Kontrast
Transkript
Kontrast
AFSAD’ın ücretsiz yayınıdır. Kontrast Fotoğraf Dergisi Sayı 19/ Eylül-Ekim 2010 4 Zamansız Fotoğraflar • 5 Usta İşi • 6 Yorum Şule Tüzül/Kitaplık Özlem Eser • 7 İMece İlker Maga • 8 Konuk Yazar Gültekin Çizgen • 9 f/64 Özcan Yurdalan • 10 Söyleşi Melih Akoğul • 15 İnce Elek Altan Bal • 16 Dosya Konusu Fotoğrafta Erkek Egemenliği • 24 Söyleşi Orhan Cem Çetin • 28 Fotoğrafta Kurgu Cengiz Oğuz Gümrükçü • 29 Bu Fotoğraf Nasıl Çekildi? Reha Bilir • 30 Fotoğrafta Farklı Uygulamalar Özlem Eser/Yurtdışı Haberler Özlem Dağ ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır. Kontrast Başlarken... Merhaba, Sıcaklardan makineleri taşımak şöyle dursun, çıkarmaya bile zorlandığımız günleri geride bırakıp da ılıman ve hatta görece sıcak denilebilecek bir sonbahara adım atmış bulunuyoruz. Doğanın dönüşüme girdiği şu günlerde, makinelerimizin deklanşörlerine hak ettikleri kadar çok basılacaktır diye düşünmeden edemiyorum. Bu güzel günlerde sizlere eşlik edecek, molalama anlarında en yakın dostunuz olacağına inandığımız iddialı bir sayı ile karşınızdayız. Bu sayı kadar sayfalarımızdan taştığımıza da tanık olmamıştık desem yeridir. Katkıda bulunan ve bizleri destekleyen herkese can-ı gönülden bir teşekkürü de baştan sunmak isterim. Bu sayımızda, bazılarımızın yüzünü gülümsetip “Oh be sonunda birileri değinmiş!” dedirtecek, kimilerini az biraz huzursuz edecek bir dosya konusuyla sizlerle birlikteyiz: “Fotoğrafta Erkek Egemenliği”. Erkek egemen toplumsal yapının bazen hiç farkında olmadığımız, bazen de sonuna kadar hissettiğimiz etkilerini sevgili arkadaşımız Şule Tüzül’ün “fotoğraf” üzerinden incelemesi ile bambaşka bir pencereden değerlendirme fırsatı bulacaksınız. Dosya konumuz kadar, iki değerli üstadı ağırladığımız söyleşi sayfalarımızdan da son derece keyif alacağınıza inanıyorum. Merih Akoğul, söyleşi konuklarımızdan birisi olarak, özellikle Türk fotoğraf dünyasını kışkırtacak söylemleriyle silkelenmemiz gerektiğini hatırlatıyor ve açıksözlüğü ile hepimizi hayrete düşürüyor. Orhan Cem Çetin ise bugün fotoğraf dünyasında tartışılan ne kadar öncelikli konu varsa hepsine kendi özgün bakış açısıyla, farklı bir dille açılım getiriyor. Hem öğretici hem aydınlatıcı bu iki röportajı da sindire sindire ve defalarca okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Bu sayımızda, sürekli köşe yazarlarımızın dışında bir değerli isim daha bizlere eşlik ediyor: Gültekin Çizgen. Gültekin Hoca’mız, dergimizin takipçilerinden birisi olarak ve her satırı hak ettiğince inceleyip değerlendirerek, bizlere büyük bir onur veriyor; buradan öncelikle bunun için kendisine teşekkür etmek isterim. MartNisan 2010 sayımızda Sevgili İlker Maga’nın köşesi İmece’de değinmiş olduğu popülerlik konusu üzerine kafa yoran ve düşüncelerini kaleme alan Gültekin Çizgen’in bu çok değerli yorumlarını da bu sayımızda okuyabilirsiniz. Diğer köşe yazarlarımız Özcan Yurdalan, Altan Bal ve İlker Maga da her sayıda olduğu gibi bu sayıda da birbirinden önemli ve değerli konuları, kendi bakış açılarıyla inceliyorlar. Fotoğraf Dalları bölümümüzde ise kurgu fotoğrafı üzerine AFSAD’lı hocalarımızdan Cengiz Oğuz Gümrükçü’nün bilgi birikiminden sunduklarını keyifle okuyacağınıza inanıyoruz. Bakış Egzersizi bölümünün bu sayıdaki yazarı ve fotoğrafçısı ise son dönemlerde adını pek çok başarıyla sıklıkla duyuran, Konya’dan bir isim: Reha Bilir. Bakaç bölümünde ise belgesel dalındaki fotoğraflarıyla adını hafızalarımıza kazımış olan Mersinli fotoğrafçı dostumuz Tahir Özgür, Sarıkeçililer çalışmasında bir örnekle bizlerle birlikte. AFSAD’ın içinden açılan bir pencere olan ama tüm Türkiye fotoğraf camiasına açık olma niteliğinden ödün vermeyen dergimiz Kontrast’ın bu sayısını da sizlerin beğenisine sunarken, tüm eleştiri ve yorumlarınız için [email protected] olan e-posta adresimizi hatırlatmak isteriz. Işık dolu bir sonbahar dileğiyle… Ceyda Taşdelen Yayın Yönetmeni AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Adına Sahibi Gökhan BULUT Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür) Ceyda TAŞDELEN Yayın Yönetmeni Yardımcısı Şule TÜZÜL Grafik Tasarım Levent ÇAĞIN Özlem DAĞ Editörler Şirin AYDIN Kamuran FEYZİOĞLU Editör Yardımcıları Elçin POLAT Özlem ESER Özlem DAĞ Reklam ve Abone Sorumlusu Ufuk DURUMAN Yayın Kurulu Ceyda Taşdelen, Şule Tüzül, Şirin Aydın Kamuran Feyzioğlu, Ufuk Duruman Yönetim Yeri (Dergi İletişim) AFSAD – Büklüm Sok. No: 22/11 Kavaklıdere – Ankara Tel: 0312 4172115 Faks: 0312 4172116 GSM: 0533 7388208 www.kontrastdergi.com www.afsad.org.tr [email protected] İki ayda bir yayımlanır. Baskı: Mattek Matbaacılık Basım Yayın Tanıtım San. Tic. Ltd. Şti. Adres: Adakale Sok. 32/37 Kızılay - Ankara Tel: 0312 433 2310 Basım Tarihi: 01.07.2010 Yayın Türü: Bölgesel Süreli ISSN: 1304-1134 Kapak Fotoğrafı: Aydan Adsaz Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstürasyon, vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır. Kontrast “Ben dünyayı değiştirmek için fotoğraf çekiyorum. Çektiğim fotoğraflar ile inandığım, özlediğim, istediğim dünyayı getirmeye çalışıyorum. Ben dünyayı değiştirmek istiyorum ama bu kimin umrunda. Hiç önemli değil. Ben kendi sorumluluğumu yerine getiriyorum. Çektiğim fotoğraflardan bir tek kare bile bir fayda sağlamışsa ne mutlu bana.” Tahir Özgür: Çan’ın, Ezan’ın ve Hazzan’ın birbirine karıştığı, Her ırktan insanın birlikte elele büyüdüğü, bu ülkenin ve dünyanın son zamanlarda çok ama çok özlediği dostluğun ve barışın asırlar boyu egemen olduğu Hatay’da doğdu. Gazeteci ve televizyoncu ama o kendine “Fotoğraf Çeker” diyor. Ulusal ve uluslararası, PSA ve FİAP Altın Madalya dahil bir çok ödül sahibi. Fotoğrafı bir proje kapsamında çekiyor. Sarıkeçililer, Heyamola, Rakım Eksi 750 – Maden Emekçileri, Suça İtilmiş Çocuklar gibi uzun soluklu fotoğraf projeleri yapıyor. 2009 yılı Hahnemuhle Dünya Fotoğraf Farışması’nda, Karadeniz’in dağ köylerinde çektiği fotoğraf ilk 12 arasına girdi ve Hannemuhle Koleksiyonu’na kabul edildi. Bu fotoğraf, 2010 yılında dünyanın sanat başkentlerinde sergilenirken, Photokina 2010 açılışında sergide yer alacak. Kontrast Zamansız Fotoğraflar Televizyon izlerken, gazete okurken ya da bir filmde, hep karşımıza çıkan ama hiç karşılaşmayacağımızı düşündüğümüz bir kavram belki de “ölüm”. Diğer yandan da yaşamın tek gerçeği olduğu söylenegelen… Gerçek, daha çok nesnelliğe işaret eden bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Fotoğraftan bahsederken, fotoğrafın gerçeği gösterdiği söylenir hep. Bu durum belki de fotoğrafın nesneler dünyasıyla olan kopamayacak bağından ileri gelmektedir. Bir fotoğrafa bakıp, çok HAZIRLAYAN: ELÇİN POLAT gerçekçi olduğu için ondan hoşlanmamak ne kadar mümkünse, çok gerçekçi olduğu için ona önem atfedilmesi de mümkün. Robert Capa’nın 1936 yılında çektiği “Düşen Asker” adlı fotoğrafı, en dolaysız şekilde ölümü ve savaşı adeta yüzümüze çarpıyor. İspanya İç Savaşı dendiğinde akla gelen ilk görüntülerden biri hâline gelen bu karenin gerçekliği üzerine sayısız tartışma yapıldı. Bu karenin gerçek değil, mizansen olduğu, fotoğrafın çekildiği yerde o tarihte çatışma olmadığı ve buna benzer birçok iddia ortaya atıldı. Henüz 40 yaşındayken Vietnam’da bir mayına basarak yaşamını kaybeden Capa, “Fotoğrafınız yeteri kadar iyi değilse, ona yeterince yakın değilsinizdir” cümlesi ve fotoğraflarıyla, fotoğraf tarihinin hâlâ en önemli isimlerinden biri. Tüm tartışmalardan sonra, Capa’nın “Düşen Asker”i değerini yitirmedi. Şimdi insanlar “Bu fotoğraf kurmaca olsa bile, değeri simgelediklerinde yatıyor; çünkü Capa söylemleriyle ve yaptığı işlerle savaş karşıtı olduğunu kanıtlamıştır.” diyorlar. Bu fotoğraf ve sonrasındaki tartışmalar sonucunda bakmamız gereken şey, gerçekten “doğru” kavramına kayıyor. Belki, düşen asker nesnel gerçek olarak kabul edilemez ama fotoğrafçısı tarafından doğruluk kazandırılmış bir fotoğraf olduğu söylenebilir. HABER A. Kadir Ekinci’nin Siyah Beyaz Fotoğraflardan Oluşan Albümü Yayımlandı AFSAD üyesi A. Kadir Ekinci’nin “Sessiz ve Uzak Işık ” adlı fotoğraf albümü yayımlandı. Fotoğrafa başladığı 1992 yılından beri ışığın gücüne inanarak, onun peşinden koşan Ekinci, albümünde, köydeki evinin damından süzülen güçlü ışığı, doğduğu kent Kars’ın ışığıyla birlikte sunuyor. Uzun soluklu ve ciddi bir çalışmanın ürünü olan albüm, 30x30 cm ebadında, 180 sayfa Türkçe ve İngilizce dillerinde hazırlandı. “Sessiz ve Uzak Işık” 170 gram kâğıda basılı, sert kapak ciltli ve şömiz kaplı. Bin adet basımı yapılan ve numaralanan albümünde 80 adet siyah beyaz fotoğraf yer alıyor. Belli başlı kitap evlerinde ve fotograf malzemecilerinde satışa sunulan albüm, fotograf derneklerinde de bulunabilecek ve dernek üyeleri indirimli olarak edinebilecekler. Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 Kontrast Usta İşi DIANE ARBUS (1923-1971) “EFSANEVİ” Asıl adı Diane Nemerov olan, belki de 20. yy’nin adından en çok söz ettiren kadın fotoğrafçısı o. Arbus’u üne kavuşturan, toplumsal hayatın uç noktalarında yaşayan (ya da en azından öyle görünen) insanları portrelemesidir. Arbus’un portre tarzı, öncelikle August Sander’in Alman halkı üzerine yüzyılın ilk yarısında yaptığı çalışmalar, Çiftçi Güvenliği Örgütü (FSA) fotoğrafçılarının 1930’larda Amerikan taşrasında gerçekleştirdikleri çalışmalar ve 1950’li yıllarda gelişen orta sınıf Amerikan hayatını fotoğ- HAZIRLAYAN: ÖZLEM DAĞ raflayan Robert Frank gibi fotoğrafçıların çalışmalarıyla paralellik göstermektedir. Arbus’u bu fotoğrafçılardan ayıran en önemli özelliği ise onun yöneldiği toplumsal durumların gösterdiği çeşitliliktir. 18 yaşında, aktör Allan Arbus’la evlenerek, kocasının ABD ordusunda aldığı fotoğraf eğitimini onunla paylaşmasıyla fotoğrafa başlamıştır. Bu dönemde fotoğrafçı Lisette Model’den dersler alarak fotoğraf tarzını oluşturur. Arbus, fotoğraf alanındaki başarısını ise Allan Arbus’la 1958 yılında boşanmasından sonra yakalar. 1960’ta Alexey Brodovitch ve Richard Avedon ile çalışmaya başlar. Kısa zamanda özgün tarzı ile dikkat çeker ve ardından 1963 yılında Guggenheim ödülü alır. 1966’ta aynı ödülü bir kez daha kazanır. 1971 yılında ise intihar eder. Nedeni bilinmeyen intiharı ile ilgili olarak en yaygın iddia, intihar ânını kare kare fotoğraflamasıdır. Ölümünün ardından Arbus’un ünü daha da artar. 1972 yılında Aparture Dergisi’nin MoMa Sergisi için basmış olduğu monograf çok kısa sürede 100.000 adet satar ve sergi 7 milyon kişi tarafında izlenir. Ayrıca Arbus’un “Identical Twins/Tıpa tıp İkizler” adlı fotoğrafı, 2004 yılında 478.000 dolara satılarak dünyanın en pahalı altıncı baskısı olur. Arbus kariyerinin başlangıcında 35 mm. makineler tercih ederken, 60’larla birlikte kare çerçeve oranı sağlayan Rolleiflex Orta format TLR (iki lens refleks) makineleri kullanmaya başlar. Bu makine ile birlikte Arbus, göz seviyesinde bakaçlı makinenin yarattığı engelleri de ortadan kaldırmıştır. Böylece fotoğrafçı, fotoğrafladığı kişi ile doğrudan, aracın yarattığı dolaylılık olmadan iletişim kurabilmiştir. Peki, aşağıdaki fotoğrafın sizde uyandırdığı duygu nedir? Lütfen, görüş ve düşüncelerinizi [email protected] adresine göndererek bizimle paylaşın. Kontrast Yorum YALNIZLIĞIN MASALDAN İPLERİ* Öfkemi nereye kusayım, dediğinde Yorum: Şule TÜZÜL Fotoğraf: BİROL ÜZMEZ tın. Biliyorum… Fotoğraflar kadrajın içini değil dışını gösterir, dediğinde Bir kadraja bir dünyayı sığdıramazsın, dedim. Dünyayı kadrajlar değil –yapamazsın-lar sınırlar, dediğinde Kusma, dedim. Bir şey söylemedim. Söyleyemedim. Dünyanın bütün sözcükleri boğazımda kaldı. Sen hâlâ konuşuyordun. Masada bir fotoğraf duruyordu: Bir kadın ve bir kedi… Sadece bir fotoğraf… Hepsi bu… Temmuz 2010 * Başlık Birol Üzmez’e aittir. Yorulmuştum ve sıkılmıştım aslında. Dünyayı tek başına değiştiremezdin. Tek başına hiçbir şeye yetemezdin. Anlatamıyordum. Ne zaman konuşmaya başlasak, sen hep kedilerden bahsediyordun. Sonra düşlerin… Bir suskunun gölgelediği bakışların… Ruhunu yitirmiş şehirlerin özlediği denizler gibiydi sözcükler. İçki sofrasında avutuyorduk sıradanlığı. İkimiz de biliyorduk; sadece filmlerde, şiirlerde ya da fotoğraflarda vardı o yaşam. Ve ben hiç anlatamıyordum. Sen sadece fotoğraflara inanıyordun… Bir de kedilere… Gerçek mi, boş versene, hangi gerçek, dediğinde Böyle yaşayamazsın, dedim. Oysa sen de yorgundun, sen de sıkılmış- Kitaplık Hazırlayan: ÖZLEM ESER O ÂNA ADANMIŞ öte, onun imgeler dünyasındaki yerini ve yarattığı devrimleri algılama ve aktarmasından gelir. JOHN BERGER “Yaşanan ânı (fotoğrafı) bu şekilde öne çıkarmalısınız yalnızca Ve saklamamalısınız onu neyin arasından çıkardığınızı Katın oyununuza (bağlamınıza) o peşpeşe tekrarlanışı, O seçilenin üzerindeki çalışmanızı, Gösterin böylece olayların akışını” “Olağanüstü bir düşünür ve sanatçı”, “Lawrence’dan daha zeki ve asil”, “… çağdaş İngiliz yazınında rakipsiz” olarak tanımlıyor Susan Sontag John Berger’i... Kariyerine ressam olarak başlayan Berger, zihinlerden silinmeyecek önemli eserlerini sanat eleştirmeni, roman ve deneme yazarı, politik düşünür ve şair olarak üretmiştir. Çağımızın en önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilen Berger’in eserleri ) Brecht’in şiiri. Berger’in önerisi üzerine an yerine “fotoğraf” oyun yerine “bağlam” eklenilmiştir. (O Ana Adanmış’tan alınma) 2) http://www.johnberger.org/ Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 dingin bir çarpıcılığa sahiptir. Yalın ve anlaşılır üslubuyla, anlaşılması zor olanı büyük bir başarıyla aktarması, onu olağanüstü kılar. Sanat ve hayat birlikteliğini büyük bir yetkinlikle özümsemesi, imgeler dünyasını, görseli algılama ve anlamı aktarmadaki başarısını güçlendirir. Fotoğraf, onun ilgilerinden sadece biridir. Berger’in fotoğraf yazınındaki en büyük başarısı, fotoğrafı bir sanat dalı olarak değerlendirmek ve kuramsallaştırmaktan Metis Yayınları’nın dilimize kazandırdığı “O Âna Adanmış” isimli yapıt, Berger’in 19 yazısını içeriyor. Bunlara bir bakıma Berger’in düşünce ve yazın dünyasının küçük bir özeti diyebiliriz. Kitabın ismi ilk denemeden gelir. Yazar, babasının ölümünün ardından yaptığı çizimler üzerine kaleme almıştır bu denemeyi. Sonraki denemelerinde ise resimden fotoğrafa, imgeler ve görüntüler dünyasını inceler. Bazı denemelerinde ise hümanist bir toplum düşünürü olarak, kitle gösterilerinin doğasını veya modern dünya içindeki kırsal kesim insanını ele alır. “Che Guevara” adlı yazısında, Che ve fotoğrafını, belki de daha önce olmadığı kadar derin ve zengin bir bakışla incelenmiştir. Farkındalıklarını arttırmak, ayrıntıları yakalayarak bütüne ulaşmak; yaşam, sanat ve fotoğraf için zengin bir görsel kültüre sahip olmak isteyen görme tutkunlarının okuması gereken bir seçkidir “O Âna Adanmış”. Kontrast İMece İlker Maga DADA ÜZERİNDEN FOTOĞRAFI DÜŞÜNMEK Kültür tarihinin kesinlikle zenginliklerinden biri olan “dadaizm”in yaşadığı sorunlar, burada sorun edindiğimiz konuyu anlatmamıza yardımcı olabilir: 1918’de çıkışı büyük gürültü çıkaran ama verimli dönemi çeyrek asır bile süremeyen dadaizmin en kısa ömürlü ürünleri, yazıyla ilgili alanlar oldu. Gariptir, akımın teorisyeni Tristan Traza şair olmasına, akımın üyelerinin büyük bir bölümünün yazı insanlarından oluşmasına rağmen durum değişmedi. Dadaizm, “Dada bir şey anlatmaz”, “Dada hiç birşeydir” iddialarıyla çıktı. Eskiye karşıydı, eskiyi yıkmak iddiası vardı. Manifestosunun ilan edildiği şehirlerde, dadizmin teorisi olmadığı öne sürüldü. Akımın temsilcilerinin yaşadığı şehirlerde düzenledikleri her etkinlik, “Dada Akşamı”, ilgiyle karşılanıyordu. Her dada akşamı tiyatral bir havaya sahipti. Dada Zürih, Dada Berlin, Dada Hollanda, Dada New York, Dada Köln, Dada Paris... Yeniydi “Dada”. Yenilikçiydi. İlginçti. Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı umutsuzluk, yorgunluk ve eskiyi yıkma duygusu sol bir dünya görüşüyle birleşerek, sanatta Dadaizm akımının doğmasına zemin hazırlamıştı. Akımın kurucusu ve (kendisi “Dadanın teorisi yoktur” dese de) teorisyeni Romanya kökenli Tristan Traza, Hugo Ball, Georg Grosz, John Heartfield¹, Kurt Schwitters, Arthur Cravan, Man Ray, Elsa von Freytag-Loringhoven, Paul Eluard, Louis Aragon ve Max Ernst gibi kültür insanlarını bir araya getirmeyi başarmıştı “Dada.”² Buna rağmen, ömrü uzun olmadı. Neden? Bir ses, bir derdi veya herhangi bir şeyi anlatmak amacıyla kullanıyorsa, buna kelime diyoruz. Fonetiğin dilin oluşumunda büyük bir rol oynadığını biliyoruz. Dil, kelimelerin toplamından oluşuyor. Kelime, bir şeyi anlatmak amacıyla kullanıldığı için yazıyla hayat bulan disiplinlerin ürünlerinde bir şey anlatması beklenir. Bir şey anlatmayan yazılı bir eser olamaz. Kelime bir şeyi ifade ettiği için bulunmuştur; böyle bir içeriğe sahip olma özelliğini koruduğu sürece hayatta kalır, aksi durumda sonbaharda dökülen yaprağın kaderini yaşar. Cümle içinde kelimenin anlattığı bir şey vardır, olmalıdır. İnsan kelimelerle düşünür. Yazı insanı, bir fikre ve bir duyguya kelimelerle hayat verir, harekete geçirir. Şiir ve bu kategoriye giren alanlar bir yana, “Dada”da en sönük eserler tiyatroda yaşandı. Başta ilgiyle karşılandı, ilginçti ama sadece ilginçliğiyle kaldı ve devam edemedi. Şiir de edemedi... Kurucusu Tristan Traza, 1918’de okuduğu “Dada Manifestosu” üzerinden yaklaşık yirmi yıl geçmeden, şiir yazmayı bırakmıştı. Bugünden baktığımızda şiiri bırakışını daha kolay anlayabiliyoruz. Dada, kurucusunun dediği gibi, bir sistem olamadı. Sürrealizme zemin hazırladı ve tarihten hızlı adımlarla çekildi. Eskiyi yıkmak üzerine kurulan bir akımın sistem oluşturması beklenemez. Dada sistem geliştiremedi. Benzer bir durumu Rusya’daki Nihilizmden biliyoruz. Bir sistem oluşturabilmek için ne istendiğinin, hedefin açık olması gerekir. Eskiyi yıkmak, eskiye karşı olmak ana hedef değil, ancak bir türev olabilir. Yazının bir şey anlatma zorunluluğuna karşılık, ses ve görüntüde durum farklılaşabiliyor: Kulağa hoş gelen bir sesin illâ bir şey anlatması, müzik olması gerekmiyor; kuş seslerini de severek dinliyoruz. Ton, melodi ve ritim üçlüsüyle hayat bulan müzikte mutlak bir konu aramıyoruz. Bir düzen içinde gözümüzün önüne serilmiş ve baktıkça bizi rahatlatan bir doğa parçasının da illâ bir resim olması gerekmiyor. Görmenin, resmin geometrisi, matematiği var; bir doğa parçasına, konusunu sorgulamadan severek bakıyor, dalıyoruz. Fotoğrafta konusuzluğa da yer var. Fakat fotoğraf hayattan koparılmış “an” demek. İnsan hafızası, anlardan oluşmuş bir fotoğraf albümü. Bir film kamerası gibi değil, tıpkı bir fotoğraf makinesi gibi. İnsan her şeyi hafızasına kaydetmiyor. İnsanın bir şeyi hafızasına kaydetmesi için ona ulaşması, ona değmesi ve orayı harekete geçirmesi gerekiyor; zaten değen o şey, gerçek değerine ancak böyle kavuşabiliyor. Fotoğrafta konusuz sayılabilecek sayısızca görüntü hayat bulur ve bunlar severek izlenirken, insana asıl dokunan şey, insan hikâyeleri, “an”lar oluyor. Bu tezlerin fikir askerliği yapmak gibi bir amacı yok. Fotoğrafa bir de Dadaizm üzerinden bakılabilir. Şimdiki zaman içinde bir şeyin “nasıl anlatıldığı” etkili olurken, gelecek zaman içinde “neyin anlatıldığı” öne çıkıyor. Yani, konu... Ama o dile hâkim olabilenlerin anlattığı konu... Kaynaklar 1. Politik fotomontajın tarihteki en etkili ve verimli ismi Heartfield’i has bir dadist saymak ne kadar doğru, emin değilim. Eserlerindeki politik hedefler öylesine açıktı ki... 2. Adı geçen isimlerden büyük bir kısmını “Dadaist” olarak nitelemek yerine, “bir dönem Dadaist ürünler de vermiş kültür insanları” demek daha doğru duruyor. Kontrast POPÜLERLİK VİRÜSÜ ÜZERİNE İlker Maga’nın ”İMece” başlığı altında yazdığı doyurucu ve ilginç yazıları keyifle okuyorum. ”Kontrast”ın Mart-Nisan 2010 sayısındaki ”Fotoğrafa Dair Bir Tartışmanın Güncelliği ve Teorik Durum” başlıklı yazısını da aynı keyifle okudum. Üzerine düşüncelerim oluştu. Yoğunluğumdan dolayı yazıya ancak elim değdi. Yine de fotoğrafımıza ”düşün” bağlamında bir katkısı olur diye göndermekten kendimi alıkoyamadım. İlker Maga’nın Değinmeleri Yazıyı hatırlayalım: İlker Maga, sokağa atılmış bir banyo küveti örneğinden hareketle, onun nasıl bir sanat objesi hâline gelebildiğinin yol haritasından bahsedip ”sanatçı” kavramını yamultan büyük basını eleştiriyor. Medyanın yalnız Türkiye’de değil, dünyada da nasıl bir yanıltıcı rol aldığına değinip, sanat ve sanatçının doğru tanımlanması gerekliliğine dikkat çekiyor. Ve pek çok kalitesiz ürünün aldığı pozisyondan dertlenip, sanatın doğru yapılanmasını diliyor. Donanımlı bir tarzda ele alınmış yazıya hiçbir itirazım yok. Her kelimesine katılıyorum. Ancak bu düşünce ”gel-git’inin dışında, olaya farklı da bakılabileceğini düşündüm. Büyük Medya Evet, bugün tüm dünyada ve bizdeki sanat ortamında, medya kaynaklı bir akıl tutulması yaşıyoruz. Bu ortamın aktörlerinin baş sorunu, medyayla olan ilişkileri. Eğer bir etkinlik -sergi, yayın, gösteri, vs. türlerde olabilir- medyada geniş yer alıyorsa, bu önemli ve değerlidir; almıyorsa her şey nafile, yani geçersiz... Sonuçta yandı emekler, yandı paralar... Devran hanidir böyle kuruldu ve böyle işliyor. İlker Maga’nın da değindiği gibi dünyamızın iletişim çağındaki hâli böyle. Medya mekanizması nasıl işliyor? Önce onu düşünelim. Yazılı veya görsel medya alanı çeşitli yapılanmalar içinde. Televizyon kanalları, gazeteler, dergiler var. Bunların sanat sayfalarında haber, bilgi veya yorum olarak yer almak ve bunun üzerinde de gündemi etkilemek yolu var (Orhan Pamuk ve Fazıl Say örneklerini düşünelim). Bu ilişki, medyada yer alan yönetici kadrolar, sayfa sekreterleri ve muhabirlerle ilgili işliyor. Bugün herkes biliyor ki ülkemizde derinlemesine bir işsizlik var. Basın yayın okullarından çıkma kadrolar bu işsizlik alanının baş aktörleri. İstatistiklere göre en büyük işsizlik oranı bu sektörde. Dolayısıyla medyada yerleşik isimler dışındaki çoğunluk son derece deneyimsiz, ucuz işçi konumunda kişiler. Bunlar ne biliyorsa ve onlara ne söylenirse, onu yapıyorlar. Bu, işin medya yönü. Peki, etkinliklerin sahipleri olan sanat erbabı devreye nasıl giriyor? Yaygın olarak kendileri tarafından hazırlanan yalan yanlış basın bültenleri veya röportaj ayarlanması kanallarıyla. Bunların ne kadarı ciddi bir analizden geçiriliyor? Bunu da tam bilemiyoruz ama sonuçtan hiç kimse mutlu değil. Sonunda bunları izleyenler nasıl yararlanıyor ve sanat olaylarının ne kadar takipçisi olabiliyorlar? Bu soruların açılımı ayrı bir uzun yazının konusu olacağından, oralara şimdilik girmek istemiyorum. Ama bize bu konunun sonuç ve asal değeri olarak anlayabileceğimiz bir olgudan bahsedeyim: Dünyada 170 yaşını aşmış fotoğraf olayının sanat bağlamına nüfusu yetmiş milyonu aşmış ülkemizde ilgi gösteren profesyonel fotoğraf koleksiyoncusu, tek bir kişi. Adı da Nejat Türkmen. Fotoğraf sanatına verdiğimiz değer bu kadar. Önce Medyatiklik mi, Yoksa Asal Değerler mi? Elbette ilk yaslanacağımız gerçek, ”sanatın sanatçılar tarafından yapılmasıdır.” Bu yüzden fotoğrafta işler karışıyor. Çünkü fotoğraf yalnız bir sanat ürünü değil, aynı zamanda bir mesleğin de ürünü. Fotoğraf görsel çağın emrinde, her yerde. Hepimiz biliyoruz ki sanatı sanatçılar yaparken, bunu ürünle gerçekleştirir. Ürünün sanatlı bir şey olması, bunun arz talep zincirinde yerini alması üzerine bilgi, yayın eklenmesi gibi oluşumlar her ülkede farklı bir süreç gerektiriyor. Ancak bu trafiği yönlendiren taraf, hiç kuşkusuz öncelikle sanatçının kendisidir. Öncelikle medyatik biri mi, yoksa sanatın asal değerlerine bağlı biri mi olacağı seçimi, kişinin kendi sorumluluğuna yaslanır. Kanımca, iş asıl burada çatallaşıyor. Önümüze konan hazırlop modeller, her şeyi batı üzerinden düşünme kolaycılığı ve durumu, sanatçıyı da onu izleyenleri de çığırından çıkarıyor. Öyle ya, bu çağda herkes on beş dakikalığına çok ünlü olacak! Andy Warhol’un sözü herkesin kulağında küpe. Süreç 51 yıllık kariyerim içinde, fotoğrafın ülkemizdeki temel yapısındaki değişimlere ve gelişimlere yakınen şahit oldum, pek çoğuna da katıldım. Bu süreç içinde devamlı ürettim ve paylaştım. Yarım yüzyıl önce fotoğrafın kuramsal yapısına dair ülkemizde neredeyse bir A4’ü dolduracak bilgi yoktu. Ortada gezinen yazılı doküman, D-76 gibi banyo formüllerinden ibaretti. Yavaş yavaş dergiler, kitaplar, albümler Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 KONUK YAZAR: GÜLTEKİN ÇİZGEN yayımlanır oldu. Bugün benim kitaplığımda bunlar büyük bir alanı kaplıyor. Ne güzel! Fotoğraf derneklerimizin sayısı 40’ı aştı. ABD’de üniversitelerin sayısı 4000 adet civarında iken ülkemizde 140’ı aşmasına seviniyoruz. Bunların 60 kadarında güzel sanatlar fakültesi var ve eğer rakam değişmediyse, 16’sında fotoğraf eğitim yapılıyor ve bunlar her yıl yüzü aşkın mezun veriyor. Bunların ne kadarı istihdam edilebiliyor, onu da bilemiyoruz. Yani sonuçta nafile kadrolar, nafile işler. Fotoğrafa dönük galeriler, merkezler büyük kentlerimizde açılmakta. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti yapılanması içinde ”Fotoğraf Geçidi 2010” programını yürüttüğüm için biliyorum, her an yüz binlerin bulunduğu Beyoğlu’nun göbeğinde sergilerin izleyici sayısı ayda 10.000’e ulaşmıyor. Eğer büyük bir etkinliği izliyorsanız, sanki fotoğrafla ilgilenmeyen kimse kalmamış gibi, herkesin boynunda gelişmiş bir kamera asılı; hele gençlerde. Ama tüm bunlar İlker Maga’nın değindiği büyük ”medya yamukluğu”nu çözmüyor. “Neden?” diye düşündüğüm zaman, ben “süreç” ile birlikte felsefi “yerlilik” anahtarından hareket ediyorum. Eğer fotoğraf yapılanması içinde doğru felsefe yok ise, olaylar sadece görüntüden ibaret kalıyor. Ortaya çok görüntü çıkıyor ama fotoğraf nerede, fotoğrafça nerede? Fotoğrafı elbette diğer plastik sanatlarımızın yaslandıkları sanat tarihinden soyutlayamayız. İşte buraya bir mim koyarak sözü sürdürürsek, ülkemizin temelde sanat özürlü bir ülke olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz.. Dünyadaki her türlü siyasal, ekonomik, teknolojik gelişmeye talip ülkemizin bugüne kadar tüm sanat alanlarında, yani edebiyat, müzik ve plastik sanat alanlarındaki tarihsel birikimi, kabaca 10.000 kişiden ibarettir. Şeker Ahmet Paşa’dan bugüne resim, Hamamizade Dede Efendi’den bugüne kadar müzik, Ahmet Mithat’tan bugüne kadar edebiyat alanındaki kişileri sanat tarihinden ansiklopedik olarak sayıp toplarsanız yaklaşık bu rakama ulaşırsınız. Herkesin anlı şanlı tarih diye bahsettiği süreçte ülkemizde sanatın oturduğu yer burasıdır. Biliyoruz ki sanat, hayatın olmazsa olmaz bir parçasıdır. En azından hayat diye bildiğimiz içinde kaynadığımız büyük yaşam kazanının, asal bir ayağıdır sanat. Buradan baktığımız zaman Türkiye’de kim ”Merhaba Sanat, Merhaba Kültür” diyor, ölçüler işte ortada. Bu “vah vah”lığın temel nedenini elbette eğitime, ekonomik olanaklar gibi pek çok unsura yaslayanlar olabilir. Kuşkusuz bunların da önemi olabilir ama bence asıl neden felsefedir. Biz Türkler, işin özü ve sözünü çok fazla düşünmeden, Tanzimat’tan bu yana önümüze Batı’yı koyduk. “Muassır” medeniyet ölçüsü o adres. Evet, Batı etrafı kasıp kavururken farklı düşünmek de pek mümkün değildi. Onun için Sultan Abdülmecid, Şeker Ahmet Paşa’yı ”Git Batı resmini öğren” deyip, Paris’e gönderdi. Şeker Ahmet Paşa dönüşte elinde bir persperktif kitabıyla gelmiş. Aradan geçen yüzyıldan sonra bu işlerin sokma akılla olmadığının farkında olanlar çoğaldı. Her şey Batılı olmadan, o süreçleri yaşamadan Batılı gibi düşünmekle çözülmüyor. Çünkü köken - kökler farklı. Fakat biz sanat alanında hâlâ Batıyı takip ve taklitte ısrarlıyız. Sonuç ve Sözün Özü Kelimeleri fazla bunaltmayalım, öze gelelim. Sanatsal fotoğraf söylemi üzerinden düşünelim. Evet, bugün fotoğrafımızda derinden ilgilenen, ürün veren, bunları sergileyen, albümleştiren, yayımlayan, müzelere sokan düzinelerce seviyeli kadro var. Aman ne güzel! Ama küçük bir soru: “Bu arkadaşların yapıp etmeleri, ürünlerinin bizim dışımızdaki Batı üzerinden örneklenmesi dışında üslup, tarz yönünden özgünlükleri karşılaştırıldığı zaman duruşları nedir?” Acaba kaç kişi Cartier Bresson, kaç kişi Koudelka, kaç kişi şu bu? Peki bizim şarkımızı söyleyen, ”İşte bizim dünyadaki duruşumuz budur” diyenler kaç kişi? Elbette bu macera kolay değil ama kaç yıldır sürüyor? Ulaştığımız sonuçlar ortada. Gerçek bir sanatçı, gerçek özgünlükteki kişidir. Öz ve biçim açısından karşılaştırmalı hesaplaşmaya girmeden, nasıl ve ne kadar bir mesafe alınabileceğini düşünenler, buraya baksın. Evet, evrensellik Avrupa’ydı. Aydınlanma ideali herkesi sarsmıştır. Ama bu iletişim çağında sapla saman çoktan karıştı. Bugün “özgünlük” düşünmeliyiz. O ortaya çıkmadıkça da tam anlamıyla bir sanat eylemi ve söylemi de ortaya çıkamıyor. O zaman da güçlü bir arz talep oluşmuyor. Her şey medyanın cehaletine kalıyor. Herkesin para ve güç peşinde olduğu bu şizofrenik dünya yapısından bireyi koruyan, sadece sanat ve bilim kaldı. Bilim artık ekip ve çok para işi. Edison öleli çok oluyor. Sanat ise hâlâ bireysel bir oluşum. O zaman bu iş bireysel uğraş, bireysel çile ve bireysel tatminse medyaya ne ihtiyacımız var? Sanatçı güzelliği yaratan değil, keşfedendir. Eskinin içinden yeniyi bulan ve bunu kitlelere aşılayandır. “Yerlilik” üstünde çok durmalıyız, çok düşünmeliyiz. Ben özgün fotoğrafların kendi yolunu açacağına inanıyorum. Kitleler ancak “yerlilik” temelinde sanatla barışacaktır. İyi fotoğraflar efendim. Kontrast Özcan Yurdalan f/64 ÇELEBİ’NİN KONSERİ Fotoğraf çekmeye başladıktan sonra problemli bir alanda bulunduğumu farketmem hayli zaman aldı. Objektifi, hiç tanımadığım insanlara doğrultup rızaları dışında görüntülerini almak ve belki de hiç görünmek istemedikleri biçimde ele geçirdiğim suretlerini ona buna göstermek, problemin başladığı yerdi. Çektiğim fotoğraflarla kâh ruhsal doyum, kâh maddi kazanç, kâh sosyal beğeni toplamak neyin nesidir, diye düşünmeye başladığımda kendime sorduğum ilk soru “Hakkım var mı?” oldu. Fotoğrafını çektiğim insanların kimi zaman bir yıllık gelirine denk düşecek miktarda para harcayarak aldığım kameralarla “onların” görüntüsünü ele geçirmeye, duvarlara asmaya, çoğaltarak ona buna gösterme hakkını nereden alıyorum? Kimi zaman böyle olur. İnsan, bildiğini sandığı şeyi ansızın karşısına çıkıveren basit bir soruyla aslında hiç anlamamış olduğunu farkeder. Çarpıcı bir bilinç boşalması yaşar; aniden içine düştüğü hiçlik girdabında boğulacak gibi olur. Başkalarının hayatına kamerasını doğrultan fotoğrafçı için bu hâlden çıkmanın yolu, bu sahici soruya sahip olmakla başlar. Boynuna kamerayı takmakla, onun bunun fotoğrafını çekme hakkını ve ruhsatını da kendiliğinden kazanmış olmaz insan. Gel gör ki işleyişteki durum bu cümleyi doğrulamaz. Fotoğraf, hayatın o kadar içine girmiştir ki tam bir yabancılaşma yaşanır. Çeken de çekilen de gayet doğal davranışlar içindedir sanki; üstlerine düşen vazifeyi yerine getirmektedirler. Fotoğrafın kısa ömründe böyle olagelmiştir ama böyle gider mi