kitabı yüklemek için tıklayınız - Prof. Dr. Durmuş Ali KAYAPINAR

Transkript

kitabı yüklemek için tıklayınız - Prof. Dr. Durmuş Ali KAYAPINAR
İSLÂM DİNİ’Nİ TEHDİD EDEN
EN KORKUNÇ FİTNE
MEZHEPSİZLİK
Te’lîf :
Dr. Muhammed
Saîd Ramazân El-bûtî
Tercüme:
Durmuş Ali Kayapmar
Konya Yüksek islâm Ens. Arap Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Birinci Baskı
Her Hakkı Mahfuzdur.
Bu Kitap İkinci Baskısından Türkçeye Tercüme
edilmiştir, Bu baskının Birinci baskıdan üstün olan
tarafları:
1- Mütercimin Önsözü (Syf: 5–42) Dipnot: (63 Adet)
2- Mezhepsizlik (Syf: 43–244) Dipnot: (18 Adet)
3- El - Kevserî’nin Mezhepsizlik Dinsizliğin
Köprüsüdür Adlı Makalesi (Syf: 245–262) Dipnot: (4 Adet)
4- Türkiye ve Dünyada Mezhepsizler diyor ki
(Syf: 263–268) Dipnot: (27 Adet)
5- Bu kitabın öz geçmişi (Syf: 269–287) Dipnot: (26 Adet)
6- Mezhepsizlik ve İctihâd (Syf: 288–318) Dipnot: (44 Adet)
Dizgi - Baskı - Kapak:
SEBAT BASIMEVİ
KONYA— 1976
TEL.: 18864 - 18865
3 MEZHEPSİZLİK
İSLÂM DÎNİ’Nİ TEHDÎD EDEN EN
KORKUNÇ FİTNE: MEZHEPSİZLİK
ŞÂYET GEÇERLİ OLAN İNSANLAR DEĞİL DE HAKK İSE,
HAKK’DA
İNSANLARIN
ARACILIĞI
OLMADAN
BİLİNMEZ. AKSİNE HAKİKATE ANCAK İNSANLARLA
ULAŞILIR VE ONLAR HAKKI (Taşıya)N KOVALAR (ı) DIR.
İMAM ŞÂTİBÎ
Te’lîf:
Dr. Muhammed Saîd Ramazân El-Bûtî
Tercüme: Durmuş Ali Kayapınar
Yüksek İslâm Enst. Arapca Öğretmeni
Bu baskı, kitabın, birinci baskısından Mukaddimesi ve Müellif
Saîd Ramazân-El-Bûtî ile Nâsıruddin-i Elbânî arasında cereyân
eden münâkaşanın gerektirdiği önemli ilâveleriyle farklılık ve
üstünlük arzeder. Ayrıca sonunda birde önemli ek vardır.
MEZHEPSİZLİK
HEPSİZLİK 4
“BİLMİYORSANIZ
MİYORSANIZ
SORUNUZ”
ZİKİR
EHLİ
(âlimler)
(âlimler)E
Kur’ân-ı Kerîm
Kur
En - Nahl: 43
"ÂLİMLER PEYGAMBERLERİN VARİSLERİDİR"
Hadîs-i Şerîf
(Ebû Davûd ve Tirmîzî)
"SÖZLER,
SÖYLEYENLERİNİN
ÖLMEZLER"
ÖLÜMÜYLE
İbn-ül-Kayyim
Kayyim El-Cevziyye
El
5 MEZHEPSİZLİK
MÜTERCİMİN ÖNSÖZÜ
Nimetleri sınırsız ALLÂH (C.C.)’aa sayısız Hamd-ü
Hamd senalar,
Rasûlü Muhammed Mustafâ (S.A.V.)’ya, O’’nun Âl’ine,
Eshâbına, onlara tâbi olanlara, tabiilerine
rine tâbi olanlara salât-ü
salât
selâm ve hepsinin yolunda giden yüce İmâmlara ve Müctehid
M
Âlimlere binlerce ihtirâm...
Belki Müslümanlardan
dan bu kitabın ismini yadırgayanlar
yadır
olacaktır.
Mezhebsizlik, Fitne ve en korkunçç gibi kelimelerden
kelime
ürkeceklerdir. Belki de, Türkiye’de
de böyle bir durum varmı da bu
adam bu kitabı ortaya atıyor? Bu acâib isimle müslümanların
zihinlerini bulandırıyor. Artık Türkiye’de islâm’’ın tehlikeye,
fitneye, bid’at’a tahammülü kalmışmıı da, böyle bir iddiayı ileri
sürerek
rerek milleti bir tereddüd ve bir huzursuzluğa sürüklüyor
sürük
diyenler olacaktır.
Herkesçe bilindiğii gibi savaş, sadece cephelerde olmuyor.
Buna, parçalanıp lokmalar haline getirilen İslâm Dünyası’nın
Dünyası
bu
hale gelişindeki tarihi seyir en açık delildir. Artık, harb
meydanları cepheler olmaktan
tan çıkmış, içerlere, hatta bir milleti
meydana getiren
ren ferdlerin kafaları ve kalblerinin içine kadar
girmiş bulunmaktadır. Artık, kafalar, düşman fikirlerin
fikirle
harb
meydanı; kalbler, sayısız iç ve dış düşmanların,
ların, bağımlı ve
bağımsız şeytanların cirit attığı en geniş savaş sahası olalı çok
olmuştur. Bu günkü hâlimiz,
miz, Dünya Müslümanlarının hâli bu
dram’ın son sahnesidir. Yüce İSLÂM’ın
ın cüce görünüşü, dış
düşmanlardan çok, dışa bağımlı iç düşmanların, hemde,
MEZHEPSİZLİK 6
İSLÂM’ın kendilerinden çok büyük hizmetler beklediğini
umduğumuz; bütün bir gençlik, bütün bir Millet olarak, seneler
senesi yollarını gözlediğimiz insanların, kendi insanımızın eseri
olduğunu esefle görmekteyiz.
Büyük İSLÂM İmparatorluğunun kalbi olan Türkiyemizde,
îman can çekişmektedir. Din ve Kur’ân rafa konmuştur.
Asırlarca İSLÂM’ın i’lâ bayrağını cepheden cepheye taşımış,
ufuktan ufka dikmiş bir milletin yarını demek olan evlâtları
dînini, mezhebini, kitâbını, tanımaz haldedir. Kendi havzı dışına
çıkmayan dar bir çevre içerisinde boğulmuş kalmış mahdûd
miktarda müslüman, Türkiye’nin umûmî durumunu gereği gibi
bilmediğinden, önce etrâfı güllük gülistanlık zannetmekte; sonra
durumun vehâmetini, daha küçük yaşlarda kendi çocuğunun
kendisini beğenmez olduğunu, davranış ve düşünceleriyle
kendisine tamâmen ters bir istikâmet tutturduğunu gördüğü gün,
dizlerini dövmeye başlamaktadır.
Bugün Türkiye’de, sadece mezhebinin ne, mezheb
İmamının kim ve mezhebin ne demek olduğunu tesbît etmek için
bir istatistik yapılsa, bu suallere müsbet cevap vereceklerin
yüzde ve binde ile değil, milyonda ile tesbît edilmek
mecburiyetinde kalınacağını söylesek, mübalağa yapmış
olmayız.
Müslüman -Türk’ün içte ve dışta nâmus bekçisi demek olan
ordumuza eleman alımında dahi ölçü almaktan çıkarılmış,önceleri dîni, mezhebi, meşrebi.. gibi hususlar tesbit edilmeden
orduya kat’îyyen kimse sokulmazdı- hattâ ne hikmetse nüfus
Cüzdanlarımızdanda kaldırılan “Mezhebi” maddesi, bugün halk
olarak câhilliğimiz, üst sınıf olarak da gâlibâ bağımlılığımız
yüzünden tamamen yok edildiği halde bu kitabın konu aldığı
İSLÂM dünyası çapında Âlim geçinen ve hatta ifadelerinden
kendilerinin ve bazı öncülerinin Müctehid (!) oldukları iddiası ve
havası sezilen bazı kimselerin, ölü fareye tekme sallarcasına
îmânla birlikte, nerdeyse ölüm noktasına gelmiş dört hak
mezhebe ve O’nun yüce İmamlarına ve eserlerine karşı harb ilân
7 MEZHEPSİZLİK
etmeleri acıların acısı, derdlerin derdidir. Bu, nüfus
cüzdanlarımızdan “Mezhebi” maddesini kaldıran zihniyetle ortak
bir davranış olsa gerektir.
Türkiye’de böyle bir durum var mı, yokmu? Buyurun
berâber düşünelim. Hemde Diyânet kanalıyla basılmış bir kitabta
yer alan şu satırlara bakınız:
“Adam Muhammedî olmayı bırakıyorda Hanefî veya
Şâfi’î oluyor; ne tuhaf şey!.. Herhangi bir mezhebe bağlanan
ondan başkasını görmez. Onun gözünde Kitab, Sünnet, din...
Hâsılı hepsi o mezheptir. (1)
Sayın yazar ve onun âleti olmuş kişiler Muhammedî
olmakla Şâfi’î veya Hanefî olmak arasında aşılmaz bir fark
bulunduğunumu söylemek istiyorlar dersiniz? Hanefî ve
Şâfi’i’ler Kitab ve Sünnet’i bir yana atmışlar da İmam-ı A’zam
Ebû Hanîfe ve İmamı Şafi’î’nin meşhur Alman Müsteşriki
ŞAHT’ın dediği gibi kendi kafalarından uydurdukları yeni bir
dîne ve Kitab ve Sünnete dayalı gibi gösterdikleri yeni bir hukuk
sistemine mi tâbî olmuşlardır, acaba? Aynı kitabın bir başka
yerinde yer alan şu cümleye bakınız: “Bunun içindir ki
yanılıpda kendilerini (Müctehid İmamları kastediyor) din vâz’ı
(Şâri’= ALLÂH) zannetmesinler...” (2)
Âlimi, câhili, bileni, bilmeyeni, hâsılı kalbinde zerre kadar
îman bulunan her insanın, bu sözün korkunçluğunu,
(1)Bak: Hayreddin Karaman tarafından sadeleştirilip bazı
notlar eklenerek Diyanetteki bazı taraftarlarının desteği ile Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları arasında
bastırılan Muhammed Abduh’un talebesi M. Reşid
Rızâ’nın yazdığı - İslâm’da Birlik ve Fıkh mezhepleri,
mezâhibin Telfîkı ve dinin bir noktaya cem’i-adı altında
basılan (Esas ismi - Islâhatçı ve Taklîdcinin karşılıklı
konuşmaları) olan kitab: Sayfa : 169, Yayın No: 157
Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara — 1974
(2) Bak : Aynı kaynak Sayfa : 159
MEZHEPSİZLİK 8
çıkarabileceği fitnenin dehşetini farkedemiyeceğini söylemek
kadar ekmel yaratık insana sürülebilecek bir leke varmıdır?..
Mezheb İmamları kendilerini hâşâ ALLÂH yapıyor,
müntesipleri de onlara ALLÂH diye tapıyor. Hangi insafın,
hangi vicdanın dilidir bu! Hangi mümin sâdece böyle bir
cümlenin içinde yer aldığı bir kitabı, dîni hakkında geniş değil,
dar bir bilgiye bile sahib olmayan insan topluluklarına
sunabilir?..
Bu kitabın satırları arasında yer alan şu cümleler, bize bu
mezhebsizlik çığırtkanlarının çeşitli büyük Âlimlerimiz,
Fakihlerimiz, hatta mezheb İmamlarımız ve hatta bizzat Kur’ân-
ı Kerîm’den delil diye getirdikleri nakillerin ve bu delilleri
sunuş tarzlarının ne kadar cambazca olduğu, Âyet ve hadîsle
ne türlü oynadıkları ve balçıkla sıvanamaz gerçeği nasıl ters
gösterdiklerini açıkça ortaya koymaktadır.
İmamların, ictihâd ve görüşlerinin Kitab ve Sünnet’deki
Nass’larına uygunluk veya aykırılığını kim tâyin edecektir?
Kur’ân-ı Kerîmi, Nâsih-Mensûh, muhkem-müteşâbih, Sebebi
Nüzûl, lâfızların çeşitli mânâlara delâletleri vb. ile ezbere bilen;
yüzbinlerce hadîsi çoğu kere râvîlerinin ağzından alarak, tahsis,
ta’mim, takyîd, senet, mevsûkiyet, metin, Sebeb-i Vürûd v.b.
bilgilerini tümüyle ihâta etmiş ve ezberlemiş olan mezheb
İmamları mı?... Yoksa bu mezhep düşmanları mı dersiniz?!..
Adamlar, mezhep İmamları arasındaki ufak tefek fikir
farklılıklarını, görüş ve nass’larını kendi inhisârları altında
sansüre tâbi tutuyorlar. Ne diyorlar bakınız:
“Bir kimse Kitab ve Sünnet’in apaçık nass’ları
dururken, bunlara aykırı olduğu halde, mezhebindeki görüş
ve içtihâdı tatbik ederse kıyamet gününde kendisini bırakıp
kaçacak olan taklîdcinin (Dört İmamı taklîdci yapıyor)
sözüne bakarak dininin temelini terketmiş olur. Çünkü,
kendisi de taklîdci olan bir kimseyi taklîd etmek harâmdır.
Bu kimseler şu Âyetin muhatâbı olurlar: “NİTEKİM
9 MEZHEPSİZLİK
KENDİLERİNE UYULANLAR, AZÂBI GÖRÜNCE
UYANLARDAN
UZAKLAŞACAKLAR
VE
ARALARINDAKİ BAĞLAR KOPACAKTIR.” (3)
Bu Âyet-i Kerîme aslında lafız ve mânâca bir önceki Âyet-i
Kerîmeye bağlıdır. Çünkü Arapça’da zaman demek olan (iz) ile
başlamaktadır. Bu (iz) başında bulunduğu terkib veya cümleciği
ana cümleye veya ana cümleye bağlı bir başka cümleciğe bağlar.
Türkçe’de bile zaman kelimesiyle biten bir cümleciğin ana
cümleye bağlı tâli bir cümle olduğunu bir çocuk bile anlar.
Meselâ: “Ahmed derse, zil çaldığı zaman geldi.” cümlesinde “zil
çaldığı zaman” cümleciği “Ahmed derse geldi” cümlesine
bağlıdır. Burada “Nitekim” kelimesi zaman kelimesinin yerini
aslâ tutamaz. Misâl verdiğimiz bu cümle içerisindeki “Zaman”
kelimesinin yerine “Nitekim” i koyarak cümleyi tekrarlıyalım:
“Ahmed derse, zil çaldığı nitekim geldi.” Olmaz ama “Ahmed
derse geldi. Nitekim o zaman zil çalmıştı” şeklinde kısa cümleler
hâline getirilebilir. Fakat hiçbir zaman “Nitekim” kelimesi
“Zaman” kelimesinin yerini tutmaz, Ayrıca Âyeti kerîmenin
başındaki bu (iz), erbâbının bileceği gibi, bir önceki Âyette
bulunan “iz” den bedeldir. Yâni mânâca ona bağlıdır. Bu duruma
göre Âyetin mânâsı şöyle olmalıdır: “İnsanlardan ALLÂH’tan
başka kimseleri (tağlîb tarikiyle eşya’yı da içine alabilir) putlar
edinenler de vardır. Onlar (putperestler), onları (putları),
(mü’minlerin) ALLÂH’ı sevdiği gibi severler. (Puta taparak
kendilerine) zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün
kuvvetin Allâh’a âit olduğunu ve Allâh’ın gerçekten pek
çetin bir azabı bulunduğunu bilselerdi. O zaman
(göreceklerdi ki) arkalarından uyulup gidilenler kendilerine
uyanlardan hızla uzaklaşmıştır. Aralarındaki bağlarda
kopmuştur.”
(3) El—Bakara: 166. İslâm’da birlik ve Fıkıh mezhepleri,
Mezâhibin Telfîki ve İslâm’ın bir noktaya cem’i, Sh:
156, Diyanet İş. Baş. Yayınları No: 157 Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara — 1974
MEZHEPSİZLİK 10
Dört mezheb İmamını taklîdci, müntesiblerini de onların
taklîdcisi
saymakla
yüreğini
soğutamıyan
adamcağız
görüyorsunuz ki “Bu gibi kimseler şu Âyetin muhâtabı olurlar”
demekle dört mezhep İmamını put, onların mezheplerine katılan
bütün müslümanları da putperest yapmaktadır.
Şâyet adı geçen Âyet-i Kerîmeye benim vermeye çalıştığım
mânâya îtimâd etmezseniz, Muhterem Hocamız Rahmetli Hasan
Basri Çantay’ın verdiği mânâyı aynen aktarıyorum: “İnsanlar
içinde ALLÂH’tan gayrisini (Ona) emsâl edinen adamlar da
vardır (Bunlar putlara tanrı diye taparlar yahut bir takım
azılı adamları tanrılaştırırlar) ki onlara ALLÂH’a olan sevgi
gibi muhabbet beslerler, İman edenlerin ALLÂH sevgisi ise
(Herşeyden) sağlamdır. (Allâh’a eş tutarak nefislerine)
zulmedenler azabı görecekleri zaman bütün kuvvet (ve
kudret) in hakîkaten ALLÂH’ın olduğunu ve ALLÂH’ın
hakikaten pek çetin azâbı bulunduğunu (gözleri ile görür
gibi) bilselerdi; o zaman (göreceklerdi ki) arkalarından
uyulup gidilenler kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşmıştır.
(Hepsi) o azâbı görmüşlerdir. Aralarındaki ipler
(münasebetler) de parçalanıp kopmuştur.”(4)
Artık dört mezhep İmamını, insanları tepelerine vura vura;
“Bize tapacaksınız” diye zorlayan ve halkı kendilerine taptıran
Firavunlar olarak kabul etmenin ne demek olduğunu sizin
iz’ânlarınıza bırakıyorum. Başka hiçbir şey olmasa dahî,
ALLÂH’ın Âyetini böylesine istismâr eden kimselere aslında
mezhepsiz demek bile azdır.
Daha da i’timâd etmiyorsanız, Elmalılı Hamdi Yazır
hocamızın tefsirinin birinci cildinin 572. Sayfasına
bakabilirsiniz. (5)
(4) Hasan Basri Çanlay: Kur’ân-ı Hâkim ve Meâl-i
Kerîm, Cild: 1 Sh: 46—47 Âyet, 165—166. Ahmed Sait
Matbaası, İst. — 1965 Beşinci Baskı.
(5) Bak: Hak Dini Kur’ân Dili, Cild: 1, Sh. 572, Nebioğlu
Basımevi, 1968
11 MEZHEPSİZLİK
Evet: Âyet-i Kerîmede geçen “Endâd” kelimesinin mânâsı
içerisine Allâh’ı bırakıp kendisine Allâh gibi sevilip tapılan
herşeyin girdiği düşünülebilir. Ama, Allâh’ın kitabı ve
Rasûlünün sünneti dışına çıkmamak için hayatlarını vermiş,
insanlık târihinde görülmedik ferâgat ve fedâkârlıklara katlanmış
bu yüce kişilerin Allâh’a şerik koştuklarını ve mezheplerine o
günden bu güne tâbi olagelmiş milyarlarca müslümanın,
imâmlarına tapan kâfirler olduklarını söylemekten Allâh’a
sığınırım. Söyleyenlerin karşısına da ne pahasına olursa olsun
çıkmayı bir farz bilirim.
Bir müslümana kâfir diyen kâfir olduğuna göre, bu adamlar
dört İmamdan bugüne kaç mezhepli gelip geçmişse ve kıyâmete
kadar onlara kaç Müslüman tâbi olacaksa o kadar ve o sayıda ne
olacaklarını siz söyleyin...
Bütün dertleri dört mezhep olan bu adamlar sanki onun
dışında sataşmaya lâyık hiçbir zihniyet ve mezheb yokmuş gibi,
sanki târih boyunca çıkan bütün felâketlere bu yüce İmamlar
sebeb olmuş gibi bu defa da onların fitneye, tefrikaya ve mâ’sûm
insanların kanlarının dökülmesine sebeb olduklarını ileri
sürerken, bu duruma delil gösterdiği Âyet-i kerîmeyi nasıl
yerinden oynatıp kendi sapık fikirlerine, ne şekilde âlet ettiklerini
bir de şu sözlerinde görelim: “Tarihi açta... ehl-i sünnet
mezhebinde olanlar, meselâ Eş’ârîlerle Hambelî’ler,
Hanefî’lerle Şafi’î’ler, Şafi’î’lerle Hambelî’ler arasında
meydâna gelen çelişme ve döğüşmeleri oku...” (6)
Bugün Müslümanların oturduğu memleketler gözden
geçirilir, bu mezheblere mensub olanların çoğunun
nüfûsunda, dînin ne kadar zayıf olduğuna dikkat edilirse,
aralarında şiddetli bir şekilde harb ve mücâdele ateşinin
hüküm sürdüğü görülür. Görünüşte birlik içinde oldukları
zannedilirse de, kalblerinin birbirinden ayrı olduğu anlaşılır.
Nasıl ki Cenâb-ı Hak kendilerinde îman olmayanları anlatır
(6) Bak: İslâmda birlik ve Fıkıh mezhepleri, Mezâhibin
telfiki ve İslâm’ın bir noktaya cem’i, Sh: 27
MEZHEPSİZLİK 12
ken şöyle buyuruyor: “SEN ONLARIBİRLİK SANIRSIN,
HÂLBUKİ KALBLERİ BAŞKA BAŞKADIR.”(7)
“Zâten tefrika içinde yaşayan ferdlerin... İmânıda yok
demektir ya... Birçok memleketlerde Hanefî’lerin Şafi’î’lerle
namaz kılmadıkları görülüyor... Müslümanlar... Herhalde
bir ıslâhatâ şiddetle muhtaç olduklarını anladılar...
Allâh’dan öyle ümid ediyoruz ki buna muvaffak olacak
kimseler, dâvete dînî ıslahattan başlayanlardır. Çünkü bütün
ıslahatın dayanağı ancak dinde yapılacak ıslahattır. Dâvet ve
rehberlik olmadan ıslahat olmayacağı gibi, delilsiz ve
huccetsiz ıslahat da makbul değildir. Halbuki taklîd
bulundukça delil ve huccet olamaz.” (8)
Bakınız burada da Âyeti kerîmenin hem baş tarafını, hem
son tarafını kesmiş... En iyisi size yine Hasan Basri Çantay
Hocamızın, delil olarak getirilen bu Âyete verdiği mânâyı aynen
nakledeyim de kararı kendiniz veriniz: “Onlar (yahudiler ve
münafıklar) müstahkem kasabalarda yahut duvarlar
(siperler) arasında bulunmaksızın sizinle toplu bir halde
vuruşmazlar. (Allâh ile ve peygamberi ile muharebe
edenlerin kalblerine Cenâb-ı Hak korku verir, cesûrlar
korkak, şerefliler alçak olurlar.) Kendi aralarındaki savaşlar
ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın. Halbuki kalbleri
darmadağındır. Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar akıllarını
kullanmaz bir kavimdir.” (9)
Evet, “Haşr” Sûresinin 14. Âyetinin tümü mânâ olarak
budur. Bu mânânın içerisinde ne on üç ve ne de onbeşinci
Âyetlerden tek kelime yoktur.
(7) EL—HAŞR: 59/14
(8) İslâm’da birlik ve Fıkh mezhepleri, mezâhibin telfiki ve
İslâm’ın bir noktaya cem’i, Sh: 28-30-31 Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara — 1974 Diyânet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Sayı: 157
(9) Beyzâvî, Medârik
13 MEZHEPSİZLİK
Hani meşhûrdur, yahûdî dönmesi namaz kılmazmış.
Kendine niye kılmıyorsun? denince: Cenâb-ı Hak öyle buyurdu
da ondan... Ne buyurdu? "Lâ takrabü’s-Salâte: Namaza
yaklaşmayınız" buyurdu... Pekî, canım, sen şu Âyetin sonunu
okusana... dendiği zaman: Ben bu kadarını okudum ve onunla
amel ettim. Gerisini de sen oku onunla da sen amel et...demiş ya,
aynen onun gibi... Burada da mubârek adam, meâl’den açıkça
anlaşılacağı gibi hepimizin de Elhamdülillâh iftihârla içinde
dâhil bulunduğumuz i’tikâd ve amelde hak bildiğimiz
mezheblere tâbi olan bütün müslümanları Allâh ve Rasûlü’ne
harb açmış Yahûdi ve Münâfıklar yaptı çıktı işin içinden...
Herhalde, gene kendi yoldaşlarınca Müctehid sayılan Reşid Rızâ
Bey’in verdiği târihî ve içtimâi bilgiler de bu kabildendir.
Hani şu bizim gazetecilerin “Müftünün keçisi çalındı”
yazacak yerde, “Müftü keçi çaldı” diye punta attıkları gibi zavallı müftü hem keçiden oluyor, hemde kendi şahsında dîni ile
alay ediyor - ...Hak mezheb müntesiplerinin birbirlerine düşman
oldukları da böylesi yalanlardandır. Birbirinin arkasında namaz
kılmadıkları da, hele birbirlerini mezhep ayrılığı yüzünden
öldürdükleri, kılıflanması imkânsız olan korkunç bir iftirâdır.
Bugün müslümanların darmadağınık ve zayıf olmaları ise
mezhebleri
yüzünden
değil,
mezheblerine
sağlam
bağlanmadıkları ve mezheblerinin gereğini hakkıyle yerine
getirmedikleri içindir. Yoksa her hak mezheb müntesibi belki
birbirine kendi mezhebinden olan müslümanlardan daha çok
hürmetkârdır. Yoksa bu adamlar, bu gibi yalanlarla
müslümanları birbirine mi düşüreceklerini sanıyorlar. Avuçlarını
yalarlar...
Belki de bu adamların ve bunların te’sirine kapılmış
uydularının tümünü kapsayan bir müstakil eser yazmam
gerekecektir. Gerekirse ve sağ kalırsam inşaallâh bunu da
yapacak ve bu hususları da Müslümanların gözü önüne müdellel
olarak sereceğim. Türkiye çapında dellâllarının kimler olduğunu,
kimleri kandırdıklarını ve kimleri bilhassa peşlerinden
MEZHEPSİZLİK 14
sürüklemek istediklerini gerekirse vesikalarla isbât edeceğim. Bu
tezvir üslûbuyla kundakladıkları yalanlarına ALLÂH’ın Kelâmı,
Rasûlünün sünneti ve büyük Fakîhlerimizin sözlerini nasıl birer
kundak ve kılıf yaptıklarını teker teker tevsik edecek ve hangi
yandaşlarının nerelerde, ne gibi faaliyetler gösterdiklerini birer
birer gözlerinizin önüne sereceğim. Gerekirse inşâallâh...
Yukarıda da söylediğimiz gibi İslâm dininin, rafa konmuş
olan Kur’ân’ın bu acıklı durumu yetmiyormuş gibi, adamcağız
bir de ıslahattan, devrimden dem vuruyor. Devrile kalasıların
dellâllığını yaptıkları fikri görüyormusunuz... Be adam, zaten
kaldırmışsın daha ne istiyorsun? Raftaki duran Kur’ân’ın
varlığıda mı seni rahatsız ediyor da devrim yapacaksın. Şu
mâhûd, Osman Nûri Çerman’ın dediği gibi, Câmilere sıralar,
duvarlarına Türk büyüklerinin resimleri... Namazda okunan
sözlerin Türkçe ve duâların içine târihî dehâların sözlerinden
seçmeler de koyuver de bu iş olsun bitsin bâri...
Burada size tâ o zaman yapmak istedikleri devrime, kızım
sana söylüyorum, gelinim sen işit hesabı, bir aşüftenin çift
buudlu cilvesi edâsıyla söylenmiş olan şu sözlerini de sunayım.
Zira bu sözü Reşid Rızâ Menâr mecmuasında yazdığı zaman ne
Türkiye’ de, ne diğer İslâm devletlerinde din ile devlet
birbirinden ayrılmış değildi. Cilveye bakın: “Fakat bunları
(Avrupalılar) din ve mezhep ihtilâfı yüzünden uğradıkları bu
zayıflama ve dağılmanın ilâcını da... -Din ile siyâseti
birbirinden ayırmak- sûretiyle bulduklarından,
bugün
siyâsetlerinde ve diğer işlerinde dînin önemli bir te’siri
yoktur. Fakat şurası bir gerçektir ki... Din adamları, dînî
kanun ve kâidelerin tabiat kanunlarıyle beraber seyrini
temin edecek şekilde bir ıslâhatı acele gerçekleştirmedikçe
“bir müddet sonra da olsa” herhalde İslâm hükümetleri de
din ile siyâseti birbirinden ayırmaya mecbûr olacaklardır...”
Tabii fikir delilsiz delil de yalansız olur mu? Al sana delil,
hemde Kur’ândan:
15 MEZHEPSİZLİK
“...Allâh’a yönelerek O’na karşı gelmekten sakınınız,
namaz kılınız; dinlerinizde ayrılığa düşüp fırka fırka olan,
her fırkasınında kendinde bulunan ile sevindiği
müşriklerden olmayınız.” (10)
Be mubârek adam, şunu açıkça söylesene... Avrupalı
sevgililerim İslâm devletlerine baskı yaparak, Din ile siyâseti
yakında birbirinden ayırtacaklarını bana söylediler desene...
Neye oyana buyana kıvırtıp duruyorsun...
Sonra sık sık taklîd üzerinde duran bu kimseler, taklîdi
hiçbir taksîmâta tâbî tutmaksızın amansız bir şekilde tenkîd
etmektedirler. Bir çocuğunuz var, sizin namaz kıldığınızı
görüyor, heveslenerek sizinle namaz kılıyor. Aynı çocuk, bir
başkasının hırsızlık yaptığını görüyor, bu defada arkadaşının
eşyasını çalıyor. Bu iki işin her ikisi de taklîddir. Ama biri namaz
kılmayı taklîd, diğeri hırsızlık yapmayı... Şimdi bu iki taklîdin
her ikisi de birbirine denk olur mu? Mezhebsizlerse taklîdi
nerdeyse puta tapmayı, Allâh’a tapmayla eşit sayacak derecede
şiddetle reddetmektedirler. Bakınız Reşid Rızâ bu konuda neler
söylüyor: “Fakat hiç şüphe yok ki, bu mukallidler (Hanefî,
Şâfi’î, Mâliki ve Hambeli’leri kastediyor) taklîd mevzuunda
bu kadar ileri gitmeleriyle, müctehid İmamların yolundan
yürümüş olmuyorlardı. Çünkü bunlar müctehid İmamların
davranışlarını ahlâk ve gidişlerini taklîd etmiş olsalardı,
hükümde hatâ etmesi veya bilmemesi câiz olan hatâdan beri
(ma’sûm) olmayan kimseler: (İmamlar) ın fikirleriyle amel
edip de hatâdan berî mâ’sûm olan peygamberin hadîsini
terketmezlerdi.” (11)
Görüyorsunuz ki burada da açıkça kitab ve Sünnet’in
ma’sûm, sanki Kitab ve Sünnet dışında hükmediyorlarmış gibi,
müctehid İmamların ma’sûm olmadıklarını, hatâ ettiklerini
(10)Kur’ân-ı Kerîm: Er-Rûm: 30/30-32, İslâm’da Birlik ve
Fıkh mezhepleri, Sh. 96
(11)İslâm’da Birlik ve Fıkh Mezhepleri, Sh. 82
MEZHEPSİZLİK 16
söylüyor. Oysaki bizim bildiğimiz ve bütün Mudakkik
Âlimlerimizin icmâ’ ettiği gerçek şudur ki: Hatâdan berî olan,
Kitab ve Sünnet’in lâfızları ve sözleri değil, bu sözlerden
Cenâb-ı Hak ve Rasûlünün kast ettikleri mânâlardır,
Ma’sûmluk, kusursuzluk sözü aslında Allâh ve O’nun
desteğindeki Rasûlüne yapılan bir isnattır. Yani Allâh ve
Rasûlü kusursuzdur tamamen... Kabul... Kusursuza isnâd
edilen veya kusursuz ve ma’sûm olandan sâdır olan söz mânâ
ve muhtevâca kusursuzdur, onun sözünde hatâ diye birşey
yoktur.. Buda tamam.. Amma bu ma’sûm, hatâdan beri
varlığın ma’sûm sözünün, her zaman hatâ edebilen insan
tarafından anlaşılması ve değerlendirilmesi noktasına gelince
durum değişir. Bu sözü bakarsın, yukarıda misallerini
gördüğümüz gibi kâfir, kendi dâvâsına delil getirir, şerre âlet
eder mü’min kendi dâvâsına delil getirir; hayra, Allâh ve
Rasûlünün râzî olduğu ve o sözle kast ettiği hak ve gerçeğe âlet
eder. İşte esâs maksadı gösteren bu mânâ ne nisbette isâbetli
tâyin edilebilirse, Kitab ve Sünnet’in ma’sûmiyeti o nisbette
korunmuş ve değerlendirilmîş olur.
Zaten, Allâh kendilerinden râzî olsun, İmamlarda bunu
sağlamışlardır. Bunun için görüşleri bazen biribirinden farklılık
arzetmiştir. Onları Allâhu Teâlânın murâdının kendi görüşleri
olduğu inancı dışında hiç bir müessir birbirinden ayırmış ve
farklı görüşler serdetmelerine yol açmış değildir. Görüyorsunuz
ki,ma’sûm olan aslında Allâh ve Rasûlünün kelâmı değil, onların
Âyet ve hadîsleriyle kast ettikleri mânâdır. Mânâ... Bence esâs
donukluk ve donduruculuk, esas sapıklık ve saptırıcılık, ehliyeti
sâbit yüce müctehidlerimizin ta’yinine çalışmış oldukları bu
mânâdan, taklîdcilik, taassup ve ihtilâf ayağıyla Müslümanları
uzaklaştırmaya çalışmak, Allâh ve Rasûlünün murâdına en
uygun hükmü bulduklarında Ümmet-i Muhammed’in söz birliği
ettikleri yüce İmamlarımızdan, câhil halkımızı Câhilliklerinden
faydalanarak uzaklaştırmaya çalışmaktır.
Hepimiz biliyoruz ki, İslâm dîninin gerçek sahibi ve hak
17 MEZHEPSİZLİK
yolda müntesibi olan insanlar sâdece bu dört mezhep içerisinde
toplanmış ve bunlar dışına çıkmamış olan insanlardır. Bunlar
dışına çıkan herkes sapıtmış, her fırka dağılmış, her mezhep ve
her fikir yok olmuştur.Bunların hemen hepsi bir takım zehirli
zararlı, sapık fikirleriyle târihe gömülmüş gitmişlerdir. İyi kötü,
zayıf kuvvetli, bugün gene müslüman deyince hepimizin aklına,
bu dört mezhep kal’asıyla dînini, îmânını koruyabilmîş insanlar
gelir. Her halde bu dört mezhebde bir sapıklık bir çarpıklık
olsaydı, tâ ikinci asırdan onüçüncü asrın sonuna kadar geçen
onbir asırlık devrede çıkan sayısız sapık mezhepler içerisinde, bu
mezhebler de kaybolup giderdi. Bunca asır kurulmuş, bunca
İslâm devletleri, yetişmiş bunca büyük Âlim ve Fakîhler içinde
bir tanesi kalkar da bu mezheplerin sakatlığı, kör taklîdciliğe yol
açtığı fitne, fesat ve ihtilâf kaynağı olup bunlara uymanın harâm
olduğu gibi bir fikir ileri sürerlerdi. Şimdi, bizde, onbir asırlık
devreyi içine alan, sayıları belki tirilyonları aşan müslümanları,
bu mezhebsizlik dâvetçilerine uyarak, bizdendir, içimizden
olanları var diye; sapıktır, İmamlara tapıktır; İslâm’a papalık
kaidelerini getirenler, Cennete daha dünyada iken bilet
kestirenler bu İmamlar ve bu İmamlara uyanlardır mı diyelim?!..
Gövdeniz titremiyor mu bu bühtân-ı azîm’den!..
İftirâ ediyorum sanıyorsanız, buyurun bütün kitabları
piyasada, kendileri de meydandadır. Üşenirseniz bu kabilden
yüzlerce sözlerinden biri de işte:
“Taklîtçilikte bu kadar ileri giden mezhebliler,
Kur’ân’dan bile yan çiziyorlardı. Bunlardan bazıları ise
İslâm’a papalık kaidelerini sokmaya cür’et ediyor ve şöyle
diyorlardı. Şu halde onlar (Mezheb İmamların)ın her
söylediğini Kur’ân’a muhâlif bile olsa almak, onlarla amel
etmek gereklidir. Aykırı geldiği zaman onlarla amel etmek
bir yana, dînin hüküm ve bilgilerini Kur’ândan almaya
kalkışmak bile câiz değildir.” (12)
(12) Bak: İslâm’da birlik ve Fıkh Mezhepleri, Sâdeleş-tiren:
H. KARAMAN Sh. 83 Diyânet İş. Baş. Yay. Sayı:157,
Türk Târih Kurumu Basımevi Ankara, 1974
MEZHEPSİZLİK 18
Buraya kadar sarf etmekten kendimi alamadığım, aslında az
bile olan sert ve iğneli sözlerimi bilmem burada ma’zûr
görebildiniz mi?
Dinin hükümlerini Kur’ân’dan alıp öğrenmek câiz değil
diyen kim ki? Bu adamlar bu korkunç iftira ile Alman
Müsteşriki ŞAHT’ı tasdik etmiyorlar mı dersiniz? O zât,
tercümesini sunduğumuz bu kitabın satırları arasına alınmış olan
şu sözleriyle aynı şeyi söylemiyor mu acaba: “İSLÂM DÎNİ
ASLINDA BİR BEDEVİ ARABIN BİRKAÇ DAKİKA
İÇİNDE ÖĞRENEBİLECEĞİ BİR BASİT DİNDİR. BU
DİN’LE DEVLET SİSTEMİNİN HİÇBİR İLGİSİ
YOKTUR.MEZHEB İMAMLARININ TE’LİF ETTİKLERİ
İSLÂM FIKHI İSE SEÇKİN HUKUK DEHÂLARININ
ORTAYA KOYDUKLARI VE KİTAB VE SÜNNETE
İSTİNÂD ETTİRMEYİ (Bağlı göstermeyi) UYGUN VE
FAYDALI BULDUKLARI BÎR HUKUK SİSTEMİNDEN
BAŞKA BİRŞEY DEĞİLDİR.” Tasavvur edebiliyormusunuz
işin vehâmetini… Fikrin ayniliğini… Durun, haksızlık
etmiyelim. Elin gâvurunun hakkını yemiyelim. Bu müşteşrik
bizim mezhebsizlerden: “Üstün hukuk dehâları” sözüyle
ayrılıyor. Bu hiç değilse yüce İmamlarımıza bir müşteşrik
domuzunun methiyesidir. Mezhepsizler, İmamlarımıza bunu bile,
kendi kuru iddiâlarına onları âlet çabası dışında, aslâ revâ
görmedikleri gibi, dört İmama bağlı kalmış binlerce âlim ve
fakîhlerimizin de bu davranışlarını hiç hoş karşılamıyorlar.
İstiyorlar ki, fukahâ, başlattıkları bu fitneyi önceden başlatmış
olsunlar. Kendileri de bunun sonucunu daha çabuk ve daha kolay
alabilsinler.
Uygulamada
ve
halkın
câhillikten
mütevvellid
davranışlarında gördükleri pürüzleri sert bir dille tenkid etmekten
çekinmemiş, bazı yüce Âlim ve Fakîhlerimizin sözlerinden bazı
cümleleri de mevzuun tümünü göz önüne almadan istedikleri
gibi kırpıp, kendi iddiâlarına delil getirmeye kalkıyorlar. Sözün
siyâk ve sibakını gözetmeden, hangi şartlar ve te’sirler altında
kalarak söylenmiş ve yazılmış olduğunu hesaba katmadan, mal
19 MEZHEPSİZLİK
bulmuş mağribî gibi kırpıp kırpıp da: İbn-ül Kayyim şöyle dedi,
İbn-i Hümâm böyle dedi, İbn-i Haldun şu türlü mukaddimeledi
vb. nakillerde bulunuyorlar. Yani bu fukahânın şu veya bu
cümlesi, kendilerinin dört mezheb bombardımanını desteklemiş.
Mümkün mü be kardeşim, mümkünmü bu... Delil diye sözlerini
aktardığınız bu zatların herbiri birer hak mezhebe bağlı zâten,
hem o seviyede Âlim olsun, hem de bindiği dalı kessin;
mezhebine bağlı bulunduğu imâma veryansın etsin, mümkün mü.
Bu mümkünse şâyet, neden hiçbiri mezhebinden ayrılmamış da
hâşâ İmamının dîni ve Alah’lığı üzere dünyâdan göçüp gitmiş?!..
İnkâr etmiyoruz, insan, mezhebine bağlı olduğu imâmın
görüşlerini mütâlâa ederken, öğrenirken, diğer imâmların
görüşleri ile karşılaştırabilir. Kendi imânının delillerini, diğer bir
imâmın delilleri muvâcehesinde düşünür ve ona bazı noktalarda
kendi imâmı, bazı hususlarda da öbür İmam daha isâbetli gibi
gelebilir, ama, hangisinin hükmünün Murâd-ı İlâhî’ye daha
uygun olduğu üzerinde kesin söz söylemek, bizim bildiğimiz,
çocuk çoluğun değil, Müctehîd’in işidir. Hâ!.. Durun... Bunlar da
müetehid idi ya... Ismarlama ilede olsa bu hadîsleri öğreniverirler
olur biterdi ya. Özür dilerim o zaman.
Güzel amma, Kütüb-ü Sitte herkesde var. Sende de var,
bende de var. her üç beş bin lirayı verende de var sayılır her an...
Amma bunların hiçbiri Kalkıpta, hâşâ huzurdan, ben müctehidim
dememiştir hiç bir zaman. Ya da ben müctehidim havasına
girmediği gibi, böyle bir şeyi hayâlinden de geçirmemiş... Buna
ne dersiniz? Ama adamlar müctehidlermişimiş de, farkında
değillermiş, biz uyardık kendilerini mi diyeceksiniz?... Bu Hadîs
kitablarını süs içinde olsa Kütübhânelerinde bulunduran herkesi
Müctehid mi yapacaksınız?.,. Yoksa bu noktaya gelince, durun,
falan Mutlak Müctehididimiz, Filân Mukayyed Müctehidimizdir; o ona, öbürü ötekine bağlıdır. Muhtemel fikir
ayrılıkları böylece önlenir mi diyeceksiniz?! Peki önlendi, her
türlü kötü ihtimâller ortadankalktı. Yapmayı tasarladığınız bu
“Din Islâhâtı”nı nasıl ve nerede uyugulayacaksınız? Tertip
MEZHEPSİZLİK 20
edeceğiniz yeni (!) kanunları kime tatbik edeceksiniz?! Bu gibi
şeylerdeki hünerlerinizden bazılarını yakînen gördük.. İslâmî
ilimler Akademileri Kânun taslağındaki mahâretiniz, teşkîlatçılık
ve tekelcilikteki gayretiniz, her muhâl’i mümkün, her olmazı olur
kılacak güçte olduğunu gösterdi...
Bunu da yaptınız, her bir müesseseye sâdık taraftarlarınızı
koydunuz. Jet Müctehidlerinizi her bir ilim ve fikir müessesesine
yerleştirdiniz ve böylece bütün su başlarını da tuttunuz. Bir
cemiyeti ayakta tutan. Siyâset, iktisat, istihbârat, mâliye, basın ne
var ise hepsini tıkır tıkır yürüttünüz. Doğru-yanlış, zorla şerle her
neyse, tanzim edeceğinizi söylediğiniz kanunları halka uygulaya
bildiniz. Peki şimdi sizde, fikirleri insanlar tarafından taklîd
edilen, ma’sûm olmayan ve hatâ edebilir insanlar olduğunuz
halde tesbit ve tanzim ettikleri görüşler, halka uygulanan kusurlu
insanlar durumuna gelmiyormusunuz?! Evet bu duruma gelmiş
oluyorsunuz. O zaman dört imâma ve mezheplerine isnâd ettiğiniz donukluk, taklîd, cümûd, sapıklık gibi vasıflar sizin için de
vârid olmuş olmaz mı?!... Siz de kendi ifâdenizle dört imâm gibi
Allâh ve Rasûlü ile müslümanların arasına dikilmîş putlar olmuş
olmaz mısınız?! Eee…Ha o put, ha bu put. Hâşâ, sana
tapacağıma dört İmama taparım. Ne farkeder?!...
Eğer Fıkıhçılarımız, şu helâldir, bu harâmdır deme hakkının
sâdece Fakîh ve Müctehid’lere âit olduğunu söylemişlerse bunda
istismâr edecek ne var? Peki, her önüne gelene, Cenâb-ı Hak
şöyle buyurdu, dolayısıyla bu helâl; Rasûlüllâh böyle buyurdu;
dolayısıyla bu harâmdır deme yetkisini tanısanız, durum ne
olur?! Ama bakınız adamları ne diyor ve bunu nasıl istismâr
ediyor: “Fakîhlerden bazıları: Hiç bir kimse için şu helâldir,
şu harâmdır; çünkü Allâh böyle buyuruyor, Rasûlüllâh böyle
buyuruyor demek câiz değildir. Ancak filân fıkıhcı şöyle
dedi, böyle anladı bunun için helâldir demek gerekir.” (13)
(13) İslâm’da Birlik ve Fıkh Mezhepleri Sâdeşelştiren:
H. KARAMAN Sh. 83 Diyanet İş. Baş. Yay. Sayı: 157.
Türk Târih Kurumu Basımevi Ankara, 1974
21 MEZHEPSİZLİK
Bakınız, Rasûlüllâhın haklarında: “Bir Âbidden bir Âlimin
üstünlüğü ve Fazîleti, en alt seviyede olanlarınızdan benim
üstünlük ve fazîletim gibidir.” (14) buyurduğu yüzlerce büyük
Fakîhimize sürülen lekeye. Onların; Allâh’ın Kelâm’ına itibâr
etmeyin Rasûlünün Sünnetini minder altı yapın ve biz Fakîhlerin
söylediklerine bakın diyebileceklerini tasavvur edebiliyor
musunuz? Her halde bu da yukarıda misâllerini verdiğimiz
üçkâğıtçılık örneklerinden biri olsa gerektirir. Şâyet böyle bir söz
sarf eden bir iki fakîh gösterebilseler, mutlaka bu sözün de başı
sonu düşünülmeden, ya da tam mânâsıyla düşünülüp bilebile
şurasından burasından kırpmalar yapılarak buraya adapte edilmiş
olması lâzım gelir. Eğer falan Fakîh bu sözü söyledi deseydi, bu
kanaatte olan birkaç Fakihimizin ismini ve eserini verseydi, bunu
tahkik etmek mümkün olurdu. Oysa ki böyle bir kaynak yok;
olmadığına göre de böyle bir hakikat de yoktur. Şu müctehid(!)in
bu müthiş iftirânın hemen arkasından bazı fıkıhçılarımız ve diğer
müslümanlar için vardığı hükme ve verdiği karara bakınız:
“İşte gerek Fıkıhcıların ve gerekse diğerlerinin bu gibi
sözleri, Yahudi ve Hıristiyanlarda Tevrat ve İncil’in hükümlerini papaz ve Hahamlardan başkası anlayamaz şeklindeki
inancın bize de intikâl ettiğini göstermektedir. Bu ise, aynı
mevzuda onların yolunu tatbik etmek demektir.” (15)
Görüyorsunuz ki bu defa da, İmamlara bağlı olan
müslümanları, İmamları ile birlikte papazların ve hahamların
yoluna soktu. Yani Hıristiyanlıkta papaz, Yahudilikte haham ne
ise, Müslümanlıkta da dört mezheb İmamı o; dört mezheb
İmamlarına
uyanlarda,
dînini
yitirmiş
hıristiyanlar,
peygamberlerini öldürmüş Yahudiler olmuş oldular...Ama, Sayın
Reşid Rızâ ve Müctehid (!) yandaşlarının metodunda sözü öyle
(14) Ettâc-üI-Câmi’ul Usûl, Sh. 64 Ravîsi : Ebû Ümâmet-El-Bâ-hilî
(15) İslâmda Birlik ve Fıkh Mezhepleri, Sâdeleştiren: H.
