o eski yaşamımı, yeniden yaşayacağım. Yaşadım
mı? Bulabilecek miyim? Yaşayabilecek miyim?” sorularını sorar ve yolculuk
metaforunun yerini yeniden doğuş metaforu alır. “Oluşun sıfırında” olduğunu belirtir. Sıfır noktasından ileriye yürüyecektir. Konuşmayı öğrenecektir
zamanla − “Ben’i[n]in kendiliğinden ilk kıpırtısı[ndan], söylemeyi öğrendiği
ilk söz[den]” söz eder örneğin. Duyduğu sözcüklerin ne anlama geldiğini
kavramaya çalışacaktır uzunca bir süre. Tabii ki kolay olmayacaktır bunlar.
Roman boyunca küçük bir çocuk gibi tökezleyip yere kapanmalarıyla, yanlış anlama ve yanlış anlaşılmalarıyla, olup bitene bir tür anlam verememeleriyle karşılaşırız anlatıcının.
Bu yanıyla bir tür yetişme/olgunlaşma romanı (Bildungsroman) olduğunu düşünebiliriz Ben Aranıyor’un. Bu türde sayılan romanlarda genellikle
genç yaşlardaki bir kahramanın psikolojik, toplumsal ve ahlaki açılardan
gelişiminin hikâyesi anlatılır. Pazarkaya’nın anlatıcısını, kırklarında biri
olsa da, kendini “oluşun sıfırında” saydığı için, gönül rahatlığıyla yetişmekte
olan bir roman kahramanı sayabiliriz.
Aslında tam olarak “oluşun sıfırında” da değildir. Kendisine dışarıdan
bakmasına imkân tanıyan bir farkındalığı vardır. Başlarda buna farkındalık
demek zor olsa da, güçlü bir gözlem gücüne sahip olduğunun hakkını vermek gerekir − üstelik içe bakarken de hayli keskindir gözleri. “Soluk soluğa
yaşıyorum, ama bir anlam veremiyorum ve henüz bir iç mantığını bulamıyorum,” dediğine göre, bulamadığı şeyin (“iç mantığın”) ne olduğu ya da en
azından ne olabileceği konusunda bir görüye sahiptir. Şöyle bir ironiden söz
edilemez mi? Ben’ini aradığına göre kendindeki ben eksikliğinin farkındadır
anlatıcı. Böylesine esaslı bir eksikliğin farkında olmak için öyle ya da bir
benlik duygusu olması gerekmez mi − bensizliği, ben eksikliğini hissetmeyi
mümkün kılan bir benlik!
Tam olarak aradığı nedir? Aradığı “ben” ya da eksikliğini duyduğu şey
nedir? Bir yerde, “Gerçek bir iç varoluşu olmayan şeyin yaşamı da yoktur ve
129
canlı kılınamaz ve büyük değildir ve büyük olamaz” diye okuduğunu anımsar. Demek ki “gerçek bir iç varoluş” arıyordur. Belli ki otomatiğe bağlanmış
olarak geçirdiği uzunca bir zamanın ardından içsel yoksulluğunun farkına
varmıştır. Şunun da ayırdındadır ama: Her zaman böyle olmamıştır −böyle
olsa içsel yoksulluğunun farkına da varamaz zaten− bir zamanlar hiç de bu
halde değildir. “Ben buraya dönüşü, dönüş yollarını düşünmek için geldim.
Döneceğim, arayıp bulacağım, döneceğim. Kendime,” der. Dönülecek bir
yer vardır ve orada bir zamanlar “gerçek bir iç varoluşu” olmuştur. Ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu tam olarak anımsayamasa da...
Bütün kendine dönme çabasına ve “gerçek bir iç varoluşu” arayışına
rağmen anlatıcı bütünüyle kendine dönük değildir. Aksine sürekli dışarısını
da gözlemektedir. Dışarı dönük bakışın kendine ilişkin ipuçları da vereceğini seziyordur. Dışarıda olup bitenleri aklı almadığında şaşırmakta, çoğu zaman dışarısıyla uzlaşamayıp çatışmaktadır. Dışarısını anlama çabasını “ben
arama” uğraşından ayrı tutmak doğru olmaz. Dışarısını anlamadığında, ya
da dışarıda olup bitenleri akıl dışı bulup bunlarla çatıştığında bir yandan da
benliği oluşmaktadır − ya da hatırlamaktadır ben’ini. Dışarısını kabul etmeyen, olanları akli bulmayan “ben”i, bu çatışma anlarında parıldamaktadır.
“Oluşla hiçlik, varla yok arasındaki ilişki”yi bulduğunu sandığı anda elinden
kaçırdığından söz eder romanın başlarında. Yaşadığı küçük aydınlanmalarının ışığında bir iz, bir yol bulmaya çabalamaktadır çoğu zaman. Sanırım,
yukarıda sözünü ettiğim bensizliğin farkına varan benlik böylesi bir sınırda
olma hali − oluşla hiçlik arasında bir ilişki belki de.
Dışarısı da sınırda görünür ona. İnsanı ve yaşananları anlamakta zorlanmaktadır. Görüp duyduklarının ışığında insanın “her buluşu, her bilgiyi,
her gelişmeyi ilkellik ve vahşet için kullanabilen bir soyun türü” olduğunu
düşünür. “Onduran ve öldüren, yücelten ve yerelten bir tür”dür. “Tanrısal
soyluluğun ve şeytansal sefaletin türü”dür. Bunun farkına varmasını sağlayan yazının, dilin ve anlağın içler acısı halidir. “Dışarısı insanın ve toplumun tarih boyunca bilgi, algı ve kültür birikimine karşı başlatılmış us almaz bir kuşatmanın, düşünülmez bir seferberliğin imleriyle dolu”dur. Bu
imlere baktığında iki şey dikkatini çeker. Ya “kendilerinden başka birilerini
kurtarmak delisi birtakım yaratığın boyanmış boylarından büyük sözleri”
ya da “süslü püslü, göz alıcı boyalarla, renklerle, resimlerle göz boyayan
aldatan yazılar” hâkimdir dışarıya. “Her ikisinin tek amacı, sana gideceğin
yolu göstermek, söyleyeceğin sözü söyletmek, göreceğini göstermek. Seni
kör, sökel, sağır ve kötürüm kılıp, usuna, gönlüne inme indirmek, bilincini
söndürmek.”
Dışarıda işittiği, ya da sağda solda okuduğu metinlerdeki dil üzerinden
dışarısını, insanı, ülkesini tanımaktadır − onlarla çatıştığı anlarda da kendisini. İnsanın iradesini dumura uğratıp onu yönlendirmek isteyenlerle dolu-
130
dur dışarısı. Gerek tek doğrunun kendisinde olduğunu iddia eden dil, gerekse göz boyayan pırıltılı dil, her ikisi de insanların iç varoluşlarını fethedip
onlara istediklerini yaptırmak, istediklerini satmak amacındadır. Kolaylıkla
da başarmaktadır bunu. “Dilin boyunduruklardan kurtulmasıyla gerçek varoluşum başlayacak,” der romanın anlatıcısı. Olgularla dil arasındaki ilişkiyi
fark edebilmiştir, belki de bu yüzden kendi dilsizliğinin bir tür bensizlik olduğunu düşünmektedir. Öte yandan dışarıdaki tuzakların farkına varmasını
sağlayan da dilsizliğidir. Baştan itibaren bir eksiklik gibi duran şey burada
bir olumluluk halini alır. Başkaları bu dilin içine doğuyordur − bu nedenle de dışarıdan bakıp bu dil aracılığıyla hayatlarından nelerin eksilmekte
olduğunu sezme imkânları çok azdır. O ise henüz bu dilin içinde olmadığı
için, bu dile daha nesnel bakabiliyor, içerdiği açmazları ve tuzakları görebiliyordur. Ne var ki bu dilin içerisinde kendine bir iç varoluş edinmesi, bunu
yaparken de bu dille başkalarıyla iletişim kurması, derdini anlatmasını, başkalarının dertlerini anlaması gerekmektedir.
Kendini, az buçuk varolmaya başladığını sezdiği benliğini anlatırken,
yolculuktan, yeniden doğmaktan ya da dönmekten söz etmesi boşuna değildir. Kesin bir ifadeyle konuşmaya çekiniyor, bu şudur ya da değildir gibisinden önermelerle konuşmak yerine, başka şeylere, başka durumlara benzeterek kendini tanımaya ve ifade etmeye çalışmaktadır. Nefes alıp verdiği,
korktuğu, ürktüğü, tiksindiği halde “yaşamak” fiilini kendi için kullanmaz,
ta ki doğup büyüdüğü kentin otogarında şeker satan on iki on üç yaşlarındaki küçük çocukla tanışana kadar. “Sanki ilk kez yaşamaya başlıyorum,” der,
“Garaj ışıklarının çocuğun suratına vurduğu gölgeler, bana ayak bastığım
kentin coğrafyası, ülkenin tarihi gibi baktı. Tarihiyle, coğrafyasıyla bu kent
ve bu ülke üzerime abandı, göğsüme yüklendi.”
Benzer bir duyguyu bu çocukla ahbaplığı hayli ilerledikten ve başından
bir sürü olay geçtikten sonra yeniden duyacaktır. “Sanıyorum bu sokakların,
bu evlerin ve buradaki insanların görgüleri, yaşam deneyimleri, yansıyordu
[çocuğun] sözlerine erginlik, olgunluk olarak, bilgelik olarak. Şu görünümüyle tarih olan bu sokakların, bu evlerin bilgeliği yansıyordu.” Kendisinde
eksik olanların başında bunun geldiğinin ayırdına varır bunları gözledikçe.
Belli ki yüzüne vuran gölgeler de kendisi gibi yabancı kalmaktadır. Hayat
çizgisi kopmuş, başka bir ülkenin, başka bir kültürel iklimin görgü ve deneyimleri vurmuştur yüzüne. Orada da uzamın bilgeliğini içselleştirememiştir.
Göçmen işçilerle ilgili kitaplar da yazmış olan, insanın uzamla ve zamanla
ilişkisine hemen her kitabında özel bir önem veren John Berger’in yakın zamanlarda yayımlanan Kıymetini Bil Herşeyin1 adlı kitabındaki şu cümleler,
tam da Pazarkaya’nın roman kahramanının acısının ifadesidir. “İnsanlar
1 Kıymetini Bil HerşŞeyin, John Berger, çev: Beril Eyüboğlu,
Metis Yayınları, 2009, 146 s.
131
her gün birtakım işaretleri izleyerek kendi evleri olmayan, seçilmiş bir hedefe yönlendiriliyor. (...) Seyahat sona erince, izledikleri işaretlerin belirttiği
yerde olmadıklarını fark ederler. (...) Varmak istedikleri yerin yakınındadırlar. (...) Belki bir cadde ötede, belki de dünyalar kadar uzaktadır hedefleri.
Arzulanan yer olma özelliğini kaybetmiştir. Yaşanmış topraklar olma özelliğini. (vurgu bana ait –BÇ.)” Sorunu budur belki de, “yaşanmış topraklar”da
yaşamıyordur. Otogarda tanıştığı çocuğun yaşından büyük gibi duran sözleri, olgunluğu, yetkinliği, ömrünü “yaşanmış topraklar” üzerinde sürdürüyor
olmasındandır biraz da. Kendisiyse boşluktadır. Bir zaman sonra bir oda
dolusu insanla muhatap olduğunda, onların sesleri, sözleri bütünüyle bir
uğultu olarak kulağına dolduğunda şöyle diyecektir: “Bilseler ben kendi boşluğumu bin bir uğraş, çabayla az az doldurmaya çalışıyorum. Bilseler, ben
kendimden bile habersizim, kendimi arıyorum. Yalnız içim değil, dışım da
bir boşluk. Boşlukta yüzüyorum.”
Çocukla konuşurken “yaşamaya başladığını” fark etmesi, boşluğun
ucundan köşesinden dolmaya başladığının işaretidir. Çocuğun hali tavrı
hoşuna gider, çocukla konuşurken açılır, bir yandan da şaşırır açıldığına.
Şehre geldiği otobüste birlikte yolculuk ettiği adamla aralarında konuşmalar tuhaf olmuştur. Kendini daha çözememişken, kim olduğunun, niye yola
düştüğünün sorulması karşısında bocalamış, bu gibi sorulara verdiği yanıtlar gülünç gelmiştir adama. Oysa çocukla iletişimi görece sorunsuzdur, sorunsuz gibidir. Çocuğun bir şeyleri hayli yetkin bir dille anlatması üzerine
şaşırır önce. Çocuğun kullandığı dille kendi dilini kıyasladığında çocuğun
daha yetkin oluşunu şöyle anlamlandırır biraz düşündükten sonra: “Bu çocuk elbette on iki on üç yaşıyla, sözdiziminde, benlik oluşturmada (...) Bense
yeni doğmuşum, birkaç günlük varım, ya da yokum.”
Bu çocuğu romanın ilerleyen sayfalarında −anlatıcıdan rol çalma pahasına− daha yakından tanırız. Çocuk anlatıcıdan sadece rol değil, isim ve
soyisim de çalar! Anlatıcıyla aynı ismi ve soyismi taşıdığını öğrenince, kahraman gibi bizim içimizi de yeni bir ikircik kaplar. Biz, bir roman okumakta
olduğumuzu bildiğimiz için, gerçeküstü biçimde anlatıcının kendi çocukluğu ile karşılaşmış olabileceğini kabule yakınızdır, ama aynı şeyi anlatıcı için
söylemek kolay değildir. Bu isim ve ruh benzerliği −bunlara deneyim benzerlikleri de eklenebilir− roman boyunca çözülmez; çoğu zaman iki ayrı varlık olarak görürüz, tanırız bu ikisini, ama başta aklımıza takılan “Acaba”dan
bütünüyle kurtulamayız. Romanın sonlarına doğru, küçük Orhan’ın büyük
büyük sözler etmesi üzerine, “Orhan’ı değil, kendimi görüyorum,” der ve
ekler: “Çözümlenecek gibi değil. Düş ya da düşlem mi bu? Yoksa daha başka
bir olgu mu?” Yüksel Pazarkaya, bu sorulara kesinlikli bir yanıt verme gereği duymamış romanda. Aynı ya da ayrı kişiler olmalarının romanda neleri
değiştirip neleri değiştirmeyeceği sorusunu yanıtsız bırakmayı yeğlemiş. Ni-
132
tekim, Pazarkaya, Necati Tosuner’in Ben Aranıyor hakkında sorduğu soruları yanıtlarken bir yerde şunu vurgular: “Ben insan yaşamında ve insan aklıyla çözümlenen dünyada kesin bir şey, hele hele saltık bir şey bilmiyorum.
Yaşamın ve dünyanın güzelliğini de burada buluyorum.”2
Orhan’la iletişimi için şunların altını çizer: “İçimden ve dışımdan, beni
doldurup sarmalayan evrenden durmadan imler yağıyor, imler vuruyor
bütün algılarıma, bütün olgularıma, bütün varlığıma, ama onları bölümleyemiyorum, birbirinden ayırıp çekmecelere dizemiyorum. (...) Tek somut
iletişimi yavaş yavaş Orhan’la kurmaya çalışıyorum. Bu iletişim tuttukça,
gitgelli işledikçe, içimde tanımsız bir duygu, sevinç diyesim geliyor, doğup
yine doğduğu gibi esip geçiyor.”
Bu cümlelerdeki hareketliliğe ayrıca değinmek gerekir. Kendiyle ilgili
olsun, dışarısıyla ilgili olsun, statik çözümlemeler yapmaz romanın anlatıcısı. Anlatımdaki dinamizm anlatıcının duygu ve ruh durumundaki gelgiti,
ikircikliliği duyumsamamıza olanak tanıdığı gibi, hayatın akışını, devingenliğini de duyuran bir dinamizmdir. Tosuner’in bir başka sorusunu yanıtlarken Pazarkaya şu yanıtı vermiştir: “[Romandaki simgelerin] çoğunlukla
aramanın alanına girdiğini söyleyeyim. Aramak ama harekettir, kimliği,
benliği, oluşu hareket vektörlerinden bileşen olgular olarak görüyorum.”3
Küçük Orhan’ın ardından Gül girer anlatıcının hayatına. Gül’ün etkisi
daha bir başka olur. Gül, daha Almanya’dayken ona telefon açıp, “Dünya bir
güldür,” diyen kadındır. Gül’le tanıştıktan sonra Gül’ün, “Dünya bir güldür”
sözü üzerine düşünürken anlık bir aydınlanma yaşar ve daha önce farkına
varmadığı bir şeyi sezer: “Ben dünyayı şu ana değin, benim dışımda, benden
ayrı, benden yalıtılmış bir şey sanıyordum. Bana karşı mı, benden yana mı,
hiç düşünmedim. Ama dünya olabileceğimi, benin dünya olabileceğini de hiç
düşünmedim. (...) Bu ayrı, boyutlarını tanımadığım bir bilinç, bu ilk kez karşıma çıkan bir özbenlik anlayışı.” Dünya ile birlik içerisinde olunabileceğini,
sevdiği, âşık olduğu kadınla fark etmesi dikkat çekicidir. Aşk insana bunu duyumsatır, ama çoğu kez farklı bir yoldan olur. Âşık özne sevdiğiyle kendisini
bir hissetmeye başladıkça birlik duygusuna ulaşıp kendisini dünyayla da birlik
içerisinde duyumsar. Pazarkaya’nın roman kahramanıysa sevdiğinin dünyayla kendini bir duyumsadığını fark ederek, akıl yürüterek, böyle de olabileceği
düşüncesinden yola çıkarak bu yolu izler.
Roman kahramanının, “Dünya bir güldür” ya da “Ben de bir dünyayım,”
demesi, dünya ile kendini birlik içerisinde duyumsaması haksızlıklarla, adaletsizliklerle dolu dünya ile uzlaşmak değildir. Dışarıda olup bitenlere sırtlarını
dönüp yaşamazlar aşklarını. Sorunların hiç eksik olmadığı, bir insanın başına
2 Elde Kitap, Necati Tosuner, Neden Kitap, 2005, 320 s.
3 a.g.e.
133
gelebilecek en büyük sıkıntılarla sürekli yüzleştikleri bir süreçte gelişir birliktelikleri. Dışarıya hâkim olan değerlerle uzlaşmak ne kelime, sürekli çatışma
içerisindedirler. Üstelik anlatıcı kendine dönük iç yolculuğunu da sürdürmektedir bu sırada. Tutuk dili, anlamakta ve eylemekte zorlanan bilinciyle Gül’ün
yanında durur, durmaya çalışır. Onun dünya ile kendini birlik içerisinde duyması, kendinde dünyayı dünyada kendini görmesidir. Aynı zamanda dünyada
karşıtlıkların birlikte bulunduğunu kavramaktadır. Gül’e duyduğu yakınlığın
yarattığı coşku ile Gül’ün umarsız savaşımının yarattığı hüsran duygusunu
birlikte duyumsadığında, sadece kişiliğin, benliğin karmaşık yapısına değil
dünyanın işleyişine dair de bir şeyler seziyordur:
“Mutluluk denen şeyin, mutluluk halinin öncesi ve sonrası arasına sıkışmış, bir anlık, bir ince çizgilik hal olduğunu, bu çizginin de bir sancı çizgisi, bir
hüzünler ebrusu olduğunu öğreniyordum. Öğreniyor, kendimi, ben’imi buluyordum. (...) Ben’imin de, ben olabilmesi için, bir geçmişinin ve bir geleceğinin
olması gereğini. Ben’in geçmişiyle geleceği arasındaki bileşke çizgisi olduğunu,
bu çizginin hüznün ve sevincin kalemiyle çizildiğini yaşıyordum.”
Ben’ini arayışı düz bir çizgide ilerlemez anlatıcının. Orhan’la ilişkisinde
geçmişini, Gül’le ilişkisinde geleceğini kurmaktadır − bu iki çizginin kesiştiği noktada ise şimdideki ben’i durmaktadır. Bu formül kendi içerisinde çok
boyutlu olmakla birlikte neticede bir formüldür ve yaşayacakları ben’ini ve
ben’inin oluşumunu başka biçimde etkileyecektir. Ben’ini aramaktan ve yaşadıklarından yorulmuştur bir yandan. Bir benliğin oluşumu sayısız etkenin etkisi altındadır. Bunu fark edince bu etkenleri önceden belirlemenin mümkün
olup olmadığını sormaya başlar. Bu sorunun yanıtı yoktur. Bu büyük çeşitlilik
içerisinde insanların özgün benlikleri oluşmaktadır. Zorlu bir süreçtir bu; belki de bu nedenle insanlar işin kolayına kaçmakta dışarıdaki etkenlerden birkaçına teslim olmaktadırlar. Akıl hastanesine düştüğünde, bir zaman sonra o da
bulunduğu yerle uzlaşma noktasına varacaktır. “Burada [akıl hastanesinde]
dingin bir benliğim büyüyordu. Bu benlikten hoşnuttum. Sürtüşmesiz, çelişkisiz benlik bana yetiyordu. Bu avlunun dışını aramıyordu, hatta bu avlunun
dışı var mı, diye bir soru da kafamda yoktu.”
Bu deneyimin bir benzerini dışarı çıktıktan sonra babasıyla camiye gittiğinde yaşar. Babası cinlerin musallat olduğu düşüncesiyle cami hocasına
götürüp okutmak ister. Camide namaz kılarlarken, sayısız insanın hocanın
söz ve hareketleriyle hareket ettiğini −o kalabalığın içinde bulunan biri olarak− gördükçe, kendini unutup bu bütünün bir parçası olur. “Bu kendimi
unutmaktan çok, güven veren ulu kollara kendimi salıvermekti. (...) Camiyi
dolduran bu insanlarla aramda özdeşlik bağı oluşuverdi, benliğimi bu bağın
ördüğü ağ sardı.”
Babası ve babası gibi pek çok insan, benliklerinin bu ağın örtüsü altındaki
dingin halinden hoşnutturlar. Kafalarında sorular yoktur − “Avlunun dışı var
134
mı?” diye asla sormazlar. Bu noktada Gül’ün tanışmalarından önceki yıllarını
anlatırken söz ettiği benzer bir durumu hatırlayabiliriz. İşe gidip insanların
arasına karıştığında eksik benliğini unuttuğunu anlatır Gül. Eksilen benliklerimizi nasıl görmezden geldiğimiz, daha doğrusu bu durumu görmemeyi,
sezmemeyi nasıl başardığımızı daha net olarak anlamaya başlarız.
Yüksel Pazarkaya, Ben Aranıyor’da sadece anlatıcının bir benlik oluşturmasının, bir iç dünyasına sahip olmasının zorluklarını aktarmıyor, aynı
zamanda insanların büyük bölümünün nelerin peşindeyken özgün bir benlik ve zengin bir iç dünyası edinmekten uzaklaşmış olduklarını da gösteriyor. Anlatıcının kendine bir benlik edinme mücadelesi başkalarının hallerini gördüğümüz bir aynadır aynı zamanda. Mal mülk ya da iktidar sahibi
olma isteği, “olmanın” önüne geçmiştir. Bu eğilim giderek toplum geneline yayılmıştır, büyük bir değişim ve çalkantı içerisinde toplum bütünüyle
kaynamaktadır. Romanın sonunda Gül de bunu vurgular zaten. Yaşadığı
bütün sıkıntılara, acılara, korkulara karşın umudunu yitirmemiştir. Yaşanan kargaşanın yeni değerlerin doğacağı, yeni toplumun mayalanacağı bir
kaynaşma hali olduğunun altını çizer. Bu umuttan aldıkları güçle dışarıya
hâkim olan değerlerle uzlaşmamaya, önem verdikleri değerleri korumaya
karar verirler. Üstelik bu güç, bundan sonra ne yapacakları konusundaki
kararsızlıklarını da ortadan kaldırır. Dışarı gitmeyip kalacaklardır.
İçerdiği yoğun düşünsel tartışma ve arayışlarla roman sanatını denemeye
yakınlaştıran bir yapıt olduğunu söyleyebiliriz Ben Aranıyor’un. Öte yandan
sadece bir düşünce metni değil, anlatıcının, Gül’ün ve küçük Orhan’ın duygu
dünyalarını da görebildiğimiz bir metin aynı zamanda. Romanın sınırlarını
genişleten yaklaşımı nedeniyle olsa gerek Berna Moran “postmodern eğilimli” romanlar arasında saymıştı Ben Aranıyor’u4. Romanın ilk basımından bu
yana yirmi yıl geçti; bu zaman zarfında “postmodern” olarak tanımlanan pek
çok roman yayınlandı. Bu romanlara baktığımızda, Ben Aranıyor’un bir özelliğinin ötekilerin çoğundan hayli farklı olduğunu saptayabiliriz. Ben arayışı
gibi alabildiğine psikolojik ve bireysel bir konuyu ele alırken bu konunun toplumsal nedenlerini ile benliğin oluşumu gibi bir sorunsalın toplumsal karşılığını bir an bile gözardı etmeyen bir roman kaleme almış Yüksel Pazarkaya.
Ben Aranıyor, insanı arıyor, araştırıyor; hem toplumsal hem de bireysel bir
varlık olarak bütünlüklü olarak ele aldığı insanı araştırırken, aynı zamanda
günümüz dünyasının aldığı akıldışı halleri de gözler önüne seriyor.
4 Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3/ Sevgi Soysal’dan Bilge Karasu’ya, İletişim
Yayınları, 2007, 12. Baskı. Bu kitabın önsözünde Berna Moran sağlık nedenleriyle
üzerinde çalışmak isteyip çalışamadığı postmodern eğilimli romancılar arasında
sayar Yüksel Pazarkaya’yı.
135
Nermin Küçükceylan
Öğretmen, Yazar
Güz Öyküleri
Güz Öyküleri, üç güz ayının her günü için yazılmış denemesel, şiirsel kısa
öykülerden oluşuyor.
Edebiyatımızda “Takvim Öyküleri” bir ilki oluşturuyor. Yer yer imgeler kullanılan şiir gibi, çağrışımsal, denemesel öyküler bunlar. Bu öykülere
Yüksel Bey’in edinimleri, yaşama bakışı, şairliği sinmiş. Anlatıları az, öz,
gizemli, yoğun söz diye özetliyorum.
Pazarkaya, Güz Öyküleri’yle Haldun Taner Öykü Ödülü’nü aldı. Taner’in
yapıtlarındaki gözlem, yergi unsuru farklı biçimlerde yaşam bulmuş bu öykülerde. Sıradandaki ayrıntıyı yakalama yazarın gözlem gücünü belirlerken
yergi, onda incelmiş bir eleştiriye dönüşmüş. Yazardaki insan sevgisi, hoşgörü, yergiye geçit vermemiş; insanlığı büyük bir yıkıma sürükleyen “çavuş
bozuntusu” dışında.
Yüksel Bey’in Güz Öyküleri’yle ilgili bir yazı hazırlamak istediğimde
nasıl bir yol izleyeceğimi bilemiyordum. Öyküleri okurken onların bende
oluşturduğu çağrışımlar öne çıkmaya başladı; böylece tematik bir inceleme yaparken yorumuma öykülerin bendeki çağrışımlarını ekleyip zaman
zaman da öykülerin diliyle ilgili saptamalar yapmaya karar verdim.
Güz Öyküleri’nde başrolde sevgi var. Yüksel Bey’in insan sevgisi sinmiş bütün yazdıklarına; ama bir de Karlo ile Lili öyküsündeki kedi sevgisi,
kediliğe duyulan saygı kıskandırıyor insanı. Ne şanslı kediler var dünyada,
ülkemizde çocuklarla bile bu kadar ilgilenilmezken…
Sevgi kime, neye olursa olsun bencilliğimizi silip süpüren, kendimizden
çok sevilene öncelik verdiren, yaşamını seve seve paylaştırıp feda ettiren…
136
Birkaç öyküde Yüksel Bey’in sanatçılığı dışında da etkilendiğim, hayran olduğum bir yanını, eşi İnci Hanım’a olan sonsuz sevgisini gördüm. Doğallıkla öykü bir kurmaca; ama bu öykülere yazarın yaşamı öylesine sinmiş
ki okuyucu onu, bir anı gerçekliğinde algılıyor. Yüksel Bey’le tanıştığımızda ayırdına vardığım ilk şey, İnci Hanım’a olan düşkünlüğü, ona duyduğu
hayranlığıydı. Eşlerinin uzağındayken onları yok sayanların aksine Yüksel
Bey’in İnci Hanım yanında değilkenki tutumu, bir yanı eksikmiş gibi davranması bence kutsanacak bir olguydu. Sonrasında İnci Hanım’ı tanımam
Yüksel Bey’in ona verdiği değerin ne kadar yerinde olduğunu gösterdi. Karşımda şen şakrak, enerjisi hiç tükenmeyecek duygusu veren coşkulu bir can,
can yoldaşı görmek bu güzel insanlara karşı yakınlık, büyük bir sevgi, saygı
duygusu oluşturdu bende.
İnci’li öykülerinde yazarın şairlik yanı ağır basıyor. Gümüş Yıldönümü
öyküsünden: “Mutluluk olgunlaşır mı? Yirmi beş yıl önce düşünemezdim,
ballı incir gibi olgunlaşırmış meğer.”
Memleket Coğrafyadan İbaret Değil öyküsünde de yazar, sıla ve gurbet
sözcüklerine özgün bir anlam yüklüyor; denemesel, şiirsel, çağrışımsal bir
öykü oluşturuyor: “Gurbet sadece ve sadece insanın incindiği yerdir. Oysa
sılam, İnci’lendiğim yer.”
Kitabın ilk öyküsü Kolsuz Oyuncu. Bu öyküyü örneklem olarak alıp
Pazarkaya’nın diğer öykülerindeki ortak yanları vurgulamak istiyorum. Yazarın insancıllığı bütün öykülerinde belirgin görülüyor. Burada da Hitler’e
haklı olarak “onbaşı bozuntusu” der demez onbaşılara haksızlık etmeme
duyarlılığı onu çocukluğuna, çocukluğunda izlediği çöpçü onbaşılara hayranlığına götürüyor. Aynı öyküde, uzak bir ülkede savaşı duyumsamanın
yalnızca karneyle alınan yiyeceklerle sınırlı olmasını “herkesin yaşadığı
kadar duyacağı” düşüncesiyle bağdaştırıyor ve asıl savaşı yaşayan ülkeye
geldiğinde savaşın, baskının, soykırımın, faşizmin, nazizmin, kimliksizliğin, uşaklığın, sömürünün ne olduğunu anlamaya başlamasını yeni geldiği ülkenin diline doğmakla anlamlandırıyor. Yüksel Bey, özenle kullandığı anadilinin yanında, bir kültürü kendi diliyle algılamanın önemini, dil
bilincini “dile doğmak” imlemesiyle özetleyiveriyor. Burada olduğu gibi
Pazarkaya’nın öykülerinin çoğunda denemesel, öğretici, özgün bir bakış
açısıyla kurgulanmış özyaşam anlatısı görüyoruz. Yazar, zaman zaman
kendi ülkesiyle tarihine, kültürüne, diline yeniden doğduğu ülkeyi karşılaştırıyor yansızca. Dil babalarından biri olarak tanımladığı kolsuz, tok sesli,
güzel insan, onu ülkesinde çocukluğunda gördüğü kolsuz, bacaksız insanlara götürüyor: “Onlar kentin caddelerinde dilenen insanlardı,” diyor ve bu
şiirsel öykünün iletisini şu tümceyle veriyor: “Öfke bir şeye yetmiyor: bilgi,
bilinç, eylem ve dayanışma gerekiyor.” Yazarın iletiyi doğrudan vermesi
özelliğine bazı öykülerinde de rastlıyoruz.