şüpheliyim doğrusu. Her şey fotoğrafın basit bir teknik kayıt olmadığını farketmekle başlayacak belki de. Fotoğrafçı aslında dış alemin fotoğrafını çektiğini sanırken kendi içinin, duygu ve düşünceleriyle birlikte zihniyet dünyasının da fotoğrafını çeker. İşte o noktadan itibaren ortaya çıkan görüntünün toplumsal uzantısı, ideolojik arka planı aşikar olur. Konusu “öteki” olan fotoğrafçı için fazladan bir de “dürüstlük”, “sorumluluk” gibi mevzular devreye girer. “Hakkım var mı?” sorusunun cevabını aramak için çıkılan yol buradan başlar. Fotoğrafçının ideolojisi ve fotoğrafın politikası, yapılan işin temelindeki en önemli meseledir. İster boş vakitleri hoşça değerlendirmek maksadıyla olsun, ister hayata dair bir sözü çoğaltmak için olsun, isterse bir tanıklığı yansıtmak ya da yaratıcılık sergilemek için olsun çekilen her fotoğrafın ekseninde bir fikrin yattığı hesaba katılınca, insanın karşısına genellikle hiç de masum olmayan bir alan çıkar: Fotoğrafın dünyası. Yalanın da, sahtenin de, göz boyamanın ve aldatmacanın da en inandırıcı hâliyle tezahür ettiği bir âlemdir burası. Tam da bu nedenle fotoğraflarda yansıtılan dünyanın gerçek dünyayla ilişkisini sorgulamak, o dünyadaki hayatlarla fotoğraftakilerin ne kadar örtüştüğünü araştırmak herkes için sadece doğal bir hak değil aynı zamanda enayi yerine konmamanın da başlıca koşuludur. (Hele yarışmalar sayesinde iyice ahmaklaştırılmış bizimki gibi fotoğraf ortamlarında temel ihtiyaçtır.) “Fotoğraf gösteriyorsa mutlaktır ve doğrudur” arkaik inancının çoktan aşıldığını hepimiz biliyoruz ancak yine biliyoruz ki “dürüst fotoğraflar” toplumsal gerçekliği yansıtabilecek enerjiye sahiptir; insan hayatlarında tezahür eden haksızlık, adaletsizlik, eşitsizlik hâllerini bütün çarpıcılığıyla gösterebilme potansiyelleri vardır. Kendi başına hiçbir şey olan fotoğraf, ancak fotoğrafçısının içsel donanımlarıyla birlikte anlamlı bir varlık hâline gelebilir. (Burada fotoğrafçının “dünya görüşü”, “siyasal duruşu”, “fotoğrafın politikası” gibi vasıflara neden ihtiyacı olduğunu okurun zekâsına hakaret saydığım için sıralamaya kalkışmıyorum. Aynı biçimde, fotoğrafı ve fotoğrafçılığı politik kimliklerin, ideolojik duruşların dışında sanan, 12 Eylül marifetiyle zedelenmiş aklın fotoğraf dünyamızda az çok aşıldığını varsayıyorum. Ayrıca günlük siyaset ile “sanat” ve “fotografik tanıklık” arasında fark olduğunu hatırlatmayı gereksiz buluyorum.) Lafı buraya kadar getirmişken, asıl bağlamak istediğim yere doğru dümen kıracak olursam şunu söylemek isterim: Belgesel fotoğrafa merak sarıp başka hayatları anlatma peşine düşenlerin “Neden bu konuyu seçtim?” sorusunun cevabını bütün dürüstlüğüyle kendine vermesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca “Bunu yapmaya hakkım var mı?” diye sormanın önemine değinerek, kendine büyük büyük misyonlar vehmetmenin beyhudeliğinden dem vuruyorum. Gezi fotoğrafı çekimlerinin fiziki koşullarından daha ötesinde imkanlara sahip olmadan başka hayatlara tasallut ederek üç beş gün içinde onları anlatmaya kalkmanın en basitinden “yalan-yanlış” bir söz kurma tehlikesi taşıdığını hepimiz biliriz. Şehirli orta sınıfa mensup olmanın getirdiği avantajlar sayesinde kendine ayrıcalık vehmetmenin yanı sıra, fotoğraf makinesiyle başka hayatlara girivermenin köpürttüğü oryantalist bakışın ürünleri bugünkü fotoğraf ortamında belki yutulur gider; ancak nereye kadar gider ve gittiği yerden geriye ne kalır, kime ne fayda sağlar bilinmez. Sanırım memlekette yaygın fotoğraf anlayışında kökten değişmesi gereken kabullerden biri şudur: “Fotoğraf öğrenmenin ilk adımı, başka hayatlara objektifi doğrultup onların üstünden renk, ışık, kompozisyon vs. pratiği yapmaktır.” Ne münasebet ve ne hakla? Herkes pratiğini kendi hayatından, çevresinden, ortamından yapmalı bana kalırsa. En başta temel fotoğrafçılık seminerini bitirenleri, ellerinde makineleriyle derhal kentin varoşlarına, tarihî mekânlardaki hayatlara, sanayi mahallelerine, dezavantajlı grupların üstüne ya da köylere götürmek yerine, başka türlü bir fotoğrafçılık anlayışının ilk adımı olarak, kendi hayatlarından fotoğraf çekmeleri teşvik edilebilir. Rengi, ışığı, kompozisyonu, dengeyi, lekeyi herkesin kendi hayatında, kendi çevresinde denemeye kalkışması daha isabetli olur. Çünkü başka hayatlara kamerayı doğrultmadan önce, teknik görüntü elde etmeyi bilmenin ötesinde başka vasıflar, farklı sorumluluklar edinmek gerekir. En başta fotoğrafçılıkla boş vakit eğlencesinden öteye geçen bir ilişki kurmak, emek ve özel zaman hasredilmiş bir ilgi alanı inşa etmek gerekir. Bu olmadan, başka hayatlara doğrultulmuş objektiflerden çıkan görüntüler, akla Muallim Naci’nin şu beyitini getirir: “Toplanıp ehli hava, her biri bir saz çalar Çelebi böyle olur bizde de konser dediğin.” Kontrast Söyleşi RÖPORTAJ: Kamuran FEYZİOĞLU FOTOĞRAFLAR: MERİH AKOĞUL Fotoğrafın Koynunda 33 Yıl: MERİH AKOĞUL “Zamanla olan meselesini halletmek için eline geçen her fırsatı değerlendirmek isteyen bir adam” sözleriyle afallatıyor önce bizleri ama sonra, sözcükler aktıkça, konu konuyu kovaladıkça, Merih Akoğul’a bu cümleyi kurdurtan derin düşünceyi daha iyi anlıyoruz. Yılların birikimini, aldığı eğitim, özel ilgi alanları ve fotoğrafla birleştiren, dinlemeye, okumaya doyamadığımız bir insan karşımızdaki. Çok uzun bir söyleşinin, olabildiğince büyük bir kısmının yer aldığı bu röportajdan bizler kadar sizlerin de keyif alacağınıza ve pek çok şeye karşı farkındalığınızı arttıracağınıza inanıyoruz… “Fotoğraf, dİn ya da dogma değİldİr; süreklİ bİçİm değİŞtİren bİr organİzma, hİbrİd bİr sanat dalıdır.” Akademisyen kimliğinizi göz önünde bulundurarak başlayacak olursak, Türkiye’de fotoğraf eğitimi ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Bizim zamanımızda (1980’ler) eğitim, 1950’lerin müfredatı, hocalarımızın bilgileri ve iyi niyetleriyle yürüyordu. Düşünsenize, fotoğraf dergileri bugünkü gibi çıkmıyor, kuramsal kitaplar yok ya da henüz çevrilmemiş, ülkeye yabancı fotoğraf albümleri girmiyor, en önemlisi de internet yok. Mad Max çağı gibi anlayacağınız... Şimdi hem özel hem de devlete ait birçok fotoğraf okulu var. Türkiye’nin genel yapısı ve potansiyeline baktığımızda şu an fotoğraf eğitimi veren okulların sayısı, bence gereğinden bile fazla. Ben 2003 yılında Avusturya Hükümeti Dışişleri Bakanlığı’nın bursuyla Viyana’da bulunurken, orada fotoğraf eğitimi veren okul yoktu bildiğim kadarıyla. Oysa ki aynı yıl, bizim Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nın eğitimdeki 26. yılıydı. Dernekler ve özel kurumlarda da eğitim veriliyor. Lise ve üniversitelerde mevcut olan fotoğraf kulüplerini de yabana atmamak lazım. Birçok fotoğrafçı bu kulüplerden çıkmıştır. Önemli olan insanların fotoğraf konusunda bilinçlenmesi ama nedense çoğu yerde insanlara fotoğraf çok basitmiş gibi gösteriliyor. Herkesin çok kolay yapabileceği kanısı uyandırılıyor. Ama işin aslı böyle değil. Benim verdiğim seminerlerden sonra katılımcıların çoğu fotoğraflarının yavaşladığını söylüyorlar. Ya da üniversitelerde verdiğim fotoğraf derslerinde, yan bilgilerin çokluğu öğrencileri şaşırtıyor. Sen insanı tanıma, sosyoloji, estetik, sanat tarihi bilme; sonra da fotoğrafçıyım diye dolaş ortalarda, olacak şey değil. Felsefe ansiklopedisi alarak felsefeci olunmuyorsa, 10 fotoğraf makinesi alarak da fotoğrafçı olunmaz. Etrafınıza baksanıza; elinizi sallasanız fotoğrafçıya, pardon fotoğraf sanatçısına çarpıyor. Bu konuda korkunç bir enflasyon var. Gidiş, doğru bir gidiş değil. Bana göre dünyada çekilmedik bir kare dahi kalmadığında fotoğraf makineleri bir kenara konulacak ve belki de gelecek 10 yıl içinde Japonlar’ın (ya da Çinliler’in) insanların eline verecekleri yeni bir oyuncakla, insanlar başka denizlere yelken açacaklar. O zaman gerçek -soy- fotoğraf varlığını yeniden hatırlatacak ve eski günlerin huzuruna dönülecek. Bir de merak ettiğim ve sık sık aklıma gelen bir mesele: Ey siz fotoğrafçılar, bugüne kadar neredeydiniz? İthal/ intihal fotoğraflarınızla ortalığı tozu dumana katmak için neden bugünleri beklediniz? Bildiğim, fotoğrafın nedenselliği kavranmamış bir olgu, bir toplumsal refleks, daha doğrusu çabuk geçecek bir moda olduğudur. Kendinizi, hangi fotoğraf tarzına daha yakın hissediyorsunuz? Yeni belgeselci, geç-izlenimci, neo-klasik, modernist; hangisi hoşunuza giderse onu kullanabilirsiniz. Ama yapmaya çalıştığım şeyi, akıp giden zamanın portesine notalar yazmak, uygun melodiler ve gamlar bulmak, iyi bir armonizasyon; teknikte ve malzemedeki minimal yaklaşımla, gelecek kuşaklara bırakmak adına belgelemek olarak açıklayabilirim. Olayların zaman içindeki gerçekleşme biçimine asla müdahale etmem. Kavramlardan yola çıktığımda da kurguyu, daha doğrusu bir senaryoyu uyguluyorum ve bu fotoğraflara metin ve müzikler de eşlik edebiliyor. Ben akıp giden zamanın içinde sörf yapmayı ve sürpriz dalgaların fotoğraflarımı götürdüğü yeri seviyorum. Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 Fotoğraflarınızda, fotoğrafın belgeleyici ve betimleyici dilini yoğun olarak kullanıyor ve bunu yaparken de şehir - insan ilşkilerinden ziyadesiyle faydalanıyor ironi olarak nitelendirebilecek renkler, dokular kullanıyorsunuz. İzleyicileri bu şekilde şaşırtıyor olmak hoşunuza mı gidiyor? Bakırköy, Suadiye ve İstinye, doğupbüyüdüğüm, yaşadığım yerler... Taksim, Beyoğlu, Eminönü, Karaköy hayatı anladığım bölgeler. Kıbrıs (askerliğim), Londra, Viyana gurbete düştüğüm yerler. Mahalle(m)den yola çıkıp, şehirler, ülkeler geçtim. Peşine düştüğüm ve beni ilgilendiren fotoğraflar, hep şehirlerin güzergâhlarında yatıyordu. Viyana, Mardin, Kayseri, Bursa, Berlin, Kocaeli, Barcelona gibi içinden geçtiğim şehirler -bana göre- benim fotoğraflarımda ortak paydada kesişiyorlar. Ben izleyiciyi şaşırtmak için fotoğraf çekmiyorum ama bakış açımdan dolayı rastladığım/gördüğüm şeyler öncelikle beni sevinçle karışık bir biçimde şaşırtıyor. Ve buna bakan insanlar da bu duyguyu hissedebilirler mi diye, kendime ortak arıyorum. Belki de o fotoğrafı çekme nedenim, bilinçaltımda orayı o renge boyayan, oraya o posteri asan veya yazıyı yazan kişiyi şiddetle merak etmemdir. Aslında ben, ağırlıklı olarak doğrudan bir fotoğraf stilini temsil ediyorum. Fotoğraflar, zamanın biçimlendirdiği kayalar gibi yaşamın içinde öylesine doğal duruyorlar ki size, uygun açıyı bulup fotoğraflamak kalıyor. İzleyicinin fotoğrafınızla empati kurabilmesi için, sizin de onlardan biri olduğunuzu bilmesinin gerekliliği yanında; gördüklerinin temelinde bir simya değil de yaşamın gerçekliği olduğu duygusunu asla kaybetmemeleri gerekiyor. İşte bir yanıyla akıp giden yaşamın tanıklığı olan fotoğraf, pentimentosunu asla unutmadan serüvenini sürdürmek durumundadır. Bence en büyük tehlike, bir kerede saptanmış, belgeselmiş gibi görünen fotoğrafların kurgulanmış olmasıdır. Yapılan müdahalelerin ipuçlarının açık seçik olmadığı (belgesel) fotoğraflara insan nasıl bakmalıdır? Fotoğrafın kullanım biçimindeki sapmalar, yaşama ait gerçekliği ötelediğinde, hiç bir şeye inanmayan, tedirgin ve şüpheci Kontrast bir fotoğraf izleyicileri grubu oluşacaktır. Fotoğrafın bire bir gerçekleri anlatmadığını, orada bir gerçeklik var ise, fotoğrafçının baktığı noktadan o zaman dilimi ve açı üzerinden -tüm yanılsamalara açık- bir gerçekliğin söz konusu olduğunu biliyoruz. Bir kez karşınızdakinin yalan söyleme olasılığını aklınıza getirdiğinizde, bir daha asla neyin doğru, neyin yalan olduğunu anlayamazsınız. Fotoğraflarınıza daha sonradan kadraj yapıyor musunuz? Fotoğraflarınızın çoğunda kompoziyon kurallarını ihlal eden bir yapı görüyoruz. Kalıplara ve öğretilere karşı durduğunu düşündürten, akademisyen Merih Akoğul’un bu konudaki fikirleri nelerdir? Çok nadir olarak kadraj yapıyorum. Fotoğrafı boşluklarıyla seviyorum ben. Bir de kestiğiniz her fotoğraf, ilk hâlinden kötü oluyor. Ben sergilerimi, gösterilerimi ve yayımladığım kitaplardaki fotoğraflarımı tam kadraj kullanıyorum. Şehirlerde, belirli bir karmaşanın olduğu yerlerde fotoğraf çekerken, fotoğraflara giren bir şeyler oluyor. Bir nevi açık kompozisyonlardan oluşan bu fotoğraflar, bize çerçevenin dışıyla da ilgili ipuçları verir. O acemilik gibi gözüken bazı şeyler fotoğrafları sevecen kılar. Benim fotoğraflarımın da en büyük özelliği, doğallığı ve samimiyetidir. İroni de bu hat üstünden rahatça akıyor. Eğitim konusuna gelince; her konuda, özellikle sanatta, öğrenim aşamasında bilinmesi gereken kalıplar vardır. İşiniz bitince bu kalıpları atabilmelisiniz. Ama bunun da iki yolu var. Ya o kalıbın üzerini onu tamamlayacak en az onun kadar iyi bir alternatif getireceksiniz ya da o kalıbı tamamen atıp yerine daha mükemmel çalışanını koyacaksınız. Bunlardan biri yerine getirilemiyorsa, yapılan şey abesle iştigaldir. Sanattaki en önemli özellik özgünlüktür. Aynı zamanda fotoğrafın formal eğitim kısmında olmanız sizi fotoğraf konusunda katı kurallarla başbaşa bırakıyor mu? İzleyici olarak özellikle sizi nasıl besliyor ya da nasıl engelliyor? Fotoğrafın eğitiminin bana öğrettiği inanılmaz şeyler var. Ama sorunuzu sizin deyiminizle yanıtlayacak olursam; ben asla “formal” olmadım. Anarşist değilim, fotoğraf konusunda sert çıkışlarım da yoktur ama fotoğrafta bile bile yanlış yapanları ve bunu doğru gibi gösterenleri affetmekte zorlanırım. Fotoğrafın bir yanında tüm teknolojilere açıklığı, diğer yanında da sanat tarihi, estetik ve felsefe gibi dallar olduğu için oldukça büyük bir alanı kapsamaktadır. Yani fotoğraf, din ya da dogma değildir; sürekli biçim değiştiren bir organizma, hibrid bir sanat dalıdır. Ben okulda öğrenciyken de klasik fotoğraf anlayışına karşıydım. Fotoğrafın özü, çıkışı ve temeli benzerlikler içerebilir ama sizden bazı kurallara uyan aynı tarz fotoğraflar çekmeniz istendiğinde durum değişiyor. Güzel Sanatlar Fakültesi’nde fotoğraf okurken bunun mücadelesini vermiştim. Bazen ödev olarak yaptığmız, hatta sınıfta kaldığımız fotoğraflarla yarışmalara katılarak ödüller alabiliyorduk. Bilim ya da sanat, her dalı oluşturan kurallar ve formüller katı ve sıkıcıdır. Kurallar denenmiştir, formüle dönüştürülmüştür, kıymetlidir ama bu o şekilde kullanılması anlamına gelmiyor. Başlangıç için fikir verebilir en azından. Ben tüm kurallara uyduğu hâlde hiç heyecan yaratmayan, hiçbir kural ile uyuşmadğı hâlde mükemmel olan yüzlerce iş gördüm. Gerçek anlamda fotoğrafçılık, sanılanın aksine çok az kimsede olan fazla özel bir yetidir. Eğiticiyken de, öğrenirken ya da fotoğraf çekerken de kurallar benim çıkış noktamı oluşturur. Şu aşamada bir meselem yok. Dünyaya ne kural koyucu, ne de kural bozucu olarak gönderildim. Ama fotoğrafa ait geliştirdiğim düşünceler ve kurmaya çalıştığım teoriler bu aralıkta yer alıyor. Ben çektiğim ve baktığım fotoğraflardan keyif almaya çalışıyorum. Bu benim birinci ilkem. “Sanki” projenizde, günlük hayatta sürekli karşılaştığımız fotoğrafları ve diğer imgeleri fotoğrafın konusu yapmışsınız. Fotoğrafın günlük hayattaki “basit” kullanımları hakkında neler söyleyebilirsiniz? “Sanki” albümüm, Anadolu’nun yeni yüzünün, farklı iktidar/muhalefet anlayışıyla yeniden görsel olarak biçimlenmesidir. Siyah beyaz filmli Leica M6 ve 35 mm sabit objektif ile (birkaç fotoğraf hariç) geçen günlerimizin arasında dolanarak yapılmış tarafsız bir çalışmadır. Elbette bunda siyah-beyaz teknik kullanımının çağrıştırdıkları da önemlidir. Burada yer alan fotoğraflar; dünyaya bakışın değiştiği, algıların farklılık gösterdiği, kavramlar