KARAMAN Sh. 83 Diyânet İş. Baş. Yay. Sayı: 157 Türk
Târih Kurumu Basımevi Ankara, 1974.
MEZHEPSİZLİK 22
net söylemek yok. Onlar hep fikirlerini bir kesîf sis, bir bulanık
balçık içerisinde söylerler ki, hiç değilse halkın zihinlerini
bulandıra bilsinler. Ve her sözleriyle Müslümanların kalblerine
küfrün bir nokta da olsa kara lekesini sürebilsinler. Çünkü bu
noktaların zamanla Nazargâh’ı İlâhî olan insan kalbini saracağı
ve böylece Mezhebsizin çıktığı bu balıç avında gayesine
fazlasıyla varacağı muhakkak... Eğer açıkça söyleyecek olsalar,
herkes yalanlarını anlıyacak ve arkalarına aklı başında kimseler
değil, aptalları bile takamıyacaklardır.
Çığır açma mevzusunda da durum gene aynı. Bizim
bildiğimiz; çığır var Cennete götürür, çığır var belâya batırır.
Rasûlüllâh (S.A.V.) in şu Hadîs-i Şerîfi bu durumu açıkça
göstermektedir.
“Cerir b. Abdillâh (R.A.)’den rivâyet edilmiştir. Rasûlüllâh
(S.A.V.) şöyle buyurdu: kim İslâmda bir güzel çiğir açarsa ve
on(un ölümü)nden sonra o çığırla amel edilirse, o (çığırı açan)
kimseye, o çığırda gidenlerin sevablarindan hiç bir eksiklik
yapılmadan, açtiği çiığırla amel edenlerin, işledikleri amellerin karşiliği kadar sevab yazilir.” (16)
Rasûlüllâh böyle buyuruyor ama bakalım bu kimseler ne
diyorlar:
“Aslında kınanmış bir işi: (taklîdi) işleyen de kınanmış
demektir. Mezkûr (taklîd edilmek üzere ictihâd yapma) işi
(ni müctehid) yalnız kendine âit olmak üzere ortaya koymuş
ise, kınama ve takbîhde yalnız kendisine âit olur. Eğer onu
bir çığır hâline getirmiş, başkaları da onu taklîd etmişse, o
zaman iş başkalaşır. Hem o çığrın, hem de onu tâkib
edenlerin vebali, çığır açanların boynuna yüklenir. Bir de bu
çığrı açanın kendisi de mukallid ise, yaptığı iş daha çürüktür.
Kaldırılıp atmaya lâyıktır.”(17)
(16) Ettâc-ül-Câmi’ül Usûl K. İlm. Cild: 1 Sh. 76
(17) İslâm’da Birlik ve Fıkh Mezhepleri. Sh:84
Sâdeleştiren: H. KARAMAN Diyânet İş. Baş. Yay. Sayı:
157 Türk Târih Kurumu Basımevi, Ankara, 1974
23 MEZHEPSİZLİK
Kınanmış olan çığır veya taklîd: Kötüyü taklîd etmek, kötü
çığır açmaktır. Yoksa, iyi çığır açanın açtığı çığırda yürüyen
oldukça sevâbının, uyuyan gözün akan pınarı, sâhibinin ömür
boyu değil, ebedî gelir kaynağı olduğunu yukarıdaki Hadîs-i
Şerîf yanında yüzlerce hadîs beyân etmektedir. Bizim
müctehidler (!) puta tapmayı da taklîd, Allâh’a tapmayı da taklîd
gibi göstermekte olduklarının farkında değiller midir dersiniz?
Bence mes’ele yukarıda dediğimiz gibi, kurunun yanında yaşın
da yakılmasını sağlama çabasıdır. Eğer bu çığrı, iyi çığır ve kötü
çığır diye ayıracak olsa, dört mezheb İmamının kötü bir şeye
hükmetmiş olup olmadıklarının tesbîti akla gelecektir. Bu da,
onlara hücum etmelerine imkân bırakmıyacak olan yolun tâ
kendisidir. Umûmî anlamda taklîd deyince bunun hangi taklîd
olduğunu ayırmak ve çığır deyince kötü çığır mı? İyi çığır mı
olduğunu düşünmek kimsenin aklına gelmiyeceğini zannetmektedir. Böylece kötü çığır ve taklîd perdesi altında dört hak
mezhebi baltalayamayacaktır.
Basîret: “Hak ile bâtılı birbirinden ayırdetme gücüdür.”
Hakka dâvet ve İrşâd vazifesini yapan peygamber vârisi
âlimlerin dâima basîretle, apaçık delil ve huccetlerle hareket
etmesi, muhakemesizlikten ve zorlamadan kaçınması gerekir.
Bakınız bu hususta Cenâb-ı Hak ne buyuruyor: “De ki
(habîbim): işte bu, benim yolumdur. Ben (insanları) Allâh’a
(körü körüne değil) bir basîret üzere dâvet ediyorum. Ben
de, bana tâbi olanlar da (böyleyiz) Allâh’ı (ortaklardan)
tenzîh ederim. Ben müşriklerden değilim.”(18)
Âyet-i Kerîmede açıkça görüldüğü gibi, Rasûlullâh’ın bütün
insanlığa: “Ben de, bana tâbi olanlarda basîret üzereyiz.” diye
ilân etmesi emir buyurulmak-tadır. Haklarında Rasûlüllâh’ın :
“Âbid ve Zâhid’e karşı Âlim’in fazîleti, diğer yıldızlar karşı
sında ay’ın (üstünlüğü), fazîleti gibidir. Âlimlerin,
peygamberlerin vârisleri olduklarında hiç şüphe yoktur.
(18) Kur’ân-ı Kerîm Yûsuf Sûresi, Âyet: 108
MEZHEPSİZLİK 24
Peygamberlerden sonra kıyâmet gününde şefâat etme
hakkına sahip olacaklardır.” (19) Buyurduğu, âlimlerin
basîretsizlikle ithâm edilmelerindeki basîretsizliğe bakınız:
“Allâh’u Teâlâ Peygamberin her söylediğinin doğru
olduğunu ve hükümde hatâ etme ihtimâlinin bulunmadığını
çeşitli Âyetlerinde açıklamıştır. Bundan dolayı peygamber
lerinin yolunu tâkib edenler dînî hayatlarında tam bir şuur
ve basîret içinde olurlar. Halbuki Müctehid’lerin böyle bir
imtiyâzları yoktur. Yanılmaları tabiî ve vâkîdir. Bu
sebebledir ki peygamberlerinin sözünü bırakıp da
onlarınkini alanlar basîret üzere olmazlar; kim böyle
yaparsa o, Rasûlün yolunda değildir.” (20)
Tabii sayın Reşid Rızâ ve Şürekâsı bu görüşleri paylaşırken
kendi uydurma Müctehid’lerini değil de, bütün müslümanların
müctehid İmamları taklîd edenlerini sapıklık ve basîretsizlikle;
taklîd ettikleri İmamları da onların şahsında, sanki verdikleri
hükümlerin Kitab ve Sünnet’le ilgisi yokmuş gibi, hatâ ve
uydurukculuk yapmakla ithâm ederken, aynı zamanda Kur’ân-ı
Kerîm ve Sünnet’i de sapıklık ve Basîretsizlikle ithâm etmiş
olduklarının farkına varmıyorlar. Öyle ya, mâdem ki İmamlar
basîretsiz, hatâlı ve masum değil, bunların verdikleri her hüküm
de hatâlıdır denemez ki... Hakkında nass bulunan her hüküm
nass’a dayalı olduğuna göre İmamların hatâlı ve basîretsiz,
kendilerini taklîd edenlerin de sapık olduğunu söylemek aslında
“Kur’ân ve Hadîs sapıktır” demek anlamına gelmez mi?...
İslâmî ilimler içerisinde en çetininin, anlaşılması ve
kavranması en güç olanının Usûl-ü Fıkh olduğunu biliyoruz. Ve
bu ilmin tesbît etmiş olduğu kaidelerin hâlâ Usûl ve Metod
(19) Ebû Dâvûd ve Tirmîzi, Ebû-ud-Derdâ’dan rivâyet ettiler. Ettâc-uI-Câmi’ul-usûl, K. İlm. Cild: 1 Sh. 63
(20)İslâm’da Birlik ve Fıkh Mezhepleri, sâdeleştiren: H.
KARAMAN Diyânet İş. Baş. Yayın. Sayı: 157, Türk
Târih Kurumu Basımevi, Ankara, 1974 Sh. 90
25 MEZHEPSİZLİK
ilimlerine en verimli kaynak teşkîl ettiğini görüyoruz. Elin
gâvurunun bizleri bunlardan uzaklaştırmaya çalışırken,
kendisinin bunlardan faydalanmaya çalıştığını esefle müşâhede
ediyoruz. Bu ilmin yerleşme ve gelişmesinde büyük hizmetleri
bulunan Fakîh Müçtehid ve İmamlarımızın uyguladıkları Usûl ve
Metodlar vâsıtasıyla şahısları, mezhepleri ve müntesibleriyle
bakınız nasıl alay ediyorlar: “Şurası açık olarak ortaya çıkıyor
ki (Usûl-ü Fıkh kaidelerinin çoğu mezhep İmamlarının
sözlerini doğrulamak, onlara muhâlif olan gurubları
reddetmek için bir de Kitab ve Sünnet’le ameli terkederken
(!) mazeret diye ileri sürmek için vaz’ edilmiştir. İşte taklîd
ettiğin kimselerin Fıkıh Usûlü bundan ibârettir: Şimdi
bunların hepsini körükörüne kabul etmemiz doğru olur
mu?” (21)
Derdi imânı, dört imâm ve Müctehid Fıkıhcılar olan bu
adamların acaba arkalarından gitmemizi istedikleri insanlar
kimlerdir? Halkın hepsi denecek derecede büyük çoğunluğu
Arapça bilmez, Kur’ân ve Hadîs bilmez. Bunları onlara kim
öğretecek dersiniz? Şu aşağıdaki sözlerine dikkat edecek
olursanız sanırım bu suâlin cevabını da esrârengiz bir ifâde içerisinde burada bulacaksınız: “Herhangi bir mes’elede rey’ini
almak ve İçtihâdını benimsemek için Müctehidler arasında
aranan üstünlük, Halîfelerle diğer Sahâbeler arasında bahis
mevzuu olan üstünlük nev’inden değildir; Yani Allâh
nezdinde şunun mertebesi bundan daha üstündür mânâsında
değildir. Müctehidler arasında aranan üstünlük ölçüsü bilgi,
araştırma ve görüş kuvvetidir. Ama olur ki Allâh’ın yanında
ictihâdı kuvvetli olan değil de görüşü kuvvetli olan (bunlar
gibi böyle uydurma ictihâd yapan) daha üstündür..” (22)
(21) İslâm’da Birlik ve Fıkh Mezhepleri Sâdeleştiren: H.
KARAMAN Diyânet İş. Baş. Yay. Sayı: 157, Türk Târih
Kurumu Basımevi, Ankara 1974 Sh: (106)
(22) Aynı Kaynak Sh. 138
MEZHEPSİZLİK 26
Görüyorsunuz ki müctehidler arasında üstünlük ölçüsü,
Sahâbeler kadar temiz ve fazîletli olmak değil de, sâdece
araştırma ve görüş kuvvetiymiş. Öyle ise fazîletsiz bir adamı
getirelim, buna araştırma metodu üstün diye Müctehid’dir.
diyelim. Bugün en kuvvetli metodun Avrupa Âlim ve
Müsteşriklerinde olduğunu bütün dünyâ kabul etmektedir. Öyle
ise hurâfelerle kafaları örümceklenmiş İslâm Âlim ve Fakîhlerini
bir tarafa atalım. Ahlâk ve fazîlet aranmadığına göre
kendilerinde din, imân da aranmaması gereken bir müsteşriki
meselâ ŞAHT’ı alalım. O ictihâd etsin biz amel edelim, oldu
mu?... Zîrâ onların içinde câhiliye devri şâirlerini gölgede
bırakacak şiirler yazabilen ediblerin bulunduğunu görmekteyiz.
Sâdece mezhep İmamlarını yıkmak ve onların yerine böyle
ısmarlama Müctehid koymakla, mezhebli müslümanların
imâmlarını taptıkları birer put yapmakla, yüreğini soğutamayan
sayın Reşid Rızâ bu kere de bütün müslümanları birbirinin putu
yapıyor, inanmıyorsanız kendi gözlerinizle görünüz:
“Zaten sen zannediyormusun ki halk doğrudan doğruya
mezheb İmamlarını tâkid ediyorlar? Eğer böyle düşünüyorsan onların içine biraz gir, hemen yanıldığını anlıyacaksın.
Bunların hepsi bir birini taklîd ederler. Bunların i’tikad ve
inanç konusunda bildikleri şundan ibârettir: Allâh birdir ve
göktedir, Peygamber (S.A.V.) semâya çıkarak Allâh’ı
gördü.” (23)
Allâh gökteymiş!... Hâşâ!... Biz elhamdülillâh kendimize
Müctehidlik süsü vermiyen bir müslüman olarak adı geçen
halktan bir neferiz.
Kendimiz ve tanıdığımız herkes eciğinden cücüğüne “Allâh
zamandan ve mekândan münezzehtir” sözünü dile destan
yapmış insanlarız. Ve bütün müslümanları da sonucu küfür olan
böyle bir inanca saplanmış olmaktan tenzîh ederiz. Bu adamların
(23) İslâm’da Birlik ve Fıkh Mezhepleri Sâdeleştiren: H.
KARAMAN Sh: 138
27 MEZHEPSİZLİK
lâfı döndürüp döndürüp müslümanların küfrüne, sapıklığına,
Kur’ân ve Sünnet yolundan çıkmış olduklarına getirdiklerini
ve hatta Hz. ALİ’yi namazda sırtından zehirli hançerle
hançerliyerek Şehîd eden Hâricilerle bir tutmaya kadar götüren
şu sözlerine de dikkatinizi çekmek isterim:
“Müctehid İmamlardan yalnız muayyen bir şahıs için
taassub gösterib de diğerlerini terkeden kimse; Râfizî, Nâsıbî
ve Haricî gibi Sahâbeden yalnız birine taassub gösterip de
diğerlerini terkeden kimselere benzer. Bu ise Ehl-i Bid’at’ın
tâkib ettiği yoldur.” (24)
Artık Ehl-i Sünnet’i bir yığın sapık fikirleriyle kanlı elleri
iğrenç zihniyetleri ile yok olup gitmiş bir yığın sapık kimselere
benzeten bu insanların nasıl bir gayeye hizmet ettiklerini sizler
tâyin ediniz. Sayın Reşîd Rızâ, asıl adı mezheblerin Telfîki değil
de-Islâhatcı (devrimci) ve taklîdcinin karşılıklı konuşmaları adını
verdiği bu kitabta kendi fikirlerini bu kimseleri birbiri ile
konuşturarak veriyor.
Bu kitabta Mukallid: Mezheb İmamlarından birini taklîd
eden gûyâ donuk, sapık fikirli, dar düşünceleri sınırından dışarı
çıkamıyan, başlangıçta çoğu kere sözleri ve davranışlarıyla
gülünç gösterilen bir ihtiyar vâizdir. Muslih: Islahatçı (Devrimci)
ise din mesleği ile ilgisi yok, dînî hükümlerin delillerine inmiş,
ortaya atılan her mes’elede mezhebli mukallidi perişan eden,
İslâm dînini yeni baştan sâdece Kitab ve Sünnet’e dayalı olarak
tertip ve telif edebilecek güçte gösterilen adetâ bir dahî, bir
müctehiddir.
Onüç celse devam eden bu konuşmaların sonlarına doğru
bizim mezhebli mukallid, mezhebsiz ıslahatçıdan çok kere daha
(24) İslâm’da Birlik ve Fıkh Mezhepleri, Sadeleştiren: H.
KARAMAN Diyanet İş. Baş. Yay. Sayı: 157, Türk Târih
Kurumu Basımevi, Ankara, 1974, Sh:160
MEZHEPSİZLİK 28
ileri gitmektedir. Onun ağzından söylenen şu sözler son derece
dikkat çekicidir: “Fukahânın çoğu taklîd ettikleri mezheplerin
üzerinde donup kalmışlardır. Herhangi bir mezhebe
bağlanan başkasını görmez. Onun gözünde Kitab, Sünnet,
Din... hâsılı hepsi o mezhebdir. Adam Muhammedî olmayı
bırakıyor da Hanefî veya Şâfi’î oluyor; ne tuhaf şey! Ben
bunun sır ve hikmetini anlıyamıyorum.”.(25)
Al işte bizim mezhebli Mukallid, oldu mükemmel bir
mezhebsiz. Pek tabiidir ki aslında buradaki muslih de, mukallid
de Sayın Reşid Rızâ’nm muhayyilesidir. Bizim mukallid sâdece
bu güne kadar bağlı bulunduğu mezhebini bir tarafa atmakla da
kalmıyor, bakınız devrimciye hitaben onun büyük bir müctehid
olduğunu nası1 imâ ediyor:
“Ey fazîletli genç Artık senin geniş ve derîn bilgini kabul
ediyorum. Taklîdciliğin tek zararı, mensub bulunduğumuz
mezhebin kitablarına saplanıp kalmamız, hadîs kitablarını
ihmâl etmiş bulunmamız olsaydı, bu bile onun kötülüğünü
isbât için kâfi olurdu. Gerçek, dâima kabul edilmeye ve tâbi
olunmaya lâyıktır. Ne diyeyim bilmîyorum? Söylediklerinden
bâzıları kalbimde bir ukde, bir şüphe bırakmıştır: Kuvvetli
zekân ile beni çıkmaza düşürmüş olmandan da şüphe
ediyorum. Bir zaman Allâh’ın kontrolünde yanılmaz
Peygamber’den başkasının sözüyle amel câiz değildir,
derken, şimdi de müctehidlerin ictihâdı karşısında Hadîsin
terkedilebileceğini isbâta kalkışıyorsun. Evet söylediğin
şeylerde açık kapı bırakmıyor, en azından bir müctehid ile de
aynı görüşü paylaşmış oluyorsun.” (26)
Muhammed Reşid Rızâ El-Huseynî’ye müctehiddir diyen
sâdece bu mukallidin diliyle, yanlız kendisi değildir. Bir de çoğu
kitablarını aynı konulara hasretmiş olan Hayrettin Karaman’ın
kitablarında yer alan Reşid Rızâ hakkındaki görüşlere göz atalım:
(25) İslâmda Birlik ve Fıkıh Mezhepleri, Sh: 169
(26) İslâm’da Birlik ve Fıkh Mezhepleri, Sh. 187
29 MEZHEPSİZLİK
“Asrımızın müceddid ve müctehid âlimlerinden olan
Reşid Rızâ da îman ve mefkûre uğrunda bir ömür harcamış,
pek az muhâlifi yanında islâm dünyâsında sevilmîş i’timâd
edilmiş, fetvâ mercii olmuştur.” (27)
“Şuna hemen işâret edelim ki bu müctehidlerin (Reşid
Rızâ ile Hocası Muhammed Abduh’u kast ediyor) yapmak
istedikleri (dînî ıslâhat ve tecdidi hıristiyanlık için bahis
mevzuu olan reform kabilinden olmayıp... Kör taklîdi atıp
tercîh ve İctihâd kapısını açmak, müslümanları istiklâl ve
birliğe kavuşturmaktır.” (28)
“M. Reşid Rızâ El-Huseynî (V. 1354/1935) üstâd’ı
Abduh gibi taklîde karşı, mezhebler arası tercîh yapabilen
müctehid (dir.)” (29)
Taklîd, bid’at ve bir başkasının sözünü kabul ve tatbik konusunda kaynaklar hakkında bilgi verirken şöyle demektedir : “Kitablarında mevzuumuza en geniş yer veren müelliflerin başında. Reşid Rızâ El-Huseynî gibi zevat gelmektedir.” (30)
Taklîdde telfîkı câiz görenleri sayarken “muhakkik
âlimlerden: Şâh Velliyyullah, M. Reşid Rızâ ve Senhûrî’yi
kaydetmektedir. (31)
“Muhâverât-ül-Muslih ve-1-Mukallid” adındaki Reşid
Rızâ’nın. Kitabına yaptığı sadeleştirme eserinin başına koyduğu
hâl tercümesinde Reşid Rıza hakkında bilgiler verirken şunları
söylemekte: “Reşid Rızâ talebeliğinde Trablusgarb’daki
misyoner okuluna uğrar, onların kitab ve broşürlerini okur,
(27)İslâm Hukuk Târihi, H. KARAMAN, Sh. 213 İrfan
Yayınevi, ist. 1975
(28)Aynı Kaynak, Sh: 212, Dip not: 70
(29) İslâm Hukukunda ictihâd,
H. KARAMAN, Diy. İş.
Baş. Yay. Sh. 200, Ankara, 1975
(30) Aynı Kaynak, Sh. 206
(31) Aynı Kaynak, Sh. 227
MEZHEPSİZLİK 30
papaz ve öğretmenleriyle tartışır, içinden İslâm’ın neşri için
de böyle okulların olmasını temenni ederdi. Kararını
verdikten sonra yardım talebi için İstanbula geldi. İttihad ve
Terakki Hükümeti ve ileri gelenleri ile görüştü, va’d alıp
döndü. Bilâhere Akademinin resmî olması ve Şeyhul İslâm’a
bağlanması şartını kabul etmedi.” (32)
Reşid Rızâ’nın hocası Muhammed Abduh için de şu
kanaatlerini beyân ediyor: “Yine üstâdı (Efgânî) nin isteği ile
ve dâvasına hizmet gayesi ile Mason Cemiyetine de girmiş...
Bu da aleyhine bir puan olmuştur. Muhammed Abduh
büyük bir İslâm Âlimi, mücâhid ve müceddiddir.
Mahkemelerde, evkaf teşkîlâtında, El-Ezher’de giriştiği
ıslâhat teşebbüsleri iyi neticeler vermiştir. Müslümanların
geri kalmalarında taklîdin ve cehaletin büyük birer âmil
olduğuna inanmakta, bunun için İslâm’ın ilk üç nesilde
anlaşıldığı ve yaşandığı gibi yaşanmasını, taklîdin terk
edilmesini, muasır ihtiyaçlara bütün fıkıh mezheblerinden eğer bunlarda da yoksa ictihâd yapılarak- çözüm
getirilmesini istemektedir. Halka inilerek ıslâhatın
yapılmasını
uygun
bulmaktadır.
Gerek
Avrupayı
değerlendirmesi ve gerekse bazı teşebbüsleriyle bazı fetvâları
kâbil-i Münâkaşadır.” (33)
“Mısır’da Abduh’un talebesi Reşid Rızâ, çıkardığı ElMenâr mecmuası ictihâdın en hararetli müdafii olmuştur.
Abduh ve Reşid Rızâ’nın bu mecmuadaki fetvâları tek
mezheb ile mukayyed olmayıp ictihâd ve tercîhe istinâd
etmektedir.” (34)
“Muhammed Abduh (V.1323/1905): taklîde karşı ve
mezhebler arası tercîh yapabilen müctehid.” (35)
(32) İslâm’da Birlik ve Fıkh Mezhepleri, Sâdeleştiren: H.
KARAMAN. Sh:6–7
(33) İslâm Hukuk Tarihi, H. KARAMAN, Sh. 210–211
(34) Aynı Kaynak, Sh:184
(35) İslâm Hukukunda İctihâd, Hayrettin KARAMAN,
sh: 200
31 MEZHEPSİZLİK
Abduh konusunu da burada kapatırken sâdık talebe ve
yoldaşlarından biri, belki de en cür’etlisi Reşid Rızâ’nın
naklettiği şu slogan sözünü de kaydedelim : “Zamanımız bir
mezhebe saplanıp kalarak diğerlerini nazar-ı İ’tibâr’a
almayacak zaman değildir.” (36)
Türkiye’de de mezhebsizlik tehlikesinin söz konusu olup
olmadığı hususunda daha geniş bir araştırmaya ihtiyaç vardır.
Bizim bir an evvel neşrine gerek duyduğumuz Ramazân El Bûtî’nin bu eseri bence böyle bir cereyanı önleyecek güçtedir.
Biz şu veya bu kimseyi değil, şu veya bu fikri değerlendirme
durumundayız. Eserin biran evvel neşrinde büyük fayda
görmeseydik bu işi bir müddet te’hir eder ve bütün değilse de
geniş çapta Türk Basınını tarar, bu cereyana kendisini kaptırmış
ve eser vermiş kimselerin fikirlerine de -varsa- hiç şüphesiz yer
verirdik. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi gerekirse bunu bir
te’lif hâlinde okuyucularımıza arzetmeyi düşünüyoruz. Bazı
eserlerini tamamen mezhebler ve kendilerinden mezhebler
aleyhine fikirler nakledilen: İbn-i Teymiyye, şah Veliyyullah EdDehlevî, Profesör Senhûrî, Muhammed Bin Abd-il-Azîm gibi
bilginler ve bunların fikirlerine hasreden; çoğu kitaplarında da
M. S. Ramazân El-Bûtî’nin işlediği konuların aynısı olan taklîd,
bid’at, ictihâd, ihtilâf, telfik, mezhep taassubu gibi bahislere yer
veren H. Karaman’ın bazı görüşlerini okuyucuların bilgilerine
arzediyoruz:
“Taklîdden men eden biz değiliz, o ALLÂH Teâlâ’dır
Onun mukallidleri zemmetmesi (37), Kitâb
ve Sünnetin
hâkim kılınmasını emretmesi ve ihtilâf çıkınca kitab ile
Sünnete baş vurulmasını istemesi (38), hükmün yalnız
kendisine âit olduğunu haber vermesi (39),
(36) İslâm Hukukunda İctihâd, Hayrettin KARAMAN,
sayı:157 türk tarih kurumu bas evi, 1974 sh:21
(37) El-Mâide, 104. Lokman, 21. Ez-Zuhruf 22-23
(38) En-Nisâ,Âyet: 59
(39) El-En’âm,Âyet: 57-Yusuf,Âyet: 40
MEZHEPSİZLİK 32
dinde Allâh ve Resûlünden başkasına İtimadı men etmesi
(40), Kitaba sımsıkı sarılmayı emir (41), kendinden başkasını
helâl ve harâm kılacak RAB ve velî ittihâz edilmesini yasak
eylemesi (42), Rasûlüne gönderdiklerini tanımayanları
hayvandan aşağı derekeye indirmesi (43), anlaşmazlık
çıkınca yalnız rasûlünü hakem kılıp, onun verdiği hükme,
gönül hoşnutluğu ile kabullenmedikçe mü’min olamayacağımıza yemin etmesi ve hükmüne mutlak mânâda teslim
olmamızı istemesi (44), kitab ve Sünnet’e davet edilen bir
kimse ne sebeble olursa olsun onu terkederse kendisine
büyük bir belâ isabet edeceğini (45), Rasûlünün lisâniyle bir
hüküm verilince buna herkesin uymaya mecbur olduğunu
(46) bildirmesi... işte bütün bunlar, Sâri’ Teâlâ’nın kör
taklîdi men ettiğine delâlet etmektedir..” (47)
Hayrettin Karaman burada insanları taklîdden men edenin
Allâh olduğunu söylüyor. Gördüğümüz gibi, bazı Âyetleri bu
fikrine delîl getiriyor. Tarafsız olarak elimizi vicdanımıza
koyalım, bu Âyetlerin hiç değilse bir kaçının mânâlarını gözden
geçirelim.
1)
“Onlara (Kâfirlere) Allâh’ın indirdiğine ve peygambere
gelin... Denildiği zaman -Atalarımızı üstünde bulduğumuz şeyler bize yeter- dediler. Ya ataları hiçbir şey
bilmîyorlar ve doğru yola gitmiyorlar idiyse.” (48)
(40)Et-Tevbe, Âyet: 16
(41) Al’i Imrân,Âyet: 103
(42)Et-Tevbe,Âyet: 31
(43) EI-A’râf,Âyet:179
(44)En-Nisâ,Âyet: 65
(45)En-Nûr.Âyet: 83
(46) El-Ahzâb, 36
(47) İslâm Hukukunda ictihâd, H. KARAMAN Diy. iş. Baş.
Yay. Sh. 214
(48)El-Mâide, Âyet:104
33 MEZHEPSİZLİK
Evet, bu bir taklîd, ama küfrün taklîdi... Dört imâm veya
herhangi bir müctehidin taklîdi değil... Fakat biz burada dört
imâmı müşriklerin putları, müntesiplerini de risâlet nurunun
üzerine doğduğu câhiliyye devri müşrikleri sayacaksak diyecek
yok...
2)
“O (Yahudi ve Hıristiyan)1ar, ALLÂH’ı bırakıp bilginlerini: (Yahudi hahamları) ve ruhbanlarını: (Hıristiyan
papazları), Meryem’in oğlu Mesih’i: (Hz. İsa) yi tanrılar
edindiler. Halbuki bunlar da, ancak bir olan Allâh’a
ibâdet etmelerinden başkasıyla emr olunmamışlardır.
Ondan başka hiçbir mâ’bûd yok. O, bunların eş
tutageldikleri herşeyden münezzehtir.” (49)
Evet, bu da sadece kör değil, iğrenç taklîd, ama esas iğrenç
olan mezhepli müslümanların kitab ve sünnetin ta kendisi olan
mezheblerine bağlılıkları demek; Yahudilerin hahamlarına,
Hıristiyanların da papazlarına tapmaları demekse, ne diyelim?!..
O zaman yukarıda da dediğimiz gibi, biz mezheb İmamımıza
hâşâ tapmakla! tirilyonlarca mezhebli olarak iftihar ediyoruz.
Öyleyse, Sahâbeler de birbirine sordular. Öyleyse onlar da hep
birbirine taptılar!.. Maâz’Allâh!.. Bu müctehidler birşeye
kafalarından mı harâm helâl diyorlar? Haydi bırakalım kamilen
onları bir an…Kim bulacak onların helâl harâm diye ihtilâf
ettikleri şeyin gerçeğini?.. Sayın Hayreddin Ağabeyimiz mi?!..
Haydi buldu... İşte o da bir imâm oldu. Haydi oldu... Bizde birer
Hanefî perest, Şâfi’î perest vb. yerine Hayreddin perest olduk...
Hâşâ ve kellâ... Reşid Rızâ’nın oynadığı mantık oyunu da, ilerde
göreceğimiz Hucendî’nin dalaveresi de, Almanlı Nâsır mi,
Elbânî Nâsır mı ne karın ağrısı herifin çevirdiği fırıldakta hep
aynı, hep aynı... Kalıbımı basarım...
3)
“İzzet ve celâlime yemin olsun ki, cinler ve insanlardan
birçoğunu cehennem için yarattık Onların öyle kalbleri
vardır ki, onlarla idrâk etmezler ve öyle gözleri vardır ki
(49) Et-Tevbe,Âyet: 31
MEZHEPSİZLİK 34
onlarla görmezler ve öyle kulakları vardır ki onlarla
işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hattâ
daha sapıktırlar. Onlar gafillerin tâ kendileridir.” (50)
Büyük müfessirlerimizden İbn-i Kesîr’in de dediği gibi,
cehennem için yaratılmış olan cin ve insanların bu çeşidi, Allâh
korusun, hayvanlardan da beter. Çünki hayvan hiç olmazsa
çobanının sesini duyar. Duyunca döner; ama bunlar, en büyük
gerçek, ALLÂH gerçeğinin üzerine inkâr perdesini geren bakar
körlerdir, kâfirlerdir. Peki ama bunların bu basîretsizliğiyle,
mezheplilerin İmamları ardından gitmeleri tam ters bir teşhis
değilmi?! Sapıklığı taklîdde ısrar, hayvan ve haşerâta tapmakta
inâd, mezheblere intisapla denk mi?!... Biz de size soralım:
Şimdiye kadar, taklîdin harâmlığına kâil olana, mezheb
İmamlarının Allâh ve Rasûlüne giden yola gerilmiş set olduğu
inancına varana kadar siz de mi bakar kördünüz?!...
Hayvanlardan beterdiniz?!... Yoksa şimdi mi?!.. Eğer Cenâb-ı
Hakk’ın zemmettiği mukallid; küfrün, şirkin ve sapıklığın
taklîdcileri ise, bunu bütün müctehidler lânetlemektedir.
Onlardan Kitab ve Sünnetin hâkim kılınmasına engel olan,
ihtilâfın hallinde Kitab ve Sünnet’te delil varken onlar dışında bir
yol arayan, hükmün Allâh’dan başkasına âit olduğunu iddia
eden, Allâh ve Rasûlü dışında bir rehber arayan, Kitaba gevşek
sarılmayı emreden, bütün ömrünü Allâh ve Rasûlünün hüküm ve
murâdını teşhis ve tesbîte vakfetmiyen ve Rasûlüllâhın verdiği
bir hükme karşı çıkan biri varsa gösterin... Yazıktır... Bu güne
kadar gelip geçmiş sayısız insan Müslüman zannıyla putperest
gitmişler. Zararın neresinden dönülürse kârdır. Çıkın açıkça
mevcudu uyarın da, onlar bari bu putları kırsın Allâh’a
tapsınlar!...
Aynı mevzûya devamla yazar,
mezheblilere şu sualleri
tevcih ediyor:
“Taklîd ehline sorarız. Taklîd ettiğimiz
kimseye Rasûlüllâhın bazı sünnetlerinin ya hiç,veya
(50) EI-A’râf,Âyet:179
35 MEZHEPSİZLİK
sağlam yoldan ulaşmaması mümkün müdür? Sahâbeye dahi
bazı sünnetler ulaşmadığı halde “İmamları için” bu mümkün
değildir.” derlerse onların ismetini (ma’sûm ve kusursuz
olduklarını)
iddia etmişçesine i’tidâl’den sapmış olurlar.
Mümkündür derlerse onlara yine sorarız: Sizin İmamınıza
ulaşmamış veya tarafından anlaşılamamış bir nass hükmü
ile karşılaşınca ne yaparsınız?
Bu takdirde nass’ı terk
etme muhayyerliğine sâhipmisiniz, yoksa bu nass’a uymaya
mecbur musunuz? Bu suâl vâkîdir, fakat taklîd ve taassubu
terketmeden buna meşrû bir cevap vermek mümkün
değildir.” (51)
Dert hep o dert... Dâva hep o dâva... Sorular soru, kündeler
künde üstüne... “İmamları için...” Senin imâmın değil...
Sahâbeye ve İmamlara bile ulaşmamış”, sana ulaşmış... Biz
mezhebliler câhiliz, bilmeyiz. Büyük çoğunluğumuzun bilmesi
de mümkün değil, öğrenmesi de... Sen hayırlı birşey yapacaksan
Câhilliğe harb aç, dört imâma değil... Adam bilmiyor, hazırlop
hükmü, İmamının mezhebini bilmiyor; sen, kalkmış, her hadîsin
her imâma ulaşmadığından bahsediyorsun. Halbuki o imâm
binlerce hadîsi ezbere biliyor. Biz de sana soralım öyleyse,
mezheb aleyhdârı bulduğun birkaç kafadarın desteksiz atış
kabilinden ileri sürdükleri birkaç çürük iddia dışında bir imâmâ
bir delilin ulaşmadığına doğru dürüst bir misâl verebilirmisin?
Diyelim ki verdin. Bu misâlin nemenem misâl... Nakledenleri,
nasıl adamlar olduğunu isbât edebilir misin? Diyelim ki ettin, ne
ile? Gene o İmamlar, o müctehidler, o yüce hadîs âlimleri
vasıtasıyla değil mi? Tabii... iyi, elinden ye, topuğundan sarıl...
Diyelim ki, bunu da başardın, senin dışındakiler ne olacak?
Adam daha dîninin âmentüsünü bilmîyor, delîl, hüküm, senet,
metin… duymamış, o ne yapacak? Öğrensin... Kimden? Kitab ve
Sünnetten.. Heyhat… Yok, “benden” diyeceksen o zaman bunca
canbazînin kel mâhiyeti cascavlaklaşmış olmaz mı?!...
(51) İslâm Hukukunda ictihâd,
214–215
H.
KARAMAN,
Sh.
MEZHEPSİZLİK 36
Sonra da şu sözlere yer veriyor :
“Mukallid, birçok müctehidden birini taklîd ettiğinde,
hükümlerindeki hatâ veya isabeti bilemez. Hatâsından af
ve ecir, isabetinden de ecir alamaz. Fakat ictihâd ederse her
iki durumda da ecir alır.” (52)
Görüyorsunuz ki burada mukallid, köylü Mehmed ağa
ictihâd yapıyor. Yaptığı ictihâdın da ecrini alıyor (!) ama eğer bir
müctehidi taklîd ederse o zaman hiç bir ecir ve secâb alamıyor.
Peki bu adam nasıl müctehid olur. Her önüne gelen ictihâd
yaparsa, milyonlarca müctehidin içerisinde hangisinin
rey’i
isabet kaydedecek?... Milyonlaraca ayrı fikirle mi tefrika ve
bid’at çoğalacak, yoksa dört imâmın çoğu birbiri ile birleşen ve
kaynaşan reyleri ilemi!...
Sayın Hayreddin Karaman’ın kitabları, önceden üzerinde
durduğumuz Reşid Rıza’nın fikirleriyle doludur. Biz burada
birkaç tanesini daha sıralamakla iktifa edelim:
“Mezheplerin teşekkülünden bir müddet sonra menfaat
ve cehalet, taassubu doğurdu. Artık Mutaassıp mukallidler
delil üzerinde değil, mezheb üzerinde duruyor, başka
mezhebleri kötüleyerek, delili zayıf da olsa, bağlandığı
mezhebi üstün göstermeye çalışıyordu.” (53)
“Keza avâmdan olan bir kimse, bir mezhebe mensub
olsa, onu kendisine mezheb edinse bile filân mezheb onun
mezhebidir denemez. Böyle bir kimsenin mezhebi, dînî bir
problemle karşılaştığı zaman ona kim fetvâ veriyorsa onun
mezhebi odur.”(54)
(52) İslâm Hukukunda ictihâd, H. KARAMAN Sh: 215
(53) İslâm Hukukunda İctihâd, H. Karaman, Diy. İş. Baş.
Yay. Ankara, 1975 Sh: 170
(54) İslâm Hukukunda Mezhebler. H. Karaman, İrfan
Yayın evi. İst. 1971 Sh. 214 Senhuri
37 MEZHEPSİZLİK
“Taklîd ve tassubun en büyük zararı ictihâd faaliyetini
durdurmuş olmasıdır diyebiliriz. Dördüncü asırdan önce
hem farz hem de çok şerefli bir ilim payesi telâkki edilen
ictihâd dördüncü asırdan sonra garib bir münker iş gibi
karşılanmış. Dinî gayret ve medenî cesaret sahibi bazı
müctehidler bu sıfatlar ile ortaya çıktıkları zaman
kendilerine cephe alınmış ve hakaretlere mâruz
bırakılmışlardır.” (55)
“Bu ihtisas devri olan zamanımızda herbiri, gerekli olan
İslâmî ilimlerle, hukuk, iktisad, sosyoloji, pisikoloji... gibi
yardımcı ilimlerin bir veya birkaçında mütehassıs zevatın
teşkîl edebileceği” “İCTİHAD ŞÛRASI” nda mutlak ictihâd
şartlarının tahakkuk edebileceği kanaatindeyiz.” (56)
“Mutaassıp ve mukallid bazı mezhep sâlikleri, başka
mezhebe müntesip bir imâma uyarak namaz kılmanın sahîh
olmayacağına, çeşitli mezheblere sâlik bir erkekle bir kadının
nikâhlarının sıhhatinde şüphe bulunduğuna hükmederek
İslâm camiasının birliğini zedelemişlerdir. İş bununla da
kalmamış Bağdad’da Şâfi’i’lerle Henbelî’ler, Merv ve
Isfahan bölgesinde Şâfi’i’lerle Hanefî’ler defalarca
vuruşmuş, yek diğerlerinin mahalle ve meskenlerini tahrîb
etmiş, gâlib gelenler mağlûb olanları günlerce sokağa
çıkarmamışlardır.” (57)
Birde Hayreddin Karaman’ın Yüksek İslâm Enstitülerinde
Fıkh derslerinde okutulmak üzere hazırlandığı anlaşılan ENNUSÛ’L-FIKHIYYE adlı eserinden bahsetmemize izin veriniz.
Bu eser yüzlerce Fıkh ve Usûl-ü Fıkh kitabı, binlerce Fıkh ve
Usûl-ü Fıkh konusu varken belli kitablardan Reşid
(55) İslâm Hukukunda Mezhepler H. Karaman Sh: 18–19
(56) İslâm Hukukunda İctihâd, H. Karaman Sh. 234
(57) İslâm Hukukunda Mezhebler, H. Karaman Sh. 17
MEZHEPSİZLİK 38
Rızâ’nın yukarda incelediğimiz sözlerine geniş yer vererek
derlenmiştir. Belli bir mezhebin fıkhını bile derli toplu
okumamış, belli başlı bir Usûl-ü Fıkh kitabını tedris etmemiş
olan genç dimağlar için bu kitabda ileri sürülen fikirler bizce
oldukça enteresandır. Şöyleki: “İnsanlara kabirlerinde ve
(Öbür dünyaya) dönüşlerinde ancak peygamberlerinden
sorulur. Ve ona kabrinde aranıza (peygamber) gönderilen şu
adam: Muhammed (S.A.V.) hakkında (dünyada) ne
diyordun? denir. Kıyamet gününde onlara (bir münâdî) nidâ
eder ve der ki: gönderilmiş peygamberlere ne karşılık
verdiniz? Halbuki hiçbir kimseye ne imâm (Mezheb)den, ne
Şeyh’den, ne onun dışında uyulan (kimse veya şey) den
kat’îyyen sorulmaz. Aksine, tâbi olduğu ve ondan başka
(imâm, Şeyh vb. den değil) kendisine önder edindiği
(Rasûlüllâh) dan sorulur. Vereceği cevâbı düşünsün ve buna
doğru dürüst bir cevap hazırlasın bakalım.” (58)
“Bana bir Hanefî Fakîhi geldi ve dedi ki - ben seninle bir
hususta istişare etmek istiyorum - ben de nedir dedim. Fakîh:
- mezhebimden (bir başka mezhebe) geçmek istiyorum, dedi.
Ben ona: - neden dedim. Fakîh: - çünkü ben o (mezhebe zıd
pekçok hadîsler görüyorum...” (59) dedi.
“Kendi mezhebine, muhalif bir hadîs bulan kimse, eğer
bu hadîs hakkında veya İmamının mezhebi konusunda,
veyahut bu çeşit ya da mes’elede kullandığı ictihâd vâsıtası
kesinlikle tamamlanmış ve mükemmel bir hal almışsa, o
zaman bu hadîsle amel etmek evlâdır. Yok kullandığı içtihâd
vâsıtası kemâl bulmamış, üzerinde iyice araştırma yaptıktan
sonra mezhebinin söz konusu Hâdis-i Şerîfe niçin muhâlefet
ettiğine kendisi yeterli bir cevap da bulamaz ve kalbinde
Hadîs’e muhalefet etmekten dolayı bir endişe hissederse, o
zaman bu hadîsle bağımsız bir imâm amel etmiş mi, etmemiş
mi ona baksın, eğer böyle bir imâm bulursa, sâdece bu
(58)Ennusüs-ul-Fıkhıyye, Derleyen H. Karaman, Sh: 90
(59)Aynı Kaynak, Sh. 91
39 MEZHEPSİZLİK
hadîsle amel etmek hususunda o imâmın mezhebiyle
mezheblenir. Allâhu a’lem bu durum, o müftînin kendi
İmamının mezhebini, bu hadîsi şerîf çerçevesi içerisinde terk
etmesinde bir mazeret sayılır.” (60)
“Eğer bir müftî ictihâdda ve delile uymakta, mezhebinin
dışındaki imâmın yolunu izliyorsa, o zaman mezhebi dışında
kalan imâmın şahsen tercîh ettiği kavli ile fetvâ verebilir.”
(61)
“Bir gurup vardır ki, bunlar, mensub oldukları
kimselerin mezheplerinde derinleşir ve o kimsenin fetvâlarını
ve teferruat kabilinden olan görüşlerini ezberlerler. Kendilerinin her yönden katıksız mukallid olduklarını dilleri ile
ikrar ederler. Bir gün bir mes’elede kitab ve sünneti
zikredecek olurlarsa bunu teberruken ve fazlalık olarak
zikreder (geçer) ler. Yoksa (O iki kaynaktan) delîl almak ve
aldıkları ile amel etmek için değil... Kendisine bağlandıkları
kimsenin sözüne muhalif bir hadîsi gördükleri zaman, onun
(mezheb imâmının) sözünü alır, hadîsi terk ederler. Ebû
Bekir, Ömer,Osman, Ali ve diğerlerinin bir fetvâ verdiklerini
gördükleri ve İmamlarına âit, onlara (Sahâbelere) muhalif
bir fetvâ buldukları zaman İmamlarının fetvâsını alıyor ve
imâm bunu bizden daha iyi bilir diyerek Sahâbenin fetvâsını
terk ediyorlar. Onlar bunu, biz onu taklîd ettik. ondan
başkasına geçmeyiz ve ondan öte bir adım ayrılmayız diye
yaparlar. Yoksa o, zâhib olduğu görüşü bırakıp (biraz) öte
geçerse, kendisini (olmayacak şeye) zorlamış, İmamları
çiğneyip geçmiş, kendisini (Fıkh ilmî ile) uğraşanlar
mevkiinden uzaklaştırmış ve muslih (Devrimci) 1er
mertebesinden yoksun etmiş olur düşüncesindedirler. İşte bu
kimse, kavuk sallayanlarla birlikte kavuk sallamakta ve
Kezâlikcilerle Kezâlik çekmektedir. Eğer takdir ona yardım
etse de müstakillen cevap verebilseydi: Şu şartla câiz olur, bu
şartla sahih olur, şer’î bir mâni olmadıkça câiz olur,
(60) En-Nusûs-ül fıkhiyye Derleyen.H. KARAMAN Sh: 91
(61) Aynı Kaynak, Sh: 91-92
MEZHEPSİZLİK 40
bu hususta hâkimin rey’ine başvurulur gibi, her câhilin
yerinde ve güzel bulacağı, her fazîlet sahibinin utanacağı bir
cevap verirdi.” (62)
“Aksine avâmdan olan bir kimse için bir mezheble
mezheblenmiş olsa bile, mezheb sahih ve doğru olmaz.
