Sayı 14 - TüvTürk

Transkript

Sayı 14 - TüvTürk
KARİYER MUTLULUK KAFDAĞI’NIN ARDINDA DEĞIL!
04
05
06
2015
Hayat
Boğaz’ın ilk
sahipleri: Balıklar
Yemek Kültürü
Her yaprağında
ayrı bir tat:
Enginar
Söyleşi
Hayat gerçeği
bulmaya zorluyor:
Selen Uçer
Bir Türkiye mozaiği:
Antakya
English Summary of Contents
Baharın coşkusu
kâbusa dönmesin!
Türkiye, uzun ve yağışlı bir kış geçirdi bu yıl. Ülkenin Doğu bölgelerinde görmeye alışık olduğumuz kar manzaralarına Batı’da ve Güney’de de tanıklık edebildik. Ama şimdi baharı karşılıyoruz… Çevremiz yeşilleniyor ve ağaçlar çiçek açıyor yavaş yavaş. Uzun geçen kış boyunca hareket alanı daralan; soğuk ve yağışlar nedeniyle mecburiyetten evle iş arasından
ibaret rutin bir yaşam sürdürmek zorunda kalan bizler, baharın gelişiyle birlikte kendimizi
yollarda bulacağız...
Otomobil özgürlüktür… Neredeyse herkes tarafından bilinen ve genel kabul gören bir slogan bu. Baharsa özgürlüğü yaşamak isteyenler için ideal bir mevsim. Direksiyon başına geçip
yola çıkmak, tazelenen havayı ciğerlere çekmek, yeni yerler görüp yeni insanlar tanımak için
daha uygun bir mevsim olamaz. Üstelik özgürlüğün sadece otomobil aracılığıyla yaşanması şart değil. Sayıları her geçen gün artan motosiklet tutkunları, garajlarının kapılarını açarak
kış ayları boyunca ayrı kaldıkları ‘dostlarıyla’ hasret gidermeye başladılar bile.
Ancak tam da burada, kullanacağımız araçların yol şartlarına uygunluğu bir kez daha
önem kazanıyor. Baharın gelmesi, araçlardaki lastiklerin uygun mevsim lastikleriyle değiştirilmesi, klima gaz ve filtrelerinin kontrol edilmesi gibi araç bakımlarının da yapılması gerektiğini hatırlatıyor bizlere. Ayrıca ister otomobil, ister motosiklet olsun fark etmez, muayenesi
yapılmayan, dolayısıyla uzman kişiler tarafından yola çıkmasında sakınca olmadığı tescillenmeyen araçların can ve mal kaybı oluşturma riski yarattığı kesin.
BAHAR GELDI... DOĞANIN
BIR PARÇASI OLAN BIZLERIN
ATALETTEN KURTULUP
ÖZGÜRCE YOL ALMASININ TAM
ZAMANIDIR ŞIMDI. BAHARA
VE HAYATA DEĞER KATMAK
IÇIN MUAYENESIZ TÜM
ARAÇLARI TÜVTÜRK ARAÇ
MUAYENE İSTASYONLARIMIZA
BEKLIYORUZ.
İçişleri Bakanlığı’nın, 2014 yılının Şubat ayında hayata geçirdiği bir düzenlemeyle artık
muayenesi olmayan araçların ikinci el satışını yapmak mümkün değil. Bununla birlikte, torba yasa olarak bilinen 6552 sayılı yasanın araç muayenesi gecikme cezalarında, trafik cezası ve motorlu taşıt vergisi borçlarında son derece avantajlı fırsatlar sunması da araç sahiplerini muayeneye yönelten etkenlerden biri oldu. Gerçekleştirilen bu çalışmalarla Emniyet Genel
Müdürlüğü verilerinde 2014 yılının sonunda, 2013 yılına göre muayenesiz araç sayısında 1,1
milyon azalma olduğu görüldü. Ancak hâlâ Türkiye’deki motosikletlerin yüzde 61’inin muayenesi bulunmuyor. Baharın gelmesiyle birlikte yollarda sıkça rastlayabileceğimiz motosikletlerin bakımlarını ve muayenelerini yaptırmalarına dikkat çekmek ve gecikme indiriminden faydalanmaları için son tarihin 30 Haziran olduğunu belirtmek isterim.
Evet, bahar geldi ve baharla birlikte tüm doğa uyanmaya, canlanmaya başladı. Doğanın
bir parçası olan bizlerin de ataletten kurtulup özgürce yol almasının tam zamanıdır şimdi.
Ama dikkatli olmak ve hassasiyet göstermek, her zamanki gibi bu mevsimde de şart. Çünkü
mevzubahis olan insan hayatı ve her bir hayat son derece değerli. Bahara ve hayata değer katmak için muayenesiz tüm araçları TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonlarımıza bekliyoruz.
Saygılarımla…
KEMAL ÖREN
TÜVTÜRK Genel Müdürü
İSTASYON
3
22 Söyleşi
26
Kariyer
18
Tarihten
İçindekiler
NİSAN-MAYIS-HAZİRAN 2015
06 HABERLER
Dünyada ve Türkiye’de öne çıkan
haberler...
10 HAYAT
Boğaz’ın ilk sahipleri sayılan ve
Boğaz’ın pullu çocukları olarak
anılan balıklar, bir gün bu sulara
geri dönebilecekler mi?
18 TARİHTEN
1913’te, Balkan Savaşı’nın karanlık
günlerinde, Akdeniz’de tek bir Türk
gemisi dünyayı ayağa kaldırdı. Rauf
Bey komutasındaki Hamidiye, sekiz
aya yakın süre boyunca düşman
gemilerini vurdu.
4
İSTASYON
22 SÖYLEŞİ
Zorlu karakterleri başarıyla
canlandıran Selen Uçer’i, çok yakın
bir tarihte komedide izleyeceğiz.
Şu anda sahnede iki oyunda birden
oynayan Uçer, hayatın insanı
gerçeği bulmaya ve samimiyete
zorladığını söylüyor.
26 KARİYER
Dale Carnegie’nin “Üzüntüyü Bırak
Yaşamaya Bak” ve “Dost Kazanma
ve İnsanları Etkileme Sanatı”
kitaplarından derlenerek hazırlanan
“İşten ve Yaşamdan Zevk Almanın
Yolları”, mutluluğun erişilmesi zor
bir duygu olmadığına vurgu yapıyor.
10
Hayat
30 OTOMOBİL
Bu yıl yollarımızı süsleyecek yeni
modellere yakından bakış…
34 GEZİ
Kürt’ün, Arap’ın, Türk’ün,
Müslüman’ın, Hıristiyan’ın,
Musevi’nin bir arada yaşadığı ve
her birinin kendi kültürüyle var
olabildiği bir yer: Antakya.
42 YEMEK
Baharı, çiçeklenen ağaçlardan
ve lalelerden önce, tezgâhlarda
beliren enginarla kutluyoruz. Bu
sağlık kaynağı sebzenin yaprakları
arasında kat kat lezzet var.
30 Otomobil
46 SAĞLIK
Acıbadem Aile Hastanesi Ortopedi
Uzmanı Dr. Yakup Eroğlu, bilekte yoğun
bir ağrıyla kendini belli eden Karpal Tünel
Sendromu’nun, ellerin yoğun kullanılması
sonucu ortaya çıktığını ve daha ziyade
kadınlarda görülen bir hastalık olduğunu
belirterek, erken teşhisin tedavide son
derece önemli olduğunu söylüyor. O
bölgedeki kaslar hasar görmediği ve
doktora gitmekte geç kalınmadığı sürece,
tedavinin başarı şansı yüzde 100.
48 UZMAN GÖZÜYLE
Eğitmenimiz, Yola Elverişlilik
Muayenesi’yle ilgili merak edilen tüm
ayrıntıları anlatıyor…
52 OYUN
Çeşitli firmalarca üretilen
gözlükler, oyunseverleri uzun
süre ekran başında olmaya davet
ediyor. Hem de hiçbir şekilde baş
ağrısına sebebiyet vermeden.
56 KÜLTÜR SANAT
Kültür sanat camiasından en son
haberler, yıldızların yaşamından
kesitler...
58 TÜVTÜRK HABERLER
ENGLISH SUMMARY
İmtiyaz Sahibi
TÜVTURK Kuzey Taşıt Muayene İstasyonları Yapım
ve İşletim A.Ş. Adına Kemal Ören
Yönetim Yeri
Büyükdere Caddesi, No: 255 Kat: 17-18
Maslak-Şişli-İSTANBUL
Yayın Yönetmeni Sema Uludağ
Yayın Koordinatörü M. Koray Özcan
(Sorumlu Müdür)
Görsel Yönetmen Erhan Teksöz
Yapım Yeri Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve
Ticaret A.Ş. Doğuş Power Center Ahi Evran Polaris
Caddesi No: 4 Maslak 34398 İstanbul
Tel: 0212 304 00 00 (Santral)
Baskı yeri Ömür Matbaacılık A.Ş. Beysan Sanayi
Sitesi Birlik Cad. No: 20 Haramidere-Beylikdüzüİstanbul Tel: 0212 422 76 00
Yayın Türü Üç aylık yaygın süreli yayın, TÜVTÜRK
Araç Muayene İstasyonları kurumsal yayınıdır,
parayla satılmaz. [email protected]
İSTASYON
5
HABERLER HAZIRLAYAN: TÜMAY YAZICI
Mantık açlığı
yenecek (mi?)
İLGINÇLER VE BIR O KADAR DA GÜZEL
n Geçtiğimiz günlerde BBC Future
dergisinde David Robson imzasıyla
yayınlanan bir haber, diyet konusuna
bakışımızı farklılaştıracak nitelikteydi.
Robson haberinde, Psikolog Eric
Robinson’un yaptığı çalışmaya yer
veriyordu. Liverpool Üniversitesi’nde
görev yapan Robinson, özellikle
kilo vermek isteyenlerin takip
etmesi gereken bir araştırmacı.
Araştırmasının temelini, iştahın
mide kadar beynimizle de alakası
olduğu üzerine kuran Robson, kilo
verme konusunda en büyük desteğin
hafızadan alınabileceğini savunuyor.
Diğer bir ifadeyle insanın son yediği
yemeği hatırlamaya çalışarak açlık
ıstırabı çekmeden zayıflayabileceğine
inanıyor. Bu yöntemin çıkış noktası,
unutkanlık sorunu olan insanlara,
özellikle de ileriye dönük amnezi
Onlar dünyanın farklı ülkelerinin coğrafyalarını güzelleştirmek için yaratılmışlar sanki… Dünyanın en ilginç
göllerinin araştırıldığı listede Pamukkale de var…
n Büyük Prizmatik Kaplıca, Benekli, Caño Cristales,
Kaynayan, Pamukkale, Loktak ve Şampanya… Art
arda sıralandığında zihinde hiçbir çağrışıma yol
açmayan bu kelimeler, dünyanın en ilginç göllerinin
isimleri aslında. Aralarında Denizli’nin dünyaca ünlü
Pamukkale’sinin de bulunduğu bu göllere biraz
daha yakından bakıldığında, neden ilginç oldukları
da anlaşılıyor. Büyük Prizmatik Kaplıca, ABD’deki
Yellowstone Milli Parkı içinde yer alan kaplıcaların en
büyüğü. 90 metre çapa ve 50 metre derinliğe sahip
göl, mineral oranın fazlalığı ve farklı bölgelerinde
değişik bakterilerin olması nedeniyle rengârenk bir
görünüme sahip. Sıcaklığın kimi yerlerde 87 santigrat
dereceye ulaşmasıysa cabası.
Kanada’daki yerli halkın kutsal saydığı Benekli Göl
ise mineral bakımından hayli zengin… Gümüş ve
titanyumun da bulunduğu göldeki tuzların Birinci
Dünya Savaşı sırasında patlayıcı olarak kullanıldığı
biliniyor. Sonbaharda renkli bir görünüme bürünen
Kolombiya’daki Caño Cristales gölü, hükümetin
gerillalarla yürüttüğü savaş nedeniyle 2000’li yılların
ortalarına kadar turistlere kapalı tutulan bir yer.
Dominik Cumhuriyeti’nde, Morne Trois Milli Parkı’nın
dağlık bölgesindeki Kaynayan Göl, ismiyle müsemma:
Gerçekten de kaynıyor. Gölü kaynatansa tabanındaki
çatlaktan sızan ve sıvı lavlardan çıkan sıcak gazlar.
UNESCO tarafından Dünya Mirası listesindeki
Pamukkale için fazla söze gerek yok. Turkuaz renkli
sularla dolu bu kireçtaşı terasları, bol mineral
içeren kaplıcaların akması sonucu oluşmuş bir yer.
Hindistan’daki Loktak Gölü, bir yandan Hint pitonu ve
jibon (şebek) gibi nesli tükenmekte olan hayvanlar
için bir barınma alanı oluştururken diğer yandan
da hidroelektrik santraline su sağlıyor. Gelelim Yeni
Zelanda’daki Şampanya Gölü’ne… Tıpkı bir bardak
şampanyada olduğu gibi sürekli karbondioksit
kabarcıklarının yükseldiği bu gölde, 900 yıl önce
oluşan bu kaplıcanın yüzeyindeki sıcaklık, 74 dereceye
ulaşıyor. Silika bakımından zengin olan gölün
kenarları turuncu renkte olup arsenik ve antimon
sülfür içeriyor. Etrafındaki kayalardaysa cıva, talyum,
altın ve gümüş birikintilerinin varlığı biliniyor.
Kokla ve hatırla!
n Kokular, tek başına koku alma duyumuzla mı
ilgilidir, yoksa belleğimize çeşitli sinyaller yollayıp kimi
hatıraların ortaya çıkmasına neden olur mu? Çeşitli
kokuların insan zihninde hatıraları canlandırmakta
nasıl bir rol oynadığı sorusunun peşine düşen Amerikalı
nörologlar, sonuçları www.journaldelascience.fr
sitesinde yayınlanan bir araştırmaya imza attılar.
Daha önceden duyduğumuz bir kokunun ve o kokuyla
birlikte yaşanan anıların yıllar sonra benzer bir kokuyla
nasıl tekrar ortaya çıktığını ve bu durumun beynin
hangi bölümüyle ilgili olduğunu araştıran nörologlar,
6
İSTASYON
buna beynin iki bölgesi arasındaki dalgaların neden
olduğunu ortaya çıkardılar. Diğer bir ifadeyle ikincil
koku alma bölgesi olarak bilinen, koku depolanmasını
sağlayan ve bir sonraki karşılaşmada hafızadaki
kokuyla kıyaslanmasında temel kısım olan entorhinal
korteks bölgesiyle beyin çıkıntısı (hipokampüs) olarak
adlandırılan, hafızada çok önemli bir yeri olan ve bize
geçmiş olayları hatırlatan beynin zonu. Hipokampüs,
koku alma soğanının hemen yanında yer alıyor. Bu da
kokuyla anıların ilişkilendirilmesinde anlamlı bir çıkarım
olarak kabul ediliyor.
(hafıza kaybı) adı verilen vakalara
dayanıyor. Bu kişiler, birisiyle
tanışmış, hatta onlarla sohbet etmiş
olsalar da, 20 dakika sonra onları hiç
hatırlamayabiliyorlar. Robinson aynı
unutma halinin yemek için de geçerli
olduğunu savunuyor. Açlık hissinin
sadece midede salgılanan hormonlara
bağlı olduğuna dair inancın her geçen
gün biraz daha sarsılmasıyla birlikte,
Robinson’un da içinde bulunduğu bazı
araştırmacılar, obeziteyle mücadelede
duygusal hafızayı güçlendirmenin
yollarını arıyor. Gün içerisinde neler
yendiğinin akılda tutulması, yemek
istenilen şeyin hayal edilmesi, bu
yollar arasında bulunuyor. Gün
içerisinde neler yediğini hatırlatacak
bir program üzerinde çalışan
Robinson’un kesin sonuçlara
varabilmesi için, daha zaman var.
Ancak dikkatini toplayarak yemenin
zayıflamaya değilse de, yemekten
zevk almaya yaradığına şüphe yok.
EBEVEYNLERDEN YAKIN TAKIP
ABD’de geliştirilen ve “TeenSafe / Güvenli Gençlik” adı verilen sistem sayesinde
ebeveynler, 18 yaşından küçük çocuklarını yakından takip edebiliyor.
n Hangi anne baba çocuğunun başını belaya sokmasını
ister ki? İstemez elbette. Ama gelişen teknolojinin sunduğu
bazı nimetlerin, kimi zaman tam bir muammaya dönüştüğü
ve çocuklarınız gözünüzün önünde olsa bile onları tehlikeli
sulara çekebileceği de bir gerçek. Nasıl mı? Tabii ki iletişim
araçlarıyla… ABD’de yaşayan gençlerin yüzde 80’inin
cep telefonunun bulunması; bu telefonların yarısından
fazlasının “akıllı” olarak nitelendirilen sınıfın içinde yer
alması; dolayısıyla da internete, sosyal medyaya rahatlıkla
erişebilmesi kaygıyı artıran unsurlardan. Ancak çocuğunun
okulda arkadaşlarıyla sorun yaşayıp yaşamadığını veya
uyuşturucu gibi büyük bir illete bulaşıp bulaşmadığını
öğrenmek isteyen ebeveynler için geliştirilen akıllı telefon
uygulaması, yüreklere biraz olsun su serpiyor. Uygulama,
ailelere çocuklarını sadece gerçek hayatta değil, sanal
âlemde de takip etme imkânı tanıyor. İlk olarak 2011
yılında piyasaya çıkan ve geride kalan üç yıllık zaman
zarfında daha da geliştirilen “TeenSafe / Güvenli Gençlik”
adlı bu uygulama sayesinde ebeveynler, bir ajan misali
çocuklarını takip edebiliyor. Uygulamayı geliştiren şirket,
her ne kadar anne babalardan çocuklarını takip ettiklerini
onlara söylemesini tavsiye etse de sistem genel olarak gizli
bir şekilde çalışıyor. Ancak bu uygulamanın hiçbir riskinin
olmadığını söylemek mümkün değil. O nedenle uygulamayı
satın almak isteyenlerin, çocuklarının 18 yaşının altında
olduğunu kanıtlamaları gerekiyor.
Durdurun geçen zamanı
n İnsan yaşamının farklı devrelerinde her şeyi olduğu gibi zamanı da farklı
algılamaya başlıyor. Amerikalı biyolog Robert B. Sothern, zaman algısındaki
değişimi, kendi yaşamında sınamak için son 45 yılını bu konuyu incelemeye
ayırdı. Günde beş kez ateşini ve tansiyonunu ölçen Sothern, bir dakikanın geçiş
süresine dair tahminlerini kaydetti ve yaşı ilerledikçe zamanın daha hızlı aktığı
hissine kapıldığını fark etti… Farklı hastalıklardan elde edilen bulgular, beynin en
az dört bölgesinin zaman algısında rol oynayabileceğini gösteriyor. Örneğin dikkat
eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olanlarda zaman son derece yavaş akarken,
orta yaşlıların bir bölümü günler ve saatler normal geçse bile, yılların hızla akıp
gittiğini düşünüyor. Yaşlanma evresindeyse durum çok daha farklı... Uzmanlar,
geçmişe oranla daha az deneyim yaşayan yaşlılar için zamanın çok hızlı aktığını
belirtiyor. İnsanın aslında zamanı ölçerken yeni anılarını dikkate aldığını, eğer
yeni bir anısı yoksa zamanın hızla aktığını düşündüğünü söyleyen uzmanların bir
de önerisi var: Eğer hafta sonu tatilinizin yavaş geçmesini istiyorsanız, gününüzü
evde televizyon karşısında geçirmeyin... Yeni şeyler deneyin... Pazar gecesi dönüp
baktığınızda o iki günün uzun geldiğini göreceksiniz. (BBC)
İSTASYON
7
HABERLER
HAZIRLAYAN: RESUL BUKSUR
YENİ VE İLGİNÇ ÜRÜNLER
ZAMANIN ÖTESINDE,
AKLIN IZINDE
Kurmalı saatler, otomatik saatler ve kuartz dijital saatler...
Şimdi de akıllı saatler hayatımızın bir parçası olmaya
hazırlanıyor.
POLAROID KÜP KAMERA
Motorola Moto 360
Apple Watch
n Akıllı telefonlarla başlayan her şeyin akıllanKalp atışlarıyla, ekrana dokunarak
dığı bir dönemde, yüzlerce yıllık saatler de bu
karşı tarafın saatini titreştirme, ekdalgadan sonunda nasibini alıyor. Zamanı gösrana parmağınızla bir şeyler çiztermenin ötesinde, mesajlaşmadan kalp atışlame gibi oldukça yenilikçi mesajrınızı kaydetmeye, hava durumunu göstermeklaşma imkânlarıyla saat dünyasına
ten gelen telefonları yanıtlamaya, oyunlardan
ilginç bir soluk getireceği kesin...
yüzlerce farklı aplikasyona kadar saatler, koEn büyük tartışma, pil ömrüyle ilgiLG Watch Urban
lumuzdaki mini bilgisayarlar olmaya artık hali. Şimdilik her akşam saatinizi şarja
Sony SmartWatch 3
zırlar. Geçen yıl başlayan ilk akıllı saat haretakmanız gerekecek gibi. Fiyatı henüz belli
keti, 2015’te tam bir dalgaya dönüşmek üzere.
olmayan ürünü, www.apple.com/watch adresinmaları yapabiliyor. Moto360.motorola.com adBunda Apple’ın Watch ürününü Nisan’da tüm
den inceleyebilirsiniz.
resinden inceleyebileceğiniz saat 250 Dolar.
dünyada satışa çıkaracak olması da büyük bir
Sony SmartWatch 3
etken... Öyle özellikler düşünülmüş ki, insan
Google’ın Android Wear adıyla ürettiği saat işleLG Watch Urban
gelecekte iletişim ve zaman kavramlarının neSaatler akıllanmanın ötesinde lüks tasarımlara da
tim sistemini kullanan ürün, çelik gövdesi, tasarelere varacağını hayal bile edemiyor. İşte size
girdiler. LG daha önce LG G Watch R modelini bir
rımı ve teknik özellikleriyle en dikkat çekici akıllı
çarpıcı bir örnek: Apple Watch, sizin kalp atışadım öteye taşıyarak geçtiğimiz günlerde tamasaatlerden biri. 1,6 inçlik dokunmatik ekran, ışık
larınızı ölçüp ekranda bir animasyonu haline
men metal gövdeli ilk lüks Android Wear’li akılsensörleri, hız ölçer, pusula, cayroskop, dâhili
getirerek sevgilinize, arkadaşınıza anında ilelı saat Watch Urbane’ı duyurdu. 1,3 inçlik P-OLED
GPS, Wi-Fi bağlantı, Bluetooth gibi özellikleriyle
tebiliyor. O da aynı anda aynı şeyi yaptığında,
dokunmatik ekranla birlikte gerçek deri bir ka1.2 Ghz dört çekirdekli işlemciye sahip. Suya dabirbirinizin kalp atışlarının sürekli ekranda tuyış kullanılıyor. Paslanmaz çelik gövdesi, gümüş
tabiliyorsunuz. Gerçekten şaşırtıveya altın parçalarla desteklenen sacı bir özellik...
atin 1,2 GHz işlemcisi bulunuyor.
Akıllı saatler temel olarak ya512 MB RAM ve 4GB eMMC hafıkındaki bir cep telefonuzaya sahip. Cayroskop, ivme ölna bağlanarak çalışıyorlar.
çer, pusula, barometre ve kalp
SMS’leri, mailleri, kişileri,
ritmi sensörlerinin yer aldığı
takviminizi kolunuzdan yönesaat, toza ve suya karşı da dayatebiliyorsunuz. Dokunmatik
nıklı. http://www.lg.com/global
ekranlarıyla şimdilik en büyük
sitesinden detaylarını inceleyesorunları pil ömürleri. Ama bu
bileceğiniz bu ürünün fiyatı henüz
sorunun da aşılması çok sürPebble Time Steel
Huawei Watch
Samsung Gear S
belli değil.
mez. İşte size son günlerin en
yanıklı saatin hafızası da 4GB. Detaylarını
yeni akıllı telefon modelleri...
Huawei Watch
www.sonymobile.com adresinden bulabileceğiSaat kaç mı? Dakikada 110 kalp atışı.
Daha önce aktivite bilekliğini çıkaran şirket, ilk
niz bu saatin satış fiyatı, 250 Dolar.
Apple Watch
akıllı saatini duyurdu. Android işletim sistemiyle
Apple’ın saat işine gireceği söylentisi, iki üç yılMotorola Moto 360
gelen Huawei Watch, güçlü performans özellikGoogle ve Motorola’nın birlikte Android Wear
dır teknoloji dünyasını meşgul ediyordu. Sadece
leriyle dikkat çekiyor. Saatin 1,4 inçlik 400X400
sistemini ilk uygulayan saatlerden biri olan
söylentisi bile, birçok rakibinin akıllı saat alanıpiksel çözünürlüklü AMOLED ekranının yanı sıra
Moto 360, yuvarlak akıllı telefon konseptinin
na girmesinin yolunu açtı. Şirket nihayet geçen
1,2 GHz Qualcomm işlemci, 512 MB RAM, 4GB
de öncüsü oldu. 1.5 inçlik dokunmatik ekranıyyıl, 2015’te çıkaracağı Apple Watch’ı dünyaya
dâhili depolama alanı var. 40 farklı arayüz tela 49 gram ağırlığında. Birçok özel ekran temaduyurdu. Gün gelip çattı. Nisan başında satımasıyla gelen Huawei Watch altın, gümüş ve sisıyla kişiselleştirebiliyorsunuz. 4GB dâhili belşa sunulan saat iki farklı boyutta ve standart,
yah olmak üzere üç farklı renk seçeneği sulek ve 512 MB RAM’e sahip. Cayroskop, hareket
sport, edition versiyonlarıyla üç farklı modelnuyor. http://consumer.huawei.com sitesinde
algılayıcı, pusula, adım ölçer ve optik kalp atışı
de üretildi. Tabii onlarca farklı kayış seçeneğiydetaylı bilgilerini bulabileceğiniz Huawei Watch
sensörü bulunuyor. Ses tanımayla Google arale neredeyse 40 farklı tasarımla karşılaşacağız.
satış fiyatı henüz belli değil.
8
İSTASYON
ARABAYA 4G HIZI
n Polaroid’in Cube adındaki kamerası, Türkiye’de.
2 metreye kadar su geçirmez özelliğiyle dikkat çeken cihaz, 6 megapiksel çözünürlüklü fotoğraf çekme
ve 1080p video kayıt yeteneğine sahip. Ve sadece 35
mm’lik boyutları var. Mıknatıslı gövdesiyle metal yüzeylere kolayca tutturulabilen ve darbelere karşı da oldukça dayanıklı olan bu ürün 399 TL.
n Huawei, araç içi 4G LTE
mobil Wi-Fi cihazını tanıttı. CarFi isimli aksesuar, araç içindeki herkesi
Wi-Fi üzerinden internete bağlarken, 150 Mbps’e
ulaşan indirme hızı ve
10 cihaza kadar bağlantı
imkânı sunuyor. Çakmak
girişine takılarak kolayca
kullanılan CarFi, bir araçtan diğerine de kolayca taşınabiliyor. Ahşap ve
karbon fiber malzemeden
üretilen ürün, siyah, ahşap ve kırmızı olmak üzere üç farklı renk seçeneği
sunuyor.
SWATCH’TAN
VOLEYBOL SAATİ
n Swatch’ın dokunmatik ekranlı ilk akıllı saati olan
Swatch Touch Zero One’ın tanıtımı yapıldı. Plaj voleybolu göz önüne alınarak geliştirilen saat, tasarımı ve özellikleriyle dikkat çekiyor. Voleybolcuların adımlarını sayabilmesinin yanı sıra katettikleri
mesafeyi ölçüyor ve topa vuruş gücünü gösterebiliyor. Su geçirmez saat, akıllı telefonla bağlantı kurup, topladığı verileri gönderebiliyor. Saat 159
Dolar’lık fiyatıyla raflarda.
LENSTEN KAMERA
n Olympus şirketi, geçen yıl Sony’de gördüğümüz lens tasarımındaki kamerasını duyurdu.
Hem kablosuz olarak uzaktan hem
de telefona entegre edilerek
çalışabilen Olympus Air,
16 megapiksel Live MOS
sensöre sahip ve 289
Dolar’dan satılıyor.
İSTASYON
9
HAYAT
Boğaz’ın
İlk Sahipleri
GELDIK, YEDIK, BITIRDIK.
BOĞAZ’IN PULLU ÇOCUKLARI
BIR GÜN BU SULARA GERI
DÖNEBILECEK MI?
Boğaziçi’ne inci gibi dizili tarihi semtlerin suları,
kalabalık balık sürülerine ev sahipliği yapıyor.
Yeniköy’de deniz kenarına kurulu mekânlarda çayını
yudumlayanlar, seyre daldıkları denizin altındaki
kefal sürüsünün ve ait oldukları tehlike altındaki
ekosistemin olasılıkla farkında değil.