137
Sanatın içselleştirilebilmesi, benden bize ulaşabilmesi sanatçının başarısının ölçütlerinden biri. İşte Güneş öyküsü. Yazar, öykünün konusunu
çağrıştıran olguyu öylesine ustaca işlemiş ki önce giriş sizi sarıp sarmalıyor, güneş, evren, zaman kavramı üzerinde düşündürürken bilimsellikten
ekinselliğe götürüveriyor; o andan sonra anlatıcının beni okuyucuyla eşleşiyor. Öykü artık sizindir… Burada olduğu gibi Pazarkaya’nın öykülerinin
çoğunda girişin konuyla ilgisiz gibi kurgulanıp şaşırtır biçimde doğal, içten
bir ilgiyle konuya geçilmesi… “İşte anlaklarımız da böyle çalışıyor” dedirten
soyutun ustaca, yalın somutlanması.
Yaşam ayrıntılarda gizli. Yazarın gözlem gücü ayrıntıları bulup öyküleştirmesine neden oluyor. Kısa öykünün vazgeçilmezi gündelik yaşamdaki
ayrıntıya ışık tutmak… New York’ta Bir Sivaslı öyküsünde Amerika’ya ayak
basar basmaz Sivaslı taksi sürücüsünden yediği kazık, yazarın çarpıcı bir
saptama yapmasına neden oluyor: “Aslında bu rastlantı yararlı da olmadı değil. Amerikan toplumunun ideolojisini bize daha ilk adımda somut
olarak gösterip, doğru bir imaj oluşturmuştu. Yeşil Dolar üzerinde ‘Tanrı
Amerika’yı korusun’ ibaresi de bu ideolojinin veciz bir ifadesiydi.”
Yüksel Bey’in birkaç öyküsünde, bana geçip giden gençliğe hayıflanmanın vurgusunu yapıyor gibi gelen gençlik nüvesine övgü, dikkatimi çekti.
Doğrusu ben de son yıllarda bunu sıkça duyumsar oldum. Uzaktan bakılınca gençlik daha değerli ve artık ulaşılamaz, geçti gider! Kırktan sonra
günler nasıl da ivecen birbirine ulanıyor. Bu duyguların özeti Spor Yapan
Gençler öyküsünde: “Genç olunca her şey bir başka kolay, bir başka güzel…
Gençlerin ışığı, aydınlığı kendiliğinden.” Kazların Çığrışı Delikanlıya Selam
öyküsünde de gençlerdeki olayları değiştirme gücü ve güçlüklerin üstesinden gelebilme yetisi işlenmiş. Sınav öyküsü de aynı temada: “…hayır, nasıl
dayanılır Tanrım yaşamın böylesine geri çevrilmezliğine!” Yaşanmışlıklarımızla gençliğimize dönebilsek; ne güzel olur iki olanaksızı oldurmak! Yüksel Pazarkaya, yine duygularımıza ışık tutmuş.
Yazar bu kitapta, tek bir öyküyle (En Büyük Anıt) giz, çağrışım unsurlarını
dengeleyerek cinselliği de işlemiş. Eksiltili tümcelerden yararlanarak sevişmenin “özel”liğini, gizini koruyarak sürdürmüş anlatısını. Tek de olsa bu temada
öykü yazarak cinselliğin de yaşamımızın bir parçası olduğunu vurgulamış.
Kitaptaki öykülerin birkaçı tamamen “çağrışımsal öykü” - bu benim adlandırmam-. Modern öykü anlayışında çağrışım ana unsur belki; ama burada sözünü ettiğim aynı okuyucunun farklı zamanlardaki okumalarında bile
çağrışımların değişebilme özelliği. Yani anlatımın imgesel ve soyut olması.
Bu yönüyle özgün bir öykü türü oluşturuyor yazar. Yedek Sevgi öyküsü bunlardan biri. Felsefenin ve şiirselliğin yoğun olduğu bir öykü.
Denetim adlı öyküyü yazarın “açmaz bir polis” kullanımı özetliyor.
Görevinin başında, ortasında kamış olan ağzı kapalı, karton bir bardakla
138
dolaşan polisi “açmaz” olarak nitelerken bu kullanımın nedenini de yazar
şöyle açıklıyor: “Bıçkın, aynasız falan dememek için açmaz sözünü seçmek
gerekiyordu. Bıçkın bir şerife benzer yanı yoktu.”
Bu kitapta olay öyküsünü andıran öyküler de var. Yılan Dili ve Uygulamalı Ders öyküleri de bunlardan.
Ayrı Dünyalar’da yine iki toplumun karşılaştırmasını görüyoruz. Ne
yazık ki biz gülmeyen bir toplumuz. Gülmeyen, gülmemeyi ciddiyet sanan bir toplum. Biz otoriteyi asık suratımızla oluştururuz. Varsılımız da
yoksulumuz da gülmez. Öncelikle bize gülmenin ayıp olduğu öğretilir.
Çok gülmenin sonunda mutlaka ağlayacağımıza inandırılırız biz. Hiç
unutmam, çocukluğumda, sanırım beş veya altı yaşındayken, bir yolculuk sırasında göz göze geldiğimiz bir kadına birkaç kez gülümseyince
kadının, ne gülüyorsun, diye bana çıkışmasını ve anneannemin, tatlılık
olsun diye, “Evladım, onun yüz şekli öyle,” demesinin karşısında incinen
çocuk gururumu.
Kimi öykülerinde Pazarkaya’nın ulusalcılığı öne çıkmış. Bayram bu
öykülerden biri. Azizler Yortusu öyküsünde dinlerin, dinsel tavırların özde
birbirine benzediğini örneklerken, asıl azizlerin topluma yararlı olanlar olduklarından yola çıkıp sözün Atamıza getirilmesi de çarpıcı.
Gün Gibi Öykü diğerlerinden ayrı, sanal bir olgunun kurgulanmasıyla
oluşmuş bir öykü.
Kaçak Düşlem, hepimizin zaman zaman yaşadığı, ama pek işlenmemiş
bir duygu üzerine: Birilerine yıllar sonra görünmek isteği, ne kaybettiklerini
fark ettirmek, yüreklerini sızlatmak isteği işlenmiş ustaca.
Konuk Uyukladı öyküsünde bir ödül töreni değil anlatılan, sonrasında
yeme içme olan hiçbir töreni kaçırmayanlar… İşte inceden bir eleştiri.
Kapı öyküsünde yazar, göç eden insanların yaşam biçimlerinin, dünya
görüşlerinin değişmediğini “kapı” imgelemiyle ne güzel anlatmış. Göç edilen ülkelerin rahatsızlığı biraz da bundan mı ne, herkesin kendi kapısından
girip çıkmasından!
Yaşama Hazırlıklı Olmak öyküsünde, sözcüklere değişmece anlam yüklemeyeyim, belki yazar da öyle düşünmüştür, dedim; ama olmadı yine değişmece geldi, baş köşeye kuruldu. Elleriniz dert görmesin. Ne demişler:
“Anlayana sivrisinek saz…”
Sucunun Işıltısı. “Su gibi aziz ol” derlerdi eskiler su sunana. Bu öyküde
suyun azizliği, sıkı bir gözlem gücüyle, çarpıcı anlatılmış.
Mall öyküsündeki gerçek: Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, kapitalizmin
kıskacından kurtulamıyoruz.
Fotoğraf Kâğıdı öyküsü soyutun somutlandığı tam bir denemesel öykü.
İçerik titiz bir planlamayla özümsetilerek sonuçlandırılıyor. Yaşam imbikten geçirilip sunuluyor.
139
Mehmet Fehmi Ağa öyküsünde grafik sanatında çağdaşlığı yakalamış
bir ülkede grafik sanatçısı olarak kabul görmüş bir Türk’ün yapıtıyla karşılaşmanın kıvancı, gönenciyle bu denli sevinilebilir. Asıl neden aitlik duygusunun ortaya çıkışı mı!
Öykülerdeki dille ilgili özgün kullanımlara zaman zaman değindim. Konuyu çok dağıtmamak için dikkatimi çeken iki farklı kullanımı sona bıraktım. Birincisi “yazımsal sapma”yla ilgili. Bu sapmanın özgün bir kullanımdan, bir kuraldışılığa karşı oluştan kaynaklandığını düşünüyorum. Başka
türlü düşünülemez; çünkü Yüksel Bey, anadilini ilmik ilmik işleyen, onun
tadına varan ve okuyucusuna bunu tattıran bir yazın ustası. Yazınsal sapma, “merak” sözcüğünün ünlüyle başlayan bir ek aldığında yazımsal olarak
“ünsüz yumuşaması” kuralına uymayacağıyla ilgili. Amerikan Almanı öyküsünde: “…merağım gıdıklanıyor, merağımı erteliyorum. Heinrich Böll’ün
Resmi öyküsünde: “Merağımı fazla kurcalamıyorum.”
İkinci farklı kullanım: Nispet vermek. Genel kullanım olan “nispet
etmek”ten ayrı özgün bir kullanım. Yalnız Kitaplar öyküsünden: “…Gece
oyunlarında kitaplar birbirlerine nispet verirler.”
Mercer St:112 adlı Einstein’ın çocukların ev ödevlerine yardım ettiği anlatılan, “Büyüklüğün insan olabilmekte yattığı vurgulanan” öyküde yerel bir
kullanım olduğunu düşündüğüm çok güzel bir deyime rastladım; bıkıp umsunuk olmak: ”….yakaladıkları yerde onu hemen kaldırımın kenarına oturtarak, matematik, fizik, kimya ödevlerini çözdürtmüşler. Ama büyük adam,
bu durumdan hiç yüksünüp yakınmamış, bıkıp umsunuk olmamış.”
Yazın alanında daha nice elli, yaşamda nice yetmiş yıllara… Sevgili yazın ustası ağabeyimizin, daha uzun yıllar karanlıklara ışık tutması dileğiyle,
sevgiyle saygıyla…
Dr. Necmi Sönmez
Sanat Tarihçisi, Kuratör
Rilke’nin Toplu Eserlerine Doğru
“Ah, yıldızlar olsa hiç solmayan”
Deniz kıyısında sıkça gözlemlenen bir olgudur; dalgalar kıyıya vurduktan, sular geriye çekildikten sonra, kumların üzerinde tortular oluşur. Bir sonraki dalganın bozacağı bu tortuları “anlık desenler” olarak yorumlamak yanlış olmaz. Cem
Yayınevinin 2004 yılından itibaren düzenli olarak yayınlamaya başladığı Rainer
Maria Rilke şiir külliyatının ilk üç cildini, dalgaların oluşturduğu “anlık desenler”
olarak yorumlamak, ilk bakışta fazla “soyut” bir okuma olarak yadırganabilir.1
Rilke’nin (1875-1926), Modern Şiir’in bu en gizemli, en tanınan ama en az
bilinen güçlü temsilcisinin erken dönem yapıtları, hem Germanistler hem de şiir
kuramcıları tarafından üvey evlat muamelesine layık görülmüştür. Neden? 19-24
yaşları arasında genç şair (Avant Rilke) daha sonraları (1906-26) oturacağı görkemli
imge fayının uzağındadır. İlk üç kitabında Jugendstil çerçevesinde kendine tutunacak bir yer arar. Ama bulamaz. Rilke’nin, Yüksel Pazarkaya’nın büyük bir ustalıkla
dilimize kazandırdığı, ilk şiir kitaplarını –İyi Ruhlara Adak (Larenopfer), Düşten Taç
(Traumgekrönt) ve Advent- genç bir şairin kendi imge dünyasını kurmak için geçmek zorunda olduğu dar patikalara benzetmek yanlış olmayacaktır.
Kendisinin de şair olmasından kaynaklanan titizlikle Almancanın “öbür anlamlarına” açılan kapılarından, eşiklerinden rahatlıkla geçen Pazarkaya, Rilke’nin
dilini Türkçeye dönüştürürken şimdiye dek ancak Behçet Necatigil’in, Oruç
Aruoba’nın çevirilerinde bulduğumuz mükemmel “aktarım büyüsünü” büyük bir
cömertlikle okuyucuya sunuyor. Bu çeviri yetkinliği Rilke’nin kendine yol açmak
için giriştiği deneylerle birleşince, bulunmaz bir şiir okuma keyfinin kapıları aralanıyor. İlk kez eksiksiz olarak, Rilke’nin geçerken belki de ayaklarını kanattığı
patikalarla karşılaşıyoruz böylece.
“Olgun şiir”i değil, onun kapısını aralayan şiirleri okurken, yeni yetmelerin
söyleyiş düşkünlüğüne yakalanmadan açık gönüllükle ruh atmosferindeki dalgalanmarı “dönüştürmeye” çalışan genç Rilke’nin portresi de ortaya çıkıyor. Orta
Avrupa’nın incisi Prag kentinde doğan, Alman kültürünün egemen olduğu Bohemya coğrafyasında gezinen genç Rilke, ilk üç kitabında Hristiyan Çek dünyasının hümanist izlerini sürer. İyi Ruhlara Adak (ilk yayınlanışı 1895) küçük bir
Prag kitabıdır. Rainer Maria, kiliseleri, kabristanları, azizleriyle, doğduğu kentin
XX. Yüzyıl başlarında suluboya resimlerini çizer adeta. En dokunaklı resim tekniklerinden biri olan suluboya, genç şairin yakaladığı pastoral (Stimmungslyrik)
atmosfer zenginliğini yorumlamak için kullanılabilir.
1 Rainer Maria Rilke: İyi Ruhlara Adak. 2004, 104 s.; Düşten Taç, 2005, 61 s.; Advent.
2005, 89 s. Cem Yayınevi: İstanbul; çeviren Yüksel Pazarkaya. Rilke şiir külliyatının
dokuzuncu kitabı olarak “İmgeler Kitabı” 2009 yılında yayınlandı.
140
141
Düşten Taç (ilk yayınlanışı 1896) suluboya imgelerin daha da yoğunlaştığı;
dış dünyanın değil, düş-sevgi kavramlarının ön plana çıktığı “içe dönüş” kitabıdır. Bu dönemde Alman şiirinde Stefan George’nin etkisi hâkimdir. Rilke onun
etrafında bir yere konumlanmayı arzulasa da, ikinci kitabında “asma yapraklarının alacasında”, “mayıs mavisinde” başta olmak üzere kendine özgü hüznü,
kalp acısının titreşimlerini “imgelere” dönüştürür. Kendi sesinin izini düşmesi
açısından Advent (ilk yayınlanışı 1897) René Josef Maria Rilke’nin şiirinde bir ayrışım noktasını betimler. Genç şair burada hem önadını Rainer olarak değiştirir,
hem de Jugendstil akımından uzaklaşma yoluna girip kurgu dünyasına mitolojik açılımları sokar. Bir başyapıt olan “Orpheus, Eurydice, Hermes” şiirine açılan
özyaşamsal soyutlamaların kapıları da aralanmış olur. Advent belki de bir geçiş
kitabıdır. 1895’te Prag Üniversitesinde Alman Edebiyatı üzerine eğitim görmeye
başlayan genç şair, bir yıl sonra Münih’e, ardından da Berlin’e yerleşir. 1897 yılında Venedik’te büyük aşkı Lou Andreas-Salomé ile tanışması imge dünyasını
altüst etmeye yeter. Advent’te karşılaşılan kurgu dünyası, gençlikten olgunluğa
geçiş sürecinde son kez arkaya dönüp atılan bakışlar gibi “buruk” tatları içerir.
Pazarkaya’nın büyük bir alçakgönüllülükle çevirilerin “eksiklerinden, aksaklarından, yetersizliklerinden” bahsetmesi son derece düşüncüdücü. Rilke külliyatının kapılarını aralarken çevirmenin göstermiş olduğu yetkinlik, Cem Yayınevinin
yayınladığı bu etkileyici kitaplara apayrı bir zenginlik kazandırıyor. Pazarkaya’yı,
Rilke’nin şansı olarak değerlendirmek yanlış olmayacak. Daha önce hiçbir Alman
şaire nasip olmamış bir şansla Pazarkaya bir dünya şairinin söz-imge-soyutlama
yapısına en uygun Türkçe karşılıkları bulmakla yetinmiyor, Almancanın sözcük
yapısındaki ritmi, konuşma akışkanlığını dilimize kazandırırken, belki de Türk
dilinde olmayan ayrı bir söyleyiş melodisinin de kapılarını aralıyor. Advent’te yer
alan “Sessizce” şiiri bu açıdan son derece önemli bir çeviri. Genç Rilke’nin “anlık
desenleri” düşündüren dizelerini, yine Pazarkaya’nın özenli duyarlılığıyla eksiksiz olarak dilimize kazandıracağını düşündüğümüz başyapıtlarının (“Orpheus,
Eurydice, Hermes”, “Die Duineser Elegien”, “Die Sonette an Orpheus”) habercisi
oldukları için önemsiyoruz.
Bu üç şiir kitabında bizi ilgilendiren, genç şairin hem doğaya hem de kendi
iç dünyasına bakarken, “masum” soyutlamalara girmesi. Genç Rilke, Kandinsky,
Maleviç gibi Rus sanatçılarının keskinliğiyle değil de, İzlenimci ressamların açtığı
yoldan ilerleyerek ruh dünyasındaki çalkantıları “pastoral” bir yaklaşımla dizelerinde kullanmaya çalışıyor. Onun doğaya olan bakışı; ağaçları, kilise meydanlarını, çeşmeleri gözlemlemesi; Monet, Manet, Pissaro, Sisley gibi ustaların resim
dünyasına yakın duruyor. Cézanne’ın soyutlayıcı dünyası, Rodin’in erotik bir taçlandırmayla yorumladığı insan figürü 1900’den sonra Rilke’nin şiir dünyasında
yankı buldu. “Avant Rilke”, Pazarkaya’nın çevirdiği dördüncü gençlik kitabı Bana
Tören (Mir zur Feier) ile birlikte düşünüldüğünde, genç şairin “imge dünyasındaki
resimleri” etkileyici bir bütünlükle gözler önüne seriyor.
(Virgül Dergisinden, Sayı 87, Eylül 2005, Sayfa 70-71, kısaltılarak)
142
KURAM DOLAYLARI
baktım evrenin içindeyim
baktım zerrede benim
baktım evren içimde
baktım zerre de bende
(saat ankara, mart 8)
143
Prof. Dr. Sargut Şölçün
Essen-Bochum Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
Erkenntnisinteresse –
Edebiyata, Tarihe Ve Türklere
İlişkin Düşünceler Üzerine
Umutlar pusuymus
aldandık yarının
çağrısına
o bir tepeye
vurup geçen günmüş.
Yüksel Pazarkaya, Yol Dolayları
Almancada bilimsel araştırmanın örgütlenmesi yöntemiyle ilgili bir
prensip olan Erkenntnisinteresse kavramını doğrudan Türkçeleştirmek, (henüz) mümkün değil; onu, açıklayarak anlaşılır hale getirmek gerekiyor. Bu
kavram, araştırma çalışmasının başlangıç pozisyonunda yer alan, amaca
yönelik soruların ve belirlemelerin tümüne işaret etmektedir. Bu sırada,
araştırmanın nesnesi bağlamında “Neyi bilmek istiyorum?” sorusuna cevap
verildiği için, belli bir bilgi düzeyi de yansıtılır. Araştırmanın nesnesi hakkındaki önbilgi, (geçici) yorum ve izlenimler, “Erkenntnisinteresse”nin dile
getirilişinde ifadelerini buldukları gibi, bilimsel çalışmanın sonuçlarını da
-dolaylı olarak- etkileyebilirler.
Acaba Robert Minder, Alman zihniyetini Alman edebiyatı aracılığıyla
keşfetmeye kalktığında, “Erkenntnisinteresse”sini nasıl formüle etmişti?
Fransız Germanist Minder’in Alman tarihini ve kültürünü incelediği denemeleri, şöyle bir genellemeye izin veriyor: Her ulusal edebiyatta, o toplumun
yakından tanınmasını sağlayacak malzemeler saklıdır. Edebi metinlerin
analiziyle, söz konusu toplumun kendine dönük mitoslaştırma ve ideoloji
üretme mekanizmalarını izleyebilmek kolaylaşır. Bu genellemeye göre Min-
144
der, çalışmasının başında “Neyi bilmek istiyorum?” sorusuna cevap verirken, araştırmasının nesnesiyle ilgili olarak ortalamanın üzerinde bir bilgi
düzeyine ulaşmıştı. Alman edebiyatından yola çıkarak, Almanların kolektif zihniyeti ve toplumsal davranış biçimleri hakkında ikna edici sonuçlara
varacağından emindi. Ancak burada, dikkatimizden kaçmaması gereken
önemli bir nokta var: Kendisine, “Neyi bilmek istiyorum?” sorusunu soran
alımlayıcının keşif çalışmasından önce, edebi metin suskundur. Edebiyatta
yaratılan bağlamların ve bağlantıların tarih ve toplum açısından değerlendirilmesi, kompleks bir alımlama süreci dahilinde gerçekleşir. Dolayısıyla
edebiyatın insana, hayata ve dünyaya dair sunduğu bilgileri, yarattığı imajları, edebiyat biliminin araçlarına ve onları kullanan öznenin birikimine
borçluyuz aynı zamanda.
Şimdi, Minder’den esinlenen düşüncelerin ışığında, bir bilgi kaynağı
olarak edebiyatın verimliliğini artırmak ve pozisyonunu güçlendirmek niyetiyle, kolektif zihniyete yönelik araştırmalar için bir paradigma değişikliği deneyebiliriz. Ama daha önce şunu unutmayalım: Edebiyatta tarihsel
gerçeği aramak yerine, onu tarihin ayrılmaz bir parçası olarak ele almak
durumundayız. Edebiyat ancak o zaman, yani kendi meşru sınırları içinde
kalarak, tarihe katkıda bulunur. Paradigma değişikliği, bu şartlar altında
araştırma nesnem olan metinlerle ilgilidir. Minder’den farklı olarak, burada
ulusal edebiyatın ürünlerini değil, yabancının edebiyatını tercih ediyorum.
Başka bir deyişle, kendisine yabancı olan bir topluma bakışın ürünü durumundaki imajlarla ve düşüncelerle ilgileniyorum.
Paradigma değişikliğinin nedenine gelince: Yabancı perspektifin kolektif zihniyete ilişkin söyleyecekleri, o toplumdan olan kimsenin gözlemlerinden nitelikçe daha verimlidir, diye düşünüyorum. Yerli perspektif, toplumdaki tuhaflıkları bireyleştirme eğilimindeyken, normal ya da tuhaf olana
bakışın tamamen yeniden düzenlenmesi anlamına gelen dış perspektif, farklılıklara özen gösteren bir algılama gücüne sahiptir; tipik olana yoğunlaşıp,
tuhaflıkları genelleştirmeyi tercih eder.
Dış perspektifin bu idealleri, edebiyatın tarih yazımına kendine has
tarzda katkıda bulunurken öne çıkan özellikleriyle de kısmen örtüşüyor.
Şöyle ki: Edebiyat, objektiflik iddiasıyla total görünüm sunmak isteyen tarih anlayışına karşı, öznelliğini baştan ilan eder, çeşitli bakış açılarına yer
verir; dolayısıyla, ideolojik malzeme olarak kullanılmaya elverişli değildir.
Edebiyatın ilkesel olarak detaylara merak duyması, insan olgusunun ön plana çıkmasını ve anonim tarihin somutlaşmasını sağlar. Meseleye kolektif
zihniyetin araştırılması açısından bakarsak: Edebiyatın öznelliği, belli davranış normlarının temelini oluşturan (ve kısmen bilinçdışı etkili olan) tasavvur ve düşünce kalıplarını ortaya dökmeyi başardığı takdirde, yabancı
söylemler alternatif bir tarih anlatmaya başlayacak; milli ya da dini kıyafete
145
bürünmüş mitosların büyüsü zayıflarken, yerleşik kültürel kimlik sarsıntıya
uğrayacaktır.
Bu potansiyellerin tespitiyle birlikte, yabancı edebiyatın perspektifinde
görünmesi gereken kolektifin Türk toplumu olduğunu belirtelim. Bunun bir
gerekçesi, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından çıkarılan dört ciltlik sözlükte,
“Türk” maddesi karşısında yer alan tanım olabilir: “Eski ve zengin kültürü, yiğitliği, ağırbaşlılığı, yurtseverliği ve gönül yüceliğiyle tanınan, çok eski
çağlardan itibaren Orta Asya’daki anayurdundan türlü yönlere yayılarak büyük devletler kuran ve bugün Asya ve Doğu Avrupa’ya kadar çeşitli alanlarda
yerleşmiş bulunan, Türkçenin çeşitli lehçelerini konuşan büyük bir milletin
adı ve bu milletten olan kimse.” (Türk toplumunu ele almanın bir başka
gerekçesi, yabancıya bakışla ilgili örnekler olabilir: Aynı sözlükte; Yahudi
“Yehuda’ya mensup olan”, ayrıca “Korkak” ve “Cimri”; Kürt “bir topluluk”;
Ermeni “bir kavim” ve Yunan “Yunanistan halkından olan kimse” diye anılmaktadır.)
Yukarıdaki alıntılar; devletin ideolojik endoktrinasyonu, topluluğun
kendini koruma içgüdüsünün ifadesi ya da kolektif paranoyanın örnekleri
olarak görülebilir. Burada önemli olan, bakış açısı değil; edebiyatın ve dış
perspektifin potansiyellerini verimli kılarak, Türklerin (kendi dillerine de
yansıyan) kolektif zihniyeti ve ruh hali, tarihi ve kültürü hakkında bilgiye
ulaşmak, hatta bu sayede ortalama bir Türkün bilinçaltına bakabilmektir.
Anlaşılacağı üzere, “Erkenntnisinteresse”min ilgi odağında, dış perspektifin
gördükleri ve onların dilselleştirilmesi bulunmaktadır. Bununla birlikte, en
azından bakış açısı ve metin seçimi bağlamında görülecektir ki, gerek yabancı perspektifin edebiyatı, gerekse onun nesnesi durumundaki kolektif
hakkında belli izlenimler ve önbilgiler mevcuttur. Ancak belirleyici nokta,
“Erkenntnisinteresse”min beraberinde getirdiği bir kuraldır: Böyle bir çalışmada geçerli olan, diplomatik yakınlaşma ve kültürlerarası barış gibi edebiyata yabancı beklentilere girmek değil; değişik görüş ve değerlendirmelerin
kombinasyonu sayesinde, kolektif yönelişlerdeki kalıcı ve değişken unsurları yakalayabilmektir.
Şimdi, bu şartlar altında, tarihsel bir gezintiye çıkmak durumundayız.
Böyle bir dolaşmanın kronolojik olmaması, yine “Erkenntnisinteresse”min
bir icabıdır. Yakın geçmişten diyebileceğimiz bir gazete haberine göre (Der
Tagesspiegel, 25 Ekim 1991), Amerika Birleşik Devletleri ordusuna mensup iki kişi, ilk Körfez Savaşı sırasında Walter Jens’in evinde saklandıkları
için, bir askeri mahkeme tarafından beşer yıl hapis cezasına çarptırılıyor.
Buna son derece öfkelenen Jens, kararı protesto ederken, ceza ölçüsünün
Türkiye’deki durumlardan geri kalmadığını söylüyor. (Bu karşılaştırmanın
tamamen yerinde olduğu ileri sürülemez; çünkü böyle bir suçun karşılığı, o
zamanki Türkiye’de ölüm cezasıydı.) Aynı zamanda retorik profesörü olan
146
yazar Walter Jens, tepkisinin şiddetini göstermek için, Türkiye’yi negatif
olanın, kötülüğün birimi niyetine kullanmıştır. Bu karşılaştırmanın hem
güncelliğe hem de bir çağrışım geleneğine dayandığını tahmin edebiliriz:
Avusturyalı dram yazarı Franz Grillparzer (1791-1871), ülkesine karşı çelişkili duygular içindeydi. Gayet tutucu biri olmasına rağmen, Avusturya’dan
nefret ettiği anlarda, onu “Hıristiyan Türkiye” diye adlandırıyordu. Bir başka
örnek olarak, aklımıza Buddenbrooks (1901) romanı geliyor. 1929’da Nobel
edebiyat ödülünü alan Thomas Mann’ın bu romanında doğallığıyla dikkati
çeken Tony, korktuğu Bavyera’ya gitmektense, Türkiye’yi bile tercih edebileceğini söyler. 19. yüzyılın sonunda, Kuzey ve Güney Almanya’nın birbirine
yabancı iki dünya olduğuna işaret etmek ve negatif olanı somutlaştırmak
isteyen Thomas Mann’ın aklına, bir ölçüt işlevi yerine getirsin diye Türkiye
gelmiştir.
Franz Grillparzer, Thomas Mann ve Walter Jens’teki metaforik ve çağrışımsal düşünce benzerliği, yazarların ortak amacıyla ilgilidir. Türkiye bağlantısı, kendi kültüründen sayılana karşı eleştirel mesafede durma ihtiyacını
tatmin eden bir karşılaştırmadır; ifadeyi güçlendiren ve bildirişimi kolaylaştıran bir işleve sahiptir. Yukarda değindiğim gibi, bu bağlantının arka
planında güncellik bulunabilir; ancak esas olan, yazarların dünya ve tarih
bilgisi ve belli bir örnek tasarıma göre düşünmeleridir.
Bu örnek tasarımın geçmişi hakkında bir fikir sahibi olmak istersek,
Voltaire ile Çariçe II. Kat(h)arina arasındaki mektuplaşmalara bakabiliriz. Filozofun Rus-Türk savaşı sırasında yazdıklarından anlaşılacağı üzere,
kendisi Türkleri Aydınlanma karşıtlığının cisimleşmesi olarak görmektedir:
Bu barbarlar, kadınları aşağıladıkları ve güzel sanatlara saygı duymadıkları için, ortadan kaldırılmayı hak etmişlerdir. Bu cahillerin insan haklarından haberleri olmadığı için, Asya’da kalmaları gerekir. (Savaş sürdükçe,
Voltaire’in radikalliği artmıştır:) Majesteleri Türkleri öldürerek, bana hayat
vermekteler; çünkü bunlar, vebanın yanında insanlığın iki büyük belasından
biridir.
Voltaire’in söylemini çözümlediğimiz zaman, iki farklı düşünce düzlemine rastlıyoruz. Bir düzlemde, filozofun dil kullanımı, onun tutarlı Aydınlanma yanlısı olmasının ifadesi halindedir. Voltaire’in sözlerinde Türklerin
dini, bilinen determinant olarak gizli kalmakta; kendisine ölçüt aldığı kadınların ve güzel sanatların toplumdaki saygınlığı da, Aydınlanma’nın ilerlemeye olan akılcı inancı ve hümanizm bakımından değer taşımaktadır. Ona
göre, bu ölçütleri hiçe sayan toplumlar, barbar olduklarını kanıtlamışlardır.