Avâmdan olan bir kimsenin mezhebi yoktur. Eğer o ben,
Şâfi’iyim veya Henefîyim, Hanbelîyim, Mâlikiyim veya
bunun dışında bir müctehide bağlıyım dese, böylece sözü
yerine varmış olmaz.” (63)
Türkiye’de din büyük bir fetret devri geçirdi. Bütün
dünyada geçirdi... Kur’ân-ı Kerîm yırtılıp ayaklar altına atılarak
çiğnendi. Câmi’ler, hayvan ahırı yapıldı. Daha neler neler...
Bence bütün bunlardan daha ötesi ve daha kötüsü, Kur’ân rafa
kondu ve Allâh’la kulun ilişkisi kesildi. Sonra, Allâh’ın hikmetidir, kulların baskısıdır ne derseniz deyin: İmam-Hatip Okulları
açılmaya başlandı. Bu okulların üzerimizde uygulanan
programları ile İslâm’ın gereği gibi öğrenilmesi imkânsızdı.
Çünkü bu okullarda okutulmak üzere hazırlanan programlarda,
aynı zamanda okutulmak üzere, sıralanan derslerin sayısı
yirmidördü buluyordu.
Çocuk, bu derslerin muhtevası bir yana, isimlerini bile
saymakta güçlük çekiyordu. Belli idi ki bir tonluk arabaya yüz
ton yükleniyordu. Keşke yüklenen bu hamule, okulun kapısında
yazılı bulunan “İmam-Hatip” ismiyle bağdaşsaydı. Durum bu
iken, milletimizin bu müesseselerden müctehidler beklemesi
hayâl olduğu halde, bu müesseseler bence umulandan çok daha
üstün sonuçlar elde etti. Bu sonucu gören gizli gözler, hemen
faaliyete geçmiş ve İmam-Hatip okullarının bu, her çocuğa düşen
yüz tonluk yükünü bir başka kuşa çevirmek gayretine düştüler.
Bugünkü İmam-Hatip okullarının ders programlarında yer alan
ana meslekî dersleri yok denecek dereceye düşürürken, meslekle
(62) Ennusûs-ul-Fıkhıyye, Hazırlayan H.
Yılmaz Ofset Basımevi, İst. 1975, Sh: 89
(63) Aynı Kaynak, Sh. 125
KARAMAN,
41 MEZHEPSİZLİK
hiçbir ilgisi olmayan dersleri, Lise ve Ortaokullarda uygulanan
müfredatı fazlasıyle programa doldurdular; karşılığında da mezunlarını üniversitelere sokmamak için tuz yumurtladılar. Bu
firenleme çabalarının yanında, yirmiyedi senedir Türkiye’de
öğretim yapmakta olan bu müesseselerin bu güne kadar vermiş
olduğu mahsûlleri de elbette ihmâl etmiyeceklerdi... Elbette
onların seçkin, sürükleyici güce sâhib, iş yapabilen ve
yaptırabilen mezunlarını kendi emellerine âlet edebilmek çok verimli sonuçlar sağlayacaktı.
Ana vazifesi, İslâm’ı gereği gibi öğrenip, gerek davranış ve
gerekse fikir olarak halkımıza iletmek olan bu gençlerin, islâm
dışı birtakım ard niyetlere ve belli zümre çıkarlarına âlet
edilmesi, en azından müesseselerin ana gayesinden
saptırılmasıdır.
Aslında gence bilmesi zarûri olan bilgiler, tarafsız ve peşin
hükümsüz olarak verilecek; genç, edindiği bu sağlam bilgilerle
kendi yolunu kendi çizecek. Böylece hayatta karşılaşacağı ilk
çelmede yere yuvarlanıp, bir daha kıpırdayamama tehlikesi ile
karşı karşıya bırakılmamış olacaktır. Çünkü, bu takdirde, gencin
attığı her adım, kendi malı olan fikrin adımı olacak ve böylece
kendi düşen ağlamıyacak; genç, son nefesini vermedikçe
inandığı bu kendi malı fikre, darağacında iken bile sâdık
kalacaktır. Yoksa kendisini aldatanlara küfredecek değil...
Neden kendi adamlarımız değil de başkaları?... Niçin onlar
bizim peşimizde değil de, biz onların peşinde?... gibi sloganlarla
dört imamı yıkıp bu gençliği peşlerine takmak istedikleri
kimseler dört İmamdan daha âlim değildir. Zira mezheb
İmamları İslâm’ın ana kaynağına bunlardan daha yakındır.
Biz dört imâmı taklîd eden milyarlardan birer nefer olmakla
nasıl şeref duyuyorsak, yine dört imâma tâbi olmakla şeref
duyduklarını ve hak üzere olduklarını bildiğimiz insanları da,
onlar bu hallerini değiştirmedikçe, baş tacı etmekle şeref duyarız.
Bizim müslüman olarak onlara bağlılığımız, onların müslüman
MEZHEPSİZLİK 42
olarak Allâh Ve Rasûlü’ne bağlılığına bağlıdır. Yoksa, ne şahsî
çıkarımız, ne de Ahmed’in Mehmed’in nufûz veya şöhretinden
faydalanabilme gayesine bağlı değil... Uyanık olmalıyız.
Dibinden dolmalıyız. Adama zehiri çanak çömlekle sunmazlar.
Yaldızlı zarfa değil, içinde yatan mazrûfa bakmalıyız.İslâm
dinini yıkmak için ilim adamı yetiştirmek gayesi ile, bir çocuğu,
daha anasından doğmadan Arap Aleminin İslâmî ilimleri ve Arap
Dilini en iyi öğreten memleketine önceden anne ve babasını
yerleştirmek sûretiyle gönderecek kadar itinâ gösteren müsteşrik
ve misyoner teşkîlâtlarının nice dolaplar çevirebileceklerini
unutmamalıyız.
Tercümesini sunduğumuz bu eseri az sonra okumaya
başlayınca, ileri sürülen fikirlerin tıpatıp aynı, iddiaların birbiri
ile tam bir uyuşma hâlinde olduğunu görecek ve bu işin
beynelmilelliğinde
şüpheniz
kalmayacaktır.
Sadece
kahramanlarının değiştiği, bu sapık iddianın, neye hizmet
ettiğini, müslüman katarlarını hangi lokomotife bağlamaya
çalıştıklarını ve bu menfur ameliyeyi engellemek isteyen
muhterem Muhammed Saîd Ramazân El-Bûtî kardeşimize reva
gördükleri saldırı ve isnâdların dehşetiyle donacaksınız. O
zaman, benim mukaddimemde arzettiğim hususların asgarî
teşhisler olduğunu daha iyi anlayacaksınız.
Muvaffakiyet, ölmez gerçeğe hizmet ve Maksûd-u İlâhî’ye
isabet sâdece yüce Allâh’ımızın Müslümanlara bahşettiği büyük
bir lütuftur.
Durmuş Ali KAYAPINAR
1976 — KONYA
43 MEZHEPSİZLİK
ALLÂH (C.C.)’a,
a, nimetlerine ve yüceliklerine hamd
eder; Rasûl-ü Zîşân Muhammed (S.A.V.)’e,
e, O’nun
O
Âl’ine,
Sahâbelerine ve Tabiîlerine Salât ve Selâmlar
lâmlar dilerim.
ALLÂHIM!.. Öğrendiğim
endiğim ve öğrettiğim şeyler
hususunda
susunda beni nefsimle başbaşa bırakmandan sana
sığınırım.
ALLÂHIM!...
IM!... Yazdığım şeylerden bana düşen payın,
pa
nefsin arzularından bir gizli
li arzu veya Şeytân ya da hevâ
hevesin getirdiği düşkün bir tarafgirlik
lik olmasından sana
sığınırım.
ALLÂHIM!..
IM!.. Tarafından lütfedeceğin, gözlerden
perdeleri kaldıran, kalblerden vesveseleri silen, her türlü
garaz ve kinleri sevgiye döndüren bir
ir fetihle kardeşlerimizle
aramızdaki engelleri yok etmeni istiyorum.
ALLÂHIM!... Okuyucularımıza sunmuş olduğumuz
olduğu
bu
bilgilerle güttüğümüz gayenin yalnız senin rızân olması için
bizden ihlâs ve içtenlik nimetini esirgememeni yalvararak
istiyorum.
Senin son derece lütufkâr, ihsankâr ve merhametli
merha
olduğun muhakkak…
MEZHEPSİZLİK
HEPSİZLİK 44
Biz azimü’ş-şân. kulların rehber’i, dillerin destân’ıı ve gönüllerin
vird-i zebân’ı hazret-i KUR’ÂN’ıı kesinlikle bizzat kendimiz
indirdik. Ve O’nu
nu elbet yine biz muhafaza edeceğiz.
KUR’ÂN–I KERÎM
El-Hicr Sûresi, Âyet: 9.
45 MEZHEPSİZLİK
İKİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ
1-Bu kitabı tekrar basayım mı basmayayım mı diye uzun
süre düşündüm. Bu tereddüdüm sırasında kendi kendime sordum
durdum; Acaba dedim, bu kitabın neşri ile okuyuculara sunmuş
olduğum fikirler yüzünden müslümanların dayandığı ittifâkı
sarsmış, birliklerini bozup onları za’afamı uğratmış oldum? Bu
kitabta cümlelerim arasında herhangi bir kimseye kötülük isnâd
ettim mi, şahsiyet yaptım mı, ya da yazdığım şeylerin bir
satırında temiz ve yalın ilmî araştırma seviyesinden, kalblerde
kinlerin doğmasına yol açan ve akıldan şüpheyi gidermeyen
tenâkuzlar, tutarsızlıklar veya laf ebelikleri ve söz safsataları
seviyesine düştüğüm oldumu?... diye düşündüm.
Birine kötülük isnâd etmiş olmam ve ilmî münâkaşaya
yakışan yüksek seviyeden, başkalarıyle kaş gözle alay etme
derekesine düşmüş olmam ihtimâllerine gelince: Yazdıklarımın
tümünü satır satır gözden geçirdim. Bir düşman gözüyle
okudum. Bir de bu konularla ilgili hiçbir bilgiye sahip olmayan
insan gözüyle okudum. ALLÂH’ıma şükürler olsun, bir tek
satırında, birtek insana gerek mânâ, gerekse muhtevâ olarak
hiçbir kötülüğümün dokunmadığını memnuniyetle gördüm.
Bu, ilmî araştırmamı neşretmekle müslümanların birliğini
bozmuş veya za’fa uğratmış olmak ihtimâline gelince: Meşreb ve
yönleri değişik pekçok okuyucular arasında kitabımın bıraktığı
yankılara kulak verdim. Kitabıma yorum olarak bana gelen çok
sayıda mektuplar, beni büyük bir feyz ve sevince garketti.
ALLÂH’ıma şükürler olsun ki, böylelikle müslümanların
birliklerini bozmadığımı, bağlantılarını zayıflatmadığımı ve
aralarındaki ittifâkı yok etmediğimi gördüm. Anladım ki bu
kitabın neşredilmesi, benim aklıma gelen ihtimâllerin tam aksi
neticeler vermiş, birbirine karşıt iki te’sir yapmıştır. Bu te’sirlerden herbiri, pek çok Müslüman’ın dağınıklıklarını, aşırılığı ve
ölçüsüzlüğü olmayan i’tidâl çizgisine getirmede, iki yakasını bir
MEZHEPSİZLİK 46
araya toparlayıp hak yolda birleştirmede diğerine yardım etmiş,
destek olmuştur.
Okuyucular arasında sonu tarafgirlik, taassub ve bid’atcılığa
dayanacak derecede dört mezhep İmamlarının taklîdine
saplanmış kalmış olanlar vardı. Eğer Şâfi’i ise Hanefî olanın
arkasında namaz kılmayanlar vardı. Hakkında, Kitab ve
Sünnet’in delillerinin hükme bağladığı bir mes’ele konusunda
dâhi mezheb İmam’ını taklîd etmekten vazgeçmeyi kendisi için
câiz görmeyip: Kitab ve Sünnet’in delillerini mezhebin dışında
bulmaya kalkanlar vardı. Bunlar benim bu konuda yazdıklarımı
okuyunca, tarafgirlik ve tassuplarından vazgeçtiler. Fikrin
berraklığı ve araştırmanın netliğine erdiler. Bundan dolayı da
i’tidâl çizgisine gelip orada yer aldılar.
Okuyucular arasında dört imâmın mezhepleri dışında kalan
bir başka mezhep tutturanlar vardı. Bu ise acâib bir kör
Câhillikten başka birşey değildi.Bunlar dört mezhep
İmamlarının, sırf Rasûlüllâh (S.A.V.)’in Şerîat’ıyla yarışan ve
mücâdele eden kimseler olduklarını zannediyorlardı. Onlara göre
dört İmamın bütün derdi, halkın nazarlarını Rasûlüllâh
(S.A.V.)’in Şerî’at’ından kendi mezheblerine çevirmekti. Bu
düşünceye sâhib olanların hedefi de, Rasûlüllâh (S.A.V.)’le
kendilerinin arasına giren bu -sapık kendi inançları kesinlikle
budur- ve düşman engelleri ortadan kaldırmak,
yâni dört
mezhebi yok etmekten ibaretti. Böyleleri de benim yazdıklarımı
okuyunca, büyük bir üzüntü ve pişmanlık duyarak, kara
Câhilliklerinden uyandılar. Dört mezhep İmamlarının Rasûlüllâh
(SAV.)’in Şerî’at’ına aslâ engel değil, aksine Rasûlüllâh
(S.A.V.)’in gösterdiği hak yola ulaşmak için zarûrî olan birer
merdivenden başka birşey olmadıklarını kavradılar. Böylece
bunlarda yukarıda bahsettiklerimizle istikâmet ve i’tidâl çizgisi
üzerinde karşılaşmış ve birleşmiş oldular.
Elime geçen pekçok mektuplarda ve kendilerini gördüğüm
pek çok kardeşlerimden edindiğim intiba’larda pekçok insan
guruplarını bir araya getiren bu iki te’sîrin örneklerini müşâhade
47 MEZHEPSİZLİK
etmiş bulunuyorum. Bu kimseler, girdikleri yolun sağından ve
solundan dışa çıkıp bütün müslümanları içine alan geniş ana
caddeye girmişlerdir.
Ben, yaptığım bu işle müslümanların saflarını dağıtmış mı,
yoksa birleştirmiş mi oluyorum!... Ben bununla onları şaşkınlık
ve anlaşmazlık çıkmazlarınamı itmiş, yoksa bu çıkmazlardan
kurtarıp nurlu bir basîret ve sağlam bir muhafaza kal’a’sınamı
sevketmiş oldum?!...
2- Yalnız sana şunu söyleyebiliriz ki, burada yazdıklarımız
yüzünden ne yapacağını şaşıranlar oldu. Çaresizlikten,
kitabımızda müslümanların birliğini ve inançlarının tehlikelerden
uzak ve sâlim kalmasını tehdîd edici zararlar bulanlar görüldü.
Bunlardan; işi, kitabımızı okumaktan tiksinti duymaya
kadar götürenler oldu. Hattâ halktan kitabımızı veya kitabı
okumaktan halkımızı men etmeye kalkanlar, engelleme
çâreleri arayanlar oldu.
Evet, mâlesef bu doğrudur... Elbetteki insanlar arasında
karakteri böyle olanlar bulunur. Daha da ileri giderek kitabı,
kalemin yazamadığı bir sıfat:(...) ile vasfetmeye kalkanlar
oldu. Bâzılarının vasfettiğine göre; ben câhil, suratına
tükürülecek ve yalancı bir adam oldum.
Fakat bütün bunlar benim, çok sayıda kişilerin fikirlerini
dağınıklık ve paramparça olmaktan kurtarıp birleştirmediğim,
Sadr-ı İSLÂM’dan günümüze kadar gelip geçmiş sâlih
selefimizin neslinin sınırları dışına aslâ çıkmadığı hak yolu
insanlara göstermediğim anlamına gelmez.
Bizzat bu adamlar dört mezheb için çekinmeden: “bu
mezhebler, islâm dîni üzerine dışardan çullanmış, aslı, astarı
olmayan birer bid’at’tır, birer uyduruktur. Bunların din’le
hiç bir ilgisi yoktur.” diyorlar. Bazıları da dört İmamın
kitablarını“ölüm saçan kitab: ölü kitab”diye vasfetmektedirler.
Fakat bütün bunlar, bütün asırların tanıdığı ve ardı ardınca gelen
müslüman nesillerin üzerinde söz birliği ettiği hakikati aslâ
MEZHEPSİZLİK 48
değiştiremez. Bu ölmez gerçekte şudur: Bu mezhebler, İslâm’ın
özüdür, cevheridir. Bu mezhebler, müslümanların her zaman
Dinlerinin hükümlerini, sâyesinde gördükleri ve onlara,
RAB’larının kitabına ve Peygamber’lerinin Sünnet’ine
sarılma yolunu kolaylaştıran yolun ta kendisidir.
Dört hak mezhebin İmamlarının payı, bu adamların
yukarıdaki tamamen haksız ve zâlim sözleri olduğuna göre;
benim, Câhillik ve yalancılıkla; Kitabımın da, dilimin
söylemekten utandığı şeyle vasfedilmesi, benim payıma
düşenin hiç olduğunu gösterir. Onlara bu çirkef atıldıktan
sonra, bana çok daha fazlasının söylenmesi, çok daha
iğrenicinin isnâd edilmiş olması gerekirdi. Ben buna rağmen
bu yüce İmamlarımızı ve onların yüksek mevkilerini
müdâfaaya devam edeceğim. Bununla beraber tekrar
ediyorum ve diyorum ki: “Acaba ben bir kusur işledim mi,
hatâya düştüm mü?.. Bütün yazdıklarım içerisinde herhangi
birine en küçük kötülüğüm dokundu mu?.. Sözlerim arasına,
yalan ve tarafsız ilmî araştırma dışında bir şey soktum mu?...
Veya müslümanları yazdıklarımla; tereddüde, şaşkınlığa ve
karışıklığa düşürdüm mü? Yoksa onları şaşkınlıktan
ve
karışıklıktan çekip kurtardım mı?... Sonra ben, Takdîr-i
İlâhî’nin, müslümanların yüce İmamları ve büyük,
Âlimlerine hizmet etmekle ve şu kalemin emânetini elimde
taşımakla şereflendirdiği bir müslüman olarak, bir yığın
insanın zihinlerine çöken şüphe ve evham bulutlarını, birkaç
satırla da olsa dağıtmaya çalışmadan susabilirmiydim. Bu
durum karşısında sükût doğru olurmuydu?...”
Yüce Rab’bım şâhidtirki, ben yazdığım şeyler içerisinde
hiçbir kimseyi dile dolamış değil, hiç bir kimse hakkında birşey
uydurmuş değilim. Onlardan herhangi biriyle aramda geçen
münakaşalar cümlesinden yazmış olduğum şeylerin hepsi de
birer değişmez hakikattir. Bu hakikatlerin hiç birinde zerre kadar
bir değişiklik yapmam mümkün değildir. Yaptığım tek değişiklik
şudur: Bu münakaşalar avâmca, halk dili ile cereyan etmiştir.
Ben bunları sâdece fasih Arapçaya nakletmişimdir, o kadar.
49 MEZHEPSİZLİK
3- Bütün, bunlarla beraber, tekrar kendi kendime sordum ve
düşündüm: Acaba müslümanlar bu kitabın yeniden basılmasına
ihtiyaç duyarlar mı? Buna lüzum varmı, yoksa önceden okumuş
oldukları şeyi bir daha tekrarlamaya hacet yokmu?
Önce aklıma yatan cevap şu olmuştu: “Bu kitabı tekrar
basmaya lüzum yok”, Zîrâ ben bu kitabı yeteri kadar tebliğ olsun
diye binlerce nüshalar hâlinde halka dağıtmıştım. Yalnız buna
rağmen halkın bu kitabı ısrarla aradığını gördüm. Sebebini
sorunca şu cevâbı aldım: Bu kitabı çokları ne duymuş, ne
muhtevasından haberi var, ne de kitab dükkânlarında birtek
nüshası bile kalmayana kadar kitabı arayıp bulmak imkân ve
fırsatına sahip olmuş bu insanlar...
VAllâhi halkın bu mevzuda hakkı öğrenmekteki ateşli
arzusunun bu dereceye varmış olduğunu tasavvur etmiyordum.
Doğrusu ben bu kadar kesîf bir mektub yağmuruna tutulacağımı
da bilmîyordum. Bu mektup sâhibleri hep aynı düşünceleri
paylaşıyorlar, uzun süre kendilerine Hakk’ın bâtılmış gibi
gösterildiği ve bâtıl üzerine Hak elbisesi giydirilerek! gerçeklerin
tanınmaz hâle getirildiği bir mevzuda, herkes kalblerine sinen,
kendilerini endişeden kurtaran şaşmaz hakikat ve onun sağlam
delillerine koşuyorlar.
Bundan sonradır ki, müslümanların dört mezhebe ve bu
mezheblerin son derece sağlam ve güvenilir İmamlarına olan
bağlılıklarını koparmaya durmadan, dinlenmeden, ısrarla çalışan
insanlar karşısında, ne müthiş bir sıkıntıya düştüklerini ve
müslüman halkımızın ne korkunç bir endişe çekmekte
olduklarını iyice anlamış oldum.
Bu insanların çoğu avâm, câhil veya yarı câhil kimselerdi.
Her ne kadar İslâmî yaratılışın onlara verdiği selâmet ve insan
aklının temiz ve üstünlüğü, ortada dolaşan bu fikirlerin kalbe
kurşun gibi inen, hakikatten tamamen uzak ve insanı sapıklık
bataklığına sürükleyici şeyler olduğunu onlara gösterse de;
yayılan bu menfî fikirlerin içine gizlenmiş olan hîle ve tuzakları
MEZHEPSİZLİK 50
açığa çıkaracak ilmî güçleri yoktu. İşte bu sebebledir ki onlar,
delilleriyle, insaflı, ilmî ölçüler içerisinde bu mevzuda hakikati
kendilerine gösterecek birşeyler yapılmasını dört gözle beklemişler ve bu konuda kısa, toplu, mes’eleyi onlara hakkıyla
ifâde edebilecek bir kitabı ellerinin altında bulundurmaya
şiddetle ihtiyaç duymuşlardır.
Öyle ise, Müslüman topluluğun bu büyük rağbet ve
düşkünlüğüne mutlaka cevab vermek lâzım gelir. Dolayısı ile, bu
kitabın yeniden basılması bir zaruret hâline gelmiştir.
4- Şimdi bu kitabın sayfalarını elimle birer birer çeviriyor ve
onda yer alan hiçbir satırı değiştirmeye hacet göremediğim gibi;
bu önsöz ve bu kitabın birinci baskısı yapıldıktan sonra
Nâsıruddîn-i Elbânî ile aramızda geçen münâkaşaların gereği
olarak yaptığım ilâveler dışında kitaba ilâve etmeğe değer, yeni
hiçbir şey de bulamıyorum.
Eğer bu kitabın neşrinden bu güne kadar geçen zaman
boyunca, kitabımda serdettiğim fikirler etrafında herhangi bir
cevâb veya açıklama ile karşılaşsaydım, mutlaka açıklar ve
doğru bulduğum takdirde kitabımda değişiklik yapmaya lüzum
görürdüm. Fakat kendilerini bu kitabımda açıklamasını yaptığım
hakikatin düşmanı sayanların hiç birinden, hiçbir karşılık
almadığım gibi, yeniden basılmasını benden ısrarla isteyen
okuyuculardan da kitabta açıklama ve ilâve yapma talebinde
bulunan hiçbir kimse ile karşılaşmış değilim. (1)
Üstâd Nâsıruddîn-i Elbânî, nihâyet bu kitabım hakkındaki
(1) Bu önsözü, Nâsıruddîn-i Elbânî,. Mahmûd Mehdî-ElIstan-bûlî ve Hayreddin Vanlî’nin birlikte yazdıkları
(ASIL BİD’AT MEZHEB TAASSUBUDUR = Asıl
mezhep saplantısı uydurukculuktur) adıyla yazdıkları
kitaba muttali olmadan yazmıştım. Sonra kitab elime
geçti. Adı geçen kitaba ta’lik olarak müstakil bir ek
hazırladım ve bu baskının sonuna koydum. Okuyucu
kitabın sonunda bunu bulacaktır.
51 MEZHEPSİZLİK
görüşünü açıklamak için benimle görüşmek istedi. Yüzyüze
geldik, oturup konuştuk. Bu konudaki fikirlerini ve
düşündüklerini dinledim. Bu görüşlerin iki şıkta özetlenebileceği
kanâatindeyim.
a — Üstâd, bu kitabın adını aşırı ve mesnetsiz buluyordu.
“İSLÂM ŞERÎ’AT’ini tehdîd eden en tehlikeli Bid’at
MEZMEPHİZLİK” ismi ona çok abartılmış gibi gelmiş olacak
ki, benim kitabın içersinde bu müthiş ismin doğru ve yerinde
konmuş olduğunu gösterecek, hiçbir bilgi getirmediğim
kanaatindeydi!
b — Kânaatince ben bu kitabımı kaleme almama sebeb olan
Hucendî’nin kitabını iyi anlıyamamışım. Tabî bu, Nâsıruddîn-i
Elbân’nin şahsî fikri. Gûyâ Hucendî hoca, kitabında ne
mezheblerin hakikatini, ne de ortaya çıkışını inkâr ediyor ve nede
Müctehid derecesine ulaşmamış kimselerin mezhebleri taklîd
etmesinin doğru ve yerinde olduğunu reddetmiş?!. Hucendî hoca
sâdece, iyice öğrendiği ve anladığı delili bir tarafa bırakarak,
körükörüne dört mezheb İmamları tarafını tutanlara atmış
tutmuş. Delil tam anlamıyla anlaşıldığı halde, dört mezheb
İmamına bağlılık fikrinde taassub göstermeyi yersiz bulmuş.
Üstâd Elbânî ile aramızda birleştiğimiz ve ona karşı itiraza pek
lüzum görmediğim husus sâdece bundan ibaret kaldı. Bunda da
bütün bu gürültü patırtılara, karşı çıkışlara meydan verecek bir
taraf yoktu.
İşte Üstâd Elbânî ile aramızda üç saat süren münâkaşanın
özü bundan ibaret...
Diyeceksiniz ki, Elbânî’nin size yönelttiği
karşısında sizin cevâbınız ne oldu?...
bu fikirler
Ben birinci mes’ele : — Kitabımın isminin müsemmâsı ile
alâkasızlığı iddiası hususunda kendisine: — Kitabın tümü
isminin doğru ve yerinde olduğuna delildir. Kitabımda
açıklamak istediğim en önemli şey, şu olmuştur: Kitab ve
Sünnet’ten doğrudan doğruya hüküm çıkarıp alabilecek dereceye
MEZHEPSİZLİK 52
ulaşmamış olan müslümanların gerek Sahâbe, gerek Tabiîn ve
gerekse onlardan sonraki devirlerde İctihâd derecesine ulaşan
İmamlardan birinin mezhebine tâbî olagelmişlerdir. Onlar,
diledikleri imâma tâbî olmuşlar, diledikleri takdirde de
İmamlarını değiştirerek diğer bir Müctehid imâma tâbî
olmuşlardır. Sahâbeler arasında İbn-i Abbâs (R.A.)’ın
fetvâlarından başka bir fetvâya bağlı kalmaya gönlü razı olmayıp
sorularını sadece İbn-i ABBÂS’a sorarak müşkillerini halleden
ler olmuştur. Bu güne kadar Sahâbe-i Kirâm arasında herhangi
bir imâma bağlı kalmayı hoş karşılamayan bir kimsenin
bulunduğunu söyliyen hiç bir adam görülmemiştir. Iraklılar uzun
süre Abdullah — İbn-i Mes’ûd (R.A.)’ın mezhebine onu, gerek
kendi şahsında, gerekse, kendinden sonra bazı talebelerinin
şahsında temessül ettirerek tâbî ola gelmişlerdir. İSLÂM
Âlimlerinden hiç biri de bunu aslâ yadırgamamışlardır. Hicaz
halkı da aynı şekilde, uzun zaman Abullah İbn-i Ömer’in talebe
ve arkadaşlarının mezhebine bağlı kalmışlardır. Hiçbir ilim
adamının bu gerçeği de inkâr ettiği görülmemiştir. Atâ Bin Ebî
Rabâh ve Mücâhid, Mekke-i Mükerreme’de uzun zaman
fetvâlarıyla seçkinlik arzetmişlerdir.
O kadar ki, Halîfe’nin dellâlı halka bu iki zâttan başka hiçbir
kimsenin fetvâ vermemesini ilân etmiştir. Tâbi’în Âlimlerinden
hiçbiri ne Halîfeye, ne de halka karşı kalkıp da bu muayyen
kişilere bağlı kalmanın doğru olmadığını söylemiş değildir.
Bütün bu olup bitenlerden sonra: “Fetvâ sorma ve
görüşlerine katılıp taklîd etme yönünden belirli bir imâma
bağlı kalmak harâmdır; aslı faslı olmayan sapık bir bid’at
(uydurukculuk) tur; Allâh’ın, hakkında hiçbir delil
indirmediği zırvadır...” demek ne demektir? Bu bir
mezhebsizlik değilse nedir?!... (2)
(2) Aslında apaçık olan bu mes’eleyi biz biraz daha
açıklamak istiyoruz ve diyoruz ki: Mezheplilik: Yâni bir
mezhebe bağlı olmak avâmın, câhil kişilerin veya
Müctehid mertebesine ulaşmamış olanların, müctehid
53 MEZHEPSİZLİK
bir imâmın mezhebini taklîd etmesidir. Böyleleri ister
yalnız bir tek imâma ömür boyu aynen uysun, isterse
bir müddet bir imâma tâbi iken Sonra diğer bir imâmla
önceki imâmı değiştirerek yaşasın, fark etmez.
Mezhepsizlik ise: avâm’ın câhillerin veya müctehid
mertebesine varmamış olanların, ne tamamen bağlı
kalarak, ne de büsbütün bağlanmaksızın, her hangi bir
müctehid imâmı taklîd etmemesidir. Kelimenin,
yaptığımız bu açıklaması hem lügatin tanıdığı, hem
ıstılâhın üzerinde yürüdüğü, hem de halkın bildiği
mânâsıdır.
Bir adam herhangi bir partiye tâbi ise; sen, o adam
için “Falan adam partilidir” dersin. Bu adam ister
belli bir partiye sürekli olarak bağlı kalsın, isterse ikide
bir partisini değiştirsin dursun, fark etmez. Senin
“falan adam partilidir” sözüne bir halel gelmez. Her
ne suretle olursa olsun, hiçbir partiye girmeyen bir
başka adam için de “Falan adam partisizdir” dersin.
Sen ve ben böyle derim ama, Ustâd Elbâni ne der?!
O diyor ki: Bugün bütün müslümanların mezheblilik
sözünden anladıkları mânâ, bizim anladığımız
mânâ’dan tamamen başkadır. Rasûlüllâh (S.A.V.)’in
namazının vasfı, Sayfa: 232
Ben bu adamın kendisini, halkın hakikî örneği
oldugunu
zannetmeye
devam
etmesine
akıl
erdiremiyorum. Maalesef bunu kendisi de bilmîyor. İşte
bütün halkın anlayıp da kendisinin anlamadığı şey
budur. Sanki herkesin, onun bu mânâyı garib
karşılamasına ve inkâr etmesine katılması şart. Elbâni
hoş karşılamamış ve anlamamış, bizde anlamıyalım
demek zorunda herkes!...Çünkü, aramızda geçen
münâkaşada mezheblilik ve mezhebsizlik kelimeleri
üzerinde benim yaptığım açıklama bilinmemeli.
Böylece de bütün müslümanlar, bu mânâyı bilmemesi
ve bu hakikâti inkâr etmesi açısından sayın Elbânî’nin
ardına düşüp gitmeli!...
Ustâd Nâsıruddîn-i Elbâni, bir de benim bu
anlayışla, mezheb kelimesinden anladığım mânâ ile
MEZHEPSİZLİK 54
kitabımın tümünü yıkmış olduğumu ileri sürüyor.
Çünkü o, bu tarife göre bütün insanlar mezhebli,
yani belli bir mezhebe bağlı olmuş olurlar diyor. Bütün
insanlar da mezhebli olunca, benim yaptığım araştırma
ve yazdığım kitab, aslı astarı olmayan bir hayâlden söz
etmek olmuş oluyor!...
Doğrusu Üstâd Nâsır’ın, Selefi Sâlihin’e intisâb
eden herkesi mezhebsizlik kelimesinde bulunduğunu
kabul etmediği mânânın ta kendisi olan: Bir mezhebe
bağlanmış kimseler olarak kabul etmesi, bizi son
derece sevindirmiştir. Yâni ecdadımız, ister belirli bir
imâma bağlı kalmış, ister birinden diğerine geçerek
birkaçına bağlanmış olsun; fikirleri ve mezhebleri bize
sağlam olarak nakledilen müctehid İmamlardan
herhangi birini taklîd edegelmişler. Dolayısıyle de
benim böyle bir konuyu işlememe ve kitab yazmama
gerek yokmuş.
Fakat ne yazık ki, sayın Ustâd Elbâni’nin sözü
gerçeğe aykırıdır!..
Zira benim ana caddeye ve doğru yola getirmeyi
arzu ettiğim kimseler arasında dört mezheb
İmamlarından hiçbirinin taklîd edilmesini kabul eden
yoktur. Bunların hepsi bütün hükümleri doğrudan
doğruya Kitab ve Sünnet’ten almak (!) gerektiği
iddiasındadırlar. Bunların câhil ve avâmdan biri
denecek derecede olanlarını gördük ve hiçbirinin her
ne şekilde olursa olsun dört mezheb İmamlarından hiç
birinin fetvâsını, kat’îyyen kabul etmediklerini
müşâhâde ettik. Nihâyet bu imâmın bu mes’elede
dayandığı delili gözünün önüne serdik ve i’tibârettiği
Hâdîs’i getirdik, sonra da delilin kuvvet ve sıhhat
derecesini açıkladık. Hâdis’in senedini ve bu senette
yeralan ricâlin mevsûkiyet durumlarını, sanki adamın
senet ilmînden, delillerden ve Hadîs ricalinden haberi
varmış gibi, uzun uzadıya açıklamaya giriştik. Bütün bu
gayretlerden sonra adam, ya söz konusu imâmın
mezhebini tashih etmeye, ya da hatâlı bulmak veya
55 MEZHEPSİZLİK
çirkin görmek sûretiyle, imâmın görüşü ve mezhebi
üzerine iptal çizgisi çekmeye kalktı.
Herhalde bu adamlar, Merih yıldızından ya da başka
bir âlemden gelmiş bir kavim değildirler. Aksine,
onlarda bizim gibi birer insandır. Her şehrin, her
mahallenin, her kabile ve köyün halkı onlardan dert
yanmaktadır. Oysaki onların çokluğu, Üstâd Elbânî’nin
başını yüksekçe kaldırıverince görebileceği ölçüdedir.
Sayın Elbânî’nin Allâme diye isimlendirdiği,
Risâlesini şiddetle müdâfaa ederek son derece faydalı
(!) diye vasfettiği şu Hucendî’nin, söz konusu
Risâlesinde yer alan şu sözlerin mânâsı nedir acaba?
Bu sözleri söylemekle sayın Hucendî ne demek istiyor
dersiniz?!...“Bu yolu -ictihâd yapma yolunuöğrenmek gâyet kolaydır. Bunun için muvatta,
Sahihayn, Süneni Ebî Dâvûd, Tirmîzî ve Neseî
adındaki hadîs kitabları kâfidir. Daha fazla kitaba
lüzum yoktur. Bu kitablar ise bilinen ve tanınan
kitablardır. En kısa zamanda öğrenilmeleri de
mümkündür. Sana düşen, bunları öğrenivermekten
ibarettir. Şâyet sen bunları henüz öğrenmemişde, bazı
kardeşlerin senden önce davranarak öğrenmişler ve
sana bunları bildiğin bir dille anlatmışlarsa, artık
senin için ortada bir problem, (İctihâd yapman için)
bir sakınca kalmamış olur...” Sana bu zâtın şu sözü
söylerken ne demek istediğini kestirebiliyor musun?
“—Bazı mes’eleler hakkında Rasûlüllâh (S.A.V.)’dan
nakledilen rivâyetler çok sayıda ise ve bu rivâyetlerin
hangisinin daha önce, hangisinin daha sonra vârid
olduğunu bilmîyorsan, bu durumu sana târih de
açıklamıyorsa, o zaman bütün bu rivâyetlere göre
amel edebilir, bazen birini, bâzen de öbürünü
uygulayabilirsin?!...”
Bu sözde, mezheblilik kelimesinden bizim
anladığımız mânâya karşı çıkan ve buna rağmen bütün
insanların aslında belli bir mezhebe bağlı olduklarını
söyleyen Nâsıruddin-i Elbâni ölçüsünde de olsa,
mezhepliliği takdir eden bir iz bulabilirmisin?!...
MEZHEPSİZLİK 56
Sayın Hucendî, müslümanların önüne Muvatta,
Sahihayn, Sünen-i Ebî Dâvûd, Tirmîzî ve Neseî’yi sürüp
de, bütün bu kitaplar, mümkün olan en kısa zamanda
öğrenilebilecek (!) ma’lûm ve meşhur eserlerdir
demekle, İmamlarına ve mezheblerine tâbî olma yolunu
onlara kapatmış olmuyor mu? Sayın Hucendî ilâve
ederek diyor ki: “Allâh mü’minleri mücâdelelerinde
muvaffak kılacaktır. O, onlara kâfidir. Ne, belli bir
mezhebe bağlı kalmak, ne de bağlı kalmamak
sûretiyle herhangi bir mezhebi taklîd etmeye hacet
kalmamıştır.”
Keşke Ustâd Nâsır, aralarında İbn-i Teymiye, İbn-i
Kayyim ve Şevkânî’nin de bulunduğu bütün İmamların,
yukarda adı geçen kitabları öğrenmiş olmanın, ne
sahiblerini müctehid yapacağı, ne de böylelerinin fetvâ
vermede ve delillerden hüküm çıkarmada sâdece bu
kitablara bağlı kalmalarının doğru olmayacağı
hususunda fikir birliği halinde olduklarını ve yalnız
Allâme (!) Hucendî efendinin (Ennâfia: faydalı) (!)
Risâlesinde kesin sonuca bağladığı görüşünün tam
aksine, müctehid namzedinin eli altında bu Hadîs
kitablarına ilâveten, kendisini müctehidlik mertebesine
yükseltecek zengin bir kütübhâne bulundurmasının
zarurî olduğu görüşünü paylaştıklarını bilseydi!...
Şuhalde benim kitabım, Üstâd Nâsıruddin-i
Elbânî’nin dediği gibi, yıkılmış olmuyor; aksine ona,
maalesef (!) sürekli bir ihtiyâç duyulmaktadır. Halbuki
ben, kitabıma hiçbir ihtiyaç duyulmamasını o kadar
cân-ü gönülden arzu etmişimdir ki, hayret edersiniz.!...
57 MEZHEPSİZLİK
5- Ustâd Nâsıruddîn-i Elbânî ile aramızda münâkaşasını
yaptığımız ikinci noktaya gelince; bu, kitabımda tesbît ettiğim
gerçekle uyuşan bütün nass’ların ve delillerin, apaçık hatâ ve
haktan inhiraftan ibaret olan bir yorumla onun tarafından
te’vîline dayanmaktadır.
Hucendî Efendinin : “Mezheblere gelince: bunlar, ilim
ehlinin görüşleri ve bâzı mes’eleler hakkındaki anlayış ve
içtihâdlarından ibarettir. Ne ALLÂH ve ne de Rasûlü, hiçbir
kimseyi bu görüş ve İctihâdlara tâbî olmaya icbar etmemiş
ve hiç bir insana, senin bu âlimlerin fikirlerine uyman
farzdır dememişlerdir..”sözü, onun nazarında özellikle ictihâd
yapmaya ehil olan hakîkî müctehidlere hamledilmiştir. Evet,
Hucendî efendinin bu sözde hedef aldığı kimselerin sâdece
hakîkî müctehid İmamlar olduğu, yukarıdaki cümleleri arasında
yer alan hiç bir kimse tabirinden açıkça ve kesin olarak
anlaşılmaktadır.
Aynı zât’ın şu : “— Bu yolu -yâni ictihâd yapma yolunuöğrenmek gâyet kolaydır. Bunun için, Muvatta’, Sahhayn,
Sünen-i Ebî Dâvüd, Tirmîzî ve Neseî adındaki hadîs kitabları
kâfidir. Bunlardan başka kitaba lüzum ve ihtiyâç yoktur. Bu
Kitablarda, ma’lûm ve meşhur kitablardır. En kısa zamanda
öğrenilmeleri mümkündür. Sana düşen bunları öğrenivermekten ibarettir. Şâyet sen bunu henüz öğrenmemiş ve
bazı kardeşlerin senden önce davranarak öğrenmişler ve
bunları bildiğin bir dille sana anlatmışlarsa, artık senin için
ortada hiç bir mes’ele (ictihâd yapmak için), bir sakınca
kalmamış olur...” sözleri ictihâd mertebesine ulaşan ve
nass’lardan hüküm çıkarma gücüne sâhib olan kimseler için
söylemiş olduğu sözlerdir. Üstâd’ın ifâdesi bu kadar açık olduğuna ve içerisinde anlaşılmayacak veya yanlış anlaşılacak bir
taraf bulunmadığına göre, ne cevaplandırmaya ve ne de ekle,
açıklamasına girmeye gerek yoktur.
“Kitab ve Sünnet’in nass’ı ile Sahâbeler (R.A.)’in
sözlerinin mevcûd olduğu yerde, bunları almak vâcibtir.
MEZHEPSİZLİK 58
Bunları bırakıp da âlimlerin sözlerine i’tibâr edilmez.” Sözü
ise Üstâd’a göre, Şer’î ilimlerden bir şeyler öğrenmiş, delilleri ve
onlardan kastedilen mânâları tanımış olan kimseleri hedef
tutmaktadır.
İşte böyle... Üstâd Nâsıruddîn-i Elbânî’nin fikirlerine göre,
Hucendî’nin kitabında yer alan bu gibi nass’ların hepsi, bizim
açıkladığımız gerçekle uyuşma halindeymiş. Biz bunu
anlıyamıyormuşuz. Bunun için Hucendî’nin ileri sürmüş olduğu
nass’ları, kitabının çeşitli yerlerinde arayıp bulabileceğimiz kayıt
ve tahsislerin ışığı altında iyice anlamamız gerekiyormuş!...
Bunun üzerine Üstâd’a: “— Hiçbir âlim sizin dediğiniz
kadar kapalı bir ifâde kullanmamış ve böyle muğlâk bir
üslûbu umûma yayıp sonra da, sözün ifâde ettiği mânânın
dışında bir başka mânâyı kast etmemiştir.
Yani ben böyle dedim, bu sözün açık mânâsı hepinizin
anladığı gibidir; amma ben bundan sizin anladığınızı değil
de, tamamen ayrı olan şu mânâyı kast ettim dememiştir.
Hiçbir kimsede bu nass’lardan sizin anladığınız mânâyı
anlamamıştır...” dediğim zaman, Üstâd’ın cevâbı şu oldu:
“— Bu adam (Hucendî hoca) aslen Buhâra’lıdır. Ana
dili Arapça değildir. Dolayısıyle, fikirlerini bir Arap gibi
rahatça ifâde edemez. Bir de, bu adam ALLAH’ın rahmetine
kavuşmuştur. Sözünü -kendisi bir müslüman olduğuna göremüslümana yakışan mânâya yorumlamamız ve mümkün
mertebe hakkında hüsn-ü zanda bulunmamız gerekir!...”
Yaklaşık olarak üç saat süren oturumumuzda Elbâni hoca ile
aramızda geçen konuşmaların özeti budur.
Bana Ustâd, bilâhare bir mektup yazarak tekrar bir araya
gelip görüşmemizi teklif etti. Ben de Üstâd’ın bu mektubuna
karşılık şu cevabi yazıp gönderdim.
“Bir başka celsede tekrar bir araya gelmemizi teklif
ediyorsunuz. Ben birinci oturumumuzda -dediğin gibi- biz
bu oturumdan bir şey anlamadık ve hiçbir fayda elde
59 MEZHEPSİZLİK
etmedik. Sizde Risâle sahibi Hucendî’nin nezih ve hatâsız
olduğu düşüncesinde ısrar ederek bu fikrinizden vaz
geçmediniz. Ben de onun sözlerinin sizin hamlettiğiniz ve
yorumladığınız mânâlara gelebileceğine aslâ kanaat
getiremedim. Benim inancım odur ki; siz şâyet Muhyiddîn
İbn-i Arabî gibi bir zâtın sözlerini, Hucendî hocanın
sözlerine hamlettiğiniz te’vîlin dörtte biri ile te’vîl ve takyîd
etmelerine rızâ gösterseydiniz, O’nun ne tekfiri, ne de
fâsıklığı sizi kapsamı içine alırdı.”
“Her ne ise... Dün sözleriniz, hep Hucendî’nin müdâfaası
etrafında dönüp dolaşmaktan öteye gitmedi. Yâni Hucendî,
benim kitabımda açıkladığım şeylerden başka bir şey kast
ediyormuş.. Fakat ben, onun sözlerini bir tarafa meyil
ettiğine hamletmişim. Bir başka yola girdiği anlamına
almışım.”
“Hucendî, ister sizin tasavvur ettiğiniz gibi, ister benim
tasavvur ettiğim gibi olsun; sizin şahsen, Hucendî’nin
sözlerinden benim anladığım fikirleri kabûl etmemiş
olmanız, beni, işin aslı ne olursa olsun fazlasıyle
sevindirmiştir. Bir de Hucendî’nin sözlerinin bir tashih veya
şerhini yapıp da, münâkaşamızda, zikrettiğiniz kadarıyla da
olsa, dört mezheb İmamlarına olan hürmetinizi ictihâd
derecesine varmamış olanlar için, onları taklîd etmenin
zarûrî olduğunu kaydetseniz, beni büyük bir sevince
garketmiş olursunuz.”
“Tekrar buluşmamıza gelince; ben bunda hiçbir fayda
görmüyorum. Dünkü birleşmemizde birtek şey anlamış
bulunuyorum. O da, bazı faydalı işlerimi yapabileceğim üç
saatimi boşuna kaybetmiş olmamdır. İçten selâmlarımı kabul
buyurunuz.”
6- Bu kitabım etrafında karşılaştığım bütün cevâb ve
münâkaşalar bundan ibarettir. Görüldüğü gibi bunlar da,
yazdığım ve tesbit ettiğim şeyler hususunda beni sağlam,
kuvvetli ve haklı kılan şeylerdir.
MEZHEPSİZLİK 60
Ben şimdi MEZHEPSİZLİĞ’in, İslâm Şerî’at’ini tehdîd
eden en tehlikeli bid’at olduğunu daha kesin ve daha yakînî bir
şekilde anlıyorum. Kitabımda yer alan ve bu hakikatin
doğruluğunu açıkça ortaya koyan nass ve fikirler, delil olarak
yeterde artar bile... Yukarda zikrettiğim sebebin gerektirdiği bâzı
ilâveler dışında, kitabıma birtek harf bile eklemeye lüzum
görmüyorum. Hucendî’nin Risâlesini, gün gibi açık olan
hakîkattan ayrılıp bir başka tarafa meyletmekten uzak;
felâketinden insanların haberdâr edilmesi ve uyarılması zarurî
olan son derece tehlikeli hatâlara düşmeyecek kadar insaflı ve
aklı başında olan her arap nasıl anlıyorsa, bende öyle anlamaktayım. Zîrâ Cenâb-ı Hak, bize mânâsı apaçık cümleler ve
nass’lar üzerinde, içlerine te’vil, takyîd ve tahsis gibi, işi
rayından çıkarıcı şeyleri atabileceğimiz bir takım delikler delip
ve pencereler açıpta, müellifin bundan kast ettiği mânâ şundan
veya bundan ibarettir diyerek, bu nass’ları herkesin istenilen
tarzda te’vil, takyîd ve tariz etmesini istiyerek, halka yayınlama
görev ve yetkisini bize vermiş değildir.
