Kay bet tik le ri miz - TED Ankara Koleji Mezunları Derneği

Transkript

Kay bet tik le ri miz - TED Ankara Koleji Mezunları Derneği
indeks
S
2
E
14-17
Aktüalite
D
8 12
Portre
Rengim Gökmen
38
Sağlık
Dr. Ömer Çobanoğlu’74
Kariyer
Prof. Dr. Aşkın Tümer’69
26-35
36
Bizim Dünyamız
18-25
Maariften Yetişenler
Ayşe Nevin
Çağan Savaşçı’42
Duyurularýmýz
40
Kiþisel Geliþim
N
Uzm. Psk. Hülya
Üstel Kökdemir
44
I
Gezi Rehberi
Vancouver
42
Gurme
Butcha
i n d e k s
K
7
Konuk Yazar
Turgut Özakman
indeks
3
48
Yayýn Kurulu
Suzan Bilgen Özgün (‘81)
(Baþkan)
Þenol Sarýsoy (‘82)
(Baþkan Yardýmcýsý)
Can Çýðýrgan (‘80)
Ayda Uçul (‘81)
Aydan Þahin Ercan (‘82)
Seda Özbulut Uzbek (‘95)
Yazý Ýþleri Müdürü
M. Kutluhan Olcay (‘93)
Katkýda Bulunanlar
Zerrin Dağcı Sakarya (‘71)
Füsun Okutan (‘80)
Ayfer Niðdelioðlu (‘81)
Demet Aydýn (‘83)
Ceran Arslan Olcay (‘95)
Boðaç Çekinmez (‘99)
Yaþam Kalitesi
Dr. Mehmet Tümer’81
46
52
Çocuk
İpek Böler
56
Sosyal Sorumluluk
Aycan Alp’95
Ýstanbul Yolu 7. km.
Necdet Evliyagil Caddesi
No:24 06370, Ankara
Tel : +90312 278 08 24
Fax : +90312 278 18 95
60
64
Hobi
Tunç Fındık’89
Uzman Makalesi
Serdar Bilecen’83
Ýmtiyaz Sahibi
Ankara Kolejliler
LTD. ÞTÝ. adýna
Bülent Baðdatlý (‘81)
Basým Tarihi: 14 Mayıs 2009
Yayýn Türü: Yerel süreli - 2 aylýk
I SSN: 1305-5283
Kitap
Keyif
The House Cafe
Renk Ayrýmý
Filmsan
5500 adet bastýrýlmýþtýr.
Dernek üyelerine
ücretsiz daðýtýlmaktadýr.
Yazýlarýn hukuki mesuliyeti
röportaj sahiplerine
ve yazarlarýna aittir.
58
54
Arzu Akgün (Koordinatör)
Yönetim Yeri
TED ANKARA KOLEJÝ
MEZUNLARI DERNEÐÝ
Kýzýlýrmak Cad. No: 8
06640 Akay / Ankara
Tel : 444 0 958
Fax :+90.312 418 74 41
www.kolej.org
Moda-Tasarım
Scala
Kültür-Sanat
Tolga Tuncer’87
Yapým-Baský
Ajans-Türk Basým A.Þ.
Okur önerileri ve
yorumlarý için
e-mail: [email protected]
50
68
Ankara’da Zaman
72 75-77
Spor
TED Ankara Koleji
Bayan Basketbol Takımları
KAPAK
Etkinliklerimiz
82-85
Kampüs
KolejIN
86
Torch
70
Bilim-Teknoloji
Doç. Dr. Kamil Can
Akçalı’81
78
88
Türk Eðitim Derneði
Kaybettiklerimiz
baþkandan mesaj
5
Her Gününüz Bahar Olsun...
Bülent BAÐDATLI’81
TED Ankara Koleji
Mezunlarý Derneði
Genel Baþkaný
Merhaba Sevgili Kolejliler,
Dernek olarak yine yoğun bir bahar dönemine girmenin mutluluğunu
yaşıyoruz. Ne mutlu bizlere ki birlikte geçirdiğimiz faaliyet dolu günleri geride
bırakırken, yeni etkinlikler için çalışmalara hiç ara vermeden devam diyoruz.
Öncelikle yapmış olduğumuz etkinlerimizin bir kısmını sizlerle paylaşmak
istiyorum. Nisan ayında her yıl daha fazla ilgi gören Tenis Turnuvamızı gerçekleştirdik. Bu yıl 7.’si düzenlenen turnuvada farklı kategorilerde 200 kadar
mezunumuz kıyasıya mücadele etti. Her yıl olduğu gibi geleneksel bir barbekü partisi ile son bulan turnuvanın sonunda Kupa Törenimiz oldu.
Yapmış olduğumuz diğer bir etkinlik de Ankara Devlet Tiyatroları Çayyolu
Cüneyt Gökçer Sahnesi’nde oynanan “Genç Osman” oyununu, mezunlarımızla birlikte izlemek oldu. Bu güzel oyunu izleyen herkesin keyif aldığını
umarım.
Bu dönem Ankara’nın önemli alışveriş merkezleri arasında bulunan Optimum Outlet Alışveriş Merkezi’nin sponsorluğunda çok keyifli bir bowling turnuvası da yaşadık. Turnuva hem yarışmacılar için hem de izleyenler için çok
keyifli anlara sahne oldu.
Bizim için önemli bir ilki de Okulumuz ile beraber gerçekleştirdik. Lise son
sınıf öğrencilerimiz için 27 Mart tarihinde bir Veda Çayı düzenleyerek, genç
liselilerimizi; mesleki ve kariyer alanlarında başarılara imza atmış ve bir
zamanlar Kolej sıralarını paylaşmış; Kolejli abla ve ağabeyleri ile buluşturduk.
Eski mezunlarımız, mezun adaylarımıza kendi birikim ve tecrübelerini aktardılar. Her iki taraf için de çok keyifli ve verimli bir gün oldu. Bu organizasyonu
geleneksel hale getirip her sene tekrarlamayı hedefliyoruz.
16 Nisan’da Felsefe Hocamız, Kolejli büyüğümüz Oruç Aruoba’yı İncek’e
davet ettik. Okulumuz öğrenci temsilcileri, felsefe kulübü, edebiyat kulübü ve
Atatürkçü Düşünce Topluluğu’na üye öğrencilerimizle bir araya gelerek bir
sohbet gerçekleştirdik.
Mayıs ayının ikinci yarısında okulumuzda 3. Geleneksel Uçurtma Şenliğini düzenleyeceğiz. Veli ve öğrencilerimizden de yoğun ilgi gören bu şenliği
coşku ile beklemekteyiz.
Haziran ayının ilk cumartesi günü yapılacak olan mezunlar balomuz için
hazırlıklara başladık. Balonun devamındaki pazar günü gerçekleşecek Geleneksel Kuru Fasulye Günü kutlama hazırlıkları son sürat devam etmektedir.
Her iki gün için de mezunlarımızın yoğun katılımını beklemekteyiz.
Yerel seçimlerde Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen 1966
mezunumuz Sayın Prof. Dr. Mustafa Akaydın’ı kutluyor, çalışmalarında başarılar diliyorum. Kendisi hepimizin gurur kaynağı olmuştur.
Hepinizin bildiği gibi Nisan ve Mayıs ayları ülkemiz için çok önemli iki
günün yer aldığı aylardır. Bunların ilki “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk
Bayramı”. Yüce önder Atatürk’ün çocuklara armağan ettiği bu bayramı coşkuyla kutluyor ve Atatürk’ün büyük fedakârlıklarla kurduğu Cumhuriyet’in
değişmez bekçileri olarak biz Kolej mezunları, çocuklarımızı daima onun
hedef ve ilkeleriyle yetiştireceğimizi bir kez daha haykırmak istiyorum.
Diğer önemli gün ise Kurtuluş Savaşımızın başlangıç günü olan ve daha
sonra Ata’mızın gençlere hediye etmiş olduğu “19 Mayıs Atatürk’ü Anma
Gençlik ve Spor Bayramı”. Bu vesileyle Ata’mızı bir kere daha minnetle anıyor
ve tüm gençlerimizin bayramını kutluyorum.
Son bir kutlamayı da hepimizin en değerli varlığı olan annelerimize ayırmak istiyorum. Mayıs ayının ikinci pazarı kutlanacak olan Anneler Günü, tüm
annelerimize kutlu olsun.
Yazı ve röportajları ile dergimize katkıda bulunan tüm mezunlarımıza
teşekkür ederim.
Gelecek sayımızda buluşmak üzere sevgi ve saygılarımla...
Bülent Bağdatlı
Genel Başkan
MAYIS2009 kolejliler
konuk yazar
7
Cumhuriyet Aydınlığı
(2. Bölüm)
Balkan Savaşı devletin ordusu, yönetimi, morali, örgütlenişi ile bitişe yaklaştığını gösterir. Bunun sorumlusu elbette son
üç yüz yıllık Osmanlı yönetimidir.
Cumhuriyetin 600 yıllık Osmanlı Devleti’nden ve toplumundan devraldığı mirası, birkaç sözcükle özetlemek istiyorum:
Gurur, ibret ve üzüntü verici sahnelerle dolu, çok renkli bir tarih,
Büyük bir mimari birikim, zengin bir şiir ve musiki alemi,
Tıbbiye, Harbiye ve Mülkiye gibi az çok çağdaş okullardan yetişmiş, sayıları az da olsa, uyanık aydınlar,
Çağdaşlığa ulaşmak için atılmış birkaç kararsız adım,
Genel olarak doğulu bir toplum,
İlke olarak dine dayalı bir rejim,
Yorgun bir hanedan,
Yarı sömürge halinde, güçsüz bir devlet,
İdari, ekonomik, mali, hukuki kapitülasyonlar,
Halk yurttaş değil, kul,
İlkel bir tarım toplumu,
İflas etmiş bir maliye,
Büyük bir dış borç,
Hasta bir ekonomi,
Sıfır ağır sanayi,
Cılız bir küçük sanayi,
Kişi başına milli gelir 4 lira,
Kişi başına kamu harcaması 50 kuruş,
Kurşun kalem, toplu iğne, elbise düğmesi bile ithal ediliyor,
Sıtma, frengi, verem, trahom yaygın,
0-2 yaş grubu çocuklarda ölüm oranı yüzde 60,
Bütün imparatorlukta sadece 158 ortaokul ve lise, medrese uzantısı bir tek üniversite var,
Anadolu çağ dışı ilkel medreselerin elinde,
Tüm liselerde okuyan kız öğrenci sayısı 230,
Bütün temel meslekler erkeklerin tekelinde,
Kadının seçme, seçilme hakkı yok, yani yurttaş sayılmıyor,
Kadınların toplumsal hayatları ve hakları yok,
Okur-yazar olma oranı erkeklerde yüzde 7, kadınlarda binde 4,
Ulus anlayışı değil, karşıtı olan ve Arapçılığı içeren ümmet anlayışı egemen,
İstanbul ve kısmen de İzmir’le sınırlı, ölgün bir sanat hayatı,
Turgut ÖZAKMAN
Bütün imparatorluktaki gazetelerin günlük toplam satışı ancak yüz bin dolayında,
Hemen hemen bütün yasalar çağın gereklerinin gerisinde,
Ülke birçok alanda ortaçağı, ortaçağ ilkelliğini yaşıyor.
Mütareke dönemindeki İstanbul yönetimini oluşturan bazı yönetici ve aydınlardan birkaçının düşüncelerine de göz atalım:
Adliye Nazırı Ali Rüştü: “Yunan ordusunun başarısı için dua ediniz.”
Hariciye Nazırı M. Şerif Paşa: “Umumun arzusu, İngiltere tarafından idare edilmekliğimizdir.”
Eski sadrazam, son Hariciye Nazırı Ahmet İzzet Paşa, Ankara’nın tam istiklal istemesini şöyle karşılar:
“Bu çocukça bir çılgınlık. Büyük bir devlet böyle birşeyi nasıl kabul eder?”
Filozof Rıza Tevfik: “Medeniyeti temsil eden İngiltere gibi bir devlete itiraz etmek küstahlıktır.”
Gerede isyanı öncülerinden Divitli Eşref Hoca: “İngilizlere meydan okuyoruz. Bu en büyük küfürdür.”
İslamı Yüceltme Derneği’nin bildirisi: “Yunan ordusu halifenin ordusu sayılır.”
Yazar Refik Halit Karay: “M. Kemal’in muzaffer olduğunu görmektense, memleketin Yunanlılar tarafından alınmasını
tercih ederim.”
Gazeteci Ali Kemal: “Avrupa ile başa çıkmayı asırlardan beri Asya’nın hangi kavmi başardı ki biz başarabilelim.”
Bunların sayısı az değildir. Hiçbiri gökten inmemiş, kendiliğinden var olmamıştır.
MAYIS2009 kolejliler
portre
8
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Müzik Direktörü ve
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Rengim Gökmen
“Klasik Müzik bir felsefe kitabı gibidir”
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Müzik Direktörü ve Devlet Opera ve Balesi Genel
Müdürü Rengim Gökmen, Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli müzik adamları arasında yer
alıyor. Gökmen, hem engin müzik bilgisi hem de sanatın inceliklerini hayatının tümüne
yayabilmiş usta bir sanatçı. Müziğe küçük yaşlarda sanatçı bir ailenin ferdi olarak başlayan, bugün ise Türk ve Dünya bestecilerinin eserlerinin yurt içinde ve yurt dışında yönettiği çeşitli orkestralarda başarı ile seslendirilmesini sağlayan değerli müzik adamı ile müziği ve sanatı konuştuk.
C
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası denildiğinde akla
ilk gelen isimlerin başındasınız. Müzikle tanışmanız nasıl
oldu?
umhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası denildiğinde
akla ilk gelen isimlerin başında olmam benim için
kıvanç verici. Çünkü yalnız ülkemizin değil, dünyanın en eski sanat kurumlarından biridir CSO.
Yaşamını bu kadar uzun zamandır sürdürebilmiş
olan büyük bir sanat kurumunun müzik direktörü
olmaktan her zaman gurur duymuşumdur. Türkiye’de sanatla ilgili iki büyük kurum olan Devlet Opera ve Balesi ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ile organik bağımın
olması bana gurur veriyor. Fiziksel olmasa bile manevi bir yük
biniyor omuzlarıma.
İlkokul 4. sınıf sonuna kadar TED Ankara Koleji’nde okudum. Müzikle tanışmam o yıllarda, doğal olarak gerçekleşti.
Çünkü annem opera sanatçısı idi. İlk olarak piyano ile müziğe
başladım. Hiç hatırlamadığım çağlarda piyanonun başında
çekilmiş fotoğraflarım var. Tabii piyanoyu çalarken değil de
piyanoya vururken. Sonra Mithat Fenmen‘den almış olduğum
piyano dersleri, dış dünyadaki müzik sanatıyla ilk temasım
diyebilirim. Bu yine Kolej yıllarında oldu. TED Ankara Koleji’ndeki olağanüstü hocam Nezihe Kırlı idi. Müthiş bir saygı ve
minnetle anıyorum kendisini. Ondan öğrendiğim Türkçeyi ve
yaşam ilkelerini hâlâ devam ettiriyorum, yaşantımda çok
kolejliler MAYIS2009
önemli bir yeri olmuştur kendisinin. Babam tiyatro sanatçısı idi.
Devlet tiyatrolarının, Türkçeyi doğru kullanmanın öncüsü olan
bir kurumun bireyi olarak daha o yaşlarda Türkçeyi çok iyi
konuştuğumu ifade ederdi. Bu Nezihe Kırlı’nın sayesindedir.
İlkokul çocuklarına daha o yıllarda yaşamla ilgili olağanüstü bir
bakış açısı verebilen, müthiş bir hocaydı. Bu vesile ile kendisini anmış olayım.
Çoğunlukla, müzikçilerin mesleklerini kendilerinin seçmeleri gibi bir iradeleri söz konusu değildir. Müzik sanatına küçük
yaşlarda başlanıldığı için, ailenin yönlendirmesi %99 oranında
ön planda olur. Aileler yönlendirmediği zaman ise kendileri o
arayı kapatmaya çalışıyorlar ki bu çok zor oluyor maalesef. Bu
nedenle müziğe isteği ve yeteneği olan çocuklarımızın aileleri
tarafından yönlendirilmelerini çok arzu ederim.
Başlarda istemiyor muydunuz?
Klasik müziğin derinliğini insanlar 20’li yaşlarda bile yüzeysel olarak kavrayabiliyorlar. Bir denizin üzerinde yüzüyorsunuz;
ama denizin derinliğini keşfetmeniz, yaşam felsefenize onu
işlemeniz çok uzun yıllar alıyor. Müzikteki derinliğe inebilmek
öyle bir şey ki, ben 45 yaşında bile müziği bilmiyormuşum diye
bakıyorum. Sürekli derine doğru gidiyoruz bakalım, ne kadar
süre sonra müziği keşfedebileceğiz.
Piyanoyla başladınız, sonra şefliğe geçişiniz nasıl oldu?
Müziğe şeflikle başlanmaz, şeflik çok üst bir kavramdır,
portre
9
ustalaşma konusudur. Bütün orkestra şefleri bir, bazen iki enstrüman çalarlar. Ben müziğin, özellikle çok sesli müziğin ana
enstrümanı olan piyano ile başladım. Daha sonra kompozisyon bölümü geldi. Kompozisyon bölümüne girdiğim yıllarda,
12-13 yaşlarımda, bir konser izlemiştim. Bu dünyaca ünlü
orkestra şefi Zubin Mehta’nın Los Angeles Filarmoni Orkestrasıyla Ankara’ya geldiği ve CSO’da verdiği bir konserdi. Annemin beni götürdüğü o konser, büyük bir etki yaratmıştı üzerimde. Müziği çok ilginç bulmuştum. O yıllarda kompozisyona girdim, o da tesadüf eseri oldu. Ahmet Adnan Saygun’un kompozisyona girmemde ve daha sonraki müzik yaşantımın şekillenmesinde rolü çok büyüktür. Yalnız benim değil, Türkiye’de
büyük müzisyenlerin müzik yaşantılarının şekillenmesini de
sağlamış bir bestecidir. Yine çok değerli bir hocam olan İlhan
Baran’ın da bu yolda ilerleyişimde çok büyük katkıları olmuştur.
Bir röportajınızda “Klasik müzik sevilmez, saygı duyulur,
üzerinde düşünülür” diyorsunuz. Ne demek istediğinizi
biraz açar mısınız?
Klasik müzik, aslında “klasik müzik” diyerek kelimelerimizle eski müziği çağrıştırdığımız; ama doğru bir gönderme yapmadığımız ve genç yaşlarda da ileriki yaşlarda da her zaman
derinliği artan, felsefi boyutu olan, insan yaşantısına bir ayna
gibi duran bir müzik türüdür. Tiyatro sanatının somut sözlerle
ve kimliklerle insan sanatına ayna tuttuğunu varsayarsak,
müzik sanatı da seslerle bu aynayı tutar. Bu bakımdan klasik
müzik, insana her yönünü, çirkinliğini, açlığını, mutsuzluğunu
gösterir. Dolayısıyla yalnızca insana mutluluğunu gösteren
popüler müziklerden çok farklıdır. Klasik müzik size düşünsel
bir kapı açmak içindir. Kendinizi vererek dinlemelisiniz, size
boyut katar. Bir felsefe kitabı gibidir. Yani oyalanayım diye felsefe kitabını okumazsınız, kendinizi zenginleştirmek için okursunuz. O nedenle klasik müzik sizi düşündürmeye ve zenginleştirmeye yöneliktir. Bir tiyatro yapıtıyla karşılaştırdığınız
zaman, mesela eğlenmek için gittiğiniz bir tiyatro eseri vardır,
ama düşünsel açıdan insanoğlunu daha yakından tanımak
için gittiğiniz eserler de vardır. Orada oyalanmak yoktur, biraz
da sizi sıkar. Bu bakımdan klasik müzik sevmek için değildir,
düşünmek için, kendinizi ve çevrenizi daha iyi tanımak içindir.
Türkiye’de klasik müzik Cumhuriyetin ilk yıllarında büyük
bir gelişim gösterdi. Ancak özellikle son yıllarda daha çok
kitlelere ulaşması açısından bir gerileme görülüyor. Sizce
bunun nedenleri nelerdir?
Bu, müziğin felsefi boyutunun göz ardı edilmesinden kaynaklanan bir şey. Dünyada batının bir müziği vardır, ona klasik
müzik denir; doğunun bir müziği vardır. Türklerin, Bizanslıların,
Japonların ve Çinlilerin yerel müzikleri vardır onlar da halk
müziğidir. Bu bir piramittir. Piramidin en tepesinde klasik batı
müziği olarak adlandırdığımız evrensel sanat müziği vardır.
Evrensel sanat müziği bu piramidin tepesinde durur, ayaklarını her zaman yerel müziklere, yerelliklere, popüler müziğe basmıştır. Ama onu işleye işleye, damıta damıta incelten, rafine
hale getiren insanoğludur. O, insanlığın malıdır artık. Klasik batı
müziği Japonlar için de aynı şeydir, Ruslar için de. Algılama
kapasitesi kültürel birikimle ilgilidir. Ama yerel müzikler hiçbir
zaman bu evrenselliğe ulaşamazlar. Bu bakımdan, bu tanımlamaya yanlış yaklaştığınız zaman bence kolaycılık oluyor.
Günümüzde klasik müziğin ve müzik sanatının Türkiye’de Ata-
türk döneminde verilen öneme yaklaşılmadığı gibi bir sonuca
ulaştırıyor bizi. Belki sonuçları itibari ile biraz da doğru. Ama
Atatürk sadece 20.yy’da değil, çağlar boyunca da en ileri
görüşlü liderdi. Daha Sakarya Savaşı’na giderken, savaş daha
kazanılmamışken, Ankara’da bir Anadolu Medeniyetleri Müzesi kurulması ve tarihi binaların korunmaya alınması kararnamesini çıkartan bir komutandır. İlk Musiki Muallim Mektebi’nin
kurulması 1924’tür, ilk fakülte 1925 Hukuk Fakültesi’dir. Yani
hiçbir şeyi olmayan bir ülkede, bu kültürel vizyonu görebilen
dünya lideri hiçbir yerde yoktur. Dolayısıyla Atatürk’ün vizyonunu, onun yaratıcılığını ve o yıllarda yapmış olduğu kültürel
hamleleri bugün beklemek çok zor bir şey. Ama ben, Atatürk’ün kültür reformuyla bugün Türk sanatçıların gerçek
anlamda çok büyük
başarılar elde ettiğini ve
uluslararası
arenada
çok daha fazla kendilerinden söz ettirdiğini biliyorum. Çok büyük güçlüklerle karşı karşıya kalıyorlar tabii. Yani Türkiye’nin gelişmekte olan
bir ülke olarak aşması
gereken sorunları sanatçılar da, kültür insanları
da muhakkak yaşıyorlar,
ama ben çok önemli
adımlar atıldığına da inanıyorum.
Klasik müzik, opera ve
balenin halkla daha
fazla buluşturulması
için ne gibi çalışmalar
yapılmalıdır?
Bilinçlendirme çalışmaları yapılması gerekiyor. Klasik müzik nedir?
Klasik müzik denilince
hep eski müzik gibi bir
tanımlama oluyor. Hayır,
evrensel sanat müziğidir. Klasik müzik dün bestelenmiş bir eser de olabilir. Sanatsal
değerini tartışabiliriz ama yeni bestelenmiş bir eser de klasik
müzik olabilir. Belki içlerinden bazıları 23.yy’da dünyanın başyapıtları arasında olacaklar, onu bilemeyiz. Çünkü zamanın
imbiğinden, elenerek geçecek. Yarın bestelenecek klasik
müzik eserleri var, evrensel mesajı olan eserler, evrensel teknikleri kullanan büyük tasarım yapıtları; yani müziğin sanat olabilmesi için asgari bazı kriterler vardır. Ama bu kriterleri uygulayan her yapıt, sanat yapıtı ya da başyapıt değildir. 21. veya
22. yy’da anılmayacak eserler olabilirler ama çok seslilik insanoğlunun yüzyıllardır varmış olduğu teknolojik gelişimlerden
bir tanesidir, bu bilimsel bir gerçektir. Tabii bir de müzik yapıldığında büyük bir tasarım olması lazım ve bu büyük tasarımların özgür olarak evrensel platforma çıkması. Özgün olamayan
ve kendi ulusal, kültürel özelliklerinden esinlenmemiş yapıtların
da evrensel platformda yer bulması mümkün değildir. Bütün
bunları yaratabilmek, çağlar boyunca toplumların biriktirdiği,
birikimin içinden çıkan unsurlarla oluyor, bu çok kolay bir şey
MAYIS2009 kolejliler
portre
10
değil. Bir defa klasik müzik bilincini ilkokul çağından itibaren,
hatta anaokulundan itibaren eğiterek vermeliyiz. Bunu bugün
Amerika, Rusya, İtalya, Fransa yapıyor. Müzik, geçmiş düşünceleri tekrarlayan değil, insanı yaratıcı düşünceye iten, yeni bir
özgün düşünce yaratan, duygusal ve sezgisel zekâyı geliştiren
bir olgudur. Bu bakımdan müziğin eğitimsel yönünün vurgulanması lazımdır. Ondan sonra toplumumuza klasik müziğin
yalnız üst kültürün dinlediği bir müzik olmadığını anlatabiliriz.
Müziğin popüler kültürden üst kültüre doğru çok geniş bir yelpazesi vardır ve insanlara bütün renkleriyle seslenebilmek ve
bu kültürü, bilinci yavaş yavaş oturtabilmek, kendi özgün sesleriyle seslenebilmek açısından çok önemlidir.
Devlet Opera ve Balesi olarak Türkiye genelinde yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz?
Amacımız halka; geniş yelpazede bir kitleye seslenebilmek. Opera ve bale denilince toplumumuzda ve geniş çevrelerde haklı olarak bir üst kültür olgusu, herkesin anlayamayacağı bir kültür olgusu akla geliyor ki; bu doğru. Ama Devlet
Opera ve Balesi olarak bunu bir üst kültür anlayışı, yalnız elitist
bir yaklaşımla sunmuyoruz. Son derece eğlendirici, eğitici,
aydınlatıcı yapıtlar da sergilemeye çalışıyoruz. Her yaş grubu
ve çevreden, toplumun her kesiminden insanların sevebileceği eserleri repertuarımıza katmaya çalışıyoruz. Bu yıl, özellikle
çocuk ve gençlik birimlerine ağırlık vererek, turnelerimizi 2009
yılı içinde iyi planlamaya çalışarak, meydan ve açık alan konserleriyle, opera salonlarına hiç gelmeyen kesimle buluşmayı
hedefleyerek bu açılımı sağlamaya çalıştık. Özellikle çocuk ve
gençlik korolarının çok etkili olacağını düşünüyorum. Bunun
dışında kurumun iç işleyişiyle ilgili köklü çalışmalarımız var.
Uluslararası Aspendos ve Bodrum Festivalimiz büyük ilgi gördü ve bu festivaller kurumsallaştı. Geçen yıl Uluslararası İstanbul Bale Yarışması’nı gerçekleştirdik. Çok büyük etki yarattı. İki
yılda bir tekrar edecek ve 2010’da dansın kalbinin İstanbul’da
atmasını sağlayacak diyebilirim. Bu yıl Samsun’da Devlet
Opera ve Balesi’nin açılışını yaptık. Yaz aylarında da Ankaralılara daha sık açık hava konserlerimiz olacak.
Uzun süredir orkestra şefliği yapıyorsunuz. Bir konserde
hala heyecana kapıldığınız oluyor mu? Konserler sırasında neler düşünürsünüz?
Şefin konsantrasyonu orkestrayı doğrudan etkileyen çok
önemli bir şeydir. Bu bakımdan her konserime iyi konsantre
olarak, arkadaşlarımı motive ederek ve iyi çalışarak hazırlanırım. Heyecan demeyeyim ama biraz şüpheyle baktığınız
zaman bunu orkestra hissedecek, sizin takipçiliğinizi bırakacak, kendi başına yol almaya başlayacaktır. Bu da sizin müdahale gücünüzü etkileyecektir. İyi bir orkestra şefi hata olabilecek noktaları kestirebilirse, hatayı önleyebilir. Orkestra şefi tam
bir lider olmak zorundadır. Bir orkestra şefinin serüveni engebelerle dolu bir kros parkuru gibidir. Yarım saat, 40-50 dakika
boyunca, saatte 140-160 km hızla, 100 kişilik ekibinizi hiç
kazaya uğratmadan o araziden geçirmek durumundasınızdır.
Daha önce parkuru yüzlerce defa dolaşmışsınızdır; ama parkurda beklenmedik olaylar olabilir. Yarışa benzettiğimize göre
buna da yarışın güzelliklerinden biri diyebiliriz.
İyi bir orkestra şefinin sahip olması gereken özellikler
nelerdir?
Dünyada iyi orkestra şefi çok az bulunuyor. Öncelikle liderlik vasfı olması gerekir. Bir enstrümanı çalmak yetmez, bütün
kolejliler MAYIS2009
enstrümanları tanımanız, müzik tarihi ve yabancı dil bilmeniz
gerekir. Ritim, müzikalite, kulak, hepsine sahip olmanız gerekir
ve bu sahip olduğunuz yeteneklere sizin kattığınız şeyleri de
ekleyerek kendinizi çok yönlü zenginleştirmek zorundasınızdır.
Çok uzun bir eğitim gerekir, mesleği seçtiğiniz andan itibaren
o meslekle ilgili sürekli eğitim alırsınız. Bunların ötesinde insan
ilişkilerinde çok başarılı olmanız, doğru iletişim kurmanız gerekir. Orkestra şefi; orkestra ile var olur. Orkestra bir insan topluluğudur, doğası gereği sorun üreten bir topluluktur. Sorunları
çözmek için kitaba uymayan çeşitli yöntemler üretmek zorundasınızdır. Orkestra şefliğinin incelikleri ise teknik ve psikoloji
anlamında bu sorunları çözmektir.
Dergimiz aracılığıyla okurlarımıza iletmek istedikleriniz
nelerdir?
Müzik eğitimi, toplumsal eğitimin çok önemli bir parçasıdır.
Bu eğitime ülkemizin aydınlanması yönünde çaba gösteren
herkesin çok önem vermesi gerekiyor. Çocuklarımıza doğru
bir müzik eğitimi verebildiğimiz; hatta enstrüman çalmayı
öğrettiğimiz zaman toplumsal aydınlanmaya, ülkemizi kalkındırmaya güzel bir şekilde katkıda bulunmuş olacağız. Bu,
gelecekteki nesillerin doğru yetiştirilmesi için hepimizin üzerine
düşen bir görevdir.
Rengim GÖKMEN
Müziğe küçük yaşlarda annesi opera sanatçısı Muazzez
Gökmen’in denetiminde başlayan sanatçı, piyano ve kompozisyon çalışmalarını Ankara Devlet Konservatuarı’nda Ferhunde
Erkin, Nimet Karatekin, İlhan Baran ve Ahmet Adnan Saygun’la
tamamladıktan sonra, orkestra şefliği öğrenimi için Devlet tarafından İtalya’ya gönderildi. Önce Roma Santa Cecilia Konservatuarı, daha sonra Siena Accademia Chigiana ve Santa Cecilia Yüksek Akademisi şeflik bölümlerinden Franco Ferrara’nın öğrencisi
olarak birincilikle mezun oldu. Bu arada Türkiye’de başlamış
olduğu keman ve yaylı çalgılar tekniği üzerine çalışmalarını İtalya’da altı yıl boyunca O. Vicari ile sürdürdü. Avusturya, İngiltere ve
Hollanda’da orkestra şefliği üzerine çalışmalar yaptıktan sonra
1980 yılında katıldığı “Gino Marinuzzi” San Remo Uluslararası
Şeflik Yarışması’nı kazanarak büyük başarı elde etti. Daha sonra
Avrupa’nın hemen hemen bütün ülkelerinde, ABD’de ve Güney
Amerika’da konserler yönetti. 1984-89 yılları arasında Ankara
Devlet Opera ve Balesi Genel Müzik Direktörü, 1992-95 yılları arasında Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü olarak görev yaptı.
Bu görevi sırasında Aspendos Opera ve Bale Festivali’ni başlattı.
1988 yılında İtalya Hükümeti tarafından “Cacalleria” nişanı ile
onurlandırılan sanatçı, 1991 yılında TÜTAV tarafından Türkiye’nin
yurtdışındaki tanıtımına katkıları sebebiyle ödüllendirilmiştir.
Sanatçı, Kültür Bakanlığı tarafından 1995 yılında “Yılın En iyi Şefi”
1997 yılında TOBAV tarafından “En Başarılı Opera Şefi” seçilmiştir. Ankara ve İstanbul festivalleri danışma kurulu üyesi olan Gökmen, 1991 yılından bu yana sürdürmüş olduğu İzmir Devlet Senfoni orkestrası müzik direktörlüğü görevi sırasında sayısız konser,
kayıt, yurtiçinde ve yurtdışında turneler gerçekleştirmiştir. 1999
yılında Cumhurbaşkanlığı Yüksek Kültür ve Sanat Nişanı ile onurlandırılan sanatçı, halen Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası
Müzik Direktörü ve Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü ve
Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı öğretim üyesidir.
®
kariyer
12
Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aşkın Tümer’69
“Türkiye’nin sorunlarına bilimsel
çözümler üretmeliyiz”
Bilimi sevmenin ailede başladığını vurgulayan Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi
Dekanı Prof. Dr. Aşkın Tümer, özellikle okullarda öğrencilere bilimle ilgilenme ortamı
sağlanması gerektiğini belirtiyor. Türkiye’nin bilimde diğer ülkelerden geri olmadığını fakat Nobel Ödülleri almaya götürecek
düzeyde araştırma sahalarının arttırılması
gerektiğini ifade eden Prof. Tümer’le akademik kariyeri ve bilim üzerine bir sohbet
gerçekleştirdik.
H
Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi’ni tanıtabilir misiniz?
Mezunlarınızın ülkemizde kendi alanlarında çalışma imkânı bulabilme oranı nedir?
acettepe Üniversitesi Fen Fakültesi’nin bünyesinde
beş bölüm bulunuyor. Bunlar: Aktüerya Bilimleri,
Biyoloji, İstatistik, Kimya ve Matematik Bölümleri.
Mezunların kendi alanlarında çalışma imkânı bulması bölümüne göre değişiyor. Örneğin Aktüerya
Bilimleri Bölümü, Türkiye’de lisans düzeyinde eğitim veren tek bölüm ve yeni bir alan dalı. Bu nedenle mezunlarımızın iş bulma konusunda sıkıntı çekmediğini biliyorum.
Matematik, İstatistik ve Kimya Bölümlerimizin mezunları da
kendi alanlarında iş bulma konusunda şanslılar. Biyoloji, dünyada 21. Yüzyılın bilimi olarak kabul edilmiş olmasına karşın
ülkemizde henüz hak ettiği önemi göremiyor. Bunun birçok
nedeni var ve bunlara burada değinmek istemiyorum. Biraz da
mezun sayısının diğer bölümlere göre fazla olması nedeniyle
bu bölümün mezunlarının bir kısmı farklı alanlarda çalışmaya
yönelmek zorunda kalıyor. Aslında biz fakültemizi bir meslek
okulu olmaktan çok, geniş bakış açısına sahip, doğaya ve
doğa bilimlerine olduğu kadar toplum bilimlerine ve güzel
sanatlara da ilgi duyan, entellektüel yönü güçlü, analiz ve sentez yeteneği gelişmiş, çevreye ve içinde yaşadığı topluma saygılı, aldığı formasyonla kritik konumları işgal edebilecek bireylerin yetiştiği bir fakülte haline getirmeye çaba gösteriyoruz.
Sizin fakültenizi diğer üniversitelerdeki fakültelerden ayıran etmenler nelerdir?
Türkiye’deki tüm üniversitelerde aynı adla (örneğin biyoloji, kimya, matematik) kurulmuş bölümler var. Bunları birbirinden ayırt eden etmenler akademik kadroları ve ders programları. Biz, uzun vadeli bir plan olarak, bu bölümlerin hemen hepkolejliler MAYIS2009
sinde okutulan “klasik” derslerin yerine, dünyada gelişen bilim
ve teknolojiye uygun olarak, yeni dersler hatta yeni anabilim
dalları açarak bölümlerimize olan ilgiyi arttırmak ve fakültemizi
ortaöğretim kurumlarından mezun olan başarılı gençlerin
öncelikle tercih ettiği bir konuma getirmeyi amaçlıyoruz.
Ne tür projeler üzerinde çalışıyorsunuz? Diğer üniversitelerdeki fen fakülteleriyle ortaklaşa yürüttüğünüz projeleriniz bulunuyor mu?
Bölümlerimizde yürütülmekte olan araştırma projelerinin
tamamını buraya sığdırmak mümkün değil. Beş bölümümüzde de halen çok sayıda üst düzey araştırmalar yapılmakta ve
sonuçlar bilim dünyasının saygın dergilerinde yayımlanmaktadır. Fakat Biyoloji Bölümümüzün yürüttüğü ve sadece Hacettepe Üniversitesi için değil ülkemiz için de önemi olan ve DPT
tarafından desteklenen bir projeden kısaca bahsetmek istiyorum. “Biyoçeşitlilik” adlı bu proje kapsamında ülkemizin doğal
biyolojik çeşitliliğini (bitki ve hayvan zenginliğini) araştırma,
koruma, depolama faaliyetleri yürütülecek. Hacettepe Üniversitesi’nin Beytepe Kampüsü sınırları içinde ülkemizin biyolojik
zenginliklerini içeren herbaryum, müze, arboretum, sera ve
gen bankası gibi birimler kurulacak; bu birimler okullara, diğer
kamu kurumlarına ve halka açılarak bu kesimlerin konuyla ilgili eğitim alması sağlanacak.
kariyer
13
Henüz diğer üniversitelerdeki fen fakülteleriyle ortaklaşa
yürüttüğümüz bir proje yok. Ancak, DPT tarafından desteklenen “Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı”na değinmek istiyorum. Bu program çerçevesinde, yeni kurulmuş ve gelişmekte
olan üniversiteler adına gelişmiş üniversitelerde genç bilim
insanlarına doktora yaptırılarak, bu yeni üniversitelerde görev
yapacak öğretim üyelerinin yetiştirilmesi amaçlanmaktadır.
Gençlerimizin, doktora yapmak üzere yurt dışına gitmeleri yerine bu program içinde yer almaları ülke ekonomisi için de
önemlidir. Biz de bu proje çerçevesinde ülkemizdeki birçok
üniversitenin fen fakülteleriyle temas halindeyiz. Bölümlerimizde halen bu kapsamda doktora yapmakta olan gençlerimiz
mevcut. Bunların sayısını arttırmak için çalışıyoruz.
Okullarda bilimi sevdirmek, genç bilimciler yetiştirmek için
neler yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Bilimi sevmek ailede başlar, okulda devam eder. Ailenin
bilime yaklaşımına bağlı olarak çocuklar teşvik edilip, en azından desteklenirse çocuğun da hevesi artar. Aynı şey okul için
de geçerlidir. Okulun olanakları ölçüsünde öğrencilere bilimle
ilgilenme ortamı sağlanmalıdır. Burada, TÜBİTAK tarafından
düzenlenen “Bilim Olimpiyatlarından” ve “Proje Yarışmalarından” söz etmek istiyorum. TÜBİTAK uzun yıllardır, biyoloji, fizik,
kimya, matematik ve bilgisayar alanlarında ortaöğretim öğrencilerine (matematikte ilköğretim de dahil) yönelik bilim olimpiyatları düzenlemektedir. Bu kapsamda yurt içinde hazırlık kursları düzenlenmekte, en başarılı öğrencilerden oluşan ekipler
ülkemizi uluslararası yarışmalarda temsil etmektedir. Üzülerek
söylemeliyim ki Kolej bu yarışmalara kendisinden beklenen
düzeyde ilgi göstermiyor. TÜBİTAK’ın fen ve sosyal bilimler
alanında yurt genelinde düzenlediği proje yarışmaları da bence çok teşvik edici. Dileğim Kolej’in tüm bu yarışmalara çok
sayıda öğrenci ve projeyle katılıp birincilikler alması. Burada
idareye ve öğretmenlere de görev düşüyor tabii. Aslında birçok okul kendi içinde de proje yarışmaları düzenliyor. Kolej de
bu tip yarışmalar yapıyor sanıyorum. Hatta bir tanesine beni
de jüri üyesi olarak davet etmişlerdi. Özetleyecek olursak,
çocuklarımıza bilimi sevdirmede ebeveynlere, öğretmenlere
ve okul idarelerine görev düştüğünü söyleyebilirim.
Türkiye’de bilim alanındaki gelişme ve yeniliklerin yeterli
olduğunu düşünüyor musunuz? Bu konuda bilim insanlarımıza düşen görevler nelerdir?
Bilimde gelişme ve yeniliklerin bir sonu yoktur. Türkiye’de
bilimin bugün geldiği nokta hiç de yabana atılır gibi değildir.
Yine de daha alınacak çok yol var. Bugün için ülkemizde bilimin en büyük kaynağı üniversitelerimiz ve araştırma enstitülerimizdir. Maalesef bilim çok pahalı bir uğraş. Ülke olarak gayri
safi yurt içi milli hasıladan bilimsel araştırmalar için ayrılan pay
2002 yılında %0.67 iken, bu oran 2007’de %0.71’e yükselmiştir. 2013 yılı için planlanan ise %2 gibi bir orandır. Bu oran şu
anda Amerika Birleşik Devletleri’nde %2.6, Japonya’da
%2.8’dir. Bu ülkelerin toplam bütçeleri düşünüldüğünde araştırmaya ayrılan para, Türkiye’nin bugünkü toplam bütçesinin
üzerindedir. Bilim insanı sayımız ise 2002 yılında 24.000 civarındayken, 2007 yılında 49.668’e ulaşmış olup 2013 yılı için
beklenen araştırmacı sayısı ise 80.000’dir. Ülkemizde yapılan
bilimsel yayın sayısı 2008 yılında 22.000’e ulaşmıştır. Bu da bizi
dünya sıralamasında 23.’lüğe getirmiş bulunmaktadır. Bilim
insanlarımız kendilerine düşen görevin zaten bilincindeler.
Amaç bir yandan dünyada bilimsel ve teknolojik gelişmelerle
rekabet etmek, diğer yandan da Türkiye’ye özgü sorunlara
bilimsel çözümler üretmek olmalıdır. Biraz daha iddialı düşünecek olursak, bizi Nobel Ödülleri almaya götürecek düzeyde
araştırmaların yapıldığı laboratuarlarımızın sayısı arttırılmalı ve
dünyanın en iyi ilk yüz üniversitesi arasına bizden de üniversite sokmalıyız.
Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinden biri olan Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanlığı görevinde olmak
size neler hissettiriyor?
İnsanın mezun olduğu üniversitede üst düzey bir yöneticilik görevi yapması değişik ve hoş bir duygu uyandırıyor. Böyle
bir hizmet yapmak, bir bakıma üniversitemin bana yapmış
olduğu yatırıma karşılık borcumun bir kısmını ödüyormuşum
gibi hissettiriyor.
Öğretim göreviniz dışında ne tür sosyal faaliyetlerde bulunuyorsunuz?
Gerek öğretim gerekse şu anda yürütmekte olduğum idari görevim vaktimin çoğunu işgal ediyor. Yine de arkadaş toplantılarına, sinema ve tiyatroya vakit ayırmaya çalışıyorum.
Özellikle tiyatroyu çok seviyorum. TED Ankara Koleji Mezunları Derneği’nin Tiyatro Kolunda çalışmalarım bile oldu; iki oyunda sahneye çıkmışlığım var.
TED Ankara Koleji mezunu olmanızın sonraki yaşamınıza
etkileri neler oldu? Halen görüştüğünüz Kolej arkadaşlarınız bulunuyor mu?
Kolejli olmanın ayrıcalıklarını hayatım boyunca yaşadım.
Kolej’de ilkokul birinci sınıftan lisede mezun olana kadar geçirdiğim onbir yıl bende çok güçlü bir aidiyet duygusu oluşturdu.