Diğer düzlemde Voltaire, Rus çariçesine yaptığı önerilerle, kendi insanlık
ve hoşgörü ilkelerine ters düşmektedir. Ancak filozof bunu inkâr etmez ve
kendi çelişkisini, insana özgü genel çelişkililik çerçevesinde açıklar. Böyle
bir itiraf sayesinde, kişisel düzlemdeki Türk düşmanlığıyla tarihsel düzlem-
147
deki Aydınlanma idealleri arasında beliren kutuplaşma aşılmış olmaktadır.
Voltaire’in söylemini çözümlemeyle şunu öğreniyoruz: Onun tolerans anlayışının sınırını çizen, Osmanlı İmparatorluğu’nun eskiden Antik dünyanın
ve Hıristiyan aleminin birer parçası durumundaki topraklarının yeniden
Avrupalılaştırılması özlemidir.
Voltaire’in özlemi, aynı zamanda tarihsel bir beklenti olmaktadır. Bu
beklentinin ışığında, Avrupalılar ile Türklerin Osmanlı’nın batıda toprak
kazanmasıyla başlayan ortak tarihini, bir sorunsal ve bir bakış açısı olarak
düşünebiliriz. Bu düşüncemizi, Stefan Zweig’ın yazdıkları destekleyecektir:
Zweig, “Minyatürler”inin arasına, Bizans’ın Türkler tarafından ele geçirilişini de almış ve fetihle başlayan ortak tarihin, Avrupa’nın gelişmesinde engelleyici bir etki yarattığını yazmıştır.
Zweig, söz konusu tarihsel olayın eşsizliğini kanıtlamak üzere belli bir
ana, savaşın en kızgın safhasında ortaya çıkan (gerçekten ihtimal dışı sayılabilecek) bir duruma özellikle dikkati çekmektedir: Türk birlikleri bir ara
şaşkınlıkla fark ederler ki, şehrin iç surlarında bulunan ve barış zamanlarında yayaların kullandığı bir kapı (Kerkaporta) açık kalmıştır. Birliklerin bu
kapıdan şehre girmesiyle, Bizans kendini savunamayacak hale düşer. Zweig
açısından tasavvuru imkânsız bir unutkanlık sonucu kapatılmamış bu kapı,
tarihin kaderini değiştirmiş ve – yazarın dört-beş yüzyıllık bir geçmişin özeti
olarak belirtmek istediği gibi – Türklerle birlikte Avrupa’nın üzerine yıkıcı,
felç edici bir şiddet çökmüştür. Zweig’ın metnini okurken, Bizans’ın kuşatılması, savunulması ve düşüşü, dramatik etaplar halinde gözümüzün önünde
canlanmakta; yazarın gittikçe biçime yön veren üslubu, kendine özgü bir denemenin doğmasına yol açmaktadır. Türklere gerçek bir Avrupa toprağına
ayak basma imkânını veren Kerkaporta, denemecinin düşünce süreci içinde
derin anlamlı bir trajik sembol haline gelmekte; ve bu dönüşümle birlikte,
Voltaire’in beklentisi, adeta tarihsel bir meşruiyet kazanmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nu 19. yüzyılın ortalarında ziyaret eden Moltke ve Fallmerayer’in yazdıklarından, onların son derece titiz birer gözlemci
olduğunu çıkarabiliriz. Teşhislerinde birleştikleri nokta, Türklerin oryantal
zihniyetiyle Avrupa uygarlığı ve tekniğinin bağdaşmazlığı olmuştur. Buna
karşılık, Türklerin 1923’te cumhuriyetlerini kurduktan sonra, bu teşhisin
aksini ispat ettikleri ileri sürülebilir. Onlar, Avrupa’ya yönelmiş yeni devletlerini hem ulusal bir kazanım diye görüyor, hem de (19. yüzyılın ortalarından beri gündemlerinde bulunan) Batı uygarlığına ulaşabileceklerini
gösteren tarihsel bir fırsat olarak anlıyorlardı.
1933 yılıyla birlikte Nazi Almanyası’nı terk etmek ve Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan bilimcilerin notlarında ve mektuplarında, on yıllık cumhuriyet uygulamasını içten yansıtan izlenimlere ve bilgilere rastlamaktayız.
Bunları hesaba katmak gerekiyor; çünkü bu yabancılar, Kemalist modern-
148
leşme projesi dahilinde yürütülen üniversite reformuna öncülük ederken,
devlet mekanizması ve gündelik hayata hâkim zihniyetle doğrudan temas
içinde olmuşlardır. Bugün bu tecrübelerin yazılı belgeleriyle karşılaştığımızda, onları gözden geçirdiğimizde fark ederiz ki, o yılların, modernleşme projesinin zirveye vardığı dönem diye nitelendirilmesi, acemice yapılan
ideolojik bir propagandadır. Artık Erich Auerbach’ın Walter Benjamin’e ve
Martin Hellweg’e yazdığı mektupları okumuşuzdur; Auerbach’ın, Türkleri
Avrupalılaştırmaya kalkmanın bir saçmalık olduğundan söz ettiğini biliriz.
Auerbach gibi bir edebiyat bilimcisi olan Liselotte Dieckmann’ın perspektifinden yapılmış iki saptama, özellikle ilgimizi çeker: Devletçe belirlenmiş
politikaya rağmen, o yılların Türkiyesi, bazı bakımlardan Avrupa’dan eskiye
göre daha da uzaklaşmıştır; buna ek olarak, Ermenilerin ve Rumların yokluğu, Türkiye’de bir kültür fakirliğine yol açmıştır.
Yabancıların reaksiyonuna sebep olan çelişki açık: Yeni düzende,
Tanzimat’tan farklı olarak, batının sadece teknolojik başarılarına değil, kültürüne ve düşünce hayatına da (kolektif istekten çok, resmi kararlar uyarınca) ilgi duyuluyor; oysa uygulamada ve davranışlarda, eskiye göre bir değişiklik görülmüyor. Anlaşılacağı üzere, burada görünüşle asıl oluş arasındaki
aykırılık diye tanımlayacağımız bir toplumsal strateji söz konusudur. Yabancı gözlemcilerin bu aykırılığı, süreklilik gösterdiği gerekçesiyle, Türklerin katı milliyetçiliğinin ötesinde, onların oryantal karakteriyle açıklamaları
şaşırtıcı değil. O zaman da Moltke ve Fallmerayer’in, Atatürk’ün modernleşme projesinden seksen yıl önceki teşhislerinde yanılmadıkları sonucu ortaya
çıkıyor.
Buna rağmen, tarihsel gezintimizin sonuna doğru, Berlin’li yazar Peter
Schneider’in İstanbul izlenimleri sayesinde, inceleme nesnemiz bağlamında
diğer bir bakış açısı önem kazanmaktadır. Schneider, 1990 yılının Kurban
Bayramı’nda İstanbul’a geldiğinde, kentin Nuh’un gemisine benzediğini
söyler. Yazar, karşılaştığı anakronizmi, retorik bir soruyla ifade etmek istemiştir: Çok eski çağlara ait bir ritüele katılan insanlarla, teknolojinin en
modern aletlerini kullananların aynılığı nasıl mümkün oluyor? Zweig’ın
Türklerin Avrupa’ya girmesine gösterdiği tepkiyle karşılaştırıldığında, ayrıca Voltaire’in radikalliğine, Moltke ve Fallmerayer’in ayrımcılığına nazaran,
Schneider’in söyleminde bir çaba, tanık olduğu paradoksu kavrama gayreti
sezilir. Ancak paradoksun kendisi, geçerliliğini kaybetmez; ve Schneider’in
perspektifinden varılacak sonuç, yine tarihsel değerdedir: Türkler, 19. yüzyılın ortalarından beri kendilerini derinden meşgul eden bir amacı sonunda
gerçekleştirmiş; kendilerine özgü kimliği terk etmeden, Batının teknolojik
kazanımlarını edinmeyi başararak Tanzimat’ın mirasını devralmışlardır.
Düşünmeye devam edelim: Bu, Türklerin kendi tarihleriyle sağladıkları bir
uyuşmadır; ve bu özelliğiyle de, onların oryantal zihniyetinin onayıdır. Böy-
149
le bir çıkarımın arkasından, Moltke ve Fallmerayer’in (19. yüzyıl) kısmen;
üniversite reformuna katılan yabancı bilimcilerin (20. yüzyıl) tamamen kalıcı teşhislerde bulundukları anlaşılacaktır.
Tarihsel gezintimizin duraklarını oluşturan metinlerin içerikleri, imaj
yaratan (sübjektif eğilimli) ve saptayıcı (objektif eğilimli) değerler taşıyor.
Genel biçim özellikleri bakımından bunlara, “otobiyografik metinler” üstkavramını yakıştırabiliyoruz. Otobiyografik metinlerin objektif ve sübjektif eğilimlerle ürettiği kolektif zihniyet tablosunda ağır basan şekillere ve
renklere göre: Türkler, hoşgörüsüz ve şiddet eğilimlidir; Türk toplumunda
görünüşlerle asıl oluşlar arasında derin aykırılıklar vardır.
Edebiyatı ciddiye alıyorsak, bu tabloyu, kurmacaya dayalı metinleri
inceleyerek tamamlamak zorundayız. (Elia Kazan’ın, Franz Werfel’in, Edgar Hilsenrath’ın, Sten Nadolny’nin romanlarını burada bir seçme olarak
anabilirim.) Türk zihniyetinin ortaya çıkışıyla ilgili olarak, kurmacaya dayalı metinlerden yansıyan faktörler, yukarda değinilen şekiller ve renklerle
yakın ilişki içinde: Türklerin otoriter olana duyduğu yakınlık; milli ve dini
kolektife tapmaları; bireyciliğin gelişmesine izin vermemeleri - kısacası, son
derece etkili bir toplumsal paranoya akımına kapılıp, moderniteye bir türlü ısınamamış olmaları. Edebiyat, kendine özgü negatif bilinciyle, tarihsel
ve metinsel süreklilik içinde bir kolektif kültürün, bir toplumsal zihniyetin
gizlediklerini açığa vuruyor; ama gösterdiği faktörler arasındaki nedensellik bağlantılarını açıklamayı, alımlayıcının birikimine bırakıyor. Demek ki,
“Erkenntnisinteresse”yi yeniden formüle etmek gerekiyor.
Ek 1: Düşünceler Üzerine Notlar
Edebiyatın negatif bilinci ve süreklilik yeteneği, edebiyat biliminin çözümleyici ve bağlamlar kurucu aracılığıyla gerçekleşiyor. Aşağıdaki iki örnek, bu noktada ikna edici olabilir mi?
Armin T. Wegner, 1925’te yazdığı bir denemede, oryantal karakterin
kolayca ölüme gittiği gibi, yine kolayca insan öldürdüğünü söyler. Sonra
onun yeni kurulan cumhuriyet hakkında, sultanlığın devamıdır, diye düşündüğünü öğreniyoruz. Cumhuriyetin oryantal karakteri!..
Hanne Mede-Flock, 1985’te yayımlanan romanında, Türkiye’yi erkek
egemen toplum olarak anlatır. Dikkatli bir okurun bu romandan çıkaracağı
sonuç: Türkiye gibi bir topluma en uygun düşen din Müslümanlıktır; askeri
darbeler de, Türklere en uygun hükmetme tarzını getirir...
Wegner ve Mede-Flock, Milli Eğitim Bakanlığı’nın Türkçe sözlüğünde
yer alsaydı, Türk-İslam toplumunun (sentezinin) düşmanları diye tanımlanmazlar mıydı?.. Belli ki, düşman imajlarına kolektiflerin ihtiyacı vardır; bu
imajların sık sık kullanılmasını, tarihsel açıdan açıklamak mümkün. Sosyolojik olarak: Bu tür tasarımlar, kendi ve öteki arasındaki kompleks zıtlığın
150
görünüm biçimlerindendir; düşmana duyulan ihtiyacın artması, kolektif
korkuların işaretidir. Dış perspektifin bu korkuları açığa çıkarabilmesi tesadüfi değil. “Erkenntnisinteresse”!...
Bir kolektifin diğer kolektifi rakip ilan etmesi, banal bir davranış. Ne
var ki, tarihsel öznelerin tavır alışlarında, onların kurmaca olan ve olmayan metinlerinde ortaya çıkan kolektif eleştirisi, bir tanıklık değeri taşır.
Öznenin söylemsel tekliği, yansıttığı ifade gücüyle, nesneyi anonimliğinden
sıyırır; ötekinin resmini, ayrıntıların silikleştiği durumlarda bile yaşantısal
kılar.
Kemal Kurt (1947-2003), Türkiye’nin -Türklerden dolayı- “dünyanın
en berbat ülkesi” diye görülmesinden son derece rahatsızdı. Herder, Lord
Byron, Marx ve Engels’in, Türkleri kültürsüz barbarlar olarak sınıflandırmalarıyla, onlara Almanya’da uygulanan ayrımcılık arasında bağ kurmuştu
Kurt. Yazar, kendisini kitleyle özdeşleştiriyordu. (Bu, her Türk aydınının
geleneksel görevi olmadı mı?)
Yazar, karşı tarafın gerekçelerine eğilmek yerine, kendi bireyselliğinden vazgeçiyor. Neden? Almanya’da yaşadığı için mi? Yabancı bir toplumda
yaşamanın bedeli gibi anlaşılan duyarlılık değil mi bu sıkıntının nedeni?
Birey, neden kolektifini koruma zorunluluğu duysun, bu zorunluluğu içgüdü gibi yaşasın? Kemal Kurt’un schuldigung başlıklı şiiri (Zeitschrift für
Kulturaustausch 1/1985), göçün edebiyat tarihine girmiş olan olağanüstü
bir ironi. Neler çıkarıyoruz bu şiirden? Lirik ben, ancak kendini kitleyle
özdeşleştirince, öznel yaşantı gerçekliğini dile getirebiliyor – ya da: Öznel
yaşantı gerçekliğinin nesnel bağlantısı, ancak lirik benin kolektifin yanında
durmasıyla sağlanıyor.
Öznenin kolektif uğruna değer kaybetmesi, ilgili dönemde göç(men)
edebiyatı diye kategorileştirilen edebiyatın gelişme eğilimine bakılınca, tarihi bir meşruiyet kazanır gibi. Yüksel Pazarkaya, Aydınlık Kanayan Çiçek’le
bu bağlamda yön verici bir şair olmadı mı? Evet, ancak Pazarkaya’nın şairliği, çok değişik boyutlara sahip. Adı geçen kitabın “biz”e ayrılmış bölümündeki Dachau Bana Göre Değil’e bir göz atalım. İçinde taşıdığı tarihsel sorunsalı bir yana bırakırsak, lirik benin iddialı bir iç monologudur bu metin. Söz
konusu bölümün sonundaki Almancayla birlikte, nesnelin öznel dönüşümü
tamamlanıyor sanki.
Şimdi otuz yaşında olan İncindiğin Yerdir Gurbet, o dönemde yirmi
yıllık bir birikimin kendine seçtiği ifade biçimidir. Lirik benin kendini var
edişi, üstüne kolektifin gölgesini düşürmeden var edişi – bunun dayanağı,
kurulan doğa-kültür bağlamında mı yer alıyor? İmajlara ve cümle yapısına
dikkat!...
Yüksel Pazarkaya’nın adı geçen şiirleri, bütün zamanların üzerinde
kalarak tarihsel olan metinlerdendir; ama öznenin değer kaybına uğrama-
151
dığının örnekleri oldukları için değil... Çok yukarlardaki sorunsalı hatırlayalım: “Gurbet”in bedeli olan duyarlılık dozajının artmasıydı çıkış noktamız.
Kolektifleşme, bir zayıflık duygusundan da doğar, bir misyon anlayışından
da... Öte yandan, bireyin öznelliğine rakip durumdaki bir nesnel gerçekliğe
karşı geliştirdiği stratejiyi izlemek için, Sen Dolayları’na uzanmak gerekiyor. Kemal Kurt’tan Pazarkaya’ya gelmem, bir sonucun sonucu; ve bunu
Yol Dolayları’yla baştan sezdirmek istedim: Bana göre, Almanya’daki hayatın pozitif bilançosu, kolektif kimliğe ihtiyaç duymadan yaşama bilincidir.
Ek 2: Düşünceler Üzerine Kaynaklar
Robert Minder: Die Entdeckung deutscher Mentalitaet, hg. von Manfred
Beyer, Leipzig 1992.
Örnekleriyle Türkçe Sözlük. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları 2798, İstanbul 2000.
Ernst Fischer: Von Grillparzer zu Kafka, Frankfurt a. M. 1975.
Thomas Mann: Buddenbrooks, Frankfurt a. M. 1967.
Monsieur-Madame. Der Briefwechsel zwischen der Zarin und dem Philosophen, hg. von H. Schumann, Zürich 1991.
Stefan Zweig: Sternstunden der Menschheit, hg. von K. Beck, Frankfurt
a. M. 2000.
Helmuth von Moltke: Unter dem Halbmond, hg. von H. Arndt, Tübingen
und Basel 1979.
J. P. Fallmerayer: Fragmente aus dem Orient, München 1963.
Erich Auerbachs Briefe an Martin Hellweg 1939 – 1959, hg. von M. Vialon, Tübingen und Basel 1997.
Liselotte Dieckmann: Akademische Emigranten in der Türkei, in: Verbannung (...), hg. von E. Schwarz und M. Wegner, Hamburg 1964.
Aras Ören/Peter Schneider: Wie die Spree in den Bosporus fließt (...), Berlin 1991.
Elia Kazan: Der Mann aus Anatolien, München 1984.
Franz Werfel: Die vierzig Tage des Musa Dagh, Berlin und Weimar
1978.
Edgar Hilsenrath: Das Märchen vom letzten Gedanken, München 1989.
Sten Nadolny: Selim oder Die Gabe der Rede, München 1994.
Armin T. Wegner: Das Zelt, Berlin 1926.
Hanne Mede-Flock: Im Schatten der Mondsichel, Berlin 1985.
Kemal Kurt: Was ist die Mehrzahl von Heimat?, Reinbek b. H. 1995.
Yüksel Pazarkaya: Aydınlık Kanayan Çiçek, Ankara 1974.
Yüksel Pazarkaya: İncindiğin Yerdir Gurbet, Ankara 1979.
Yüksel Pazarkaya: Sen Dolayları, İstanbul 1983.
Yüksel Pazarkaya: Yol Dolayları, İstanbul 2006.
152
Prof. Dr. Nilüfer Kuruyazıcı
İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı
İki Dilde Yaşamak. İki Dilde Yazmak
Başka bir ülkede “göçmen olmak”, hangi ulustan olurlarsa olsunlar, evinden, yurdundan ve dilinden uzakta yaşayanları birleştiren bir olgu. Bir tür
göçebelik belki… Hatta Asturias Ve Sen Sürgün (Türkçesi, Eray Canberk) adlı
şiirinde “Konup göçücü olmak, hep konup göçücü, han misali bir dünya” diye
tanımlıyor bu durumu. Onun için önemli olan da, evlerinin, anayurtlarının
dışında, onların olmayan yerlerde, onların olmayan insanların arasında yaşıyor, hatta sürekli anadilleri olmayan bir dili duyuyor, konuşuyor olmaları.
Ama o ülkeye, o kente yerleşseler de “göçmen olma” durumları değişmiyor,
yabancılık sürüp gidiyor: Çevre onlara yabancı, onlar çevrelerindeki insanlar
için yabancı. Hangi ülkeden gelirlerse gelsinler, durum aynı: “Çocuklarımın
ülkesinde / kök salmayacağım / Yabana aidim ben / imgelerde çoğalttığım”
diyor Almanya’da yaşayan İtalyan yazar Gino Chiellino (Çocuklarımın Ülkesinde, Türkçesi Meral Oraliş).
Çalışmak veya okumak, ya da siyasal sürgünlük gibi çeşitli nedenlerle
gittikleri Almanya’da yaşayan yabancılar için de bir tür göçmen olma durumu söz konusu; yurtlarından uzak düşmüş, anadillerinden koparılmış, sessiz
kalmış, dilsiz kalmış olma durumu göçmenlik. Ama bir yandan da farklı bir
ülkede yaşamak, birçok güçlüğü birlikte getirdiği gibi, çokları için yaratıcılığı
da kamçılayabiliyor. Böylece, “Almanya’daki Türk insanı, yaşadığı kültür şokunu, bu farklı kültürle uyuşmazlığını, dışlanmışlığını, yabancılığını anlattı”
(Ecevit 2001: 163) ve onların yaşadıklarını/yaşayamadıklarını, söyleyemediklerini söze dökme, yitirdiklerini yazıda arama isteği edebiyat için bir kazanç
oldu. “Özellikle 80li yıllardan sonra, aydın kesimden gelenler arasında, çağdaş
Batı edebiyatını özümseyen, estetik sorunları üstüne kafa yoran, bunları üret-
153
tikleri metinlerle bütünleştiren yazarlar ortaya çıkmaya başladı.” (Ecevit 2001:
163) Türkçe yazsalar da Alman okurlara seslerini duyurabilmek için Almanca çevirilerini yayımlıyorlardı. Türkçe yazan bu ilk kuşak yazarlar arasında
Aras Ören, Güney Dal, Habib Bektaş ve Fethi Savaşçı’yı sayabiliriz. “Yetmişli
yıllarda ilk kez kaleme sarılanlar konuk işçilerdi, işledikleri konuların başında da doğal olarak göç sorunları geliyordu, Almanya’daki çalışma yaşamının,
fabrikadaki ustabaşının, karşılarına dikilen ve bir türlü akıl erdiremedikleri
Alman yasalarının, dilini anlamadıkları Alman komşunun davranışlarının,
Almanların uyum beklentilerinin eleştirilmesi temel konuları arasındaydı.”
(Kuruyazıcı 2001:8)
Edebiyatbilimci Yıldız Ecevit ise Güney Dal’dan söz ederken Almanya’da
oluşan, “farklı bir uzamda, farklı izlekler, farklı tonlamalarla biçimlenmiş bu
metinler(in) Türk yazarının kendi gerçeğine belirli bir uzaklıktan bakışını”
içerdiğini dile getirir (Ecevit 2001: 163). 1984’de Yüksel Pazarkaya’nın dediği
gibi, Türkçe yazılan bir Almanya-Edebiyatı’ndan söz etmek olası bu yıllarda.
Almanya’daki Türklerin yazı dili olarak Almancaya yönelmeleri ikinci
hatta üçüncü kuşağın yetişmesiyle başlıyor. Artık “gittikçe artan oranlarda
Almanya’da doğmuş ya da Almanya’ya çok küçük yaşlarda gelmiş, öğrenimlerinin tamamını ya da büyük bir bölümünü burada görmüş çocuklardır bunlar.
Almancayı gündelik iletişim dili olarak rahatça kullanabildikleri, hatta kimi
durumlarda anadillerine tercih edebildikleri gibi” yazı dili olarak da seçmeleri
doğaldır. Çünkü artık “Almanca onlar için yabancı dil değildir” (Tapan 2001:
98). Almancayı da nerdeyse anadilleriyle birlikte öğrenmiş, kendilerini göçmen
olarak algılamayan gençlerdir bunlar. Yazı dilleri de doğal olarak artık Türkçe değil, Almancadır. Böylelikle 80li yıllardan bu yana, çeviriye başvurmadan
doğrudan Almanca yazan ikinci ve üçüncü kuşak yazarlardan söz edebiliyoruz. Zehra Çırak, Zafer Şenocak, Akif Pirinççi, Levent Aktoprak gibi seslerini
ilk kez doğrudan Almanca duyuran ikidilli bir yazarlar kuşağı söz konusudur.
Tabii burada, Pazarkaya’nın da belirttiği gibi, “yetişkin yaşta Almanya’ya gelip
de daha sonra Almancayı yabancı dil olarak öğrenip, değişik amaçlarla Almanca yazan, yani bir yabancı dilde yazan Emine Sevgi Özdamar, Şinasi Dikmen gibi yazarları bu yazı çerçevesinin dışında tutmak” gerekiyor (Pazarkaya
2001:65). Türkçeyi sözlü dil olarak kullanabilseler de yazı dilleri Almancadır
bu yazarların. Bu yüzden de yazdıkları Alman yazını içinde değerlendirilmek
istenmiştir. Zaten bugün bile hâlâ tartışılıyor Almanca yazan yabancı kökenli yazarların hangi yazın grubu içine alınabileceği. Onlara Almanyalı Türkler
diyen, yazdıklarına ne Türk ne de Alman yazını demek yerine Alman dilinde
oluşan yeni bir yazın grubundan, bir tür azınlık yazınından söz edenler, ya
da kültürlerarası bir yazın grubu olarak tanımlayanlar da az değil artık. Ama
kuşkusuz ilk başta dendiği gibi bir konuk-işçi yazını değil söz konusu olan. Zaten yazı dilleri Almanca olduğu gibi konuları da farklı birinci kuşak yazarlar-
154
dan. Kendilerini iki kültür arasında bir köprü olarak görüyorlar ve Almancayı
Türkçenin biçimsel özellikleriyle zenginleştirdiklerini düşünüyorlar. İkinci
kuşak yazarlardan Zafer Şenocak şöyle diyor 1986’daki bir konuşmasında:
“Bazı diller, özellikle Akdeniz ülkelerinin dilleri Almancaya göre imgeler
açısından daha zengin olanaklara sahiptir. Dildeki yeni deyişler ve imajlar dile
hareket getirecek, söyleyiş zenginliği katacak, böylelikle de algılama gücünü
arttıracaktır. Dildeki bu zenginleşme Alman edebiyatına yeni bir soluk getirecektir.” (Şenocak 1986: 66)
Burada söz edilen yazarlar kendileri ikidilli, iki dilde de sözlü olarak kendilerini ifade edebiliyorlar. Ama yazı diline gelince, o Almanca. Çünkü çoğu
Türkçe yazabilecek kadar kendini o dilde yetkin hissetmiyor. Onun için de
ancak yapıtları Türkçeye çevrilirse Türk okurlara ulaşabiliyorlar. Bu da Türk
okur çevreleriyle ilişkilerini kısıtlıyor.
İşte tüm bu genel gelişim çizgisi içinde tek tek yazarları ele aldığımızda, salt konularına bakmanın, göç konusu çerçevesinde genellemeler ya da
kuşak ayırımları yapmanın ne denli yanıltıcı olduğunu görüyoruz. Pazarkaya
da, “yazın ürünlerini belli çekmecelere koyarak ele almanın” (Pazarkaya 2001:
73) sakıncalarına değinenlerden: “İsme bakarak bunların hepsini bir kalıba
koyamazsınız,” diyor. Öbür yandan da “Edebiyat edebiyattır” sözleriyle konulara göre değerlendirmenin sakıncalarını dile getiriyor:
“Altmışlı yıllarda bu ülkedeki öbür şairler gibi bir şairdim ben de. O zaman kimsenin aklına beni kökenime ya da konularıma bakarak konuk-işçiyazar olarak değerlendirmek gelmiyordu (…) Yabancı kökenli yazarlardan
bekledikleri edebiyat metinleri değil, ‘Konuk-İşçi-Edebiyatı’, tıpkı yemek tarifleri ya da herhangi bir teknik gereç için kullanma kılavuzu gibi. (…) Sanat
eserini yapan konusu olmamıştır hiçbir zaman. Biz kendimiz yazdıklarımızın
kalitesiyle bu ülkenin edebiyatının dışında kalmamaya çalışmalıyız.” (Pazarkaya 1986)
Burada alıntıladığımız bu sözlerindeki gibi, Pazarkaya kendisi de belli bir
çekmeceye sığdırılamayan bir yazar. Başlıca nedeni de konularının evrensel
olmasının yanı sıra onun çoğu yazardan farklı olarak iki ülkede yaşıyor ve iki
dilde yazıyor olmasından kaynaklanıyor. Türkiye onun için yalnızca yazları
tatile geldiği bir ülke olarak kalmıyor. Hiçbir zaman kopmadığı, her tür kültürel etkinliğine katıldığı, yayın dünyasını yakından izlediği, üniversitelerinde
konuk hoca olarak ders verdiği anayurdu Pazarkaya’nın. Köln/Almanya ise
yaşadığı, çalıştığı, emekli olduğu, kültür elçisi olma görevini yüklendiği, çevirileri ve yazılarıyla Türkçe edebiyatı aktardığı, tanıttığı ülke. Nasıl Almanya’da
göçmen yazar olarak tanımlanmak istemiyorsa Türkiye’de de “Almanyalı yazar” çekmecesine girmiyor, bir yazar ve şair olarak her iki ülkede, dolayısıyla
da her iki dilde birden yaşıyor. Kendisi de şöyle özetliyor bu özel durumunu:
“Bugüne kadar yaklaşık on sekiz, yirmi kitabım çıktı Türkiye’de. Ken-
155
di yazdıklarımdan Almanya’da çıkardıklarım üçü beşi geçmez. Almanya’da
daha çok Türk edebiyatından yaptığım çevirileri yayımladım. Bunun bir tavır
olarak görülmesini isterim, bir tavırdır bu. Her şeye karşın ben Türkçe yazıyorum. (…) Yalnız Türkiye değil, Türkçe açısından, Almanya da Türkçenin
anadil olarak Almancadan sonra ikinci dil olduğu bir ülke durumunda bugün.
Fakat Türkiye’dir ana yurt dil açısından bakıldığı zaman. Türkçe yazan bir
yazarın oradan kopması olmaz, zaten Türkçeyi yazamaz kopmuş olursa. Ben
ısrarlı bir şekilde Türkçe yazıyorum. Bu arada Almanca yazdıklarım da var.
Ama Almanca yazdıklarıma baktığınız zaman önemli bir ayrımı saptarsınız:
ya bir yayınevinin ısmarladığı bir çocuk romanıdır, ya çok belli oranda, yani
yüzde onu, yüzde on beşi geçmeyen oranda yine Almanya’da yapılacak bir
antoloji için ya da yapılacak bir yayın için, bir Almanca okuma için hazırlık
mahiyetinde doğrudan kendini Almanca başlattıran şiir, öykü metinleri olmuştur, ya da 1970 yılında Almanca üzerine yazdığım Deutsche Sprache diye
bir şiir vardır. Almanca üzerine yazdığım bir şiiri, eğer o dilde de yazıyorsanız,
tabii o dilde yazacaksınız. Başka türlüsü olmaz.” (Pazarkaya 2001: 76-77)
Öbür yandan Pazarkaya’nın burada sözünü ettiği bu şiiri, her iki dille
olan ilişkisini, her iki dile verdiği önemi göstermesi açısından da önem taşır.
Almanca, o dili kullanan çoğu kişiden daha fazlasını vermiştir ona, çünkü o
dilde yazılmış zengin bir edebiyatı kendi dilinde okumuştur. Böylelikle kendi
anadilinden farksız bir yeri vardır Almancanın: Onu kuşatan, umutsuzluğa
düşmesini engelleyen, yaban ellerde yalnız bırakmayan ikinci vatanı olmuştur, tıpkı Türkçe gibi.