ALLÂH bize, ne bu, ne de bunun yarısı kadar te’vil
yetkisini, mutasavvife’nin vecd hâlinde söyledikleri ölçüsüz
sözler çerçevesinde bile tanımamıştır. Şu halde, bu yetkiyi,
mânâların olduğu gibi muhafazası ve her türlü yanlış anlaşılma
ve vehim ihtimâlinin bertaraf edilmesi beklenen açık nass’lara
dayalı, ilmî hakikatleri gün ışığına koyma mevkiinde konuşan
âlim dedikleri insanın sözleri çerçevesi içerisinde nasıl tanır,
nasıl teklif eder?!...
Hucendî hocanın, maksadını gerçekten ifâde edemediğini ve
yazdıkları ile benim yazdığım ve kitabımda tesbit ettiğim
fikirlerin, aynısını kast ettiğini farzedecek olursak; yine benim
kitabımın ona hiçbir zararı dokunmamakla kalmaz; üstelik ben,
kitabım sayesinde onun hoşnutluğu ve ölüm örtüsü altından hayır
duasını alacağımı umarım. Çünkü kitabımla, onun sözlerinden
ilk bakışta anlaşılacak olan sapık fikirlerden müslümanları men
etmiş, vebalden kurtarmış ve ona hizmet etmiş oldum.
61 MEZHEPSİZLİK
7- Sonra mezhebsizlik çığırtkanları ve yardakçıları arasında,
benimle Nâsıruddîn-i Elbânî arasında cereyan eden münakaşa ile
hiçbir ilgisi olmayan asılsız şeyler yayan kimseler var... Benim
için bu zırvalar üzerinde durmak ve açıklamalarına girmek hiçde
önemli değil. Bu konuda sarfettığim bütün gayretlerin tamamen
İslâm Şerî’at’ına hizmet için olmasını diliyor; buna karşılıkda
yüce Rabbim (C.C.) dan başka hiçbir kimseden mükâfaat istemiyorum. Bundan sonra, bu adamlar, hakkımda dilediklerini
söylesinler.
Yalnız, yalan olarak yaydıkları şeylerden üzerinde durmam
gereken bir husus var. Bu hususta okuyucularımı
aydınlatmalıyım. Gûyâ babam Nâsıruddîn-i Elbânî ile yaptığımız
münâkaşanın sâdece bir kısmında bizimle beraber bulunmuştur.
Onun fikirlerine katılmış, benim, Üstâd Nâsır’a karşı
muhalefetimi reddetmiş ve yersiz bulmuş!...
Bu şayia, benim karşısında susmam gereken bir şayiadır.
Ancak, câhil halkın kalblerini, bu adamların inhiraf ve
sapıklıklarına çekmek için kurulmuş bir tuzak olabilir. “Şam’ın
Muttaki fakîh ve âlimi Şeyh Molla Ramazân onu destekledi;
en meşhur dâvetçisi ona muvafakat etti” iddiâsıyle avâm halkı
kandırabilirler.
Bundan dolayı babam, aslı astarı yok, ancak tamamen zıddı
vârid olan bu düzme yalanın iç yüzünü okuyuculara açıklamamı
emretti. Adı geçen münâkaşayı olduğu gibi kaydettiğim bant, bu
gerçeği dile getiren en güzel şâhiddir.
Okuyucularım, babamın bu konudaki yazısını bu önsözden
sonra kendi imzasıyla birlikte bulacaklardır.
8- Son olarak, bu kitabın, kendi görüşlerine muhalefet ettiği
için, sıkıntıya düşürüp bunalttığı kimselere, özürlerimi sunmak
ister ve sâdece ALLÂH’ın rızâsını arama esâsına dayalı; hür,
ilmî araştırma yolunu muhafaza etmekle beraber, onların
gönüllerinin de alınabileceği ve memnun edilebilecekleri bir yol
ve bir çâreye sâhib olmayı dilerim.
Yalnız -ne yazık ki- ben, bu yolun adamı değilim. Bu çâreyi
bulmaktan âcizim. Keşke acizliğimin en önemli sebebi -
MEZHEPSİZLİK 62
bildiğiniz gibi- bu kardeşlerin büyük çoğunluğunun sabırsız
davranmalarından ibaret olsaydı. Adamlar, kitabımın sayfalarını
karıştırmak ve bazı paragraflarına üstün körü göz gezdirip
geçmekten öteye hiç bir şey yapmıyorlar. Sonra da dillerine diledikleri sözü dolayıp, ver yansın ediyorlar... Kalplerini, içine
doldurdukları kinlerle başbaşa bırakıyorlar. Durum bu iken, bu
adamların memnun edilmeleri mümkünmüdür?... Bunları razı
etmeye giden en büyük kapı ve en önemli geçitin, ALLÂH’ın
Ahkâmı ile kapalı olduğu muhakkak değilmidir? Sâlih Selefimiz,
ecdadımızın âlimleri ve dört mezheb İmamları da aralarında
münâkaşalar yapmışlardı. Herbiri diğerinden farklı olan görüş ve
mezhebini yazardı. Hepsi de birbirinin fikirlerini hürmetle ve
dikkatle okurlardı. Neticede ya muhalefet mes’elelerinin en dar
noktasında hepsi toplanır ve fikirlerini birleştirirler, ya da herkes
kendi görüş ve mezhebi üzre kalırdı. Tâbi, deliller çeşitli
mânâlara alınmaya muhtemil ve bu mânâlardan, kast edilenin
hangisi olduğunu tâyin gerçekten müşkil ise... Birleşemeyip
farklı görüşleri ve kendi mezhebleri tarafına geçtikleri zamanda
ancak birbirlerini takdir ederek, biri diğerine hürmet göstererek,
incelemeleri sonucu vardıkları görüşler hususunda birbirini
mazur görerek ayrılırlardı.
Şu halde ilmî münâkaşa yalnız, geçmiş asırlarda görülen bu
ilmî kalkınmanın en önemli faktörlerinden biri olmakla
kalmamış; üstelik söz birliği ve fikir dağınıklıklarına son verme
âmillerinin en önemlilerinden biri olmuştur. İlmî münâkaşa, bu
günde bütün bu parlak neticelerin yeniden gerçekleşmesi için
yegâne garantidir.
9- Ben bu kitabımda, ne bu yoldan başka bir yol tutmuş, ne
de bu parlak sonuçlar dışında bir neticeyi hedef almış değilim.
Gerçek bu olduğuna göre, bu kardeşler neden, bize, içlerindeki
kin ve hasetlerle muamele ediyor, kin ve hasetlerinden
çatlıyorlar!.. Kitablardan yüz çevirmeleri ve rahatsız olmaları yüzünden niçin kitabım ve içindeki fikirler aleyhine karar aldılar!...
Aleyhte karar için ölçüleri neydi?!...
63 MEZHEPSİZLİK
10- Bir gün bu adamlardan birinin fikirlerinden
bahsediyorduk ve bu fikirler sağlam fikirler değildir diyorduk.
Sözcüleri bize şu karşılığı verdi: “Adam çalışmış, bir fikre
varmış, sonra da kalbine sinen fikri yazmış. Sizde yazın.
Onunla ileri sürdüğü fikirler üzerinde münâkaşa edin.” Dedi.
Bu güne gelip, kendi tavsiyelerini gerçekleştirerek ilmî,
temiz bir çerçeve içerisinde görüşlerimizi yazınca da,
yazdıklarımızdan dolayı sızlanmaya başlıyorlar. Bazıları da
okuyucuları, kitabımızı okumaktan men etmeye çalışıyorlar.
Bizi, nifak tohumlarını atmak ve tefrikayı körüklemekle
itham ediyor, yapılması vâcib olan bu işi yapmaktan
vazgeçip (!) başka şeylerle uğraşmamı öğütlüyorlar!...
11- Şimdi, yayın evleri ve kütüphanelerin çeşitli ilim ve
sanat dallarında belli konular etrafında yayınladıkları temiz ve
ilmî münâkaşalarda içtimaî ve dinî bir zarar yoktur. Aksine bütün
bunlarda din ve dünya için büyük yararlar ve hayırlar vardır.
Fakat, bütün zarar, bu arada yüksek ilmî münâkaşalardan
rahatsız olan kimselerin bulunması, sonra da, ilmî münâkaşanın
çok aşağısında kalan tutarsız sözler, kinler veya çeşitli taassub,
katı tarafgirlikve şahsî kalb darlıkları ile ona karşılık vermeye
kalkmalarındadır.
Cenab-ı Hakk’tan hayatımda neşrettiğim herhangi bir ilmî
araştırmamdan, bana düşen payı, bir insan üzerine saldırı,
nefsimdeki bir hastalığı gidermek, kinimi tatmin etmek, yahut
cehalet rüzgârlarından başka, hiçbir şeyin üfürüp şişiremediği
kör taassub ve sersem tarafgirliği keskinletmekten ibaret
kılmamasını duâ ve niyâz ederim ve ALLÂH (C.C.)’in, hiç bir
müslüman kardeşime kötülük etmekten, dilimi ve kalemimi men
etmesini dilerim.
Muhammed Said Ramazân El-Bûtî
Şam: Cemâdiy-Üs-Sâniye Ayı: 1390
Ağustos: 1970
MEZHEPSİZLİK 64
BABAM’IN NÂSIRUDDÎN-I
ELBÂNI’Yİ DESTEKLEDİĞİ İDDİASI
KARŞISINDA SÖYLEDİKLERİ:
Ben -Muhammed Sait Ramazân’in babası olarak- derim ki:
Nâsıruddîn-i Elbânî’nin sözlerini desteklediğimi söyleyen adam,
ne ilmî araştırmadan, ne de karşılıklı münâzaradan nasîb
almamış bir kimsedir. Nasıl olur da, benim sözlerim ona yardım
ettiğimi gösterir?!... Ben ona, bütün açıklığı ile mutlak mânâda,
câhilliği sadedinde sözler söyledim. Dedim ki: “Bir şey
söylendiği zaman onunla Ferd-i Kâmil (söylenen şeyin tam,
tek mânâsı) kast olunur. Fıkıh Âlimleri demişlerdir ki: —Bir
adam ailesinin kendisinden boş düşmesini, namazına
bağlayacak olursa, (namazını kılmazsan benden boşsun derse),
kadın da Şer’î olmayan, (dindeki şekil ve şartlarına uygun
olmayan) tarzda namaz kılarsa, kocasından boş düşmez.
Çünkü ona (sahih) namaz denmez.” Dedim. Bu sözlerim
üzerine Nâsır beni tasdik etti ve sözlerimin doğruluğunu teslim
etti. Sonra ona: “Bu kitab, yâni MEZHEBSİZLİK, avâm için
değil, âlimler için te’lif edilmiştir.” Dedim. Ona söylediğim bu
sözün mânâsı şudur: Senin de gördüğün gibi, müellifin kitabında
söylemiş olduğu şeylerden maksadının ne olduğunu sormak için
sana bir meydan ve imkân var... Müellif sana murâdını yazıp
anlatmadan da, (aradığın) cevâbı ilim ıstılahlarında tesbît edilmiş
görürsün...
65 MEZHEPSİZLİK
Sonra, ne tuhaf, hayret ediyorum... “Müctehid İmamların
mezhebleri din değildir.” diyen bir kimseyi, ben; nasıl olur da
desteklerim?! Ben kendisine: “Rasûlüllâh (S.A.V.)’in, ictihâd’ın
sahih olduğunu, müctehid kimsenin kıldığı namazın yanlış da
olsa sahih olacağmı söylediğini îzâh ettikten sonra bana:—Fakat
bu namaz hak ve doğru değil, (aksine) bâtıldır.” Dedi. Tâbî
adamcağız, bu sözüyle Rasûlüllâh (S.A.V.)’in bâtılı ikrar ettiğini,
sapıklığı kabul ettiğini söylemiş olduğunun farkına varmıyor!...
Hâşâ ve kellâ... Böyle zırva olmaz...
Sâdece bu, Elbâni efendinin hevâ ve hevesine tâbî, içerisine
düştüğü helak ve felâketi bilmeyen bir kimse olduğunu isbât için
kâfidir. Teyp bantındaki kayıt bu durumun en güzel şahididir.
Molla Ramazân
MEZHEPSİZLİK 66
BU KİTAB’IN ÖNÜNDE
(Birinci Baskının önsözü)
İsterdim ki, bu konuda yazmaktan beni kurtaracak bir çıkış
yolu bulayım.
Bugün, her müslümanın canını yoluna koyması vâcib olan,
müslümanların durumunu inceleme, onlara büyük kayıplar
verdirecek, dağınıklık ve zillet getirecek derecede bütün
varlıklarına üşüşen ve onları en kısa zamanda ve en kestirme
yoldan kendilerini kurtarmaya çalışmasalar bile, sürekli olarak
yok olmak ve yeryüzünden silinip gitmekle tehdîd eden tehlikeli
dertler ve kangren olmuş yaraları inceleyip deva bulmaya
kendimi vermekten beni hiç bir engelin alakoymamasını uzun
süre cân-u gönülden arzu ettim durdum.
Evet, uzun süre, kendimi ve kalemimi bu büyük işi bırakıp
da basit işlerle, apaçık (Bedîhî) mes’elelerle oyalamıyayım
dedim ama sen, bu açık seçik (Bedîhî) şeylerden bir yığınını,
inceleme ve açıklamaya değer kavgalı mes’elelere, cedelî
hükümlere çevirdikten sonra sana getiren, sonra da bunlar
üzerinde bir takım nazariyeler ileri sürüp senin konu olarak
seçtiğin büyük mes’elelenin halli, korkunç derdin tedavisi
uğrunda ortaya yoktan bir uçurum koyan, bir büyük bâdire açan
kimselere karşı ne yaparsın?!...
Sen çok kan kaybetmekte olan bir adamla karşılaştın. Onun
hayatını kurtarmak için en yakın ilk yardım hastahanesi:
(Cankurtaran merkezi) ne onu atmak istiyorsun, sonra yerin
dibinden (bitercesine) karşına bir adam çıkıyor, önünü kesiyor.
Elinden bu insanı kapıp sırtına yükleniyor. Koşturarak en yakın
bir hamama doğru gidiyor. Soruyorsun; niye hamama
götürüyorsun?... Adam, berbere, terziye, götürmek için önce
bedeninin temizlenmesi lâzım diyor. Sen böyle bir insan
karşısında ne yaparsın?!... Bu hastanın hayatını kurtarmak için
onu, sırtında bulunduğu bu deliye sarılmaktan korkutmak; onu
bırak bana gel, onunla gidersen ölürsün deyip kaptığınla her an
67 MEZHEPSİZLİK
biraz daha ölüme yaklaşan bu adamcağızı yıldırım gibi doktora
ulaştırmaktan başka çare bulabilirmisin?!...
Bugün müslümanların başına gelen belâlar: Fikirde ilhâd:
(gerçek inançtan dönme) ve inâd, takip edilen yol hususunda
başıboşluk ve temel pirensip dağınıklığı belâlarından ibarettir.
Yazarlar ve düşünürlerin -müslümanların, durumları kendilerini
ilgilendirenlerinin- bu üç felâketten başkasıyla uğraşmaları, bu
üç derd dışında kalan derdlere deva bulmaya çalışmaları
yersizdir. Fakat sen bu mes’eleleri,seninle bu ana derdler arasına
müslümanların hiç vakit kaybetmemeleri gereken diğer
mes’elelerden bir yığın engel sokulursa, arkasından orta yere
yeni felâketler saçarlarsa, nasıl halledersin; bunca derde nasıl
deva bulursun?!...
Sana, kendilerini îman caddesine aktarıp Hak yolda yürütme
görevi verilen kimselere dönüp baktığın zaman, onlarla felâketler
arasına yeniden diğer birtakım yeni engeller sokulmuş ve bu
yüzden onlar başlangıcı ve çıkışı olmaya bir şaşkınlık dâiresi içerisinde yeni baştan dabalamaya başlamışlarsa, sen bunca bitmez
tükenmez hastalıkları nasıl teşhis ve tedavi edebilirsin?!... “Dört
İmam: (İmam-ı A’zam, İmam-ı Şâfi’î, İmam-ı Mâlik, İmam-ı
Hanbel)’i taklîd etmek küfürdür, Muayyen bir mezheble
mezheblenmek, belirli bir mezhebe bağlı kalmak sapıklıktır
ve ALLÂH (C.C.)’ı bir yana bırakıp bağlanılan mezheb
İmamını kendisine İLÂH ve RAB edinmek demektir” Yeni
müslüman olmuş bir insan bu sözün ışığı altında müslümanların
bayrak kişilerinin ve tabakalarının târihine göz atar ve İSLÂM
târihini dinden dönenler, sapıklar ve Hakk’tan yan çalanlarla
dolup taşan bir târih olarak görür. Halbuki o, İSLÂM’la, ancak
onların yoluyla ilgilenmiş, onların üstün durumları ve hayat
hikâyelerinden edindiği kıymetli bilgilerden etkilenerek
İSLÂM’a girmiştir. Bu böyle iken, dört mezheb imânını taklîd
etmekten kendini kurtarmaya kalkar ve İSLÂM ŞERÎ’AT’ını, iki
ana kaynağı; Kur’ân ve Sünnet’ten öğrenme sevdasına düşerse,
kendisi ve kendisi gibi düşünenleri bir takım mantık oyunları,
MEZHEPSİZLİK 68
hile ve dalavereler içinde bulur; kör Câhilliğe dalmış ve
mesnetsiz karanlığa kürek çekmekte olduklarını görür.
Bu durum karşısında sen nasıl mücâdele edebilirsin ve
yaptığın mücâdeleden ne gibi bir sonuç alabilirsin?! Hiçbir netice
alamazsın, çünkü bu gedik sana ne herhangi bir müsbet netice
alma imkânı bırakmış, ne de ileride alabilme fırsatı tanımıştır.
Benim bu sözlerim hayâl mahsulü değildir, kafadan
atmıyorum bütün bunları... Aksine, bu gerçekler benim gözümle
görmekte olduğum elle tutulur cinsten sağlam gerçeklerin
ifadesidir.
Bana, Şam Üniversitesi Edebiyat Fakültesi talebelerinden
biri geldi ve “‫ــ‬Ben Müslümanlığa ve ibâdete yeni baştan ve daha
büyük bir şevkle sarılmış bulunuyorum. Şâfi’i Fıkhında bir
küçük kitap okudum. İmam-ı Şâfi’nin mezhebine göre amel
etmekteyim fakat bu arada elime kürrâs diye bir kitap geçti. Bu
kitapta şu fikirler ileri sürülüyor” dedi ve kitaptaki fikirleri şöyle
anlattı: “Hiçbir Müslümanın dört mezheb İmamlarından
birinin mezhebine bağlı kalması câiz değildir. Bunu kim
yaparsa kâfir olur. İSLÂM yolundan sapar. Böylelerinin,
dînî hükümleri doğrudan doğruya Kitap ve Sünnet’ten
almaları gerekir.”
Bu talebe kendi durumunu da bana şu sözleri ile nakletti:
“Ben, Âyet’i Kerîmelerin mânâlarını gereği gibi anlamak ve
onlardan hüküm çıkarmak şöyle dursun, Kur’ân-ı Kerîm’i
usûlüne uygun şekilde doğru dürüst okumayı bile
beceremiyorum” dedi ve bu durum karşısında ne yapacağını,
nasıl davranması gerektiğini sordu.
Ben bu gence ne cevap verebilirdim!... Kardeşim, ben
herşeyi bir tarafa bırakmış, en mühim İSLÂMÎ mes’elelere
kendimi vermiş bulunuyorum. Onlardan vaz geçip bu önemsiz,
cüz’î mes’elelere girmem doğru olmaz. Bu konuda nefsime
uyarak birtakım açıklamalara girip de, müslümanlar arasında,
çıkarılmaması gereken birtakım tefrika ve zıdlaşmaların körüklenmesine sebeb olamam diyebilirmiydim?!...
69 MEZHEPSİZLİK
Sonra benim, bu zıdlaşmalar ve muhalif fikirler karşısında
susmam doğru olurmuydu? Bu muhalefeti körüklemekmi demek
olurdu?
Benim, bu üniversiteli öğrencinin başına gelen müşkili tek
kelimeyle de olsa halletmeden büyük müşkülleri halletmem ve
halka bu gibi bâdirelere düşmeme ve düştükleri takdirde sıyrılıp
çıkabilme çârelerini göstermem gerekmezmiydi?
Bir de o, bir tek şahısmıydı ki ben onunla bir kenara çekilip
ağzımı kulağına dayayayım, sonra ona hak ve hakikati hiç
kimsenin olmadığı bir yerde gizlice anlatayım. Böylece
aralarında muhalefeti körüklememiş ve halkı yeni müşkillerin
eşiğine getirmemiş olayım desem. Din işlerinde, eşsiz târihlerine
gölge düşüren ve Dinlerinin ruhuna musallat olan bu yeni
Câhillik yüzünden kendilerini bu KÜRRÂS adlı formanın
şaşkınlığa düşürdüğü bu şahıs gibi yüzlerce şahsın bulunduğu
muhakkaktı. Öyle ise, konunun apaçık bir şekilde incelenmesi
şarttı. Dolayısıyle bu konuyu bizim büyük ve vazgeçilmez
kararımızın bir parçası olarak kabul etmemiz zarûridir. Büyük bir
insan topluluğu da bunun böyle olmasını, yani konunun müstakil
olarak işlenmesini istemişler ve konuyu bu şekilde değerlendirerek halletmemi bana açıkça söylemişlerdir. Sel gibi kan
kaybetmekte olan yaralının hastaneye taşınması için takip
edilmekte olan yolun tam tersine gitmekten yana olmuşlar. Kanı
sel gibi boşalan yaralıyı nakletmek için yolu geri gitmek
istemişler ve onu, durumunu düzeltecekleri ve şeklini güzelleştirecekleri yere taşımayı aslâ kabul etmemişlerdir.
Oynanmakta olan bu hayatî oyuna göz yummamız ve
bunlarla muhalefeti körüklemekten kaçınmamız, bu hastanın
menfaatine halel getirir. Susalım ve onları kendi hallerine
bırakalım, dilediklerini yapsınlar diye dilimizi lâl saymamız
bizim yapabileceğimiz en büyük delilik olur.
Hayır, aslâ susmayacak ve onların bu çılgınca ve gülünç
iddia ile dilediklerini yapmalarına müsâade etmiyeceğiz.
MEZHEPSİZLİK 70
Hakikati ortaya apaçık bir şekilde koyacak olan sözü bir an
önce söylememiz şart. En azından hastayı, onların sapıklık ve
tuzaklarına kendini teslim etmemesi için, bu tehlikeli yola
gitmenin kötü sonucundan korkutmamız zarûrî... Bu, bizim
gerçekten, pirensip olarak girmememiz gereken bir konuya
girmeye bizi mecbur eden esef verici bir durumdur.
Tâ ezelden bu güne kadar müslümanlar, halkın müctehid ve
mukallid diye iki kısma ayrıldıklarını ve mukallidin
müctehidlerden birine tâbî olması zarûrî olduğunu bütün açık
seçikliği ile bilerek yaşamışlardır. Bir mukallidin, müctehid
İmamlardan birine tâbî olduğu zaman, dilerse hayatı boyunca
ona bağlı kalıp, onun taklîdini bırakarak başka bir imâma
dönmemek hakkına sahip olduğu herkesçe bilinegelen bir
gerçektir.
Bu, asrımızda birdenbire halka “BİR MÜCTEHİDE
BİZZAT BAĞLANMANIN KÂFÎRLÎK olduğunu söyleyen;
Kitab ve Sünnet’e tâbî olmak, ma’sûm’a tâbî olmaktır, dört
imâma tâbî olmaksa ma’sûm olmayana tâbî olmaktır;
mademki sâdece Kur’ân ve Sünnet ma’sûmdur, şu halde
bütün insanların ma’sûma tâbî olmaları ve ma’sûm
olmayana tâbî olmaktan kendilerini derhal kurtarmaları
boyunlarına borçtur.” diyen bir gurup insanın ortaya çıkıp,
GARİP BİR ŞERÎ’AT ve YENİ BİR DİN ileri sürmelerine
kadar hep böyle olagelmiştir. Dünya’da aklı başında olan herkes
bilir ki, bütün insanlar, şâyet ma’sûma nasıl tâbî olunacağını ve
onun sözünden kast edilen mânâyı anlama yolunun ne olduğunu
bilselerdi elbetteki mukallid ve müctehid diye iki kısma
ayrılmazlardı ve şüphesiz ki, Cenâb-ı Hakk onların birinci
kısmına (mukallidlere): “Şâyet bilmîyorsanız (Anlamadığınız
şeyleri) zikr ehline (anlayan müctehidlere) sorunuz.”
buyurmazdı. Görülüyor ki ALLÂH (C.C.) kendileri ma’sûm
olmamakla beraber, hatâdan sâlim olmamalarına rağmen halkın
taklîdci, câhil kesimine ma’sûm oldukları halde Kitab ve
71 MEZHEPSİZLİK
Sünnet’in lâfızlarına değil de, ma’sûm olmadıkları halde Ehl-i
Zikr’e (müctehidlere) tâbi olmayı emir buyurmuştur.
Bizim aklı başında hiçbir kimse için anlaşılması hiçte güç
olmayan bu açık sözü tesbite mecbur olmamız gerçekten esef
verici, acıklı bir haldir. Fakat bugün bu esef verici işi yapmak
bizim boynumuza borç ve üzerimize farz olmuştur. Birisi, (bir
müslümanın dört mezhebten belirli birine tâbî olması zarûrî
midir?) adını verdiği bir formalık bir kitabı yayınlamış, kitabın
üstüne isminin yazılmamasını ve kendisine âit olduğu
bilinmemesini istemiştir. Ve kendi te’lifi olan bu Kitabı Mescid-i
Harâm’da müderris olan Mekke’li (Muhammed Sultân ElMâ’sümî-El-Hucendî) ye nisbet etmiştir. Bu formanın özeti
yukarıda açıkladığım: “Dört mezhebten belirli birine bağlı
kalan kimse Kâfirdir. Müctehid İmamları taklîd edenler
ahmaktır, câhildir ve sapıktır. Bunlar dinlerini paramparça
edip ayrı ayrı fırkalar hâline gelen kimselerdir. Cenâb-ı
Hakk’ın, haklarında; (ALLÂH’ı bir tarafa bırakıp da
papazlarını ve ruhbanlarını (din büyüklerini) kendileri için
İLÂH ve RAB edindiler) buyurduğu kimselerdir.
Amellerinde en büyük zarara düşen müflislerdir. Yapılması
gerekenin en güzelini yapmakta olduklarını zannettikleri
halde, dünya hayatındaki bütün çalışmaları boşa
gidenlerdir.”gibi fikirleri içerisine almaktadır.
İsminin gizlenmesini isteyen nâşir, bu KÜRRÂS adlı
kitabını, avâm halk, talebe, işçi ve benzeri müslüman toplulukları
arasında neşrediyor. Bu insan kitlelerinden birçoğu bana gelerek
bu durum karşısında ne yapılması gerektiğini soruyor, şaşkınlık
ve çaresizliğini gözümün önüne seriyor. Bu insanlardan biri bana
geldi ve gülerek dedi ki: “Sizin öğretimine hayatınızı
vakfettiğiniz, Fıkıh ve İSLÂM ŞERÎ’AT’ı adını verdiğiniz
ilimler, müctehid İmamların mezheplerini anlamaktan
ibâretmiş. Bu da mezheb İmamlarının hukukî görüşlerinin
birer sonucundan başka bir şey değilmîş. Mezhep İmamları,
bu hukukî görüşlerini Kur’ân ve Sünnet’e bağlamışlar (!)”
MEZHEPSİZLİK 72
Sonra bana sözünün doğruluğuna bu Kürrâs adlı kitaptan
delil göstermeye koyuldu ve şunları nakletti: “Uzun süre,
İslâm’ın belirli ibâdetleri ve herkesçe bilinen dört şartından
başka birşeyi olmadığını ve bir Bedevî arab’ın bunları birkaç
dakika zarfında öğrenip sonra da tatbikine başladığını
söyledik durduk. İslâm işte bundan ibaret... Bu böyle olduğu
halde siz bize Kitab ve Sünnet’in, medenî kanun, ceza
kanunları ve devletler arası hukuktan akisler taşıdığını iddia
etmeye kalkıyorsunuz, işte Mescidi Harâm müderrisinin
kalemi ile iddia ettiğiniz, şeyin yalan olduğunun isbâtı!...”
Bu üzücü duruma karşı ne yapmam gerekirdi?... Bu konuyla
uğraşmanın en önemli konuyu bir tarafa bırakmak demek olacağı
görüşünde olan bir gurup insanın gönlünü hoş etmek için susmalı
ve bu konuyu incelemekten vazmı geçmeliydim?!
Durumlarını, daha doğrusu durumlarının yalnız bir kısmını
sana anlattığım bu insanların şaşkınlık ve çaresizliklerine çâre
bulmak ve dertlerine devâ olmaktan daha önemli birşey var
mıdır? Benim için isimleri kitaplara geçmiş binlerce yüce Şâfi’î,
Mâlikî, Hanbelî ve Hanefî tabakalarının bayrak kişilerinin ne
kâfir, ne sapık, ne ahmak ve ne de gafil kişiler olmadıklarını,
aksine onların müslümanların imâm ve önderleri olduklarını,
İSLÂM ŞERÎ’AT’ının sâdık mensubu, İSLÂM cemâatini her
türlü tehlikelerden koruma ve halka tebliğ etme fazîleti
kendilerine âit olan yüce zatlar olduklarını açıkça ortaya
koymaktan daha önemli ne olabilir.
Benim için, malûm yitiklerini bu KÜRRÂS: Formada
görenlere; büyük bir cür’et ve korkunç bir cesaretle (bilebile) şu
kindar Alman Müsteşriki ŞAHT’ın: “İSLÂM FIKHI, ÜSTÜN
HUKUK DEHALARININ ORTAYA KOYDUĞU, KİTAB
VE SÜNNETE ÎSTİNÂD ETTİRMEYİ FAYDALI
GÖRDÜKLERİ BİR HUKUK ANLAYIŞINDAN BAŞKA
BİR ŞEY DEĞİLDİR.” şeklinde uydurduğu büyük müsteşrik
düzmesini yeniden ortaya atmaya kalkanlara karşı gerçeği
açıklamaktan daha mühim birşey olamaz. ŞAHT, bununlada
73 MEZHEPSİZLİK
kalmıyor. Adı geçen Kürrâs’ın başında yer alan delilin aynısını
kendi fikrine delîl getiriyor ve: “İSLÂM’IN MÂNÂSI GÂYET
BASİTTİR. BİRKAÇ KELİMEYLE ANLATILACAK
KADAR KISÂDIR. ONU BİR BEDEVÎ ARAP BİRKAÇ
DAKİKA ZARFINDA ANLARDI” diyor. Sonra şu sözlerle
KÜRRÂS sahibinin fikirlerinin aynısı olan fikirlerini serdetmeye
devam ediyor:“Vallâhi bu konuda bunun üzerine ilâve edecek
bir tek fikir bulamıyorum. Bu böyle olduğuna göre, bu bir
yığın hüküm nerden geliyor bir türlü anlıyamıyorum?” diyor.
Ben de bu sözün safsatalığını, hakikatten uzaklığını ve bu
zırvanın kılıflanıp yutturulması uğrunda sarfedilen bunca kesif
gayretlerdeki Câhilliğin derecesini açıklamaktan daha önemli bir
şey olamıyacağına kesin kanaat getirmiş oluyorum.
Elbet bütün bunları açıklamak lâzımdır. Bu konuda hak ve
hakikat ne ise olduğu gibi ortaya koymak zarûrîdir.
Fakat ben kitabımın bölümlerini, KÜRRÂS sahibinin
yaptığı gibi, kâfirlik, sapıklık, aptallık, karacâhillik, kör
taklîdcilik ve benzeri sıfatlarla doldurmayacağım.
Tam aksine, mes’eleleri konular hâlinde, ilmî, mücerred,
gerçek dışı tesirlerden, ifrâd ve tefridden uzak bir şekilde
açıklıyacağım. Zîrâ ifrâd ve tefrîd, gerek bu asır ve gerekse diğer
asırlarda, fiilî direnişler veya kişisel ve mutaassıbâne davranış ve
ukdeler yüzünden ortaya çıkan, çoğu araştırıcıların içerisine
düştüğü felâket ve belâların esâsını teşkîl eder.
Yüce ALLÂH (C.C.)’dan hepimizi doğru olan ana caddeye
çevirip sokmasını; kalblerimizi, sorumluluğu başkasına
yüklemek, mutaassıp bir şekilde taraf tutmak ve dalavere
çevirmekten arındırmasını dilerim. O’nun son derece lütûfkâr ve
herşeyden haberdâr olduğu muhakkak...
Şam: Zilka’de ayı sene: 1389
Ocak ayı sene: 1970
Muhammed Saîd Ramazân El-Bûtî
MEZHEPSİZLİK 74
“KÜRRÂS” ADLI KİTAPTA İLERİ SÜRÜLEN
FİKİRLERİN ÖZETİ
Önce okuyucumun önüne müellif ve nâşiri kim, olursa
olsun, bu kitabın özetini koymam yerinde olur. Sonra, bu özetten
araştırma konusunu çıkararak müteakip bölümlerde, onların
incelemesine gireceğim. Bunu da, yalın ilmî metod uyarınca,
sâdece ALLÂH ve Rasûlü’nün rızâsını gözeterek yapacağım.
Bunun ötesinde ne kişisel bir maksat güdecek, ne herhangi bir
araştırıcıyı kötüleyecek ve ne de herhangi bir yazarın ne
ahmaklığını, ne de kâfirliğini hedef tutacağım.
Buna karşılık okuyucularımdan da, nefsim için gerekli
gördüğüm şeylerin aynısını bekliyorum. Karşısına çıkan
görüşleri iyice düşünmesini, fikirleri gerçek dışı tesirlerden uzak
tutmasını ve okuyacağı şeylerde sırf tarafsız bilgiyi esas almasını
ve doğruluğunu anladığı fikirlere, ne kendini ne de görüşünü
taassup, tarafgirlik ve uyduluk külfetlerine bağlı bırakmaksızın,
katılmasını istiyorum. Bundan sonra okuyucu, müslümanların
dört mezhebe tâbî oluşlarının arkasından çıkartılan mes’eleler ve
kopartılan kavga ve gürültülerin, gereksiz ve yersiz şeyler
olduğunu, konusu olmayan bir araştırma, ne derler: fincanda
kopartılan fırtınadan ibaret bulunduğunu görecektir.
KÜRRÂS sahibi incelemesine îman ve İSLÂM’ın hakikatini
beyân etmekle başlıyor. Cebrâil (A.S.)’in, Rasûlüllâh (S.A.V.)’e
İSLÂM’dan sorduğu zaman vârid olan Hadîs-i Şerîfi, meâlen:
“İSLÂM BEŞ ESAS ÜZERİNE KURULMUŞTUR” şeklinde
başlıyan Hadîsi Şerîfi ve yine meâlen: (Bir adam Rasûlüllâh
(S.A.V.)’e geldi; yâ Rasûlüllâh dedi “‫ ــ‬Bana öyle bir amel göster
ki, ben onu işlediğim zaman cennete gireyim.” Rasûlüllâh
(S.A.V.)’de “‫ــ‬ALLÂH’tan başka hiçbir ma’bûd olmadığına
şehâdet edersin... ilh.” Hadîs-i Şerîfini ve gelip devesini
Rasûlüllâh (S.A.V.)’in mescidinin yanına çökerten, sonrada
Rasûlüllâh (S.A.V.)’in huzuruna girerek İSLÂM’ın en önemli
esas (rükün) lerini soran adamın sorusuyla ilgili Hadîs-i Şerîfi
kaydediyor.
75 MEZHEPSİZLİK
Yazar, bu Hadîs-i Şerîfleri serdettikten sonra, bunlardan:
“İSLÂM’ın birkaç kelimeden, her arap veya müslüman’ın
kolaylıkla anlıyabileceği birkaç basit hükümden ibaret olduğu
sonucuna varıyor ve bunlar, herhangi bir imâmı taklîd etmeye
veya bir müctehide bağlı kalmaya ihtiyaç bırakmıyacak kadar
kolay ve basit şeylerdir.” diyor.
Bunun sonucunda isbât etmiş oluyor ki, mezhebler,
âlimlerin bazı görüşleri ve bazı mes’eleler üzerinde ileri
sürdükleri fikirlerinden başka birşey değildir. Ne ALLÂH, ne de
Rasûlü hiçbir kişiden, bu anlayış ve görüşlere uymasını
istememiştir. Buna göre, dört mezhebten birine veya ötekine tâbî
olmak ne vâciptir, ne menduptur ve ne de bir müslümanın
onlardan birine aynen bağlı kalması gerekir. Üstelik üzerinde
görüşlerini belirttikleri her mes’elede onlara aynen bağlı kalanlar
mutaassıptır, hatâlıdır, tarafgirdir, kör taklîde saplanmış birer
mukallidtirler. Böyleleri, dinlerini paramparça edip fırkalar hâline gelen kimselerdendir.
Bunun üzerine delilini şöyle özetliyor: “İslâm’a sarılmak
ancak Kitab ve Sünnet’e sarılmakla olur. Kitab ve Sünnet
hatâdan sâlim ve ma’sûmdur. Mezheb İmamlarına tâbî olmaksa, Kitab ve Sünnet’in hükümlerini bir kenara atıp, onların dışındaki şeylere yönelmektir. Bu da ma’sûma uymaktan vaz geçip ma’sûm olmayana uymaktan ibarettir.” (3)
Bundan sonra da şu karara varıyor: “Mezhepler üçüncü
asırdan sonra ortaya çıkan bir takım uydurmalardır,
bunların birer sapıklık olduğunda şüphe yoktur.” Sonra
yazar, fikrinin doğruluğuna inandırmak için okuyucularına şu
soruyu soruyor: “Bu arada insana kabrinde tâbi olduğu
mezheb ve girdiği tarikattan soru açıldığına dâir bir delil
varmıdır?”
Sonra yazar, dört mezhebin, efendimiz Muhammed
(S.A.V.)’in mezhebinden ayrılmaya ve onunla yarışmaya
(3) Kürrâs, Sh: 6–7
MEZHEPSİZLİK 76
girdiklerini ileri sürüyor. Bu kanaatini de şu sözleriyle tesbît
ediyor: “—Gidilip tâbî olması vâcib olan bir hak mezheb
varsa, oda efendimiz Muhammed (S.A.V.)’in mezhebidir?
sonra Hulefây-ı Râşidîn : Dört halife (R. A.)’in mezhebidir.
Bunun dışındaki mezhebler nerden çıkmış? Niçin yayılmış ve
müslümanların zimâm’ını (dizginlerini) nasıl kendilerine
bağlayıp onlara hâkim olmuşlardır?...”(4)
Yazar, DEHLEVİ’den kendi sözünü destekliyen şu sözü
nakleder ve onun şöyle söylediğini rivâyet eder: “‫ــ‬Kim dört
mezheb İmamlarından birinin sözlerini tümüyle ve olduğu
gibi alır da, Kitab ve Sünnet’ten gelen delillere i’timâd
etmezse, icmâ’a muhalefet etmiş ve müslümanların yolu
dışında bir yola tâbî olmuş olur!...”
Sonra, Müslümanın, bir imâma tâbi olacak olsa, ömrü
boyunca o İmâm’a bağlı kalmasının gerekmiyeceğini açıklayan
bir takım deliller tesbîti ve bir yığın nakiller rivâyetine girişir.
Kitab ve Sünnet yolu, Kitab ve Sünnet’teki çeşitli delilleri ve bu
delillerden kast edilen mânâları anlama yoluyla bir mes’elenin
hükmü üzerinde fikir yürüten kimsenin, bununla beraber (Kitab,
Sünnet varken) kendi İmamının mezhebinde taassup göstermesi;
kendi mezhebi tarafını tutup, Kitab ve Sünnet’ten anladığı
mânâya zıd gitmesinin câiz olmayacağına dâir deliller derler.
Sonra (Taklîd)le (İttibâ’)ı, taklîdi iğrenç ve kötü; ittibâ’
(Tâbî olmay)ı hoş ve güzel bir şey göstererek, birbirinden
ayırmaya kalkar. Kendi fikrince İttibâ’ı şöyle tanıtır. İTTİBÂ:
“Tâbi olan kimsenin, bir başkasının fikri, ya da mezhebinin
görüşünü değil de, Allâh ve Rasûlü’nün hükmünü
sormasıdır.”(5)
Bundan sonra da şu karara varır: “Bazı mes’eleler
hakkında, Rasûlüllâh (S.A.V.)’dan naklonunan rivâyetler
çok sayıda olursa ve bunların hangisinin önce, hangisinin
sonra vârid olduğu bilinmiyorsa, nâsih olanı mensûh
(4)Kürrâs, Sh: 12
(5)Kürrâs, Sh: 14–15
77 MEZHEPSİZLİK
olanından ayırt edilemiyorsa, senin bütün bu rivâyetleri
getirerek, bazen biri, bazen de öbürü ile amel etmen
gerekir.” Sonra da, bütün bu tefrika çıkarıcı mezheplerin
yalnız bu esâsa uymamaktan ileri geldiğini açıklar. (6)
Bunları böylece tesbît ettikten sonra da dönerek, önce
söylediklerini yeniden tekrarlar ve: “müctehid bazen hatâ eder,
bazen isabet eder. Hatâ edebileceği için de, onu taklîd etmek
câiz olmaz. Rasûlüllâh (S.A.V.) ise her türlü hatâdan berî ve
ma’sûmdur. Dolayısıyla onu bırakıp bir başkasına yönelmek
câiz olmaz.” der. Bir de, mukallidin, öğrendiği, ezberliyerek
künhüne vâkıf olduğu. Kitab ve Sünnet’ten alınmış açık
delillerin zıddına hareketle bir imâmın mezhebinde taassup
göstermeyi yasaklama sededinde vârid olan rivâyetlerle bu
sözünü takviye etmeye kalkar.
Bundan sonra da yazar, belirli bir adamın mezhebiyle
mezheblenmenin bid’at; belli bir mezhebe bağlı kalmanın bir
uydurukçuluk olduğunu tekrarlar ve bütün Sahâbelerin, hep
Allâh’ın Kitabı ve Rasûlü’nün Sünneti’ne başvurduklarını, delil
yokluğu hâlinde de aralarında gün ışığına çıkan görüş ne ise, Ona
uyduklarını iddia ediyor. İddiasına göre Sahâbelerde durum bu
iken, üçüncü asırdan sonra mezhebe bağlanma ve taklîdcilik
bid’atı ortaya çıkmış oluyor. Yazar bununla da kalmıyor,
İmamların mezheblerini taklîd edenleri ürküp kaçan
eşeklere benzetmeye; yalanlarını kılıflayan, inadcı ve uydu,
kuyruk ama Hakk’ın değil, şeytanın kuyruğu kişiler olarak
vasfetmeye kalkıyor. (7)
Sonra, İmamlarının nass’larını kitabın nass’larına tâbi
olmaktan daha üstün görenleri ayıplamaya ve onlara küfürler
yağdırmaya başlıyor. Künhüne erdiği ve zaptettiği takdirde bile,
Kitab ve Sünnet’ten alınan delilin zıddına,bir imâmın görüşü
üzerinde titizlik ve taassup göstermek aleyhine aynı İmamların,
bizzat kendilerine âit bir yığın sözleriyle delil getirmeye ve bu
(6) Kürrâs, Sh: 17
(7) Kürrâs, Sh: 24-25
MEZHEPSİZLİK 78
sözlerle ana dâvası arasında bağlantı kurarak taklîdciliğin ve
belli bir mezheble mezheblenmenin harâm olduğunu iddia
ediyor.(8) Son olarak yazar, bütün müslümanları tahsilinin kolay
olduğu ve öğrenmek için fazla bir gayret ve sıkıntıya gerek
olmadığını tesbît ettiği, İslâm’ın ahkâmını anlamak için
doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet etrafında toplanmaya davet
ediyor. Bunu: “Bir müslüman Muvatta’, Sahîhayn, Sünen’i
Ebî Davûd ve Câmi’i Tirmizî ve Neseî’den fazlasına muhtaç
değildir.” sözüyle perçinliyor.(9) Yazar bundan sonra dönüyor
ve bir âlimin, diğer delillere zıd bile olsa, kendi İmamını taklîd
etmek için, illâ da onun dayandığı delile bağlı kalacağım diye
kendi İmamının fikri üzerinde taassup göstermesini nehyeden
delillerle; yazarın kendi ana dâvası olan belli bir mezhebe
bağlanmayı kesinlikle yasaklama mes’elesini birbirine
karıştırıyor. (10)
Birde yazar okuyucunun nazar-ı dikkatini İbn-i Haldun’un
MUKADDİME’sini mütâlâa etmeye yöneltiyor. Gûyâ İbn-i
Haldun; Mukaddime’sinde: “Mezhepler, mezheblerin ortaya
çıkış ve yayılışları, hep o zaman takip edilen siyâsetlerin
zayıf, dirâyetsiz oluşu ve garazkâr, (arap dışı) yabancı
(millet) lerin idareyi ellerine geçirmelerinden ileri geldiğini
söylüyormuş.” (11)
İşte KÜRRÂS adlı kitabda ileri sürülen fikirlerin özeti
bunlardır. Bu kitab diğer konuları, bölümleri ve naklolunan
çeşitli nass’ları arasında: “Bir müslümanın dört mezhebten
hangisine olursa olsun, sarılmaya devam ve ısrar etmesi
fikrini hedef tutmakta; sözlerinin altında, dört mezhebten
birine bağlanmanın sapıklık ve Küfür olduğunu; bunun,
insanların, ALLÂH’tan başka şeyleri kendilerine İLAH ve
RAB edinmeleri demek olduğu; müslümanın dînî hükümleri
doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet’ten almasının boynuna
(8) Kürrâs. Sh: 28-29-30-31-32-33-34
(9) Kürrâs, Sh: 40
(10) Kürrâs, Sh: 40–41
(11) Kürrâs, Sh: 45
79 MEZHEPSİZLİK
borç olduğu; şâyet bu elinden gelmezse, çeşitli mezhebler
arasında hür ve bağımsız kalarak, bazen şundan bazen
bundan sorması, bir an buna diğer anda da ikincisine tabî
olması gerektiği ...” fikirleri yatmaktadır. (12)
(12) Nâsıruddin-i Elbânî diyor ki: Bu KÜRRÂS adındaki
kitapda bir cümle vardır. Bu cümle, kitabın diğer
paragraflarında ve bize getirdiği diğer naas’lardaki bozuk
tarafları düzeltmekte, kitabın tümünü doğruya çevirmekte
ve tenkidine mahal ve imkân bırakmamaktadır. O cümle,
Hucendî’nin 29. sayfadaki şu sözüdür: “Bilki, âlimlerin
sözlerini ve kıyâslarını alıp kabul etmek, teyemmüm
(mes’elesi) mesabesindedir. Teyemmüme ancak suyun
bulunmaması hâlinde başvurulur. Bir yer ki orada, Kitab
ve Sünnet’in nass’ı vardır, Sahâbe (R.A.) in kavilleri
vardır, o yerde bunları almak vâcib’tir. Yoksa Kitab,
sünnet ve Sahâbenin kavli bırakılıpta âlimlerin sözüne
yönelinemez.” Aramızda geçen münâkaşada Elbânî bana
böyle söyledi Bizde, Ustâd Nâsıruddîn-i Elbânî’nin bize,
göstermiş oldukları bu paragraf üzerinde dikkatle, baştan
taşan bir belâ, haddi aşan bir dert olarak durduk ve
durumun aynen onun söylediği gibi olduğunu esefle
gördük. Belâ üstüne belâ, hangi derdimize yanalım!..