Kolejli olmaktan her zaman gurur duydum. Kolej bize farklı bir
dünya görüşü kazandırdı. Bunu hayatımın her aşamasında
hissettim. Halen lise dönemi arkadaşlarımın bir kısmıyla görüşüyorum. Hatta birkaç yıl öncesine kadar onlarla düzenli olarak bir araya da geliyorduk. Bir süredir ne yazık ki buluşmalarımız seyrekleşti. Yine de telefonla da olsa birbirimizin hatırını
sormayı ihmal etmiyoruz. En kısa zamanda da toplantılarımızı
tekrar canlandırmak istiyoruz.
Prof. Dr. Aşkın TÜMER’69
Prof. Dr. Aşkın Tümer, TED Ankara Koleji’nden 1969 yılında
mezun olduktan sonra ODTÜ Fizik Bölümü’ne girdi. Bir yılın
ardından ODTÜ’den ayrılıp Hacettepe Üniversitesi’nin o zamanki
adıyla Fen ve Mühendislik Fakültesi’nin Biyoloji Bölümü’ne
devam etti. Buradan 1973 yılında yüksek lisans derecesiyle
mezun olup aynı yıl, aynı bölümde asistan olarak göreve başladı.
1978 yılında doktora derecesini aldı. 1982 yılında TÜBİTAK bursuyla 3 ay İngiltere’de araştırmalar yaptı. 1983 yılında doçent
oldu. Aynı yıl Amerika Birleşik Devletleri’ne gidip bir yıl süreyle bir
ilaç firmasında araştırmalar yaptı. 1988 yılında British Council bursunu kazanarak, kısa süreli araştırmalar yapmak üzere tekrar
İngiltere’ye gitti. Yurda döndükten sonra 1989 yılında Hacettepe
Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü’ne profesör kadrosuna
atandı. 2006 yılından bu yana aynı fakültede dekanlık görevini
sürdürmektedir.
MAYIS2009 kolejliler
aktüalite
14
“1919 senesi Mayıs’ının 19’uncu Günü
Samsun’a Çıktım”
Atatürk, Nutuk’a bu sözlerle başlar. Evet, her şey
Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 tarihinde Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkması ile başlamıştı; hiç
kimse bu genç generalin kurtuluş harekâtını başlatacağını bilmiyordu. Ama Atatürk bugüne kadar hiçbir liderde bulunmayan bir azme ve ileri görüşlülüğe sahipti.
Türk milletinin vatanını ve bağımsızlığını korumak için ne
gerekiyorsa yapacağını biliyor ve bu savaşın kazanılacağına yürekten inanıyordu.
16 Mayıs 1919'da, "Bandırma" isimli küçük bir gemi
ile İstanbul'dan kurmaylarıyla birlikte ayrılan Mustafa
Kemal, 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a ulaşarak,
Anadolu toprağına ayak bastı. İşte bu tarih, Kurtuluş
Savaşı’nın başlangıç tarihini belirledi.
Ulu Önder Atatürk’ün Samsun’da yaktığı bu ateş,
kısa sürede tüm yurda yayıldı ve binbir çeşit kahramanlık, fedakârlık ve cesaret hikâyeleri ile dolu bir destana
dönüştü. Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde yürütülen
bağımsızlık mücadelemiz 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle amacına ulaşmış oldu.
19 Mayıs tarihinin, kurtuluş harekâtının başladığı
gün olması dışında iki önemli anlamı daha bulunmakta.
Birincisi, Atatürk’ün 19 Mayıs için, “Bugün benim doğduğum gündür” diyerek bu günü, kendi doğum günü
olarak, nüfus cüzdanına yazdırması; diğeri ise vatanı
onlara emanet edecek kadar güvendiği Türk Gençliğine
19 Mayıs’ı bir bayram olarak armağan etmesidir. 19
Mayıs 1919'da Samsun'a ayak bastığı günün yıldönümü; 20 Haziran 1938 tarih ve 3466 sayılı kanunla “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kabul edilmiş ve 1980 tari-
hinden sonra da bayramın ismine “Atatürk’ü Anma”
eklenmiştir.
“19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramını” da içine alan 15 – 21 Mayıs tarihleri arası tüm yurtta
“Gençlik Haftası” olarak kutlanmaktadır. Bu hafta içinde
gençlik konulu çeşitli konferans, panel, sempozyum ve
söyleşiler gerçekleştirilir. Ayrıca şölenler, tiyatro oyunları,
konserler, gençlerin eserlerinden oluşacak sergiler, spor
karşılaşmaları ile haftanın anlam ve önemini belirten
diğer faaliyetler düzenlenmektedir.
Gençlerine ve çocuklarına bayram armağan eden
dünyadaki tek lider Mustafa Kemal Atatürk’ü ve vatan
uğruna savaşmış herkesi, 19 Mayıs vesilesiyle bir kere
daha anıyor; onlara minnetlerimizi sunarken, bu yıl da
her yıl olduğu gibi 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve
Spor Bayramı’nı coşku ile kutluyoruz.
26 Mayıs 1938… Mustafa Kemal
Atatürk, tren garında kendisini uğurlamaya gelenlerle vedalaşıyor. Bu,
kendisinin Ankara’dan son ayrılışı
idi. İleri görüşlü bir lider olan Atatürk, belki de bunun farkında olarak
Ankara’dan gidiyordu.
Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı’nın
yürütüleceği merkez, daha sonra
da başkent olarak seçmesine
kadar bir bozkır kasabası görünümünde olan Ankara,
Atatürk’ün ayrılışı ile öksüz kaldı. Çünkü bu şehri, yüzyıllarca bir imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul
dururken, genç Cumhuriyet’in başkenti yapan ve baş
döndürücü bir hızla imar edilmesini sağlayan Atatürk’tü.
Ankara’da birer birer açılan
fakülteler, yüksekokullar, enstitüler, ulus çevresinde hızla yükselen yapılar, Atatürk Orman Çiftliği,
imar için çağrılan yabancı mimarlar ve açılan yarışmalar, üniversitelerde görevlendirilen yabancı
hocalar ve burada sayamayacağımız pek çok yenilik ile Ankara, yeniden doğmuş oldu
ve devlet başkanlarını ağırlayan bir kent haline dönüştü.
Ata’mıza, Ankaralılar olarak minnetlerimizi sunuyor ve
kendisini özlemle anıyoruz.
Ata’nın Ankara’dan son ayrılışı…
kolejliler MAYIS2009
aktüalite
16
3. Sokak Festivali başrolünde
Avrupa Başkentleri
Her yıl mayıs ayında düzenlenen ve bu yıl üçüncüsü
gerçekleştirilen Sokak Festivali, Leo Organizasyon tarafından organize edilmektedir. Festivalin bu yılki teması
ise “Avrupa Başkentleri” olarak belirlendi.
Kent duyarlılığını artırmayı, sokakları daha yaşanır ve
eğlenceli hale getirmeyi; kültür ve sanatın hareketliliğini,
paylaşılırlığını ve gelişimini desteklemeyi amaçlayan
festival kapsamında Avrupa'dan etkinlikler; dans, tiyatro
ve sahne gösterileri, konserler, kısa film gösterimleri, el
sanatları, vitray, resim ve fotoğraf sergileri, üniversite
toplulukları etkinlikleri ile açıkhava atölye çalışmaları yer
alıyor.
Ankara’da, en son 90’ların başında doğanların
ucundan yakalayabildikleri sokak kültürü, yaşam tarzının ve alışkanlıkların değişmesiyle hemen hemen kayboldu. Çocuklar sokaklarda oynamak yerine oyunlarını
evlerinde, bilgisayarlarının başında sanal
ortamda oynuyorlar.
Sokaklar
sadece
çocuklar için değil,
yetişkinler ve gençler
için de ne yazık ki
çeşitli
sebeplerle
yabancılaştıkları yerler
oldu.
Sokağını özleyenler için iyi bir fırsat niteliğinde olan ve geçen yıllardaki
gibi güzel paylaşımlara sahne olan festivalde, isteyenler
etkinliklerde yer alarak, çalışmalarını da sergileyebileyebilmekteler.
16. Uluslararası Aspendos Opera ve Bale Festivali
www.leo.com.tr
Şimdi Aspendos Zamanı…
Aspendos kralının çok güzel bir kızı vardır ve herkes onunla evlenmek ister.
Fakat kral kimi seçeceğini bilemediği için
halka şöyle duyurur: “Kim halkımız, şehrimiz adına en yararlı ve güzel şeyi yaparsa kızımı ona vereceğim.” Bu durum
üzerine iki büyük eser çıkar, bu iki eseri
ikiz kardeşler ortaya koyar. Eserlerin birisi şehre kilometrelerce uzaktan, müthiş
bir geometrik hesaplamanın sonucunda inşa edilmiş su kemerleri; diğeri ise
sahnesinde yere metal para atıldığında en üstten dahi o sesin duyulduğu,
Dünya’nın o zamanki ve günümüzün akustik olarak en iyi
tiyatrosudur. Mimarı da Zenon'dur.
Kral su kemerlerini gördükten sonra kızını su kemerlerini yapan mimara vermek ister; fakat daha sonra tiyatroya girdiğinde, tiyatronun yukarı tarafında gezerken bir
ses duyar. Ses “Kralın kızını ben almalıyım, onu bana vermeli” diyordur. Bu akustiğe hayran kalan kral kızını mimar
Zenon’a verir.
Zenon eğer yaşasaydı ve Aspendos Antik Tiyatrosu’nda verilen konserleri dinleseydi ne hissederdi acaba? Eminiz ki, 15 senedir orada gerçekleşen sanat olayları karşısında izleyenlerin hissettiklerini: Hayranlık!
Türkiye’nin en önemli festivallerinden Uluslararası
Aspendos Opera ve Bale Festivali’nin 16.’sı bu yıl 10
Haziran– 3 Temmuz tarihleri arasında gerçekleştirilecek.
Her yıl büyük ilgi gören festival, muhteşem Aspen-
kolejliler MAYIS2009
dos Tiyatrosu’nun büyülü atmosferinde
Ankara, İstanbul, İzmir, Mersin, Antalya
ve Prag Devlet Operaları ve Doğuş
Çocuk Senfoni Orkestrası’nın performansları ile sanatseverlerle buluşacak.
Festival açılışı Ankara Devlet Opera ve
Balesi’nin 10 Haziran 2009 Çarşamba
günü sergileyeceği G.Verdi’nin “AİDA Operası” ile gerçekleşecek. A. Adam’ın
“GISELLE Balesi”, İstanbul Devlet Opera
ve Balesi, tarafından 16 Haziran 2009 Salı
günü, G. Bizet’in “CARMEN Operası” ise 19
Haziran 2009 Cuma günü sergilenecek.
Bu yıl sanatseverler Prag Devlet Opera
ve Balesi’nin performansına da tanıklık edecekler. 23
Haziran 2009 salı günü G.Puccini’nin “TOSCA Operası”, Aspendos Tiyatrosunun eşsiz sahnesinde Prag
Devlet Opera ve Balesi tarafından sahnelenecek.
Antalya ve Mersin Devlet Opera ve Balesi ise 26
Haziran 2009 cuma günü C.Orff’un “CARMINA BURANA Balesi” ile izleyicilerin karşısına çıkacak.
İzmir Devlet Opera ve Balesi C.Gounod’un
“ROMEO ve JULIETTE Operasıyla” 30 Haziran 2009
Salı günü opera ve bale severlerle buluşurken, festivalin
kapanışını ise, 03 Temmuz 2009 cuma günü “DISNEY’İN SİHİRLİ MÜZİĞİ Konseri” ile Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası yapacak.
www.aspendosfestival.org
aktüalite
17
20. Ankara Film Festivali’nin Ardından
Festival filmleri 20 bin izleyici ile buluştu
Yine heyecanlı ve sinemaya gönül verenlerin emeklerinin taçlandırıldığı bir Ankara Film Festivali’ni daha geride bıraktık… Halkbank ana sponsorluğunda, Dünya
Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından 12 - 22 Mart
2009 tarihleri arasında gerçekleştirilen Ankara Uluslararası Film Festivali izleyici sayısında bu sene rekora ulaşıldı.
30 ülkeden 213 filmin gösterildiği festivalde, 45
video art sergilendi. Festival süresince yurt dışından ve
yurt içinden 200'ü aşkın sinema sanatçısı ağırlandı. Festival filmleri, Kızılay Büyülü Fener ve Çağdaş Sanatlar
Merkezi'nde 20.000 izleyici ile buluştu. Ankaralı sanatseverler, izleyici kitlesinin Yüzde 65'ini öğrencilerin oluşturduğu festival kapsamındaki konser, parti ve diğer etkin-
liklerle de sanat dolu günler geçirdi
Bu yıl 20.’si düzenlenen festivalde,
Özcan Alper’in yönetmenliğini yaptığı
“Sonbahar” en iyi film dahil pek çok ödüle layık görüldü. Genellikle festival filmlerinin halk tarafından beğenilmediği gibi bir
kanı yaygın olsa da “Sonbahar”, vizyona
girdiği andan itibaren izleyicilerin de
beğenisini toplayarak, bütün bu ödülleri
hak ettiğini göstermiş oldu.
“Sonbahar” filminden sonra en çok
ödül alan film ise Cemal Şan’ın yönetmenliğini yaptığı ve senaryosunu yazdığı “Dilber'in Sekiz Günü” oldu.
Engelliler Haftası 10-16 Mayıs tarihleri arasında, ülkemizde ve Birleşmiş Milletlere üye 156 ülkede, bu konuda söyleyecek sözü olanların kendilerini ifade ettikleri bir
hafta olarak değerlendiriliyor. Bütün hafta boyunca
engelliler sorunu, bu sorunun nasıl önlenebileceği ve
engellilerin eğitiminin nasıl sağlanabileceği konuları ele
alınıyor.
Engellilerin çoğunu doğuştan bir engeli olmayan;
ama çeşitli nedenlerle sonradan engelli olan kişilerden
oluşturduğunu düşünecek olursak, herkesin bir gün
engelli olma potansiyeli ile yaşadığı sonuncuna varıyoruz.
Ülkemizde görme, işitme, konuşma, ortopedik,
zekâ ve ruhsal engelliler olmak üzere pek çok engelli
vatandaşımız bulunmakta ve bu kişilerin birçoğu zor
şartlar altında yaşamlarını sürdürmekte. Ulaşım problemlerinden, işsizlik sorunlarına kadar çözüm bekleyen
pek çok sorunla da mücadele etmekteler.
Dileğimiz onların daha kolay yaşam şartlarına
kavuşmaları ve yaşadıkları sorunların en kısa sürede
çözüme kavuşması. Bedensel ve ruhsal tüm engellerin
kalkması temennisiyle…
Engelsiz bir dünya için…
18-24 Mayıs Müzeler Haftası
Esin perisi müzeler…
Tarihsel miraslarımızın korunması, tanıtılması ve gelecek nesillere
aktarılması konularının gündeme
gelmesi için iyi bir fırsat olan Müzeler Haftası 18-24 Mayıs tarihleri
arasında kutlanmaktadır.
Müzeler, sanat ve bilim eserlerinin saklandığı, halka gösterilmek
için sergilendiği yerlerdir. Müze
kelimesi ise eski Grekçe “mousa”, Latince “musa” diye
adlandırılan esin perisinden gelmektedir.
Ülkemizde ise müzecilik, arkeolog ve ressam
Osman Hamdi Bey’in çabalarıyla başlamıştır ve kendisi
ülkemiz müzeciliğinin kurucusu olarak kabul edilmektedir. 1883 yılında kurulan İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin
kurucusudur ve aynı zamanda antik eserlerin yurt dışına
çıkarılmasını yasaklayan “Asar-ı
Atîka Nizamnâmesi’ni” yürürlüğe
sokan kişidir.
Son yıllarda Kültür Bakanlığı’nın uygulamaya soktuğu Müze
Kart önemli bir adım oldu müzecilik açısından. Bunun dışında
özel müzelerimizin yurt dışından
getirdiği sergiler de gezen herke-
sin takdirini topladı.
Bütün bu olumlu gelişmelerin devam edebilmesi
için, müzelerin eserlerin depolandığı, sıkıcı yerler olmaktan çıkartılıp, insanların vakit geçirmek isteyecekleri yerler haline dönüştürülmesi ve müze gezme alışkanlığının
küçük yaşlardan itibaren insanlara kazandırılması
gerekmektedir.
MAYIS2009 kolejliler
duyurularımız
18
BULUŞMA 2009...
ne kadar sürekli bir yolculuk. Bu yolculuğun son
aşamasında sizlere inanıyoruz, güveniyoruz.” diyerek duygularını ifade etti.
TED Ankara Koleji
Mezunları Derneği Genel
Başkanı Bülent Bağdatlı,
organizasyonda emeği
geçen herkese teşekkür
ederek TED Ankara Koleji’nde aldığınız eğitim,
hayatınıza yön verecek ve ileride elde edeceğiniz başarılara
imza atacaktır.” dedi.
Bağdatlı’nın ardından bir konuşma yapan TED Ankara
Koleji Vakfı Yönetim Kurulu İkinci Başkanı Ersin Eroğlu: “Aileleriniz bu okula sizleri, kurucusu M. Kemal Atatürk’ün İlkeleri ve
Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin değerlerini kazanmanız için
gönderdiler. Hayatınızın bundan sonraki bölümünde de hep
bu değerlere sahip çıkarak ilerleyin.” diyerek öğrencilere başarılar diledi.
TED Genel Başkanı Selçuk Pehlivanoğlu ise: “Hayatta
esas olan şey fark yaratmaktır. Bugün burada bulunan
2008-2009 eğitim ve öğretim yılında TED Ankara Koleji mezunlarımız her biri kendi mesleklerinde fark yaratmış
kişilerdir. TED’li olmak, Kolejli olmak büyük bir mesuliVakfı Özel Lisesi’nden mezun olacak öğrenciler ve her biri yet gerektirir. Burada kazandığınız özgüveni, burada
kendi meslek alanında isim yapmış değerli mezunlar, 27 aldığınız Cumhuriyet İlkelerine olan bağlılığı, bundan
Mart Cuma günü, İncek Kampüsü’ndeki “Buluşma”da bir sonraki yaşamınıza da taşımanız gerekir. Eminim kurucumuz Ulu Önder Atatürk’ün yaktığı meşale, sizin
araya geldi.
yaşantınızda, aydınlık bir gelecek olarak duracak. Hepinize başarılar diliyorum.”
dedi.
Lise Müdürümüz
Konuşmaların ardından
Aydın Ünal, konuklara
mezun olacak 370 öğrenci,
ve öğrencilere hitaben
eski mezunlarla sohbet edeyaptığı
konuşmada
rek, onların deneyimlerinden
ise: “Kolej’den mezun
yararlandılar ve birlikte hatıra
olduktan uzun bir süre
fotoğrafı çektirdiler. Emekli
sonra, sizlere rol model
Büyükelçi Kaya Toperi (yaşolmak üzere buraya
ça en büyük mezunumuz)
gelen mezunlarımızla
ve yaşça en küçük lise
geçireceğiniz saatler,
öğrencisi Ece Altuntaş birliksizler açısından büyük
te mezuniyet pastasını kestiönem taşımaktadır. Biz
ler. Buluşmada, öğrencilerTED Ankara Koleji
den oluşan müzik grupları
yöneticileri ve öğretsanat müziği, batı müziği ve rap’ten oluşan bir konserle konukmenleri, başarısız bireylerin olmadığı bir okulda, başarısızlığın
lara eğlenceli dakikalar yaşattılar. Eski mezunlar daha sonra,
olmadığı bir okulda, Atatürk’ün okulunda görev yapmaktan
TED Ankara Koleji Vakfı Genel Müdürü Sevinç Atabay eşliğinhep mutlu olduk ve mutlu olmaya devam edeceğiz. Çalışmak,
M. Kemal’in deyimiyle yorulmadan çalışmak ne kadar güzel,
de Okul Müzesi’ni gezdiler.
Psikolojik Danışma ve Rehberlik Müdürlüğümüz ve TED
Ankara Koleji Mezunları Derneği’nin katkıları ile düzenlenen
“Buluşma”ya, Bilkent Üniversitesi Rektörü Ali Doğramacı, TRT
Haber Dairesi Başkanı Devrim Gürkan, Emekli Büyükelçi Kaya
Toperi, Antalya Eski Valisi Ertuğrul Dokuzoğlu, TED Genel Başkanı Selçuk Pehlivanoğlu, Gazeteci-Yazar Nur Batur, Düş Hekimi Yalçın Ergir, Ankara Devlet Opera ve Balesi Sanatçısı Leyla
Çolakoğlu ve Milli Basketbolcularımızdan Tansev Mıhçıoğlu
gibi isimlerin de aralarında bulunduğu 30 mezunumuz katıldı.
Programda açılış konuşmalarını; TED Ankara Koleji 12.
sınıf öğrencisi İlkiz Orhon, TED Ankara Koleji Özel Lisesi
Müdürü Aydın Ünal, TED Ankara Koleji Mezunları Derneği
Genel Başkanı Bülent Bağdatlı, TED Ankara Koleji Vakfı Yönetim Kurulu İkinci Başkanı Ersin Eroğlu ve Türk Eğitim Derneği
Genel Başkanı Selçuk Pehlivanoğlu yaptı.
İlkiz Orhon: “Hayatımızda önemli bir yere sahip olan Kolej,
bizi sadece sınav başarıları yüksek olan gençler olarak değil,
aynı zamanda sosyal hayatta, sporda yetkin bireyler olarak
yetiştirdi. Bu edindiğimiz olanakların bizi yaşamda hep bir
adım ilerde tutacağına inanıyorum. TED Ankara Koleji mezunları olarak attığımız her adımda, söylediğimiz her sözde
Kolej’den izler taşıyacağız.” dedi.
kolejliler MAYIS2009
duyurularımız
19
Optimum’da Bowling Keyfi
Sadece Ankara’nın değil tüm Türkiye’nin en büyük outlet
alışveriş merkezlerinden biri olan Optimum Outlet ve Eğlence
Merkezi, TED Ankara Koleji mezunlarını, düzenlediği bowling
etkinliğinde bir araya getirdi. “Bowling Oynuyoruz” adlı aktivite, Optimum Outlet ve Eğlence Merkezi’nin sponsorluğunda
TED Ankara Koleji Mezunları Derneği tarafından 28 Şubat
2009 cumartesi günü saat 12.00-14.00 arasında gerçekleştirildi. Katılımın ücretsiz olduğu bu eğlenceli etkinliğe katılım, 8’erli
gruplar halinde 80 kişi ile sınırlandırıldı. Herkesin çok eğlenceli bir gün geçirerek, mutlu bir şekilde ayrıldığı günün sonunda
mezunlarımız arasında yapılan bowling turnuvasında dereceye girenlere kupa verildi.
Optimum Outlet ve Eğlence Merkezi, açıldığı 2004 yılından
bu yana her yeni gün Ankaralılara yeni fırsat ve yenilikler sunuyor.
Yaklaşık 1600 kişiye istihdam olanağı sağlayan Optimum
Outlet ve Eğlence Merkezi’nde giyimden gıdaya, bijuteriden
elektroniğe kadar geniş bir ürün yelpazesi içindeki ulusal ve
uluslararası 171 markanın mağazası bulunmaktadır.
Tüketicilerin tüm ihtiyaçlarına cevap veren bir alışveriş merkezi olan Optimum Outlet ve Eğlence Merkezi, 70.000 m2'lik
kapalı bir alana sahiptir. Bunun yanı sıra; 1 yapımarket, 1 hiper-
market, 1 elektronik market, 9 salonlu sinema, buz pateni pisti, 12 m yüksekliğinde tırmanma duvarı ve bowling salonu ile
Ankara’nın en büyük kapalı eğlence parkurlarından birine ev
sahipliği yapmaktadır.
Alışveriş merkezi konseptinin giderek değiştiği günümüzde, uygun alışveriş olanakları sunması yanında, eğlenceli ve
alternatifli bir yaşam alanı da yaratma amacıyla yola çıkan
Optimum, diğer alışveriş merkezlerinden "outlet" konseptiyle
sıyrılıp Ankara'da bir ilk olan 8.000 m2'lik eğlence kompleksiyle
hizmet veriyor.
Bizlere böyle hoş saatler yaşattığı için TED Ankara Koleji
Mezunları Derneği olarak Optimum Outlet ve Eğlence Merkezi’ne teşekkür ediyoruz.
Ayşegül Gürerk’85 Common Purpose’u tanıttı
Ortak İdealler Derneği Program Direktörü 1985 mezunlarımızdan Ayşegül Gürerk, 25 Mart
2009 tarihinde TORCH’da derneği tanıtıcı bir toplantı düzenledi. Toplantıdan sonra katılımcılar
için bir kokteyl verildi.
Mezunlarımızın katıldığı toplantıda uluslararası bir vakıf olan
ve liderlere yönelik eğitim programları düzenleyen Common
Purpose’ın Türkiye’deki merkezi ve çalışmaları hakkında bilgiler verildi
Toplumun temel taşlarını oluşturan her 3 sektörü (özel, sivil
toplum kuruluşları, kamu liderleri
ve yöneticileri) bir araya getiren
Common Purpose, onlara çeşitli
vizyon geliştirici eğitim programları sunuyor.
1989 yılında İngiltere’de kurulan, 20 yıldır 100,000 den fazla
kişinin desteğini alan ve bugüne
kadar 70 şehirde farklı sektörlerden 25,000’in üzerinde katılımcının katıldığı Common Purpose
aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 12 ülkede faaliyetlerini
sürdürmektedir.
www.ortakidealler.org.tr
MAYIS2009 kolejliler
duyurularımız
20
Kolejli İşadamları Derneği kuruldu
Yönetim Kurulu
Başkan – Süha Günel
‘84
Sayman – Semih Apa
‘81
Başkan Yardımcısı – Taylan Arıhan
Üye – Suat Başar
Üye – Basri Çavuşoğlu
Üye – Mualla Çelik Hıdıroğlu
Üye – Şeref Topkaya
Kurucular Kurulu
Kolejli İşadamları Derneği, küreselleşen ekonominin her
alanı ve coğrafyasında faaliyet gösteren TED Ankara Koleji
mezunu işadamı, yatırımcı, sanayici, hukukçu, akademisyen
ve yöneticileri bir araya getirmek, gelişmeleri takip ederek paylaşım sağlamak, görüş alışverişinde bulunmak, var olan Kolejli dayanışmasını iş, ekonomi ve bilim dünyasında daha da
etkinleştirerek, piyasa ekonomisinin hukuksal ve kurumsal altyapısının yerleşmesi ve evrensel iş ahlakı ilkelerine uygun faaliyet ile bilimsel çalışmaları destekleyerek, ülkemiz yarınlarına
katkıda bulunmak amacıyla kurulmuştur.
26 TED Ankara Koleji mezunu tarafından kurulan derneğimiz, bir sivil toplum örgütü olma bilinciyle sürekli kurumsal
gelişimi ve üye memnuniyetini esas almaktadır. Dünyanın her
yerinde aktif TED Ankara Kolejli girişimci odaklı ve proje destekli üretimde bulunarak, Kolejli işadamlarının liderlik vasıflarını, sosyal sorumluluklarını ve dayanışma ruhunu geliştirmek,
çağdaş Türkiye için katkıda bulunmak üzere çalışmalar yapmak ve uygun platformlar oluşturmak suretiyle Mayıs ayı içerisinde TOBB’de Türk Ticaret Yasa Tasarısı hakkında öncelikle
TED Ankara Koleji mezunu, konusunda uzman kişilerle seminer düzenledi. Bu seminer, etkinlikler ve gelecekte düzenlenecek projeler için daha detaylı bilgilendirme www.kid.org.tr
girişli internet sayfamızda sizlerle paylaşılacaktır. Kolejli işadamlarının Türk toplumunun öncü ve girişimci bir grubu olduğu inancı ile yeni mezun Kolejlilerin iş kaygısını ortadan kaldıracak; seçtikleri mesleklerde mezunlardan destek aldıkları
ortamlar yaratıp daha verimli bir enerji ile insan kalitesi yükselişini sürekli kılacak, rekabet gücünü artıracak çalışmaları olacaktır.
Dayanışma ruhumuzu pekiştirmek ve daha da geliştirmek
için bu yıl içerisinde, TED Ankara Koleji mezunlarımız ile İstanbul ve İzmir’de tanıtımlar gerçekleştirilecektir.
Kolejli İşadamları Derneği (KİD)
Genel Koordinatörü Nüket Bilecek Başar‘84
kolejliler MAYIS2009
Mezuniyet Yılı
‘84
‘83
‘84
’81
‘84
Mezuniyet Yılı
Semih Apa
‘81
Ömer Aydıner
‘85
Taylan Arıhan
‘84
Suat Başar
‘83
Önder Bülbüloğlu
‘79
Uğur Boz
Basri Çavuşoğlu
Mualla Çelik Hıdıroğlu
Ahmet Çörtoğlu
Gönül Genç
‘82
‘83
‘81
‘80
‘82
Vedii Gül
‘82
Zafer İbrişim
‘77
Süha Günel
Sedat Kasan
Ahmet Kayserilioğlu
‘84
‘89
‘81
Kerem Mağdenli
‘91
Hakan Sağlam
‘83
Onur Öz
Sunullah Salırlı
Sait Sargın
‘80
‘80
‘84
Şeref Topkaya
‘84
Kağan Usluel
‘82
Bülent Torpil
Sait Ürünlü
Basri Yüce
Cengiz Bıçakçıoğlu
‘84
‘84
‘85
‘82
duyurularımız
21
KİD “Ticaret Yasa Tasarısı”
seminerini düzenledi
Türkiye’de ve dünyada saygınlığı tartışılmaz olan TED Ankara Koleji Okulları’ndan mezun, birikimli insanların bir araya
gelerek oluşturduğu sinerjiyi, gelecek nesillere fayda sağlayacak şekilde aktarmak amacıyla kurulan derneğimiz, bu etkinlikle beraber çalışmalarına başlangıç vermiştir. Kolejli İşadamları
Derneği olarak; seminer konusu “Ticaret Yasa Tasarısı” seçilirken, ekonominin ve dolayısıyla Ticaret Hukuku’nun önemli bir
ayağını oluşturan işadamlarımızın iş hayatlarında her daim karşılarına çıkabilecek ve kendilerine gerekli olabilecek bir konu
olmasına özen gösterilmiştir. Katılımcılarımızın da büyük bir
çoğunluğunun iş dünyasından kişiler olması sebebiyle; Ticaret
Yasa Tasarısı’nın hukuki yönden irdelenmesinin yanı sıra, uygulamaya yönelik pratik bilgilere de yer verilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. Seminer programımızın hazırlığı aşamasında
başta Kolej mezunu değerli akademisyenlerimiz olmak üzere
Ankara’da bulunan hukuk fakültelerinin tüm değerli Ticaret
Hukuku Anabilim dalı Öğretim üyeleri ve akademisyenleri;
Ticaret Yasa Tasarısı Komisyonu’nda yer alan tüm hukukçularımız ile temasa geçilmiş ve seminerimize katılımları sağlanmıştır. Serbest oturum şeklinde başlayan seminer; Devlet Bakanı
Sayın Zafer Çağlayan, Aso Başkanı Sayın Nurettin Özdebir ve
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Sayın Özdemir Özok beyefendinin konu hakkındaki açılış konuşmalarıyla devam etmiştir. Yüksek katılımın gerçekleştiği seminer sonunda katılımcılara oturumun özeti ‘El Kitapçığı’ şeklinde dağıtılmıştır. Sayın bakan ve
bürokratlara, değerli hukukçulara Yönetim Kurulu Başkanı
Süha Günel Darphane’nin özel anı hatıra paralarından katılım
teşekkürünü vermiştir. Seminer ile ilgili tüm ayrıntılar web sayfasında (www.kid.org.tr) yayınlanacaktır.
Yönetim
MAYIS2009 kolejliler
duyurularımız
22
İzmir TED Ankara Kolejliler Derneği Yönetim
Kurulu Üyeleri Derneğimizi ziyaret etti
Aralarında, Figen Leblebicioğlu’71, Zerrin Bazman’75,
Aydın Çubukgil’76, Okyay Bağdat’70, Sevda Altınörs’72 ve
Müzehher Çubukgil’41 gibi mezunlarımızın bulunduğu İzmir
TED Ankara Kolejliler Derneği Yönetim Kurulu Üyeleri, 17
Nisan Cumartesi günü Ankara’ya gelerek derneğimizi ziyaret
etti.
Ziyaret kapsamında, İzmirli Kolejlilerle birlikte, öncelikle Ulu
Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün kabrini ziyaret ettik. Daha
sonra hep birlikte İncek’e giderek, okulumuzu ve kampüsümüzü gezdik. Hatıraların tazelendiği ve duygusal anların yaşandığı, Okul Müzesi gezisinden sonra, İncek ziyaretimiz sona erdi.
Daha sonra, çeşitli sportif ve sosyal aktiviteleri bünyesinde
barındıran Kolejliler Yaşam Merkezi’ne gidildi ve tesis gezilerek
bilgi verildi. İzmirli Kolejlilerle gerçekleştirdiğimiz bu anlamlı
buluşma Göksu Restoran’da, saat 20.00’deki keyifli bir akşam
yemeği ile devam etti. Yemekte Müzehher Çubukgil’41, Başkan Bülent Bağdatlı’ya bir plaket sundu.
İkili ilişkilerin geliştirilmesi konusunda karşılıklı fikir alışverişi
yapılan buluşmada, TED Ankara Koleji Mezunlar Derneği Başkanı Bülent Bağdatlı, İzmir TED Ankara Kolejliler Derneği Yönetim Kurulu’na bu ziyaretlerinden dolayı teşekkür etti. Ayrıca,
kendilerinin de İzmir, İstanbul ve Antalya’daki TED Ankara
Kolejliler Derneklerini ziyaret etmeyi planladıklarını söyledi.
kolejliler MAYIS2009
duyurularımız
23
Kolejliler Genç Osman’ı izledi
TED Ankara Koleji öğrenci ve mezunları Ankara Devlet Tiyatrosu Çayyolu Sahnesi’nde sergilenen “Genç Osman” adlı oyunu izlemek için bir araya geldi. Mezunların aileleriyle katıldığı
gecede, Genç Kolejliler de mezun annebabaları ile oyunu izlediler. 11 Nisan, saat
20.00’de başlayan ve Turan Oflazoğlu’nun
yazıp, Şakir Gürzumar’ın yönetmenliğini
yaptığı Genç Osman oyununu ilgiyle izleyen Kolejliler, tiyatro dolu bir gece geçirdi.
Oyunculukları ve kostümleriyle de
beğenilen “Genç Osman” Çayyolu Sahnesi’ndeki sezon kapanışını TED Ankara
Kolejlilerle yapmış oldu.
Lise 4. sınıf temsilcileriyle
2. ve 3. kez buluştuk
TED Ankara Koleji Lise Öğrenci Komisyonu ile okulumuzun
4. sınıf temsilcileriyle buluşmalar bu dönemde de gerçekleştirildi. Dernek Başkanımız Bülent Bağdatlı ve diğer dernek üyelerinin de katıldığı toplantılar, 20 Şubat ve 20 Mart tarihlerinde
yapıldı. Yoğun katılımın sağlandığı bu toplantılarda öğrencilerle karşılıklı fikir alışverişinde bulunuldu. Öğrencilerin büyük ilgi
gösterdikleri bu toplantılarımız önümüzdeki dönemlerde de
devam edecek.
MAYIS2009 kolejliler
duyurularımız
24
ULAŞILMAK ve ULAŞMAK için
BİLGİLERİNİZİ GÜNCELLEYİN…
TED Ankara Koleji’nde geçen günlerimizi gelecek kuşaklara
aktarmak, ortak amacımızı ve farklılığımızı devam ettirmek,
sizlerin varlığıyla mümkün oldu ve olmaya devam edecek…
TED Ankara Koleji mezunu olarak hedefleri, idealleri olan mezunlarız ve
başarılı olmaktan başka bir seçeneğimiz yok. Eminiz ki sizler de
TED Ankara Kolejli olma gururunu hep yaşayacak ve yaşatacaksınız.
Sizlere ulaşabilmemiz, aktivitelerimizi haber verebilmemiz,
birlikteliğimizin devamını sağlayabilmemiz, yenilenen
üyelik programımızla daha iyi hizmet verebilmemiz için
lütfen üyelik bilgilerinizi güncelleyiniz.
Bize;
www.kolej.org adresindeki güncelleme formunu doldurarak,
[email protected] / [email protected] adresine mail göndererek,
0 312 418 74 41
numaralı fakstan, ya da
Türkiye’nin her yerinden 444 0 958’i arayarak
ulaşabilirsiniz.
kolejliler MAYIS2009
duyurularımız
25
Hayatta Kimseye
Borçlu Kalmayın…
Sevgili TED Ankara Koleji Mezunları Derneği Üyeleri;
2009 yılı aidatı Genel Kurulumuz’da 80 TL olarak belirlenmiştir.
Dernek faaliyetlerimiz siz değerli üyelerimizin ödediği aidatlar ile
gerçekleştirilmektedir. Mensubu olduğumuz camianın bir bireyi olarak
kişisel katkınız göstergesi olan yıllık aidatlarınızın zamanında
ödenmesi bizleri motive edecektir.
Değerli Üyemiz,
Aidatlarınızı, kredi kartlarına 6 taksite kadar ödeme kolaylığı sağlıyoruz.
Bunun için derneğimizi arayarak otomatik kredi kartı talimatı vermeniz veya
aşağıdaki banka hesap numaralarına TED Ankara Koleji Mezunları Derneği
adına havale yapmanız yeterlidir.
T. İş Bankası Akay Şubesi 4201-360 953
Finansbank GOP Şubesi 1915888
Garanti Kızılay Şubesi 82 / 6296404
Yapı Kredi Bankası Akay Şubesi 69948367
[email protected]
[email protected]
444 0 958
MAYIS2009 kolejliler
TED Ankara Koleji Mezunları Derneği Onur Kurulu Başkanı Prof. Dr. Ali Bozer’42
“Böyle bir kurula başkan olmaktan
dolayı gurur duyuyorum”
TED Ankara Koleji Mezunları Derneği içinde yer alan komisyonların tanıtılmasına bu sayımızdan itibaren başlıyoruz. Bu ilk sayımızı çok değerli üyelerden oluşan Onur Kurulu’muzun tanıtımına ayırdık. Kurulun faaliyetleriyle ilgili bilgileri Eski Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Ali Bozer bizlere aktardı. Dernek ve TED Ankara Koleji ile ilgili
düşüncelerini de paylaşan Başkan Bozer, görevinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
O
TED Ankara Koleji Mezunları Derneği Onur Kurulu üyeleri
kaç kişiden ve kimlerden oluşuyor?
nur Kurulu son seçimlerle birlikte 21 arkadaşımızdan oluşmaktadır. Bu sayıya şu an hayatta olmayan bazı arkadaşlarımız da dahildir. Onur Kurulu’ndaki arkadaşlarımızın isimlerini kısaca belirteyim; Nuyan Sav'48, Gülseren Orhon'49, Sevim
Erarslan'49, Erdem Tulgar'58, Emin Çölaşan'60,
Ergün Alkan'63, Refik Çölaşan'64, A.Berati Arısoy'65, Celal
Göle'65, Niyazi Akdaş'65, Uğur Tola'65, Mustafa Ünsay'66, Volkan Bozkır'67, Zehra Odyakmaz'67, Deniz Sungur'68, İ.Deniz
Coşkunsu '70, Okyay Bağdat'70, Rıfat Hisarcıklıoğlu'73, Özger
Tevfik Aksoy'44 (vefat) ve Mehmet Mağdenli'60 (vefat).
Nuyan Sav, Gülseren Orhon gibi bazı arkadaşlarımızın
Onur Kurulu’na dahil olma tarihleri çok eskidir. 1947, 1949,
1960 yılında dahil olan arkadaşlarımız mevcuttur. Rıfat Hisarcıklıoğlu, Ergün Alkan ve Deniz Coşkunsu gibi aramıza yeni
katılan arkadaşlarımız da vardır.
Bu arkadaşlarımızdan bir kısmı vefat etmiş ve bir kısmı da
devamsız olmasına rağmen isimlerini kurul üyesi olarak söylememin sebebi arkadaşlarımın gıyabında duyduğum saygıya
dayanıyor. Statümüze göre Onur Kurulu’na seçilmişseniz üyeliğiniz ömür boyu devam eder ve üyelere müeyyide uygulama
durumu yoktur.
Kurul olarak çok düzenli toplantılar yapılır ve katılım da tatmin edici düzeyde olur. Bizim camiamız memnuniyetle ifade
edeyim çok kapsamlı bir camiadır. Camiamızın çeşitli kuruluşları vardır. Türk Eğitim Derneği, TED Ankara Koleji Vakfı, TED
Ankara Kolejliler Spor Kulübümüz gibi. Esas ilgi alanımız
Ankara Koleji olmakla beraber, bunlar hakkında da bilgi edini-
kolejliler MAYIS2009
bizim dünyamız
27
yoruz, böylece camianın tümü hakkında nabzı tutma imkânımız oluyor. Kurul, her zaman büyük bir ahenk içinde çalışmıştır ve şahsen böylesine bir kurula başkanlık ettiğim için memnuniyet ve gurur duyuyorum.
Onur Kurulu’nun faaliyetlerinden bahseder misiniz?
Biz camiamızın meseleleri hakkında yerine göre Türk Eğitim Derneği’ne, yerine göre TED Ankara Koleji Vakfı’na, olaylar
karşısındaki düşüncelerimizi sunmak yolunu tercih ediyoruz.
Bunun dışında disipline çok önem veriyoruz. Kolejimizdeki
disiplin çalışmalarına katkıda bulunmayı büyük bir zevkle yapıyoruz. Ülkemizin sorunlarına karşı duyarlıyız ve bu alanda bazı
faaliyetlerimiz olur. Mesela, 2008 Nisan ayında Anayasa Taslağı üzerinde bir sempozyum düzenledik. Bu sempozyumda
yapılan müzakereleri bir kitap halinde yayınladık ve ilgili yerlere gönderdik. Bu suretle Anayasa Taslağı üzerindeki görüşlerimizi de dile getirmiş olduk.
Bunun dışında Kolej camiasına hizmet etmiş ve emeği
geçmiş olanların anılarının, yaşıyorsa kendilerinin okul ve
camia içinde yaşatılması ve ödüllendirilmesi için de faaliyetlerimiz var. Örneğin son olarak Kolejimizin uzun yıllar muhasebeciliğini yapan ve ne yazık ki geçtiğimiz ay hayatını kaybeden
değerli ve emektar Fethi İnce Bey’e hastayken bir ziyarette
bulunduk. Kendisine manevi desteğimizi sunduk.
Bunu dışında tüm camiayı birleştirecek bir Danışma Kurulu’nun oluşturulması hakkında görüşmeler yaptık. Bütün birimler bir bütün içinde faaliyetlerini sürdürsünler ve aralarında kuvvetli bir dayanışma olsun istiyoruz. Bu konuda bazı temennilerimiz olmuştur. Bunların ötesinde toplantılarla bir araya gelerek
eski arkadaşlarımızın bazılarına karşı olan hasretimizi gidermiş, Kolej anılarımızı yad etmiş oluyoruz. Ve bu vesile ile bir
kere daha Danışma Kurulundaki arkadaşlarımıza katkılarından
dolayı sizin vasıtanızla teşekkür etmeyi bir borç sayıyorum.
TED Ankara Koleji Mezunları Derneği’nin çalışmalarını
nasıl buluyorsunuz?
Çok başarılı buluyorum. TED Ankara Koleji Mezunları Derneği’ndeki bütün arkadaşlar adeta kendilerini oraya vakfetmişler. Mezunlar Derneği Başkanı da kurul toplantılarımıza katılıyor
ve kendi faaliyetleri hakkında bilgiler veriyor. Bizlerden görüş
ve önerilerimizi alıyor. Derneğin bazı faaliyetleri gelenek haline
gelmiştir. Bunların dışında her sene bazı teşebbüslere girdiklerini de görüyoruz. Bir de bütün mezunları ve hatta öğrenci
olanları da toplayacak bir tesis olan Kolej-IN yapılıyor. Bu da
aramızdaki dayanışmayı devam ettirmek için çok büyük bir
araç olacak. Bütün genç arkadaşlarımı kutluyorum.
Onur Kurulu olarak hedefleriniz nelerdir?
