Kontrast

Transkript

Kontrast
AFSAD’ın ücretsiz yayınıdır.
Kontrast
Fotoğraf Dergisi Sayı 19/ Eylül-Ekim 2010
4 Zamansız Fotoğraflar • 5 Usta İşi • 6 Yorum Şule Tüzül/Kitaplık Özlem Eser • 7 İMece İlker Maga • 8 Konuk Yazar
Gültekin Çizgen • 9 f/64 Özcan Yurdalan • 10 Söyleşi Melih Akoğul • 15 İnce Elek Altan Bal • 16 Dosya Konusu Fotoğrafta
Erkek Egemenliği • 24 Söyleşi Orhan Cem Çetin • 28 Fotoğrafta Kurgu Cengiz Oğuz Gümrükçü • 29 Bu Fotoğraf Nasıl
Çekildi? Reha Bilir • 30 Fotoğrafta Farklı Uygulamalar Özlem Eser/Yurtdışı Haberler Özlem Dağ
ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır.
Kontrast
Başlarken...
Merhaba,
Sıcaklardan makineleri taşımak şöyle
dursun, çıkarmaya bile zorlandığımız
günleri geride bırakıp da ılıman ve
hatta görece sıcak denilebilecek bir
sonbahara adım atmış bulunuyoruz.
Doğanın dönüşüme girdiği şu günlerde, makinelerimizin deklanşörlerine
hak ettikleri kadar çok basılacaktır
diye düşünmeden edemiyorum. Bu
güzel günlerde sizlere eşlik edecek,
molalama anlarında en yakın dostunuz olacağına inandığımız iddialı bir
sayı ile karşınızdayız. Bu sayı kadar
sayfalarımızdan taştığımıza da tanık
olmamıştık desem yeridir. Katkıda
bulunan ve bizleri destekleyen herkese can-ı gönülden bir teşekkürü de
baştan sunmak isterim.
Bu sayımızda, bazılarımızın yüzünü
gülümsetip “Oh be sonunda birileri
değinmiş!” dedirtecek, kimilerini az
biraz huzursuz edecek bir dosya konusuyla sizlerle birlikteyiz: “Fotoğrafta Erkek Egemenliği”. Erkek egemen
toplumsal yapının bazen hiç farkında olmadığımız, bazen de sonuna
kadar hissettiğimiz etkilerini sevgili
arkadaşımız Şule Tüzül’ün “fotoğraf”
üzerinden incelemesi ile bambaşka
bir pencereden değerlendirme fırsatı
bulacaksınız.
Dosya konumuz kadar, iki değerli
üstadı ağırladığımız söyleşi sayfalarımızdan da son derece keyif alacağınıza inanıyorum. Merih Akoğul,
söyleşi konuklarımızdan birisi olarak,
özellikle Türk fotoğraf dünyasını kışkırtacak söylemleriyle silkelenmemiz
gerektiğini hatırlatıyor ve açıksözlüğü ile hepimizi hayrete düşürüyor.
Orhan Cem Çetin ise bugün fotoğraf
dünyasında tartışılan ne kadar öncelikli konu varsa hepsine kendi özgün
bakış açısıyla, farklı bir dille açılım
getiriyor. Hem öğretici hem aydınlatıcı bu iki röportajı da sindire sindire
ve defalarca okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.
Bu sayımızda, sürekli köşe yazarlarımızın dışında bir değerli isim daha
bizlere eşlik ediyor: Gültekin Çizgen.
Gültekin Hoca’mız, dergimizin takipçilerinden birisi olarak ve her satırı
hak ettiğince inceleyip değerlendirerek, bizlere büyük bir onur veriyor;
buradan öncelikle bunun için kendisine teşekkür etmek isterim. MartNisan 2010 sayımızda Sevgili İlker
Maga’nın köşesi İmece’de değinmiş
olduğu popülerlik konusu üzerine
kafa yoran ve düşüncelerini kaleme
alan Gültekin Çizgen’in bu çok değerli yorumlarını da bu sayımızda
okuyabilirsiniz. Diğer köşe yazarlarımız Özcan Yurdalan, Altan Bal ve İlker
Maga da her sayıda olduğu gibi bu
sayıda da birbirinden önemli ve değerli konuları, kendi bakış açılarıyla
inceliyorlar.
Fotoğraf Dalları bölümümüzde ise
kurgu fotoğrafı üzerine AFSAD’lı hocalarımızdan Cengiz Oğuz Gümrükçü’nün bilgi birikiminden sunduklarını
keyifle okuyacağınıza inanıyoruz. Bakış Egzersizi bölümünün bu sayıdaki
yazarı ve fotoğrafçısı ise son dönemlerde adını pek çok başarıyla sıklıkla
duyuran, Konya’dan bir isim: Reha
Bilir. Bakaç bölümünde ise belgesel
dalındaki fotoğraflarıyla adını hafızalarımıza kazımış olan Mersinli fotoğrafçı dostumuz Tahir Özgür, Sarıkeçililer çalışmasında bir örnekle bizlerle
birlikte.
AFSAD’ın içinden açılan bir pencere
olan ama tüm Türkiye fotoğraf camiasına açık olma niteliğinden ödün
vermeyen dergimiz Kontrast’ın bu
sayısını da sizlerin beğenisine sunarken, tüm eleştiri ve yorumlarınız için
[email protected] olan e-posta
adresimizi hatırlatmak isteriz.
Işık dolu bir sonbahar dileğiyle…
Ceyda Taşdelen
Yayın Yönetmeni
AFSAD
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği
Adına Sahibi
Gökhan BULUT
Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür)
Ceyda TAŞDELEN
Yayın Yönetmeni Yardımcısı
Şule TÜZÜL
Grafik Tasarım
Levent ÇAĞIN
Özlem DAĞ
Editörler
Şirin AYDIN
Kamuran FEYZİOĞLU
Editör Yardımcıları
Elçin POLAT
Özlem ESER
Özlem DAĞ
Reklam ve Abone Sorumlusu
Ufuk DURUMAN
Yayın Kurulu
Ceyda Taşdelen, Şule Tüzül, Şirin Aydın
Kamuran Feyzioğlu, Ufuk Duruman
Yönetim Yeri (Dergi İletişim)
AFSAD – Büklüm Sok. No: 22/11
Kavaklıdere – Ankara
Tel: 0312 4172115
Faks: 0312 4172116
GSM: 0533 7388208
www.kontrastdergi.com
www.afsad.org.tr
[email protected]
İki ayda bir yayımlanır.
Baskı: Mattek Matbaacılık Basım Yayın
Tanıtım San. Tic. Ltd. Şti.
Adres: Adakale Sok. 32/37
Kızılay - Ankara
Tel: 0312 433 2310
Basım Tarihi: 01.07.2010
Yayın Türü: Bölgesel Süreli
ISSN: 1304-1134
Kapak Fotoğrafı: Aydan Adsaz
Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı,
makale, fotoğraf, karikatür, illüstürasyon,
vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak
üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf
Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine
aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi
ortamda olursa olsun, materyalin tamamının
ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır.
Kontrast
“Ben dünyayı değiştirmek için fotoğraf çekiyorum. Çektiğim fotoğraflar ile inandığım, özlediğim, istediğim
dünyayı getirmeye çalışıyorum. Ben dünyayı değiştirmek istiyorum ama bu kimin umrunda. Hiç önemli değil.
Ben kendi sorumluluğumu yerine getiriyorum. Çektiğim fotoğraflardan bir tek kare bile bir fayda sağlamışsa
ne mutlu bana.”
Tahir Özgür:
Çan’ın, Ezan’ın ve Hazzan’ın birbirine karıştığı, Her ırktan insanın birlikte elele büyüdüğü, bu ülkenin ve dünyanın
son zamanlarda çok ama çok özlediği dostluğun ve barışın asırlar boyu egemen olduğu Hatay’da doğdu. Gazeteci
ve televizyoncu ama o kendine “Fotoğraf Çeker” diyor. Ulusal ve uluslararası, PSA ve FİAP Altın Madalya dahil bir
çok ödül sahibi.
Fotoğrafı bir proje kapsamında çekiyor. Sarıkeçililer, Heyamola, Rakım Eksi 750 – Maden Emekçileri, Suça İtilmiş
Çocuklar gibi uzun soluklu fotoğraf projeleri yapıyor. 2009 yılı Hahnemuhle Dünya Fotoğraf Farışması’nda,
Karadeniz’in dağ köylerinde çektiği fotoğraf ilk 12 arasına girdi ve Hannemuhle Koleksiyonu’na kabul edildi.
Bu fotoğraf, 2010 yılında dünyanın sanat başkentlerinde sergilenirken, Photokina 2010 açılışında sergide yer
alacak.
Kontrast
Zamansız Fotoğraflar
Televizyon izlerken, gazete okurken ya da bir filmde, hep karşımıza
çıkan ama hiç karşılaşmayacağımızı düşündüğümüz bir kavram belki de
“ölüm”. Diğer yandan da yaşamın tek gerçeği olduğu söylenegelen…
Gerçek, daha çok nesnelliğe işaret eden bir kavram olarak karşımıza
çıkıyor. Fotoğraftan bahsederken, fotoğrafın gerçeği gösterdiği
söylenir hep. Bu durum belki de fotoğrafın nesneler dünyasıyla olan
kopamayacak bağından ileri gelmektedir. Bir fotoğrafa bakıp, çok
HAZIRLAYAN: ELÇİN POLAT
gerçekçi olduğu için ondan hoşlanmamak ne kadar mümkünse, çok
gerçekçi olduğu için ona önem atfedilmesi de mümkün.
Robert Capa’nın 1936 yılında çektiği “Düşen Asker” adlı fotoğrafı,
en dolaysız şekilde ölümü ve savaşı adeta yüzümüze çarpıyor. İspanya
İç Savaşı dendiğinde akla gelen ilk görüntülerden biri hâline gelen
bu karenin gerçekliği üzerine sayısız tartışma yapıldı. Bu karenin
gerçek değil, mizansen olduğu, fotoğrafın çekildiği yerde o tarihte
çatışma olmadığı ve buna benzer birçok iddia ortaya atıldı. Henüz 40
yaşındayken Vietnam’da bir mayına basarak yaşamını kaybeden Capa,
“Fotoğrafınız yeteri kadar iyi değilse, ona yeterince yakın değilsinizdir”
cümlesi ve fotoğraflarıyla, fotoğraf tarihinin hâlâ en önemli
isimlerinden biri. Tüm tartışmalardan sonra, Capa’nın “Düşen Asker”i
değerini yitirmedi. Şimdi insanlar “Bu fotoğraf kurmaca olsa bile,
değeri simgelediklerinde yatıyor; çünkü Capa söylemleriyle ve yaptığı
işlerle savaş karşıtı olduğunu kanıtlamıştır.” diyorlar. Bu fotoğraf ve
sonrasındaki tartışmalar sonucunda bakmamız gereken şey, gerçekten
“doğru” kavramına kayıyor.
Belki, düşen asker nesnel gerçek olarak kabul edilemez ama
fotoğrafçısı tarafından doğruluk kazandırılmış bir fotoğraf olduğu
söylenebilir.
HABER
A. Kadir Ekinci’nin Siyah Beyaz
Fotoğraflardan Oluşan Albümü Yayımlandı
AFSAD üyesi A. Kadir Ekinci’nin “Sessiz ve Uzak Işık ”
adlı fotoğraf albümü yayımlandı. Fotoğrafa başladığı 1992
yılından beri ışığın gücüne inanarak, onun peşinden koşan
Ekinci, albümünde, köydeki evinin damından süzülen güçlü
ışığı, doğduğu kent Kars’ın ışığıyla birlikte sunuyor.
Uzun soluklu ve ciddi bir çalışmanın ürünü olan albüm,
30x30 cm ebadında, 180 sayfa Türkçe ve İngilizce dillerinde
hazırlandı. “Sessiz ve Uzak Işık” 170 gram kâğıda basılı, sert
kapak ciltli ve şömiz kaplı. Bin adet basımı yapılan ve numaralanan albümünde 80 adet siyah beyaz fotoğraf yer alıyor.
Belli başlı kitap evlerinde ve fotograf malzemecilerinde
satışa sunulan albüm, fotograf derneklerinde de bulunabilecek ve dernek üyeleri indirimli olarak edinebilecekler.
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
Kontrast
Usta İşi
DIANE ARBUS
(1923-1971)
“EFSANEVİ”
Asıl adı Diane Nemerov olan, belki de
20. yy’nin adından en çok söz ettiren kadın fotoğrafçısı o. Arbus’u üne kavuşturan,
toplumsal hayatın uç noktalarında yaşayan
(ya da en azından öyle görünen) insanları
portrelemesidir. Arbus’un portre tarzı, öncelikle August Sander’in Alman halkı üzerine yüzyılın ilk yarısında yaptığı çalışmalar,
Çiftçi Güvenliği Örgütü (FSA) fotoğrafçılarının 1930’larda Amerikan taşrasında gerçekleştirdikleri çalışmalar ve 1950’li yıllarda
gelişen orta sınıf Amerikan hayatını fotoğ-
HAZIRLAYAN: ÖZLEM DAĞ
raflayan Robert Frank gibi fotoğrafçıların
çalışmalarıyla paralellik göstermektedir. Arbus’u bu fotoğrafçılardan ayıran en önemli
özelliği ise onun yöneldiği toplumsal durumların gösterdiği çeşitliliktir.
18 yaşında, aktör Allan Arbus’la evlenerek, kocasının ABD ordusunda aldığı fotoğraf eğitimini onunla paylaşmasıyla fotoğrafa
başlamıştır. Bu dönemde fotoğrafçı Lisette
Model’den dersler alarak fotoğraf tarzını
oluşturur. Arbus, fotoğraf alanındaki başarısını ise Allan Arbus’la 1958 yılında boşanmasından sonra yakalar.
1960’ta Alexey Brodovitch ve Richard
Avedon ile çalışmaya başlar. Kısa
zamanda özgün tarzı ile dikkat
çeker ve ardından 1963 yılında
Guggenheim ödülü alır. 1966’ta
aynı ödülü bir kez daha kazanır.
1971 yılında ise intihar eder. Nedeni bilinmeyen intiharı ile ilgili
olarak en yaygın iddia, intihar
ânını kare kare fotoğraflamasıdır.
Ölümünün ardından Arbus’un
ünü daha da artar. 1972 yılında
Aparture Dergisi’nin MoMa Sergisi için basmış olduğu monograf
çok kısa sürede 100.000 adet satar ve sergi 7 milyon kişi tarafında izlenir. Ayrıca Arbus’un “Identical Twins/Tıpa tıp İkizler” adlı
fotoğrafı, 2004 yılında 478.000
dolara satılarak dünyanın en pahalı altıncı baskısı olur.
Arbus kariyerinin başlangıcında 35 mm.
makineler tercih ederken, 60’larla birlikte
kare çerçeve oranı sağlayan Rolleiflex Orta
format TLR (iki lens refleks) makineleri kullanmaya başlar. Bu makine ile birlikte Arbus,
göz seviyesinde bakaçlı makinenin yarattığı
engelleri de ortadan kaldırmıştır. Böylece
fotoğrafçı, fotoğrafladığı kişi ile doğrudan,
aracın yarattığı dolaylılık olmadan iletişim
kurabilmiştir.
Peki, aşağıdaki fotoğrafın sizde uyandırdığı duygu nedir? Lütfen, görüş ve düşüncelerinizi [email protected] adresine
göndererek bizimle paylaşın.
Kontrast
Yorum
YALNIZLIĞIN
MASALDAN
İPLERİ*
Öfkemi nereye kusayım, dediğinde
Yorum: Şule TÜZÜL
Fotoğraf: BİROL ÜZMEZ
tın. Biliyorum…
Fotoğraflar kadrajın içini değil dışını
gösterir, dediğinde
Bir kadraja bir dünyayı sığdıramazsın,
dedim.
Dünyayı kadrajlar değil –yapamazsın-lar
sınırlar, dediğinde
Kusma, dedim.
Bir şey söylemedim. Söyleyemedim.
Dünyanın bütün sözcükleri boğazımda kaldı.
Sen hâlâ konuşuyordun. Masada bir fotoğraf
duruyordu: Bir kadın ve bir kedi…
Sadece bir fotoğraf…
Hepsi bu…
Temmuz 2010
* Başlık Birol Üzmez’e aittir.
Yorulmuştum ve sıkılmıştım aslında.
Dünyayı tek başına değiştiremezdin. Tek
başına hiçbir şeye yetemezdin. Anlatamıyordum. Ne zaman konuşmaya başlasak, sen
hep kedilerden bahsediyordun. Sonra düşlerin… Bir suskunun gölgelediği bakışların…
Ruhunu yitirmiş şehirlerin özlediği denizler
gibiydi sözcükler. İçki sofrasında avutuyorduk sıradanlığı. İkimiz de biliyorduk; sadece
filmlerde, şiirlerde ya da fotoğraflarda vardı
o yaşam.
Ve ben hiç anlatamıyordum.
Sen sadece fotoğraflara inanıyordun…
Bir de kedilere…
Gerçek mi, boş versene, hangi gerçek,
dediğinde
Böyle yaşayamazsın, dedim.
Oysa sen de yorgundun, sen de sıkılmış-
Kitaplık
Hazırlayan: ÖZLEM ESER
O ÂNA ADANMIŞ
öte, onun imgeler dünyasındaki yerini
ve yarattığı devrimleri algılama ve
aktarmasından gelir.
JOHN BERGER
“Yaşanan ânı (fotoğrafı) bu şekilde öne
çıkarmalısınız yalnızca
Ve
saklamamalısınız
onu
neyin
arasından çıkardığınızı
Katın oyununuza (bağlamınıza) o
peşpeşe tekrarlanışı,
O seçilenin üzerindeki çalışmanızı,
Gösterin böylece olayların akışını”
“Olağanüstü bir düşünür ve sanatçı”,
“Lawrence’dan daha zeki ve asil”, “…
çağdaş İngiliz yazınında rakipsiz” olarak
tanımlıyor Susan Sontag John Berger’i...
Kariyerine ressam olarak başlayan Berger,
zihinlerden silinmeyecek önemli eserlerini
sanat eleştirmeni, roman ve deneme yazarı,
politik düşünür ve şair olarak üretmiştir.
Çağımızın en önemli düşünürlerinden
biri olarak kabul edilen Berger’in eserleri
) Brecht’in şiiri. Berger’in önerisi üzerine an yerine “fotoğraf” oyun
yerine “bağlam” eklenilmiştir. (O Ana Adanmış’tan alınma)
2) http://www.johnberger.org/
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
dingin bir çarpıcılığa sahiptir. Yalın
ve anlaşılır üslubuyla, anlaşılması zor
olanı büyük bir başarıyla aktarması, onu
olağanüstü kılar. Sanat ve hayat birlikteliğini
büyük bir yetkinlikle özümsemesi, imgeler
dünyasını, görseli algılama ve anlamı
aktarmadaki
başarısını
güçlendirir.
Fotoğraf, onun ilgilerinden sadece biridir.
Berger’in fotoğraf yazınındaki en büyük
başarısı, fotoğrafı bir sanat dalı olarak
değerlendirmek ve kuramsallaştırmaktan
Metis Yayınları’nın dilimize kazandırdığı
“O Âna Adanmış” isimli yapıt, Berger’in 19
yazısını içeriyor. Bunlara bir bakıma Berger’in
düşünce ve yazın dünyasının küçük bir özeti
diyebiliriz. Kitabın ismi ilk denemeden
gelir. Yazar, babasının ölümünün ardından
yaptığı çizimler üzerine kaleme almıştır
bu denemeyi. Sonraki denemelerinde ise
resimden fotoğrafa, imgeler ve görüntüler
dünyasını inceler. Bazı denemelerinde ise
hümanist bir toplum düşünürü olarak, kitle
gösterilerinin doğasını veya modern dünya
içindeki kırsal kesim insanını ele alır. “Che
Guevara” adlı yazısında, Che ve fotoğrafını,
belki de daha önce olmadığı kadar derin ve
zengin bir bakışla incelenmiştir.
Farkındalıklarını arttırmak, ayrıntıları
yakalayarak bütüne ulaşmak; yaşam, sanat
ve fotoğraf için zengin bir görsel kültüre
sahip olmak isteyen görme tutkunlarının
okuması gereken bir seçkidir “O Âna
Adanmış”.