ile olanlar arasında farklı bir tekabül ilişkisinin oluştuğu 21. yüzyılın kapı aralığından görünenlerdir. Basit bence daima iyidir. Çok mesaj ve zorlamalara karşıyım sanatta. Fotoğraf, yaşamın gözden kaçan örtülü alanlarını daha sonraki günlerde bize hatırlatmak için Tanrı tarafından insanlığa yollanmış bir icattır. Geçip giden yaşamı, ancak fotoğraflara bakarak yeniden yorumlayabiliriz. Bellek daima yanılmaya, unutmaya ve farklı yeniden üretimlere açıktır. Yaşarken rastladığımız tüm ayrıntılar, eğer görünüyorlarsa, belgesel anlamda fotoğrafın da konusudurlar. Fotoğraf sosyolojik, psikolojik, teknolojik ve elbette sanatsal bir olgudur. Sadece fotoğrafçı değil edebiyatçı kimliğinizle de tanınıyorsunuz. Hangisi ile kendinizi daha iyi ifade ettiğinizi düşünüyorsu- 11 Kontrast Söyleşi nuz? Bunlardan biri sizin için daha öncelikli mi? Şu an kendimi fotoğrafla daha iyi ifade ettiğimi düşünebiliyorum. Çünkü fotoğraf, edebiyata oranla daha fazla görünen, öne çıkan bir daldır. Neredeyse hayatın bütününden rol çalar. Ama benim bitmiş ve yayımlanmış ilk yapıtlarım edebiyat alanındadır. Fotoğraf ve edebiyata eş zamanlarda başladım ama 1992 yılında yayımlanan “Son Dokunuş” ve 1995 yılında da “Kuğu’nun Ölümü” isimli kitaplarım şiir kitaplarıdır. İlk sergimi açmam da 35 yaşımı bulmuştur. Gerçi fotoğraf eğitimim sırasında birçok fotoğrafım da ödül almıştı. Bir fotoğraf oluşturmak için öncelikle fiziksel bazı şartları yerine getirmeniz gerekiyor. Oysa edebiyat en fazla bir kağıt-kalem işi. Bana göre fotoğraftan daha zor. Gerçekleştirilmesi için gereken parametreler standart bir insanın bildiğinden çok daha fazla. Gerçek bir şairin hem Türk, hem dünya edebiyatını çok iyi bilmesi, geçmişin ve bugünün bilgilerine sahip olması, özgün ve yaratıcı olması gerekiyor. Hep yazacak ama daha çok da okuyacak. Oysa günümüzün birçok fotoğrafçısı ne yapıyor; giriyor internete, beğendiği fotoğrafların 12 benzerlerini üretiyor. Bakanlar da ne güzel yapmışsın diyorlar. Fotoğraf ne yazık ki büyük bir oranda bu hâle gelmiştir. “İntihal” fotoğrafçılarının sayıları hergün çığ gibi artıyor. Neyse, sorunuza daha doğrudan yanıt verecek olursam; ben şair olarak anılmayı, fotoğrafçı olarak anılmaktan daha önemli buluyorum. Fotoğraf, benim akıp giden yaşamla olan bir meselem ve dünyayı onunla anlamaya/kavramaya çalışıyorum. Bu arada izleyicileri de açtığım sergi ve yaptığım albümlerle konunun içine katıyorum. Ama şiir daha evrensel ve kozmik bir yapıyı içinde barındırıyor. Sözcüklerin bir araya gelip bir duyguyu anlatmaya çalışmaları ve yarattıkları titreşimi hiçbir şeye değişmem. Ben kurmaca yazamıyorum, yani uydurmayı sevmiyorum. Deneme dalı benim için gerçeklerle olan bağlantısından dolayı önemli. Gözlemlerimi yazıya dönüştürmek, en büyük tutkularımdan biri. Sözcükler mağlup olduğunda ben kazanırım ama yazı daima şike yapar yazarların lehine... Bu sayede yazar oluruz. Ölünce şair olarak anılmayı yeğliyorum. Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 Fotoğraf, Merih Akoğul’un hayatının ne- resinde? Bildiğim kadarıyla sinema ve müzikle de ilgileniyorsunuz. Müzik ve sinemayı hayatınızda nereye koyarsınız? Müzik, benim hayatım. Fotoğrafsız kalabilirim ama müziksiz asla... Gelirimin çok ciddi bir kısmını müzik sistemlerine, CD ve plaklara ayırdım ve ayırıyorum. Kendimi ödüllendirmek istediğimde gider alışveriş yaparım. Yeni bir albümle eve geldiğimde, benden daha mutlu bir insan yoktur. Müziği çok sevdiğim için iyi de bilirim. Özellikle klasik ve caz müziği benim dallarım. İnanılmaz sayıda konsere gittim. Müzik fotoğrafları çekerken hem insanları rahatsız ettiğim hem de müziği dinleyemediğim hissine kapıldığım için müzik yazarlığına başladım. Müziğin iyileştirici gücünü hayatımın her döneminde kullandım. Bu arada biraz saksofon çalmaya da çalıştım ama olmadı. Yazar olmak, çevreye daha az zarar veriyor… Sinema bilgim eskiden çok daha sistematik ve fazlaydı. Moda Sineması’nın sabah saat 10.00 matinelerinden İstanbul Festivali’nin (daha Film Festivali yoktu) Konak Sineması’nda gösterilen filmlerine, videoculardan kiralanan Betamax kasetlerden ülkemize iki yıl gecikmeyle gelen vizyon filmlerine kadar her Kontrast “Fotoğraf, dünyanın önemli felsefecilerinin ve sanat kuramcılarının üzerine kafa yordukları olağanüstü bir icattır. Dünyayı ve varoluşu kavramanın sıradışı bir yoludur.” şeyi seyreder ve notlardım. O bilgilerim bugün bile işime çok yaramakta. Ama bir şeylerden kısmam gerektiği için tiyatro ve sinemayı biraz daha geri plana atmak zorunda kaldım. Zira hocalık, edebiyat ve fotoğraf üretimim için zamana gereksinimim var. Bu arada bitirip yayına hazırladığım yeni şiir kitabımın ismi “Gece/Şarkılar!” Kitabı bu kadar geciktiren şiiri de “Requiem” adını taşıyor: Yine müzik anlayacağınız... Sinema-fotoğraf ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz? Her filmin başlangıç ve bitiş kareleri birer fotoğraf da olsa, ben sinema ile fotoğraf sanatını birbirine çok uzak buluyorum. Fotoğraf noktasaldır, bir ânı, zaman kesitini kullanır; sinema ise bir süreçtir. Perdede gerçekleşenler, yaşamın gerçek hızıyla birebir örtüşür. Bir fotoğrafın karşısında uzun süre kalabilirsiniz; oysa filmin, yönetmeni tarafından önerilmiş bir zamanı vardır. Zamanı kullanma biçiminden yola çıkarak, sinema, müziğe daha çok benzer. İyi çerçevelemeler yapılmış bir film gördüğümüzde, ne güzel film demeyiz, harika çekimleri var deriz. Fotoğrafın dünyadaki duruşunu, sinemaya defalarca yeğlerim. Ama bir film seyretmek; müziği, oyunculuğu, konusu, anlatım biçimi ve çerçevelemeleriyle doyumsuz bir şölendir benim için. İyi bir filmin bana verdiği ilhamı tüm üretimlerimde kullanırım. Tıpkı müzikleri dinleyerek kıvama geldiğim ve şiirler yazdığım, projeler ürettiğim gibi... Fotoğrafların tekniği eleştirilirken ilk bakılan noktalardan birisi fotoğrafın netliğidir. Sizin bazı fotoğraflarınızın ise bilerek netsiz bırakıldığını görüyoruz. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? Netlik, fotoğraf için çok önemli; bilinçsiz olarak net çekilmemiş, küçük bir olasılık da olsa şansa bir estetiği sağlamamış bir fotoğraf baştan kaybeder. Ama siz netliği ya focus halkası ile oynayarak, ya nesneyi düşük enstantanede çekerek ya da makineyi sallayarak bozarsınız. Bu da bize, fotoğrafın, fiziksel koşullarının bilerek yerine getirilmediğinde başka dünyaların kapılarını açtığını gösterir. Bu, fotoğrafın bize kendini hatırlatmasının bir yoludur. Benim fotoğraflarımı tanıyan ve fotoğrafın estetiğini önemsediğimi bilen birisinin bunun kazayla olmadığını anlayacağını tahmin ediyorum. Fotoğrafı okumayı bilenler, neyin şansa olduğunu, neyin estetik bir nedenle yapıldığını bilirler. 13 Kontrast Söyleşi “Anarşist değilim, fotoğraf konusunda sert çıkışlarım da yoktur ama fotoğrafta bile bile yanlış yapanları ve bunu doğru gibi gösterenleri affetmekte zorlanırım.” Şimdi yeni makinelerin onbinlerce ISO’ya çıkan duyarlılıkları, buna bağlı hareket eden hızlı enstantaneleri, yüksek ışık geçirgenlikli ve titremeyi önleyen objektifleriyle az ışık koşullarında bile net fotoğraflar çektiklerini biliyoruz. Bunun yanında, bazen ışık şartlarının azlığından dolayı hafif netsiz çıkan fotoğrafların nasıl samimi olduğundan da haberliyiz. Fotoğraf elbette hatıra fotoğrafının amatör acemiliklerinden kurtulmalıdır ama pırıl pırıl fotoğrafların, reklam fotoğraflarının kurmaca dünyalarıyla ne kadar flört ettiğini de biliyoruz. Birçok fotoğrafçının az ışık şartlarında, sallanmaması için ik/üç stop koyu “Low-key” fotoğraflar çekip, bunlarla ne kadar sükse yaptıklarının da farkındayız. Ama ne yazık ki yeni teknoloji bize farklı bir estetiği dayatmıştır. Bu yüzden çevremiz yüksek teknikli, çarpıcı ama çoğu kopya ve içi boş milyarlarca yeni kareyle çevrelenmiştir. Belki de bu yüzden, ben arada böyle fotoğraflar çekiyorum. İyi bir sonucu yakaladığımda -çünkü göz böyle bir şeyi gör(e)mediği için çıkacak fotoğraf şansa bağlıdır- izleyiciler de buna hak ettiği değeri veriyorlar. Ben kurmaca bir şey yapmıyorum, fotoğrafın doğasında bulunanı ortaya çıkartıyorum. Yüzyıl önce, bazıları neredeyse dakikalarca pozlanan insan fotoğraflarının donuk heykelselliği de, hareketli fotoğrafların uzayıp giden hareketliliği de aynı sebeptendir. O günlerde teknik eksiklik olan şey, günümüzde bilinçli bir seçimdir... Görünütünün dilini fotoğrafik olarak kullanırken en çok dikkat ettiğiniz nokta nedir? Âna bağlı olan serilik ve az sonra olabilecekleri nasıl saptayabileceğin konusunda verilecek kararların tutarlığı çok önemli benim için. Bir şeyi üç boyutlu görmek ile aradan zaman geçtikten ona sonra uzun uzun bakmak arasında büyük fark vardır. Hatta, Roland Barthes’ın yaklaşımından yola çıkarsak, bir fotoğraf okumasının daha sağlıklı olabilmesi için o fotoğrafa artık hiçbir biçimde bakmayıp, onun 14 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 imgesini hafızamızda kaldığı biçimiyle hatırlamayı seçmemiz gerekiyor. Fotoğraf, dünyanın önemli felsefecilerinin ve sanat kuramcılarının üzerine kafa yordukları olağanüstü bir icattır. Dünyayı ve varoluşu kavramanın sıradışı bir yoludur. Eleştiren ve eleştirilen Merih Akoğul “eleştirilmek” ve “eleştiri” konusunda neler söylemek ister? Ben, olmamışı ve umut olmayanı -negatif anlamda- asla eleştirmem; belirli kaliteyi tutturmuş, eleştirilecek nitelikte ve gelişmeye açık olanı eleştiririm. Eleştiride doz ve yapıcılık çok önemli. Hele insanların özellikle internette yaptıkları abartılı (negatif ya da pozitif) eleştirilere hayret ediyorum. Sıkı eleştiri yapıyorsan kesinlikle belirli bir donanımda ve de bu konuda söz söylemeye muktedir bir konumda olman gerekiyor. Doğru kipleri seçmek ve söylenecek terimleri doğru kavramlar üzerinden temellendirmek gerekiyor. Eğer bu vasıflara sahip değilsen eleştiri yapmayacak, konuşmayacak ve yazmayacaksın. Mesela ben neden siyaset ya da matematik üzerine konuşmuyorum. Bizde herkes, her şeyi biliyor ya... Yapıtlarımın eleştirisine gelince: Ben yakınlarımın üst perdeden övgü ve beğenileriyle ard niyetlilerin bilinçli yergilerini atar, geriye kalanları ele alırım. Hatırı sayılır bir oran varsa bu benim için yeterlidir. Benim en büyük handikapım, fotoğraf konusunda hem üreten, hem de yazan/eleştiren konumda olmamdır. 20 yıldır fotoğraf üzerine yazmama rağmen, ağırlıklı olarak son on yılın tüm yazı ve eleştirilerine bakarsanız benimki kadar sergi, albüm ve etkinliği ele almış başka birisi bulamazsınız. Türkiye fotoğrafçılığı açısından fotoğraf dernekleri ile ilgili neler söylemek istersiniz? Derneklerin varlığı çok önemli. Fotoğraf bireysel bir sanattır. Bir başına çekilir ama paylaşım aşamasında, başka insanlara ve ortamlara gereksinim vardır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki fotoğrafçılık herkesin aynı anda, aynı hareketi yaptığı folklor değildir. Kollektif çalışmanın gereklerini iyi bilmek gerekiyor. Adana, Bursa, Konya, Kocaeli, İstanbul, Ankara gibi şehirlerde bulunan derneklerin her geçen gün gelişen bir ivme ile çalıştığını görüyorum. Türk fotoğrafında yazınsal ve görsel olarak yürüttüğünüz çalışmalarınızla önemli bir yere sahipsiniz. Türk fotoğrafı için neler söylemek istersiniz? Siz şu satırları okurken ben bu dünyada 46 yaşını tamamlamış ve 47’den gün almış olacağım. Yeni nesil temsilciler şu an 20 ile 30 yaşları arasındalar ve içlerinde oldukça iyi olanları var. Asıl sorun, onlara kendilerinden öncekilerinin bıraktığı mirası nasıl çeşitlendirerek ileriye taşıyacaklarıdır. Ben fotoğraf adına yaptıklarımla kalacağımı biliyorum. Zira, fotoğrafın da büyük bir yer tuttuğu sanat hayatımda belki de iki-üç insanın yapacağı kadar iş yaptım. Umarım benim bedenim bu dünyayı terk ettikten sonra, yaptıklarımın farkına varacak ve takdir edecek vefalı insanlar çıkar. Bu arada, herkese toplu olarak kendisini fotoğrafçı hissettirme hezeyanının yanında en büyük ikinci büyük tehlike de biçim ile içeriği (kavram) arasında büyük uçurumlar bulunan yapıtların yükselişe geçmesidir. Özellikle, çağdaş sanat üzerinden ithal bakış açılarının ürünleri olan temelsiz şişirme bir sürü iş; fotoğrafçı, galerici ve spekülatör alıcılar üçgeni üzerinden haketmediği bir yere çıkarılıyor. Bunun da önümüzdeki beş yıl içinde biteceğine inanıyorum. Türkiye’nin gerçek fotoğraf koleksiyonerleri ve fotoğraf borsası oluşmadıkça, bu iş böyle gidecektir. Yine bana dönersek; çocukluğumdan bu yana içinde olmayı istediğim (Şahin Kaygun, Yılmaz Kaini gibi şu an aramızda olmayan hocalarımdan çok şey öğrendim.) Türk Fotoğrafı’nın 33 yıllık bir parçası olmaktan, yaşadığım her türlü zorluğa rağmen çok memnunum. Kontrast A İNCE ELEK ltan Bal Biçim (III) Fotoğrafta biçim üzerine sesli düşünmeye, belki de mızmızlanmaya bu sayıda da devam edeceğiz. Ama önce İnce Elek köşesine yeni başlayanlar için, biçim konusunda konuştuklarımızın kısa bir özetini geçmek istiyorum. Biçim konusunda beyin fırtınası yaptığımız ilk yazımızda, fotoğraflarımızın ne kadar güçlü olacağını, fotoğraf çekmeden önce, çekerken ve çektiğimiz fotoğraflar arasından seçim yaparken içerik ve biçim konusunda yaptığımız seçimler belirler; içerikten bağımsız, bir takım kurallara uyacağız diye yapılan seçimler fotoğraflarınızı alışılmış, normal olarak anılmasından başka bir şeye yaramaz demiştik. Geçen sayıda ise fotoğraflarımızı etkili yapanın, içerikten bağımsız kompozisyon kuralları değil, anlatmak istediğimize dair yaptığımız seçimler olduğunu belirtip, bu seçimler üzerine sesli konuşmaya devam etmiştik. Gördüğümüz fiziki dünyayı, algıladığımız gibi fotoğrafa çeviremeyeceğimizi, beynin duyu organlarıyla algıladığı fiziki dünyanın fotoğrafa çevrilmesinde verdiğimiz kararlar fotoğrafın biçimsel gücünü belirler, dedikten sonra bu kararlardan deklanşöre basma ânı, yani kritik an hakkında konuşmuştuk. Görsel algımızın sonuç fotoğraftan bir farkı da fiziki dünyayı kadrajsız algılamamızdır. Fotoğraf çekmeden bir saniye öncesine kadar kadrajsız olarak algıladığımız herhangi bir durumu vizörü gözümüze dayadığımız an kadrajlı görmeye başlarız. Kadrajımızın sınır çizgileri ve o çizgilerin içinde kalanlar, sizin fotoğrafınızın biçimini oluşturur. Etkili bir kadraj, “Seyirciye, gördüklerimizden neyi göstermek istiyoruz?” ve “Ne anlatmak istiyoruz?” sorularına verilen cevaplar sonucunda oluşur. Doğru kadraj diye bir tanım yoktur. Önemli olan, sizin kafanız- dan geçenlerdir ve bunu etkileyici bir şekilde seyirciye iletmektir. Kadrajımızın içindeki lekeler, şiiri oluşturan kelimeler gibidir. Rastlantısal olarak kadraj içinde olmamalıdırlar. Çekerken veya çekilmiş fotoğraf arasından seçim yaparken, fotoğrafçı istediği için seyirciyle buluşabilir. Nasıl etkili bir şiiri oluşturan mısralar için bu kelime gereksiz veya yeri yanlış diyemiyorsak, fotoğrafın kadrajı içinde aynısı geçerlidir. Fotoğraf çekerken yaptığımız bir seçim de fotoğrafı çektiğimiz açıdır. Günlük hayat içinde algımız işlevseldir. Mesela, “Bardak” dediğim zaman birçok insanın ilk aklına gelen görüntü, günlük hayat içinde bardağı kullanırken gördüğümüz görüntüdür. Bu görüntü ya üstten ya da yandan olan bardak görüntüsüdür. Bardak denilince çok az kimsenin göz önüne bardağın altı gelir. Oysa etkili bir fotoğraf için işlevsel olmak yetmez. Aynı zamanda fotoğrafımız estetik bir gücü olmalıdır. “Estetik” kelimesi, aklınıza yalnızca güzel kavramını getirmez umarım. Mantık ve “etik”le beraber “estetik” felsefe disiplininin bir başlığıdır ve “güzel” kelimesine hapis olmayacak kadar zengin bir içeriğe sahiptir. Estetik kavramı üzerine konuşmayı bir sonraki İnce Eleğe bırakıp, tekrar çekim açısına dönelim. Çekim açısı, kadraj ile beraber izleyiciye neyi, nasıl göstereceğimizi belirler ve sınırlandırır. Bu yüzden fotoğraf çekerken veya seçerken rastlantılara bırakılmayacak kadar önemlidir. İçerikle bütünleşecek şekilde belirlenmelidir. Her fotoğraf için aklımızdan geçen “Deklanşöre ne zaman basmalıyım?”, “Nasıl bir kadraj yapmalıyım?”, “Neden bu açıdan fotoğraf çekiyorum?” sorularına verdiğimiz cevaplar, fotoğraflarımızın biçiminin nasıl olacağını belirler. Ortaya çıkan bir fotoğraf, herhangi bir kompozisyon kuralının bir sonucu değil, fotoğrafçının o fotoğrafı seyirciyle buluşturana kadar sahip olduğu tüm birikimlerin bir sonucudur. 