Başlıca hedefimiz bu camianın içindeki bütün kuruluşlar
arasındaki ahenkli çalışma düzeninin devamına yardımcı
olmak. Yeni ve eski mezunlar arasındaki ilişkinin devamı için
ilgili kuruluşlarımıza uyarıda bulunmak, mezunlar içindeki
dayanışmanın sağlanmasına yardımcı olmak. Keza mezunlarımızın üniversiteye hangi sıradan girdiği, yüzde kaçla başarılı
olduğunu takip etmekteyiz. Camianın eğitim düzeyinin artan
bir şekilde olmasını istiyor ve buna da telkinlerimizle katkıda
bulunmaya çalışıyoruz.
TED Üniversitesinin kurulmasıyla ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz?
TED Ankara Koleji’nin, benim için, en önemli faaliyetlerinden bir tanesi üniversite kurulmasıdır. Ben TED Ankara Koleji
Vakfı’nın 20 sene başkanlığını yaptım. Vakıf kurulmadan önce
de Türk Eğitim Derneği Yönetim Kurulu’nda son senelerde
bulundum. Vakfı biz kurduk ve bizim o zamanki ekibimizin üzerinde durduğu meselelerden bir tanesi de üniversite kurmaktı.
Maalesef Mili Eğitim Bakanlığı’ndan gereken teşviki görmedik.
Hatta o zamanlar Anayasa Mahkemesi’nin kararına göre vakıf
halinde üniversite kurmak mümkün değildi. Bizden sonra
gelen genç arkadaşlar, bu başarıya ulaştılar. Sanıyorum
YÖK’ten de bu karar çıkmak üzere, büyük bir üniversite kuruyorlar, kendilerini bu vesile ile kutlamak istiyorum.
Bir marka olarak TED Ankara Koleji’ni gelecekte nerede
görüyorsunuz?
TED Ankara Koleji, kendini toplumda kabul ettirmiş bir
okuldur, bir markadır. Bunu daha yaygın bir hale getireceğiz.
İlk mezunlardan biri olduğum için o zamanlarla bugünü mukayese ettiğimde müthiş ve çok mükemmel bir ilerleme kaydedilmiş olduğunu düşünüyorum.
O zamanlar bu kuruluşları TED Koleji mezunları yönetmezdi, çünkü o düzeye gelmiş mezunumuz yoktu. Türk Eğitim
Derneği Yönetim Kurulu’na yönetici olarak ilk gelen bendim,
düşünebiliyor musunuz? Bugün bakıyorum bütün birimler
mezunlarımız tarafından yönetiliyor, ama dışarıya da açığız ve
bunun daha da güçleneceğini umut ediyorum.
Son olarak mezunlarımıza neler iletmek istersiniz?
Kolej’in hemen hemen ilk mezunlarından biriyim, benden
evvel iki sınıf var. Kolej mezunu olmaktan mutluluk duyuyorum.
Bu camiaya mensup olmak benim için ayrı bir mazhariyettir.
Sorunuza kısaca cevap vermek istiyorum. Kolej mezunu
genç arkadaşlarımın okullarıyla, Kolej camiasıyla ilişkilerini
kesmemelerini, bu camiaya hizmet etmelerini dilerim. Sevgili
Kolejlilerin mensup oldukları mesleklerinde gerek ahlak, gerek
bilgi yönünden seçkin insan olmaları; ayrıca mezunlarımızın,
ağabeyleri, öğretmenleri gibi, Cumhuriyetimiz kurucusu eşsiz
Atatürk ve arkadaşlarının koyduğu asal ilkelere bağlı ve onlardan ödün vermeyen bir yapıya sahip olmaları en içten dileğimdir.
MAYIS2009 kolejliler
bizim dünyamız
28
64 mezunları her ay buluşuyor
TED Ankara Koleji 1964 yılı mezunları 2008 yılının Eylül ayından bu yana her ayın üçüncü
çarşambası bir araya gelerek, eski günleri yad ediyorlar. Bülent Öcal, Metin Kutluay ve
Prof. Dr. Haluk Pamir’in önderliğinde başlatılan toplantılara her ay farklı kişiler katılıyor. Bu
toplantılardan büyük keyif aldıklarını belirten Öcal, buluşmalarını uzun yıllar devam ettirmek niyetinde olduklarını söylüyor.
B
TED Ankara Koleji 1964 mezunları grubu ile ilgili bilgi alabilir miyiz? Böyle bir grup nasıl oluştu? Ne kadar süredir
buluşuyorsunuz?
u toplantıların yapılmasındaki en önemli etken
2004 yılında Bolu Koru Oteli’ndeki buluşmamız
oldu. Burayı işleten arkadaşlarımız mezuniyetimizin 40. yılında bizler için 90 oda ayırtmışlardı. Bu
90 odanın tamamı doldu. Orada herkes birbirine
kenetlendi. Güzel bir gün geçirdik. Birbirimizi çok
özlemişiz. Herkes bir anda ortaokul, lise hayatına döndü.
Şakalar bile o zamana döndü. Böyle bir hasret o zamandan
benim içimde hep vardı.
Ben aslında 1964 mezunu değilim. Kızlarla bir sene daha
fazla okumak için Lise 2’de sınıfta kaldım 1965’te mezun
oldum. Mezun olduktan sonra iş hayatında Kolejli arkadaşlarımızla karşılaştık. Her zaman da iş ortamında birbirimize yardım ettik. Ben arkadaşlığa çok fazla inanan bir insanım. Bir şey
yaptığım zaman etrafımda arkadaşlarım olsun, her zaman bir
kolejliler MAYIS2009
arada olalım, birbirimizin dertlerine ortak olalım diye düşünüyorum. Belki de Kolej’de aldığımız eğitim bize böyle sıkı bir
şekilde bağlanmayı öğretti.
Ben 1975’ten bu yana inşaat sektöründe üretim yapan
Çanakkale Seramik ve Kalebodur grubunun bölge pazarlama
müdürlüğünü yaptım. Şu anda da Dr. İbrahim Bodur Kaleseramik Eğitim, Sağlık ve Sosyal Yardım Vakfı’nda Genel Müdürlük yapıyorum. Bizim dönem arkadaşlarımızdan Cafe Kahve’nin sahibi mimar Metin Kutluay’la iş hayatımızda sürekli karşı karşıya geldik. Birbirimize yardım ettik. ODTÜ Mimarlık
Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Haluk Pamir de bizim sınıf arkadaşımız. Üçümüz bir araya geldiğimizde tüm 64 mezunlarının bir
arada olacağı toplantılar yapmayı planlıyorduk. İlk toplantımızı
Eylül 2008 tarihinde yapmaya karar verdik. Hiç üşenmeden
herkesin mail adreslerini aldık.
Şu an elimizde 201 kişinin adresi var. Bu toplantı günleri
öncesinde herkese mesaj çekiliyor. Buluşma günümüz her
ayın 3. Çarşamba günü.
bizim dünyamız
29
Okul sıralarında birlikte olduğunuz arkadaşlarınızı yıllar
sonra yeniden görmek sizlere neler hissettiriyor?
Çok büyük keyif alıyoruz. Okul sıralarına, hatıralarımıza geri
dönüyoruz. O günleri anlatırken bir yandan da başımızdan
geçen yeni şeyleri de birbirimizle paylaşıyoruz. Bazen birbirimize takılıyor, birbirimizi kızdırıyoruz. Buraya gelenlerin hepsi
de bu işten memnun. Elimizdeki adreslerde İstanbul’da, Marmaris’te, Bodrum’da hatta yurtdışında olanlar var. Ama ben
her ay onlara da mail gönderiyorum. Mesela bundan iki ay
önce İstanbul’dan Muzaffer Bayraktaroğlu geldi. Şu anda toplantıya katılım 40-50 kişi arasında dönüyor. Her toplantıya farklı kişiler gelebiliyor. Belki bu daha da çoğalacak. Şubat ayı toplantısından önce maile “Kızlar azınlıkta kalıyorsunuz” diye bir
not ekledim. Bir baktık Fırat Topçuoğlu, kızları toplamış gelmiş.
Bu sefer “Dikkat kızlar fark atmaya başladı” diye yazdım.
Bu toplantıların güzelliği şu; mesela yollarda karşılaşıyoruz. 64 mezunu olup bugüne kadar hiç görmediğim arkadaşlarım var. Niçin hiç olmazsa imkan dahilinde olanları bulup
onlarla tekrar görüşmeyelim?
64 mezunlarının birbirlerine bu kadar bağlı olmalarının
nedenleri değerlendirilmek istenirse, hangi etmenleri en
başta sıralayabilirsiniz?
Ben 64’ten sonrakilerin de çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Onlar da birbirlerine bağlılar, bizim gibi sık toplanıyorlar.
TED Ankara Koleji mezunu olmanın nasıl bir duygu olduğunu sizden dinleyebilir miyiz?
Kolejli olmayı tarif etmek çok kolay değil. Bizim yetiştirilme
tarzımız belki diğer okullardan biraz farklılık göstermiş olabilir.
Bizde arkadaşlık duygusu daha fazla. Diğer okullarda bir iki
samimi arkadaşlık olur. Bizde ise tüm sınıfta aynı arkadaşlık
duyguları hakimdir. Yalnız bizim sınıf arkadaşlığı dönemi değil,
bir de bizim tuvalette sigara arkadaşlığı dönemimiz var. Bizim
ulaşamadığımız arkadaşlarımız bana mail atarak ilişki kurabilirler. Mail adresim; [email protected] ve Tel: 0549 314
44 19. Ayrıca buluşma adresimiz: Cafe Kahve Uğur Mumcu
Cad. No:12 GOP Tel: 0312 446 20 51
MAYIS2009 kolejliler
bizim dünyamız
30
69-70 mezunlarının 60’lar partisi
2009 yılının Ocak ayında, Yahoogroups sayesinde tam 7 yıldır irtibata geçmiş olan 69-70 yılı mezunlarından birkaç arkadaşımla beraber bir partide idik. Bu çok zevkli geçen partide,
yine dönem arkadaşlarımızdan benim ilkokul arkadaşım sevgili Sedef Demirel’in “Biz kendi grubumuza niye özel bir parti
düzenlemiyoruz?.. Hadi bakalım..” demesiyle bir proje geldi
aklımıza..
Daha evvel defalarca toplanmış, 69-70 mezunları için gerçek bir 60’lar partisi düzenlemeye karar verdik… Dönem arkadaşımız sevgili Metin Murphy Menahem’in kulübünde yaptığımız bir toplantıda, dönem yıllığımızın slide showunun, arkadaşlarımızı ne kadar etkilediğini hatırlayarak, dönemi kendi
müziği ile bir slide show olarak hatırlatmak fikri geldi aklıma.
Aslında geçtiğimiz senelerde “Mimarlar Derneği 1927”de bir
gece rahmetli Kolejli kardeşim, mimar “Ali Yavuz Özbay”ın
hazırladığı bir geceden ve onun sunusundan çok etkilenmiştim.
Onun da adını anarak bu yeni projeye başladım. Kronolojik Dünya Tarihi resimleri ile başlayıp, artistler, müzik grupları,
popüler gazete ve dergiler, arabalar, motorlar, müzik sistemleri vb. döneme damgasını vuran her şeyi, yaklaşık her şeyi göskolejliler MAYIS2009
termeye çalıştım. Bu bitince, niye Türkçe bir gösteri olmasın
dedik ve onu da aynı mantalite ile hazırladık…
Yer seçiminde çok hassas davrandık. Küçük, samimi ve
teknik ekipmanı kuvvetli bir yer aramaya başladık. O sırada
facebook’da şahsıma gelen bir davet bizi, 21 Şubat
2009’unun o çok karlı gecesinde, “Ruhi Bey Meyhanesi”nde
toplanmaya itti. Açıkçası çok da memnun kaldık. Arada çıkan
teknik sorunları kıymetli dostum Mustafa Su sayesinde kolayca aştık ve geceyi gerçekleştirdik. Gece bizim grubun ötesinde bir ilgi ile izlendi. Bu arada küçük yer ilk bana dokundu ve
izdiham beni eğlenceyi salonun dışından izlemeye zorladı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Ajda Pekkan’ın “Azize”sinin, yine
Ajda Pekkan Zeki Müren’in “İki Yabancı” kliplerinin de bulunduğu bir gösteri, ardından Mustafa Su’nun “My Way” ile başlayan karaoke show’unu izledik. Ve Monşer! Hidayet Eriş’in
piyanosu eşliğinde söylenen şarkılar ile sabaha doğru birlikteliğimizi sonlandırdık...
Yıllardan sonra, hadi adıyla söyleyeyim 50 yıllık dostlarımla güle ağlaya, coşa oynaya, dans ederek, şarkı söyleyerek
çok güzel bir gece geçirdik…
Ahmet Kemal Üner’70
bizim dünyamız
31
“Pekiyi” Ezberledik…
Elimde Milli Eğitim Bakanlığı damgalı bir okul kitabı var…
Damganın bulunduğu kitap kapağını sola doğru kıvırıyorum.
Yazarlar, kitap basım tarihi, yeri… Bir sayfa daha kıvrılıyor ellerimde sol tarafa doğru. “Beyaz, ay yıldızlı al bayrak” hemen
altında İstiklal Marşı… Ardından bir sayfa daha.. Mustafa
Kemal Atatürk’ün çakmak çakmak bakan gözleri sağ sayfada
olmakla beraber, sol sayfada Türk gençliğine miras olarak
bıraktığı Gençliğe Hitabe…
Okula ilk adımlarını attıklarından itibaren, Atatürk İlke ve
İnkılaplarını, yapılan savaşları, zaferleri ve mağlubiyetleri,
bağımsız olma çabalarını ya da “bazılarının” baş rollerde
oynadığı Türk milletini bağımlı olmaya itelemelerini, adeta bir
sömürge gibi yaşatma çabalarını; fakat eninde sonunda bahsi geçen “bazı” kesimlerin bozguna nasıl uğratıldıklarını öğreniyorlar, geleceğin Türk gençleri olarak yetiştirilenler… Mezhep, din ayırmaksızın Türklüğün geniş çatısına sığınmış kahramanlarının asil tarihinden sınavlara giriyorlar.
Aralarında onlara bırakılmış bu hazinenin tarihinin “ezberlenmesinden” pekiyi alanlarda var gayet tabii… Kitaplarda
yazılan mirasları birkaç kez okuduktan hemen sonra kitap
kapağını kapayıp iyi ezberleyebilmiş miyim, kontrol edip karşısındaki duvara kendilerine bırakılan miras tarihlerini takır takır
sayan mirasçılar yok mu sanıyorsunuz? Fakat aynı mirasçılardan söz ediyorum ki, hep pekiyi aldıkları, nokta-virgül ezberledikleri bu hazinenin tarihinin “medeniyet denilen tek dişi kalmış
canavar”a her gün biraz daha yeniliyor olduğunu bir türlü fark
edemeden, “düşünemeden altındaki binlerce kefensiz yatanı,
bastığı yerleri toprak! deyip geçenlerden” söz ediyorum…
Hepsi diyemem, buna tabii ki hakkım yok. Fakat gerçekten
rahatsız edici bir çoğunluk, bir Türk genci çoğunluğu, sınıflarda haftayı İstiklal Marşı’yla açmaktan ve hatta açabiliyor
olmaktan mutlu değil gibi görünüyor… Tahtanın hemen üzerine yerleştirilmiş Türk bayrağına bakmaya bile tenezzül etmiyor
kimileri. Olduğu yerde sallanan, arada sırada aklına estikçe bir
iki kelime mırıldanan, başları önlerine eğik, kendi milletleri için
dik durup marşlarını söylemeye bile üşenen “Ey Türk Gençli-
ği”. Birinci vazifen bu muydu! Törenlerin yanından bile geçmeyen ya da cezalardan korkup, zoraki geçmenin verdiği bezginlikle kendi Cumhuriyet Bayramı’nı doyasıya kutlamadan, kim
yatağından kalkıp taa okula gidecek diye kestirip atan, Türk
Gençliği! Mevcudiyetinin ve İstikbalinin yegane temeli bu muydu! Cumhuriyet’in yılmaz bekçileriyiz diyorduk hani? Yılmadan
bekçilik ettiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi bayramına bile
gitmeyerek mi bu yılmazlık? Genciz diyorduk, 19 Mayıs’da
okul bahçelerini boş bırakarak mı kanıtlanıyor bu gençlik? Ya
da sürekli “içinde bulunduğun vaziyetin imkan ve şeraitinden”
yakınarak mı kaçacaksın dış ülkelere? Oralarda kendini geliştirip oralarda mı doktor, mühendis, bilim adamı olacaksın?...
Küçük yaşlardan beri ezberliyordun hani tarihini… Hani
pekiyi alabiliyordun ezberlediklerinden kimi zaman… “Düşmanı denize döktük” diyordun oturduğun koltuktan rahatça…
İstiklal Marşı’nı ezberliyordun ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni…
Ezberlediğin hiçbir şeyde bezmişliği göremeyeceksin.
Kitap kapağını kapatıp duvara takır takır sayabildiğin hiçbir
şeyde yorgunluğu, vazgeçmişliği, ölme-bitme korkusunu
bulamayacaksın. Pekiyi alabildiğin hiçbir sınavda kendi ülkesini bırakıp, diğer ülkelerde yoğrulan kahramanlar göremeyeceksin. Hissedeceksin! Yüceliğini, tüyleri diken diken eden
marşını… Benimseyeceksin! Sana yazılan hitabeni… Hala bir
hayat felsefen yoksa, okuduklarını, öğrendiklerini felsefe edeceksin hayatına. Ve asla vazgeçmeyeceksin… Vatan ve millet
sevgin için gidebildiğin yere kadar gideceksin. Sen, Türk gencisin!
“… Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk İstiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”
Nazlı Taşkın (11-O, 1001)
TED Ankara Koleji Lise Kısmı
73 mezunu yatılıları
Ankara’da buluştu
TED Ankara Koleji 1973 mezunu yatılı öğrencileri 28 Şubat
2009 tarihinde Ankara’da bir araya geldi. Hep birlikte güzel bir
gece geçiren mezunlarımız eski günleri anarak, keyifli anlar
yaşadılar.
MAYIS2009 kolejliler
bizim dünyamız
32
50. YIL KUTLAMAMIZA MUTLAKA GELİN
(100. YIL’A GELEMEYEBİLİRSİNİZ)
Biz iki kardeştik. Ağabeyim, Metin, benden dokuz
yaş daha büyüktü. O nedenle onun ilk veya ortaokulda okuduğuna hiç şahit olmadım, belki de okumadı, doğrudan liseye gitti. Ben okul denen cendereden haberdar olduğumda o çoktan lisede öğrenciydi. Türk Maarif Cemiyeti Yenişehir Koleji’nde okuyordu. O İncesu’nun oradaki okulda. “Leyli” idi. Ben
önce Erenköy 38. İlkokul, sonra Sarar İlkokulu, onu
takiben Eskişehir Dumlupınar İlkokulu…” Hayır
kovulmuyordum, babam tayin oldukça biz de peşinden gidiyorduk.” En sonunda Yenişehir Maarif Koleji 4. Sınıf.. Ama okulu daha önce görmüştüm.
İzcilik o zamanlar çok önemliydi. En önemli rakibimiz Atatürk Lisesi idi. Atatürk Lisesi’nde kız yoktu,
sadece erkek öğrenciler okurdu ve öğrenci sayısı
bizden çok fazlaydı. Dolayısıyla sporda pek bir
üstünlük sağlayamazdık.. Ammmaa izcilik bambaşkaydı.
Maarif Koleji farklıydı. Hele kuğular gibi süzülerek yürüyen kızlarımız Ankara’nın gururu idi. Delikanlılar, boruları ve trampetleri tüm güçleri ile çalarak diğer okullara meydan okurlardı, kızlarımızı korumak üzere. Hipodroma giderken önlenemez bir
şekilde G.M Kemal Bulvarında birleşen bu iki rakip okul izcilerinin boru ve trampet takımları ile adeta bir diğerini yok etmek
için verdikleri mücadele tüm Ankaralıların hakemliğinde hipodroma kadar acımasızca sürerdi. Trampet takımı şefi Oğuz Abi
(Hiçyılmaz) trampetinin derisi, boru takımı şefi Adil Ağbi ise
dudakları patlamış olarak okula dönerlerdi. Ama her resm-i
geçitin şaşmaz galibi BİZLER dik, (En azından bizim için öyle
idi) çünkü fazladan ve onlara her zaman fark atan kızlarımız ve
bayraktarımız “Sarı Metin” vardı.
Bir tören sonrası Oğuz Ağbi trampetini, Adil Ağbi dudaklarını patlatırken, süksesine halel gelmesin diye soğuktan donan
Sarı Metin zatürree oluverdi. O zamanlar için ölümcül bir rahatsızlıkmış. Ev yasa büründü annem beni aldığı gibi Eskişehir’den Ankara’ya zıpladık. Okul “Sarı Metin”ini hastanelere
emanet edemedi ve revirde Fatma Ablamız, annem, okul doktoru ve ben Sarı Metin’i iyileştirdik.
Suphiye ve Nuriye Ablalarla o sırada tanıştık. Ben okulu
asarak Ankara’ya kapağı atmanın mutluluğu içinde yüzerken,
bir işgüzar: “ Leylilerle birlikte mütealalara girsin “ diyiverdi. İşte
müstakbel Kolejliliğim böylece başlamış oldu, 1948.
Okulun kömür tozundan bir bahçesi, bahçenin iki ucunda
da kale direkleri vardı. Futbol oynandığını pek hatırlamıyorum
ama Hacettepe’li santrfor “Canavar Burhan“, kaleci Korkut ve
Aslan Daş sanırım o kömür tozlu sahadan yetişti. Şimdi okulun varlıklarına bir kalem daha ilave edeceğim: “Bir de “Misnasır“ ımız vardı. Duyuyordum ama kendisini hiç görmemiştim.
Okulda ondan daha fazla korkulan hiç kimse yoktu. Bir gün
karşılaştık; korku ile: “Good morning Miss Noisser“, dedim.
kolejliler MAYIS2009
Durdu bana döndü, ayvayı yemiştim: “It’s afternoon boy“ dedi
ve uzaklaştı. Millet gülüyordu, ben yeniydim ve İngilizce derslerimiz hep sabahları idi. Nereden bileyim öğleden sonra
insanların başka şekilde selamlaştığını. Bu yıllar boyu okulumda, unutmamak üzere, öğreneceklerimin ilki idi.
Okulda paralel bir hayatım vardı. Ağabeyinin kanatları altına sığınmış ve lisede itibarı olan bir velet ve ilkokulda ne olup
bittiğinden habersiz derslere girip çıkan bir çocuk. Lisede itibarım vardı çünkü kızların mektuplarını ağabeyime veya arkadaşlarına getirmek ve onların iletilerini kızlara ulaştırmak gibi
ulvi bir göreve sahiptim. Ben olmasaydım eminin bir jenerasyon boşluğu hasıl olurdu. Hani nasıl arılar olmadığı zaman
ağaçlar meyve vermiyor ise… Derken bir gün okula zıplaya,
zıplaya yürüyen “Batman“ gibi siyah bir pelerini olan bir delikanlı geldi, Mr. Browning. Adı öyleymiş; biz de artık kendisinden öyle bahsedeceğiz. Onunla birlikte Mr. Sherwood.. Bizim
dönemin çocuklarından kimse bu ilavelerin farkında değildi
ama ben aynı zamanda lisede görevli(!) olduğum için her
şeyin farkındaydım. Okulda bir şeyler değişiyordu. Mümtaz
Tarhan T. E. Derneği başkanı olmuştu. Yusuf Mardin öğretim
kadrosuna dahil edilmişti. Bütün bunları bizim çocukların bilmesi mümkün mü! Şükretsinler benim lisedeki ilişkilerime;
ama okulun Kolej olacağını bana bizim çocuklar haber verdiler. Eee biz zaten kolej diyorduk yoksa okul Kolej değil miydi?
Bu soruya henüz kimse doyurucu bir cevap veremiyordu.
Umur, Teoman, Oytun bu konuda en bilgililerimizdi fakat onların anlattıkları da pek bir şey ifade etmiyordu. Yalnız biz ilkokul
sonda iken bütün derslerimize ayrı öğretmenler girmeye başlamıştı. Cimnastiğe Tevfik Bey, (çok yakışıklı idi bütün hanım
öğretmenler ve kız arkadaşlarımızın bir kısmı hayrandı), müziğe Muzaffer Bey (Arıkan), matematiğe Ayşe Harmankaya,
Türkçe ve dilbilgisine Ragıba Hanım, tabiata İnayet Hanım,
tarihe Muazzez Hanım, resim-işe ressam ve de işçi olmayan
bizim dünyamız
33
bir hanım… Her derse ayrı bir Bey veya Hanım; iş çığırından
çıkmıştı ama hoşumuza gidiyordu, dışarıda: “Tarihçi beni çok
seviyor” veya “Matematikçiden nefret ediyorum” demek. Diğer
okullardakiler şaşkın dinliyorlardı. Onlarda bir hoca vardı iyiyse
iyi, kötüyse kötüydü. Ama bizde öyle mi… Müzikte, düzgün
solfej yapamadığı için, ilkokulda dayak yiyen ilk Türk öğrenciler Nabi sayesinde bizim aramızdan çıkmıştı. Ayşe Harmankaya olmasaydı ilerideki yıllarda Kolej, edebiyat bölümünden
mezun veremezdi. Onun sayesinde bizler, Oytun ve ben matematikten nefret edip edebiyatçı olduk ve bu arada cetvel denilen aletin ölçmekten çok
avuç içi kızartılmasında
kullanıldığını da öğrendik. Zekai Pişkin, Umur
Büktaş, Teoman Germiyanlıgil, Turgut Güdüllüoğlu, Ekin Şahin, Hayati
Özkan ve Kemal Çavuşoğlu nasılsa matematiği öğrenmeyi başardılar.
Öyle olduk… Böyle
olduk… Sonunda ilkokuldan mezun olduk.
Babama üstü kapalı olarak ilk resti o zaman çektim, diplomamı götürüp: “Baba ben artık mahalle bekçisi, polis
veya kapıcı olabilirim” değil mi diye gözdağı
vermiştim. Babam iyi döverdi, o gün dövmedi
mesajı almıştı herhalde…
Başınızı şişirdim… Ertesi yıl bizi ortaokula
almadılar 1950-51. “Hazırlık okuyacaksınız”
dediler. Formalar mecburi kılındı. Göğsümüzde “TED Ankara Maarif Koleji” yazılı armalar
bulunacaktı. Ceketlerimiz bizim mavi, lisenin
lacivert olacaktı. Veee hepsi aynı yerden alınacaktı. Kolej olmak çok kolay değilmiş evcek
anlamaya başlıyorduk. Okul “Bat Man” cüppeli öğretmenlerle doldu, ama Mr. Sherwood yoktu. Mr. Browning
görevinin başında idi ve otuz küsur yıl, kırka yakın, belki daha
fazla (biliyorsunuz her türlü hesap beni yorar) bizlere “Mr.
Brown is at the sea-side” ı öğretti. Allah razı olsun.
Hayatımız tamamen değişmişti. Bütün öğretmenlerimiz
yabancı idi, edebiyat öğretmenimiz Sabahat Hanım hariç. Eğitilmemiz anlaşılan bayağı güç bir işti, dışarıdan bakıldığında,
çünkü her gün ismini bilmediğimiz cezalar yağıyordu hepimizin kafasına. “Get busy!”, “Shut-up!”, “fold your hands on your
desk!” ilk bağışıklık kazandığımız feryatlardı. Kemal Çavuşoğlu, henüz örf ve adetlerimizin kendisini tam olarak sıyıramadığı
için feryatları Türkçe algılayıp ona göre tepkiler veriyordu. Mr.
Carlini’nin “Shut-up!” diye haykırması Kemal’in: “Olsa da
içsek” temennisi ile kahkaha tufanına dönüşüyordu veya “Get
busy!” narasına yine Kemal’in büyük bir safiyetle: “ Ne bezi, ne
bezi?” demesi hepimizin “Conjugation” cezası alması ile
sonuçlanıyordu. O kadar çok fiil çekimi cezası alıp “Go” fiilini
çektik ki Turgut’un ismi otomatikman “To Go”ya dönüştü ve
uzun yıllar öyle kaldı. Cezalarımız bazı iyi aile çocuklarının
geçim kaynağı olmuştu. Sabahlara kadar yazıp bitiremediğimiz cezaların bir kısmını, müstesna öğrenci olmaları nedeni ile
hiç ceza almayan Ömer İnanç, Birol Aygün gibi tiplerden, ufak
bir ücret mukabili teminimiz mümkündü. Hatta Birol her ihtimale karşı bir miktar önceden hazırlayıp getirirdi ki öğle teneffüslerinde rahat oynayabilsin… Alıcı nasıl olsa her zaman mevcuttu.
Kontrol Karnesi nedir bilir misiniz? Kontrol Karnesi hayatımıza birden bire giriveren çok amaçlı bir kitapçıktı. Esas görevi bizi ve velimizi okuldaki durumumuzdan
haberdar etmekti. Sözlü, yazılı ve ödev notlarımız bu karneye kaydedilir ve ay sonunda mutlak surette velimizin imzası istenirdi.
Oysa yaygın kullanılış şekli teneffüslerde
ping pong raketi olmak ve trenlerde bize
indirim sağlamaktı. Trenlerde kontrol esnasında olumsuz notlarımızın da kondüktör
tarafından görülüyor olması Zekayi’yi perişan ediyordu. Bütün girişimlerine rağmen
idare kendisine ayrıca bir hüviyet vermeyi
reddettiği için Muhsin Bey’in kapısında yere
çöküp ağlaması isminin “Hassas”a çıkmasına sebep olmuştu.
Allah ömür versin
hala aynı hassasiyeti
devam eder.
Yenilikler bunlarla sınırlı değildi. Okula bir spor salonu ve
kütüphane yapıldı
ancak hepimizi mutlu eden kütüphaneden ziyade kütüphanecimizin varlığı idi.
Okuma, yazmayı bilmeyenlerimiz bile
kütüphaneden kitap alır oldu. “Kittap gibbi!” övgüsü dilimize
dolanmıştı. Tabii sadece okuma zevkimiz değil spor aşkımız
da körüklendi. Kolej bir çırpıda okur, yazar olmakla kalmadı,
sporda da ilerlemeye başladı. Kapalı salonumuz sayesinde
basket, voleybol, hentbol hatta futbolda bile bir kıpırdanış
oldu. Yoksa yatılıların hayatı çok yeknesak kalacaktı. Okul sonrası bizleri tel örgülerin ardından taşlar atarak uğurladıktan
sonra etüde kadar yapacak hiçbir şeyleri yoktu. Saklambaç
oynarlardı ve hiç bilmediği İngilizcenin etkisi altındaki Sezgincik (Dedeoğlu) ebeyi sobelerken bile feryat figan “Yes sir that’s
my baby”i söylerdi.
Esasında benim hayatım da onlarınkinden farklı değildi.
Ders çalışmayı sevmezdim, zaten cezaları yazmaktan bırakın
ders çalışmayı uyumaya bile vaktim olmazdı. Şişman bir
çocuktum. Birol ile Ömer İnanç’a para yetiştirebilmek için ders
aralarında misket oynardım. Üç bilye 10 kuruş. Benim hayatım
da çok monotondu Güneş Tecelli’yi yarışırken görene kadar.
Yatılılar Kolejin katıldığı her müsabakaya sadakatle giderlerdi.
MAYIS2009 kolejliler
bizim dünyamız
34
Beni de götürdüler,
Ankara Liseler Şampiyonasına. Bizim elemanlar
yine döküldüler Güneş
sahaya çıkana kadar.
Hayatımda ilk defa doya
doya KOLEJ KOLEJJJ..
Diye gururla bağırıyordum. Peş peşe kazanılan
iki birincilik ve süzülerek
rakiplerini geride bırakan
bir atlet hem de Kolejli.
Hiç böylesine bir keyif
tatmamıştım; atlet olmaya karar verdim. Her yere
koşarak gittim ve yaz tatili sona erdiğinde tam 28
kilo vermiştim. Ertesi yıl
Güneş’in yanında yer
aldığımda artık Kolej, Ali Turat, Turgay Aktemel, Atıl Berge,
Ekrem Kavuncu ve Ömer Akbel ile Türkiye’de rakibi olmayan
bir ekipti. Okulumun sayesinde tüm komplekslerimi geride
bırakmıştım. Artık ağabeyimden daha ünlüydüm hem de Türkiye çapında.
Basketbol, kızların izlemekten hoşlandığı bir spor dalıydı.
O nedenle basketçiler biz atletlerden daha muteberdi ama
asla bizim kadar başarılı olamadılar. Sadece ben Kolej’e 9 Türkiye Birinciliği hediye etmiştim. Güneş’inkileri sayacak sayısal
bilgim hiçbir zaman olmadı… Futbolda bile Liseler Arası Ankara II.’si olduk. Tugay Özçeri, Ersin Bacınoğlu, Cengiz Özdemir,
Ogün Soysal, Candan Tarhan, Bilsay Keretli, Cumali, Nevzat
gibi çok değerli futbolcular yetişti. Bu isimlerin hepsi takdirname alan öğrencilerdi. Spor okulu olan Gazi Eğitim Enstitüsü
bile bizim gerimizde kalmıştı. Atatürk Lisesi mi? Evet
İzci oymağı hala bizimle
rekabet halinde idi. Diğer
dallarda ise bakıp göremeyeceğimiz kadar gerideydiler.
Hepimiz harika bir ekiptik ama aramızda yakışıklılığı, centilmenliği, sportmenliği ve zekası ile sivrilen
Murat Ertuğ, Tekin Ertan,
Aydın İnal, Erden Erkam,
Umur Büktaş, Kayhan
Bakan, Tugay Uluçevik,
Murat Sertel, Arda Düzgüneş Atatürk Lisesi’ne bu
alanlarda da fark atmamızı
sağlayan isimlerdir. Bu arada Erden Erkam 70 yaşında
baba olarak hepimizin istikbale ümitle bakmasını sağlayan kişidir.
kolejliler MAYIS2009
Kızlarımıza gelince:
“Onlar bizim kızlarımız
değillerdi ki.. Büyük sınıflar
hepsini kapmıştı.” Sonunda hepsi yine bize kaldı
ama taa ilkokuldan son
sınıfa kadar getirdiğimiz
İnci Altınok’umuzu, Dilek
Erker’imizi, Oya Zaim’imizi, Ayşe Erbilen’imizi, Ayşe
Silimen’imizi, Fatma Egemen’imizi, Betil Mete’mizi,
Fatiş Uras’ımızı kimselere
kaptırmadık. Onlar hala
bizim kıymetlilerimiz.
EPILOGUE
Aramızdan sivrilen kıymetlerin tümünün tadadı
mümkün değil ama bu değerleri ortaya çıkaran öğretmenlerimizi, başta Cezmi Bey olmak üzere anmadan bu yazıyı noktalamak imkansız. Emine Hanım, sıfırcı derlerdi ama ben dahil
kimseye sıfır verdiğini görmedim; Şeyma hanım, öğretmenden
ziyade bir abla idi. Öğrencisi için tüm zamanını harcamaktan
asla çekinmezdi. Rüksan Hanım, müteveffa Sabahat Hanımın
yarattığı boşluğu eksiksiz dolduran bir öğretmenimizdi her
yönü ile. Hatice Hanım, coğrafyayı anlaşılır ve sevilebilir hale
getirebilen tek insandı; Demiralp Barker, soyadı ile müsemma
bir özge candı; İskender Naci Bey, sörtisıriy (33) demeyi bizlere öğreterek ileride diyalektlere karşı dirençli olmamızı sağlamıştı; Vehbiye Hanım, gözlerimiz açık iken uyutabilen yegane
öğretmenimizdi. Ziya Aydıntan muhteşem bir müzik öğretmeniydi. Onun sayesinde İstiklal Marşımız Bayrak Törenlerinde
dört sesli bir koro tarafından kusursuz olarak söylenir olmuştu.
Mr. Browning, Miss Noisser ile okulun temel direklerinden biri
idi; Mr. Anderson, gerçek bir beyefendi idi. Pek çoğumuzun
hayatında örnek almaya özendiği bir kişilikti. İlk kimya öğretmenimiz olan Miss Beckgran, tüm dikkatimizi kusursuz fiziğine topladığı için kimyayı öğrenmemiz kendisi evlenip aramızdan ayrılana kadar mümkün olmamıştı. Miss Nestman’ın,
kemiklerin tümünün İngilizce isimlerine 8, Latincelerine 10
vererek kırdığı kalpleri ise, not defterine yaptığı mahirane
müdahalelerle onarmak Doğu Ergil’in göreviydi. Bütün bu yazdıklarım biz bacaksızların son elli dokuz yıllık hayatından kesitlerdir. Bugün siz gençler çok yavan bulabilirsiniz ama bizim
için yaşamın renkleri bunlardı. Zaten aynı şeylerden zevk alıyor
olsaydınız endişe duyardım fakat inanın bana, biz gerçek bir
Avrupai ortamda çok sağlam Türk gençleri olarak yetiştik. O
nedenle okulumuzu Atamızın arzu ettiği bu seviyeye taşıyan
Merhum Mümtaz Tarhan’ı anmadan anılarıma son veremeyeceğim.
Bu yazıda isimleri geçenlerin büyük bir kısmı artık aramızda yok. Hepsi nur içinde yatsınlar.
Çetin Evirgen’59
bizim dünyamız
35
SİZ TED ANKARA KOLEJLİLER!
Küçükkumla Gemlik ilçesinin sahilde mesire yeridir.
İskelesi yanında asırlık çınarlar altında devamlı gölgelik
Çınaraltı Kahvesi adeta oranın sembolüdür. Genellikle
sabah çayımı orada içer, günlük gazeteleri okurum.
Yine öyle bir gün evime dönerken iskele yanındaki otoparkta burunları denize dönük park etmiş arabalardan birinin arka camına yaslanmış bir levha dikkatimi çekti; Uzunlamasına dikdörtgen, sarı şeritle çevrilmiş, lacivert zemin
üzerinde, sarı renkle T.C.FENERBAHÇE CUMHURİYETİ 34
FB 1907 yazılmış. Vay canına bir Cumhuriyetimiz daha varmış, diyerek gülümsedim. Ayrılırken arabanın yan arka
camında TED ANKARA KOLEJİ amblemini gördüm.
Mesele anlaşılmıştı. Ben Ankara Gazi Lisesi mezunuyum.
Ezeli rakibimizin bir uzantısı ile karşı karşıya idim. Demek
bunlar hala böyleydi. Kahveye döndüm büyükçe bir kağıda büyük harflerle
“ SİZ ANKARA KOLEJLİLER HEPİNİZ BÖYLE SİVRİ
AKILLI MI OLUYORSUNUZ?”
UĞUR FEHMİ ERKUT
Y.MÜH.
Kumla 538 15 95
Ankara 312 440 47 85
yazarak, sürücünün göreceği şekilde sileceğe sıkıştırdım.
Eve döndükten bir müddet sonra telefonda genç bir
bayan sesi “Arabama not bırakmışsınız, önce ceza sandım.” dedi. Gülümsedim o ceza değil methiye dedim.
Kendimizi tanıttık. Çocuklarım yaşındaydı. Ankara Koleji
mezunu imiş, şimdi Bursa’da yaşıyormuş. Evli, dört çocuğu var, ideali mimarlıkmış hatta o maksatla Amerika’ya gitmiş. Hayatın sosyal yanı muhtemelen yuva kurma ağır
basınca olmamış, dönmüş. Bu yüzden biraz
buruk.“Üzülme” dedim. Sen çocuklarının mimarı olmuşsun bundan büyük mutluluk olamaz. Pek hoşuna gitti,
teselli buldu. Aramızda bir baba-kız sohbeti başladı. “Sanki onunla kırk yıllık bir dost gibiydik. Oysa aramızda bir göz
aşinalığı bile yoktu.”
Anlatıyordu. Okulumu, öğretmenlerimi, arkadaşlarımı
çok özledim, çok arıyorum. Güzelim Ankara baharları tatilin yaklaştığı neşeli günler, okulun güzel yemeklerini bırakıp
Kızılay’da sandviç yiyip tur attığımız günler. Ankara’nın
ekim sonuna kadar süren, öğleden sonra güneşin Kızılay’ı,
okulumuzu kızıl ışıklara boyadığı doyulmaz sonbahar günleri.
Bir ara, hay söylemez olaydım da ağzımdan yel alsaydı. “Eda” dedim. “Artık okulun başka yerde, orada değil.”
Ağlamaklı oldu, neden dedi. Artık büyük okulların şehir
dışına taşındığını, şimdi okulunun şehre uzak yerde olduğunu; ama kolejli kardeşlerinin modern binalarda eğitim
gördüğünü anlattım. “Olsun ben eski okulumu da yenisini
de göreceğim” dedi. Söz verdim zaten ağabeyi de
ODTÜ’de öğretim üyesi. O da söz verdi, Ankara’ya gelecek. Onu biri öğretim üyesi, diğeri özel bir hastane sorumlusu çocuklarımla da tanıştıracağım. Hep beraber hem
eski hem yeni Ankara Koleji’ni gezeceğiz.
Ben de anlattım:
“Aramızda ezeli rekabet vardı. Hele spor dalında. Futbolda üstümüze yoktu. Ama baskette kolejin Türkiye şampiyonluğuna oynayan efsane bir takımı vardı. Biz de kolay
lokma değildik. Basket karşılaşmaları şimdiki Cebeci’deki
Siyasal Bilgiler Fakültesi Spor Salonu’nda yapılırdı. Seyirci
tribünleri salonun üst katında idi. Maç günleri salon karşılıklı tezahürattan ufak tefek karşılıklı atışmalardan yıkılırdı.
Kolej maçlarından önce Talebe Birliği Başkanımız Barlas
Küntay gelir,
“Tezahürat serbest, istediğiniz kadar bağırın” der, sonra en otoriter tavrını takınarak
“Kesinlikle küfür yok, Kolej kızlarını da getiriyor, onlar
bizim kardeşlerimiz sakın ha” diye ilave ederdi.
Barlas Küntay yaman başkandı, biz de onu seven talimatlarına uyan sıkı Gazi Liselilerdik.
Bir ara Eda’ya şehit pilot yüzbaşı eşi sevgili akrabam
Sıdıka Saçakçı’yı sordum. Öğretmeni imiş. Nerede olduğunu sordu. Kendisini kızına adadığını, onu kıymetli bir
doktor olarak yetiştirdiğini anlattım. Öğretmenini arayacak.
O gün herhalde Bursa bölgesinin en uzun telefon
görüşmesini yaptık. Ben de benzer bir olay anlatayım
dedi.
Yine bu arabayla ailece Bodrum’a gidiyorlarmış. Tabii
arabada TED amblemi var. Kendilerinin uygun yolda çok
süratli olmalarına karşın yanlarından yıldırım gibi bir araba
geçip onları geride bırakmış. Hatta arabanın rüzgârı kendilerini etkilemiş. İleride dinlenme tesislerinde mola verdiklerinde Eda arabayı tanımış, eşi ve çocuklarıyla ayrılmakta
olan genç adama,
“Kardeşim, derdin ne? Neredeyse ikimizin de aynaları
bile parçalanacaktı” diye sormuş.
Genç adam kendisini uzun uzun süzmüş, sonra
“Hiçbir Ankara Kolejli bir Gazi Liseliyi geçemez”
demiş.
Ankara Koleji’nin sevgili öğrencileri,
Hepinize hayatın eğitim, bilim, meslek edinme, yuva
kurma hasılı tüm yarışlarında başta eli öpülesi öğretmenlerinizin, annelerinizin, babalarınızın, büyüklerinizin gösterdiği şekilde mutlu yarışlar diliyorum.
Bu yarışmalarda önde bazen TED Ankara Kolejli,
bazen Gazi Liseli bazen başka bir sevgili okul olmuş. Fark
etmez. Hedef aynı olduktan sonra.
Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.
Uğur Fehmi Erkut / Yüksek Mühendis
MAYIS2009 kolejliler
maariften yetişenler
36
Ayşe Nevin Çağan Savaşçı’42
Ulu önder Atatürk’ü üç kez gördü
Türk Maarif Cemiyeti Yenişehir Koleji’nden 1942 yılında mezun
olan Ayşe Nevin Çağan Savaşçı, Atatürk’ü yakından gördüğü üç
özel günü anılarında bugün gibi taze ve özenle saklıyor. Ayşe
Hanım kendisi için bu çok özel anılarını bizlerle paylaştı.