Biz bir mes’ele üzerinde Kitab ve Sünnet’ten
müslümanların sarılması vâcib ve İmamların ictihâdlarına
baş vurmaları harâm olan nice nass’lar bulmuşuzdur! Bu
acâip sözü de kim söylemiş? Bu sözde, diğer sözleri değil,
kendi kendini ıslâh eden ve doğrultan yan nerde? Sonra,
biz kitabımızı bu acâib şazlar ve istisnaları reddetmekten
başka bir maksatla mı yazmışız?!...
Peki Buhâri ve Müslimi, bugün (adlarını bile duymamış)
müslüman halkın çoğunluğu önüne koy ve onlara, bu iki
kitabtaki nass’lardan dinlerinin hükümlerini anlamalarını
söyle bakalım ne oluyor?!... Sonrada gör, Câhillik nasıl,
körü körüne dabalamak ne biçim ve Din’le oynamak ne
türlü oluyormuş!
Yoksa allâme(!) Hucendî ve Ustâd Elbâni’nin zırvaları ve
istisnalarını
acâib
bir
şekilde
müdafaalarında
direnişlerindeki maksat ve hikmet bu mudur?!
MEZHEPSİZLİK 80
Şeyh İbn-i Kayyim, âlimler ve İmamların hepsi
beraberinde olduğu halde şöyle der: “Yalnız sünen
kitaplarının bolluğu, onlara göre fetvâ’nın sahih olacağı
hususunda kâfi değil; üstelik, bunların yanında bir de
istinbât: (deliller den hüküm çıkarabilme) derecesine
ulaşmış olmak, araştırma yapma ve fikir yürütme
yeterliliğinin de çok kuvvetli olması şarttır. Eğer bir
kimsenin elinde bu imkânlar, kendisinde bu özellikler
kuvvetli ve bol miktarda bulunmuyorsa onun için farz
olan; Cenâbı-ı Hakk’ın (EĞER, BİLMİYORSANIZ
ZİKİR EHLİNE (Müctehidlere) SORUNUZ) mealindeki
kavli ilâhisine uymaktan ibarettir.”
Şeyh Hucendî’de, beraberinde Nâsıruddîn-i Elbânî
olduğu halde şöyle söylüyor: “KİTAB VE SÜNNET’İN
NASS’ININ VE SAHÂBELERİN KAVİLLERİNİN
BULUNDUĞU YERDE, BUNU ALMAK VACİB
BUNDAN ÂLİMLERİN KAVİLLERİNE DÖNMEK
HARÂM”!
Peki, biz bu iki görüşten hangisini tasdik edelim?
Üzerinde ulemânın, İbn-i Teymiye, İbn-i Kayyim ve... ve...
nice âlimler hep onlardan olduğu halde, hep birlikte icmâ’
edip söz birliğine vardıkları görüşümü; yoksa,
şu
Hucendî’nin, beraberinde Elbâni efendi de olduğu halde
faydalı(!) risâlesinde ileri sürdüğü görüşümü?!
Sonra Hucendî efendinin şu sözünü düşün ki, içerisinde
yatan acâib Câhilliği göresin. O tasavvur ediyor ki, İmamlar müslümanların rahatlıkla tâbi oluverdikleri ictihâdlarını, Kitab ve Sünnet’ten hiç bir nass’ın delâleti söz konusu
olmaksızın, sırf kendi görüşleri ve şahsi fikirleri üzerine
kurmuşlar, işte, müslüman halkın, fikirlerini kolayca taklîd
ettikleri İmamlar bundan ibâretmiş ve işte, elbette lâzım ve
zarurî olan teyemmümde bundan ötesi değilmîş.
Bununla beraber, İmamların ictihâdları nass’ların delâleti esâsına dayanmadıkça, ne mümkün olur ve ne de
nasslara dayanmayan bir ictihâd doğru olur. Kitab ve
Sünnet’ten bir dayanağı olmadan herhangi bir dini mes’ele
hakkında ictihâd yapan imâm, bu davranışıyla dîne ancak
kendinden bir ilâve yapmış olur. Müslümanlardan hiç bi-
81 MEZHEPSİZLİK
rinin bu ilâveye uyması da câiz olmaz. Böyle bir şey de vaz’
edilmiş olan Dîni Mübîn’in ne suyu nede teyemmümüdür.
İmâm-ı Şafi’î Risâle’sinde şöyle der: “Cenab-ı Hak,
Rasûlüllah’dan sonra hiçbir kimseye kendisinden önce
geçmiş olan (dînî) ilim yönü dışında birşey söylemesine
izin vermemiştir. Buradaki ilim yönünden maksat Kitab,
Sünnet, îcmâ, Hadîs, Âsâr ve onlar üzerine tavsif olunan
kıyâsın hükmüne vâkıf olmaktır. O kimse, kendisinin
kıyâsı, kendileriyle yaptığı âlet ve vâsıtaları kendinde cem
etmeden kıyâs yapamaz. Bunlarda Allâh’ın Kitab’ının ahkâmını
bilmektir
farz’ını,
vâcib’ini,
nâsih’ını,
mensûh’unu âmm’ını, hâss’ını ve irşâd’ını bilmektir.”
Görüyorsun ki îstinbât çeşitlerinin ictihâdla en alâkalı
olanı kıyâstır. Bizzat bu kıyâs’da, ancak Kitab’dan
Sünnetten veya Sahâbenin kavillerinden bir nass’a
müsteniden sahih olur. Sahâbelerin kavilleri de aslında
Sünnetin çeşitlerinden biridir. Şu kadar var ki. rey için ona
bir giriş vardır. Rey için Sahâbenin kavillerine de
başvurulur.
Sonra o, bir de şer’î hükmü bilmemenin, ancak onun
üzerinde bir nass’ın bulunmamasından ileri geldiğini
tasavvur eder. Şâyet Kitab ve Sünnet’te şer’î delil üzerine
bir nass bulunursa, Câhilliğin sebebleri tamamen ortadan
kalkmış olur. Ve insanlar o nass’da şer’î hükmü
anlayabilmekte eşit kalırlar. Böylece de o şer’î hüküm
hakkında İmamaları taklîd etmeye hacet kalmaz.
Nass’ların mânâlarını ve nass’lardan hüküm çıkarma
yollarını bilen bir adam böyle bir sözü hiç söyler mi?!
Satış akdi bâbında, uydurma şatlarla alış veriş
yapanların aralarında yaptıkları anlaşma mes’elesi, bu
konularla uğraşan âlimin, hakkında Kitab ve Sünnet’ten
delil bulmakta güçlük çekmeyeceği bir mes’eledir. Bu böyle
olduğu halde ictihâd, istinbât ve kurallarına hâkim ve ehil
olmayan bir kimsenin bu delil ve nass’ların ışığı altında,
akidler babında uydurma şartların hükmünü ve hatta
sahihlik ve bâtıllık yönünden akdin bizzat kendi hükmünü
bilemez.
Harbte Müslümanların düşmandan aldığı arazilerin
MEZHEPSİZLİK 82
hükmü de, araştırıcının hakkında Kitab ve Sünnet’ten açık
nass’lar bulması mümkün olan bir mes’eledir. Bununla
beraber ilimde kaydettiği ilerleme derinleşme yönüyle
mezhepsizlik çığırtkanlarının en âlimine meydan okuyorum.
Eminim ki bu konudaki Âyet ve Hadîs’lerden hüküm
kurtarmaya çalışırken, şans halkası aslâ boynuna
geçmiyecek ve atacağı palavralar ana hedefin semtine bile
uğramayacaktır.
Fıkhın diğer bölümlerinde bunun gibi pek çok ana ve tâlî
mes’eleler vardır. Şu halde, hangi mânâ ve hangi anlayış
Hucendî’nin “Kitab, Sünnet ve Sahâbelerin kavillerinin
bulunduğu yerde bunu anlamak vâcip’tir, bunu bırakıp
âlimlerin kavillerine dönülemez.”Sözüyle bağdaşır?!... Bu
lafı söyledikten sonra, teyemmümü dile dolamanın anlamı
ne?!... Artık buna yer ve ihtiyaç kalır mı?!...
Üstad Nâsıruddîn-i Elbânî’ye gelince, biz bu sözün bir
yönünü ona açıkladıktan sonra bize şunları söyledi:
“Hucendî’nin bu sözü(nde hazif vardır) ancak mahzuf’un
takdiriyle gelmiştir. Mahzuf ise: (nass’ı inceleyen ilim
adamı, ehliyetle istinbât yapabilecek dereceye ulaştığı
zaman) sözüdür.”(Yani, Kur’ân, Sünnet ve Sahâbenin
kavlinin bulunduğu yerde, nass’ı inceleyen ilim adamı,
ehliyetle istinbât yapabilecek seviyeye ulaşmışsa o zaman
Kitab, Sünnet ve Sahâbe kavillerini alacakmış, aksi
takdirde alamıyacakmış.) Biz Üstad Nâsır’a bu cümledeki
yer anlamına gelen (haysü) umum ifade eden
lafızlardandır. Hakkında delil bulunan “YER” deyince, her
yer anlaşılır. Dolayısı ile bu söz: “Âlim ictihâd yapacak
dereceye gelmişse” gibi şartlara bağlanamaz dedimse de
(haysü) kelimesindeki bu (Umum=Genel)in, (Husus=Özel)
anlam taşıdığında ısrar etti.Biz bu umum (genel mânâ)nın
tahsisini (özel mânâda kullanıldığını) hiçbir yönden kabule
yanaşmaksızın birbirimizden ayrıldık. Zira Arap dili ve
usül ilimleri üzerinde söz sahibi âlimlerden hiçbiri, genel
anlamda kullanılan lafızlara özel hususi anlam kazandıran
şeyleri sayarken: Bu umum ifade eden lafızlara hususilik
kazandıran şeylerden birininde, Şeyh Nâsır’ın başkalarının
sözlerine soktuğu bu kayıt olduğunu söylememiştir.
83 MEZHEPSİZLİK
Kürrâs yazarı, İmâmların Kitab ve Sünnet’e dayalı delil’in
zıddına olarak “durumun, mes’eleye dıştan bakanlara
açıklaması ve onların Mes’elenin künhüne ermeleri
kaydıyla” mezheplere karşı taassup göstermekten nehiy
konusunda söylemiş oldukları sözlerden, kendi dâvâsına delîl
getiriyor.
Yazar, bir de bu konuda üzerinde ittifâk bulunan şeylerde,
hiçbir müslümanın, hakkında tek kelime söylememiş olduğu
şeyleri birbirine katıp karıştırıyor. Sonra öncekilerin (ittifâk
edenlerin) delîllerini, sonrakilerin (hakkında hiçbir şey
söylememiş olanların) zan ve zırvalarına delîl göstermeye
kalkıyor. Hâlbûki bu zatın, ilmî deliller ve tarafsız görüşler
üzerine oturan bir konuyu incelediğine göre, üzerine düşen, önce
araştırma ve ihtilâf yerlerini bağımlılıktan kurtararak; delîl ve
dâvâsını ihtilâf sahası sınırları içerisine hasretmek; sonra da,
dâvâsı üzerine dilediği gibi yürümek değimiydi?!... Buysa O’nu
yapmadığı tek şeydir. Şu halde, yazarla münakaşaya dalmadan
önce bizim, onun atladığı eksikliği telâfi ederek, hem bizimle
kendisinin, hem de bütün Müslümanların arasındaki ittifâk
sahasının tâ kendisi demek olan noktaları net olarak ayırmamız
ve kavga konusunu bağımlılıktan kurtarmamız lâzımdır ki bu
sayede bu mâhzurları fikir ve araştırma sâhasından uzaklaştırmış,
bu sakıncalar yüzünden vaktimizi boşa harcamış ve bu engellerin
araştırma sâhasında fikirlerimizi birbirine katıp karıştırmalarına
meydan vermemiş olalım.
ÜZERİNDE HİLAF VE İHTİLAF
OLMAYAN HUSUSLAR
Burada haklarında hilâf olmayan bir takım mes’eleler var;
bunları, Kürrâs sahibinin Kürrâs’ını uğrunda yazdığı büyük (!)
dâvâsıyla karıştırmak için araştırma dâiresinden uzak tutmak
kaçınılmaz bir zarûrettir.
Bu mes’elelerden birincisi: Mezheblerden birini taklîd
eden mukallidin durumudur. Ortada, ne mukallidi, şer’an
MEZHEPSİZLİK 84
taklîdine devama zorlayan bir baskı var; nede bağlı bulunduğu
mezhebden ayrılıp diğer bir mezhebe dönmekten alıkoyan bir
engel vardır. Müslümanlar, bir mükallidin, şâyet mezheblerinin
ve fikirlerinin hakîkatına ermişse, müctehidlerden dilediğini
taklîd edeceğine icmâ etmişler, hepsi aynı görüşü
paylaşmışlardır. Gerçi son asırlarda bir mukallidin, bir
mezhebden diğer bir mezhebe geçmesini hoş karşılamıyanlar
görülmüşse de bu, aslında, Müslümanların bâtıl (ve sakat)lığında
söz birliği (icmâ) ettikleri zorba taasubun ta kendisidir.
Her araştırmacı, bunun ihtilâfı bir mes’ele olmadığını bilir.
Bunun, mukallidin bir mezhebe aynıyle bağlı kalmayıp; renkten
renge girmesi, ikide bir mezhebini değiştirip durması gerektiği
iddaasıyla hiçbir alakâsı yoktur. Kısacası iltizâm’ın: (belli bir
İmama bağlanmanın) vâcip olmaması, iltizâm’ın harâm olmasını
gerektirmez. Bunu herkes bilir.
İkincisi: Mukallid, herhangi bir mes’eleyi anlamakta
alışkanlık ve mehâret peydâ etmiş, mes’elenin delillerini; Kitap,
Sünnet ve ictihâd usûlünden çıkarıp değerlendirebilmîşse, bu
mes’eleyi İmamının mezhebinden almaya devam etmekten
kendisini kurtarması Vâciptir. Sâhip olduğu ilmî güce dayanarak,
o mes’ele hakkında ictihâd yapabildiği sürece o mes’elede her
hangi birini taklîd etmesi harâmdır. Bunun böyle olduğuna hem
âlimler, hem de mezheb İmamları icmâ ve ittifâk etmişlerdir. Şu
halde mukallidin, delîllerini ve usûlünü anlayacağım diye
araştırmasını yapmak ve derinleşmek için büyük gayret
gösterdiği bu mes’elede, İmamların fikrini, kendi ictihâdıyla
vardığı fikre tercîh etmesinin harâm olacağı apaçık (ve behîdî)
dir.(13) Eğer, son asırlarda da arasıra bu taassuba meyledenler
görülmüş ve böylelikle Müslümanların icmâ’ı dışına çıkanlar
olmuşsa, bu davranış da, insanların uyarılması ve tehlikelerden
korkutulması şart olan azgın taassup ve hizipçilik
görüntülerinden bir başka görüntü ve başka sahnededir.
Yine her araştırmacı (âlim)ce mâlûm ve hakkında hiçbir
(13) Böyle bir araştımacı (Âlim), “Mezhepte Müctehid”
85 MEZHEPSİZLİK
diye isimlendirilir, bu (ismin verilmesi) de, bütün usûl
kitaplarında ma’lum ve mezkûr olduğu gibi, İctihâd’ın
bir takım parçalara ayrılması dolayısıyladır. İctihâd
vâsıta ve yollarına alışkanlık ve mehâret peydâ eden ve
Fıkh’ın bütün mes’eleleri ve konularında İctihâd
yapabilme melekesine sahip olan kimseyse “Mutlak
Müctehid”tir. Yok, bütün Fıkh mes’elelerinde değil de,
bunların sadece birinde, bütün gayretini sarfeden ve
nihâyet mes’eleyi ana delîllerinden anlayıp ihâta
etmeye güç yetirebilen kimse de: (Mezhepte
Müctehid)’tir.
Üstâd Nâsır, biz bu bilinen hakikati kendisine
açıkladığımız zaman hayrete düştüler ve böyle bir
araştırmacı: (âlim)’in Müttebâ: (kendisine uyulan, tabi
olunan İmam) olduğu zannında saplanıp kaldılar.
Zât’ı Âli’leri arasıra, bazı mes’elelerde, delillerini
tanıyacak ve hakiki temelleri üzerine yürüyecek kadar,
konuyu anlamış olduğu iddaasıyla, benim insanları
müctehid ve mükallid olmak üzere iki sınıfa ayırmama,
itiraz buyurdular. Hiç şüpesiz ki, onlar bununla: (bazı
mes’elelerin delillerini tanımakla), ictihâd yapmakta ne
dört İmam seviyesine ulaşmış sayılır; ne de kendilerinin
taklîdçi avâm (Câhil halktan tamamen farksız) olduğu
söylenebilir. Şu halde, kendileri ve benzerlerinin bir
üçüncü sınıfı teşkîl ettikleri muhakkak! Biz, bütün fıkıh
ve usûl âlimlerinin dediği gibi, deriz ki: Bir âlim,
üzerinde ictihâd yapma derecesine ulaştığı mes’elede
müctehid sayılır, o mes’elenin müctehidi.Geri kalan
mes’eler bakımından da mukalliddir. Onların
(fukahânın):“İctihâd da, taklîd de taksîmâta uğrar ve
parçalanmayı kabul eder” sözlerinin mânâsı da işte
budur.
MEZHEPSİZLİK 86
hilâf ve ihtilâf yoktur ki, durum ne olursa olsun, Ahkâm-ı
İlahiyye’nin delillerini bilmiyem mukallidi, taklîdden sıyırıp
çıkmaya ve doğrudan doğruya Kitap ve Sünnet’ten alınacak
nass’lara dayanmaya davet etmek gereksizdir.
Üçüncüsü: Dört İmamın hepsinin hak üzere oldukları su
götürmez bir hakikattir. Yani, onlardan her birinin yapmış
olduğu ictihâd, ALLÂH (C.C.) indinde kendisine, ALLÂH
Teâlâ’nın bu ictihâd’la ilgili mes’elelerde kullarına murad
buyurduğu hükmün hakikatini iyice anlamamış olsa bile onu
ma’zur kılmıştır. Onun üzerine düşen vazife, sadece İctihâdının
kendisine ışık tuttuğu yolda yürümek ve gösterdiği yönde
ilerlemekten ibarettir.
Buradan anlıyoruz ki, mukallid’in imamlardan dilediğine
tâbî olması, hakka tâbî olmak ve hidâyete sarılmaktır. Mukallid,
eğer onlardan birini seçmiş ve ona tâbî olmuşsa, diğerlerinin
hatâlı olduklarını düşünmesi gerekmez. İşte bunun içindir ki
âlimler, bir Hanefî’nin Şafi’ye veya Mâlikî ’ye; ya da, bir
Şafi’î’nin, Hanefî’ye ve Mâlikî ’ye v.b. uyarak namaz kılmasının
yerinde ve kıldığı namazın sahih olduğunda icmâ’ etmişler. (14)
Bazı memleketlerde ve bazı insan grupları arasında,
üzerinde ittifâk bulunan bu gerçeğe zıt düşen fikirler ortaya
çıkmıştır. Velâkin bu da, din’de aslâ yeri olmayan kötü taasubun
bir uzantısıdır. Her vesile ile bu tehlikeye karşı müslümanları
uyarmamız ve her fırsatta bu sakat fikirlerin kötü sonuçlarından
mü’minleri korkutmamız vâcib ’tir. Mescidlerde çok sayıda
mihrab bulunması, bu mihrablardan her birine dört mezhebten
birinin adının takılması, hiçbir mânâ ve hikmeti olmayan kör ve
zorba taassubun şişmesinin en iğrenç sahnesini teşkîl eder. Avâm
(Câhil) halktan bazılarının, gözlerinin önünde cemaatle namaz
kılınırken, Cami’nin bir kenarına çekilip beklemeleri yokmu;
böylelerini İmamın arkasına namaza durmaktan alakoyan,
İmamın kendi mezheblerinden başka bir mezhebe bağlı oluşudur.
(14) Evet, Sadr-ı Evvel’in Âlimleri, bir Şafi’î’nin, bir
Hanefî’nin arkasında veya aksine: bir Hanefî’nin,
87 MEZHEPSİZLİK
Şafi’î’nin ardında kıldığı namazın sahih olduğunda söz
birliği (İcma) halindedirler.
Malumdur ki burada Namaz mutlak bir lafızdır.
Mutlak ise, Ferd-i Kâmil’ine hamlolunur. Yani, burada
Namaz, muktedi’nin: (İmama uyan kimsenin) uyduğu
İmamın kılınan namaz hususunda, kendi mezhebinde
namaz’ı ifsad edici herhangi bir şeyi yaptığını
bilmediği namaza hamlolunur. Âlimlerin, Şafi’
mezhebinden olan bir kimsenin, mesela; ailesine
dokunan bir Hanefî arkasında, onun gerçekten ailesine
dokunmuş olduğunu bilerek kıldığı namaz hususundaki
muhalafetlerinin bu ıtlak: (mutlak mânâdaki namaz)la
hiçbir ilgisi yoktur. Zira bu özel durum, Ferd-i
Kâmil’in parçalarına dâhil değildir. Itlak da bunu
içine almaz. Buna göre: (mutlak mânâ bir takım
kayıtlar ve şartları içine alacak olsa), Hanefî’nin
arkasında Şafi’î’nin kıldığı namaz’ın sıhhatinin
ıtlakına hiçbir me’haz vârid olmaz ve hiçbir surette bu
namaz sahihtir denemez. Buna bir misal verelim:
“Âlimler bahçede Namaz kılmanın câiz olduğuna
icmâ etmişlerdir” desen, birisinin elinden zorla
alınmış bir bahçede namaz’ın câiz olmaması, senin
önce söylediğin cümle içerisinde yer alan (bahçe)
kelimesindeki mutlak mânâyı bozmaz. Çünkü mutlak
“bahçe” başka şey; mukayyet mânâda “gasbedilmiş
bahçe” başka şeydir. Şafi’î’nin Hanefî arkasında
namaz kılması başka şey; Şafi’î’nin, ailesine dokunmuş
olduğunu bildiği Hanefî İmam arkasında namaz
kılması başka şeydir. Bunlardan birincisi Itlak: mutlak
mânâ; ikincisi takyid; kayda, şarta (mesela: karısına
dokunmuş olma kaydına) bağlı mânâdır.
Bu, usûl kitaplarının her hangi birinde mutlak ve
Mukayyed bahislerini okumuş olan herkesin
anlayabileceği apaçık bir sözdür. Fakat Üstad
Nâsır’la aramızda konu, bu mânâyı kendisine anlatma
çabası içerisinde boşuna uzadı gitti. Halbuki kendisi aramızda geçen münakaşada- bir şeyi tekrar tekrar
söylemekten çekiniyordu. Şu kadar varki; mutlak, onu
MEZHEPSİZLİK 88
takyid eden bir şey gelene kadar ıtlakı üzere cârîdir.
Sanki o diyordu ki: “İlim, onu tahsis eden birşey
gelene kadar umumu üzere cârîdir.” Fakat o, bunu
söylerken, bunlar: (umum ve husus) arasındaki büyük
farkı kavrayamıyordu. İşte onun nazarında ben, sözün
İmamların icmâ’ına ıtlakı hususunda bundan dolayı
yanılıyor bunun için hatâya düşüyordum. Ilh… Çünkü
İmamlar arasında, mezhebine göre, İmamının, namazı
bozan bir şey yapmış olduğunu bilen bir muktedi:
(cemaat)in kıldığı bir namazın sıhhati hususunda
büyük bir ihtilâf vardır. Kendileri bu ihtilâfı dilimle
ikrar etmemi ve kendilerini bu noktada desteklememi
icmâ’ın ıtlak’ına büyük bir takyid kabul ettiler. Mutlak
mânâda icmâ’ın, mukayyed mânâda kullanılabileceğini söylemiş olduğum zehâbına kapıldılar. Bununla
da kalmayarak, benim başka şey hakkındaki, ikrarımı,
sözümün bütün bahşiş: (değer)ini yok eden bir takyid:
(kayda, şarta bağlılık) saydılar. Böylelikle beni, inkâr
etmek sûretiyle buna direndim ve her türlü aşırılıktan
uzak i’tidal yoluna katıldımsa da -Camilerde bir sürü
mihrab var. Mescidlerde çok sayıda farklı cemaat var
diyenlerin sınıfına koydular, sayın Elbânî hazretleri!
Kitabının 231. sayfasında, Resulullah (S.A.V.)’in
namazının vasfı bahsinde şöyle söylüyor: “-Doktor
Bûti kardeş, Mezhepsizlik (adlı kitab)ında,
Hanefî’nin Şafi’î’ye uymasının sahih olduğunda
icmâ bulunduğunu iddia ediyor. Itlakı: (mutlak
mânâsı) üzere bu iddianın sakat ve bâtıl olduğunu
kendisine açıkladığım zaman, -bu ifade üzerinde
biraz dur ve düşün!- Bana bunun, kendisinin,
mezhebi, İmamının mezhebine muhalif olan
muktediye göre, (uyduğu değişik mezhebli) İmamın
namazının sahih olması şartıyle, böyle: (câiz)
olduğunu kasteddiğini söyledi. İleri sürdüğü bu
şartla da, bu mes’elede gösterişini yaptığı i’tidal’i
yıkmış oldu.”
Yani, Üstad bu mes’elede i’tidali, durum ne olursa
olsun, ister İmam muktedinin mezhebindeki namazı
89 MEZHEPSİZLİK
bozan şeylerden birini yapsın, ister yapmasın; bu
İmama uyan kimse de, ister bu durumu bilsin ister
bilmesin; mezhebine muhalif olan İmamın arkasında
namaz kılmasının sahih olduğunu sanki ancak bizim
söylememizle bilecek!
Biz Üstad Nâsır’a soruyoruz: Şâyet kendisi, cebinde
bir ispirto şişesi taşımakta olduğunu bildiği bir İmama
uysa, ki ispirto Üstad Nâsır’ın İctihâdına göre necis:
(pis)tir, ne yapacak?
Benim kendimi önce mutedilmiş gibi gösterdikten
sonra tekrar, terk ettiğim için üzüldüğü i’tidal’e
sarılıpta, üzerinde ispirto taşıyan mama mı uyacak,
yoksa bu kötü i’tidali bir kenara atıp da başka bir
cemaat(!) kurmak için mescidin bir başka köşesine mi
çekilecek?
Biz onun, çoğu Müslümanların ve îtikâdımızca
Sâlihlerinin, sadece kendi mezhebinde küfür ve şirk
olarak gördüğü bazı şeyleri yaptıkları için, cenazeleri
ardından yürümekten geri durduğunu biliyoruz.
Halbuki bu mes’elede ne iktida (bir imânâ uyma)), ne
de ittibâ: (tabi olma) vardır. Yoksa o, böylece kendi
ictihâd’ında namazı bozan bir şeyi üzerinde
bulundurduğuna inandığı kimsenin namazınamı
uyacak?
Ben İmamların; Müslümanların, mezhepleri ayrı
ayrı da olsa birbirlerinin arkasında kıldıkları namazın
sahih olduğuna icmâ ettiklerini naklederken aslâ
kelimelerle oynamamış ve laf ebeliği yapmamışımdır.
İlmi araştırma hususunda kendimi inanmadığım
şekilde göstermek bunu bana o isnad etmişse de, benim
şanımdan değildir.
Benim, adı geçen mes’ele hakkındaki sözüm
doğrudur. Bunu ifade yollarını tanıyan ve Usûlü Fıkıh
kâidelerini bilen herkes bilir. İ’tidal, bütün i’tidal şu
Fakihlerimizin söylediği: Müslümanın namazının dört
mezhepten herhangi birine tabi olan herhangi bir
müslümanın muktedi uyduğu İmamın kasıtlı olarak ve
bile bile namazı bozan bir şeyi yaptığını bilmediği
MEZHEPSİZLİK 90
müddetçe arkasında kıldığı namazın sahih olması
hususudur. Amma İmamın bunu (kendisine uyan ayrı
mezhebten
Müslümanları
düşünerek,
onların
mezheblerinin hükümlerine de riâyet etmeyi) kasten
yaptığı biliniyorsa; sahih olan, ayrı mezhebten olan
muktedi’nin namazının sahih olmasıdır. Çünkü İmama
uyan kimsenin namazının sahih olup olmamasında,
muteber ve makbul olan ölçü, İmamının inancı değil,
kendi inancıdır şâyet Üstad Nâsır mesela Fatiha’nın
başındaki besmeleyi okumadığını bildiği bir kimseye
uyacak olsa durum yine değişmiyecektir. Zira Üstad
Nâsır kendi İctihâd’ında, besmelenin Fatiha suresinin
Âyetlerinden biri olduğu ve Besmeleyi terk etmenin
namazı bozacağı görüşündedir. Biz ise Üstad Nâsır’ın
buna uymamasını itidâl’den uzaklaşmak saymıyoruz.
Bizim kabul etmediğimiz ve i’tidâl olarak
görmediğimiz,
sadece
bazı
insanları
kendi
mezhebleriyle mezheblenmemiş kimselerin arkasında
namaz kılmaya katiyyen yanaşmamalarıdır. (Namaz’ın
Ferd-i Kâmil’ine nisbetle bile olsa.) Zikrettiğimiz
icmâ’ kendi asırlarında tamamlanan geçmiş güvenilir
Fakihlerimiz içerisinde, eğer bu kitabında Üstad Nâsır
onlara nisbet olunursa, onun bu ferman tanımaz katı
taasup mezhebine giden hiçbir kimse görülmemiştir.
Aksi takdirde onun bize bu fakihlerin isimlerinden bir
kaçını zikretmesi, kitaplarında ve hayat hikâyelerinde
Üstad’ı kendilerine mensup kılan yerleri bize işaret
etmesi gerekirdi.
91 MEZHEPSİZLİK
Onlar kendi hiziplerinden olan İmamı beklemektedirler. Kendi
İmamlarından başkasına uymazlar ve namazlarının ondan başka
birisinin arkasında câiz olacağı kanaatinde değiller.Biz deriz ki:
avâm’dan pek çokları veya ilmin damgasıyle damgalanmış
kimseler arasında sayılan bu fikir, dinin esaslarından hiçbirine
istinad etmeyen bir zırvadır. Her asır ve her zamanda, İmamlar
ve âlimler bunun tam zıddına icmâ’ etmiş; bunun tam aksine fikir
birliğine varmışlardır. Bu alışkanlığın üzerinde halkı tutan ancak
şu iki şeydir:
1- Bu insanlar için hiçbir yeri yatağı, yönü yöntemi olmayan
taasup ve taraf tutuculuk…
2- Bunun (İmamlık, hatiplik, müezzinlik) gibi görevleri elde
eden, ücret ve mükâfatlarını almaya alışmış ve çeşitli yanlarıyle
onlardan faydalanmayı adet haline getirmiş olan kimseleri
faydalandırmak…
Üzerinde ittifâk bulunan bu üç husus; ne uyarmak, ne de
desteklemek maksadıyla, üzerinde ihtilâfa düşülmemiştir.
Bunları uzun zaman âlimler ve imamlar inceledikleri konular
içerisinde tesbit etmişler ve kitablarında yazmışlardır. KÜRRÂS
sahibinin, gerek İbn-i Kayyim, İzz İbn-i Abd-is-selâm, Şah
Veliyullah Ed-Dehlevî’nin nass’larından olsun, gerekse bunlar
dışında kalan âlimlerin delillerinden olsun getirmiş olduğu nass
ve delillerin hepsi bu üç hususta belirttiğimiz sınırların dışına
çıkmaz ve hep bu üç nokta etrafında döner dolaşır. Bu üç
mes’elede sayılan kimselerden hiçbiri onlara ne muhalefet
etmişler ve ne de muhalefet etmelerine gerek vardır.
Eğer KÜRRÂS sahibi, Kürrâs’ındaki araştırma konusunu
onlar üzerine yöneltseydi ve bu hususta, adı geçen imamların
yaptıklarına uysaydı; sonra da bu, yönü yöntemi, yeri yurdu
olmayan, rengârenk ve enva-ı çeşit zorba tassuba karşı çetin
direnişini göstermeseydi; o zaman, onun Kürrâs’ının başımızın
üstünde yeri vardı ve biz ne ona karşı çıkar ne de onu redettik.
MEZHEPSİZLİK 92
Fakat araştırıcı (Hucendî), bu nass ve delillere kasıtlı olarak
başvurmuş ve bu delilleri, aslında bu delillerle hiçbir ilgisi
olmayan başka davalara bağlamıştır. Üzerinde ittifâk bulunan ve
bu hususta muhalefetin harâmolduğunu gösteren nass’lardan,
herhangi bir kimsenin dört mezhepten birine bağlanmasının
harâm olduğuna deliller getirmeye kalkmıştır. Bu durumla
yukarıdaki taassuba karşı çıkış arasında herhangi bir yakınlık
varmıdır?
İşte bu sebebledir ki, KÜRRÂS sahibinin getirmiş olduğu
delliler, davasına tamamen zıt düşmüştür. Çünkü o, iddaasının
doğruluğuna, İzz İbn-i Abd-is Selâm’ın sözüyle delil getirmiş;
halbuki İzz İbn-i Abd-is Selâm, Şafi’î Mezhebindendir. İbn-i
Kayyim’in sözüyle delil getirmiştir; halbuki o, Hanefî
Mezhebindendir.
Kısacası yazar: “Muayyen bir mezheple mezheplenmenin
harâm olduğu” yolundaki iddiasına, bütün âlimlerin sözleriyle
delil getiriyor. Halbuki bu âlimlerin bizzat kendileri, yazarın
harâm olduğunu iddia ettiği şey: (MEZHEPLİLİK)’le muttasıf
ve her biri bir mezhebe mensupdurlar!...
KÜRRÂS’IN İDDİA ETTİĞİ
YENİ DELİLLERİ VE CEVABI
Biz şimdi, Kürrâs’ın konularından, kavgada ona dahli
olmayan her şeyi çıkarıp ayırdıktan sonra; üzerinde ittifâk
bulunan
ve
hakkında
kavga
olmayan
mes’eleleri
kuvvetlendirmek için erbabının tesbit ettiği bu nass’ları da onun
konularından çıkardıktan sonra, bütün bunların arkasından
tehlikeli ve yeni bir iddia buluruz. İşte yazarın hedef tuttuğu
şeyin aslı bu yeni iddiadır. Dikkat buyurunuz, bu iddia:
Müslümanın, hangi Müslüman olursa olsun, dört mezhepten
belirli birine sarılması ve bağlanmasının harâm olduğu;
bunu yapanların da dinlerini paramparça edip fırkalar
haline gelenlerin ta kendileri olduğu iddiasıdır.(15)
(15) Kürrâs, Syf:7
93 MEZHEPSİZLİK
Bu iddia hakkındaki kakikatın yüzündeki perdeyi açarak
gerçeği gün ışığına çıkaralım. Arkasındaki iddianın gizlendiği
perdeyi, üzerinde ittifâk bulunan ve İmamların haklarında birçok
deliller tesbit etmiş olduğu şu üç hususun perdesini, kılıfladıkları
iddianın üzerinden çekip attıktan sonra, bu davanın delilini ve
dayandığı esası araştıralım. Bu delillerin bu iddia ile uzaktan
veya yakından hiçbir ilgileri yoktur. Bu davanın sahipleri, şu
mes’elelerin delillerinden hiçbirini ne iddialarında delil
alabilirler ne bu delillerle iddialarını kuvvetlendirebilirler ve ne
de iddialarını bu delillere dayandırabilirler.
KÜRRÂS sahibinin, bu iddiasını isbat etmek için dayandığı
deliller nelerdir? Delillerin özeti şunlardır:
Birinci Delil: İslâm’ın, her Arab’ın ve Müslüman’ın;
yazarın, kitabında ileri sürdüğü hadîs’lere dayanarak,
anlayabileceği sayılı ve basit birkaç hükümden ibaret olduğu
davası.(16) Mezheplerinde, âlimlerin, bazı konulardaki görüş
ve fikirlerinden ibaret olduğu ve ne ALLÂH ve ne de Rasûlü’
nün hiçbir kimseden bu görüşlere uymasını istemiş olmadığı
iddiasıdır.
Biz deriz ki: “İslâm’ın hükümleri, Rasûlüllâh (S.A.V.)’in
bu arab’ın kulağına soktuğu, sonra da üzerinde durmadan
çekip gittiği bu birkaç mes’eleden ibarettir.” İddiası doğru bir
iddia olsaydı, sahih Hadîs ve Müsnet kitablarının, Müslüman
insanın hayatı ile ilgili çeşitli hükümleri ele alan binlerce
Hadîs’le dolup taşmaması; Rasûlüllâh (S.A.V.)’inde Medine
Hey’etine İslâm’ın Hükümlerini ve yapmakla vazifeli oldukları
vâcib ’lerini öğreteceğim diye günlerce yorgunluktan ayaklarını
değiştire değiştire saatlerce ayakta durmaması gerekirdi.
Zira Rasûlüllâh (S.A.V.)’in İslâm’ı ve esaslarını insanlara
telkin etmesi başka, onlara bu esasların yerine getirmenin şeklini
öğretmesi başka şeydir. Bu esasların nasıl uygulanacağını anlatmak belki birkaç dakikada halledilebilir ama, İslâm esaslarının
(16) Kürrâs, Syf:5,6
MEZHEPSİZLİK 94
öğrenimi uzun çabalara, inceleme ve araştırmalara muhtaçtır.
O, İslâm’ın rükünlerini özetle anlamak, kendilerine birkaç
dakikaya mal olan bu hey’etlerin arkasından; aralarında kalarak,
onlara İslâm’ın çeşitli hüküm ve vâcib ’lerini öğretsinler diye en
seçkin Sahâbelerinden bir kaçını işte bunun için gönderiyordu.
Halid bin Velid’i Necran’a; Hazreti Ali (R.A.)’i Yemen’e;
Osman Bin Ebi-l-As’ı Medine’ye göndermiştir. Rasûlüllâh
(S.A.V.) bütün bu Sahâbeleri, Kürrâs sahibi’nin İslâm’ı
sonderece çabuk anladığını delil olarak ileri sürdüğü bedevi arab
gibilerine İslâm ve Şer’î hükümlerin tafsîltlarını öğretsinler diye
göndermiştir. Tabii, Rasûlüllâh (S.A.V.)’in yürütmekte olduğu
ta’lim, öğretim ve açıklamalar buna ilavedir. (17)
(17) Ustad Nâsır, îzâh ettiğimiz bu gerçeğin tam tersini
açıkça dile getiren: “Hucendî, Buharalı bir adamdır,
Arap değildir, muradını anlatamaz…” şeklindeki ifadesi
yoluyla Hucendî’yi ma’zur görmekte ve böylece bir kitabı
yazabildiği için ALLÂH’tan onu mükâfatlandırmasını ve
sevaplandırmasını istemektedir. Bize de, Müslümanların
sözlerini hep, Hüsnü Zan: (iyiye yorma) pirensibine göre
değerlendirmeyi tavsiye ediyor. Biz burada, ibarede ki
tutukluk ve karışıklıkla kast edilen mânâya zıd olan delil
arasında bir ilişki bulunduğu iddiasına bir türlü akıl
erdiremiyoruz. Hucendî efendinin kitabını baştan sona
inceledik içerisinde hiçbir cümlede herhangi bir tutukluk
ve arap olmamaktan doğan bir anlaşmazlık bulamadık.
Acab: Ustad Nâsır, arap olmayan bazı Mutasavvife’nin, dillerindeki tutukluk eseri ve yabancı dil izi sebebiyle
yaptıkları ifade hatâlarının mazur görülmesine de razı
olur mu?... Bunda da bize burada tavsiye ettiği hüsn-ü zan
pirensibine bağlı kalmayı isteyebilir mi?
Evet, Sadr-ı İslâm’da halli gereken ve hükümlerinin
açıklanması icab eden mes’eleler azdı. Çünkü o zaman
İslâm ülkesi dar ve Müslümanların fikir yapıları basitti.
Fakat sonraları, İslâm devletinin sahası genişleyince,
önce mevcut olmayan bir yığın adet, gelenek ve görenek
ortaya çıkınca bu problemler arttı.
95 MEZHEPSİZLİK
Bütün bu mes’ele ve problemlerin, kaynağı gerek Kitab’tan
bir naas; gerek Hadîs ve Sünnet’ten bir delil ve gerekse
İmamların icmâ’ı veya bir temel üzerinde kıyâs olsun; ilgili bir
takım hükümleri de yok değildi. Bütün bu kaynaklar, İslâm’ın
özünden fışkırmaktadır ve hepsi O’nun hükmüdür. ALLÂH
Teâlâ’nın hükmü, bu kaynaklardan (kitab, sünnet, icmâ’, kıyâs)
birinin, anlaşılmaları aralarındaki tertip ve hüküm çıkarma
şekillerine göre bize göstermiş oldukları şeyler dışına aslâ
çıkmaz. Kısacası bu dört kaynağın hükmü, ALLÂH (C.C.)’ın
hükümlerinden başka birşey değildir.
Şu hale göre, İslâm’la, dört İmam ve benzerlerinin, İslâm’ın
ana kaynaklarından istinbât edip (çıkardıkaları) hükümler
birbirinden nasıl ayrılabilir?! Kürrâs Sahibi “Mezheblere
gelince onlar, ilim ehlinin bazı mes’eleler hakkındaki bir
takım kanaat, fikir ve ictihâd’larından ibarettir. Ne Allâh ne
de Rasûlü bu kanaat, ictihâd ve fikirlere hiçbir kimsenin
bağlı kalmasını istemiş değillerdir…” diyebiliriz.
Bu İslâm’a karşı kiniyle meşhur ALMAN MÜSTEŞRİKİ
(ŞAHT)’ın sırf kibir ve inad saikasıyle uydurduğu sapıklık ve
zırvanın ta kendisi değil de nedir?’…
ŞAHT diyor ki: “MEZHEP İMAMLARININ YAZDIĞI
İSLÂM FIKHI, SEÇKİN HUKUK DEHALARININ
ORTAYA KOYDUĞU HUKUKİ BİR İŞTEN BAŞKA
BİRŞEY DEĞİLDİR. AYRICA ONLAR BU HUKUKU
KİTAB VE SÜNNET’E DAYALI GÖSTERMEKTE
YARAR GÖRMÜŞLERDİR, O KADAR…”
ŞAHT’ın bu konudaki Kitabı, Avrupa Üniversitelerinin
talebelerine okuttuğu ilk kitabtır.
Eğer; hem Kürrâs sahibi ve hem Alman Müsteşriki
ŞAHT’ın söylediği bu söz doğru olsaydı, bu demek olurdu ki,
Ahval’i Şahsiyye’yi ilgilendiren kanun hükümleri dışında hiçbir
şey Şer’an bizi bağlamaz; ferdi ilgilendiren mes’elelerden
başkası bizi ilgilendirmezdi. Çünkü şahsı ilgilendiren hallar,
MEZHEPSİZLİK 96
mezheblerin ictihâd ve görüşleri sahasına (pek) geçmez. Böyle
olunca da, Kürrâs sahibinin ifadesiyle, Allâh ve Rasûlü hiçbir
kimseden bunlara uymasını istemezdi. Bu böyle olduğu gibi,
yarın âlimlerden kurulabilecek bir hey’et tarafından tanzim
edilecek bir İSLÂM-MEDENİ KANUNU’na da Şer’an
uymamızı gerektiren hiçbir mesned yoktur. Çünkü böyle bir
kanunun çoğu hükümleri Allâh ve Rasûlü’nün bizden uymamızı
hiçbir surette istemediği bir takım görüş ve ictihâdlardan ibaret
kalacaktır.
Şâyet bu gerçekten böyle olsaydı: “İslâm, hem din hem
devlettir” deyip duruyoruz; bu nasıl doğru olurdu?!... Madem
öyle de, kendi hatâmızın verdiği uyuşukluktan uyanıp da, Şaht’ın
istediği gibi, İslâm sadece dindir, devlet sistemi ile hiçbir ilgisi
yoktur, diye neden halka ilanatta bulunmuyoruz?!...
Rasûlüllâh (S.A.V.) çeşitli kabile ve memleketlere,
ezberleme, anlayış ve istinbât gücüyle temayüz etmiş Sahâbeleri
gönderir ve onlara, İslâm’ın hükümleri, helâl ve harâm olan
şeyleri halka öğretme görevi verirmiydi. Sahâbelerin, Kitab ve
Sünnet’ten açık delil bulamadıkları zaman ictihâd yapıp, kendi
ictihâdlarını uyguladıklarına, ümmet icmâ (söz birliği)
etmişlerdir. Rasûlüllâh (S.A.V)’de onların bu ictihâdlarını kabul
etmiştir.
Ebû Dâvûd ve Tirmîzî, Şu’be (R.A.)’den rivâyet etmişlerdir.
Rasûlüllâh (S.A.V.) Muaz (R.A.)’ı Yemen’e gönderdiği zaman
şöyle buyurdu:
Ya Muaz:“–Sana bir hüküm surulduğu zaman nasıl
davranırsın?”
Muaz dedi:“–Allâh’ın Kitabı’nda olan şey (hüküm)le
hükmederim.”
Rasûlüllâh (S.A.V.) buyurdu:“–O hüküm Allâh’ın
kitabında yoksa ne yaparsın?”
Muaz
dedi:“–Rasûlüllâh
(S.A.V.)’in
sünnetiyle
(hükmederim)”
97 MEZHEPSİZLİK
Rasûlüllâh (S.A.V.) buyurdu:“–Rasûlüllâh (S.A.V.)’in
sünnetinde (de) yoksa (ne yaparsın?)”
Muaz dedi:“ –Kendi re’yimi (görüşümü) ictihâd ederim
ve boş bırakmam.”
Muaz dedi:“ –(bunun üzerine Rasûlüllâh (S.A.V.) sırtıma
vurdu, sonra:“ –elçisinin elçisini, Rasûlüllâh (S.A.V.)’in razı
olduğu şeye muvaffak kılan Allâh’a hamd olsun”
buyurdu.(18)
(18) Bu hadîsi, Şu’be, Übey’den; Übey, Haris bin
Amr’dan; Haris, Muaz’ın dostlarından olan bir gurup
insandan; Onlar da Muaz’dan rivâyet etmişlerdir. İbn-i
Kayyim bu hadîsden “I’lam-ül-Muvakkıin” adlı
kitabında bahsetmiş ve şöyle demiştir: -Bu hadîs, her
ne kadar isimleri söylenmemiş bir gurup insandan, ki
onlar Muaz’ın ashabı (dostları)dır, rivâyet edilmişse
de; bu hal, bu hâdîse hiçbir zaman zarar vermez.