15 Kontrast Hazırlayan: ŞULE TÜZÜL Katkıda Bulunanlar: Ufuk Duruman, Özlem Dağ, Şirin Aydın Fotoğrafta Erkek Egemenliği Fotoğraf: Seda Güner 16 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 Kontrast Kadın… “Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” mi, hemen yanı başımızda olan mı? Evlenilecek olan mı, eğlenilecek olan mı? Kötü mü, iyi mi? Şeytan mı, melek mi? Haksa hak, eşitlikse eşitlik ama “Sevgilim, karıcığım, aşkım hadi bana bir su getirir misin?” desek ne ola ki? Aptal sarışın mı, aklı ile saçı doğru orantılı olan mı? Hani daha yenilerde gülüyordunuz ya dünyanın en kısa fıkrasına: “İki kadın bir saat sessizce oturdular…” Göğüs, kalça gibi olmazsa olmazları var; ya bunlar olmazsa, hâlâ kadın mı? Peki hangisi; kız, kadın, bayan?.. Seç, seç, beğen… Bir yerlerde tecavüzler, kadın sünnetleri, töre katliamları hâlâ sürerken… Erkek… Yok ki kadından farkı. Onun da zorunlulukları var. İlla ki kaslı olacak, hiç olmazsa şöyle kendini gösteren pazıları… Ağlamayacak, asla… Karı gibi gülmeyecek! Karı sözü ile hareket etmeyecek! Parası olacak. Mümkünse erkek çocuk(lar)ı… Bir şeyleri becerecekse, becermesi yetmeyecek, iyi becermesi de gerekecek. Ya olmazsa, hâlâ erkek mi? Kime ve neye göre? 17 Kontrast Yaşadığımız coğrafya tarafından belİrlenen toplumsal cİnsİyet rollerİ erkek ve kadını seyreden ve seyredİlen olarak sınıflaştırırken kadın, belİrlenmİş bu rolün dışına çıkabİlİr mİ? Fotoğrafta erkek egemenliği” diyerek yola çıktığımızda, yolculuğun daha başında karşı çıkanlar oldu. Evet, pek çok alanda erkek egemenliğinden söz edilebilirdi ama fotoğraf ortamında böyle bir şey söz konusu olamazdı. Fotoğrafın sanat boyutu vardı, sanatta erkek kadın ayrımı olmazdı, sanatın kapıları herkese her koşulda açıktı... Fotoğrafçılar da sanatçı olduklarına göre töre cinayetlerinden kadın ve erkeği ayıran toplumsal cinsiyet rollerine kadar kadına uygulanan ayrımcılık ve şiddet, asla fotoğraf dünyası için geçerli olamazdı. Erkek fotoğrafçılarımızın çoğu sorularımızı şöyle yanıtlıyordu: “Ben bir fotoğrafa bakarken, kadın mı çekmiş erkek mi çekmiş, ayırmam ki; iyi fotoğraf mı, kötü fotoğraf mı, önemli olan budur?” Konu bu kadar basit miydi gerçekten? Dünya, erkek egemen bir dünya iken (Siz böyle olmadığını mı düşünüyorsunuz? Ama neden ve nasıl?) pek çok konuda olduğu gibi fotoğrafta da erkek egemenliğinden söz edebilir miyiz acaba? Kadın fotoğrafçıların cinsiyetlerinden dolayı bu alanda dezavantajları olabilir mi? Cinsiyetin ya da toplumsal cinsiyetin (toplum tarafından belirlenen kadın ve erkek rollerinin) fotoğraf dünyasındaki etkisi nedir? Bu konuda kadın fotoğrafçıların hatalı yaklaşım ve uygulamaları olabilir mi? Erkek seyredendir (hükmeden), kadın seyredilendir (hükmedilen) rolleri dışına çıkılabilir mi? Bu soruların peşine düşen bizler, fotoğrafta erkek egemenliği vardır ya da yoktur demiyorduk ama bu soruların olası cevap- Fotoğraf: Gülnaz Çolak 18 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 ları hepimizin içsel yolculuklarında çelişkilere, dolayısıyla zihnimizi ve duygularımızı rahatsız eden yerlere götürüyordu bizi. Kadındık ya da erkektik, eşit, özgür ve barışçıl bir dünyaya inanıyorduk, yolculuğu başlamadan bitirmek yerine, sonuca ulaşmasak da, insana ve kendimize saygımızdan dolayı, yolculuğa çıkmak zorundaydık. Çıktık… Fotoğrafta Kadının Yeri (Var mı?) Sanat tarihinde kadın ressamların sayısının az olması gibi, edebiyat tarihinde de şair kadınların sayısı azdır. Ama dünyanın en muhteşem ve en çok sayıda resmi kadınları anlatır; en çok şiir de kadınlara yazılmıştır. Sanatın ana konularından biri ve aslında tüm konuların başlangıç noktası aşk değil mi? Söz konusu aşk olunca ve sanatçıların büyük bölümü de erkek olunca, kadının sanat tarihindeki yeri neresi olabilir sizce? Fotoğraf tarihine baktığımızda kaidenin bozulmadığını, en azından konusu kadın olan çalışmaların sayısının yüksek olduğunu, ancak kadın fotoğrafçı sayısının erkeklere oranla az olduğunu rahatça görebiliriz. Erkek egemen bir dünyadan ve bu egemenliğin sonuçlarından doğal olarak fotoğraf da payına düşeni alacaktır. 9–13 Mart 2010 tarihlerinde, Ankara’dan bir sergi geldi geçti: Kanadalı Lana Slezic’in “Afgan Kadınlar” isimli sergisi. Sergi fotoğraflarının her birinin yanında, fotoğrafta yer alan kadınlara dair ufak açıklamalar da yer alıyordu; kocaları tarafından dövülen kadınlar, ölüme mahkûm edilenler, küçük yaşta zorla evlendirilenler, kadın bedeni ve kıyafeti üzerinden yapılan politikaların bedelini ödeyen kadınlar, hayatlarını sürdürebilmek için fahişelik yapmak zorunda kalanlar... Fotoğraflar, Afgan kadınların hikâyelerini anlatırken, dünyanın herhangi bir coğrafyasını da anlatıyordu aslında. Türkiye’nin kadın hikâyeleri çok mu farklı bunlardan? Bir sanat eserine konu olan her ne ise aynı zamanda o eserin nesnesi olduğuna göre, yere göğe koyamadığımız kadınlar -bu eserlerin yaratıcıları da Lana Slezic gibi kadınlar olsa dahi- sanatta da nesneleşmekten, çoğu zaman cinsel kimlikleri ile meta Kontrast olmaktan kurtulamıyorlar. Asıl soru ise şu: Bu dünya nasıl bir dünya ki Lana Slezic fotoğraflarındaki gibi hikâyelerin kahramanları hep kadın? İstatistiklere göre Türkiye’de Kadın ve Erkek Fotoğrafçılar Fotoğrafçı Osman Ürper’in dijital teknoloji ve reklam fotoğrafçılığı konusunda hazırladığı doktora tezinde, araştırmaya katılan reklam fotoğrafçılarının cinsiyet dağılımına bakıldığında fotoğrafçıların tamamına yakınının (yüzde 94,3) erkek olduğu gözlenmiş. Bu durumda, Türkiye’de reklam fotoğrafçılığı mesleğinin genelde erkekler tarafından tercih edildiğini söyleyebiliriz. Bu sonuç elde edildikten sonra Osman Ürper, reklam sektörüne fotoğrafçı yetiştiren Mimar Sinan Üniversitesi, Marmara Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültelerinin fotoğraf bölümlerinden mezun olan öğrencilerin cinsiyet bilgilerini istemiş. Gelen cevaplara göre; ilgili bölümlerden M.S.G.S.Ü’de yüzde 28, M.Ü.G.S.F’de yüzde 44 ve D.E.Ü.G.S.F’de yüzde 33 oranında kız öğrencinin mezun olduğu görülmüştür. Oysa reklam sektöründe çalışanların geneline bakıldığında kadınların erkeklerden biraz daha fazla temsil edildiği bir tablo görülmektedir. 2000 yılında Reklamcılık Vakfı tarafından yapılan “Reklam İnsanları Profil Araştırması”na göre sektör çalışanlarının yüzde 56’sını kadınlar oluşturmaktadır. 2007 yılı Aralık ayında Reklamcılar Derneği ve Reklamcılar Vakfı üyesi ajanslara yönelik yapılan başka bir araştırmaya göre bu oran yüzde 51 düzeyindedir. Dolayısıyla reklam sektörünün meslek alanlarından biri olarak reklam fotoğrafçılığında kadınların istihdamı açısından tam tersi bir durum olduğu görülmektedir.¹ Sayın Ürper’in tezindeki bu istatistikleri inceledikten sonra, kendisine fotoğrafta erkek egemenliği konusunda düşüncelerini sorduk. Bizi şöyle yanıtladı: “Bir yıl öncesine kadar ‘Pek çok konuda olduğu gibi fotoğrafta da erkek egemenliğinden söz edilebilir mi?’ sorusunun yanıtını pek düşünmemiştim ama katılmazdım herhalde. Kadınlar ve erkekler olarak ayrımcı bir bakışa sahip olmamam ve çevremdeki kadın fotoğrafçıların sayısının pek de az olmadığı düşüncesi ya da izlenimi nedeniyle. Ancak sizin de incelediğiniz doktora tezimde yapmış olduğum araştırmada ortaya çıkan sayısal sonuç, benim de bu konuya dikkatimi çekti. Fotoğrafın bir başka meslek kolu olan basın fotoğrafçılığı alanında yapılmış bir araştırma bulamadım ama bu meslekte de durumun belki de reklam fotoğrafçılığından daha vahim oldu- ğu görülmektedir (T.F.M.D üye oranı 445/7). Türkiye genelinde faaliyet gösteren fotoğraf derneklerinin üye oranları üzerine yapılacak bir araştırma tabloyu biraz daha hafifletecektir kanısındayım. Ancak fotoğrafın meslek olarak kadınlar tarafından ya da sektörel değişkenler tarafından bu denli az tercih edilmesine neden olarak, bu mesleğin çalışma koşullarının fiziki zorlukları, ticari koşulların zorlukları, düzensiz çalışma saatlerinin yanı sıra aile ve sosyal yaşam içinde kadının konumu gibi konuların belirleyici olduğu aşikârdır. Türkiye’deki bu durum feminist araştırmacı Liesbeth van Zoonen’in Avrupa medya sektörlerinde erkeklerin daha teknik, kadınların ise daha çok ofis ve idari işlerde çalışması pratiğini tanımlamak için kullandığı ‘düşey ayrımcılık’ (vertical segregation) kavramıyla açıklanabilir. Kadın fotoğrafçı olmanın iş üretme açısından genelde avantaj ya da dezavantaj olduğunu düşünmüyorum. Ancak detaylarda da ince farklar olabilir tabii ki. Fotoğrafın üretiminde bireysel duyarlılığın ve kültürel gelişimin cinsiyetten daha önemli değişkenler olduğunu düşünüyorum. Sosyal hayatta kadın ve erkek olarak sahip olduğumuz kimlikler ve roller yaşamımızı bir şekilde belirliyor. Ancak zaman içerisinde bireyler de toplumlar da değişime uğruyor kaçınılmaz olarak. Kadınlar açısından ‘başarılı erkeklerin arkasında bulunma’yı kabullenme devrinin tükendiğini bir erkek olarak memnuniyetle gözlemliyorum. Sosyal yaşamın her alanında kadınlar kendilerini başarıyla var edebiliyorlar. Üretmek, sonuçta kadının doğasında olan bir şey. Ancak burada sorun, toplumsal rolleri kabullenmekten kaynaklanıyor bence. Eğitim ve kültür seviyesi yükseldikçe, ekonomik özgürlükler arttıkça, kadın Emİne Ceylan: “Her alanda olduğu gİBİ kadınlar özne olmaktan kaçınıyor, kendİlerİne pusula görevİ gören erkeklerİn peşİ sıra sürüklenİyorlar. Eşlİkçİ olmayı tercİh edİyorlar. Kolay yolu seçİyorlar yanİ, rahat olanı.” Fotoğraf: Figen Aydoğdu 19 Kontrast Fotoğraf: Niko Guido fotoğrafçıların, çalışmalarıyla adlarından daha fazla söz ettireceklerine inanıyorum.” Bir Adım Geride Olmayı Kabullenmek Sayın Ürper’in sözünü ettiği zorluklar, kadınların pek çok meslekte olduğu gibi fotoğrafçılık ve fotoğrafın farklı alanlarında yer almalarında kadınlar açısından caydırıcı etkiye sahip olabilir. Ancak caymak söz konusu olduğunda kadınların çuvaldızı kendilerine batırmaları gerekiyor. Eğer dünyaya erkek egemen bir bakış hâkimse, kadınların da dünyaya farklı bir pencereden bakmak yerine erkeklerin penceresinden bakmayı tercih etmeleri ya da en azından bu durumu kabullenmeleri, doğaldır ki erkek egemen bir dünyayı destekleyecektir. John Berger, Görme Biçimleri isimli kitabının ikinci bölümünde, kadın ve çıplaklık kavramlarının sanat tarihi boyunca nasıl ele alındığını anlatıyor ve şöyle bir tespitte bulunuyor: “Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileri ile ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye – özellikle görsel bir nesneye – seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur.”² İşin aslı böyle mi gerçekten; erkek seyreden (hükmeden), kadın seyredilen (hükmedilen) mi? Yaşadığımız coğrafya tarafından belirlenen toplumsal cinsiyet rolleri erkek ve kadını seyreden ve seyredilen olarak sınıflaştırırken, kadın bu rolün dışına çıkabilir mi? Akademisyen fotoğrafçı Işık Özdal’ın fotoğraf üzerine Türkiye’deki kadın fotoğrafçılarla yaptığı söyleşilerin yer aldığı kitapta Emine Ceylan ve Arzu Filiz Güngör, belirlenen roller ve bu rollerin dışına çıkılabilmesi konusunda önemli saptamalarda bulunmuşlar. Kardeşi Nuri Bilge Ceylan’la yaptıkları ortak çalışmalar kadar kişisel çalışmaları ile de fotoğraf tarihimizde yerini alan Emine Ceylan, Türkiye fotoğraf ortamında kadın sanatçıların yeri ile ilgili olarak şöyle diyor: “Yeri olduğunu düşünmüyorum. Tek tek kişiler var. Kadın akımı, kendine yol çizmiş bir çoğunluk olduğunu sanmıyorum. Çok çok az. Nedenleri belli aslında. Fotoğrafta kendinden çok 20 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 fazla özveri gerekiyor; kadınların evlilik meşguliyeti, zaman zaman mesleğini yapmasını bile engelliyor. Her alanda olduğu gibi kadınlar özne olmaktan kaçınıyor, kendilerine pusula görevi gören erkeklerin peşi sıra sürükleniyorlar. Eşlikçi olmayı tercih ediyorlar. Kolay yolu seçiyorlar yani, rahat olanı. Bırakın diğer meslekleri, sanatla uğraşmak bir güç gerektirir, kendini adama ister, özne olmanın güçlüklerini tek başına üstlenmeyi gerektirir, yalnız bazen yapayalnız olmayı göze almayı gerektirir. Özgürlük ortamı ister.”³ Akademisyen Arzu Filiz Güngör’ün aynı soruya yanıtı da Emine Ceylan’ı destekliyor: “Sadece fotoğraf alanında değil, aslında diğer alanlarda da geçerli bir şey var. Gördüğüm, üretimi ile çok öne çıkmıyor kadın. Bunu önü kesiliyor, engelleniyor anlamında söylemiyorum sadece. Onlar da var tamam ama erkek egemen bakış açılarının hâkim olduğu, hatta kadınların dahi erkek egemen bakış açısına sahip olduğu bir toplumda, dünyada da öyle, bir tür ‘bir adım geride olmayı kabullenmişlik’ var. Başka görevler var hayatın kadının önüne koyduğu; kadının halletmesi, çözmesi gereken başka konular var. ‘Onlar halledildikten sonra, geriye kalan zamanda yapılan bir şey’ olduğu için fotoğraf, bir şekilde ‘ben bunları üretiyorum, paylaşmak istiyorum’ diye öne çıkmıyor kadınlar. Erkeklerde, erkek sanatçı/fotoğrafçı/üreten insanlarda ben aynı geri durmayı, ertelemeyi pek görmedim. Henüz olgunlaşmamış, pişmemişken öne atılanları daha çok görüyoruz, tersine…”⁴ Elinin Hamuru ile Erkek İşine Karışanlar “Bensiz seni/benden başkası anlamaz, Sensiz beni/senden başkası anlamaz, Senden, benden/bize olanca varmadan Bizsiz bizi/bizden başkası anlamaz” Şiir Özdemir Asaf’a ait. Şiire ilham veren ise Yıldız Moran… “Şiirselliği olan her şey fotoğraf konusudur”⁵ diyen Cumhuriyet döneminin eğitimli ilk kadın fotoğrafçısı Yıldız Moran, fotoğrafa 1950 yılında Londra’da Ealing Technical College’de başlamış. Fotoğraf kariyeri başarılarla dolu. Döneminin en sıra dışı kadınlarından olan Yıldız Moran, 12 yıl süren fotoğraf serüvenini, âşık olduğu eşi Özdemir Asaf ve çocukları için noktalamış. 1983 yılında Kontrast kendisi ile yapılan bir söyleşide şunları söylüyor: “Yirmi dört saat düşünülen, yaşanılan, ikinci plana atılamayacak bir konudur fotoğrafçılık. İnsana, hayata özgü bir aşamanın bir yerini, kavramsal olarak dolu, yoğun, ağırlıklı olarak verebilen kişidir fotoğrafçı… Birden yirmi dört saatimi bu konuya mı vereceğim, yoksa daha önemli konular var mı benim için diye düşündüm. Daha önemli şeyler olduğuna karar verdim ve on iki yıl sonra bıraktım bu işi.”⁶ Erkek egemen bakış açısının, kadının fotoğraf dünyasında var olma çabası üzerinde olumsuz etkileri, Türkiye’ye özel değil; ancak yaşadığımız coğrafyaya özel toplumsal cinsiyet rolleri, kadına bakış açısı, elbette fotoğraflarımıza da yansıyor. Dünya fotoğraf tarihine kadınlar fotoğrafçı olarak isim yazdırmaya başladıkları dönemlerde, yaşadığımız toprakların kadınları henüz fotoğraf çektirmek konusunda bile özgür değillerdi. 