Kontrast
İMece
İlker Maga
DADA ÜZERİNDEN FOTOĞRAFI
DÜŞÜNMEK
Kültür tarihinin kesinlikle zenginliklerinden biri olan
“dadaizm”in yaşadığı sorunlar, burada sorun edindiğimiz
konuyu anlatmamıza yardımcı olabilir: 1918’de çıkışı
büyük gürültü çıkaran ama verimli dönemi çeyrek asır bile
süremeyen dadaizmin en kısa ömürlü ürünleri, yazıyla
ilgili alanlar oldu. Gariptir, akımın teorisyeni Tristan Traza
şair olmasına, akımın üyelerinin büyük bir bölümünün yazı
insanlarından oluşmasına rağmen durum değişmedi.
Dadaizm, “Dada bir şey anlatmaz”, “Dada hiç birşeydir”
iddialarıyla çıktı. Eskiye karşıydı, eskiyi yıkmak iddiası vardı.
Manifestosunun ilan edildiği şehirlerde, dadizmin teorisi
olmadığı öne sürüldü. Akımın temsilcilerinin yaşadığı
şehirlerde düzenledikleri her etkinlik, “Dada Akşamı”,
ilgiyle karşılanıyordu. Her dada akşamı tiyatral bir havaya
sahipti. Dada Zürih, Dada Berlin, Dada Hollanda, Dada New
York, Dada Köln, Dada Paris...
Yeniydi “Dada”. Yenilikçiydi. İlginçti. Birinci Dünya
Savaşı’nın yarattığı umutsuzluk, yorgunluk ve eskiyi
yıkma duygusu sol bir dünya görüşüyle birleşerek, sanatta
Dadaizm akımının doğmasına zemin hazırlamıştı.
Akımın kurucusu ve (kendisi “Dadanın teorisi yoktur”
dese de) teorisyeni Romanya kökenli Tristan Traza, Hugo
Ball, Georg Grosz, John Heartfield¹, Kurt Schwitters, Arthur
Cravan, Man Ray, Elsa von Freytag-Loringhoven, Paul Eluard,
Louis Aragon ve Max Ernst gibi kültür insanlarını bir araya
getirmeyi başarmıştı “Dada.”² Buna rağmen, ömrü uzun
olmadı. Neden?
Bir ses, bir derdi veya herhangi bir şeyi anlatmak
amacıyla kullanıyorsa, buna kelime diyoruz. Fonetiğin
dilin oluşumunda büyük bir rol oynadığını biliyoruz. Dil,
kelimelerin toplamından oluşuyor.
Kelime, bir şeyi anlatmak amacıyla kullanıldığı için
yazıyla hayat bulan disiplinlerin ürünlerinde bir şey
anlatması beklenir. Bir şey anlatmayan yazılı bir eser
olamaz. Kelime bir şeyi ifade ettiği için bulunmuştur; böyle
bir içeriğe sahip olma özelliğini koruduğu sürece hayatta
kalır, aksi durumda sonbaharda dökülen yaprağın kaderini
yaşar. Cümle içinde kelimenin anlattığı bir şey vardır,
olmalıdır. İnsan kelimelerle düşünür. Yazı insanı, bir fikre
ve bir duyguya kelimelerle hayat verir, harekete geçirir.
Şiir ve bu kategoriye giren alanlar bir yana, “Dada”da
en sönük eserler tiyatroda yaşandı. Başta ilgiyle karşılandı,
ilginçti ama sadece ilginçliğiyle kaldı ve devam edemedi.
Şiir de edemedi... Kurucusu Tristan Traza, 1918’de okuduğu
“Dada Manifestosu” üzerinden yaklaşık yirmi yıl geçmeden,
şiir yazmayı bırakmıştı. Bugünden baktığımızda şiiri
bırakışını daha kolay anlayabiliyoruz. Dada, kurucusunun
dediği gibi, bir sistem olamadı. Sürrealizme zemin hazırladı
ve tarihten hızlı adımlarla çekildi. Eskiyi yıkmak üzerine
kurulan bir akımın sistem oluşturması beklenemez. Dada
sistem geliştiremedi. Benzer bir durumu Rusya’daki
Nihilizmden biliyoruz. Bir sistem oluşturabilmek için ne
istendiğinin, hedefin açık olması gerekir. Eskiyi yıkmak,
eskiye karşı olmak ana hedef değil, ancak bir türev olabilir.
Yazının bir şey anlatma zorunluluğuna karşılık, ses ve
görüntüde durum farklılaşabiliyor: Kulağa hoş gelen bir sesin
illâ bir şey anlatması, müzik olması gerekmiyor; kuş seslerini
de severek dinliyoruz. Ton, melodi ve ritim üçlüsüyle hayat
bulan müzikte mutlak bir konu aramıyoruz.
Bir düzen içinde
gözümüzün önüne
serilmiş ve baktıkça
bizi rahatlatan bir
doğa parçasının
da illâ bir resim
olması gerekmiyor.
Görmenin, resmin
geometrisi,
matematiği var; bir
doğa parçasına,
konusunu
sorgulamadan
severek bakıyor,
dalıyoruz.
Fotoğrafta
konusuzluğa da yer
var. Fakat fotoğraf
hayattan koparılmış
“an” demek. İnsan
hafızası, anlardan
oluşmuş bir fotoğraf
albümü. Bir film
kamerası gibi değil,
tıpkı bir fotoğraf
makinesi gibi. İnsan
her şeyi hafızasına
kaydetmiyor. İnsanın
bir şeyi hafızasına
kaydetmesi için
ona ulaşması, ona değmesi ve orayı harekete geçirmesi
gerekiyor; zaten değen o şey, gerçek değerine ancak böyle
kavuşabiliyor. Fotoğrafta konusuz sayılabilecek sayısızca
görüntü hayat bulur ve bunlar severek izlenirken, insana
asıl dokunan şey, insan hikâyeleri, “an”lar oluyor. Bu
tezlerin fikir askerliği yapmak gibi bir amacı yok. Fotoğrafa
bir de Dadaizm üzerinden bakılabilir.
Şimdiki zaman içinde bir şeyin “nasıl anlatıldığı” etkili
olurken, gelecek zaman içinde “neyin anlatıldığı” öne
çıkıyor. Yani, konu... Ama o dile hâkim olabilenlerin anlattığı
konu...
Kaynaklar
1. Politik fotomontajın tarihteki en etkili ve verimli ismi
Heartfield’i has bir dadist saymak ne kadar doğru, emin değilim.
Eserlerindeki politik hedefler öylesine açıktı ki...
2. Adı geçen isimlerden büyük bir kısmını “Dadaist” olarak
nitelemek yerine, “bir dönem Dadaist ürünler de vermiş kültür
insanları” demek daha doğru duruyor.
Kontrast
POPÜLERLİK VİRÜSÜ ÜZERİNE
İlker Maga’nın ”İMece” başlığı altında yazdığı doyurucu ve ilginç
yazıları keyifle okuyorum. ”Kontrast”ın Mart-Nisan 2010 sayısındaki
”Fotoğrafa Dair Bir Tartışmanın Güncelliği ve Teorik Durum” başlıklı
yazısını da aynı keyifle okudum. Üzerine düşüncelerim oluştu.
Yoğunluğumdan dolayı yazıya ancak elim değdi. Yine de fotoğrafımıza
”düşün” bağlamında bir katkısı olur diye göndermekten kendimi
alıkoyamadım.
İlker Maga’nın Değinmeleri
Yazıyı hatırlayalım: İlker Maga, sokağa atılmış bir banyo küveti
örneğinden hareketle, onun nasıl bir sanat objesi hâline gelebildiğinin
yol haritasından bahsedip ”sanatçı” kavramını yamultan büyük basını
eleştiriyor. Medyanın yalnız Türkiye’de değil, dünyada da nasıl bir
yanıltıcı rol aldığına değinip, sanat ve sanatçının doğru tanımlanması
gerekliliğine dikkat çekiyor. Ve pek çok kalitesiz ürünün aldığı
pozisyondan dertlenip, sanatın doğru yapılanmasını diliyor. Donanımlı
bir tarzda ele alınmış yazıya hiçbir itirazım yok. Her kelimesine
katılıyorum. Ancak bu düşünce ”gel-git’inin dışında, olaya farklı da
bakılabileceğini düşündüm.
Büyük Medya
Evet, bugün tüm dünyada ve bizdeki sanat ortamında, medya
kaynaklı bir akıl tutulması yaşıyoruz. Bu ortamın aktörlerinin baş
sorunu, medyayla olan ilişkileri. Eğer bir etkinlik -sergi, yayın, gösteri, vs.
türlerde olabilir- medyada geniş yer alıyorsa, bu önemli ve değerlidir;
almıyorsa her şey nafile, yani geçersiz... Sonuçta yandı emekler,
yandı paralar... Devran hanidir böyle kuruldu ve böyle işliyor. İlker
Maga’nın da değindiği gibi dünyamızın iletişim çağındaki hâli böyle.
Medya mekanizması nasıl işliyor? Önce onu düşünelim. Yazılı veya
görsel medya alanı çeşitli yapılanmalar içinde. Televizyon kanalları,
gazeteler, dergiler var. Bunların sanat sayfalarında haber, bilgi veya
yorum olarak yer almak ve bunun üzerinde de gündemi etkilemek
yolu var (Orhan Pamuk ve Fazıl Say örneklerini düşünelim). Bu ilişki,
medyada yer alan yönetici kadrolar, sayfa sekreterleri ve muhabirlerle
ilgili işliyor. Bugün herkes biliyor ki ülkemizde derinlemesine bir
işsizlik var. Basın yayın okullarından çıkma kadrolar bu işsizlik alanının
baş aktörleri. İstatistiklere göre en büyük işsizlik oranı bu sektörde.
Dolayısıyla medyada yerleşik isimler dışındaki çoğunluk son derece
deneyimsiz, ucuz işçi konumunda kişiler. Bunlar ne biliyorsa ve onlara
ne söylenirse, onu yapıyorlar.
Bu, işin medya yönü. Peki, etkinliklerin sahipleri olan sanat erbabı
devreye nasıl giriyor? Yaygın olarak kendileri tarafından hazırlanan
yalan yanlış basın bültenleri veya röportaj ayarlanması kanallarıyla.
Bunların ne kadarı ciddi bir analizden geçiriliyor? Bunu da tam
bilemiyoruz ama sonuçtan hiç kimse mutlu değil.
Sonunda bunları izleyenler nasıl yararlanıyor ve sanat olaylarının
ne kadar takipçisi olabiliyorlar? Bu soruların açılımı ayrı bir uzun
yazının konusu olacağından, oralara şimdilik girmek istemiyorum.
Ama bize bu konunun sonuç ve asal değeri olarak anlayabileceğimiz
bir olgudan bahsedeyim: Dünyada 170 yaşını aşmış fotoğraf olayının
sanat bağlamına nüfusu yetmiş milyonu aşmış ülkemizde ilgi gösteren
profesyonel fotoğraf koleksiyoncusu, tek bir kişi. Adı da Nejat Türkmen.
Fotoğraf sanatına verdiğimiz değer bu kadar.
Önce Medyatiklik mi, Yoksa Asal Değerler mi?
Elbette ilk yaslanacağımız gerçek, ”sanatın sanatçılar tarafından
yapılmasıdır.” Bu yüzden fotoğrafta işler karışıyor. Çünkü fotoğraf yalnız
bir sanat ürünü değil, aynı zamanda bir mesleğin de ürünü. Fotoğraf
görsel çağın emrinde, her yerde. Hepimiz biliyoruz ki sanatı sanatçılar
yaparken, bunu ürünle gerçekleştirir. Ürünün sanatlı bir şey olması,
bunun arz talep zincirinde yerini alması üzerine bilgi, yayın eklenmesi
gibi oluşumlar her ülkede farklı bir süreç gerektiriyor. Ancak bu
trafiği yönlendiren taraf, hiç kuşkusuz öncelikle sanatçının kendisidir.
Öncelikle medyatik biri mi, yoksa sanatın asal değerlerine bağlı biri mi
olacağı seçimi, kişinin kendi sorumluluğuna yaslanır. Kanımca, iş asıl
burada çatallaşıyor. Önümüze konan hazırlop modeller, her şeyi batı
üzerinden düşünme kolaycılığı ve durumu, sanatçıyı da onu izleyenleri
de çığırından çıkarıyor. Öyle ya, bu çağda herkes on beş dakikalığına
çok ünlü olacak! Andy Warhol’un sözü herkesin kulağında küpe.
Süreç
51 yıllık kariyerim içinde, fotoğrafın ülkemizdeki temel yapısındaki
değişimlere ve gelişimlere yakınen şahit oldum, pek çoğuna da
katıldım. Bu süreç içinde devamlı ürettim ve paylaştım. Yarım yüzyıl
önce fotoğrafın kuramsal yapısına dair ülkemizde neredeyse bir A4’ü
dolduracak bilgi yoktu. Ortada gezinen yazılı doküman, D-76 gibi
banyo formüllerinden ibaretti. Yavaş yavaş dergiler, kitaplar, albümler
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
KONUK YAZAR: GÜLTEKİN ÇİZGEN
yayımlanır oldu. Bugün benim kitaplığımda bunlar büyük bir alanı
kaplıyor. Ne güzel! Fotoğraf derneklerimizin sayısı 40’ı aştı. ABD’de
üniversitelerin sayısı 4000 adet civarında iken ülkemizde 140’ı
aşmasına seviniyoruz. Bunların 60 kadarında güzel sanatlar fakültesi
var ve eğer rakam değişmediyse, 16’sında fotoğraf eğitim yapılıyor ve
bunlar her yıl yüzü aşkın mezun veriyor. Bunların ne kadarı istihdam
edilebiliyor, onu da bilemiyoruz. Yani sonuçta nafile kadrolar, nafile
işler. Fotoğrafa dönük galeriler, merkezler büyük kentlerimizde
açılmakta. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti yapılanması içinde
”Fotoğraf Geçidi 2010” programını yürüttüğüm için biliyorum, her an
yüz binlerin bulunduğu Beyoğlu’nun göbeğinde sergilerin izleyici
sayısı ayda 10.000’e ulaşmıyor. Eğer büyük bir etkinliği izliyorsanız,
sanki fotoğrafla ilgilenmeyen kimse kalmamış gibi, herkesin boynunda
gelişmiş bir kamera asılı; hele gençlerde. Ama tüm bunlar İlker
Maga’nın değindiği büyük ”medya yamukluğu”nu çözmüyor. “Neden?”
diye düşündüğüm zaman, ben “süreç” ile birlikte felsefi “yerlilik”
anahtarından hareket ediyorum. Eğer fotoğraf yapılanması içinde
doğru felsefe yok ise, olaylar sadece görüntüden ibaret kalıyor. Ortaya
çok görüntü çıkıyor ama fotoğraf nerede, fotoğrafça nerede?
Fotoğrafı elbette diğer plastik sanatlarımızın yaslandıkları
sanat tarihinden soyutlayamayız. İşte buraya bir mim koyarak sözü
sürdürürsek, ülkemizin temelde sanat özürlü bir ülke olduğu gerçeği
ile karşılaşıyoruz.. Dünyadaki her türlü siyasal, ekonomik, teknolojik
gelişmeye talip ülkemizin bugüne kadar tüm sanat alanlarında,
yani edebiyat, müzik ve plastik sanat alanlarındaki tarihsel birikimi,
kabaca 10.000 kişiden ibarettir. Şeker Ahmet Paşa’dan bugüne
resim, Hamamizade Dede Efendi’den bugüne kadar müzik, Ahmet
Mithat’tan bugüne kadar edebiyat alanındaki kişileri sanat tarihinden
ansiklopedik olarak sayıp toplarsanız yaklaşık bu rakama ulaşırsınız.
Herkesin anlı şanlı tarih diye bahsettiği süreçte ülkemizde sanatın
oturduğu yer burasıdır.
Biliyoruz ki sanat, hayatın olmazsa olmaz bir parçasıdır. En azından
hayat diye bildiğimiz içinde kaynadığımız büyük yaşam kazanının, asal
bir ayağıdır sanat. Buradan baktığımız zaman Türkiye’de kim ”Merhaba
Sanat, Merhaba Kültür” diyor, ölçüler işte ortada. Bu “vah vah”lığın
temel nedenini elbette eğitime, ekonomik olanaklar gibi pek çok
unsura yaslayanlar olabilir. Kuşkusuz bunların da önemi olabilir ama
bence asıl neden felsefedir. Biz Türkler, işin özü ve sözünü çok fazla
düşünmeden, Tanzimat’tan bu yana önümüze Batı’yı koyduk. “Muassır”
medeniyet ölçüsü o adres. Evet, Batı etrafı kasıp kavururken farklı
düşünmek de pek mümkün değildi. Onun için Sultan Abdülmecid,
Şeker Ahmet Paşa’yı ”Git Batı resmini öğren” deyip, Paris’e gönderdi.
Şeker Ahmet Paşa dönüşte elinde bir persperktif kitabıyla gelmiş.
Aradan geçen yüzyıldan sonra bu işlerin sokma akılla olmadığının
farkında olanlar çoğaldı. Her şey Batılı olmadan, o süreçleri yaşamadan
Batılı gibi düşünmekle çözülmüyor. Çünkü köken - kökler farklı. Fakat
biz sanat alanında hâlâ Batıyı takip ve taklitte ısrarlıyız.
Sonuç ve Sözün Özü
Kelimeleri fazla bunaltmayalım, öze gelelim. Sanatsal fotoğraf
söylemi üzerinden düşünelim. Evet, bugün fotoğrafımızda derinden
ilgilenen, ürün veren, bunları sergileyen, albümleştiren, yayımlayan,
müzelere sokan düzinelerce seviyeli kadro var. Aman ne güzel! Ama
küçük bir soru: “Bu arkadaşların yapıp etmeleri, ürünlerinin bizim
dışımızdaki Batı üzerinden örneklenmesi dışında üslup, tarz yönünden
özgünlükleri karşılaştırıldığı zaman duruşları nedir?” Acaba kaç kişi
Cartier Bresson, kaç kişi Koudelka, kaç kişi şu bu? Peki bizim şarkımızı
söyleyen, ”İşte bizim dünyadaki duruşumuz budur” diyenler kaç kişi?
Elbette bu macera kolay değil ama kaç yıldır sürüyor? Ulaştığımız
sonuçlar ortada. Gerçek bir sanatçı, gerçek özgünlükteki kişidir. Öz
ve biçim açısından karşılaştırmalı hesaplaşmaya girmeden, nasıl ve
ne kadar bir mesafe alınabileceğini düşünenler, buraya baksın. Evet,
evrensellik Avrupa’ydı. Aydınlanma ideali herkesi sarsmıştır. Ama
bu iletişim çağında sapla saman çoktan karıştı. Bugün “özgünlük”
düşünmeliyiz. O ortaya çıkmadıkça da tam anlamıyla bir sanat eylemi
ve söylemi de ortaya çıkamıyor. O zaman da güçlü bir arz talep
oluşmuyor. Her şey medyanın cehaletine kalıyor.
Herkesin para ve güç peşinde olduğu bu şizofrenik dünya
yapısından bireyi koruyan, sadece sanat ve bilim kaldı. Bilim artık
ekip ve çok para işi. Edison öleli çok oluyor. Sanat ise hâlâ bireysel
bir oluşum. O zaman bu iş bireysel uğraş, bireysel çile ve bireysel
tatminse medyaya ne ihtiyacımız var? Sanatçı güzelliği yaratan
değil, keşfedendir. Eskinin içinden yeniyi bulan ve bunu kitlelere
aşılayandır. “Yerlilik” üstünde çok durmalıyız, çok düşünmeliyiz. Ben
özgün fotoğrafların kendi yolunu açacağına inanıyorum. Kitleler ancak
“yerlilik” temelinde sanatla barışacaktır.
İyi fotoğraflar efendim.
Kontrast
Özcan Yurdalan
f/64
ÇELEBİ’NİN KONSERİ
Fotoğraf çekmeye başladıktan sonra problemli
bir alanda bulunduğumu farketmem hayli zaman aldı.
Objektifi, hiç tanımadığım insanlara doğrultup rızaları
dışında görüntülerini almak ve belki de hiç görünmek
istemedikleri biçimde ele geçirdiğim suretlerini ona
buna göstermek, problemin başladığı yerdi. Çektiğim
fotoğraflarla kâh ruhsal doyum, kâh maddi kazanç, kâh
sosyal beğeni toplamak neyin nesidir, diye düşünmeye
başladığımda kendime sorduğum ilk soru “Hakkım var
mı?” oldu.
Fotoğrafını çektiğim insanların kimi zaman bir yıllık
gelirine denk düşecek miktarda para harcayarak aldığım
kameralarla “onların” görüntüsünü ele geçirmeye, duvarlara asmaya, çoğaltarak ona buna gösterme hakkını
nereden alıyorum?