Çünkü isimleri zikredilmese de, birçok kişiden hadîsin
rivâyet edilmiş olması, hadîsin şöhretini gösterir.
Haris bin Amr bunu Muaz’ın dostlarından sadece bir
tanesinden değil bir cemaatten rivâyet etmiştir. Hadîs’i
Şerîf’in bir cemaatten nakledilmiş olması, onların
içinden birtek kişiden rivâyet edilmiş olmasından şöhret
bakımından daha geçerlidir. Velevki bu bir kişinin adı
senette tasrih edilmiş olsun... Sonra Muaz’ın ashabı
arasında ne bir kusurla itham edilmiş olan, ne bir
yalancı, ne de mecruh kimse görülmemiştir. Bazı hadîs
İmamları: “ –Bir hadîsin isnadında Şu’be’yi gördüğün
zaman, iki elini ona bağla, (hiç tereddüd etmeden ona
sarıl)” demişlerdir. Ebû Bekr –İbn-i Hatib şöyle
demiştir: “Denilmîştir ki, (Ubadetü-bnü Nesi
Abdurrahman-İbni-Ganem’den;
Abdurrahman’da
onu Muaz’dan rivâyet etti… Şeklindeki isnad muttasıl
(kesintisiz) isnattır.” Bu senedin ricali, mevsukiyetleri
ile meşhur kimselerdir. İlim ehlinin bu hadîsi nakletmiş
ve bu hadîsle delil getirmiş olmaları dolayısiyle, biz de
hadîsin ulemâ nazarında sahih olduğu kanaatine vardık.
MEZHEPSİZLİK 98
Bunlar, Sahâbelerin âlimlerinin yaptıkları ictihâdlar ve
ortaya koydukları fikirlerdir. Onlar, bu ictihâd ve fikirlerle
hükmediyorlar ve halk arasında, vardıkları hükümler uyarınca,
Rasûlüllâh (S.A.V.)’in de muvafakatı ve ikrarıyle hareket
ediyorlardı. Bu böyle iken, bu hükümlere nasıl: “Bunlar, ne
Allâh,
ne de Rasulü’nün hiçbir kimseden uymasını
istemedikleri bir takım ictihâd ve fikirlerdir.” denilebilir?!...
Şu halde, Kürrâs sahibinin sevk ettiği, işaret ettiğimiz birkaç
hâdîse dayanarak tasavvur ettiği gibi, İslâmi hükümler,
anlaşılmaları bakımından pek kolay ve sayıları bakımından hiçte
az değildir. Aksine, onlar, genişlik ve kapsam yönüyle çeşitli hal
ve şartlar içerisinde, hususi ve umumi hayatın tümünü
ilgilendiren her şeyi içine alacak genişliktedir. Birde, onların
hepsi, ya doğrudan doğruya zahirlerinin delaleti (açık mânâları)
ile; ya da görüş ictihâd ve istinbât vasıtalarıyla Kitab ve Sünnet’e
döner bağlanır. Bu iki yoldan hangisiyle olursa olsun, bir
Müslüman’ın bir hükmü anlaması Cenab-ı Hakk’ın o husustaki
değiştirilmeyen hükmünün ta kendisi(ni bulmuş olması)
demektir. Aynı zamanda bu hüküm, Fetvâ sormaya gelenlere
sordukları Fetvâ’nın cevabı olarak verilen cevap, Allâh’ın
hükmüdür. Aksi takdirde, Rasûlüllâh (S.A.V.)’in ashabını, bir
takım kabile ve memleketlere göndermesi boş ve yersiz olur ve
bu adamların onlara: “ –Ne Allâh, ne de Rasûlü bizden sizin
ictihâd ve fikirlerinize uymamızı istememiştir!...” demeleri
yerinde ve uygun olurdu…
İkinci Delil: İslâm’a sarılmanın esası, Kitab ve Sünnet’e
sarılmaktan ibarettir. Bu ikisi (Kitab ve Sünnet), hatâdan sâlim
ve ma’sumdurlar. Mezheb İmamlarına tabi olmaksa, ma’sum
(kusursuz)a uymaktan vaz geçip; ma’sum olmayan (kusurluy)a
uyma yoluna gitmektir. (19)
(19) Kürrâs, Sh: 8–12
Ustad Nâsıruddîn-i Elbânî’ye sorduk:–Hucendî’nin,
İmamların mezheblerini ayıran ve Rasûlüllâh
(S.A.V.)’in mezhebi adını verdiği şeye karşıt ve zıt
99 MEZHEPSİZLİK
gösteren sözü nasıl anlaşılır? diye… Bunu da, bu
mezhepleri kabul etmeme sadedinde:
“–Peşine düşülüp uyulmaması vâcip olan hak
mezhebin, efendimiz Muhammed (S.A.V.)’in
mezhebinden ibaret olduğu muhakaktır” dediği
zaman sormuştuk.
Cevap olarak:
“–Bu doğrudur, çünkü İmamların mezheblerinin
tümü hak değildir. Zira İmamların ictihâdlarında
hatâya düşmüş olmaları ihtimali vardır. Oysaki
insan, Rasûlüllâh (S.A.V.)’in getirmiş olduğu
şeylerde hatâya düşmez!...” dediler.
Bizde dedik ki:
“–Fakat İmamların araştırmaları neticesi yapmış
oldukları ictihâd üzerine mükâfatın sabit oluşu ve
İmam hatâsının farkına varmadığı müddetçe, bu
ictihâdla kulluk ve ibadetin vâcib olması delilleriyle,
ister bu ictihâd hatâlı (yanlış), ister isabetli (doğru)
olsun dinden sayılır.”
Adamcağız, müctehidin ictihâdının, Allâh (C.C.)’ın
ilmindeki hakikate rastlamadığı zaman dinden
olmayacağı hususu üzerinde diretti durdu.(Sanki,
kendisi, ictihâdın; Allâh’ın ilmîne ras gidip
gitmeyeceğinin kâhini?!… Öyle ya, herhalde bu
isabeti de Beşinci’lerden çok, ictihâdı yapan İmam
bilecek… Almanlı Nâsır Efendi ve İslâm dünyası
çapındaki şürekâsı değil!
(Mütercim)
Münakaşada hazır bulunanlardan biri olan, Üstad
Şeyh Ahmed Ra’fet bunun üzerine ona:
–İctihâd dinden midir, dinden değil midir? diye
sordu.
O da:
–Dindendir, cevabını verdi.
Üstad Ahmed Ra’fet:
–İctihâd nasıl din olur da, ictihâdla varılan hüküm
din olmaz? diye sordu.
MEZHEPSİZLİK 100
O da:
–Sen beni ilim ehlinin görüşlerinin aksi bir yöne
çekmek istiyorsun.
Ulemâ:
“Mezhebin lazımı mezheb değildir” demişlerdir.
Bununla beraber mezhep sahibi, ictihâdın dinden,
lazımı (ayrılmayan yanı)nınsa dinden olmadığını
tasrih etmiştir!... dedi.
Benim burada sana, Üstad Nâsır’ın, şu: “Mezhebin
lazımı mezheb değildir” şeklindeki meşhur kâidenin
mânâsı üzerinde kafasında tasarladığı acaib vehmi,
mutlaka açıklamam lazım gelir.
Sana önce, bu kâideyi koyanların, bununla ne
kasdettiklerini açıklamalıyım. Cumhur’u Ulemâ şöyle
bir fikre varmışlardır: İmamlardan biri, şâyet belirli
bir mezhebe bağlı olduğu biliniyor ve bağlı
bulundukları mezhebde (mes’ele halli için) belli bir
pirensiple söz söylemeyi (hükme varmayı) gerektiriyor
ise, bu pirensip, sırf katıldığını açıkça söylediği
mezhebine bağlılığı dolayısiyle, o İmam için mezheb
sayılmaz. Çünkü söz konusu İmam, pirensiple mezhep
arasındaki bu bağlantıyı bilmeyebilir veya bunun
farkında değildir. Böylece gerekli olan bağ (pirensib)i
kast etmeden veya o bağa bir esas tasarlamadan
bağlanılan (Mezheb)e sarılmış olabilir. Bu durumda
ihtiyat, onun, ancak kendisinin tasrih ettiği şeye bağlı
kalmasını gerektirir. Mezhebin pirensibine değil de,
sadece mezhebe… Buna bir misal verelim: mu’tezile
derki: Eşyada sadece aklın kavrayabileceği zati bir
güzellik ve çirkinlik vardır. Ehl-i Sünnet V’el-Cemaat
da buna karşı şu görüşü ileri sürer: Bu mezheb
(Mu’tezile) bununla, eşyadaki güzellik ve çirkinlik
sıfatının eşyada yaratılıştan yerleşmiş olup, yaratma
sebebiyle olmadığını söylemiş oluyor. Güzellik ve
çirkinlik eşyanın yaratma sebebiyle değil de
yaratılıştan aslında mevcut olduğu düşünülecek
olursa. Allâh’ın eşyayı sıfatlarıyla birlikte yaratması
eksik olur. Yani Allâh bir şeyi: güzel yarattığı için o
101 MEZHEPSİZLİK
şey güzel olmazda; aslında, yaratılıştan güzel olduğu
için güzel olmuş olur. Bu ise Allâh’a hâşâ noksanlık
isnad etmek demek olur ki, böyle bir i’tikad ittifâkla
küfürdür.
Şu kadar varki, biz mu’tezileyi mezheblerinin lazımı
(gereği olan bu görüşleri) ile muaheze etmiyoruz.
Kendileri eşyadaki güzellik ve çirkinliğin aslî
(aslından) olduğunu açıkça söylemedikçe biz onlara
hiçbir şey (küfür) isnad etmiyoruz. Çünkü onlar, belki
bu gerek: (kâfir olmaları gereği)nin farkına
varamamış olabilirler. Yada, bu dururumun belki
onların kâfir olmalarını gerektirdiğini kabul
etmiyorlardır. Ama biz onlarla karşı karşıya
geldiğimiz ve onlar bu gereği (kâfir olmaları
gerektiğini) kabul ederlerse, o zaman, mezheblerinin
lazımıda, sadece lüzum uyarınca değil de, bu luzumu
dilleriyle ikrar etmiş ve açıkça söylemiş olmaları
dolayısı ile, mezheb olmuş olur.
Fakat Üstad Nâsır, bu kâidenin şu mânâya geldiğini
zannediyor: Bir adamın lazımına sarılmadan da
belirli bir mezhebe inanması uygun ve mümkündür.
Hatta bu lüzumu kavrasa ve diliyle ikrar etse bile, bu
böyledir!...
Bunun için, Üstad’ın nazarında, kendisinin, şeri
ictihâdın dini olduğuna inanmasıyla; bu ictihâdın
vardığı hükmün dini olması arasındaki lüzumu diliyle
söylemesi ve aynı zamanda ictihâdın vardığı hükmün
Allâh’ın ilmine gore hatâ olması halinde dinden
olmayacağı fikirlerini ileri sürmesi yerinde ve dürüst
bir durum olmuş oluyor. Bundan daha sivrisi: Kendi
mezhebine “Mezhebin lazımı mezheb değildir”
kâidesinin uygun düştüğünü delil göstermesidir!
Velhasıl adam -büyük bir sıkıntıdan sonra- müctehid
hatâsının farkına varmadığı ve vardığı halde hatâda
ısrar etmediği müddetçe ictihâdda düşünülen hatânın
(ve varılan isabetsiz hükmün) dinden olduğunu kabul
ve ikrar edebildi. Bu ikrarını görünce kendisine:
MEZHEPSİZLİK 102
Şu halde Hucendî, nasıl İmamlardan hiçbirinin
hatâlı olduğunu gördüğü mes’elelerde hatâsında ısrar
etmediğini bildiği halde “Dört mezheb tümüyle hak ve
gerçek değildir.” Diyebiliyor? Sualini yönelttik.
Bu defa adam:
–Hucendî’nin mezheblerle kastının, mezheblerin
kendisi olmayıp, o mezheblere tabi olan kimseler
olduğunu söyleyerek sözü büsbütün başka yöne
çevirmeye kalktı.
Yaklaşık olarak çeyrek saat benimle, İmamların
görüşlerinin tamamen hak olmadığını; çünkü onların,
ictihâdlarında hatâya düştüklerini; dolayısı ile
bunların tümüyle din olmadığını münakaşa ettiği
halde, münakaşa sonunda da bunların din olduğunu
kabul etmeye mecbur kalıp Hucendî’nin sözünün sakat
ve sapık olduğunu görünce, sözü çevirerek:“Fakat
adamın sözü, İmamlarının hatâsını görüpte onu taklît
etmeye ısrarla devam edenlerin ittibâ’larından
ibarettir. Yoksa onun maksadı İmamların görüşleri
değildir” dedi.
Bütün bunlar, Hucendî efendinin yoldan sapmak ve
hatâya düşmüş olmaktan ma’sum ve beri bir mevkide
kalmasını sağlamak; kendisinin Allame(!)liğini
korumak; kitabının da Faydalı(!)lık vasfını muhafaza
etmesini temin edebilmek uğruna gösterilen gülünç
çabalardı
Allâh aşkına, sen söyle; bu berbat görünüşü ile bir
taasub ve en iğrenç şekliyle bir tarafgirlik değilse
nedir. Sen ismini bul bunun…
103 MEZHEPSİZLİK
Bu acayip söze karşı deriz ki: –Onların bu delille kendilerine
muhatâb aldıkları ve iddaalaştıkları kimseler kimlerdir.
Kendilerine, ne bir müftî ne de bir İmam aracılığı olmadan,
doğrudan doğruya Kitap ve Sünnet’ten, Kitap ve Sünnet’e göre
kıyâstan hüküm anlama kudreti verilenler bunlar idiyse, ozaman
deliliniz doğrudur. Çünkü böyle bir kimsenin, kendisi Allâh ve
Rasûlü ’nün sözlerini anlamaktan aciz olmadığına göre,
İmamların sözlerini taklîd etmesi de doğru olmaz. Fakat bu,
önceden açıkladığımız gibi, inceleme ve kavga sahamızın dışında
kalır. Müslümanlar arsında, eskiden ve bügün, sizinle bu hususta
münakaşaya giren yoktur. Şâyet sizin bu sözle kendinize
muhatâb aldığınız kimseler, avâm (Câhil) halk ve ictihâd’ı
istinbât’ı, delilleri ve mânâlarını anlamak imkânına sahip
olmayan kimselerse, bu söz gerçekten acaib ve hiçbir mânâya
yorumlamak mümkün olmayan bir söz olmuş olur.
Öyle ya, Allâh’ın Kelâmı’nda hatâdan sâlim olan, ancak o
sözle Allâh Teâlâ’nın murad buyurduğu mânâdır. Rasûlüllâh’ın
Sünneti’nde, hatâdan ma’sum beri olan da ancak Rasûlüllâh
(S.A.V.)’ın murad buyurduğu mânâdır. Gerek Kitap ve gerekse
Sünnet’ten insanların anladığı mânâya gelince heyhat… Nerede
o Âyetler ve Hadîsler, nerede halkın onlardan çıkarmış oluğu
mânâlar!.. İsterse bu adamlar sıradan kimseler olmayıp, müctehid
veya âlim kişiler olsun, farketmez. (yalnız sağlam ve köklü
olurdu da binde bir Kitap ve Sünnet’teki nass’ın delalet ve
sübütu kat’î olur ve ona bakıp mânâlarından edilen mânâyı
anlarsa bilmem. Burada bile, delilden çıkarılan mânânın hatâdan
ma’sum ve beri oluşu, sadece delilin açık ve kesinliğinden ileri
gelir.) Kitap ve Sünnet’ten hüküm çıkarma vasıtası doğru anlama
(fehm), olduğuna göre, bu iki kaynaktan anlaşılan mânâsında,
istisna ettiğimiz şekil dışında, her türlü hatâdan masum ve beridir
damgasını yemesini istemek havanda su dövmektir. Bunu
avâmdan, (Câhil) bir adamın anlamasıyla, müctehid’in anlaması
arasında; Câhilin çabasının müctehid çabasına nazaran
masumluk ve kusursuzluktan daha uzak olmasından başka; ne
fark vardır?!.. Kısacası Câhilin ki yanlışsa, müctehidin ki daha az
MEZHEPSİZLİK 104
yanlıştır; Câhilin ki hatâlı ise, müctehidin ki daha az hatâlıdır, o
kadar… Gerçek bu olduğuna göre, avâmda olan Câhil halkı;
Kur’ân masumdur, uyulan İmam ise ma’sum değil diye müctehid
İmamı taklîd etmekten sıyrılıp çıkmaya çağırmanın mânâsı
nedir? Sonra halk, ta ezeldenberi: avâm, âlim, mukallid ve
müctehid kısımlarına ayrılagelmiş değilmidir?!.. Madem ki
gerçek onların dediği gibidir, avâmdan olan Câhil kimselere de,
Kur’ân’ın nass’larından, Allâh’ın ilminde murad buyurulan
hatâdan ma’sum ve sâlim mânâyı olduğu gibi anlayıp alma fırsat
ve imkanı tanınsa olmazmıydı?!..
Bana öyle geliyor ki, Kürrâs sahibi, dört İmamın
ictihâdlarını ve Allâh’ın Kitabı ve Rasûlü ’nün Sünneti dışında,
başka bir muayyen kaynaktan aldıkları; dolayısıyla da dört
mezhebin, Rasûlüllâh (S.A.V.)’in mezhebinden ayrı, başlı başına
birer mezheb oldukları vehmine kapılıyor. Bu vehmi, onun
gerçekler dışında direnmesi ve fikrini üstün getirmeye
çalışmasından apaçık anlaşılıyor. Zira o, bu zırvaya aldanan
kimselerin nazarlarını en doğru mezheb (!) e çevirmek istiyor.
Uydurduğu bu endoğru mezheb (!) fikrini, aldattığı kimselere
yutturmak için de: “Şu dört mezheb denilen şeyler, masum
değildirler, hatâlı ve sakattırlar; oysaki Rasûlüllâh
(S.A.V.)’ın mezhebi doğrudur, ma’sumdur, siz nasıl oluyor
da ma’sumu bir kenara atıp ma’sum olmayan (dört
mezheb)’e yöneliyor, onlara bağlanıyorsunuz.” Diyerek bu
mantık oyununu onlara delil gösteriyor. Bu taraflı delilin mânâsı
üzerinde dilediğin kadar düşün; vallâhi onun için hiçbir zaman
ifade ettiğimiz düşünce ve anlayış dışında hiçbir mânâ bulman
aslâ mümkün olmayacaktır.
Üçüncü Delil: Öldüğü zaman insanın kabrinde girdiği
mezheb veya takib ettiği tarikattan sorguya çekildiğine dair
hiçbir delil yoktur. (20)
Bu delil getirme tarzı -açıkça gördüğün gibi- Kürrâs
(20)Kürrâs, Sh: 10
105 MEZHEPSİZLİK
sahibinin, Allâh’ın insanlara teklif buyurduğu vâcipleri tanıma
ölçüsünün, iki meleğin kabirde ölüye soracağı sorulardan ibaret
olduğuna inandığını gösteriyor. Yani Münker Nekir’in ölüye
yönelteceği bütün sorular insanın dünyada yapmakla mükellef
olduğu vâciblermiş; yöneltmediği şeylerse ne vâcib ne de meşrû
şeyler değilmîş!... Mubarek melekler sanki teferruatlı bir akaid
kitabı hazırlıyorlar mezarda!..
Bilmiyordum… İslâm akidesi üzerine yazılmış kaynak
eserlerin hiç birinde bu iki meleğin ölüden borçlarını, dünya
hayatında zimmetine geçirdiği kul haklarını, doğru dürüst
yapamadığı alış verişleri, meşrû olmayan muamelelerini; aile ve
çocuklarının terbiyesinde gösterdiği ihmali veya boşa geçirdiği
vakitlerini…de soracakları yazılımıdır?!.. Hiç rastlamış değilim.
Burada Münker ve Nekir’in bütün bunları veya benzerlerini
soracaklarını gösteren bir kayıt varsa, bakalım öyeleyse bu iki
melek ölüye: “ – Şafi’î’yi niçin taklîd ettin de kendin ictihâd
yapmadın?!.. Neden bir İmam ve bir müctehide tabi olmakta
ısrar ettin de yolunu değiştirip renklendirmedin?!..”diye
soracaklar mı?!...Şâyet bu iki melek bunu da soruyorsa, o zaman
Kürrâs sahibinin hak üzere olduğuna şahadet et… İki meleğin
soracağı soruların, sahih hadîs kitaplarında zikredildiği gibi,
İslâm pirensiplerinin sadece sayılı birkaç soruda aynen görülen,
umumi hükümlerini içine aldığı inancında olduğumuz için benim
ve bunca araştırmacı âlimlerin hatâ üzere ve yanılgı içerisinde
olduğumuza şahid ol… İki meleğin, ölü ile kabirde ifa edecekleri
görevin, elbette ki geniş ve şümullü (kapsamlı) bir muhasebe
(hesaplaşma) görevi olması gerekir.
Fakat ben, diğer âlim ve Müslümanların, dünya hayatında
yerine getirilmesi boyunlarına borç olan farz ve vâciplerin,
Münker ve Nekir’in onlara kabirlerinde soracakları şeylerden
çok daha fazla ve geniş olduğunu söylemeye devam ediyorum.
Bu üçüncü delil tutarsız. Bunun açık ve kabul edilebilir bir
mânâsı aslâ yoktur.
MEZHEPSİZLİK 106
Ancak Kürrâs sahibinin Şer’î hükümleri sırf Kitab ve
Sünnet’in delillerinden anlamaya çalışmaları yönüyle
İmamların mezheblerinin; ancak Rasûlüllâh (S.A.V.)’in
mezhebiyle yarışan ve (onu yok edip yerine geçmek için)
başına çullanan mezhebler olduğuna inandığı düşününce; bu
İmamların -kendi anlayışınca- Rasûlüllâh (S.A.V.)’la yarışır(!)
ve onunla kavgalaşır oldukları halde gelip geçtiklerini söylemek
istediğini anlarsın.
Pek tabidir ki sual melekleri ölüye, aralarına Allâh (C.C.)’ın
peygamber olarak göndermiş olduğu şu adamla;yani Muhammed
(S.A.V.)’le olan münâsebetini soracaklardır; yoksa ona, kendi
kendine düşen, biribirleriyle yarışan, bilahare kendini
beğendirmeye kalkıp, halk arasında tutulmak için hususi gayret
gösteren mezheblerle ilgili bir şey soracak değiller ya!...
Değerli okuyucularımdan, bu sözle yazara karşı bir alay
üslubu kullandığımı ve onu azarladığımı zannetmemelerini
umuyorum. Yemin ederim ki onun sözünden benim anladığım bu
ve her düşünen insanın anlayacağı da budur. Adam bunu açıkça
ve kesinlikle söylüyor ve sözünden de bundan başka bir mânâ
anlamak mümkün değil. Diyorki: “ –Kendisine gidilmesi ve
uyulması vâcib olan hak mezhebin, efendimiz Muhammed
(S.A.V.)’in mezhebinden ibaret olduğunu bil. O, uyulması
vâcib olan İmam-ı A’zam:(en büyük İmam)dır. Ondan
sonra uyulması vâcib olan mezheb Hulefay-ı Râşidîn (R.A.)’
in mezhebidir. Sadece Muhammed (S.A.V.)’den başka
kendisine harfiyyen uymakla emrolunduğumuz hiçbir kimse
yoktur, o kadar. Allâh Teâlâ: –(RASUL SİZE NEYİ
GETİRMİŞSE ONU ALINIZ; NEYİ SİZE YASAKLAMIŞ
İSE ONA SON VERİNİZ.) buyurmuştur. Rasûlüllâh
(S.A.V.)’da : –(SÜNNETİME VE HULEFAY-I RÂŞIDÎN’İN
SÜNNETİNE SARILINIZ) buyurmuştur.” (21)
Bu sözden, Kürrâs sahibinin, bu arada tarih boyunca ortaya
(21) Kürrâs, Sh: 12
107 MEZHEPSİZLİK
çıkmış birçok mezhebler bulunduğunu; bunlardan her birinin
kendini beğendirmeye ve halka kabul ettirmeye çalıştığını ve
bunlar arasında hak olan mezhebin efendimiz Muhammed
(S.A.V.)’in mezhebi olduğunu; geri kalanlarınsa bâtıl ve sapık
olduklarını aklında tasarladığı açıkça anlaşılmıyormu?!...
Ey okuyucu, İslâm Teşri’ tarihiyle ilgili kültürün ne kadar az
ve ne derece zayıf olursa olsun, senin bu çarpık ve acaib fikri
anlayacak kadar gerçek değer ölçülerinin tümünü kaybetmiş
olman mümkün müdür?... İslâm’ın bazı hükümlerini anlamakta,
dört mezheb İmamlarının fikirleri ile, Zeyd bin Sâbit’in veya
Muaz bin Cebel’in ya da Abdullah bin Abbâs’ın mezhebi
arasında ne fark var?... Dört mezheb erbabının mezhebleriyle,
Irak’taki rey erbabının ve Hicaz’daki Hadîs erbabının mezhebi
arasındaki fark nedir? Bu iki mezhebi de teşkîl edenler, Sahâbe
ve tabiin’in hayırlılarıdır. Onlarda mukallidlerin ta kendisi,
ötekiler de taklîdcilerin ta kendileri değillermi?!...
Kürrâs sahibi, bu mezheblerin sadece dört mezhebten ibaret
değil, bir sürü (onlarca) olduğunu ve hepsinin de Rasûlüllâh
(S.A.V.)’in mezhebi ile zıdlaşmaya ve yarışmaya giriştiklerini
söyleyemiyormu? Belkide o, böyle değilde, nerdeyse şöyle
söyleyecek: “–Rasûlüllâh (S.A.V.)’in mezhebi için parçalanan
İslâm milletinin karşısına çıkan mezheblerin şu dört
mezhebten ibaret olduğu muhakkaktır. Bunlardan önceki
mezhebler ise; Rasûlüllâh (S.A.V.)’in mezhebiyle yan yana,
aynı hizada duran doğru ve güzel mezheblerdir.”
Kürrâs sahibinin bu iki sözden hangisini seçeceğini bilmem
ama, bildiğim şu ki, bunların her ikisi de en tatlıları zehir
zenberek; en değerlileri yalan ve iftiradan ibaret olan sözlerdir.
Dördüncü Delil: Kürrâs sahibinin, Şah Veliyullah EdDehlevî’nin “El-İnsâf” adlı kitabından naklettiği söz… Yazar,
sözleri arasında Dehlevî’den şunları nakletmiştir:
“ –Ebû Hanife’nin bütün sözlerini veya Mâlik’in veya
Şafi’î’nin bütün sözlerini veyahutta Ahmed (Hambel)in veya
başkalarının bütün sözlerini alıpta Kitab ve Sünnet’te gelen
MEZHEPSİZLİK 108
delile dayanmayan kimse, muhakkakki, ümmetin bütün
İcma’ına muhalefet etmiş ve Müslümanların yolu dışında bir
yola tabi olmuş olur.”
Ben derim ki, ictihâd yapmaktan aciz olan mukallid
hakkındaki bu söz, ne “El-İnsâf” da, ne de diğer kitablarında
Dehlevî’den aslâ sâdır olmuş bir söz değildir. Aksine onun, pek
çok yerlerde söylemiş olduğu sözler hep bununla taban tabana
zıd ve tamamen aksinedir
Veliyullah Ed-Dehlevî hem “El-İnsâf”ın 53. sayfası ve hem
de “Huccetullah-il-Baliğa”nın, Matbaa-i Hayriyye baskısının 1.
cildinin 132. sayfasında şöyle der.Aynen metni veriyorum:
“ –İslâm ümmeti ve kendisini İslâm ümmetinden sayan
(kimse)ler, tedvîn ve tahrir edilmiş bulunan bu dört
mezhebin günümüze kadar taklîd edilmesine icmâ’
etmişlerdir. Bunda, Müslümanların pek çok menfaatlerinin
bulunduğu aşikârdır. Bilhassa, himmet ve gayretlerin
oldukça kısırlaştığı, nefislerin heva ve hevese tadandığı ve
her fikir sahibinin kendi görüşünü beğendiği bu günlerde…”
Ben Kürrâs sahibi ve onun taklîdcilerine meydan okuyorum:
Buyursunlar, Kürrâs sahibinin, Dehlevî’ye aittir diye gevelediği
sözlerden bir tek satırını onun kitablarından herhangi birinde
buluversinler de görelim!...
Dehlevî, bundan sonra 124. ve 125. sayfalarda bir İmama
ayniyle uymakta bir mani bulunmadığını tasrih ederek şöyle
diyor:“-…Müslümanlar arasında fetvâ sorma ve fetvâ verme
(müessesesi)nin Rasûlüllâh (S.A.V.) zamanından beri devam
ettiği halde, bir kimse bu (gerçeği) nasıl inkâr edebilir? Bir
kimsenin, zikretmiş olduğumuz şeye icmâ’ ed(erek
katıl)dıktan sonra, devamlı olarak bunun (dört İmamın
birinden) fetvâ sormasıyla; bir zaman ondan, bir zaman da
öbüründen fetvâ sorması arasında hiçbir fark yoktur… Biz
nasıl olur da, Allâh’ın bir fakihe, o fakih kim olursa olsun,
fıkhı ilham etmiş, bize, ona itaat etmeyi farz kılmış olduğuna
109 MEZHEPSİZLİK
ve onun ma’sumiyyetine (bu güne kadar) inanmamış olur ve
(bugünden sonra) inanmamazlık edebiliriz!... Şâyet biz
onlardan birine uyuyorsak onun, Allâh’ın Kitabı ve Rasûlü
’nün Sünneti’ni bilmekte olduğunu bildiğimiz için uyuyoruz.
Fakih’in sözü, hiçbir zaman şu ihtimallerden yoksun olmaz.
Onun sözü ya Kitab ve Sünnet’in açık mânâsından çıkarılmış
olur; ya bu iki kaynaktan bir nevi istinbâtla istinbât ederek, elde
edilmiş olur veya fakihin, hükmün şu veya bu sebebe bağlı
olmasıyla ilgili karineleri, herhangi bir şekilde tanıyıp (aklı) ve
kalbinin bu bilgiye yatması ve böylece hakkında nass vârid
olmamış mes’eleyi nass vârid olmuş mes’eleye kıyâs etmesi
sûretiyle olur.
(Fakih sözünü mutlaka bu yollardan biriyle söyler ve
bunun dışında bir başka ihtimal yoktur.) Sanki o, şöyle der:
(Rasûlüllâh (S.A.V.)’ın şöyle buyurduğunu zannediyorum:
Sen şu sebebi bulduğun zaman, orada hüküm şöyledir. Kıyâs
olunan şey, bu umumun içerisinde derc olunmuştur.) bu da
yine Rasûlüllâh (S.A.V.)’e yapılan bir nisbet ve hüküm ona
dayamaktan başka bir şey değildir. Şu kadar varki, bu
hükmü elde etmek için takib edilen yolda bir takım zan’lar
ve şüpheler vardır. Eğer bu (zan ve şüphe endişesi)
olmasaydı, bir mümin elbette bir müctehidi taklîd etmezdi.”
Bak, Dehlevî’nin söylediği bu sözün Kürrâs
sahibinin, onun adına uydurmuş olduğu sözle nasıl taban
tabana zıd olduğunu gör!.. Dilersen onun “Huccetullah-ilBaliğa” ve “El-İnsâf” adlı kitaplarına bakıp naklettiğimiz.
Cümleleri asıllarıyla karşılaştırarak durumu kendi
gözünle de görebilirsin.
Şüpesiz ki Dehlevî bu sahada, herhangi bir mes’elede
veya bütün mes’eleler ve hükümlerde, ictihâd
mertebesine ulaşmış olan kimselerin, taklîdciliğe devam
etmelerinin harâm olduğundan bahsetmiştir. Fakat onun
bu konudaki sözü, işaret ettiğimiz gibi, tartışma ve
araştırma sahamız dışındadır. Aklı eren bir kimsenin
ondan, müctehid olmaya gücü yetmeyen kimseler
MEZHEPSİZLİK 110
hakkında, taklîd’in veya belirli bir mezhebe bağlanmanın
harâm olduğu idiasını isbata yarayan hiçbir delil bulması
mümkün değildir. O, (İctihâd yapabilecek seviyeye
ulaşmış olan âlimin taklîdciliği) başka şey; bu (Câhilcühelanın taklîdcilliği) başka şeydir. Bu iki (tamamen
ayrı) şeyi birbirine karıştırmaya iten sebebin cinsini,
(cibilliyetini) bir türlü anlayamadım gitti!.,
Beşinci Delil: Kürrâs sahibinin İzz bin Abd-isSelâm İbn-i Kayyim ve Kemal bin Hümâm’dan aktardığı
bir söz... Adam, bu sözle Kürrâsını uğruna neşrettiği
davasını isbat için delil getiriyor. O da, belirli bir
mezhebe sarılmanın harâm olduğu ve hükümleri
doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet’ten almanın;
müctehid ve İmamlar arasında hiçbirinde ayniyle durup
demirlemeksizin yer değiştirip durmanın bütün insanlar
üzerine vâcib olduğu davasıdır. Onun, bu zatlardan
nakletmiş olduğu fikirlerin hepsi, bu sapık ve delilsiz
davadan tamamen uzaktır. Bu sözlerin bizzat sahibleri,
belirli bir mezhebe bağlı kimseler oldukları, içlerinden
hiçbiri başkalarına tanıtmaya çalıştığı mezhebinden hiç
dönmemiş olduğu halde, nasıl olur da bu sözler böyle
bir şeye (Mezhepsizliğe) delil olabilir... Zira İzz-binAbd-Is-Selâm, Şaf’i’i, lbn-ül Kayyim, Hanbelî ve
Kemal-bin Hümâm, Hanefî’dir.
Bu İmamların bütün sözleri, tartışma sahası dışında
bırakacağımız ve insaf sahibi hiçbir âlimin karşı
çıkmadığı şu (yukarıda geçen) üç mes’elenin dayanak
ve ana kaynağıdır. O sözlerden çıkarılabilecek tek
kelimenin Kürrâs sahibinin, tutulmasına ve kendisine
avene (ve taraftar) toplamasına can attığı fikre delil
teşkîl etmesi hususuna gelince, ne yazık ki onun için bu
(sonucun) gerçekleşmesi mümkün değildir.
Sana, önce İzz bin Abd-is-Selâm’ın sözünü
sunuyorum: Kendisi, Kava’id-ül-Ahkâm adlı kitabında
111 MEZHEPSİZLİK
(cild:2, sayfa:135) metnini olduğu gibi aktardığımız şu
sözleri söylüyor: “Hiçbir kimsenin, müctehid veya
Sahâbeyi taklîd etmek bakımından müctehid gibi, taklîdiyle
emro-lunmadığı bir kimseyi taklîd etmesin diye bir şey
yoktur”
Bu mes’elelerde Âlimler arasında ihtilâf vardır. Bu
fikre karşı çıkana Cenab-ı Hakk’ın şu kavl-i ilahîsi vârid
olur: -(HÜKÜM ANCAK ALLÂH’A AİDDİR. (O), ANCAK
KENDİSİNE İBADET VE KULLUK ETMENİZİ EMİR
BUYURDU) Bu hükümden avâm (Câhil halk) istisna edilir.
Zira onların görevi, ictihâd (yoluy)la hükümleri tanıma
(derecesin)e ulaşmaktan aciz oldukları için taklîttir.
Müctehid bunun avâmın hilâfı (aksi) nedir.Çünkü müctehid,
hükme götüren fikir (yürütmey)e muktedirdir. Kim
İmamlardan birini taklîd ederde sonra ondan başkasını taklîd
etmek isterse bu, o kimse için (mümkün ve câiz) olurmu?
Bunda ihtilâf vardır. Tercîh olunan (görüş) ihtilâflıdır.
Şöyle ki: Eğer o (kimse) nin geçmek istediği mezhepte,
kendisinin sahip bulunduğu hükmü bozan şeylerden biri
varsa, o (kimse) için kendisinin uygulamakta olduğu
hükmün bozulmasını gerektiren hükme geçmesi (câiz)
olmaz. Çünkü bir mezhepten diğerine geçiş, ancak
öncekinin hükmünün bâtıl olduğu gerekçesiyle bozulmasını
gerektirir. Eğer her iki alışda (her iki mezhepten alınan
hükümler) birbirine yakınsa taklîd ve geçiş câiz olur. Çünkü
insanlar, Sahâbe zamanından dört mezheb ortaya çıkıncaya
kadar inkârı mu’teber olan (hiç) bir kimseden (herhangi) bir
direniş olmaksızın ittifâk halindeki âlimleri takid
edegelmişlerdir. Eğer bu bâtıl olsaydı, elbette reddederlerdi.
Aynı şekilde, en başta gelen de olsa, en üstünün taklîdi de
gerekmez. Zira o (en üstü )nün taklîdi vâcip olsaydı;
insanlar, Sahâbe ve tabiiler zamanında (hem) üstün gelen
(hükm)ü, ve (hem de) altalanan (hükm)ü, (hiç) bir direniş
olmadan taklîd etmezterdi. Bilakis onlar üstünü ve en üstünü
taklîd etmekte serbesttiler. Ne en üstün, kendisine tüm
MEZHEPSİZLİK 112
(küll) ü davet edicidir, ne de altalanan (daha az üstün olan
hüküm) kendisini isteyip alanı üstün (hükm)ün varlığından
men eder. En üstün hüküm o konuda daha alt seviyedeki
hükümleri kendisi içerisinde yok olmaya davet etmediği gibi;
daha alt seviyedeki hükme göre amel edenlerin de üstün
hükmün varlığını inkâr etmeleri gerekmez. Bu, akıllı
(kişi)nin hakkında şüpheye düşmeyeceği şeylerden biridir.”
İzz’in bu sözünü sana bütün uzunluğu ile ve bir harfini bile
terk etmeden aktardım ki, Kürrâs sahibinin kendi diliyle
uydurduğu sözün, bu İmamın sözünün tam aksiyle tıpatıp
uyuştuğunu göresin. İzz, Allâh kendisine rahmet etsin, taklîdin
avâm halk için vâcib olduğunu söylüyor; Kürrâs sahibi ise,
görmüş olduğun gibi, onu, (Câhil halk), ma’suma (kitap ve
Sünnet’e) tabi olup; ma’sum olmayan (İmamları) terk etmeye
zorluyor. Rahmetli İzz, mukallidde aslolanın, bir İmama
harfiyyen uymak olduğunu söylüyor; sonra, bu ana hükümden
hareketle konuyu detaylandırarak mukallidin bir başka mezhebe
geçmeye rağbet etmesinin hükmüne giriyor. Bunda da ihillaf
bulunduğunu kaydediyor ve gördüğün gibi, bunun da vâcib
olduğu değilde, bir yığın şartlarla câiz olduğu görüşünden yana
olduğunu belirtiyor. Görülüyor ki Allâh rahmet edesi İzz,
mukallidin ömrü boyu hiç değiştirmeden belirli bir mezhebe
bağlı kalmasında hiçbir sakınca görmüyor. Oysaki Kürrâs sahibi
ona, bütün bu mezhebler arasında (dama taşı gibi oynayıp )
birinden diğerine geçmesini şart koşuyor ve onu, ağır bir baskı
ile buna zorluyor. En acaip olanı da rahmetli İzz’e karşı bütün
bunları uydurup söylüyor. Halbuki İzz, bunların tam aksini
söylemiş!... (22)
(22) Kürrâs’ın 13. Sayfasının başına bak. Kitap tetkik ve
red heyetinin bu kitabımızı niçin damgaladığını bir
türlü anlıyamadık. Bu gerçekleri açıklamış olması
sebebiylemi; İzz-Bin-Abd-ls-Selâm’ı isnad edildiği
iftiralardan arındırması yüzündenmi; buna karşılık
sadece bir yığın küfür ve hakaretten başka hiç bir bedel
almamış olması dolayısıylamı?
113 MEZHEPSİZLİK
Evet, İzz-bin-Abd-İs-Selâm, Rahimehullah, sana aktarmış
olduğum bu sözü takiben hemen bir başka söze giriyor. O
söz(ün) de, İmamının kaynağının zayıflığı üzerinde duran, onun
kaynağını denemeye kalkan, söz konusu kaynakla ilgili şeyleri,
kaynağın zayıflığını önleyici mahiyette bulmamakla beraber; o
konuda, kitap, sünnet ve sahih kıyâsları, İlla da İmamımı taklîd
edeceğim diye terk eden fakihlere ağır kötülemeler yağdırıyor.
İzz, böyle bir davranışın tehlikesini açıklama sadedinde sözü
oldukça uzatıyor, çok güzel ve faydalı bilgiler veriyor...
Fakat bunun Kürrâs sahibinin iddiasıyla ilgisi nedir? Bu
adamın yaptıkları doğrumudur? Bunun gibi nass’ları, çıplak
zanlarına giydireceği kılıf olarak kullanmasını câiz gösterecek
delil nedir? Söylenen sözlerin mânâlarını ve konunun çeşitli
yanlarını anlaması için, bu parağrafın hemen yanıbaşında yer
alan uzun uzadıya anlatılmış sözleri görmüyor mu? Evet, bu zat
gerçekten onları görüp anlamamışmıdır? Yoksa görmüş,
anlamıştır da bilmemezlikten gelerek üzerlerine bir tül çekmiş ve
bunca açıklamaları hükümsüz sayarak kendisinden beri olduğu
şeyi, (yalan)’ı mı söylemiştir?!...
İşte sana İbn-i Kayyim’in sözleri: — O, İ’lâm-ülMuvakkî’in adlı kitabında: (Cild:3, Sayfa: 161, Es-Se’adet
Baskısı) Diyor ki:
“Bu bahis, taklîd konusunda sözün detaylandırılmasının
zikri; taklîdin, hakkında söz söylemeye ve fetvâ vermeye
kalkmak harâm olan taklîd, başvurulması vâcib olan taklîd ve
kabulüne zorlama yapılmaksızın câiz görülen taklîd kısımlarına
ayrılmasının zikri bahsidir. Birinci nevi, (hakkında söz söylemek
ve fetvâ vermek harâm olan taklîd) üç çeşittir. Bu üç çeşitten biri
Allâh’ın inzâl buyurmuş olduğu hükümlerden yüz çevirip, baba
(ve dede) leri taklîdle yetinerek Ahkâm-ı İlahiyye’ye iltifat etmemektir. İkincisi: (başvurulması vâcib olan) taklîd: Mukallidin,
sözü (esas) alınmaya layık bir kimse olduğunu bilmeyen
kimsenin taklîdidir. Üçüncüsü: kabulüne zorlama yapılmaksızın
MEZHEPSİZLİK 114
câiz görülen taklîd ) delilin ortaya konmasından ve mukallidin
söylediği söze ters düştüğünün görülmesinden sonra yapılan
taklîddir. Sonra İbn-i Kayyim bu üç çeşitle sınırlandırdığı harâm
taklîd’in uzun uzadıya zararlarını belirtmeye ve kötülüklerini
açıklamaya koyulmuştur. Bu uzun açıklamaları boyunca taklîdi
inkâr, kötüleme ve insanları tehlikesinden korkutup uyarma kabilinden söylediklerinin hepsi, evvela baştan detaylandırdığı üç
çeşit içerisinde yer almıştır.
Belki, (konunun şümülüne hâkim olamayan) sathi bir
okuyucu, onun bu konuda yapmış olduğu uzun açıklamalardan
sadece bir parçasını konunun aslına ve gidişine bağlı kalmadan
okur ve böylece İbn-i Kayyim’in taklîdi kesinlikle inkâr ettiği
vehmine kapılır; sonra da Kürrâs sahibinin yaptığı gibi onun
deryalar kadar geniş yer tuttuğu uzun bahsinde sevketmiş olduğu
parağraflarıyle, taklîdin kesinlikle bâtıl olduğuna delil getirmeye
kalkabilir.
Fakat (biraz) düşünen bir kimse, İbn-i Kayyim’in, bu uzun
açıklamasını, konusuna esas aldığı şu taksime göre
detaylandırmış olduğunu bilir. Buna kesin delil olarak, sözünden
naklettiğim metne ilaveten bu konu içerisinde sevk etmiş olduğu
şu sözleri sana yeterde artar bile: “Kâfirleri ve ne bir şeye aklı
eren ne de yol bulabilen babalarını taklîd edenler kötülenmiş, hidâyete ermiş âlimleri taklîd edenlerse kötülenmeyip,
aksine zikir ehli olan âlimlere (bilmediklerini) sormakla emr
olunmuşlardır. Bu ise o (âlim)’lerin taklîdidir. Allâh Teâlâ:
(EĞER BİLMIYORSANIZ ZİKİR ehline SORUNUZ)
buyurmuştur. Bu (da) bilmeyen kimseye, bilen kimseyi taklîd
etmesini emretmektedir; denilecek olursa, Cevap: Cenab-ı
Hakk’ın inzâl buyurduğu hükümleri bırakıp babaları ve
(dedeleri)ni taklîd eden kimseleri yermiş olmasıdır. Bu
ölçüde taklîd, selefin ve dört imamın kötülük ve harâmlığına
ittifâk ettikleri şeylerden biridir. Allâh Teâlâ’nın inzâl
buyurduğu şeylere uymak için bütün gücünü sarf edip de, o
115 MEZHEPSİZLİK
(Âyetler) in bir kısmı kendisine gizli kalan ve o (bilmedikleri)
konu(sun)da kendisinden daha âlim olan kimseyi taklîd
edenlerin yaptıkları taklîde gelince; işte bu taklîd, inşallâh
ilerde vâcib ve lüzumlu taklîd zikredilirken açıklanacağı gibi, yerilmîş değil övülmüştür, veballi değil, mükafatılıdır,
günah değil sevaptır.”
Bundan sonra İbn-i Kayyim, bâtıl (sapık) taklîdin çeşitlerini
yerme konusunda sözü uzatmış gitmiş ve bu konuda yaklaşık
olarak yüz sayfa yazmıştır. Onun bu çok uzun açıklamalarından
sonra dönerek taklîdin, ileride bahsedeceğini va’d ettiği vâcib
olanıyla ilgili ikinci çeşidinden bahsetmeyi unutarak bu konuyu
atlayıp nass’lardan, nass’lara muhalif fetvâ vermenin
harâmlığından ve Kur’ân-ı Kerîm karşısında Sünnet’in tuttuğu
yerden bahsetmeye geçtiği açıkça görülmektedir.
İbn-i Kayyim’in İ’lam-ül-Muvakkıîn adlı kitabında işlediği
konular üzerinde duran ve onları derinliğine inceleyerek sindire
sindire okumaya katlanan, onda bu kabilden pek çok gariplikler
bulacaktır. (Bakarsın) ana konuyu detaylandırarak bölümlere
ayırır, sonra işe başlar. Bazı bölümleri ele alır ve uzun uzadıya
inceler. Bu uzun açıklamalarda konudan konuya geçer, çeşitli
bahislere atıflar yapar; sonra (birde bakarsın) burada yaptığı gibi,
konuyu, (önce yaptığı taksimatına ve verdiği atıflara) tekrar
dönüp onları incelemeden tümüyle bırakır ve bir başka konuya
geçer.