1919 yılında Sait Paşa konağının kapısında asılı duran tabelada “Hanımlar Fotoğrafçısı Naciye” yazıyormuş. O tarihte kadınlar, ancak kadınlara fotoğraf çektirebiliyormuş. Yıldız Moran gibi, 1950’lerde kadın fotoğrafçı olarak karşımıza çıkan bir isim de Semiha Es. O dönemde Hürriyet’in Kore Savaşı’na gönderdiği Hikmet Feridun Es ve eşi Semiha Hanım sayesinde Türkiye, Kore Savaşı’na tanıklık edebiliyor.⁷ Akademisyen ve fotoğrafçı Güler Ertan, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin 1964 yılında ilk kadın fotoğraf eğitmeni oluyor. Aynı üniversitede Fotoğraf Bölümü’nün kurulma tarihi ise ancak 1994 ve Güler Ertan kurucu üyelerden biri. Bu gelişmeler düşünüldüğünde, Osman Ürper’in araştırmasındaki sayılar hiç de fena görünmüyor, değil mi? Oysa Türkiye, ancak 1950’lerde fotoğrafçı kadınların isimlerini görmeye başlarken; Julia Margaret Cameron, Getrude Kasebier, Gerda Taro, Margaret Bourke White, Dorothea Lange, Tina Modotti gibi pek çok kadın fotoğrafçı, fotoğraf tarihine isimlerini yazdırmıştı bile. Bu durum da oldukça düşündürücü değil mi? “Elinin hamuru ile erkek işine karışma” cümlesi, aslında dünden bugüne varlığını sürdürüyor. Sadece söyleniş şekli değişti. Fotoğrafçılık konusunda cinsiyet ayrımı yokmuş gibi görünse de özellikle savaş, terör, deprem, miting alanları gibi fotoğraf çekiminin zor olduğu düşünülen alanların, kadın fotoğrafçılara uygun olmadığı görüşü hâkim. Bunun yanı sıra, örneğin hayat kadınlarını, travestileri proje konusu yapan, İstanbul’un gece hayatını çekmeye karar veren bir kadın fotoğrafçıya “Canına mı susadın?” denebiliyor. Dolayısıyla fotoğrafçılığın kadınlar için fotoğrafın her alanında yer alamayacakları önyargısı ile kısıtlı ve zor bir meslek olduğu düşünülebilir. Ancak Gerda Taro ve Alexandra Boulat gibi savaş alanlarında yaşamlarını yitiren örnekler, bu kısıtlayıcı anlayışların aşılmasına olanak sağlamışlar. Demek ki varoluşunu fotoğraf üzerinden sürdürmek isteyen kadınlar bunu başarabiliyorlar. Fotoğrafçı Kadınlar Ne Diyor? AFSAD’lı fotoğrafçılardan Gülnaz Çolak, kadınlar ve çocuklar ile ilgili uzun soluklu projeleri ile tanınıyor. Kadın ve nü konulu çalışmalarına, ahlak ve namus bahane edilerek toplumun farklı kesimlerinden olumsuz tepkiler de almış. Diyor ki: “Öncelikle, mesleğimin öğretmenlik olduğunu belirtmeliyim. Doğaldır ki erkek egemen toplumumuzda bazı engellemelerle karşılaşmış olmama karşın, bu olumsuzluklar mesleğimi yapmamı engelleyememiştir. Köklü bir olumsuzluk yaşamadığımı ifade etmeliyim. Fotoğrafçılık yaşantım da buna benzer bir çizgide sürmüştür. Fotoğraf alanında olumsuz olarak tanımlayabileceğim bir takım davranışlar-yaklaşımlar olmasına karşın, ne yaptığımı,neyi hedeflediğimi biliyor olmam, geliştirdiğim özgüvenim nedeni ile bunların üzerimdeki etkisi kalıcı olmamıştır. Hiç tereddütsüz olarak, fotoğrafın sanat boyutunda da erkek egemenliğinden söz edilebilir. Yarışmalardaki jüri yapılanması, federasyon temsilciliği, dernek başkanlıkları bunun en belirgin örnekleridir. Ancak, fotoğrafın meslek alanında bu tablo, kadınların lehine olmak üzere değişim geçirmeye başlamış bulunmaktadır. Örneğin; doğum fotoğrafı, düğün fotoğrafı, çocuk fotoğrafı çeken çok sayıda kadın olması gibi... Kadın fotoğrafçıların cinsiyetleri dolayısıyla ciddi dezavantajları olduğunu düşünüyorum. Ancak eğitim ve özgüven, kadınların yaşadığı sıkıntıların aşılmasında çözüm olacaktır düşüncesindeyim.” “Temalar” ve “Doğaya Karşı Kentleşme” çalışmaları ile tanıdığımız, birçok önemli ödülün sahibi Fotoğraf Sanatçısı Selda Salman Acar, meslek yaşamında kadın olmasından kaynaklı bir ayrımcılıkla karşılaşmadığını belirtiyor: “Fotoğraf açısından, bence kadın-erkek ayrımından daha önemli başka unsurlar var. Ben ‘free lance’ olarak çalışırken böyle bir sorunla karşılaşmıyorum. Zaten benim çalışmalarımı, tarzımı bilen insanlarla çalışmayı tercih ediyorum. Bence önemli olan kadın veya erkek olmaktan çok, farklılığını ortaya koyabilmek. Başarılı olan insanlara baktığınızda bunu göreceksiniz. İçlerinde kadın da var, erkek de ama özgün işler çıkaran insanlar bunlar. Ben de bunu korumaya çalışıyorum; bakıldığında bana ait olduğu anlaşılmayan işler yapmak istemiyorum. Bu zor olan tabii ki. ‘Erkek seyredendir, kadın seyredilen’ konusunda şunu söyleyebilirim. Toplumda doğduğun andan itibaren birçok önyargı var tabii. Ancak bunları aşmak, kadının kendi çabasına ve zekâsına bağlı. Sana verilen bu rolü benimseyip hep izlenen olursan, savunacak pek hakkın da kalmaz. Ama seyredilen değil iş yapan, hatta farklı iş yapan olursan, o zaman ona göre davranılırsın. Özellikle bu, sanatta daha özgür bir alan sağlıyor kadına. Diğer iş kollarında görülen yadırgama, sanatta pek geçerli değil. Toplumsal olarak çok değişiyoruz. Önyargılar, gelişmişlik düzeyine göre zamanla kırılıyor bence.” Reklam sektöründeki başarısı kadar, farklı ve sıra dışı imajı ile magazin basınında da adından sıkça söz ettiren Bennu Gerede, kadın ve töre temalı kişisel çalışmaları ile kadın sorunlarına dikkati çeken kadın fotoğrafçılarımızdan. Gerede’nin, fotoğrafta erkek egemenliği konusuna bakışı şöyle: “Bir kadın olarak, ben hiçbir zaman zorluk çekmedim fotoğraf konusunda; hatta tam tersine bana kolaylık sağlamıştır. Erkekleri çekerken farklı bir iletişim sağlamıştır, kadınları çekerken kadın olmam dolayısıyla biraz daha fazla onların dünyalarını anlamışımdır. Bence bizim gibi kadınlar artık çoğu şeye sahiptir. Roller de zaman geçtikçe değişmiştir. Her ne kadar ataerkil bir toplum içerisinde yaşıyor isek de (tabii ben Anadolu ya da köylerden bahsetmiyorum ve hiçbir zaman da bizim ufak bir kitle olduğumuzu unutmayalım) biz kadınlar bir şekilde güçlendik. Kadınlar da erkekler kadar hükmeden konuma eriştiler; hatta modern erkek kavramı içerisinde, erkekler bir zengin yelpazesi içerisinde hükmedilen konumuna girebiliyorlar. Ama tabii Gültekİn Çİzgen: “Cİnsİyetİn ya da toplumsal cİnsİyetİn fotoğrafa bİr etkİsİ olduğunu düşünmüyorum. Gerek sanat, gerek meslek uygulamaları alanına bİr sınavla veya tayİnle gİrİlmİyor, yapılan İşle gİrİlİyor, üstün İş her zaman oyunu bozar; orada da hodrİ meydan.” 21 Kontrast ki bir kadın fotoğrafçı olarak benim ayrıcalıklı konumumu bütün kadınlara mâl edebileceğimi görmemek lazım. Ben birkaç yıldır Türk gelenekleri ve töre cinayetleri üzerinde çalışıyorum; çünkü o ezilmiş ve hükmedilmiş kadınlar ilgimi çekiyor. Umuyorum ki benim çalışmalarım, ufacık bile olsa farklı bir bakış açısı getirmiştir toplumumuza.” Fotoğrafın Cinsiyeti Olur mu? Genel bakış açısı, kadınların daha duyarlı ve derin oldukları yönünde; bu nedenle çektikleri fotoğraflarda da bu duygusallığın yoğun olduğu düşünülüyor. Bu fark, daha çok modeli kadın olan nü çalışmalarda göze çarpıyor. Erkekler tarafından çekilen nü’lerde erkek bakışı, fotoğrafta kadın bedeninin ve erotizm temelli çekiciliğin ön plana çıkması ile kendini belli ediyor. Kadın fotoğrafçıların nü çalışmalarına dikkat ederseniz, çıplaklıktan kaynaklanan bir erotizm söz konusu olsa da fotoğraflarda ana tema kadın bedeninden ve onun cinsel çekiminden ziyade kadına dair hikâyeler oluyor… Erotizm her sağlıklı insanın yaşamında var olması gereken bir kavramken, çeşitli nedenlerle daha çok erkeklerin dünyasının bir parçası olmayı sürdürüyor. Kadın bedeninin daha estetik olduğu varsayımı, kadını erotizm konusunda da kavramın bir parçası değil nesnesi olmaya indirgiyor. Bir fotoğrafta çıplak bir erkek bedeni görmek, kadın ya da erkek, pek çok kişi için estetik değil ve hatta rahatsız edici. İşin ilginç yanı, pek çok kadın da bu düşüncede. Bu sözlerimiz, sanat camiasının erkeleri ve kadınları için de geçerli; çevrenize kısaca bir sorun bakalım… Erkek egemen bakış açısının fotoğraflarımız üzerindeki önemli etkilerinden biri de, erkek ve kadın rollerinin fotoğraflardaki sunumu. Bugüne kadar izlediğiniz tüm fotoğraflar genelinde, şöyle bir düşünelim: Modeli kadın olan fotoğraflar mı ağırlıkta, modeli erkek olanlar mı? Erkek nü’ler mi çoğunlukta, kadın nü’ler mi? Bu fotoğraflardaki kadınlar nasıl; günlük hayatta karşılaştığınız kadın tiplemeleri mi, şişman mı, zayıf mı, uzun boylu mu, kısa mı, güzel mi, çirkin mi, yoksul mu, zengin mi, gülüyor mu, ağlıyor mu? Aynı soruları erkekler için de soralım… Fotoğraflarda gördüğümüz kadınlar ve erkekler, eğer söz konusu olan belirli bir kesimin acılarını, sorunlarını dile getirmeyi amaçlayan belgesel çalışmalar değilse, estetik açıdan mükemmel, hep olmak istediğimiz imajlar değil mi? Nü’leri düşünün: Arzu edilen kadınlar ve erkekler… Sözünü ettiğimiz bize sunulan estetik/muhteşem kadın ve erkek imajları gerçekten de bize sunulan şeyler; yani bizim, izleyicilerin talebi değil. Ama bu kadar sunulunca, izleyici talebi olmaya başlıyor. Popülizmin başarısı. Üstelik bu durumun bu kadar idealize edilmiş hâlinin Türkiye’ye özgü yan- Fotoğraf: Bennu Gerede 22 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 ları da var. Yurtdışında idealize edilmiş erkek ve kadın fotoğraflarının dışına çıkan önemli çalışmalar olmasına karşın, Türkiye fotoğraf ortamına baktığımızda, birbirini tekrarlayan bir sürü işle karşı karşıya kalıyoruz. Neden farklı bir şeylere imza atamıyoruz? Kadın bedeni ve başındaki örtü üzerinden siyaset yapılan bir ülkede yaşıyoruz. Aşkın yasak, kadınların töreye kurban edildiği hikâyeleri bitiremedik. Bu hikâyelerin ardındaki zihniyetle, kadın ve erkeği idealize edilmiş bedenlerle sunan zihniyet arasındaki fark nedir? İki farklı başlangıçtan yola çıkıp, sonuç olarak aynı noktada buluşan bir bakış açısı ile karşılaşmıyor muyuz? Erkek ya da kadın, idealize edilmiş değil; doğal, yaşamda her yerde karşılaşabileceğimiz bedenlerin, şişman, selülitli, sıska, kassız, engelli (kambur, kolsuz, bacaksız, eğri) bedenlerin de en az idealize edilmiş bedenler kadar başarılı örnekler olabileceğine inancımız yok mu? Fotoğrafta, göğüsleri ve kalçaları olmayan bir kadını kadından saymıyoruz; kasları olmayan, masaya vurdum mu herkes hizaya geçer tavrında olmayanları erkekten saymıyoruz. Fotoğrafa erkeksiliği-kadınsılığı temelinden değil de, anlattıkları açısından bakabilsek, yaşamın tam da içinden bir hikâye olarak görebilir miyiz fotoğrafı? Yaşamdaki kadar erotizm, yaşamdaki kadar duygu, yaşamdaki kadar hüzün, mutluluk, acı… Ama asla idealize edilmiş değil, asla popülizme hizmet etmeyen… Erkekler Ne Diyor? Fotoğrafa dair her konuda bir sözü vardır diyebileceğimiz Gültekin Çizgen’e de fotoğrafta erkek egemenliğini sorduk. O, suçun erkeklerde aranmaması gerektiğini düşünüyor: “Konuya cinsellik açısından değil, fotoğraf mesleği ve sanatı açısından bakacak olursak, ülkemizde var olan yapı pek çok sosyal konuda, ortamda olduğu gibi, ölçekte erkek egemendir. Ancak bunun kusurunun, fotoğraf alanında, erkeklerde olmadığını düşünüyorum. Çünkü fotoğrafın sanatsal söylemi, tamamen bireysel bir yapılanmadır ve cinsiyete bakılmaz. Kaldı ki ülkemizde de pek çok değerli kadın fotoğraf sanatçısı ve meslektaşı vardır. Kadın ve erkeğin eşitlenmesi gibi sosyal yapılanmanın, tüm dünyada aktüel bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bağlı olarak dünyada hakların verilmediği, alındığını biliyoruz. O zaman bir işe yarıyor. Bizde Cumhuriyetin başında kimse talep etmeden verilen kadın haklarının ne kadar işlediğinin de düşünülmesini tavsiye ediyorum. Tam buraya bir manzara koyayım. Geçenlerde Hindistan’dayken, bir milyarlık nüfusuyla dünyanın en büyük demokrasisi sayılan ülkede tüm platformların, meclislerin üçte birinin kadınlar tarafından temsili yasalaştı. Bir kendimizi, bir de dünyada neler oluyor bunu düşünelim. Bunun mücadelesi de sanıyorum yine kadınlara düşüyor. Cinsiyetin ya da toplumsal cinsiyetin fotoğrafa bir etkisi olduğunu düşünmüyorum. Gerek sanat, gerek meslek uygulamaları alanına bir sınavla veya tayinle girilmiyor, yapılan işle giriliyor. Üstün iş her zaman oyunu bozar, orada da hodri meydan. Bana göre ne kadın, ne de erkek cinsiyetinden dolayı bu platformlarda ayrı bir üstünlüğe veya kayba sahip değildir. Çünkü ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Erkek seyredendir (hükmeden), kadın seyredilendir (hükmedilen) yaklaşımın çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Ben feminist bir düşünce ikliminde değilim ama anti feminist de değilim. Kadınları konudan uzaklaştıran önleyici bir yaklaşımım hiç olmadı. Burada gerekli olan Kontrast ‘irade’dir. Kimde varsa partiyi alır. Bu doğrudan doğruya kadınların mücadelesidir. Ama konuyu feminist kalıplarla düşünmenin sorunu çözmeyeceğini de eklemek isterim.” Yazımızı hazırlarken görüşlerine başvurmak istediğimiz erkek fotoğrafçıların büyük bölümü, fotoğrafta erkek egemenliği olduğunu düşünmediklerini, bu konuda fazlaca düşünmediklerini bu nedenle de detaylı bir görüş bildiremeyeceklerini belirttiler. Kiminin ise vakti yoktu. Eğer fotoğrafı dünyadan, toplumdan ve yaşamdan bağımsız düşünürsek elbette “fotoğrafta erkek egemenliği yok” diyebiliriz. Bir de, fotoğrafa konu olan kadın sayısı ile vizörün arkasındaki kadın sayısını; kadının fotoğrafta nasıl, hangi rollerle gündeme geldiği ya da gündeme gelemediği konularını bir kenara koyarsak erkek egemenliği yok tabii. Türkiye’de kaç kişi “kadın nü” çalışıyor, kaç kişi “erkek nü” çalışıyor mesela? Kadın bedeninin daha estetik olduğu kandırmacası, kadınların mı erkeklerin mi bahanesi?.. Nezih Tavlaş, “Foto Muhabiri Ara Güler” adlı kitabında Ara Güler’e soruyor: “Foto muhabirliği erkek mesleği olarak mı görülüyor?” Sayın Güler’in cevabı düşündürücü: “Şimdi bir kadın gazeteci bir harbe gidemiyor, gitse bile ölür. Bilmem ne kadar koşamaz, sütre arkasına gizlenmesini bilemez, yaralanır, ölür. Yani zaten onu göndermezler.”⁸ Fotoğrafta ve Fotoğrafla Var Olmak… Erkek egemen bir dünyada yaşadığımızı kimse inkâr etmiyor. Böyle bir dünyanın fotoğrafa yansımaları ve fotoğrafa etkileri de kaçınılmaz. Sanat, eşitlikçi, özgürlükçü ve muhalif yanına rağmen, tarih boyunca erkek egemen söylemden bağımsızlaşamamış. Ancak fotoğrafın ister yaratıcısı (öznesi) olsun, ister malzemesi (nesnesi), erkek ya da kadın toplum tarafından belirlenen rolleri ile fotoğraf dünyasında yer alıyor. Dünyanın hangi coğrafyasında olursanız olun, erkek egemen söylemlerin sonuçları her alanda olduğu gibi fotoğrafta da varlığını sürdürecektir. Elbette bu durumdan, ne fotoğrafı ne erkekleri ne de kadınları suçlayabiliriz. Zaten daha en baştan belirttiğimiz gibi, ama- cımız kimseyi suçlamak ya da fotoğrafta erkek egemenliği konusunda kimseyi ikna etmek değil. Söz konusu olan kadın ve erkek ise, hiçbir yolculuk bitmez. Yola çıkarken sorular sorduk. Cevapların peşine düştükse de amacımız cevaplara ulaşmak da değil, yeni sorulara yelken açmaktı. Dileriz başarılı olmuşuzdur. Emily Dickinson “Beni arzuladığın için ben yokum” demiş. Fotoğraf bugün, kendi dâhil her şeyi inanılmaz bir hızla nesneleştirip tüketirken, bazı fotoğraflar varlık ya da yokluğun arzuya bağımlı anlamlarından sıyrılmayı başaracak, bazıları bu arzunun kölesi olacaktır. Hep öyle olmadı mı? Kaynaklar: 1. Ürper, Osman. Dijital Teknolojiye Geçişin Reklam Fotoğrafçılığı Uygulamalarına Yansımaları: Türkiye’deki Reklam Fotoğrafçılarının Görüşlerinin Değerlendirilmesi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2009. 2. Berger, John. Görme Biçimleri, Çev: Yurdanur Salman, Metis Yayınları, İstanbul, s. 47. 3. Özdal, Işık. Kadın Fotoğrafçılarla Fotoğraf Üzerine, s. 41. 4. Özdal, Işık. Age, s. 92. 5. Çaykara, Emine. Ötesi Sır Olan Bir Hikaye:Yıldız Moran, www.fotografya.gen.tr, Sayı 22. 6. Rıfat, Samih. Akla Kara Arası, YKY, İstanbul, 2002, s. 61. 