H
ayata yeniden başlamak için hiçbir zaman
geç değildir. 1942 yılında TED Ankara Koleji’nden, bugüne dek
yaşattığı güzel anılarla
mezun olan Ayşe Nevin Çağan Savaşçıda bundan birkaç ay önce Ankara’da
yeni bir hayata başlamış. Yedi yıl önce
çok sevdiği eşini kaybeden ve sonrasında hiç kimsenin onun yerini tutmadığını belirten Ayşe Hanım, şu an
ikinci evim dediği özel bir bakım
merkezinde kalıyor. Ayşe Hanım,
buraya gelmeden önce çok
tereddüt yaşadığını ama
kolejliler MAYIS2009
geldikten sonra ne kadar doğru bir karar verdiğini söylüyor.
Ayşe Nevin Çağan Savaşçı, 1924 yılında yani Cumhuriyet’in ilanından bir yıl sonra Ankara Samanpazarı’nın yakınındaki Kargı Sokak’ta köşe başında bir evde doğmuş. Fakat
henüz nüfus kağıdı çıkarılmadan o zamanlar teğmen olan
babasının tayini nedeniyle Bursa’ya taşınmak zorunda kalınca,
oranın nüfusuna kayıt ettirilmiş. Çocukluğuna dair ilk anıları da
Bursa’da başlıyor. Babasının İstanbul’a tayin olması da Ayşe
Hanım’ın sayesinde olmuş. Henüz bir, iki yaşında bir askerin
kucağında kiraz yerken, kirazın çekirdeğini burnuna kaçırınca,
Bursa’daki tüm doktorların müdahalesine rağmen olumlu
sonuç alınamaz. Onun durumuna çok üzülen anne ve babası
çareyi İstanbul’a gitmekte bulurlar. İstanbul’da küçük bir
müdahale ile kurtulur Ayşe Hanım. Bursa’dan sonraki evleri
İstanbul olur. İstanbul’dan Maraş’a, Adana’ya ve Eskişehir’e
tayinleri çıkar. İki kardeşi daha olur.
Eskişehir’den ise tekrar doğum yeri olan Ankara’ya gelirler.
Sağlık Sokak’taki evlerine yakın olmasından dolayı annesi tüm
çocuklarının o zamanki Yenişehir Maarif Koleji’nde okumalarını ister. Ayşe Hanım liseye, kız kardeşi ortaokula, erkek kardeşi ise ilkokula burada başlarlar.
“Kolej’de çok güzel günlerimiz oldu” diye lafa başlıyor
Ayşe Hanım, Kolejle ilgili anılarını anlatırken. Ayşe Hanım,
Kolej’in Fransızca kısmına yazılır. Hepsi de birbirinden başarılı
ve ilerde kariyer sahibi olacak on yedi kişilik bir sınıfta öğrenim
görürler. O günlerden hafızasında kalan en canlı anılardan biri
şöyledir: “Ben 10. sınıftayken, Milli Eğitim Müdürü Hasan Ali
Yücel okulu ziyarete geldi. İkinci sırada oturuyorum. Şöyle bir
dolaştı geldi, benim önümde durdu. ‘Sen söyle bakayım’ dedi,
‘Hangi dersi çok seviyorsun’. Hangi dersi söylediğimi hatırlamıyorum ama sevmediğin ders olarak; ‘Fiziği sevemiyorum,
Çünkü anlamıyorum hocanın anlattıklarını’ dedim. Çıkışta fizik
dersi hocasına gitmiş, kızmış. Fizik hocamız sinirli bir şekilde
sınıfa geldi, ‘Beni Hasan Ali Yücel’e şikâyet eden öğrenci bu
sınıfı geçemez’ dedi. Gittim, anneme söyledim. Annem okul
müdürümüzle konuştu. O da erkekler tarafına giden fizik hocasıyla konuştu. O hoca on gün süreyle evimize geldi ve bana
fizik dersi çalıştırdı. On gün sonra sınava girdim ve on aldım.”
Kolej’de başarılı bir öğrencidir Ayşe Hanım. Özellikle Matematik ve Kimya derslerinde her yıl sınıf birinciliği hep onun olur.
Sonraları en sevdiği konuların başında gelse de o dönemler
tarih dersleri en korktuğu dersler arasındadır. Yine bir sözlü
maariften yetişenler
37
tarih sınavında, sınava girmemek için köşe bucak saklansa da
öğretmen tarafından yakalanarak, Hasan Ali Yücel’in de
bulunduğu sınava girer. Çok iyi hazırlanmıştır bu sınava. Üç
soruluk sınavda ilk iki soruyu o kadar iyi cevaplandırır ki Hasan
Ali Yücel ayağa kalkar ve “Ben başka bir öğrenciyi dinlemek
istemiyorum. Hiçbiri bu kadar iyi anlatamaz” der ve çıkar.
Kolej’den sonra Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Fransız Dili
ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydolur. Okuldan sonra bir süre ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra Emekli Sandığı’na memur
olur. Ankara ve İstanbul’da çalışan Ayşe Hanım’ın ilk evliliğinden de bir kızı var.
En özel anılar
Ayşe Hanım’ın yaşamındaki çok özel anlardan en önemlileri Ulu Önder Atatürk’ü yakından gördüğü anlardır. Bunlardan
ilki Eskişehir’de gerçekleşir. Türkiye’yi ziyarete gelen Şah Rıza
Pehlevi ile Mustafa Kemal Atatürk, trenle İstanbul’a giderlerken, tren Eskişehir’de durur. Babaları Ayşe Hanım ve diğer kardeşlerini Atatürk’ü görmeleri için oraya götürmüştür. Tesadüfen Atatürk’ün bulunduğu vagon tam onların önünde durur.
Atatürk bütün ihtişamıyla trenin kapısından çıkarak, halkı
selamlar. Tabii en önlerde Ayşe Hanım bulunmaktadır. O an
orada bulunan herkesi büyük bir sevinç kaplar. Yine 1937 yılında Atatürk’ün katıldığı son Cumhuriyet Bayramı esnasında
uzaktan da olsa O’nu görme fırsatı bulur. Üçüncü ve son görüşü ise İstanbul Florya’da Atatürk’ün trene bineceği sırada olur.
Ayşe Hanım’ın Atatürk’le ilgili anıları bunlarla sınırlı değil.
Atatürk öldüğünde 9. sınıfta olan Ayşe Hanım, o kötü günde
yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Hepimizin ‘Olamaz, biz kaldık
mı? Bizi kim koruyacak” diye bağırdığımızı hatırlıyorum. Okuldaki tüm öğrenci ve öğretmenler büyük bir şaşkınlık, üzüntü ve
çaresizlik içindeydik. İnanmak gelmiyordu içimizden.”
1956 yılında ailecek İstanbul’a taşındıkları gün, aynı
zamanda Atatürk’ün naaşının Anıtkabir’e taşındığı gündür. O
günü de hafızalarında yaşatıyor Ayşe Hanım. O gün bir mucize olarak nitelendirilebilecek bir şey olur. Atatürk, gökyüzünden sanki onları izlemektedir. Herkesin gayet net bir şekilde
izlediği olayı Ayşe Hanım şöyle anlatıyor: “Büyük bir kalabalık
Tandoğan Meydanı’na toplanmıştı. Atatürk, askerler tarafından
Anıtkabir’e götürülüyor, kalabalık da onları takip ediyordu. Bir
ara çok tuhaf bir şey oldu. Gökyüzünde birikmiş beyaz bulutlar, Ankara Kalesi’nden Anıtkabir’e doğru bakan tıpkı Ata’nın
büstü gibi bir tablo çizmişlerdi. Herkes hayretler içinde bir
bulutlara, bir naaş’a bakıyordu. Bu olaydan herkes gibi ben de
çok etkilenmiştim. Atatürk Anıtkabir’e götürüldüğünde onu ilk
ziyaret edenlerden biri de biz olduk.”
85 yıllık yaşamına acı tatlı bir çok şey sığdırmış Ayşe
Hanım, şimdi geçmiş yaşantısını özlemle ve mutlulukla ansa
da yeni hayatından da çok memnun. Ona ve onun gibi değerlerimize nice uzun seneler diliyoruz.
“Bir milletin yaşlı vatandaşlarına ve emeklilerine karşı tutumu, o milletin yaşama kudretinin en önemli
kıstasıdır.
Mazide muktedirken bütün kudretiyle çalışanlara
karşı minnet hissi duymayan bir milletin, istikbale
güvenle bakmaya hakkı yoktur.”
M. Kemal Atatürk
MAYIS2009 kolejliler
sağlık
38
Dr. Ömer Çobanoğlu’74
“Rahim ağzı kanserleri hızla artıyor”
Son yıllarda tüm kanser türlerinde olduğu gibi rahim ağzı kanserlerinde de hızlı bir artış
gözleniyor. Bunun en büyük nedeni bu kansere neden olan ve cinsel yolla bulaşan HPV
virüsünün oldukça yaygınlaşması. Kadın Doğum Uzmanı Dr. Ömer Çobanoğlu, 8-10 yıl
kadar önce ayda bir vakaya rastlarken, bugün hemen hemen her gün bir vaka ile karşılaştığının altını çiziyor. Kadınların her durumda rutin kontrollerini yaptırmaları gerektiğini
vurgulayan Dr. Çobanoğlu’ndan rahim ağzı kanserlerinin artış sebepleri ve tedavi yöntemleri hakkında bilgi aldık.
R
Son yıllarda büyük bir artış gösteren rahim ağzı kanserleri ile ilgili bilgi verir misiniz?
ahim ağzı kanseri (serviks) rahim ağzında anormal
hücre çoğalmasıdır. Rahim ağzı kanseri yaşamı tehdit edebilen ciddi bir hastalıktır. Tedavi edilmezse bu
anormal hücreler rahim ağzı kanseri öncüllerine ve
kansere dönüşebilir. Kadın genital sistemleri kanserleri tüm kanserler içinde yüzde 2.7 ile 3.3 oranında
görülür. Serviksle ilgili en önemli durum diğer kanserlere göre
çok daha kolay, daha erken seviyelerde tanımlanabilir olmasıdır. Bu kanser türüne Human Papillomavirüs (HPV) adlı bir virüsün sebep olduğu bilinmektedir. Burada bilinmesi gereken
önemli bir nokta vardır. HPV, 100’de 100’den fazla tipe sahip
olan ve seksüel yolla geçen bir virüstür. ABD’de yaklaşık 20
milyon kişinin bu virüs ile enfekte olduğu
tespit edilmiştir. Türkiye’de de hızla
artış görmekteyiz. 8-10 yıl önce
ayda bir vaka ile karşılaşırken bu
günlerde hemen hemen her
gün bu hastalığa rastlamaktayım.
Rahim ağzı kanserlerinin belirtileri nelerdir?
Rahim ağzı kanseriyle ilgili en
önemli belirti, renkli, kokulu akıntılardır. Kişi seksüel olarak aktifse
temas sonrası yaşanan kanlı akıntılar görülebilir. Normal özel
günler haricindeki kanamaların da muhakkak tıbbi platformda
adının konması gerekir. Nasıl olsa geçer deyip, ihmal edilmemeli. İleri dönemlerde idrarla ilgili problemler, kasık ağrıları
ortaya çıkar.
Erken teşhis çok önemlidir. Rahim ağzı kanseriyle ilgili
önemli bir nokta da hastalığı 4 evre üzerinden değerlendirmemizdir. Her evrenin kendi içerisinde grupları vardır. Hayati noktalardan biri örneğin 2E’den sonra cerrahi yoldan müdahale
etmek yeterli olmuyor. 2E’den sonra hastaya radyasyon terapisi öneriyoruz. Bu evreden sonra hastanın 5 yıllık yaşama
şansında ciddi düşüşler görüyoruz. Stage 2B’ye kadar olan
yaşama şansı yüzde 90’larda iken, 2B sonrasında bunun yüzde 60’lara düştüğünü görmekteyiz. Bu hastalıkta ilaçla tedavi
söz konusu değildir. Diğer genital sistem kanserlerinde olduğu gibi cerrahi yöntem tercih edilir. Bazı merkezlerde erken
evrelerde de cerrahi yerine radyoterapi uygulaması var. Cerrahi yaptıktan sonra başka yere sıçrama kapasitesine göre radyoterapi de kullanılabilmektedir.
Türkiye’de bu hastalığa yaklaşım nasıl?
Bu hastalık, tüm erken teşhis yöntemleri elimizde olmasına rağmen maalesef gerekli rutin kontroller yapılmaması
nedeniyle erken dönemlerde değil; hayatı tehdit eden dönemlerde saptanıyor. Kişinin hiç şikâyeti yokken kontrole gitmesi
gerekiyor. Türkiye’de maalesef kadınlarımız evlendikten sonra
bir kadın doğumcuya gidilmesi gerektiğine inanıyorlar. Ama
hastalıklar özellikle kanserler medeni durumu gözetmeksizin
insanlara bulaşabiliyor. İnsanla ilgili kontroller doğumla başlar. 14 yaşına kadar bir çocuk doktoru kontrolünde olması
gerekir. Ondan sonra da gerek ergenlik gerek yetişkinlik ve
üreme dönemlerinde de bu kontrolleri aksatmamalıdırlar.
Rahim ağzı kanseri hangi yaş grubunda daha sık
görülür?
Serviks kanserini geçmiş yıllarda hayatın ileri devrelerinde
görmemize rağmen, özellikle HPV gibi seksüel yolla geçen
virüslerin çok genç yaşta görülmesi, seksüel hastalıkları çok
erken yaşlara çekmiştir. Bugün başta Çek
kolejliler MAYIS2009
sağlık
39
Cumhuriyeti olmak üzere artık 20’li yaşlarda da serviks kanserine oldukça sık rastlamaktayız. Bu virüsün maalesef tedavisi
mümkün değil. Hasta ömür boyu bu virüsü taşıyabiliyor.
Serviks kanserine bir çare olan HPV aşısı hakkında bilgi
verir misiniz?
Bu aşı rahim ağzı kanserine sebep olan, HPV (Human
Papilloma Vins) virüsüne karşı geliştirilen bir aşıdır. 2006 yılından beri dünyada uygulanmaya başlayan bu aşılar, HPV’nin
yüksek risk taşıyan tiplerine karşı geliştirilmiştir. Aşının 3 doz
halinde yapılması gerekmekte ve üzerinde tartışılmasına rağmen koruyuculuğunun 5 yıl süre ile olduğu bilinmektedir. Kısmen ücreti yüksek bir uygulamadır. Ancak bu virüsün görülme
sıklığı göz önüne alınınca, aşının Kadın Hastalıkları ve Doğum
platformunda yeni bir uygulamaya sahip olacağını söylemek
isterim. Bir diğer önemli bilgi ise bu aşıyı yaptıran kadınlarımızın yıllık rahim ağzı sürüntü tetkiklerini ihmal etmemeleri bilinmelidir.
Sezaryen veya normal doğum tercihindeki görüşünüz
nedir? Sizce normal şartlar altında hangi doğum tercih
edilmelidir?
Gebelik takibindeki temel hedef en sağlıklı anneye en sağlıklı bebeği vermektir. 30 yıllık hekimlik yaşamımda en sık karşılaştığım sorulardan biri ‘Normal Doğum mu?, Sezaryen mi?’
daha iyi şeklindeki sorudur. Gerek normal doğumun gerekse
sezaryenin birbirinden kesin üstün tarafları yoktur. Sezaryen
benim mesleğe başladığım ilk yıllarda oran olarak %5 civarında idi. Fetal monitorizasyon dediğimiz çocuğun doğum esnasındaki iyi olurluk halinin saptanmasının klinik uygulamaya girmesi, yüksek riskli gebeliklerdeki takiplerde ultrason ve ileri
teknolojik yaklaşımın tıbbi kullanımının yaygınlaşması ile 80’li
yıllarda bu oran ABD’de %30-40’lara kadar çıkmıştır. Bu artış
oranını takip eden yıllarda Türkiye’de de gördük. Ancak Türkiye’de çoğunluk özel hastanelerde sezaryen doğum oranının
artışı %80’lere kadar çıktı. Bu hem hasta hem de doktor kaynaklı bir artış olmuştur. Doktorlar 10-15 saatlik bir zaman eylemine bağlanmak istemedi. Hastaların büyük bir kısmı da alttan
doğuramam safsatasına kendini kaptırdı. Tıbbi platformdaki
doğru yaklaşım eğer sezaryen yapılacak ise bizim endikasyon
dediğimiz gerekliliği iyice saptanmalıdır. Sezaryen yapılmasın
diye bir peşin yaklaşım da sağlıklı değildir. Kararın tıbbi gerekçelerle verilmesi en doğrusudur.
Kadın hastalıkları ve doğum alanındaki yenilikler nelerdir?
Son 20-25 yılda teknolojilerdeki yeniliklerin tıp alanında
yaygın kullanım bulması ile tıbbın tüm dallarında olan ilerlemelerden Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü de payını aldı.
Özellikle yüksek riskli gebeliklerde ultrason takipleri ve ultrason kılavuzluğunda yapılan girişimler (Kordosentez, amniosentez) ilk sağlıklı bebeği çok erken gebelik haftalarında dahi
tanımlamada büyük avantajlar elde etmiş durumdayız. Gebelik öncesinde çiftlerle yapılan görüşmeler ve gebelik ayında
(Tüp bebek ve yardımcı çevre yöntemlerinde) genetik yolla
geçen veya çeşitli çevresel faktörlerden kaynaklanan risklerin
azaltılması artık söz konusudur. Yardımcı Üreme Tekniklerinin
(Tüp bebek-Mikroenjeksiyon) yaygın ve nispeten ucuzlayan
uygulama imkânları ile toplum içinde görülen çocuk sahibi ola-
mama oranı %10’lardan %2-3’lere düşürtülmüştür. Yine Jinekolojik Onkoloji yani kadın genital kanserlerinin erken dönemde saptanması, toplumdaki bilgilendirmenin artması ve teknolojik tarama testleri sayesinde mümkün olmaktadır. Kadınlarda
herhangi bir şikâyet olmaksızın yıllık rutin kontrollerinin yapılması bunun bir alışkanlık ve yaşam biçimi haline dönüştürülmesi artmaktadır.
TED Ankara Koleji’yle ilgili olarak bizlerle neler paylaşmak
istersiniz?
Benim şimdiye kadarki yaşamımda iki şeyin çok önemli
olduğunu biliyorum. Biri 0-6 yaş arası eğitimi, bir de orta eğitimi nerede aldığınız çok önemli. Bu sene benim TED Ankara
Koleji’nden mezuniyetimin 35. yılı. Tüm hayatımda geriye
bakınca birkaç şeyi içime sindiriyorum. Bunlardan biri kadın
hastalıkları ve doğum mesleği diğeri de TED Ankara Koleji’nde
11 yıl okumuş olmam. Orda kazandığım dostlukların bunların
ortaya çıkardığı dünyaya, çevreye hatta kendime bakışın bana
ne kadar kuvvet kazandırdığını defalarca hissettim. Bugün iki
şeyden çok mutluyum. İki çocuğumun Kolej’de okuyor olması
ve yedi yıldan beri gönüllü olarak lise 2’lere ergenlik ve seksüel gelişimle ilgili dersler veriyor olmam. Bunlar Kolej’le bağlantımın devam etmesine yardımcı oluyor. Şu an hala ilkokul
öğretmenimle Neriman Egüz’le sıkça yüz yüze ve telefonla
görüşme fırsatı bulmak, beni çok mutlu ediyor. Onun bana katkıları çok fazla. Bir de Kolej’den iki kişinin hayatımda çok ayrıcalıklı yeri var. Kıvılcım Hanım ve tarih öğretmenim Emine Güngör. Bu yüzden Kolej benim için çok önemlidir.
Dr. Ömer ÇOBANOĞLU’74
1957’te doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini TED Ankara Koleji’nde tamamlayarak, 1974 yılında mezun oldu. 1980’de Tıp Doktoru unvanı aldıktan sonra Anadolu Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Ana Bilim Dalında Thomas Jefferson University
Department of Obstetines ve Gyneculogy, Wilmington Medical
Center’de Kadın Hastalıkları ve Doğum uzmanı oldu. Oregan
Health Obstetrics and Gynecology Sciences University Hospital’da Jinekolojik Onkoloji Departmanı’nda çalıştı. 1985-1986 yıllarında GATA Kadın Hastalıkları ve Doğum Ana Bilim Dalında
askerlik görevini yaptı. 1987-1989 yılları arasında Dr. Zekai Tahir
Burak Kadın Hastanesi’nde Başasistanlık, 1989-1993 Dr. Zekai
Tahir Burak Kadın Hastanesi’nde Klinik Şef Muavinliği yaptı.
1992’de Boston University Hospital’da Kadın Hastalıkları ve
Doğum dalında Jinekolojik Onkoloji Departmanı’nda çalıştı.
1993’de 2547 sayılı YÖK Kanunu Uyarınca Kadın Hastalıkları ve
Doğum Dalında Doçentlik unvanını aldı.
1993-1998 yıllarında Dr. Zekai Tahir Burak Kadın Hastanesi
Klinik Şefliği, 1997 yılında Ankara Jinekoloji Derneği Başkanlığı,
1998-2005 yıllarında City Hospital Kadın Hastalıkları ve Doğum
Klinik Şefliği yaptı. 2005’ten bu yana Kavaklıdere Kadın Sağlığı ve
Tüp Bebek Merkezi Klinik Şefliği devam eden Dr. Çobanoğlu aynı
zamanda Medicana İnternational Ankara Hastanesi’nin Kadın
Hastalıkları ve Doğum Klinik Şefliğini yönetmektedir.
150’den fazla yurt içi ve yurt dışı yayını olan Dr. Çobanoğlu,
evli ve TED Ankara Koleji’nde okumakta olan biri kız diğeri erkek
2 çocuk babasıdır.
MAYIS2009 kolejliler
kişisel gelişim
40
Ergen ana-babası olmanın
dayanılmaz ağırlığı!
E
Uzm. Psk. Hülya ÜSTEL KÖKDEMİR
TED Ankara Koleji PDRM
ski resimlere baktıkça zamanın bu kadar hızlı aktığına inanamıyorum. Oğlumun resimlerine bakmayı
seviyorum ve ilk adımları sanki daha dün gibi geliyor
bana. Hele kendi çocukluğumdan kalma siyah
beyaz resimler... Annem, babam ne kadar gençmiş
bir zamanlar, ben ne küçükmüşüm, babaannem ne
güzel sarılmış bana, ergenliğimde ne komik görünüyormuşum, giysilerimiz ne komikmiş, moda da bir garipmiş... Hey
gidi günler hey!
Büyüyünce sanki hiç çocuk olmadık, sanki hiç genç olmadık gibi geliyor; hem bize hem de çocuklarımıza. Sadece
resimlerde kalmış gibi o güzel günler, anıları ise belki silinmemiş ama çok derinlere itilmiş. Oysa ne tasasız, ne korunaklı,
ne güzel günlerdi!
Dün, Ankara Üniversitesi Kampüsü’nde kısa bir süre
bulunmak durumundaydım. Hava güzeldi, öğrenciler dışarılarda, çayları ellerinde, sohbet koyu... Kendi üniversite öğrenciliğimizi hatırladım. Tek sorumluluğumuz ders çalışmaktı, ama
hep son birkaç gün kala tutuşur, gece gündüz çalışırdık. Hava
güzelse çaylarımızı alır, çimlere yayılır, dersi beklerdik. Ders
saati geldiğinde de bazen öyle canımız istemezdi ki, saatlerce
beklediğimiz halde derse girmeyiverirdik. Anne babalarımız
bizi bize emanet ederdi, destek olurlardı ama sıkı takip altında
değildik. Kendi özelimiz, kendi gizlerimiz, kendi acılarımız,
kendi hatalarımız oldu. Büyüdük, yetişkin olduk, iyi yetişkinler
de olduk. İşimiz, çocuklarımız, rollerimiz, statümüz var. Sorumluluklarımızın farkında, takipçi, işlerimizi aksatmayan, belki
biraz da mükemmeliyetçi bir nesil olduk. Biz çok hızlı bir değişim yaşadık çocukluğumuzdan yetişkinliğimize geçerken.
Siyah-beyaz günde birkaç saat yayın yapan televizyondan,
500 kanallı dijital sisteme geçildi hızla, şehirlerarası telefon
görüşmesi için santrale numara söylenip saatlerce beklenmesinin (Konya, çık aradan lafını hatırlarız hepimiz) ardından herkesi her yerde 24 saat ulaşılabilir kılan cep telefonları çıktı.
Bayramlarda kartpostal yazmanın yerini, e-posta mesajları
aldı. Mahalle arkadaşlarının yerini MSN, Skype vb. aracılığıyla
kurulan uluslararası ama kısa süreli arkadaşlıklar doldurdu.
Şimdi zaman sıkışıklığı var, eskisi gibi “müsaitseniz annemler
kolejliler MAYIS2009
akşam oturmaya gelecek” desin diye çocuğumuzu kimsenin
evine göndermiyoruz. Seyrek ağırlamayı kabul ettiğimiz
konuklarımız için, çünkü sık olmasına enerjimiz izin vermiyor,
yiyeceklerin en azından bir bölümünü dışarıdan alıyoruz. Yetişememe kaygısı ve yorgunlukla günlerimizi geçiriyoruz.
Bu tempoda çocuk yetiştirmek için de oldukça kontrollü
olma ihtiyacındayız. Planlı olsunlar, hemen öğrensinler, bizi
çok uğraştırmasınlar istiyoruz. Hem yorgunuz ve zamanımız
az, hem de çocuklarımızı mükemmel yetişkinler olarak hayata
hazırlamak istiyoruz. Biz kıymet bilen bir nesil olarak yetiştik,
çünkü çok şey hayatımıza sonradan girdi. Para biriktirip bir
şeyleri aldık, bir süre hayalini kurup sahip olduk. Komşunun
çocuğunda olan oyuncak için onun evinde, bizde olan oyuncak için bizim evimizde buluşup oynadık arkadaşlarımızla.
Biten ispirtolu boyalarımıza kolonya damlatıp biraz daha kullandık. Bu bizim çocukluğumuzun doğalıydı. Şimdi ise çok
daha faklı bir ortamda çocuk yetiştiriyoruz. Onlara küçüklüklerinde öyle çok oyuncak alıyoruz ki; nesi var nesi yok bilemediğinden oyuncakla oynama zevkini kaybediyorlar, en güzel
okullarda okutuyoruz ve “elindekinin değerini bilmiyorsun”
diye kızıyoruz, hayal kurmalarına, özlem çekmelerine izin vermeden istedikleri her şeyi almaya çalışıyoruz, yoksunluk çekmesin, buruk hissetmesin istiyoruz. Ama bir taraftan da kıymet
bilmez, sorumsuz, plansız olmalarına kızıyoruz. Sanırım bu
kişisel gelişim
41
koşulların onların doğalı olduğu gerçeğini her zaman düşünemiyoruz. Onlarda kendimizi bir kez daha yaşarken, kendimizi
onların yerine koyuyor ve gıpta ediyoruz. Oysa onlara göre
gıpta edilecek bir şey yok, zaten hayatın doğalı bu. Onlar bu
koşullara doğdular, değerini bilsinler dediğimiz şeylere zaten
hep sahiptiler. Belki de bizim nesille çocuklarımız arasındaki
bu dönemde yaşanan kuşak çatışmasının temeli buna dayanıyor. Bizim nesil anne-babalar hem hata yapmalarına veya
bedel ödemelerine izin vermek istemiyoruz, hem de öfkeleniyor ve çocuklarımızla gergin bir ilişki yaşıyoruz. Onların değil
ama galiba bizim kafamız biraz karışık.
Her hafta sonu doğum günlerine taşıyoruz, okul dışı yetenek kurslarına yazdırıyoruz, erkenden dershanelere büyük
paralar ödüyoruz... Bütün sorumluluklarını bir
yetişkin gibi yerine getirmesini, aksatmamasını,
her konuda iyi olmasını bekliyoruz çocuklarımızdan. Oysa onların hayatı da çok yoğun.
Üstelik yetişkin dünyasının kendilerini içine attığı sürekli bir yarışma içinde olmak zorundalar.
Uzun okul saatlerinden sonra dershaneye gidiyorlar, ödevlerini yapıyorlar, başarılı olmak
zorundalar, bir sürü sınava hazırlanmak zorundalar... Şimdi çocuklarımıza bakınca, kendi
dönemimizin aslında şanslı bir dönem olduğunu düşünmeyen anne-baba var mıdır bilmiyorum.
Bu arada bizler onları dış etkenlerin getireceği olumsuzluklardan da şiddetle koruma kaygısı içindeyiz. İnternet ortamında karşılaşacakları kötü niyetli insanlar, girdikleri ortamlarda
onları bekleyen riskler, aşık olurlarsa derslerini
ihmal etmeleri tehlikesi... Biz baktığımızda çok
risk görüyoruz ve kaygıyla korumaya çalışıyoruz. Oysa biraz kendi gençliğimizi hatırlasak,
biraz rahatlasak, biraz koşturmaktan vazgeçip
dinginleşsek de yumuşak bir ilişkiye geçsek...
Ev dışı ilişkilerimizde gösterdiğimiz sabır, hoşgörü ve güler yüz
neden evin kapısı dışında kalıyor bazen merak ediyorum.
Bazen biz yetişkinler evimize, en değerli varlıklarımızın bulunduğu en rahat olduğumuz yere gittiğimizi unutuyor ve barut
gibi giriyoruz evimizin kapısından içeri. Hep aynı cümlelerle
ilişki kuruyoruz birbirimizle ve hesap sorar cinsten. Biz gerginiz, ergen zaten gergin ve patlamaya hazır... Evde yüksek gerilim hattında gidip-gelen mesajlar ve ergen çocuğumuzun biz-
Uzm. Psk. Hülya ÜSTEL KÖKDEMİR
1968 yılında doğan Hülya Üstel Kökdemir, 1992 yılında Orta
Doğu Teknik Üniversitesi Psikoloji bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını ODTÜ Sosyal Psikoloji Bölümü’nde tamamladı. 9295 yılları arasında çeşitli okullarda İngilizce Öğretmenliği yaptı.
Demir Deniz Kökdemir adında 9 yaşında bir oğlu olan Hülya
Üstel Kökdemir, 1995 yılında bu yana TED Ankara Koleji Psikolojik Danışma ve Rehberlik Müdürlüğü’nde uzman psikolog olarak
görev yapmaktadır.
den uzaklaşması... Ergen doğal olarak yalnızken bile kendi
sosyal çevresiyle haşır neşir olmayı, müzik dinlemeyi, odasına
çekilmeyi tercih ederken, bizimle ilişkisi sadece komut almaya
dönüşmüşse daha da ev halkından kopuk yaşamaya yönelebilir. Onların da işi zor, bizim de. Bize bu kadar müdahale yoktu, oysa biz ergen çocuklarımızın her alanlarını bilmek ve
müdahale etmek istiyoruz. Bir taraftan bu iş bizi çok yorarken,
diğer taraftan da kendi hallerine bırakmaktan çok korkuyoruz.
Bizim de duyduğumuz, şimdi de çocuklarımıza söylediğimiz
“sana güveniyorum, etrafa güvenmiyorum” cümlesinin gerçekliğini biz yaşayarak farkındayız ama çocuklarımızın bunu
algılamaları için zamana ihtiyaçları var.
“Gençliğimiz artık lüksten, zenginlikten hoşlanıyor. Görgü
kurallarına hiç uymuyorlar. Otoriteye karşı aşağılayıcı, küçümser bir tavırları var, ileri yaştakilere, büyüklerine hiç saygıları
yok. Anne, babalarına karşı çıkıyor, ters düşüyor, büyüklerin
önünde gevezelik ediyor, öğretmenlerini ezmeye çalışıyor,
onlara zorbalık ediyorlar”* Sizce bu satırlar ne zaman kaleme
alınmıştır? Bir kez daha okuyup, fikir yürüttükten sonra yazımın
sonuna bakın lütfen.
Belki de bu hep böyle gidecek; gençler aykırı davranacak,
anne-babalar da kaygılanacak ve yakınacak. Belki de biz
anne-babaların yapması gereken tek şey, onları ne çok sevdiğimizi, her koşulda da çok sevmeye devam edeceğimizi, ne
çok gurur duyduğumuzu ve ne olursa olsun hayattaki en kıymetli varlığımız olduğunu onlara hissettirmektir. Her nesil kendi şarkısını söylemeye devam edecek ve etmeli kuşkusuz.
Bizim kendi şarkımız ve ritmimiz var ama biraz eskidi galiba.
Gelişme yukarıdan aşağıya akar, bu nedenle gençlerin bizim
şarkımızı öğrenmelerini beklemek yerine neden biz yeni bir
şarkıdan daha keyif almaya çalışmayalım ki!
* M.Ö. 399 Sokrates.
MAYIS2009 kolejliler
gurme
42
Ankara’da modern kasabın yeni adresi
E
Butcha Butcher
Shop & Steak House
Çayyolu Park Caddesinde açılan Butcha Butcher Shop & Steak House,
benzersiz çeşitleriyle et sevenlerin yeni uğrak noktası oldu. Kısa bir süre
önce açılmasına rağmen et sevenlerin dikkatini çeken ve Ankara’nın
önemli markaları arasında yerini almaya hazırlanan Butcha Butcher Shop
& Steak House’da çiğ olarak satın alabileceğiniz pekçok çeşitte sağlıklı,
kaliteli et ve et ürünleri bulunuyor.
n önemli besin
maddesi ve
büyük çoğunluğun damak
tadına hitap
eden bir besin
türüdür et ve et ürünleri. Özellikle eti
mutfağında oldukça çok kullanan biz
Türkler için etten vazgeçmek mümkün
değildir. Eskiden her mahallede bir
kasap bulunur, mahallelinin tüm et
ihtiyacı bu kasaptan sağlanırdı.
Mahalleli çok zorda kalmadıkça etini
başka kasaptan almazdı. Şimdi bu
kasapların yerini marketler almış gibi
görünse de tazelik ve kalite açısından
et ürünleri her zaman tüketicinin kafasında soru işaretleri bırakmaktadır.
Ama artık Ankara’da kaliteli etin bir
adresi var. Bu adres Butcha Butcher
Shop & Steak House… Burası sizi
hem kaynağını bilmediğiniz market
ürünlerinden kurtaracak, hem de artık
yok olmaya yüz tutan kasap kültürüyle yeniden buluşturacak.
Yaklaşık 3 ay kadar önce Çayyolu
Park Caddesi’nde açılan Butcha Butcher Shop & Steak House, Ankara’da etin tamamiyle kendine has kimliğiyle, doğal
aromalarıyla yenilebileceği tek mekân olarak karşımıza
çıkıyor. Butcha Steak House, açılalı henüz çok kısa bir
zaman olmasına rağmen hiçbir tanıtım yapılmadığı halde
tamamen kulaktan kulağa yayılan bir ünle marka olma
yolunda hızla ilerliyor.
Kendisi de bir gurme olan Osman
Sungur, aynı zamanda işletme
müdürlüğünü yapan Ayhan
Sevilir ve et uzmanı cheff
Şehmuz Acar tarafından
açılan Butcha Steak Hou-
kolejliler MAYIS2009
se’da konsept ve içerik olarak tamamen Güney Amerika tarzı örnek alınmış. Ankara’dan sadece steak yemek
için Amerika’ya giden insanlar olduğunu belirten Sevilir, mekânın Ankara’da
bu ihtiyacı tamamen karşılayacağını
söylüyor.
Yemek yenilen mekân ve kasap
olarak iki ayrı bölüme ayırabileceğimiz
Butcha Steak House’un kasap bölümünde pekçok çeşit ürün satışa sunuluyor.
Burada etlerin kalite, tazelik ve
güvenilirliği konusunda şüphe duymanız için en ufak bir neden yok. Çünkü
Butcha’nın en önemli kalite politikası
müşteriye sunduğu etleri anlaşmalı
olduğu bölgelerden getirtiyor
olması. Dünya genelinde et ve
et ürünleriyle ünlü Trakya Bölgemiz’deki 7 ayrı çiftlik ve 3 entegre tesisinden özel olarak
getirtilen etler, kullanım alanlarına göre titizlikle seçiliyor.
Dry Aged Beef sistemi
Mekâna girenlerin dikkatini ilk çeken, steak etlerin
teşhir edildiği bir dolap. İlk bakışta bu dolap
camekanlı büyük bir buzdolabını andırsa
da aslında “Dry Aged Beef” sistemi için
kullanılan bir mahzen. Ayrıca Türkiye’deki
en büyük Dry Aged Beef mahzeni burada
bulunuyor. Dry Aged Beef sisteminde, etler karkas halinde 0 ila (-)2,
derecede nem oranı sabitlenmiş
olarak 25 gün boyunca bekletiliyor.
gurme
43
Bu süreçte etin ön ve arka kapak bölümleri olarak bilinen
kısımları kurumaya başlıyor. İçeri hiçbir şekilde hava girmiyor.
Kuruduğu zaman ise içinde kalan kan ve su, eti marine etmeye başlıyor. Etin suyu içinde kalıyor, kanda bulunan bir nevi
aroma da etin her yerine nüfuz ediyor. Böylece et hem doğal
aromasını kaybetmemiş oluyor hem de daha lezzetli ve sağlıklı bir hal alıyor. Sonrasında 0 ila +4 derecede dinlendirilerek, teşhir edilen et,
şef Şehmuz Acar’ın usta ellerine
teslim ediliyor.
Buranın bir özelliği de ete
İşletme Müdürü Ayhan Sevilir’in tabiriyle “şiddet” uygulanmaması. Et hiçbir şekilde dövülme gibi işlemlere maruz bırakılmıyor. Etin kuruyan kısımları özel traşlanma
yöntemiyle temizleniyor, elle dövülerek servise hazır
hale getiriliyor.
Kasap bölümünde satışa sunulan diğer ürünlerden
bazıları ise yine buraya özel sucuk, köfte ve sosisler…
Mutlaka tatmanız gereken bu üç özel lezzetin yapımında da
özel, yüzde yüz dana eti kullanılıyor. Sütten yeni kesilmiş dananın döş kısmından yapılan Butcha Köfte, buraya özel bir karışımla hazırlanıyor. Yine başka hiçbir yerde bulamayacağınız
Butcha Sucuk, ceviz, fıstık ve hellim peyniri katılarak yapılıyor.
Bu ürünler dışında yorgun bir günün akşamında buzluktan
hemen çıkarıp hazırlayabileceğiniz lezzetli ürünler de bulunuyor. Örneğin tüm garnitürleri içinde bulunan dana saç kavurma
ve isteğe göre doldurularak hazırlanan kuzu budu bunlardan
sadece ikisi.
Bu sağlıklı etleri satın alarak eve götürebileceğiniz gibi
burada da tüketmeniz mümkün. Butcha Steak House kasap
bölümünün dışında giriş katında 55, ikinci katta 80 ve VIP salonunda da 25 kişilik bir kapasite ile hizmet veriyor.
Çok özel bir menü
Modern ve klasik tarzın bir karışımı olarak hazırlanan
mekânın dekorasyonu özel davetlerinizi de verebileceğiniz
oldukça şık bir görüntüye sahip.
Buraya ilk kez geliyorsanız alacağınız kasap ürünlerini ilk
olarak burada denemenizi tavsiye ederiz. Çünkü et burada
farklı pişirme teknikleri kullanılarak hazırlanıyor ve “Ben daha
önce et yememişim” dedirtecek kadar ağızda hoş bir tat bıra-
kıyor. Düz olmayan kıvrımlı dökme tavalarda pişirilen etlere tuz
ve zeytinyağı dışında bir şey eklenmiyor.
Ayhan Sevilir, Butcha Steak House’un menüsünde yer
alan tüm çeşitlerin birer spesiyal olduğunu belirterek, et sevenlerin bütün yemekleri denemeleri gerektiğini söyleyerek şunları ekliyor: “Bugün Butcha’ya gitsem ne yesem diye düşündüğünüzde, cevabınız et, içecek olarak da şarap olacaktır. Ama
buraya ne için geldiğinizi bileceksiniz. İnsanlar yoğun bir
günün sonunda yemek yemeye gittiklerinde önlerine birçok
işletmede fasikül gibi bir menü geliyor. Zaten yorgun olan bu
insanlar ne yiyeceklerine bir türlü karar veremiyorlar. Bizde
öyle değil. Menünün tüm içeriği toplam 4
sayfadan oluşuyor. İlk sayfası şarap
servisi, ikinci sayfasında başlangıç ve salatalar üçüncü sayfada burger, köfte ve sucuk, dördüncü sayfada toplam 12
çeşit et yemeğinden oluşan
bir menümüz var.”
Menüdeki başlangıçlarda
füme peynir tabağında kendi ürünleri olan et çeşitleri sunuluyor. Salatalar
bölümünde yağ ve sosunun yoğunluğuna çok dikkat edilerek
hazırlanan 5 farklı çeşit bulunuyor. Aperatif bölümünde Buctha
Köfte, sucuk, taze sosis ve yine buraya özel aromaların katıldığı burger çeşitleri yer alıyor. Ana yemek bölümünde ise Dry
Aged Sisteminde yenilebilecek üç farklı et bulunuyor. Bunlar
Teabone, Dallas Steak ve New
York Steak.
Online et siparişi
Butcha’da önümüzdeki bir iki
ay içinde yeni bir uygulama başlatılıyor. Online et siparişi…
Türkiye ve Ankara’nın her noktasına kasap mamüllerinin perakende olarak servis yapılacağı
sistemin alt yapı çalışmaları sürüyor. Telefonla ya da mail yoluyla
alınacak siparişler, Ankara içine
özel araçlarla günde iki kez, belli
saatler arasında gönderilecek.
Diğer uzak illere ise özel kristal
buzlu straforlar içinde vakumlanarak, kargo yoluyla gönderilebilecek.
Dr. Ahmet Taner Kışlalı Mah.
Park Cad. Alımcı
Park Villaları 15/2 Çayyolu
Tel. 241 45 43 pbx
www.butcha.com.tr
MAYIS2009 kolejliler
gezi rehberi
E
44
konomist Dergisi’nin 2008 yılı Dünyanın En Yaşanabilir Şehri Araştırması’nda yine birinciliği kaptırmayan Vancouver, hem doğal güzellikleri hem de
huzur içerisinde yaşam koşulları sunması sebebiyle benim de ilk tercihimdir. Ayrıca bu şehrin benim
için daha önemli bir özelliği var. 13 yıl önce eşimle beraber
balayımıza bu şehirde başlamıştık, uzun bir aradan sonra iki
çocukla birlikte tekrar dönme şansını yakaladık.
Son zamanlarda artan Çinli, özellikle Hong Kong’lu göçmenler sebebiyle ismi Honcouver diye anılmaya başlasa da
şehir hâlâ muazzam cazibesinden hiç bir şey kaybetmemiş.
Kanada’nın batı kıyısında Amerika sınırının yanı başındaki bu
şehir komşusu Seattle gibi yemyeşil hatta ondan çok daha
güzel ve canlı!
Kanada’nın bütününde
geçerli olan sosyal güvenlik ile beraber gelen bedava okul, bedava sağlık hizmetleri, işsizlik maaşı, ucuz
konut gibi imkanların
yanında Türkiye’de hiç bir
zaman göremeyeceğimiz
trafik koşulları, Kanada’nın
büyük kısmının aksine ılıman iklimi, yüksek güvenlik
ve hijyen standartları, dünyadaki diğer şehirlere nazaran Vancouver’ı bir adım öne çıkarmaktadır. Ama bunlardan öte şehrin yerleştiği coğrafya İstanbul’u bile cebinden çıkartır. Şehrin her bir tarafına yayılmış,
nehirler, delta oluşumları, kanallar, etrafını kuşatan okyanus,
göller, karşısında uzun uzadıya devam eden Vancouver Adası’nın yanısıra hemen yanıbaşındaki dağlar, temmuzun başında bile karlı tepeleri ile şehrin dört bir yanında görülebilir.
Ayrıca, şehrin her bir yanına yayılmış küçük bir ormanı
andıran muazzam parkların arasında şehir merkezindeki Stanley Parkı ön plana çıkar. Parkları bir yana bırakın şehrin bütünü
yemyeşildir. Uzun süre Ortadoğu’da yaşamış olmam sebebiy-
Eralp ELLİ’82
www.eralpelli.com
le bu özelliği her seferinde beni çarpmıştır.