Bu yüzden bazen, (Mes’elelerin hal çareleri veya hayâtî
problemleri halletme gücü diyebileceğimiz) Hiyel: (hileler,
çareler) ve hükümlerini konu alan oldukça uzun açıklamaları
esnasında, içerisine düştüğü şu çelişkiler gibi, düşüş sebebini
bilemeyeceğin acaib çelişkilere düşer. (23)
(23) Bu konu içerisinde, sabırla konunun tümünü
okuyan her âlimin farkına varabileceği acaib
MEZHEPSİZLİK 116
çelişkiler vardır. Onun bâtıl (sapık) çareleri sayıp
sayıpta, onlardan, mal veya herhangi bir bedel
karşılığı yapılan boşanmalarda yemini bozmanın
çaresini kaydetmesi, bu çelişkinin en açıklarından
biridir. Diyor ki: “-Bu çare Şer’anda Eimme-i
Emsar’ın usüllerine gore de bâtıldır. Ne Allâh – ne
dc Rasûl’ü, bedel veya mal vererek boşanma diye
bir hüküm koymuş değildir.” Sonra bunun
sıhhatine kâil olanları kötüleyerek açıklamalarını
sürdürür. (Cilt:3, sayfa:71) sonra, birde bunlar
arasında Müslümanları bu bâtıl çarelerden
kurtaracak. Şer’an câiz, çarelerin kaynaklarını
zikreder ve bu arada önce bâtıl olduğunu söylediği
ve şiddetle reddettiği bedelle boşanmayı buna misal
verir. Dördüncü cildin 110. sayfasında şöyle der:“Onbirinci kaynak, herne kadar, Medine ehli,
İmam-Ahmed ve bütün ashabının kavillerine göre
câiz değilse de; İmam-ı Şâfi’î’nin ashabı ve diğer
bazı âlimler gibi; câiz görenler yanında bedel
karşılığı yemini bozmak, şâyet ona veya helâl
görülmesine ihtiyaç duyuluyorsa, pek çok yönlerden helâl görmenin üstünde bir yer tutar” Sonra,
kitabında, üç sayfa önce kesinlikle reddettiği bu
çarenin câiz olduğunu ifade etmek için on tane
vecih saymaya koyulur!..
117 MEZHEPSİZLİK
Bütün bunlara rağmen adam, kitabının bir başka yerinde
taklîdin meşrû ve câiz olduğunu ve ictihâd derecesine ulaşmamış
kimseler için zarûri olduğunu kaydetmiştir. Fetvâ’nın şartları ve
âdâbı ile ilgili bilgiler vemek için uzun bölümler ayırmış ve bu
bölümler içerisinde, avâmdan olan (Câhil kişi)’nin ve ictihâd
rütbesine ulaşmış âlimin üzerine düşen görevlerin neler olduğunu
belirten pek çok konu ve mes’eleleri işlemiştir. Câhil halkın ve
müctehid olmayan âlimlerin boyunlarına, helâl ve harâm olan
hükümler hususunda, kendisini taklîd ederek sayesinde hak yolu
bulacakları bir İmama uymak borç olduğunu anlatmıştır.
Böylelerinin, ellerinde bol miktarda hadîs kitabı bulunsa ve bu
kitaplarda fetvâ verecekleri mes’ele ile ilgili bir hadîsi bulmaları
mümkün olsa bile, insanlara fetvâ vermeye kalkmalarının doğru
ve câiz olmayacağını belirtmiştir.
İşte sana, bu durumları açıklayan sözlerinden bazı parçaları:
4.Cildin 175.sayfasında şöyle söylüyor: “Yirminci Kâide:
Mukallidin, dinini taklîd etmekte olduğu kimsenin kavli
olduğu dışında, o konuda hiç bir bilgiye sahib olmadığı halde
taklîd etmekte olduğu şey (hüküm)’le Allâh’ın dini hakkında
(başkalarına) fetvâ vermesi câiz olmaz. Bu benim görüşüm
değil, bütün selef’in yaptıkları bir icmâ’dır. Ayrıca İmamAhmed ve Şafi’î (R.A.) bunu tasrih etmişlerdir. Ebû Amr bin
Salah şöyle der: Şafi’î’lerin Maveraü-n-nehir de İmamları
Abdull’ah-El-Huleymî ve Şafi’î mezhebinde derin ilim sahibi
Kâzî Ebû-l-Muhsin Er-Rûyânî ve bu iki zat dışında birkaç
âlim, mukallidin. kendisinin taklîd etmekte olduğu şeyle
fetvâ vermesinin kat’îyyen câiz olmadığını söylediler.”
Sonra İbn-ül-Kayyirn, bu hükmü pekiştirmek, hak ve gerçek
olduğıunu belirtmek için sözü uzatmış, 4.cildin 196.sayfasında
metin olarak aynen aktardığımız şu sözleri söylemiştir:
“Yirmibirinci fayda: Bir adam fıkıh bilgisini geliştirir ve bir
veya daha fazla fıkıh kitabı okumakla beraber; Kitab,
Sünnet, Selef’’ten vârid olan eserler. İstinbât ve tercîhi
tanımak bakımından noksan olursa, fetvâ konusunda, böyle
MEZHEPSİZLİK 118
bir adamın taklîd edilmesi câiz olurmu? Bu hususta
insanlara söylenecek dört söz var… (En) doğru(su) bu
konuda tafsilâta girmektir. O da, şâyet fetvâ isteyen
kimsenin, kendisine yol gösterecek bir âlimin fikrine
ulaşması mümkünse, böyle (sadece birkaç fıkıh kitabı
okumuş) bir kimseye ne fetvâ sorması; ne de bu adamın,
rey’ine başvurulabilecek âlim varken, böylelerine fetva
danışması ne de böylelerinin birkaç fıkıh kitabı okudum
diye, kendisini fetvâya ehil görmesi helâl olur. Yok, eğer,
birkaç fıkıh kitabı okumuş kimse dışında, kendisinden fetvâ
sorulacak hiçbir kimse kalmamışsa, o zaman, hiç şüphesizdirki, bilgisiz amel etmektense ona başvurup vereceği
cevaba göre hareket etmek daha evlâdır ...”
Dördüncü cild’in, 215.sayfasında da metnini aynen aldığım
şu sözleri söylemiştir: “- Bir adam bir imamın mezhebi
çerçevesi içerisinde müctehid olup ictihâd yapmakta
müstakil değilse, o kimsenin bu İmamın sözüyle ictihâd
yapması câiz olurmu? Bu mes’ele hakkında iki kavil vardır.
Bu kavillerde de Şafi’î ve Ahmed’in ashabına ait ikişer vecih
vardır. Bu vecihlerden biri, bunun câiz olduğudur. Câiz
oluşu ise, verilen fetvâya uyan kimsenin, İmamına tabi
olarak fetvâ veren âlimi değil de, ölü (olan İmam)’ı taklîd
etmiş olması i’tibariyledir. İmamına uyarak fetvâ veren
âlimin yaptığı, sadece imamından nakil yapmaktan ibarettir.
İkinci veche göre, İctihâd yapmakta müstekil olmayan
kimsenin fetvâ vermesi câiz olmaz. Çünkü fetvâ soran kimse,
ölen (İmam)’ı değilde, (mezhebine göre fetvâ veren) âlimi
taklîd etmektedir. Ölmüş olan İmam da bu fetvâyı soran
adam için fetvâ vermiş değildir. Aynı zamanda fetvâ isteyen,
sormakta olduğu adama verdiğin fetvâ konusunda ben seni
taklîd, ediyorum demektedir…”
Dördüncü cildin, 215. sayfasında da metnini aşağıya
çıkardığım şu fikirlere yer vermektedir: “Dirinin ölüyü taklîd
etmesi ve ölünün vermiş olduğu fetvâ ile amel etmenin sahih
119 MEZHEPSİZLİK
olduğunu gösteren delili Nazar-ı İ’tibara almadan amel
etmek, câiz olurmu? Bu mes’elede de İmam-ı Ahmed’in
ashabına ait iki vecih vardır. Bunu reddedenler diyorlar kı:
Eğer bu ölü hayatta olsaydı İctihâdını değiştirebilir ve bu yeni mes’elenin gelmesi ile görüşünü yeniden gözden geçirirdi.
(Bu birinci vecih…) İkinci vecih ise, ölünün, hayatında
vermiş olduğu fetvâ ile amel etmek câizdir. Zira dünyanın
heryerindeki bütün mukallidlerin amelleri ölmüş İmamların
fetvâlanna dayanmaktadır. Çünkü ellerinde, bulunan en
hayırlı imkân, dünyadan göçüp gitmiş âlimleri taklîd
etmektir. Nasıl, verilen haberler, onları rivâyet edenlerin
ölmesiyle ölmezse; söylenen sözler de, söyleyenlerinin ölümüyle, ölmez.”
Dördüncü cildin, 234. sayfasında da şöyle söylemektedir:
“Bir adamın elinde Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim veya
bunlardan sadece biri veyahutta Rasûlüllâh (S.A.V.)’in
hadîslerini ihtivâ eden vüsûk ve sağlamlık kazanmış bir
Sünen kitabı varsa; o kimsenin bu kitapta bulacağı hadîslerle
fetvâ vermesi câiz olurmu? Bu mes’eleyi açıklamak için
tafsîlâta girmek gerekir. Şöyle ki: Eğer Hadîs-i Şerîf’in
delalet ettiği mânâ açık ve onu işiten her insan mânâsını net
olarak anlıyorsa ve Hadîs-i Şerîf’ten kast olunan mânânın
dışında bir başka mânâya çekilmesi ihtimali yoksa o
kimsenin bu hadîsle amel etmesi ve fetvâ vermesi câiz olur.
Bu durumda söz konusu kimsenin, ne bir fakih ve nede bir
İmamın sözüyle tezkiyesi istenmez. Yok, Hadîs-i Şerîf’in
delalet ettiği mânâ gizli olur ve ondan kast olunan mânâ net
olarak anlaşılmazsa; o kimseden bu hadîsle ne amel etmesi ve
ne de bu Hadîs-i Şerîf’ten kast olunan mânâ üzerinde,
hadîsin açıklamasını ve üzerinde yapılan yorumları, sorup
öğrenmeden, kendi yürüttüğü zanna göre fetvâ vermeye
kalkması kesinlikle câiz değildir ...”
Sonra ilave eder ve netice olarak derki: “Bu, eğer ortada
bir çeşit ehillik (yeterlik) varsa böyledir. Yok, böyle değil de,
MEZHEPSİZLİK 120
söz konusu kimsenin mes’ele ile ilgili teferruatı, usûl cülerin
kâidelerini ve arapçayı bilmekte eksikliği varsa veya hiçbir
ehliyet ve yeterliliği yoksa o zaman o kimsenin üzerine farz
olan Cenab-ı Hakk’ın: “Eğer bilmîyorsanız zikr ehli,(bilen
müctehidler)’e sorunuz, kavli İlahisi uyarınca hareket
etmektir… (24)
Dördüncü cildin, 237.sayfasında, bir müftî’nin, bağlı
bulunduğu mezheb İmamından başka bir rnüctehidin fikrine göre
fetvâ vermesi câiz olurmu? sualine cevap olarak Ebû Amr-binSalah’dan naklen şöyle demiştir: “Kendi mezhebine muhalif
bir hadîs bulan kimse, eğer bu hadîs hakkında veya
İmamının mezhebi konusunda veyahut bu çeşit veya
mes’elede kullandığı ictihâd vasıtası kesinlikle tamamlanmış
ve mükemmel bir hal almışsa, o zaman bu hadîsle amel
etmek evlâdır. Yok, kullandığı ictihâd vasıtası kemal
bulmamış, üzerinde iyice araştırma yaptıktan sonra
mezhebinin söz konusu Hadîs-i Şerîf’e niçin muhalefet
ettiğine kendisi yeterli bir cevapta bulamaz ve kalbinde
hâdîse muhalefet etmekten dolayı bir endişe hissederse o
zaman bu hadîsle bağımsız bir İmam amel etmişmi,
etmemişmi? ona baksın, eğer böyle bir İmam bulursa sadece
bu hadîsle amel etmek hususunda o İmamın mezhebiyle
mezheblensin. Allâhu a’lem bu durum, o müftî’nin kendi
İmamının mezhebini, bu Hadîs-i Şerîf çerçevesi içerisinde
terk etmesinde bir mazeret sayılır.”
Bundan hemen sonrada şu sözleri yer almaktadır:
“Elliikinci fayda: Bir İmamın mezhebine aynen müntesib
(24)
Artık İbn-i Kayyim rahmehulllah’ın söyledikleri ile
Kürrâs sahibinin söylemiş olduğu: “-İctihâd basittir.
Bunun için Hadîs kitabları ve İmam-ı Mâlik’in
muvatta’ından daha bol kitaba ihtiyaç yoktur.
Bununla beraber; bazı hadîsler arasında çelişkiler
bulunursa, insanın bir bu hadîsi, bir öbür hadîsi
alarak amel etmesi câizdir.” gibi sözlerini birbiriyle
sen karşılaştır.
121 MEZHEPSİZLİK
olan bir müftînin, şahsi görüşüne göre, bir başka İmamın
fikrini daha üstün tutuyorsa, üstün gördüğü İmamın
mezhebiyle fetvâ vermesi câiz olurmu? Eğer bu müftî,
ictihâdda ve delile uymakta, mezhebinin dışındaki İmamın
yolunu izliyorsa, o zaman mezhebi dışında kalan İmamın,
şahsen tercîh ettiği kavli ile fetvâ verebilir. Şâyet bu müftî,
bir başka İmamın değil de, kendi İmamının kavillerine bağlı
kalmış ve onun kavilleri dışına çıkmamış bir müctehidse bu
müftînin, kendi, İmamının kavlilerinden başka bir İmamın
kavline göre fetvâ vermesi câiz olmaz denilmiştir. Eğer bu
müf’tî, kendi İmamından başka bir İmamın kavline göre
fetvâ vermek isteyecek olursa, o kavli, hakiki kavlinden
nakletmiş olduğunu mutlaka belirtir. Doğrusu, onun, başka
bir İmamın kavlini, sarih bir şekilde kendisine dayanarak
yaparak tercîh etmesi halinde; o kavlin, mutlaka kendi
İmamının usûl ve kâidelerine göre çıkmış olması lazımdır.
Zira İmamlar, ahkamın usûlü üzerinde müttefiktirler. Ne
zaman onlardan biri mercûh: (daha üstünü olan: zayıf) kavli
söylerse, uyguladığı usül onu reddeler ve râcih (üstün) kavli
gerekli kılar. Ancak, her kavil sahihtir ve hiç şüphesiz
İmamların uyguladıkları kâidelere göre çıkar. Belli bir
İmama bağlı olan bu müctehid için bu kavlin ruchânı
(üstünlüğü) ve İmamın kâideleri uyarınca kaynağının sağlam
ve doğru olduğu açıkça anlaşılırsa, bu müctehidin o kaville
fetvâ vermesi câizdir. Muvaffakiyet Allâh’tandır.”
İşte bunlar, İbn-i Kayyim’in fetvâ, şartları ve âdâbından
bahsederken söylemiş olduğu sözlerden alınmış parçalardır. Sen
bu sözleri, taklîdi harâm sayan ve bütün insanları, Ahkâm-ı
İlahiye’yi doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet’ten almaya
zorlayan bir kimsenin sözü olarak mı görüyorsun, yoksa belirli
bir mezhebe bağlanmayı harâm sayan bir kimsenin sözleri olarak
mı?... Yoksa mukallide ömrünü bir müctehidden öbür müctehide
atlayıp durarak geçirmesini emreden bir kimsenin sözleri olarak
mı görüyorsun?!...
MEZHEPSİZLİK 122
Bu parçalardan her birinin, şüpheye mahal bırakmayacak
şekilde, Câhilin taklîdden başka tutunacak hiçbir dalı, sığınacak
hiçbir yer ve yurdu olmadığını gün gibi açığa çıkaran sözler
olduğunu görmüyormusun? Belki bir mezheble mezheblenen bir
kimsenin, bağlı bulunduğu mezheb dışında kalan her hangi bir
mezheble, bir mes’ele hakkında, kendisi müctehid olmadıkça
fetvâ vermesinin câiz olmadığını açıklayan; ölüyü taklîd etmekle,
diriyi taklîd etmek arasında hiçbir fark olmadığını ve kendi
ifadesiyle, kâillerinin ölmesiyle kavillerinin de ölmiyeceğini belirten; sadece hadîs kitablarına dayanmanın, mukallid bir kimseyi
aslâ müctehid yapmıyacağını anlatan sözler olduğunu
görmüyormusun?..
Eğer İbn-i Kayyim’in görüşü, Kürrâs sahibinin: İnsanların
taklîdi, ma’sum olmayanın taklîdidir, Rasûlüllâh’ın taklîdi ise
ma’sumun taklîdidir şeklindeki görüşünün aynısı olsaydı, hiçbir
kimsenin ma’sum olan Kitab ve Sünnet’ten başka bir yol
izlemesi câiz ve mümkün olurmuydu?! ... Eğer bu böyle olsaydı,
adam, mukallidin hadîs kitablarından hüküm almasını ne sebeble
engeller ve onu fetvâ vermekten ne diye men eder ve ona birşey
soran kimsenin de ona dayanıp güvenmesini ne yüzden
yasaklardı? Hele mukallidi, fetvâ konusunda, en azından bu
mes’elede müctehid mertebesine ulaşmadıkça, kendi imamının
mezhebi dışına çıkmaktan ne diye korkutsundu? Madem İbn-i
Kayyim Kürrâs’cıya bu mes’elede kaynak teşkîl etti de, niçin bir
mukallidin ölmüş bir müctehidi taklîd etmesinin yasak değil de,
câiz olduğuna kalbi kanaat getirdi?!.
Bu mezhebsizlik davetçisi insanlar gurubunun, İbn-i
Kayyim’in fikirlerine olan aşırı düşkünlük ve taassuplarını
gördüğüm içindirki, İbn-i Kayyim’in bu konu ile ilgili
görüşlerini nakletmekte sözü fazla uzattım. Evet, onlar, İbn-i
Kayyim’e karşı, kendi İmamlarının mezheblerini taklîd eden
bütün müslümanları itham ettikleri kör ve zorba taassubtan
binbeter bir tassubla taassub gösteriyorlar. Bunun için İbn-i
Kayyim’den yeteri kadar nakil yaptım ki, mezhebsizlik
123 MEZHEPSİZLİK
çığırtkanları bu nass’lar üzerinde düşündükleri zaman, ola ki, ona
karşı olan bu tassup ve düşkünlükleri, onların hak caddeye
dönmelerini kolaylaştırsın.
Kürrâs sahibinin, İbn-i Kayyim’in bu konuda söylemiş
olduğu bunca şeylerin tümü içerisinden seçtiği ve İbn-i
Kayyim’in kitabından, kendisinin muayyen bir mezheble
mezheblenmenin harâm olduğu iddiasına dayanak yapmak için
başka sözlerini bir yana bırakarak söküp çıkardığı biricik nass’a
(metne) gelince, bu Kürrâs’cının davasından dağlar kadar uzak,
ona nüfuz imkânı veren hiçbir açıklık ve herhangi bir yol veya
imkân yoktur. Kürrâs’cının İbn-i Kayyim’in sözlerinin tümünden
seçip çıkarmış olduğu söz şudur: “- Aksine avâmdan olan bir
kimse için, bir mezheble mezheblenmiş olsa bile, o mezheb
sahih (ve doğru) olmaz; Avâmdan olan bir kimsenin mezhebi
yoktur. Eğer o, ben Şaf’i’i’yim veya Hanefî’yim veya
Hanbelî’yim veya Mâlikî ’yim veya bunun dışında bir
müctehide bağlıyım dese, böylece sözü yerine varmış
olmaz...”
İbn-i Kayyim’in bu sözünün baş tarafı ve son tarafı
doğruluğunda ihtilâf olmayan bir hakikatin ifadesidir. O da;
mukallidin, bütün detayları ve mes’elelerinde birtek mezhebe
bağlanmasının acaib olmamasıdır. Oysaki biz bunun, herkesin
ittifâk ettiği bir husus olduğunu söyledik ve bu hususu inceleme
sahamız dışında bıraktık. Yalnız, bizim, İbn-i Kayyim’den
naklettiğimiz bu parağraf, Kürrâs’ın insanları davet ettiği:
taklîdden sıyrılıp çıkma ve bütün halkı Kitab ve Sünnet’e
hamletme fikirlerini doğrular gibi gelen, ilk bakışta insana o
kanaatı veren biricik sözdür. İbn-i Kayyim’in bu sözünden başka,
onu doğrular görünen ikinci bir sözünü bulmak mümkün
değildir. Şu kadar varki, aslında bu cümlelerin Kürrâs’ın,
iddialarıyla ilgili hiç bir tarafı yoktur. İbn-i Kayyim’den başka
daha pek çok âlimlerin aynen, söylemiş oldukları bu sözden
kastedilen mânâ şudur: Avâmdan olan (Câhil) bir kimse,
hükmünü araştırdığı mes’eleyi bir müftîye götürdüğü ve
MEZHEPSİZLİK 124
müşkilini ona sorduğu zaman, müftî kendisine ne derse onu
yapması gerekir. Yoksa müftîden mes’elesini bağlı bulunduğu
mezhebe göre halletmesini istemesine gerek yoktur. Bu ise,
müftînin müctehid olması dolayısıyla böyledir. Yoksa müftî
müctehid olmayacak olsaydı, ona ne müftî adı verilir ve ne de
müftî olarak tayin edilirdi. Müctehid de, kendisine fetvâ soran
kimseye, ancak ictihâdın gereğine göre cevap verir. Onun için
kendisi gibi bir müctehidi taklîd edip, sonra da taklîd ettiği
müctehidin mezhebine göre fetvâ vermesi söz konusu değildir.
Evet, avâmdan olan (Câhil) bir kimse kendi müşkili hakkında
(mesela) Şafi’î’nin kavlinin ne olduğunu sorabilir; Müftî de ona
müşkili hakkında İmam-ı Şafi’î’nin kavlini nakil ve rivâyet
edebilir. Bu sadece bir nakilden ibarettir; yoksa fetvâ değildir.
Avâmdan birinin, bir müctehidi, kendi İmamının mezhebine göre
fetvâ vermesini istemesi mes’elesine gelince, bu kimsenin buna
hakkı yoktur. Yani, bir müctehidi bir Câhil, benim mezhebime
göre fetvâ vereceksin diye zorlayamaz. Çünkü belirli bir İmamın
mezhebi ile ve muayyen bir İmama nisbetle ilim iddia eden Câhil
az değildir. Eğer bu Câhil kişi illâ da kendi İmamının görüşüne
göre müşkilinin hallini istemiş olsaydı, söz konusu müctehidin
fetvâsına başvurmaya ve müşkilini ona sormaya ihtiyaç
duymaması gerekirdi. Üzerinde hiçbir şek ve şüphe bulunmayan
bu mânâyı ifade etmek için âlimler. “AMMÎ: (Câhil)’in
mezhebi müftîsinin mezhebidir. AMMÎ için bunun üzerine
muayyen bir mezheb yoktur.” demişlerdir.
Yalnız AMMÎ: (Câhil)’nin etrafına bakıpta herhangi bir
müftîyi (yani mutlak mânâda müctehidi) göremediği ve
bulamadığı zaman durumu ne olacak, nereye baş vuracak?..
Çevresini araştırdığı zaman, herbiri belli bir mezhebi taklîd
etmekte olan ve aralarında müftî diye isimlendirilenlerine de, bu
ismin ancak teşbih ve mecaz yoluyla verilmîş olduğu bir takım
125 MEZHEPSİZLİK
âlimlerden başka hiçbir müctehidi göremediği zaman ne
yapacak?.. (25)
Açıkça anlaşılacağı gibi, (Avâmın mezhebi müftîsinin
mezhebidir), kâidesi bu duruma uymayacaktır. Çünkü onun bu
durumda müftîsi diye bir şey yoktur. Şu hale göre bu kimsenin
yapacağı, eskiden gelip geçmiş müctehidlerden birine başvurup
ondan fetvâ almaktan ibarettir. Önceden, başlarında İbn-i
Kayyim olduğu halde, âlimlerin: “-Sözler, söyleyenlerinin
ölümüyle ölmezler, dolayısıyla dirinin ölüyü taklîd etmesi
caitzdir.” dediklerini sana nakletmiştik.
Avâm halkın İslâm milletinin âlimlerinin de icmâ’ı ile gelip
geçmiş müctehidlerden, kendilerine fetvâ sormaya en layık ve bu
iş için en hayırlı gördükleri kimselerde mezheblerinin ifa etmiş
olduğu faydalı hizmetler, İslâmı, kendinden olmayan unsurlardan
temizlemiş olmaları, ortaya koydukları değerli eserler ve
erbâbına yapmış oldukları isnatların sağlamlığı bakımından son
derece güven verici olmaları sebebiyle, dört mezheb
İmamlarıdır. Evet, bütün İslâm milleti uzun tarihi boyunca
İslâmı aynıyla yaşatma imkânını en geniş ölçüde veren
müctehidlerin bu dört İmam: (İmam-ı A’zam, İmam-ı Şafi’î,
İmam-ı Mâlik ve İmam-ı Hanbel) olduğu üzerinde ittifâk
edegelmişlerdir. Çünkü bu mezheblerin dışında kalan hiçbir,
mezhepte dinin özüne uygunluk, Kitap ve Sünnet’e harfiyyen
bağlılık, yapılan isnatlardaki sağlamlık, dinden olmayan bir şeyi
(25) Bu söz, müftî, âlim, müctehid kelimeleri arasındaki
farkı okuyup öğrenmiş en küçük öğrencinin
anlıyabileceği bir sözdür. Fakat bu kitabımızı,
incelemek için kurulmuş olan kitab tedkik ve red
hey’eti, bu apaçık ilmî hakikati, şerefli kimsenin aslâ
yanaşmayacağı iğrençlikte, dürüst ahlakın semtine
sokulmayacağı berbatlıkta, bir olaya alet etmek ve bir
fitne çıkarmak için kullanmaya kalktılar... Ha, bu çirkin
yola girmeden önce, bu hakikatın, ilmî veya ilmîmsi
(yarı ilmî), bir tek kelimeyle de olsa, bir münakaşasını
yapsalar da ondan sonra kundaklasalardı fitnelerini!...
MEZHEPSİZLİK 126
ona karıştırma endişesi ve benzeri emniyet supapları bu kadar
bol değildir. Câhil bir kimse bu dört mezhepten dilediğine, bu
mezhebleri öğrenmiş âlim ve fakihlere sormak sûretiyle
başvurabilir veya bu mezheblerin kitaplarını okuyup öğrenerek
müşkillerini bu mezhebler çerçevesi içerisinde halledebilir.
Sonra, karşısına çıkacak her mesele ve her hükmün halli için
onlardan sadece birine bağlı kalabilir. Ayrıca, İslâm âlimlerinin
kaydetmiş oldukları ve bir kısmını bizim de yukarda
açıkladığımız şartlarla, bu mezheblerden birinden diğerine
geçebilir. Avâmdan (Câhil halktan) hiçbiri aslında, bunu yaparak
(bir mezhebden diğer bir mezhebe belli şartlara riâyet şartıyla
geçerek) “-Avâmın mezhebi (müctehid) müftîsinin
mezhebidir.” kâidesinden aslâ dışarı çıkmış olmaz. Çünkü o,
çevresinde bir (müctehid) müftî bulamayıp da, mesela Şafi’î’ye
fetvâ danışmak zorunda kalınca, yukarıdaki kâidenin bizzat
kendi metninin ifade ettiği mânâ uyarınca, o kimsenin mezhebi
Şafi’î mezhebinin ta kendisi olmuş; o kimse Şafi’î mezhebinden
olmuş olur.
İşte İbn-i Kayyim’in sözünden anlaşılan mânâ bundan
ibaret. Bunun aynısını, diğer Fıkıh Usûlü kitaplarının ictihâd
bahislerinde geniş ve açık bir şekilde bulabilirsin. Eğer dilersen,
usûl kitaplarından hangisini dilersen, ona müracaat et, bütün
bunların daha geniş açıklamalarını orada bulacaksın.
ooooo
oo
Sonra sen(in için), Kemal bin Hümâm’ın bu konuda
söylemiş olduğu sözleri (ele)al(alım).
Kemal-bin-Hümâm, Et-Tahrîr adlı eserinde, şunları
söylemiştir. Metni: “-O (kimse), başka (bir şey husu)sunda,
başkasını (önceden taklîd ettiği kimseden başka bir kimseyi)
taklîd eder. Muhtar (olan) görüş: Evet bu, bir tek müftîye
bağlı kalmaksızın bir defa birine, bir defa öbürüne fetvâ
127 MEZHEPSİZLİK
danışır idiklerinin kesinliği(ni anlatmak) içindir. Şâyet o
(kimse), Ebû Hanife veya Şafi’î gibi belirli bir mezhebe
bağlansa (olmaz mı? sorusuna karşılık): Bu, (yani belli bir
mezhebe bağlanmak) gerekir denildi; hayır (gerekmez
denildi…)” Kemal bin Hümâm’ın söylediği bu .. Onun Et-Tahrir
adlı kitabını şerh eden zat, belli bir mezhebe bağlanmanın,
cumhûr-u ulemânın mezhebi bu olduğu halde, vâcib ve gerekli,
olmadığı görüşünü tercîh etmeye kalkmıştır. Evet, bir mezhebe
bağlanmak cumhûr-u ulamanın mezhebidir. Çünkü Allâh’ın
vâcip kıldığı şeyden başka hiçbir vâcip yoktur ve Cenab-ı Hak
Câhile, ne müctehid bir âlimi taklîd etmekten başka hiçbir şeyi
vâcib kılmış; ne de, müctehidlerden sadece birine devamlı
olarak harfiyyen uymayı vâcip kılmıştır. Enterasan olan, Kürrâs
sahibinin, Kemal bin Hümâm’a bundan başka bir sözü isnad
etmiş; bununla hiçbir ilgisi olmayan ve ağzından aslâ çıkmamış
ve kitabının hiçbir yerinde söylememiş olduğu bir fikri ondan
nakletmiş(!) olmasıdır. Ancak, Kürrâs sahibinin bu sözü, Kemal
bin Hümâm’a ait değil, onun Et-Tahrîr’ini şerheden İbn-ü Emir
il-Hacc’ın şerhinde kaydetmiş olduğu bir sözdür. Kitabının adı
da, Et-Tahrîr değil, “Et- Tahrîr”dir. Galiba durum Kürrâs sahibi
allame(!)ye karışık gelmiş olacak ki, adamcağız, sevkettiği sözü,
aslâ söylememiş olduğu halde İbn-i Hümâm’a isnad edivermiş.
Bununlada kalmıyarak İbn-i Hümâm’ı vefatı üzerinden asırlar
geçmiş olduğu halde Et-Takriru vet-Tahrir adında, bir kitap
sahibi yapmış, Halbuki İbn-i Hümâm aslâ bu isimde bir kitap
te’lif etmiş değil…(26)
Bununla beraber, bu konuda İbn-i Emir-il Hacc’ın söylediği de
İbn-i Kayyim’in’ söylediğinin aynıdır. O da, İbn-i Kayyim de:
Bir (müctehid) müftîye fetvâ danışrnaya gelen ammi (Câhil
kişi)nin mezhebi söz konusu olmaz; onun mezhebi fetvâ danıştığı
müftînin mezhebidir demektedirler. Biz bu sözün mânâsını daha
önce zikretmiş ve bundan maksadın ne olduğunu açıkca belirtmiş
bulunuyoruz.
(26) İbn-i Emir-il-Hacc’ın, Et-Takrîr v’et-Tahrîr’ine bak
Cilt:3 Sh:350
MEZHEPSİZLİK 128
Alıtıcı Delil: Dört mezhebin ortaya çıkışının, ancak zâlim
siyasetler yüzünden ve garazkâr yabancıların idareyi ele
geçirmeleri sebebiyle olduğu zannı... Kürrâs sahibi, bu sûi
zannını da, İbn-i Haldûn’un Mukaddime’sine istinad ettiriyor ve:
(Mezhepler ve tarikatların ortaya çıkış sebeblerini öğrenmek
istiyorsan İbn-i Haldûn Tarihi’nin Mukaddimesini mütâlaa etmen
gerekir.)diyor; Kürrâs sahibi, Allâh selâmet versin, bu ifadeyi de
böyle düzmüş, mezheblerin ortaya çıkış ve yayılışlarının, sadece
güdülen zâlim siyasetler ve garazkâr yabancıların saltanatı
ellerine geçirmiş olmaları yüzünden zuhûr ettiğini ifade etmiştir.
(27)
Ben derim ki: Kürrâs sahibinin işaret buyurdukları işi biz
yaptık. İbn-i Haldûn’un Mukaddimesine müracaat ettik. Onu
mütalaa ettik ve onun mezheblerin ortaya çıkışları ve ortaya çıkış
sebebleriyle ilgili sözlerini birer birer inceledik, ama KÜRRÂS
sahibinin ona isnad ettiği bu zanla ilgili hiç bir fikirle
karşılaşmadık. Orada karşımıza çıkan bir şey varsa,o da
KÜRRÂS sahibinin hiç de hoşlanmıyacağı, müslümanların
cumhuru (büyük çoğunluğu) tarafından ittifâkla kabul edilmiş
olan hakikatın ta kendisidir. İbn-i: Haldûn, Mukaddime’sinde;
Sh:216, baskı: Bulak Fıkıh ilmi, fıkıh ilmînin doğuş tarzı ve fıkıh
mezheblerinin ortaya çıkışlarından bahsederken şöyle söylüyor.
Metnini aynen aktarıyorum:
“… Sahâbelerin hepsi fetvâ ehli değillerdi. Din, onların
hepsinden alınmazdı. Bu, (İş), ancak Kur’ân-ı Kerîm’in
hâmili olan; Rasûlüllâh (S.A.V.)’den veya O’nun yakın ve
seçkin Sahâbelerinden; kendisinden hadîsi şerîfleri
işitenlerden almış oldukları şeylerin nâsih’ini, mensûh’unu,
müteşâhib’ini, muhkem’ini ve bunun dışındaki diğer mânâ,
incelik ve delaletlerini tanıyan ve bilen kimselere mahsûstu
İslâm milleti, ilk zamanlarında bu durumunu muhafaza etti.
Sonra, İslâm’ın büyük merkezi şehirleri büsbütün genişledi
ve büyüdü. Arapların ümmîliği, okur yazar olmamaları,
(27) El-Kürrâs: Sh: 45
129 MEZHEPSİZLİK
Kitâbüllâh üzerine düşüp onu okumaya alışkanlık peyda
etmek sûretiyle (kayboldu) gitti. İstinbat (delillerden hüküm
çıkarma) yerleşti. Fıkıh (gelişti) kemal buldu ve bir sanat ve
ilim halini aldı. Böylece okur yazarlığı olmayan Ümmî
arapların bu isimleri âlimler ve fakîhler diye değiştirildi.
Aralarında Fıkıh iki kola ayrıldı. (Bunlardan biri), EHL-İ
REY VE KIYÂS kolu idi. Bunları Iraklılar teşkîl ediyordu.
(İkincisi), EHL-İ HADİS kolu idi, Bunları da Hicazlılar teşkîl
ediyordu. Önceden arzettiğimiz sebepler dolayısıyla Irak
ehlinde (Hicaz ehline nazaran) hadîs (daha) azdı. Dolayısıyla
onlar, daha çok kıyâs yapmış ve bu işde maharet
kazanmışlardır. Bunun için de kendilerine EHl-İ REY
denmiştir. Onların, kendisi ve arkadaşları içerisinde
mezhebin son şeklini aldığı cemaatların öncüsü EBÛ
HANÎFE EN NU’MAN’DlR. Hicaz ehlinin İmamı ise
MÂLİK BİN ENES ve onun arkasından da İMAM-I
ŞAFİ’İ’dir. Sonra, bir gurup âlim kıyâsı inkâr ve reddettiler
ve kıyâsla amel etmeyi iptal ettiler. Bunlar, Zâhirîlerdir.
Ahkâmın büyük kaynaklarını (Kitap ve Sünnet) nasslar(ın)a
ve icmâ’a hasretmişlerdir. Açık kıyâsı ve nass’a bağlı
bulunan sebebi reddetmişlerdir. Çünkü. (onlara göre) sebebe
(delil teşkîl eden), nass, her yerde hükme de nass (ve delil)
teşkîl ederdi. Bu mezhebin İmamı da Davûd Bin Ali ve oğlu
ve bu baba oğlun arkadaşları idi. İşte bu mezhebler, o
zaman, İslâm ümmeti arasında yayılan belli başlı
mezheplerdi”
İbn-i Haldun, bu açıklamalarından sonra bir kısım Şiîlerin
uydurdukları bazı mezhepler ve pek taraftar bulamadıkları bir
kısım fıkhi görüşlerle nasıl yalnız başlarına kaldıklarını
anlatmaya başlar. Haricîler hakkında da, Şiîler hakkında
söylediklerine benzer açıklamalarda bulunur ve bu iki fırkanın,
her ikisinin de, müslümanların cumhurunun yolundan ve ittifâk
etmiş oldukları mezheblerden nasıl uzaklaştıklarını anlatır.
Bundan sonra da, Zâhiriyye mezhebinin İmamlarının ortadan
kaybolması, usûl (ilmînin) tedvîni, nass’lardan istibat, (hüküm
MEZHEPSİZLİK 130
çıkarma) ve rey kâidelerinin tesbiti ile bir de müslümanların büyük çoğunluğunun bu mezhebi uyduranları kabul etmemeleri
sebebiyle silinip gidişini açıklar. Sonra da (bu mezhep)
hakkındaki sözlerini şöyle neticeye bağlar: “-Bunların fikirleri,
ancak ciltlenmiş kitaplar içerisinde kalmıştır. Belki, onların
mezheplerine intisab etmeye kendilerini zorlayan çoğu
istekliler, onların fıkıhlarını ve mezheplerini almak
maksadıyla bu kitaplar üzerine eğilirler ama bu, onlara
hiçbir fayda sağlamaz. Böyle birşey yapmaya kalkanlar.
neticede müslümanların büyük çoğunluğun (cumhur)un
muhalefeti ve silinmeye mahkûm eden) direnişleri ile
karşılaşırlar. Belki de müslüman halk, (böyle bir uydurma)
dibini
bilen)
mezheb öncülerini ellerinde (işin
öğreticilerin anahtarları olmadan kitaplardan ilim
aktarmaya
kalkmaları
sebebiyle,
bid’atçı,
(uydurukçu)lardan sayar.” der.
İbn-i Haldûn, daha sonra dört mezheb İmamlarından her
birinin hal tercümelerine, hayat hikâyelerine başlar. Her birinin
üstünlük derecelerini ve ilim seviyelerini açıklar. Fıkhı nasıl
aldıklarını ve bazılarının usûlü nasıl değerlendirip kullandıklarını
anlatır. EBÛ HANİFE taraftarı âlimlerin Hicaz kolunun izlediği
yolla, Irak kolunun takib ettiği yolu birbiriyle nasıl
mezcettiklerini ve böylece iki ekolün birbiriyle nasıl
karşılaştığını hikâye eder. Bu İmamlardan her birinin
mezheblerinin yayılış derecesini ve yayıldıkları yerleri belirtir.
Sonra da der ki: “ -Her ilmin kendine ait ıstılahları (özel mânâlar
kazanmış ta’birleri (ayrı ayrı teşekkül edip yeteri kadar)
çoğalınca; bu durumda, insanı ictihâd derecelerine ulaştırmaktan
alıkoyup, bu derecenin elde edilmesine gerek kalmayınca;
müctehidliğin ehil olmayanlara ve ne fikrine ne de dinine
güvenilmeyen kimselere isnad edilmesinden, korkulunca; halk,
bundan böyle ihtilâf kapısını ve anlaşmazlığa giden yolları
tamamen kapattı.” İşte, İbn-i Haldûn’un, mezhebler ve
mezheblerin doğuşu ile ilgili olarak söylemiş olduğu sözlerin
özeti bunlardan ibaret. Bu fikirlerin hepsi de, Kürrâs sahibinin
131 MEZHEPSİZLİK
işine yarayacak, hoşuna gidecek ve ona arka çıkmaya ve
takviyeye
yarıyacak
şeyler
değil.
Ben,
muhterem
okuyucularımdan, İbn-i Haldûn’un Mukaddime’sindeki bu
konuya, tekrar dönerek onu baştan sona okumalarını; sonra,
orada bulacakları, Kürrâs’cının tabirince, dört mezhebin ortaya
çıkmasında dahli olan zâlim siyasetlerden söz eden bir tek
kelime üzerine parmaklarını koymak için var güçlerini
sarfetmelerini istiyorum. Bundan sonra da okuyucular, Kürrâs’cı
hazretlerinin yaptığı bu işe, arapça ve arapça dışı dillerin taktığı
adı taksınlar. Eğer bunu ben yapmamış ve okuyuculara
bırakmışsam, beni ma’zur görsünler. Zira ben bu kitabın
girişinde, konuyu ancak ilmî ve mücerred bir teşhis ve tedavi
yoluyla ele alıp işleyeceğime söz vermiş; Kürrâs, bunun gibi
ifade ve vasıflarla dolup taşıyorsa da, ben kalemimi bu ilmî
seviyeden aşağı düşürecek ifade ve vasıflara sevketmemeye
karar vermiş bulunuyorum.
Yedinci Delil: Kürrâs sahibinin kitabında ileri sürdüğü şu
sözleriyle ilgilidir. O, Kürrâs’ın 38. sayfasında şu cümleleri
yazmıştır: “Mukallide denir ki: Sizin taklîd ettiğiniz falan ve
filan adamlar (İmamlar) yokken ve siz adamların sözlerini
Şâri’ Teâlâ’nın nassları olarak kabul etmeden önce insanlar
hangi yolda idiler. Bu (İmam) lar ortaya çıkmadan önce
insanlar hidâyet üzere mi, yoksa dalâlet üzere mi idiler?...
Hiç şüphesiz ki bu soruyu, mezhep İmamlarından önceki
insanların hidâyet üzere idiklerini ıkrar etmekle
cevaplandırmaları lazım gelecektir. Bu ikrarlarından sonra
onlara sorulacak soru şudur: Mademki (dört İmam)dan önce
de insanlar hidâyet üzere idiler; söyleyin bakâlim; o zaman
onlar Kur’ân, Sünnet ve Sahâbenin eser: (kavil)lerine tabi
değil de neye tabi idiler? Muhalif fikirlere karşı Allâh ve
Rasûlü’nün sözlerini ve Sahâbe (R.A.) nin eserlerini öne
almıyor ve müşkillerin hallinde filan ve falan adamın kavil ve
reylerini bir kenara atıp, Kur’ân, Sünnet ve Sahâbeden gelen
eserlere başvurmuyorlar da, bunun dışında bir başka yolu
MEZHEPSİZLİK 132
mu takip ediyorlardı?... Kitap ve Sünnet’e tabi olmaktan
başka bir doğru yol düşünülemeyeceğine göre, Hak’tan sonra
gelen dalâlet, (sapıklık) değil de nedir?... Şu halde bu
adamlar (mezhep tutanlar) nereye döndürülüp götürülüyor,
nereye gidiyorlar (farkındalar mı)?!...”
Biz de, bu acaip delilin iç yüzünü açmak ve Kürrâs
sahibinin mukallide sormuş olduğu bu soruyu cevaplandırmak
için diyoruz ki: - Evet, insanlar, falan ve filan adamlar yokken
de, bizzat kendisinin sözüne delil olarak dayandığın İbn-i
Haldun’un dediği gibi yapıyorlardı. Şöyleki: (bütün
Sahâbeler fetvâ ehli değillerdi. Her Sahâbe fetvâ vermezdi.
Din de, her Sahâbeden alınmazdı. Bu iş sadece Kur’ân-ı
Kerîm’in hamili bulunan; O’nun nâsıhını, mensûhunu,
müteşâbihini, muhkemini ve diğer delalet ve mânâ
inceliklerini tanıyanlara mahsus bir işti…) Evet,
Kürrâs’cının kendi iddiasına delil gösterdiği bu açık sözün
mânâsı nedir?!...
İbn-i Haldun’un dediği gibi, Sahâbe-i Kirâm’ın fetvâ ve
ictihâda ehil olanları sınırlı ve aralarında temayüz etmiş birkaç
kişi olduğuna ve geri kalanları, bu seviyenin altında kaldıklarına
göre, fetvâ ve ictihâd ehli birkaç Sahâbe dışında kalan diğer
Sahâbeler, dinlerini kimden alıyorlardı öyle ise? Şek şüphe yokki
onlar da, dinlerini, içlerinden ictihâd ve istınbad kudretiyle
temayüz etmiş olan bu sayılı Sahâbelerden alıyorlardı. İctihâd
yapma kudretine sahip olmayan bu Sahâbelerin bu davranışları
taklîd değil de nedir? Yoksa taklîd denen şey bunun dışında
kalan bir şey midir? Şu halde, durumda hiçbir değişiklik yoktur.
Sahâbe devri ile Sahâbelerden sonraki devirler arasında durum
hiç de değişmiş değildir. Sahâbeler devrinde avâm, asırlarında
fetvâ verme ve ictihâd yapmada şöhret kazanmış olan (Sahâbe)
leri taklîd etmişler. Tabiiler devrinde yine ictihâd yapmakta
şöhret yapmış tabiileri taklîd etmişler. Müteakip asırlarda da yine
aynı şeyi yapmışlardır. İmam-ı Şafi’î de, İmam-ı A’zam Ebû
Hanîfe de, İmam-ı Ahmed de, İmam-ı Mâlik de hep bu
133 MEZHEPSİZLİK
müctehidler gurubundan olan kimselerdir. Daha önce avâm
(halk) ın nasıl dört İmamın benzeri kişileri taklîd edegelmeleri
câiz görülmüş ve Sahâbenin avâmının da İbn-i Abbâs (R.A.),
İbn-i Mes’ud (R.A.), Zeyd bin Sabit (R.A.) ve dört raşid
halife (R.A.) yi taklîd etmeleri câiz idiyse, daha sonra da avâm
halkın dört mezhep İmamlarını taklîd etmeleri öylece câizdir.
Bütün İslâm Tarihi ve Teşri’ Tarihi âlimleri, Tabi’iler
devrinde, Hicazda Hadîs Ehli ve Irakda Rey Ehli diye iki büyük
mezhebin teşekkül etmiş olduğuna icmâ etmiyorlar mı? Bütün bu
âlimler, Hicaz bölgesinin bütün (avâm) halkının, aralarında
teşekkül eden mezhebi; Iraklıların da aralarında teşekkül eden
mezhebi taklîd ettiklerini; bu mezheplerden her ikisinin de ayrı
ayrı İmamları bulunduğunu hep birlikte söylemiyorlar mı?!...