Kimi zaman böyle olur. İnsan, bildiğini sandığı şeyi
ansızın karşısına çıkıveren basit bir soruyla aslında hiç
anlamamış olduğunu farkeder. Çarpıcı bir bilinç boşalması yaşar; aniden içine düştüğü hiçlik girdabında boğulacak gibi olur. Başkalarının hayatına kamerasını doğrultan fotoğrafçı için bu hâlden çıkmanın yolu, bu sahici
soruya sahip olmakla başlar.
Boynuna kamerayı takmakla, onun bunun fotoğrafını çekme hakkını ve ruhsatını da kendiliğinden kazanmış olmaz insan. Gel gör ki işleyişteki durum bu cümleyi
doğrulamaz. Fotoğraf, hayatın o kadar içine girmiştir ki
tam bir yabancılaşma yaşanır. Çeken de çekilen de gayet doğal davranışlar içindedir sanki; üstlerine düşen
vazifeyi yerine getirmektedirler. Fotoğrafın kısa ömründe böyle olagelmiştir ama böyle gider mi şüpheliyim
doğrusu. Her şey fotoğrafın basit bir teknik kayıt olmadığını farketmekle başlayacak belki de.
Fotoğrafçı aslında dış alemin fotoğrafını çektiğini
sanırken kendi içinin, duygu ve düşünceleriyle birlikte
zihniyet dünyasının da fotoğrafını çeker. İşte o noktadan itibaren ortaya çıkan görüntünün toplumsal uzantısı, ideolojik arka planı aşikar olur. Konusu “öteki” olan
fotoğrafçı için fazladan bir de “dürüstlük”, “sorumluluk”
gibi mevzular devreye girer.
“Hakkım var mı?” sorusunun cevabını aramak için
çıkılan yol buradan başlar. Fotoğrafçının ideolojisi ve
fotoğrafın politikası, yapılan işin temelindeki en önemli meseledir. İster boş vakitleri hoşça değerlendirmek
maksadıyla olsun, ister hayata dair bir sözü çoğaltmak
için olsun, isterse bir tanıklığı yansıtmak ya da yaratıcılık sergilemek için olsun çekilen her fotoğrafın ekseninde bir fikrin yattığı hesaba katılınca, insanın karşısına
genellikle hiç de masum olmayan bir alan çıkar: Fotoğrafın dünyası. Yalanın da, sahtenin de, göz boyamanın
ve aldatmacanın da en inandırıcı hâliyle tezahür ettiği bir âlemdir burası. Tam da bu nedenle fotoğraflarda
yansıtılan dünyanın gerçek dünyayla ilişkisini sorgulamak, o dünyadaki hayatlarla fotoğraftakilerin ne kadar
örtüştüğünü araştırmak herkes için sadece doğal bir
hak değil aynı zamanda enayi yerine konmamanın da
başlıca koşuludur. (Hele yarışmalar sayesinde iyice ahmaklaştırılmış bizimki gibi fotoğraf ortamlarında temel
ihtiyaçtır.)
“Fotoğraf gösteriyorsa mutlaktır ve doğrudur” arkaik inancının çoktan aşıldığını hepimiz biliyoruz ancak
yine biliyoruz ki “dürüst fotoğraflar” toplumsal gerçekliği yansıtabilecek enerjiye sahiptir; insan hayatlarında
tezahür eden haksızlık, adaletsizlik, eşitsizlik hâllerini
bütün çarpıcılığıyla gösterebilme potansiyelleri vardır.
Kendi başına hiçbir şey olan fotoğraf, ancak fotoğrafçısının içsel donanımlarıyla birlikte anlamlı bir varlık
hâline gelebilir. (Burada fotoğrafçının “dünya görüşü”,
“siyasal duruşu”, “fotoğrafın politikası” gibi vasıflara neden ihtiyacı olduğunu okurun zekâsına hakaret
saydığım için sıralamaya kalkışmıyorum. Aynı biçimde,
fotoğrafı ve fotoğrafçılığı politik kimliklerin, ideolojik
duruşların dışında sanan, 12 Eylül marifetiyle zedelenmiş aklın fotoğraf dünyamızda az çok aşıldığını varsayıyorum. Ayrıca günlük siyaset ile “sanat” ve “fotografik
tanıklık” arasında fark olduğunu hatırlatmayı gereksiz
buluyorum.)
Lafı buraya kadar getirmişken, asıl bağlamak istediğim yere doğru dümen kıracak olursam şunu söylemek
isterim:
Belgesel fotoğrafa merak sarıp başka hayatları anlatma peşine düşenlerin “Neden bu konuyu seçtim?”
sorusunun cevabını bütün dürüstlüğüyle kendine vermesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca “Bunu yapmaya
hakkım var mı?” diye sormanın önemine değinerek,
kendine büyük büyük misyonlar vehmetmenin beyhudeliğinden dem vuruyorum.
Gezi fotoğrafı çekimlerinin fiziki koşullarından daha
ötesinde imkanlara sahip olmadan başka hayatlara tasallut ederek üç beş gün içinde onları anlatmaya kalkmanın en basitinden “yalan-yanlış” bir söz kurma tehlikesi taşıdığını hepimiz biliriz. Şehirli orta sınıfa mensup
olmanın getirdiği avantajlar sayesinde kendine ayrıcalık vehmetmenin yanı sıra, fotoğraf makinesiyle başka
hayatlara girivermenin köpürttüğü oryantalist bakışın
ürünleri bugünkü fotoğraf ortamında belki yutulur gider; ancak nereye kadar gider ve gittiği yerden geriye
ne kalır, kime ne fayda sağlar bilinmez.
Sanırım memlekette yaygın fotoğraf anlayışında
kökten değişmesi gereken kabullerden biri şudur: “Fotoğraf öğrenmenin ilk adımı, başka hayatlara objektifi
doğrultup onların üstünden renk, ışık, kompozisyon vs.
pratiği yapmaktır.” Ne münasebet ve ne hakla? Herkes
pratiğini kendi hayatından, çevresinden, ortamından
yapmalı bana kalırsa. En başta temel fotoğrafçılık seminerini bitirenleri, ellerinde makineleriyle derhal kentin
varoşlarına, tarihî mekânlardaki hayatlara, sanayi mahallelerine, dezavantajlı grupların üstüne ya da köylere
götürmek yerine, başka türlü bir fotoğrafçılık anlayışının ilk adımı olarak, kendi hayatlarından fotoğraf çekmeleri teşvik edilebilir. Rengi, ışığı, kompozisyonu, dengeyi, lekeyi herkesin kendi hayatında, kendi çevresinde
denemeye kalkışması daha isabetli olur. Çünkü başka
hayatlara kamerayı doğrultmadan önce, teknik görüntü elde etmeyi bilmenin ötesinde başka vasıflar, farklı
sorumluluklar edinmek gerekir. En başta fotoğrafçılıkla
boş vakit eğlencesinden öteye geçen bir ilişki kurmak,
emek ve özel zaman hasredilmiş bir ilgi alanı inşa etmek gerekir. Bu olmadan, başka hayatlara doğrultulmuş
objektiflerden çıkan görüntüler, akla Muallim Naci’nin
şu beyitini getirir:
“Toplanıp ehli hava, her biri bir saz çalar
Çelebi böyle olur bizde de konser dediğin.”
Kontrast
Söyleşi
RÖPORTAJ: Kamuran FEYZİOĞLU
FOTOĞRAFLAR: MERİH AKOĞUL
Fotoğrafın Koynunda
33 Yıl:
MERİH AKOĞUL
“Zamanla olan meselesini halletmek için eline geçen her
fırsatı değerlendirmek isteyen bir adam” sözleriyle afallatıyor
önce bizleri ama sonra, sözcükler aktıkça, konu konuyu
kovaladıkça, Merih Akoğul’a bu cümleyi kurdurtan derin
düşünceyi daha iyi anlıyoruz. Yılların birikimini, aldığı eğitim,
özel ilgi alanları ve fotoğrafla birleştiren, dinlemeye, okumaya
doyamadığımız bir insan karşımızdaki. Çok uzun bir söyleşinin,
olabildiğince büyük bir kısmının yer aldığı bu röportajdan
bizler kadar sizlerin de keyif alacağınıza ve pek çok şeye karşı
farkındalığınızı arttıracağınıza inanıyoruz…
“Fotoğraf, dİn ya da dogma değİldİr;
süreklİ bİçİm değİŞtİren bİr organİzma,
hİbrİd bİr sanat dalıdır.”
Akademisyen kimliğinizi göz önünde
bulundurarak başlayacak olursak, Türkiye’de fotoğraf eğitimi ile ilgili düşünceleriniz
nelerdir?
Bizim zamanımızda (1980’ler) eğitim,
1950’lerin müfredatı, hocalarımızın bilgileri
ve iyi niyetleriyle yürüyordu. Düşünsenize,
fotoğraf dergileri bugünkü gibi çıkmıyor, kuramsal kitaplar yok ya da henüz çevrilmemiş,
ülkeye yabancı fotoğraf albümleri girmiyor,
en önemlisi de internet yok. Mad Max çağı
gibi anlayacağınız... Şimdi hem özel hem de
devlete ait birçok fotoğraf okulu var. Türkiye’nin genel yapısı ve potansiyeline baktığımızda şu an fotoğraf eğitimi veren okulların
sayısı, bence gereğinden bile fazla. Ben 2003
yılında Avusturya Hükümeti Dışişleri Bakanlığı’nın bursuyla Viyana’da bulunurken, orada
fotoğraf eğitimi veren okul yoktu bildiğim
kadarıyla. Oysa ki aynı yıl, bizim Mimar Sinan
Üniversitesi Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nın eğitimdeki 26. yılıydı.
Dernekler ve özel kurumlarda da eğitim
veriliyor. Lise ve üniversitelerde mevcut olan
fotoğraf kulüplerini de yabana atmamak lazım. Birçok fotoğrafçı bu kulüplerden çıkmıştır. Önemli olan insanların fotoğraf konusunda bilinçlenmesi ama nedense çoğu yerde
insanlara fotoğraf çok basitmiş gibi gösteriliyor. Herkesin çok kolay yapabileceği kanısı
uyandırılıyor. Ama işin aslı böyle değil. Benim
verdiğim seminerlerden sonra katılımcıların
çoğu fotoğraflarının yavaşladığını söylüyorlar. Ya da üniversitelerde verdiğim fotoğraf
derslerinde, yan bilgilerin çokluğu öğrencileri
şaşırtıyor. Sen insanı tanıma, sosyoloji, estetik, sanat tarihi bilme; sonra da fotoğrafçıyım
diye dolaş ortalarda, olacak şey değil. Felsefe
ansiklopedisi alarak felsefeci olunmuyorsa,
10
fotoğraf makinesi alarak da fotoğrafçı olunmaz.
Etrafınıza baksanıza; elinizi sallasanız fotoğrafçıya, pardon fotoğraf sanatçısına çarpıyor. Bu konuda korkunç bir enflasyon var. Gidiş, doğru bir gidiş değil. Bana göre dünyada
çekilmedik bir kare dahi kalmadığında fotoğraf makineleri bir kenara konulacak ve belki
de gelecek 10 yıl içinde Japonlar’ın (ya da
Çinliler’in) insanların eline verecekleri yeni
bir oyuncakla, insanlar başka denizlere yelken açacaklar. O zaman gerçek -soy- fotoğraf
varlığını yeniden hatırlatacak ve eski günlerin
huzuruna dönülecek. Bir de merak ettiğim ve
sık sık aklıma gelen bir mesele: Ey siz fotoğrafçılar, bugüne kadar neredeydiniz? İthal/
intihal fotoğraflarınızla ortalığı tozu dumana
katmak için neden bugünleri beklediniz? Bildiğim, fotoğrafın nedenselliği kavranmamış
bir olgu, bir toplumsal refleks, daha doğrusu
çabuk geçecek bir moda olduğudur.
Kendinizi, hangi fotoğraf tarzına daha
yakın hissediyorsunuz?
Yeni belgeselci, geç-izlenimci, neo-klasik,
modernist; hangisi hoşunuza giderse onu kullanabilirsiniz. Ama yapmaya çalıştığım şeyi,
akıp giden zamanın portesine notalar yazmak,
uygun melodiler ve gamlar bulmak, iyi bir armonizasyon; teknikte ve malzemedeki minimal
yaklaşımla, gelecek kuşaklara bırakmak adına
belgelemek olarak açıklayabilirim. Olayların zaman içindeki gerçekleşme biçimine asla müdahale etmem. Kavramlardan yola çıktığımda da
kurguyu, daha doğrusu bir senaryoyu uyguluyorum ve bu fotoğraflara metin ve müzikler de
eşlik edebiliyor. Ben akıp giden zamanın içinde
sörf yapmayı ve sürpriz dalgaların fotoğraflarımı götürdüğü yeri seviyorum.
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
Fotoğraflarınızda, fotoğrafın belgeleyici
ve betimleyici dilini yoğun olarak kullanıyor
ve bunu yaparken de şehir - insan ilşkilerinden ziyadesiyle faydalanıyor ironi olarak
nitelendirebilecek renkler, dokular kullanıyorsunuz. İzleyicileri bu şekilde şaşırtıyor
olmak hoşunuza mı gidiyor?
Bakırköy, Suadiye ve İstinye, doğupbüyüdüğüm, yaşadığım yerler... Taksim, Beyoğlu,
Eminönü, Karaköy hayatı anladığım bölgeler.
Kıbrıs (askerliğim), Londra, Viyana gurbete
düştüğüm yerler. Mahalle(m)den yola çıkıp,
şehirler, ülkeler geçtim. Peşine düştüğüm ve
beni ilgilendiren fotoğraflar, hep şehirlerin
güzergâhlarında yatıyordu. Viyana, Mardin,
Kayseri, Bursa, Berlin, Kocaeli, Barcelona gibi
içinden geçtiğim şehirler -bana göre- benim
fotoğraflarımda ortak paydada kesişiyorlar.
Ben izleyiciyi şaşırtmak için fotoğraf çekmiyorum ama bakış açımdan dolayı rastladığım/gördüğüm şeyler öncelikle beni sevinçle
karışık bir biçimde şaşırtıyor. Ve buna bakan
insanlar da bu duyguyu hissedebilirler mi
diye, kendime ortak arıyorum. Belki de o fotoğrafı çekme nedenim, bilinçaltımda orayı
o renge boyayan, oraya o posteri asan veya
yazıyı yazan kişiyi şiddetle merak etmemdir.
Aslında ben, ağırlıklı olarak doğrudan bir fotoğraf stilini temsil ediyorum. Fotoğraflar,
zamanın biçimlendirdiği kayalar gibi yaşamın
içinde öylesine doğal duruyorlar ki size, uygun açıyı bulup fotoğraflamak kalıyor.
İzleyicinin fotoğrafınızla empati kurabilmesi için, sizin de onlardan biri olduğunuzu
bilmesinin gerekliliği yanında; gördüklerinin
temelinde bir simya değil de yaşamın gerçekliği olduğu duygusunu asla kaybetmemeleri
gerekiyor. İşte bir yanıyla akıp giden yaşamın
tanıklığı olan fotoğraf, pentimentosunu asla
unutmadan serüvenini sürdürmek durumundadır. Bence en büyük tehlike, bir kerede saptanmış, belgeselmiş gibi görünen fotoğrafların kurgulanmış olmasıdır.
Yapılan müdahalelerin ipuçlarının açık seçik olmadığı (belgesel) fotoğraflara insan nasıl
bakmalıdır? Fotoğrafın kullanım biçimindeki
sapmalar, yaşama ait gerçekliği ötelediğinde,
hiç bir şeye inanmayan, tedirgin ve şüpheci
Kontrast
bir
fotoğraf
izleyicileri grubu oluşacaktır.
Fotoğrafın bire
bir gerçekleri
anlatmadığını,
orada bir gerçeklik var ise, fotoğrafçının baktığı noktadan o zaman dilimi ve açı üzerinden
-tüm yanılsamalara açık- bir gerçekliğin söz
konusu olduğunu biliyoruz. Bir kez karşınızdakinin yalan söyleme olasılığını aklınıza getirdiğinizde, bir daha asla neyin doğru, neyin
yalan olduğunu anlayamazsınız.
Fotoğraflarınıza daha sonradan kadraj
yapıyor musunuz? Fotoğraflarınızın çoğunda kompoziyon kurallarını ihlal eden bir
yapı görüyoruz. Kalıplara ve öğretilere karşı
durduğunu düşündürten, akademisyen Merih Akoğul’un bu konudaki fikirleri nelerdir?
Çok nadir olarak kadraj yapıyorum. Fotoğrafı boşluklarıyla seviyorum ben. Bir de kestiğiniz her fotoğraf, ilk hâlinden kötü oluyor.
Ben sergilerimi, gösterilerimi ve yayımladığım
kitaplardaki fotoğraflarımı tam kadraj kullanıyorum.
Şehirlerde, belirli bir karmaşanın olduğu
yerlerde fotoğraf çekerken, fotoğraflara giren
bir şeyler oluyor. Bir nevi açık kompozisyonlardan oluşan bu fotoğraflar, bize çerçevenin
dışıyla da ilgili ipuçları verir. O acemilik gibi
gözüken bazı şeyler fotoğrafları sevecen kılar.
Benim fotoğraflarımın da en büyük özelliği,
doğallığı ve samimiyetidir. İroni de bu hat üstünden rahatça akıyor.
Eğitim konusuna gelince; her konuda,
özellikle sanatta, öğrenim aşamasında bilinmesi gereken kalıplar vardır. İşiniz bitince
bu kalıpları atabilmelisiniz. Ama bunun da iki
yolu var. Ya o kalıbın üzerini onu tamamlayacak en az onun kadar iyi bir alternatif getireceksiniz ya da o kalıbı tamamen atıp yerine
daha mükemmel çalışanını koyacaksınız. Bunlardan biri yerine getirilemiyorsa, yapılan şey
abesle iştigaldir. Sanattaki en önemli özellik
özgünlüktür.
Aynı zamanda fotoğrafın formal eğitim
kısmında olmanız sizi fotoğraf konusunda
katı kurallarla başbaşa bırakıyor mu? İzleyici olarak özellikle sizi nasıl besliyor ya da
nasıl engelliyor?
Fotoğrafın eğitiminin bana öğrettiği inanılmaz şeyler var. Ama sorunuzu sizin deyiminizle yanıtlayacak olursam; ben asla “formal”
olmadım. Anarşist değilim, fotoğraf konusunda sert çıkışlarım da yoktur ama fotoğrafta
bile bile yanlış yapanları ve bunu doğru gibi
gösterenleri affetmekte zorlanırım. Fotoğrafın
bir yanında tüm teknolojilere açıklığı, diğer
yanında da sanat tarihi, estetik ve felsefe gibi
dallar olduğu için oldukça büyük bir alanı
kapsamaktadır. Yani fotoğraf, din ya da dogma değildir; sürekli biçim değiştiren bir organizma, hibrid bir sanat dalıdır.
Ben okulda öğrenciyken de klasik fotoğraf
anlayışına karşıydım. Fotoğrafın özü, çıkışı ve
temeli benzerlikler içerebilir ama sizden bazı
kurallara uyan aynı tarz fotoğraflar çekmeniz
istendiğinde durum değişiyor. Güzel Sanatlar
Fakültesi’nde fotoğraf okurken bunun mücadelesini vermiştim. Bazen ödev olarak yaptığmız, hatta sınıfta kaldığımız fotoğraflarla
yarışmalara katılarak ödüller alabiliyorduk.
Bilim ya da sanat, her dalı oluşturan kurallar
ve formüller katı ve sıkıcıdır. Kurallar denenmiştir, formüle dönüştürülmüştür, kıymetlidir
ama bu o şekilde kullanılması anlamına gelmiyor. Başlangıç için fikir verebilir en azından.
Ben tüm kurallara uyduğu hâlde hiç heyecan
yaratmayan, hiçbir kural ile uyuşmadğı hâlde
mükemmel olan yüzlerce iş gördüm. Gerçek
anlamda fotoğrafçılık, sanılanın aksine çok az
kimsede olan fazla özel bir yetidir.
Eğiticiyken de, öğrenirken ya da fotoğraf
çekerken de kurallar benim çıkış noktamı oluşturur. Şu aşamada bir meselem yok. Dünyaya
ne kural koyucu, ne de kural bozucu olarak
gönderildim. Ama fotoğrafa ait geliştirdiğim
düşünceler ve kurmaya çalıştığım teoriler bu
aralıkta yer alıyor. Ben çektiğim ve baktığım
fotoğraflardan keyif almaya çalışıyorum. Bu
benim birinci ilkem.
“Sanki” projenizde, günlük hayatta sürekli karşılaştığımız fotoğrafları ve diğer
imgeleri fotoğrafın konusu yapmışsınız. Fotoğrafın günlük hayattaki “basit” kullanımları hakkında neler söyleyebilirsiniz?