10
İSTASYON
İSTASYON
11
HAYAT
Yazı: HAKAN KABASAKAL
Boğaz’ın üzerini bir tül gibi kaplayan pus, ara sıra geçen
yelkovan kuşlarının kanat çırpışlarıyla hafifçe aralanıyor.
Vapur düdükleri şehrin iki yakasında adeta bir kalk borusu gibi yankılanıyor. Uyku mahmuru İstanbul günü
karşılamaya hazırlanırken, geceden beri Boğaz’da mekik
dokuyan balıkçılar şafağın ilk ışıklarıyla birer ikişer barınağa dönüyor... Gece yemcilerinin livarlarında –içine
deniz suyu dolan küçük bölme– lüfer var. Şanslı olanlardaysa belki fazladan birkaç tane kofana...
Sütliman denize zıpkın gibi dalan bir karabatak, çok
geçmeden ağzında küçük bir balıkla yeniden su üzerinde beliriyor. İnce uzun gagasıyla sıkıca kavradığı avını
martılara kaptırmamak için çevresini dikkatle kolluyor.
Karabatak aceleci iştahında haksız değil. Çünkü, bugünlerde Boğaz’da balık bulmak, hem insanlar hem de diğer
avcılar için giderek zorlaşıyor. Eskiden, sandalda, avlanan
balıkların canlı kalmasını sağlayan livarlar lüferle dolup
taşardı. Bugün balıkçılar o günleri buruk bir özlemle hatırlıyor...
Balıkçılarımız artık karada... Sandallarını iskeleye bağlar bağlamaz denizdeki telaşları karaya taşınıyor. Lüferleri ve araya karışmış numunelik kofanaları tezgâha güzelce
yerleştirme telaşı boşuna değil. Boğaz’ın en asil balığı lüferin ve onun iri kıyım abisi kofananın dipdiri, kıpır kıpır
olanı makbul meraklısının gözünde. İkisi de artık o kadar
az çıkıyor ki Boğaz’da, fiyatları da ateş pahası haliyle...
Lüferi oldum olası çok severim. Sadece tadı değil ona
bu kadar tutkun olmamın sebebi. Boğaz’ın balıkçılık geleneğinde kendine has bir yeri olan lüfer, son zamanların gözde deyişiyle Boğaz’ın “marka” balığı. Lüfer sürülerinin dolaşmadığı, bu çevik balığın elini eteğini çektiği
bir Boğaz’ın düşüncesi bile derin bir üzüntü hissetmeme
yetiyor.
Kendine has lezzetli beyaz eti nedeniyle şüphesiz
Boğaz’ın en makbul ve en aranılan balığıdır o. Ama lezzeti dışında, bu çevik avcıyla kıyasıya bir mücadele yaşamak
ve en sonunda onu alt ederek avlamak için sabırsızlanan
amatör ve profesyonel oltacılar, lüfer mevsimini adeta
iple çeker. Mücadele zamanının yaklaştığını Boğaz’a giren öncü çinekop sürüleri belli eder. Lüferin iki gömlek
küçük kardeşi çinekopun da meraklısı “ne yazık ki” az değildir ve o da en az lüfer kadar aranılan bir balıktır. Yine
de çinekop, balıkçıların yüzünde adet yerini bulsun misali
bir gülümsemeden fazlasına sebep olmaz çoğu zaman.
Asıl coşku oltaya lüfer ve de kofana atladığında yaşanır.
70’lerin başında evimiz Beyoğlu’nda Balıkpazarı’nın
çok yakınındaydı. Anneannemle evin balık alışverişini
çoğu zaman buradan yapardık. Evin yaşlıları kılçıklı balığı pek sevmediklerinden, daha çok orkinos ya da kılıçbalığı gibi löp etli balıklar girerdi evimize. Kanı iyice çıkıncaya kadar tuzlu suda beklettiği orkinosun piştikçe rengi
açılan etini de çok severdim, ama oturduğumuz binanın
ilk katında yaşayan Rum teyzenin evinde tattığım lüferler, çocukluğumun İstanbul’una ait en lezzetli anılarım
arasında yer alır.
12
İSTASYON
Çukurova’dan göçmüş bir ailenin çocuğu olarak,
İstanbul’un balıkçılık geleneğine ait lezzetlerinin çoğunu,
adını çoktan unuttuğum o Rum teyzenin –anneannemin
deyişiyle, madamın– evinde ilk kez tatmıştım. Balıklara
ve diğer deniz canlılarına karşı ilgimin zamanla tutkuya
dönüşmesinde, balıkların yaşamlarını araştırmayı meslek
olarak seçmemde, çocukken bu sofrada gördüklerimin
payı çok fazladır.
Hafifçe buharlandıktan sonra üzerine biraz zeytinyağı ve birkaç damla limon suyu gezdirilen tarak midyesi...
Boğaz’ın alametifarikası kara midyenin yahniden dolmaya, pilakiden tavaya çeşit çeşit yemeği... Dille damak
arasında kolayca ezilen torik lakerdası... Hiç tatmadığı
halde görüntüsüyle bile her seferinde anneannemin midesinde fırtınalar kopmasına neden olan pavurya salatası... Boğaz’ın dibinde ve suyunda ne varsa madamın sofrasında tanışmıştım... Bunlar arasında lüfer hep başköşeye
yerleşirdi.
Boğaz’ın balıkları arasında kendine has mevsimi olan
sadece lüfer değildi. Bir görünüp bir kaybolanlar arasında
kimler vardı bir bilseniz... Palamut, torik, uskumru, orki-
nos ve kılıçbalığı da lüfer gibi İstanbul Boğazı’nın ziyaretçileri arasındaydı. Yaz boyunca ortalarda görülmeyen bu
balıklar birer ikişer pazarlarda boy göstermeye başladıklarında İstanbul için balık vaktinin geldiğini anlardık. İskorpit, eşkina, karagöz, lapin, gelincik gibi yerleşik balıklar
balıkçılarda yıl boyu görülürken, suların ısınmaya başlamasıyla sırra kadem basardı Boğaz’ın mevsimlik konukları. Dedemle sık sık gezmeye gittiğimiz balıkçı barınaklarında, lüfer
–ve diğerlerinin– mevsimi yaklaşırken hep şu sözü duyardım: “Yakında ‘akın’ başlar, eli kulağındadır.” Yazın gelişini müjdeleyen leylek sürülerini bekler gibi balık akınlarını beklerdi balıkçılar. Gözden ırak balık sürülerinin
derin karanlıktaki akınları Boğaz’ı tıka basa doldurdukça,
pazarlar ve sofralar denizin bereketiyle dolar taşardı. Üstelik o zaman bu sabırlı bekleyişin bir anlamı vardı. Şimdilerde olduğu gibi sadece çinekop, lüfer ve palamut değildi balıkçıların özlemle bekledikleri gezginler. Bu akının
sonunda denizin devleri dedikleri orkinoslar ve kılıçbalıkları da sıralarını beklerdi Boğaz’a girmek için. Küçüklerin
açtığı yoldan Boğaz’a onlar da akın ederdi eskiden.
Peki, neydi bu akın dedikleri? Lüferin, palamutun,
uskumrunun sofralarımızı şenlendirmesi, İstanbul’da balık vaktinin başlaması için niye ille de akının başlaması
gerekti? Bu kalabalık sürülerin –lüferlerin, palamut ve
toriklerin, orkinosların ve kılıçbalıklarının, uskumru ve
kolyozların– akın akın Boğaz’a gelmelerinin nedeni ne
olabilirdi?
Akın zamanı yaklaşınca balıkçıları hummalı bir hazırlanma telaşı sarardı. Yaz boyu olta kutusunda durmaktan
kararan lüfer zokaları (içine olta iğnesi yerleştirilmiş, sarımsak dişi şeklinde kurşun ağırlıklar) birkaç damla cıva
dökülüp ovularak iyice parlatılır, palamut çaparileri santim santim gözden geçirilir ve sağlamlığından emin olunmazsa yenisi yapılırdı. Orkinosçular, her biri en az birkaç
yüz kilo çeken bu dev balıkların ağırlığına dayanabilmesi
için, parmak kalınlığında ipler, çelik tel ve kasap çengelinden farksız olta kancalarından, Boğaz’da bugüne kadar
kullanılmış belki de en büyük olta takımlarını hazırlardı.
Ara sıra oltalarına canavar köpekbalıkları da atladığı için
yaptıkları takım sağlam olmalıydı. Akın öncesi hazırlık
zamanıydı ve iyi değerlendirilmeliydi.
Yediden yetmişe İstanbulluların, balıkçıların ve balık
Balık pazarları
bir bölgede balık
ekosisteminin
durumunun en
net görülebileceği
alanlardan biri.
Balıkların her geçen
yıl biraz daha artan
fiyatı, Boğaz
balıklarının imdat
çığlığının rakamlara
dönüşmüş hali gibi...
İSTASYON
13
HAYAT
Boğaz’da Bir
Büyük Beyaz
Büyük beyazın Boğaz sularındaki bilinen
öyküsü 1881’de başlıyor. O yıl Şubat
ayında neredeyse 4 metre uzunluğunda
bir büyük beyaz Beylerbeyi’nde sahile
vuruyor. Boğaz’daki ilk karşılaşmaya
ilişkin günümüze ulaşan bir görüntü
bulunmaması ise büyük talihsizlik.
Ancak, bu olayı izleyen 100 yıllık
dönemde Boğaz’da ve Boğaz’a yakın
sularda en az bir düzine büyük beyaz
daha yakalanıyor. Tıpkı 20 Şubat 1926’da
Büyükada önlerinde yakalanmış olan
bu büyük beyaz gibi. Büyük beyaz
köpekbalığı da, İstanbul’un hafızasından
silinmiş bir başka anı...
tutkunlarının daima sabırsız bir merakla ve umutla bekledikleri akınların, adına balık göçü denen çok büyük bir
yaşam akışı olduğunu öğrenmeme daha yıllar vardı...
İstanbul Boğazı, Akdeniz’le Karadeniz arasındaki
yegâne geçit olan Türk Boğazlar Sistemi’nin kuzey ucunda yer alır. En basit ifadeyle, yaklaşık 30 kilometre uzunluğunda, kıvrımı bol dar bir su yolu olarak tanımlanabilir. Boğaz’ı biraz daha ayrıntılı tanımlamak isteyenler,
onun stratejik öneminden, zaman zaman yaşanan deniz
kazalarından, yalılara bindiren dev gemilerden, kıyıları
boyunca sıralanmış çay bahçelerinde ve lokantalarda çok
güzel keyif yapıldığından da bahsedebilir. Ancak, çok azımız Boğaz’ı tanımlarken onun yeri geldiğinde bir yaşam
yolu, yeri geldiğindeyse yaşamın önünde ekolojik bir engel olduğundan bahsederiz. Boğaz’ın hassas dengeler üze-
sin zengini sularında iyice yağlanıp şişmanlamak ve yumurtalarını bırakmak için İstanbul Boğazı’ndan geçmeye
mecburdur. Akdeniz’den yola çıkan sürüler, kim bilir kaç
nesildir sürdürdükleri bu muhteşem yaşam yolculuğunda
Karadeniz’e çıkmadan önce akın akın Boğaz’ı doldurur.
Boğaz’da durakladıkları zaman boyunca bereketli avlar
verir, yüzleri güldürürler. Çocukluğumdan aşina olduğum akın kelimesi, özlemle beklenen balık sürülerinin
Boğaz’da arka arkaya boy göstermeleridir. Balıkbilimciler
tarafından balık göçü olarak da adlandırılan akınlar sayesinde Boğaz sadece bir denizyolu olmaktan çıkar, asırlardır kıyısında yaşayan insanlara gıda ve geçim sağlayan bir
yaşam kaynağına dönüşür.
Balık göçü birbirini izleyen irili ufaklı yaşamların durmak bilmeyen yolculuğudur. Göç mevsiminin gelişiyle
BALIK GÖÇÜ OLARAK DA ADLANDIRILAN AKINLAR SAYESINDE BOĞAZ SADECE BIR
DENIZYOLU OLMAKTAN ÇIKAR, YÜZYILLARDIR KIYISINDA YAŞAYANLARA GEÇIM
SAĞLAYAN BIR YAŞAM KAYNAĞINA DA DÖNÜŞÜR.
rinde duran bir ekosistem olmasının yanı sıra, Akdeniz
ve Karadeniz arasında deniz canlılarının karşılıklı gidiş
gelişlerini düzenleyen bir ekogeçit olduğundan söz edenlerin sayısıysa iki elin parmaklarını geçmeyebilir. Oysa,
geçmişte İstanbul Boğazı’nın, gerek yerleşik balıklarının
bolluğu, gerekse mevsimlik ziyaretçilerinin akınlarıyla bir
balık cennetine dönmesini sağlayan, onun bir yaşam yolu,
bir ekogeçit olma özelliğidir. Nedense bu özelliği hep görmezden gelinir.
Uzak denizlerden gelen ziyaretçiler, Karadeniz’in be-
14
İSTASYON
hareketlenen muazzam kalabalıklar, içgüdülerine kaydedilmiş rotaları izleyerek muhteşem bir yaşam yolculuğunu başlatır. Yolcuların gelişi dört gözle beklenir. Yüzleri
güldürecek, karınları doyuracak kazançtır çünkü gelmekte olan.
Boğaz’daki balık göçüyle, özellikle orkinos göçüyle
beslenen balıkçılık kollarından birisi de dalyancılardı. En
basit şekliyle ağ odalarından oluşan bir tuzak olarak tarif
edebileceğimiz dalyanları, eskiden Boğaz’ın iki yakasında
uygun olan her yerde kurulmuş olarak görmek mümkün-
dü. 2000 yılı başına kadar İstanbul Boğazı’nda ve Boğaz
yakını sularda, Beykoz Dalyanı da dahil sekiz tane ağ
dalyanı kurulurdu. Dalyanın direğindeki derme çatma
oturakta vardiyalar halinde nöbet tutan gözcüler, dalyana
giren balık sürülerini haber vermek için pür dikkat denizi
gözlerlerdi.
Boğaz’ın balıkçılık kültüründe ta Bizans’tan beri var
olan dalyanların son temsilcisi olan Beykoz Dalyanı, adını
aldığı semtin biraz açığında tek başına bir geleneği yaşatmaya çalışıyor. Her yıl yaz başında kurulan dalyanın bir
aydan biraz uzun bir av ömrü var. Bu kısa sürede dalyana
ne girerse dalyancıların kısmetinde de o var. Bir zamanlar
yarım tonluk orkinosların kurtulma telaşıyla parçaladıkları kalın ağlar bugün çoğu zaman istavrit, gümüş, çaça
gibi ince balıklarla yetinmek zorunda kalıyor. Dalyana
lüfer, palamut, hele de torik girdiğinde o gün dalyancılar
için bayram demek. Ve Beykoz Dalyanı yıllardır sıkış tıkış
orkinos sürülerine hasret.
Vaktiyle yaz başında lüfer, palamut, torik, uskumru, kolyoz ve orkinosların kalabalık sürüler halinde
Karadeniz’e çıkmalarına “anavasya” denirdi. Karadeniz’in
besin zengini sularında iyice şişmanlayan balıkların suların soğumaya yüz tutmasıyla geri dönüşleri ise “katavasya” olarak adlandırılırdı. Bugün İstanbul’da kaç kişi bu iki
kelimeyi bilir orası meçhul, ancak eskiden gerek anavasya
gerekse katavasya sırasında İstanbul halkı balığa doyardı,
bu kesin. Öyle ki, bugün fiyatıyla el yakan lüferin, anavasya ve katavasya günlerinde yok pahasına satıldığı olurdu.
Boğaz’ın ziyaretçileri sadece bu balıklarla sınırlı değildi. Denizlerin en ünlü avcısı, besin zincirinin tepesindeki
yırtıcı büyük beyaz köpekbalığı da (Carcharodon carcharias), peşine takıldığı sürülerin izinde Marmara’ya girer,
hatta daha da ileriye giderek Boğaziçi sularında boy gösterirdi. Büyük beyaz köpekbalığı ya da Boğaz balıkçılarının
ona taktıkları isimle “harharyas”, Boğaziçi’nin mevsimlik
ziyaretçileri arasında hiç şüphesiz en çok korku duyulanıydı. Aralarında Samatyalı İrfan’ın, Baba Hakkı’nın, Şalvarlı Hüseyin’in, Ali Yavur’un bulunduğu Boğaz’ın namlı
oltacılarının orkinos oltalarına yem diye taktıkları toriklere iştahla saldıran ve saatler süren bir mücadelenin ardından kâh Galata Köprüsü’nün yanında, kâh Karaköy’de
kurulan bir panayır çadırında meraklısına 25 kuruş karşılığı izlettirilen büyük beyaz köpekbalıkları inanması zor
bir hikâye olsa da, zamanında İstanbulluların hemen her
kış korkuyla karışık bir merakla izledikleri bir manzaraydı. Orkinos göçünün kesildiği Marmara’da ve Boğaz’da
neredeyse 30 yıldır büyük beyazdan haber alınmıyor. Avının terk ettiği denize artık o da girmiyor.
Rakamlar ürkütücü. Denizlerimizde su ürünleri üretimine ilişkin verilerin sağlıklı şekilde derlenerek kullanıcılara
sunulması amacıyla, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)
1967 yılından bu yana düzenli olarak yaptığı Deniz Ürünleri Anketi’ni, 2014 yılı Ocak–Mayıs aylarında yineledi.
Sonuçları TÜİK Su Ürünleri İstatistikleri 2013 başlığı
ile yayımlanan ankete göre geçtiğimiz yıl denizlerimizde
yaklaşık 5 bin 225 ton lüfer ve 13 bin 157 ton kadar palaİSTASYON
15
HAYAT
İstanbul’da balıkçıların
arkalarını döndükleri
manzara yüzyıllar
içinde büyük değişim
geçirdi. Balıkçıların
Boğazönü diye
adlandırdıkları Pendik
açıklarında balık tutan
iki balıkçı, manzara
değişmiş olsa da çok
eski bir geleneğin
takipçisi.
16
İSTASYON
mut ve torik avlanırken, aynı yıl orkinos av miktarı bin tonun altında kaldı. Uzak denizlerin bereketini Boğaziçi’ne
ve ötesine taşıyan, İstanbul pazarlarını buram buram balık kokutan göçmen balıkların yok pahasına satıldıkları
bolluktan artık eser yok. Son yıllarda Marmara’da tek tük
yakalanan orkinoslara aldanarak eski günlerin geri geldiğini düşünmek aceleci bir iyimserlik olur.
TÜİK rakamlarını okudukça tablo daha da kararıyor.
Bir zamanlar uskumru ve kolyoz kaynayan Marmara
Denizi’nde, yine 2013 yılı rakamlarına göre 156 ton civarında kolyoz yakalandığı görülüyor. Uskumru miktarını
okuyunca ürküntüyle karışık bir acı duymamak elde değil;
geçtiğimiz yıl Marmara’da sadece 1 ton av veren uskumrunun vaktiyle bereketli akınlar yaptığı Batı Karadeniz’de
100 kilo gibi sembolik bir av vermiş olması içler acısı bir
durum. Bu miktar, eskiden fındık kabuğu kadar birkaç
çapari sandalının bir günde yakaladığı uskumruya ancak denk gelir. Bu arada altını çizmekte yarar var, TÜİK
tarafından açıklanan miktarların ne kadarının İstanbul
Boğazı’nda yakalandığı raporda belirtilmemiş. Ancak av
yasağının bittiği eylül başından beri Boğaz’ın özellikle Paşabahçe Koyu’nun sularını hallaç pamuğu gibi atan, balık
bulucunun ekranında tespit ettikleri sürüleri diğerlerinden önce çevirmek için amansız bir yarışa giren irili ufaklı
gırgır teknelerinin gece gündüz bitmek bilmeyen mesaisi,
İstanbul Boğazı’nda göçmen balık sürülerinin nasıl bir av
baskısı altında olduğunu yeterince anlatıyor.
Lüferle yetinmeyenler onun bir ufağı olan sarıkanata
hatta henüz üreme olgunluğuna erişmemiş yavru lüferler
olan çinekoplara göz dikiyor. Palamuttan önce çingene
palamutları tezgâhlarda boy gösteriyor. Hatta çingene palamutundan da ufak olan vonozlar, fırsatı ganimet sayan
bir avlanma anlayışı sonucu tanesi 2–3 liradan tezgâha
gelebiliyor. Binlerce balıkçı ve ailelerinin hayatı, göçün
sürmesine bağlıyken balıkçı tezgâhlarında sergilenen
bu manzara acaba kaç kişiyi rahatsız ediyor? Boğaz’da
veya bir başka yerde yolu kesilen her çinekop sürüsü, her
çingene palamutu hatta vonoz sürüsü, henüz üreme olgunluğuna gelmemiş balıkları, gelecek yılların lüferleri,
palamutları ve toriklerini bugünden yok etmek demek.
Boğaz’da balık çevirmesine izin verilen her gırgırla kendi
boğazımızı biraz daha sıkıyoruz, hem de göz göre göre.
Oysa gelecek yıl lüfer ve palamut yemek için çinekopun,
vonozun ve çingene palamutunun bugün hayatta kalarak
yaşam göçüne devam etmesi gerek.
İyi dilekler yetmiyor. İstanbul Boğazı asırlardır bereketiyle balıkçıların ve kent halkının yüzünü güldüren,
karınlarını doyurmalarını sağlayan geleneksel bir balıkçılık bölgesi olarak bilinir. Altın Boynuz olarak da bilinen
Haliç, bu geleneksel balıkçılık bölgesinde öne çıkan bir
adresti eskiden. Vaktiyle voli ağlarının palamutlarla tıka
basa dolduğu, hatta yumurtlamak için orkinosların girdiği zamanın altın değerindeki avlağı Haliç’e neden Altın
Boynuz dendiğini anlamak için bu kısa açıklama sanırım
yeterli olur.
Plansız şehirleşmeyle zıvanadan çıkan bir kentin tüm
atıklarını kabul etmek zorunda kalan ve sonuç olarak
günümüzde artık yer yer bataklığa dönüşmüş olan Altın
Boynuz’un bugünkü manzarası temiz ve bereketli geçmişiyle taban tabana zıt bir resim çiziyor.
Boğaz sularında uygulanan balıkçılık faaliyetlerinin
çeşitliliği de gözden kaçmayan bir zenginlik sergiliyor.
Fanyalı ağ veya solungaç ağlarıyla koylarda tekir, barbunya, iskorpit peşine düşen; uzunlamasına ikiye bö-
lünmüş bir zargananın yarısını yem diye taktıkları uzun
oltayla akıntıda lüfer bekleyen; tüyleri özenle bağlanmış
kalın çaparilerle Boğaz’ın derinlerinden birkaç tane palamut koparmak için kar fırtına demeyen balıkçılar... Sığ
kayalıklardaki her kovuğu didik didik ederek lapin, kikla, eşkina, levrek veya karagöz arayan zıpkıncılar... Çelik
pençeleri andıran taraklarla dibi kazıyarak midye toplayan algarnacılar... Deniz salyangozu toplayan dalgıçlar
veya nam-ı diğer nargileciler... Yaz kış demeden kıyıda
gündüzü geceye bağlayan oltacıları da unutmamak gerek.
Boğaz’ın ekmeğini sadece büyük tonajlı endüstriyel balıkçılar yemiyor. Bu pastada küçüklerin de azımsanmayacak
bir payı var.
Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) tarafından
2006 yılında yayımlanan bir araştırmaya göre, İstanbul
Boğazı sınırları içinde kalan bölgede 13 tane su ürünleri
kooperatifi var ve söz konusu kooperatiflere kayıtlı üye sayısı 5 binin üzerinde. Her ne kadar çalışmada yayımlanan
rakamlar sekiz yıl önceki durumu ortaya koyuyor olsa da
yine de çok anlamlılar.
TÜDAV raporuna göre 2002 yılında Boğaz bölgesinde
faaliyet gösteren bin 206 balıkçı teknesi varken bu sayı
2006’da 996’ya düştü. Tekne sayısındaki %17’lik çarpıcı
azalmaya Boğaz’daki balık stoklarındaki düşüşün yanı
sıra deniz trafiğindeki yoğunluğun neden olduğu ileri sürülüyor. Uskumrunun, orkinosun ve kılıçbalığının belki
de dönmemek üzere terk ettikleri sularda palamut ve lüferin de onlara katılması an meselesi. Çoluk çocuk demeden avlamaya devam edersek Boğaz’ı terk etme yolunda
onların da eli kulağında. Eğer Boğaz’ın son göçmenleri
de bir gün burayı terk ederlerse, yaşamları onlara bağlı
binlerce balıkçıyı ve ailelerini nasıl bir kaderin beklediğini hayal etmek zor değil. Ancak bu kaderi ne yazık ki
kendimiz yaratıyoruz ve nedense bunu anlamamakta inat
nelik diye sergilenecek kadar dahi çıkmadığı günler oluyor toriğin. Onun bir gömlek büyüğü olan “sivri” lakaplı
azman torikleri çoğu İstanbullu tanımaz bile.
İstanbul Boğazı’nın geleneksel balıkçılık bölgesi olarak
varlığını sürdürmesi için iyi dileklerden daha fazlası gerekiyor. Deniz, balık ve balıkçılık algımızda köklü bir değişime ihtiyacımız olduğu gün gibi ortada. Boğaz’ı besleyen
balık göçünün büyük ölçüde kesilmiş olmasında aşırı avcılıktan deniz kirliliğine, Marmara’ya ve Karadeniz’e girmesine farkında olmadan yardım ettiğimiz taraklı medüzün (Mnemiopsis leidyi) balık yumurtalarını yemesinden
yoğun deniz trafiğine ve habitat kaybına kadar çok çeşitli
nedenlerden söz edilebilir. Bunlar hemen her av mevsi-
Balıkların peşinde
balıkçılardan başkaları
da var. Bir zamanlar
büyük beyazları
peşlerine takarak
Marmara’ya, hatta
Boğaz’a çeken balık
sürülerinin sadık
takipçileri arasında
yunuslar da yer alıyor.
DENIZLERIN EN ÜNLÜ AVCISI, BESIN ZINCIRININ TEPESINDEKI YIRTICI BÜYÜK BEYAZ
KÖPEKBALIĞI DA PEŞINE TAKILDIĞI SÜRÜLERIN IZINDE MARMARA’YA GIRER, HATTA
BOĞAZIÇI SULARINDA BOY GÖSTERIRDI.
ediyoruz. Çinekop satın alarak lüferin, vonoz veya çingene
palamutu satın alarak palamut ve toriğin azalışına katkıda bulunduğunuzu hiç düşünmüş müydünüz? Gelecek yıl
bu balıkları yiyemezsek bunun suçunu kimde arayacağız?
Tükenişte hiç mi payımız yok?
Boğaz’ın hayatta kalan son orkinosçularından Samatyalı İrfan’la birkaç yıl önce yaptığım bir söyleşide, artık
90’ına merdiven dayamış olan yaşlı kurt, mazide kalan
bereketli Boğaz’ı özlemle anıyordu. Peşinde saatlerce koşturduğu, canını hiçe sayarak mücadele ettiği orkinosları
ve arada bir oltasına takılan canavar büyük beyazları anlatırken aşina olduğu sulara dalıp gidiyordu gözleri. Çok
fazla avlandığı için satılmayan ve elde kalan toriklerin
nasıl bozulduğunu ve Sarayburnu önlerinde nasıl denize
döküldüğünü de yine Samatyalı anlatmıştı. Artık bırakın
denize dökmeyi, tezgâhtaki palamutların arasında numu-
minin başında, ortasında ve sonunda her fırsatta yazılıp
çizilen, deyim yerindeyse artık temcit pilavına dönmüş ve
bu nedenle değersizleşmeye yüz tutmuş kavramlar.
Göçmen balıkları Boğaz’da kapana kıstıran av baskısının şiddetlenmesinde tüketim tercihlerimizin de büyük
katkısı var. Çinekopa müşteri çıkmazsa balıkçı gelecekte
lüfer olacak yavruları bugünden avlamak zorunda kalmaz. Biraz sabır ve denize bolca saygıyla her iki tarafın da
kazançlı çıkacağı gün gibi ortada. Yine de iyi niyetin yetmediği yerlerde toplumsal farkındalıkla desteklenen (hatta sorgulanan) ve tavizsiz uygulanan av yasakları etkili bir
kontrol mekanizması oluşturmak için gerekli.
İştahla yediğiniz lüferin tabağınıza gelinceye kadar çok
uzun bir yol kat ettiğini lütfen her lokmada hatırlayın.
Soframızın balıksız kalmaması Boğaz’daki yaşam yolculuğunun aksamadan sürmesine bağlı.