Nerdeyse her mevsiminde gittiğim bu şehri bu sefer kızlarımı bırakıp Buket ile beraber Şubat ayının sonlarında ziyaret
ettim. Tabii bu sefer ki seyahatimin sebebi diğerlerinden daha
farklıydı. Artık geçici aralıklarla devam eden buluşmalarımızı
sürekli bir beraberliğe döndürmek amacıyla idi. 18 farklı belediyeden oluşan ve yerleşim alanı İstanbul’dan çok daha büyük
bir yüzölçüme sahip olan bu şehirden bir ev alıp buraya yerleşme
hedefini gerçekleştirmek için yaptık. Bu güzel şehri sadece anlatmak yerine, onu hissetmek ve
yaşamanın daha doğru olduğuna
karar verdim.
Ama sizlere bir kere daha anlatayım. Nerden başlasam acaba?
Bence en meşhur yeri Stanley
Park’tan başlamak lazım. Şehrin
merkezinin yanıbaşında yaklaşık
400 hektar büyüklüğündeki bu
park, farklı tipte çam ağaçları ile
kafa dinlemek ve yeşille buluşmak için ideal bir rehabilitasyon
merkezidir. Araba ile dolaşacağınız bu parkın tadını çıkarmak
istiyorsanız yürüyüş veya bisiklet gezilerini tercih etmelisiniz.
Granville Adası yemek, dinlenme ve eğlence için şehir
merkezinde ideal bir lokasyondur. Buradan ayrıca küçük
motorlar ile English Bay diye anılan yine şehir merkezindeki
plajlara da gitmeniz mümkündür. Aslına bakarsanız Vancouver’ı diğer Amerika ve Kanada şehirlerinde ayıran özelliği,
genelde iş merkezi olarak kullanılan şehir merkezlerinin aksine, Vancouver’da günün her saati haftanın her günü yaşayan
bir şehir merkezinin olmasıdır. Robson Caddesi’nde yürüyüş
VANCOUVER
DÜNYANIN EN GÜZEL ŞEHRİ
gezi rehberi
45
yapıp, alışveriş ile vakit geçireceğiniz gibi, kafelerde ağzınızı tatlandırabilirsiniz, ya da bu caddeye paralel veya kesen bir çok
caddede benzer aktiviteler
yapabilirsiniz.
Amerika Kıtası’nın batı sahilindeki en büyük adası olan Vancouver Adası, Hawai’nin iki katı yüzölçümüne sahiptir. En
büyük vilayetimiz olan Konya’nın yüzölçümüne yakın olan
32,000 km2’lik muazzam alanı ile yabani
bir çok hayvana ev
sahipliği yaptığı gibi,
aynı zamanda İngiliz
kolonileşmesinin
izlerini de görebileceğiniz Victoria şehri
ile gezilmesi gereken
bir yerdir. Vancouver’un farklı yerlerinden kalkan arabalı
vapurlar ile ulaşabileceğiniz adada bir günü doya doya geçirebilirsiniz ya da gezinizi uzatıp balinaları göreceğiniz tekne
turlarına da katılabilirsiniz.
Grouse Dağı şehrin hemen merkezinde, batı ve kuzey
Vancouver yerleşim alanlarının arasında size doyumsuz kayak
zevki tattıracak yaklaşık 1,200 metre yükseliğindeki bir kış
turizmi merkezidir. Eğer o semtlerde oturuyorsanız, yaklaşık 10
dakika mesafedeki kayak merkezi kolay bulunamaz bir nimettir. Vakit bulursanız hemen yakınındaki Capilano Asma Köprüsü’nden geçerek Capilano Nehri’nin 100 metre üzerinde yaklaşık 250 metrelik maceralı bir yürüyüşte yapabilirsiniz. Ayrıca
gelecek sene olimyatlara ev sahipliği yapacak merkezlerden
biri olan Twister Kayak Merkezi de ziyaret edilmeye değer.
Göllerden de bahsetmeden geçmemeliyim. Şehrin etrafında irili ufaklı göllerin bulunduğu milli parklar, özellikle yazın yüzme ve doğa yürüyüşleri için tercih edilmesi gereken doğal
zenginliklerdir. Heybetli ağaçlar arasındaki patikalarda yoğun
efor harcarken bir yandan da doğanın keyfini çıkarabilirsiniz ya
da soğuk okyanus suyu yerine nispeten sıcak göl kumsallarında serinleyebilirsiniz. Konu hazır doğadan açılmışken listelediğim cennet yerleşimleri de ziyaret etmelisiniz; Deep Cove, Belcarra, Lions Bay, White Rock. Daha o kadar çok yer var ki.
Son olarak Vancouver’dan yola çıkarak yapacağınız iki turdan bahsetmeden geçemeyeceğim. Birincisi Rocky Dağları’na yapılan tren yolculuğu. Lüks trenler ile en az 2, en fazla 17
gün yapılan turları alıp inanılmaz manzaraların keyfini konforlu
bir ortamda çıkarmak isteyenler biraz paraya kıymak zorunda
kalacaklar. İkincisi ise Alaska’ya yapılan gemi turları. Benzer bir
keyfi bu sefer gemide yaşamanız ve tabii ki Katil Balinaları izlemeniz mümkün.
Vancouver’da konaklama
Konaklama ve yemek konusuna gelince. Şehrin tadını
çıkarmanız için şehir merkezindeki otelleri tercih etmeniz gerekir. Sezona ve otellerin kalitesine göre turizmin yoğunlaştığı
yaz ayları hariç, 100 Kanada
doları hatta altında şehir merkezinde ki otellerde oda bulabilirsiniz. Her ülkeden, her ırktan
insanın yaşadığı bu şehirde
damak tadınıza uygun mutfağı
bulmanız çok
kolaydır, hatta
ciddi bir Türk
nüfusunun da
bulunması
sebebiyle Türk
mutfağı
da
yiyebilirsiniz.
Vancouver’ın
dünyanın en
pahalı 64. şehri olması gözünüzü korkutmasın, çünkü aynı listede İstanbul’un 24. sırada olması içinizi rahatlatabilir.
Kanada ile ilgili esprili bir günce eminim bir çoğumuzun eposta kutusuna düşmüştür. Hatırlarsınız belki? İzmirli bir kadının güncesi ilk başta çok olumlu cümleler ile başlar ama günler aylar geçip soğuk kış başlayıp ve kar yağışı hızını arttırınca
lanet etmeye başlar. Evet çoğu Kanada şehri için doğru olan
ağır kış koşulları Vancouver için geçerli değildir. İklimi İstanbul
gibi olan şehrin tek farkı yıl başına düşen yağış miktarının bizim
güzel ilimize nazaran çok daha fazla olmasıdır. Kışın kar nadiren bir kaç günü aşmayacak kadar yağar ve Toronto ile Montrel gibi inanılmaz soğuk yapmaz. Zaten o sebeple bütün
Kuzey Amerika kıtasında New York, Los Angeles ve bir kaç
ünlü şehirden sonra ev fiyatlarının en yüksek olduğu 6. şehir
ünvanını yıllardır korumaktadır. Nüfusu da çok fazla değildir.
Büyük Vancouver olarak anılan bütün belediyeleri kaplayan
devasa alanda sadece 2,3 milyon insan yaşamaktadır.
Kanada’ya göçmenlik her geçen sene daha da zorlaştığı
için belki benim yaptığımı yapamayabilirsiniz; ama en azından
bir yaz tatilinizde 2 haftanızı ayırıp 2010 kış olimpiyatlarına ev
sahipliği yapacak bu şehri muhakkak görün.
Aman dikkat Kanada’dan döndükten sonra Türkiye sokaklarında hemen yaya olarak gezmeye başlamayın. Türkiye’nin
vahşi trafik kurallarına tekrar alışamadan hastanelik olmanızı
istemem.
Kanada hakkında genel bilgiler
Nüfus: 33,212,000 (2008 tahmini)
Ortalama Yaşam Süresi: Erkek 79, Kadın 84
Başkent: Ottowa
Diğer önemli şehirler: Toronto, Montreal,
Vancouver, Calgary
Yüzölçümü: 9,984,670 km2 (Amerika’dan biraz büyük)
Din: Katolik %42, Protestan %23,
Dinsiz %16, Belirtilmemiş %12
Yönetim Şekli: Cumhuriyet
GDP/kişi: 50,600 $(2008)
Para Kuru: 1$ = 1.25 CAD
Lokal Zaman: Pasifik Zaman Dilimi
MAYIS2009 kolejliler
çocuk
46
Ankara’da çocuk opera
sanatçıları yetişecek
Türkiye’de Bir İlk: Ankara Devlet Opera ve Balesi Leyla Gencer Çocuk ve Gençlik Birimi
Ankara Devlet Opera ve Balesi Leyla Gencer Çocuk ve Gençlik Birimi’nin yöneticisi opera sanatçısı İpek Böler, çocukların ve gençlerin sanatta daha çok yer almalarını isteyen ve
yıllardır bu konuya emek veren bir sanatçı. Böler’in en büyük hedefi ise Türkiye’de daha
çok opera ve klasik müzik sanatçı ve izleyicilerinin yetişmesi. Bu hedefini gerçekleştirmek
amacıyla sanat yaşamında birçok çocuğun eğitimine katkıda bulunan Böler, birimde ilk iş
olarak bir çok sesli çocuk korosu oluşturuyor.
A
Türkiye’de ilk olan Ankara Devlet Opera ve Balesi Leyla
Gencer Çocuk ve Gençlik birimi ile ilgili bilgi alabilir miyiz?
Birimin kuruluş amacı nedir?
nkara Devlet Opera ve Balesi Müdürü Sayın Erdoğan Davran ve Genel Müdürümüz Sayın Rengin
Gökmen böyle bir birimin açılması için karara varmışlar. Beni de sanatçılığımın yanı sıra buraya
yönetici olarak atadılar. Bu birim kurulurken düşündüğümüz tek bir şey vardı, çocuklarımızın daha çok
sanatın içinde olmasını nasıl sağlarız? Ankara Devlet Opera ve
Balesi olarak bir çocuk balemiz var. Bunun yanında bir de
çocuk korosu olmalıydı. Bu
amaçla çalışmalara başladık.
Çocuk korosunu da 8-16 yaş
olarak sınırladık. Biz çocuk
korosunu sadece çocuk
şarkıları söyleyecek diye
düşünmüyoruz. Yarına çok
iyi bir opera izleyicisi yetiştirmeyi amaçlıyoruz.
Buradan yetişecek
yetenekli çocukların gelecekte sahnede yer almasını
düşünüyoruz. Çocukları böyle hazırlar ve
başarılarını da kanıtlarsak yarın kendilerini
daha da eğiterek konservatuarlarda okuma
fırsatı bulurlar. Konservatuarlara girmek için ön
hazırlık dersi vardır, zor bir
kolejliler MAYIS2009
derstir. Ritim eğitimi, kulak eğitimi, melodi ezgi hafızası gerektirir. Bunların hepsi konservatuarlara girmek için gerekli olan
şeylerdir. Bunları burada yapıyoruz. Şimdilik solfej bilen ve bilmeyen olarak iki koromuz olacak. Çocukların seçiminden sonra bir çalışma temposu başlatıyoruz.
Koro için başvuruların yoğunluğu nasıl?
Şu an kayıtlarımız 150’yi bulmuş durumda. Bunların 100
tanesi nettir, çünkü çok hevesli çocuklar, anne-babalar da
istekli. Dolayısıyla benim
şimdiki bakış açımdan 100 kişilik bir
koro var gibi. Bu
hiç az bir rakam
değil. Yaşları tutmadığı için gelemeyen öğrencilerim var. Dolayısıyla hem gençlik,
hem de çocuk korosunu kurmaya çalışıyorum.
Burada hedeflediğim çok
önemli nokta iyi bir opera ve
klasik müzik izleyicisi yetiştirmek ve bir de çok
yeteneklileri bulup
çıkartmak ama sahnede ama koroda.
Çocuklar ve gençlerle
ilgili ileride yapmayı
düşündüğünüz faaliyetler neler olacak?
çocuk
47
düşünemiyoruz, ama gelirlerse yönlendiririm. Yani benim
çocuğum piyano çalmak istiyor, benim çocuğum keman çalmak istiyor derlerse bu anlamda yönlendirebilirim.
Çocuk korosunu kurup o koroda çok sesli şarkıların söylenmesin istiyorum. Gençlik korosu için daha geniş açılımlıyım,
daha farklı bakıyorum. Gençlerin biraz sahnede de olmalarını
istiyorum. Koroda sololar yaptırmayı, gerekirse çocuk oyunlarında rol almalarını sağlamayı düşünüyorum. Bu benim yıllardır düşündüğüm bir olay. Çocuk şarkıları söyleyen çocukların
hepsi benim için çocuk sanatçıdır. Dünyada bir tek Almanya’da (Viyana'da çocuk operası var) bir de Türkiye'de oldu. Bu
ne yapmak istediğimizi açık ve net gösteriyor.
Çok sesli müzikte önce beyinde çalışmayan loplar çalışıyor. çok sesli müzikte hem diğer sesleri dinliyorsunuz hem de
kendi partinizi söylemeye çalışıyorsunuz. Dolayısıyla çok ciddi
bir vücut çabası var burada, hem beyin hem vücut olarak. O
zaman ayaklarınız daha sağlam yere basıyor, kendinizden
daha emin ve daha öz güveni yüksek insanlar oluyorsunuz.
Ben bunları çocuklarımızda görmek istiyorum ve göreceğimden de eminim.
Bu tarz sanatsal faaliyetlerin çocuklar için ne tür faydaları
olacaktır?
Müzikle uğraşmak öncelikle çocuğun bireysel gelişimini
arttıracaktır. Sonrasında çocukta beynin en zorlandığı konsantre sorunun çözümünde faydalı olacaktır. Zaten konsantre
olmayı başarabilen çocuk, sonraki hayatını da başarıyla götürür. Bir olaya konsantre olmak çok kolay bir şey değildir. Maalesef çocuklarımızda algılama sorunu çok yüksek. Bu da bilgisayarlardan kaynaklanıyor, çünkü beynini hiç zorlamıyor algılamak için, düğmeye bastığı an istediğini alıyor. Ama şarkı söyleyen, müzikle uğraşan çocuklarda algılama daha açık, konsantrasyonu daha yüksek olduğu görülüyor.
İçe kapanık çocuklarda dışa dönük, kendini ifade etmekte
zorlanan çocuklarda kendini ifade etme yetisinin arttığı görülüyor. Ben aynı zamanda çocuk pedagojisi de okuduğum için
çocuklarda bu anlamdaki gelişmeleri çok rahat görüyorum.
Mesela çocuk ilk hafta gayet rahat geliyor, ikinci, üçüncü haftadan sonra süslenip geliyor, tokalar renkleniyor, salonda en
ön sıraya oturmaya çalışıyor. Şarkı söylerken daha kendini hissettirmeye çalışıyor yani ben şarkıyı ezberledim tarzında. Kendini beğenmeye, kendini sevmeye başlıyor. Hayat sevgisi artıyor. Zaten kendinizi severseniz hayatı da seviyorsunuz.
Gelecek hedefleriniz nelerdir?
Daha önce Oksijen Korosu, Neşeli Notalar gibi özel çocuk
korolarım vardı. Ben bu koroyla hiçbir 23 Nisan’ı boş geçirmedim. Alışveriş merkezleri, Kuğulu Park, Güven Park, Cumhurbaşkanlığı Köşkü, İsmet İnönü Köşkü gibi yerlerde çocuklarımla konserler verdim. Yani sadece Leyla Gencer Sahnesi
değil benim dediğim, Ben Ankara’nın ya da Türkiye’nin, her
köşesinde, her köyünde, her ilçesinde ve ilinde bu korolarla
şarkı söylemek istiyorum. O köylerde, illerde kim varsa nasıl
şarkı söylenirmiş öğrenip, ufak ufak korolar kursunlar istiyorum. Burada müzik öğretmenlerine çok iş düşüyor tabii koroda.
Çocuklara yönelik gösteriler var mı ya da olacak mı?
Dergimiz aracılığıyla okurlarımıza neler iletmek istersiniz?
Tabii var. Halen gösterimde Murat Göksu’nun “Öylesine Bir
Herkes biliyor ki Türkiye
Dinleti” ve Mustafa Erdoçok zengin bir ülke değil,
ğan’ın “Çizmeli Kedisi” var.
İpek MUTAF BÖLER
dolayısıyla sanata da ayırdığı
Öylesine Bir Dinleti operası
bütçe çok büyük değil.
çocuk versiyonu, Çizmeli
Manisa doğumlu opera sanatçısı İpek Böler, Ankara Devlet
Benim birimim çok yeni kurulKedi de bale. İkisi de çok
Konservatuarı Şan Bölümü mezunudur. Yurtiçi ve yurt dışı konserdu
ve bu birimle ilgili sponsor
güzel yazılmış eserler. Ayda
leri ile sanata ve eğitime katkı adına Napolitenler, müzikaller ile
arayışı
içindeyim. Henüz çok
ki kere hafta sonları gösterioperalardan tanınmış aryalar ve türkülerimizi tanıttığı konserlerde,
yeni olan birimin piyano, bilgimiz oluyor. Haziranın ilk hafinsanlarla sevgi iletişimini en şekilde kurmayı başarmıştır. Çeşitli
sayar, fotokopi makinesi vb
tasında da yeni koromuzla
opera besteleri de bulunan sanatçının “Şarkılarımızla Çevremiz”
benzeri temel ihtiyaçlarının
adlı kitabıyla çeşitli ödüllere layık görülmüştür. Böler’in yine Eda
bilet satışlı bir konser yapkarşılanması için sponsorlara
adlı kitabı 8 Mart 2002 tarihinde Dünya Kadınlar Günü sebebiyle
mayı planlıyoruz.
ihtiyacımız var. Dolayısıyla
Harran Üniversitesi’nden İletişim Ödülü’nü almıştır. Böler’in eşi
Birim içerisinde enstrümaopera sanatçısı Cumhur Böler’le birlikte hazırladığı Hakdostu
ben buranın donanımı için
na yönelik bir çalışma olaMevlana “Hoşgörü” adlı bir DVD’si bulunmaktadır. İpek Böler,
büyük firmalardan yardımcı
cak mı?
konservatuar öğrencisi Arya ve Beste Böler adında iki kız çocuğu
olmalarını rica ediyorum.
Onu maalesef şimdilik
sahibidir.
MAYIS2009 kolejliler
yaşam kalitesi
48
Son yılların modası
İnsülin direnci
S
Dr. Mehmet Tümer'81
Aile Hekimliði Uzmaný
www.bsyklinik.com
on yıllarda modern yaşamın bizlere hediyesi olan; hareketsizlik, stres, dengesiz beslenme ve kilo kazanımının neden olduğu
sağlık problemleri yeni kavramlar öğrenmemize yol açtı. “Karaciğerimde yağlanma
varmış” diyenlerimiz çoğaldı, insülin direnci
de gittikçe daha sık duyacağımız bir kavram; ne olduğunu öğrenmek isterseniz işte detayları.
İnsülin direnci nedir?
İnsülin, pankreasımızda bulunan beta hücrelerince salgılanan bir hormondur. Salınan insülin kan dolaşımıyla vücudumuza yayılır ve karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasında
görev alır.
İnsülin direncinde hücreler insülinin etkilerine duyarsızlaşır
ve aynı etkiyi göstermek için ortamda daha fazla insülin bulunması gerekir. Bu duyarsızlık hem vücutta salgılanan insüline
hem de dışarıdan verilen insüline karşıdır.
İnsulin direnci neden ortaya çıkar?
Metabolik sendrom, obezite, gebelik, ağır enfeksiyon hastalıkları, stres ve kortizon kullanımı insülin direncine neden olabilir. İnsülin direncine ayrıca genetik faktörler ve bazı ilaçlar da
yol açar.
İnsülin direnci ile diyabet arasındaki ilişki nedir?
Hayatımızın ilerleyen yıllarında ortaya çıkan tip 2 diyabet-
ten
yıllar önce
insülin direncinin başladığı saptanmıştır. Yüksek insülin seviyelerinin santral obezite (bel çevresine toplanmış yağlanma),
kolesterol yükseklikleri, kan basıncı yüksekliği ile birlikte seyri
sıklıkla görülür ve metabolik sendrom olarak adlandırılır
İnsülin hormonunun görevlerinden biri de başta yağ ve kas
hücreleri olmak üzere, hücrelerin kandan glikozu alıp kullanmalarını sağlamaktır. Bunun için insülin; hücrelerin yüzeyinde
yer alan reseptörlere bağlanır. Hücre yüzeyindeki resptörlere
bağlanma; insülinin kas veya yağ hücresinin kapısını çalmasına benzetilebilir. Direnç olduğu durumda, hücreler bu kapı
vuruşunu duymaz ve kapı açılmaz, sonuç olarak da glikoz
hücre tarafından kullanılamaz. Bu durumda pankreas sonuca
ulaşmak için tekrar insülin salmak zorunda kalır ve böylece
kanda artan insülin değeri ile kapıya daha şiddetli vurulmasını
sağlayarak kapıyı açtırmak mümkün olur. Zaman içerisinde
direnç artar ve pankreas fazla insülin salgılamaya gücü yettiği
oranda bu direnci yener, kan şekeri seviyesi normal kalır. Pankreas yorularak yeteri kadar insülin salgılayamadığında, özellikle yemek sonralarında kan şekeri yükselmeye başlar. Son
aşamada açlık kan şekeri de yükselir ve tip 2 diyabet basamağına geçilir.
Kimin insülin direnci riski vardır?
• Beden kitle indeksi 25’in üzerinde olan
• Bel çevresi ölçüsü sınır dışında olanlar (erkekte 102
kadında 88,)
• 40 yaşının üstünde olmak
• Birinci derece akrabalarında tip 2 diyabet, damar sertliği
kolejliler MAYIS2009
yaşam kalitesi
49
veya yüksek tansiyon olanlar.
• Gebelik diyabeti olanlar.
• Yüksek kan basıncı, trigliserit yüksekliği, düşük HDL
kolesterol veya damar sertliği olanlar.
• Poliskistik over tanısı olanlar.
• Akantozis nigricans tanısı olanlar
İnsülin direncini nasıl yenebiliriz?
İnsülin direncini yenmenin iki yolu vardır; birinci yol insülin
gereksinimini azaltmak, ikinci yol ise hücrelerin insüline olan
duyarlılığını artırmaktır. Her iki yolda da hayat tarzı değişiklikleri yapmamız gerekir.
Diyetimizde yapacağımız değişiklikler insülin gereksinimini
azaltabilir. İlk başta karbonhidrat alımı miktarı gözden geçirilmeli ve glisemik etkilerine göre dikkatli seçilmelidir. Glisemik
indeksi yüksek karbonhidratlar kan şekerini hızla yükseltirler ve
daha fazla insülin ihtiyacına neden olurlar.
Kan şekerini hızla yükselten, yüksek glisemik indeksli kar-
bonhidratlara örnek olarak; şeker, beyaz ekmek,
patates kızartması verilebilir.
Düşük glisemik indexli besinlere örnek olarak;
tam tahıllar, kepekli pirinç,
brokoli, havuç, bezelye
verilebilir.
Pek çok araştırma,
aerobik tipte egzersiz
yapılmasının veya kilo
verilmesinin kas hücrelerinin insülin duyarlılığını arttırdığını saptamıştır. Finlandiya’da
yapılan bir çalışma, diyet değişikliği ve egzersiz ile diyabet
gelişiminin %58 azaldığını saptamıştır.
Sonuç olarak, genetik eğilimlerimiz olsa da risklerimizi iyi
yönetirsek insülin direncinden korunabiliriz.
ŞEKER HASTASI OLMA RİSKİNİZİ MERAK EDİYOR MUSUNUZ?
1. Kilonuz...
a) Normal (1)
b) 2,5-13 kg. fazlanız var (2)
c) 13 kg.dan fazla (3)
8. Ailemde şeker veya obezite var...
a) Hayır (1)
b) Ebeveynlerden birinde ya da her ikisinde de (2)
c) Kardeşlerimden bir veya birkaçında var (3)
2. Şeker ve tatlı krizlerim oluyor...
a) Nadir (1)
b) Bazen (2)
c) Neredeyse her gün (3)
9. Açlık kan şekerim...
a) Normal (65- 90 mg/dl) (1)
b) Üst sınırda (91- 110) (2)
c) Yüksek (111 ve üzeri) (3)
3. Yorgunum...
a) Yatmaya yakın (1)
b) Çoğu zaman (2)
c) Neredeyse her zaman (3)
10. HbA1C yüzdeniz...
a) Normal (%5,7’den az) (1)
b) Yüksek (%5,7- 6,9) (2)
c) Kontrolden çıkmış (%7’den çok) (3)
4. Donukluk hissederim...
a) Nadir (1)
b) Genellikle öğle yemeğinden sonra (2)
c) Neredeyse her zaman (3)
11. Açlık insülinim...
a) Normal (12 mcIU’dan az) (1)
b) Biraz yüksek (13- 20 mcIU) (2)
c) Çok yüksek (21 mcIU’dan çok) (3)
5. Öğün atladığımda ya da vaktinde yemediğimde...
a) Rahatsızlık duymam (1)
b) Rahatsızlık duyarım (2)
c) Elim ayağım titremeye başlar (3)
6. Spor yaparım ya da gün içinde aktifimdir...
a) Haftada 3- 4 kez (1)
b) Sadece hafta sonları (2)
c) Nadir (3)
7. Çok stresliyim...
a) Nadir (1)
b) Arada bir (2)
c) Genellikle (3)
DEĞERLENDİRME
11: Endişelenmenize gerek yok. Sağlıklısınız diyebiliriz.
Ancak yine de sağlıklı yaşam ilkelerine ve yeterli/ dengeli
beslenmeye dikkat edin.
12- 16: Tehlike sinyalleri çalıyor, harekete geçmenin tam
vakti.
17- 21: Diyabet olma yolundaki işaretler göz kırpıyor.
Hiç vakit geçirmeden doktorunuza danışın.
22- 33: Sizin için diyabet teşhisi konmuş olmalı. Unutmayın beslenme, fiziksel aktivite ve yaşam şeklinde yapacağınız olumlu değişikliklerle pek çok komplikasyonun önüne geçebilirsiniz.
MAYIS2009 kolejliler
moda-tasarım
50
kolejliler MAYIS2009
moda- tasarım
51
MAYIS2009 kolejliler
sosyal sorumluluk
52
Düşüncelerdeki bozkırı yeşertmeye çalışanlar:
Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı
um:ag, 24 Ocak 1993 tarihinde öldürülen yürekli gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun gazetecilik anlayışını sürdürecek genç gazetecileri basına kazandırmak ve edebiyat, felsefe, sinema,
resim ile görsel sanatta sıradanlığı reddedenlerin bir araya gelebileceği, kendilerini geliştirebileceği bir kültür ve sanat merkezi olma amacıyla kuruldu. Bugün um:ag Araştırmacı Gazetecilik eğitim programı ile yazma-felsefe-sinema seminerleri, desen kursları ve 18:30 söyleşileriyle insanların özgürce bir araya gelebildikleri, paylaşabildikleri ve üretebildikleri bir kültür ve
sanat merkezi haline geldi. Ankara’nın kültür iklimini geliştirmek ve toplumu oluşturan bireylerde kişisel farkındalık yaratmak amacını güden vakfın eğitim, yayın ve kültür-sanat alanlarını
kapsayan geniş bir yelpazede önemli faaliyetleri bulunuyor. Vakfın toplumla bütünleşmesi,
“Adalet ve Demokrasi Haftası” ile doruğa çıkıyor.
Aycan ALP’95
U
ğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (um:ag), 24
Ocak 1993 tarihinde, arabasına yerleştirilen bombanın patlamasıyla katledilen, toplumsal duyarlılık ve
sorumluktan yaşamı boyunca ödün vermemiş Gazeteci-Yazar Uğur Mumcu’nun ardından, eşi Güldal
Mumcu, çocukları Özgür Mumcu ve Özge Mumcu
tarafından Ekim 1994’te, onun düşünce ve ilkelerini yaşatmak;
toplumsal sorunlara duyarlı, demokrat, emekten ve insanlık
ideallerinden yana genç gazetecileri basın mesleğine kazandırmak ana amacıyla kuruldu.
um:ag, bu ana amacının yanı sıra, sıradanlığın parçası
olmayı reddeden her yaştan kişilere sunduğu edebiyat, felsefe, resim, sinema etkinlikleri, çocuk projeleri ve çeşitli konularda sağladığı hizmet içi eğitim olanaklarıyla bir kültür-sanat-eğitim merkezi olarak hizmet veriyor.
kolejliler MAYIS2009
Her yaştan katılımcıya geniş eğitim seçenekleri
Vakfın Eğitim Bölümü, her yıl Ekim, Ocak ve Nisan aylarında; Yazma, Felsefe, Sinema Tarihi ve Eleştirel Haber Okuryazarlığı alanlarında 2.5 ay süren seminerler açıyor. Yılda bir kere
düzenlenen Araştırmacı Gazetecilik Kursu, mesleğe Uğur
Mumcu’nun gazetecilik anlayışı ve çizgisini sürdürecek genç
gazeteciler yetiştirmeyi amaçlıyor. Yaz aylarında düzenlenen
sosyal sorumluluk
53
ve 9-11 yaş aralığındaki çocukların katılabildiği “İçimdeki
Güneş” çocuklar için yaz etkinlikleri ise, sıradanlığı reddetmeyi küçük yaşlarda öğrenmek isteyenlere renkli ve eğlenceli bir
fırsat yaratıyor.
Geçmişi ve günü anlamak isteyenlere um:ag kitapları
um:ag Yayın Bölümü, geçmişi ve günümüzü anlamak isteyenler için eşsiz bir başvuru kaynağı olan Uğur Mumcu’nun
bütün yapıtlarının ve yazılarının dışında, Uğur Mumcu ile ilgili
yayınlar, gazetecilik mesleği ve toplumsal sorunlarla ilgili kimi
derleme, araştırma ve raporları da kitaplaştırarak okura sunuyor. um:ag Yayınları, dünü değerlendirmek ve bugünü anlayabilmek amacıyla Uğur Mumcu’nun bütün yapıt ve yazılarını
kitaplaştırarak okurlara sunuyor. Her yıl eklenen yayınlarıyla da
okuyucuları araştırma dizileri, özel diziler ve yeni yapıtlarla
buluşturuyor.
“Sanat, toplumu değiştirmek için bir araçtır”
Yılgınlıkların, acıların, sıradanlığın kültür sanatla aşılacağı
inancıyla çalışmalarına başlayan Kültür Sanat Bölümü, “Sanat,
toplumu değiştirmek için bir araçtır. Bu aracı, amaca ve ereğe
göre kullananı desteklemek, ona güç katmaktır bizim görevimiz.” diyen Uğur Mumcu’nun düşüncesinden de hareketle,
çağdaşlaşma yolunda sanatın yaşamın her alanında yer alabilmesi amacıyla etkinliklerini sürdürüyor.
Adalet ve Demokrasi Haftası: Dayatmalara ve
baskılara direnenlerin haftası
um:ag ayrıca, “faili meçhul” bırakılan cinayetlerin yaşandığı ülkemizde adalet ve demokrasinin, ancak, dayatmalara,
baskılara, hoşgörüsüzlüğe, işkenceye, haksızlığa direnen yurttaşların çoğalmasıyla yerleşebileceği bilincini demokratik kitle
örgütlerinin de katılımıyla, her yıl; 24 Ocak 1993'te öldürülen
gazeteci-yazar Uğur Mumcu ile 31 Ocak 1990'da öldürülen
Prof. Dr. Muammer Aksoy'un ölüm yıldönümlerini belirleyen 24
Ocak-31 Ocak günleri arasındaki haftanın, demokratik kitle
örgütleriyle birlikte, 'Adalet ve Demokrasi Haftası' olarak hayata geçiriyor. En uzak halkalarından en yakın halkalarına kadar
"faili meçhul" cinayetlerin acısını toplumca yoğun olarak yaşadığımız ülkemizde, dilimize yerleştirilmek istenen 'faili meçhul'
kavramına karşı bilinçli bir şekilde karşı koymanın aydın olmanın bir gereği düşüncesi, bu haftanın düşünce eksenini oluşturuyor Çünkü bir toplumda adalet ve demokrasi, ancak,
dayatmalara, baskılara, hoşgörüsüzlüğe, işkenceye, haksızlı-
ğa direnen yurttaşların
çoğalmasıyla yerleşebilir.
um:ag'ın ön hazırlıklarını, tüm yazışmalarını
ve kitle örgütleri arasındaki iletişimi üstlendiği
Adalet ve Demokrasi
Haftası, Ankara başta
olmak üzere yurdun
pek çok yerinde ve yurtdışında, çok sayıda kitle
örgütünün, kurum ve
kuruluşların, yerel yönetimlerin ve gönüllülerin
her yıl artan katılımıyla
gerçekleştiriliyor. Vakıf tarafından, Adalet ve Demokrasi Haftası’nda, Ankara içinde ve dışında etkinlik yapan kurum ve kuruluşlara, gereksinim duydukları konularda yardım ediliyor ve
Ankara'da her yıl tüm demokratik kitle örgütlerinin katılımıyla,
Uğur Mumcu'nun evinin önünde başlayan anma toplantıları,
hafta boyunca söyleşi, açık oturum, dinleti ve sergilerle sürüyor, etkinliklere hafta boyunca binlerce kişi katılıyor.
Bu inanç ve düşünceyi paylaşan tüm duyarlı insanların ve
kurumların desteği ile büyüyerek hizmet vermeye devam eden
kamu yararına vakıf statüsündeki Uğur Mumcu Araştırmacı
Gazetecilik Vakfı, toplumsal barış ve gelişmenin, bireysel farkındalıktan geçtiğine inanan herkesi dayanışmaya davet ediyor.
Vakıfla ilgili ayrıntılı bilgi için: www.umag.org.tr
MAYIS2009 kolejliler
keyif
54
kolejliler MAYIS2009
The House Café’de
rakipsiz bahçe
keyfi başladı
keyif
55
İ
İstanbul dışında açılan ilk The House Café Ankara, müdavimlerini bekliyor. Rahat ve sıcak dekoruyla, farklı menüsüyle hizmet veren The House Café, havaların ısınmasıyla benzersiz
bir bahçe keyfini de müşterileriyle buluşturdu.
lk açıldığı 2002 yılında İstanbul’da küçük bir cafe iken
gittikçe büyüyen ve markalaşan The House Café, bugün
11 şubesiyle hizmet veriyor. Bu şubelerden sadece biri
İstanbul dışında yani Ankara’da 2008 Ekim ayında açıldı. The House Café, Ankara’nın en güzel bölgelerinden
birinde Filistin Caddesi ile Nene Hatun Caddesi’nin birleştiği yerde çok farklı bir atmosferde müşterilerini karşılıyor.
Havaların ısınmasıyla birlikte yeni bir bahçe keyfi ortamıyla hizmet vermeye başlayacak olan mekânda hazırlıklar hızla sürüyor. Menüsüyle, dekorasyonuyla ve hizmet kalitesiyle fark
yaratan mekanın yöneticisi Tamer Akınözü, The House Café
Ankara’nın bahçesiyle rakipsiz olacağını belirtiyor. The House
Café Ankara’nın kuruluş ve geliştirilmesiyle ilgili bilgi aldığımız Akınözü,
sözlerini şöyle sürdürüyor: “İç
dekorasyonda olduğu gibi bahçede de müşterilerimizin kendilerini
evlerinde hissetmelerini sağlayacak
peyzaj ve dekorasyon uygulamaları
yapacağız. Bu yapacaklarımızı da
yenilik olarak değerlendiremeyiz
çünkü geçen sene Ekim ayında
açıldığımız
için bahçemizi
özellikle peyzaj konusunda tam manasıyla hazırlayamamıştık.”
The House Café Ankara’nın kurulması bir sohbet sırasında
geliştirilmiş ve karara bağlanmış. Ancak franchise anlaşmasının gerçekleştirilmesi epey uzun sürmüş. Bir yıllık bir süre içinde İstanbul The House Café yönetimi, Türkiye’nin bir numarası haline getirdikleri markalarına ilk defa temsil yetkisi verecekleri kişileri ince eleyip sık dokumuşlar. Sonuçta oldukça keyifli
ve modern bir mekân Ankaralıların hizmetine sunulmuş.
Kurulduğu günden bugüne, sayısız ödülleri bulunan ve en
son 2008 Timeout “En iyi yerli restoran zinciri” dalında birinci
olan The House Café, adeta farklılığın bir sembolü konumunda. Akınözü, “taklitleri çoğalmış olsa da Ankaralı’ların dikkatli
ve seçici gözleri farklılıkların farkına varacaktır” diyor.
The House Café’nin oldukça zengin bir menüsü bulunuyor. Öğle yemeğinde mantı, pazı, yaprak dolma, Tekirdağ köfte gibi The House Café’ye özgü ev yemeklerinin yanında enginarlı karides salata, porçini risottolu bonfile, ıspanaklı somon
ızgara, beğendili köfte, lahmacun pizza, kadayıfa sarılmış
tavuk ve et schnitzel gibi yemekler de bulunuyor. Mekânın tat-
lıları da oldukça büyük ilgi
görüyor. Mom’s apple pie,
kestaneli ve kahveli cheesecake, ev yapımı çilekli tart ve beyaz çikolatalı brownie gibi tatlıları en beğenilenler arasında ilk sıralarda bulunuyor.
The House Café yemeklerinin yanında içecekleriyle de fark
yaratıyor. Bu alanda yapılan yarışmalarda barmenlerinin sayısız ödülleri bulunuyor. Özellikle limonata ve naneli limonataları
ile ünlü mekân çok sık birincilik ödülüne layık görülmektedir.
Taze meyve sularından yapılan "House Boom"lar ve detoks
içecekler en beğenilenler arasında bulunuyor. Detoks Rabbit
(elma, zencefil, havuç), Detoks Garden (salatalık, elma, roka,
maydanoz), Detoks Rainbow (domates,
kereviz, renkli biberler, limon, taze baharatlar) gibi farklı seçenekler mevcut.
Tüm The House Café’lerin en
önemli özelliklerinden birini tabi ki dekorasyonları oluşturuyor. İç ve dış dekorasyonda tamamen farklı ama modern
bir tarz yakalamayı başaran mekânın
tasarımı, sayısız ödüllü bir mimarlık firması olan Autoban tarafından çizilmiş.
Uygulaması ise Ankara'nın
çok önemli tasarım ve uygulama firması Plandek’e yaptırılmış. İsminden de anlaşılacağı gibi mekân tasarımında amaç, gelen müşterilerin
kendilerini ev ortamında hissetmeleri.
The House Café Ankara’nın müşteri portföyü ise
çok geniş bir yelpazeye
sahip. Her yaşın zevk alabileceği rahat bir ortam.
“Dede ile torun aynı evi paylaşabiliyorsa The House
Café’lerde de her yaşın zevk alacağı tatlar ve ortam sağlanmaktadır.” diyen Akınözü, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Sağ
olsunlar müşterilerimiz olumlu olumsuz eleştirilerini bizlere sıklıkla aktarmaktadırlar ki bu da bizleri çok memnun etmektedir.
Kendimizi en iyiye ulaştırmada önemli katkısı olan bu geri
dönüşlerden gerçekten çok memnunuz. Müşteri portföyümüz
çok geniş olduğu gibi eleştiri alanlarımız da çok geniş. Müşterilerimizin dekorasyon, yemek kalitesi, personel kalitesi, servis
hızı, menü çeşitliliği vs. konulardaki olumlu ve olumsuz eleştirileri bizleri her gün farklı konularda toplantı yapmaya zorluyor
ki, bu da adım adım en iyiyi bulmamıza katkı sağlıyor.”
Nene Hatun Cad. No:74 GOP/ANKARA
Tel: 0312 446 46 88 Faks: 0312 446 75 92
MAYIS2009 kolejliler
kültür-sanat
56
Tiyatro sanatçısı Tolga Tuncer’87
“Biz hayattan besleniyoruz”
B
Tiyatro sanatçısı olmaya karar vermenizdeki etkenler
nelerdir? Ailenizde başka tiyatrocu var mı?
enim tiyatroyu seçmem tamamen rastlantı sonucu
oldu. Derler ya “ben doğuştan yetenekliydim.” Bende hiç öyle olmadı. Ama hayata rastlantı diye baksak
da bu rastlantılar, olması gereken yere götürüyor
insanları. Ben Gazi Üniversitesi’ndeyken, amatör olarak tiyatro yapmaya başladım. Daha sonra bu ben
de vazgeçemeyeceğim bir tutku haline geldi. Bu mesleği profesyonelce devam ettirmek istediğim için, bu işin okulunu okumam gerektiğini düşünerek tiyatro sınavlarına girdim.. Gazi
Üniversitesi’ni bırakıp, 1990 yılında Bilkent Üniversitesi Sahne
Sanatları Fakültesi Tiyatro Bölümü’nü kazandım. Mezun olduktan sonra 1995’de Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nu kazandım. 8
sene burada görev yaptım. 2004 yılında Ankara’ya tayinim
oldu. 5 sezondur Ankara Devlet Tiyatrosu’nda görev yapmaktayım. Bunun dışında Ankara Sanat Tiyatrosu’nda da konuk
oyuncu olarak oynamaktayım. Ailemde başka tiyatrocu yok
ama sanatçı var. TED Ankara Koleji mezunu olan kardeşim de
Amerika’da Berkley Üniversitesi gitar bölümünü bitirdi.
Şu ana kadar rol aldığınız oyunlardan bahseder misiniz?
Sekiz sene geçirdiğim Diyarbakır’da her sezon en az iki
oyun oynadım. Şu ana kadar otuza yakın oyunda rol aldım.Bu
projelerde yer almaktan çok büyük mutluluk duydum. Bunlardan bazılarını Müfettiş, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım,
Deli Dumrul, Kör Dövüşü olarak sıralayabilirim. Bu sene Anka-
ra Devlet Tiyatrosu’nun Genç Osman adlı oyununda rol almaktayım. Yaptığım işlerle de birçok insandan gelen tepkiler sonucunda doğru şeyler yaptığıma inanıyorum.
Halen Genç Osman oyununda oynuyorsunuz. Genç
Osman oyununu ve buradaki rolünüzü tanıtır mısınız?
Oyun, izleyenler üzerinde nasıl etkiler bırakıyor?
Genç Osman, Turan Oflazoğlu’nun yazdığı tarihi bir oyun.
Genç Osman karakterini tarihten hepimiz tanırız. Bir kere çok
ilginç bir karakter. On dört yaşında tahta oturuyor, dört sene
sonra 18 yaşında öldürülüyor. Genç Osman inanılmaz yenilikçi bir padişah. Kılık kıyafetten orduya kadar her şeyde yenilik
yapmak istiyor. Fakat devletin kendi dengelerini çok oynattığı
için ne yazık ki kendi sonunu da hazırlamış oluyor. Atatürk’ün
günümüzde yaptığı birçok yeniliği, devrimi Genç Osman,
Osmanlı İmparatorluğu zamanında yapmaya çalışmış ama ne
yazık ki bu kendi ölümüne neden olmuş.
Ben orada Sipahi Başı’nı oynuyorum. Ordunun Yeniçeri
Ağası ve Sipahi Ağası olmak üzere iki başı var. Genç
Osman’a, yeniliklere karşı ayaklanmaların başını çekenlerden
birisi. Oyunda çok güzel bir curcuna sahnemiz var. Bu, seyircinin çok eğlendiği, biraz ortaoyunu tarzında bir sahne. Oyun
düzenli ordunun tepeden inmesiyle başlıyor. Fakat curcuna
sahnesinde askerler göbek atarak, padişahla, düzenle dalga
geçiyorlar. Oyunda eleştirisel bir sahne aslında. Mesela benim
orada “Çoklar aç, azlar toksa, durum bomboksa” gibi tamamen eleştirisel bir repliğim var.
Oyun çok beğeniliyor. Bütün seyircilere yürekten teşekkür
ediyoruz çünkü bir sezondur oynamamıza rağmen halen
kapalı gişe oynayan bir oyun. Herkes çok memnun ayrılıyor.
Ankara Sanat Tiyatrosu’ndaki oyununuzdan da bahseder
misiniz?