7. Sever, Şeyda. Sanat Eylemi Dergisi, Mayıs-Haziran 1997, Sayı 4. 8. Tavlaş, Nezih. Foto Muhabiri Ara Güler, Fotografevi Yayınları, İstanbul, 2009. s. 264. 23 Kontrast Röportaj: ŞİRİN AYDIN Fotoğraflar: ORHAN CEM ÇETİN ARŞİVİ Söyleşi FOTOĞRAFÇI, VS..: ORHAN CEM ÇETİN “Nasıl? Bunun fotoğrafını mı çekmiş?”… Orhan Cem Çetin’in fotoğraflarını ilk izlediğimde verdiğim tepki buydu sanırım. Herkesin aklına gelecekmiş gibi duran ama tam da öyle olduğu için kimsenin aklına gelmeyen konular; kimsenin çekmediği fotoğraflar… Fotoğrafla derdini anlatabilen en yaratıcı isimlerden biri bana göre. Fotoğrafın peşinde koşmak yerine, peşinde koştuklarının fotoğrafını çekenlerden... Yine böyle bir özportre fotoğrafının yer aldığı “Kimlikler Lütfen” sergisi için Ankara’daydı Orhan Cem Çetin. Cer Modern’de farklı disiplinlerin buluştuğu sergiyi gezmek de, Orhan Cem Çetin’le söyleşi yapmak da çok keyifliydi. Kendinizi, kendi dilinizle nasıl tanıtırsınız? Ben en kısa “fotoğrafçı vs.” diye tanımlıyorum kendimi. Ana işim her zaman fotoğraf olmuştur ama bunun dışına çıktığım da oluyor ve bunlarla fotoğrafı birleştiriyorum. Yazıyorum örneğin. Başka bir mesleğim çevirmenliktir. Benim üniversitede okuduğum yıllarda, Türkiye’de fotoğraf eğitimi veren bir kurum yoktu ve psikoloji eğitimi aldım. Son yıllarda ses ve müzikle uğraşıyorum. Bunların hepsini birleştirmeye çalışıyorum. Ancak dediğim gibi, ana işim fotoğraf olmuştur her zaman. Sadece sanat yönüyle değil ticari yönüyle de uğraştım. Fotoğraf malzemesi ithal eden firmalarda çalıştım yıllarca. 15 yıl reklam fotoğrafçılığı yaptım. Şu anda ise eğitimini veriyorum. Psikoloji eğitiminin fotoğrafa etkisini gördünüz mü? Çok büyük etkisi var tabii ki. Sanat mecrası olarak fotoğrafı kullandığımda, psikoloji eğitimi büyük bir fark yaratıyor. Çünkü hem içerikle ilgili, insan doğasına dair, varoluşa dair bakışımı etkiliyor; ayrıca, sunuşta da alıgıyla ilgili, izleyiciye ne geçecek, iş nasıl okunacak, bununla ilgili de az çok fikir sahibi olduğumdan, aldığım eğitimi ve üzerine kendi inşa ettiğim deneyimleri kullandığımı söyleyebilirim. Fotoğrafla uğraşan herkese de sosyal bilimlerle ilgilenmelerini salık veriyorum. Diğer türlü derinlikten yoksun, yalnızca dekoratif çalışmalar ortaya çıkıyor. Fotoğrafın kavramsal yönüne ağırlık veren çalışmalara imza atıyorsunuz. Sizi kavramsal fotoğrafa yönelten ne oldu? Ben çocuk yaşlarda başladım fotoğrafa. Çocuk aklıyla ne kadar derinlemesine 24 fotoğraflar üretebilirsin ki? Benim için daha çok bir oyuncağı kırıp içine bakmak gibiydi: Nasıl çalışıyor, nasıl meydana geliyor? O yüzden çok uzun bir süre fotoğraf benim için çok teknik bir konuydu. Sürekli yeni yöntemler deniyordum. Hedefte, teknik konularda ustalaşmak vardı. Karanlık oda deneyleri yapıyordum. Bir filmi daha farklı bir yöntemle banyo edersem, bir maddeyi değiştirirsem nasıl sonuçlar elde ederim, daha iyi fotoğraflara nasıl ulaşabilirim diye kendimce uğraşıyordum. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde, çok aktif bir kulüp ile tanıştım: BÜFOK; çok sonraları Geniş Açı dergisini çıkaran grubun da yetiştiği kulüp. Orada işler değişmeye başladı. İfadenin ne olduğunu görmeye, fotoğrafın içinde ne olduğunu daha fazla önemsemeye başladım. Sahnelenmiş fotoğraf daha çok ilgimi çekmeye başladı. Kafamda oluşturduğum bir görüntüyü fotoğrafa nasıl dönüştürebilirdim? Sokakta gördüğüm bir sahnenin fotoğrafını çekmektense, o durumu yaratıp fotoğrafını çekmek bana daha anlamlı gelmeye başladı. Bunu yaptığımda, sahnelenmiş bir fotoğraf ürettiğimde ya da deneysel bir teknikle bir fotoğraf ürettiğimde, o fotoğraf bütünüyle bana ait oluyordu. Dijital fotoğrafla birlikte “fotoğraf” ve “fotoğrafçı” tanımları değişmeye başladı; peki sizin için ne ifade ediyor dijital fotoğraf? Dijital fotoğrafı Türkiye’de ilk kullananlardan biriyim. 1993 yılının sonlarında ürettiğim “Renk’arnasyon” başlıklı bir serim var. Şok ediciydi birçok kişi için. Çünkü dijital fotoğraf daha yeni yeni konuşuluyordu ve hiçbir şekilde ciddiye alınmıyordu. Ne ticari ne de sanatsal bir uygulamada kullanılabileceği düşünülüyordu. Daha çok kimlik sistemlerinde, konferanslardaki sunularda vs. basit şekilde kullanılıyordu. Ben bu teknolojinin ek yaratıcı imkânlar sağlayabileceğini düşünüp denemeye başladım. O seri ortaya çıktı ve müthiş reaksiyon gördü. Birçok kişi arasında, dijital fotoğrafın fotoğraf olmadığı tartışmalarının ortaya çıkmasına yol açan bu seridir. Açıkça bana “fotoğrafı soysuzlaştırdığım”, “fotoğrafı “Günün bİrİnde baktım kİ hep aynı şeylerİ yapıyorum; bu, ben bİr bİrey olarak değİşİm geçİrmİyorum anlamına gelecektİr kİ bİr facİadIr.” Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 Kontrast “Fotoğrafçılar, kİmİ zaman benİm İşlerİmİ eleştİrİyorlar; yöntemlerİmİ, yaklaşımımı ama ben zaten dİğer fotoğrafçılar İçİn İş yapmıyorum kİ!..” fotoğraf olmaktan çıkardığım” söylendi. Ben de ısrarla dedim ki, “Bu sizi ilgilendirmez, kendi çektiğim bir fotoğrafa canım ne isterse yaparım.” Bunun fotoğraf olup olmadığını sorgulamak da kimsenin haddi değil. Ben kendi çektiğim bir fotoğrafı dönüştürüyorum. Onu yaratan kişi olarak bu benim hakkım. Kimse beğenmeyebilir tabii ki, kimseye hitap etmeyebilir. Dijital fotoğraftaki en büyük zorluk, eğer manipülasyondan bahsediyorsak, nerede duracağını bilmektir. Hiç durmadan dönüp baştan yapabilirsin çünkü. “Bu fotoğraf burada bitti” demek ve kendini frenlemek olağanüstü güç bir şey. Tam tersine, bu tarz çalışmalarda çok büyük kolaylık olduğu, iki mouse oynatarak yapıldığı zannediliyor. Çok ciddi bir önyargı bu. Fotoğrafa yapabileceğiniz şeylerin sayısı gitgide artıyor. Fotoğraf zaten ilk andan itibaren bir teknoloji ürünü olduğu için, buna kapalı olmayı ben akıl almaz buluyorum. Kısacası, bu çok büyük bir zenginlik. Gündelik hayatta insanların fotoğrafla kurduğu ilişki de değişiyor sürekli. Bunu da dikkate almalıyız. Fotoğraf üretirken izleyiciye ne geçeceğini önemsiyorsak, gündelik hayatta, Facebook’ta, online gazetelerde, paparazzi haberlerinde neler olup bittiğini takip edip insanların fotoğrafla kurduğu gündelik ilişkiyi biliyor olmamız lazım ki, bugüne özgü bir dil oluşturabilelim. İzleyiciyi yakından izlemeye çalışıyorum bu yüzden, izlemek de zorundayım. İçerik, zaten hayat dönüştüğü için, sürekli dönüşüyor. Benim serilerim pek birbirine benzemez. Tekrarlamaktan da çok korkarım. Günün birinde baktım ki hep aynı şeyleri yapıyorum, bu, ben bir birey olarak değişim geçirmiyorum anlamına gelecektir ki bir faciadır. Teknik becerileri geliştirmekten ziyade hayatla kurduğun ilişkiyi canlı tutmak daha önemli. Kavramsal fotoğraflar için, yazı olmadan fotoğrafın diliyle bir şeyler anlatmak mümkün mü sizce? Fotoğraf, kaygan bir zemin. İzleyicinin imge sözlüklerini kullanıyorsunuz. Bu da tarihe ve coğrafyaya bağlı olarak değişen bir şey. Dediğiniz yapılabilir ama ancak çok spesifik bir toplum için ve belli bir dönem için. Sonrasında, bunun da kayıt altına alınması gerekir, bu dönem bu böyle algılanıyordu diye. Ben pek şansa bırakmak istemiyorum. O yüzden belli bir algıyı, belli bir sınır içinde tutmak istiyorum. Tek yapılabilecek şey bir metin yazmak. Bu da bir sergi metni ya da fotoğrafa verilen bir isim şeklinde bile olabilir. Zaten öteden beri yapılan bir şey. Görüntü ve sözün bir arada olduğu sinema gibi, tiyatro gibi, grafik gibi birçok mecra var. Çok da şaşırtıcı değil ama nedense yadırganıyor, genelde de şöyle algılanıyor: “Sen sözcüklere başvuruyorsan, yeterince iyi bir fotoğrafçı değilsin demektir.”. Bunlar maharetle ilgili şeyler. Benim “Bakın ne kadar iyi fotoğrafçıyım!” gibi bir şey gösterme derdim yok. Benim sözümü söylemem önemli. Şunu da söylüyorum: Fotoğrafçılar, kimi zaman benim işlerimi eleştiriyorlar; yöntemlerimi, yaklaşımımı ama ben zaten diğer fotoğrafçılar için iş yapmıyorum ki! Yapmamalıyız da zaten; birbirimizin işine çok tarafsız da bakamayız, hepimiz fotoğrafçı olduğumuz için bir mesleki deformasyon içindeyiz. Ben o yüzden, fotoğrafla daha gündelik ilişkisi olan insanlar nasıl algılıyorlar, buna daha fazla önem veriyorum. Kendinizi fotoğrafçı vs. diye tanımlıyorsunuz. Bu “vs.”yi açarsak; 25 Kontrast akademisyen, fotoğraf editörü, yazar, radyo programcısı, çevirmen, müzisyen gibi sıfatları da taşıyorsunuz. Fotoğrafçı’dan sonra ikinci sırayı hangisine verirsiniz? Şu anda müzik... Bir müzisyen olduğumu asla söyleyemem, amatörüm. Ama fotoğraftan sonra hayatımda en fazla ilgiyi ve zamanı alan ve masrafa yol açan şey şu anda müzik. Bu soruyu 5 sene önce sorsaydınız, yazmak derdim. Çeşitli yerlerde izleyebildiğimiz projeleriniz var ama 2002 yılından beri kişisel serginiz olmamış, neden bu kadar ara verdiniz? En son “Bilet” sergisiydi sanırım. Çok uzun bir süre oldu gerçekten. Aslında tamamlanmış projeler var, bir tane henüz yayımlanmış kitap var; arada, 2004 yılında çıkan kitabım “Bedava Gergedan” var. Ona da bir solo denilebilir. Karma sergilere verdiğim çalışmalar var. Son dönem fotoğrafçılarla olmaktan ziyade farklı disiplinlerden gelen sanatçılarla bir araya gelebildiğim sergilerde yer alıyorum. Biraz fotoğrafın dışına kayan işlerim, örneğin kendi bedenimi de bir sanat nesnesi hâline getirmeyi denediğim performanslarım oldu, oluyor. Bir seferinde “Uyku” adını verdiğim bir çalışmada üç gün, daha doğrusu 81 saat uyumadım ve o hâlimi sergiledim insanlara mesela. Performans sanatı, nispeten genç bir disiplin ve biraz deneysel tiyatroyu andırıyor. Ama temel farkı şu: Rol yapmıyorsun, kendini o hâle sokuyorsun. Yakın zamanda izleyebileceğimiz kişisel bir projeniz var mı? Üzerinde çalıştığım, tamamlanmak üzere olan bir seri var: “Kusursuzluk Zaman Alır / Bir Gün Çok Güzel Olacağım”. Bu kış sergisini açabileceğimi umuyorum. Bir mikrokozmoz, çürümüş gıdalar ve bakteriler dünyası. Çıkış noktası ve herkese dorduğum soru şuydu: “Besin zincirinin en tepesinde hangi canlı var?” Aldığım cevap genelde “insanlar” oluyor. Bunu, insanın fazlasıyla kibirli olmasıyla açıklıyorum. Bizim alt edemeyeceğimiz, kendimize yem edemeyeceğimiz hiçbir şey yok gibi bir bakış açısı. Oysa sen de bir yemsin ve o minnacık bakteri de sonunda gelip seni yiyecek. Zannettiğimiz kadar güçlü değiliz ama bir yandan çok da kibirliyiz. Bir hayvan olduğumuzu reddediyoruz. Sofrada yemek artıklarından bir an önce kurtulma çabasının temelinde, bize hayvan olduğumuzu hatırlatmaları var bence. Benzer bir alan da cinsellik. Bu iki alanda, hayvan olduğumuz gerçeğini reddetmeye yönelik büyük bir kültür oluşmuş durumda. Her iki alanda da işin bittiği zaman kalan artıklar bu gerçeği inkâr etmeni zorlaştırıyor. Bu inkâr ilgimi çekiyor. Fotoğraflarda da, biraz zaman verirsen senin için çöp olan şeyin bakteriler için müthiş bir ziyafete, süslü bir ziyafet sofrasına, kusursuz bir yapıya dönüştüğünü göstermeye çalışıyorum. Yıllardır fotoğraf eğitimi alanında da aktif rolünüz var. Fotoğraf öğretilebilir mi? Fotoğraf eğitiminin olmazsa olmazları nedir? Fotoğraf teknik bir konu olduğu için, hâliyle asgari teknik alt 26 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 yapısının öğrenilmesi gerekiyor. Birçok kişi der ya “sanat eğitimi verilemez, insanda varsa vardır”. Tamam, bu doğru ama bir yandan da fotoğrafın açıkça insan algısından kaynaklanan ya da fotoğraf makinesinin, baskı malzemelerinin doğasından kaynaklanan öğretilebilen bir takım kuralları, bir çerçevesi de var. Asgari düzeyde öğretilebilir bir şey fotoğraf. Sayısız teknik var. Ben yıllarca denedim denedim, bu teknikleri repertuarıma kattım. Bunun da yaratıcılığıma çok büyük katkısı olduğunu gördüm. Çünkü fotoğrafı teknikle yapıyorsunuz ve bilmediğiniz bir tekniği de hayal edemezsiniz. Sizin fotoğraf yaratıcılığınız teknik becerinizle sınırlı. Yaratıcılığı arttırmak için teknik bilginizi alabildiğine arttırmanız gerekiyor. Onun ötesinde tabii ki gündem oluşturmak, bir konuya yorum getirmek, hayatı yorumlamak, bir kavramı görselleştirmek, öğretilebilir şeyler değil. Belki ilham verilebilir insanlara. O yüzden ben teknik derslerde bile bir yandan fotoğraf tarihini aktarmaya çalışıyorum. Mesela, kamera gövdesini anlatırken, telemetreli bakaçtan söz ederken, Koudelka’nın fotoğraflarını gösteriyorum. Bu tip bir gövde ile başyapıtlar üretiliyor. Niye bu fotoğrafçı gidip SLR kullanmıyor? Veya net alan derinliğinden bahsederken Ansel Adams gösteriyorum. Bu teknik, nasıl bir başyapıta dönüşmüş? Peki Türkiye’de fotoğraf eğitimi yeterli mi sizce? Türkiye’de yeterli olamaz hiçbir zaman ne yazık ki. Bu da Türkiye’nin ekonomik durumuyla ilgili. Fotoğraf teknolojisinin ne kadar üretilebildiği ortada, ne kadar üretilemediği daha doğrusu. Bu teknolojiyi üretemeyen bir ülkede, sınırlı imkânlar içinde çalışıyoruz. Mesela bizi çok etkileyen Alman ekolü Rodenstock objektif kullanıyor, Zeiss kullanıyor, yerli malı kullanıyor. Rahatlıkla sponsor bulabiliyor. Türkiye’de ürünün distribütörüne Kontrast gidiyorsunuz, o da bu imkânı size kullandıramıyor tabii ki. Hem daha fakiriz hem de aynı ürünü daha pahalıya almak durumundayız “Ne kadar çok kİşİ fotoğraf çekerse, o sİnerjİden mutlaka çok İyİ fotoğrafçılar çıkacaktır.” değil aslında. Bir ara buna da koşullandık, Çek fotoğrafçılığı, Fransız fotoğrafçılığı gibi, bir ülkenin fotoğrafçılarının bir kimlik oluşturması gerek diye düşündük. Ama belki de gerekmiyor. Bence gereksiz bir çaba. Kendiliğinden olursa olur bu, olmuyorsa da fotoğrafçıların bir araya gelip yapabileceği bir şey değil. Ama Türkiye’de üretilen fotoğraf, dünyada hissedilmeye başlandı. Hatta yakınlarda Amerika’da bir galeriye Türkiye’den bir dizi karma sergi önerisi götüren genç arkadaşlar oldu. Türkiye’den önerdiğimiz fotoğrafçıların iyi durumda olduğunu, dünya standartlarında olduğunu görebiliyoruz ama aynısını resim için söyleyemiyoruz; bunu fark ettik, dediler. “Kimlikler Lütfen” sergisinde de farklı disiplinler bir araya gelmiş. Bu serginin çıkış noktası nedir? vergilerden dolayı. Yaratıcılığınız da teknikle sınırlı olduğuna göre, sonuç belli. Buna rağmen son birkaç yıldır Türkiye’de üniversitelerde fotoğrafla ilgili bölümler artmaya başladı hızla. Dernekler ve çeşitli ticari kurumlar da fotoğraf eğitimi veriyor. Fotoğraf çekmeye ve fotoğraf öğrenmeye büyük bir talep var. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu çok iyi, çok hayırlı bir şey. Ne kadar çok kişi fotoğraf çekerse, o sinerjiden mutlaka çok iyi fotoğrafçılar çıkacaktır. İnsanlar bir sergiye gittiği zaman, kendi evlerinde yapabilecekleri şeylerle karşılaşmak istemezler. Herkes fotoğraf çektiği zaman, profesyonel olan bizlere de çok daha iyisini yapma mecburiyeti hasıl oluyor. O yüzden, bu yaygınlaşma kaliteyi yukarı doğru iten, çok olumlu bir gelişme. Bu kadar büyük bir ilgi olması ve bu kadar kişinin fotoğraf çekiyor olması sektörü de güçlendiriyor, yatırımlar yapılmasını sağlıyor. Bunun sonucunda galeriler, müzeler fotoğrafı önemsemeye başladılar. Fotoğrafın piyasası oluşmaya başladı. Baskı teknikleri gelişti, bir kültür oluştu. Türkiye’den fotoğrafçıların işleri uluslararası müzayedelerde satılıyor. Bunlar çok çok güzel gelişmeler. Üniversitelerde bu bölümlerin artması da iyiye işaret, demek ki talep var. Hiçbir özel üniversite gelecek vaadedemeyecekse o bölümü açmaz. Bir talep var ki açılıyor. Öte yandan teknoloji sürekli değişiyor ve ilk yatırımın ne kadar bir süre idare edeceği, donanımın hangi sıklıkta yenilenebileceği gibi bir problem de var. Okullardaki stüdyoların belli periyodlarda yenilenmesi gerekecek. Bunu da göreceğiz. Geçmişte şikâyet ettiğimiz köhne stüdyolara mı dönüşecekler yoksa tekrar tekrar yenilenebilecekler mi? Bu yılın başlarında, farklı disiplinlerden sanatçıların bir arada olduğu başka bir sergi projesi nedeniyle tanıştığım genç sanat tarihçisi ve küratör Fırat Arapoğlu, Cer Modern’den bir sergi teklifi aldı. Tema, kimlik ve farklılık. Sergide tek fotoğraf kökenli sanatçı benim. Başka disiplinlerden gelen, çok farklı malzemeler kullanan sanatçılar var. Böyle buluşmaları seviyorum. Her sanat disiplininin üstünlükleri ve zaafları var. Fotoğrafla yapabileceğiniz süper şeyler olduğu kadar, asla fotoğrafla yapamayacağınız şeyler de var. Bir sözüm varsa hayata dair, bu fotoğrafla anlatılabilecek bir şey mi acaba, yoksa başka mecralara da taşımak gerekli mi? Ben fotoğrafçıyım diye her şeyi fotoğrafla söylemeye çalışmıyorum. Bir video uygun olabilir o söz için ya da bir obje, ya da bir deneyim yaşatırsınız izleyiciye, bunu öyle anlatırsınız. Bu insanlarla çalışırken, onların malzemelerinin gücünü veya zaaflarını da görme şansım oluyor. Fotoğrafçılarla bir arada olmaktansa başka disiplinlerden gelen insanların arasında olmayı tercih ediyorum. Bu, fotoğrafçılardan hoşlanmadığım anlamına gelmiyor. Yalnızca, fotoğrafçılardan alabileceklerimi sanırım yeteri kadar aldım bugüne kadar. Türkiye’deki fotoğraf ortamı hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Türkiye fotoğrafı diye bir kavram var mı? Oluşuyor. Henüz tam anlamıyla yok. Olması da şart 27 Kontrast Fotoğrafta Kurgu Kurgu fotoğrafı anlatmaya, öğrencilerle yaptığım bir çalışmayı örnekleyerek başlamak istiyorum. Kurgu dersinde ilk soruyu genellikle şu şekilde sorarım: “Bana, söylediğiniz en mükemmel yalanı anlatın…” Buna; patronunuza, iş arkadaşınıza, eşinize ya da çocuğunuza söylediğiniz yalanlar da dahildir. Genellikle çok çocukça şeyler çıkar. Peki, gündelik yaşamda bile insanları sözlerimizle ikna edemiyorsak, fotoğrafı kullanarak onların bir kurguya inanmalarını nasıl sağlayabiliriz ki? Pek çok kurgunun insanlar tarafından beğenilmelerinin temelinde, aslında o “iş”in nasıl yapıldığını bilmemek yatar. Geçmiş dönemlerde öğrencilerime hep şunu söylerdim: “Birisi sizin fotoğrafınızı ‘kartpostal gibi olmuş’ diye överse, o fotoğrafınızdan kurtulun.” Bu övgüyü alan öğrencilerimden muhtemelen hiçbirisi o fotoğraftan kurtulmamıştır. Çünkü ego, yelkenleri övgüyle şişen bir yelkenlidir; ama işin kötü tarafı, rüzgârı oradan alıyorsanız sizi açık denizlere değil muhtemelen karaya sürükleyecektir ve kendinizi sürekli olarak başladığınız yerde bulacaksınızdır. Kurguda popüler olana meyilli olmak, bu işi ustaca yapanları taklit etmek fotoğraf eğitiminin bir parçası gibi geliyor insanlara. Hani 15 yaşında yazdığınız şiirlerin Ümit Yaşar Oğuzcan’a ya da Orhan Veli’ye benzemesini dert etmezsiniz ama 25 yaşında hâlâ aynı adamları taklit edip kendi tarzınızı oluşturamadıysanız, size şair denmesini ne derece hak edersiniz, orası tartışılır… Onu demek istiyorum. Fotoğrafta bu süreç daha da sınırlıdır. On yıl beklemenize gerek kalmaz. Zaten yapamadığınızı anladığınızda, önünüzde iki yol vardır: Ya fotoğrafta “Kurgu” yapmayı bırakıp doğrudan fotoğrafa veya alt dallarına 28 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 yazı: Cengiz oğuz gümrükçü Fotoğraflar: CENGİZ OĞUZ GÜMRÜKÇÜ bulaşırsınız ya da fotoğrafı bırakırsınız. Genellikle ilki tercih edilir. Kazara yakalanmış bir iki başarıdan sonra, bu kez ilk denenen “Kurgu” fotoğrafa çamur atma dönemine geçilir. Kurgunun fotoğraf olmadığını, Photoshop’un, girdiği her şeyi plastik bir dünyaya benzettiği gibi bir iki afili cümle kurar ve rahatlarsınız. Elealı Zenon, h a r e k e t i açıklarken şunu söyler: “Aslında hareket yoktur.” Bunu da bir okun hareketiyle anlatır. Ok, hedefe doğru giderken ya şu an bulunduğu yerdedir ya da değildir. Eğer bulunduğu yerdeyse hareket etmiyordur. Bir sonraki yer için de aynı şeyi söyler. Böylece ok hareket etmeden (!) hedefine varır. Bunu aslında sinema filmi gibi düşünürsek daha doğru anlarız. Saniyede 25 kare görürüz peş peşe ve bunu hareket zannederiz. Tek tek baktığımızda hareket yokmuş gibi gelir bize ama aslında hareket vardır; fakat biz o hareketi bize aktaran asli unsur olan fotoğrafın tek bir karesine bakıyoruzdur. Bu da aslında algıyı güçleştirir. Fotoğrafin dili sinemayla bir olmayacaktır ama yine de bir düşüncenin görüntüye aktarılması, sinema dili gibidir. Kurgu, hem sinema dilinde hem de fotoğrafta kullanılan bir unsurdur. Bunu doğru yapamazsanız, kimse filminizi izlemez ve kimse fotoğrafınızı görmek istemez. Sevsek de sevmesek de göreceli kavramlarla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini unutamayız. Her düşünce size göredir, her düşünce bana göredir. Ve insanların aynı asgari müştereklerde anlaşması zorunluluğu yoktur. Fotoğrafçının ortaya koyduğu “iş”e bakışımız bizim geçmişimizle ilgilidir. Aldığımız eğitimle, okuduğumuz kitaplarla ve hatta belki de çocukları sevmemizle ilgilidir. Mesela çocukları sevmeyen birisi ve çocukları seven birisi aynı fotoğraftan benzer duygulanımlar çıkaramaz. Benzer duygulanımlar çıkaramadık diye o fotoğrafı kötü olarak adlandıramayacağımız gibi, başka insanlarla benzer duygulanımlar yakaladık diye o fotoğrafı çok başarılı olarak da adlandıramayız... Sözü Mehmet Ergüven’e bırakıp olayı bağlayalım: “Kurgu, son tahlilde gerçeği sahneleme özgürlüğüdür; ama bu özgürlüğe sahip çıkmak ister istemez belli bir bakış açısını şart koşar ilk önce; çünkü gördüğümüz şey ile bir yanda öznel yaşantı içeriği, öbür tarafta dünya görüşüne koşut olarak görmeye koşullandığımız şey arasında bir işbirliği vardır daima.” Kontrast BU FOTOĞRAF NASIL ÇEKİLDİ? Bugüne kadar sadece bir kez Kırkpınar güreşlerini izleyip, orada fotoğraf çekme şansım oldu. Oysa, fotoğraf aracılığı ile kültürel değerlerimizi tanıtmaya çalışan bir fotoğrafçı olarak daha çok gitmem gerekirdi. Belki Edirne’nin Konya’ya uzaklığı, belki Kırkpınar Yağlı Güreşleri sırasında fotoğraf çekebilmek için çok öncesinden izin alma zorunluluğu ve Edirne Fotoğraf Sanatı Derneği - EFOD üyesi arkadaşları o karmaşa içinde zorda bırakmama düşüncesi ile çok fazla gidemedim Kırkpınar’a. Dediğim gibi, bugüne kadar sadece bir kez, o da 2004 yılında 21-27 Haziran günleri arasında yapılan 643. Kırkpınar Yağlı Güreşleri’ne gitme fırsatım oldu. Bu tür etkinliklerde başarılı fotoğraf çekebilmek için sadece bir kez gitmek kesinlikle yeterli değil. Ortamı tanımak, havayı yoklamak, zemine alışmak gerekir. Hele ki pehlivanların samimiyetini yakalamak çok önemli. Belki de işe tâ başından başlamak, yani küçük pehlivanların yağa bulaştıkları ilk andan, başpehlivanlığa kadar geçen zamanın öyküsünü anlatmak gerekir fotoğraflarla. Yaşam şartlarını, beslenme alışkanlıklarını, destekçilerini, güreş öncesi hazırlıklarını fotoğraflayıp bir foto-kitap veya fotobelgesel hâline getirmek gerekir. En çok da EFOD üyesi fotoğraf dostlarına yakışır bu çalışma. O gün Edirne Fotoğraf Sanatı Derneği üyesi arkadaşlarla birlikte gitmiştik Sarayiçi’ne. Sabahın erken saatlerinde bastıran sıcak hava, günün kavurucu sıcaklıkla geçeceğini haber veriyordu. Davul sesleri, çığırtkanın gökyüzünde çınlayan sesi, izleyenlerin tezahüratları birbirine karışıyordu. Yağlı çimenler üzerinde ter döken sadece pehlivanlar değildi, fotoğrafçılar da kendilerinden geçmiş, parmakları deklanşöre yapışmış, sürekli fotoğraf çekiyorlardı. Yani hem güreşçilerin, hem de fotoğrafçıların teri, çimene bulaşmış yağa karışmaktaydı. Yazı ve Fotoğraf: REHA BİLİR ciddiyetini “ti” ye almış bir havaları vardı. Tam olarak güce dayalı bu ata sporunda olması gereken hoşgörüyü, eğlenceyi, dostluğu anlatan bir tavır sergiliyorlardı. Diğer pehlivanların fotoğraflarını çekerken sergiledikleri ciddi görünüm kaygısı, bu iki pehlivanda asla yoktu. Tam olarak benim arzu ettiğim gibi, modeli fotoğrafın içine çekebileceğim bir ortam oluştuğunu hissettim. İki güreşçi de hem bu güce dayalı oyunu kazanarak kapatmak, hem de benim yaptığım işe katkıda bulunmak istermişçesine poz veriyorlardı. İkisi de çok yoruldukları bir anda, birbirlerine dolaşmış, dinlenmeye fırsat yaratmak için kıpırdamadan durdular. Bu mola belki bir iki dakika sürdü. Ben de o arada çekebileceğim fotoğrafları çektim. Öyle ki, beden dili ile anlatmaya çalıştığım şekilde bile durarak poz verdiler. Elimi göğsüme koyup, fotoğrafımı paylaştıkları için teşekkür ettim. O anda, alttaki pehlivan da karşılık olarak, yumruk yaptığı sağ elinin başparmağını kaldırarak fotoğraf çekimlerimde başarı dileklerini gönderdi. Oysa fotoğrafa bakılırsa, bulunduğu duruma göre onun benden daha çok şansa ihtiyacı var gibiydi. Güreşin sonunda güç gösterisi sergileyen bu oyunu kimin kazandığını hatırlamıyorum; ancak Kırkpınar güreşleri bittikten sonra bu pehlivanlara gönderdiğim fotoğraflarla yeni bir dostluk kazanıldığını üçümüz de biliyorduk. Hep söylüyorum ya bu ülkede hoşgörü, kardeşlik, sevginin tomurcukları müzikle birlikte, yine sanat ve sporla çiçeğe dönüşecek diye. Bunu bir kez daha görmüş oldum. Ben de, sadece kısa bir günde burada fotoğraf çekerek bir mucize yakalayamayacağımı biliyor ve kendimce farklı bir kare bulmaya çalışıyordum. Güreş alanı o kadar kalabalıktı ki; pehlivanların güreşleri, hakemlerin her ayrıntıyı yakalamak için harcadıkları çaba, fotoğrafçıların en iyiyi yakalama çabaları saha içinde bir kargaşa ile birbirine karışıyordu. Yanılmıyorsam öğle saatleriydi, yani güneşin fotoğraf için en kötü olduğu zaman dilimi içindeydik. Gözüm iki pehlivanın güreşine takıldı. Diğerlerinden daha farklı, biraz daha işin 29 Kontrast Fotoğrafta Farklı Uygulamalar Yurtdışı Haberler Hazirlayan: ÖZLEM ESER Hazirlayan: Özlem DAĞ Steve McCurry Retrospektif Sergisi Uluslararası konularda yaptığı farklı ve eleştirel projelerle tanınan, son 20 yıldır National Geographic için çalışan ve sayısız çalışmalara (örneğin Afganistan sınırında, Bağdat’ta, Beyrut’ta ve Sahel’de) imza atan Steve McCurry’nin retrospektif sergisi, 17 Ekim’e kadar Birmingham’da görülebilir. McCurry özellikle 1985’te National Geographic için çektiği “Afgan Kızı” fotoğrafıyla ün kazandı. Bu fotoğraf, onun en çok bilinen portreleri arasında. McCurry hâlâ dünyayı dolaşarak farklı portreler çekmeye devam ediyor. Antoine D’Agata Atölyesi LOMOGRAFİ “Lomografi, profesyonelliğe adım atmakta olan amatör fotoğrafçıların mutlaka bilmeleri gereken, ciddi ve katı kuralları olan, üstün teknoloji ürünü, çok pahalı bir fotoğraf makinesi türüdür,” tanımına inanmayın. Yanlıştır. Lomografi tam bir çılgınlıktır. En önemli kuralı kuralsızlık olan manifestolu bir çılgınlık. Eğlence amaçlı fotoğraflar çekenler veya deneysel amaçlı farklı uygulamalar yaparak yaratıcılığını ortaya koymak isteyen herkesin kolaylıkla kullanacağı ve fotoğraf üreteceği bir türdür. Vizörden bakıp kompozisyon kuralları ve doğru kadraj için kafanızı yormak, netlik ayarları için sinirlerinizi bozmak istemiyor, zamanınızı ve gücünüzü yaratıcı anlar yakalamak için kullanmak istiyorsanız, sizin için uygun olan bir makine türüdür. Boyutundan ve taşıma kolaylığından ötürü onu istediğiniz yere rahatlıkla götürebilirsiniz. Her saatte, her yerde, düşünmeden, korkmadan, çekinmeden, teknik sıkıntılara maruz kalmadan, bozulmalara açık, netlik saplantısı olmayan, çılgın renklerle donatılmış kareler yakalayarak özgür fotoğraflar çekmenin tadını çıkarabilirsiniz. Korkmayın bütün bunlar fotoğraflarınızı estetik değerlerden yoksun bırakmayacaktır. Çünkü bir Lomo makineniz varsa, fotoğraflarınızın kendine ait estetik değerleri de vardır. Özgürlüğün tadını çıkarırken, fotoğrafçı olma ve fotoğraf çekiyor olma egonuzu dışarıda bırakmak zorunda değilsiniz. Filmi sarmadan üst üste fotoğraflar çekerek; çapraz banyo ile bayatlamış filmler ve kimyasallar kullanarak veya filmleri hatalı yıkayarak hem çılgın sonuçlar elde edebilir, hem de karanlık odanın tadını çıkarabilirsiniz. Başlangıçta sadece eğlence amaçlı kullanılmakla birlikte, bugün düşük ve yüksek teknolojinin bir sentez harikası olarak kitlelere yayılan, adına profesyonel ve amatör topluluklar, web siteleri kurulan, sergi ve sempozyumlar düzenlenen çok popüler bir akımdır Lomografi. Popülaritesinin artmasıyla birlikte, maliyeti ve aparatları da artmıştır ama neyse ki her bütçe, her amaç için üretilen pek çok modeli mevcuttur. Tüm yapmanız gereken lomografik tutkularınızı belirleyip size en uygun modeli seçmektir. Bu konuda bilgi edinmek istiyorsanız da sınırlarınız ve başvurmak için belli adreslere ihtiyacınız yoktur. Google’ın arama çubuğuna “Lomo”, “Lomografi” veya “Lomonomo” yazın, Lomo çılgınlığının binlercesine rastlarsınız. 30 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 with-antoine-da+gata.html Kuşkusuz çağımızın en önemli fotoğrafçılarından biri olan ve Magnum Ajansı’nın üyelerinden Antoine D’Agata’nın, Morocco’da 25-31 Ekim tarihleri arasında altı gün boyunca düzenlenecek atölyesi, sadece 12 katılımcı kabul edilecek. Katılımcıların, Antoine d’Agata’nın çalışmalarını anlamaları ve onun rehberliğinden yararlanarak kendi çalışmalarını ortaya koymaları beklenmektedir. Her katılımcı için atölyenin başında bir amaç belirlenecek, kendi imajları ile gerçeklik deseni üzerinde çalışılacaktır. Daha ayrıntılı bilgi için: http://1000wordsphotographymagazine. blogspot.com/2010/04/1000-words-workshop- APA Adını Değiştiriyor Amerika Reklam Fotoğrafçıları (The Advertising Photographers of America) olarak bilinen APA, adını Amerika Fotoğraf Sanatçıları olarak değiştiriyor. APA Uluslararası CEOsu Stephen Best; “Artık büyük bütçeli şirketler için reklam imgeleri, reklam ajansları ve reklam fotoğrafçıları tarafından yapılmıyor. Facebook, Twitter ve diğer medya paylaşım siteleri büyük bir hızla büyüyor. Reklam üreten sanatçılar, ticari, sanatsal, yayın ya da güzel sanatların hepsine hakim olmak zorunda. APA olarak biz de üyelerimizi artık sadece reklam fotoğrafçısı değil bir sanatçı olarak sunma gerekliliğini hissettik” dedi. APA ile ilgili ayrıntılı bilgi için: www.apanational.com Nikon Fotoğraf Yarışması Başvuruları Başladı Nikon, 2010-2011 için Nikon Uluslararası Fotoğraf Yarışması başvurularının 1 Eylül-30 Kasım 2010 tarihleri arasında kabul edileceğini duyurdu. Nikon’un sponsoru olduğu 33. Uluslararası Fotoğraf Yarışması, dünya çapındaki fotoğrafçıların kültürlerini ve bakış açılarını yansıtmalarına fırsat vermek için düzenlenmektedir. 1969 yılından beri düzenlenen yarışma, uluslararası anlamda en çok katılımın olduğu yarışmalardan biridir. 320.000’den fazla fotoğrafçının 1.310.000 fotoğrafla yarışmasına olanak tanımıştır. 2008-2009 yılında 153 ülkeden 18.000 fotoğrafçı, 51.000 fotoğraf ile yarışmaya katılmıştır. Başvuru bilgileri için: http://www.nikon.com/ about/news/2010/0630_npci2010_01.htm AKVIS Fotoğrafçılar için Beş Program Geliştirdi AKVIS, beş fotoğraf işleme programının yeni sürümlerini piyasaya sürdü: Enhancer 11.5, Noise Buster 7.5, Coloriage 7.5, ArtSuite 6.5, and Magnifier 3.5. AKVIS bu programlar ile fotoğrafların detaylarında, renk tonlarında ve zıtlık ayarlarında düzeltme yapma imkanını sağlıyor. AKVIS Noise Buster, taranmış imajlardaki ve fotoğraflardaki gürültüyü azaltırken, AKVIS Coloriage siyah-beyaz fotoğraflara renk ekleyip fotoğraflardaki renkleri değiştirebiliyor. AKVIS ArtSuite ile fotoğraflara sanatsal dokunuşlar yapabilirken, Magnifier’de kalite kaybetmeden fotoğrafın boyutlarında oynama yapabilirsiniz. Kontrast 31 Kontrast 32 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010