“Sanki” albümüm, Anadolu’nun yeni yüzünün, farklı iktidar/muhalefet anlayışıyla
yeniden görsel olarak biçimlenmesidir. Siyah
beyaz filmli Leica M6 ve 35 mm sabit objektif
ile (birkaç fotoğraf hariç) geçen günlerimizin
arasında dolanarak yapılmış tarafsız bir çalışmadır. Elbette bunda siyah-beyaz teknik kullanımının çağrıştırdıkları da önemlidir. Burada
yer alan fotoğraflar; dünyaya bakışın değiştiği, algıların farklılık gösterdiği, kavramlar ile
olanlar arasında farklı bir tekabül ilişkisinin
oluştuğu 21. yüzyılın kapı aralığından görünenlerdir. Basit bence daima iyidir. Çok mesaj ve zorlamalara karşıyım sanatta. Fotoğraf,
yaşamın gözden kaçan örtülü alanlarını daha
sonraki günlerde bize hatırlatmak için Tanrı
tarafından insanlığa yollanmış bir icattır. Geçip giden yaşamı, ancak fotoğraflara bakarak
yeniden yorumlayabiliriz. Bellek daima yanılmaya, unutmaya ve farklı yeniden üretimlere
açıktır. Yaşarken rastladığımız tüm ayrıntılar,
eğer görünüyorlarsa, belgesel anlamda fotoğrafın da konusudurlar. Fotoğraf sosyolojik,
psikolojik, teknolojik ve elbette sanatsal bir
olgudur.
Sadece fotoğrafçı değil edebiyatçı kimliğinizle de tanınıyorsunuz. Hangisi ile kendinizi daha iyi ifade ettiğinizi düşünüyorsu-
11
Kontrast
Söyleşi
nuz? Bunlardan biri sizin için daha öncelikli
mi?
Şu an kendimi fotoğrafla daha iyi ifade ettiğimi düşünebiliyorum. Çünkü fotoğraf, edebiyata oranla daha fazla görünen, öne çıkan
bir daldır. Neredeyse hayatın bütününden rol
çalar. Ama benim bitmiş ve yayımlanmış ilk
yapıtlarım edebiyat alanındadır. Fotoğraf ve
edebiyata eş zamanlarda başladım ama 1992
yılında yayımlanan “Son Dokunuş” ve 1995
yılında da “Kuğu’nun Ölümü” isimli kitaplarım
şiir kitaplarıdır. İlk sergimi açmam da 35 yaşımı bulmuştur. Gerçi fotoğraf eğitimim sırasında birçok fotoğrafım da ödül almıştı.
Bir fotoğraf oluşturmak için öncelikle fiziksel bazı şartları yerine getirmeniz gerekiyor. Oysa edebiyat en fazla bir kağıt-kalem işi.
Bana göre fotoğraftan daha zor. Gerçekleştirilmesi için gereken parametreler standart bir
insanın bildiğinden çok daha fazla. Gerçek bir
şairin hem Türk, hem dünya edebiyatını çok
iyi bilmesi, geçmişin ve bugünün bilgilerine
sahip olması, özgün ve yaratıcı olması gerekiyor. Hep yazacak ama daha çok da okuyacak.
Oysa günümüzün birçok fotoğrafçısı ne yapıyor; giriyor internete, beğendiği fotoğrafların
12
benzerlerini üretiyor. Bakanlar da ne güzel
yapmışsın diyorlar. Fotoğraf ne yazık ki büyük
bir oranda bu hâle gelmiştir. “İntihal” fotoğrafçılarının sayıları hergün çığ gibi artıyor.
Neyse, sorunuza daha doğrudan yanıt
verecek olursam; ben şair olarak anılmayı,
fotoğrafçı olarak anılmaktan daha önemli buluyorum. Fotoğraf, benim akıp giden yaşamla
olan bir meselem ve dünyayı onunla anlamaya/kavramaya çalışıyorum. Bu arada izleyicileri de açtığım sergi ve yaptığım albümlerle
konunun içine katıyorum. Ama şiir daha evrensel ve kozmik bir yapıyı içinde barındırıyor. Sözcüklerin bir araya gelip bir duyguyu
anlatmaya çalışmaları ve yarattıkları titreşimi
hiçbir şeye değişmem. Ben kurmaca yazamıyorum, yani uydurmayı sevmiyorum. Deneme
dalı benim için gerçeklerle olan bağlantısından dolayı önemli. Gözlemlerimi yazıya dönüştürmek, en büyük tutkularımdan biri. Sözcükler mağlup olduğunda ben kazanırım ama
yazı daima şike yapar yazarların lehine... Bu
sayede yazar oluruz. Ölünce şair olarak anılmayı yeğliyorum.
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
Fotoğraf, Merih Akoğul’un hayatının ne-
resinde? Bildiğim kadarıyla sinema ve müzikle de ilgileniyorsunuz. Müzik ve sinemayı
hayatınızda nereye koyarsınız?
Müzik, benim hayatım. Fotoğrafsız kalabilirim ama müziksiz asla... Gelirimin çok ciddi
bir kısmını müzik sistemlerine, CD ve plaklara
ayırdım ve ayırıyorum. Kendimi ödüllendirmek
istediğimde gider alışveriş yaparım. Yeni bir
albümle eve geldiğimde, benden daha mutlu
bir insan yoktur. Müziği çok sevdiğim için iyi
de bilirim. Özellikle klasik ve caz müziği benim dallarım. İnanılmaz sayıda konsere gittim.
Müzik fotoğrafları çekerken hem insanları rahatsız ettiğim hem de müziği dinleyemediğim
hissine kapıldığım için müzik yazarlığına başladım. Müziğin iyileştirici gücünü hayatımın
her döneminde kullandım. Bu arada biraz saksofon çalmaya da çalıştım ama olmadı. Yazar
olmak, çevreye daha az zarar veriyor…
Sinema bilgim eskiden çok daha sistematik ve fazlaydı. Moda Sineması’nın sabah saat
10.00 matinelerinden İstanbul Festivali’nin
(daha Film Festivali yoktu) Konak Sineması’nda gösterilen filmlerine, videoculardan kiralanan Betamax kasetlerden ülkemize iki yıl
gecikmeyle gelen vizyon filmlerine kadar her
Kontrast
“Fotoğraf, dünyanın önemli felsefecilerinin ve sanat
kuramcılarının üzerine kafa yordukları olağanüstü
bir icattır. Dünyayı ve varoluşu kavramanın sıradışı
bir yoludur.”
şeyi seyreder ve notlardım. O bilgilerim bugün bile işime çok yaramakta. Ama bir şeylerden kısmam
gerektiği için tiyatro ve sinemayı
biraz daha geri plana atmak zorunda kaldım. Zira hocalık, edebiyat
ve fotoğraf üretimim için zamana
gereksinimim var. Bu arada bitirip
yayına hazırladığım yeni şiir kitabımın ismi “Gece/Şarkılar!” Kitabı bu
kadar geciktiren şiiri de “Requiem”
adını taşıyor: Yine müzik anlayacağınız...
Sinema-fotoğraf ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Her filmin başlangıç ve bitiş
kareleri birer fotoğraf da olsa, ben
sinema ile fotoğraf sanatını birbirine çok uzak buluyorum. Fotoğraf
noktasaldır, bir ânı, zaman kesitini kullanır; sinema ise bir
süreçtir. Perdede gerçekleşenler, yaşamın gerçek hızıyla birebir örtüşür. Bir fotoğrafın karşısında uzun süre kalabilirsiniz; oysa filmin, yönetmeni tarafından önerilmiş bir zamanı
vardır. Zamanı kullanma biçiminden yola çıkarak, sinema,
müziğe daha çok benzer. İyi çerçevelemeler yapılmış bir
film gördüğümüzde, ne güzel film demeyiz, harika çekimleri
var deriz. Fotoğrafın dünyadaki duruşunu, sinemaya defalarca yeğlerim. Ama bir film seyretmek; müziği, oyunculuğu,
konusu, anlatım biçimi ve çerçevelemeleriyle doyumsuz bir
şölendir benim için. İyi bir filmin bana verdiği ilhamı tüm
üretimlerimde kullanırım. Tıpkı müzikleri dinleyerek kıvama
geldiğim ve şiirler yazdığım, projeler ürettiğim gibi...
Fotoğrafların tekniği eleştirilirken ilk bakılan noktalardan birisi fotoğrafın netliğidir. Sizin bazı fotoğraflarınızın ise bilerek netsiz bırakıldığını görüyoruz. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Netlik, fotoğraf için çok önemli; bilinçsiz olarak net çekilmemiş, küçük bir olasılık da olsa
şansa bir estetiği sağlamamış bir fotoğraf baştan kaybeder. Ama siz netliği ya focus halkası ile oynayarak, ya nesneyi düşük enstantanede çekerek ya da makineyi sallayarak
bozarsınız. Bu da bize, fotoğrafın, fiziksel koşullarının bilerek yerine
getirilmediğinde başka dünyaların kapılarını açtığını gösterir. Bu, fotoğrafın bize kendini hatırlatmasının bir yoludur. Benim fotoğraflarımı
tanıyan ve fotoğrafın estetiğini önemsediğimi bilen birisinin bunun kazayla olmadığını
anlayacağını tahmin ediyorum. Fotoğrafı okumayı bilenler, neyin şansa olduğunu, neyin estetik bir nedenle yapıldığını bilirler.
13
Kontrast
Söyleşi
“Anarşist değilim,
fotoğraf konusunda
sert çıkışlarım da yoktur ama fotoğrafta bile
bile yanlış yapanları
ve bunu doğru gibi
gösterenleri affetmekte
zorlanırım.”
Şimdi yeni makinelerin onbinlerce ISO’ya
çıkan duyarlılıkları, buna bağlı hareket eden
hızlı enstantaneleri, yüksek ışık geçirgenlikli ve titremeyi önleyen objektifleriyle az ışık
koşullarında bile net fotoğraflar çektiklerini
biliyoruz. Bunun yanında, bazen ışık şartlarının
azlığından dolayı hafif netsiz çıkan fotoğrafların nasıl samimi olduğundan da haberliyiz.
Fotoğraf elbette hatıra fotoğrafının amatör
acemiliklerinden kurtulmalıdır ama pırıl pırıl
fotoğrafların, reklam fotoğraflarının kurmaca
dünyalarıyla ne kadar flört ettiğini de biliyoruz. Birçok fotoğrafçının az ışık şartlarında,
sallanmaması için ik/üç stop koyu “Low-key”
fotoğraflar çekip, bunlarla ne kadar sükse yaptıklarının da farkındayız. Ama ne yazık ki yeni
teknoloji bize farklı bir estetiği dayatmıştır. Bu
yüzden çevremiz yüksek teknikli, çarpıcı ama
çoğu kopya ve içi boş milyarlarca yeni kareyle
çevrelenmiştir.
Belki de bu yüzden, ben arada böyle fotoğraflar çekiyorum. İyi bir sonucu yakaladığımda
-çünkü göz böyle bir şeyi gör(e)mediği için
çıkacak fotoğraf şansa bağlıdır- izleyiciler de
buna hak ettiği değeri veriyorlar. Ben kurmaca bir şey yapmıyorum, fotoğrafın doğasında
bulunanı ortaya çıkartıyorum. Yüzyıl önce, bazıları neredeyse dakikalarca pozlanan insan fotoğraflarının donuk heykelselliği de, hareketli
fotoğrafların uzayıp giden hareketliliği de aynı
sebeptendir. O günlerde teknik eksiklik olan
şey, günümüzde bilinçli bir seçimdir...
Görünütünün dilini fotoğrafik olarak kullanırken en çok dikkat ettiğiniz nokta nedir?
Âna bağlı olan serilik ve az sonra olabilecekleri nasıl saptayabileceğin konusunda verilecek kararların tutarlığı çok önemli benim
için. Bir şeyi üç boyutlu görmek ile aradan
zaman geçtikten ona sonra uzun uzun bakmak
arasında büyük fark vardır. Hatta, Roland Barthes’ın yaklaşımından yola çıkarsak, bir fotoğraf okumasının daha sağlıklı olabilmesi için o
fotoğrafa artık hiçbir biçimde bakmayıp, onun
14
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
imgesini hafızamızda kaldığı biçimiyle hatırlamayı seçmemiz gerekiyor. Fotoğraf, dünyanın
önemli felsefecilerinin ve sanat kuramcılarının
üzerine kafa yordukları olağanüstü bir icattır.
Dünyayı ve varoluşu kavramanın sıradışı bir
yoludur.
Eleştiren ve eleştirilen Merih Akoğul
“eleştirilmek” ve “eleştiri” konusunda neler
söylemek ister?
Ben, olmamışı ve umut olmayanı -negatif
anlamda- asla eleştirmem; belirli kaliteyi tutturmuş, eleştirilecek nitelikte ve gelişmeye
açık olanı eleştiririm. Eleştiride doz ve yapıcılık
çok önemli. Hele insanların özellikle internette
yaptıkları abartılı (negatif ya da pozitif) eleştirilere hayret ediyorum. Sıkı eleştiri yapıyorsan
kesinlikle belirli bir donanımda ve de bu konuda söz söylemeye muktedir bir konumda olman
gerekiyor. Doğru kipleri seçmek ve söylenecek
terimleri doğru kavramlar üzerinden temellendirmek gerekiyor. Eğer bu vasıflara sahip değilsen eleştiri yapmayacak, konuşmayacak ve
yazmayacaksın. Mesela ben neden siyaset ya
da matematik üzerine konuşmuyorum. Bizde
herkes, her şeyi biliyor ya...
Yapıtlarımın eleştirisine gelince: Ben yakınlarımın üst perdeden övgü ve beğenileriyle
ard niyetlilerin bilinçli yergilerini atar, geriye
kalanları ele alırım. Hatırı sayılır bir oran varsa
bu benim için yeterlidir. Benim en büyük handikapım, fotoğraf konusunda hem üreten, hem
de yazan/eleştiren konumda olmamdır. 20 yıldır fotoğraf üzerine yazmama rağmen, ağırlıklı
olarak son on yılın tüm yazı ve eleştirilerine
bakarsanız benimki kadar sergi, albüm ve etkinliği ele almış başka birisi bulamazsınız.
Türkiye fotoğrafçılığı açısından fotoğraf
dernekleri ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Derneklerin varlığı çok önemli. Fotoğraf
bireysel bir sanattır. Bir başına çekilir ama paylaşım aşamasında, başka insanlara ve ortamlara gereksinim vardır. Burada dikkat edilmesi
gereken nokta şudur ki fotoğrafçılık herkesin
aynı anda, aynı hareketi yaptığı folklor değildir. Kollektif çalışmanın gereklerini iyi bilmek
gerekiyor. Adana, Bursa, Konya, Kocaeli, İstanbul, Ankara gibi şehirlerde bulunan derneklerin her geçen gün gelişen bir ivme ile çalıştığını görüyorum.
Türk fotoğrafında yazınsal ve görsel olarak yürüttüğünüz çalışmalarınızla önemli bir
yere sahipsiniz. Türk fotoğrafı için neler söylemek istersiniz?
Siz şu satırları okurken ben bu dünyada
46 yaşını tamamlamış ve 47’den gün almış
olacağım. Yeni nesil temsilciler şu an 20 ile
30 yaşları arasındalar ve içlerinde oldukça iyi
olanları var. Asıl sorun, onlara kendilerinden
öncekilerinin bıraktığı mirası nasıl çeşitlendirerek ileriye taşıyacaklarıdır. Ben fotoğraf
adına yaptıklarımla kalacağımı biliyorum. Zira,
fotoğrafın da büyük bir yer tuttuğu sanat hayatımda belki de iki-üç insanın yapacağı kadar
iş yaptım. Umarım benim bedenim bu dünyayı
terk ettikten sonra, yaptıklarımın farkına varacak ve takdir edecek vefalı insanlar çıkar.
Bu arada, herkese toplu olarak kendisini
fotoğrafçı hissettirme hezeyanının yanında en
büyük ikinci büyük tehlike de biçim ile içeriği
(kavram) arasında büyük uçurumlar bulunan
yapıtların yükselişe geçmesidir. Özellikle, çağdaş sanat üzerinden ithal bakış açılarının ürünleri olan temelsiz şişirme bir sürü iş; fotoğrafçı,
galerici ve spekülatör alıcılar üçgeni üzerinden
haketmediği bir yere çıkarılıyor. Bunun da önümüzdeki beş yıl içinde biteceğine inanıyorum.
Türkiye’nin gerçek fotoğraf koleksiyonerleri ve
fotoğraf borsası oluşmadıkça, bu iş böyle gidecektir.
Yine bana dönersek; çocukluğumdan bu
yana içinde olmayı istediğim (Şahin Kaygun,
Yılmaz Kaini gibi şu an aramızda olmayan hocalarımdan çok şey öğrendim.) Türk Fotoğrafı’nın 33 yıllık bir parçası olmaktan, yaşadığım
her türlü zorluğa rağmen çok memnunum.
Kontrast
A
İNCE ELEK
ltan Bal
Biçim (III)
Fotoğrafta biçim üzerine sesli düşünmeye, belki de
mızmızlanmaya bu sayıda da devam edeceğiz. Ama önce
İnce Elek köşesine yeni başlayanlar için, biçim konusunda
konuştuklarımızın kısa bir özetini geçmek istiyorum.
Biçim konusunda beyin fırtınası yaptığımız ilk yazımızda, fotoğraflarımızın ne kadar güçlü olacağını, fotoğraf çekmeden önce, çekerken ve çektiğimiz fotoğraflar arasından seçim yaparken içerik ve biçim konusunda
yaptığımız seçimler belirler; içerikten bağımsız, bir takım
kurallara uyacağız diye yapılan seçimler fotoğraflarınızı
alışılmış, normal olarak anılmasından başka bir şeye yaramaz demiştik. Geçen sayıda ise fotoğraflarımızı etkili
yapanın, içerikten bağımsız kompozisyon kuralları değil,
anlatmak istediğimize dair yaptığımız seçimler olduğunu belirtip, bu seçimler üzerine sesli konuşmaya devam
etmiştik. Gördüğümüz fiziki dünyayı, algıladığımız gibi
fotoğrafa çeviremeyeceğimizi, beynin duyu organlarıyla
algıladığı fiziki dünyanın fotoğrafa çevrilmesinde verdiğimiz kararlar fotoğrafın biçimsel gücünü belirler, dedikten
sonra bu kararlardan deklanşöre basma ânı, yani kritik an
hakkında konuşmuştuk.
Görsel algımızın sonuç fotoğraftan bir farkı da fiziki dünyayı kadrajsız algılamamızdır. Fotoğraf çekmeden
bir saniye öncesine kadar kadrajsız olarak algıladığımız
herhangi bir durumu vizörü gözümüze dayadığımız an
kadrajlı görmeye başlarız. Kadrajımızın sınır çizgileri ve
o çizgilerin içinde kalanlar, sizin fotoğrafınızın biçimini
oluşturur. Etkili bir kadraj, “Seyirciye, gördüklerimizden
neyi göstermek istiyoruz?” ve “Ne anlatmak istiyoruz?”
sorularına verilen cevaplar sonucunda oluşur. Doğru
kadraj diye bir tanım yoktur. Önemli olan, sizin kafanız-
dan geçenlerdir ve bunu etkileyici bir şekilde seyirciye
iletmektir. Kadrajımızın içindeki lekeler, şiiri oluşturan
kelimeler gibidir. Rastlantısal olarak kadraj içinde olmamalıdırlar. Çekerken veya çekilmiş fotoğraf arasından
seçim yaparken, fotoğrafçı istediği için seyirciyle buluşabilir. Nasıl etkili bir şiiri oluşturan mısralar için bu kelime
gereksiz veya yeri yanlış diyemiyorsak, fotoğrafın kadrajı
içinde aynısı geçerlidir.
Fotoğraf çekerken yaptığımız bir seçim de fotoğrafı
çektiğimiz açıdır. Günlük hayat içinde algımız işlevseldir.
Mesela, “Bardak” dediğim zaman birçok insanın ilk aklına gelen görüntü, günlük hayat içinde bardağı kullanırken gördüğümüz görüntüdür. Bu görüntü ya üstten ya da
yandan olan bardak görüntüsüdür. Bardak denilince çok
az kimsenin göz önüne bardağın altı gelir. Oysa etkili bir
fotoğraf için işlevsel olmak yetmez. Aynı zamanda fotoğrafımız estetik bir gücü olmalıdır. “Estetik” kelimesi, aklınıza yalnızca güzel kavramını getirmez umarım. Mantık
ve “etik”le beraber “estetik” felsefe disiplininin bir başlığıdır ve “güzel” kelimesine hapis olmayacak kadar zengin
bir içeriğe sahiptir. Estetik kavramı üzerine konuşmayı bir
sonraki İnce Eleğe bırakıp, tekrar çekim açısına dönelim.