AST’da konuk oyuncu olarak işkence üzerine yazılmış Ariel Dorfman’ın Ölüm ve Kız adlı oyununda oynuyorum. Çok
keyif alarak oynadığım bir oyun. Oyun, işkencenin toplumda
bıraktığı sancılar üzerine kurulmuş. Herkesi bu oyunu izlemeye davet ediyorum. Çünkü işkence toplumun bir yarası.
Zaman, mekân düşünmeden hayatın her döneminde olan,
belki bizlerin başına gelmediği için farkında olmadığımız ama
birçok insanın başına gelen ve çok büyük yaralar bırakan
önemli bir sorun diye düşünüyorum. Oyunun dışında AST,
benim tiyatrocu olmamda büyük bir etkendir. Çünkü ben
küçükken ailemle hep AST’a tiyatro izlemeye gelirdik. Tiyatro
dendiğinde ilk aklıma gelen yerdir. Burada oynamayı çok istiyordum. Bu sene 46. yılını kutlayan, çok farklı bir tiyatro. Burada oynamak çok istediğim bir şeydi ve oldu. AST’ın başka projelerinde de yer almak isterim.
kolejliler MAYIS2009
kültür-sanat
57
Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen ve izleyenler tarafından büyük beğeni toplayan “Genç Osman” oyununda 1987 mezunumuz tiyatrocu Tolga Tuncer de rol alıyor.
Uzun yıllar Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda oynayan Tuncer, 2005 yılından bu yana Ankara’da görev yapıyor. “Genç Osman” oyununda Sipahi Başı’nı canlandıran usta oyuncu ile
“Genç Osman” oyunu ve tiyatro üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Tiyatronun size kazandırdıkları nelerdir? Tiyatrocu olmanın ne tür zorluklarını yaşadınız?
Tiyatroyla uğraşmak insanı çok değiştiriyor. En azından 8
senelik bir Diyarbakır maceram var ki orada yaşamayı öğrendim. Yani 26 yaşımdan 34 yaşıma kadar Diyarbakır’da yalnız
yaşadım. Ailenizden çok uzak, farklı bir şehir ve zor koşullarda
yaşıyorsunuz. Bunun bir getirisi var. Artı sahnenin insan ilişkilerinde, hayata bakışınızda çok büyük getirileri var. Her an hayatla, duygularla iç içesiniz. Hayattan besleniyorsunuz. Biz tiyatrocuların sıkılmak gibi bir lüksü olamıyor. Her an hayatı yaşıyorsunuz.
Bunun yanında zorlukları da çok. Öğrenciyken veya hayatının bir bölümünde birçok kişi sahneye çıkmıştır. Dışarıdan
çok basit gibi görünen, “Ne var ki bunda ben de yaparım”
denilebilen bir iş. Herkes
bize ezberi nasıl yapıyorsunuz diye soruyor. Ezber
bu işin en kolay tarafı
aslında. Çünkü bir karakteri yaratmak çok zor.
Kendiniz bir karaktersiniz,
bunun dışına çıkmak, bir
karakter yaratarak insanları buna inandırmak zorundasınız. Bunlar rol çalışmasının zorlukları. Bunun
dışında da bir çok zorluk
var. İnsanlarla çalışmanın
zorlukları mevcut. Çünkü
egonun yüksek olduğu bir
meslek. Çalışma saatleriniz belli değil. Bazen sabahlara kadar
prova yapabiliyorsunuz. Devlet Tiyatrosu dışındaysanız, maddi anlamda zorluklar yaşıyorsunuz. Ama çok güzel bir meslek.
Gülü seven dikenine katlanır, acıyı hissetmez. Bu yüzden tiyatrocu olmaktan hiç pişman olmadım.
Birlikte oynamayı çok istediğiniz bir oyuncu veya ekibinde
olmayı hayal ettiğiniz bir tiyatro yönetmeni var mı?
Birlikte rol almak istediğim bir oyuncu yok aklımda. Çünkü
şu ana kadar birçok iyi oyuncuyla zaten çalıştım. Yönetmen
olarak Yücel Erten’le çalışmak isterim. Şakir Gürzumar çalışmayı çok istediğim bir yönetmendi ve kısmet oldu. Genç
Osman’ın yönetmeni Şakir Gürzumar. Çok iyi oldu, bana çok
şey kattı. Başka bir projesinde de çalışmayı isterim.
Tiyatroyu seven gençlere neler tavsiye edersiniz? Tiyatroyu sadece sevmek başarılı olmak için yeterli mi?
Bir kere sevmekle amatörce
başlamış oluyorsunuz. Bu sevginin içlerinde ömür boyu var olacağını hissettikleri zaman tiyatroya
devam etsinler. Tiyatro oyunlarını
takip etsinler. Tiyatroya, hayata
dair her şeyi okusunlar. Bu mesleği de seçmelerini tavsiye ederim.
İstemek ve çalışmakla başarılı
olurlar.
TED Ankara Koleji’nin de tiyatrocu olmanızda etkenleri oldu
mu? Tiyatro ve Kolej dersek
neler söylersiniz?
Ben TED Ankara Koleji’ndeyken tiyatroya karşı hiç ilgim yoktu.
Seçmemde direkt bir etkisi olmadı. Ama Kolej, hayatımda
aldığım bütün kültür, bilgi birikimimin temelini oluşturan bir
okul. Burada okumuş olmaktan o kadar mutluyum ki. Hayata bakış açımı değiştirdi. Bu yüzden tiyatroyu seçmemde
dolaylı yönde mutlaka etkisi olmuştur. Hayatımın en keyifli
yıllarını TED’de geçirdim. Ne yazık ki arkadaşlarımdan koptum. Çok güzel görevlere gelmişler. Fakat aynı iş ortamında
olmadığınız zaman çok zor oluyor. Ama hepsini hatırlıyorum
görsem tanırım.
Son olarak Torch’ta oynanacak bir oyun için hazırlık
yapıyorsunuz. Bu oyun hakkında bilgi alabilir miyiz?
Torch’ta oynamayı düşündüğümüz Cafe Tiyatro Ritüel
Sanat Merkezi’nin bir projesi. Daha önce Tuncer Cücenoğlu’nun Matruşka adlı oyununu sahnelediler. Biz şu anda, David
Gisellman’ın Mr. Kolpert diye çok değişik, seyirciyi şaşırtacak
bir oyunun prova aşamasındayız. Oyunu en yakın zamanda
çıkartıp, Cafe Tiyatro ve Torch’ta oynamayı düşünüyoruz. Herkesi izlemeye bekleriz.
Tolga TUNCER’87
1987 yılında TED Ankara Koleji’nden mezun oldu. İki sene
Gazi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde okuduktan sonra 1990
yılında Bilkent Üniversitesi Sahne Sanatları Fakültesi Tiyatro Bölümü’ne kayıt oldu. 1994 yılında buradan mezun oldu. 1995’de
Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nu kazanarak, 8 sene burada görev
yaptı. 2004 yılından bu yana Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahne
almakta olan Tuncer, aynı zamanda Ankara Sanat Tiyatrosu’nda
da konuk oyuncu olarak görev yapmaktadır.
MAYIS2009 kolejliler
kitap
58
ALAIN DE B OT TON’DAN YENİ BİR KİTAP
Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı
Bir gezi güncesi ve
röportaj karışımı olan
kitap, modern dünyanın
mütemmim cüz’ü olan
çalışma hayatına yakın
mercekle bakıyor. Yazarın gözlemlediği işyerleri
karşısında gösterdiği
çocuksu şaşkınlık, okurlarının sıradanlaşan, hatta sıkıntı veren mesleklerine taze bir bakış atmalarını sağlıyor.
Günümüz toplumu,
finansal bir zorunluluk
olmasa bile çalışmanın
gerekli olduğunu ima
etmektedir. Meslek seçimimizin
kimliğimizi
tanımladığı bu çağda, anlamlı bir varlığa ancak para kazandıran bir işte çalışmakla ulaşılacağına inanmamız yatıyor. Bu da
“İşe gitmek” denilen günlük rutine anlam kazandırıyor.
Sadece para için mi çalışıyoruz? Dünyayı daha iyi bir yer
haline getirmek isteği ve insanlığın koşullarını iyileştirmek de
amaç değil mi? Çalışmanın trajedisi, insanların hayatlarını etkileyecek bir değişiklik yapmakla, çok
para kazanmanın bağdaşmamasında.
En tatmin edici iş çok nadir olarak en
kârlı olur ve bu da birçok insanın yaptıkları ve yapmak istedikleri arasında büyük
bir boşluk oluşturuyor. Anlamlı bir iş,
başka insanlara gerçek anlamda yardımcı olabildiğin bir iştir. Bu, insanı daha
mutlu yapabilir ve sıkıntıyı büyük oranda
azaltabilir.
Erken Hristiyanlık dönemine kadar
sürecek olan; Kadim Yunan filozoflarının
çalışmayı kölelere devrederek mutluluğun tefekkürle elde edilebileceğini savunan görüşü, Aydınlanma dönemiyle birlikte, insanın çalışarak özgürleşebileceği
yolunda değişmiştir. Botton, değişim
sürecinde, bugünkü çalışma hayatının
anlamı ve geleneksel meslek anlayışının
geldiği noktaya bakmakta. Biz de yazarla birlikte, inşaatçılık, aşçılık, doktorluk,
öğretmenlik gibi insan yaşamında net bir
kolejliler MAYIS2009
işlev taşıyan işlerin yanı sıra Bölgesel Satış Yöneticisi, Bina
Hizmetleri Mühendisi, Tatlı Bisküviler Marka Denetim Koordinatörü gibi unvanların günümüz çalışma hayatındaki anlamını
sorguluyoruz.
Modern hayatla birlikte gelen yabancılaşma sorunu da
irdelenmekte satırların arasında. İki yüzyıl önce dedelerimiz,
yedikleri ve sahip oldukları sınırlı sayıda şeylerin hemen
hemen her birinin kökenini, üretimiyle ilgili kişileri ve aletleri tam
olarak bilirlerdi. Domuzu, marangozu, dokuma tezgahını ve
sütçü kızı tanırlardı. Zaman içinde satın alınabilecek mal sayısı geometrik bir şekilde artmış olmakla birlikte bu malların
yaratılışı hakkında bilgimizin belirsizlik düzeyine dek azaldığını
anlatıyor Alain de Botton ve bizi Dünyanın dört bir yanında, hiç
tanımadıkları insanlar için mal ve hizmet üretenlerle buluşturuyor.
İlk durağımız Londra. Bir Pazar akşamı çalışan insanlara
kuşbakışı göz attıktan sonra bir kargo gemisine odaklanıyoruz.
Ticaret üzerine kurulu modern dünyanın devasa neferlerinden
biri. Turbo fırınlar, spor ayakkabı, mikrodalga fırınlar, kaju fıstıklarını taşıdı Asya’dan. Kargo gemilerini gözlemlemekten keyif
alanları şu cümleyle anlatıyor yazar: “İfade yetenekleri ne
kadar kıt olsa da, gemi gözleyiciler hiç olmazsa, çağımızın en
hayret verici yönlerine karşı layıkıyla canlı bir tepki veriyorlar.
Onlar dünyamızda bir Merihliyi ya da bir çocuğu durdurup
baktıracak şeyin ne olduğunu biliyor. Modern dünyanın giderek büyüyen kolektif aklının yanında
kendi küçüklüklerini ve cehaletlerini
hissetmekten zevk alıyorlar.”
Fotoğraflarla zenginleştirilmiş
anlatım, Maldivler’deki ton balık avını, tesisini tanıtıyor. Market raflarından, sepetlere atıverdiğimiz, küçük
teneke kutulardaki balığın macerası
oryantal bir masala dönüşüyor.
Kariyer Danışmanlığı, roket bilimi, ressamlık, muhasebecilik, aktarım mühendisliği, girişimcilik gibi
meslekler hakkındaki gözlem ve
görüşlerini felsefi bir bakış açısıyla
deneme formunda kaleme alan Alain de Botton’un bu kitabı tüm dünya
dillerinden önce Türkçe’de yayımlandı. / Sel Yayınları
Ayfer Niğdelioğlu’81
kitap
59
Zerrin Dağcı Sakarya'71
Geçmiş Zaman Bahçesi
‘Her şey bir masal mıydı? Yoksa mutlu geçen çocukluk
yıllarımdan geriye kalanlar mıydı?
Huzur veren, çiçekler ve meyve ağaçlarıyla donanmış
bir bahçe, otların arasında dolanan tavuklar, bahçe sulamada kullanılan daracık su kanalları, toprağın eğimine
göre kanalların oluşturduğu minik çağlayanlar, dallarda
neşeyle koşan sincaplar, su şırıltısı, kuşların gün boyu
devam eden şarkıları, baygın bir çiçek-meyve kokusu…
Bütün bunlar bir masal değil gerçekti ve ben bunların hepsini yaşadım.’ Böyle başlıyor Zerrin Dağcı Sakarya’nın
‘Geçmiş Zaman Bahçesi’ adlı öykü kitabı.
Sakarya’nın “Melali anlamayan nesle mütevazi bir
rehber” girişiyle kaleme aldığı eser; yazarın çocukluk ve
ilk gençlik çağlarında kendisinde iz bırakan kişi ve
mekânlara götürüyor bizi, üstelik bunu yalın ama okuyucuyu sıkmayan oldukça usta bir dille yapıyor. Tamamında
duru bir dilin hakim olduğu toplam 15 öyküde, sakin,
huzurlu, samimi bir anlatım göze çarpıyor.
Zerrin Sakarya, bu öyküleri ilk önceleri, kızı henüz
küçük bir çocukken ona anlatıyor. Kendisinden sürekli
masallar anlatmasını isteyen kızına, hayatının ilk altı yılını
Ayşe Kulin
geçirdiği Sinop Boyabat’taki günlerini, evlerinin bahçesini, besledikleri hayvanları ve arkadaşlarını
hikâye ederek anlatmaya başlıyor.
Bu gerçek hikâyeler sayesinde
aile büyüklerini de tanıtma fırsatı
buluyor.
Hikâyeler genel olarak Sakarya’nın anneannesi Şaziye Şen ve
dedesi Hulusi Şen’le ilgili anılarını
içermekte. Yazar üzerinde büyük etki bırakan bu iki insan,
zaman zaman güldüren, zaman zaman hüzünlendiren
öykülerde yeniden hayat buluyor. Yazar Zerrin Sakarya
anneanne ve dedesini şu sözleriyle tanıtıyor okurlarına:
“Anneannem sevecen, daima orta yolu bulabilen, anaç,
uysal, içi-dışı güzel bir kadındı. Dedem, benim için bilgeliğin sembolüydü. İlk okuma, not alma, gözlem yapma,
tarih, sanat ve edebiyat sevgisini ondan aldım. Bu öyküleri yazma fikri aile büyüklerimizin hayatını ve çocukluğumu kızıma masal niyetine anlatırken doğdu.” / Kapital
Yayınları
19. Yüzyılın Sonu, 20. Yüzyılın Başı... Esir Şehirde Bir Konak
Ayşe Kulin’in “Veda” adlı romanı, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden yıkılışına kadar geçen
dönemi ve bu döneme tanıklık eden Osmanlı Maliye
Nazırı Ahmet Reşat Bey’in Beyazıt Semti’ndeki konağında yaşanan hayatları anlatan bir İstanbul hikâyesi.
Roman, yok olan İmparatorluğun sancılı yıllarından kurtuluş mücadelesine uzanan dönemde, Kemal ve Mehpare’nin aşk
öyküsünü, sürgüne gönderilen Reşat
Bey’in buruk vedasını bizlerle paylaşırken
esir düşmüş İstanbul’da,
Ahmet Reşat Bey’in konağında yaşanan hayatları ve
yaşadıkları
zorlukları,
hüzünleri ve vedaları gözler
önüne seriyor ve aynı
zamanda tarihe de ışık tutuyor.
Umut ise, yeni Türkiye
Cumhuriyeti ile birlikte yeşeren yeni umutlara, akıp
giden yeni hayatlara götürüyor bizleri. Ahmet Reşat
Bey’in sürgünden dönmesiyle hareketlenen konak yaşamı ile yeni kahramanlar ve hayatlar eşlik ediyor hikâyeye...
Roman, bir yandan Reşat Bey ve ailesinin Cumhuriyet’le birlikte, yeni ve çağdaş yaşam tarzına uyum sürecinde, tecrübe edilen yeni hayat hikayelerine, zaman
zaman acılarına tanıklık ederken, diğer taraftan Bosna’nın elden çıkışıyla İstanbul’a göçen Kulin ailesinin yeni
vatanlarına alışmak için gösterdikleri çabayı, Sabahat ve
Aram’ın tehcir olaylarının gölgesinde kalan büyük aşklarını paylaşıyor bizlerle.. Umut’ta hayatlar derinden değişiyor ve bu değişim aşklara, dostluklara, aile ilişkilerine, her
şeye yansıyor.
Hem Osmanlı İmparatorluğu’nu hem Türkiye Cumhuriyeti’ni bir ömre sığdıran Ahmet Reşat Bey ve çevresinde yaşananları anlatan Veda ve Umut romanları gerçekten okumaya değer…
Veda ve Umut aslında bir üçlemenin parçaları! Birinci kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış dönemini bizlerle paylaşırken, ikinci kitap Ahmet Reşat Bey'in sürgünden ülkesine dönmesinden 1940’lara dek devam ediyor.
Yakında çıkması beklenen son kitabın da günümüze
kadar geleceği söyleniyor. / Everest Yayınları
Ceran Arslan Olcay’95
MAYIS2009 kolejliler
hobi
60
Mezunlarımızdan ünlü dağcı Tunç Fındık, dünyada
sadece 13 kişinin tırmanmayı başarabildiği 8000
metre üzerinde 14 dağa tırmanmaya hazırlanıyor.
14x8000 adlı proje kapsamında aralarında Everest’in de bulunduğu dağların 5’ine tırmanan Fındık, kalan 11 dağa iki ay gibi kısa bir sürede çıkmayı planlıyor. Proje tamamladığında Tunç Fındık,
bunu başarabilen ilk Türk olarak tarihe geçecek.
Fındık ile dağcılık sporu ve tırmanışları üzerine bir
sohbet gerçekleştirdik.
A
Dağcılık gibi zorlu bir spora başlamanız nasıl oldu?
ilem beni küçükken basketbol ve tenis gibi sporlara yönlendirdi. Ancak bunlar bana asla hitap
edemedi. Benim küçüklükten beri doğa sporlarına ilgim vardı. Arazide olmayı, doğanın
dinginliğini, kendimi bildim bileli severim.
Bu nedenle de, ilkokuldan beri doğa ve
arazide olmak benim için karşı konulmaz bir
tutkuydu. Arazide ve ormanda olmadığımda
huzursuz, kötü ve yıkık hissediyordum. Bu
şehir, evler, sokaklar, okul ve dersler bana
dar geliyordu ve her fırsatta doğaya kaçıyordum! Tabii bunda kafa dengi izci liderlerimin ve arkadaşlarımın da büyük rolü vardı.
Küçükken izcilikle başladığım kamp ve doğada
yürüme tutkusu, bir süre sonra daha zor fiziki aktiviteler yapma
isteğimi kamçıladı. Üniversiteye başlayınca mağaracılık sporu
ilgimi çekti. Bu macera dolu uğraşın içerdiği keşif hissi ve fiziki
aktivite yoğunluğu o günlerde tam aradığım şeylerdi. Dikey
mağaracılık yaparken, ekip çalışması ile yeraltındaki uçurumlara iplerle inmek ve geri çıkmak, karanlık dehlizlerde ilerlemek,
yeraltı göllerini keşfetmek yöntemlerine hakim oldum.
Ancak bunun verdiği macera hissi de bir süre sonra sıradanlaştı. Benim için esas macera, sonradan anladığım
üzere, açık havada, muhteşem ortamlarda yapılan
dağcılık ve tırmanışta idi; ben de kendimi tamamen
buna verdim. Aynı zamanda, dağcılık yaptığım
partnerlerimle harika arkadaşlıklarım da oldu.
Kayalara tırmanmak, yüksek, karlı dağlarda
olmak, dağın yakıcı güneş ve sert soğuğunu
hissetmek bambaşkaydı. Dağcılığa gerçek
anlamda Bilkent Üniversitesi’nde arkadaşlarım ile beraber ortaya çıkarttığımız DOST (Doğa
Sporları Topluluğu) Kulübü’nde adım attım diyebilirim. Bilkent Üniversitesi Dağcılık Kulübü dışında, Hacettepe
Üniversitesi Dağcılık Kulübü ve Türkiye Dağcılık Federasyonu
ile de yolum kesişti. 2000 yılından sonra dağcılık ve tırmanış
hayatım oldu. Bugün profesyonel dağcı ve tırmanıcı olarak
kolejliler MAYIS2009
Tunç Fındık’89
“Zirvedeyken
ölsem de
gam yemem”
hobi
61
yaşıyorum; onun yan işleri olarak yazar, fotoğrafçı, dağcılık
eğitmeni, motivasyon konuşmacısı olarak da görev yapıyorum.
Bugüne kadar Dünya genelinde aralarında Everest’in de
bulunduğu çok zorlu dağlara tırmanış gerçekleştirdiniz.
En önemlilerinden başlayarak bunlardan bahseder misiniz?
Dağcılık maceram, benim için en başta ‘Ben Everest’e ve
yeryüzünün en yüksek zirvelerine çıkacağım’ diye kesinlikle
başlamadı. Bunlar o günlerde ulaşılmaz, yanına gidilmez
hedeflerdi. Ama zaman içinde, yazın ve kışın dağlara tırmanıp
zorlu şeyler yapınca, büyük kaya duvarlarını çıkınca anladım
ki, yüksek dağlar çok çekici. Bu esnada, Türkiye Dağcılık
Federasyonu bünyesinde milli sporcu da oldum ve ülkemizi
yurtdışında çeşitli dağlarda ve tırmanışlarda temsil
etme imkânı buldum. Rusya Federasyonu’ndaki
7000 metrelik zirvelerden başlayarak yola çıktım ve
2001 yılında ciddi bir sponsorluk dahilinde 8850
metre yükseklikteki Everest’e tırmandım. Sonrasında Lhotse, Cho Oyu, Broad Peak gibi başka 8000
metrelik zirvelere, bir kısmı oksijen kullanmadan
olmak üzere tırmanışlar yaptım ve 2007 yılındaki
ikinci Everest tırmanışımla bu dağa iki sefer çıkan,
üstelik iki ayrı rotasını tırmanan tek Türk oldum. Bu
arada çok sayıda 5000, 6000 ve 7000 metrelik zirveye Türk bayrağını çıkartma imkânı buldum. Bugüne
kadar Türkiye ve diğer ülkelerde 500’den çok zirveye çıktım, 150’den çok yeni rota, ilk çıkış ve ilk kış
çıkışı yaptım; Nepal, Pakistan, Tibet, Tacikistan,
Kazakistan, Kırgızistan, Fransa, İtalya, İsviçre, Bulgaristan, İran, Gürcistan, Rusya Federasyonu, İngiltere, Arjantin, Kenya, Tanzanya’da tırmanışlar gerçekleştirdim. Tüm bu grafikleri bir yana bırakırsak,
tırmanış ve dağcılık benim için sadece yükseklikler
ve zorluklardan ibaret değil. Sessiz sedasız, dağda
güzel bir günde, arkadaşlarımla paylaşarak yaptığım bir tırmanış en değerlisidir. Doğada geçirdiğim
her gün çok güzel ve kısaca dağda geçen kötü bir
gün bile, şehirde geçen iyi bir güne yeğdir!
Dağcılık dışarıdan bakıldığında çok zor bir spor
olarak görülüyor. Siz dağcılık sporunu nasıl görüyorsunuz? Size göre dağcılık nedir? Avantajları ve riskleri nelerdir?
Haklısınız, pek de kolay sayılmaz... Dağlar olağanüstü
güzelliklerine karşın riskler barındıran yerlerdir. İnsan olsun
olmasın çığ, fırtına, taş düşmesi, aşırı soğuk vb. objektif tehlikeler orada daima vardır. Dağlarda yaşam zahmetli ve bazen
de sıkıntılı olur. Dağcılığın seyircisi yoktur ve bu spor aktif katılım, çaba ve zaman harcamak gerektirir. Ayrıca dağcılık sadece bir spor değildir, oyun bitince topu bırakıp, sahadan çıkıp
sıcak evinize gidemezsiniz. Dağcılığı anlamak için dağlarda
yaşamanız, şehirden uzaklaşmanız gereklidir. Çünkü bambaşka, basit ve harika bir dünya vardır orada. İnsan daha bir
insandır, manzara daha güzeldir, herşey daha saf ve temizdir.
Bu spordan zevk almak için güçlü olmak gerekir. Bu nedenle
antreman yapmak da dağcılığın bir parçasıdır; kişisel gelişim
için de yararlı bir spordur dağcılık. Çünkü daima amaçlarınız
vardır ve hedefler giderek zorlaşır, siz de sınırlarınızı zorlarsınız.
Yapılan işe tamamen kendini vermekle, günümüzde toplumlarda egemen olan konforizme sırtını biraz dönmekle, azim ve
kararlılıkla, insanın kendi irade sınırlarını zorlaması ve geçmesiyle karakterize olan bir spordur dağcılık. Bu yönüyle diğer
sporlar onun yanında sadece ‘oyun’ olarak kalır. İçerdiği risk
kontrollüdür; risk seviyesi tamamen size bağlıdır. Tecrübeli
olmak ve mantıklı, öngörülü kararlar almak dağlarda çok
önemlidir, diğer türlü yaşamınız riske girebilir. Dağcılığın bilinmeyenlerinin getirdiği belli riskleri vardır ve zaten bu riskler
dağcılık ve tırmanış sporunu keyifli kılar. Dağcılık fiziki olarak
güçlü, zinde, atak ve çalışkan bir beden kadar, sağlam, berrak, gelişime açık, iradeli, araştırmacı ve organize bir zihin de
gerektirir ve yapıldığında bunları yaratır da. Tüm bu saydıklarıma bağlı olarak, 1999 Adapazarı depreminde çalışan esas
ekiplerin dağcı kökenli olması tesadüf değildir. Yani bu özellikler topluma da yararlıdır diyebiliriz. Dağcılık kişiyi hayata değer
veren, çalışkan, mantıklı, bilinçli, kültürlü bir birey haline getirir.
Ancak dağcılık ve doğa sporları bilinçsizce ve eğitimsizce
yapılırsa daima hayati tehlikeler içerirler. Çünkü ‘kişinin kendini bilmesi’ dağcılıkta en önemli sınırdır; bilinçsiz ve eğitimsiz
kişiler bu sınırı hiç anlamadan aşabilir ve kendilerini kolaylıkla
öldürebilirler. Dağcılık bir hırs işi değildir, bir sosyal statü sağlamaz, sadece bir spordur.
Zorlu bir tırmanışın sonunda zirvedeyken neler hissediyorsunuz?
Bence tırmanış bir bütündür ve zirve sadece onun bir parçasıdır. Zirve olsun olmasın, yapılan her tırmanış değerlidir.
MAYIS2009 kolejliler
hobi
62
Bu sporu yapmak isteyenlere neler önerirsiniz? Hangi
kurumlardan destek alınabilir? Başlarken nelere dikkat
edilmeli?
Bu sporu yapmak isteyenlere önerim; iyi bir eğitim almaları ve amaç belirledikten sonra adım adım kendilerini geliştirmeleri. O zaman çok eğlenceli ve esenlik verici, hayata renk katan
bir spor olur dağcılık. Eğitim için Türkiye Dağcılık Federasyonu
veya üniversite dağcılık kulüplerine başvurulabilir veya rehberli tırmanışlar düzenleyen doğa turizmi şirketleri kullanılabilir.
Zannedildiği gibi salt malzeme gerektiren pahalı bir spor değildir dağcılık, zamanında herkes bitpazarından alınan postal ve
asker parkası ile araziye giderdi. Biraz özveri ve çaba ile tüm
insanlar kendi içlerindeki cevheri parlatıp bu sporu yapabilirler.
Böylece ülkemizde futbol dışında bir spor da gelişmiş olur…
TED Ankara Koleji’yle ilgili neler söylemek istersiniz?
Ortaokul ve lisede beni okulun gri ortamından biraz olsun
kurtaran izci liderlerime ve ormanda, ateş başında geceler
geçirdiğim tüm eski arkadaşlarıma buradan sevgiler gönderiyorum. TED Ankara Koleji’ne bu güzel söyleşi için teşekkürler.
Tunç FINDIK’89
Günümüzde olağandışı zorlukta bazı teknik tırmanışlar bir zirvede bile sonlanmayabiliyor. Yani esas olan amaç değil yoldur
burada. Ama zirve semboliktir; başarıyı ve en üst noktayı temsil eder ve insanı çeker. Dünyanın en yüksek dağlarının zirvesinde hissettiğiniz, oksijen eksikliği nedeniyle garip bir boşlukta olma hissidir aslında. Veya zirve bir cümlenin sonundaki
nokta misalidir diyebiliriz. Aynı zamanda büyük bir sevinç ve
coşku içerir; günler ve aylar süren çabanın bir sonucudur zirve. 8000 metreden dünyaya bakınca, yeryüzünün yuvarlaklığını, gökyüzünün stratosfere uzanan kısmının kapkara olduğunu
ve görüşün her yöne en az 300 kilometre olduğunu görürsünüz. Genel hissiyat ‘ölsem de gam yemem’dir, insan tam
manasıyla ölümsüz ve yenilmez hisseder.
Bugüne kadar yapmış olduğunuz tırmanışlardan en etkileyici olanını bizimle paylaşır mısınız?
Evet, ama o kadar çok var ki? Hangi birisi? Bunları günlüklerimden aldığım kitaplarımda uzun uzun yazdım; çok güzel,
zorlu ve zihnimde yer tutan anılar hepsi de.. Nepal’deki 6856
metrelik Ama Dablam Dağı’nın buz duvarlarını tırmanmak mı,
Everest Dağı’na ikinci sefer çıkmak mı, oksijensiz 8205 metrelik Cho Oyu zirvesine sadece iki kişi tırmanmak mı, yüzlerce
metrelik dimdik kaya duvarlarında tırmanmak mı?
Aslında birçok tırmanış hikayelerimi web blog sayfam
www.tuncfindik.com adresinden de okuyabilirsiniz…
Tırmanmak için gün saydığınız bir hedefiniz var mı?
Çok yakında (Mart 2009’da) Nepal’deki yeryüzünün 7. en
yüksek zirvesine, 8167 metrelik Dhaulagiri Dağı’na tırmanışa
gidiyorum.14x8000 adlı projemin bir parçası olan bu tırmanış
toplam iki ay sürecek. Dünyada 14 adet 8000 metre üzerinde
dağ var, amacım bunlara çıkan ilk Türk olmak ve bunu da dünyada 13 kişi başarabilmiş.
kolejliler MAYIS2009
1972 yılında Ankara’da doğan Tunç Fındık, ilk, orta ve lise
öğrenimini TED Ankara Koleji’nde 1989 yılında tamamlamıştır. Bilkent Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1993 yılında mezun olan Tunç, Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek
Yüksek Okulu’nda Turizm alanında öğretim görevlisi olarak üç yıl
kadar hizmet verdikten sonra profesyonel dağcı - dağ rehberi
olarak çalışmak üzere akademik hayatına son vermiştir.
Doğa sporlarına 1983 yılında başlayan sporcu, bu dönemde
izcilik, kampçılık, mağaracılık sporları ile uğraşmış; 1990 yılında
aktif olarak dağcılığa yönelmiştir. Bilkent Üniversitesi’nde DOST
Dağcılık Kulübünü kurmuş, Hacettepe Üniversitesi Dağcılık Kulübü’nde eğitmenlik yapıp kulüp tırmanışlarına liderlik etmiş, Türkiye Dağcılık Federasyonu bünyesinde Milli Sporcu kategorisinde
yurt dışı yüksek irtifa faaliyetlerine katılmıştır.
Lisanslı bir dağcı olarak Türkiye Dağcılık Federasyonu faaliyetlerinde 1996 yılına kadar Kamp Müdürlüğü, Eğitmenlik ve Teknik Danışmanlık görevlerini yürütmüş olan Tunç Fındık, üyesi
olduğu AKUT Arama Kurtarma Derneği’nin Ankara birimi dağ
operasyonları kolunda görev yapmaktadır. Tunç Fındık, dağcılık
ve doğa sporlarıyla ilgili birçok kitabın İngilizce – Türkçe çevirisini yapmıştır. Toros- Aladağlar’a yönelik bir rehber kitap olan ‘Aladağlar’da 50 Rota’ kitabının, Doğu Karadeniz-Kaçkar Dağlarına
yönelik ‘Kaçkar Dağları’ adlı rehber kitabın ve ‘Tanrıların Tahtına
Yolculuk- Everest Tırmanışımın Hikayesi’ ve ‘Karakurum’da Seksen gün’ adlı özgün kitapların yazarıdır. Yaklaşık 35.000 adet dia
ve dijital resimden oluşan bir arşivi bulunmaktadır. Doğa sporlarıyla ilgili dergilerde dağcılık ile ilgili yazıları yayınlanmaktadır.
Türkiye ve yurtdışında 500’den çok zirveye çıkmış olan Tunç
Fındık, özellikle Toros ve Kaçkar Dağları’nda 150 kadar yeni rotanın ilk tırmanışlarını gerçekleştirmiş, yurt dışında ise Nepal, Pakistan, Tibet/Çin, Tacikistan, Kazakistan, Kırgızistan, Fransa, İtalya,
İsviçre, Bulgaristan, İran, Gürcistan, Rusya Federasyonu, İngiltere, Arjantin, Kenya, Tanzanya’da tırmanışlar yapmıştır.
0¶=ñ.$1/$<
0¶=ñ.$1/$<,ì,1,='(ïñì(&
0¶=ñ.$1/
0¶=ñ.$1/$<,ì,1,='(ïñì(&(.
0¶=ñ.$1/$<,ì,1,='(ïñì(&(.
0¶=ñ.$1
0¶=ñ.$1/$<,ì,1,='(ïñì(&(.
Cuma: JAZZ - Ayça Dönmez
Cumartesi:
DönmezPOP
Cuma: JAZZ - Ayça
Cuma: JAZZ - Ayça+HUÏèOHQDÀÛNEÕIHDÀÛNEÕIHÀD\VDDWL
Dönmez Cumartesi: POP
+HUÏèOHQDÀÛNEÕIHDÀÛNEÕIHÀD\VDDWL
Cumartesi: POP .H\LIOLYHORæELURUWDPGDDNæDP\HPHèL
Paket Servisi 467 66 55
3D]DUJÕQOHUL%UXQFK&DWHULQJKL]PHWOHUL
Cuma: JAZZ - Ayça Dönmez
Cumartesi: POP
.H\LIOLYHORæELURUWDPGDDNæDP\HPHèL
+HUÏèOHQDÀÛNEÕIHDÀÛNEÕIHÀD\VDDWL
Paket Servisi 467 66 55
%HVWHNDU6N1R.DYDNOÜGHUH
www.turta.com.tr
3D]DUJÕQOHUL%UXQFK&DWHULQJKL]PHWOHUL
.H\LIOLYHORæELURUWDPGDDNæDP\HPHèL
3D]DUJÕQOHUL%UXQFK&DWHULQJKL]PHWOHUL Paket Servisi 467 66 55
Paket Servisi 467 66 55
%HVWHNDU6N1R.DYDNOÜGHUH
www.turta.com.tr
uzman makalesi
64
Çağ değiştiren kavram: Bilişim
B
Serdar BİLECEN’83
ilişim, 1950’li yıllarda başlayan bir
insanlık macerasıdır; başladığında
nereye varılacağını başlatanların bile
kestiremediği bir macera. Tarih kitaplarında İlk, Orta, Yeni, Yakın Çağ diye geçer çağların
adları. Kimileri 1960-1970 arası havacılık ve uzay alanında yaşanan gelişmelerden dolayı Uzay Çağı’nın başladığını iddia etmişlerdir. Ben katılmıyorum bu görüşe henüz Uzay
Çağı’na gelmedik, olsa olsa Bilgi ve Bilişim Çağı’ndayız.
Herşey çok çok eskilere dayanıyor elbette hatta milattan
önce Çin’e ve Mezopotamya’ya kadar uzanıyor. Abacus’dan,
sürgülü hesap cetveline (Ing: slide rule), Leonardo da Vinci’den Charles Babbage’e (ilk mekanik programlanabilir cihazı icat ettiği kabul edilir); bir sürü mihenk taşı bulabilirsiniz, bu
tarihçe içinde.
Herşey öyle değil midir? Adım adım gelişmez mi? Tekerlek
de, ateş de bir günde mi bulunmuşlardı sanki? Hiç sanmam.
Yıllar, yüzyıllar, binyıllar almıştır gerçek birer yararlı buluş olana
kadar, her biri. Bilişimin temelini oluşturan bilgisayar dediğimiz
cihazlar da binlerce yılın düşüncesinin sonucudur, ilk modern
zamanların bilgisayarı 1900’lü yılların ikinci yarısında peydah
olmuştur. Bu dergiyi ilk sayfasında belirtilen yayınlanma tarihinde okuduğunu sandığım siz geçen yüzyıl doğumluların, hayata başladıkları yüzyılın icadı olarak kaydedilmiştir, elektronik bilgi işlem sistemleri.
Yıl
Mucitler / İcatlar
1936
Açıklama
Konrad Zuse - Z1
İlk programlanabilir bilgisayar
1942
John Atanasoff & Clifford Berry ABC Computer
İlk bilgisayar firması
1944
Howard Aiken & Grace Hopper / Harvard Mark I
Harvard Mark 1 bilgisayar sistemi
John Bardeen, Walter Brattain &
Wiliam Shockley / Transistor
Bilgisayarları bugünkü yapılarına yaklaştıran bir icat : Transistör
1946
1947/48
1951
1953
1954
1958
1962
ENIAC 1 bilgisayar sistemi (ilk modern
John Presper Eckert & John W. Mauchly / ENIAC 1
bilgisayar sistemi olarak kabul edilir)
John Presper Eckert & John W. Mauchly / UNIVAC
International Business Machines / IBM 701 EDPM
John Backus & IBM / FORTRAN
Jack Kilby & Robert Noyce / Integrated Circuit
Steve Russell & MIT/ Spacewar
1964
Douglas Engelbart/ Computer Mouse & Windows
1969
ARPAnet
kolejliler MAYIS2009
UNIVAC bilg. sis. (ilk modern ticari bilgisayar sistemi olarak kabul edilir)
IBM firmasının ilk bilgisayarı
İlk üst düzey (herkesin prog. yapabilmesine olanak sağlayan) prog. dili
Modern bilgisayarların temel taşı
“chip” entegre devre
İlk bilgisayar oyunu
Hikâye elbette 1985’de bitmiyor; ancak o
tarihten sonra olan gelişmeleri yazmaya kalkınca ne bu konuya ayrılmış sayfalar ne de
derginin tamamı yeter. İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük gelişme hızlarından biridir, bilgisayarlaşma; adım adım gelişmiştir elbette
ama adımlar bir 100 metre koşucusununki
gibidir.
Öylesine büyük bir hızla gelişmiştir ki bilişim, bugün neredeyse kullandığımız, tükettiğimiz herşeyde bir payı vardır.
Sabah uyanmanız için çalan saatte (eğer hâlâ eski sistem,
mekanik bir saat kullanmıyorsanız), düğmesine bastığınızda
odayı aydınlatıveren elektriğin üretiminde, çayınızı/kahvenizi
ısıtmak için bir kibritle altını yaktığınız ocağa doğalgazı taşıyan
boruların kontrolünde, haberleri izlemek için açtığınız televizyonda, o gün
yanınıza şemsiye
alıp almayacağınızı öğrenmek için
göz (veya kulak)
ucuyla baktığınız
hava durumunu
tahmin eden sistemde, aşağıya
inmek için bindiğiniz asansörde,
arabanızda, otobüste, metroda,
vapurda, uçakta,
Yıl
1970
1971
Açıklama
Intel 1103
İlk elektronik bilgisayar belleği
Faggin, Hoff & Mazor / Intel 4004
İlk mikroişlemci
1971
Alan Shugart &IBM / "Floppy" Disk
İlk disket sürücü
1973
Robert Metcalfe & Xerox / Ethernet
Bilgisayarlar arası iletişimin
mihenk taşı
1974-1977
1978
1979
1981
Scelbi & Mark-8 Altair / IBM 5100
Apple I, II & TRS-80 Commodore
İlk tüketiciye yönelik bilgisayar
sistemleri
Seymour Rubenstein & Rob Barnaby
WordStar
Bugünkü kelime işlemci
yazılımlarının atası
Dan Bricklin & Bob Frankston
VisiCalc Spreadsheet
IBM / The IBM PC - Home Computer
1981
Microsoft / MS-DOS
1983
Apple Lisa Computer
Bugün kullanmadan duramadığımız iki
1984
ürün “mouse” ve “windows” un temelleri
Internet’in ilk başlangıcı
Mucitler / İcatlar
1985
Apple Macintosh Computer
Microsoft Windows
Bugünkü tablolama
yazılımlarının atası
Kişisel bilgisayar devriminin
donanımsal başlangıcı
Kişisel bilgisayar devriminin işletim
sistemi açısından başlangıcı
İlk grafik kullanıcı arayüzü olan
tüketici bilgisayarı
Grafik arayüzü sahibi
bilgisayarlarda
devrimin başlangıcı
uzman makalesi
65
telefonunuzda, trafik
işaretlerinde, alış veriş
yapmak için kullandığınız
kredi kartınızda, fiş kesen
yazarkasada, iş yerinize
giriş için kullandığınız kimliğinizde... Kısacası iletişimde, ulaşımda, enerjide,
finansta, sağlıkta, eğitimde yani her yerde bilgisayarlar
kolaylaştırıyor
hayatımızı.
Bilişimin var olmadığı, en azından bu kadar
çok işin içine girmediği
bir dünyayı hayal edelim birlikte... Mesela
1950’lerin dünyasını:
diğer bir şehirde oturan akrabanıza çocuğunuzun doğum haberini vermek için yapmanız gereken postaneye gitmek ve bir telgraf çekmek olabilir ya da belki bir mektup göndermek. Bir yirmi yıl beklerseniz; 1970’lerde; telefon ile de bilgi verebilirdiniz, tabi yazdırıp bir kaç saat beklerseniz ve operatör doğru kişiye ulaşırsa. Oysa bu tarihten bir 10 yıl sonra
1980’lerde doğmuş olanlarınıza garip gelecektir; neden cepten aramadığımı sorgulayacaklardır. Teknoloji öylesine büyük
bir hızla yerleşiyor ki hayatımıza, bugünkü gibi olmadığı zamanı hatırlamak zorumuza gidiyor. Teknoloji bilişimle ilerliyor, bilgisayarlar bugünkü kadar kolay erişilebilir olmasalar, bugünkü
kadar hızlı olmasalar cep telefonları da tıpkı bir hayat kolaylaştırıcı gibi hayal olurdu.
İsterseniz bir de, bilişimde 1950’den bu yana yaşanan
İlk Ticari Bilgisayar
(UNIVAC – 1951)
Büyüklük
Hız
Güç Gereksinimi
Fiyat
Notebook
gelişmeler aynı hızla başka bir
sektörde yaşanmış olsaydı neler olurdu birlikte hayal edelim; örneğin havacılık alanında aynı hızda bir gelişme yaşansaydı. Sanırım her birimizin
sırt çantasına sığan kişisel uçağı, istediğimiz yere bir kaç saniye içinde, bir kalem pil ile enerjisini verdiğimiz uçan bir araçla
gitme şansımız olurdu. Bunu abartılı buluyorsanız ilk ticari bilgisayarın (UNIVAC) saniyede 4,000 bölme işlemi yaptığını,
belleğinin 10,000 harften oluştuğunu, bilgisayarın bir oturma
odasının tamamını (35 metrekare) işgal edeceğini ve 81 kW
(yaklaşık 81,000 ampul) ile çalıştığını ve günümüzün kişisel bilgisayarlarının diz üzerine (hatta avuç içine) sığdığını, sadece
60 W’lık bir güç kaynağından beslenen 300 gr ağırlığında pil ile
bir kaç saat çalıştığını, hafızasının 2,000,000,000 harften oluştuğunu, saniyede bir milyar bölme işlemi yapabildiğini düşünmeniz yeterli olsa gerek.