Bu konu National Geographic Türkiye dergisinden özetlenerek alınmıştır, NG Türkiye abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59
İSTASYON
17
TARİHTEN
Akdeniz’in en tehlikeli yırtıcısı
Hamidiye
1913’te Balkan Savaşı’nın karanlık günlerinde, Akdeniz’de tek bir
Türk gemisi dünyayı ayağa kaldırdı. Rauf Bey (Orbay) komutasındaki
Hamidiye, sekiz aya yakın bir süre boyunca düşman gemilerini vurdu;
sahillerine baskınlar yaptı, vur-kaç harekâtıyla büyük zayiat verdirip
İstanbul’a döndü.
“HAMİDİYE’NİN BAŞARISI
MERAK UYANDIRIYOR”
“Şüphe yok ki ben, Koca Barbaros’un bir
dümen neferi dahi olamam” diyen Rauf
Bey, 1905 yılında II. Abdülhamit tarafından
ABD’ye gönderilmiş, daha sonradan
paşalık rütbesi verilen Amerikalı denizci
danışman Bucknam Bey’le birlikte buradaki tersaneleri ve gemileri incelemişti. Rauf
Bey’in Akdeniz’deki başarıları Atlantik
ötesinde de yankı bulmuş; The New York
Times gazetesinin 23 Mart 1913 tarihli
sayısında ilgili bir haber yer almıştı.
18 İSTASYON
İSTASYON
19
TARİHTEN
ŞINGIN
12 Mart
İTALYA
Çanakkale
14 Ocak
OSM
YUNANİSTAN
İskenderun
07 Mart
Beyrut 18 Ocak
U
MISIR HIDİVLİĞİ
(İNG.)
UĞ
Port Said
19 Ocak
RL
İskenderiye
16 Mart
Gazze 22 Şubat
TO
Hayfa 23 Şubat
RA
Girit
PA
Arvat Adası
02-06 Mart
İM
Kekova
25 Şubat
Papadda
08 Mart
I
Antalya
27-28 Şubat
L
Malta
Valetta
14-17 Şubat
Şıra
15 Ocak
AN
Turisina
Senafir Adası
30 Ocak
Mulik 30 Ocak
Diba 01 Şubat
HAMİDİYE KRUVAZÖRÜNÜN
DOĞU AKDENİZ VE
KIZILDENİZ HAREKÂTI
I. Harekât
Cidde 01 Şubat
Ayrılış 05 Şubat
II. Harekât
III. Harekât
Seyir Hidrografi ve
Oşinografi Dairesi
Başkanlığı Seyir
Haritaları verileriyle hazırlanmıştır.
H
iç şüphe yok ki Hamidiye denince, 1913 yılında
Akdeniz’de akınlar yapan bir
Türk kruvazörü ve komutanı
Rauf Bey (Orbay) akla gelir.
Hamidiye için destanlar yazıldı; kitaplar basıldı. Birçok Avrupa ülkesinin deniz
harp akademilerinde Hamidiye’nin akınları okutuldu.
Hamidiye’nin Akdeniz seferini, kimi yazarlar “korsan savaşı” olarak niteler, kimileri ise “korsan” deyimini yakışıksız bulur.
Bana sorarsanız, ben de bu ikinci grubun
20 İSTASYON
fikrine katılıyorum. Hamidiye Akdeniz’de
Almanların Emden kruvazörü gibi asla korsanlık yapmadı; şerefli bir biçimde, uluslararası savaş kurallarına uyarak savaştı.
Osmanlı İmparatorluğu denizlerde sürekli yenilirken, Yunan donanmasından
bile çekinir bir durumdayken, Balkan
Harbi’nde izzetinefsi kırılmış, şerefi zedelenmiş bir imparatorluğun halkına övünç
kaynağı oldu; bir destan yazdı.
Hamidiye 14 Ocak 1913 günü Çanakkale Boğazı’ndan çıktı. Beraberinde Mecidiye
kruvazörü ve Yarhisar muhribi vardı. Fa-
kat sonra onları geri gönderdi. Semendirek
(Semadirek) adasının arkasından dönerek
Simni’nin batısından dosdoğru güneye
doğru indi ve Şira (Syros) adasına geldi.
Adada bulunan İngiliz gemilerini dışarı
çıkardıktan sonra ateşe başladı. Limanda
bulunan Makedonya isimli Yunan kruvazörünü yaraladı; sahilde bulunan cephane
depolarını ve fabrikaları tahrip etti. Daha
sonra güneye yönelerek Girit’i dolandı ve
ardından doğuya dönerek Beyrut limanına girdi. Tam demir atmıştı ki, uzaktan
üç bacalı bir gemi göründü. Bu gemi, Yu-
nanların ünlü Averoff kruvazörü olabilirdi.
Aceleyle demirini kesip limandan ayrıldı
(Meğer bu dumanı görülen gemi aslında o
tarihten bir sene sonra Osmanlı’ya sığınacak olan Alman kruvazörü dört baca Breslau, yani Midilli imiş).
Hamidiye 19 Ocak 1913’te Port Said’e,
20 Ocak’ta da Süveyş’e geldi. Rauf Bey burada eline geçen gazetelerden 15 Ocak’ta
Çanakkale önlerinde Türk-Yunan donanmasının karşılaştığını ve Averoff yüzünden
bizim donanmanın yenilmiş olduğunu öğrendi. İstanbul’la telsizle irtibata geçmek
için Kızıldeniz’in güneyine inip Cidde limanına demirledi ve şehirdeki telsiz istasyonundan İstanbul ile konuştu.
Hamidiye 6 Şubat 1913’te Port Said’ten
denize açıldı. Korkunç bir fırtınaya tutulmasına rağmen 14 Şubat’ta Malta’ya
geldi. Bu limanda uluslararası kurallara
göre 24 saat kalabilecekken, Rauf Bey’in
politik manevraları sayesinde üç gün kalarak 450 ton kömür aldı. Buradan doğru
Hayfa limanına geldi ve yine kömür aldıktan sonra Beyrut limanına geri döndü. Buradan da kazan suyu aldıktan sonra önce
Antalya’nın Kekova limanına, akabinde
yeniden Beyrut limanına demirledi.
Hamidiye her yerde coşkulu bir tezahürat ve sevgiyle karşılanıyordu. Beyrut’tayken Arnavutluk’taki birliklere ulaştırılmak
üzere 50 ton cephane, 10 bin altın alarak
hareket etti. Bu arada geminin pervasızca
seyrinden çok rahatsız olan Yunanlar, üç
muhribi Hamidiye’yi batırmak üzere seferber etmişlerdi.
12 Mart günü İtalya çizmesinin topuğuna gelen Hamidiye, karşısına çıkan Leros
isimli bir Yunan şilebini, mürettebatını aldıktan sonra mahmuzlayarak batırdı. Buradan Şinkin limanına yönelen gemi, ateş
ederek limana yaklaştı. Buradaki gemilerin
hemen hemen hepsi isabet aldı; altı tanesi
battı; birinin kazanı patladığı için pek çok
kayıp verdi.
Ardından Şinkin’den ayrılarak, kalan
250 ton kömürüyle ancak İskenderiye limanına varabildi. Burada halk tarafından
coşkun bir tezahüratla karşılandı. Artık
“Şinkin baskını” bütün dünyada duyulmuştu. Hamidiye artık tılsımlı bir gemiydi. Kâh orada kâh burada görülüyor; adeta
uçuyordu. Oysa ki Hamidiye çok yorulmuştu. 10 bin mil yapmıştı. Zaten yeni bir
gemi de değildi artık, 10 yaşına geliyordu.
Kazanı ve tüm makinelerine onarım gerekiyordu.
Port Said limanından 490 ton su alarak,
RAUF ORBAY
(1881-1964)
Cibali’de doğdu. Babası Muzaffer
Paşa’dır. 1893’te Bahriye Mektebi’ne
Rauf Orbay’ın mezarı, bugün Erenköy’de iki cadde
girdi ve 1899’da güverte mühendisi
arasında kalan Sahrayı Cedit Mezarlığı’nda bulunuyor.
(teğmen) rütbesiyle mezun oldu. Selimiye
fırkateyni, İdare-i Mahsusa’nın vapurunda
tarafından basılması üzerine Malta’ya sürüldü.
çalıştı. Önce’nin ikinci kaptanlığına, sonra
1921 yılında buradan kurtulduktan sonra
zırhlısına atandı. O dönemin ünlü romancısı
Anadolu’ya döndü. Önce bayındırlık bakanı,
Mehmet Rauf da bahriye subayı olduğundan,
sonra başbakan oldu. 24 Temmuz 1923’te
isimlerinin karıştırılmaması için kendi ismine
Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra
Hüseyin’i ekledi ve Hüseyin Rauf
Atatürk’ün İsmet Paşa’yı
olarak anılmaya başlandı.
karşılamaya gitmesini
1909’da
istemesi üzerine istifa
Hamidiye
etti. Terakkiperver
kruvazörü
Cumhuriyet
komutanlığına
Fırkası’nın
tayin oldu.
kurucularına katılarak
Hamidiye
İnönü’ye karşı
ile ünlü
muhalefet saflarında
akınlarını yaptı
yer aldı. Rauf Orbay 1926
ve dönüşte korvat
yılında yurtdışındayken Atatürk’e
kaptanlığına (binbaşı) terfi
İzmir’de düzenlenen suikast bahane edilerek
etti. Bilahare kalyon kaptanlığına (albay)
İstiklal Mahkemesi tarafından gıyaben mahkûm
kadar yükseldi. Savaşın bitiminde, Ahmet İzzet
edildi. Uzun süre memlekete dönmedi; 1933’te
Paşa kabinesinde bahriye nazırlığına getirildi.
affedildiyse de, dönüş tarihi 1935’tir.
Bu nazırlığı esnasında kendisi için büyük
İsmet İnönü cumhurbaşkanı olduktan
bir talihsizlik olan, Mondros Mütarekesi’ni
sonra 1939’da milletvekili oldu; 1942-1944
imzaladı. 3 Mayıs 1919’da bu talihsizliği
yılları arasında Londra sefirliğinde bulundu
bertaraf edercesine askerlikten istifa ederek
(görevi esnasında kahramanı olarak, gittiği her
Anadolu’ya geçti. Atatürk ile buluşarak Erzurum
yerde sevgi ve saygı gördü). Ölüm tarihi olan
ve Sivas kongrelerine katıldı. Bu arada Sivas
16 Temmuz 1964’e kadar hiçbir özel ve resmi
mebusu seçildiği için İstanbul’a dönerek Meclisi
görevi kabul etmeden yaşadı.
Mebusan’a katıldı. Fakat meclisin İngilizler
Süveyş kanalını geçip Kızıldeniz’e girdi.
Cidde limanına oradan da Kamerun limanına gelip 600 ton kömür aldı ve tekrar
Süveyş’e döndü. Artık gemideki sorunlar
çok artmıştı, ciddi bir bakım görmesi gerekiyordu. Bunun yeri de İstanbul limanıydı.
Hamidiye, İstanbul limanından ayrılışından tam 7 ay 24 gün sonra başkente döndü.
İstanbul halkı Hamidiye’yi heyecanla
Bu konu NTV Tarih dergisinden özetlenerek alınmıştır.
bekliyordu. 7 Eylül günü Yeşilköy önlerinde göründü. Muhrip filotillası alay sancaklarını çekmiş, bütün mürettebat çimavira
vaziyetinde Hamidiye’yi bekliyordu. Bayraklarla donatılmış vapurlar, sandallar,
kayıklar, istimbotlar, mavnalar, sahillerde,
rıhtımlarda toplanan insanlar Hamidiye
ve onun kahraman süvarisi Rauf Bey’i selamlıyordu.
İSTASYON
21
SÖYLEŞİ
Hayat
samimiyeti
bulmaya
zorluyor!
Zorlu karakterin üstesinden başarıyla gelen Selen Uçer’i, çok yakın bir
tarihte komedideki gücünü sergilediği işlerde de izleyeceğiz.
“Hayat sizi gerçeği ve samimiyeti bulmaya zorluyor” diyen sanatçıyla
yaşamıyla ilgili samimi bir söyleşi yapıyoruz.
YAZI: MURAT PAK
S
elen Uçer, şu sıralar sahneler arasında mekik dokuyor. Bir yandan Levent
Kazak’ın yönettiği BKM yapımı komedi oyunu “Kurusıkı”da rol alıyor, öte yandan da İkinci Kat’ın “Poz”u için sahneye
çıkıyor. Tiyatroyla bağını hiç koparmayan oyunculardan olduğunu söylemeye gerek yok. Ama onu,
daha ziyade oynadığı bağımsız filmlerden tanıyoruz. Çıkış yaptığı Ümit Ünal’ın “Ara” filminden sonra; “Zincirbozan”, “O… Çocukları”, “Büyük
Oyun”, “Can”, “Ses” gibi birçok filmde karşımıza geldi. “Ara”da sergilediği performansla, Altın
Koza’da En İyi Kadın Oyuncu seçildi. Sahnelerdeki performansları da hafızalardan çıkmaz. Mesela Özgü Namal ile karşılıklı oynadığı “Kuçu Kuçu”
bu tür çalışmalardan biriydi. Yıllar önce “Cam”
oyunuyla Afife Tiyatro Ödülleri Yardımcı Kadın
Oyuncusu ödülü almışlığı da var. Televizyon dizilerinde de izlediğimiz Uçer, aslında mesleğini tiyatro, sinema, dizi, yani gösterebildiği her alanda
22
İSTASYON
icra ediyor. Ama ilginç de bir hikâyesi var. Küçük
yaşta bu mesleği seçmeye karar verse de Boğaziçi Üniversitesi’nde, Kimya Fakültesi’nde okuyor,
ama tiyatroyla bağlarını koparmıyor, okul bitince
de Amerika’ya gidiyor. Anlayacağınız, sıkı bir eğitim döneminden geçiyor... Sonrasındaysa filmler,
oyunlar, dizilerle geçen yıllar... Yeni kuşak kadın
oyuncular arasında özel bir yeri var Uçer’in. Zorlu
karakterlerin üstesinden gelmesi ve hep ezber bozan performanslar sunmasıyla biliniyor. Bir de pek
bilinmeyen bir komedi damarı var ki, yakında onu
da fark ettirecek gibi görünüyor. Makarayı başa sarıp sözü Uçer’e bırakalım ve onun serüvenini kendisinden dinleyelim…
Küçükken oyuncu olmak istemenize rağmen kimya okumuşsunuz. ‘Fen kafası’ size ne kattı ve neden
kimyaya yöneldiniz?
Fen kafası, daha sistemli düşünmenizi sağlıyor galiba. Bende hep bir fen kafası vardı zaten. OrtaoİSTASYON
23
SÖYLEŞİ
Tiyatro sanki son yıllarda silkindi ve ezberleri bozmaya başladı. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Tiyatro, hem sisteme ayna tutabileceğin hem de o sisteme
tavır koyabileceğin bir yer. Dolayısıyla aslında son yıllarda
dili çözüldü ve söylemesi gerekeni söylüyor. Ama bu noktada
samimiyet önem kazanıyor. İster popüler, ister “arthouse” iş
yapın, samimiyet olunca seyirci yaptığınızı sahipleniyor.
Peki, sinemada bu durum daha mı erken keşfedildi?
Galiba... Malum, yeni sinema hareketi, kendi hikâyelerimizi
anlatmayla başlayınca ivme kazandı. Tiyatroda da yerli yazım oyunlar son yıllarda arttı. Kendini sahiplenip bir meseleyi kendinden anlatmaya başlayınca, daha fazla önemseniyorsun. Başka bir hikâyeyi kendinize uydurmanız da
bir yöntem, ama bizden hikâyelerin anlatılması daha anlamlı oluyor bence.
Kadın temsili konusunda sinemamızın problemli olduğu
biliniyor. Siz de rol seçerken belli kalıplara girmemek için
direniyorsunuz. Tiyatroda durum nedir?
Tiyatroda durum daha iyi, çünkü daha özgür bir alan… Bütçeler sınırlı olduğu için özgür olunabiliyor. Özgürce, samimi
bir şekilde sözünü söyleyince, o söz hiç umulmayan noktalara
ulaşabiliyor. Enteresan bir gücü var bu anlamda tiyatronun.
“Bence Türkiye’de komedide kadının
kullanımı sorunlu” diyor Uçer ve
ekliyor: “Ama bu da değişiyor. Büyük
fotoğrafta evet, erkek komedisinin
ağırlığı var, ama bir yandan da kadın
komedisi ortaya çıkıyor.”
kulda fizik, kimya, matematik çabuk anladığım derslerdi..
Ama o yıllarda oyuncu olmayı da istiyordum. Konservatuvara girmenin peşindeydim. O kadar kararlı olmama rağmen, bu işlere başlamam zaman aldı işte (gülüyor). Aslında fen bilimlerine olan yatkınlığım, üniversiteye bu alandan
girmeme neden oldu. Oturup coğrafya öğrenmek, tarihi ezberlemek yerine, bir kere de bakıp çözebildiğim kimya, fizik
ve matematikle uğraşmak daha kolayıma geldi. Ben de bunun için fen ağırlıklı tercihler yaptım...
24
Ensemble Theater’da stajyer oyuncu olarak çalışmaya başladım. Burada herkes kendi projesini üretiyordu. Ben de bir
komedi oyunu yazdım “Amerikan Rüyası” adıyla Ensemble
Theater tarafından sahnelendi.
Ama tiyatro aşkı okul yıllarında da devam etti galiba...
Boğaziçi Üniversitesi’nde tiyatroyla ilgilendim. Okul bitince
de Akademi İstanbul’da Işıl Kasapoğlu’nun burslu öğrencisi oldum. Aynı zamanda, Levent Kırca Tiyatrosu’nda oynadım ki, bu çok bilinmez. Bir yandan da Bilgi Üniversitesi’nde
müzik bölümünde asistanlık yapıyordum. Para biriktiriyordum, Amerika’ya gitmek için... Gittim de...
Kalmayı istiyor muydunuz?
Hayır, istemedim. En başında Amerika’ya giderken bile,
orada meslekle ilgili öğreneceğim ne varsa öğrenip sonra
geri döneyim düşüncesi vardı. Zaten bu meslek daha ziyade
yaparak öğreniliyor. Üç buçuk yıl kaldım, sonra Türkiye’ye
döndüm.
Dönünce de “Aaa Selen Uçer gelmiş” diye bir durum olmadı kuşkusuz...
Evet, benim için biraz zor oldu. Klasik konservatuvar çıkışlı
biri olmadığım için kendimi ifade etmem, buradaki sistemi
ve sistemin içindeki üslubu anlamam zaman aldı.
Neydi Amerika’ya gitmek istemenizin sebebi?
Bir sürü nedeni var. Belki bir Amerikan rüyası olarak özetlenebilir. Ama öte yandan bu meslek orada çok daha oturmuş durumda. Mesela bizde oyuncular haklarıyla ilgili mücadeleye 2000’li yıllarda giriştiler. Sonra sendika
gündeme geldi ve 2011’de de resmi olarak kuruldu. Ama
Amerika’da bu noktadan başlayarak oyunculuk, meslek
olarak iyice detaylanmış durumda. Bir sürü yöntem var.
Bunları deneyimleyeyim, öğreneyim istedim. Chicago’da
Roosevelt Üniversitesi’nde master yaptım. Sonra New York’ta
Sistem farklı olana kapılarını açmıyor mu Türkiye’de?
Kimi sıkıntılar var elbette. Ama gitgide değişiyor ve bu sıkıntılar da aşılıyor. Aklın yolu bir çünkü… Daha dinamik;
zamanın ruhunu, gerçeğini yakalayan anlatımların çok
daha kıymetli olduğunu artık herkes görüyor. Sinemada
da tiyatroda da böyle bir değişim var. Ortaya birtakım kalıplarla değil de gerçekle yoğrulmuş eserler koymalısınız ki,
seyircide bir karşılık bulsun. Yoksa ya seyirci ya anlaşılma
sorunları ortaya çıkıyor. Yani hayat sizi o gerçeği ve samimiyeti bulmaya zorluyor.
İSTASYON
Sinemada ya da televizyon dizilerinde, oyuncuyu belli rollere
hapsetmenin ne gibi dezavantajları oluyor?
Ben, her oynadığım rolün bir öncekine benzememesine çalıştım hep. Oyunculuk dediğiniz de bir dönüşüm zaten.
Kendinizden yola çıkıp Ayşe ya da Fatma oluyorsunuz. Kimileri de kendi personasının (kendi kişilik özelliklerinin)
oluşturduğu yoldan gidiyor. O da bir yöntem, yanlış değil.
Ama ben bahsettiğim o dönüşüme âşığım. Oynadığım karakterin, olaylar karşısında verdiği tepkinin beni şaşırtması hoşuma gidiyor. Sahnede oynarken karakteriniz öyle bir
tepki veriyor ki mesela, o Selen değil, bunu biliyorum. Bu
durumu çok seviyorum. Zaten hayran olduğumuz oyuncular da böyle performans sergiliyor.
Sizin bu dönüşümü gerçekleştirmenize sinema yönetmenleri
mi, yoksa tiyatro yönetmenleri mi daha açık?
İşin aslı bu yönetmenden yönetmene değişiyor. Kimi yönetmen, sizin bu dönüşümü yapacağınıza inanıyor. Kimi yönetmene bu dönüşümü yapacağınızı hissettirmeniz gerekiyor.
Sinemada birçok filmde oynadınız. Bağımsız filmlerde de sizi
sıklıkla gördük. Hangileri kalıcı oldu sizin için?
Ümit Ünal’ın yönettiği “Ara”, benim için özel bir filmdir.
Onun yeri ayrıdır. Belki çıkış filmim olduğu için, bilemiyorum. Mesela o filmdeki karakterin iki kültür arasında kalmışlığıyla, benim Amerika’dan yeni gelmiş ve adaptasyon sorunu yaşıyor olmam iyi örtüşmüştü. Zaten buna inanırım, roller
oyuncuyu olgunlaştırır. O rol de bana birçok şey öğretti.
Peki, siz Türkiye’ye dönünce nasıl bir adaptasyon sorunu yaşamıştınız?
Bir uyum sorunu, dil sorunu vardı. Ben daha açık bir insanımdır, ama bu açıklık, buradaki sisteme çok uymadı.
Şu sıralar, oyunlar arası mekik dokuduğunuz bir dönem.
Hem “Kurusıkı” hem de “Poz”da oynuyorsunuz…
Şanslı bir dönemdeyim. Geçen gün BKM’nin oyunu
“Kurusıkı”nın kulisine bir arkadaşım geldi. “Poz”u da seyretmiş. “Sen bir orada, bir buradasın; kafalar karışık” dedi. Kafam hiç karışık değil. Hem “Kurusıkı” ile komedi yaparak insanlara iyi bir eğlence sunan bir oyunun içerisindeyim hem
de daha kendi görüşlerimin uyuştuğu, bir söz söyleyen alternatif tiyatronun sınırlarındaki “Poz”da rol alıyorum.
Komediyle flörtünüz ne zaman tavan yapar?
Levent Kırca Tiyatrosu’nda çalıştım demiştim, yani komediye karşı ilgim vardı (Gülüyor). 1998’de Boğaziçi
Oyuncuları’ndan ayrılmıştım ve BKM’ye gideyim demiştim. Bu yol biraz uzun oldu sanırım. BKM’ye ulaşmam,
17 yıl sürdü. Aslında yakın çevrem komediye düşkünlüğümü biliyordu. Şimdi daha görünür oldu. Bir de sinemada çok farklı rollerde oynadığım, kendimi bir kalıbın
içinde tutmadığım için, komediyi sinemaya taşımam insanlara şaşırtıcı geliyor tabii. Oysa “Cam” ile Afife Tiyatro Ödülleri’nde komedi dalında En İyi Yardımcı Kadın
Oyuncusu seçilmiştim.
“BEN HEP, OYNADIĞIM ROLÜN BIR ÖNCEKINE
BENZEMEMESINE ÇALIŞTIM. OYUNCULUK DEDIĞINIZ DE
BIR DÖNÜŞÜM ZATEN.”
Yani komedi mayamda vardı diyorsunuz... Peki, neden şimdiye kadar göstermediniz?
Komedi zaten cepteydi, ama ben cebimde olmayanlarla ortaya çıktım. Farklı farklı karakterleri seçip kendimi zorladım.
Onları yorumlarken klişelere sığınmadım. Belki Amerika’ya
gitmeseydim, Levent Kırca Tiyatrosu’ndan sonra o komedi damarına girecektim. Çünkü teklifler gelmeye başlamıştı.
Ama Amerika’ya gittim, geldim, bağımsız filmlerde oynadım,
alternatif tiyatro oyunlarında yer aldım şimdi de komedi damarım açıldı.
Sinemacılar sizdeki bu komedi damarını keşfeder umarım…
Ne diyeyim, olur herhalde bir şeyler. Türkiye’de birtakım
kalıplar aslında yavaş yavaş yıkılıyor. Mesela star olarak
görülen bir oyuncu, bir bakıyorsunuz bağımsız bir filmde
rol alıyor. Yani ben de daha popüler bir işte olabilirim. İnsanları güldürmek güzel bir şey. Bir de komedinin çeşitleri var. İçi boş olduğu düşünülmesin. Mesela kara komedi diye bir yaklaşım var. Ki ben kara komediciyim. Woody
Allen diye bir gerçek var. Atıf Yılmaz’ın filmleri var. Çok
severim onun filmlerini. Bence Türkiye’de komedide kadının kullanımı sorunlu… Ama bu da değişiyor. Büyük fotoğrafta evet, erkek komedisinin ağırlığı var, ama bir yandan da kadın komedisi de ortaya çıkıyor. Bunu da görmek
gerekiyor.
İSTASYON
25
KARİYER
Mutluluk Kafdağı’nın ardında değil!
A
merikalı yazar, hatip, kişisel gelişim ve kişiler
arası iletişim uzmanı Dale Carnegie, 1955 yılında hayata gözlerini yumduğunda, ardında çok
değerli eserler bırakmıştı. “Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak” ile “Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı” da bu kitaplar arasındaydı. Her iki çalışma,
aradan geçen yıllara rağmen güncelliğini koruyor.
Söz konusu iki çalışmadan derlenen bölümler ise tek bir başlık altında ve ayrı bir
kitapta toplanıp “İşten ve Yaşamdan Zevk
Almanın Yolları” adıyla yayınlandı. Çeşitli
yayınevleri tarafından dilimize de çevrilen
bu eserde yer alan tavsiyelerin, kimi zaman
hayatımızı rahatlatabileceği, hatta bizleri
mutlu bile edebileceği gerçeğinden yola çıkarak kitabın özetini sizlerle paylaşıyoruz.
Dale Carnegie, insanın mutluluğa erişmesini önemseyen bir iletişimci. Ve bu unsurların ilk sırasına “insanın kendini keşfetmesini
ve kendi gibi olmasını” koyuyor. “Siz dünyada yepyeni bir varlıksınız. Bunun için mutlu
olun. Doğanın size verdiklerini değerlendirin.
Sanatınız sizi yansıtır. Olduğunuz gibi şarkı söylersiniz. Olduğunuz gibi resim yaparsınız. Sizi oluşturan şey deneyimleriniz, çevreniz ve genetik özelliklerinizdir. İyi ya da kötü,
kendi küçük bahçenizi ekip biçmeniz, hayat denen orkestrada
kendi küçük enstrümanınızı çalmanız gerekir,” diyor Carnegie ve ekliyor: “Emerson, ‘Kendine Güvenmek’ adlı yazısında
şöyle diyor: ‘Herkes bir gün imrenmenin kendini aşağılamak,
taklidin intihar olduğunu anlar. Kendisini, iyi ya da kötü, olduğu gibi görmesi gerektiğini öğrenir.’ Kendinizi huzurlu ve
özgür hissetmenizi sağlayacak zihinsel bir tutum geliştirmek
istiyorsanız, şunu unutmayın: Başkalarını taklit etmeyin.
Kendinizi keşfedin ve kendiniz olun.”
İYI ÇALIŞMA ALIŞKANLIĞI
Dale Carnegie’nin “Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak” ve “Dost Kazanma ve
İnsanları Etkileme Sanatı” kitaplarından derlenerek hazırlanan “İşten ve
Yaşamdan Zevk Almanın Yolları”, iş ve özel yaşamda mutluluğun erişilmesi
zor bir duygu olmadığına vurgu yapıyor.
26
İSTASYON
Carnegie, mutluluğa giden yolun ikinci adımının yorgunluğa ve üzüntüye engel olabilmekten geçtiğine, bunun için de
çalışma alışkanlıklarının iyileştirilmesine dikkat çekiyor. İyi
çalışma alışkanlığına ait maddeleri dört başlık altında toplayan yazar, Şair Pope’den alıntıladığı “Düzen cennetin ilk
yasasıdır” diyerek, önceliği düzenli olmaya veriyor: “Hemen
çözümlenmesi gereken sorunlarla ilgili olanlar dışında tüm
kâğıtları masanızdan kaldırın… Yapılacak milyonlarca işin
olduğu ve bunları yapmaya vaktinizin olmadığı size sürekli
hatırlatılırsa, gerilim ve yorgunluğa neden olmakla kalmayıp yüksek tansiyon, kalp düzensizlikleri ve ülser gibi hastalıklara da yol açarak sizi üzebilir.”