Çekim açısı, kadraj ile beraber izleyiciye neyi, nasıl
göstereceğimizi belirler ve sınırlandırır. Bu yüzden fotoğraf çekerken veya seçerken rastlantılara bırakılmayacak
kadar önemlidir. İçerikle bütünleşecek şekilde belirlenmelidir.
Her fotoğraf için aklımızdan geçen “Deklanşöre ne zaman basmalıyım?”, “Nasıl bir kadraj yapmalıyım?”, “Neden bu açıdan fotoğraf çekiyorum?” sorularına verdiğimiz
cevaplar, fotoğraflarımızın biçiminin nasıl olacağını belirler. Ortaya çıkan bir fotoğraf, herhangi bir kompozisyon kuralının bir sonucu değil, fotoğrafçının o fotoğrafı
seyirciyle buluşturana kadar sahip olduğu tüm birikimlerin bir sonucudur.
15
Kontrast
Hazırlayan: ŞULE TÜZÜL
Katkıda Bulunanlar: Ufuk Duruman, Özlem Dağ, Şirin Aydın
Fotoğrafta Erkek
Egemenliği
Fotoğraf: Seda Güner
16
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
Kontrast
Kadın… “Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” mi, hemen yanı başımızda olan mı? Evlenilecek
olan mı, eğlenilecek olan mı? Kötü mü, iyi mi? Şeytan mı, melek mi? Haksa hak, eşitlikse eşitlik ama
“Sevgilim, karıcığım, aşkım hadi bana bir su getirir misin?” desek ne ola ki? Aptal sarışın mı, aklı ile saçı
doğru orantılı olan mı? Hani daha yenilerde gülüyordunuz ya dünyanın en kısa fıkrasına: “İki kadın bir
saat sessizce oturdular…”
Göğüs, kalça gibi olmazsa olmazları var; ya bunlar olmazsa, hâlâ kadın mı? Peki hangisi; kız, kadın, bayan?.. Seç, seç, beğen… Bir yerlerde tecavüzler, kadın sünnetleri, töre katliamları hâlâ sürerken…
Erkek… Yok ki kadından farkı. Onun da zorunlulukları var. İlla ki kaslı olacak, hiç olmazsa şöyle kendini
gösteren pazıları… Ağlamayacak, asla… Karı gibi gülmeyecek! Karı sözü ile hareket etmeyecek! Parası
olacak. Mümkünse erkek çocuk(lar)ı… Bir şeyleri becerecekse, becermesi yetmeyecek, iyi becermesi de
gerekecek. Ya olmazsa, hâlâ erkek mi? Kime ve neye göre?
17
Kontrast
Yaşadığımız coğrafya tarafından
belİrlenen toplumsal cİnsİyet
rollerİ erkek ve kadını seyreden
ve seyredİlen olarak sınıflaştırırken kadın, belİrlenmİş bu rolün
dışına çıkabİlİr mİ?
Fotoğrafta erkek egemenliği” diyerek yola çıktığımızda, yolculuğun daha başında karşı çıkanlar oldu. Evet, pek çok alanda erkek
egemenliğinden söz edilebilirdi ama fotoğraf ortamında böyle bir
şey söz konusu olamazdı. Fotoğrafın sanat boyutu vardı, sanatta
erkek kadın ayrımı olmazdı, sanatın kapıları herkese her koşulda
açıktı... Fotoğrafçılar da sanatçı olduklarına göre töre cinayetlerinden kadın ve erkeği ayıran toplumsal cinsiyet rollerine kadar
kadına uygulanan ayrımcılık ve şiddet, asla fotoğraf dünyası için
geçerli olamazdı. Erkek fotoğrafçılarımızın çoğu sorularımızı şöyle
yanıtlıyordu: “Ben bir fotoğrafa bakarken, kadın mı çekmiş erkek
mi çekmiş, ayırmam ki; iyi fotoğraf mı, kötü fotoğraf mı, önemli
olan budur?” Konu bu kadar basit miydi gerçekten?
Dünya, erkek egemen bir dünya iken (Siz böyle olmadığını mı
düşünüyorsunuz? Ama neden ve nasıl?) pek çok konuda olduğu
gibi fotoğrafta da erkek egemenliğinden söz edebilir miyiz acaba?
Kadın fotoğrafçıların cinsiyetlerinden dolayı bu alanda dezavantajları olabilir mi? Cinsiyetin ya da toplumsal cinsiyetin (toplum
tarafından belirlenen kadın ve erkek rollerinin) fotoğraf dünyasındaki etkisi nedir? Bu konuda kadın fotoğrafçıların hatalı yaklaşım ve uygulamaları olabilir mi? Erkek seyredendir (hükmeden),
kadın seyredilendir (hükmedilen) rolleri dışına çıkılabilir mi?
Bu soruların peşine düşen bizler, fotoğrafta erkek egemenliği vardır ya da yoktur demiyorduk ama bu soruların olası cevap-
Fotoğraf: Gülnaz Çolak
18
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
ları hepimizin içsel yolculuklarında çelişkilere,
dolayısıyla zihnimizi ve duygularımızı rahatsız
eden yerlere götürüyordu bizi. Kadındık ya da
erkektik, eşit, özgür ve barışçıl bir dünyaya inanıyorduk, yolculuğu başlamadan bitirmek yerine, sonuca ulaşmasak da, insana ve kendimize
saygımızdan dolayı, yolculuğa çıkmak zorundaydık. Çıktık…
Fotoğrafta Kadının Yeri (Var mı?)
Sanat tarihinde kadın ressamların sayısının
az olması gibi, edebiyat tarihinde de şair kadınların sayısı azdır. Ama dünyanın en muhteşem
ve en çok sayıda resmi kadınları anlatır; en çok
şiir de kadınlara yazılmıştır. Sanatın ana konularından biri ve aslında tüm konuların başlangıç noktası aşk değil mi? Söz konusu
aşk olunca ve sanatçıların büyük bölümü de erkek olunca, kadının
sanat tarihindeki yeri neresi olabilir sizce? Fotoğraf tarihine baktığımızda kaidenin bozulmadığını, en azından konusu kadın olan
çalışmaların sayısının yüksek olduğunu, ancak kadın fotoğrafçı
sayısının erkeklere oranla az olduğunu rahatça görebiliriz. Erkek
egemen bir dünyadan ve bu egemenliğin sonuçlarından doğal
olarak fotoğraf da payına düşeni alacaktır.
9–13 Mart 2010 tarihlerinde, Ankara’dan bir sergi geldi geçti:
Kanadalı Lana Slezic’in “Afgan Kadınlar” isimli sergisi. Sergi fotoğraflarının her birinin yanında, fotoğrafta yer alan kadınlara dair
ufak açıklamalar da yer alıyordu; kocaları tarafından dövülen kadınlar, ölüme mahkûm edilenler, küçük yaşta zorla evlendirilenler,
kadın bedeni ve kıyafeti üzerinden yapılan politikaların bedelini
ödeyen kadınlar, hayatlarını sürdürebilmek için fahişelik yapmak
zorunda kalanlar... Fotoğraflar, Afgan kadınların hikâyelerini anlatırken, dünyanın herhangi bir coğrafyasını da anlatıyordu aslında.
Türkiye’nin kadın hikâyeleri çok mu farklı bunlardan?
Bir sanat eserine konu olan her ne ise aynı zamanda o eserin nesnesi olduğuna göre, yere göğe koyamadığımız kadınlar -bu
eserlerin yaratıcıları da Lana Slezic gibi kadınlar olsa dahi- sanatta da nesneleşmekten, çoğu zaman cinsel kimlikleri ile meta
Kontrast
olmaktan kurtulamıyorlar. Asıl soru ise şu: Bu dünya nasıl bir dünya
ki Lana Slezic fotoğraflarındaki gibi hikâyelerin kahramanları hep
kadın?
İstatistiklere göre Türkiye’de Kadın ve Erkek Fotoğrafçılar
Fotoğrafçı Osman Ürper’in dijital teknoloji ve reklam fotoğrafçılığı konusunda hazırladığı doktora tezinde, araştırmaya katılan
reklam fotoğrafçılarının cinsiyet dağılımına bakıldığında fotoğrafçıların tamamına yakınının (yüzde 94,3) erkek olduğu gözlenmiş.
Bu durumda, Türkiye’de
reklam
fotoğrafçılığı
mesleğinin genelde erkekler tarafından tercih
edildiğini söyleyebiliriz.
Bu sonuç elde edildikten sonra Osman Ürper,
reklam sektörüne fotoğrafçı yetiştiren Mimar Sinan Üniversitesi, Marmara Üniversitesi ve Dokuz
Eylül Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültelerinin
fotoğraf bölümlerinden
mezun olan öğrencilerin
cinsiyet bilgilerini istemiş. Gelen cevaplara göre; ilgili bölümlerden M.S.G.S.Ü’de yüzde
28, M.Ü.G.S.F’de yüzde 44 ve D.E.Ü.G.S.F’de yüzde 33 oranında kız
öğrencinin mezun olduğu görülmüştür. Oysa reklam sektöründe çalışanların geneline bakıldığında kadınların erkeklerden biraz daha
fazla temsil edildiği bir tablo görülmektedir. 2000 yılında Reklamcılık Vakfı tarafından yapılan “Reklam İnsanları Profil Araştırması”na göre sektör çalışanlarının yüzde 56’sını kadınlar oluşturmaktadır. 2007 yılı Aralık ayında Reklamcılar Derneği ve Reklamcılar
Vakfı üyesi ajanslara yönelik yapılan başka bir araştırmaya göre bu
oran yüzde 51 düzeyindedir. Dolayısıyla reklam sektörünün meslek
alanlarından biri olarak reklam fotoğrafçılığında kadınların istihdamı açısından tam tersi bir durum olduğu görülmektedir.¹
Sayın Ürper’in tezindeki bu istatistikleri inceledikten sonra, kendisine fotoğrafta erkek egemenliği konusunda düşüncelerini sorduk.
Bizi şöyle yanıtladı:
“Bir yıl öncesine
kadar ‘Pek çok konuda
olduğu gibi fotoğrafta
da erkek egemenliğinden söz edilebilir mi?’
sorusunun yanıtını pek
düşünmemiştim ama katılmazdım herhalde. Kadınlar ve erkekler olarak
ayrımcı bir bakışa sahip
olmamam ve çevremdeki
kadın fotoğrafçıların sayısının pek de az olmadığı düşüncesi ya da izlenimi nedeniyle. Ancak sizin
de incelediğiniz doktora
tezimde yapmış olduğum
araştırmada ortaya çıkan
sayısal sonuç, benim de
bu konuya dikkatimi çekti. Fotoğrafın bir başka
meslek kolu olan basın
fotoğrafçılığı alanında
yapılmış bir araştırma
bulamadım ama bu meslekte de durumun belki
de reklam fotoğrafçılığından daha vahim oldu-
ğu görülmektedir (T.F.M.D üye oranı 445/7). Türkiye genelinde faaliyet
gösteren fotoğraf derneklerinin üye oranları üzerine yapılacak bir
araştırma tabloyu biraz daha hafifletecektir kanısındayım. Ancak fotoğrafın meslek olarak kadınlar tarafından ya da sektörel değişkenler
tarafından bu denli az tercih edilmesine neden olarak, bu mesleğin
çalışma koşullarının fiziki zorlukları, ticari koşulların zorlukları, düzensiz çalışma saatlerinin yanı sıra aile ve sosyal yaşam içinde kadının konumu gibi konuların belirleyici olduğu aşikârdır. Türkiye’deki bu
durum
feminist araştırmacı
Liesbeth van Zoonen’in Avrupa medya
sektörlerinde erkeklerin daha teknik, kadınların ise daha çok
ofis ve idari işlerde
çalışması
pratiğini tanımlamak için
kullandığı
‘düşey
ayrımcılık’ (vertical
segregation) kavramıyla açıklanabilir.
Kadın fotoğrafçı olmanın iş üretme
açısından genelde
avantaj ya da dezavantaj olduğunu düşünmüyorum. Ancak detaylarda da ince farklar
olabilir tabii ki. Fotoğrafın üretiminde bireysel duyarlılığın ve kültürel
gelişimin cinsiyetten daha önemli değişkenler olduğunu düşünüyorum.
Sosyal hayatta kadın ve erkek olarak sahip olduğumuz kimlikler
ve roller yaşamımızı bir şekilde belirliyor. Ancak zaman içerisinde bireyler de toplumlar da değişime uğruyor kaçınılmaz olarak. Kadınlar
açısından ‘başarılı erkeklerin arkasında bulunma’yı kabullenme devrinin tükendiğini bir erkek olarak memnuniyetle gözlemliyorum. Sosyal
yaşamın her alanında kadınlar kendilerini başarıyla var edebiliyorlar. Üretmek, sonuçta kadının doğasında olan bir şey. Ancak burada
sorun, toplumsal rolleri kabullenmekten kaynaklanıyor bence. Eğitim
ve kültür seviyesi yükseldikçe, ekonomik özgürlükler arttıkça, kadın
Emİne Ceylan: “Her alanda olduğu
gİBİ kadınlar özne olmaktan kaçınıyor, kendİlerİne pusula görevİ
gören erkeklerİn peşİ sıra sürüklenİyorlar. Eşlİkçİ olmayı tercİh edİyorlar. Kolay yolu seçİyorlar yanİ,
rahat olanı.”
Fotoğraf: Figen Aydoğdu
19
Kontrast
Fotoğraf: Niko Guido
fotoğrafçıların, çalışmalarıyla adlarından daha fazla söz ettireceklerine inanıyorum.”
Bir Adım Geride Olmayı Kabullenmek
Sayın Ürper’in sözünü ettiği zorluklar, kadınların pek çok meslekte olduğu gibi fotoğrafçılık ve fotoğrafın farklı alanlarında yer
almalarında kadınlar açısından caydırıcı etkiye sahip olabilir. Ancak caymak söz konusu olduğunda kadınların çuvaldızı kendilerine batırmaları gerekiyor. Eğer dünyaya erkek egemen bir bakış
hâkimse, kadınların da dünyaya farklı bir pencereden bakmak yerine erkeklerin penceresinden bakmayı tercih etmeleri ya da en
azından bu durumu kabullenmeleri, doğaldır ki erkek egemen bir
dünyayı destekleyecektir.
John Berger, Görme Biçimleri isimli kitabının ikinci bölümünde, kadın ve çıplaklık kavramlarının sanat tarihi boyunca nasıl ele
alındığını anlatıyor ve şöyle bir tespitte bulunuyor: “Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları
seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler.
Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil,
kadınların kendileri ile ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye – özellikle görsel bir nesneye – seyirlik bir şeye dönüştürmüş
olur.”²
İşin aslı böyle mi gerçekten; erkek seyreden (hükmeden), kadın seyredilen (hükmedilen) mi? Yaşadığımız coğrafya tarafından
belirlenen toplumsal cinsiyet rolleri erkek ve kadını seyreden ve
seyredilen olarak sınıflaştırırken, kadın bu rolün dışına çıkabilir
mi?
Akademisyen fotoğrafçı Işık Özdal’ın fotoğraf üzerine Türkiye’deki kadın fotoğrafçılarla yaptığı söyleşilerin yer aldığı kitapta
Emine Ceylan ve Arzu Filiz Güngör, belirlenen roller ve bu rollerin
dışına çıkılabilmesi konusunda önemli saptamalarda bulunmuşlar. Kardeşi Nuri Bilge Ceylan’la yaptıkları ortak çalışmalar kadar
kişisel çalışmaları ile de fotoğraf tarihimizde yerini alan Emine
Ceylan, Türkiye fotoğraf ortamında kadın sanatçıların yeri ile ilgili
olarak şöyle diyor: “Yeri olduğunu düşünmüyorum. Tek tek kişiler
var. Kadın akımı, kendine yol çizmiş bir çoğunluk olduğunu sanmıyorum. Çok çok az. Nedenleri belli aslında. Fotoğrafta kendinden çok
20
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
fazla özveri gerekiyor; kadınların evlilik meşguliyeti, zaman zaman
mesleğini yapmasını bile engelliyor. Her alanda olduğu gibi kadınlar özne olmaktan kaçınıyor, kendilerine pusula görevi gören erkeklerin peşi sıra sürükleniyorlar. Eşlikçi olmayı tercih ediyorlar. Kolay
yolu seçiyorlar yani, rahat olanı. Bırakın diğer meslekleri, sanatla
uğraşmak bir güç gerektirir, kendini adama ister, özne olmanın güçlüklerini tek başına üstlenmeyi gerektirir, yalnız bazen yapayalnız
olmayı göze almayı gerektirir. Özgürlük ortamı ister.”³
Akademisyen Arzu Filiz Güngör’ün aynı soruya yanıtı da Emine Ceylan’ı destekliyor: “Sadece fotoğraf alanında değil, aslında
diğer alanlarda da geçerli bir şey var. Gördüğüm, üretimi ile çok öne
çıkmıyor kadın. Bunu önü kesiliyor, engelleniyor anlamında söylemiyorum sadece. Onlar da var tamam ama erkek egemen bakış
açılarının hâkim olduğu, hatta kadınların dahi erkek egemen bakış açısına sahip olduğu bir toplumda, dünyada da öyle, bir tür ‘bir
adım geride olmayı kabullenmişlik’ var. Başka görevler var hayatın
kadının önüne koyduğu; kadının halletmesi, çözmesi gereken başka konular var. ‘Onlar halledildikten sonra, geriye kalan zamanda
yapılan bir şey’ olduğu için fotoğraf, bir şekilde ‘ben bunları üretiyorum, paylaşmak istiyorum’ diye öne çıkmıyor kadınlar. Erkeklerde,
erkek sanatçı/fotoğrafçı/üreten insanlarda ben aynı geri durmayı,
ertelemeyi pek görmedim. Henüz olgunlaşmamış, pişmemişken öne
atılanları daha çok görüyoruz, tersine…”⁴
Elinin Hamuru ile Erkek İşine Karışanlar
“Bensiz seni/benden başkası anlamaz,
Sensiz beni/senden başkası anlamaz,
Senden, benden/bize olanca varmadan
Bizsiz bizi/bizden başkası anlamaz”
Şiir Özdemir Asaf’a ait. Şiire ilham veren ise Yıldız Moran…
“Şiirselliği olan her şey fotoğraf konusudur”⁵ diyen Cumhuriyet
döneminin eğitimli ilk kadın fotoğrafçısı Yıldız Moran, fotoğrafa
1950 yılında Londra’da Ealing Technical College’de başlamış. Fotoğraf kariyeri başarılarla dolu. Döneminin en sıra dışı kadınlarından olan Yıldız Moran, 12 yıl süren fotoğraf serüvenini, âşık olduğu eşi Özdemir Asaf ve çocukları için noktalamış. 1983 yılında
Kontrast
kendisi ile yapılan bir söyleşide şunları söylüyor:
“Yirmi dört saat düşünülen, yaşanılan, ikinci plana atılamayacak
bir konudur fotoğrafçılık. İnsana, hayata özgü bir aşamanın bir yerini, kavramsal olarak dolu, yoğun, ağırlıklı olarak verebilen kişidir
fotoğrafçı… Birden yirmi dört saatimi bu konuya mı vereceğim, yoksa
daha önemli konular var mı benim için diye düşündüm. Daha önemli
şeyler olduğuna karar verdim ve on iki yıl sonra bıraktım bu işi.”⁶
Erkek egemen bakış açısının, kadının fotoğraf dünyasında var
olma çabası üzerinde olumsuz etkileri, Türkiye’ye özel değil; ancak yaşadığımız coğrafyaya özel toplumsal cinsiyet rolleri, kadına
bakış açısı, elbette fotoğraflarımıza da yansıyor. Dünya fotoğraf
tarihine kadınlar fotoğrafçı olarak isim yazdırmaya başladıkları dönemlerde, yaşadığımız toprakların kadınları henüz fotoğraf
çektirmek konusunda bile özgür değillerdi. 1919 yılında Sait Paşa
konağının kapısında asılı duran tabelada “Hanımlar Fotoğrafçısı
Naciye” yazıyormuş. O tarihte kadınlar, ancak kadınlara fotoğraf
çektirebiliyormuş. Yıldız Moran gibi, 1950’lerde kadın fotoğrafçı
olarak karşımıza çıkan bir isim de Semiha Es. O dönemde Hürriyet’in Kore Savaşı’na gönderdiği Hikmet Feridun Es ve eşi Semiha Hanım sayesinde Türkiye, Kore Savaşı’na tanıklık edebiliyor.⁷
Akademisyen ve fotoğrafçı Güler Ertan, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin 1964 yılında ilk kadın fotoğraf eğitmeni
oluyor. Aynı üniversitede Fotoğraf Bölümü’nün kurulma tarihi ise
ancak 1994 ve Güler Ertan kurucu üyelerden biri. Bu gelişmeler
düşünüldüğünde, Osman Ürper’in araştırmasındaki sayılar hiç de
fena görünmüyor, değil mi? Oysa Türkiye, ancak 1950’lerde fotoğrafçı kadınların isimlerini görmeye başlarken; Julia Margaret
Cameron, Getrude Kasebier, Gerda Taro, Margaret Bourke White,
Dorothea Lange, Tina Modotti gibi pek çok kadın fotoğrafçı, fotoğraf tarihine isimlerini yazdırmıştı bile. Bu durum da oldukça
düşündürücü değil mi?