Deutsche Sprache
die ich vorbehaltlos liebe
die meine zweite heimat ist
die mir mehr zuversicht
die mir mehr geborgenheit
die mir mehr gab als die
die sie angeblich sprechen
(…)
meine behausung in der kälte der fremde
meine behausung in der hitze des hasses
meine behausung wenn mich verbiegt die bitterkeit
in ihr genoss ich die hoffnung
wie in meinem türkisch.
İlk şiirlerini 1960-68 yıllarında Türkiye’de yayımlayan Pazarkaya,
sonra bu şiirleri 1985’de Irrwege/Kocasapmalar adıyla iki dilli olarak Dağyeli Yayınevi’nde yayımlıyor. Konularını Spuren von uns in Deutschland
(Almanya’da Bizden Çizgiler) olarak tanımladığı ve “Almanya’ya göç üzerine
156
Türk yazınında yazılmış” ilk şiirleri içeren bu kitabın alt başlığı ise Gedichte in
zwei Sprachen. Yani şiirlerin Almancaları çeviri değil. İşte bu da Pazarkaya’ya
özgü bir başka tavır: Yapıtlarını Türkçeye/Almancaya gene kendisi çeviriyor.
Gerçi Aras Ören de ilke olarak Türkçe yazmayı seçen bir yazar, ama onun
Türkçe yazdıkları bir çevirmen tarafından Almancaya çevriliyor. Pazarkaya ise
kendisi söylüyor/yazıyor ikici dilde de. Çevirmen aracılığıyla değil, doğrudan
çıkıyor her iki dilde de okurlarının karşısına. Burada başka bir soru geliyor
hemen akla: İkinci dilde söyleyen, gene yazarın kendisi olduğunda buna çeviri
denebilir mi? Gerçi Pazarkaya aynı zamanda bir çevirmen, iki yöne de çeviri
yapıyor: Alman edebiyatının önemli örneklerini, örneğin Lessing’i, Goethe’nin
Faust’unun ilk biçimlerinden birini ya da Rilke’nin gençlik şiirlerini Türkçeye
çevirdiği gibi, Türk edebiyatından Orhan Veli’yi, Nâzım’ı, Behçet Necatigil’i,
Aziz Nesin’i Almancaya çeviriyor. Verdiği bu uğraşla da “kültür elçisi” olarak
tanımlanmaya hak kazanıyor. Ama iş kendi şiirlerinin, oyunlarının, romanının Almancaya/Türkçeye çevrilmesine gelince durum değişiyor.
1989’da ilk kez Türkçe yazdığı romanı Ben Aranıyor ancak 2002 yılında Pazarkaya’nın kendi “çevirisiyle” Almanca yayımlandığında artık adı Ich
und die Rose olmuştur. Acaba romanın adında yapılan bu değişiklik içerikte
de sürüyor mu? 1989’da Türk okurlar için ilgi çekici olan ve Türkçe başlıkta
vurgulanan kimlik arayışı, artık 2002’de Ben ve Gül’e dönüşmüştür, yani kimlik arayışından çok ben’in Gül adındaki kadınla olan ilişkisine kaydırılmıştır.
Gerçekten Almanca metin Türkçesiyle karşılaştırıldığında kimlik arayışını
destekleyen bazı iç konuşmaların Almancasında yer almadığını da görüyoruz.
Demek ki Pazarkaya on üç yıl sonra romanını Almancaya aktarırken Alman
okurlar için bazı değişiklikler öngörmüştür. Tabii çevirmen olarak bu kararı,
on üç yıl sonra romanın ağırlık noktasını değiştirmek istemesinden kaynaklanacağı gibi, romanın bu kez farklı kültürden bir okur grubuna sunulmasından da kaynaklanıyor olabilir. Herhangi bir çevirmenin sahip olamayacağı
bir özgürlüğü yazar-çevirmen kendine tanıyabilir tabii. Gerçekten Almanca
baskının arka kapağında yer alan sözler de bu vurgu kaydırmasına işaret eder:
“Ich und die Rose yabancı diyarlara yapılan bir yolculuğun romanıdır, aynı
zamanda insanın kendi içine yapacağı bir yolculuktur. Siz de katılmak ister
misiniz bu yolculuğa?”
Metnin kendine baktığımızda metnin konusunda, olay örgüsünde ve
kişilerin adlarında değişiklik yapılmadığını görüyoruz. Bu da ancak her iki
metnin birebir karşılaştırılması sonucunda varılabilecek bir saptama olabilir.1
Ama asıl önemli olan, yazarın Almanca metni oluştururken metin düzleminde
ne gibi değişiklikler yaptığıdır. Bunların başında da Alman okurların metni
1 Burada, Çeviri Bölümü araştırma görevlisi Şirin Baykan’ın, 2006-07 öğretim yılında
İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı doktora programında yaptığı bir
araştırmada elde ettiği araştırma sonuçlarından yararlanılmıştır
157
anlamasını kolaylaştırmak için yapılan, Türkiye’nin yakın tarihiyle, siyasal
gelişmelerle, gündelik gerçeklerle, gelenek göreneklerle ilgili eklentiler gelmektedir. Hatta belki Pazarkaya’nın Almancadaki benzer ifadeleri kullanmak
yerine, Almancaya sözcüğü sözcüğüne çevirmeyi yeğlediği deyim ve söyleyiş
biçimlerini de Alman okurlara bu kez Türkçe konusunda yapılan göndermeler
olarak nitelendirebiliriz. Önemli olanın, Alman okurların kendilerine yabancı
bir kültürde, İzmir gibi belki ancak turistik amaçlı bilebilecekleri bir yörede, ayrıntısı tarih kitaplarına yansımayan 70-80li yıllarda geçen bir romanı
okuduklarında alabilecekleri tat olduğunu söylersek, Pazarkaya’nın da tam bu
doğrultuda romanını “Almanca söylediğini”, belki de yeniden yazdığını düşünebiliriz. Rafik Schami gibi Almanca yazan bir başka yabancı kökenli yazarın
Stuttgarter Zeitung için yazdığı bir yazısında bu konuda yaptığı değerlendirmesi de işte bu açıdan önem taşıyor. Pazarkaya’nın atmosfer yaratmadaki, kentin
ve toplumun ruhunu aktarmadaki başarısından söz eden Schami, İzmir’i tanımasa da romanı okurken kentin havasını, toplum yaşantısını algılayabildiğini
dile getiriyor. Böylelikle roman kültürlerarası bir iletişim aracı olarak Alman
okurlara ulaşmış oluyor.
Pazarkaya’nın doğduğu kent olarak İzmir, ona uzak kalan bir dünya olamaz. Romanda uzun bir aradan sonra geri dönen Orhan, “denize salınan bir
balık gibi” bulabilir kendini. “Bu deniz bir dil denizi”dir onun için, “burada en
büyük sorunu dildir”, “belki yeniden hece hece öğren(mesi) gerekecek unuttuğu sözcükleri”. Ama Pazarkaya’nın öyküsü olamaz bu, o hiçbir zaman ne
anayurduna, ne anadiline yabancılaşmamış, her ikisinde birden yaşayan bir
yazardır. İşte bu özelliği de bence Pazarkaya’yı Almanya’da yaşayan göçmen
yazarlardan ayıran en belirgin yanıdır.
Kaynakça:
Ecevit, Yıldız. “Almanya’da Yaşayıp Türkçe Yazan Bir Yazar, Güney Dal”: Gurbeti Vatan
Edenler (yay.haz. Mahmut Karakuş/Nilüfer Kuruyazıcı) Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001 Ankara
Karakuş, Mahmut. “Yüksel Pazarkaya ile Göçmen Yazını Üzerine Söyleşi”: Gurbeti Vatan
Edenler
Pazarkaya, Yüksel, Irrwege / Koca Sapmalar. Gedichte in zwei Sprachen. Dağyeli Verlag,
Frankfurt 1985
Pazarkaya, Yüksel. “Literatur ist Literatur” in: Eine nicht nur deutsche Literatur (Hrg. Irmgard Ackermann) Serie piper, 1986 München
Pazarkaya, Yüksel, Ben Aranıyor, Cem Yayınevi, İstanbul 1989
Pazarkaya, Yüksel. “Yazın Açısından Almanya’nın Birleşmesi – Türk ve Alman Topluluklarının Kaynaşmasında Ayrışım”: Gurbeti Vatan Edenler
Pazarkaya, Yüksel, Ich und die Rose, Rotbuch Verlag, Hamburg 2002
Tapan, Nilüfer. “İki Kültür Arasında Bir Köprü”: Gurbeti Vatan Edenler
Şenocak, Zafer. “Plaedoyer für eine Brückenliteratur” in: Eine nicht nur deutsche Literatur
(Hrg. Irmgard Ackermann) Serie piper, 1986 München
158
Prof. Dr. Nilüfer Tapan
İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı
Avrupa Birliği Dil Politikaları
Çerçevesinde Bireysel ve
Toplumsal Çokdillilik
Sevgili dostum İnci Pazarkaya’dan aldığım e-postada Yüksel Pazarkaya’nın
50. sanat yılı kapsamında bir armağan kitap çıkarılacağını yazıyor ve benim
de katkıda bulunmamı istiyordu. Sevgili dostum, meslektaşım, değerli yazar Yüksel Pazarkaya’nın armağan kitabında yer almak beni kuşkusuz çok
sevindirdi. Ancak benim uzmanlık alanım “edebiyat” değildi. Pazarkaya ise
bir yazar ve edebiyatbilimciydi. Ona hazırlanan bir armağan kitaba ben uğraş alanım olan “yabancı dil eğitimi” ile ne derece katkıda bulunabilirdim.
Bu noktada İnci Hanım şu görüşüyle beni yüreklendirdi: “Yüksel’in geniş
bir ilgi alanı var. Çerçeve konuyu büyük bir şemsiye olarak alırsak, sizin
aklınızdan geçen konunun da bu çerçeve içinde uzaktan yakından bir ilişkisi vardır.” İnci Pazarkaya’nın saptaması gerçekten de yerindeydi. Yüksel
Pazarkaya uzun yıllar Almanya’da yaşamış, Almanca ve Türkçe, her iki dilde
de kendisini evinde hissetmiş, yapıtlarını Almanca ve Türkçe iki dilde kaleme almış bir yazarımız. Böyle bir kişinin yabancı dilin kişi yaşamındaki yeri
ve işlevi, yabancı bir dil ve kültürle tanışmanın kişi kimliğini oluşturmada
oynadığı önemli rol, yabancı kültür ile hesaplaşma gibi konularla ilgili deneyimlerinin olmaması düşünülemez. Tek bir dile odaklanmayan, öğrenme
alanında birden fazla dilin/çokdilliliğin öğrenilmesini savunan bir yaklaşım,
Pazarkaya’nın uğraş alanına da çok uzak düşmeyecektir kanımca. Bu bağlamda bu çalışmada ele almak istediğim çokdillilik kavramının tartışıldığı
alanın, Yüksel Pazarkaya ile buluşma noktamızı oluşturabileceğini düşünüyorum.
Bilgi çağını ve küreselleşme olgusunu yaşamakta olan dünyamızda
insanlar ve toplumlararası ilişkiler her alanda gittikçe yoğunlaşmaktadır.
159
Bireysel ve toplumsal düzlemdeki bu ilişkiler yoğunluğu yabancı dil öğrenmeye duyulan gereksinimin de gittikçe artmasına neden olmuştur. Başka
bir deyişle, kişi ya da toplumların bugünün yoğun ilişkiler ağı içerisinde
etkin bir biçimde yer alabilmesinde, birbirlerine daha anlayışla yaklaşabilmesinde karşılıklı etkileşimin önkoşulu olan yabancı dil bilgisi önemli bir
etmendir. Bu olgu bugün tüm ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de yabancı
dil öğrenme/öğretme amaç ve yollarının gözden geçirilmesini ve yabancı dil
politikalarının günün koşullarına uygun olarak yeniden geliştirilmesini kaçınılmaz kılmıştır.
Bu görüşler ışığında Avrupa Birliği’nin (AB) oluşumuna baktığımızda, burada da yabancı dillerin eğitimine önemli bir işlev yüklenmiş olduğu
ortaya çıkar. AB daha çok siyasal ve ekonomik bir birleşme olarak dünya
gündeminde tartışılmaktadır. Ancak son yıllarda AB içinde yer alan ülkeler
arasındaki sınırların kalkması, hareketliliğin hızlanması, değişik ülkelerde iş ve eğitim olanaklarının çoğalması gibi etmenlerin gittikçe daha çok
yoğunlaşarak yaşam alanında geçerlilik kazanması, AB’ye üye ve üye olma
sürecindeki ülkelerin dil, kültür ve eğitim alanında da birçok değişikliğe gitmesini zorunlu kılmıştır. Bu alanlarda sürdürülen projeleri yürüten kuruluş ise, AB’nin içinde yer alan, ancak kuruluşu AB’den çok öncelere, 1949
yılına dayanan, Türkiye’nin de içinde olduğu Avrupa Konseyi’dir.1 Birliğin
insan hakları politikaları ile dil, kültür ve eğitim politikalarını yürüten Avrupa Konseyi’nin yabancı dil öğrenimi/öğretimi ile ilgili çalışmalarında bazı
temel kavramlar özellikle belirleyici olmakta ve bunlar AB’nin dil politikalarını yönlendirmektedir. Bu yazı çerçevesinde Avrupa Konseyi dil politikalarında yönlendirici bir işlev üstlenmiş olan ve bu alanda birçok yeni açılıma
yol açan çokdillilik kavramını, AB içindeki yeni anlam yüküyle ele alıp tartışmak istiyorum.
Ekonomik, siyasal ve toplumsal alanlarda birlik olmayı hedefleyen Avrupa Birliği aynı zamanda bünyesinde birçok dil ve kültürü buluşturan, çeşitlilik temeline dayanan bir oluşumdur. Başka bir anlatımla, AB bünyesinde birlik ve çeşitlilik gibi iki karşıt kavramı barındırmakta, bir yandan birliği
gerçekleştirmeye çalışırken, öte yandan sahip olduğu dilsel ve kültürel çeşitliliği zenginlik olarak görüp korumak uğraşını vermektedir. Birlik olma
ve farklılıkları koruma gibi bir çelişkinin çözülebilmesinde ise, uygun dil
politikaları bir anahtar niteliği taşıyabilir. Avrupa Konseyi dil ve kültürdeki
çeşitliliğin iletişim için bir engel olmaktan çıkarılıp karşılıklı bir zenginleşme aracına dönüştürülebilmesi için, birçok önemli proje gerçekleştirmiş ve
gerçekleştirmektedir. Çokdilli ve çokkültürlü Avrupa vatandaşlığı kavramını vurgulayan bu projelerde Avrupa’nın dil ve kültür çeşitliliği, korunması
1 Türkiye Avrupa Konseyi’ne 1950 yılında katılan ilk ülkelerden biri olmuş ve Konsey’in
tüm çalışmalarına katılmıştır.
160
gereken bir kültür mirası, yok edilmemesi gereken bir zenginlik olarak sunulmaktadır. Bu doğrultuda oluşturulmuş projelerin en önemlilerinden bir
tanesi kuşkusuz Avrupa Dilleri İçin Ortak Başvuru Metni’dir (OBM)2. Bu metin Avrupa Konseyi’ne bağlı ülkelerde dil öğretimi konusundaki çalışmaları
yönlendirmek amacıyla hazırlanmış ortak bir çerçevedir. Başka bir deyişle,
birleştirici bir işlev üstlenmesi beklenen bu metin yabancı dil öğrenimi/öğretimi ile ilgili amaç, yöntem ve uygulama düzleminde kararlar verilirken
ortak bir kaynak oluşturmak hedefini öngörmektedir. Metnin çerçevesini
Avrupa Konseyi’nin dil politikaları kapsamında öngördüğü üç temel ilke belirlemiştir:
Avrupa’daki dil ve kültür çeşitliliğinin zengin mirası, korunması ve geliştirilmesi gereken ortak bir kaynaktır ve bu çeşitliliği iletişim yolunda bir engel
olmaktan çıkarıp karşılıklı bir zenginleşme ve anlayış haline getirmek için eğitim alanında büyük çabaya ihtiyaç vardır.
Avrupa hareketliliğini arttırmak, ortak anlayış ve işbirliğini güçlendirmek,
önyargı ve ayrımcılığın üstesinden gelebilmek için farklı anadile sahip Avrupalılar arasında iletişim ve etkileşimin kolaylaştırılması gerekmektedir. Ve bu
ancak modern Avrupa dillerini daha iyi bilmekle mümkün olacaktır.
Üye ülkeler, modern dil öğretim ve öğreniminde ulusal ilkeleri kabul ettiği
ya da geliştirdiği takdirde, mevcut ilkelerindeki işbirliği ve eşgüdümde uygun
düzenlemeleri yaparak Avrupa düzeyinde daha büyük bir yakınlaşma elde edeceklerdir. (OBM, s.2)
Dil ve kültür çeşitliliği, ortak anlayış, işbirliği, eşgüdüm gibi kavramların vurgulandığı bu ilkeler çerçevesinde tüm Konsey ülkeleri için geçerli
olan şeffaf bir dil öğretim politikası ve programı önerilmektedir. Yabancı
dil öğretimi ile ilgili yeni bir bakış açısı içeren bu program, ülkeler arasındaki işbirliğini, kültürel kimlik ve çeşitliliğe saygıyı güçlendirmeyi ve iletişim, hoşgörü ve uzlaşmaya dayalı bir birliktelik sağlamayı hedeflemektedir.
Bu bağlamda çerçeve metinde yer alan ve yeni anlamlar yüklenmiş olan en
önemli kavramlardan birisi çokdilliliktir. Avrupa Birliği dil politikaları kapsamında çokdillilik kavramı bireysel ve toplumsal olmak üzere iki farklı yönden ele alınmaktadır. ( a.g.y. s.5)
Toplumsal çokdillilik eğitim kurumlarında öğrenciye sunulacak yabancı dil bilgisinin çeşitlendirilmesi, okullarda resmi olarak belirlenmiş bir öğrenim/öğretim sürecinde birden fazla yabancı dilin yan yana, birbirlerinden
bağımsız olarak öğretilmesi, her bir dilin öğrenci tarafından ustaca kullanıl2 Bu metin A Common European Framework of Reference for Languages: Learning,
Teaching, Assesment başlığıyla 2001 yılında Avrupa Konseyi’nce yayınlanmıştır.
Metnin Türkçe çevirisi Avrupa Konseyi’nin oluru ile Milli Eğitim Bakanlığı’na
verilmiştir. Çeviri komisyonu tarafından “Avrupa Dilleri İçin Ortak Başvuru Metni:
Öğrenme-Öğretme-Değerlendirme” başlığı ile Türkçeye çevrilen metnin ilk baskısı
2006 yılında yapılmıştır.
161
ması ve toplum içinde de bu öğrenilen dillerin kullanım alanı bulması anlamına gelmektedir. Günümüzde geçerli olan ve geliştirilmeye çalışılan yabancı dil öğretim yöntemleri genellikle toplumsal çokdilliliğin kazandırılması
amacına yönelik olarak gerçekleştirilmektedir. Burada birincil hedef tek dilin, başka bir anlatımla İngilizcenin, egemenliğini sınırlayabilmektir. Daha
önce de belirtildiği gibi, Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerin dilsel ve kültürel
farklılıklarını bir zenginlik olarak görmelerine olanak sağlamak, Avrupa’da
konuşulan çeşitli dillerin, yoğunlaşan uluslararası hareketlilik ve üye ülkeler arasında oluşan sosyal, kültürel ve ekonomik yakın işbirliği açısından
ne denli önemli ve yararlı olduğunu vurgulamak ve dolayısıyla çokdilli ve
çokkültürlü Avrupa’da yaşayan insanların diğer dilleri öğrenme isteklerini
güçlendirmek ve desteklemek, Avrupa dil politikalarını yönlendirmektedir.
Avrupa Birliği kavramı birden fazla dil bilen ve birden fazla kültür yetisine
sahip bireylere dayalı Avrupa Yurttaşlığı olgusunu beraberinde getirmektedir. Ancak, bugünün koşullarından yola çıkıldığında bu yaklaşımın gerçekleştiği söylenemez. İngilizce bugün tüm dünyada ve Avrupa’da uluslararası
iletişim dili olarak kabul edilmiştir. İngilizce bilgisi günümüzde “yazma”,
“okuma” gibi kişinin temel gereksinim ve bilgi alanlarının içine girmektedir.
Başka bir deyişle, İngilizce bilmek bu dünyada bir yer edinebilmek, belli bir
konuma gelebilmek için nerdeyse zorunlu olmuştur. Bu bağlamda bugünün insanının yabancı dil öğrenme tercihlerini yaparken İngilizceye ağırlık
vermesi doğaldır. Ancak İngilizcenin bu denli egemen olması diğer dillerin ve buna bağlı olarak kültürlerin gelişmesini ve hatta yaşamını tehlikeye sokmaktadır. İşte OBM’de tanımlandığı biçimiyle toplumsal çokdillililk,
eğitim kurumlarında tek dilin egemenliğini kırmak ve Avrupa kültür mirasının taşıyıcısı olarak görülen farklı dil ve kültürleri korumak ve yaşatmak
isteyen Avrupa toplumlarının bu yolda aldığı önlemlerden bir tanesi olarak
görülebilir. (a.g.y. s.5) Yukarıda açımlandığı biçimiyle toplumsal çokdillilik
kavramını yaşama geçirme yolunda Avrupa Birliği eğitim programlarında
öğrenilen dilleri çeşitlendirmeye yönelik yeni uygulamalara gidilmiştir. Örneğin, her Avrupa yurttaşının temel ve ortaöğrenim sürecinde kendi anadilinin dışında en az iki yabancı dili öğrenmesi gerekliliği bu uygulamalardan
birisidir. Bu doğrultuda Avrupa Birliği ülkelerinin eğitim programlarında
tek yabancı dile odaklı eğitim anlayışına artık yer verilmemekte, öğrencinin
ortaöğretimin sonuna dek en az iki yabancı dili öğrenmesini öngören programlar uygulamaktadır.
Öğrenim kurumlarında yabancı dillerin çeşitlendirilmesi üzerine kurulmuş olan toplumsal çokdilliliğe dayanan yaklaşım kuşkusuz dil öğrenme
alanı kapsamında ileriye doğru atılmış önemli bir adımdır. Ancak salt bu
yaklaşıma dayanan uygulamalarla kişinin AB dil politikalarınca benimsenmiş olan çokdilli yetiye ulaşmasının güçlükleri de zaman içinde ortaya
162
çıkmıştır. Bu yönde yapılan çalışmalarla, Avrupa Konseyi’nin dil öğrenme
yaklaşımını yönlendiren çokdillilik kavramı toplumsal çokdillilik kavramının ötesine geçerek genişletilmiş ve bireysel çokdillilik olarak tanımlanarak
yabancı dil öğrenme alanında yeni bir içerik kazanmıştır. Bireysel çokdillilik
AB dil politikaları kapsamında giderek daha çok önem kazanmakta ve uzmanlar çalışmalarını yabancı dil öğretimine yeni bir bakış açısı getiren bu
kavramı geliştirme üzerinde yoğunlaştırmaktadır.
Bireysel çokdillilik kavramında yeni olan nedir? Bireysel çokdillilik okulun/eğitim kurumunun yanı sıra kişinin tüm yaşamı boyunca yabancı dil
ile ilgili edinmiş olduğu tüm bilgi ve deneyimlerini kapsar. Kişi bu dilleri
okulda ya da bir eğitim kurumunda örgün eğitim çerçevesinde öğrenebileceği gibi, kendi yaşam alanı içinde anne babasından, komşusundan, arkadaşından, kitle iletişim araçları aracılığıyla ya da gittiği yolculuklarda da
öğrenebilir. Burada önemli olan nokta, kişiye hangi dil olursa olsun, o dili
ne derece bilirse bilsin, dilsel birikiminde varolan tüm dillerin kendisini zenginleştirdiği bilincinin verilmesi ve onun farklı diller öğrenmesi için yüreklendirilmesidir. Bu bilincin verilmesi ve güçlendirilmesi için uygun yabancı
dil politikalarının üretilmesi ve yabancı dil öğrenim/öğretiminde yeni uygulamalara gidilmesi kaçınılmazdır. Son yıllarda gittikçe artan insan beyni
ve dil edinimi araştırmaları da, gerçekleştirilmesi öngörülen yeni uygulamaları destekler niteliktedir. (bkz. G.Neuner 2005,s.16,17) Bu araştırmalar insan beyninin birçok dil bilmeye elverişli olduğunu ortaya koymuştur.
H.J. Krumm (1997,s.11) bu bağlamda ironik bir biçimde. “Tekdillilik tedavi
edilebilir,” diyerek, aslında tek bir dilin değil, birden fazla dilin bilinmesinin doğal olduğunu vurgulamış ve bu bağlamda “yaşam alanını kapsayan
çokdillilik” (H.J. Krumm 1999,s.26) kavramını kullanmıştır. Kişi öğrendiği
ya da bildiği dilleri zihninde ayrı ayrı yerlerde bulundurmaz, tersine tüm
dillerden edindiği bilgi ve deneyimlerin bir araya geldiği ve karşılıklı etkileşim içinde olduğu çokdilli iletişim yetisini oluşturur ve iletişim sırasında
kendisini bir dilde ifade edebilmek ya da karşısındakini anlayabilmek için
bir dilden diğerine geçebilir, başka bir deyişle, iletişimin farklı durumlarında bu yetinin farklı bölümlerini uygulama alanına aktarabilir. Böylece kişi
bir iletişim durumunda bildiği tüm dillerden yararlanacak ve herhangi bir
sorun karşısında sahip olduğu çokdilli yetiyi harekete geçirerek sorunun
üstesinden gelebilecektir. Bu açıdan bakıldığında dil ve kültür çeşitliliğini
bir zenginlik olarak gören ve bu zenginliğin korunması için önlemler alan
Avrupa Konseyi’nin oluşturduğu dil politikaları çerçevesinde, kişinin bildiği
tüm dillerin karşılıklı etkileşimi noktasından hareket eden bireysel çokdillilik
kavramının önemi ve işlevi açıkça ortaya çıkar.
Öte yandan iletişimsel güçlükleri bildiği dillerden yararlanarak gidermek kişinin yabancı dile bakışını olumlu yönde değiştirecek ve onu yeni
163
diller öğrenme yönünde güdüleyecektir. Gerçekten de son yıllarda çokdillilik üzerine AB ülkelerinde okula giden göçmen çocukları ile yapılan birçok
proje bu görüşü destekler niteliktedir. Yapılan araştırmalar, doğal olarak
birden fazla dile sahip olan (anadil, içinde yaşadığı ülkenin dili, okulda okuduğu diller, yerel dil gibi) bu çocukların uygun strateji ve tekniklerle çokdilli
yetiyi kolaylıkla edinebileceklerini göstermiştir. Ayrıca burada şunu da vurgulamak gerekir: Sözü edilen çocuklara hangi dile sahip olurlarsa olsunlar
ve sahip oldukları dilleri ne ölçüde bilirlerse bilsinler, bu dillerin kendileri
için bir zenginlik ve ayrıcalık olduğu ve iletişimde bu dillerden yararlanabileceklerinin bilincinin verilmesi ve bu zenginliğin diğerleri tarafından da kabul görmesi, onları farklı diller öğrenmeye özendirecek ve içinde yaşadıkları
topluma uyumu kolaylaştıracaktır. Bu olgu bir yandan da aynı grup içinde
eğitim gören ve genellikle tekdilli yetişmiş olan diğer çocukların yabancı dil
öğrenmeye bakışlarını olumlu yönde değiştirebilecektir.3
Çokdilli iletişim yetisine sahip olan kişinin iletişim sürecinde diller
dağarcığındaki tüm dillerden yararlanabilme olasılığına dayanan bu yeni
bakış OBM’de bir paradigma değişikliği olarak görülmekte ve bu doğrultuda dil öğrenim/öğretiminin değişen amacı ve bu amacı gerçekleştirmek için
öngörülen uygulama yolları şöyle dile getirilmektedir: (OBM s.5)
Artık bir, iki hatta üç dili birbirinden bağımsız biçimde, bir “anadil
konuşucusu”nu model alarak öğrenmek yerine, bütün dilsel yetileri kapsayan bir dilsel birikim geliştirmek amaç edinilmiştir. Bu durum şüphesiz eğitim kurumlarında öğretilen dillerin çeşitlendirilmesini ve öğrencilere çokdillilik yetisini geliştirme olanağı verilmesi gereğini de getirmiştir.
Bu açıklamada yabancı dil öğrenim/öğretim sürecinde değişmesi beklenen iki nokta özellikle vurgulanmaktadır: “Yabancı dili öğrenirken anadil
konuşucusunu model almamak” ve “bir, iki, hatta üç dili birbirinden bağımsız biçimde öğrenmemek”. Başka bir anlatımla, toplumsal çokdillilik
kavramında olduğu gibi burada da yine dillerin çeşitlendirilmesi ve kişinin
birden fazla yabancı dil öğrenmeye yönlendirilmesi olgusu öne çıkmaktadır.
Ancak bireysel çokdillilik bağlamında çokdillilik yetisinin yaşama geçirilmesi, daha önce yabancı dil öğrenimi/öğretimi uzmanlık alanında üzerinde
durulmamış farklı uygulama yollarını gerekli kılmaktadır. Bu yollardan bir
tanesi dillerin karşılıklı etkileşiminden yararlanmak, bu etkileşimden doğacak sinerjiyi yabancı dil öğrenirken de kullanabilmektir. Bugün yabancı dil
öğretimi ile ilgilenen uzmanlar bir dili öğrenmenin diğer dilleri öğrenmeyi
kolaylaştırdığı görüşünde birleşmişlerdir. Bir yabancı dili öğrenmiş olan bir
kimsenin dil öğrenme sürecinin nasıl işlediği ile ilgili deneyimleri vardır.
Bu deneyimler salt dil deneyimleri ile de sınırlanamaz, dile özgü olmayan,
3 Konuyla ilgili ayrıntılı bir araştırma için bkz. H.J. Krumm ve E.M. Jenkins, 2001.
164
dünya bilgisi ya da kültür bilgisi de bu deneyimlerin bir bölümünü oluşturur. Bu durumda önemli olan öğrencinin kazanmış olduğu tüm bu deneyimleri, stratejileri diğer dilleri öğrenirken de harekete geçirmesi gerektiğini
öğrenmesidir. Bu öğrenme yolu bir yandan öğrenme süresini kısaltır, öğrenmede verimi artırırken, diğer yandan ise öğrencide yabancı dilde iletişime
girerken tüm dilsel kazanımlarını kullanması gereğinin bilincini geliştirir.
(bkz. G. Neuner 1999, s.16, B. Hufeisen 1999, s.4-6) Böylece öğrenci diller
birikiminden yararlanarak daha kolaylıkla yabancı dilde iletişim kurabilir
ve yabancı dil becerilerini gereken durumlarda uygun olarak kullanabilir.