Bu hızda gelişmiş başka hiçbir sektörün olmadığı aşikar.
Değişim Oranı
33 m2
0.15 m2
Bir saniyede
Bir saniyede
Aynı Yıllardan Bir
Ticari Uçak
(DC7 - 1953)
Aynı Orana Göre
Olması Gereken
Uçak
0.0045
42 metre kanat
genişliği
1,2 metre kanat genişliği
(katlandığında 60 cm’lik bir
büyüklük)
250,000
Saatte 650 km
Saatte 162,500,000 km
(dünya etrafını saniyede dört
defa dönmek)
4,000 bölme
1,000,000,000 bölme
81,000 kW
60 W
0.000000075
10,140 kW
(4 motorun gücü)
7.6 W (enerji tasarruflu bir
lamba kadar)
2,500,000 USD
1,500 USD
0.0006
1,600,000 USD
960 USD
MAYIS2009 kolejliler
uzman makalesi
66
Öte yandan bilgisayarlar her geçen gün daha çok yerleşiyor
hayatımıza.
İsterseniz, çok değil bundan 10 yıl öncesine, 1990’lı yılların
sonuna gidelim şimdi de. İş yerlerinde internet ile tanışmış
olanlar vardı, üniversitelerde bu imkana sahip olanlar da. Bir
internet sayfasını yüklemek için bir kaç dakika (bazen 10 – 15
dakika) beklemek gerekiyordu, hatta hatırlıyorum, bazen
sabah bir dosya yüklemeye başlanırdı, öğlene biterdi. Dosya
dediysem öyle daha vizyona yeni girmiş bir film veya bir müzik
albümü değil, sıradan günlük iş ile ilgili yazışmalardan biri.
Elektronik posta kullanıcı sayısını nüfusa oranlamak anlamlı
değildi; henüz tamsayılara ulaşmamıştı bile. Elektronik posta
ile göndereyim dediğinizde garip garip bakıyorlardı yüzünüze,
bunun bir kamera şakası falan olup olmadığını anlamak için.
Şimdi öyle mi ya, ülkemizde nüfusun %30’u ev veya iş yerlerinden yüksek hızlı erişime sahipler (dünyada en çok kullanan ülkeler sıralaması açısından 16’ncıyız, cep telefonu sıralamasında 13’üncüyüz) Dünyada kullanımda milyarlarca e-posta adresi var, bazı konularda devlete internet dışından yapılacak başvurular kabul edilmiyor, bankaların internet sayfalarını
kullanarak yapılan toplam işlem hacmi, internet dışı işlem hacmini çoktan kat kat geçti. Üstelik bir internet sayfasını açmak,
bir dosyayı yüklemek için beklemeye tahammülümüz bile yok.
internet’ten film, TV izliyor, radyo dinliyoruz.
kolejliler MAYIS2009
Bilişimin en büyük iki adımından birincisi bilgisayarların,
daha hızlı, daha ekonomik olması ve her eve girmesi, ikinci
adımı ise istediğiniz anda, istediğiniz bilgiye erişmenizi sağlayan internet’tir.
Internet özgürdür ve sınırsızdır ve insanlar her geçen gün
daha çok bağlanmaktadırlar Internet’e hem bilgi almak hem
bilgi vermek için. Alışkanlıklarımızı değiştirmektedir, bu sonsuz,
renkli, şaşırtıcı ortam. İş yapış şeklimiz internet’e taşınmaktadır.
Hatta arkadaşlıklarımız bile internet üzerinden sürdürülmektedir. Bağlı olduğumuz e-posta gruplarımızdan mesaj alıp mesaj
göndermekteyiz her gün. Erişemediğimiz kişilere, bilgilere
ulaşmanın en kolay yoludur, internet.
Öte yandan sanallaşmaya başlıyoruz ve elektronik bir
aracı olmadan sesimizi duyurmak, duymak, dokunmak, gülmek, bakmak, görmek, görülmek ikinci plana doğru itiliyor
yavaş yavaş. Bu hızla devam edersek, bir karikatürde “ben
nasıl oldum” diye soran çocuğa “yavrum seni
www.leylekgetirdi.com sitesinden indirdik” diye cevap veren
anneye pek de uzak değiliz.
Bir hikâye ile bitireyim. 1906 yılında John Philip Sousa
(ABD vatandaşı, besteci – özellikle marşları ile tanınır), Amerika Birleşik Devletleri Kongresi’ne başvurarak “fonograf” cihazının yasaklanması istemişti. Nedenini ise bu cihaza olan ilginin her geçen gün arttığını ve giderek insanların kendi şarkılarını (yerel kültürlerini) kaybetmeye ve sadece bu cihazdan
çıkan popüler olan şarkı ve şarkıcılara bağlanacağını düşünüyor olmasıydı. Sousa’nın söylediklerinin doğru olduğu yüzyıl
içinde ispatlanacaktı. Yeni binyıl geldiğinde başkasının kültürünü, farkında olmadan birilerinin zorlaması ile takip eden bir
toplum vardı, lokal ses kaybolmak üzeredir. Üstelik bu durum
sadece Sousa’nın belirttiği alanda, yani müzikte değil, hemen
hemen her alanda kendini göstermiştir. Bu zehirlenmenin
tedavisi başka bir teknolojiden geçmektedir, kendi sesinizi
duyurabileceğiniz, fikirlerinizi, bilgilerinizi özgürce kaydedip
herkesle paylaşabileceğiniz, benzer düşüncedekilerle uzaklık
tanımaksızın güç birliği oluşturabileceğiniz; internet ortamı.
Kölesi olmayalım bilgisayarların ve internetin, onlar olmadan da yaşamımızı sürdürmeyi bilelim; ama böylesine değerli
araçları da, kendi sesimizi duyurmak için, ulaşamayacağımız
uzaklıklardaki diğerlerinin bilgilerini öğrenip, yararlanmak için
doğru kullanmayı öğrenelim.
Sanallaşmayın ama bilişimsiz de kalmayın.
Serdar BİLECEN’83
1965 yılında Ankara’da doğdu. İlkokulu Bahçelievler İlkokulu’nda, ortaokul ve liseyi TED Ankara Koleji’nde okuyarak 1983
yılında mezun oldu. ODTÜ Elektrik ve Elektronik Mühendisliği
Bölümü’nü 1987, Anadolu Üniversitesi İşletme Bölümü’nü 1994
yılında tamamladı. Değişik firmaların değişik kademelerinde bilişim alanında çalıştıktan sonra, 2001 yılında Keys Danışmanlık ve
Eğitim Ltd. şirketini kurdu. Türkiye Bilişim Derneği’nde üç dönem
yönetim kurulu üyeliği yaptı. Halen şirketinde, Bilkent Üniversitesi’nde (yarım zamanlı), TOBB ETÜ Sürekli Eğitim Merkezi’nde,
Milli Prodüktivite Merkezi’nde, Hacettepe Üniversitesi Vakfı’nda
eğitimler ve danışmanlık hizmetleri vermektedir.
Ankara’da zaman
68
Ankara Kalesi
A N K A R A ’ D A
K
İ L K B A H A R
Zerrin DAĞCI SAKARYA'71
[email protected]
ış bitti. Ağaçlarda bir kıpırtı, bir telaş var. Çiçeklerde
de öyle. Hepsine bir yenilik, güzellik gelmiş. Ağaçlar gelin misali beyaz çiçeklere bürünmüş. Dallar
tomurmuş. Mart kapıdan baktığında her ne kadar
“kazma kürek yaktırsa” da bahar yavaş yavaş kendini hissettiriyor.
İlkbahar, dalların yeşermesi, çiçeklenmesi; bahçe bakımlarının yapılması, yeni çiçeklerin dikilmesi demek. İlkbahar aynı
zamanda, kış uykusundan kalkan kenti yeniden keşfetmek için
yürüyüş yapmak demek.
Artık soğuk hava, kışın olduğu kadar etkili değil. Ne de
olsa güneş arada bir yüzünü gösteriyor. Eski Ankara’da gezilecek yerler pek fazla birbirinden uzak olmadığı için, kısa yürüyüşlerle yeni yerler görmek mümkün. Yağmur yağsa da ne
gam… Çantaya sıkıştırılmış bir küçük şemsiye ya da katlanabilir kapüşonlu bir yağmurlukla keyifli ilkbahar gezintileri yapabiliriz.
Geçen yazıda Roma Dönemi kalıntılarında dolaşmıştık.
Şimdi vuralım kendimizi Ankara Kalesi’nin yollarına.
Ulus
Ulus, Osmanlı Dönemi’nden bu yana bir ticaret merkezidir.
Bugün ticaret başka semtlere, plazalara kaymış olsa da Ulus
önemini bugün de korumaktadır. Bu meydan aynı zamanda
Ankara’nın tarihi kent merkezidir ve çevredeki yapılar, modern
Ankara’nın sembolüdür.
Kentin bu bölümündeki binalar ve anıtlar, yarışmalar sonucu inşa edilmiş ve semte özgünlük katmıştır. Bir başka değişle bu yapılar döneminin estetik değerlerini yansıtmaktadır.
Sadece anıtlar ve binalar
değil, kuru kahveci, dondurmacı, börekçi, kumaşçı gibi
dükkânlar da kent hafızasında
anı değerine sahiptir.
Antik Tiyatro
Ulus Meydanı’nda, Atatürk
heykelinden sağa dönünce,
kolejliler MAYIS2009
Bir ilkbahar sabahı,
Kale’den baktım sana Ankara.
Gözlerimle kucakladım seni
Semt semt, sokak sokak,
Ev ev.
Kale’ye doğru kıvrılarak çıkan Hisarparkı Caddesi boyunca,
tarihin bizi yavaş yavaş içine çektiğini hissederiz. Tırmanış
başlarken cadde ile Pınar Sokak arasında antik bir tiyatronun
yarım daire şeklindeki orkestrasının bir kısmı ile oturma sıralarının ilk bölümü görülebilir. MS I. Yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. 19. yüzyılda bir gezginin hatıratında yer almıştır. 1982 yılında bir inşaatın temel kazısı sırasında ortaya çıkarılmıştır.
Bugünkü durumu ne yazık ki içler açısıdır. Mekânın ne olduğunu gösteren bir açıklama ya da her hangi bir yazı yoktur. Bir
zamanların tiyatrosu, yoldan geçenlerin çöplerini attığı bir yer
haline dönüşmüştür.
Müzeler ve Ankara
Ulus, kale ve civarı Ankara’nın müze bölgesidir. Müzeler,
kültürel ve tarihi eserlerin toplu olarak sergilendiği yerdir. Her
tür müze kendi konusu içinde yer alan eserleri toplar, korunmasını sağlar ve sergileyerek halka ulaştırır.
Müze kelimesi eski Yunancadaki “muses” (esin perisi) den
gelmektedir. Yani her müze geçmişten geleceğe yönelen bir
ilham perisidir. 18-24 Mayıs tarihleri arasında Müzeler Haftası
kutlanmaktadır. Havaların güzelleşmesiyle birlikte, biz de bu
haftayı müze konusunda bir hayli zengin olan Ankara müzelerini tanıyarak ve dolaşarak kutlayabiliriz.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi
Hisarparkı Caddesi’nin Kale’den önceki son virajında, 15.
yüzyıldan kalma bir bina bizi selamlar. Bu yapı Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne ev sahipliği yapmaktadır. Müze sadece
Ankara’nın değil, dünyanın sayılı müzelerinden birisidir.
Ankara’da ilk müze 1921 yılında Kale’nin Akkale burcunda
kurulmuştur. Atatürk’ün isteğiyle bir “Eti Müzesi” kurma fikrin-
Ankara’da zaman
69
den hareketle, diğer bölgelerdeki Hitit eserleri Ankara’ya gönderilmeye başlanmıştır. Yetkililer geniş mekânlı bir müze arayışındayken, metruk bir durumda olan 15. yüzyıldan kalma Mahmut Paşa Bedesteni ile Kurşunlu Han onarılarak müze haline
dönüştürülmüştür. 1940 yılında onarımın büyük kısmının bitmesiyle eserler Alman arkeolog Guterboch başkanlığında bir
heyet tarafından yerleştirilmeye başlanmıştır. Müze 1968’de
son şeklini almıştır. Bugün Kurşunlu Han idari bina olarak,
Mahmut Paşa Bedesteni ise sergi salonu olarak kullanılmaktadır.
Müzede atılan her adım bizi farklı bir çağa götürür. Burada,
Anadolu’nun arkeolojik eserleri, Paleolitik çağdan itibaren kronolojik bir sırayla sergilenmektedir. Sergilenen objeler arasında Eski Tunç
Çağı, Asur, Hitit, Frig, Urartu dönemlerinin yanı sıra
Yunan, Roma ve Bizans
çağına ait eserler bulunmaktadır.
Roma Hamamı-Sütunlu
yol çalışmalarında bulunan
Hermes heykeli yaklaşık iki
bin yıl toprak altında kalmış olmasına rağmen
heybetinden bir şey kaybetmemiş. Başsız olarak bulunan heykel 2,40m yüksekliğindedir ve
Müzede özel bir mekânda sergilenmektedir.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi 1997 yılında
İsviçre’nin Lozan kentinde 68 müze arasında
“yılın müzesi” unvanına layık görülmüştür.
Ankara’da Bir Kartal Yuvası: KALE
Ankara Kalesi iç içe surlarla çevrilidir ve
çevresi kayalıktır. Yapılış tarihi bilinmemekle birlikte Hititler tarafından yapıldığı sanılmaktadır.
Savunma ve yerleşim amaçlı olarak yapılmış olan kale,
43.000m2’lik bir alanı kaplar. Dış kalenin yirmiye yakın kulesi
vardır.
Evliya Çelebi ünlü Seyahatname’sinde şöyle der: “Yüksek
bir dağın üzerinde dört kat beyaz taştan yapılmış sağlam bir
kale vardır. Kale iç içe surlarla çevrilidir; çevresi kayalıktır, tırmanması zordur.”
İç kalenin Hisar Kapısı’nın üzerinde İlhanlılar’dan kalma bir
kitabe bulunmaktadır. Bu kapının önünde başımızı kaldırdığımızda sol burçta saat kulesini görürüz. Mağrur bir kuğu gibi
kenti tepeden seyreden bu kule, 1884 yılında Vali Sırrı Paşa
tarafından yaptırılmış. Kulenin yüksekliği 9 metredir. Tek kadranlı olan ve Samanpazarı yönüne bakan saat Strazburg yapımıdır. Eskiden saat kulesinin 1 metre çapındaki dövme zili vurduğunda Etlik ve Çankaya’dan duyulurmuş.
Kale’nin duvarlarının dibinde, beyaz tentelerin altında
baharat ve bakliyat satan kale esnafının tezgâhları yılın her
gününde açıktır. Bin bir çeşit renk, tat ve kokuyu içinize çekerek, eviniz için eksikleri satın almak keyifli bir uğraştır.
Kale kapısından içeri girdiğimizde kendimizi renkli bir dünyanın içinde buluruz. Dükkânlardan dışarı taşmış halılar, takılar
ve hediyelik eşyalar bize alışveriş seçenekleri sunar. Dükkân
sahipleri güler yüzlü ve yardımseverdir. Kale içinde 600 kadar
eski ev bulunmaktadır. Bunların bir kısmı restore edildi ve kafe,
restoran, bar ve pansiyon olarak turizme açıldılar. Surların üzerine çıkıp yürümek mümkündür. İç kalenin surları 360 derecelik bir Ankara manzarası sunar.
Arnavut kaldırımlı, dar sokaklarında yürürken küçük çocuklar yanınıza yaklaşır ve cüzi bir para karşılığında kalenin tarihini özetleyiverirler. Eğer sohbet etmek isterseniz anlattıklarını
yabancı dillerde de tekrarlayabileceklerini söylerler ve başlarlar anlattıklarını İngilizce ve Fransızca olarak tekrarlamaya. Bu
dil listesi Rusça’dan Japonca’ya kadar uzanır.
Rahmi Koç Sanayi Müzesi
Vehbi Koç’un ticarete atıldığı ilk dükkânın yer
aldığı 2004 yılında tarihi Çengel Han’da açılan Rahmi Koç Müzesi, Ankara’nın ilk ve tek sanayi müzesidir. 1522’de inşa edilen ve döneminin dört büyük
hanından biri olan Çengel Han, çok sayıda oda ve
develik ile kervansaray olarak hizmet vermiştir. Kale
girişinde ihtişamlı bir binada yer alan bu müzenin 32
odasında, 800’den fazla obje sergilenmektedir.
Etnoğrafya Müzesi
Ankara’nın Namazgâh Tepesi’nde kurulmuştur. Türklerin
maddi ve manevi mirasına sahip
çıkmak amacıyla 1925 yılında
yapımına başlanan müze, 1930
yılında ziyarete açıldı.
28 basamaklı merdivenle çıkılan binanın dört sütunlu girişi vardır. Binanın alınlığı mermer olup
üzeri oymalarla süslüdür.
Müzede Türk sanatı, Selçuklu
Dönemi’nden günümüze kadar
sergilenmektedir. Anadolu’nun düğün ve sünnet törenleri, kahve kültürü, halı, kilim ve işleme sanatı müzede görülebilir.
Müzenin Cumhuriyet tarihimiz için bir başka önemi ise, Atatürk’ün aziz naaşının 10 Kasım 1953 tarihinde Anıtkabir’e nakledilene dek geçici istirahatgâhı olarak kullanılmış olmasıdır.
Müzenin iç avlusunda bulunan bu bölüm halen sembolik kabir
olarak korunmaktadır.
Müze önünde duran Atatürk’ü at üzerinde tasvir eden heykel ise İtalyan sanatçı Pietro Conanica tarafından yapılmıştır.
Devlet Resim ve Heykel Müzesi
Namazgâh Tepesi’nde bulunan bu yapı Türk Ocağı Projesi olarak 1926’da açılan bir yarışmanın birincisi Arif Hikmet
Koyunoğlu tarafından projelendirilmiştir. Atatürk, 1927’de
inşaatı başlayan binanın yapımında Türk işçilerinin çalışmasını
ve Türk süslemelerinin kullanılmasını talep etmiştir.
Yapı, 25 Ekim 1975’de Kültür Bakanlığı’nın girişimi ve devrin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün yakın ilgisiyle Resim ve
Heykel Müzesi olarak kullanılmak üzere Kültür Bakanlığı’na
devredilmiştir. Müzede Osman Hamdi’den Zonnaro’ya, Fahrünisa Zeyd’den Nuri Abaç’a, Turgut Zaim’den Fethi Arda’ya,
pek çok ünlü ressamın eseri sergilenmektedir.
MAYIS2009 kolejliler
bilim-teknoloji
70
Doğumunun 200. yılında Darwin ve Türlerin Kökeni:
Evrim Teorisi
G
Doç. Dr. Kamil Can AKÇALI’81
Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü,
Bilkent Üniversitesi
ünümüzde geçerliliğini korumakta
olan İngiliz bilim adamı Charles
Darwin’in evrim teorisi, modern
evrim biyolojisinin temelini oluşturmaktır. Doğumunun 200. yılında
UNESCO’nun “Darwin Yılı” ilan ettiği 2009, aynı
zamanda “Türlerin Kökeni” kitabının yayımlanmasının da
150’nci yılı. Aslında Darwin, evrim fikrini ilk ortaya atan kişi olarak değil, evrimin nasıl işlediğine ilişkin en önemli teoriyi ortaya koyan bilim adamı olarak, evrim biyolojisine büyük katkı
sağlamıştır. Eski Yunan’da yaşayan bazı felsefeciler, yaşamın
zaman içerisinde dereceli olarak değişebildiğini ileri sürmüşlerdi. Ancak o zaman çok daha baskın olan görüş, türlerin
bireysel olarak yaratıldığı, özelliklerinin değişmediği ve dünyanınn yaklaşık 6000 yaşında olduğuydu. Bu fikirler, din adamlarının da etkisiyle Batı Dünyası’nda desteklenmiş ve etkili
olmuştu. Darwin’den bir yüzyıl önce, çok az sayıda bilim adamı tarafından türlerin
sabit, değişmez ve ideal
olduğu fikri sorgulanmaya başlanmıştı. Bu sorgulamanın en önemli
desteklerinden biri, bulunan fosillerdi. 1700’li yılların ortasında yapılan
çalışmalarda bulunan bu
fosillerin, zamanın canlılarından farklı olduğunu
gösterilmekte ve böylelikle evrimin ilk ipuçları
oluşturulmaya başlanmıştı.
1809 yılında doğan
ve eğitimine din konusunda başlayan; ancak
daha sonra doğa bilimlerine ilgi duyan Darwin’in fikirlerinin kökeni,
kolejliler MAYIS2009
1831 yılının sonunda “Beagle” gemisi ile çıktığı uzun bir araştırma yolculuğuna dayanmakta. Bu yolculuk sırasında binlerce bitki, hayvan
ve fosil toplayan Darwin, farklı coğrafyalardaki
benzer bitki ve hayvan türlerindeki değişiklikleri inceledi. Özellikle birbirlerine çok yakın 12
adadan oluşan Galapagos takımadalarındaki
gözlemleri, fikirlerine temel oluşturdu. Darwin,
bu adalardaki çevre şartlarının, oradaki bitki ve
hayvan populasyonunda etkisinin çok belirgin
olduğunu gözlemledi. Şili kıyılarında meydana
gelen şiddetli bir depremin, bu kıyıları bir metre yükselttiğine tanık olması, doğal olayların yerküreyi zaman
içerisinde değiştirebileceği ve yeni çevresel faktörler oluşturabileceği fikrini kuvvetlendirdi. Kısacası, bu yolculuk sırasında
edindiği izlenimler ve bulgular, onu yaratılış düşüncesini ciddi
ve haklı bir şekilde sorgulamaya yöneltti. Bazı türlerin belli bölgelerde olması, aynı doğa koşullarında farklı türlerin görülmesi, aydınlatmaya çalıştığı konular arasındaydı. Darwin’e göre
bu farklılıkların nedeni bir yaratıcının aynı anda farklı canlılar
oluşturmasından çok, canlıların farklı yaşam koşullarına uyum
sağlamasıyla ilgiliydi. Doğayı gözlediği zaman, üstün olan ve
uyum sağlayan bireylerin “ayıklanmış olacağı” sonucuna vardı. Sonuçta bu sayede evrimin meydana geldiğini ve bu değişikliklerin binler değil, milyonlarca yıla uzanan aşamalarla oluştuğunu öne sürdü. Evrimleşmeye yol açan gücün de doğal
seçilim (natural selection) sonucu olduğunu ve günümüzdeki
türlerin tek bir yaşam formundan ortaya çıktığı yönündeki
kuramlarını oluşturmaya başladı. Darwin, o dönemin koşullarında genler hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Ancak evrimleşmeye neden olduğunu kabul ettiği iki gözlemi ve bir çıkarımı
vardı. İlk gözlemi, canlıların genellikle bakabilecek ve erişkin
hale getirebileceğinden fazla yavruları olmasıydı. İkinci gözlemi ise, bu yavruların birbirinin aynı olmayıp, büyüklük ve
görüntüleri de dahil olmak üzere farklı özellikleri taşımasıydı.
Darwin’in bu gözlemler ışığında yapmış olduğu çıkarım ise
şuydu: Değişen çevreye ve şartlara daha iyi adapte olan canlıların, erişkin hale gelme ve özelliklerini kalıtsal olarak yavrularına geçirme şansı daha yüksektir.
Darwin, ilk basıldığı andan itibaren büyük bir etki uyandıran “Türlerin Kökeni Üzerine” adlı eserini hemen basmadı.
İddialarını güçlendirmek ve doğrulamak için yaklaşık 17 yıl
bekledi. Asya kıtasında çalışmalar yapan Alfred Russell Wallace’ın da benzer gözlemler ve çıkarımlara ulaşması onu cesaretlendirdi ve 1859 yılında kitabını yayınladı. Evrimin doğal
bilim-teknoloji
71
seçilim yoluyla ilerlediğini gösteren bu kitabı bilim dünyasında
ve pek çok başka çevrede büyük tartışma yarattı. Darwin, birçok kişi tarafından, özellikle din ve Tanrı karşıtlığı motivasyonuyla hareket ettiği suçlamalarla karşılaştı.
Darwin, biyolojik evrimi, türlerin zaman içerisinde gösterdiği değişiklik olarak belirtmişti. Darwin’nin açıkladığı sonuçlar
sadece biyolojide değil, tüm bilim dünyasında büyük bir etki
bırakırken, kanıtlanamayan veya açıklayamadığı bazı konular
da oldu. Bazı yaklaşımlar bunu siyasal veya dini amaçlar için
evrim teorisinin yetersizliğiyle ilişkillendirse de gerçek neden
zamanın koşullarına bağlı olan bilgi eksikliğiydi. 150 yıl önce
insanların DNA, kromozomlar ve mutasyonlar hakkında en
ufak bir bilgisi yoktu. Canlılarda çeşitliliği oluşturanın mayoz
bölünme olduğu ve eşey hücrelerindeki mutasyonların kalıtsal
olarak yavrulara geçebileceği de doğal olarak bilinmiyordu.
Evrim teorisininin temel prensipleri günümüzde teknoloji ve
bilimde sağlanan ilerlemelerle çok daha iyi tanımlanabilmektedir. 20. yüzyılın ikinci yarısı ile ortaya çıkarılan DNA’nın yapısı ve
sonrasında gelişen biyoteknolojik devrim, Darwin’in ölümünden yüzyıldan fazla zaman geçtikten sonra, yaşamın kökeni ve
türlerin oluşumunu açıklayan mekanizmanın şaşırtıcı bir şekilde doğru olduğunu kanıtlamaktadır. Örneğin, DNA'nın üzerindeki çeşitlenmeler, doğal şeçilime gerçek bir temel oluşturmaktadır. Türler arasındaki değişikliğin nedeninin ise, günümüzde belli bir
populasyon içerisindeki gen havuzundaki değişiklikle
ilgili olduğunu artık
biliyoruz. Gelişen
teknoloji ile fosillerin
ve canlıların anatomik yapılarının daha
ayrıntılı incelenmesi,
yine evrim teorisinin
doğruluğunu kanıtlamakta olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu konuda verilebilecek en belirgin örnekler arasında,
günümüz insanında fonksiyonu bulunmayan ve yalnızca bize
sorun çıkarınca hatırlanan 20 yaş dişleri ve bağırsak ucundaki
apendiks organı vardır. Balinalarda gelişmemiş olarak kalmış
kalça kemik yapısına ek olarak, çeşitli canlılarda bulunan
homolog yapılar (insanlar da dahil olmak üzere, memeli hayvanlarda kol kemiklerinin inanılmaz benzerliği) da evrim teorisinin güçlü kanıtları olarak kabul edilmektedir.
Evrim, sadece bir teori midir? Bilimsel anlamda bir hipotez,
gözlemler ve deneylerle destekleniyorsa buna bilimsel bir teori denmektedir. Evrim teorisi, fosiller, anatomik yapılar, moleküler (genetik), davranışsal ve coğrafi kanıtlar ışığında yaşamın
kökenini tanımlayan tek bilimsel açıklamadır. Dolayısıyla günümüz şartlarında kanıtlanmış bir teoridir. Evrim teorisi yaşamın
kökenini, diğer açıklama çabalarından (örneğin, yaratılış veya
akıllı tasarım gibi) çok daha iyi tanımlamaktadır. Örneğin, antibiyotiğe dirençli bakterilerin, daha önceden bu antibiyotiğe
duyarlı bakterilerden mutasyonla oluştuğu bilinmektedir ve bu
bakteriler hastane enfeksiyonlarının en önemli nedenlerinden
biridir. Aynı şekilde bazı
virüsler de evrim geçirerek
daha ciddi hastalık nedenleri olabilmektedir. Tarım
alanlarındaki zararlı parazitlerin de kullanılan parazit
ilaçlarına karşı direnç kazanabildiği ve bu ilaçların etkisinden kurtulabildiği bilinen
gerçeklerdir. Bütün bu
örnekler, Darwin’in yıllar
önce inanılmaz bir doğrulukla belirttiği doğal seçilme
olgusunu desteklemektedir. Her ne kadar insan için olumsuz
da olsa, canlılar (virüs, bakteri, parazit) eğer ortam şartlarına
uyabiliyorsa, türlerini devam ettirirler.
Son olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: evrim, geçmişten
günümüze uzanan milyonlarca yıldan beri süregelen dinamik
bir olgudur. Ancak evrimleşme bitmemiştir ve dünyada yaşamın sürmesi için bitmemesi de gerekmektedir. Değişen çevre
şartlarına bağlı olarak günümüzde de sürmekte olan evrim,
gelecekte de var olacaktır. Bu olguyu başka yollarla açıklamaya çalışmanın hiçbir bilimsel geçerliliği bulunmamaktadır.
Doç. Dr. Kamil Can AKÇALI’81
1963’te doğdu. 1981 yılında TED Ankara Koleji’nden mezun
oldu. 1987’de Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdi. 1998’de
University of Cincinnati’de doktorasını tamamladı. Şu an Bilkent
Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümünde Öğretim
Görevlisi olarak çalışmaktadır.
MAYIS2009 kolejliler
spor
72
“Türk Milli Takımları’nda
Kolej’den çok sporcu olacak”
Bu sözlerin sahibi TED Ankara Koleji Bayan Basketbol Takımları Baş Antrenörü ve Alt Yapı
Sorumlusu Davut Güngör. Kariyerinde pek çok başarı bulunan Güngör’le TED Ankara
Koleji Bayan Basketbol Takımları ve ülkemizdeki bayan basketbolu hakkında konuştuk.
Röportaj sonunda edindiğimiz izlenim, kısa sürede başarılı sonuçlar alan bu ekibin daha
da büyük başarılara imza atacağı oldu.
B
Ne kadar zamandır takımın baş antrenörlük görevini yürütüyorsunuz? İdari kadro ve oyuncular kimlerden oluşuyor?
en 10 aydır A Bayan Takımı, Genç Bayan Takımı ve
Lise Bayan Takımını çalıştırıyorum, ayrıca alt yapı
sorumluluğunu yürütüyorum. Okul ve kulüp takımları aynı oyunculardan oluştuğu için ikisini bir arada
yürütüyorum. Bu bir avantaj, çünkü oyuncular her
yerde aynı sistemle çalışıp oynuyorlar.
Teknik kadromuzda ise benden başka; idarecimiz Eşber
Durgutlu, asistan koçumuz Ender Kaya (çok çalışıyor, kendisi
ile gurur duyuyor ve emekleri için çok teşekkür ediyorum. Eminim gelecek zamanlarda bayan takımları için önemli bir antrenör olacak.), Küçük Takım Antrenörümüz Faruk Tümer ve
Minik Takım Antrenörümüz Pelin Örencik arkadaşımız var.
Aslında olması gerekenden biraz az sayıda antrenör kadrosuna sahibiz, ama önümüzdeki yıllarda bu sayıyı arttırıp daha da
profesyonel bir yapıya getirmeye çalışacağız. Çünkü önümüzdeki yıl itibariyle, artık TED Ankara Koleji yavaş yavaş istenilen
noktaya, hak ettiği ve olması gereken yere, yani birinci lige
adım adım yaklaşırken, alt yapımızı da eskisi gibi canlandırmamız lazım. Eğer biz 1. ligde sadece Kolej’den yetişen oyuncularla devam etmek istiyorsak alt yapıya daha çok önem verip,
orada yarışan öğrenci (sporcu) sayısını arttırmamız ve çok
çalışmamız lazım.
Oyuncularımızın tamamı Kolej öğrencilerinden oluşmakta.
Sadece altyapımızda, başka okulda okuyup, bizim takımlarımızda oynayan iki sporcumuz bulunmakta.
Takıma oyuncuları nasıl seçiyorsunuz ve bu ekibin üyesi
olmak isteyen gençlerde ne gibi özellikler arıyorsunuz?
Takımımıza genellikle ilkokul 3. ve 4. sınıflar arasından seçmeler yapıyoruz. Burada aradığımız kriterler öncelikle fiziksel
yapılarının elverişli olması, atletik özelliklerinin basketbola
uygun olması. Oyuncuları da genellikle beden eğitimi öğretmenlerimizle konuşarak, birlikte çalışarak ve onların da önerdikleri öğrencilerimizi, derslere girerek seçmeye çalışıyoruz. Ve
tabii ki çocuğun basketbola kısa süreli değil de uzun süre
devam edebilirliğinin olması gerekir. Bizim için en önemli kriterlerden biri de budur.
Diğer özel okullarda olduğu gibi, TED Ankara Koleji’nde
kolejliler MAYIS2009
de burs verilerek takıma oyuncu alınabiliyor mu?
TED Ankara Koleji’nin tüm okul takımları kendi öğrencilerimiz içinden seçilen sporculardan oluşmaktadır. İlköğretimden
(3. 4. ve 5. sınıf ) seçilen sporcu adaylarımız, belli sürelerle eleme yapılarak bugünlere geliyor.
Bizim okulumuzda burs sistemi şu an için yok. Bu nedenle biz dışarıdan oyuncu bursu vererek basketbolumuza katkıda bulunacak yetenekli oyuncuları alamıyoruz; ama ben bu
sistemi çok eleştirmiyorum. Çünkü bizim yaklaşık 7.000 öğrencimiz var. Bunların içinden Türkiye’de önemli başarılar elde
edebilecek kadrolar çıkarabiliriz. Bizim için en önemli yer ilköğretim kısmı; fakat henüz orayı istediğimiz düzeye getiremedik.
Yeni sezonda, istenilen düzeyde, profesyonel bir çalışma yapmayı planlıyoruz. Bizim ilköğretim kısmında her jenerasyondan
oyuncumuz olması gerekiyor. Şu an bunu erkek kısmı çok iyi
yapıyor, en az onlar kadar sistemli ve geniş bir antrenör kadrosuna sahip olmalıyız.
Sizce Türkiye’nin ilk özel okulu ve dünyanın da en önemli okullarından biri olan TED Ankara Koleji’nin misyonu ne
olmalıdır? Bu konuyu hem genel anlamda, hem de sizin
branşınız açısından değerlendirebilir misiniz?
spor
73
Çok teşekkür ederim bu soru için. Çok anlamlı, aslında
açıklaması çok uzun ve çok tartışılması gereken bir konudur
bu bence.
TED Ankara Koleji bildiğim kadarıyla dünyanın en büyük
okullarından biri. Bu kadar büyük camiaya sahip bir okulun en
önemli misyonu; Atatürkçü gençler yetiştirmektir. Bu da hem
okulda, hem sporda, hem de sosyal etkinliklerde kendine
güvenen, kendi ayaklarının üzerinde durmayı bilen üretici,
başarılı, sağlıklı bireyler yetiştirmekle olmalıdır.
Ben kendi branşımla ilgili olarak şunları söyleyebilirim. TED
Ankara Koleji gibi Türkiye’de ekol olmuş büyük bir camianın
misyonu; bayan basketbol branşında Avrupa’da başarılar
sağlayacak sporcular yetiştirmek olmalı. Benim en büyük
hayalim, sadece kendi öğrencilerimden oluşan, üç yabancı
takviyesi ile iki yıl boyunca Türkiye Bayanlar 1. Ligi’nde başarılı bir ekip yaratmak. Ve iki yılın sonunda yabancısız -Türkiye’de
ve Avrupa’da olmayan- sadece kendi oyuncuları ve sadece
Türk kadro ile başarılı bir ekip yaratmak.
Bu ulaşması çok zor
bir hedef; ama yapılması
imkansız değil! Düşünsenize 7 bin civarında öğrenciye sahip olan Kolej’den
gençler cuma günleri
okuldan çıkıp, Kolej Arena’da (İncek’te yapılacak
salonda) takımını desteklemeye geliyor. Böyle bir
ortamda Kolej’den yetişmiş, aynı zamanda üniversitede okuyan kendi sporcularımızla maça çıkıyoruz. Bu TED Ankara Koleji’ne çok yakışır. Böyle
büyük bir camianın misyonu da budur bence. Aynı
zamanda bu Türkiye’de
birçok özel okula örnek teşkil eder. Açıkçası ben bunun hayalini kuruyorum. Umarım yöneticilerimiz bu gururu hepimize
yaşatır.
Takımın yakın ve uzak gelecek için hedefleri nelerdir?
Yakın hedefimiz şu: bir kere insanların bireysel olarak basketbol kalitelerini belirli bir seviyeye getirebilmek. Milli takımların iskelet kadrosunu oluşturacak kalitede oyuncular yetiştirmek. Bunun yanı sıra zaten basketbol kalitemiz ister istemez
yükseliyor ve takımsal olarak maç anlamında da kazanmamız
gereken yerlerde kazanabiliyoruz. Uzak hedefimiz ise; bu
çalıştırdığımız çocuklarla, iki yıl içinde, Bayanlar 1. Ligi’nde
oynayabilecek yapıda ve kalitede oyuncular yetiştirebilmek ve
iki yıl içinde Türkiye Bayanlar 1. Liginde bir takıma sahip olabilmek. Bizler, sezon başından bu yana yoğun okul temposunun
yanı sıra, çok yoğun antrenman ve maç temposu yaşadık. Bu
yoğunluktan dolayı, doğal olarak sezon içinde birçok kısa
süreli sakatlıklar oldu. Fakat bence bizleri en çok etkileyen,
Türk basketbolu için de çok önemli yerlere gelecek olan spor-
cumuz Beril’in diz çapraz bağlarının kopması ve Alara’nın yaklaşık üç ay bizlerle antrenman yapamaması idi. Bu tatsız
sakatlıklar elbette ki sporun içinde olan şeyler; fakat biz sadece Kolej öğrencilerinden kurulu bir takım olduğumuzdan (okula dışarıdan burslu oyuncu alamadığımızdan) kısa süreli hedefimiz olan Liseler Türkiye Şampiyonluğu hedefimize ulaşamadık.
Biz bu şansızlıklara rağmen şampiyon olabilirdik. Çünkü
bu eksiği kapatmaya çalışan “12 Aslan Yürekli” oyuncumuz
vardı sahada. Ben buna şansızlık diyorum. Biz yarı finali Fenerbahçe ile oynadık ve Fenerbahçe’nin o gün isabet oranının
çok yüksek olması sebebiyle maçı kaybettik.
Şunu da göz ardı etmemek lazım diye düşünüyorum.
Oynadığımız Fenerbahçe takımında 4-5 tane Milli Takım oyuncusu vardı ve bu sporcular geçen yıl Avrupa Şampiyonası’nda
8. olan Yıldız Bayan Milli Takım kadrosunda oynama tecrübesi
yaşamış, birçok Avrupa takımı ile özel turnuvalar oynamış,
Genç Milli Takım’la Balkan Şampiyonası yaşamış tecrübede
oyunculardı.
Geri dönüp baktığımda çok çalışan,
çok isteyen bir Kolej
takımı vardı sahada.
Gerçekten hepsiyle
gurur
duyuyorum.
Oyuncularımız benim
gönlümde şampiyonlar.
Okulumuz ve ailelerimiz gurur duymalı
çocuklarımızla. Sanırım son on iki yılda
Kolej, liselerde hiç ilk
dörde giremiyordu.
Bizim yaş olarak
küçük bir kadro ile bu
kadar şansızlık yaşamamıza rağmen, ilk dörde girmemiz buruk da olsa sevindiricidir.
A Bayan Basketbol Takımı da şu an ikinci lige yükselmiş
durumda ve başarılı bir grafik çiziyor. Bu doğrultuda takımın şu anki durumunu değerlendirebilir misiniz?
TED Ankara Koleji, bayan basketbolunda biraz arka planda kaldı son birkaç yıldır. Şimdi, artık olması gereken noktaya
doğru geliyor. Hedefimiz, birkaç yıl içinde, birinci ligde, sadece kendi okulundan ve kendi alt yapısından yetiştirdiği oyuncularla Türkiye Bayanlar Birinci Ligi’nde takım yaratabilmek.
Bu, Türkiye’de aslında olmayan, bir dönem İstanbul Üniversitesi’nin yaptığı, şu an için belki Botaş’ın yaptığı bir şey.
Ama onlar da dışarıdan hem alt yapıya transferler yapıp, hem
de A takıma oyuncular alıp, birinci ligi öyle devam ettiriyorlar.
Bizim hedefimiz ise çok becerikli, kültürlü ve kaliteli, üniversite
okuyan, ‘basketbol mu? okul mu?’ tercihine girmeyen, her ikisini de en iyi şekilde yapılabileceğini gösteren öğrencilerle,
çok ciddi bir çalışma yapmak ve onların profesyonelce yaklaşMAYIS2009 kolejliler
spor
74
malarını sağlamak. Bunu başarabileceğimize inanıyorum.
Bayan basketboluna genel olarak bakacak olursak, ülkemizde bayan basketbolunun gelişmesi için neler yapılması gerekiyor sizce?
Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Şu an Kolej’de çok
yetenekli, gelecekte kendilerinden çok söz ettirecek, Milli
Takım düzeyinde oyuncular olacak bir grubumuz var. Bu kalitede oyuncularla çalıştığım için kendimi şanslı hissediyorum.
Çünkü antrenmanlara gelirken heyecanla geliyorum. Açıkçası
becerikli, yetenekli oyuncularla çalışmak çok keyifli. Her
antrenman sonrası çalışmalarımızla ilgili kritik yapıyoruz. Ender
Coach’la, çalışma kalitesini arttırmak, oyuncularımızı daha da
iyi hale getirmek için çok çalışıp, çok araştırıyoruz.
Birkaç yıl içinde TED Ankara Koleji’nden, Milli Takımlar’da
çok sporcu olacak. Şimdi yapılması gereken şey; planlı, sabırlı programlar yapmak ve çok çalışmak…
Bayan basketbolunun gelişmesi ise sadece kulüplerin işi
değil, bence bu öncelikle federasyonun görevidir. Bugün
voleybol federasyonunun yaptığına, zaten futbol federasyonu
da bunu çok iyi yapıyor, biz daha yaklaşamadık. Bence bu
Türkiye’deki en büyük eksiklerden biridir. Futbolda ve voleybolda insanlar spor okulları yapıyorlar, seçmeler yapıyorlar,
fiziksel taramalar yapıyorlar. Tabii göz ardı etmemek lazım,
basketbol federasyonu da taramalar yapmaya başladı ama en
önemlisi bu taramalara aldıkları oyuncuların takip kısmı. Kulüplerle iş birliği yapma kısmını yapamadılar henüz. Bence önemli olan oyuncuların taramasını yapmak değil, o taramalardan
sonra onları takip etmek, onların gelişimi için kulüplerle, antrenörlerle sürekli bağlantıda olmaları gerek. Bence bayan basketbolunun gelişmesi federasyonun misyonudur, federasyondan kulüplere gelecektir, oradan da antrenörlere ve sporculara yansıyacaktır. Bayan basketbolunun gelişmesi için baştaki
insanların buna biraz daha değer vermesi, bu iş için emek harcaması lazım. Bence Türkiye’de biz antrenörler çok özverili
işler yapıyoruz, kulüpler de ciddi özverili işler yapıyor. Ama
buradaki iş, bayan basketbolunun gelişebilmesi için ortak bir
amacın belirlenmesi gerek.
Burada kulüplerin de misyonlarını belirlemeleri gerekiyor.
Ama şu anda yapılan en büyük yanlış şu; birçok kulüp kısa
vadeli başarılar istiyor; oysaki bu çok zor. Hadi çok çalıştınız ve
şans da yanınızdaydı ve kısa vadeli başarılara ulaştınız. Geriye dönüp baktığınızda basketbol adına hiçbir şey yapmamış
oluyorsunuz, aldığınız sadece iki demir parçasından ibaret
oluyor. Bayan basketbolunun gelişebilmesi için ortak bir nokta
bulunmalı. Ortak nokta da federasyonun kulüpleri teşvik etmesi ile olabilir. Milli takıma oyuncu veren kulüplere ciddi teşvikler
verilmeli, mesela maddi imkanları yetersiz kulüplerden katılım
ücreti almamalı, seminerler düzenlemeli, belki maddi yardımlar yapılmalı. Bence böyle gelişebilir bayan basketbolu, buna
ne zaman ve nasıl ulaşırız açıkçası bilemiyorum, şu anki yapıda biraz zor görünüyor.
Son olarak, sizin eklemek istedikleriniz nelerdir?