İyi çalışma alışkanlığı listesinin ikinci sırasında “işlerin
Dale Cornegie,
ülkemizdeki
yayınevleri
tarafından hayli
önemsenen bir
yazar. Kitapları da
farklı yayınevleri
tarafından, farklı
tarihlerde basılarak
dilimize kazandırıldı.
önemlerine göre sıralanması” bulunuyor. Düşünme ve işleri önemine göre sıralamanın paha biçilmez yetenekler olduğunu belirten Carnegie, ıssız bir adaya düşen Robinson
Crusoe'un bile günün hangi saatinde, hangi işi yapacağını gösteren bir çizelge hazırladığını hatırlatıyor. Bir problemle karşılaşıldığında karar verecek kadar veriye sahip olunduğunda
problemin hemen çözülmesi gerekliliğini üçüncü sıraya yerleştiren yazar, dördüncü ve son maddede, “işleri organize etmeyi, yetki devretmeyi ve yönetmeyi öğrenin”
diyor: “Pek çok işadamı, sorumlulukları başkalarına devretmeyi asla öğrenemediklerinden
ve her işi kendileri yapmaya kalkıştıklarından
kendi mezarlarını kazmaktadırlar… Yetkiyi
devretmek zor bir iş olsa da yöneticiler, endişe,
gerilim ve yorgunluktan kaçınmak istiyorlarsa
bunu yapmak zorundalar.”
Gelelim mutlu ve verimli olmanın üçüncü
maddesine. Burada yazar, kişilerin kendilerini
gerçekten yoran nedenleri bulmasını ve bundan
kurtulmak için neler yapabileceğini belirlemesini salık veriyor. “Gerilim bir alışkanlıktır. Dinlenmek de bir alışkanlıktır. Kötü alışkanlıklardan
kurtulabilir, iyi alışkanlıklar edinebilirsiniz” diyen
Dale Carnegie, gevşeyip dinlenmeye vesile olabilecek yöntemlerin başında boş bir çuval misali gevşemenin
geldiğini belirtiyor. İkinci olarak olabildiğince rahat pozisyonda çalışmayı öneren yazar, üçüncü maddedeyse kişinin
kendine günde birkaç kez “işimi olduğundan daha mı güçleştiriyorum; yaptığım işle hiç ilgisi olmayan kaslarımı mı
kullanıyorum” sorularını yöneltmesinin önemine vurgu yapıyor. Son maddedeyse, gün sonunda “Ne kadar yorgunum?
Eğer yorgunsam bu zihnimizi fazla çalıştırdığımdan değil,
bu işi yapış biçimimden kaynaklanıyor” demeyi öneriyor.
İnsanın kendini mutlu hissetmesinin yollarından biri de
sıkıntıdan arınmış olması kuşkusuz. Yorgunluğun belli başlı
sebeplerinden birinin sıkıntıdan kaynaklandığını; bezginli-
ÜZÜNTÜYÜ BIRAKIP YAŞAMAYA
BAKMANIN KURALLARI
• Başkalarını taklit etmeyin.
• İyi çalışma alışkanlıkları edinin.
• İşinizde gevşemeyi öğrenin.
• İşinizi coşkuyla yapın.
• Sorunlarınıza üzülmek yerine sahip olduklarınıza şükredin.
• Haksız eleştirinin aslında maskelenmiş bir övgü olduğunu unutmayın.
İSTASYON
27
KARİYER
“KENDINIZI HUZURLU VE ÖZGÜR HISSETMENIZI
SAĞLAYACAK ZIHINSEL BIR TUTUM GELIŞTIRMEK
ISTIYORSANIZ, ŞUNU UNUTMAYIN: BAŞKALARINI TAKLIT
ETMEYIN. KENDINIZI KEŞFEDIN VE KENDINIZ OLUN.”
ğin insanı dağa tırmanma gibi yorucu ve çetin bir aktiviteden
daha çok yorduğunu düşünen Carnegie, bu konudaki düşüncelerini şu sözlerle aktarıyor: “Çalıştığımız için yorulmayız;
bizi yoran şey kaygı, işlerin bozulması ve hayal kırıklıklarıdır.
Gün boyunca, her saat başı kendi kendinizle konuşarak kendinizi cesaret ve mutluluk veren düşüncelere yönlendirebilirsiniz. Elde ettiğiniz için şükretmeniz gereken şeyler konusunda kendi kendinizle konuşarak zihninizi sizi yücelten ve
keyifle şakıyan düşüncelerle doldurabilirsiniz. Doğruları düşünerek her işi daha zevkli bir hale getirebilirsiniz.”
Gelelim mutlu olabilmenin bir sonraki anahtarına. Beşinci maddeye bir soruyla başlıyor Carnegie: “Size bir milyon Dolar verseler, elinizdekileri verir miydiniz?” Yaşamımızdaki şeylerin yüzde 90’ının doğru, yüzde 10’unun yanlış
olduğunu; mutlu olmak isteyenlerin yüzde doksana yönelmesi gerektiğini söylüyor ve soruyor: “Gözlerinizi bir milyar
Dolar’a satar mıydınız? Ya iki bacağınız için ne istersiniz?
Ellerinizi satar mısınız? Kulağınızı? Çocuklarınızı? Ailenizi?
Bunların karşılığında ne istersiniz? Sahip olduklarınızı şöyle
bir toplayın. Peki, bunların değerini biliyor muyuz? Ne yazık
ki hayır... Schopenhauer’ın dediği gibi, ‘sahip olduklarımızı
çok az, sahip olamadıklarımızı her zaman düşünürüz.’ Sorunlarınıza üzülmek yerine sahip olduklarınıza şükredin.”
28
İSTASYON
Kitabında eleştirilerin insanı mutsuz eden nedenlerden
biri olduğuna vurgu yapan Carnegie, eleştirilerin çoğunlukla dikkat çekecek kadar büyük bir işe imza atan kişilere yöneltildiğini; haksız eleştirilerin aslında maskelenmiş bir övgü olduğunu akıldan çıkartmamak gerektiğini
belirterek “Meyve veren ağacı taşlarlar” diyor. Haksız bir
eleştiriyle karşılaşanlara bir de tavsiyede bulunuyor yazar:
“Elinizden geleni yapın; sonra şemsiyenizi açın ve eleştiri yağmurunun ensenizden içeri süzülmesini engelleyin.”
BILMEK AFFETMEKTIR!
Bunlar insanın mutlu olmak amacıyla yapabileceği girişimlerden bazıları. Ancak mutlu olmanın bir diğer önemli unsuru da başkalarıyla doğru ve iyi iletişim kurabilmek.
İnsanın hem sosyal hem de ev yaşamında mutlu olmasını
sağlayan ilişki yönetiminde ilk sıraya karşımızdakini anlamayı oturtuyor Carnegie. Bu noktada “Bilmek affetmektir”
tanımlamasını kullanan yazar, sempatinin, hoşgörünün ve
nezaketin eleştiriden çok daha yararlı olduğunu savunarak
eleştirmemeyi, kınamamayı ve şikâyet etmemeyi tavsiye ediyor. İnsan ilişkilerindeki sırrın kendi isteklerimizi bir kenara bırakıp diğer kişilerin iyi yönlerini düşünmek olduğuna;
dürüst ve içten övgüyü kimseden esirgememek gerektiğine
dikkat çeken Carnegie, karşısındakinde istek uyandırabilen
kişilerin tüm dünyanın desteğini alabileceğini, yapamayanlarınsa yalnız kalacağını söylüyor.
Sürekli “ben” diyerek konuşan, kendinden başkasını
önemsemeyen kişilerin yaşamları boyunca çok zorluk çekeceğine ve başkalarına zarar verebileceğine de vurgu yapan
yazar, “Eğer başkalarının sizi sevmesini istiyorsanız, eğer
gerçek dostlar edinmek istiyorsanız ve eğer kendinize oldu-
ğu kadar başkalarına da yardım etmek istiyorsanız bu kuralı aklınızda tutun: Başkalarıyla içtenlikle ilgilenin,” diyor.
Peki, insanların bizden hoşlanmasını nasıl sağlarız? Bu
sorunun cevabında çok önemli bir yasadan söz eden Carnegie ve kitabında şu ifadelere yer veriyor: “Filozoflar binlerce yıldır insan ilişkileri üzerinde konuşup tartışıyorlar. Tüm
bu tartışmalardan çıkan bir tek önemli kural var… Yirmi beş
yüzyıl önce İran’da Zerdüşt müritlerine bu kural öğretilmişti. Yirmi dört yüzyıl önce Konfüçyüs, Çin’de yine aynı konuda vaaz vermişti. Taoizmin kurucusu Tao ise yine yirmi
beş yüzyıl önce aynı ilkeleri tekrarlamıştı. İsa on dokuz yüzyıl önce, Cudi Dağı’nın taşlı yamaçlarında aynı kuralı öğretmiş ve belki de dünyadaki bu en önemli kuralı bir cümlede
toplamıştır: Başkalarının sana ne yapmasını istiyorsan, sen
de onlara aynısını yap.”
Çok az kişinin, bir başkasının düşünce sığınağına girerek onunla kol kola yürüme yeteneğine sahip olduğunu
belirten Carnegie, bu yeteneği geliştirmenin insanları işbirliğine ikna etmede son derece önemli olduğunu söylüyor. Düşman kazanmaktan kesinlikle kaçınılması gerektiğini ifade eden yazar, “Pek çoğumuz kuşku, korku, onur,
imrenme, kıskançlık gibi duyguların kölesiyiz… Karşınızdaki kişiyle; bir müşterinizle, dostunuzla ya da düşmanınızla tartışmayın. Onlara hatalı olduklarını söylemeyin.
Diplomatik olun. Başkalarının görüşlerine saygı duyun.
Asla ‘yanılıyorsun’ demeyin. Nezaket, dostça yaklaşım ve
insanın değerini bilmek kişilerin düşüncelerini daha kolaylıkla değiştirmelerini sağlar. Lincoln’ün sözlerini unutmayın: ‘Bir damla bal, bir galon zehirden daha çok sinek
avlar.’ Daima dostça yaklaşın.”
SOKRATES YÖNTEMI’NI KULLANIN!
Kitaplarında sık sık önde gelen yazarlara ve felsefecilere atıfta bulunan ve onların çalışmalarından alıntılar yapan Carnegie, Sokrates’e ve onun yöntemine önemli bir yer ayırıyor.
Okurlarına insanlarla konuşurken, söze karşıt görüşleri tartışarak değil, fikir birliği içinde olunanları ön plana çıkararak başlanması gerektiğini anlatan yazar, Sokrates’in karşısındaki kişiye “Evet!” dedirtecek sorular yöneltmesinden ve
birbiri ardına olumlu yanıtlar almasından yola çıkarak, bu
yöntemin kullanılmasını öneriyor: “Birine yanıldığını söyleyeceğiniz zaman Sokrates’ı anımsayın ve ‘Evet!, Evet!’ yanı-
DOST KAZANMA VE INSANLARI ETKILEME
SANATININ KURALLARI
• Eleştirmeyin, kınamayın ve şikâyet etmeyin.
• Dürüst ve içten övgüyü esirgemeyin.
• Karşınızdakinde istek uyandırın.
• Başkalarıyla içtenlikle ilgilenin.
• Karşınızdaki kişiye önemli biri olduğunu hissettirin ve bunu içtenlikle yapın.
• Başkalarının görüşlerine saygı duyun. “Yanılıyorsun!” demeyin.
• Daima dostça yaklaşın.
• Karşınızdaki insana “Evet! Evet!” dedirtin.
• Bırakın karşınızdaki kişi fikirlerin kendisinden çıktığını sansın.
• Daima kişilerin hassas oldukları konulara değinin.
• İnsanların yanlışlarını onlara, bunları dolaylı yollardan anlatarak gösterin.
• Karşınızdaki insanı eleştirmeden önce kendi hatalarınızdan söz edin.
• Emir vermek yerine sorular sorun. İnsanın ayıbını yüzüne vurmayın.
tı alacağınız yumuşak sorular yöneltin. Çinlilerin Doğu’nun
bilgeliğini yansıtan güzel bir atasözü vardır: Yavaş giden yol
alır. Karşınızdakine ‘Evet! Evet!’ dedirtin.”
Karşımızdakilerle işbirliğine girmenin bir yolu Sokrates Yöntemi’yse bir diğer yolu da insanlara fikirlerin kendisine ait olduğunu hissettirmekten geçiyor. Hiç kimseye zorla bir iş yaptırılamayacağını; ne yapması gerektiğini
söylenmesinden kimsenin hoşlanmadığını belirten Carnegie, Çinli bilge Lao-Tse’nin bugün de benimsenebilecek sözlerini hatırlatıyor: “Dağlarda akıp giden derelerin
nehir ve denizlere katkısı büyüktür, çünkü nehirler ve denizler daha aşağıdadır. Bu nedenle derelere hükmedebilirler. Bırakın karşınızdaki kişi fikirlerin kendisinden çıktığını sansın.” İnsanlar, her ne kadar yaptığı işin başarısının
kendinden kaynaklandığına inansa da hoşa gitmek istediklerine dikkat çeken yazar, insanları yönlendirmek için
hoşa giden davranışlar üzerinde durmak gerektiğini belirtiyor. Örneğin karşımızdakinin dürüstlüğüne, doğru sözlülüğüne inandığımızı belirtirsek, kötü niyetli olanların
bile olumlu bir kişi olabileceğine dem vuruyor.
Eleştirilerin direkt değil, dolaylı yoldan yapılmasını insanları kırmadan ya da incitmeden değiştirmenin yollarından biri olarak gösteren Carnegie, “Karşınızdaki insanı
eleştirmeden önce kendi yanlışlıklarınızdan söz edin. Yani
iğneyi kendinize, çuvaldızı başkasına batırın” diyor. Carnegie, kitabında tüm yöneticilerin kulağında küpe olması gereken iki noktaya da özellikle değiniyor. Bunlardan birincisi
bir insanın hatasını, ayıbını yüzüne vurmamak. Bu konuyu
Antoine de Saint-Exupery’den alıntıladığı bir sözle açıklıyor yazar: “Bir insanı kendi değer yargısında küçültecek hiçbir şeyi yazma veya söyleme hakkına sahip değilim. Önemli olan benim onun hakkında ne düşündüğüm değil, onun
kendi hakkında ne düşündüğüdür. Bir insanın onurunu incitmek cinayettir.” Yöneticilerin dikkatli olması gereken bir
diğer unsur ise emir vermemek. Bu maddeyle ilgili gayet net
sözler sarf ediyor Carnegie: “Akıllı bir yöneticiyseniz emir
vermek yerine sorular sorarsınız.”
İSTASYON
29
OTOMOBİL
HAZIRLAYAN: FATİH YURDATAPAN
VOLVO XC90
Bu yıl yollar çok hareketli
Geliş tarihi: Nisan
Volvo’nun yeni altyapısını kullanacak
olan XC90, farklı tasarımıyla da
dikkat çekiyor. Birçok yeni güvenlik
teknolojisinin bulunacağı XC90, bu
sınıfa farklı bir rekabet getirecek.
İç tasarımında da farklı bir çizgiye
sahip olan model, orta konsolda
büyük bir dokunmatik ekrana sahip
olacak. Ayrıca yedi koltuklu olarak
kullanılabiliyor.
Yeni yılın ilk çeyreğini geride bıraktık. Bugüne kadar gördüklerimizden yola çıkarak,
2015’in yollarda çok renkli ve çok dinamik geçeceğini söylemek mümkün.
Zira yıl boyunca birçok yeni otomobil modeli Türkiye’ye adım atacak.
Bu yeni modellerle birlikte, 2015 yılı da oldukça hareketli geçecek.
SKODA FABIA
Geliş tarihi: Nisan
Fiat’ın ikon modeli 500, giderek genişliyor. 2007’de ilk olarak yenilenerek yeniden
hayata geçirilen 500, birçok versiyonla birlikte güçlü satış rakamları elde etti.
Ardından daha büyük 500L piyasaya çıktı. Şimdi ise biraz daha yüksek bir versiyon
olan 500X kullanıcılarla buluşuyor. Daha yüksek oturma pozisyonuna sahip 500X,
aynı zamanda 500’ün sempatik özelliklerini taşıyor.
30
İSTASYON
Geliş tarihi: Nisan
Eğer Porsche 911’den bile daha agresif bir
otomobil arıyorsanız, Porsche’nin size yanıtı
911 GT3 RS olacaktır. En aşırı Porsche 911
olarak tanımlayabileceğimiz bu özel araç,
4.0 lt motoruyla birlikte 500 beygirlik güç
üretiyor. Her ne kadar yol otomobili olsa da,
tamamen pistlerden esinlenerek yapıldı. En
kuvvetli atmosferik motorlu 911 olan GT3
RS, üzerindeki “aero” paketiyle birlikte çok
dikkat çekiyor. Yedi ileri çift kavramalı PDK
otomatik şanzımana sahip ve 0-100 km/s
hızlanması, sadece 3,3 saniye sürüyor.
PORSCHE CAYMAN GT4
Geliş tarihi: Nisan
Skoda’nın B segmentindeki
temsilcisi Fabia’nın uzun zamandır
yenilenmesini bekleyen kullanıcılar,
kendilerini tatmin edecek bir modelle
karşılaşacaklar. Hem hatchback
hem de station karoserde satılacak
Fabia, motordan teknolojik ve pratik
özelliklere kadar, tamamen yenilendi.
FIAT 500X
PORSCHE 911 GT3 RS
Geliş tarihi: Mayıs
Porsche’nin ortadan motorlu ve denge konusunda neredeyse rakipsiz olan otomobili
Cayman, GT4 versiyonuyla büyülemeye devam edecek. 7400 d/dak’da 380 beygir
güç üreten Cayman GT4, sadece altı ileri manuel şanzımanla satılacak ve otomatik
opsiyonu olmayacak. Bu da performans meraklılarının hoşuna gidecek bir özellik.
0-100 km/s hızlanması 4,4 saniye ve azami hızı ise saatte 295 kilometre.
Geliş tarihi: Mayıs
Audi’nin büyük SUV modeli, 2005
yılında piyasaya çıktığından beri
büyük bir beğeni topladı. Bu yılsa bu
aracın ikinci jenerasyonunu göreceğiz.
Q7, tüm özellikleriyle birlikte gelişmeyi
başardı. Yeni platform sayesinde 300
kilogramdan daha fazla hafifledi. İlk
jenerasyona göre ağırlık merkezi daha
aşağıya çekilerek daha sportif bir
sürüş sunması da cabası…
AUDI Q7
HYUNDAI i20 COUPE
Geliş tarihi: Nisan
Küçük sınıf otomobil satın almak isteyenlerin sportif tercihleri sınırlı olsa da,
Hyundai’nin yeni i20 modeli için coupe versiyonu yapıldı. Bu üç kapılı model, beş
kapılı otomobilin benzer motor seçeneklerini sunuyor, fakat görsel olarak daha
sportif hatlara, daha şişkin çamurluklara ve daha büyük ızgaraya sahip.
İSTASYON
31
OTOMOBİL
VOLKSWAGEN T6 Transporter
JAGUAR XE
Geliş tarihi: Mayıs
Sunduğu kalite ve sürüş konforuyla
fark yaratmayı başaran
VW Transporter, Mayıs ayında
tamamen yeni haliyle birlikte
kullanıcılarla buluşacak. Yeni
jenerasyonda özellikle güvenlik ve
multimedya özellikleri ön plana
çıkacak. Ayrıca yeni bir altyapı
kullanılacak. Yeni model, Tristar
konseptinin hatlarından oluşacak.
Geliş tarihi: Ağustos
Geniş hacmi, sürüş konforunu ve
lüks donanımları uygun fiyatlarla
birleştirmeyi başaran Skoda Superb,
yeni jenerasyonunda bunu sürdürecek.
Hem de bunu daha dikkat çekici
tasarımla birlikte gerçekleştirecek. VW
Grubu’nun MQB platformunu kullanan
yeni Superb, güvenlik özellikleriyle de
önemli yenilikler getirecek.
SKODA SUPERB
32
İSTASYON
BMW 2 SERİSİ GRAN TOURER
Geliş tarihi: Haziran
Jaguar markasının tüm dünyada
yeniden yapılanmasında ve satış
adetlerini katlama hedefinde büyük
bir paya sahip olması beklenen XE,
bu açında ciddi bir öneme sahip.
Eğer XE başarılı bir otomobil olursa
Jaguar’ın çok daha parlak bir geleceği
olacak. Rakip olarak özellikle Audi
A4, Mercedes C Sınıfı ve BMW 3 Serisi
gösteriliyor. Hem verimlilik odaklı hem
de çok daha performanslı motorlar
sunulacak.
TOYOTA AVENSIS
Geliş tarihi: Temmuz
Toyota’nın D segmentinde yer alan otomobili Avensis, bu yılın ortasında kapsamlı
bir revizyondan geçiriliyor. Modelde tasarımının yanı sıra yeni motor seçenekleri
de sunulacak. Bunlardan birisi de, 1.6 lt dizel motorun yer alacak olması. Birçok
yeni güvenlik sistemi de, yeni Avensis’in en etkili silahlarından biri olacak.
Geliş tarihi: Temmuz
Son yıllarda giderek popülerleşmeye
başlayan kompakt SUV sınıfına
Renault da adım atıyor. Özellikle
getirdiği kârla birlikte markaların
gözbebeği haline gelen kompakt
SUV’lar, yüksek sürüşleri ve pratik
özellikleriyle kullanıcılar tarafından
çok rağbet görüyor. Kadjar, daha
küçük kardeşi Captur’un tasarım dilini
kullanıyor ve marka bu otomobille
daha farklı pazarlara girmeyi de
hedefliyor.
RENAULT KADJAR
MERCEDES GLE COUPE
Geliş tarihi: Temmuz
İlk önden çekişli BMW olan 2 Serisi,
birçok ailenin beğenisini toplamıştı.
Şimdi ise 2 Serisi’nin daha uzun
versiyonu olan ve yedi kişilik
kapasiteye sahip 2 Serisi Gran Tourer
piyasaya çıkacak. Önden çekişli
versiyonların yanı sıra bir de dört
çeker sürüşe sahip modeli satılacak.
Geliş tarihi: Ağustos
Özellikle büyük ailelerin tercih ettiği
ve yedi kişilik oturma düzenine
sahip olabilen S-Max, daha önce
gösterilen konsept versiyonuna
benzeyen tasarım çizgileriyle dikkat
çekiyor. Elektrikli olarak katlanabilen
koltuklarıysa, kullanıcıların seveceği
özelliklerden biri olacak. Ford S-Max,
ilk olarak 2006 yılında üretilmişti ve
2015’te yeni platformla tamamen yeni
bir tasarıma kavuşmuş olacak.
FORD S-MAX
Geliş tarihi: Ağustos
BMW’nin X6 ile elde ettiği başarı,
Mercedes’in de harekete geçmesini
sağladı. Bir SUV’da sadece tasarım
değil, sürüş anlamında da gerçekten
sportifliğin mümkün olabileceğini
kanıtlamak isteyen GLE Coupe, akıcı
çizgileriyle dikkat çekiyor. Sportif
sürüş için adaptif süspansiyonlar
sunan otomobil, birçok kuvvetli
motora sahip olacak. GLE 63 Coupe ise
557 beygir güç ile heyecan yaratacak.
AUDI A4
Yeni A4’ün, markanın geleceğindeki
tasarım dilini yansıtan Prologue
konseptinin hatlarını taşıması bekleniyor.
Geliş tarihi: Ekim
Bu yılın merakla beklenen bir başka otomobili ise dört halkanın önemli sedan
modeli Audi A4 olacak. Çıktığı her jenerasyonuyla birlikte çıtasını daha da
yükseltmeyi başaran A4, 2015 yılında tamamen yenileniyor. Yeni platformla
birlikte daha hafifleyecek. Tasarım açısındansa önceki neslin daha modern bir
yorumuna sahip olacak.
Geliş tarihi: Eylül
Hem otomobil hem de Mazda’nın
tarihinde her zaman özel bir
yere sahip MX-5, 2015 yılında
yeni jenerasyonuna kavuşuyor.
Planlanandan biraz daha geç bir
yenilenme operasyonuna gerçekleşse
de, yeni MX-5’in sundukları heyecan
verici. Ağırlığı yaklaşık 100 kilogram
olacak ve denge konusunda yine üst
düzey bir performans sergileyecek. 1,5
lt motoru, 130 beygir güç üretecek.
MAZDA MX-5
İSTASYON
33
GEZİ
Güneyde bir
Türkiye mozaiği
Kürt’ün, Arap’ın, Türk’ün,
Müslüman’ın, Hıristiyan’ın,
Musevi’nin bir arada
yaşadığı ve her birinin kendi
kültürüyle var olabildiği
Hatay, özellikle Antakya
ilçesiyle tam bir Türkiye
panoraması sunuyor.
YAZI: TÜMAY YAZICI
H
akkında kim ne yazarsa yazsın, adı “sevgi”, “barış” ve “hoşgörüyle” birlikte anılan ender kentlerden biri Hatay. Birçok kişinin merkez ilçesinin adıyla, Antakya olarak bildiği bu kent, tarih
boyunca çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmakla kalmayıp yüzyıllardır konuklarına sahip çıkabilmeyi çok iyi
bilmiştir. İşte o nedenledir ki, kuzeyinde Amanos, güneyindeyse Kel Dağı bulunan, Habib-i Neccar Dağı’nın
eteklerine kurulan Antakya, tarih boyunca “Türkiye mozaiği” olarak değerlendirilir. Ezcümle; Kürtünü, Türkünü, Arabını, Ermenisini ve tabii Müslüman’ını, Hıristiyan’ını, Musevi’sini bir arada, yan yana yaşatan bir yer
burası. Hem de yüzyıllardır. Bu kadar çok din ve bu kadar çok etnik köken olunca, ortaya nasıl bir kültürel zenginlik çıktığı da aşikâr.
Antakya’nın bu zenginliklerine geçmeden önce, kentin tarihçesi hakkında kısaca bilgi vermekte fayda var.
Kentle ilgili bilgiler Milattan Önce 4200’e kadar dayanıyor. Milattan Önce 17’nci yüzyıla dek Mısırlıların
hâkimiyetinde kalan bölgenin daha sonra sırasıyla Hitit, Asur ve Persler tarafından yönetildiği de belirtiliyor.
Bugünkü Antakya’nın temellerinin, tarihteki en büyük
komutanlardan birinin, Büyük İskender’in yaşamının
sona ermesiyle birlikte atıldığı, verilen bilgiler arasında. Genç yaşta ölen Büyük İskender’in hamile karısı ve
üvey kardeşinden başka hiçbir varisinin bulunmaması,
komutanları arasındaki iktidar tutkusunun fitilini ateşler; komutanlardan ikisi, Antigonus ve Seleucus, Suriye ve Mezopotamya’nın yönetimi için kıyasıya mücadele verir. Galip gelen Seleucus, yeni bir kent kurmanın
yollarını araştırır ve rivayet odur ki, Tanrıların Tanrısı Zeus’tan kendisine yardım etmesi için kurban keser.
Bir kartal, kurban etini kaparak, Habib-Neccar olarak
bildiğimiz Silpius Dağı’nın eteğiyle, bu topraklar üzerinde yaşayanların “Asi” adını taktığı Orontes Nehri’nin
arasına konar. Durumu Zeus’un kendisine mesaj yollaması olarak değerlendiren Seleucus, kentin inşasını bu
bölgeye yaptırır.
34
İSTASYON
İSTASYON
35
GEZİ
Antakya’da her
şeyi, tersine akarak ezber bozan
Asi Nehri belirliyor. Bir yanına
modern şehri, diğer yanına eski
medeniyetleri
alan Asi, yaşamın
zıtlıklarla güzel
olduğunu fısıldıyor. Tabii duyabilene...