Başka bir anlatımla, öğrenci bildiği dillerin olanaklarından yararlanarak bilmediği, ancak kendi gereksinimleri doğrultusunda öğrenmek istediği dilleri
öğrenmeye ilgi ve istek duyar. Bu durumda eğitim kurumlarının da yabancı
dil programlarını yeniden yapılandırması gereği ortaya çıkar. Dillerin birbirleriyle olumlu etkileşiminden yola çıkarak düzenlemelere gitmek, dillerin
tek tek, birbiri adından, belirlenmiş sürelerde anadil konuşucusu düzeyinde
öğretilmesi yerine dillerarası etkileşimden yararlanmak, öğrenciye bir dil
üzerinden diğerine geçebilmeyi öğretmek, bugün AB eğitim kurumlarının
ders programlarında yavaş ilerleyen bir süreç de olsa, yerini almaktadır.
Kaldı ki öğrencinin çokdillilik yetisini oluşturabilmek ve geliştirebilmek için
örgün eğitim kurumlarının dışında da olanakları vardır. Öğrencinin çokdillilik yetisi oluştururken bu seçeneklerden de yararlanılması zorunludur.
Daha önce de belirtildiği gibi, öğrenci okul dışında dilsel deneyimlerini evinde, arkadaşlarıyla, medya yoluyla, yurtdışı gezileriyle, kısaca: çok değişik
yollarla geliştirebilir. Ancak burada da öğrenciye, iletişim sırasında dilsel
kazanımlarının tüm olanaklarından yararlanabileceği bilincinin kazandırılmış olması önkoşuldur.
Avrupa Konseyi dil politikalarının temel yönelimini oluşturan bireysel
çokdillilik bağlamında ortaya çıkan ve OBM’de (s.158-159) önerilen başka
bir yeni uygulama ise kısaca şöyle açıklanabilir: Kişi bir yabancı dilde genel
olarak diğerine oranla daha ileri bir yeterlilik düzeyine erişmiş olabilir, ya
da belli bir dilde belli becerilerinin, diğer bir dilde ise başka becerilerinin yeterlilik düzeyi gelişmiş olabilir. Örneğin kişi “A dilinde” kusursuz, akıcı konuşabilir, bu durumda kendisinin sözlü iletişim becerisi gelişmiştir diyebiliriz, ancak aynı kişinin aynı dildeki yazma becerisi yeterli olmayabilir. Buna
karşılık aynı kişinin “B dilinde” okuma-anlama ya da yazma becerileri ile
ilgili yeterlilikleri çok daha gelişmiş olabilir. OBM’de (s: 160) “kısmi yeterlilik” olarak tanımlanan bu bakış açısı olumsuz bir anlam yükü taşımamaktadır. Yabancı dilde genel bir yeterlilik düzeyine ulaşmanın zorunluluğunu
savunan geleneksel yabancı dil öğretimine karşılık, bu yeni yaklaşım her
dilde her beceride aynı genel yeterlilikleri değil de, kişinin gereksinimlerine
uygun olarak belli dillerde belli yeterliliklerin geliştirilmesini öngören daha
165
esnek bir programın öğrenciyi daha çok güdüleyeceği, dil öğretimini destekleyeceği ve bireysel çokdilliliği daha geniş bir alana yayabileceği görüşünü
vurgulamaktadır.
Bireysel çokdilliliğin AB dil politikaları çerçevesinde odak noktasına yerleştirilmesi, yabancı dil öğretiminde, yukarıda değerlendirilmeye çalışılan
yeni yolların yanı sıra farklı bir dizi uygulamayı daha beraberinde getirmiştir. Bu uygulamaların ayrıntılı bir değerlendirmesini yapmak kuşkusuz
bu çalışmanın sınırlarını aşacaktır. Ancak kanımca bu bağlamda birbirini
tamamlayan iki görüşe değinilmesi gerekir: AB dil politikalarınca öngörülen
hedef, yalnızca öğrenilecek dillerin çeşitlendirilmesi değildir, aynı zamanda
dil öğrenme sürecinin de uzamasıdır. Bu iki hedef kuşkusuz birbirleriyle
bağlantılıdır. Eğitim sürecinde sınırlı sayıda dil öğrenilebileceğinden, çokdillilik erken yaşlarda başlayıp, yaşam boyu süren bir süreç olarak ele alınmalıdır. Çokdilliliğin yaşam boyu süren bir süreç olarak genişletilmesi, öğrencinin kendi kendine/özerk dil öğrenimi için gereken stratejileri bilmesine
bağlıdır. Bu bağlamda OBM yabancı dil öğrenenlerin etkin bir biçimde kendi öğrenim süreçlerini yönlendirebilecekleri bir çerçeve araç niteliğini taşımakta ve kendi kendine öğrenmeyi desteklemektedir. Öğrenme hedeflerini
kendisi belirleyen, öğrenim sürecini de bu hedefler doğrultusunda kendisi
yönlendirebilen öğrenci yine bu çerçeve içinde “yapabilirim” betimleyicileri
yoluyla bu hedeflere ne kadar ulaşabildiğini de saptayıp, kendi kendisini
değerlendirebilecektir.4 Öğrencinin eksik yönlerini değil de yapabildiklerini
temel alan bu betimleyicilerin, öğrencinin dil öğrenmeye karşı olumlu bir
tutum geliştirmesinde önemli bir rol oynadığı söylenebilir.
Daha önce de değinildiği gibi, Avrupa Konseyi’nin yabancı dil politikaları dil ve kültür çeşitliliğini, korunması gereken zengin bir miras olarak
vurgulamaktadır. Ayrıca farklı dillerin öğrenimi farklı kültürel altyapıya sahip insanlar arasındaki karşılıklı anlayışın ve hoşgörünün gelişmesine de
olanak sağlayacaktır. Buna göre yabancı bir dil ya da dillerin kültür boyutuyla birlikte öğrenilmesi Avrupa Konseyi’nin öngördüğü dil politikalarının
önemli bir koşuludur. Bu bağlamda çokdilliliğin yanı sıra çokkültürlülüğü
de hedefleyen Avrupa Birliği dil politikaları kapsamında yabancı dil öğretimi kültürel yetiyi edindirmenin vazgeçilmez bir aracı olmalıdır. Hiçbir dil
taşıdığı kültürden bağımsız olarak düşünülemez. Bu bağlamda yabancı dil
öğrenmek yabancı bir kültürü, yabancı bir dünyayı tanımak ve anlamak demektir. Farklı dilleri bilmek ise kişinin farklı toplumlar ve kültürler hakkında bilgi sahibi olmasına yol açar. Ancak kişi yeni edindiği bu bilgi ve
deneyimleri ister istemez kendi kültürünün verileri ile karşılaştıracaktır. Bu
durumda bildik olan ile yeni olan sürekli etkileşim içindedir. Bu etkileşim
4 “Yapabilirim” betimleyicileri ile ilgili bkz. OBM s. 72-102 ve s.129-149.
166
kişinin kültürlerarası farkındalık kazanmasına ve yeni kültürel deneyimlere
açık ve duyarlı olmasına olanak sağlar. Kültürlerarası farkındalık kişinin
gerek kendi kültürüne, gerekse hedef kültüre/kültürlere daha geniş bir bakış
açısıyla yaklaşabilmesi olarak tanımlanabilir (OBM 122). Burada da bireysel
çokdillilik için söylediklerimiz geçerlidir. Başka bir anlatımla, kişinin kültür
birikimi içinde farklı dillerin taşıyıcısı olan farklı kültürler ve altkültürler
(ulusal ve yerel) birbirinden kopuk olarak yan yana bulunmaz, yeni olan
eskisinden tamamen ayrı değildir. Öğrencinin kültürel birikimi içinde bu
kültürel öğeler birbirleriyle bağlantılı olarak vardır ve birbirlerini geliştirmektedir. Bu bağlamda OBM’de (s.53) şu görüş savunulmaktadır:
Dilbilimsel ve kültürel yetiler bireyin daha zengin ve karmaşık bir kişilik
geliştirmesini sağlar, ayrıca, daha fazla dil öğrenebilme için kapasitesini artırır
ve bireyi yeni kültürel deneyimler için daha açık hale getirir.
Başka bir anlatımla, öğrenci sorarak, karşılaştırarak, sorgulayarak birçok kültürün ve kendi kültürünün bir araya gelmesi anlamına gelen çokkültürlü yetiyi edinecek, kültürel farkındalık kazanacak ve çokdillilik bağlamında olduğu gibi kazandığı bu yetiden de iletişim zorluklarının üstesinden
gelmek için yararlanacaktır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: İçinde birçok dil ve kültürü buluşturan Avrupa Birliği, dil ve kültür çeşitliliğini iletişim için bir engel olmaktan
çıkarıp bir zenginliğe dönüştürmek ve bu zenginliği koruyabilmek için eğitim politikalarının içinde dil politikalarına ve dil öğrenim/öğretimine özel
bir yer vermiştir. Bu çerçevede geliştirilen çokdillilik ve çokkültürlülük kavramları ve bunları yaşama geçirmek için oluşturulmuş olan farklı uygulama yolları dil öğrenim/öğretimine yeni bir boyut getirmiştir. Bu programlar
yoluyla çokdilli ve çokkültürlü bireylerin yetiştirilmesi, tek bir dilin/İngilizcenin öğrenimine odaklanmış olan dünyamızda yalnızca Avrupa Birliği’ne
üye ya da aday üye olan ülkeler için değil, tüm dünya ülkeleri için önem
taşımaktadır. Tek dilin egemenliği kişiyi tek tip düşünce ve davranış biçimine götüreceği gibi, dilsel ve kültürel zenginliği engeller, çokdilli iletişimi
ve kültürlerarası etkileşimi sınırlar. Oysa farklı dil ve kültürlerin kaçınılmaz
bir biçimde bir araya geldiği günümüz dünyasında, dil ve kültürlerin buluşmasını bir çatışma alanı olarak değil de, bir barış alanı olarak yaşayabilmenin önkoşulu, farklı dil ve kültürlere açık bireylerin yetiştirilebilmesidir.
Yabancı dil eğitim programlarının, yukarıda açıklanan çokdillilik ve çokkültürlülük ilkelerini yaşama geçirecek yeni uygulamalarla zenginleştirilmesi,
kendisinden farklı olana daha esnek yaklaşabilen, onu kendi başkalığı içinde kavrayabilen ve kendisinden farklı olanla iletişim kurabilen insan tipinin
yetişmesinde önemli bir yol olarak görülebilir.
Çalışmamın başında da dile getirdiğim gibi, yazıları, yaşam biçimi,
dünyaya bakışı ile farklı dil ve kültürlere açık olan, kültürlerarasılığı ve dil-
167
lerarası geçişleri hem yaşam biçiminde hem de yapıtlarında kolayca gerçekleştirebilen, Almanca ve Türkçe, her iki dil ve kültürde de kendisini evinde
hisseden değerli yazarımız Yüksel Pazarkaya’nın bu nitelikleri ile Avrupa
Birliği dil politikalarının hedeflemiş olduğu çokdilli ve çokkültürlü insan
tipini içselleştirmiş olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Kendisine tüm
yaşamı boyunca mutluluklar diliyorum.
Cornelius Bischoff
Yazar, Çevirmen
Dilimin Sınırları
Değişen Sosyal Hayat ve Çeviri Dili Türkçe
Kaynakça
Avrupa Dilleri İçin Ortak Başvuru Metni (2006) : Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Hufeisen, B. (1999): Deutsch als zweite Fremdsprache , Fremdsprache Deutsch 1/1999,
Stuttgart/München.
Krumm, H.J. ( 1997): Mehrsprachigkeit und Deutschunterricht, Fremdsprache Deutsch
II/1997, Stuttgart/München.
Krumm, H.J. (1999): Sprachenvielfalt im Deutschunterricht , Fremdsprache Deutsch
1/1999, Stuttgart/München.
Krumm, H.J. ve Jenkins. E.M ( 2001): Kinder und ihre Sprachen-lebendige Mehrsprachigkeit, Wien.
Neuner, G. ( 1999): Deutsch nach Englisch, Fremdsprache Deutsch 1/1999, Stuttgart/
München.
Neuner, G. ( 2005): Mehrsprachigkeitskonzept und Tertiärsprachendidaktik,
Mehrsprachigkeitskonzept- Tertiärsprachenlernen-Deutsch nach Englisch
(yay) Hufeisen, B. ve Neuner, G.) Counsil of Europe Publishing.
168
Belki biraz cüretli görülebilir, ama başlarken sözlerimi Ludwig
Wittgenstein’ın Tractatus’unda ortaya attığı bir teze dayandırmak istiyorum:
Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır. Ne var ki ben bu tezi, Wittgenstein’dan
farklı olarak, edebiyat çevirmeni olarak yaptığım işe uygulayarak kullanıyorum. Ben, Wittgenstein’ın tezini iki “dil dünyası”na indirgeyerek şunu savunuyorum: Dilimin sınırları tastamam dünyamın sınırları değildir. Ve şunu
ekliyorum: Edebiyat çevirmeni kaynak dildeki yaşama biçimlerini, hedef
dile aktarabilmek için, anlayabilmelidir. Yaşama biçimleri derken, insan yaşayışının temel nitelikteki ve her kültürde rastlanan biçimlerini ve bunlara
ek olarak insanlar arasında kullanılagelen âdetler, gelenekler, kurumlar, kurallar, törenler, ritüeller vesaireyi kastediyorum.
Ve ben eğer kaynak dildeki metnin satırları arasında bu yaşama biçimlerinin farkına varmazsam – kimi çevirmen gerçekten, çeviride en önemli
şeyin hedef dili bilmek olduğunu, kaynak dilin kelimelerini bilmenin yeteceğini ileri sürer – o zaman çeviri kusurlu olmaktan öteye gidemeyecektir.
Çünkü, Paul Valéry’nin vaktiyle eşsiz biçimde belirttiği gibi, “Edebiyat çevirisinde ideal başka araçlarla benzer (analog) bir etkinin yaratılmasıdır.”
(Kaynak: Octavio Paz, Übersetzung, Wortkunst und Wörtlichkeit). Bu gerçekleştiğinde, Octavio Paz’a göre, bir edebi çevirinin biricik ve yaratıcı olan
yönü ortaya çıkmış olur. Paz’ın düşünceleri şu saptamaya ulanır: Kelimesi
kelimesine çevirinin imkânsız olduğunu ileri sürmez Paz, sadece, böyle bir
metnin çeviri olmadığını, ancak kelimelerin satır satır, metni kaynak dilde
okumamıza yardım edecek şekilde dizilmesi olduğunu, ama metni kavramamızı sağlayamayacağını söyler.
169
Fakat bu kadar teori yeter! Size bir dil dünyasının sınırlarını görülür
hale getiren birkaç örnek vermek istiyorum.
Bugün Türkçeden Almancaya çevrilmez hale gelmiş bir kelime: Gurbet.
Gurbet Almancaya Fremde diye çevriliyor. Fremd – yabancı kelimesinden türemiş, tekrar Türkçeye çevirirsek yaban el diyebiliriz. Gurbet,
Steuerwald’ın Almanca – Türkçe Sözlük’ünde, tanımı şöyle: Sıkıntılar içeren
yaban el; sürgün; dış ülke, yurtdışı.
Benim ailem Nazilerden kaçıp 1939 yılında Türkiye’ye sığındığında, biz gurbetçi olduk. Bu kelimeyi daha önceki, gurbetimiz hakkında
bir konuşmamda Alman dinleyicilerime şöyle yorumlamıştım: Yananlamları bakımından çevrilmesi imkânsız bir kelime; yabancı bir diyarda yaşayanları, o yabancı diyarın bütün olumsuzluklarını çağrıştırarak
dile getirir; fakat kelimenin başka çağrışımları da vardır: Evsiz barksız,
uzak olan diyarlar, hasret… Ve insanın, yabancı diyarda yaşayan insanların duygularının paylaşılması, onlara konukseverlik gösterilmesi
gerekir, görenek bunu ister.
Daha sonraları farkına vardım: Alman dilinde bir zamanlar gurbetin
karşılığı olan, hatta onunla örtüşen bir kelime vardı, Elend kelimesi. Bu kelimeyi Almancanın büyük sözlüğü olan Grimm şöyle tanımlıyor. “Bu güzel, ilhamını hasretten alan kelimenin kökeninde yurtdışında, yabancı diyarda oturmak vardır ve Latince’nin exsul, exsilium kelimelerine – yani yurtsuz, terk-i
diyar etmiş, yabancı ülkede yaşayan, yurt dışında gönüllü veya mecburi olarak
kalmak – yakın düşer. (…)”
Yaban el ve sürgün acı veren, mutsuz kılan şeyler olduklarından, elend
zamanla, yavaş yavaş Miseria anlamını kazandı – yani zaruret, ıstırap, zavallılık, mutsuzluk, çile – ve kökündeki anlam sonunda tamamen unutuldu.
(…) Orta Yüksek Almanca döneminde kullanılan Ellende kelimesi de henüz
Latince exsul’un karşılığıdır. (…) Fakat 18. yüzyılda bu ilk anlam kaybolmuştur; mesela Goethe Reineke’de şöyle yazar:
Elend sind wir und fremd in jedem anderen Lande
Zavallıyız ve yabancı her birinde başka diyarların
Yani elend ve fremd kelimeleri birbirinden farklı anlamlar taşımaktadır
artık. Gene Grimm’e göre, elend kelimesi değersizlik, olumsuzluk anlamı kazanmıştır.
Bu örnekte dil sınırı tek yönlüdür. Almancadan Türkçeye çeviri yapan
Türk arkadaşlarım bugün, mesela Ortaçağ’dan kalma, gezgin zanaatkârların
dilinden söylenen bir lonca şarkısındaki elend kelimesini – bu şarkılar vardır
– Türkçeye çevirirken gurbet kelimesini kullanmakta bir sakınca görmeyeceklerdir, tabii o zamanki anlamının farkındalarsa. Ama ben aynı şarkıyı
bugünün Almancasına çevirecek olsam, uygun bir karşılık bulamayacağım.
170
Bu arada parantez açıp şunu da sormak gerek: Gurbet kelimesi acaba ne
ölçüde geçmiş göçebe yaşayışının izlerini taşımaktadır?
Ve beni çoktandır meşgul eden ikinci bir soru var: Almanya’daki Türkiye kökenli “Almancılar”ın konuştuğu Türkçe kavramlar kuşaklar boyunca,
bu yeni çevrenin kültürel etkisi altında kalarak, Türkiye’de konuşulan Türkçeden farklı bir değişme göstermiş midir? Günün birinde Almanya Türkleri ile Türkiye Türkleri farklı bir Türkçe mi konuşuyor olacaklar? Gelecek
kuşakların Almanyalı Türkü gurbet denince ne düşünür acaba? Aklına hâlâ
Almanya mı gelir? Yoksa Türkiye mi gelmeye başlar? Yoksa Almanya’da
edindiği kötü tecrübelerden ötürü bu kavrama yavaş yavaş olumsuz duygular yüklemeye başlar, gurbet kelimesi de zamanla Elend kelimesinin Orta
Yüksek Almancadan bu yana kazandığına benzer yeni bir anlam mı kazanır? Kısacası: Konuşmacı gibi dili de zamanla yaşadığı toplumca özümlenir
– burada özellikle özümlenme kelimesini kullanıyorum – ve böylece “kaynak
ülkedeki orijinalinden” yabancılaşır mı?
Yani edebiyat çevirisi yapan çevirmenin işi dil sınırlarını sadece kelimebilimsel açıdan aşmakla kalmamakta, o sınırları düşünsel olarak da aşması
istenir. Kelimenin veya cümlenin taşıdığı yananlamların, yani kültürel çevreden ileri gelen çağrışımın hedef dile aktarılması gerekmektedir.
Deyimler, sözlüklere ya hedef dildeki en yakın başka bir deyim kullanılarak, ya da içerdikleri anlam tasvir edilerek alınan deyimler, buna güzel
örnektir. Gemi azıya almak deyimini alalım. Kastedilen şey atın gem denen
koşum parçasını azı dişlerinin arasına almasıdır ve sözlük çevirisi olarak
Almanca “(at için) koşup gitmek, durdurulmaz hale gelmek” verilmektedir,
atlının açısından bakılarak. Anadolu insanı bunun ne demek olduğunu bilir, ama kelimesi kelimesine bir çeviri Alman okurunun gözünün önüne
bir şey getirmeyecektir. Anadolulu gemi azı dişlerinin arasına alan bir atın
yönetilemez hale geleceğini, çünkü o zaman atlının dizginleri çekerek atın
ağzını acıtamayacağını bilir. Ata binen bir halkın kültürel arka planı, bu
halk çoktan otomobile, uçağa aktarma etmiş de olsa, dilinde hâlâ etkisini
göstermekte, bu deyimi anlaşılır tutmaktadır. Aynı şekilde İslam’la ilgili bir
yaşama biçiminden kaynaklanan suyu ısındı deyimi bir kimsenin ölüsünün
yıkanacağı suyun hazır hale geldiğini, dolayısıyla – mecazi olarak bile olsa –
sonunun yaklaştığını anıştırır.
Bir keresinde dostum Zülfü Livaneli için Ülkü Tamer’in Atlının
Türküsü’nü çevirmiştim. Metin ağır yaralı olarak atıyla (herhalde memleketi
olan) Mazmahor’a ulaşmaya çalışan bir atlıdan söz eder:
Mazmahor’un beri yanı üç söğüt
Su ılınır yaprak açar bir ağıt
Kalır isem bu yollarda yasım tut
Yürü atım, rahvan atım, tez yürü
171
Çevirinin ritim unsuruna önem veren Zülfü Livaneli’yle konuştuktan
sonra, bu kıtayı şöyle çevirdim:
Dort schon die Weiden, die Mazmahor säumen
Am dunklen Weiher wispern Blätter Totenklage
Falle ich hier, sollt ihr mich hier beweinen
Eile mein Pferd, mein Zelter, trabe schnell
Yani Alman okuru kelimesi kelimesine yapılmış bir çeviriyi anlamayacağı için, anlama yönelik bir çeviri yapmakla yetindim. Ülkü Tamer’in yaklaşan ölümü dramatize etmek için kullandığı din kaynaklı mecaz bir Müslüman için hemen anlaşılır bir şey, Hıristiyan için öyle değil.
Bir de sık tekrarladığım bir cümle var ki, kelimesi kelimesine çevrildiğinde kaynak dilde kastedilenin tam tersi bir anlam veriyor:
Koçum Hasan domuz yemez.
Kelimesi kelimesine çevirisi şöyle:
Mein Schafbock Hasan isst kein Schweinefleisch.
Burada, Türkçede övgüyle söylenen şey – kuvvet, dövüşkenlik, cesaret, sebat sembolü olan koç ve geleneğe uyarak domuz etinden uzak duran
Hasan’ın tutumu – Alman dilinde, dolayısıyla Alman okurunun kafasında
bambaşka imgeler uyandırmaktadır: “Koç” Hasan ahmak koyun gibi görülmektedir, Alman okurun ağzının suyunu akıtan bir domuz kızartmasını geri
çevirdiği için.
Böyle olunca, Almancadaki Schafbock kelimesinin yerine, olumsuz
çağrışımı olmayan Widder’i kullanmak da işe yaramaz. Çünkü Alman
okur her şeyden önce, Türk kültür çevresinde koyunlara insan ismi verilmediğini de bilmez. Gerçi yemek karşılığı olarak hayvanların yemesini
dile getiren fressen değil, insanlara özgü olan essen kullanılmıştır, ama bu
noktayı belki biraz garipseyerek geçecek, sonunda domuz eti yemeyenin
adı Hasan olan bir koç olduğu, bu da tabii bir şey olduğundan, cümlenin
eğer sürrealistçe bir saptama değilse, pek bir anlam taşımadığını düşünecektir.
Bu sıradan örnek bir kere daha, her dilsel ifadenin çok anlamlı bir çevre içinde bulunduğunu, iki dildeki kelimelerin hemen hemen hiçbir zaman
aynı anlamı dile getirmediğini, çoğu zaman birbirinden farklı noktalara
ağırlık verdiklerini gösteriyor.
Şimdi gene Octavio Paz’a dönmek istiyorum: “Bir Aztek şiirinde övülen
güneş bir Mısır şiirinde övülenden başka bir güneştir.”
Bunun onayını dil felsefesinden de alıyoruz: Gündelik dil dünyayı kendi
somutlaştırdığı biçimde kavramak isterse, eğer örneğin Wittgenstein’ı doğru
anlamışsam, hiçbir sonuç alamaz. Çünkü cümle gerçekliğin bizim düşündüğümüzü yansıtan bir modelidir. Ve bu noktada benim Kantçı yanım ağır
basıyor ve diyorum ki: Bu gerçeklik her kültürde farklıdır.
172
Fakat ben bu farklı dünyayı kendi dilimde ifade edebilirim, eğer onun
başkalığını kendi dilimde olabildiğince tam bir şekilde yeniden yaratabilirsem. Bu mümkündür, ola ki insan zihninin evrenselliğinden şüphe etmeyelim.
Bu başka dünyayı dile getirmek için edebiyat çevirisinde kelimelerin
kökenine inen bir çözümleme yeterli değildir. Çevirmen o kelimelerin içindeki duyguyu yaşayabilmeli, deminki örneğe dönersek, domuz eti kavramına bağlı olan tiksintiyi duymalı, tersine, Schweinefleisch dendiğinde de
Pavlov’un köpeği gibi ağzının suyu akmalıdır. Yazarla bir duygu ve yaşantı
ortaklığı içinde bulunmalı ve böylece yazarı da, yazarın kültürel çevresini de
hedef dilde yaklaşılır hale getirmelidir.
Öte yandan, dilbilgisel unsurlar da bir edebiyat çevirisinde aşılması zor
sınırlar oluşturabilir. Bunu da bir örnekle göstermek istiyorum:
Çukurova’ya böyle birdenbire gelen baharla birlikte Akdeniz’e de taze, pırıl
pırıl maviler inerdi. Baharla birlikte denize inen bu ışık mavisi göğe, ovaya, ak
bulutlara vurur, çiçekten, yeşilden, ışıktan patlamış verimli toprağın üstünden
ağır ağır yürüyerek Toros dağlarına kavuşurdu.
Mit dem so plötzlich in Çukurova aufkeimenden Frühling schien auch
ein frisches, leuchtendes Blau am Mittelmeer auf. Das vom Frühling begleitete, ins Meer hineintauchende, lichterfüllte Blau wurde vom Himmel, von
der Tiefebene und den weißschäumenden Wolken reflektiert und glitt langsam
über die von Grün und Licht berstende Erde, bis es sich mit dem Taurusgebirge vereinigte.
Bu arada, Almanca metnin benim üzerine bir rapor yazmam gereken
bir çeviri denemesinden bir alıntı olduğunu söylemeliyim. Karşılaştırdığım zaman, Türkçe metinde baharın aniden gelmesinin neredeyse elle tutulur bir nitelik taşıdığını, Almanca çeviride ise, baharın yavaş ve sakin bir
şekilde geldiğini fark ettim. Sezinlediğim ve anladığım kadarıyla, bunun
sebebi basitti:
Ortaçlar ve ulaçlar Türkçede sıfattan çok fiile yakın bir kelime türüdür.
Türkçede yer yer cümlenin fiili olma görevini üstlenecek kadar dinamizm
taşırlar. Oysa bunların Almancadaki karşılığı olan Partizip türü fiilden daha
çok kopmuştur, sıfata daha yakındır, çoğu zaman da zaten sıfat olarak kullanılır.
Türkçedeki -erek/-arak ulaçlarını ve benzerlerini Almancaya Partizip
kullanarak çevirirsem, metin de Türkçede hiç taşımadığı ölçüde bir dinginlik kazanacaktır. O halde, Türkçedeki dinamizmi vermek istiyorsam,
Partizip’ten vazgeçmeli ve aynı dinamizmi Almancada verebilecek olan çekimli fiil biçimlerine dönmeliyim. Demek ki, kaynak dildeki ifadeye yaklaşmak için, kaynak dildeki dilbilgisel biçimden uzaklaşmam gerekiyor.
Valéry’nin sözleriyle, benzer bir etki farklı araçlarla yaratılıyor.
173
Bence yukardaki metin şöyle, veya buna benzer bir şekilde çevrilmeli:
Mit dem so einfallenden Frühling senkte sich auch ein frisches, strahlendes Blau auf das Mittelmeer nieder. Dieses lichte Blau, das mit dem Frühling
kam, spiegelte sich im Himmel, in der Ebene, in den weißen Wolken wider,
wanderte gemächlich über die von Licht, Blumen und grün berstende fruchtbare Erde, bis es den Taurus erreichte.
Füsun Bayrakdar
Yüksek Lisans – Alman Dili ve Edebiyatı
Kültür Aktarımında Çeviri
Stratejileri:
Yüksel Pazarkaya’nın
Türkçe-Almanca Çevirileri
Örneğinde Bir Araştırma*
Bir dilde ifade kazanmış olan duygular ve düşünceler ister yazılı ister sözlü olsun, başka bir dilden konuşan, anlayan insanlara aktarılırken çeviri aracına başvurulur. Bununla birlikte günümüzde çeviri, bir bilim dalı olarak
kabul görmektedir. Çeviri artık sadece iletişim ya da anlaşma aracı olarak
görülmemektedir. Edebi bir bakış açısı da kazanmıştır. Yazın çevirmenleri
neredeyse özgün eserin yazarı kadar haklara da sahiptir ve çevirmen bir
nevi ikinci yazar olarak görülür.
Çeviri, çeşitli stratejiler kullanılarak yapılır ve hangi stratejinin ya da
işlemin kullanılacağına sadece çevirmen karar verir. Çoğu zaman kullanılacak işlemin belirlenmesinde karar verici olan çevirmen de değildir. Onu bu
işlemleri kullanmaya iten, metin içi ve metin dışı faktörlerdir. Doğru yerde
doğru stratejinin kullanılması çevirinin yazınsal kalitesini arttıracaktır kuşkusuz.
Yüksel Pazarkaya, elli yılını çeviriye ayırmış bir çevirmendir. Hem Almancadan Türkçeye [A-T] hem de Türkçeden Almancaya [T-A] çeviri yapan
ender insanlardan biridir. Bugüne kadar elliden fazla çeviri kitabı yayınlanmıştır. Alman ve Türk edebiyatına yaptığı bu katkısı, tecrübesi göz önünde
bulundurularak onun gibi bir çevirmenin genç çevirmenlere örnek olacağı
düşünülmüştür. Bu nedenle, araştırmada Yüksel Pazarkaya örneği işlenerek
onun çevirileri incelenmiş, kullandığı stratejiler ortaya çıkarılmış ve özellikle de kültür aktarımı açısından çevirmenler için bir örnek olacağı düşünülmüştür.
Pazarkaya, ilk çevirilerini 1959 yılında yapmaya başlamıştır. Türkçeden Almancaya ise 1960’lı yıllarda başlamıştır. Çeviriye başlama nedeni, çeviriyi yabancı dil öğrenme yolu olarak görmesi, edebiyatla uğraşıyor olması
ve çevirinin de bir yazma eylemi olmasıdır. Ayrıca, Almanya’da öğrencilik
için bulunduğu yıllarda büyük edebiyat ustalarımızın eserlerinin Almanca-
174
175
ya çevrilmemiş olup onları kimsenin tanımıyor olması da onun Türkçeden
Almancaya çeviri yapmasına neden olmuştur.