“Elinin hamuru ile erkek işine karışma” cümlesi, aslında dünden bugüne varlığını sürdürüyor. Sadece söyleniş şekli değişti.
Fotoğrafçılık konusunda cinsiyet ayrımı yokmuş gibi görünse de
özellikle savaş, terör, deprem, miting alanları gibi fotoğraf çekiminin zor olduğu düşünülen alanların, kadın fotoğrafçılara uygun
olmadığı görüşü hâkim. Bunun yanı sıra, örneğin hayat kadınlarını,
travestileri proje konusu yapan, İstanbul’un gece hayatını çekmeye karar veren bir kadın fotoğrafçıya “Canına mı susadın?” denebiliyor. Dolayısıyla fotoğrafçılığın kadınlar için fotoğrafın her alanında yer alamayacakları önyargısı ile kısıtlı ve zor bir meslek olduğu
düşünülebilir. Ancak Gerda Taro ve Alexandra Boulat gibi savaş
alanlarında yaşamlarını yitiren örnekler, bu kısıtlayıcı anlayışların
aşılmasına olanak sağlamışlar. Demek ki varoluşunu fotoğraf üzerinden sürdürmek isteyen kadınlar bunu başarabiliyorlar.
Fotoğrafçı Kadınlar Ne Diyor?
AFSAD’lı fotoğrafçılardan Gülnaz Çolak, kadınlar ve çocuklar
ile ilgili uzun soluklu projeleri ile tanınıyor. Kadın ve nü konulu
çalışmalarına, ahlak ve namus bahane edilerek toplumun farklı kesimlerinden olumsuz tepkiler de almış. Diyor ki: “Öncelikle,
mesleğimin öğretmenlik
olduğunu belirtmeliyim.
Doğaldır ki erkek egemen toplumumuzda bazı
engellemelerle karşılaşmış olmama karşın, bu
olumsuzluklar mesleğimi
yapmamı
engelleyememiştir. Köklü bir olumsuzluk yaşamadığımı ifade
etmeliyim.
Fotoğrafçılık
yaşantım da buna benzer
bir çizgide sürmüştür. Fotoğraf alanında olumsuz
olarak tanımlayabileceğim
bir takım davranışlar-yaklaşımlar olmasına karşın, ne yaptığımı,neyi hedeflediğimi biliyor olmam, geliştirdiğim özgüvenim nedeni ile
bunların üzerimdeki etkisi kalıcı olmamıştır. Hiç tereddütsüz olarak,
fotoğrafın sanat boyutunda da erkek egemenliğinden söz edilebilir.
Yarışmalardaki jüri yapılanması, federasyon temsilciliği, dernek başkanlıkları bunun en belirgin örnekleridir. Ancak, fotoğrafın meslek
alanında bu tablo, kadınların lehine olmak üzere değişim geçirmeye
başlamış bulunmaktadır. Örneğin; doğum fotoğrafı, düğün fotoğrafı,
çocuk fotoğrafı çeken çok sayıda kadın olması gibi... Kadın fotoğrafçıların cinsiyetleri dolayısıyla ciddi dezavantajları olduğunu düşünüyorum. Ancak eğitim ve özgüven, kadınların yaşadığı sıkıntıların
aşılmasında çözüm olacaktır düşüncesindeyim.”
“Temalar” ve “Doğaya Karşı Kentleşme” çalışmaları ile tanıdığımız, birçok önemli ödülün sahibi Fotoğraf Sanatçısı Selda Salman
Acar, meslek yaşamında kadın olmasından kaynaklı bir ayrımcılıkla
karşılaşmadığını belirtiyor:
“Fotoğraf açısından, bence kadın-erkek ayrımından daha önemli
başka unsurlar var. Ben ‘free lance’ olarak çalışırken böyle bir sorunla karşılaşmıyorum. Zaten benim çalışmalarımı, tarzımı bilen insanlarla çalışmayı tercih ediyorum. Bence önemli olan kadın veya erkek
olmaktan çok, farklılığını ortaya koyabilmek. Başarılı olan insanlara
baktığınızda bunu göreceksiniz. İçlerinde kadın da var, erkek de ama
özgün işler çıkaran insanlar bunlar. Ben de bunu korumaya çalışıyorum; bakıldığında bana ait olduğu anlaşılmayan işler yapmak istemiyorum. Bu zor olan tabii ki.
‘Erkek seyredendir, kadın seyredilen’ konusunda şunu söyleyebilirim. Toplumda doğduğun andan itibaren birçok önyargı var tabii. Ancak bunları aşmak, kadının kendi çabasına ve zekâsına bağlı.
Sana verilen bu rolü benimseyip hep izlenen olursan, savunacak pek
hakkın da kalmaz. Ama seyredilen değil iş yapan, hatta farklı iş yapan olursan, o zaman ona göre davranılırsın. Özellikle bu, sanatta
daha özgür bir alan sağlıyor kadına. Diğer iş kollarında görülen yadırgama, sanatta pek geçerli değil.
Toplumsal olarak çok değişiyoruz. Önyargılar, gelişmişlik düzeyine göre zamanla kırılıyor bence.”
Reklam sektöründeki başarısı kadar, farklı ve sıra dışı imajı ile
magazin basınında da adından sıkça söz ettiren Bennu Gerede,
kadın ve töre temalı kişisel çalışmaları ile kadın sorunlarına dikkati çeken kadın fotoğrafçılarımızdan. Gerede’nin, fotoğrafta erkek
egemenliği konusuna bakışı şöyle:
“Bir kadın olarak, ben hiçbir zaman zorluk çekmedim fotoğraf
konusunda; hatta tam tersine bana kolaylık sağlamıştır. Erkekleri çekerken farklı bir iletişim sağlamıştır, kadınları çekerken kadın olmam
dolayısıyla biraz daha fazla onların dünyalarını anlamışımdır. Bence
bizim gibi kadınlar artık çoğu şeye sahiptir. Roller de zaman geçtikçe
değişmiştir. Her ne kadar ataerkil bir toplum içerisinde yaşıyor isek
de (tabii ben Anadolu ya da köylerden bahsetmiyorum ve hiçbir zaman da bizim ufak bir kitle olduğumuzu unutmayalım) biz kadınlar
bir şekilde güçlendik. Kadınlar da erkekler kadar hükmeden konuma
eriştiler; hatta modern erkek kavramı içerisinde, erkekler bir zengin
yelpazesi içerisinde hükmedilen konumuna girebiliyorlar. Ama tabii
Gültekİn Çİzgen: “Cİnsİyetİn ya da toplumsal cİnsİyetİn fotoğrafa bİr etkİsİ
olduğunu düşünmüyorum. Gerek sanat,
gerek meslek uygulamaları alanına bİr
sınavla veya tayİnle gİrİlmİyor, yapılan
İşle gİrİlİyor, üstün İş her zaman oyunu
bozar; orada da hodrİ meydan.”
21
Kontrast
ki bir kadın fotoğrafçı olarak benim ayrıcalıklı konumumu bütün kadınlara mâl edebileceğimi görmemek lazım. Ben birkaç yıldır Türk gelenekleri ve töre cinayetleri üzerinde çalışıyorum; çünkü o ezilmiş ve
hükmedilmiş kadınlar ilgimi çekiyor. Umuyorum ki benim çalışmalarım,
ufacık bile olsa farklı bir bakış açısı getirmiştir toplumumuza.”
Fotoğrafın Cinsiyeti Olur mu?
Genel bakış açısı, kadınların daha duyarlı ve derin oldukları yönünde; bu nedenle çektikleri fotoğraflarda da bu duygusallığın yoğun olduğu düşünülüyor. Bu fark, daha çok modeli kadın olan nü çalışmalarda göze çarpıyor. Erkekler tarafından çekilen nü’lerde erkek
bakışı, fotoğrafta kadın bedeninin ve erotizm temelli çekiciliğin ön
plana çıkması ile kendini belli ediyor. Kadın fotoğrafçıların nü çalışmalarına dikkat ederseniz, çıplaklıktan kaynaklanan bir erotizm söz
konusu olsa da fotoğraflarda ana tema kadın bedeninden ve onun
cinsel çekiminden ziyade kadına dair hikâyeler oluyor…
Erotizm her sağlıklı insanın yaşamında var olması gereken bir kavramken, çeşitli nedenlerle daha çok erkeklerin dünyasının bir parçası
olmayı sürdürüyor. Kadın bedeninin daha estetik olduğu varsayımı,
kadını erotizm konusunda da kavramın bir parçası değil nesnesi olmaya indirgiyor. Bir fotoğrafta çıplak bir erkek bedeni görmek, kadın
ya da erkek, pek çok kişi için estetik değil ve hatta rahatsız edici.
İşin ilginç yanı, pek çok kadın da bu düşüncede. Bu sözlerimiz, sanat
camiasının erkeleri ve kadınları için de geçerli; çevrenize kısaca bir
sorun bakalım…
Erkek egemen bakış açısının fotoğraflarımız üzerindeki önemli
etkilerinden biri de, erkek ve kadın rollerinin fotoğraflardaki sunumu. Bugüne kadar izlediğiniz tüm fotoğraflar genelinde, şöyle bir
düşünelim: Modeli kadın olan fotoğraflar mı ağırlıkta, modeli erkek
olanlar mı? Erkek nü’ler mi çoğunlukta, kadın nü’ler mi? Bu fotoğraflardaki kadınlar nasıl; günlük hayatta karşılaştığınız kadın tiplemeleri
mi, şişman mı, zayıf mı, uzun boylu mu, kısa mı, güzel mi, çirkin mi,
yoksul mu, zengin mi, gülüyor mu, ağlıyor mu? Aynı soruları erkekler
için de soralım…
Fotoğraflarda gördüğümüz kadınlar ve erkekler, eğer söz konusu
olan belirli bir kesimin acılarını, sorunlarını dile getirmeyi amaçlayan
belgesel çalışmalar değilse, estetik açıdan mükemmel, hep olmak istediğimiz imajlar değil mi? Nü’leri düşünün: Arzu edilen kadınlar ve
erkekler… Sözünü ettiğimiz bize sunulan estetik/muhteşem kadın ve
erkek imajları gerçekten de bize sunulan şeyler; yani bizim, izleyicilerin talebi değil. Ama bu kadar sunulunca, izleyici talebi olmaya
başlıyor. Popülizmin başarısı. Üstelik bu durumun bu kadar idealize
edilmiş hâlinin Türkiye’ye özgü yan-
Fotoğraf: Bennu Gerede
22
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
ları da var. Yurtdışında idealize edilmiş erkek ve kadın fotoğraflarının
dışına çıkan önemli çalışmalar olmasına karşın, Türkiye fotoğraf ortamına baktığımızda, birbirini tekrarlayan bir sürü işle karşı karşıya
kalıyoruz. Neden farklı bir şeylere imza atamıyoruz?
Kadın bedeni ve başındaki örtü üzerinden siyaset yapılan bir ülkede yaşıyoruz. Aşkın yasak, kadınların töreye kurban edildiği hikâyeleri bitiremedik. Bu hikâyelerin ardındaki zihniyetle, kadın ve erkeği idealize edilmiş bedenlerle sunan zihniyet arasındaki fark nedir?
İki farklı başlangıçtan yola çıkıp, sonuç olarak aynı noktada buluşan
bir bakış açısı ile karşılaşmıyor muyuz? Erkek ya da kadın, idealize
edilmiş değil; doğal, yaşamda her yerde karşılaşabileceğimiz bedenlerin, şişman, selülitli, sıska, kassız, engelli (kambur, kolsuz, bacaksız,
eğri) bedenlerin de en az idealize edilmiş bedenler kadar başarılı
örnekler olabileceğine inancımız yok mu? Fotoğrafta, göğüsleri ve
kalçaları olmayan bir kadını kadından saymıyoruz; kasları olmayan,
masaya vurdum mu herkes hizaya geçer tavrında olmayanları erkekten saymıyoruz. Fotoğrafa erkeksiliği-kadınsılığı temelinden değil de,
anlattıkları açısından bakabilsek, yaşamın tam da içinden bir hikâye
olarak görebilir miyiz fotoğrafı? Yaşamdaki kadar erotizm, yaşamdaki
kadar duygu, yaşamdaki kadar hüzün, mutluluk, acı… Ama asla idealize edilmiş değil, asla popülizme hizmet etmeyen…
Erkekler Ne Diyor?
Fotoğrafa dair her konuda bir sözü vardır diyebileceğimiz Gültekin Çizgen’e de fotoğrafta erkek egemenliğini sorduk. O, suçun erkeklerde aranmaması gerektiğini düşünüyor:
“Konuya cinsellik açısından değil, fotoğraf mesleği ve sanatı açısından bakacak olursak, ülkemizde var olan yapı pek çok sosyal konuda,
ortamda olduğu gibi, ölçekte erkek egemendir. Ancak bunun kusurunun,
fotoğraf alanında, erkeklerde olmadığını düşünüyorum. Çünkü fotoğrafın sanatsal söylemi, tamamen bireysel bir yapılanmadır ve cinsiyete
bakılmaz. Kaldı ki ülkemizde de pek çok değerli kadın fotoğraf sanatçısı
ve meslektaşı vardır.
Kadın ve erkeğin eşitlenmesi gibi sosyal yapılanmanın, tüm dünyada aktüel bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bağlı olarak dünyada
hakların verilmediği, alındığını biliyoruz. O zaman bir işe yarıyor. Bizde
Cumhuriyetin başında kimse talep etmeden verilen kadın haklarının ne
kadar işlediğinin de düşünülmesini tavsiye ediyorum. Tam buraya bir
manzara koyayım. Geçenlerde Hindistan’dayken, bir milyarlık nüfusuyla dünyanın en büyük demokrasisi sayılan ülkede tüm platformların, meclislerin üçte birinin kadınlar tarafından temsili yasalaştı.
Bir kendimizi, bir de dünyada neler oluyor bunu düşünelim. Bunun
mücadelesi de sanıyorum yine kadınlara düşüyor.
Cinsiyetin ya da toplumsal cinsiyetin fotoğrafa bir
etkisi olduğunu düşünmüyorum. Gerek sanat, gerek
meslek uygulamaları alanına
bir sınavla veya tayinle girilmiyor, yapılan işle giriliyor.
Üstün iş her zaman oyunu
bozar, orada da hodri meydan. Bana göre ne kadın, ne
de erkek cinsiyetinden dolayı bu platformlarda ayrı bir
üstünlüğe veya kayba sahip
değildir. Çünkü ayinesi iştir
kişinin lafa bakılmaz.
Erkek seyredendir (hükmeden), kadın seyredilendir
(hükmedilen) yaklaşımın çok
doğru olduğunu düşünmüyorum. Ben feminist bir düşünce ikliminde değilim ama
anti feminist de değilim. Kadınları konudan uzaklaştıran
önleyici bir yaklaşımım hiç
olmadı. Burada gerekli olan
Kontrast
‘irade’dir. Kimde varsa partiyi alır. Bu doğrudan doğruya kadınların
mücadelesidir. Ama konuyu feminist kalıplarla düşünmenin sorunu
çözmeyeceğini de eklemek isterim.”
Yazımızı hazırlarken görüşlerine başvurmak istediğimiz erkek fotoğrafçıların büyük bölümü, fotoğrafta erkek egemenliği olduğunu
düşünmediklerini, bu konuda fazlaca düşünmediklerini bu nedenle
de detaylı bir görüş bildiremeyeceklerini belirttiler. Kiminin ise vakti
yoktu.
Eğer fotoğrafı dünyadan, toplumdan ve yaşamdan bağımsız düşünürsek elbette “fotoğrafta erkek egemenliği yok” diyebiliriz. Bir de,
fotoğrafa konu olan kadın sayısı ile vizörün arkasındaki kadın sayısını; kadının fotoğrafta nasıl, hangi rollerle gündeme geldiği ya da
gündeme gelemediği konularını bir kenara koyarsak erkek egemenliği yok tabii. Türkiye’de kaç kişi “kadın nü” çalışıyor, kaç kişi “erkek nü”
çalışıyor mesela? Kadın bedeninin daha estetik olduğu kandırmacası,
kadınların mı erkeklerin mi bahanesi?..
Nezih Tavlaş, “Foto Muhabiri Ara Güler” adlı kitabında Ara Güler’e
soruyor: “Foto muhabirliği erkek mesleği olarak mı görülüyor?” Sayın Güler’in cevabı düşündürücü: “Şimdi bir kadın gazeteci bir harbe
gidemiyor, gitse bile ölür. Bilmem ne kadar koşamaz, sütre arkasına
gizlenmesini bilemez, yaralanır, ölür. Yani zaten onu göndermezler.”⁸
Fotoğrafta ve Fotoğrafla Var Olmak…
Erkek egemen bir dünyada yaşadığımızı kimse inkâr etmiyor. Böyle bir dünyanın fotoğrafa yansımaları ve fotoğrafa etkileri de kaçınılmaz. Sanat, eşitlikçi, özgürlükçü ve muhalif yanına rağmen, tarih
boyunca erkek egemen söylemden bağımsızlaşamamış. Ancak fotoğrafın ister yaratıcısı (öznesi) olsun, ister malzemesi (nesnesi), erkek
ya da kadın toplum tarafından belirlenen rolleri ile fotoğraf dünyasında yer alıyor.
Dünyanın hangi coğrafyasında olursanız olun, erkek egemen
söylemlerin sonuçları her alanda olduğu gibi fotoğrafta da varlığını
sürdürecektir. Elbette bu durumdan, ne fotoğrafı ne erkekleri ne de
kadınları suçlayabiliriz. Zaten daha en baştan belirttiğimiz gibi, ama-
cımız kimseyi suçlamak ya da fotoğrafta erkek egemenliği konusunda
kimseyi ikna etmek değil.
Söz konusu olan kadın ve erkek ise, hiçbir yolculuk bitmez. Yola
çıkarken sorular sorduk. Cevapların peşine düştükse de amacımız cevaplara ulaşmak da değil, yeni sorulara yelken açmaktı. Dileriz başarılı olmuşuzdur.
Emily Dickinson “Beni arzuladığın için ben yokum” demiş. Fotoğraf bugün, kendi dâhil her şeyi inanılmaz bir hızla nesneleştirip
tüketirken, bazı fotoğraflar varlık ya da yokluğun arzuya bağımlı anlamlarından sıyrılmayı başaracak, bazıları bu arzunun kölesi olacaktır.
Hep öyle olmadı mı?
Kaynaklar:
1. Ürper, Osman. Dijital Teknolojiye Geçişin Reklam Fotoğrafçılığı Uygulamalarına Yansımaları: Türkiye’deki Reklam Fotoğrafçılarının Görüşlerinin Değerlendirilmesi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2009.
2. Berger, John. Görme Biçimleri, Çev: Yurdanur Salman, Metis Yayınları, İstanbul, s. 47.
3. Özdal, Işık. Kadın Fotoğrafçılarla Fotoğraf Üzerine, s. 41.
4. Özdal, Işık. Age, s. 92.
5. Çaykara, Emine. Ötesi Sır Olan Bir Hikaye:Yıldız Moran, www.fotografya.gen.tr, Sayı 22.
6. Rıfat, Samih. Akla Kara Arası, YKY, İstanbul, 2002, s. 61.
7. Sever, Şeyda. Sanat Eylemi Dergisi, Mayıs-Haziran 1997, Sayı 4.
8. Tavlaş, Nezih. Foto Muhabiri Ara Güler, Fotografevi Yayınları, İstanbul, 2009. s. 264.
23
Kontrast
Röportaj: ŞİRİN AYDIN
Fotoğraflar: ORHAN CEM ÇETİN ARŞİVİ
Söyleşi
FOTOĞRAFÇI, VS..:
ORHAN CEM
ÇETİN
“Nasıl? Bunun fotoğrafını mı çekmiş?”… Orhan Cem Çetin’in
fotoğraflarını ilk izlediğimde verdiğim tepki buydu sanırım.