Dönemin önemli mimarlarından Xenarius tarafından
inşa edilen ve Seleucus’un babası Antiochus’un adı verilen
kent, kışın güneşten, yazın rüzgârdan faydalanılacak biçimde planlanır. Uzun süre Seleucus Krallığı’na başkentlik yapan
Antakya, Roma İmparatorluğu döneminde büyük bir üne kavuşur. Roma ve İskenderiye’den sonra üçüncü büyük eyalet
haline gelir. O yılların ünlü düşünürlerinden Libanius’un yönettiği, döneminin en önemli konuşma sanatı okulunu sınırları içine alması nedeniyle Roma İmparatorluğu’nun dört bir
yanından gelen öğrencileri ağırlar. Bu okul dünya üzerinde
nam salacak düşünür ve tarihçiler yetiştirir. Antakya’nın bugün okuma yazma konusuna verdiği önemin kökenlerinin de
o yıllarda atıldığı düşünülür…
36
İSTASYON
TERSINE AKAN NEHIR: ASI
Antakya’nın merkezi modern bir görünüme sahip olsa bile,
eski yerleşim birimlerine doğru ilerlediğinizde, tüm ezberleri bozarak, kuzeyden güneye değil, güneyden kuzeye, yani
tam ters istikamete akan ve bu nedenle de adına “Asi” denen
nehrin kentin kültürel dokusunu nasıl etkilediğine de tanıklık edersiniz. Dilimize “Doğu’dan Gelen” olarak çevirebileceğimiz Orontes adıyla anılan Asi’nin, 380 kilometrelik uzunluğa sahip bölümü Suriye topraklarında, yaklaşık dörtte
biriyse Antakya’da. Adına masallar yazılan, efsaneler yaratılan Asi Nehri ile ilgili hikâyelerden biri ve belki de en bilineni
şu sözlerle aktarılır nesilden nesle: “Binlerce yıl önce, Samandağ bölgesinde bir hayat suyu vardır. Suyun başını bekleyen
ejderha, her yıl genç bir kızın kurban verilmesi şartıyla, sudan bir yudum vermeyi kabul eder. Kurban edilme sırası kralın kızına gelir. Hz. Hızır, olayı duyar ve kızla birlikte suyun
başında beklemeye başlar. Sonunda, ejderha, kızı almak üzere mağarasından çıkar ve Hızır, kılıcını ejderhanın yüreğine
saplar. Can çekişen ejderha ‘bir daha vur, öleyim’ dese bile bu
vuruşla onun eski gücüne tekrar kavuşacağını bilen Hızır, tuzağa düşmez. Ejderha acılar içinde yerleri parçalayarak oradan uzaklaşırken başını Lübnan dağına çarpar. Ve kendine
yeni bir yol bulan hayat suyu, Akdeniz’e ulaşır.”
İşte bu hikâye her şeyin başlangıcı olarak kabul edilir ve
nehrin kentteki yaşama damgasını vurduğu düşünülür. Zira
Asi, bu büyülü kenti tam anlamıyla ikiye ayırmıştır. Bir yanda
İSTASYON
37
GEZİ
Hatay’ın her yerinden deyim yerindeyse tarih fışkırıyor. Eserlerin
bir kısmı, dünyanın en büyük ikinci arkeoloji müzesinde sergileniyor
(üstte). Beşikli Mağara ise tüm
haşmetiyle kendisini ziyaret edecek konukları bekliyor (ortada).
Haç Dağı’nın eteklerine kurulan St.
Pierre, Hırıstiyanların haç için geldikleri bir ibadethane (sağda).
38
İSTASYON
apartmanların, lüks dükkânların, modern kafelerin bulunduğu yeni yerleşim yerleri; diğer yanda ise Habib-Neccar’ın
eteklerine kurulan eski Antakya. Diğer bir ifadeyle eskiyle yeniyi; modernle gelenekseli birbirine harmanlamadan, ama
birini diğerine yeğlemeden ayırmış Asi. Tam ortasına da kendini koymuş. Suyun hayat olduğunu, hayatın ise burada biraz isyankâr olmakla birlikte kendi içindeki bir ritimle aktığını vurgularcasına...
KENTIN ADINI DÜNYAYA DUYURAN IBADETHANELER
Hatay’ın bu derece ünlü olmasının sebeplerinden biri ve belki de en önemlisi, kentin dört bir yanına yayılan ibadethaneler hiç kuşkusuz. Antakya-Reyhanlı yolu üzerindeki Haç
Dağı’nın (Stauis) eteklerinde bulunan, Hıristiyanlar için büyük önem taşıyan St. Petrus Kilisesi de bunlardan biri. Çünkü
tarih sayfaları, Antakya’daki ilk Hıristiyanların gizli toplantıları için bu mağarayı kullandıklarını, Kudüs’teki ana kilisesinden sonra ilk kilisesinin bu olduğunu ve hatta İncil’de
bu dine inananlara “Hıristiyan” adının verilmesinin yine
Antakya’da gerçekleştiğini yazıyor.
Hz. İsa’nın on iki havarisinden biri olan, İsa’nın ölümünden sonra İsevileri kendi etrafında sımsıkı kenetleyen St.
Petrus’un adını taşıyan St. Pierre Kilisesi’nde sizi önce büyükçe bir sunak karşılıyor. Sunağın hemen solunda küçük bir
oyuk var. Hıristiyanlığın ilk zamanlarında yapılan baskıdan
kaçmak ve kilisedeki ayine katılanların can güvenliğini sağlamak üzere yapılmış bir geçit bu. 1963 yılından itibaren Papa
IV. Paul tarafından Hıristiyanlar için hac yeri olarak ilan edilen kilise, bu görevi yerine getirmek isteyen onlarca kişi tarafından ziyaret edilirken, izne tabi olarak evlilik ve özel törenler de gerçekleştirilebiliyor.
Dış cephesi hayli görkemli kiliseyi arkanızda bırakıp hazır Reyhanlı yoluna girmişken, artık eski haşmetinde olmadığı söylenen Yenişehir Gölü’ne doğru yol almanızda fayda var.
Görüntüsüyle insanı var olduğu zaman diliminden alıp bambaşka diyarlara götürebilecek kadar büyüleyici bu gölün çevresi lokantalarla çevrilmiş. Çok zengin olduğunu bildiğimiz
Hatay mutfağına ait yemekler bulunsa da buradaki restoranların spesiyalitesi “tuzda tavuk”. Tavuğun, kalın bir tuz katmanıyla sıvanıp odun ateşinde dakikalarca pişirilmesinden
mürekkep bu yemek, kentin çok renkliliğinin yansıması olan
mutfağından bihaber olanların ilgisini çekebilir belki… Ancak tavsiyemiz, kısa süreliğine bu kente gitmişseniz, iştahınızı
Hatay mutfağının gerçek lezzetleri için saklamanız.
Malum, Hatay mutfağının dillere destan bir ünü ve bu üne
yaraşır lezzetler yaratan restoranları var. Mumbar dolması, humus, kaytaz böreği, yoğurt aşı, zahter salatası, oruk ana
yemeği, kabak tatlısı ve künefe ise tatlıları oluşturuyor. Eğer
yöresel lezzetlerden birinin evinize taşımak isterseniz, bavulunuzda ceviz reçeline, zeytinyağına ve tabii nar ekşisine yer
açmanızı tavsiye ederiz. Buradaki nar ekşisini tattıktan sonra
zincir marketlerde satılanların nar ekşisi olmadığının farkına
varacağınızdan emin olabilirsiniz.
İbadethaneler üzerinden Hatay’ı gezmek, Hatay üzerin-
dense “ötekileştirmeden de yaşanabileceğini” idrak etmek
isterseniz, ziyaret listenize St. Simon Manastırı’nı, Beşikli Mağara’yı, Dor Mabedi’ni, Musa Ağacı’nı ve ille de Titus
Tüneli’ni dâhil edebilirsiniz. Samandağ’ın Aknehir beldesinin
en yüksek tepesine kurulan St. Simon Manastırı, 521 ila 592
yılları arasında yaşamış, mucizeler yarattığına inanılan Hıristiyan bir din adamının adını taşıyor. Bir tarafı dağa, diğeri denize bakan bu manastırın içinde üç kilise, bir vaftizhane ve
çok sayıda su sarnıcının bulunduğu kaynaklara geçen bilgiler
arasında. Kapısuyu bölgesindeki levhaları takip ederek ulaşabileceğiniz ve Tanrıların Tanrısı Zeus adına yapıldığı söylenen Dor Mabedi’nden bugüne sadece birkaç sütun ulaşmış.
Eski ihtişamlı günlerinden pek de bir şey kalmamış olsa bile,
sütunlar arasında dolaşarak hayal gücünü binlerce yıl önceye
gitmeye zorlamak iyi geliyor insana.
Vespasianus Tüneli olarak bilinen Titus’a, oradan da Beşikli Mağara’ya ulaşmak isterseniz, yaklaşık bir buçuk kilometrelik bir tırmanışı göze almalısınız. Tünelin yapımına
İmparator Vespisianus zamanında başlanmış, ama tamamlanması birinci yüzyıla, İmparator Titus zamanına kadar sürmüş. Dağdan gelen suların yarattığı selleri önlemek, sellerin
beraberinde taşıdığı çakıl ve kumun limanı kapatmasını engellemek amacıyla yapılan tünel, tam bir mühendislik harikası. Titus Tüneli’ni ardınızda bırakıp yaklaşık on dakika daha
ilerlediğinizdeyse, dönemin ileri gelenlerinin gömü işlemlerini gerçekleştirmek üzere yapılmış ve halk arasında Beşikli
Mağara olarak bilinen Kral Mezarları’na ulaşıyorsunuz. Be-
HER ŞEYIN INSAN OLMAKTAN GEÇTIĞINI, INSANLIĞIN
KENDI KÜLTÜRÜYLE BIRLIKTE ÖTEKININ KÜLTÜRÜNE
DE SAYGI GÖSTERIP SAHIP ÇIKMAKTAN GEÇTIĞINI
FISILDAYAN BIR KENT ANTAKYA…
şikli Mağara, gerek girişi gerekse içindekileriyle kendini hem
doğadan hem de insanlardan koruyabilmiş.
Samandağ’daki değerleri keşfe çıkanların uğramadan geçemedikleri bir diğer nokta ise Hıdırbey Köyü’ndeki Musa
Ağacı hiç kuşkusuz. Ona dair rivayetler de var tabii. Bir rivayete göre Hz. Musa ile Hz. Hıdır, Hıdırbey köyünde buluşurlar. Hz. Musa su içmek üzere eğilirken elindeki asayı toprağa
saplar ve onu orada unutur. Bir süre sonra asa filizlenmeye,
çınar ağacına dönüşmeye başlar. Kimi kaynaklara göre 900
yılı aşkın süredir ayakta duran bu ağacın gövdesi neredeyse
35 metre: Tam da bu nedenle ağacın kovuğundaki boşluğun
bir zamanlar berber dükkânı olarak kullanıldığı söyleniyor.
YER, GÖK DEFNE
Genelde Hatay, özelde ise Antakya, tüm değerleriyle birlikte,
yörede yaşayanların önemli bir gelir kaynağı olan defnesiyle de
dünyaya nam salan bir yer. Yaprağı yemeklerde, zeytine benzeİSTASYON
39
GEZİ
yen meyvesi kozmetik sanayinde kullanılan defne, binlerce yıllık
geleneksel yöntemlerle üretiliyor. Sabununun ergenlik sivilcelerine, kepeğe ve saç dökülmesine iyi geldiğine inanılıyor.
Satırlarımızın başından itibaren sizlere Antakya ile ilgili bilgi verirken bol bol rivayetlerden söz ettik. Şelaleleriyle ünlü Harbiye’ye doğru ilerlerken bir rivayet daha çıkıyor
karşımıza. Harbiye, Tanrı Apollon’a adanarak kurulmuş, hamamları ve muhteşem villalarıyla göz doldurmuş. Hatta Antakya Olimpiyatları’nın bir bölümü bu güzide yerde yapılmış.
Harbiye’nin Daphne adıyla anılmasının bir nedeni olduğu
söylenir. Efsaneye göre Apollon, Harbiye’nin kurulduğu yerden geçerken ırmak kenarında güzeller güzeli bir kadın görüp
âşık olur. Onunla konuşmak ister, ancak Tanrılarla birlikte
olmanın ölümlüler için tehlikeli sonuçlar doğuracağını bilen
Daphne, ondan kaçmaya başlar. Bu kaçıp kovalama sırasında Daphne, toprak ananın kendisini koruması diler. Ve duaları kabul görür, Daphe artık defne ağacıdır. Manzara karşısında çok etkilenen Apollon, “Daphne, bundan sonra sen,
benim kutsal ağacımsın. Solmayan ve dökülmeyen yapraklarını başıma çelenk yapacağım. Kahramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar senin yapraklarınla alınlarını süsleyecek” der.
40
İSTASYON
Roma döneminde sıkça görünen ve barış figürü olarak da nitelendirilen defne yapraklı taçların öyküsünün böyle doğduğuna inanılır.
BU, DÜNYANIN EN BÜYÜK IKINCI MÜZESI
Hatay’a kadar gidilir de Harbiye, Atçana, Antakya, Samandağ ve İskenderun’da ortaya çıkan Neolitik, Kalkolitik, Tunç Çağı’nda Yeni Asur, Hitit, Helen, Roma ve Bizans dönemine ait eserlerin sergilendiği; Tunus’takinden
sonra dünyanın ikinci en büyük mozaik müzesi olan Arkeoloji Müzesi’ne uğramadan dönmek olur mu? Sadece dünü
değil, bugünü ve bugünkü Antakya’yı anlamak için de gireceğiniz bu müzede; kâh halkın kendini kötülüklerden,
büyülerden koruyabilmek amacıyla genellikle evlerin girişine konulan “Kem Göz” mozaiğine takılacak gözleriniz,
kâh Milattan Sonra 5’inci yüzyıldaki gündelik yaşamı anlatan “Yakto” mozaiğine. Kâh İmparator Lucius Verus heykeliyle buluşacaksınız, kâh kadının her daim kadın olduğunu
kanıtlayan takı ve süs eşyalarıyla. Ama bunların hiçbiri loş
ışıklar altında tutulan Lahit kadar etkiler mi sizi, bilinmez.
Antakya’yı antik dönemde dünyanın üçüncü önemli ken-
ti haline getiren zenginlik, mezarlara da yansıtılmış. Ölüler
her biri bir şaheser olan lahitlere konulmuş. Müzedeki Lahit de onlardan biri. Kaliteli beyaz mermerden yapılan Lahit üzerindeki taş işçiliği göz
alıyor. Uzmanlar, irili ufaklı birçok figürün bulunduğu
Lahit üzerindeki figürlerden
mezarın saygın bir kişiye ait
olabileceğinin altını çiziyor.
Müzeden çıkıp daracık sokaklarında çocukların koşuşturduğu eski Antakya’yı gezmek
istediğinizde ayaklarınıza güvenmek zorundasınız, çünkü bu bölgeye araç sokmak
imkânsız… Kurtuluş Caddesi üzerinde bulunan; 1846’da Kapuçin Rahipleri aracılığıyla
Antakya’ya gelen Katolikler, altı yıl sonra Sultan Abdülmecit’ten aldıkları izinle ilk kiliselerini kurmuşlar.
1977’de ise kilise Sarımiye Camii’nin hemen yanındaki eski
bir Antakya evine taşınmış. Kilisenin terasına çıktığınızda,
burada kilisenin çanıyla caminin minaresinin, birbirine selam verircesine bir hizada durduğunu görüyorsunuz. Bu sadece buraya özgü bir durum değil. Antakya’da kaldığınız süre
boyunca kilisenin camiye, caminin havraya sessizce selam verdiğine tanıklık edeceksiniz Arapların
Türklere, Türklerin Kürtlere selam verdiği gibi…
Antakya, dün olduğu gibi bugün de, sadece bu
topraklarda yaşayanlara değil, tüm insanlığa Kürt,
Türk, Arap, Müslüman, Hıristiyan ya da Museviliğin çok da önem taşımadığını; her
şeyin insan olmaktan geçtiğini, insanlığın ise kendi kültürüyle birlikte ötekinin kültürüne de saygı
gösterip sahip çıkmaktan geçtiğini
fısıldıyor… Ötekileştirmeyi, ayrıştırmaya değil, farklı değerlerle birlikte var olabilme iradesine örnek
gösteriliyor. Asi’nin ezber bozan
akışı, sakinlerinin ruhlarına işliyor.
Ve bu ruh barış içinde, kardeşçesine bir yaşamın can damarını oluşturuyor.
Antakya, tüm değerleriyle birlikte,
yörede yaşayanların önemli bir gelir
kaynağı olan defnesiyle de dünyaya
nam salan bir yer.
Binlerce yıllık geleneksel yöntemlerle işlenen defnenin
ergenlik sivilcelerine, kepeğe ve saç
dökülmesine iyi
geldiğine inanılıyor
(üstte). Mumbar
dolması ve künefe
ise yöreye has lezzetlerden (sağda).
İSTASYON
41
YEME-İÇME
Enginar hakkında birkaç ipucu
• Bayrampaşa enginarını ayıklanmış alın. Yaprakları dikenli olduğu için
alışkın olmayanların ayıklaması daha zor.
• Enginar havayla temas ettiği anda kararmaya başladığı için limonlu
suda bekletilerek korunur. Bu bekleme işlemi hem vitamin hem de
lezzet kaybına neden olur. Önceden ayıklanmışları seçmeyin, kendiniz
ayıklatın ve hemen pişirin.
• Bütün enginar alırken biraz sallayın. Salladığında ağır ve başı
oynamayan, yaprakları sıkı görünenleri tercih edin. Yaprakları ne kadar
sertse kalbi de o kadar etli ve lezzetli olacaktır.
• Bayrampaşa enginarı çanağı irileştikçe, sakız enginar ise körpeyken
daha lezzetlidir. Bayrampaşa enginarını konserve ve reçeller için de
kullanabilirsiniz.
Her yaprağında ayrı tat: ENGİNAR
Baharı çiçeklenen ağaçlardan ve lalelerden önce, tezgâhlarda beliren enginarla kutluyoruz. Bu sağlık kaynağı
sebzenin yumuşak kalbine doğru yolculuğa çıkanları, yapraklarının arasında saklanan kat kat lezzet bekliyor.
M
utfakla biraz haşır neşirseniz, baharın gelişi sofranıza
düşecek rengârenk sebze ve meyvelerin hayalini kurdurmaya başlamıştır. Yeşil, diri ve heybetli bir çiçeğe
benzeyen gövdesiyle tezgâhlarda yerini alan enginarsa, mevsimin en kıymetli, en lezzetli habercilerinden kuşkusuz… Batıda soyluların, kral ve kraliçelerin sebzesi olarak anılan
enginarın Latince adı “Cynara scolymus”. Bileşikgiller olarak
da bilinen devedikeni ailesinden geliyor, yani aslında bir çiçek olduğunu söylemek mümkün. Güzelliğini ailesinden değil,
tanrıçalardan aldığına dair mitler de var. Rivayete göre Antik
Yunan’ın en büyük tanrısı Zeus, Cynara adındaki ölümlü güzele
âşık olur ve onu bir tanrıça yapar. Fakat aşkına karşılık bulamayınca sinirlenir ve Cynara’yı uzun, güzel ama dikenli bir çiçeğe
çevirir. Bu mit, enginarın tarih boyu güçlü bir afrodizyak olduğuna inanılmasının, pek çok ülkede sadece erkeklerin yemesine
izin verilmesinin de en önemli nedeni.
Enginar’ın anavatanı Akdeniz havzası, Suriye ve Kuzey
Afrika’dır. Avrupa’da ilk kez Sicilya’da yetiştirildiği biliniyor.
42
İSTASYON
Onu Avrupa ile tanıştıransa İtalya’nın köklü ailelerinden Medici’lerin kızı Catherine. İkinci Henry ile evlenip Fransa’ya gelin giden genç kadın, Fransa’nın saray mutfağını ve ardından
İngiltere’yi enginarla tanıştıran isim olarak biliniyor. Enginarın
güzel kadınlarla anıldığı tek alan saray mutfağı ve mitler değil.
Amerika’nın Kaliforniya eyaletinde enginar yetiştiriciliğiyle ünlenen Castroville kasabası, her yıl Enginar Kraliçesi seçilen uluslararası bir festival bile düzenliyor. 1948 yılında yapılan ilk festivalin enginar kraliçesiyse o yıllarda Norma Jeane Dougherty
olarak bilinen Marilyn Monroe’dan başkası değil. Batıda oldukça pahalı ve lüks bir sebze olan enginardan hatırı sayılır miktarda yetiştirebiliyor olmamıza rağmen, tanıtımında ya da bu sebzeden gelir elde etmekte geride kalmamız üzücü.
Enginarın topraklarımızdaki tarihi 18’inci yüzyıl sonrasında,
Osmanlı saray mutfağında başlıyor. Bugün hâlâ sofralarımızda yaygın olarak kullanılan enginar tariflerinin çoğu da saray
usulü. Bazı araştırmalar, Osmanlı’ya Kıbrıs’tan gelen enginarın
Anadolu’da çok daha önce görüldüğü, ancak sonraları tarlaları-
nın ekilmeyerek unutulduğu yönünde. Günümüzdeyse, Ege ve
Marmara bölgeleri ağırlıklı olarak yetiştirilen iki önemli yerel
enginar çeşidimiz var. Hatta bu iki çeşit arasında tatlı bir rekabet olduğundan bile söz edilebilir.
İlki Ege’nin yapraklarıyla birlikte yenilebilen minik sakız enginarı. İkincisiyse Bayrampaşa enginarı. Sakız enginarı çoğunlukla İzmir’de, Balçova, Mordoğan, Çeşme, Urla ve Karaburun
yöresinde yetiştiriliyor. Bayrampaşa enginarına göre çok daha
minik ve tepesinde diken yok. Kışa dayanıklı olmadığı için sıcak kıyılarda yetişiyor ve hasadı daha erken yapılıyor. Sakız enginarın saplarının yanında büyüyen bebe enginarlar da körpeyken tüketilebiliyor. Özellikle Urla taraflarında denk geleceğiniz
geniş enginar tarlalarından birine yolunuz düşerse, tarla sahiplerinin sakız enginarı koparıp çiğ ikram ettiklerine tanık
olursunuz. İçi sulu, taptaze ve diri sakız enginarın
yaprakları çiğken bile oldukça etli ve lezzetli. Bütün pişirilen Ege usulü pilavlı sakız enginar
dolması ise enginar yemeklerinin baş tacı.
Enginar reçeli de yörenin bir diğer farklı lezzeti.
Daha çok Marmara Bölgesi, Yalova
ve Bursa civarında yetişen Bayrampaşa
enginarı, sakıza göre daha geniş ve bodur. Yaprakları sert ve ayıklaması daha
zor. Dolayısıyla genelde geniş bir çanak
olarak yapılan sunumlarda kullanılıyor ve
yumuşak kalbi, yani arşak da denilen göbeği tüketiliyor.
Eskiler mevsiminde en az kırk enginar yemek gerektiğini boşuna söylememiş. Lezzeti kadar
saymakla bitmeyen faydasıyla da ünlü enginar, A ve C vitaminleri, kalsiyum, potasyum, demir ve fosfor mineralleri açısından çok zengin. Özellikle karaciğeri koruduğu ve karaciğer
hastalıklarının daha çabuk iyileşmesini sağladığı biliniyor. Böbrek ve bağırsakların düzenli çalışmasına, sindirime, kolesterole iyi geldiği gibi, meme, rahim ağzı ve prostat türü kanserlerde hem önleyici hem de tedavi edici etkisi olduğu iddia ediliyor.
Maharetleri sadece iç hastalıklarına karşı değil, enginar tüketmek vücuda dinçlik veriyor, kas ağrılarını dindiriyor ve roma-
tizmaya iyi geliyor. Mucizelerinden faydalanmak isteyenlere,
enginarın mevsim dışı tüketiminden ve konservelerinden kaçınılması, tazeyken ayıklandığı gibi yenilmesi tavsiye ediliyor.
KALBI KADAR LEZZETLI YAPRAKLAR
Zeytinyağlılardan dolmaya soframızın vazgeçilmezi enginarı
genelde Osmanlı mutfağı ağırlıklı klasik tariflerle pişiriyoruz.
Sade, baklalı ya da favalı zeytinyağlı enginarların, iç pilavlı ve
kuzu incikli, balık ve makarnalı onlarca tarifinin çoğunda, eti
andıran yumuşak ve leziz kalbi kullanılır. Pilavla bütün pişirilen Ege usulü sakız enginar dışında, yapraklarının kullanılması ve yenilmesi halen yaygın değil. Oysa enginarın besin kaynağı
yapraklarını ziyan etmemek, yaratıcı ve farklı tariflerle sofraları renklendirmek mümkün. Kalbinden ya da gövdesinden dip
soslar hazırlayarak yapraklarını cips gibi sunabilir, güzel bir
atıştırmalık ya da başlangıç tabağı elde edebilirsiniz. Enginarı karnabaharla birlikte biraz haşlayıp rondodan
geçirdikten sonra lor ve yoğurtla karıştırmak güzel
bir dip sos alternatifi olabilir. Ege’de sık sık yaptıkları gibi mücver tekniğini uygulayarak nefis enginar mücverleri de pişirebilirsiniz. Risotto’nun
hafif sulu, kıvamlı yapısıyla enginarın yakaladığı uyum, şık bir akşam yemeği davetinin yıldızı
olmaya aday. Roka ya da maydanoz gibi yeşilliklerle çorbasını yapabileceğiniz gibi bir başka mevsim güzeli baklayla birlikte pratik ve sağlıklı salatalara da hayat verebilirsiniz. Yapraklarını zeytinyağı
ve limonda biraz bekleterek sadece etli kısımlarını sıyırarak yemek ayrı bir keyif. Sakız enginarları boydan ikiye kesip ızgarada pişirmek ise bir başka pratik yöntem. Enginar, Türk mutfağında sıklıkla rastlamadığımız tart ve kişler için
tam anlamıyla biçilmiş kaftan. Fırında pişirdiğiniz hamura süt
ve peynirle hazırlayacağınız basit bir sos sürdükten sonra bebek
enginarları üzerine yerleştirin. Yaprak aralarını tekrar peynirle
ve sosla doldurup fırınlayın. Yakaladığınız lezzete hayran kalacaksınız. Enginarı vişne gibi orman meyveleri ve şekerle de pişirebilir ya da vişneyi sadece sunumda fark yaratmak için tercih
edebilirsiniz. Hangi yolu seçerseniz seçin, enginarın tadı ve görüntüsüyle sizi yarı yolda bırakmayacağı kesin.
İSTASYON
43
SAĞLIK
FAZLA KOŞMAYA
GEREK YOK!
BIR SANAYI HASTALIĞI:
MIYOPLUK
Sanayileşmeyle
birlikte,
hastalıkların
sayısında bariz
artışların olduğu
aşikâr. Ama
miyopluğun da bir
sanayi hastalığı
olduğu kimin
aklına gelirdi ki…
Modern hayat birçok problemi beraberinde getiriyor. Bu
sorunlardan biri de uzağı görememe, yani miyopluk...
n Sağlık alanında çalışan araştırmacılar, hastalıklarının önemli bölümünün genetik nedenlerle
ortaya çıktığını iddiasındalar. Dayandıkları bilimsel temeller de bunu kanıtlıyor. Sık rastlanan bir
göz hastalığı olan miyoplukta da genetik faktörlerin ve fazla okumanın rol oynadığı varsayılıyordu. Tabii bugüne kadar… Ancak farklı ülkelerinde yapılan ve sonuçları BBC dergide yayınlanan
bir araştırmaya göre, miyoplukta genlerden ziyade çevresel etkenler ön planda. Kanada’daki
Eskimoların durumlarını inceleyen araştırmacılar, eski kuşakta miyopluğun neredeyse hiç görünmediğini, ancak Batılı yaşam biçiminin tercih edilmesiyle birlikte bugünkü çocukların yüzde 10
ila 25’i arasında gözlük kullanımının olduğunun altını çiziyorlar. Bu durum, “miyoplukta genetik
kısmen etkili olabilir, ama asıl neden çevredir” tezini savunan araştırmacıların elini güçlendiriyor.
Miyoplukta bir başka unsursa okumak… Ancak araştırmaların yoğunlaşmasıyla birlikte bu iddia da
çürütülüyor. Anlayacağınız, birçoğumuzun ebeveynlerinden defalarca kez duyduğu “çok okuma
çocuğum, gözlerin bozulur” cümlesi, geçerliliğini yitiriyor. Biliminsanları, göz bozukluğuyla ilgili
çalışmalarını sadece okuma ve genetik üzerinde yoğunlaşmıyor elbette. Örneğin zamanının
önemli bölümünün dışarıda geçirenlerin, içeridekilere oranla daha az miyopluk sorunuyla karşılaştıklarını; bunda doğal ve yapay ışık arasındaki fark kadar, gözün odaklanma sorunun da etkili
olduğunu ifade ediyorlar. Diğer bir deyişle, kapalı mekânlarda gözün farklı uzaklıktaki eşyalara
odaklanmada uyum sorunu yaşayabileceği, dışarıda ise görüş mesafesinin daha geniş olması
sayesinde bu sorunun ortadan kalktığı ve gözün gelişiminin daha sağlıklı olduğu dile getiriliyor.