Pazarkaya’ya göre, çevirmen çevirdiği yazarın kimlik ve kişiliğini doğru
yansıtmalıdır.
Pazarkaya, çeviride kaynak yazının yazınsal niteliklerini görüp, ikinci
olarak, erek dilde en yerinde, en uygun karşılıkları bulmanın gerekliliğine
değinir. Çevirme sürecinin sonundaysa, erek dilde yazıya bir bütün olarak
bakıp, bunun kaynak metnin tür özelliklerini, yani şiiri, anlatıyı, konuşmayı
bir estetik bütünlük ve estetik iletim olarak gerçekleştirip gerçekleştirilmediğine bakılması gerektiğini belirtir. Ona göre ikinci planda kalması gereken
çevirmendir ve çevirmen sadece asıl metin yazarını, yazdıklarını yansıtma
konusunda bir araçtır.
TÜRKÇEDEN ALMANCAYA YAPILMIŞ
ÇEVİRİ İNCELEME SONUÇLARI
Grafik-1
Türkçeden Almancaya Yapılan Çevirilerde
Kullanılan Çeviri İşlemlerinin Yüzde
Oranlarına Göre Dağılımı
176
ALMANCADAN TÜRKÇEYE YAPILMIŞ
ÇEVİRİ İNCELEME SONUÇLARI
Grafik-2
Almancadan Türkçeye Yapılan Çevirilerde
Kullanılan Çeviri İşlemlerinin Yüzde
Oranlarına Göre Dağılımı
İNCELEMEDE ULAŞILAN SONUÇLAR
Pazarkaya strateji olarak bağımlı çeviri stratejisini kullanarak kaynak
metin (KM) yazarının kendine özgü üslup özelliklerini, onun dil kullanımlarını olabildiğince korumaya çalışmıştır.
Çevirdiği eserlerde de belirttiği gibi, çeviriyi, bir yeniden yaratma değil,
olanı en doğru biçimde çeviriyle aktarma işi olarak görmektedir.
Yüksel Pazarkaya’nın hem A-T hem de T-A çevirilerinde kullandığı çeviri işlemleri genel olarak değerlendirilmiş ve aşağıdaki grafiklerde gösterilmiştir:
Grafik-3
Tüm Çevirilerde (T-A + A-T) Kullanılan Çeviri
İşlemlerinin Toplamının Yüzde Oranlarına
Göre Dağılımı
Grafik–4
T-A + A-T Çevirilerde
Kullanılan Çeviri
İşlemlerinin Birbirine Oranı
177
KÜLTÜR AKTARIMINDA TESPİT EDİLEN STRATEJİLER
Pazarkaya, incelenen örneklerde geçen kültürel öğelerin erek metne
(EM) aktarılmasını sağlamıştır. Bunun için değişik işlemler kullanmıştır.
Tespit edilen işlemler ve kaç kez kullanıldıklarına dair veriler aşağıdaki grafikte verilmiştir. Bunun yanında tespit edilen işlemlerin kullanıldığı tüm örnekler ayrıntılı şekilde eklenmiştir.
Grafik-5
Tüm Çevirilerde (T-A +
A-T) Kültür Aktarımında
Tespit Edilen Stratejiler ve
Kullanılma Sıklıklarına
Göre Dağılımı
AÇIMLAMA
KM: /...iki kilo suböreği yersin de.../ EM: /...diese Teigpastete in Wasserdampf.../ (bkz. Greift Doch Bitte Zu/ Yiyin Allahaşkına).
KM: /...hele baklava.../ EM: / ...mit mandeln gefüllte Honigpastete.../
(bkz. age).
KM: /...mantıyı.../ EM: /...die Joghurtpastetchen.../ (bkz. age).
KM: / ...tavuk suyuna pilavı üzerine pilav.../ EM: / Kein anderes Reisgericht geht.../ (bkz. age).
KM: /…iki kaşık olsun pilakiden…/ EM: /…zwei Löffel von den weißen
Bohnen.../ (bkz. age).
Türk kültürüne ait bir unsur olan “hamam” sözcüğü EM’ye anlamına
uygun olarak “Türkisches bad” sözcükleriyle çevrilmiştir (bkz. Was Tun Sie
Beim Schreiben/ Nasıl Yazıyormuşum).
KM’de /Yalnız, … sakız leblebisi bulunmalıdır./ olan cümle EM’de şu
cümleyle eşleşir: /Nur… in Salz geröstete Kischererbsen auf dem … / (bkz.
age).
178
DOĞRUDAN AKTARIM
Kaynak dil esas alınarak yapılmış doğrudan aktarımlar:
KM: /Elli lira ver!/ EM: /Gib mir fünfzig Lira!/ (bkz. Ich Weiss Schon,
Warum/ Elbet Bir Bildiğimiz Var).
KM’de yer alan “ayran” ve “sumak” sözcükleri doğrudan aktarma yoluyla aktarılmıştır (bkz. Greift Doch Bitte Zu/ Yiyin Allahaşkına).
KM: /Karım suböreğini ortadaki…/ EM: /…in der Mitte des Tisches
stand, Su Börek…/ (bkz. age).
Aptullah/ Aptullah, Ahmet/ Ahmet, Arif/ Arif, Yusuf/ Yusuf (bkz. Sechs
Wachmänner Auf Dem Karussell/ Altı Bekçi Atlıkarıncada).
Minüskül Mehmet/ Minuskel Mehmet, Halit Bey/ Halit Bey, Malak
Hakkı/ Büffelkalb Hakki (bkz. Stünde Nicht Meine Zukunft Auf Dem Spiel/
İstikbalim Olmasa).
KM: /Bendeniz Kanlıca’da doğmuşum./ EM: /Ich kam in Kanlıca auf die
Welt./ (bkz. age).
KM: /…oyunu İstanbul’a yeni gelmişti./ EM: /…in Istanbul gerade modern geworden./ (bkz. age).
KM’de geçen “Beyazıt Kulesi” doğrudan aktarma yoluyla “BeyazıtTurm” olarak çevrilmiştir (bkz. Was Tun Sie Beim Schreiben/ Nasıl Yazıyormuşum).
Aynı şekilde “Dolmabahçe Sarayı” da “Dolmabahçe- Palast” olarak çevrilmiştir (bkz. age).
Van Gogh, Gogain, Toulouse Lautrec gibi özel isimler de erek metne
doğrudan aktarma yoluyla aktarılmışlardır. Bunun yanında Türk isimleri
olan Orhan Veli, Haşmet Akal gibi isimler de aynen KM’de yazıldıkları gibi
doğrudan aktarma yoluyla aktarılmışlardır (bkz. age).
/Advent/ sözcüğünü doğrudan aktarma yoluyla aynen yazıldığı şekilde
erek metne aktarmıştır (bkz. Advent/ Advent).
Türkü sözü ise “Kde domov muj” dur. Aynen aktarılmıştır (bkz. Memleket Türküsü / Das Heimatlied).
KM’de geçen “Julius Zeyer” özel isimdir ve erek dile KM’de yazıldığı
gibi doğrudan aktarım yoluyla aktarılmıştır (bkz. Julius Zeyer’e / An Julius
Zeyer).
Kaynak şiirde geçen “milost’ pánku” ifadesi doğrudan aktarma yoluyla
KM’de yazıldığı şekliyle EM’ye aktarılmıştır (bkz. Küçük <Drátenik< / Der
Kleine ‘Drátenik’).
Başlık KM’de /Der Kleine “Drátenik”/dir EM’de ise /Küçük <Drátenik</
olarak çevrilmiştir (bkz. Küçük <Drátenik< / Der Kleine ‘Drátenik’).
KM’de /In Dubiis/ olan başlık erek dile de /İn Dubiis/ olarak aktarılmıştır (bkz. İn Dubiis / In Dubiis).
179
Başlık KM’de /Jar. Vrchlický/ dir ve EM’ye doğrudan aktarım yoluyla
KM’de yazıldığı gibi alınmıştır (bkz. Jar. Vrchlický / Jar. Vrchlický).
“Tausend Louis” sözcüğü erek dile “bin altın Louis” olarak çevrilmiştir (bkz. Kajetan Tyl / Kajetán Tyl).
“Kde domov muj” doğrudan aktarma yapılmıştır (bkz. Kajetan Tyl /
Kajetán Tyl).
Başlık KM’de /Kajetan Tyl/ dir ve EM’de de başlığın aynı olduğu görülmektedir (bkz. Kajetan Tyl / Kajetán Tyl).
2. Erek dil esas alınarak yapılmış doğrudan aktarımlar:
Kaynak dil okuyucusunun kültürüne özgü bir yemek olan “basma köfte” erek dile “müçwer” olarak aktarılmıştır (bkz. Greift Doch Bitte Zu/ Yiyin
Allahaşkına).
KM’de /…sarığıburma…/ tatlısı EM’ye /…der Turban des Wezirs/ olarak sözcüğü sözcüğüne çevrilmiştir. EM’de kullanılan bu çeviride erek dil
sözcükleri kullanılmamış yine KM’deki sözcüğün kaynak dildeki açıklaması verilmiştir. Fakat kaynak dilden alınan bu sözcükler erek dil okunuşuna
göre yazılmıştır (bkz. Greift Doch Bitte Zu/ Yiyin Allahaşkına).
KM’de /Robenson/ olan başlık Erek dile /Robinson/ biçiminde aktarılmıştır (bkz. Robinson/ Robenson).
Masal kahramanı olan Güliver, erek dildeki karşılığı olan “Gulliver”
ismiyle doğrudan aktarılmıştır (bkz. Die Fälle Des Hauses/ Evin Halleri).
KM’de geçen “tavla” sözcüğü erek metne “tawla” sözcüğüyle aktarılmıştır (bkz. Stünde Nicht Meine Zukunft Auf Dem Spiel/ İstikbalim Olmasa).
KM’de geçen “derviş” sözcüğü erek dildeki okunuşu esas alınarak doğrudan aktarılmıştır “Derwisch” olarak (bkz. Was Tun Sie Beim Schreiben/
Nasıl Yazıyormuşum).
KM’de geçen “viski” ve “votka” sözcükleri ise erek dilde kullanıldıkları
haliyle “Whisky” ve “Wodka” olarak çevrilmişlerdir (bkz. Was Tun Sie Beim
Schreiben/ Nasıl Yazıyormuşum).
KM’de /Yalnız, masamın milli olması için, masamda buzlu rakıyla…
/ EM’de /Nur brauche ich dazu Raki mit Eis …./ Buna göre “rakı” sözcüğü
erek dildeki okunuşu esas alınarak “raki” sözcüğü ile doğrudan aktarma
yoluyla çevrilmiştir (bkz. Was Tun Sie Beim Schreiben/ Nasıl Yazıyormuşum).
“Alhambra” özel ismi doğrudan aktarma yoluyla fakat erek dil dizgesinde kullanıldığı şekliyle (Elhamra) çevrilmiştir (bkz. Julius Zeyer’e / An
Julius Zeyer).
KM’de yer alan “Horaz” özel ismi doğrudan aktarma yoluyla alınmıştır. Fakat bu çeviri esnasında erek dildeki okunuş esas alınmış ve bu özel
isim “Horas” olarak çevrilmiştir (bkz. İn Dubiis / In Dubiis).
180
ÖDÜNÇLEME
“Kaftan” sözcüğünü bir uyarlama işlemine başvurmadan ödünçleme
yoluyla çeviride kullanmış ve herhangi bir not belirtmemiştir (bkz. Das Gedicht Mit Den Löchern/ Delikli Şiir).
KM’de yer alan “aurea mediocritas” sözcük öbeği (bkz. İn Dubiis / In
Dubiis).
ÖNERİLER
Çevirilerde mümkün olduğunca sözcüğü sözcüğüne çeviri stratejisinden kaçınılmalıdır. Sözcüğü sözcüğüne çeviri stratejisi sadece gerekli olduğu yerlerde kullanılmalıdır.
Hem KM’ye sadık kalmak hem de anlamlı bir EM oluşturabilmek açısından bağımlı çeviri stratejisi kullanılmalıdır.
KM yazarının üslubu, dil kullanımı, kendine özgü ifadeleri mümkün
olduğunca korunmaya çalışılmalıdır.
Gerekli olmadığı durumlarda atlama, müdahale, yersiz açımlama işlemleri kullanılmamalıdır.
Kültür aktarımının gerçekleşmesi isteniyorsa uyarlama işleminden kaçınılmalı ve bunun yerine doğrudan aktarma işlemi kullanılmalıdır.
Atlama, uyarlama ya da anlam daralması, kültür aktarımını engellediğinden bunların kullanılmasından mümkün olduğunca kaçınılmalıdır.
Yanlış anlam, yanlış yorumlama ve yöntemsel hata gibi çeviri hatalarının yapılmamasına dikkat edilmelidir.
Açımlama ve daha açık hale getirme işlemleri uygun yerlerde kullanılmalı, peş peşe ve sıkça kullanılmamalıdır.
Doğrudan aktarma işlemi kültür aktarımında kullanılacaksa, KM’de geçen öğelerin çevirmen notu ile açıklanması yararlı olacaktır.
Doğrudan aktarım işlemi sadece KM’deki yorumlanması gerekmeyen
öğelerin aktarımında kullanılmalıdır. KM’deki öğelerin erek dilde belirli
karşılıkları varsa eşdeğerlikleriyle çevrilmelidir.
Çevirideki akıcılığı sağlamak için eklemleme işleminin kullanılması uygundur. Fakat abartıdan kaçınmak gerekir.
Öykünme, ödünçleme, örtükleme gerekli olduğu yerler dışında kullanılmamalıdır.
Çeviri sırasında uyarlama işleminin kullanılması okuyucunun ilgisini
kazanabilir. Bir çeviride uyarlama işleminin kullanılması durumunda aynı
metinde geçen bütün kültürel-toplumsal gerçeklerin de uyarlama yoluyla
çevrilmesi gerekir.
Başlıklar sözcüksel-anlamsal eşdeğerlikleriyle çevrilmelidir. Çünkü başlık, metinden önce okuyucunun ilgisini çeker, yanlış çevrilmesi durumunda
okuyucuyu metinden uzaklaştırır.
181
Atasözleri, deyimler ve kalıplaşmış sözcük öbekleri erek dilde kullanılan
eşdeğerlikleriyle çevrilmelidir. Eğer kendilerine karşılık gelen bir atasözüdeyim-kalıplaşmış öbek yoksa daha açık hale getirme işlemiyle ve genişletme işlemiyle çevrilebilirler.
Özel isim çevirileri Pazarkaya’nın yaptığı gibi doğrudan aktarım yoluyla ya da uyarlama yoluyla aktarılabilir.
SEÇME KAYNAKÇA
BAŞER, Ayşegül (2005): “Edebi Çeviride Kültürlerarası İletişim ve Kültü Aktarımı “Ben” ve “Öteki” Çeviri Sürecinde Karşılaşınca.” 4.Uluslararası
Dil, Yazın ve Deyişbilim Sempozyumu Bildirileri. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
BENGİ, Işın (1995): “Çeviribilimde Bireysel Kuramlardan Geniş Ölçekli Bir Bakış Açısına Doğru.”, B. AKSOY ve DİĞERLERİ, Çeviri ve Çeviri Kuramı Üstüne Söylemler. İstanbul: Düzlem Yayınları, 9-32.
BENGİ-ÖNER, Işın (1999): Çeviri Bir Süreçtir… Ya Çeviribilim? İstanbul: Sel Yayıncılık.
Bozkurt, B.R. (1982): “Çeviri ve Sorunları.” Çeviri Dergisi, 5-13. (Hacettepe Üniversitesi Yayınları.)
BOZTAŞ, İ. ve H. COŞKUN (2002): Çevirmenin El Kitabı. Ankara: Hacettepe- Taş Yayıncılık.
BOZTAŞ, İ. ve Ş. YENER-OKYAVUZ (2005): Açıklamalı Çeviri Terimleri
Sözlüğü. Ankara: Siyasal Kitabevi.
BÖCKLE, Simon (2006): “Probleme Beim Übersetzen Literarischer
Texte.” http://www.wischenbart.com/de/essays_andere-autoren/studis_arbeiten/simon-boeckle_uebersetz-literarischer-texte_2005.pdf, (23.09.2006)
CARY, Edmond (1996): Çeviri Nasıl Yapılmalı? (Çev. Mete Çamdereli),
İstanbul: İnsan Yayınları.
ÇELEBİ, asaf Halet (2006): “İnsanlar.”http://www.cs.rpi.edu/~sibel/poetry/poems/asaf_halet_celebi/insanlar.html, (21.10.2006)
DEVECİ, T. ve Z. ULUSOY(2005): Örneklerle Almanca Çeviri Tekniği.
İstanbul: Fono Açıköğretim Kurumu Yayınları.
ERUZ, F. Sakine (2003): Çeviriden Çeviribilime. İstanbul: Multilingual
Yayınları.
ERUZ, F.S. (2005): “Türkiye’de Çevirmen Olmak, Çevirmenlik Mesleği- Çeviri Piyasası- Çeviri Eğitimi” 4.Uluslararası Dil, Yazın ve Deyişbilim
Sempozyumu Bildirileri. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
Europäische Union (2006): “Übersetzen und Dolmetschen Mit
Sprachen arbeiten” http://ec.europa.eu/dgs/translation/bookshelf/ traduc_
int_de.pdf, (15.07.2006)
GÖKTÜRK, Akşit (2000): Çeviri: Dillerin Dili. İstanbul: Yapı Kredi Ya-
182
yıncılık.
GÖKTÜRK, Akşit (2002): Sözün Ötesi. İstanbul: Yapı Kredi Yayıncılık.
GÜLMÜŞ, Zehra (2005): “Sözcük Oyunlarının Çevirisi.” 4.Uluslararası
Dil, Yazın ve Deyişbilim Sempozyumu Bildirileri. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
HONNACKER, Hans (2006): “Übersetzung und Kommunikative DAFDidaktik-Ein Unmögliches Binom?” http://www.idt-2005.at/downloads/Resolutionen/F7_Bericht_Honnacker.doc, (30.11.2006)
KÖKSAL, Dinçay (2005): Çeviri Eğitimi: Kuram ve Uygulama. Ankara:
Nobel Yayın Dağıtım.
KUCZYNSKI, Ernest (2003): “Ein Diskurs zu Geschichtlichen, Terminologischen und Definitorischen Fragen der “Falschen Freunde des Übersetzers”. Orbis Linguarium, 24: 255-280.
KURAN, Nedret (1995): “Çağdaş Alman Çeviribilimcilerin Yaklaşımları.”, B. AKSOY vd.: Çeviri ve Çeviri Kuramı Üstüne Söylemler. İstanbul: Düzlem Yayınları, 33-54.
MALGORZEWICZ, Anna (2002): “Didaktische Konsequenz der Theorie
des Translatorischen Handelns und der Skopostheorie für die Ausbildung
der Dolmetschkompetenzen.” Orbis Linguarium, 22: 91-97.
NESİN, Aziz (1996): Ein Verrückter Auf Dem Dach: Meistersatiren Aus
Fünfzig Jahren. (Çev. Yüksel Pazarkaya). München: Beck Verlag.
NESİN, Aziz (2004): Damda Deli Var. İstanbul: Nesin Yayınevi.
NECATİGİL, Behçet (2006): “Evin Halleri” http://www.siirperisi.net/
siir.asp?siir=2916, (30.10.2006)
Orosz, Réka (2006): “Übersetzungsprobleme und Lösungsstrategien bei Übersetzungen vom Ungarischen ins Deutsche.” http://www.opusbayern.de/uni-passau/volltexte/2003/11/pdf/orosz.pdf (20.03.2006)
PAZARKAYA, Yüksel (2005): Du Gegenden. Erlangen: Sardes Verlag.
PAZARKAYA, Yüksel (Ed.) (1976): Der Drachen im Baum. München:
Jugend und Volk Verlag.
RIEBESEL, Norman (2006): “Literarische Übersetzungskritik Anhand
Verschiedener Übersetzungsvarianten des Quijote ins Deutsche.” http://
www.uni-potsdam.de/u/romanistik/hassler/Lehre/45hassler/quijote.
pdf,
(30.07.2006)
RİFAT, Mehmet (1995): “Göstergebilimsel Açıdan Çeviri Etkinliği, Çeviri Kuramı ve Çeviri Kuramının Kuramı.”, B. AKSOY vd.: Çeviri ve Çeviri
Kuramı Üstüne Söylemler. İstanbul: Düzlem Yayınları, 33-54.
RİLKE, Rainer Maria (2004): İyi Ruhlara Adak. (Çev. Yüksel Pazarkaya). İstanbul: Cem Yayınevi
RİLKE, Rainer Maria (2005a): Advent. (Çev. Yüksel Pazarkaya). İstanbul: Cem Yayınevi
183
RİLKE, Rainer Maria (2005b): Düşten Taç. (Çev. Yüksel Pazarkaya).
İstanbul: Cem Yayınevi
RİLKE, Rainer Maria (2005c): “Advent”, “An Julius Zeyer”, “Als Ich Die
Universität Bezog”, “Freiheitsklänge”, “In Dubiis”, “Jar. Vrchlický”, “Kajetan
Tyl”, “Land und Volk”, “Volksweise”, “Wenns Frühling Wird”. http://www.
rilke.de, (03.12.2006)
RİLKE, Rainer Maria (2005d): “Das Heimatlied”, “Der Kleine Dratenik”, “Hinter Smichov”, “Mittelböhmische Landschaft”. http://www.rilke.de,
(05.01.2007)
Seiler de Duque, D. ve A. Hernández de Morales (2006): “Sprichwörter- Übersetzungsproblem – Übersetzungskompetenz.” http://www.ucv.
ve/aleg/nuevoaleg/Abstracts/SEILERHERNANDEZ.doc, (17.08.2006)
SIEPMANN, Dirk (2006): „Übersetzungsunterricht Zwischen Wunschvorstellung und Wirklichkeit: Theoretische Überlegungen, Empirische Befunde und Anregungen für die Praxis.” http://www.dirk-siepmann.de/Publications/Ubersetzungsunterricht/ ubersetzungunterricht.html, (13.07.2006)
TOSUN, Muharrem (2000): “Çevirmen Kaynak ve Erek Metne Karşı Sorumluluğunun Sınırları/ Çevirmen Ne Kadar Özgür Olabilir?” 4. Uluslararası
Dil, Yazın ve Deyişbilim Sempozyumu Bildirileri. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
VURAL-KAYA, Sergül (2003): “Christliche Begriffswörter Als Übersetzungsproblem Im Deutsch-Türkischen Übersetzungsprozess.” Eğitim Fakültesi Dergisi, Çukurova Üniversitesi, II, 24:9-16.
VURAL-KAYA, Sergül (2004): “Möglichkeiten und Grenzen Bei Der
Herstellung Von Konnotativer äquivalenz Im Türkisch-Deutschen Übersetzungsprozess.” Eğitim Fakültesi Dergisi, Çukurova Üniversitesi, II,
27:76-81.
VURAL-KAYA, Sergül (2005): Übersetzungsvergleich Für Das Sprachenpaar Deutsch-Türkisch. Frankfurt am Main: Peter Lang GmbH.
YARMALI, E. Sabri (1997): Çeviri Tekniği Çözümleme. Genişletilmiş 2.
Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları.
YARMALI, E. Sabri (2002): Çeviri Tekniği Dilbilgisi. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım (Genişletilmiş 4. Baskı).
YAZICI, Mine (2004): Çeviri Etkinliği. İstanbul: Multilingual Yayınları.
*) Prof. Dr. Ali Osman ÖZTÜRK yönetiminde hazırlanan aynı başlıklı yüksek lisans
tezinden özetlenmiştir.
184
Umut Balcı
Yüksek Lisans – Alman Dili ve Edebiyatı
Yüksel Pazarkaya: “Somut Şiir”
Pazarkaya’nın basım yılı 1996 olan Somut Şiir adlı kitabı 95 sayfadan
oluşmaktadır. İçerik dizilişi bu kitabı diğer şiir ve teorik kitaplara göre
farklı kılan özelliklerinden bir tanesidir. Somut şiirlerle başlayan kitabın
ortasında “Çağdaş Şiirin Ölçütü” adlı teorik bir çalışma yer alır. “Çağdaş
Şiir” başlığıyla Pazarkaya’nın somut şiire de işaret ettiği dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu teorik çalışmayı tekrar somut şiirler takip eder ve nihayetinde Pazarkaya kitabına “Bu Kitap Üzerine” adlı uzun bir sonsözle nokta
koyar. Bu sonsözde Pazarkaya somut şiirin tarihçesini, Türkiye’deki yerini ve kendisinin Stuttgart grubuyla olan ortak çalışmalarını aktarmaktadır (Pazarkaya, 83vd).
Somut Şiir adlı eserin basım yılı 1996 olmasına rağmen, aslında
Pazarkaya bu eserde yer alan birçok şiirini daha 60lı ve 70li yıllarda
Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki dergilerde, gazetelerde ve antolojilerde
yayınlamıştır. Örnek verecek olursak, “yarım yarim” adlı şiiri 1964’te, “şiirim bıçağımdır” ve “yörük kuşu” 1967’de Max Bense’nin editörlüğünde
çıkan “rot” adlı antolojide yayınlanmıştır. Ayrıca “eşek dizisi” adlı şiir
serisi 1965’te Hansjörg Meyer’in antolojisinde, “kuşu kurtarmak”, “işçi
öğrenci”, “kapkaç” ve “şah taç” adlı şiirleri ise 1968 yılında Stuttgart’ta
posta kartı olarak çıkmıştır. Somut Şiir adlı eserde yayınlanan diğer şiirleri de aynı tarihlerde yayınlanmıştır.
Bu kitabın neden bu kadar geç basıldığına dair kafalarda oluşan soru
işaretlerine Pazarkaya şu şekilde cevap verir: “Her kitap bir vakit bekler.
Bu kitap da yaklaşık çeyrek yüzyıl bekledi. Çeyrek yüzyıl önce, kanımca,
Türkiye’deki yazın çevreleri bu kitaba hazır değildi.” (Pazarkaya, 83). Gö-
185
rüldüğü gibi Pazarkaya, 1960 ve 70 yılları arasında Türkiye’deki edebiyat
çevrelerinin şiir, yani edebiyat alanındaki yeni oluşumlara henüz hazır
olmadıklarını, Batı edebiyatında gerçekleşen yenilikleri geriden takip ettiklerini, dolayısıyla yenilikçi çalışmalara mesafeli yaklaştıklarını vurgulamıştır.
Edebi akımların ortaya çıkışı, kökleri bilim adamları tarafından sürekli
tartışılan bir konu olmuştur. Bazı edebi akımlar tek bir olaya tepki olarak
çıkmış gibi görünse de aslında daha önce yaşanmış birçok olaya karşı birikmiş bir tepkidir. Akımın sahiplendiği sanatsal yaklaşımların da tümüyle yeni
olmadığı, aksine eskinin üzerine yeni şeyler eklediği, eskiyi biçimlendirdiği
görülür. Somut şiirde de benzer bir gelişme söz konusudur.
Somut şiirin ortaya çıkışına dair şair ve eleştirmenlerin farklı görüşleri vardır. Somut şiirin özellikle İtalyan Fütüristler, Rus Formalistler
ve Alman Dadacıların çalışmaları sonucunda ortaya çıktığı görüşü yaygındır. Somut şiirin çıkış noktasını irdelemekle çalışmasına giriş yapan
Pazarkaya, birçok şairden farklı olarak somut şiirin ortaya çıkışını, daha
doğru bir ifadeyle bu akımın ürünleriyle benzerlik gösteren ürünlerin kökünü ilk medeniyetlere kadar geri götürür. Mısır hiyeroglifleri, eski Elen
vazoları üzerindeki yazılar, çeşitli ülkelerde bulunan ilk yazıtlar, bunlar
dışında ayrıca Ortaçağ Avrupası ve Rönesans döneminden kalan birçok
tarihi eser üzerinde yer alan yazıtların somut şiirlerle aralarındaki benzerliklere dikkat çekmektedir. Türkiye’nin tarihçesi bağlamında ele alındığında ise Selçuk dış mimarisi, Osmanlı bezemeciliği, el yazmacılığı ve
güzel sanatları ile somut şiirler arasında benzerlikler olduğunu dile getirir (Pazarkaya, 45). Benzer bir yaklaşım Adler ve Ernst’in çalışmalarında
da görülmektedir. Adler ve Ernst somut şiirin kökünü (biçimsel benzerlik bağlamında) Antik Yunan dönemi figür şiirlerinde görmekte (Adler/
Ernst, 21) ve her iki tür arasındaki benzerliklere dikkat çekmektedirler.
Dadaizm’in Birinci Dünya Savaşına tepki olarak ortaya çıkması
gibi, somut şiir de kökü çok eskilere dayanmasına rağmen İkinci Dünya
Savaşı’na bir tepki olarak ortaya çıkmış ve zamanla büyük bir önem kazanmıştır (Adler/Ernst, 278). Naziler döneminde dil bir propaganda aracı
olarak kullanılmıştır. Nazilerin bu yaklaşımı edebiyatın ve sanatın ideolojik bir yönde ilerlemesine neden olmuştur. Dilin bu şekilde yozlaştırılması şair ve düşünürleri bir arayışa yöneltmiş ve Nazilerin bu politikalarına karşı onların da bir dil politikası geliştirmelerini sağlamıştır (Bkz,
Krechel, 14vd). Dolayısıyla dönemin şair ve yazarları dildeki kirlenmeyi
yok edebilmek için kökü çok eskilere dayanan somut şiir akımına döneme uygun yeni biçimler vermiş, teorik altyapısını hazırlamış ve bu alanda
önemli çalışmalar yapmışlardır. Pazarkaya’nın eserinde şiirin ölçütü olarak vurgulamaya çalıştığı kriterlerin de temeli buraya dayanmaktadır.
186
Eserinde Pazarkaya, şiir olarak adlandırılan türün özelliklerine, edebi bir türü şiir kılan ölçütlere özellikle dikkat çekmektedir. Şiirin çağımızdaki değerini anlayabilmek için günümüz şiirini çok eski tarihlerde
yazılmış olan şiir örnekleriyle karşılaştırmamızın, eski geleneklerden neleri koruduğu ve üstüne neler eklediği konusu üzerine yoğunlaşmanın gerekliliği üzerine vurgu yapmaktadır. Eski ile yeni şiir örnekleri üzerinde
karşılaştırma yaparken, şiirin dili, yapısı, kuruluşu ve biçimlerinin yanı
sıra, toplumsal fonksiyonu, yani insanlığa ne derece katkıda bulunduğu
göz önünde bulundurulmalıdır tezini dile getiren Pazarkaya, bu tezinden
yola çıkarak Cumhuriyet dönemi Türk şiirine, yani Garip ve İkinci Yeni
akımlarına bu bağlamda açıklık getirmektedir (Bkz, Pazarkaya, 46vd).