Herkesin aklına gelecekmiş gibi duran ama tam da öyle olduğu
için kimsenin aklına gelmeyen konular; kimsenin çekmediği
fotoğraflar… Fotoğrafla derdini anlatabilen en yaratıcı isimlerden
biri bana göre. Fotoğrafın peşinde koşmak yerine, peşinde
koştuklarının fotoğrafını çekenlerden...
Yine böyle bir özportre fotoğrafının yer aldığı “Kimlikler Lütfen”
sergisi için Ankara’daydı Orhan Cem Çetin. Cer Modern’de farklı
disiplinlerin buluştuğu sergiyi gezmek de, Orhan Cem Çetin’le
söyleşi yapmak da çok keyifliydi.
Kendinizi, kendi dilinizle nasıl tanıtırsınız?
Ben en kısa “fotoğrafçı vs.” diye tanımlıyorum kendimi. Ana işim
her zaman fotoğraf olmuştur ama bunun dışına çıktığım da oluyor
ve bunlarla fotoğrafı birleştiriyorum. Yazıyorum örneğin. Başka bir
mesleğim çevirmenliktir. Benim üniversitede okuduğum yıllarda,
Türkiye’de fotoğraf eğitimi veren bir kurum yoktu ve psikoloji
eğitimi aldım. Son yıllarda ses ve müzikle uğraşıyorum. Bunların
hepsini birleştirmeye çalışıyorum. Ancak dediğim gibi, ana işim
fotoğraf olmuştur her zaman. Sadece sanat yönüyle değil ticari
yönüyle de uğraştım. Fotoğraf malzemesi ithal eden firmalarda
çalıştım yıllarca. 15 yıl reklam fotoğrafçılığı yaptım. Şu anda ise
eğitimini veriyorum.
Psikoloji eğitiminin fotoğrafa etkisini gördünüz mü?
Çok büyük etkisi var tabii ki. Sanat mecrası olarak fotoğrafı
kullandığımda, psikoloji eğitimi büyük bir fark yaratıyor. Çünkü hem
içerikle ilgili, insan doğasına dair, varoluşa dair bakışımı etkiliyor;
ayrıca, sunuşta da alıgıyla ilgili, izleyiciye ne geçecek, iş nasıl
okunacak, bununla ilgili de az çok fikir sahibi olduğumdan, aldığım
eğitimi ve üzerine kendi inşa ettiğim deneyimleri kullandığımı
söyleyebilirim. Fotoğrafla uğraşan herkese de sosyal bilimlerle
ilgilenmelerini salık veriyorum. Diğer
türlü derinlikten yoksun, yalnızca
dekoratif çalışmalar ortaya çıkıyor.
Fotoğrafın kavramsal yönüne ağırlık
veren çalışmalara imza atıyorsunuz.
Sizi kavramsal fotoğrafa yönelten ne
oldu?
Ben çocuk yaşlarda başladım fotoğrafa.
Çocuk aklıyla ne kadar derinlemesine
24
fotoğraflar üretebilirsin ki? Benim için daha çok bir oyuncağı
kırıp içine bakmak gibiydi: Nasıl çalışıyor, nasıl meydana geliyor?
O yüzden çok uzun bir süre fotoğraf benim için çok teknik bir
konuydu. Sürekli yeni yöntemler deniyordum. Hedefte, teknik
konularda ustalaşmak vardı. Karanlık oda deneyleri yapıyordum.
Bir filmi daha farklı bir yöntemle banyo edersem, bir maddeyi
değiştirirsem nasıl sonuçlar elde ederim, daha iyi fotoğraflara
nasıl ulaşabilirim diye kendimce uğraşıyordum. Daha sonra
Boğaziçi Üniversitesi’nde, çok aktif bir kulüp ile tanıştım: BÜFOK;
çok sonraları Geniş Açı dergisini çıkaran grubun da yetiştiği kulüp.
Orada işler değişmeye başladı. İfadenin ne olduğunu görmeye,
fotoğrafın içinde ne olduğunu daha fazla önemsemeye başladım.
Sahnelenmiş fotoğraf daha çok ilgimi çekmeye başladı. Kafamda
oluşturduğum bir görüntüyü fotoğrafa nasıl dönüştürebilirdim?
Sokakta gördüğüm bir sahnenin fotoğrafını çekmektense, o
durumu yaratıp fotoğrafını çekmek bana daha anlamlı gelmeye
başladı. Bunu yaptığımda, sahnelenmiş bir fotoğraf ürettiğimde
ya da deneysel bir teknikle bir fotoğraf ürettiğimde, o fotoğraf
bütünüyle bana ait oluyordu.
Dijital fotoğrafla birlikte “fotoğraf” ve “fotoğrafçı” tanımları
değişmeye başladı; peki sizin için ne ifade ediyor dijital
fotoğraf?
Dijital fotoğrafı Türkiye’de ilk kullananlardan biriyim. 1993 yılının
sonlarında ürettiğim “Renk’arnasyon” başlıklı bir serim var. Şok
ediciydi birçok kişi için. Çünkü dijital fotoğraf daha yeni yeni
konuşuluyordu ve hiçbir şekilde ciddiye alınmıyordu. Ne ticari ne
de sanatsal bir uygulamada kullanılabileceği düşünülüyordu. Daha
çok kimlik sistemlerinde, konferanslardaki sunularda vs. basit
şekilde kullanılıyordu. Ben bu teknolojinin ek yaratıcı imkânlar
sağlayabileceğini düşünüp denemeye başladım. O seri ortaya çıktı
ve müthiş reaksiyon gördü. Birçok kişi arasında, dijital fotoğrafın
fotoğraf olmadığı tartışmalarının ortaya çıkmasına yol açan bu
seridir. Açıkça bana “fotoğrafı soysuzlaştırdığım”, “fotoğrafı
“Günün bİrİnde baktım kİ hep aynı şeylerİ
yapıyorum; bu, ben bİr bİrey olarak değİşİm
geçİrmİyorum anlamına gelecektİr kİ bİr
facİadIr.”
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
Kontrast
“Fotoğrafçılar, kİmİ zaman
benİm İşlerİmİ eleştİrİyorlar;
yöntemlerİmİ, yaklaşımımı ama
ben zaten dİğer fotoğrafçılar
İçİn İş yapmıyorum kİ!..”
fotoğraf
olmaktan
çıkardığım”
söylendi. Ben de ısrarla dedim ki, “Bu
sizi ilgilendirmez, kendi çektiğim bir
fotoğrafa canım ne isterse yaparım.”
Bunun fotoğraf olup olmadığını
sorgulamak da kimsenin haddi değil.
Ben kendi çektiğim bir fotoğrafı
dönüştürüyorum. Onu yaratan kişi
olarak bu benim hakkım. Kimse
beğenmeyebilir tabii ki, kimseye
hitap etmeyebilir.
Dijital fotoğraftaki en büyük
zorluk,
eğer
manipülasyondan
bahsediyorsak, nerede duracağını
bilmektir. Hiç durmadan dönüp
baştan yapabilirsin çünkü. “Bu
fotoğraf burada bitti” demek ve
kendini
frenlemek
olağanüstü
güç bir şey. Tam tersine, bu tarz
çalışmalarda çok büyük kolaylık
olduğu, iki mouse oynatarak
yapıldığı
zannediliyor.
Çok
ciddi bir önyargı bu. Fotoğrafa
yapabileceğiniz şeylerin sayısı gitgide artıyor. Fotoğraf zaten ilk
andan itibaren bir teknoloji ürünü olduğu için, buna kapalı olmayı
ben akıl almaz buluyorum. Kısacası, bu çok büyük bir zenginlik.
Gündelik hayatta insanların fotoğrafla kurduğu ilişki de değişiyor
sürekli. Bunu da dikkate almalıyız. Fotoğraf üretirken izleyiciye ne
geçeceğini önemsiyorsak, gündelik hayatta, Facebook’ta, online
gazetelerde, paparazzi haberlerinde neler olup bittiğini takip edip
insanların fotoğrafla kurduğu gündelik ilişkiyi biliyor olmamız
lazım ki, bugüne özgü bir dil oluşturabilelim. İzleyiciyi yakından
izlemeye çalışıyorum bu yüzden, izlemek de zorundayım. İçerik,
zaten hayat dönüştüğü için, sürekli dönüşüyor. Benim serilerim
pek birbirine benzemez. Tekrarlamaktan da çok korkarım. Günün
birinde baktım ki hep aynı şeyleri yapıyorum, bu, ben bir birey
olarak değişim geçirmiyorum anlamına gelecektir ki bir faciadır.
Teknik becerileri geliştirmekten ziyade hayatla kurduğun ilişkiyi
canlı tutmak daha önemli.
Kavramsal fotoğraflar için, yazı olmadan fotoğrafın diliyle bir
şeyler anlatmak mümkün mü sizce?
Fotoğraf, kaygan bir zemin. İzleyicinin imge sözlüklerini
kullanıyorsunuz. Bu da tarihe ve coğrafyaya bağlı olarak değişen
bir şey. Dediğiniz yapılabilir ama ancak çok spesifik bir toplum
için ve belli bir dönem için. Sonrasında, bunun da kayıt altına
alınması gerekir, bu dönem bu böyle algılanıyordu diye. Ben
pek şansa bırakmak istemiyorum. O yüzden belli bir algıyı, belli
bir sınır içinde tutmak istiyorum. Tek yapılabilecek şey bir metin
yazmak. Bu da bir sergi metni ya da fotoğrafa verilen bir isim
şeklinde bile olabilir. Zaten öteden beri yapılan bir şey. Görüntü
ve sözün bir arada olduğu sinema gibi, tiyatro gibi, grafik gibi
birçok mecra var. Çok da şaşırtıcı değil ama nedense yadırganıyor,
genelde de şöyle algılanıyor: “Sen sözcüklere başvuruyorsan,
yeterince iyi bir fotoğrafçı değilsin demektir.”. Bunlar maharetle
ilgili şeyler. Benim “Bakın ne kadar iyi fotoğrafçıyım!” gibi bir şey
gösterme derdim yok. Benim sözümü söylemem önemli. Şunu da
söylüyorum: Fotoğrafçılar, kimi zaman benim işlerimi eleştiriyorlar;
yöntemlerimi, yaklaşımımı ama ben zaten diğer fotoğrafçılar için
iş yapmıyorum ki! Yapmamalıyız da zaten; birbirimizin işine çok
tarafsız da bakamayız, hepimiz fotoğrafçı olduğumuz için bir
mesleki deformasyon içindeyiz. Ben o yüzden, fotoğrafla daha
gündelik ilişkisi olan insanlar nasıl algılıyorlar, buna daha fazla
önem veriyorum.
Kendinizi fotoğrafçı vs. diye tanımlıyorsunuz. Bu “vs.”yi açarsak;
25
Kontrast
akademisyen, fotoğraf editörü, yazar, radyo programcısı,
çevirmen, müzisyen gibi sıfatları da taşıyorsunuz. Fotoğrafçı’dan
sonra ikinci sırayı hangisine verirsiniz?
Şu anda müzik... Bir müzisyen olduğumu asla söyleyemem,
amatörüm. Ama fotoğraftan sonra hayatımda en fazla ilgiyi ve
zamanı alan ve masrafa yol açan şey şu anda müzik. Bu soruyu 5
sene önce sorsaydınız, yazmak derdim.
Çeşitli yerlerde izleyebildiğimiz projeleriniz var ama 2002
yılından beri kişisel serginiz olmamış, neden bu kadar ara
verdiniz?
En son “Bilet” sergisiydi sanırım. Çok uzun bir süre oldu gerçekten.
Aslında tamamlanmış projeler var, bir tane henüz yayımlanmış kitap
var; arada, 2004 yılında çıkan kitabım “Bedava Gergedan” var. Ona
da bir solo denilebilir. Karma sergilere verdiğim çalışmalar var. Son
dönem fotoğrafçılarla olmaktan ziyade farklı disiplinlerden gelen
sanatçılarla bir araya gelebildiğim sergilerde yer alıyorum. Biraz
fotoğrafın dışına kayan işlerim, örneğin kendi bedenimi de bir
sanat nesnesi hâline getirmeyi denediğim performanslarım oldu,
oluyor. Bir seferinde “Uyku” adını verdiğim bir çalışmada üç gün,
daha doğrusu 81 saat uyumadım ve o hâlimi sergiledim insanlara
mesela. Performans sanatı, nispeten genç bir disiplin ve biraz
deneysel tiyatroyu andırıyor. Ama temel farkı şu: Rol yapmıyorsun,
kendini o hâle sokuyorsun.
Yakın zamanda izleyebileceğimiz kişisel bir projeniz var mı?
Üzerinde çalıştığım, tamamlanmak üzere olan bir seri var:
“Kusursuzluk Zaman Alır / Bir Gün Çok Güzel Olacağım”. Bu kış
sergisini açabileceğimi umuyorum. Bir mikrokozmoz, çürümüş
gıdalar ve bakteriler dünyası. Çıkış noktası ve herkese dorduğum
soru şuydu: “Besin zincirinin en tepesinde hangi canlı var?” Aldığım
cevap genelde “insanlar” oluyor. Bunu, insanın fazlasıyla kibirli
olmasıyla açıklıyorum. Bizim alt edemeyeceğimiz, kendimize yem
edemeyeceğimiz hiçbir şey yok gibi bir bakış açısı. Oysa sen de
bir yemsin ve o minnacık bakteri de sonunda gelip seni yiyecek.
Zannettiğimiz kadar güçlü değiliz ama bir yandan çok da kibirliyiz.
Bir hayvan olduğumuzu reddediyoruz. Sofrada yemek artıklarından
bir an önce kurtulma çabasının temelinde, bize hayvan olduğumuzu
hatırlatmaları var bence. Benzer bir alan da cinsellik. Bu iki
alanda, hayvan olduğumuz gerçeğini reddetmeye yönelik büyük
bir kültür oluşmuş durumda. Her iki alanda da işin bittiği zaman
kalan artıklar bu gerçeği inkâr etmeni zorlaştırıyor. Bu inkâr ilgimi
çekiyor. Fotoğraflarda da, biraz zaman verirsen senin için çöp olan
şeyin bakteriler için müthiş bir ziyafete, süslü bir ziyafet sofrasına,
kusursuz bir yapıya dönüştüğünü göstermeye çalışıyorum.
Yıllardır fotoğraf eğitimi alanında da aktif rolünüz var. Fotoğraf
öğretilebilir mi? Fotoğraf eğitiminin olmazsa olmazları nedir?
Fotoğraf teknik bir konu olduğu için, hâliyle asgari teknik alt
26
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
yapısının öğrenilmesi gerekiyor.
Birçok kişi der ya “sanat eğitimi
verilemez,
insanda
varsa
vardır”. Tamam, bu doğru ama
bir yandan da fotoğrafın açıkça
insan algısından kaynaklanan ya
da fotoğraf makinesinin, baskı
malzemelerinin
doğasından
kaynaklanan öğretilebilen bir
takım kuralları, bir çerçevesi de
var. Asgari düzeyde öğretilebilir
bir şey fotoğraf. Sayısız teknik var.
Ben yıllarca denedim denedim,
bu
teknikleri
repertuarıma
kattım. Bunun da yaratıcılığıma
çok büyük katkısı olduğunu
gördüm. Çünkü fotoğrafı teknikle
yapıyorsunuz ve bilmediğiniz bir
tekniği de hayal edemezsiniz.
Sizin fotoğraf yaratıcılığınız teknik
becerinizle
sınırlı.
Yaratıcılığı
arttırmak için teknik bilginizi
alabildiğine arttırmanız gerekiyor.
Onun ötesinde tabii ki gündem
oluşturmak, bir konuya yorum
getirmek, hayatı yorumlamak, bir kavramı görselleştirmek,
öğretilebilir şeyler değil. Belki ilham verilebilir insanlara. O yüzden
ben teknik derslerde bile bir yandan fotoğraf tarihini aktarmaya
çalışıyorum. Mesela, kamera gövdesini anlatırken, telemetreli
bakaçtan söz ederken, Koudelka’nın fotoğraflarını gösteriyorum.
Bu tip bir gövde ile başyapıtlar üretiliyor. Niye bu fotoğrafçı gidip
SLR kullanmıyor? Veya net alan derinliğinden bahsederken Ansel
Adams gösteriyorum. Bu teknik, nasıl bir başyapıta dönüşmüş?
Peki Türkiye’de fotoğraf eğitimi yeterli mi sizce?
Türkiye’de yeterli olamaz hiçbir zaman ne yazık ki. Bu da
Türkiye’nin ekonomik durumuyla ilgili. Fotoğraf teknolojisinin ne
kadar üretilebildiği ortada, ne kadar üretilemediği daha doğrusu.
Bu teknolojiyi üretemeyen bir ülkede, sınırlı imkânlar içinde
çalışıyoruz. Mesela bizi çok etkileyen Alman ekolü Rodenstock
objektif kullanıyor, Zeiss kullanıyor, yerli malı kullanıyor.
Rahatlıkla sponsor bulabiliyor. Türkiye’de ürünün distribütörüne
Kontrast
gidiyorsunuz, o da bu imkânı size kullandıramıyor tabii ki. Hem
daha fakiriz hem de aynı ürünü daha pahalıya almak durumundayız
“Ne kadar çok kİşİ fotoğraf
çekerse, o sİnerjİden mutlaka
çok İyİ fotoğrafçılar
çıkacaktır.”
değil aslında. Bir ara buna da koşullandık, Çek fotoğrafçılığı, Fransız
fotoğrafçılığı gibi, bir ülkenin fotoğrafçılarının bir kimlik oluşturması
gerek diye düşündük. Ama belki de gerekmiyor. Bence gereksiz bir
çaba. Kendiliğinden olursa olur bu, olmuyorsa da fotoğrafçıların
bir araya gelip yapabileceği bir şey değil. Ama Türkiye’de üretilen
fotoğraf, dünyada hissedilmeye başlandı. Hatta yakınlarda Amerika’da
bir galeriye Türkiye’den bir dizi karma sergi önerisi götüren genç
arkadaşlar oldu. Türkiye’den önerdiğimiz fotoğrafçıların iyi durumda
olduğunu, dünya standartlarında olduğunu görebiliyoruz ama aynısını
resim için söyleyemiyoruz; bunu fark ettik, dediler.
“Kimlikler Lütfen” sergisinde de farklı disiplinler bir araya gelmiş. Bu
serginin çıkış noktası nedir?
vergilerden dolayı. Yaratıcılığınız
da teknikle sınırlı olduğuna göre, sonuç belli.
Buna rağmen son birkaç yıldır Türkiye’de üniversitelerde
fotoğrafla ilgili bölümler artmaya başladı hızla. Dernekler ve
çeşitli ticari kurumlar da fotoğraf eğitimi veriyor. Fotoğraf
çekmeye ve fotoğraf öğrenmeye büyük bir talep var. Siz bu
durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu çok iyi, çok hayırlı bir şey. Ne kadar çok kişi fotoğraf çekerse,
o sinerjiden mutlaka çok iyi fotoğrafçılar çıkacaktır. İnsanlar bir
sergiye gittiği zaman, kendi evlerinde yapabilecekleri şeylerle
karşılaşmak istemezler. Herkes fotoğraf çektiği
zaman, profesyonel olan bizlere de çok daha
iyisini yapma mecburiyeti hasıl oluyor. O
yüzden, bu yaygınlaşma kaliteyi yukarı doğru
iten, çok olumlu bir gelişme. Bu kadar büyük bir
ilgi olması ve bu kadar kişinin fotoğraf çekiyor
olması sektörü de güçlendiriyor, yatırımlar
yapılmasını sağlıyor. Bunun sonucunda
galeriler, müzeler fotoğrafı önemsemeye
başladılar. Fotoğrafın piyasası oluşmaya başladı.
Baskı teknikleri gelişti, bir kültür oluştu. Türkiye’den
fotoğrafçıların işleri uluslararası müzayedelerde
satılıyor. Bunlar çok çok güzel gelişmeler.
Üniversitelerde bu bölümlerin artması da iyiye
işaret, demek ki talep var. Hiçbir özel üniversite
gelecek vaadedemeyecekse o bölümü açmaz. Bir
talep var ki açılıyor. Öte yandan teknoloji sürekli
değişiyor ve ilk yatırımın ne kadar bir süre idare
edeceği, donanımın hangi sıklıkta yenilenebileceği
gibi bir problem de var. Okullardaki stüdyoların
belli periyodlarda yenilenmesi gerekecek. Bunu
da göreceğiz. Geçmişte şikâyet ettiğimiz köhne
stüdyolara mı dönüşecekler yoksa tekrar tekrar
yenilenebilecekler mi?