Bu ve buna benzer araştırmalar son derece önemli, zira söz konusu tartışmalar sadece akademik
önem taşımakla kalmayıp tedaviye yönelik ipuçları da içeriyor.
n “Koşu sağlığımız
için yararlı, ama daha
fazlası iyi olmayabilir,”…
Bunlar, Iowa State
Üniversitesi’nin
Kinesiyoloji Bölümü’nde
(Uzak Doğu’nun vücuttan
geçen enerji akımları
terapileriyle Batı’nın
anatomi, fizyoloji ve
beslenme bilgisini bir
araya getiren, doğal bir
terapi yöntemi) Yardımcı
Profesör olarak görev
yapan Duck-chul Lee’ye
ait sözler. Prof. Lee,
koşmanın büyük bir
meydan okuma olarak
görülmemesini, günlük
kısa koşuların dahi
insan ömrünü uzatmada
yararı olabileceğini
savunuyor. Journal of
the American College of
Cardiology dergisinde
yayınlanan makaleye
göre araştırmacılar,
boş zamanlarda
koşu yapanların, hiç
koşmayanlara oranla üç
yıl daha uzun yaşadığını
kanıtlamayı amaçlıyor.
Araştırmaya göre düzenli
yapılan koşu, tüm ölüm
risklerini yüzde 30,
kardiyovasküler ölüm
riskini ise yüzde 45
oranında azaltılıyor.
Ancak Prof. Lee, haftada
bir saatin altında koşan
biriyle üç saatten fazla
koşan biri arasında,
vücuda fayda açısından
hiçbir farklılık olmadığını
iddia ediyor. Çalışmanın
yardımcı yazarı,
Kardiyolojist ve New
Orleans Queensland
Üniversitesi Tıp Fakültesi
Profesörü Carl Lavie da
Lee ile aynı fikirde. Lavie,
“Koşu dozları ve zamanla
birlikte değişim gösteren
modeller hakkında bilgi
veren bu araştırma da
gösteriyor ki, küçük
dozlarda koşmak,
örneğin haftada bir ya da
iki kez ve 2 kilometreyi
10 dakikadan kısa sürede
koşmak, yaşam süresine
maksimum fayda
getiriyor” diyor.
Her derde deva
n Günümüzün en popüler baharatlarından biri zencefil… Popüler, zira
sağlık üzerindeki olumlu etkileri saymakla bitmiyor. Yamru yumru bir
görünüme sahip, hiçbir albenisi olmayan bu baharatla ilgili bir bakıyorsunuz, kelli felli, sağlık alanında isim
yapmış hekimler, kendisinden bir
44
İSTASYON
ilaçmış gibi bahsedebiliyor. Özellikle kış aylarında… İçindeki maddelerin
antibiyotik etkisi yarattığı ve soğuk
algınlığına iyi geldiğini söylüyor. Geçtiğimiz günlerdeyse bu baharatın bir
özelliği daha ortaya çıkarıldı. Yapılan
araştırmalar sonucunda, zencefilin
içindeki kapraikin maddesinin meta-
bolizmayı hızlandırdığını, dolayısıyla
kalori yaktığını tespit edildi. Sonuçları Metabolism dergisinde yayınlanan
bu araştırmaya kulak verenlerin diyet yaparken zencefili de göz ardı etmemelerinde fayda olabilir. Kimbilir,
belki tam da iddia edildiği gibi her
derde devadır.
Beyni korumanın
7 yolu
Temiz havaya çıkın; ağaçlık bölgelerde ya da deniz kenarında egzersiz yapın.
Düzenli beslenin.
Tansiyonunuzu dengede tuttun.
Sigaradan uzak durun.
Zihinsel fonksiyonları etkileyen alkolden kaçının.
Yağsız gıdalar tüketin kolesterolünüzü kontrol ettirin.
Her gün altı ila sekiz saat arasında uyumaya çalışın.
Gerçekten
ihtiyaç var mı?
AMAN TADIMIZ KAÇMASIN!
Şeker ve şeker içeren gıdaların insana verdiği zararlara alternatif olarak üretilen
tatlandırıcıların yararlı mı, yoksa zararlı mı olduğu konusunda net bir bilimsel
araştırma yok ne yazık ki…
n Şeker ve şekerli yiyecekler, başta obezite olmak üzere
birçok soruna yol açması nedeniyle uzak durulması
gereken gıdalar arasında. Peki, ya tatlandırıcılar?
Şekerin vücuda verdiği zararı bertaraf etmek, ancak
damak zevkinden ödün vermemek amacıyla tüketilen
tatlandırıcılar hakkında pek çok şey söylendi ve yazıldı.
Aspartam, en tanınmış tatlandırıcılardan ki, gazlı
içeceklerden sakızlara kadar birçok yiyecek ve içeceğin
içinde bu maddeye rastlamak mümkün. Ancak çeşitli
tarihlerde yapılan kimi araştırmalar, tatlandırıcılar
hakkındaki kanaatlerin değişmesi gerektiğini ortaya
çıkarıyor. Hatrı sayılır araştırma kurumları, artan beyin
tümörü, lösemi ya da lenfom gibi hastalıklarla aspartam
arasında bir bağ olduğunu ortaya çıkardı. Kan dolaşımına
girer girmez yan ürünlere dönüşen aspartamın sorun
oluşturmasının nedeni, genetik birtakım bozukluklara
sahip kişilerin vücutlarının bu maddeyi parçalayamaması.
Ancak Avrupa Gıda Güvenliği Kurumu, tatlandırıcıların
tavsiye edilen miktarda, vücut ağırlığı dikkate alınarak
n Asetilasilik Asit ya da halk bilinen
adıyla Asprin, birçok kişinin gündelik hayatının bir parçası haline geldi. Yaygın şekilde kullanılmasının en
önemli nedeni hafif şiddetteki ağrılara iyi gelmesi değil. Kalp sağlığını
koruyup kalp krizi riskini azalttığına
yönelik bilgiler, birçok sağlıklı insanı her gün bir adet Asprin kullanmaya yönelten temel neden. Ancak ya-
(kilo başına 40 mg) kullanıldığında, hamileler ve çocuklar
için bile güvenilir olduğu kanaatinde. Tatlandırıcılara dair
olumlu ve olumsuz fikirlerin yarıştığı bir dönemde, İsrail’de
yapılan bir araştırma, bu tür ürünleri kullananları bir kez
daha düşünceye sevk edecek nitelikte. Zira bu araştırmada
aspartam, sakarin ve sukraloz gibi yapay tatlandırıcıların
Tip 2 diyabeti önlemek yerine, katkıda bulunabileceğine
dair veriler bulunduğu belirtiliyor. Fareler üzerinde yapılan
deneylerde, tatlandırıcı verilen farelerde glikoza karşı
reaksiyon oluştuğu ve bunun Tip 2 diyabetinde ortaya
çıktığı görüldü. Buna tatlandırıcının bağırsaklardaki bakteri
florasını değiştirmesinin yol açtığı sanılıyor. Benzer bir
deney insanlar üzerinde yapıldığında aynı sonuç alındı.
Bununla birlikte 2013’te sekiz Avrupa ülkesinde 300 bin
kişiyi kapsayan bir araştırmada yapay tatlandırıcılarla Tip
2 diyabet arasında bir bağa rastlanmadı. Tüm bunlar iyi ya
da kötü olarak nitelendirilebilecek tek tür tatlandırıcının
bulunmadığını, farklı özelliklere sahip bu maddelerin ayrı
ayrı incelenmesi gerektiğini ortaya koyuyor. (BBC Future)
pılan çeşitli araştırmalar, aslında
Asprin kullanmayı günlük rutin haline getirenlerin yüzde 11’inin, kalp
rahatsızlığı ya da kalp krizi geçirme
riski bulunmadığını gösteriyor. Amerikan Kalp Derneği, kalp ve dolaşım
sistemi hastalıkları geçirme olasılığı yüzde 10 ve üzerinde olanlar için
günlük Asprin tüketimi olabileceğini
belirtiyor. Amerika Ulusal Sağlık Ör-
gütü ise kendi internet sitesi üzerinden vatandaşlarının bu riski hesaplayabilmesini sağlayan Online Risk
Hesaplayıcı adı verilen link paylaşıyor. Sitede yaşı, cinsiyeti, kolesterol ölçümleri ve sigara içip içmediğine dair soruları yanıtlayan kişiler
böylece, gelecek 10 yılda kalbiyle ilgili bir sorun yaşayıp yaşamayacağını görebiliyor.
İSTASYON
45
SAĞLIK
Karpal Tünel
Bilekteki düşman:
Karpal Tünel
Sendromu
Karpal Tünel
YAZI: Tümay Yazıcı
Dünya üzerinde birçok kişi, masa başında ve
bilgisayarlar aracılığıyla gerçekleştirilen bir işte
çalışıyor. Mesai saati bitip de evlere gidildiğinde de durum farklı olmuyor. Bilgisayarda yapılan bir araştırma, konsoldan oynanan oyun,
bizleri yine mouse ile bir ilişkiye sürüklüyor.
Kimi zaman iş, kimi zaman da eğlenmek için
bilgisayar ekranı karşısına geçerken ve tabii
orada saatler harcarken el bileğimize verdiğimiz zarar aklımıza bile gelmiyor. Oysa elin
yoğun olarak kullanılması, bir süre sonra kimi
sorunlara yol açabiliyor. Bu sorunlardan en
bilineni Karpal Tünel Sendromu. Bilekte ağrı,
parmak uçlarında uyuşma, herhangi bir şeyi
tutamama gibi belirtilerle görülen hastalık,
ilerlediği takdirde ancak cerrahi müdahalelerle
tedavi edilebiliyor. Karpal Tünel Sendromu’yla
ilgili görüşlerine başvurduğumuz Acıbadem
Aile Hastanesi Ortopedi Uzmanı Dr. Yakup
Eroğlu, hastalıktan sakınmak için elle çok fazla iş yapmamayı, eğer bilgisayar başında uzun
zaman geçirilecekse mutlaka el bileği altına silikon destek konulmasını öneriyor.
Tıp alanında uzmanlığı bulunmayan bizler,
Karpal Tünel Sendromu’nu, el bileğindeki
sinir sıkışması olarak tanımlayabiliriz. Bir
hekim olarak sizler bu hastalığı nasıl tanımlıyorsunuz?
Karpal Tünel Sendromu, el bileği volarında
(avuç içiyle bileğin birleştiği yerde), Karpal
Acıbadem Aile
Hastanesi Ortopedi
Uzmanı
Dr. Yakup Eroğlu
46
İSTASYON
Karpal Tünel Sendromu’nun kesin tanısı, EMG
ile konuyor. Hasta hekime görünmekte çok geç
kalmamış ve sinirlerde fazla hasara yol açmamışsa,
tedavi şansı yükseliyor. Silikon bilek destekleriyse
hastalığa yakalanma riskini azaltıyor (sağda).
gıçta hafif ağrı, parmaklarda uyuşukluk ve his
kusuru yaşanıyor. Önlem alınmadığı takdirde
durum giderek karmaşıklaşıyor; ağrı ve uyuşma sorunları artıyor. İleri evredeyse kaslarda
erime başlayabiliyor.
Acıbadem Aile Hastanesi Ortopedi Uzmanı Dr. Yakup
Eroğlu, bilekte yoğun bir ağrıyla kendini belli eden Karpal
Tünel Sendromu’nun, ellerin yoğun kullanılması sonucu
ortaya çıktığını ve daha ziyade kadınlarda görülen bir
hastalık olduğunu belirterek, erken teşhisin tedavide son
derece önemli olduğunu söylüyor.
bağ altında median sinirin sıkışmasıdır. Sıkışmanın başlıca sebebi olarak karpal bağının
kalınlaşmasını gösterebiliriz. Karpal bağ, el
bileği üst ve alt yüzünde, ele geçen sinir damar tendonların üstünü örten gömlek manşonu gibidir. Fazla zorlama ve kullanmaya
bağlı olarak kalınlaşır, şişer ve altından geçen
yapıları sıkıştırır.
Bu hastalık daha ziyade kimlerde görülüyor?
Çalışma koşulları hastalığı tetikleyici bir unsur olarak karşımıza çıkır mı?
Karpal tünel sendromu, elini çok kullananlarda görülür. O nedenle de kadınlarda bu
soruna erkeklere oranla üç kat daha fazla
rastlanır. Şeker hastalarında, romatizmal rahatsızlığı olanlarda ve troit hastalarında daha
çok görülür. Ayrıca fazla bilgisayar kullananlar, uzun saatler örgü ve dantel örenlerde, temizlikle çok fazla uğraşanlarda Karpal Tünel
Sendromu’na sıklıkla rastlanıyor. Piyano ve
gitar çalanlarda da bu sorun sıklıkla görülüyor. Ayrıca Xbox, Playstation gibi oyunları
çok oynayanların da yakalanma riski hayli
yüksek. Bu nedenle bu tip oyunların uzun
süre oynanmasının engellenmesi gerekiyor.
Hastalığın temel belirtileri nelerdir? Hangi
şikâyetler, bizleri mutlaka bir uzmana görünmeye sevk etmeli?
Hastalığın belirtileri; birinci, ikinci, üçüncü
parmaklarda uyuşma ve hafif ağrılarla başlıyor. İleri aşamalardaysa gece uykudan uyandıracak bir acı, elleri sallama isteği ve elden
çay fincanı tabağını bile düşürecek kadar parmaklarda güçsüzlük görülebiliyor.
Sendrom’un evreleri nelerdir?
Karpal Tünel Sendromu’nun hafif, orta ve ağır
olmak üzere üç ayrı formu bulunuyor. Başlan-
Hastalığın tanısında hangi yöntemler uygulanıyor? Belirtilerin başka hastalıklarla benzer
yönleri var mı?
Hastalığın tanısında öncelikle muayene yapılması gerekiyor. Muayene sırasında el bileği
alt yüzünde ağrı; parmaklarda his kusuru ve
uyuşukluk olup olmadığı inceleniyor. Karpal
Tünel Sendromu’nun kesin tanısı EMG ile
konuyor. Bir de MR’da Karpal ligamanda
kalınlaşma görülüyor. Karpal Tünel Sendromu, en sık boyun fıtığıyla karıştırılıyor. Çünkü boyun fıtığında da, tıpkı Karpal Tünel
Sendromu’nda olduğu gibi, uyuşma ve benzer
bulgular yaşanıyor.
Tedavide cerrahi müdahaleler de söz konusu
mu? Eğer cerrahi yöntemler uygulanıyorsa,
hastanın elini eskisi gibi kullanabilme ihtimali nedir?
Tedavide EMG bulguları önem arz ediyor. Ağır
vakalarda cerrahi, kesin çözüm olarak karşımıza çıkıyor. Cerrahide karpal ligaman kesilir ve
sinir basıdan kurtarılıyor. Ameliyat sonrası
hasta, eskisi gibi elini kullanabiliyor. Ancak
ameliyatın başarılı olabilmesi için erken teşhis
büyük önem taşıyor. Hasta, cerrahi için çok
bekleyip sinirde fazla hasara sebep olmazsa,
ameliyatın başarısı yüzde 100’ dür.
Bileğe takılan ortopedik malzemelerin etkisi
nedir? Bu tür malzemeler belli bir tedavinin
bir parçası olarak mı kullanılır, yoksa tek başına da etkili midir?
El bilek splintleri, ilaçlarla ya da fizik tedaviyle birlikte kullanılırsa erken dönemde yararlı olabiliyor. Hafif vakalardaki tedavide,
daha ziyade ilaçlar ve fizik tedavi yöntemlerine başvuruluyor. Ancak EMG’de orta ve
ağır hasar olanların tedavi için tek şansları
ameliyat olmaktır.
Bu hastalığa yakalanmak istemeyenlere neler önerirsiniz? Örneğin bilgisayar kullanımında nelere dikkat edilmeli? Kişinin kendi başına yapacağı birtakım hareketler, bu
hastalıktan korunmada etkili olabilir mi?
Bu hastalığa yakalanmamak için öncelikle
elle çok ağır işler yapılmamalı. Çok fazla
bilgisayar kullanılıyorsa, el bileği altına
mutlaka silikon destek konulmalı, zaman
zaman işe ara vererek el bileği jimnastiği
yapılmalıdır. Ayrıca oyun için el bileğini
fazla kullananlar, bu tip kötü alışkanlıklarından vazgeçmeli ya da oyun süresini
kısıtlamalılar. Tüm bu önlemlere rağmen
parmaklarda uyuşma veya ağrı yaşanıyorsa, vakit kaybetmeden mutlaka konunun
uzmanına gidilmeli...
İSTASYON
47
UZMAN GÖZÜYLE
KONTROLDEN GEÇMELERI ZORUNLU
Yola Elverişlilik Muayenesi
Avrupa Birliği Ülkeleri’ne yük taşımacılığı yapan, kamyon, çekici ve römork gibi araçlara
verilen Yola Elverişlilik Muayene Hizmeti hakkındaki bilgileri TÜVTÜRK Teknik Eğitmeni
Mehmet Savaş Uçar anlatıyor.
Yola Elverişlilik Muayenesi’nde,
yayımlanan yönergelere göre
aşağıdaki aksam, sistem veya
parçalaların zorunlu olarak kontrolü
yapılır:
Araç tanıtım numarası (Şasi No )
Fren sistemi
Direksiyon ve direksiyon simidi
Görüş özellikleri
Lambalar, yansıtıcılar ve
elektrik teçhizatı
Dingiller, tekerlekler, lastikler,
süspansiyon
Şasi ve şasi bağlantıları
Zorunlu ekipmanlar
Egzoz gazı emisyon ölçümü
Gürültü Kirliliği ve seviyesinin
kontrolü
Yola Elverişlilik Muayenesi; aracın Periyodik
Muayenesi’ne ek olarak Birleşmiş Milletler Avrupa
Ekonomik Komisyonu’nun (EEC) 96/96/AT direktifine göre uygulanma esaslarını kapsamaktadır.
Yola Elverişlilik Muayenesi’nde sözkonusu taşıtların egzoz emisyon ve motor gürültü seviyelerinin
maksimum değerleriyle römork ve yarı römorklarının sahip olması gereken güvenlik kurallarının
bulunup bulunmadığı kontrol edilir. Ayrıca can ve
mal güvenliği başta olmak üzere, ülkemizde trafik tesciline kayıtlı araçların teknik özellikleri de incelenir.
Bu özel muayene, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı Karayolu Düzenleme Genel Müdürlüğü tarafından yetkilendirilmiş 19 ilde bulunan, 30 “TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonu”
tarafından gerçekleştirilir.
Muayeneden problemsiz geçen araçlar, Yola Elverişlilik belgesi almaya hak kazanırlar.
Yola Elverişlilik Muayenesi geçerlilik süresi bir yıldır.
ARAÇLARIN TEKNIK ŞARTLARA GÖRE SINIFLANDIRILMASI
Muayene edilecek araçlar için tescil ve trafik belgeleriyle birlikte aracın
üreticisinden alınan ve aracın teknik özelliklerini belirten Conterence
Europeenne des Ministres des Transports (CEMT) Belgesi zorunludur.
Yola Elverişlilik Muayenesi yapılabilmesi için aracın geçerli bir
Periyodik Muayenesi olması da gerekir. Periyodik Muayene süresi
geçen araçlar için Yola Elverişlilik Muayenesi Periyodik Muayene ile
birlikte yapılır.
48
İSTASYON
Ulaştırma Bakanlığı Avrupa Konferansı (UBAK) Bakanlar Konseyi’nin CEMT/CM
Kararları’nda açıklanan gürültü ve egzoz emisyon değerlerine
göre; bu özelliklere haiz araçlar EURO l , EURO II, EURO III ,
EURO IV ve EURO V sınıflarına
ayrılmışlardır.
CEMT belgelerinde belirtilen Egzoz Gazı Emisyon değerleri; Tip
Onayı alırken üretici firmalar tarafından karşılanması gereken
şartlardır.
Araçların sahip oldukları sınıflar
aşağıdaki sembollerle araç üzerinde gösterilir.
S U
EURO II (Daha Yeşil ve Güvenli Araç – Greener and Safe Lorry)
3 III
Araçlar (yarı römork çekicileri hariç) ve römorkları, belirtilen düzenlemelere göre, bir geri alt
çalışma, koruma aygıtına sahip olmalıdır.
Araçlar ilgili EEC direktiflerine uygun olarak
bir yönetme dümen aygıtına (direksiyona) sahip olmalıdırlar.
Araçlar, anti- fren kilitlenme sistemine (ABS)
sahip olmalıdırlar.
Kamyon ve çekicilerde UNECE “AETR
Anlaşmasına” veya Düzenleme (EEC)
uygun olarak takograf kullanılmalıdır.
Ayrıca Araçlar, UNECE
Düzenlemeleri’ne veya 92/24/EEC
direktiflerine uygun hız sınırlama aygıtına sahip olmalıdır.
Ağır ve uzun araçlar,
UNECE düzenlemelerine göre arkayı yansıtan işaret plakalarına
sahip olmalıdırlar.
Araçlar belirtilen düzenlemelere uygun, aydınlatma ve ışıklı sinyal
cihazlarına, uyarı sinyali tertibatlarına ve üçgen kırmızı uyarı gerecine
sahip olmalıdır.
Araçlar, EEC direktiflerine uygun bir arka
aynaya sahip olmalıdırlar. (Euro III ve
sonrası araçlar)
1971 yılından sonra
üretilmiş tüm römorklarda 2 Butonlu Çözme Valfi ‘nin bulunması zorunludur.
EURO III (EURO-3 Safe) Araç
4 IV
EURO IV Araç
E
EURO I (Yeşil araç – Green Lorry)
Araçların lastik diş derinliği Yola Elverişlilik Muayenesi için minimum 2 milimetre olmalıdır.
V
EURO V Araç
Araçlar ile römorklar arasındaki bağlantıyı sağlayan çeki pleyti, kuplaj ve king-pim parçalarının
boşluk ve aşıntı kontrolleri yapılır.
Araçlarda Egzoz sistemi hasarlı olmamalıdır. Ayrıca Egzoz Emisyon Ölçüm sonucu, araç sınıfına
göre sınır değerler içerisinde olmalıdır.
Araçların havalı fren sistemi için kontroller
gerçekleştirilerek fonksiyonellikleri test edilir.
İSTASYON
49
SOSYAL MEDYA
Siri’ye Türkçe dil
desteği!
n Apple’ın iPhone 4S ile birlikte hayatımıza
dâhil ettiği Siri teknolojisi, nihayet Türkçe
dil desteği kazanmak üzere. Türkiye’deki
iPhone kullanıcıları, Siri’yi şimdiye kadar
ancak İngilizce olarak kullanabiliyorlardı.
Ancak iOS 8.3. güncellemesiyle birlikte
Siri, Türkçe komutlarınızı anlayabilecek
ve onlara Türkçe cevaplar verebilecek.
iPhone kullanıcılarının en çok sevdiği
özelliklerden biri olan ve sesli komutlarla
Tweet, SMS gönderebilen; uygulamaları
açıp kapatabilen
veya internette
arama yapabilen
gelişmiş sesli
asistanı Siri’nin
Türkçe versiyonu
iOS 8.3. yazılımıyla
Türk kullanıcılara
sunulacak. Siri, bu
desteği almasıyla
birlikte artık
Türkiye’de yaygın olarak kullanılabilecek
ve Türkçe komutlarla sorunsuz bir şekilde
çalışabilecek. Ama Siri’nin yeni dillerle nasıl
çalıştığını görmeniz için biraz beklemeniz
gerekecek, çünkü iPhone’lar iOS 8.2
güncellemelerine bile geçtiğimiz günlerde
kavuştu.Apple, ilk çıktığından bu yana
iOS 7’deki hız performans geliştirmeleri
ve görsel değişiklik dışında çok da fazla
bir yenilik içermeyen Siri’nin, yeni dil
seçenekleriyle birlikte dünya genelindeki
kullanımı artırmayı hedefliyor. Apple’ın
yayınladığı iOS 8.3 Beta 2 içeriğinde yer
alan Türkçe Siri ile birlikte ayrıca Rusça,
Danca, Felemenkçe, Portekizce, İsveççe ve
Tayland dili desteği de kazanıyor.
Kubilay Cengiz, Sosyal Medya Uzmanı, Likeable
Istanbul
Harekete
çağrı var!
SPOTIFY’A
ŞARKI SÖZLERI
ÖZELLIĞI
GELIYOR!
YOUTUBE’DAN ATAK!
YouTube’un yurtdışındaki bazı ülkelerde uygulamaya başladığı “Music Key”, ücret
karşılığında reklamsız ve çevrimdışıyken bile müzik dinleme imkânı sunuyor.
n Arif’in Manchester’a attığı o golü ararken, çoğu kez
alakasız onlarca video izlemek zorunda kaldığımız
YouTube, ücretli abonelik sistemi “YouTube Music
Key”i yurtdışında hizmete sundu. Bu sistemin en
önemli üç özelliği; reklamsız müzik dinleme, arka
planda oynatma ve çevrimdışı erişim. YouTube’u
sadece müzik için kullanan ziyaretçiler, genelde
bir videodan diğerine geçiş sırasında araya giren
reklama maruz kalıyor. YouTube, kendisine ulaşan
geri bildirimlerden kullanıcıların bu durumdan
memnun olmadığını fark etmiş olacak ki, “YouTube
Music Key” ile isteyenlere reklamsız müzik dinleme
fırsatı sunuyor. Akıllı cihazlardaysa en büyük sorun
YouTube uygulaması çalışırken, diğer uygulamaları
kullanamamaktı. Bu yeni hizmet sayesinde, diğer
uygulamalar kullanılırken, arka planda, YouTube’da
keyifle video oynatma imkânı doğdu. Bir diğer
kullanıcı dostu özellikse çevrimdışıyken de YouTube
üzerinden kesintisiz müzik dinlenebilecek olması.
Zira, önceden akıllı cihazlara indirilen müziklere,
çevrimdışıyken de kolaylıkla ulaşılabilecek. “YouTube
Music Key” sistemine üye olan kullanıcılar, aynı
zamanda Google Play Music kütüphanesine de
erişim sağlayabilecekler. Bu sistemle ayrıca,
YouTube’dan aşina olduğumuz video önerilerine,
dinlediğiniz müzik türlerine uygun güncellemelere de
ulaşabileceğiz.
Bu kadar popüler bir mecra, “YouTube Music Key”
uygulamasıyla rakiplerini zora sokabilir. Türkiye’de
kullanıma açıldığında kaç kişi ücret verip, bu sistemi
satın alıp kullanacak, bekleyip göreceğiz.
n Bulut tabanlı müzik dinleme servisleri son
dönemlerin en gözde internet mecraları olarak öne
çıkıyor. Müzikseverler artık şarkıları bilgisayarlarına
ya da telefonlarına depolamak yerine Spotify,
Google Play Music, iTunes Radio gibi çevrimiçi
müzik servislerinden dinliyor. Kullanıcılarına listeler
oluşturup üyeliklerinde saklama hizmeti sunan
Spotify da sektörün öncü firmaları arasında yer
alıyor. Yeni özelliklerle platformunu geliştiren Spotify
bugün bir yeniliğe daha adımını attı. Çevrimiçi müzik
hizmeti veren servislerin en popülerlerinden biri
olan Spotify’a eklenecek yeni bir özellik sayesinde
müzikseverler artık şarkıların sözlerine Musixmatch
üzerinden kolaylıkla ulaşabilecek.
Güncellemenin gelmesiyle birlikte şarkı
sözlerine ulaşabilmek için “çal” menüsünün hemen
yanında bulunan “Şarkı Sözü” bölümüne tıklamanız
yeterli olacak. Bu güncelleme sadece şarkı
sözlerinin gelmesini sağlamakla yetinmeyip birçok
iyileştirmeyi de beraberinde getirmiş.
Bu iyileştirmelerden bir tanesi olan “Friend
Feed” özelliğiyle kullanıcılar, takip ettikleri
kişilerin dinledikleri şarkılara çok daha kolay bir
şekilde ulaşabilecekler. Şarkıların sözlerini bulma
uygulaması olan Musixmatch’in oldukça geniş
bir Türkçe şarkı sözü arşivi bulunuyor. Şimdilik
sadece masaüstü Spotify sürümünde çalışacak.
Musixmatch ile dinlediğiniz şarkının sözlerine
anında ulaşabileceksiniz. Bakalım ilerleyen
günlerde iOS, Android ve Windows Phone’daki
Spotify uygulamasına şarkı sözlerini görüntüleme
özelliği gelecek mi?
n Yoğun bir iş temposunda toplantılar, görüşmeler, iş notları
hayatımızın önemli parçası haline geliyor. Bu durumlarda
da en büyük kurtarıcımız, akıllı cihaz not uygulamaları
kuşkusuz. Bu uygulamalar arasında rakiplerinden sıyrılmayı
başaran Evernote ise kendisini sürekli güncelleyerek
gündelik koşuşturmamızda en büyük yardımcımız haline
geliyor. Evernote’un son geliştirdiği güncelleme “Work Chat”
sayesinde, birlikte çalıştığınız ekibinizle kolaylıkla iletişim
kurabiliyorsunuz. Evernote üzerinden aldığınız notları,
hazırladığınız not defterlerini Work Chat özelliği sayesinde tüm
ekip arkadaşlarınızla paylaşabiliyorsunuz. Üzerinde çalıştığınız
projeyle ilgili de ekip arkadaşlarınızla anlık iletişim kurarak
bulunduğunuz her noktada kolaylıkla çalışabilirsiniz.
n İnternet bağlantısı yaygınlaştığından beri ebeveynlerin aklında hep aynı soru var: “Çocuğumu zararlı
içeriklerden nasıl koruyacağım?” Sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle bu sorunun önemi daha da
arttı; çünkü çocuklar her türlü teknolojiyi olduğu gibi sosyal medyayı da çok hızlı benimsedi. Bu durum,
çocuklarını belirli içeriklerden uzak tutmak isteyen ebeveynlerin işini zorlaştırdı. İşte bu nedenle
ebeveynlerin endişelerine kulak veren Google, Android cihazlar için YouTube Kids’i hazırladığını duyurdu.