Pazarkaya’nın dil ile şiir arasında ilişki kurup bunu örneklerle sağlamlaştırması çalışmasının bir başka boyutunu gösterir bize. Burada Pazarkaya şiirin işlevini, daha doğrusu değiştirebilme gücünü gözler önüne
sermeye çalışmaktadır. Bu noktada, dili şiir türünde ya da farklı edebi
türlerde sanatsal bir şekilde işleyip belli hedeflere ulaşmak için bir araç
olarak kullanma söz konusudur. Pazarkaya’nın da hem bu eserinde hem
de sözlü aktarımları dahil daha birçok çalışmasında sürekli olarak vurgu
yaptığı nokta budur. Pazarkaya şiirin gücünü küresel bir güçlülük olarak görür. Küresel güçlülük de siyasal güçlülüktür. “Yöneticiler elinde
pusulasını yitirmiş dünyamızı, şaşkınlığından kurtaracak gereç olmalıdır
dil,” der. “Şiir, önce dili bu boyunduruktan kurtarmak zorundadır.” (Bkz,
Pazarkaya, 47) Yöneticilerin toplumsal bir üst sınıf ortaya çıkarmak amacıyla yerleşik bir dil oluşturduklarına dikkat çeker. Yerleşik dil, dilbilgisi
kurallarına sıkı sıkıya sarılan, basmakalıp ifadeler kullanan ve bu ifadelerle içeriği neredeyse sıfır noktasına düşüren bir dildir. Pazarkaya’nın da
vurguladığı gibi buradaki amaç, dilin çağrışım olanaklarını kötürümleştirerek dili usdışı duygusallıklar içinde boğmaktır (Bkz, Pazarkaya, 47).
Dolayısıyla şiirin işlevi değiştirici ve ileriye dönük olmalıdır.
Somut şiirin önemli temsilcilerinden Brezilyalı “Noigandres Gruppe”
ve Alman Heissenbüttel’in de somut şiirleri, egemen güçlerin keyfi yönetimlerine karşı, onları eleştirmek için bir silah gibi ele aldıkları görülmektedir. Bu bağlamda düşünüldüğünde, Pazarkaya ve Brezilyalılar arasında
somut şiirin işlevinin ne olduğu konusunda bir paralellik olduğu görülür.
Heissenbüttel’de de aynı bakış açısı söz konusu olmasına rağmen, şiirleri Pazarkaya’nın ve Brezilyalıların şiirleri kadar sivri değildir. Özmut da
çalışmasında Pazarkaya ile Heissenbüttel’in şiirleri arasındaki toplumsal
içeriğe, yani politik bakış açısına vurgu yapmaktadır (Bkz, Özmut, 103).
Yerleşik dil mantığını kırıp şiirde yeni açılımlar arayan ilk şairlerin
Garip akımının temsilcileri, özellikle de Orhan Veli ve kendine yeni bir
tarz oluşturup kendini diğer şiir geleneklerinden ayıran Nâzım Hikmet’in
187
olduğunu vurgular Pazarkaya. O’na göre, bunlar değişimin gerekliliğinin
farkına varıp bu yönde şiir yazan şairlerdir, ama buna rağmen eskinin
geleneklerini tam anlamıyla yıktıkları söylenemez. Türk şairler arasında
somut şiire en yakın eserler veren kişi Behçet Necatigil’dir. Kareler adlı
eseri, kuram, form ve içerik açısından somut şiirlerle büyük benzerlik
göstermektedir.
Pazarkaya çalışmasında, somut şiir akımının Türkçe yazan tek temsilcisinin kendisi olduğunu dile getirir (Bkz, Pazarkaya, 86). 60lı ve 70li
yıllarda yayınlanan şiirleri ve teorik yazıları göz önünde bulundurulduğunda böyle bir iddianın abartı olmadığı da görülür. Pazarkaya, 1959
yılında Max Bense’nin etrafında oluşan Stuttgarter Schule grubuna (Stuttgart Okulu’na) katılmış, 60lı ve 70li yıllarda Almanya, Amerika, Japonya,
Çekoslovakya ve Hollanda gibi ülkelerde çıkan somut şiir antolojilerinde
yer almış ve sergilere katılmış bir şairdir. Dolayısıyla somut şiir akımının
ortaya çıkış ve yükselme döneminde şiirleri ve teorik yazılarıyla bu akımın temsilcileriyle işbirliği halinde olmuştur.
Somut şiir akımı 1950 ve 60lı yıllarda güncel olmuş, dünyanın birçok ülkesinde bir tür olarak ortaya çıkmaya başlamıştır (Bkz, Gomringer,
167). 1968 öğrenci hareketiyle birlikte bu tür güncelliğini yitirmeye başlamıştır (Pazarkaya, 85). 68’den sonra somut şiirler yazan şairler ortaya
çıkmış, onların yanı sıra bu akımın ortaya çıkması sırasında yazanlar
aynı tür örnekler vermeye devam etmişlerdir. Ancak daha sonra, yani
70lerden sonra bu türde şiir örnekleri veren ya da vermeye çalışan şairler özentinin ve dolayısıyla taklidin ötesine geçememiştir. Bir örnekle
somutlaştıracak olursak, günümüzde romantizm ya da ekspresyonizme
benzer eserler ortaya çıkaran yazarlar o akımın birer temsilcisi olarak
görülmemektedir, çünkü eskiden olmuş bitmiş, sanat, edebiyat tarihinde yerini almış bir akıma sonradan özenen yazarlar o akıma, o akımın
gelişimine aslında katkı sağlamamıştır. Uluslararası somut şiir akımının
da 50li ve 60lı yıllarda ortaya çıkıp önem kazanması, daha sonra da kapanıp edebiyat tarihinde yerini alması göz önünde bulundurulduğunda,
bu türde eserler veren 70 sonrası şairlerin özünde bu akımın temsilcisi
olmadıkları ortaya çıkar.
80lerden sonra Türkiye’de daha çok deneysel anlamda yazan bazı
kişilerin bu akıma sokulması biraz zorlamadır. Zaten hiçbirinin somut
şiirin çıkış bildirgeleri ve kuramıyla ilgileri yoktur, hatta bu akıma yeni
bir biçim ya da boyut da kazandırmazlar. Yukarıda da ifade edildiği gibi
edebiyat akımları tarihsel dönemlere bağlıdır. Somut şiir için de önce
bunu belirlemek gerekir. Goethe gibi, Nâzım gibi, hatta Yunus, Orhan
Veli gibi bugün de şiir yazanlar var, ama onlar o dönemin ya da o akımın
şiiri değildir (Pazarkaya, sözlü aktarım).
188
Pazarkaya 50li yıllardaki çalışmaların merkezinde Max Bense’yi görür. O’nu bu akımın hem uygulamada hem de kuramda babası olarak
tanımlar ve hatta Bense için “konkrete Mekke” ifadesini kullanır. Somut
şiir akımının odak noktası, “somut” kavramının göbeği O’dur, der Pazarkaya. Max Bense ve çevresine (Stuttgarter Schule) ağırlık vermeden
ne somut şiir vardır ne de bu akım anlaşılabilir (Bkz. Pazarkaya, 85).
Kitabına Max Bense’nin somut şiiri tanımını da yerleştiren Pazarkaya,
bu tanımdan yola çıkarak hem bu akımın daha iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışmış hem de Bense’nin çok ilginç bir tekniğine işaret etmiştir.
Bense’nin tanımı başından sonuna kadar küçük harflerden oluşmuştur
(Bkz, Pazarkaya, 87). Cümle başları olsun, özel isimler olsun, her şey
küçük harflerle yazılmıştır. Aslında böyle bir yaklaşımla Bense, somut
şiir akımının en belirleyici özelliklerinden birine işaret etmiştir: Somut
şiirlerde kullanılan dil malzemesinin en ufak birimleri arasında bir değer
ayrımı yapılmamasıdır! Harflerin, sözcüklerin ve diğer dilsel malzemenin özgürce kullanımı, daha önceki satırlarda anlatılan “yerleşik dil mantığına” bir tepki olarak değerlendirilebilir.
Sonuç olarak kısaca belirtmek gerekirse: Pazarkaya’nın Somut Şiir
adlı eseri yukarıda da anlatıldığı gibi, bu akımın temsilcilerini, siyasi ve
toplumsal arka planını detaylı bir şekilde işlemektedir. Sadece somut şiir
akımını tanıtmakla kalmamış, Türk ve dünya edebiyatını ana hatlarıyla
tanıtmakta, süreç içerisinde yaşanan gelişmeleri birbirine bağlantılı bir
şekilde aktarmaktadır.
Pazarkaya’nın 50li ve 60lı yıllarda somut şiir akımının temsilcileriyle
kurmuş olduğu yakın ilişki ve yürüttüğü ortak çalışmalar, Türk edebiyatının Türkiye’de o yıllarda Türk şair ve eleştirmenlerin bile farkına varamadığı uluslararası açılımına önayak olmuş, Türk edebiyatının dünya
edebiyatının arasına girmesini ve tanınmasını sağlamıştır. Ayrıca somut
şiir örnekleri ve teorik çalışmalarıyla bu türün zamanla Türkiye’de de
tanınmasına ve önemsenmesine öncülük etmiştir.
Türkiye’deki Alman Dili ve Edebiyatı bölümleri ile Alman Dili Eğitimi Anabilim Dallarında Pazarkaya’nın somut şiirlerinin dil eğitiminde
ders malzemesi olarak kullanılması, O’nun ayrıca Almanca dil eğitimine
de katkıda bulunduğunu göstermiştir. Pazarkaya’nın iki dilde de (Almanca ve Türkçe) kaleme aldığı somut şiirleri dil eğitiminde, özellikle kültürlerarası eğitim bağlamında ders malzemesi olarak kullanılmış, bu şiirlere
konu olarak seçmiş olduğu toplumsal sorunlar karşılaştırmalı bir şekilde
ele alınmıştır.
Bu tür metinlerin yabancı dil eğitimi derslerinde malzeme olarak
kullanılması, öğrencilerimizin hem kendi kültürlerini hem de yabancı bir
kültürü karşılaştırmalı bir şekilde ele almasını, ortaya çıkan ortak nokta-
189
ları ve farklılıkları tespit etmesini, kalıplaşmış yargıları ve hatta önyargıları fark etmesini sağlamış ve sağlamaktadır. Öğrenciler, tespit ettikleri
önyargıların hangi geleneklerden veya ikili ilişkilerden ortaya çıkmış olabileceğini bulmakta ve bu önyargılardan daha rahat kurtulabilmektedir.
Kaynakça:
Adler, Jeremy/ Ernst, Ulrich (1987): Text als Figur. Visuelle Poesie von der Antike bis zur
Moderne, Herzog August Bibliothek, Weinheim.
Bense, Max (1960): Movens. Experimentelle Literatur, Grundlagen aus Kybernetik und
Geisteswissenschaft, Jg 1, Nr 1, Oktober 1960, S. 122-126
Ernst, Ulrich (1991): Carmen Figuratum, Geschichte des Figurengedichts von den antiken Ursprüngen bis zum Ausgang des Mittelalters, Böhlau Verlag, Köln, Weimar, Wien.
Gomringer, Eugen (2001): Konkrete Poesie. Deutschsprachige Autoren-Anthologie, Phillipp Reclam jun. Stuttgart.
Krechel, Rudiger (1991): Konkrete Poesie im Unterricht des Deutschen als Fremdsprache,
Julius Gross Verlag, 3. auflage, Heidelberg.
Özmut, Orhan (2002): Zum Vergleich der Konkreten Poesie in der Deutschsprachigen und
Türkischen Literatur und zu ihrer Anwendung im DaF-Unterricht, Doktorarbeit, Abteilung für
Deutsche Sprache und Literatur am Institut für Sozialwissenschaften der Hacettepe Universität, Ankara, November.
Pazarkaya, Yüksel (1996): Somut Şiir, Açı Yayınları, İstanbul.
190
abababababababababababababababababababababababababab
abcabcabcabcabcabcabcabcabcabcabcabcabcabcabcabcabc
abcdabcdabcdabcdabcdabcdabcdabcdabcdabcdabcdab
abcdeabcdeabcdeabcdeabcdeabcdeabcdeabcdeabcd
abccdefabcdefabcdefabcdefabcdefabcdefabcdef
abcdefgabcdefgabcdefgabcdefgabcdefgabcd
abcdefghabcdefghabcdefghabcdefghabc
abcdefghiabcdefghiabcdefghiabcde
abcdefghijabcdefghijabcdefghij
abcdefghijkabcdefghijabcde
abcdefghijklabcdefghijkl
abcdefghijklmabcdef
abcdefghijklmnab
abcdefghijklmn
oprstuvwxy
oprstuv
oprs
op
r
s
t
u
v
w
x
y
z
bohrinsel
wissenverngügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvregnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnügenwissenvergnüg
yüksel pazarkaya
05.06.2009
(stuttgart kent kütüphanesi yeni binasının temeline konulan özel kitap
için yazıldı.
bohrinsel – denizde petrol kuyusu delmek için kurulan platform;
wissen – bilgi, bilmek;
vergnügen – zevk, keyif)
191
Dr. Necmi Sönmez
Sanat Tarihçisi, Kuratör
Şiirsel İmge - Görsel İmge
Yüksel Pazarkaya’nın Resim Sanatıyla Olan Diyaloğu Üzerine
Bir şair, şiir çevirmeni ve yazar olan Yüksel Pazarkaya’nın resim sanatıyla
olan ilişkisi, epeyce köklü bir süreçten geldiği, farklı farklı alanlarda kendini
göstererek onun değişik etkinliklerini besleyen bir karaktere sahip olduğu
için dikkatle ele alınılması gereken bir konudur. Resim sanatı Pazarkaya’nın
entelektüel oluşumunda da önemli bir yer tutuyor. Ressamlarla olan dostluğunun ötesinde, kitaplarında birçok sanatçıyla ortak diyaloga girmesi, resim
sergileri organize etmesinin yanı sıra sergi açılış konuşmalarını üstlenmesi,
eşi İnci Pazarkaya ile birlikte küçük bir müze koleksiyonunu aratmayacak
kaliteyle sanat koleksiyonu oluşturması onun bu konuda ne kadar tutkulu
olduğunun göstergesidir.
Modern Türk Şiiri’nde resim yapan şairler (Tevfik Fikret’ten İlhan
Berk’e, Oktay Rifat’tan Necmi Zekâ’ya dek) konusunda çok güçlü bir gelenekten söz açmak mümkünken, şiirin farklı estetik açılardan sorgulanarak
çağdaş bir yaklaşımla yorumlandığı “konkrete poesie/somut şiir” alanında
etkinlik gösteren ilk şairin Pazarkaya olması, onun resim sanatına olan
yakınlığının başlangıç noktası olarak ele alınabilir. 1959 yılında Stuttgart
Üniversitesi’nde Germanistik ve Felsefe alanlarında doktora yapan genç
Yüksel Pazarkaya’nın uluslararası alanda sözü edilen estetikçi ve felsefeci
Prof. Dr. Max Bense’nin öğrencisi olması son derece önemli bir konudur.
Pazarkaya, Bense’nin 1950’li yıllarda kurduğu Stuttgarter Schule olarak tanınan deneysel edebiyat ve sanat gruplaşmasının Türk kökenli ve Türkçe
yazan tek temsilcisi olarak, çok erken sayılabilecek bir yaşta uluslararası
192
somut şiir antolojilerine girerek, görsel sanatlarla şiir, resimle müzik, dansla
tipografi arasında yeni “anlatım yolları” arayan “avant-garde akımın içinde”
yer aldı. Kuşağının diğer üyelerinin tersine kendisi hakkında konuşmayı,
yaptıklarını anlatmayı pek sevemeyen Pazarkaya “konkrete poesie/somut
şiir” konusundaki çalışmaları hakkında aşağıdaki açıklamayı yapmıştır:
“Bu akımı ben bir tür ditme ve harmanlama olarak görüyorum. Altmışlı
yılların sonuna doğru, belki de öğrenci hareketiyle toplumsal yaşam yeni
bir sürece ağarken, somur şiir akımı da işlevini tamamlamıştı. Eski somutçulardan çizgisini günümüze kadar sürdürenler olduğu gibi, deneyimlerini,
benim gibi daha başından itibaren somut dışı metinlere yedirenler de olmuştur. Yani somut metinler, benim yalnızca bir yanım oldu.”1
Bu açıklamadan da anlaşılacağı gibi, Pazarkaya somut şiirin içinde
daha sonra geliştireceği şiir anlayışını besleyecek olan ana damarları geliştirirken, o yıllardaki görsel sanatlar etkinlikleriyle, resimle, tasarım ve
üç boyutlu çalışmalarla da ilgilendi. Çünkü somut şiirleri galerilerde, ünlü
Stedelijik Müzesi (1970) başta olmak üzere birçok kurumda sergileniyordu.
Bense ile olan yakınlığı kendi ilgisiyle de birleşince, 1960’lı yıllarda birçok
deneysel etkinliklerin yapıldığı Stuttgart kenti, Pazarkaya’nın görsel sanatlar alanında kendini geliştirerek, öncü sanata yakınlaşmasına yardımcı olmuştur.
Pazarkaya 1974 yılında Avrupa’da Türk çocukları için Türkçe olarak
basılan ilk kitap olan Ağaca Takılan Uçurtma’yı yayınladığında2 o yıllarda
son derece ilginç resimler yapan Orhan Peker (1927-1978) ile birlikte çalışarak kitabın kapağına (Kapağın tasarımında Mimar Ragıp Buluç’un da
katkısı olmuştur) ve içine konulan metin dışı desenlerin gerçekleşmesine
önayak oldu. 1974’te Orhan Peker genç ve yetenekli bir sanatçı olarak biliniyordu ama günümüzdeki kadar kabul görmüyordu. Pazarkaya bu kitabında ressam olarak Orhan Peker’i birlikte çalışmaya davet ettiğinde, böylece
daha sonra diğer çalışmalarında da farklı farklı sanatçılarla tekrarlayacağı
verimli bir sanatsal diyaloga girmiş oluyordu. Bu sanatçıların çalışmalarına kendisine yakın bulması, resimlerini sevmesi nedeniyle onlara siparişler
vererek çalışmalarını desteklemesi, şaire uzun süren güçlü dostlukların kapılarını da aralamıştır. Avrupa’da ressam olarak yaşamanın zorlukları göz
önünde tutulursa, Pazarkaya’nın sağladığı ortak çalışma imkânı sanatçılar
için de önemli bir maddi destek anlamına geliyordu. Resme ve ressamlara
olan bu yakınlığı, onlara sağladığı özgür çalışma ortamı hakkında Abidin
Dino’nun 1988 yılında Paris’te söylediklerini hiçbir zaman unutmam mümkün değildir. Dino, Pazarkaya’nın o kadar hoşgörülü ve sanatçılara destek
1 Yüksel Pazarkaya, somut şiir, Açı Yayınları, İstanbul 1996, S. 85
2 Ağaca Takılan Uçurtma, Derleyen Yüksel Pazarkaya, Jugend und Volk Verlag,
München Wien.
193
olduğundan bahsetmişti ki, şairi ressamların çilesini bilen bir “dost derviş”
olarak görüyor, onun ressamları önkoşulsuz olarak koruyan kollayan tavrının eşi bulunmaz bir destek olduğunu söylüyordu.3
Pazarkaya’nın yayınladığı kitaplarda, dergilerde Orhan Peker, Abidin
Dino, Utku Varlık, Mehmet Güler, Cemil Eren, Hanefi Yeter, İsmail Çoban,
Mevlut Akyıldız, Zeynep Yüksel, Mehmet Nâzım gibi sanatçılara kapak tasarım ve illüstrasyonlar tasarlaması için olanak sağlaması, bu ressamlarla geliştirdiği uzun süreli dostlukların kapılarını aralamıştır. Utku Varlık, Mehmet Güler, İsmail Çoban, Halil Akdeniz başta olmak üzere ağırlıklı olarak
Almanya’da yaşayan sanatçıların sergi açılış konuşmaları, katalog yazılarını
üstlenmiştir. Ayrıca 1992’de Bonn ve Düsseldorf’daki sergilerde gösterilen
Farben im Neuen Haus (Yeni Evden Renkler)4 isimli sergiyi organize eden
Pazarkaya’nın görsel sanatlarla olan diyalogu çok yönlü bir karaktere sahiptir. Bu yazının sınırlarını zorlamamak için, onun birlikte çalıştığı diğer sanatçılardan özür dileyerek, sadece Abidin Dino ile kurduğu diyalog üzerine
yoğunlaşmak istiyorum.
Abidin Dino (1913-1993) daha önce Nâzım Hikmet, Melih Cevdet Anday, İlhan Berk gibi şairlerle ortak çalıştığı için, şairler ile ressamlar arasındaki diyalogun önemine, verimliliğine inanır, bu konuda oldukça titiz
davranırdı. Pazarkaya ile Dino’nun ortak çalıştığı kitap projeleri şunlardır:
Orhan Veli Kanık / Yüksel Pazarkaya, Das Wort des Esels, Ararat Verlag,
Berlin 1979.
Nâzım Hikmet, Allem Kallem, Ararat Verlag, Berlin 1980
Nâzım Hikmet, Das Epos von Scheich Bedreddin, Sohn des Kadis von
Simavne, Ararat Verlag, Berlin 1982
Bu ortak projeler arasında bibliyofil bir karaktere sahip olan Das Epos
von Scheich Bedreddin, hem grafik tasarımı hem de Dino’nun bu kitap için
özel olarak ürettiği resimleriyle adeta bakılmaya doyulmayan, sayfaların her
biri okuyucuya ayrı bir görsel tat veren karaktere sahiptir. Dino’nun “Mühürler Dönemi” (1980-1985) olarak nitelendirilen bu resimleri, kalın strüktürlü bir kâğıt üzerine çini mürekkebi ve ekolin malzemesiyle gerçekleştirmiş
çalışmalardır. Nâzım Hikmet’in etkileyici şiirsel imgelerini görsel imgelere
dönüştürürken Dino, Çorum ve Adana’da politik sürgün olarak yaşadığı yıllardaki (1941-1945) gözlemlerini bu resimlerine katarak, illüstrasyon kavramının üstüne çıkmıştır. Türk edebiyatına ilgili bir yayınevi olan Ararat’ın yayınlamış olduğu bu çalışmanın günümüzde bile Almanya’da yayınlanan en
194
3 Eylül 1988’de Paris’e gittiğimde Abidin Dino ile yaptığımız uzun konuşmalarda bana
Pazarkaya’nın yayınladığı kitaplar için yaptığı desenleri, grafik tasarımları tek tek
göstermişti.
yetkin, estetik ve tasarım açısından en güzel şiir kitabı olduğunu belirtmek
bir abartı olmaz. Vişneçürüğü ciltli kapağını koruyan koruyucu kâğıdıyla
bir kitapseveri baştan çıkarmaya başlayan bu çalışma, ilk sayfasından son
sayfasına dek tadına doyulmaz bir obje karakterine sahiptir. Pazarkaya’nın
çevirilerindeki yüksek dil bilincine Dino’nun çizgilerindeki ritim eşlik ettiği
için, hem okunacak, hem dinlenecek, hem de gözlemlenecek bir yapıt ortaya çıkmıştır. İtiraf etmem gerekirse, Memet Fuat’ı bizzat ziyaret ederek
görebildiğim, elime alabildiğim Sesini Kaybeden Şehir,5 beni Pazarkaya’nın
yayınladığı Das Epos von Scheich Bedreddin kadar heyecanlandırmamıştı.
Bir şiir kitabına konulacak resimler, desenler her şeyden önce, edebiyatın önplanda olduğu bir çerçevede seçilir. Yazın dünyası ile görsel sanatlar
alanındaki ilişkide, pasif ve etkin olarak bir ayrım yapmamız mümkündür.
Şiirsel imge ile görsel imge ancak ikisi de eşit düzeyde olduklarında farklı,
hem yazın hem de resim dünyası için bir kerelik, özel tecrübelerin önünü
açabilirler. Bu konu, Pazarkaya’nın ressamlarla olan diyalogu açısında da
önemlidir. Çünkü Pazarkaya ister dergi yöneticisi, isterse çevirmen, isterse kendi yazdığı çalışmalarda olsun, birlikte çalıştığı sanatçıya önkoşulsuz
özgürlüğün kapılarını aralayarak, onlara istedikleri gibi üretme imkânı sağlayarak son derece hoşgörülü bir tavır geliştirmiştir. Bu yaklaşım açısından onun görsel sanatlara olan saygısının ötesinde, ressamlara karşı olan
mesafeli yaklaşım açısından da kaynaklanır. 1960’larda aktif olarak oluşum
sürecini yaşadığı Stuttgart Okulu çevresindeki yaklaşım açısı Pazarkaya’ya
yazın dünyasının, deneysel bir açıdan yaklaşılırsa, danstan resim sanatına
kadar geniş bir yelpaze içinde farklı ortak paydalar altında toplanabilecek
özelliklere sahip olduğunu duyumsatmıştı. Pazarkaya bu etkiyi “kendindenleştirerek” özellikle ressamlarla birlikte çalıştığında onların özel alanlarına girmeyen, zoraki birlikteliklerin peşinde koşmayan bir tavır izleyerek “özgürleştirici” bir ortak çalışma alanı oluşturdu. Abidin Dino, Nâzım
Hikmet’ten, Orhan Veli’den başlayarak birçok şairle ortak çalıştığı için, tıpkı
Pazarkaya gibi birçoğu yayıncı olan edebiyat adamlarıyla kurduğu diyaloga
son derece önem veriyor, bir kitaba konulacak desenle, resim arasındaki
farklılığı ustalıkla kavrayabiliyordu. Onun Pazarkaya ile olan ortak çalışmalarında önplana çıkan olgu, Dino’nun Almanca konuşulan ülkelerde
aranılan tasarım olgusunu çok iyi bilmesinin yanı sıra Almanya’daki Türk
aydınlarının, özellikle de Türk çocuklarının, gençlerinin Türkiye’den farklı
bir bilinçle “daha katmanlı bir kültür” yaratacaklarına karşı olan inancıydı.
Dino iki kültürlülük olgusunun yalnızca bireyleri değil, Avrupa kültürünü
besleyen çok önemli bir atardamar olduğunu daha 1960’lardan itibaren
dile getirerek, hangi koşullarda olursa olsun, Avrupa, Amerika’ya göç eden
4 Yüksel Pazarkaya (Hg.): farben im neuen haus – 30 jahre in deutschland, türkische
künstler. Önel Verlag: Köln, 1992.
5 Nâzım Hikmet, Sesini Kaybeden Şehir, Remzi Kitaphanesi, 1931, İstanbul. Bu
kitabın desenlerini de Abidin Dino çizmiştir.
195
Türklerin, yaşadıkları yerlerdeki kültürle kendi kültürleri arasında çok farklı
bir sentez kurabileceklerini savunuyordu. Dino ile Pazarkaya’yı aynı yerde
buluşturan bu nokta, iki yaratıcı insanın dostluklarına, ortak çalışmalarına
yansımış bir “ortak payda” olduğu için üzerinde dikkatle durulması gereken
bir konudur.
Yüksel Pazarkaya’nın resim sanatıyla olan ilişkisi, sadece yayınladığı
kitapların kapağında ya da içinde kullandığı resimlerle sınırlı değildir. Onun
iyi bir sergi izleyicisi olmasının ötesinde, müzeleri yakından takip etmesi,
sadece çalışmalarına değil yaşama olan bakış açısı üzerinde de etkili olmuştur. Sevip sevmemenin ötesinde Pazarkaya’nın en genç sanatçıların işlerini
takip etmesi, düzenli olarak sergi gezmesi kendi yazın dünyasını besleyen
kaynaklardan biri olarak ona farklı bir yaklaşım açısı geliştirmesi için destek vermiştir. Resim sanatının Pazarkaya’nın çalışmaları, şiirleri üzerindeki
etkisi daha uzun bir yazının, belki bir kitabın, belki de bir serginin konusu
olabilir. Önkoşulsuz olarak sanatın kendisine getireceklerini penceresinin
önünde bekleyen bir yaratıcı olarak Yüksel Pazarkaya, büyük bir algı yeteneğiyle kullandığı iki dil arasında, kendisinden önce kimsenin geçmediği
yollardan ilerleyerek olgun, abartısız bir tavırla kendisine özgü bir yaklaşım
açısı geliştirdi. Bu yaklaşım açısının belgesi olan yayınlarına baktığımda,
hele de Das Epos von Scheich Bedreddin’i elime aldığımda bir akımı, tuhaf
bir elektriği parmaklarımın ucunda hissediyorum. Etkilenmemem mümkün değil.
Ağustos 2009, Şile
Prof. Dr. Ali Osman Öztürk – Meral Ş. Akın
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı
Almanya’daki Türk Çocuk Edebiyatı
Üzerine Kısa Notlar
Bugün 500.000’i aşkın sayıda Türk çocuk ve genci Federal Almanya’da
yaşıyor. Bunların kimi Türkiye’de doğup küçük yaşlarda Almanya’ya gelmiş,
orada büyümüş, kimi ise Almanya’da doğmuş ve orada kalmış. Çok ilginç
bir konumları var Alman toplumunda. Ne tam Türkler, ne de tam Alman.
İki dünyanın ortasında yabancı, ikisine de tanıdık. Kendi yaşıtları Alman
çocuklarıyla sağlıklı ilişki kurabilseler de, yabancılıkları hep bir gölge gibi
onları izlemekte. Sorunlar çok yönlü ve karmaşık. Gerek Alman yazarların,
gerekse Türk yazarların ürünlerine yansıyan bu sorunların yıllar itibariyle
rengi ve yoğunluğu değişmekte. Estetik kaygılardan çok, edebi eserlerin odak
noktasını oluşturan sorunlar aslında yalnızca çocuk ve gençlerin sorunu
değil; anne-babalar, yetişkinler de tek başlarına çözemeyecekleri büyük bir
problemle karşı karşıyadır artık.
Almanya’da Türk Çocuk Edebiyatının Konuları
Almanya’da yaşayıp da edebi ürünler veren Türk yazarlarını inceleyen
Nuran Özyer (1995, s. 333-341) çocuk ve gençlere yönelik edebiyatın aslında
onlar için yazılmadığını belirtir. 1994 tarihi itibariyle 40 kadar çocuk-gençlik
kitabını araştırma malzemesi olarak kullanan Özyer, öncelikle Jugend und
Volk, Ararat, Önel, Anadolu ve Ortadoğu gibi yayınevlerinin çocukların dil
öğretimine katkıda bulunmak için iki dilli kitaplar yayımladığını tespit eder.
Bu kitaplarda, fakir ailelerden gelen Türk çocukları hep başrolü oynamak-
196
197
tadır; 7-14 yaşlarında Almanya’ya gelir, evde geleneksel bir yaşam sürmekte,
sokakta ise modern yaşamla karşılaşmaktadırlar. İki kültür arasında bunalan çocuklar, sorunların üstesinden gelinmesi söz konusu olduğunda yalnız
kalmaktadırlar, çünkü anne-baba zaten çaresiz bir durumdadır. Bu şekilde,
70’li yılların kitapları, Türk çocuklarının dil ve kültür şoku yaşantılarını ele
alır ve dolayısıyla onlara Almancayı ve Alman kültürünü öğretmeyi hedefler
(bkz. age., s. 334).