Bu yılın başlarında, farklı disiplinlerden sanatçıların bir arada olduğu
başka bir sergi projesi nedeniyle tanıştığım genç sanat tarihçisi ve
küratör Fırat Arapoğlu, Cer Modern’den bir sergi teklifi aldı. Tema,
kimlik ve farklılık. Sergide tek fotoğraf kökenli sanatçı benim. Başka
disiplinlerden gelen, çok farklı malzemeler kullanan sanatçılar var.
Böyle buluşmaları seviyorum. Her sanat disiplininin üstünlükleri ve
zaafları var. Fotoğrafla yapabileceğiniz süper şeyler olduğu kadar, asla
fotoğrafla yapamayacağınız şeyler de var. Bir sözüm varsa hayata dair,
bu fotoğrafla anlatılabilecek bir şey mi acaba, yoksa başka mecralara
da taşımak gerekli mi? Ben fotoğrafçıyım diye her şeyi fotoğrafla
söylemeye çalışmıyorum. Bir video uygun olabilir o söz için ya da bir
obje, ya da bir deneyim yaşatırsınız izleyiciye, bunu öyle anlatırsınız.
Bu insanlarla çalışırken, onların malzemelerinin gücünü veya zaaflarını
da görme şansım oluyor. Fotoğrafçılarla bir arada olmaktansa başka
disiplinlerden gelen insanların arasında olmayı tercih ediyorum.
Bu, fotoğrafçılardan hoşlanmadığım anlamına gelmiyor. Yalnızca,
fotoğrafçılardan alabileceklerimi sanırım yeteri kadar aldım bugüne
kadar.
Türkiye’deki
fotoğraf
ortamı
hakkındaki
düşünceleriniz nelerdir? Türkiye fotoğrafı diye
bir kavram var mı?
Oluşuyor. Henüz tam anlamıyla yok. Olması da şart
27
Kontrast
Fotoğrafta Kurgu
Kurgu fotoğrafı anlatmaya, öğrencilerle yaptığım bir çalışmayı
örnekleyerek başlamak istiyorum. Kurgu dersinde ilk soruyu
genellikle şu şekilde sorarım: “Bana, söylediğiniz en mükemmel
yalanı anlatın…” Buna; patronunuza, iş arkadaşınıza, eşinize ya da
çocuğunuza söylediğiniz yalanlar da dahildir. Genellikle çok çocukça
şeyler çıkar. Peki, gündelik yaşamda bile insanları sözlerimizle ikna
edemiyorsak, fotoğrafı kullanarak onların bir kurguya inanmalarını
nasıl sağlayabiliriz ki? Pek çok kurgunun insanlar tarafından
beğenilmelerinin temelinde, aslında o “iş”in nasıl yapıldığını
bilmemek yatar.
Geçmiş dönemlerde öğrencilerime hep şunu söylerdim: “Birisi
sizin fotoğrafınızı
‘kartpostal gibi
olmuş’ diye överse,
o fotoğrafınızdan
kurtulun.” Bu
övgüyü alan
öğrencilerimden
muhtemelen
hiçbirisi o
fotoğraftan
kurtulmamıştır.
Çünkü ego,
yelkenleri
övgüyle şişen bir
yelkenlidir; ama işin
kötü tarafı, rüzgârı
oradan alıyorsanız
sizi açık denizlere
değil muhtemelen
karaya
sürükleyecektir
ve kendinizi
sürekli olarak
başladığınız yerde
bulacaksınızdır.
Kurguda popüler
olana meyilli
olmak, bu işi
ustaca yapanları
taklit etmek
fotoğraf eğitiminin
bir parçası gibi geliyor insanlara. Hani 15 yaşında yazdığınız
şiirlerin Ümit Yaşar Oğuzcan’a ya da Orhan Veli’ye benzemesini
dert etmezsiniz ama 25 yaşında hâlâ aynı adamları taklit edip
kendi tarzınızı oluşturamadıysanız, size şair denmesini ne derece
hak edersiniz, orası tartışılır… Onu demek istiyorum. Fotoğrafta bu
süreç daha da sınırlıdır. On yıl beklemenize gerek kalmaz. Zaten
yapamadığınızı anladığınızda, önünüzde iki yol vardır: Ya fotoğrafta
“Kurgu” yapmayı bırakıp doğrudan fotoğrafa veya alt dallarına
28
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
yazı: Cengiz oğuz gümrükçü
Fotoğraflar: CENGİZ OĞUZ GÜMRÜKÇÜ
bulaşırsınız ya
da fotoğrafı
bırakırsınız.
Genellikle
ilki tercih
edilir. Kazara
yakalanmış bir
iki başarıdan
sonra, bu kez ilk
denenen “Kurgu”
fotoğrafa çamur
atma dönemine
geçilir. Kurgunun
fotoğraf
olmadığını,
Photoshop’un,
girdiği her
şeyi plastik
bir dünyaya
benzettiği
gibi bir iki afili
cümle kurar ve
rahatlarsınız.
Elealı
Zenon,
h a r e k e t i
açıklarken şunu
söyler:
“Aslında
hareket yoktur.”
Bunu da bir okun
hareketiyle anlatır. Ok, hedefe doğru giderken ya şu an bulunduğu
yerdedir ya da değildir. Eğer bulunduğu yerdeyse hareket etmiyordur.
Bir sonraki yer için de aynı şeyi söyler. Böylece ok hareket etmeden
(!) hedefine varır. Bunu aslında sinema filmi gibi düşünürsek daha
doğru anlarız. Saniyede 25 kare görürüz peş peşe ve bunu hareket
zannederiz. Tek tek baktığımızda hareket yokmuş gibi gelir bize ama
aslında hareket vardır; fakat biz o hareketi bize aktaran asli unsur
olan fotoğrafın tek bir karesine bakıyoruzdur. Bu da aslında algıyı
güçleştirir.
Fotoğrafin dili sinemayla bir olmayacaktır ama yine de bir düşüncenin
görüntüye aktarılması, sinema dili gibidir. Kurgu, hem sinema dilinde
hem de fotoğrafta kullanılan bir unsurdur. Bunu doğru yapamazsanız,
kimse filminizi izlemez ve kimse fotoğrafınızı görmek istemez.
Sevsek de sevmesek de göreceli kavramlarla karşı karşıya olduğumuz
gerçeğini unutamayız. Her düşünce size göredir, her düşünce
bana göredir. Ve insanların aynı asgari müştereklerde anlaşması
zorunluluğu yoktur. Fotoğrafçının ortaya koyduğu “iş”e bakışımız
bizim geçmişimizle ilgilidir. Aldığımız eğitimle, okuduğumuz
kitaplarla ve hatta belki de çocukları sevmemizle ilgilidir. Mesela
çocukları sevmeyen birisi ve çocukları seven birisi aynı fotoğraftan
benzer duygulanımlar çıkaramaz. Benzer duygulanımlar çıkaramadık
diye o fotoğrafı kötü olarak
adlandıramayacağımız
gibi,
başka
insanlarla
benzer
duygulanımlar yakaladık diye o
fotoğrafı çok başarılı olarak da
adlandıramayız...
Sözü Mehmet Ergüven’e bırakıp
olayı bağlayalım:
“Kurgu, son tahlilde gerçeği
sahneleme özgürlüğüdür; ama
bu özgürlüğe sahip çıkmak ister
istemez belli bir bakış açısını şart
koşar ilk önce; çünkü gördüğümüz
şey ile bir yanda öznel yaşantı
içeriği, öbür tarafta dünya
görüşüne koşut olarak görmeye
koşullandığımız şey arasında bir
işbirliği vardır daima.”
Kontrast
BU FOTOĞRAF NASIL
ÇEKİLDİ?
Bugüne kadar sadece bir kez Kırkpınar güreşlerini
izleyip, orada fotoğraf çekme şansım oldu. Oysa,
fotoğraf aracılığı ile kültürel değerlerimizi tanıtmaya
çalışan bir fotoğrafçı olarak daha çok gitmem gerekirdi.
Belki Edirne’nin Konya’ya uzaklığı, belki Kırkpınar
Yağlı Güreşleri sırasında fotoğraf çekebilmek için çok
öncesinden izin alma zorunluluğu ve Edirne Fotoğraf
Sanatı Derneği - EFOD üyesi arkadaşları o karmaşa içinde
zorda bırakmama düşüncesi ile çok fazla gidemedim
Kırkpınar’a. Dediğim gibi, bugüne kadar sadece bir kez,
o da 2004 yılında 21-27 Haziran günleri arasında yapılan
643. Kırkpınar Yağlı Güreşleri’ne gitme fırsatım oldu.
Bu tür etkinliklerde başarılı fotoğraf çekebilmek için
sadece bir kez gitmek kesinlikle yeterli değil. Ortamı
tanımak, havayı yoklamak, zemine alışmak gerekir. Hele
ki pehlivanların samimiyetini yakalamak çok önemli. Belki
de işe tâ başından başlamak, yani küçük pehlivanların
yağa bulaştıkları ilk andan, başpehlivanlığa kadar geçen
zamanın öyküsünü anlatmak gerekir fotoğraflarla. Yaşam
şartlarını, beslenme alışkanlıklarını, destekçilerini, güreş
öncesi hazırlıklarını fotoğraflayıp bir foto-kitap veya fotobelgesel hâline getirmek gerekir. En çok da EFOD üyesi
fotoğraf dostlarına yakışır bu çalışma.
O gün Edirne Fotoğraf Sanatı Derneği üyesi
arkadaşlarla birlikte gitmiştik Sarayiçi’ne. Sabahın erken
saatlerinde bastıran sıcak hava, günün kavurucu sıcaklıkla
geçeceğini haber veriyordu. Davul sesleri, çığırtkanın
gökyüzünde çınlayan sesi, izleyenlerin tezahüratları
birbirine karışıyordu. Yağlı çimenler üzerinde ter döken
sadece pehlivanlar değildi, fotoğrafçılar da kendilerinden
geçmiş, parmakları deklanşöre yapışmış, sürekli fotoğraf
çekiyorlardı. Yani hem güreşçilerin, hem de fotoğrafçıların
teri, çimene bulaşmış yağa karışmaktaydı.
Yazı ve Fotoğraf:
REHA BİLİR
ciddiyetini “ti” ye almış bir havaları vardı. Tam olarak
güce dayalı bu ata sporunda olması gereken hoşgörüyü,
eğlenceyi, dostluğu anlatan bir tavır sergiliyorlardı.
Diğer pehlivanların fotoğraflarını çekerken sergiledikleri
ciddi görünüm kaygısı, bu iki pehlivanda asla yoktu.
Tam olarak benim arzu ettiğim gibi, modeli fotoğrafın
içine çekebileceğim bir ortam oluştuğunu hissettim.
İki güreşçi de hem bu güce dayalı oyunu kazanarak
kapatmak, hem de benim yaptığım işe katkıda bulunmak
istermişçesine poz veriyorlardı. İkisi de çok yoruldukları
bir anda, birbirlerine dolaşmış, dinlenmeye fırsat
yaratmak için kıpırdamadan durdular. Bu mola belki
bir iki dakika sürdü. Ben de o arada çekebileceğim
fotoğrafları çektim. Öyle ki, beden dili ile anlatmaya
çalıştığım şekilde bile durarak poz verdiler. Elimi
göğsüme koyup, fotoğrafımı paylaştıkları için teşekkür
ettim. O anda, alttaki pehlivan da karşılık olarak, yumruk
yaptığı sağ elinin başparmağını kaldırarak fotoğraf
çekimlerimde başarı dileklerini gönderdi. Oysa fotoğrafa
bakılırsa, bulunduğu duruma göre onun benden daha
çok şansa ihtiyacı var gibiydi.
Güreşin sonunda güç gösterisi sergileyen bu oyunu
kimin kazandığını hatırlamıyorum; ancak Kırkpınar
güreşleri bittikten sonra bu pehlivanlara gönderdiğim
fotoğraflarla yeni bir dostluk kazanıldığını üçümüz de
biliyorduk.
Hep söylüyorum ya bu ülkede hoşgörü, kardeşlik,
sevginin tomurcukları müzikle birlikte, yine sanat ve
sporla çiçeğe dönüşecek diye. Bunu bir kez daha görmüş
oldum.
Ben de, sadece kısa bir günde burada fotoğraf
çekerek bir mucize
yakalayamayacağımı
biliyor ve kendimce
farklı bir kare bulmaya
çalışıyordum. Güreş
alanı o kadar kalabalıktı
ki; pehlivanların
güreşleri, hakemlerin
her ayrıntıyı yakalamak
için harcadıkları çaba,
fotoğrafçıların en iyiyi
yakalama çabaları saha
içinde bir kargaşa ile
birbirine karışıyordu.
Yanılmıyorsam
öğle saatleriydi, yani
güneşin fotoğraf için
en kötü olduğu zaman
dilimi içindeydik.
Gözüm iki pehlivanın
güreşine takıldı.
Diğerlerinden daha
farklı, biraz daha işin
29
Kontrast
Fotoğrafta Farklı
Uygulamalar
Yurtdışı Haberler
Hazirlayan: ÖZLEM ESER
Hazirlayan: Özlem DAĞ
Steve McCurry Retrospektif Sergisi
Uluslararası konularda yaptığı farklı ve eleştirel projelerle tanınan, son 20
yıldır National Geographic için çalışan ve sayısız çalışmalara (örneğin Afganistan
sınırında, Bağdat’ta, Beyrut’ta ve Sahel’de) imza atan Steve McCurry’nin
retrospektif sergisi, 17 Ekim’e kadar Birmingham’da görülebilir.
McCurry özellikle 1985’te National Geographic için çektiği “Afgan Kızı”
fotoğrafıyla ün kazandı. Bu fotoğraf, onun en çok bilinen portreleri arasında.
McCurry hâlâ dünyayı dolaşarak farklı portreler çekmeye devam ediyor.
Antoine D’Agata Atölyesi
LOMOGRAFİ
“Lomografi, profesyonelliğe adım atmakta
olan amatör fotoğrafçıların mutlaka bilmeleri
gereken, ciddi ve katı kuralları olan, üstün
teknoloji ürünü, çok pahalı bir fotoğraf makinesi
türüdür,” tanımına inanmayın. Yanlıştır. Lomografi
tam bir çılgınlıktır. En önemli kuralı kuralsızlık
olan manifestolu bir çılgınlık. Eğlence amaçlı
fotoğraflar çekenler veya deneysel amaçlı
farklı uygulamalar yaparak yaratıcılığını ortaya
koymak isteyen herkesin kolaylıkla kullanacağı
ve fotoğraf üreteceği bir türdür. Vizörden bakıp
kompozisyon kuralları ve doğru kadraj için kafanızı
yormak, netlik ayarları için sinirlerinizi bozmak
istemiyor, zamanınızı ve gücünüzü yaratıcı anlar
yakalamak için kullanmak istiyorsanız, sizin için
uygun olan bir makine türüdür. Boyutundan
ve taşıma kolaylığından ötürü onu istediğiniz
yere rahatlıkla götürebilirsiniz. Her saatte, her
yerde, düşünmeden, korkmadan, çekinmeden,
teknik sıkıntılara maruz kalmadan, bozulmalara
açık, netlik saplantısı olmayan, çılgın renklerle
donatılmış kareler yakalayarak özgür fotoğraflar
çekmenin tadını çıkarabilirsiniz. Korkmayın bütün
bunlar fotoğraflarınızı estetik değerlerden yoksun
bırakmayacaktır. Çünkü bir Lomo makineniz varsa,
fotoğraflarınızın kendine ait estetik değerleri de
vardır. Özgürlüğün tadını çıkarırken, fotoğrafçı
olma ve fotoğraf çekiyor olma egonuzu dışarıda
bırakmak zorunda değilsiniz. Filmi sarmadan
üst üste fotoğraflar çekerek; çapraz banyo ile
bayatlamış filmler ve kimyasallar kullanarak
veya filmleri hatalı yıkayarak hem çılgın sonuçlar
elde edebilir, hem de karanlık odanın tadını
çıkarabilirsiniz.
Başlangıçta
sadece
eğlence
amaçlı
kullanılmakla birlikte, bugün düşük ve yüksek
teknolojinin bir sentez harikası olarak kitlelere
yayılan, adına profesyonel ve amatör topluluklar,
web siteleri kurulan, sergi ve sempozyumlar
düzenlenen çok popüler bir akımdır Lomografi.
Popülaritesinin artmasıyla birlikte, maliyeti ve
aparatları da artmıştır ama neyse ki her bütçe,
her amaç için üretilen pek çok modeli mevcuttur.
Tüm yapmanız gereken lomografik tutkularınızı
belirleyip size en uygun modeli seçmektir. Bu
konuda bilgi edinmek istiyorsanız da sınırlarınız
ve başvurmak için belli adreslere ihtiyacınız
yoktur. Google’ın arama çubuğuna “Lomo”,
“Lomografi” veya “Lomonomo” yazın, Lomo
çılgınlığının binlercesine rastlarsınız.
30
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010
with-antoine-da+gata.html
Kuşkusuz çağımızın en önemli fotoğrafçılarından
biri olan ve Magnum Ajansı’nın üyelerinden Antoine
D’Agata’nın, Morocco’da 25-31 Ekim tarihleri arasında
altı gün boyunca düzenlenecek atölyesi, sadece 12
katılımcı kabul edilecek.
Katılımcıların, Antoine d’Agata’nın çalışmalarını
anlamaları ve onun rehberliğinden yararlanarak
kendi çalışmalarını ortaya koymaları beklenmektedir. Her katılımcı için atölyenin başında bir amaç belirlenecek, kendi imajları ile gerçeklik deseni üzerinde çalışılacaktır.
Daha ayrıntılı bilgi için:
http://1000wordsphotographymagazine.
blogspot.com/2010/04/1000-words-workshop-
APA Adını Değiştiriyor
Amerika Reklam Fotoğrafçıları (The Advertising Photographers of America)
olarak bilinen APA, adını Amerika Fotoğraf Sanatçıları olarak değiştiriyor.
APA Uluslararası CEOsu Stephen Best; “Artık büyük bütçeli şirketler için
reklam imgeleri, reklam ajansları ve reklam fotoğrafçıları tarafından yapılmıyor.
Facebook, Twitter ve diğer medya paylaşım siteleri büyük bir hızla büyüyor.
Reklam üreten sanatçılar, ticari, sanatsal, yayın ya da güzel sanatların hepsine hakim olmak zorunda. APA olarak biz de üyelerimizi artık sadece reklam fotoğrafçısı
değil bir sanatçı olarak sunma gerekliliğini hissettik” dedi.
APA ile ilgili ayrıntılı bilgi için: www.apanational.com
Nikon Fotoğraf Yarışması Başvuruları Başladı
Nikon, 2010-2011 için Nikon Uluslararası Fotoğraf Yarışması başvurularının
1 Eylül-30 Kasım 2010 tarihleri arasında kabul edileceğini duyurdu.
Nikon’un sponsoru olduğu 33. Uluslararası Fotoğraf Yarışması, dünya
çapındaki fotoğrafçıların kültürlerini ve bakış açılarını
yansıtmalarına fırsat vermek için düzenlenmektedir.
1969 yılından beri düzenlenen yarışma,
uluslararası anlamda en çok katılımın olduğu
yarışmalardan biridir. 320.000’den fazla fotoğrafçının
1.310.000 fotoğrafla yarışmasına olanak tanımıştır.
2008-2009 yılında 153 ülkeden 18.000 fotoğrafçı,
51.000 fotoğraf ile yarışmaya katılmıştır.
Başvuru bilgileri için: http://www.nikon.com/
about/news/2010/0630_npci2010_01.htm
AKVIS Fotoğrafçılar için Beş Program Geliştirdi
AKVIS, beş fotoğraf işleme programının yeni sürümlerini piyasaya sürdü:
Enhancer 11.5, Noise Buster 7.5, Coloriage 7.5, ArtSuite 6.5, and Magnifier 3.5.
AKVIS bu programlar ile fotoğrafların detaylarında, renk tonlarında ve zıtlık
ayarlarında düzeltme yapma imkanını sağlıyor. AKVIS Noise Buster, taranmış
imajlardaki ve fotoğraflardaki
gürültüyü
azaltırken,
AKVIS
Coloriage siyah-beyaz fotoğraflara
renk
ekleyip
fotoğraflardaki
renkleri değiştirebiliyor. AKVIS
ArtSuite ile fotoğraflara sanatsal
dokunuşlar
yapabilirken,
Magnifier’de kalite kaybetmeden
fotoğrafın boyutlarında oynama
yapabilirsiniz.
Kontrast
31
Kontrast
32
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010

Benzer belgeler