Firma, çocukların çok sevdiği bir platform olan YouTube’u, gerek arayüz, gerekse içerik olarak onlar
için daha uygun bir hale getiriyor. Ayrıca ebeveynler çocuklarının uygulamayı kullanacağı süreyi de
belirleyebiliyor. Süre dolduğunda uygulama kapanıyor ve tekrar açılmak için şifre istiyor. 2015 yılı içinde
yayınlanması beklenen uygulama, şimdilik yalnızca Android tabanlı cihazlara gelecek görünüyor.
İSTASYON
Kerem BAŞAR, Stratejist, Likeable Istanbul
Evernote ile grup çalışması
Neslican Ciddi, Sosyal Medya Uzmanı, Likeable Istanbul
Çocuklara YouTube: YouTube Kids
50
n “Sosyal medya üzerinden topluluğu
satın almaya (veya herhangi bir başka
davranışa) yönlendirmek mümkün mü?” Bu
soru, markalar sosyal medyada yer almaya
başladığından beri soruluyor. Geçtiğimiz
yıllarda pek çok markanın sosyal medya
üzerinden satış gerçekleştirdiğine, çok
yüksek dönüşüm oranlarına eriştiğine
şahit olduk. Örneğin; 2014’te Volkswagen
Türkiye, Facebook Offers kullanarak
yüzde 25 gibi çok ciddi bir dönüşüm
oranına ulaştı. Facebook yeni duyurduğu
CTA butonuyla bu işi bir adım daha
öteye taşıyacak gibi. Sayfa yöneticileri,
Facebook’un sunduğu 7 CTA butonundan
birini seçerek tıklayan kullanıcıları, istediği
link’e yönlendirebilecek. Sunulan yedi
buton şu şekilde: “Book Now”, “Contact
Us”, “Use App”, “Play Game”, “Watch
Video”, “Sign Up”, “Shop Now”. Yöneticiler
eskiden sayfanın “Hakkında” kısmından link
verirken CTA butonuyla çok daha görünür
bir alana kavuşmuş oldular. Ayrıca yedi
buton seçeneğiyle hedeflerine uygun CTA
çağrısını yapabilecekler. CTA butonları
dünya çapında 2015 yılı içinde yayına
alınacak.
Sosyal medya sayfaları
ve
tarafından hazırlanmıştır.
İSTASYON
51
OYUN VE TEKNOLOJİ
HAZIRLAYAN: MÜFİT YILMAZ GÖKMEN
BU GÖZLÜKLERLE ÇOK RAHAT EDECEKSINIZ!
Sanal gerçeklik ve oyunlar artık gerçek dünyanın içinde... Çeşitli firmalarca üretilen gözlükler, oyunseverleri
uzun süre ekran başında olmaya davet ediyor. Hem de hiçbir şekilde baş ağrısına sebebiyet vermeden.
n Kayakçı gözlüklerine benzeyen bir cihazı gözünüze
takıp, oturma odanızı bir oyun alanı haline getirmeye
ne dersiniz? Mecazi anlamda değil, koltuktan bir
yaratık fırlayıp üzerinize atılabilir, tavanda dev
sürüngenler dolaşabilir, kapı açılıp içeriğe Osmanlı
askerleri girebilir. Veya odanızı bir kenara bırakıp
bir filmin içine girip seyredebilir, bir oyunun
içinde gerçekten hareket edebilirsiniz. Tüm bunlar
bilimkurgu gibi görünse de bu yıl içinde pazara
çıkacak iki kritik ürünle oyun ve eğlence hayatımız
tamamen değişecek. Bunlardan birincisi Microsoft’un
üzerinde çalıştığı HoloLens, ikincisiyse geçtiğimiz yıl
Facebook’un satın aldığı Oculus şirketinin Rift gözlük
ve başlıkları...
Teknolojiseverler, video gözlüklerin uzun bir
süredir kullanıldığını bilir. Ama bunlar ne film ne
de oyun tutkunlarını memnun edebildiler. Eski
video gözlüklerinin birçoğu, uzun kullanımlarda
kullanıcılarını hasta hissettiren, hatta migrene yol
açtığı söylenen cihazlar. Çünkü çoğunluğu oyun
gibi hareketli ortamlar için tasarlanmadı. Kafanıza
uzun süre takamayacak kadar ağır, bir o kadar da
pahalıydılar. Görüş açıları klasik bir televizyon izleme
deneyiminin çok ötesine geçemeyecek kadar dardı.
Görüntü çözünürlükleri çok zayıf, görüntülerdeki
kaymalar insan gözünü bir hayli yoruyordu.
OCULUS RIFT:
360 DERECE OYUN VE FİLMLER
Neden kafanızı çevirdiğinizde geniş
bir açıya bakamıyoruz? Hatta film
izlerken ya da oyun oynarken gözlük
kafanızdayken neden dönüp arakayı,
yukarıyı göremeyiz? İşte tüm bu soruları
ailesinin garajında kendine soran
1992 doğumlu Palmer
Microsoft’un
Freeman Luckey, henüz
HoloLens’i gerçek
dünyayla sanal
19 yaşındayken dünyayı
alemi birleştiriyor.
değiştirecek bir fikrin
peşine düştü. Kendi icadı
Oculus Rift adındaki sanal
gerçeklik gözlüğü daha
geliştirme aşamasında
oyunseverlerin tutkusu haline
geldi. 2015 yılında kullanıcılara
yönelik ilk gözlüğü piyasaya
çıkarmaya hazırlanan
Oculus Rift, sanal
gerçekliğin insan hayatına
gerçek anlamda girişinin
ilk adımı olabilir. Şirketi
geçen yıl 2,5 milyar Dolar’a
satın alan Facebook’un kurucusu
Mark Zuckerberg, 10 yıl içinde 100 milyon insanın
Rift’i kullanacağına inanıyor.
Peki, bu gözlüğün özelliği ne? Bir kere görüş
açısı 270 derece ki, bu da piyasadaki gözlüklerin
iki katı kadar açıya sahip olduğunu gösteriyor.
1080p çözünürlüğü destekliyor. Hareket sensörleri
ve içindeki yazılım sayesinde, kafa hareketlerini
hatasız algılıyor; görüntüyü kaymalar ve taramalar
olmadan kaydırabiliyor. Bu sayede eski gözlüklerdeki
baş dönmesi ve baş ağrısı gibi etkiler yaşanmıyor,
saatlerce kullanılabiliyor. İşin güzel yanı birçok oyun
şimdiden 3D ve Rift’e uyumlu özellikler eklemeye
başladı. Kullananlar şimdiye kadar olmadığı kadar
bir oyunun içinde olabildiğinizi söylüyorlar. Sinema
dünyası da şimdiden hazırlıklarını yapıyor, bu
tür gözlükleri destekleyen filmleri için
araştırmalara başladılar. İşin özeti,
3D filmler artık yetmiyor: 360
derece filmler çekilecek, gerçek
dünyada gibi filmin içinde
her yöne bakıp, hareket
Oculus Rift, Facebook tarafından geçen
edebileceksiniz.
yıl satın alındı ve bu yıl tüketicilerin
karşısına 300 Dolar’ın altında bir fiyata
çıkmayı planlıyor.
52
İSTASYON
Oculus Rift
Samsung Gear VR
DAYZ REKORA KOŞUYOR
HTC Vive
HOLOLENS:
GERÇEK DÜNYA YENİ
BİR KATMAN
Bir önemli adım da
Microsoft’tan geliyor.
Şirket demolarının yaptığı
HoloLens adındaki gözlüğüyle Rift’in özelliklerini
bir adım öteye taşıyor. Otomatik kararabilen
gözlükler, tıpkı Rift gibi 3D ve 360 derece oyun
ve filmlerde kullanılabilirken, istenildiği zaman da
şeffaflaşan camlarıyla gerçek dünyayla sanal âlemi
birleştiriyor. Yani bir yandan şeffaf camlarla gerçek
dünyayı izlerken, gözlük camlarına yansıtılan sanal
görüntüler görülebiliyor. Augmented reality denilen
bu teknik sayesinde içinde bulunduğunuz gerçek
dünya üzerinde oyun oynayabilir, bilgilere erişebilir
ve tüm bunlarla etkileşime geçebiliyorsunuz.
3D-360 derece gözlükler konusundaki bu
gelişmeler, Samsung ve HTC’nin de kolları
sıvamasına yol açtı. Samsung, Oculus Rift’in lisansını
kullanarak Galaxy Note 4 akıllı telefonları gözlüğün
içine koyarak çalışan bir aksesuar geliştirdi. Gear
VR adındaki ürün telefonun ekranını kullanarak üç
boyut ve 90 derece görüş açısı sağlayabiliyor. HTC
ise geçtiğimiz günlerde sanal gerçeklik gözlüğünü
tanıttı. Valve şirketiyle işbirliğiyle geliştirilen ve HTC
Vive ismi verilen cihaz, entegre cep telefonlarına
ihtiyaç duymadan tek başına çalışıyor. Vive 360
derece görüş açısı sunarken yakında özel oyunlar ve
filmler çıkarmaya hazırlanıyor.
n Uzun zamandır geliştirme sürecinde olsa da, bir
hayatta kalma oyunu olan DayZ’nin satış rakamları, şimdiden birçok oyunu geride bırakıyor. Bir yıldan
fazla süredir alpha versiyondan çıkamayan DayZ’nin
henüz ilk ayda 1 milyon satışı geride bıraktığı ve şu
anda 3 milyon rakamını aştığı söyleniyor. Bu yılın
dördüncü çeyreğinde beta versiyona geçiş yapması
beklenen oyun, daha bitmemiş olsa da 30 dolar gibi
bir fiyattan oyunseverleri çekmeyi başarıyor.
2015’TE ÇIKACAK PS OYUNLARI
n Sony, PlayStation’da 2015 yılında piyasaya sü-
receği tüm oyunların listesini yayınladı. Spordan
aksiyona, dövüşten rol yapma oyunlarına kadar,
birçok farklı tarzda versiyon arasında Dead or
Alive 5 Last Round, Dynasty Warriors 8 Empires,
Resident Evil Revelations 2 Episode 1, Final Fantasy Type 0 HD, Bladestorm: Nightmare, Battlefield Hardline, Borderlands: The Handsome
Collection, LEGO Ninjago: Shadow of Ronin, Mortal Kombat X Warner Bros., Batman: Arkham Knight gibi oyunlar dikkat çekiyor.
KIZGIN KUŞ, ŞEKER İŞİNE GİRDİ
n Candy Crush oyunu hâlâ çılgınca oynanırken, diğer oyun geliştiriciler de aynı
tarz oyunlar yapmaya başladılar. Angry
Birds’ün yapımcısı Rovio, Jolly Jam isimli çalışmasıyla Candy Crush benzeri oyun
rüzgârına katıldı. Bu tarzda oyunlarda olduğu gibi sevimli renkli karakterleri belirli
bir düzende eşleştirerek bölümleri geçmeye çalışıyorsunuz. iOS ve Android’ten ücretsiz olarak oynayabileceğiniz bu oyunda
ayrıca, bölüm sonlarında canavarlarla karşı karşıya gelerek onları yeniyorsunuz.
İSTASYON
53
ÇOCUK
İLK
BİSİKLETLERİN
PEDALLARI
YOKTU.
Garip
AMA
,
Gercek
AŞAĞIDAKİ BİLGİLER
SENİ ŞAŞIRTACAK
KTE
BİR ŞİMŞE
YAKLAŞIK
.0KM0E0Ğİ
10İ0
ME
KİRPİ DİKENLERİ
KÜRDAN
olarak kullanılırdı.
Halat çekme
oyunu eskiden
bir olimpiyat
sporuydu.
A
BEN BUN LA
ALAR
KAHKAH M.
GÜLERİ
DİL
Bazı
fareler
gıdıklandıkları
zaman
r. Jüpi
u
d
büyük bi
az
inanılm
r
e
t
GÜLER.
az topu
rg
Salyangozlar
kendi mukuslarıyla
ürettikleri baloncuk
şeklindeki sal sayesinde
suda süzülebilir.
54
İSTASYON
Bambudan
çorap
yapılabilir.
Dünyanın
Bir hücre
en pahalı
hasar gördüğünde
ya da enfeksiyon
kaptığında
oyuncak ayısı
2,1
milyon lira
değerindedir.
intihar eder.
ATLARIN 64,
EŞEKLERİN 62,
KATIRLARIN 63
bir zamanlar
AYA
KIZARTM ADAR
K
YETECEKULUNUR.
ENERJİ B
SES TELLERİ
OLMAYAN
ZÜRAFALAR DA
SES ÇIKARIR.
ANCAK BU SESLER
İNSAN KULAĞI
TARAFINDAN
DUYULAMAZ.
KARPUZUN
YÜZDE
’Sİ
92
Bu bilgileri bir de iPad’de oku.
SUDUR.
Japonya’nın başkenti
KROMOZOMU Tokyo’da
nüfusundan
Kanada
VARDIR.
daha fazla
insan yaşıyor.
retilileenn
’teennöönncceeüüret erler
11996644’t
on
siyon
frizbiler kolekantika
n
PANAMA’DA
ınddaan a
ttaarraaffın
ir.. GÜNEY
kkaabbuulleeddililir
AVUSTRA
GÖVDESİ
KARE
ŞEKLİNDE
LYA‘DAKİ
KOALALARIN
KÜÇÜK
BİR
ALTIN
TOPAĞI
BİR
TENİS
KORTU
BÜYÜKLÜĞÜNDE
OLANA
KADAR
AĞAÇ
KÜRKLERİ
KUZEYDEKİLERE ORANLA DAHA KALINDIR.
YETİŞTİRİLİR.
BAZI
ISTAKOZLARIN
RENGİ
MENEVİŞ
MAVİSİ
OLABİLİR.
DÜZLEŞTİRİLEBİLİR.
Bu konu NATIONAL GEOGRAPHIC KIDS Türkiye dergisinden alınmıştır, NG KIDS abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59
İSTASYON
55
KÜLTÜR
SANAT
Yaptıklarıyla
ilham veriyor
MASALLAR HIÇ DE MASUM DEĞIL
Harvard Üniversitesi Alman Folkloru ve Mitolojisi Profesörü Maria Tatar’ın yaptığı
araştırma, çocuklara anlatılan masalların dikkatle seçilmesi gerektiğini bir kez daha
hatırlatacak nitelikte.
n Jacob ve Wilhelm Grimm kardeşler, 200 yılı aşkın süredir
dünya üzerindeki milyonlarca çocuğun dinlediği masalların
yaratıcıları. İsimleri belki birçok kişi için hiçbir şey ifade
etmeyebilir, ancak onların kaleminden çıkan “Kırmızı
Başlıklı Kız”, “Külkedisi”,
“Hansel ve Gretel”,
“Rapunzel” veya “Pamuk
Prenses”i hemen herkes bilir.
Almanya’nın Kassel kentinde
yaşayan Grimm kardeşler,
zaman içinde popülaritesi
yitirmiş olanların da aralarında
bulunduğu 150’den fazla
masal yazdılar. Peki, size
her birimizin hayatında öyle
ya da böyle yer edinen bu
masalların hiç de çocuklara
göre olmadığına dair
savların olduğunu söylesek,
ne dersiniz? BBC muhabiri
Stephen Evans’ın bir süre
önce yayınlanan haberi, işte
tam da bu noktada dikkate
değer. Evans, Harvard Üniversitesi’nden Alman Folkloru ve
Mitolojisi Profesörü Maria Tatar’ın görüşlerine dayandırdığı
haberinde, Grimm kardeşlerinin yazdığı masalların
aslında şiddet, cinayet, yamyamlık başta olmak üzere
birçok olumsuz unsuru barındırdığını, dolayısıyla bunların
çocuklar için uygun kabul edilebilecek konular olmadığını
belirtiyor. Prof. Maria Tatar, bu masalların neden
uygunsuz olduğunu şu sözlerle anlatıyor: “Örneğin Pamuk
Prenses’te üvey anne küçük kızın akciğerini ve karaciğerini
istiyor. Kız daha yedi yaşında ve avcı tarafından ormana
götürülüyor. Oldukça korkutucu. Daha sonraysa kötü üvey
anneye kızgın demir ayakkabılar giydiriliyor. Kül Kedisi
Sindirella’da ise üvey kız
kardeşlerin topukları ve ayak
parmakları kesiliyor.”
Tatar’a göre masalların
doğru ve yanlışa dair nitelikler
barındırması, her birinde
çıkarılacak derslerin olması
da durumu değiştirmiyor.
Dinleyene gergin anlar
yaşatan kanlı senaryoların
masalları cezbedici kıldığını
belirten Prof. Tatar; “Hayal
edebileceğimiz en kötü şey
başımıza gelse ne olurdu
türünden bir senaryo
yaratılıyor; ama bunu
‘bir zamanlar’ ifadesiyle
bizden uzak bir zamana
götürerek bize güven de
veriliyor.” Profesörün saptamalarını abartılı bulanlar
için hatırlatmada fayda var. Geçtiğimiz yıllarda yapılan
bazı araştırmalar, bu kanlı ve şiddet içeren masalların
minikler tarafından sevilmesine karşılık ebeveynlerin çok
da hoşlanmadığını ortaya koydu. Bazı aileler, çocuklarının
Kırmızı Başlıklı Kız’ın başına gelenler nedeniyle ağladığını,
bazılarıysa Sindirella’nın bütün gün ev işi yapmasının
çocukları için hiç de iyi bir örnek olmadığını belirtiyorlar.
Eurovision’un
konuğu Avustralya
n Her ne kadar son birkaç yıldır
Türkiye’nin katılmadığı bir platform olsa
da Eurovision Şarkı Yarışması heyecanı
devam ediyor. Özellikle de Avrupa
Kıtası’nda. Adından da anlaşılacağı üzere
bu daha ziyade Avrupa ülkelerini içine
alan bir yarışma ve Avrupa Yayın Birliği
tarafından düzenleniyor. Müziğin yanı
sıra politik tartışmalara da neden olan
yarışmada bu yıl bir ilke imza atılması
planlanıyor. Çünkü Avrupa Yayın Birliği,
organizasyonun 60’ıncı yılı olması
nedeniyle Okyanus ötesinden bir ülkeyi,
Avustralya’yı bir seferliğine yarışmaya
davet etti. Avustralya da bu teklife sıcak
bakmış olacak ki 23 Mayıs’ta Viyana’da
yapılacak finale doğrudan katılacak.
Her ne kadar ilk kez bizzat yarışmacı
olarak yer alsalar da Avustralyalılar bu
yarışmanın yabancısı değil. Zira yarışma
30 yılı aşkın süredir Avustralya’nın SBS
kanalında yayınlanıyordu. Bir de geçmiş
yıllarda, aralarında Olivia Newton John’un
da olduğu Avustralyalı şarkıcılardan
birkaçı bu yarışmada başka ülkeler adına
sahne almıştı.
n Bizler engelleri ortadan kaldırmak,
hayatı herkes için daha kolay ve eşit
hale getirmek için düşüne duralım,
Jamie Brewer adındaki genç bir
Amerikalı kadın, bu konuda tüm
dünyaya ilham veriyor. Jamie Brewer’ı
özel kılan, Down sendromlu olduğu
halde, aralarında Türkiye’nin de
bulunduğu birçok ülkede yayınlanan ve
milyonlarca hayranı bulunan ödüllü dizi
American Horror Story’de rol alması.
American Horror Story’nin yanı sıra
Southland adlı dizide de boy gösteren
Brewer, engelleri aşmada sınır
tanımıyor dersek, abartmış olmayız.
Zira 30’lu yaşlarının başlarında olan
Brewer, Şubat ayının ortalarında
Amerika’da düzenlenen, sektörün en
önemli etkinliklerinden biri addedilen
“New York Fashion Week / New York
Moda Haftası”nda podyuma çıktı ve
Günümüz Türk Sineması’nın kendine has bir dili ve anlatımı bulunan ender
yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz, 34. İstanbul Film Festivali’nin Altın Lale Ulusal
Yarışması’nda jüri başkanlığı yapıyor.
Bu sergide çok şey var!
n Eleştirel ve dışavurumcu üslubuyla yarım yüzyılı
aşkın süredir sanat sahnesinde önemli bir yer edinen
Mehmet Güleryüz, sanatseverlerle bu kez de İstanbul
Modern çatısı altında buluşuyor. “Ressam ve Resim:
Mehmet Güleryüz Retrospektifi” adlı bu sergi, sanatçının
1960’lardan 2010’lu yıllara uzanan kariyerinin bir
dökümü niteliğinde. Sanatının merkezine insanı ve onu
çevreleyen sosyo-politik koşulları oturtan Güleryüz,
sosyo-kültürel ve politik dönüşümlerin insan üzerindeki
etkilerini hayli etkileyici, ironik ve eleştirel bir dille
eserlerine yansıtmasıyla biliniyor. 28 Haziran’a kadar
açık kalacak sergi, sanatçının 1960’lardan itibaren
desen, resim, heykel, gravür, porselen üzeri boyama,
performans gibi alanlarda gerçekleştirdiği üretimleri
56
İSTASYON
bir araya getiriyor. Kronolojik bir akışla sunulan sergi,
kendisinin kaleme aldığı metinlerle zenginleştiriliyor.
Ressam ve resim arasındaki tutkulu ve derin bağı
görünür kılan 150’ye yakın yapıt ve multimedya
sunumlarıyla canlandırılan 300 civarındaki desenden
oluşan sergide, sanatçının tüm dönemlerini, içinden
geçtiği koşulları ve hakkında yazılanları bir araya getiren
zengin bir biyografi da bulunuyor.
BU KEZ O SEÇECEK
böylece “podyuma çıkan ilk Down
sendromlu manken” olma unvanına
da sahip oldu. Bugüne kadar, zihinsel
engellilerin hakları için çeşitli
çalışmalara katılan Brewer, New York
Fashion Week’teki kısa yürüyüşünü
de, sosyal sorumluluk çerçevesinde
düzenlenen bir kampanya dâhilinde
gerçekleştirdi. Önce dizilerde, ardından
da podyumda adından söz ettiren Jamie
Brewer’ı görenlerin “O yapabildiyse,
ben de yaparım” demesi, diğer bir
ifadeyle genç kadını bir rol model
olarak alması işten bile değil.
n Bu yıl 4-19 Nisan tarihlerinde düzenlenen 34.
İstanbul Film Festivali, binlerce sinemaseverin kalbini
bir kez daha kazanmakta zorlanmadı. Beyazperdenin
müptelaları, iki haftalık zaman dilimine yayılan
Festival’de, gitmeyi planladıkları filmlerin listesini
günler önceden yaptı. Organizasyonun düzenleyicisi
İstanbul Kültür
Sanat Vakfı (İKSV),
Altın Lale Ulusal
Yarışması’nda jüri
üyeliği yapmak
üzere her yıl
birbirinden ünlü
isimlere yer veriyor.
Bu seneki yarışmada
jüri başkanlığını
Zeki Demirkubuz
üstlendi. 1986
yılında Zeki Ökten’in
asistanlığını
yaparak sinemaya
atılan ve 1994 yılında C Blok’u çekene kadar birçok
yönetmenle çalışan Demirkubuz, günümüz Türk
Sineması’nda kendine has bir dil ve anlatım oluşturan
sayılı yönetmenlerimizden. Venedik Film Festivali’nde
gösterilen ikinci filmi Masumiyet’le (1997) uluslararası
alanda adını duyuran yönetmen, Üçüncü Sayfa (1999),
Yazgı (2001), İtiraf (2001), Bekleme Odası (2003),
Kıskanmak (2009) ve Yeraltı (2012) filmleriyle sinema
dünyasında beğene ve takdir kazandı. Demirkubuz,
son filmi Yeraltı ile 31. İstanbul Film Festivali’nde
En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kurgu
ve Radikal Halk
Ödülleri’ni almıştı.
Zeki Demirkubuz
başkanlığındaki Altın
Lale Ulusal Yarışma
Jürisi festivalde En İyi
Film, En İyi Yönetmen,
Jüri Özel Ödülü, En İyi
Kadın Oyuncu, En İyi
Erkek Oyuncu, En İyi
Senaryo, En İyi Görüntü
Yönetmeni, En İyi
Kurgu ve En İyi Müzik
olmak üzere toplam
dokuz dalda ödül
verecek. Altın Lale’yi kimin kazanacağı henüz belli
değil, ama benzer yarışmalarda yaşanan kimi olaylar
ve kazananlarla ilgili yapılan spekülasyonlar dikkate
alındığında, Demirkubuz başkanlığındaki jürinin ödülü
gerçekten hak edene vereceğine şüphe yok!
İSTASYON
57
TÜVTÜRK
RAKAMLARLA 2014:
BIR YIL BÖYLE GEÇTI!
TÜVTÜRK, 2014 yılına ait araç muayene istatistiklerini kamuoyuyla
paylaştı. 2013 yılında muayenesiz araç sayısı 5 milyon 134 binken, 2014
yılında bu sayı 4 milyon 29 bin oldu. 2013 yılı sonunda trafikteki araçların
yüzde 29’unun geçerli bir araç muayenesinin bulunmadığı tespit edilmişti, bu
oran 2014’te yüzde 21’e geriledi. Motosiklet dışındaki tüm araç gruplarında, muayeneye gelen araçlarda iyileşme görüldü. Söz konusu iyileşmede ilgili makamlarca yapılan düzenlemeler de etkili oldu. Geçen yıl yürürlüğe giren düzenlemelerden
ilki, muayenesi olmayan araçların ikinci el satışının yapılamamasına yönelikti. İkinci
düzenlemedeyse, muayene gecikme cezası bulunanların, araçlarını 30 Haziran’a kadar muayene ettirdikleri takdirde, ceza bedelinin aylık yüzde 5 yerine enflasyon oranında ödeme fırsatı ve 31 Aralık 2014’e kadar Motorlu Taşıtlar Vergisi borçlarının
da yeniden yapılandırılmasıydı. Düzenlemelerle birlikte 12 Eylül’den 31 Aralık’a kadar, 1,2 milyon araç sahibinin, gecikme indiriminden faydalandığını söyleyen TÜVTÜRK Genel Müdürü Kemal Ören, “2014 yılının son 3,5 ayında, araç muayene hizmeti verdiğimiz yedi yıl içinde hiç muayeneye gelmemiş 350 bin aracın muayenesi
gerçekleştirildi” dedi. TÜVTÜRK istatistiklerine göre, gecikme bedelinin yeniden yapılandırmasından en fazla binek otomobiller ve traktörler faydalandı. 2014’ün son
3,5 ayında 351 bin traktör muayene edildi. Muayeneye gelen traktörlerin sayısı, bir
önceki yıla göre üç kat artarken, muayenesiz traktörlerin oranı yüzde 44’e ve binek
otomobillerin oranı ise yüzde 8’e geriledi. 2014 sonu itibarıyla trafiğe kayıtlı motosikletlerden yüzde 61’nin yani yaklaşık 1,7 milyonunun geçerli bir muayenesi
yokken, bu rakam traktörlerde yüzde 44’e, kamyonlarda yüzde 29’a, kamyonetler ve otobüslerde yüzde 16’ya ulaşıyor. TÜVTÜRK’ün 2014 istatistiklerine göre, araç muayenesine gelen 7 milyon 897 bin aracın
2 milyon 733 bini, yani yüzde 34,6’sı emniyetsiz ve ağır kusurlu olması nedeniyle muayeneden kaldı. Bu araçların yüzde
98,3’ü yani 2 milyon 600 bini kusurlarını gidererek muayeneden geçebildi.
Muayeneden en çok kalma nedenleri fren sistemleri olurken, bunu sırasıyla aydınlatma ve hareketli aksamlardaki sorunlar takip etti.