80’li yılların kitapları ise, artık yalnızca Almanya’ya gelen çocukların
değil, aynı zamanda orada doğanların sorunlarını ele almaya başlarlar: Yüksel Pazarkaya, Gülten Dayıoğlu, Zülfü Livaneli, Fakir Baykurt, Yücel Feyzioğlu gibi yazarlar, Türk çocuklarının dil-kültür sorunu ötesinde, endişe
ve kaygılarını, korku ve umutlarını, istek ve özlemlerini de dile getirirler.
Bu kitaplarda, ilişkiler eğitsel amaçlarla idealize edilmiştir ve olaylar mutlu
sonla biter (bkz. age.,s. 335).
Şimdi 90’lı yıllardayız. 1997 tarihli Alamancı’ların Çocukları (Berlin
1997) başlıklı kitabın da gösterdiği gibi, bugün artık “kaybolan çocuklarımız ve gençlerimiz, dağılan aileler, özellikle psikolojik yönden sağlığını
kaybeden insanlarımız” konulaştırılıyor. Adı geçen kitabın yazarı 1944 Hatay doğumlu öğretmen yazar Halim Demirci Berlin’de yaşıyor. Bir öğretmen titizliğiyle Türk çocuklarında gözlemlediği sorunları ağırlıklı olarak
mektup üslubunda dile getirmiş. 1970 yılından itibaren birleşen ailelerin
ve Almanya’da evlenen çiftlerin doğurganlığı ve Türkiye’de bırakılan çocukların büyük gruplar halinde Almanya’ya getirilmesiyle artan çocuk sayısına dikkati çeken Demirci, ancak buna paralel olarak artan sorunların
çözümü için ne Türk ne de Alman yetkililerin hazırlıklı olmadığını hatırlatıyor (bkz. önsöz).
Kitapta, ailesi Almanya’da yaşayan bir çocuğun, düştüğü çete ve uyuşturucu bataklığından çıkamayıp hapishaneyi boylayan bir gencin, evini
terk eden, sık sık koca değiştiren annesi ve alkolik babasından muzdarip
bir kızın mektuplarını, eylemlerine ortak olduğu çeteleri anlatanları, Türk
doğup Alman olan gençleri, öğretmenine mektup yazanları, üçüncü kuşaktan çocukların sorunlarını, birçok ulustan çocukların bulunduğu sınıflarda
eğitim görüp eğitim-öğretim şansını yakalayanları birinci tekil kişi ağzından
okuyoruz. Yazar böylece doğrudan bir üslupla yöneliyor okuruna ve uyarı
görevini yerine getirmeye çalışıyor.
Çocuk Edebiyatı Yazarı Olarak Yüksel Pazarkaya
1958’den beri Almanya’da yaşayan yazar ve çevirmen Yüksel Pazarkaya 70’li yıllardan beri Almanya’daki Türk çocuklarının sorunlarını ele alan
yazarların başında gelir. 1974’te Utku adlı eseriyle başlayan bu yazma serüveni, halâ büyük bir ilgiyle devam eder.
198
1940 İzmir doğumlu olan Yüksel Pazarkaya, Stuttgart’ta kimya ve felsefe
eğitiminin yanı sıra edebi bilimler üzerine doktora yapmıştır. Pazarkaya’nın
şiir, öykü, dram türlerinde edebi çalışmaları, bilimsel yazıları ve Almancadan Türkçeye, Türkçeden Almancaya pek çok çevirileri vardır.
Ağaca Takılan Uçurtma Üzerine
Pazarkaya’nın yayımcı olarak imza attığı Der Drachen im Baum (Ağaçtaki Uçurtma) kitabın başlığı, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın aynı adı taşıyan bir
şiirinden alınmıştır (bkz. s. 120).
Pazarkaya, Türk edebiyatında gençler ve yetişkinlere hitap eden eserler arasında prensip itibariyle bir ayırım yapılmadığını, masal ve halk
hikâyelerinin yetişkinlerce de sevilerek okunduğunu vurgulamakta ve bu
kitabın hazırlanmasında da aynı düşünceye bağlı kalındığını belirtmektedir
(bkz. Önsöz).
Yayımcı ve çevirmen Yüksel Pazarkaya’ya göre; günlük yaşamlarını
20 senedir (kitabın yayımlandığı 1975 tarihine kadar geçen zaman dilimini kapsar bu dönem) aralarında Türklerin de bulunduğu yabancı uyruklu
toplumdaşlarıyla paylaşan Alman okuyucular (çocuklar, gençler ve yetişkinler), bu kitap sayesinde “gurbetçileri” daha iyi anlamak, tanımak ve onlara
yakınlaşmak fırsatını bulabileceklerdir. Bunun yanı sıra Türk edebiyatının
tanınmış yazar ve şairlerini okurken, manevi bir edebi tatmin ve haz duyacaklar, Türk ressamı Orhan Peker’in resimleriyle de görsel bir doyum sağlayacaklardır.
Kanaatimizce, Pazarkaya bu amacı güderken, dolaylı olarak Almanya’da
yaşayan Türk çocuk ve gençlerinin daha olumlu bir ortam içerisinde yetişebilmelerini mümkün kılmaya çalışmaktadır. Kitapta tanıtılan yazar ve şairler çocuk yazarları değildir; aksine böyle olmasına özellikle dikkat edilmiş;
“suni bir ayırım sadece insanlar için değil, edebiyat için de sakıncalıdır zaten,” diyor Yüksel Pazarkaya.
Derleme yapılırken dikkat edilen husus, hemen hemen her eserin kahramanının Türkiye’ye özgü günlük ve sosyal yaşam içerisinde gösterilen çocuk veya genç insan olmasıdır. Anadolu insanı ekonomik ve sosyal güçlükler
sonucu, çocuk yaşta bu şartlarla mücadele etmeyi ve ayakta kalmayı öğrenmek zorunda olmuştur hep.
Çeviride dilsel özellikler ve yazarların üslubu dikkate alınmış, bir Alman okuyucusu için alışılmamış yapı, sembol, karşılaştırma ve deyimler,
anlaşılabilir ölçüde ise orijinallikleri muhafaza edilerek sunulmuştur. Bu
yaklaşım, Türk kültürünü yansıtarak, “farklı” olanın da tanınıp “yabancılıktan” kurtarılması amacını ortaya koymaktadır. Örneğin:
“Los mein Widder” (haydi koçum) (s. 53);
“ran mein Löwe” (haydi arslanım) (s. 55);
199
“in Freuden gehen und in Freuden zurückkommen” (güle güle git, güle
güle gel) (s. 47).
Bu cümleler tam sözcük karşılığı verilerek çevrilmiştir ve dilimizdeki
deyim ve bölgesel dil kullanım özelliklerini aynen yansıtmaktadır.
Bu derleme kitapta, Türkiye ve Türk insanı, coğrafyası, kültürü, dini,
geleneksel spor ve oyunları, örf ve âdetleri, dilsel özellikleri, sosyal yapısı,
ekonomik sorunları, kısaca yaşam tarzı, şiir, öykü, masal, tiyatro oyunu, vecizeler ve nüktelerden oluşan edebiyat ürünleriyle tanıtılmaya çalışılmıştır.
Seçilen edebiyatçılar, çeşitli meslek dallarından ve yörelerden gelen şair ve
yazarlardan oluşmakta, eserlerinde iyisi ve kötüsüyle, güzeli ve çirkiniyle
gerçekçi bir tablo çizmeye çalışmaktadırlar.
Atatürk’ün sözleriyle başlayan eserde, Türk halk edebiyatının büyük
halk filozofu ve nüktedanı Nasrettin Hoca’nın yanı sıra 1902-1940 yılları
arasında doğan yazarlara yer verilmiştir. Pek çoğunun yurtdışında yaşamış
olması ve yabancı dil bilmesi, tabii ki bir tesadüf olamaz. Mesleki tecrübelerinin birikimlerini de eserlerinde işleyen bu yazar ve şairler, kültürel farklılıkların ortaya çıkarabileceği anlaşmazlıkları giderebilecek ustalıktadırlar.
Yazar ve şairler öylesine düşünülerek seçilmişler ki, tümü birlikte bu
geniş edebi yelpazeye bir bütünlük katmışlardır. Örneğin, 1915 Meyre/Konya doğumlu edebiyat öğretmeni Oğuz Tansel, özgün şairlerimizden biri ve
aynı zamanda bir masal ustasıdır. İlk şiirleri Servet-i Fünun dergisinde yayımlanır, 1977 yılında masallarıyla Türk Dil Kurumu çocuk yazını ödülünü
alır. Oğuz Tansel, ülke ve halk sevgisiyle dolu bir cumhuriyet aydını, bir
aydınlanmacı olarak tanınmıştır 1960’ların Konya’sında.
Melih Cevdet Anday, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Külebi, Orhan Veli
Kanık ve Cahit Sıtkı Tarancı gibi şair ve yazarlarımızın eserleri de hali hazırda ilköğretim 6., 7. ve 8. sınıf Türkçe ders kitaplarında işlenmektedir.
Almanya’da Türk çocuk edebiyatının bir parçası olarak değerlendirebileceğimiz bu derleme-çeviri kitapta, Yüksel Pazarkaya’nın şiir ve öyküleri de var. Türkiye’nin nehirlerinden (Kızılırmak, Fırat), Yeniçeriler ve onların kazanlarından (burada Anadolu insanının acı çekme kapasitesi dile
getirilir), Kur’an ve muskadan, Ağa’dan, Ankara Atatürk Çiftliği’nden, efsanevi Yusuf’tan, Ardahan ve çevresinden, deve güreşlerinden, helvacıdan,
Kızılay’dan, Tahtakale’den ve Soğuksu’dan (fakirlerin bölgesi), kültürümüzün bir parçası olarak dokuma sanatı kilimden, Türk tarihinden, kadıdan,
efendiden, kınalı ineklerden, Türk masallarının giriş bölümlerinden, çocuk
oyunlarındaki tekerlemelerden, dini önder müftülerden, yeşil sarıklılardan,
dervişlerden ve imamlardan da söz edilen bu eserde, istenilen amaca ne denli ulaşıldığı konusunda kesin bir yargıya varılamaz; ancak gösterilen çabayı
saygıyla karşılamak gerekir.
Almanya’daki Türk çocuklarının içinde yaşadıkları ortamda rahat ede-
200
bilmeleri, daha pek çok şeyin değişmesi ve Alman çocuklarıyla dostça bir
ilişki kurabilmeleri için, çağdaş yazarlarımıza (özellikle de Almanca yazan
Türk yazarlara) büyük görevler düşüyor.
Kültürlerarası iletişimin sadece yabancı dil öğrenmekle mümkün olamayacağını göz önüne alırsak, yabancı ülkede uzun zamandan beri yaşamakta olan “gurbetçi çocukların” güncel sorunlarını dikkate alarak gerçekleştirilen edebi ürünlerin, kendini tanıma sürecine ve bununla birlikte
kültürlerarası ilişkilerde daha etkin bir katkı sağlayacağını umuyoruz. Yeni
kuşakların, konunun yabancısı olmayan genç yazarların desteklenip, kendi
sorunlarına eğilmesi sağlanarak, yaratıcı ve yapıcı bir etkinlik kazanılabilir.
Ayrıca, çocuk ve gençlerin geçici sorunlarının yanı sıra kültürel farklılıklardan kaynaklanan psikolojik sorunları da dikkate alınmalıdır.
Kaynakça
Demirci, Halim: Almancı’ların Çocukları, Berlin 1997.
Özyer, Nuran: “Themen der in Deutschland schreibenden türkischen Autoren für Kinder
und Jugendliche”. Germanistentreffen-Tagungsbeiträge. Deutschland-Türkei, Bonn 1994, Bonn
1995, s. 333-341
Pazarkaya, Yüksel: Der Drachen im Baum. Gedichte-Erzählungen-Märchen und Spiele
[Ağaca Takılan Uçurtma. Şiirler-Hikâyeler-Masallar ve Oyunlar. Türkçe aslı da aynı yayınevinde
ayrı bir cilt olarak yayınlanmıştır]. Hg. und aus dem Türkischen übersetzt von Yüksel Pazarkaya. Jugend und Volk Verlag, München-Wien 1975.
201
Jale Özcan
Yüksek Lisans – Alman Dili ve Edebiyatı
Yüksel Pazarkaya’nın Eserlerinde
Eğitim Sorunları:
Edebiyat Yardımı İle
Kültürlerarası Eğitime Bir Katkı*
Bu çalışmanın konusu eğitim sorunları ve edebiyatın eğitime olan katkısıdır. Çalışmanın kapsamında Yüksel Pazarkaya’nın Almanya’daki Türk göçmenler ve çocuklarını ele alarak yazdığı eserler önemli bir rol oynamaktadır.
Almanya’daki kültürlerarası yaşam ve eğitimin rolü gözardı edilemeyecek
büyüklükte olduğundan çalışmada bu konulara yer verilmiştir. Ayrıca kültürlerarası eserlerin farklı iki kültürü nasıl bir araya getirebileceği üzerinde
durulmuştur.
Çocuklar için yazılmış eserlerinde kahramanlarının çoğunu Türk çocukları oluşturur. Eren, Turgut, Osman, Metin ve Engin örnek olarak verilebilir.
Bazı öykülerinde ise Pazarkaya küçük kahramanlar ile iletişim içerisindedir. Bu tür öykülerini Pazarkaya “ben dili”nde yazmaktadır. Ayşe ile, Ali
ile, Ayşegül ile kendisi eserlerde konuşmaktadırlar.
Ailenin önemi eserlerinde vurguladığı önemli konulardır. Ancak anne
ve babalara ise ad vermediği gözden kaçmaz. Neşe ve babası, Özkan ve babası, Mehmet ve annesi gibi.
Alman ve Türk çocuklarının güzel arkadaşlıkları ise yine eserlerinde kendini gösterir. Metin ve Stefan’ın, Bernd ve Hasan’ın, Mustafa ve Michael’in,
Joachim ve Ender’in arkadaşlıkları ve paylaşımı çocuk okuyucularına örnek
teşkil eder. Çocukların hislerinden yola çıkarak onlar için öğretici olmaya
çaba gösterir. “Paylaşım, iyi dostluklar, Alman ve Türk kültürlerindeki benzerlik ve farklılıklar, okul ve ödevler, ikidillilik, ülke bilgisi” Pazarkaya’nın
çocuk kitaplarında işlediği önemli motiflerden birkaçıdır.
202
Bu öykülerden bazıları ise 70’li yıllarda Alman radyo kanallarında Gutenachtgeschichten (İyi Geceler Hikâyeleri) adı altında yayınlanmıştır. Çocukların motivasyon ve konsantrasyonu düşünülerek 2-3 dakika sürer her
bir öykü. İki dilde de yayınlandıkları için Alman çocuklar Türk dilini de
dinlemişler, böylelikle “tolerans, sevgi ve anlayış” kavramlarını küçük yaşlardan itibaren içselleştirme şansını elde etmişlerdir.
Hikâyelerin içersinde soruların olması ya da bazen sorularla bitmesi
tesadüf değildir. Bu sayede çocuklar soruları düşünmekte ve bir cevap bulmaya çalışırken mantıksal çıkarımlar yapabilmekte ve eğlenerek öğrenmektedirler. Motifleri okullardaki ve toplumdaki çokkültürlülüğü desteklemektedir.
Eserlerindeki karakterler ise toplumdaki ortak kültürü (Mischkultur)
işaret etmektedir. Yetişkinler için yazdığı eserlerinde motifler farklılık göstermektedir.
Karl Bauer Karakteri: Bu karakter toplumdaki gerçeklikleri tersi yönde yansıtmaktadır. Gerçek yaşamda Türkler basit işçiler iken, Pazarkaya,
Alman olan Karl Bauer’i basit bir bahçıvan olarak işlemiştir. Karl Bauer
öyküde yazar ile olan diyalogunda şu sözleri dile getirmiştir:
“Ben basit bir işçiyim. Bahçe belliyorum. Siz yüksek mevkilerdeymişsiniz, duydum. Sizi sıkmak istemem. Gelin bize, demem. Ama ayaküstü bir
uğrayıverseniz günün birinde, ihya edesiniz bizi. Karımı, beni, çocuklarımı
donatırsınız, mutlu kılarsınız.” (1981: 24)
Görülüyor ki Karl Bauer’in mahcubiyeti, insaniyeti ve iyiniyetliliği yazımda ortaya çıkmış önemli detaylardandır.
Stefan Karakteri: Stefan Türk çocuklarıyla aynı sınıfta okuyan bir Alman öğrencidir. Ev ödevleri için kestane toplarken Ender ile olan iletişimi
yabancı çocukların yaşadıkları sorunları adeta toplumda bir ayna gibi yansıtır. Kestane toplarken Ender’e diğer arkadaşı ile şunları söyler: “Çek elini!”‚ “Toplayamazsın, bunlar Alman kestanesi”, “Sen Alman değilsin”, “Sen
yabancısın”. (Pazarkaya 1981:8)
Almanya’da ders kitaplarına konu olmuş Alman Kestaneleri adlı
bu kısa öykü yabancı olmanın getirdiği zorlukları küçük yaşlarda hisseden çocukları anlatır. Küçümsenme ve kimlik sorunu motif olarak
işlenmiştir.
Pazarkaya’nın eserlerine genel bir bakış atıldığında Pazarkaya’nın konu
ettiği karakter ve temalar birebir toplumda yaşanan olaylara uymakta, yani
toplumsal gerçeklikleri yansıtmakta ve çözüm yolları göstermektedir denilebilir.
Farklı olan kültürlerin elbette eğitime bakış açıları ve eğitimle ilgili gelenekleri de farklılık gösterir. Şimdi bu durumu okulun ilk günü yaşanan
farklılıklardan bahsederek verelim.
203
Türk eğitim sisteminde öğrenciler ilk eğitim gününe yeni üniformaları, yeni okul eşyaları ve yeni ayakkabılar ile başlarken; Almanya’da onlara
aileleri tarafından içi şeker ve çikolatadan oluşan renkli külahlar verilir.
Anlamı okul hayatının tatlı başlaması ve bu şekilde devam etmesidir. Balık
Suyu Sever (1987) adlı eserinde Pazarkaya bu farklılığı her iki kültüre de
yansıtarak, önemli mesajlar vermektedir. Farklı olanı öğrenen çocuk görüş
açısını zenginletmekte, farklı olana saygı göstermeyi öğrenmektedir.
Paskalya dönemi de Türk çocukları için evde öğrenilemeyecek, ancak
sınıf ortamında yaşanarak daha iyi öğrenilecek bir dönemdir. Pazarkaya
Paskalya’nın sınıflarda farklı kültürlere nasıl aktarıldığı öğrenci diyalogları
ile okuyucularına başarılı bir şekilde Balina’nın Bebeği (1992) adlı eserinde
aktarır. Aynı eserinde farklı olanlar kıyaslanarak ortaya düşündürücü bir
soru çıkar: Hayat böyle olsa nasıl olurdu? Bu soruya cevap arayan çocuk ayrıca empati duygusunu geliştirmiş olacaktır. Öğrenerek yetişmenin önemini
ise şu cümleleri ile okuyucularına yansıtmaktadır:
“Ayşe gibi düşünmesini öğrenerek yetişen insanlara yarının dünyasında çok büyük gerekseme olacak. Ancak Ayşe gibi düşünmesini öğrenerek
yetişen çocuklar yarın barışlı, mutlu, insanca dünyamızı oluşturacaklar.”
(Pazarkaya 1992: 8)
Toplumsal bilinçlenmeye katkısı olan ve Türkiye’deki insanlara gönderme yapan aşağıdaki şiir ise Süleyman Demirel’in, “İşiniz vardı da biz mi
elinizden aldık” sözüne ithafen yazılmıştır:
işiniz vardı da biz mi elinizden aldık
ekmeğiniz de mi aldık
suyunuzda mı aldık
okulunuzda mı aldık
öğretmeninizde mi aldık
ilacınızda mı aldık
elektriğinizde mi aldık
toprağınızda mı aldık
evinizde mi aldık
yolunuzda mı aldık
aklınız vardı da biz mi elinizden aldık
canınız vardı da biz mi elinizden aldık
oyunuz vardı da biz mi elinizden aldık (Pazarkaya 1996: 79)
Pazarkaya zamanın yönetim şeklini bu mısralarla eleştirmiş, okul ve
eğitimdeki eksikliklere değinmiş ve seçmene şu mesajı iletmiştir: “Oy kullanmak sizin hakkınızdır, bu hakkınızı en doğru şekilde kullanıp, daha iyi
toplum için seçiminizi doğru yapın.”
204
Yine şeklini kralların tacına benzettiği Şah - Taç (Pazarkaya 1996:
22) isimli şiirinde kralların tacını aç olan halkı düşünmeksizin taktıklarını ifade etmiş ve Türkiye’den göç eden Türklerin de yine aynı sebeplerden
Almanya’ya geldiklerini ifade etmiştir.
Sonuç olarak Pazarkaya şiirlerinde birçok konuya değinmiş ancak eğitim önemli bir rol oynamıştır denilebilir. Mesajları bazen örtük anlatımla
verilmiştir. Kendi ifadesi ile “şiirim bıçağımdır” (Pazarkaya 1996: 16) demiş
ve bu doğrultuda eserler vermiştir ve vermektedir.
Çokkültürlülük sadece yaşamı değil, yazılan eserleri de etkilemektedir. Dolayısıyla eserlerdeki kültürlerarasılık önem taşımaktadır. “Kerem
Berlin’de bir Alman okuluna gidiyor. Ama öğrencilerin hemen hemen yarısı
Türk çocukları. Bütün çocuklar birbirleriyle güzelce anlaşıyorlar, oynuyorlar.” (Pazarkaya 1992: 27) cümleleri ile verilmek istenen mesaj çocukların
farklı kültürlere ait olmalarına rağmen uyum içersinde yaşayabilmeleri ve
iyi arkadaşlık kurabilmeleridir. Ayrıca arkadaşlık motifi ile kültürlerarasılık
yansıtılmaktadır.
Çocuklar farklı kültür bilgilerini oyun vasıtası ile birbirlerine öğretirler.
Örneğin, “Ben bir Türk oyunu biliyorum. Bunun için hiç oyuncak gerekmez.
Birkaç ufak taşla oynanır.” (Pazarkaya 1987: 13) cümlelerinde Türk çocuğun 5 taş oyununu Alman arkadaşına öğrettiği gözlemlenir.
“Bugün Pazar değil mi?” “Evet.” “Bütün dükkânlar kapalı değil mi?”
“Evet.” (Pazarkaya 1987: 28) cümlelerinde Almanya’da Pazar günleri
dükkânların kapalı olduğu görülmekte iken, Türkiye’de açık olmaları iki ülke
arasındaki farkı yansıtırken, farklı bir eserinde benzerlikler karşımıza çıkmaktadır: “Bizim de Türkiye’de bir Van Gölü’müz var. Bizim Van Gölü’müz
Berlin’dekinden çok daha büyük. Yanına varınca deniz sanırsın. Bizim Van
Gölü’müzde de koca koca gemiler işler.” (Pazarkaya 1992: 28-29)
Önemli olan bir diğer konu ise Alman kültürünün tanıtılmasıdır. “Almanlarda Pazar günü öğle yemeği, bütün ailenin birlikte olduğu en önemli
yemektir.” (Pazarkaya 1987: 13)
Çocuk kitaplarındaki öğreticilik sadece çocuklara yöneliktir denilemez.
Yetişkin Almanlar için de öğreticilik söz konusudur. Özelikle Türk kültürünü tanıma imkânı bulamamış Almanlar Türk kültür ve geleneklerine yönelik bilgi sahibi olabilirler. “Şeker Bayramı bizim en büyük bayramlarımızdan biridir. Almanların Noel ve Paskalya Bayramları gibi… Şimdi bütün
Türkiye’de üç gün tatil var. Her tarafta bayram yerleri kurulur. Çocuklar
oralarda eğlenir, salıncaklara biner, Karagöz, kukla oyunları seyrederler.”
(Pazarkaya 1987: 32) Benzeri bir örnek ise Türkler için bulunmaktadır:
“Weihnachten bayramdır. Weihnachten, Kurban Bayramı ya da Şeker Bayramı gibi güzel bir Alman bayramıdır. Weihnachten’da insanlar çok sevinirler. Birbirlerine armağanlar verirler.” (Pazarkaya 1987: 37-38)
205
Verilen örneklerden yola çıkarak Pazarkaya’nın Türk ve Alman kültürlerini bir araya getirerek çokkültürlülüğü desteklediği ve olabilecek önyargıların yıkılmasına yardımcı olduğu söylenebilir.
Farklı kültürlere açık olmamak temel bir problem iken Pazarkaya ünlü
Lady Lovely Locks (Pazarkaya in Möckelmann 2005: 13-14) adlı şiirinde ise
kendisini bütün kültürlere yakın hissettiğini, dünyadaki Thanksgiving gibi,
Ramazan gibi, Paskalya ya da Noel gibi, ya da Jom Kippur gibi kutlamalara
değinmiş ve Pir Sultan Abdal anlayışını desteklemiştir. Kendisi için kültür
tektir ve bu da insanlık kültürüdür.
Eserlerinde anne-baba, iyi eğitim alamadıklarından yakınarak çocuklarından okumalarını istemektedir. Oysa kendilerinin iyi örnek olamadıklarını annesiyle olan bir diyalogda çocuk şu şekilde dile getirir: “Ben, senin
daha eline bir kitap alıp da okuduğunu görmedim!” (Pazarkaya 1992: 19)
Fabrikalarda çalışan işçi Türkler çocuklarına iyi bir örnek olamamışlardır.
Anne-babanın Almanca dil bilgisinin az oluşu çocuklarının eğitimlerine
karşı duyulan ilgiyi de azaltmıştır. “Evet Nejat’ın annesi babası, karnelerin
alındığını ancak Pazar günü, bir tanıdıklarını ziyarete gittiklerinde, onların
çocuğundan öğrendiler.” (Pazarkaya 1987: 31)
Fabrikada çalışıp az kazanan anne-baba okul öncesi eğitime de yeterince önem verememişler, anaokulu yerine evlerinde bırakmışlardır çocuklarını. “Çalışmadan geçim yok insana Almanya’da. Oysa bakım ister bebe. Kim
bakacak? Çocuk yuvası yok her yerde. Olsa bile aylık kazancın yarısını oraya
yatırmak gerek. Değer mi?” (Pazarkaya 1992: 53).
Eserlerinde küçük kahramanlar çoğunlukla Türkiye’de doğmuş olanlardır. Bazıları bir dil öğrenemeyecek kadar küçükken gelmişlerdir. Dolayısıyla Alman kültürüne ailelerinden farklı gözle bakarlar. Uyum sorunları
kendisini daha az gösterir.
Türkiye’de eğitime başladıktan sonra gelen çocukları ise daha fazla sorun beklemektedir. Türkiye’de eğitim almış olma durumu ne kadar uzun
ise, Almanya’ya uyum ve dil öğrenme süreci o derece zorlaşmaktadır. (krş.
Pazarkaya/Meier-Braun 1983: 31) Benzeri sorunlar tam tersi durumlarda
da, Türk ailelerin belli bir süre Almanya’da kaldıktan sonra ülkelerine dönmeleri gibi, ortaya çıkmaktadır.
Türk çocuklarının Almanya’da yaşadıkları diğer bir sorun ise kimlik sorunudur. Stefan karakteri gibi motiflerle Ender’in yaşadıkları geneli temsil
etmektedir. Alman ismine sahip olamamak ve farklı görünmek kimlik sorunu yaşamasına sebebiyet vermektedir. Almanya’da “Türk”, Türkiye’de “Almancı” olmaları çocuklarda, “Ben kimim?”, “Ben nereye aidim?” sorularını
beraberinde getirmiş ve bu konular Pazarkaya tarafından eserlerinde kaleme alınmıştır. “Evde kendisini yabancı hisseden genç insan, kendini okula
ve öğretmene daha az yöneltmektedir.” (Pazarkaya/Meier-Braun 1983b: 30)
206
1983 yılında yayınlanan Ekmeğin İzi adlı kitabında Pazarkaya kimlik
problemi ile ilgili soruların cevaplarını isyan ederek vermiştir. “Doğup yetiştiğin bir ülkede daha ne kadar ‘yabancı’ olarak görülebilirsin? Ne zaman bir
çocuk doğduğu ülkede yabancı olmayacak ve ne zaman insan olarak kabul
edilmeye başlanacak?” (Pazarkaya 1983a: 12). Evet, doğup yaşadığın ülkede
sen yabancı değilsin.
İnsan gözüyle bakıldığında bu çocuklar yaşamlarında daha mutlu, eğitim hayatlarında daha başarılı olacaklardır.
Genel olarak Pazarkaya’nın eserlerindeki kültürlerarasılığa yönelik
farklılık ve çeşitliliğin Pazarkaya için önemli bir rol oynamadığı, onun için
en önemli şeyin insan olduğu söylenebilir.
Pazarkaya’nın incelenen eserleri bağlamında şu önerilerde bulunmak
mümkündür:
- Edebiyatın önemi yadsınmamalı ve iki dilde yazılan eserlere daha fazla önem verilmelidir.
- Almanya gibi çokkültürlü toplumların okullarında kitaplar çokkültürlülüğü desteklemeli ve önyargıları yıkmaya yardımcı olmalıdır.
- Türkiye’de Almanca öğretmenliği bölümünde okuyan öğrenciler için
Pazarkaya’nın eserleri çok öğreticidir. Özellikle şiirleri “Şiir İncelemesi”
derslerinde, çevirileri “Çeviri İncelemesi” derslerinde kullanılmalıdır.
- Farklı olana karşı tolerans, empati, anlayış ve saygı kavramlarına
Almanya gibi çokkültürlü ülkelerde çok ihtiyaç duyulmaktadır. Edebi
eserlerin derslerde kıyaslanması ile farklılık ve benzerlikler derste öğretilebilir.
- Kültürlerarası eğitimi okullarda gerçekleştirmek için Pazarkaya’nın
eserleri derslerde kullanılabilir. Bu eserlerin yardımı ile çocuklar birbirlerini daha iyi anlama, eşit haklara sahip, saygı dolu ilişkiler kurma ve etnik
farklılıkları düşünmeksizin yaşama şansına sahip olabilirler.
- Sınıflardaki heterojenliğe negatif yaklaşmak yerine çokkültürlülük
için bir şans olarak görülmelidir.
- Farklı kültürler sınıflarda tartışılmalıdır. Böylelikle çocuk kendi fikrini oluşturabilir ve düşünmeyi öğrenerek yetişir.
- Toplumun bilinçli olması için ebeveynlere de daha fazla önem verilmelidir.
- Farklı ülkelerden gelmiş ve Alman eğitim sistemi hakkında çok fazla
bilgisi olmayan veliler okul tarafından belirlenmeli ve bilgilendirilmelidir.
- Çok fazla Türk öğrencilerin olduğu okullarda daha fazla Türk öğretmen görevli olmalıdır. Böylelikle Türk anne-babalarda yaşanan ilgi kaybı
engellenebilir.
- Pazarkaya’nın haklı olarak büyük bir problem olarak ele aldığı televizyon sorunu okul-aile işbirliği ile çözümlenebilir.
207

Benzer belgeler