Ben kendi adıma ve kulübümüz adına şunu söyleyebilirim,
biz ciddi profesyonel bir çalışma içindeyiz ve bence çok doğru işler yapıyoruz. Bu sene kendi adıma daha önce hiç yaşa-
kolejliler MAYIS2009
madığım iki turnuva yaşadım; bir üçüncülük, bir de dördüncülüğümüz var. Ben çalıştığım her kulüpte hep final oynadım. Bu
sene kendi adıma söyleyebilirim ki ilk kez çalıştığım bir kulüpte misyonumu tamamlayamadığımı, kulübe ve çocuklara
borçlu olduğumu düşünüyorum. Amacım, önümüzdeki yıllarda hep şampiyonluğa oynayan ve sadece şampiyonluk yaşayan değil, ileriki yıllarda A Milli Takımı seviyesinde, Avrupa
Şampiyonluğu’na oynayabilecek oyuncular yetiştirmek.
Bir de şunu söylemek istiyorum; biz çok güzel bir ekip
oluşturduk. Bu ekibin çalışması için çok iyi imkânlar sunuldu
bize. Başta, fedakârlık yapan, kendinden, ailesinden işinden
zaman ayırıp, her zaman bizlerin yanında olan Önder Bülbüloğlu olmak üzere, verdiği fikirler, ağabeyliği, basketbol ailesinin emekçisi Ali Kavaklıoğlu ve tüm yöneticilerimize, tabii ki her
antrenmanımıza gelen, her maçımızda ve turnuvalarımızda
yanımızda olan velilerimize de çok teşekkür etmek istiyorum.
Son olarak, bu sene çok ciddi bir çalışma programına girdik ve çok çalıştık. Sporcularımız, hem yoğun okul temposu,
hem de yoğun basketbol temposunu çok iyi kaldırdılar. Gerçekten eğitime çok önem veren, çok yoğun bir okul tempomuz var. Burada her şeye rağmen hiç antrenmanları aksatmayan, fedakârlıkla çalışan, sahada aslanlar gibi savaşan, Kolej’e
yakışan mücadeleyi veren oyuncularımı kutluyor ve onlarla
gurur duyuyorum.
Sizlere ilginizden dolayı çok teşekkür ederim. Biz büyük bir
aileyiz ve bu aile çok önemli ve büyük başarılara sahip. Yaşam
standartlarının her geçen gün zorlaştığı bu dönemde artık biliyoruz ki; her işte yalnızca iyi olmak yetmiyor, çok iyi olmak
gerekiyor. Ben diyorum ki; basketbolla okul arasında bir tercih
yapılmamalı ve yaptırılmamalıdır. Avrupa’da, Amerika’da okul
ya da basketbol arasında tercih yapılmıyorsa, oradaki insanlar
hem dünya standartlarında oyuncular olup, hem de üniversite
okuyabiliyorlarsa biz bunu Türkiye’de neden yapamayalım?!
Bunu anlayamıyorum, aslında anlamak da istemiyorum. Biz
Türkler çok çalışkanız. Tarihimiz zorluklara karşı kazanılmış
zaferlerle dolu. Lütfen tembelleşmeyelim ve gençlerimizi tembelliğe itmeyelim. Onlar her şeyin üstesinden gelebilirler. Onlara güvenelim ve bu yolda onlara yoldaşlık yapalım.
Davut GÜNGÖR
1977 yılında Kars’ta doğdu. Ortaokul ve lise eğitimini İstanbul’da yaptı. 15 yaşında Galatasaray’da basketbol oynamaya
başladı. 5 yıl Galatasaray’da basketbol oynadıktan sonra; hem
oynayıp, hem de Galatasaray Erkek Takımı’nda çalıştırdı. Bir süre
sonra oyunculuğa amatör olarak devam etti. Marmara Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu’nda eğitim gördü. Takımdan ayrıldıktan sonra, Galatasaray Bayan Takımı’nda antrenör olarak 3 yıl çalıştı. Ardından Bakırköyspor’da 3 yıl antrenörlük yaptı.
Daha sonra İstanbul Üniversitesi (7 yıl), Fenerbahçe (1 yıl) ve TED
Kayseri Koleji’nde (1 yıl) A Bayan Takımı Yardımcı Antrenörlük görevini üstlendi ve aynı zamanda Genç Bayan Takımı Baş Antrenörlük görevini sürdürdü. Geçtiğimiz sezon sonunda, TED Ankara
Koleji’ndeki görevine başladı.
kolejIN
75
VEDAT BAYL AN’86
MÜŞFİK YAMANTÜRK
yüksek katký paylarýnýzdan dolayý
teþekkürler
MAYIS2009 kolejliler
KOLEJ-IN ile ilgili bilgi edinmek için lütfen bizimle irtibata geçiniz. Tel: 444 0 958 Web: www.kolej.org
Türk Eğitim Derneği
78
Access Projesi ile İngilizce Eğitimi Fırsatı
Amerikan Büyükelçiliği ve Türk Eğitim Derneği, kendi olanaklarıyla yeterli İngilizce
eğitimi alamayan öğrenciler için Access
Projesi’yle İngilizce eğitimi fırsatı sunuyor.
Türk Eğitim Derneği ve Amerikan Elçiliği İngilizce Eğitim
Ataşeliği arasında imzalanan protokol gereğince gerçekleştirilen Access Sosyal Sorumluluk Projesi’nde, maddi imkanları
yetersiz ve devlet okullarında okuyan 174 dokuzuncu sınıf
öğrencisi, 15 ay İngilizce dil eğitimi görerek kurs bitiminde 2
haftalık yaz kampına katılacak. Toplam 7 TED okulunda Mart
2009’da başlayan projenin 30 Mart Pazartesi günü gerçekleştirilen TED Polatlı Koleji’ndeki açılışına, Amerikan Büyükelçisi
James Jeffrey ve Eşi, Amerikan Büyükelçiliği Eğitim Ataşesi
Craig Dicker, Türk Eğitim Derneği Genel Başkanı Selçuk Pehlivanoğlu, Türk Eğitim Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Ahmet
İsfendiyar, Türk Eğitim Derneği Yüksek Öğrenim Vakfı Genel
Saymanı Emre Dökmeci ve Türk Eğitim Derneği Genel Müdürü Sevinç Atabay katıldı.
“Dünyada ikinci dil kabul edilen İngilizceyi öğrenmek
gelecek için çok büyük önem taşıyor.”
Büyükelçi James Jeffrey, açılışta yaptığı konuşmada İngilizce eğitiminin önemine değindi: “Dünyada 3 milyon kişi İngilizce konuşuyor. Dünyada ikinci dil kabul edilen İngilizceyi
öğrenmek gelecek için çok büyük önem taşıyor. Dünya ülkelerinde yaşayan insanlar, ana dillerinden sonra ortak dil olarak
kabul edilen İngilizceyi de kullanıyor. İngilizce öğrenmek eğitimde ve ekonomik gelişmede birçok başarıyı beraberinde
getirir. Unutmayın ki, dünyanın neresinde olursanız olun İngilizceyi kullanacaksınız. İşte bu anlamda Access Projesi önemlidir. İngilizce size kapalı kapıları aralayacaktır.”
“Amacımız Anadolu’ya Ulaşmak”
Access Projesi ile Anadolu’ya ulaşmak istediklerinin altını
çizen Türk Eğitim Derneği Genel Başkanı Selçuk Pehlivanoğlu:
kolejliler MAYIS2009
“Dünyada güçlü bir ülke olabilmek, dünyayla rekabet edebilmek için önce dünyayla anlaşabilmemiz gerekmektedir. Türkiye’nin hangi noktasında olursa olsun bütün evlatlarımızın çok
iyi derecede İngilizceye sahip olmaları en büyük arzumuzdur.
Bu tip projeler genelde Ankara, İzmir gibi yerlerde yapılmaktadır. Bizim amacımız Anadolu’ya ulaşmaktı. Sadece bizim okullarımızda okuyan çocuklarımızın değil, ülkemizin her köşesindeki çocuklarımızın yabancı dil konusunda eğitilmiş olması,
kaliteli bir eğitime sahip olması bu ülkeyi ileriye taşıyacaktır. Bu
projeyle çocuklarımızın ABD’ye gitmesi yolundaki imkanlar
açılacaktır. Projenin dünyayla entegrasyonumuzda büyük açılımı olacaktır.”şeklinde konuştu. Açılışta düzenlenen kokteylin
ardından öğrencilere katılım sertifikaları verildi.
Access Projesi, Amerikan Hükümetinin ülkemizdeki
İngilizce dil eğitimine katkıda bulunmak amacıyla kendi
imkanlarıyla İngilizce eğitimi alma olanağı bulamayan
öğrencilere yönelik hazırlanan bir burs programı. Program kapsamında devlet okullarında okuyan maddi
imkanları yetersiz 174 dokuzuncu sınıf öğrencisi, 15 ay
İngilizce dil eğitimi görerek kurs bitiminde iki haftalık yaz
kampına katılacak. Eğitim boyunca öğrencilerin ulaşımı,
kitap vb. tüm eğitim materyalleri ücretsiz olacak. TED
Mersin, TED Batman, TED Karabük, TED Malatya, TED
Afyon, TED Isparta ve TED Polatlı Kolejlerinde, bu okullardaki İngilizce öğretmenleri tarafından haftada 6 saatten toplam 360 saat verilecek olan eğitimler, 2010 Haziran ayında sona erecek.
Türk Eğitim Derneği
79
Eğitim Seferberliğinde Türk Eğitim Derneği İle
El Ele Veren Ali Poyrazoğlu,
‘2 İleri 1 Geri’ Adlı
Güldürüsüyle
Gönülleri Fethetti
Usta tiyatrocu Ali Poyrazoğlu’nun “10.000 Genç Meşale Daha Aydınlık Türkiye” Kampanyası kapsamında Türk Eğitim Derneği için özel olarak hazırladığı ‘2 İleri 1 Geri’ adlı güldürü İstanbul, Ankara, Antalya, Kayseri ve Bursa’daki gösterimlerinde büyük ilgi gördü.
Türk Eğitim Derneği’nin,
iyi eğitim görmüş nesiller
yetiştirme hedefini sürdürmek ve başarılı ama maddi
imkânları yetersiz öğrencilere
üniversite eğitimlerinin sonuna kadar burs sağlamak
amacıyla başlattığı “10.000
Genç Meşale Daha Aydınlık
Türkiye” kampanyası kapsamında sahnelenen ‘2 İleri 1
Geri’ adlı güldürü, seyircisiyle
buluştuğu şehirlerde büyük bir coşkuyla karşılandı.
“Çoğunluğun eğitimsiz olduğu bir toplumda azınlıklar değişimi sağlayamaz.”
‘2 İleri 1 Geri’ adlı güldürünün açılış konuşmasını yapan
Türk Eğitim Derneği Genel Başkanı Selçuk Pehlivanoğlu:
“Mutsuz toplumlara mensup bireylerin mutlu olmaları mümkün
değildir. Bu nedenle kendi çocuklarımızı yetiştirmek konusunda gösterdiğimiz özeni ülke çapına yaymalıyız. Çoğunluğun
eğitimsiz olduğu bir toplumda azınlıklar değişimi sağlayamaz.
Bu nedenle ülkemizin dört bir yanındaki çocuklara eğitim hakkı tanımalıyız. 81 yıl önce yola çıkan Türk Eğitim Derneği, Atatürk’ün çizdiği yolda kararlı adımlarla yürüyen bireyler yetiştirme hedefini sürdürüyor. TED okullarını Türkiye’nin tüm illerine
yayıncaya kadar da bu konudaki çalışmalarımızı sürdüreceğiz.
Konu ülkemizin ve çocuklarımızın geleceği olduğunda, bizler
yan yana gelerek ve el ele vererek cehaleti ve karanlığı kovmasını biliriz. Bunu da yaktığımız meşalelerle, yani burs vererek
okuma şansı sunduğumuz gençlerle sağlıyoruz. Türk Eğitim
Derneği Bursu’yla okuyan çocuklarımızın, üniversite eğitimlerinin sonuna kadar cep harçlığından kitap masrafına kadar tüm
giderlerini karşılıyor ve onları her yönüyle hayata hazırlıyoruz.
Sizlerden aldığımız destekle binlerce yeni meşale yakacağız.”
dedi.
“10.000 Genç Meşale Daha
Aydınlık Türkiye”
Türk Eğitim Derneği tarafından
başlatılan “10.000 Genç Meşale
Daha Aydınlık Türkiye” kampanyası,
Türk eğitim sisteminde yaşanan eğitime ayrılan kaynakların etkin ve
verimli kullanılamaması, kaliteli eğitime ulaşmada yaşanan fırsat ve cinsiyet eşitsizliği, eğitime erişebilirlik
seviyesinin düşük olması gibi sorunları çözmeyi hedefliyor. Kampanya, ilk aşamada 10 bin çocuğa ulaşarak onları Türk toplumunun değerlerine ve Atatürk
ilkelerine sahip çıkan bireyler olarak yetiştirmeyi amaçlıyor.
“10.000 Genç Meşale Daha Aydınlık Türkiye” kampanyasındaki burs programı, öğrenciye yalnızca eğitimi boyunca
akademik gelişimine ilişkin yeterli ve sürekli maddi destek
değil, sosyal, kültürel ve psikolojik anlamda kapsamlı manevi
destek sağlanmasını da içeriyor.
“Tam Eğitim Bursu” nedir?
Türk Eğitim Derneği’nin 2003–2004 öğrenim yılında
gerçekleştirdiği burs düzenlemesiyle, başarılı ama ekonomik yetersizlikler yaşayan öğrenciler “Tam Eğitim Bursu” (TEB) kapsamında okutuluyor.
“Tam Eğitim Bursu”, burs desteği verilen öğrencilerin
servis, yemek, giyim, kitap-kırtasiye harcamalarını ve
harçlıklarını üniversite lisans eğitiminin sonuna kadar karşılıyor. “Tam Eğitim Bursu” alan öğrenciler, öğrenimlerinin
üniversiteye kadar olan kısmını Türk Eğitim Derneği okullarında sürdürüyor. Tam Eğitim Bursu almaya hak kazanan öğrenciler bulundukları bölgede Türk Eğitim Derneği
Okulu varsa bu okulda gündüzlü olarak, Türk Eğitim Derneği Okulu yoksa Türk Eğitim Derneği’nin pansiyonlu
okullarında yatılı olarak eğitimlerini sürdürüyor.
MAYIS2009 kolejliler
Türk Eğitim Derneği
80
Türk Eğitim Derneği Bilim Kurulu
Eğitim Hizmet Ödülleri Verildi
Türk Eğitim Derneği Bilim Kurulu “Eğitim Hizmet Ödülleri”
21 Nisan 2009 tarihinde Torch’ta gerçekleştirilen törenle sahiplerini buldu.
“Kardelenler” projesine katkılarından dolayı ülkemizin usta
kalemlerinden Ayşe Kulin’e, “Baba Beni Okula Gönder” kampanyasına verdiği destekten dolayı Milliyet Gazetesi adına
Fikret Bila’ya TED Bilim Kurulu “Eğitim Hizmet Ödülleri” verilirken, eğitim haberleriyle yarattığı farklılık nedeniyle Hürriyet
Gazetesi Yazarı Nuran Çakmakçı, “TED Bilim Kurulu Özel
Ödülü”ne layık görüldü.
“Çağdaş nesiller yetiştirmek için elimizden geleni
sonuna kadar yapacağız”
Türk Eğitim Derneği Genel Başkanı Selçuk Pehlivanoğlu,
törende yaptığı konuşmada çağdaş, demokratik, sivil toplumun etkin olduğu ve karşıt görüşlerin çeşitlilik olarak nitelendirildiği bir ülkenin ancak eğitimle yaratılabileceğini belirterek,
içinde bulunduğumuz dönemde ülkemizin karşılaştığı en
büyük riskin eğitmeyi unuttuğu genç nüfus olduğunu söyledi.
Pehlivanoğlu, “Günümüzde milyonlarca gencimiz hak ettiği
eğitim imkânlarından mahrum kalıyor, milyonlarca insanımız
okuma ve yazma bilmiyor. Neslimizi eğitmek için bir çözüm
bulmak zorundayız. Türk Eğitim Derneği olarak görevimizin
bilincindeyiz ve ülkemizin kuvvetler kavgası sırasında heba
olmaması ve bizi ileriye taşıyacak çağdaş nesiller yetiştirmek
için elimizden geleni sonuna kadar yapmayı sürdüreceğiz.”
dedi.
Ödülünü Selçuk Pehlivanoğlu’ndan alan Ayşe Kulin, çok
duygulandığını belirttiği konuşmasında Doğu’daki kız çocuklarının okumasına destek olan Kardelenler Projesi’ni anlattı.
Kulin, “Karları yararak, töreleri delerek okula gitmeye çalışan
çocuklara ‘Kardelen’ adını uygun gördüm” diyerek ödülünü bu
projenin gerçekleştirilmesinde çok emeği olan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan’a
kolejliler MAYIS2009
atfetti. Milliyet Gazetesi adına ödülünü TED Ankara Koleji Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Sunullah Salırlı’dan alan Fikret Bila
ise Baba Beni Okula Gönder Kampanyası’nı anlatarak, Milliyet
Gazetesi olarak ne tür engeller olursa olsun bu projeyi gerçekten kız çocuklarının ‘Baba beni okula gönder’ diyemeyeceği
güne kadar sürdürmeye kararlı olduklarını söyledi. Bulunduğu
yerde okul olmadığı için İstanbul’a göç etmiş bir ailenin çocuğu olduğunu ifade eden ve eğitim alanında uzmanlaşma
nedenlerini anlatan Nuran Çakmakçı ise ödülünü Türk Eğitim
Derneği Bilim Kurulu Başkanı Berrin Akman’dan aldı ve Türk
Eğitim Derneği gibi Türkiye’nin dört bir yanına elini uzatan ve
Atatürk tarafından kurulan bir kurum tarafından ödüllendirildiği
için son derece mutlu olduğunu ifade etti.
Töreninin sunuculuğunu eğitimlerine Türk Eğitim Derneği
Tam Eğitim Bursu ile devam eden Hatice Hazar ve Türker Tola
yaptı. Hatice Hazar Türk Eğitim Derneği’nin eğitiminin yanı sıra
kişisel gelişiminde de büyük rolü olduğunu ve ideallerine ulaşma konusunda yol gösterici olduğunu belirtirken Türker Tola,
Türk Eğitim Derneği’nin eğitimi sadece
parası olanların ulaşabileceği bir lüks olmaktan çıkarıp herkesin en
temel hakkı olduğu fikrine en önce kendisinin
inandığını söyledi. Çok
sayıda davetlinin katıldığı gece ödüllerin
sahiplerine verilmesinin ardından düzenlenen kokteylle son buldu.
kampüs
82
TED Ankara Koleji öğrencileri
Cenova’yı fethetti
TED Ankara Koleji
Vakfı Özel Lisesi Politika
ve Diplomasi Kulübü
öğrencileri, 24 Şubat - 1
Mart 2009 tarihleri arasında İtalya’nın Cenova şehrinde altıncı kez düzenlenen Cenova Model Birleşmiş Milletler (GEMUN)
Konferansına katıldılar.
Avrupa’dan 36, Asya’dan 22, Afrika’dan 19, Amerika’dan
16, Okyanusya’dan 2 ülkeden, toplam 600 delegenin katıldığı
bu uluslararası konferansta, TED Ankara Koleji; Burcu UĞUZ
(11-U), Gökcan DEMİRKAZIK (11-F), Arınç ÖZTÜRK (11-L),
Zeynep ÜSTÜN (10-H), Şayen TOKYAY (10-F), Batu İNAL (10G) ile Arnavutluk Cumhuriyeti’ni temsil etti.
“Politika”, “Silahsızlanma ve Ulusal Güvenlik”, “Yeterli Gıda
Üretimi İçin Biyolojik Farklılıkların Korunması”, “Akdeniz Bölgesindeki Doğal Kaynakların Korunması” ve “İnsan Hakları”
komitelerinde başkanlık görevini yürüten Kolejli öğrenciler,
yazdıkları karar tasarıları ile ilgili başarılı sunumlar yaptılar.
Gökcan DEMİRKAZIK, Arınç ÖZTÜRK ve Şayen TOKYAY da
komitelerinin en başarılı delegeleri seçilip ödüle layık görüldüler.
Konferans süresince öğrenciler, bir yandan dünya sorunlarına çözümler üreterek uluslararası ilişkilerle bağlantılı bilgi
alışverişinde bulunurken, diğer yandan da sosyal ve saygın
davranışlarıyla yalnızca savundukları ve temsil ettikleri Arnavutluk Cumhuriyeti’ni değil, vatandaşı oldukları Türkiye Cumhuriyeti’ni de uluslararası platformda başarıyla taşıdılar.
TED Ankara Koleji Öğrencilerinin Vefa Örneği:
Deniz Kaya Anısına Bir Kütüphane Kuruldu
TED Ankara Koleji Vakfı
Özel Lisesi öğrencileri, 2008
yılında zamansız kaybettikleri
2001 mezunlarından Deniz
Kaya anısına, Noterler Birliği
İlköğretim Okulu'na bir kütüphane kurdular. Kütüphanenin açılışı 4 Mart 2009
tarihinde gerçekleştirildi.
Deniz Kaya Kütüphanesi'nin açılabilmesi
için kitap toplama kampanyası başlatan öğrenciler,
kütüphanenin
düzenlenebilmesi için
de Kolej Sokağı'ndaki
kermeslerde satış yaparak para topladılar. El
kolejliler MAYIS2009
birliği ve yürek birliğiyle yapılan bu çalışma sonucunda Noterler Birliği İlköğretim Okulu kitaplarla donandı.
Deniz gibi okumayı, sorgulamayı, düşünmeyi, hissetmeyi
ve düşüncelerini kaleme almayı bir yaşam biçimi haline getirmiş özel bir insanı anmanın en güzel yolunun, kitapları en az
onun kadar seven bireylerin yetiştirilebilmesi için kütüphaneler
açmak olduğu
düşüncesinden
hareket
eden
TED Ankara Koleji öğrencileri, çok
kısa bir sürede
kütüphanenin
ihtiyaçlarını karşılayarak Kolejlilerin vefa duygusunu bir kez daha
gösterdiler.
kampüs
83
Arjantin Tiyatro Grubu
Kleopatra Müzikalini Sergiledi
Arjantin tiyatro grubu, 25 Mart 2009 tarihinde TED Ankara
Koleji amfi tiyatrosunda, lise öğrencilerine, Kleopatra Müzikalini sergiledi. Antik Mısır’ın krallık sarayında geçen oyunun;
dekorundan seslendirmesine, ışıklandırmasından oyunculuğuna kadar her bir parçası eksiksizce sahnelendi. Oyuncular,
oyundan sonra Uruguay’dan Kolombiya’ya, Kosta Rika’dan
Dubai’ye uzanan geniş yelpazeli sunum coğrafyasından edindikleri deneyimleri öğrencilerle paylaştılar.
TED Ankara Koleji “2009 Global Spell Event”
Yarışmasına Ev Sahipliği Yapacak
TED Ankara Koleji İlköğretim Okulu, Franklin Electronic Publisher Inc. sponsorluğunda ve TESOL ortaklağı ile organize
edilen ‘2009 Global Spell Event’ yarışmasına ev sahipliği
yapacak. Yarışmanın elemeleri,18 Nisan 2009 Cumartesi günü
gerçekleştirilecek. TED Ankara Koleji’nden ön elemeleri geçen
7 öğrenci; Yaman Can Saraçlar, Deniz Selçuk, Barış Irmak Bil,
Engin Kızılcan, Gökberk Ünal, Onatkut Dağdelen ve Cansu
Gök, İngilizce öğretmenleri Nancy Riggs ve Hakan Camgöz
tarafından yarışmaya hazırlanıyorlar.
TED Ankara Koleji’nde gerçekleştirilecek olan elemeleri
kazanan iki öğrenci, Ağustos 2009’da New York’ta düzenlenecek final yarışmasına katılmaya hak kazanacak. Finalde birinci gelen öğrenciye, 10.000 $ ödül verilecek.
Çanakkale
Kahramanlarını Andık
18 Mart Çanakkale Zaferi’nin 94. yıldönümü nedeni ile TED
Ankara Koleji’nde Çanakkale kahramanlarını anmak üzere
etkinlikler düzenlendi. İlköğretim Okulu’nda öğrenciler, kahramanlık türküleri ve marşlardan oluşan bir konser verdiler. Lise
Kısmında, 9-D sınıfı öğrencileri ve Müzik Öğretmeni Serdar
Dilekcan rehberliğindeki Çok Sesli Koro, Çanakkale Zaferi ile
ilgili şiirler, marşlar ve kahramanlık öykülerinden oluşan ve görsel materyallerle zenginleştirilmiş bir program sundular.
MAYIS2009 kolejliler
kampüs
84
Kütüphane Haftası Kutlandı
Kütüphane
Haftası etkinlikleri çerveçevesinde Mart
ayı sonunda
düzenlenen
konferanslarda TED Ankara Koleji Lise
öğrencileri,
fotoğrafçı ve yazar Akgün Akova ve Prof. Dr. Sedat Sever ile
buluşurken Anaokulu öğrencileri, Yazar Aysel Gürmen’i konuk
etti.
National Geographic ve Skylife dergilerinde yazı ve fotoğrafları yayınlanan Akgün Akova, çekim yapacağı konu ile ilgili
kitaplar okuyarak bilgi topladığını, hayatta pek çok şeyi kitaplar sayesinde öğrendiğini ifade etti ve mesleki deneyimlerini
öğrencilerle paylaştı.
Prof. Dr. Sedat Sever, “Dil Bilinci ve Okumanın Rolü” üzerine verdiği konferansta iletişim ve düşünme aracı olarak dilin
önemi üzerinde durdu.
Anaokulunda öğrencilerine, yazdığı ilk kitap olan “Şıkırdak’ın Çıngırağı” adlı öyküsünü dramatize eden Aysel Gürmen, bir kitabın nasıl basıldığını tüm aşamalarıyla anlatarak
öğrencilerin sorularını yanıtladı.
SPORDAKİ BAŞARILARIMIZ
Lise Kız Basketbol Takımı
Ankara 3.’sü, Yarıfinal 1.’si,
Türkiye 4.’sü
Lise Erkek Basketbol Takımı
Ankara 1.’si, Yarıfinal 1.’si,
Türkiye 4.’sü
Lise Erkek Hentbol Takımı
Ankara 2.’si, Yarıfinal 2.’si
Lise Erkek Kayak Takımı
Ankara 1. ‘si, Türkiye 3.’sü
Lise Erkek Voleybol Takımı
Ankara 4.’sü Yarıfinal 3.’sü
Lise Kız Voleybol Takımı
Ankara 2.’si, Yarıfinal 1.’si
Lise Erkek Masa Tenisi Takımı
Ankara 1.’si, Türkiye 19.’su
Lise Kız Kayak Takımı
Ankara 1.’si
Lise Kız Tenis Takımı
Ankara 1.’si, Türkiye 3.’sü
II. Kademe Kız Kayak Takımı
Ankara 1.’si. Türkiye 1.’si
II. Kademe Erkek Kayak Takımı
Ankara 1.’si. Türkiye 4.’sü
II. Kademe Eskrimde Taylan
Bozkaya Türkiye 1.’si
kolejliler MAYIS2009
II. Kademe Erkek Eskrimde
Batuhan Köse Türkiye 2.’si
kampüs
85
I. Kademe Erkek Basketbol Takımı
Ankara 1.’si, Yarıfinal 1.’si
II. Kademe Voleybol Takımı
Ankara 1.’si, Yarıfinal 2.’si
II. Kademe Kız Basketbol Takımı
Ankara 2.’si, Yarıfinal 2.’si
II. Kademe Kız Voleybol Takımı
Ankara 1.’si, Yarıfinal 1.’si
II. Kademe Erkek Basketbol Takımı
Ankara 4.’sü
I. Kademe Kız Basketbol Takımı
Ankara 2.’si, Yarıfinal 2.’si
II. Kad. Kız Masa Tenisi Takımı
II. Kad. Erkek Hentbol Takımı
Ankara 3.’sü
II. Kad. Kız Tenis Takımı
Ankara 1.’si
II. Kad. Erkek Tenis Takımı
Ankara 1.’si
Ankara 1.’si, Yarıfinal 2.’si
II. Kad. Erkek Masa Tenisi Takımı
Ankara 4.’sü
I. Kad. Erkek Hentbol Takımı
Ankara 4.’sü
Milli Takımda Yer Alan Sporcular
Duygu Şen (7-F)
Artistik Buz Pateni Milli Takımı
Sera Özelçi (9-Y)
Yıldız Kız Basketbol Milli Takımı
Basketbol Türkiye Birinciliği’nde
“En iyi forvet” unvanını aldı
Ecem Savun (11-S)
Artistik Buz Pateni Milli Takımı
Melisa Ata (11-O)
Bowling Milli Takımı
Damla Çakıroğlu (9-S)
Yıldız Kız Voleybol Milli Takımı’nda
Mesut Çebi (11-M)
Hentbol Milli Takımı
Doğuş Köker (9-T)
Kayak Milli Takımı
İpek Akşin (7-F),
Modern Pentatlon Milli Takımı
Milli Takım Kampına Çağrılan Sporcular
Gülce Koğar (9-C)
Bowling Milli Takımı'nda
Cemre Ünal (10-F)
Atletizm Milli Takımı'nda
MAYIS2009 kolejliler
Torch
86
TORCH‘ta STAY WITH ME...
27 Mart 2009 Cuma Akşamı TORCH‘ta “Murat Karahan ile
Müzikli Gece”ye arkadaşlarımla birlikte gitmeye karar verdiğimizde, aklıma Murat Karahan’ı bize tanıştıran Mezunlar Derneğimizin, 2008 yılı Ocak ayında TED Ankara Koleji Mezunları
Derneği’nin katkılarıyla
Ankara Devlet Opera
ve Balesi’nin Büyük
Tiyatro Sahnesi’nde
oynanan “Kırmızı Ev”
müzikali geldi.
Ankara
Devlet
Opera ve Balesi Genel
Müdürlüğü’nün, opera
sahnesinde oynanacak ‘Kırmızı Ev’ müzikaline bilet almıştım.
Uzun bir zaman sonra
yeniden operaya merhaba demek için iyi bir fırsat olacağını
düşünmüştüm.
Salon, neredeyse tamamen TED Ankara Koleji mezunu bizlerle ve irili ufaklı çocuklarımızla doluydu. Heyecan içinde ışıkların sönmesini bekledik. Sahnede çalan müzik, gerçekten de
büyüleyiciydi. İnsanı içine çeken bir tarafı var gibiydi. Dekor,
ışıklar derken Soprano Leyla Çolakoğlu, etkileyici ses tonuyla
sahnedeki yerini aldı. Kısa bir zaman sonra sanırım bütün herkes (ben ve kızlarım dahil), oyunun bir parçası olmuştuk.
‘Stay with me’ parçası başladığında, sesin sahibine büyük
küçük hepimiz kenetlenmiştik adeta. Herkes birbirinin koluna
dokunup, soru işareti şeklinde göz kırpıyordu. ‘Bu
da kim böyle?’
Parça bittiğinde,
inanın sadece ben
değil, etrafımda oturan herkes aynı cümleyi mırıldanıyordu.
‘Böyle muhteşem bir
ses, böyle bir yorum...
Kim olduğunu biliyor
musunuz acaba?’
Bu ilk şaşkınlık,
temsilin devamında zirveye ulaşmıştı. Ardı ardına söylediği Napolitenler, şarkılar ve final sahnesindeki ‘Show must go on’ parçasıyla, avuçlarımız patlarcasına alkışlamaya başlamıştık bu mütevazi, başı önde duran genç adamı.
Bütün ekip muhteşemdi aslında ama sıra ‘Robert’a geldiğinde opera sahnesi alkıştan çınlamaya başlamıştı sanki.
Mezunlar Derneği Başkanımızın sahneye çıkması, müzikaldeki
oyuncuları teker teker tebrik etmesi ve ardından elindeki plaket-
kolejliler MAYIS2009
leri müzikalin konusunu şekillendiren soprano Leyla Çolakoğlu’na ve
Murat Karahan’a vermesiyle her
şey anlaşılmış oldu. Leyla Çolakoğlu gibi Murat Karahan da, TED
Ankara Koleji mezunuydu ve ne
kadar gurur duysak azdı…
Ankara Devlet Opera ve Balesi sanatçısı, TED Ankara Koleji
1995 mezunu olduğunu öğrendiğim arkadaşımız Tenor Murat
Karahan’la ve onun sanat hayatıyla benim tanışma hikâyem bu
şekilde oldu.
‘Kırmızı Ev’ müzikalinden
sonra, yıllarca ara verdiğim
opera merakıma yeniden dönmüş oldum.
‘Aşk-ı Memnu Operası’nda Behlül rolünde, ‘Öylesine Bir
Dinleti Müzikli Oyunu’nda Tenor rolünde, ‘Venedik’te Bir Gece
Operet’inde Caramello rolünde, Murat Karahan’ı izledim. Ve
her birini benim gibi defalarca izleyen, gece-gündüz demeden
hiçbir oyununu kaçırmayan hayranları o kadar çok ki… Temsillerine biletlerinizi ilk günden almadıysanız, bir daha bulma şansınızın çok olmadığını bilmenizde fayda var. Çünkü oyuncu olarak gösterdiği performansın yanı sıra, o insanı büyüleyen sesi,
her koşulda yüzünden eksik olmayan gülümsemesi ve mütevaziliği ile Türk Operasında yepyeni ve pırıl pırıl bir umut Murat
Karahan.
Onu dinleme ve tanıma fırsatı bulan herkesin hayran olduğu, dinlemeye doyamadığı bu ses, Ankara’da ilk defa TORCH’ta
sahne aldı geçtiğimiz cuma akşamı.
Opera aryaları ile başlayıp, ‘Dönülmez
Akşamın Ufkundayım’la devam eden,
Napolitenlerle süslenip Münir Nurettin Selçuk’larla zirveye ulaşan duygu dolu programıyla bizlere unutulmaz bir gece yaşattı sevgili Murat.
Yerli yabancı pek çok şarkıyı da eklediği repertuarı ile gecenin büyüsünün
bozulmasına izin vermemek için neredeyse nefes bile almadık izlerken.
Ata’mızın kurduğu okuldan mezun bizlerin, toplumların
nefes alıp vermelerini sağlayan sanatla iç içe olmasını bir zevk
haline getiren değerli arkadaşımız Murat Karahan’a teşekkür
borçlu olduğunu düşünüyorum onu her dinleyişimde. Ve sadece bir dinleyici olarak
Sevgilerimle…
Canan Demirdamar ‘81
Torch
87
SWEET
DREAMS
ARE
MADE
OF
T HESE…
“TEDuniTED Retro Party @Torch”
Dönem arkadaşlarım Berko ve Zafer ile
sabah erkenden İstanbul’dan kar, kış
demeden yola çıkmış ve hiçbir yere uğramadan doğruca Torch’a gelerek, arabayı
önüne park etmiştik.
Malzemeleri yerleştirip sound-check
yaptığımız bir sırada Erhan ağabey gelip,
2007 mezunlarının 60 kişilik rezervasyon
yaptığını söylediğinde, açıkçası bir an
tedirgin oldum. Berko‘ya dönüp “Eyvah
biz ne çalacağız bu ekibe şimdi” deyivermişim. Ne de olsa o gece 70’li, 80’li yıllar
ağırlıklı bir repertuar çalınacak. Retro Party
koymuşuz adını. Retro ne demek? Geriye
doğru, geçmiş, eskiye dönük demek.
Sevgili genç mezun kardeşlerimizin,
ebeveynleri bile tanışmamış o yıllarda.
Sistemleri yerleştirip biraz dinlenmek amacı ile Ankara’da
yaşayan Berko‘nun annesi sevgili Seval teyzemizin evine gidiyoruz. Şansımıza her yer bembeyaz, özlemişiz eski karlı Ankara günlerini. Çaylar demlenmiş, apple pie’lar yapılmış bizi bekliyor Seval teyze. 45’ini devirmiş koskoca adamlar değil de
sanki lise yıllarındaki yaramaz çocuklarız. Eski resimler çıkıyor
ortaya. Eski kız arkadaşlar çekiştiriliyor. Bu arada boş durmayıp
akşam için güzel bir slayt şov da hazırlıyoruz gecenin konseptine uygun olarak. Sonra da TORCH’a dönüyor ve Kolejlileri
beklemeye başlıyoruz. Akşam saat 21 civarı Kolejli kardeşlerimiz eşleri, dostları ile birer birer gelmeye başlıyorlar. Bu arada
ne zamandır görmediğimiz, çeşitli dönemlerden mezun Kolejli
dostları görüyoruz, kimisi ile orada tanışıyoruz. Sohbet güzel,
ortam güzel.
Zaten Kolejlinin olduğu her yer güzel. Berkand (Dj Bear)
eski, yeni birçok hit ambient parça çalarak, ortamı ısıtıyor. Ben
ortalıkta dolanıp milletle çene çalıyorum. Bu arada 200 kişiyi
geçiyor yavaş yavaş katılım. 2007 mezunları kendi havalarında.
Bir sohbet, bir muhabbet bağrış çağırış.
Ooops up side your head…
“70‘ li yılların sonlarına ait bu plağı biraz
da tedirgin bir şekilde pikaba koydum o
gece.”
Yavaş yavaş partiyi ateşlemek lazım…
Ne yapmalı… 72’den başlayıp 2007’ye
kadar uzanan bir mezun kitlesi var… Yukarıda sözü geçen plağı koyuyorum, 70’lerin
funky disco beat’leri zıngırdatmaya başlıyor,
Torch’un camdan duvarlarını. Yavaşça ve
tedirgince gözlerimi kalabalığa doğrultuyorum.
Fakat o da ne 2007’lilerden bir grup çılgınca dans ediyor. Bu cesaretle hemen arkadan bir Le Freak, arkadan Play that funky
music white boy… orijinal plaklar çatırdıyor.
Bu arada mikrofonu elime alıp, kenarlarda dans edenleri
piste çağıran bir iki söz ediyorum. Bir anda pist hınca hınç
doluyor. Çekindiğim genç mezunlar, her parçaya büyük ağabeyleri, ablaları ile birlikte avaz avaz eşlik ediyorlar. Bir Berkand
çalıyor, bir ben… 70-80’lerin en iyi Türkçe ve yabancı hitleri
tamamen spontane bir şekilde, arka arkaya geliyor. Araya
günümüzden birkaç örnek katarak tekrar dönüyoruz eski hitlere. 2 hatta 3 farklı jenerasyon mezun kol kola eğleniyorlar Kolejlilik ruhu ile. 72-73’lüler Blues Brothers ile coşuyor, 80-81’liler
Smoke on the Water ile pistte birer Ritchie Blackmore oluveriyor. Beggin çalarken ortalık yıkılıyor.
Krizi takan yok, dışarısı buz gibi lapa lapa kar, bizim içimiz
içimize sığmıyor o gece. Pistte, cici kızlar var, beyaz kelebekler
de orada, Madonna, Ajda, Blues Brothers, Bananarama Boney
M., John Travolta, Abba hepsini pistte görmek mümkün. Aaa
Audrey Hepburn bile burada…
Kolejliler bir oturuyor bir kalkıyor o gece, dans etmeyen
yok. Herkes özlemiş birbirini, anılarını, eski parçaları. Barkoda
dönen slayt gösterisinde herkes kendinden bir parça buluyor.
Herkesin pistte olduğu ve kenetlendiği bir ara Dj Bear tarafından Remix edilen Kolej Marşı’nı koyuyoruz. Ben ne zamandır
marşımızın bu kadar coşkulu söylendiğini ilk defa duyuyorum.
Arkasından Ankara’yı inleten bir sımsıkı çekiliyor avuçlar kızarırcasına alkış tutarak…
Gecenin en keyifli anlarından biri ise herkesin avaz avaz
bağırarak, Y.M.C.A dansı yapması ve arkasından gelen “I will
survive” ile birbirine kenetlenerek pistte zıplaması oluyor…
Gecenin sonuna doğru yorgun, terli ve bir o kadar da keyifliyim… Geceye devam eden dönem arkadaşlarımın kolları arasında bir siyah-beyaz nostaljisi arkasından işkembe çorbası
çok iyi gidiyor.
Ertesi sabah dönüş yolunda ağzımız kulaklarımızda. Kulağımızda ise Sweet Dreams are made of these….
Murat GÜL a.k.a. Dj M.Gee’80
MAYIS2009 kolejliler
Kaybettiklerimiz
Prof. Dr. ALİ İLHAN ERONAT’60
3 Temmuz 1942 yılında Ankara’da doğdu. 1960 yılında TED
Ankara Koleji’ni, 1965 yılında da Ankara İktisadi ve Ticari İlimler
Akademisi’ni bitirdi. 1965-1967’de yedek subaylık görevini
tamamladı. 1968 yılında Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi
İktisat Kürsüsü’ne asistan olarak tayin oldu. 1973 tarihinde “doktor” unvanını aldı. 1973-1974 tarihlerinde İngiltere Reading Üniversitesi’nde araştırmacı olarak çalışmalarda bulundu.
1976 yılında “doçent” oldu. 1981 yılında Ankara İktisadi ve
Ticari İlimler Akademisi, yeni kurulan Gazi Üniversitesi’ne
bağlanınca bu fakültenin İktisat Teorisi Anabilim dalında doçent
olarak görevini sürdürdü. Ayrıca 1982 -1985 tarihleri arasında
Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’nde dekan yardımcısı ve
vekili olarak görev aldı. Adı geçen fakültenin yönetim kurulu
üyeliği ve üniversite senatosu üyeliği görevlerini yürüttü. 1989’da
“profesörlüğe” yükseltildi. 1992 -1995 tarihleri arasında Gazi
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde dekan yardımcılığı ve İktisat Teorisi Anabilim Dalı başkanlığını on yılı aşkın bir
zaman sürdürdü. 2004 yılında emekli oldu. 5 Şubat 2009 yılında
kanserden ölen Ali İlhan Eronat 43 yıllık evli, iki çocuk babası iki
de torun sahibiydi.
Kendisine Allah’tan rahmet ve ailesine başsağlığı dileriz.
FETHİ İNCE (1933 - 2009)
TED Ankara Koleji Vakfı’nda 1955 - 2005 yılları arasında
Muhasebe Müdürü, 2005-2008 yılları arasında Genel Müdürlük’te
Mali Danışman ve 2008-2009 yılları arasında Yönetim Kurulu’nda
Mali Danışman görevlerini yürüten Fethi İnce, hayatını kaybetmiştir.
Kendisine Allah’tan rahmet ve ailesine başsağlığı dileriz.
UMUT CANBOLAT’05
Lise kısmı emekli tarih öğretmenlerimizden Sayın Tülin Canbolat’ın oğlu, 2005 mezunumuz Umut Canbolat, geçirdiği elim bir
trafik kazası sonucu vefat etmiştir.
Kendisine Allah’tan rahmet ve ailesine başsağlığı dileriz.
AYDAN TAVŞANLI DİRİM’81
1981 mezunumuz Aydan Tavşanlı Dirim vefat etmiştir.
Kendisine Allah’tan rahmet ve ailesine başsağlığı dileriz.
Kaybettiklerimize Allah’tan rahmet, baþta yakýnlarý olmak üzere
tüm Kolej camiasýna baþsaðlýðý diliyoruz.

Benzer belgeler

ÝlkDr - TED Ankara Koleji Mezunları Derneği

ÝlkDr - TED Ankara Koleji Mezunları Derneği Yazýlarýn hukuki mesuliyeti röportaj sahiplerine ve yazarlarýna aittir.

Detaylı

indirimli kuruluþlar - TED Ankara Koleji Mezunları Derneği

indirimli kuruluþlar - TED Ankara Koleji Mezunları Derneği Ýstanbul Yolu 7. km. Necdet Evliyagil Caddesi No:24 06370, Ankara Tel : +90312 278 08 24 Fax : +90312 278 18 95

Detaylı

indirimli kuruluþlar - TED Ankara Koleji Mezunları Derneği

indirimli kuruluþlar - TED Ankara Koleji Mezunları Derneği Yazýlarýn hukuki mesuliyeti röportaj sahiplerine ve yazarlarýna aittir.

Detaylı