Yeni kanallar, yeni istasyonlar
TÜVTÜRK tıpkı geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi, 2015 yılının ilk aylarında da yeni kanal ve istasyon açmaya devam ederken, geniş kesimlere daha iyi hizmet verebilmek amacıyla yüzde
100 randevulu sistemle faaliyet gösterdiği illerin sayısını da artırdı. Bugüne kadar Kayseri’de
iki istasyonuyla hizmet veren TÜVTÜRK, 5 Şubat’ta Develi ilçesinde iki kanallı bir istasyonun
açılışını gerçekleştirdi. Araç sahiplerinin muayenenin tüm sürecini izleyebildikleri özel bekleme
salonunun bulunduğu Erciyes İstasyonu’nda, her türlü aracın muayenesi ve egzoz emisyon ölçümü yapılabiliyor. Bugüne kadar Kayseri’de İncesu ve Kocasinan-Güneşli’deki istasyonlarıyla araç muayenesi yapan TÜVTÜRK’ün, söz konusu ilde sadece traktörlere hizmet veren bir de
Gezici İstasyon’u bulunuyor. Erciyes İstasyonu’yla birlikte Türkiye genelindeki istasyon sayısını 199’a yükselten TÜVTÜRK ayrıca; 75 gezici, 30 gezici traktör ve beş motosiklet istasyonuyla
kaliteli hizmet sağlıyor. 2015 yılına hızlı bir giriş yapan ve yeni çalışmalarını hayata geçiren
TÜVTÜRK, Beypazarı ve çevresindeki ilçelerdeki ağır ticari araçların işlemlerini hızlandırabilmek amacıyla, Beypazarı Araç Muayene İstasyonu’ndaki kanal sayısını birden ikiye çıkardı.
58
İSTASYON
Traficaps Yarışması
Ödül Kazandı!
TÜVTÜRK desteğiyle yürütülen Trafikte Sorumluluk
Hareketi’nin sosyal medya ajansı Likeable aracılığıyla, 2014
yılında gerçekleştirilen “TrafiCaps” yarışması, MediaCat Felis Ödülleri’nde Başarı Ödülü’ne layık görüldü. Yarışma kapsamında gerçekleştirilen caps’leri Trafikte Sorumluluk
Hareketi’nin www.facebook.com\trafik.hareketi sayfasında, Albümler kategorisinde,
“Traficaps’ten Kareler” başlığı altında görmek mümkün.
DUBAI’DE MÜKEMMELE YOLCULUK
TÜVTÜRK, bu yıl yedincisini düzenlediği İş Ortakları Toplantısı için Dubai’deydi. “Mükemmele Yolculuk!”
mottosuyla 5-8 Mart tarihlerinde düzenlenen toplantıya TÜVTÜRK İş Ortağı temsilcileri katılım gösterdi. Organizasyon kapsamında 6 Mart’ta düzenlenen oturumda, TÜVTÜRK’ün 2014 yılında gerçekleştirdiği faaliyetler ve 2015 vizyonu çizilirken, iş ortaklarının bu konuyla ilgili görüş ve önerileri alındı. Etkinlik çerçevesinde ayrıca Eski Dubai, Palmiye
Adası, JBR Bölgesi ve dünyanın en yüksek binası olan Burj Khalifa’ya
ziyarette bulunuldu.
Geçtiğimiz aylarda Facebook ve Twitter hesaplarını açarak sosyal medyadaki varlığını pekiştiren TÜVTÜRK, dijitaldeki atılımlarına devam ediyor. Google Lokasyonları ve Google+ faaliyetlerine
başlayan şirket, muayene süreçlerini anlattığı infografik filmleri de tamamlayarak başta Youtube kanalı olmak üzere tüm mecralarda paylaşmaya başladı. Ayrıntılı bilgi almak için www.tuvturk.com.tr adresini
ziyaret edebilirsiniz.
Dijitalde
tam gaz…
Olimpiyatlara
hazır mısınız?
Trafikte Sorumluluk Hareketi çatısı altında, TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları ve Goodyear’ın desteğiyle yürütülen Trafikte Gençlik Hareketi kapsamında, liseli gençler için düzenlenen Trafik Olimpiyatları’nın 2014-2015
öğretim yılı başvuruları başladı. Millî Eğitim Bakanlığı (MEB), Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları ve Goodyear Lastikleri arasında imzalanan işbirliği protokolüyle, Trafikte Sorumluluk Hareketi çatısı altında 2012 yılında hayata geçirilen
Trafikte Gençlik Hareketi, liseli gençlerde trafik güvenliği ve bireysel sorumluluklar konusunda farkındalığı geliştirmeyi amaçlıyor. Belirlenen tarihe kadar
trafik güvenliği konulu bir kampanya düzenleyen öğrenciler, kampanyalarını önce ön değerlendirme jürisine
anlatacaklar. Ülke çapındaki tüm liselilerin katılabileceği yarışmayla, gençlerin trafik güvenliği konusuna duyarlılık göstermesi, belirledikleri konularda başkalarında
farkındalığı geliştirmesi ve bu süreçte yaparak-yaşayarak öğrenmeleri bekleniyor. Yarışma başvuruları 13 Nisan 2015’e kadar alınacak ve finale kalan 10 okul, en
geç 30 Nisan 2015 tarihinde projenin internet sitesi (www.trafiktegenclikhareketi.org/) üzerinden açıklanacak. Finalistler, Mayıs ayı içinde belirlenecek bir tarihte, jüri önünde
sunum yapma şansı bulacak ve kazananlar bu toplantıda belirlenecek.
/TUVTURK
/TUVTURK
+TUVTURK
Tam randevulu
istasyonlar artıyor!
TÜVTÜRK, geçtiğimiz günlerde yüzde 100 randevuyla hizmet
verdiği illerin sayısını artırdı. Bursa’da Orhangazi ve Mustafakemalpaşa, Kocaeli’nde Gölcük, Osmaniye’de Kadirli istasyonlarının yanı sıra Çorum, Yozgat, Yalova, Edirne, Erzincan, Batman
ve Diyarbakır’daki Merkez istasyonlarında yüzde 100 randevulu
sisteme geçildi. Türkiye geneline yayılmış TÜVTÜRK Muayene
İstasyonları’nda araçlarının muayenesini yaptıracakların,
www.tuvturk.com.tr ve 0850 222 88 88 numaralı çağrı merkezinden ücretsiz randevu
almaları mümkün.
İSTASYON
59
TÜVTÜRK
Güvenlik kuvveti
bilgilendirildi
Güvenli bir karayolu
için yarışıyoruz
Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik Hizmetleri Başkanlığı tarafından, TÜVTÜRK’ ün sponsorluğunda düzenlenen Karayolu Trafik Güvenliği Spot Film Yarışması’nın takvimi belli oldu. Trafiğe çıkan herkesin bilinçlendirilmesi ve trafikte
doğru davranışların kazandırılması amacıyla gerçekleştirilen yarışma sonucunda elde edilen materyaller, daha sonraki süreçlerde toplumun bilgilendirilmesi amacıyla kullanılıyor. Bu hedefle 5 Kasım 2014’te başlayan başvurular,
11 Nisan’a kadar devam ediyor. Başvurunun kabulünün
ardından adayların çalışmasını 11 Eylül’e kadar teslim
etmesi gerekiyor. Jürinin, Karayolu Trafik Güvenliği Spot Film Yarışması’na katılan çalışmaları 2129 Eylül tarihlerinde değerlendirmesinin ardından sonuçlar, 30 Eylül’de kamuoyuyla
paylaşılacak.
Bilinçli sürücü,
güvenli toplum
6 bin servis
şoförüne ulaşıldı!
TÜVTÜRK bu kez de
Serik’teydi
TÜVTÜRK, başta traktörler olmak üzere trafiğe çıkan tüm tarım araçlarının şoförlerinin bilgilendirilmesi amacıyla hayata geçirilen Tarım
Araçlarının Güvenli Kullanımı Projesi kapsamında, Samsun, Adana ve Sakarya’nın ardından bu
kez de Antalya’nın Serik ilçesine gitti. 11 Şubat’ta
Serik’te traktör şoförlerine yönelik düzenlenen
etkinliğe TÜVTÜRK adına Turtalya Araç Muayene İstasyonları Teknik Kalite ve İSG Sorumlusu
Şahin Ali Tuna ve Turtalya Araç Muayene İstasyonları Genel Müdürü Hasan Demirtaş katıldı.
TÜVTÜRK’ün Gezici Muayene İstasyonu’nu
da sergilediği etkinlikte, traktör sahiplerine trafik bilgilerinin yanı sıra araç
muayenesinin önemi anlatıldı.
60
İSTASYON
Eskişehir Trafik Polis
Eğitim Müdürü Mehmet Tatlı, Kurumsal İletişim Direktörü Emre Büyükkalfa,
3. Sınıf Emniyet Müdürü Murat Ballı, 4. Sınıf
Emniyet Müdürü Hikmet Güleç, Polis Başmüfettişi Halim Dural,
ile Güvenlik ve Suistimal Önleme Yönetmeni Raşit Bayraktar (soldan sağa).
Eskişehir Trafik Polis Merkezi Eğitim Müdürlüğü’nde,
trafik polislerine yönelik, TÜVTÜRK araç muayene sistemi ve sahte muayeneler hakkında bilgilendirme seminerleri devam etti. Bu kapsamda 17 Şubat’ta, Kurumsal
Gelişim Direktörü Emre Büyükkalfa ve Güvenlik ve Suistimal Önleme Yönetmeni Raşit Bayraktar tarafından düzenlenen seminere yaklaşık 200 emniyet yetkilisi katıldı.
Raşit Bayraktar ayrıca, 11 Mart’ta Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik Daire Başkanlığı ve Eskişehir Trafik Polis
Eğitim Merkezi’nin, Antalya’ya yeni atanan 50 üst
düzey emniyet yöneticisine yönelik eğitime katıldı ve araç muayenesi ve sahte muayeneler
konulu bilgilendirme yaptı.
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı (UDHB), Jandarma Genel Komutanlığı, TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları ve
Michelin tarafından Trafikte Sorumluluk Hareketi kapsamında hayata geçirilen “İyi Dersler Şoför Amca” projesi, 2014 yılında 6 bin taşımalı eğitim
servis şoförüne ulaştı. Taşımalı eğitim sisteminde görevli servis şoförlerinin
trafik güvenliği, ilkyardım ve iletişim konularında eğitilmesinin amaçlandığı proje kapsamında, formatör eğitimleri Kasım (2014) ayında tamamlandı.
Seminerlerde eğitim alan İl Jandarma Komutanlığı ve İl Millî Eğitim Müdürlüğü mensupları, 1-5 Aralık 2014’te, projenin pilot 10 ilindeki 228 eğitimciye
bilgi aktardı. Eğitici eğitiminin ardından, Balıkesir, Edirne, Gaziantep, Isparta,
Karabük, Kars, Malatya, Muğla, Nevşehir ve Trabzon illerindeki toplam 114
ilçede, İlçe Millî Eğitim Müdürlükleri ve İlçe Jandarma Komutanlığı mensubu eğitimciler, kendi ilçelerinde görev yapan
6 bin taşımalı eğitim servis şoförüne trafik güvenliği, ilkyardım ve iletişim konularında iki saatlik eğitim verdi.
Trafik güvenliği konusunda farkındalık yaratmak
ve trafik kazalarının önlenebilmesi için KKTC Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlığı tarafından Trafik Komisyonu koordinatörlüğünde “Bilinçli Sürücü, Güvenli Toplum” sloganıyla, “2015 KKTC Trafik ve Yol
Güvenliği Çalıştayı” gerçekleştirildi. Çalıştayın açılışını Başbakan Özkan Yorgancıoğlu yaptı. TÜVTÜRK Genel Müdür Yardımcısı Aykut Özgülsün, çalıştayda gerçekleştirdiği konuşmasında artık Türkiye’de araç
muayenesinin AB standartlarında gerçekleştirildiğini ve yüksek standartlarda yapılan
araç muayenesinin trafik güvenliğine
katkısını istatistiklerle anlattı.
Sektöre projeksiyon
tutuldu
TÜVTÜRK’ün de destekçileri arasında bulunduğu ve Türkiye’deki Binek, Hafif Ticari ve Ticari araç pazarındaki 2015 yılı ve ilerisi için sektörün gelecek politikaları, yenilikleri, gelişmeleri, beklentileri ve fırsatlarının konuşulduğu 1. Otomotiv ve
Otomotiv Teknolojileri Konferansı, 12 Mart’ta İstanbul’da gerçekleşti. Konuşmacıları arasında sektörün önde gelen akademisyenleri ve yöneticilerinin bulunduğu konferansta, TÜVTÜRK Genel Müdür Yardımcısı Aykut Özgülsün “Türkiye’de Yeni Muayene
Sisteminin Etkileri” başlığıyla bir sunum gerçekleştirdi.
Bisikletle
100’üncü yıl
coşkusu
Işık Üniversitesi’nin öncülüğünde ilki geçen yıl düzenlenen bisiklet
yolculuğunun ikincisi Çanakkale’de kazanılan savaşın 100’üncü yılı
olması nedeniyle bu zafere adandı. TÜVTÜRK’ün de destekçisi olduğu “100. Yılında Çanakkale Zaferi Bisiklet Yolculuğu” etkinliğinde,
30 kişilik ekip İstanbul’un Çekmeköy ilçesinden yola çıktı. Altı gün
süren ve Çanakkale Güzelyalı Şehitlik Abidesi’nde son bulan yolculukta katılımcılar 350 kilometre boyunca pedal çevirdi.
İSTASYON
61
ENGLISH SUMMARY
In the south lies a mosaic of Turkey
Consisting of diverse religious, sectarian and ethnic identities, Hatay offers a complete panorama of
Turkey. Written by: TÜMAY YAZICI
No matter what people write about it, Hatay is
one of those rare cities that is mentioned with
the words “love”, “peace” and “tolerance.” Widely known as Antakya, the name of the central
district, the city has hosted many civilizations
throughout history and managed quite well to
own its guests for centuries. This is a place that
made Kurds, Turks, Arabs, Armenians and also
Muslims, Christians and Jews live together,
next to each other.
Before moving on to the diversity of Antakya, it is good to keep you informed about the
city’s history a little bit. It goes back to the 4200
BC. It is stated that the region was governed by
Egyptians until 17th century BC and then by
Hittites, Assyrians and Persians respectively. It
is also written that the foundations of the present Antakya were laid with the death of Alexander the Great, one of the biggest commanders
in history. Having been the capital of Seleucid
62
İSTASYON
Empire for a long time, Antakya became very
famous during the reign of Roman Empire. It
became the third biggest state after Rome and
Alexandria. Since it held one of the most important rhetoric schools of its time, run by the
famous philosopher Libanius, it hosted students
from all over Roman Empire. The school educated thinkers and historians soon to leave their
marks in the world.
Antakya may have a modern appearance
but you will witness how the city’s culture is
affected by the river called Asi (meaning ‘rebellious’) because it flows from south to north
breaking the routine. There are fairy tales and
legends about Asi and here is one of the stories that is passed down through generations:
“Thousands of years ago, there was the Water of
Life around Samandağ region. The dragon that
was watching the water agreed on giving away
a sip of the water on condition that a young girl
would be sacrificed every year. Then there came
the king’s daughter’s turn. The righteous Khidr
heard about it and started waiting by the water
along with the girl. The dragon came out from
his cave, and Khidr stabbed the dragon in its
heart. In the death agony, the dragon said “stab
me again and I’ll die” but Khidr did not fall into
its trap. While the dragon was getting away in
agony tearing everything apart, it bumped its
head into the Mount Lebanon. Then and there,
the Water of Life found itself a new way and
reached Mediterranean Sea.” This story is accepted as the beginning of everything and it is
thought that the river leaves its mark to the life
in the city…
One of the most important reasons that
Hatay has become so famous is certainly the
houses of worship all around the town. One is
the Church of St Peter located on Antakya-Reyhanlı road and very important for Christians.
Important because history tells us that the first
Christians in Antakya used this cave for their
meetings, that this is the first church after the
main church in Jerusalem, and there the converts were called Christians for the first time in
history.
The church was announced as a pilgrimage
place by Pope Paul IV in 1963 and it is possible to perform ceremonies inside the church by
obtaining a permit from the Office of the Provincial Governor.
If you want to see Hatay through houses
of worship and understand that one can live
without marginalizing through Hatay, we advise you to add the Monastery of St Simeon,
Beşikli Mağara, Dor House, the Tree of Moses and definitely the Titus Tunnel to your list.
The Monastery of St Simeon near Samandağ is
named after a Christian man of the cloth who
is believed to have lived around 521-592 and
to have worked miracles. Just a few columns
are left from the Dor House, which is said to
be built for Zeus the Father of Gods. You can
reach there by following the signs in Kapısuyu
regions. If you want to see Titus, also known
as Vespasianus Tunnel, and then the Beşikli
Mağara, you should take the chance of a climb
of 1.5 kilometer. The tunnel was started to be
built during the reign of the emperor Vespisianus, but it was completed during the 1st
century, the reign of the emperor Titus. Built
to stop the flood that mountain water brought
on and prevent rubble from blocking the port,
the tunnel is an engineering wonder. When
you leave the Titus Tunnel behind and move
forward for ten minutes, you reach the rock
tombs locally known as Beşikli Mağara, built
to bury the notable people of the time. Obvious
from both with its interior and entrance, Beşikli
Mağara was able to protect itself from nature
and people. Another place that those who want
to explore the values in Samandağ stop by is the
HERE WHISPERS A TOWN,
ANTAKYA THAT BEING THE
SALT OF THE WORLD IS WORTH
EVERYTHING AND BEING A
HUMAN MEANS RESPECTING
AND OWNING THE OTHER’S
CULTURE, AS WELL…
Tree of Moses. Of course, there are stories about
it, too. Rumor has it that Moses and Khidr meet
up at the village Hıdırbey. While Moses is bending over to drink water from the fountain, he
sticks his wand into the soil and leaves it there.
After a while, the wand starts to sprout and becomes a plane tree.
If you get tired visiting the houses of worship
and want to take a short break, you can take a
rest in one of the restaurants at city center. As
you know, Hatay is legendarily famous for its
cuisine and has restaurants that serve delicious
food. Main course can include stuffed sheep
sausages, humus, kaytaz böreği (small pizza-like
pastries), yoghurt dish, zahter (a blend of powdered thyme) salad, and ground meat and bulghur burger. Pumpkin cake and kunafeh can be
the deserts. If you want to take some of the regional tastes back home, we advise you to spare
place in your luggage to walnut marmalade,
olive oil and of course, pomegranate molasses.
You can be sure that the market products are
not real after you taste the pomegranate molasses produced here.
When in Hatay, you must definitely visit
Hatay Archeology Museum, the second biggest
archeology museum after the one in Tunisia. It
has an extensive collection of Neo-Assyrian,
Hittite, Hellenic, Roman and Byzantium Era
from the neolithic, chalcolithic and bronze age
periods. In the museum, the “evil eye” mosaic
that people put in front of their house entrances
to protect themselves from evil and bad spells,
and the “Yakto” mosaic that tells about the daily life in the 5th century A.C. will impress you.
Some other things you will be impressed by
are the marble portrait of the emperor Lucius
Verus, and jewelry and ornaments that prove
women have always been women…
Antakya is a town that is shown as a model
for the willpower to coexist with diverse values
rather than to marginalize and separate. The
routine-breaker flow of Asi is tattooed to the
spirit of the towners. And that spirit makes up
the heart of a peaceful, brotherly life.
İSTASYON
63
ENGLISH SUMMARY
Life forces you to discover sincerity!
Interview by: MURAT PAK
Ms. Uçer, you studied chemistry even though you wanted to
become an actress when you were a child. What has that ‘scientific mindset’ earned you? Why did you choose chemistry?
I guess scientific mindset makes you think more systematically.
I have had always had that kind of a mindset. Physics, chemistry and math were the courses I understood better during secondary school. However, I wanted to become an actress during
those years. I was in pursuit of entering the acting school. Even
though I was so decisive, it took me a while to get started with
all that.
However, your love of theatre did not
end during university, I suppose…
I was into theatre when I was studying
at Boğaziçi University. After graduation, I became a scholarship student of
Işıl Kasapoğlu at Akademi Istanbul. I
also acted at Levent Kırca Theatre but
this fact is not known much. I was saving money at the same time to go to the
USA… And I did.
What was the reason that you wanted
to go to the USA?
This occupation is much better-developed there; acting as an occupation
is very detailed in the USA. There are
many acting methods. I wanted to learn
and experience them. I got my masters
degree at Roosevelt University in Chicago. Then I became an intern actress
at Ensemble Theatre in New York. Everybody was drawing up their own project so I wrote a comedy. It was staged
by Ensemble Theatre with the name
“American Dream.”
Are the different ones ostracized by the
system in Turkey?
Of course there are some inconveniences. However, things are
gradually changing and those hardships are being overcome.
Cause great minds think alike… Everybody sees now that more
dynamic expressions which catch the zeitgeist and reality of
the world are much more valuable. Otherwise, the problem of
not being understood arises. So, life forces you to discover that
truth and sincerity.
What kind of disadvantages does limiting an actor/actress to
certain roles have?
I have always tried to play a role that is different than the previous one. What you call acting is a transformation anyway. You
become Ayşe or Fatma starting off from yourself. I am in love
64
İSTASYON
with that transformation I have just told you about. I like that
the character I play surprises me with the reactions she gives
to what happens around her.
We have often seen you in independent films, as well. Which
one is your favorite?
“Ara” directed by Ümit Ünal is a special one for me. It enshrines me in my heart. The film’s characters’ being stuck in
between two cultures, and my having come back from the
USA and had trouble in adapting
here coincided with each other. I
Selen Uçer: “I think the
believe that their roles mature the
way that women are
actors/actresses. My role in “Ara”
used in comedies is
also taught me a lot.
problematic. However,
this is also changing.
In the big picture, yes,
You play a part both in the plays
men’s comedy has
“Kurusıkı” and “Poz.”
teeth but on the other
I am in a lucky phase. The other
hand, women’s comedy
day, a friend of mine came to the
appears, too.”
backstage of the BKM play “Kurusıkı”. He had seen “Poz”, too.
He said “You are both here and
there; you are confused.” I’m not
confused at all. I’m in this comedy
play “Kurusıkı” which offers people a good entertainment, and I
also take part in “Poz” which we
can call alternative theatre, which
fits my opinions and has its own
message.
When will your flirt with comedy hit
the peak?
I say I took part in Levent Kırca
Theatre, so I had an interest in
comedy. Actually my inner circle
has already known that I’m fond of
comedy. Now it is more visible. Also,
since I played very different roles in cinema and not limited
myself to certain roles, people are surprised that I did not take
part in comedy films, of course. However, I had won the Best
Supporting Actress in Comedy with my role in “Cam” at the
Afife Theatre Awards.
I hope that film-makers will discover the comedy streak in
you…
What can I say; I guess something would happen one day.
Some taboos in Turkey are being broken gradually. It’s nice
to make people laugh. I think the way that women are used
in comedies is problematic. However, this is also changing. In
the big picture, yes, men’s comedy has teeth but on the other
hand, women’s comedy appears, too. We should also see that.
Happiness is
not far away!
Dale Carnegie, the American writer, lecturer and the developer of interpersonal skills and famous courses in self-improvement is a communication professional that attaches
importance to people’s reaching happiness. He states that
there are various ways to be happy and the
leading one is discovering yourself. He says
“You are a brand new being in this world.
Make use of what nature gives you. Your
art reflects you. You sing as you are. If you
want to develop a mindset that will make you
peaceful and free, don’t forget this: Don’t imitate others. Discover yourself and be yourself.”
Carnegie emphasizes that the second step
to happiness is being able to stop fatigue and
worrying; and for this, you should build better work habits. Assigning positive work habits
into 4 categories, the writer attaches priority to
clearing desk of all papers except those relating
to the immediate problem at hand. The second
thing on the list is doing things
in the order of their importance;
the third one is solving a problem
right then and there if you have
the facts necessary to make a decision. The last one is learning
to organize, deputize and
supervise. For the third
step to be happy and
productive, the writer
recommends us to find
what really causes our
fatigue and find the
ways to get rid of
it. He states that
one of the best
methods of resting is unwinding.
No doubt that
one way to feel happy is
being rid of worries. Carnegie thinks that our fatigue is
mostly caused by worry, and
boredom exhausts people more
than a tough activity like climbing a mountain. He says “Most
of our fatigue derives from a
feeling of futility, worry and
disappointment. You can make every job more enjoyable
thinking about what is right.” The writer advises being
grateful for what we have as the fifth way to be happy. He
tells people who want to avoid being criticized unjustly “Do
the very best you can. Then put up your old umbrella and
keep the rain of criticism from running down the back of
your neck.”
These are some of the initiatives that one can take to be
happy. One of the most important elements of being happy,
on the other hand, is a good communication with others.
The writer thinks that understanding the other is the number one element in relationship management to be happy.
He argues that sympathy, tolerance and kindness are much
more useful than criticizing, condemning and complaining.
“If you want to make people like you and make real friends,
keep in mind: Make them feel important and do it with
sincerity.”
Often referring and quoting writers
and philosophers in his books, Carnegie
sets an important place to Socrates and
his method: “When you are tempted to tell
someone that he or she is wrong, remember Socrates and ask gentle questions that
will get “Yes! Yes!” response. The reason
why rivers and seas receive the homage of a
hundred mountain streams is that they keep
below them. Thus they are able to reign over
all the mountain streams. Let the other person feel that the idea is his or hers.”
İSTASYON
65
ENGLISH SUMMARY
TÜVTÜRK news
cent of trucks and 16 per cent of vans and buses were not
inspected. According to the 2014 TÜVTÜRK statistics, out
of 7 million 897 thousand vehicles, 2 million 733 thousand
(which means 34.6 per cent) could not pass the inspection.
98.3 per cent of those vehicles (which means 2 million 600
thousand) ironed out the bugs and could pass the inspection
afterwards. The most common reason for failing the
inspection was brake systems; then problems in lighting and
moving parts came successively.
CONSCIOUS DRIVER,
SAFE SOCIETY
2014 IN NUMBERS: ANOTHER
YEAR HAS PASSED THIS WAY!
n TÜVTÜRK announced the vehicle inspection statistics
of 2014 to the public. While the number of uninspected
vehicles in 2013 was 5 million and 134 thousand, it was 4
million and 29 thousand in 2014. It had been confirmed
at the end of 2013 that 29 per cent of the vehicles on traffic
were not inspected; but that ratio has dropped to 21 per cent
in 2014. In all vehicle groups but motorcycles, the inspected
vehicles showed improvement. The regulations adopted by
related authorities had a role in that improvement. One of
the regulations adopted last year was not allowing the sale
of uninspected second-hand vehicles. The second regulation
was an offer of a discount in the amount of delay fee for
vehicle inspections. Rather than a monthly fine of 5 per cent,
they were offered a fine according to the inflation rate. Motor
Vehicle Tax debts were also restructured until 31 December
2014. Stating that 1.2 million vehicle owners benefited from
the discount from September 12th until December 31st,
TÜVTÜRK CEO Kemal Ören said “In the last 3.5 months of
2014, 350 thousand vehicles that had never been inspected
for the last 7 years were inspected by us.” According to the
TÜVTÜRK statistics, automobiles and tractors are the
vehicles that benefited from the restructuring of delay fee the
most. In the last 3.5 months of 2014, 351 thousand tractors
were inspected. While the number of inspected tractors
tripled compared to the
previous year, the number
of uninspected tractors
decreased to 44 per cent,
and private cars to 8 per
cent. By the end of 2014,
61 per cent of the registered
motorcycles (which means
nearly 1.7 million), 44 per
cent of tractors, 29 per
66
İSTASYON
n To raise awareness in and prevent traffic accidents,
“2015 TRNC Traffic and Road Safety Workshop” was held
by Turkish Republic of
Northern Cyprus Ministry
of Public Works and
Transportation with the
slogan “Conscious Driver,
Safe Society” under the
coordinatorship of Traffic
Commission. The Prime
Minister Özkan Yorgancıoğlu
inaugurated the workshop.
TÜVTÜRK COO Aykut
Özgülsün stated that vehicle
inspection in Turkey was done in EU standards in his
speech during the workshop.
ROAD TO EXCELLENCE
IN DUBAI
n TÜVTÜRK was in Dubai for its 7th Business Associates
Meeting. TÜVTÜRK Business Associates representatives
attended the meeting held with the motto “Road to
Excellence” from March 5th until the 8th. In the session
held on March 6th, the business activities that TÜVTÜRK
was engaged in in 2014 and its 2015 vision were explained
before the business associates’ stated their opinions and
suggestion. In addition, Old Dubai, JBR Region, and the
highest building of the world Burj Khalifa were visited
within the frame of the organization.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ İÇİN...
ÖĞRETMENLERİMİZ İÇİN...
Çocuklarımızı yetiştiren, onları geleceğe hazırlayan
öğretmenlerimizin kişisel ve mesleki gelişimlerini
desteklemek için...
...Varız.
Siz de var mısınız?
www.orav.org.tr
Bağış yapmak ve vakfımız ile ilgili bilgi edinmek
için web sitemizi ziyaret edebilirsiniz.
ogretmenakademisivakfi
orav2008

Benzer belgeler

Sayı 9 - TüvTürk

Sayı 9 - TüvTürk mevzubahis olan insan hayatı ve her bir hayat son derece değerli. Bahara ve hayata değer katmak için muayenesiz tüm araçları TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonlarımıza bekliyoruz.

Detaylı