Dört mezhebin ortaya çıkmasıyla bu gerçeğe zıt düşen olay
nedir ki?... Evet, dört mezhebin ortaya çıkmalarıyla hiçbir yeni
durum gelmiş değildir. Ortaya çıkan durumun getirmiş olduğu
bütün yenilik: Bu dört mezhep İmamlarının, aralarında, Kitap ve
Sünnet’in delillerinden türetip çıkardıkları, doğru re’y ve sağlam
kıyâs, kendisine bağlandıkları ve sapık re’y ve sakat kıyâsı
kendisinden ayırdıkları (müşterek) bir istinbad metodu koymuş
olmalarından ibarettir. Re’y ve hadîs mezheplerinin her ikisi de
bu (müşterek) metod sayesinde birbiriyle kaynaşmış ve yavaş
yavaş her türlü (aşırılık) ifrat, tefrit (belaların)dan kendilerini
arındırmışlardır. Bu da dört mezhebin, ilmî araştırma ve ictihâd
yapma konularında en yüksek mevkiye oturmuş ve çeşitli gurup
ve kuşakların kendilerine bağlanması ve onlardan hüküm
almasının en büyük amillerinden birini teşkîl etmiştir. Bu gerçek,
herkesçe ma’lum ve işlenmiş bir gerçektir. Öyle zannediyorum
ki, bu gerçeği isbat etmek için bir takım delil ve nasslar getirerek
vakit kaybına yol açmama lüzum yoktur.
Şu halde, ictihâd ve, taklîd gerçeğinin özünde çıkan ihtilâf
hangi ihtilâf tır ki, Kürrâs sahibi sanki bununla iddiasına karşı
çıkan
düşmanlarını,
dillerini
boğazlarına
tıkarcasına
susturacakmış gibi, (falan ve filan (adamlar)dan önce insanlar
MEZHEPSİZLİK 134
ne üzere imişler? Bâtıl üzere mi yani?!...) sorusunu
soruyorlar?! ... Dört mezhebi taklîd etmekte olan Müslümanlar
bu konuda, kendilerinden önce re’y ve hadîs mezheplerini taklîd
eden Iraklı ve Hicaz’lı tabi’ilerin; onlardan da önce Sahâbelerin
İmam ve müctehidlerini taklîd etmekte tereddüt göstermeyen
sahabilerin tıpatıp aynısı oldukları halde, hangi sapıklığa ve
hangi fitneye düşmüşlerdir?!...
TAKLİDDEN ASLÂ KAÇINILMAZ
BELİRLİ BİR MEZHEBE TÂBİ OLMAKDA
HİÇBİR ENGEL YOKTUR VE
BUNUN DELİLİ:
Kürrâs sahibinin davasını isbat etmek için ileri sürdüğü
delilleri yukarıda sana özetledik. Bunların, insaflı bir kimse için
herhangi bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde sadece Kürrâs
sahibinin böyle (geçerli) kabul ettiği bir takım delillerden öteye
gitmediğini açıkladık. Bunların, ilmin itibar edip, kabul
edebileceği hiçbir delil veya delil parçasını ayakta tutmayacak
bir takım sözler olduğunu belirttik. Kürrâs sahibinin bunlara delil
adı vermesi işin aslını aslâ değiştirmez.
Onun sözlerinden bizim münakaşasına girmediğimiz veya
detaylı bir karşılık vermediğimiz şeyler varsa, bunların hepsi,
bütün âlimlerce ittifâk olunan ve ihtilâf
konusu dışında
bıraktığımız, yukarıda kaydettiğimiz üç hususa bağlı şeylerdir de
onun için bunlara cevap vermemiş ve bunlarda vakit kaybetmeye
değer bir durum görmemişizdir.
Bununla beraber Kürrâs sahibinin iddialarının gerçeklere
aykırı olduğunu belirtmek için, sadece delillerinin geçersizliğini,
tesbit etmekle yetinmemiz gerekmez. Bunun arkasında elbet bir
de, Kürrâs’ın iddia ettiği son derece tehlikeli hayal mahsû1ü
fikirlerin sakatlığını gösteren ve onun iddialarının tam aksini
135 MEZHEPSİZLİK
isbat eden yeni ve kabulü zorunlu (kabul edilebilir) deliller
getirmemiz lazım gelir.
Kürrâs sahibinin tesbitine uğraştığı şeyler iki noktaya
inhisâr ediyor ki; biz bu iki hususu birbirleriyle uyuşturmaya
imkân bulamadığımız gibi, üstelik bu iki uzlaşmaz hususun
birden Kürrâs yazarının zihninde nasıl bir araya geldiğini bir
türlü anlayamıyoruz.
Kürrâsçının iddia ettiği ve Kürrâsının pek çok yerinde
tekrarlayıp durduğu birinci husus: “Taklîdin kesinlikle harâm
olduğu” hususudur. Bu fikrini de, müctehidin ma’sum değil,
Kitap ve Sünnet’in ise ma’sum olduğunu, ma’suma tabi olmanın
ma’sum olmayana tabi olmaktan daha üstün olduğunu; ictihâd
yapmak, gâyet basit olup, Muvatta, Sahîhayn, Süneni Ebi Davud
ve Cami’i Tirmîzî’den fazla kaynağa ihtiyaç göstermeyeceğini
delil göstererek ileri sürüyor. (28)
Kürrâsçının iddia ettiği ve kitabında defalarca tekrarladığı ikinci
husus da şudur: “-Bir mukallidin bir mezhebe olduğu gibi
bağlanması câiz ve doğru değildir. Eğer mukallid bunu
yaparsa, o zaman sapıtmış olur, o zaman ÜRKÜP KAÇAN
EŞEKLERDEN BİRİ olur…(29)
Ben bu iki fikrin birbiriyle birleştirme çaresinin ne olduğunu
bilemiyorum!... Eğer taklîd, ma’sum, hatâ’dan sâlim olmayana
tabi demek olduğu için aslında bâtıl ve yersiz idiyse; belirli bir
mezhebe bağlanmak demek olan bir çeşit harfî taklîdden
insanları nehyetmenin mânâsı nedir?!... Taklîdin bâtıl olan çeşidi
sadece bu çeşit taklîd idiyse, taklîdi kökünden söküp atmanın ve
onu tamamen yok edebilmek için de mas’uma tabi olmak,
ma’sum olmayana tabi olmak delillerini uydurmaya kalkmanın
mânâsı nedir?!...
Ben Kürrâs sahibinin zihninde bu iki bağdaşmaz fikrin nasıl
bir araya gelebildiğini anlayamadığım gibi; bu fikirlerin
(28) El-Kürrâs: Sh: 12–40
(29) El-Kürrâs: Sh: 24–25
MEZHEPSİZLİK 136
birleştirilmesinden doğacak olan hükmün ne mânâya
gelebileceğine de bir türlü akıl erdiremedim. Şu kadar var ki,
okuyucuların gözü önüne delilleri serecek ve Müslümanlar
arasında taklîdin kaçınılmaz bir zaruret olduğunu ve bunun
tamamen meşrû ve sağlam delillerle sabit bulunduğunu; bununla
beraber mukallidin, dilerse belirli bir mezhebe bağlanabileceğini
ve ömrü boyunca o mezhebe bağlı kalabileceğini, bunun o kimse
için tamamen câiz olduğunu,böyle yapmakla da ne yasaklanmış
bir şeyi irtikâp etmiş, ne de herhangi bir harâm şeyi işlemiş
olmayacağını isbat edeceğim.
BİRİNCİ DELİL: TAKLİDDEN ASLÂ KAÇINILMAZ
TAKLİD MÜSLÜMANLARIN İCMA’I İLE MEŞRÛ ’DUR
Taklîd: Kendisinin sahih olduğuna dair elde bol delil
bulunduğu bilinse bile, sözün sahih olup olmadığına dair bir
delilin bulunup bulunmadığını bilmeksizin, bir insanın sözüne
tabi olmaktan ibarettir. Mukallid bazen, müctehid âlimi taklîd
etmesinin sahih olduğuna dair olan delili bilir ama kendisinin
fikrini taklîd ettiği müctehidin, o fikir hakkındaki delilini bilmez.
Bu davranışa (amele) ha taklîd, ha ittibâ’ adını
vermişsin,fark etmez. Bunların her ikisi de aynı mânâya gelir.
Taklîd ve İttiba’ kelimeleri arasında hiçbir lügavi mânâ farkı
tesbit edilmiş değildir. Allâh Teâlâ, taklîdin en çirkinlerinden
bahsederken ittibâ’ tabirini kullanmış ve Kur’ân-ı Kerîm’de
şöyle buyurmuştur: “O zaman (öbür dünyada görecekler ki)
arkalarından uyulup gidilen (ittibâ’ olunan)lar kendilerine
(ittibâ’ eden) uyanlardan hızla uzaklaşmış; (hepsi) azabı
görmüş (olacak)lardır. Aralarındaki bağlar (münasebetler)
de parçalanıp kopmuş (olacak)tır.”(30) Bu Âyet-i Kerîme’de
geçen (ittibâ’) ile kastedilen mânânın aslâ câiz olmayan kör
taklîdin ta kendisi olduğunda hiç şüphe yoktur.
Sen bu iki kelimeyi birbirinden farklı, yeni bir anlamda
kullanmışsın kullanmamışsın fark etmez. Durum ne olursa olsun
(30)El-Bakara 166
137 MEZHEPSİZLİK
taksim ikilidir. Çünkü ilim adamı ya delilleri bilen ve bildiği bu
delillerden hüküm çıkarma şeklinden haberdar olan kimsedir ki,
bu kimse müctehiddir. Yahut ta, delilleri bilmez ve bu delillerden
nasıl hüküm çıkarılacağından da haberi yoktur. Bu da müctehidin
taklîdçisidir. Bu mânâyı ifade eden kelime ve özel mânâlı tabirler
çokmuş diye gerçek mânâ aslâ değişmez.
Şimdi taklîdin meşrû’ olduğu, müctehid yokluğu ve ictihâd
yapma imkânsızlığı halinde taklîdin vâcip olduğuna delil nedir?
(31) Bunun üzerinde duralım. Delil birkaç vecih (yönlü) dür.
Birinci Vecih: Cenab-ı Hakk’ın şu kavl-i ilahîsidir: “Eğer
bilmîyorsanız zikir ehli, (ilim ehli) ne sorunuz.”(32) İslâm
âlimleri bu Âyet-i Kerîmin, (çeşitli mes’elelere dair) hükmün ve
(bu hükme götüren) delil(ler)in neler olduğunu bilmeyen
kimselere; bunları bilen kimselere tabi olmalarını emretmekte
olduğuna söz birliği ile icmâ’ etmişlerdir. Bütün fıkıh Usûlü
âlimleri bu Âyet-i Kerîmeyi, avâm halkın, müctehid âlimi taklîd
etmek boyunlarına borç olduğu hususunda ilk ve ana prensipleri
yapmışlardır.
Cenab-ı Hakk’ın şu kavl-i ilahîsi de aynı mânâya
gelmektedir: “(bununla beraber), mü’minlerin hepsinin
(topyekûn) savaşa çıkmaları doğru değildir. O halde (onların
her sınıfından yalnız birer zümre savaşa gitmeli), bazıları da
din ve şeri’at ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri
(savaştan) dönüp kendilerine geldikleri zaman onları
Allâh’ın azabı ile korkutmaları için (gitmeyip kalmalıdırlar).
Olur ki, (bu suretle mü’minler aykırı hareketlerden
kaçınırlar.” (33) Görüldüğü gibi Canab-ı Hak bu Âyet-i Kerîme
de Müslüman halkın hep birlikte düşmanla savaş için harp
meydanına gitmelerini yasaklıyor. Hiç değilse bir gurup
Müslüman’ın, Allâh’ın dinini iyice öğrenmek ve İslâmi ilimlerde
derinleşmek için serbest kalmalarını ve savaşa katılmamalarını
(31) Bilinmesi gerekir ki, bizim sözümüz Ahkâm-ı ilahîyye
’nin ana değil de, fer’î mes’elelerini ilgilendiren
hususlara münhasırdır. Dinin esasları ile ilgili îtikâdi
MEZHEPSİZLİK 138
mes’elelere gelince, bunlarda taklîdin câiz olmadığına
İcma’ vardır. Fer’î konularda iktisad konuları arasında
ki fark şudur: İtikad konularında zan câiz değil, inanç
mes’elelerinde şüpheye mahal yoktur. Bu mes’elelerin
yolu kesin ve yakînî bilgidir. Delili, Canab-ı Hakkın şu
kavl-i ilahîsidir: “Senin için hakkında bir bilgi hâsıl
olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalp,
bunların herbiri bundan. (körükörüne davranıştan)
me’sûldür.”(el-İsra, Âyet: 36), Bir de şu kavl-i
ilahîsine göre îmân konularında şüpheye cevaz yoktur:
“Onlar (yeryüzündeki insanların çoğunluğu) zandan
başka bir şeye uymazlar, onlar yalan söyler (adam)
lardan başka da (birşey) değildirler” (El-en’âm, Âyet:
116) Yakînî ve kesin bilgiye ise ancak insanın kendi
kafasını kendisi, çalıştırarak aklını erdirmesi ve
başkalarının etkisi altında kalmaması ile ulaşılır. Yoksa
bunun ne ilmî görüşle, ne de araştırma ile hiçbir ilgisi
yoktur.
Fer’î hükümlere gelince, Canab-ı Hak bunlarda zan
ile amel ve kulluğu câiz kılmıştır. Yani, müctehid derecesine ulaşmış din âliminin zannı uyarınca amel etmeyi
gerektiren, Şer’î bir delil kılmıştır. Bunun delili de
Rasûlüllâh (S.A.V.)’in ibadet ve ibadet dışı fer’î
hükümleri halka öğretmek için bazı insanları yalnız
başlarına görevlendirmiş ve haber-i ahad’ın ancak zan
ifade ettiğini bilmekle beraber, bu tek kişinin bir başına
onlara söylediği şeylere uymalarını istemiş olmasıdır.
Rasûllullah (S.A.V.) bu davranışı ile sanki onlara: “Araştırma uyarınca veya araştırıcı âlimin taklîdi
gereği, bir hükmün şu veya bu şekilde olduğu
kanaatine vardığınızı (zannettiğiniz) zaman; o hükmü
öylece uygulamanız ve o hükme bağlı kalmanız size
vâcip olur..” demiş oluyor. İşte, inançla ilgili, îtikâdi
vâciplerle, ameli hükümler arasındaki fark bundan
ibarettir.
(32) En- Nahl Sûresi. Âyet: 43
(33) Tevbe Sûresi, Âyet: 122
139 MEZHEPSİZLİK
emir buyuruyor. Ta ki, savaşa katılan kardeşleri kendilerine
döndükleri zaman aralarında. Helâl ve harâm konularında ve
Cenab-ı Hakk’ın hükümlerini kendilerine açıklama hususunda,
onlara fetvâ verecek kimseleri bulabilsinler.(34)
İkinci Vecih: İcma’ın da gösterdiği, Rasûlüllâh (S.A.V.)’in
ashabının ilmî bakımdan hepsinin aynı seviyede olmayıp çeşitli
ilmî seviyeler arzettikleri ve İbn-i Haldun’un da belirttiği gibi,
her Sahâbenin fetvâ verebilecek durumda olmadıkları ve
hepsinden dini hükümlerin alınmadığı gerçeğidir.
Bilakis, Sahâbeler arasında müctehid müftîler vardı. Ama
bunlar, diğerlerine nisbetle küçük bir azınlığı teşkîl ediyorlardı.
Aralarında, müşkillerini başkalarına soran mukallid Sahâbeler
vardı. Bunlar, aralarındaki büyük çoğunluğu teşkîl ediyorlardı.
Sahâbe-i Kirâm’ın fetvâ verenleri, kendisine fetvâ soranlara,
hükmü söylemekle beraber delilini de açıklamakla yükümlü
değillerdi. Rasûlüllâh (S.A.V.)’de Sahâbelerden bir fakihi,
halkının sadece inanç ve inanç esaslarından başka İslâm’dan
hiçbir şey bilmediği bir yere gönderirdi. Bu yer halkı, Rasûlüllâh
(S.A.V.)’in gönderdiği bu fakihin verdiği fetvâlara ve onları
sevkettiği hertürlü amel, ibadet, muâmelât ve helâl ve harâm
hükümlere tümü ile uyarlardı. Bazen bu fakihin karşısına, ne
kitap, ne de sünnette delilini bulamadığı mes’eleler çıkar, bunlar
hakkında kendi reyi ile ictihâd eder ve ictihâdının ona gösterdiği
yolda onlara fetvâ verirdi. O yer halkı da bu konuda kendisini
taklîd ederlerdi.
Gazâlî, “El-Müstesfa”sında, taklîd ve fetvâ istemede
avâmdan olan (Câhil bir) kimsenin üzerine düşen vazifenin
taklîdden ibaret olduğunu delillendirerek anlatırken şöyle
söylemiştir. Kendi metnini aynen alıyorum: “Biz buna iki yolla
delil getiririz: Biri Sahâbe-i Kirâm’ın İcma’ıdır. Zira onlar
Sahâbenin avâmına (Halk tabakasına) fetvâ verirlerdi.
Onlara ictihâd derecesine ulaşmalarını da emretmişlerdi. Bu,
(34) Bak. Tefsir-ul-Cami’li ahkâm’il Kur’ân, cilt:8 sh:
293–294
MEZHEPSİZLİK 140
onların, hem âlimleri hem de avâm halkı tarafından zarûri
olarak ve tevâtürle bilinen bir gerçektir. (35)
Âmidî de “El İhkam” adlı kitabında şöyle söylemiştir: İcma
ise: avâm halk, gerek Sahâbe ve gerekse tabiiler zamanında,
muhalifler ortaya çıkmadan önce, hep müctehidlere fetvâ
soragelmişler ve şeri’i hükümlerde onlara tabi ola
gelmişlerdir. Onların âlimleri de delilin zikrine işaret
etmeksizin sorularına, hemen cevab vermişler ve hiçbir
zaman verdiğimiz bu hükmün delilini bizden sormayınız da
dememişlerdir. Bu hususta hiçbir tereddüd yoktur. Böylece
avâmdan olan kimselerin müctehide uymalarının kesinlikle
câiz olduğuna icmâ edilmiştir. (36)
Sahâbe devrinde fetvâ vermekte başta gelenler sayılı
kimselerdir. Bunlar, Sahâbeler arasında fıkıh, rivâyet ve istinbât
melekesi ile tanınmış kişilerdir. En meşhurları: Dört Halife,
Abdullah İbn-I Mesud, Ebü Müsa El-Eş’arî, Muaz-bin
Cebel, Übey-bin Ka’b ve Zeyd Bin Sâbit’tir. Bunları mezheb
ve fetvâ yönüyle taklîd edenlerse sayılamıyacak kadar çokturlar.
Tabiiler devrinde ise ictihâd dairesi daha da genişlemiş,
müslümanlar bu asırda da, Rasûlüllâh (S.A.V.)’in ashabının
gittiği yolun aynısını takib etmişlerdir. Ancak ictihâd, iki ana
mezheb çerçevesi içerisinde kendisini göstermlştir. Bu
mezhebler, re’y ve hadîs mezhebleridir, iki ana mezheb şeklinde
ortaya çıkması da. İbn-i Haldûn’un sözlerini naklederken
kaydettiğimiz, ictihâdla ilgili amiller yüzünden olmuştur.
Iraktaki re’y mezhebinin en ileri gelenleri: Alkame Bin Kays
En-Neha’î, Mesrûk İbn-i il-Ecda’ el-Hemedâni, İbrahim İbni Zeyd En-Neha’î ve Said Bin Cübeyr’dir. Irakta ve çevresinde
yaşayan avâm müslümanlar, hiçbir karşı çıkış olmaksızın hep bu
mezhebi taklîd etmişlerdir.
(35) EI-Müstsfa, Cild:2, Sh:395
(36)Amidin el-Ihkam’ı, Cild:3. Sh:171
141 MEZHEPSİZLİK
Hicazdaki hadîs mezhebinin en ileri gelenleri: Sait Bin
Müseyyeb El-Mahzûmî, Urve İbn-iz Zübeyr, Sâlim Bin
Abdillah Bin Ömer, Süleyman Bin Yesâr ve Abdullah İbn-i
Ömer’in azatlı kölesi Nâfi’dir. Hicaz ve çevresinin avâm halkı
da, hiçbir karşı çıkış söz konusu olmaksızın bu mezhebi taklîd
etmişlerdir.
Bu iki mezhebin önderleri arasında, bazen çetin münekaşa
ve mücadeleler cereyan ediyordu ama ilim ve fıkıhta onların
seviyelerinin altında kalan avâm halk ve öğrencileri, bu
münakaşaların
ortaya
koyduğu
gergin
durum
hiç
ilgilendirmiyordu. Çünkü onlar, bu müctehidlere karşı hiçbir
inkârları olmaksızın, bunlardan dilediklerini veya kendilerine
yakın olanlarını taklîd ediyorlardı. Müctehidlerin birbirleriyle
yaptıkları münakaşalar kendilerine uyan kimselere ne herhangi
bir şekilde aksediyor, ne de bu tartışmalar, aslında ma’zur
bulunan Câhile bir mes’ûlîyet yüklüyordu.
Üçüncü Vecih: Taklîdin zarûri olduğunun açık ve aklî
delilidir. Bunu da allame Şeyh Abdullah Dirâz’ın sözleriyle ifade
edeceğiz: “-(Taklîdin zarûri olduğuna) aklî delil, kendisinde,
ictihâd yapma ehliyet ve yetkisi olmayan kimsenin karşısına
fer’î bir mes’ele çıktığı zaman, ya esas olarak hiçbir şey
yapmayacak ve kulluk görevini aksatacaktır. Bu ise icmâ’a
aykırı bir davranış olur. Ya da birşeyler yaparak, kulluk
görevini yerine getirmeye çalışacaktır. Bu da ya ortaya çıkan
yeni mes’eleyle ilgili hükmü tesbit eden delili bulup; ona
bakarak hareket etmek, ya da (bir müctehidi) taklîd etmek
sûretiyle olur. Birincisi (karşılaşılan her yeni mes’ elenin
delilini bulup her delilden hüküm çıkarmak herkes için)
kat’îyyen mümkün değildir. Çünkü bu (yol), hem yeni
durumlarla karşılaşan kimse, hem de bütün insanlar
hakkında, olayların delillerini arayıp bulma, zorunluğunu
doğuracağından, insanların geçim çabalarını engelliyecek her
türlü san’at ve tekniği durduracak, ziraat ve benzeri bütün
üretimleri tatil sûretiyle dünyanın harab olmasına yol
MEZHEPSİZLİK 142
açacaktır. İşte bu sebeble taklîdin re’sen kaldırılması son
derece tehlikelidir. Görülüyor ki, geriye taklîdden başka
hiçbir çıkar yol kalmamıştır. Böyle bir durum karşısında tek
kulluk yolu taklîdden ibarettir… (37)
Âlimler, hem kitab, hem sünnet, hem de akıl delillerinin hep
birlikte, avâm (Câhil halk) dan olan bir kimsenin; veya istinbât,
(delillerden hüküm çıkarma) ve ictihâd derecesine ulaşmamış,
olan âlimin, delillere bakarak ictihâd yapan bir müctehidi taklîd
etmekten başka hiçbir çıkar yolunun bulunmadığı yönünde
geliştiğini görünce: “- Muhakkakki bu, avâma nisbetle Kitab
ve Sünnet’ten alınan delilin aynısıdır ...” demişlerdir. Çünkü
Kur’ân âlimi nasıl Kitab ve Sünnet’in delillerine sımsıkı
sarılmaya zorlamışsa Câhilide, âlimin verdiği fetvâ ve yaptığı
ictihâdlara öylesine sağlam sarılmaya zorlamıştır. Bu husüsu
Şâtıbî şöyle ifade etmiştir: “- Avâma nisbetle müctehidlerin
fetvâsı; müctehidlere nisbetle şer’î deliller gibidir. Yani bir
müctehide göre şer’î delil ne ise, Câhil bir insana gore de bir
müctehidin verdiği fetvâ odur.”
Bununda delili şudur: Mukallidler şâyet delillerden hiçbir
sonuç çıkaramıyor ve hiçbir fayda elde edemiyorlarsa ki,
müctehid olmadıklarına göre bunu yapamazlar; onlara göre
delillerin varlığı veya yokluğu eşittir. Çünkü ne deliller üzerinde
ve ne de delillerden hüküm çıkarma hususunda fikir yürütmek ve
görüş beyan etmek onların işi olmadığı gibi, böyle bir şey
yapmaya kalkmaları da aslâ câiz değildir. Zira Cenab-ı Hak:
“EĞER BİLMİYORSANIZ, ZİKİR EHLİ (OLAN
ÂLİMLER’E)
SORUNUZ.”
buyurmuştur.
Mukallid,
(müctehid) âlim değildir. Dolayısıyla onun, müşkillerini zikir
ehli (olan müctehid)e sormak dışında bir davranış içerisine
(37) Bak: Şeyh Abdullah Diraz’ın Şâtibi’nin “Muvâfekât”
adlı eserine yapmış olduğu tâ’liki, (ilavesi)... Cild:4,
Sh:22. Sonrada Amidi ve Gazâlî’nin yukarıda adı
geçen eserleri...
143 MEZHEPSİZLİK
girmesi kesinlikle doğru olmaz. Mukallidlerin dinin hükümleri
hakkında
başvuracakları
biricik
kaynak
kesinlikle
müctehidlerdir. Şu halde müctehidler, bir mukallid için Şeri’at
yerini; müctehidlerin sözleri de ilahî kanunları koyan Şâri’
Teâlânın sözlerinin yerini tutmaktadır. (38)
Taklîdin, sadece meşrûluğu ile de kalmayıp, üstelik istinbât
ve ictihâd derecesinin altında kalma halinde vâcib olduğuna
dair; sağlam nakil, kesin icmâ ve aklî bedâhet (apaçıklık) esasları
üzerine oturtulmuş gün gibi delil, bütün çıplaklığıyla karşına
çıktığına ve bunun böyle olduğunda hiçbir şüphe kalmadığına
göre; taklîd olunan müctehidlerin hepsi, müctehid olarak; taklîd
edenler de mukallid olarak kaldıkları sürece, ha Sahâbe-i
Kirâm’dan biri olmuşlar, ha dört mezheb İmamlanndan biri
olmuşlar ne fark eder?!..
“Dört mezhebin ortaya çıkması bir bid’at, onlara uymak
ve onları taklîd etmekse bir diğer bid’at’tır.” demenin mânâsı
nedir?..
Madem öyle de, neden dört mezhebin ortaya çıkması birer
bid’at sayılıyor da; re’y ve hadîs mezheblerinin ortaya çıkması
da bid’at sayılmıyor?..
Niçin, Şafi’î ve Hanefî’nin taklîdcisi bid’atcı (uydurukcu)
oluyor da; Irakta Neha’î’nin, Hicaz’da Sait Bin Müseyyeb’in
taklîdcileri öyle olmuyor?.. Daha kestirme ifadeyle, neye sadece
bu dört mezhebe uymak bid’atcılık (uydurukculuk) oluyor da;
bid’at (uydurma) bakımından. onun aynısı olan., Abdullah Bin
Abbâs’ın, Abdullah Bin Mesûd’un veya mü’minlerin annesi
Hz. Âişe (R.A.)’in mezhebine uymak bid’atcılık olmuyor acaba?
Dört mezheb İmamları ne gibi bid’atlar uydurmuşlar da, biz,
bütün müslüman halkı onları taklîd etmekten men ediyor ve
onlara uymaya devam edecek olurlarsa bid’atcılık (ve
uydurukculuk)la itham edeceğimizi söylüyoruz?... Onlar, Sahâbe
(38) Şâtibi’nin “Muvâfekât” Cild:4, Sh:290–292
MEZHEPSİZLİK 144
ve tabi’inden olan müctehid seleflerinin yaptıklarına ne gibi
şeyler eklemişlerdir dersiniz?!... Onların yeni olarak yapmış ve
getirmiş oldukları şeylerin hepsi, bir taraftan sünnet (hadîs) ve
fıkhı tedvîn etmiş olmaları; diğer taraftan da istinbât ve ilmî
araştırma için bir takım esaslar ve metodlar koymuş
olmalarından ibarettir. Bunun sonucu olarak da, hadîs ve re’y
mezhebleri arasındaki çatışmanın şiddet ve kuvveti onlar
tarafından kurulmuş… Irak ve Hicaz ulemâsı, yeni ve o da yine
çevresinde döndüğü merkez i’tibariyle Sünnet, Kitab ve icmâ
delillerine dayalı terazinin ibresini ayarlayıp sağlamlaştırmak
için bir takım ıstilahlar (ve özel anlamlı terimler)
ortayakoymuşlardır. İşte bu sayededir ki bu dört mezhebin
direkleri sağlamlaşmış ve bu sayededirki kökleri derinliklere
kadar nüfûz etmiş ana ve fer’î mes’eleler, kitablar halinde tedvîn
edilmiştir. Âlimler bu mezheblere büyük bir îtinâ göstermişler ve
üzerlerinde geniş araştırmalar yapmışlardır. Bu mezheblerin
ömürlerinin uzamasında bu İmamların kitablarının geniş ölçüde
yayılmasında ve âlimierin her asırda onları müdafaa
edegelmesindeki sır işte budur. Oysaki, hiçbir âlimin, kendileri,
hükümleri ve delillerini bildikleri; bilgi ve düşüncelerinin
sağlamlığını kalblerine sindiren bir ilmî araştırma, delillerden
hüküm çıkarma melekesine sahib oldukları halde, bu hüküm
veya hükümler hakkında dört mezheb İmamlarından birini taklîd
etmek zorunda olmadığına ittifâk edilmiş olmakla beraber, her
asırda yetişen âlimlerin onları takdir edegelmesindeki sır, onların
Ahkam-ı İlahiyye’yi, murad-ı ilahî’ye en yakın ve en uygun
şekliyle değerlendirmiş olduklarını anlamış olmalarıdır.
İşte dört mezhebi diğer mezheblerden ayıran özelliklerin
getirdiği bütün yenilikler bunlardan ibarettir. Öyle ise bu
mezheblerin içerisinde gizlenen bid’at hangi bid’attır?!. Bu
mezheblere bağlı bulunan şu milyonlarca insanı sarmış olan
sapıklık hangi sapıklıktır?.. Kürrâs sahibi, hangi ilmî veya yarı
ilmi sebeble bu mezheblerin uydurulmuş şeyler olduğunu ve bu
mezheblerle mezheblenmenin, üçüncü asırdan sonra ortaya
çıkmış bir bid’at olduğunu iddia etmeye kalkıyor?!... Bu nasıl bir
145 MEZHEPSİZLİK
Şer’î ölçüdür ki, bu adam dört mezhebi taklîd eden müslümanları
ürküp kaçan eşeklere benzetmek cür’etini gösteriyor?!..
Taklîd gerçeğini ve delilini açıkladıktan; dört mezhebin,
daha önceki mezhebler arasındaki yerini belirttikten;
müslümanların bu mezhebler ve bu mezheblerden önceki
mezhebler devrinde durumlarının ne olduğunu aydınlığa
çıkardıktan sonra, şu Kürrâs sahibinin yol açtığı bu görülmedik
derecede acaib soruları akıl ve insaf sahibi okuyucuların gözleri
önüne sermem bana yeter de artar bile ...
Bu sorulardan herhangi birini cevaplandırmaya kalkıp da,
kimseye aslâ bir bağışta bulunacak değilim. Çünkü, aklı başında
herhangi bir okuyucunun insafında, Kürrâs adlı kitabın ve
sahibinin apaçık ve nurlu hakikatten ayrıldığına iknâ ettirecek bir
cevherin, bir yeteneğin bulunduğuna eminim.
Bundan sonra artık ikinci mes’elenin deliline geçelim.
İkinci Delil: Mukallidin, belli bir mezhebe bağlanması
harâm olmaz.
Yukarda yaptığımız açıklamalardan sonra, ictihâd ve
istimbat derecesinin altında kalan Câhilin taklîdden başka
sığınacak hiçbir yeri ve tutunacak hiçbir dalı bulunmadığı
sonucuna vardığımıza, bu gerçek, sunduğumuz açık delillerle
sabit olduğuna göre; artık şu soruyu sormaya sıra, gelmiştir:
Bir mukallid uyduğu İmamı, bir başka İmamla her gün
değiştirebilir mi? Bu adam bu işi her an veya mesela her sene
tekrarlayabilir mi?
Mes’ele sadece bu olduğuna; yani bir mukallid bağlı
bulunduğu İmamı her an değiştirebileceğine göre, mezheb veya
İmam değiştirmeyi zorunlu kılan Şer’î delil nedir öyleyse?..
Cevap olarak deriz ki, bir kerre Şer’î hükmün delaletiyle
Câhil için vâcib olan İmam değiştirmek değil, yukarıda da
kaydettiğimiz gibi, bir müctehid İmamı taklîd etmektir. Cenab-ı
Hakk’ın şu Kavl-i İlahi’sinden de açıkça anlaşılacağı gibi, bu
MEZHEPSİZLİK 146
hususta Allâh’ın emri, herhangi bir kayda ve şarta bağlı değil,
mutlaktır. (EGER BİLMİYORSANIZ ZİKİR EHLİNE
SORUNUZ)... Bu Âyet-i Kerîme’nin ışığı altında Câhil kimse,
zikir ehli demek olan müctehid İmama mes’elelerini sorsa ve
İmamın vermiş olduğu fetvâyı olduğu gibi taklîd etse, her ne
kadar fikren müctehid İmama doğru yönelmiş oluyorsa da,
aslında kendisi bu davranışıyle Allâh’ın emrini nefsinde tatbik
etmiş olur. O kimse, bu işte, ister bir İmama olduğu gibi
bağlanmış, isterse bağlanmamış olsun; ister bağlanma sebebi o
İmama yakınlığı dolayısıyle olsun, isterse mezhebini kolay
anlaması sebebiyle olsun, ya da o İmamın mezhebi ve görüşleri,
gereği gibi aklına yattığı, kalbine daha fazla sindiği için olsun,
netice aslâ değişmez.
Eğer bir mukallid, bir İmama harfiyyen uyması ve devamlı
olarak ona bağlı kalması zarûri olduğuna; İmamını bir başka
İmamla aslâ değiştirmemesi gerektiğine inanırsa hatâ etmiş olur.
Eğer söz konusu hükmün, kendi inancı yönünden,
ictihâdında hatâ edebilecek bir müctehide uymak söz konusu
olmaksızın, Allâh (C.C.) tarafından gönderilmiş bir hüküm
olduğuna inanırsa, günahkâr olur.
Eğer bu kimse, İmamını her gün ve her an değiştirmesi
gerektiğine inanırsa, yine hatâya düşmüş olur. Şâyet gereğince
amel ettiği bu hükmün, Allâh (C.C.) tarafından inzâl edilmiş bir
hüküm olduğuna inanırsa, o zaman kendisine müctehid süsü
veren veya yanılan kimsenin re’yi (kanaati) ile aldanmış olma
özrü de, bu inancı yüzünden ortadan kalkacağı için, yine
günahkâr olur.
Böyle bir kimsenin üzerine düşen, aslî, delillerini anlayıp,
onlardan bir sonuç çıkaramadığı her mes’elede, bir müctehide,
uyması ve bu gibi durumlarda görevinin bundan ibaret olduğunu
bilmesidir. Allâh o kimseye bundan fazlasını yüklemiş değildir.
Yani, onu (bunun dışında) hiçbir zorunlulukla yükümlü ve
147 MEZHEPSİZLİK
mükellef kılmamıştır. Ne İmamları değiştirme zorunluğu, ne de
sürekli olarak İmamlardan sadece birine bağlı kalma zarûreti ile..
İşte bu hüküm, bütün âlimler ve İmamlar tarafından,
üzerinde tartışmasız, anlaşmaya varılan hükmün ta kendisidir.
Bunun delili, (isbatı) da birkaç vecihtir.
Birinci Vecih: Birtek İmama bağlı kalmanın veya İmamları
değiştirmenin gerekli olup olmaması mes’elesi uyulması ve
taklîd edilmesi vâcib olan ana hüküm üzerine eklenmiş fazladan
bir hükümdür. Her hükmün olduğu gibi, bu hükmün de bir
delilinin bulunması gerekir. Oysaki bu hükmün hiçbir delili
yoktur.
Çünkü delilleri inceleyip, onlardan Allâh’ın Ahkâmını
İstimbat (çıkarmay)a gücü yetmiyen kimseler için, fazlasıyla
ictihâd kudretine sahib bulunan bir İmama uymaktan başka
hiçbir delil vârid değildir.
Bu mes’ele ile ilgili her şart, bu delilin ifade ettiği rnedlül
(mânâ) üzerine eklenir. (Böyle bir delil aslında mevcud olmadığına göre), o (na birtakım şartlar ilave etmeye kalkmak) da,
bid’at uydurmak ve hiçbir önem taşımayan yoktan bir şeyi icad
etmekten ibarettir. Rasûlüllâh (S.A.V.), sağlam bir yolla kendisinden rivâyet edilen şu Hadîs-i Şerîf’inde (bakınız) ne buyurur:
(Allâh’ın kitabında bulunmayan her şart merduddur. Velev
ki bu, yüz şart da olsa.) (39)
Enteresan olan, Kürrâs sahibinin, bir mezhebe aynı ile
bağlanmanın harâm olduğu yolundaki iddiasına, bizim: “Bir
müctehide bağlanmanın vâcib olduğuna dair hiçbir delil
(39) Bu hadîs-i Şerîf-i Bezzar ve Taberani rivâyet
etmişlerdir. Şeyhan:(Buhârî ve müslim) de, buna yakın
bir lafızla Hz. Aişe’den rivâyet etmişlerdir: (Adamlara
ne oluyor da, Allâh’ın kitabında olmayan bir takım
şartlar
ileri
sürüyorlar.
Allâh’ın
kitabında
bulunmayan hiçbir şart yok ki, bâtıl olmasın… Velev
ki bu yüz şart da olsa…)
MEZHEPSİZLİK 148
yoktur.” şeklindeki sözümüzle delil getirmeye kalkıp; sonra da,
kendi kendini nakzettiğini unutarak; az önce, bizzat kendisinin:
“(belli bir İmama) bağlanmanın vâcib olduğunu gösteren
hiçbir delil yoktur.” şeklinde bir karara vardığını fark
etmeyerek, bununla beraber mukallide, uyrnuş olduğu İmamı
değiştirmesini emretmesidir. Öyle ya, mademki hiçbir müctehid
İmama bağlanmak vâcib değildir; öyleyse kendisine uyulmakta
olan İmamı bırakıp da bir başkasına uyulmasını istemek ne
demektir?!...
Madem ki, bir İmama uymanın gerekli olup olmadığı
hususu; söylediğimiz gibi, delili olmayan bir davadır; o halde
mukallidin, kendisi için, İmam değiştirmeyi gerekli görmesiyle,
değiştirmemeyi gerekli görmesi arasında ne fark vardır?!. Neden
bu iki şeyden birincisi: (İmam değiştirmek), vâcib ve kaçınılmaz
oluyor da; ikincisi: (İmamını değiştirmemek), harâm ve tutarsız
oluyor?... Oysaki bunların her ikisi de, vâcib liğinin düşünülmesi
ve tasavvur edilmesi yasaklanmış (!) olan (mezheb) bağlantısının
kapsamı içine girmektedir!...
Şu halde, herhangi bir müctehidi taklîd etmekte ma’zur olan
bir mukallidin, taklîdin kendisine vâcib ve boynuna borç
olduğunu bilmesi dışında bir yükümlülüğü yoktur. Eğer
mukallid, görevinin, hiç bir zaman değiştirmeyeceği bir İmama
aynen bağlanmak veya her gün bir İmamdan diğerine geçmek
olduğuna inanıyorsa, o zaman inancında hatâya düşmüş olur ki,
böylelerinin uyarılması ve doğruya yöneltilmesi gerekir. Yok,
öyle değil de, Şâri’ Taalanın onu bu iki durumdan birine
bağlanmakla yükümlü tutmadığını bilirse, o zaman hak üzere
olduğu muhakkak... Bunu bilerek ister, -ilmî (takdir) yön(ün)
den- bir İmama harfiyyen uysun ve ömür boyu ondan ayrılmasın;
isterse bir İmamdan diğerine geçmeyi adet ve alışkanlık
halinegetirsin, sonuç aslâ değişmez. (40)
(40) Yalnız, mezheb veya İmam değiştirmenin sahih
olabilmesi için, mukallidi buna, nefsindeki heva ve
hevesin itmemesi; dini yükümlülükler ve vâciblerden
149 MEZHEPSİZLİK
kurtulma arzusunun sürüklememesi ve fukaha ve usûl
cülerin cumhuru; (büyük çoğunluğu) na göre, bir tek
ibadette bir müçtehitten daha fazlasını taklîd etmemesi
şart koşulmuştur. Çünkü mukallid eğer bunu yaparsa,
(ikinci bir İmamın görüşlerine de birlikte bağlı kalmak
isterse, menfi bir gayesi olmasa dahi), her iki
İmamında birlikte kabul ve ikrar etmediği bir tarzda,
iki İmamın ictihâdından alınıp bir araya getirilmîş:
(Müleffak= telfik edilmiş, değişik) bir taklid şeklini
uyğulamaya koymuş olacaktır.
Her ne kadar yazar burada iki mezhep arasında da
olsa bir tek mesele ölçüsünde de telfikin caiz olmadığı
ve bunun Cumhûru Ulemanın ittifakıyla sabit olduğunu
aktarıyor mukallid hevâ ve hevesin itmemesi, dini
yükümlülük ve vaciplerden kurtulma arzusunun
sürüklememesi şartıyla telfikin caiz olduğu görünüşünü
istisnai olarak benimser görünmektedir demekte ise de
böyle bir mes’eleyi ayağa düşürmenin fayda veya
zararını ölçmek bir yana,kabil-i telfik ve telif olmayan
ayrı ayrı ve değişik fikirleri bir noktada birleştirmek
nasıl mümkün olur, bir türlü akıl erdiremiyorum.
Şafi’î’ye göre kadına dokun abdestin bozulsun,
Hanefi’ye göre kucakla öp bozulmasın, öyle ise abdesti
bozan şeyleri telfikli sayarken: “Kadına dokunmamayla karışık öpmek (!) abdesti bozar” mı diyeceğiz
acaba… Oysaki telfiki söz konusu olan mezheb, iki değil dörttür. Dördününde görüşlerini bir araya getirin
birleştirip bir mezheb yapacağız deyin, sanırım ortaya
sadece BEŞİNCİ mezheb değil birde komedi çıkar
Yazar yukarıda iki mezhep arasında bir tek messelede
telfikin (farlı hükümleri birleştirmenin) bazı şartlarda
caiz olduğunu kısmen de olsa benimser görünmektedir.
Oysa, bazı muteber kayanklar telfikin dinle oynamaya
ve tahribata yol açacağını ileri sürmektedirler. Bende,
imanın
cançekiştiği
müslümanların
başıboş,
darmadağın, çaresiz ve zorluklar içerisinde bocaladığı
günümnüzde buna cevaz vermenin tehlikeli sonuçlar
doğura bileceği kanatindeyim.
(Mütercim)
MEZHEPSİZLİK 150
İkinci Vecih: Biz deriz ki, ortada Rasûlüllâh (S.A.V.)’den
tevâtür yoluyla naklolunmuş on kıraat var. Bu on kıraate göre
Kur’ân on türlü okunur. Bu kıraatlerin her birine hizmet etmek
için belirli bir İmam temayüz etmiş, ayrılmış, üzerinde durduğu
kıraat hangisi ise onu rivâyet etmiş, o kıraate göre okumuş,
insanlara onu okutmuş ve insanlar o kıraatı öğrenmek için bu
İmama talebelik yapmışlar. İctihâd, yapmaktan aciz olan bir
Müslüman’ın dört mezhepten hangisini dilerse onu taklîd
edebileceği nasıl delillerle sabit olmuşsa; Müslümanların bu on
kıraatten hangisini dilerse ona göre Kur’ân okuyabileceği de
öylece sabit olmuştur. Şimdi kalkıp ta bir Müslüman’a: Senin
Kur’ân’ı her an bir yeni kıraatle okuman vâcibtir. Çünkü senin
kıraatlar arasında değişiklik yapmadan, o kıraatten öteki kıraate
geçmeksizin bir tek kıraate olduğu gibi bağlanman harâmdır mı
demek lazım?!.. Bir ibadet (tarzı) getirmeyi ve hakkında,
kendisine uymayı istediği şeyler hususunda geçtiği yeni İmamın
mezhebini de bilmesini gerektirir.
Dün, bugün; eski, yeni; hiçbir müslümanın böyle bir lafı
söylediği duyulmuş mu? Yoksa bu Kürrâs adlı kitabın sahibi
bizzat, Kur’ân-ı Kerîm’i her gün, dünkü okuduğu kıraatten başka
muayyen bir kıraatlemi okuyor acaba?!...
Dinin fer’î mes’elelerinde fıkıh İmamlarına uymakla,
Kur’ân-ı Kerîm’in kıraati hususunda kıraat İmamlarına uymak
arasında ne fark var?... Neden birinci guruba tabi, olanların
başkalaşıp değişmeleri ve renkten renge girmeleri vâcib oluyor
da; ikinci guruba tabi olanların aynen böyle rengârenk olmaları
gerekmiyor?!...
Belki bazıları, Müslümanların ancak bir tek kıraati
öğrenmeye güçleri yetiyor; onlar diğer kıraatleri öğrenme
imkânına sahip değiller diyeceklerdir. Bizde, mezheblere uyma
konusunda yine aynı şeyi söyleyeceğiz: Bir müslümanın, dört
mezheb İmamlarından yeterse ancak birinin mezhebini öğrenip,
zabtetmeye gücü yeter. Onun, muhtaç olduğu hükümler
hakkında, diğer İmamların mezheblerini öğrenip zabtetmesine
151 MEZHEPSİZLİK
imkân yoktur… Şu halde, neden önceki ma’zur görülüyor da,
ikincisi ma’zur görülmüyor?
Bununla beraber mes’ele, ne özür ne de özürsüzlük
mes’elesi değildir. Mes’ele, delile dönük ve delil isteyen bir
mes’eledir. Bizim de ne kıraat İmamlarına ne de fıkıh
İmamlarına uymakta, İmam değiştirme veya değiştirmemenin
vâcib olduğunu isbat ve tesbit eden hiçbir delilimiz yok… Şu
halde, her ikisinde de hüküm eşit...
Üçüncü Vecih: Sahâbe devri gelip geçti. Ondan sonra
tabi’iler devri geçti. Daha sonrada dört mezheb İmamları ve
onları takib eden asır geldi. Bütün bu asırlarda yaşayan
İmamların hiçbirinin, İmam ve müctehid müftîleri taklîd eden
kimseleri, ne bir İmam veya müftîye aynen bağlanmaktan
korkutup uyardıklarını duyduk; ne de onlardan hiçbirinin,
Müslümanların İmamlar arasında ondan ona taşınmalarını,
hepsinden fikir almalarını ve hepsinin, her birerlerini bir devre
taklîd etmelerini halka emrettiklerini işittik.
Bilakis, bizim bildiğimiz bunun tam tersidir. Biz, halifenin;
kendlsi ile fetvâ vermesi için sözleştiği kimseyi İmam adıyla ilan
ettiğini ve sorularını ona yöneltmelerini ve din işlerinde ona
uymalarını sağlamak için, şehir halkının dikkat nazarlarını o zata
çevirdiğini biliyoruz. Halife, yalnız bununla da kalmamış,
karşılaşacakları çeşitli fetvâlardan muzdarip olup şaşkınlığa
düşmesinler diye, çoğu kere ondan başkasının halka fetvâ
vermesini yasaklamıştır.
O zaman Mekke’de Atâ bin Ebî Rabâh, Mücâhid
sivrilmîşlerdi. Halifenin dellalı, bu iki İmamdan başka hiçbir
kimsenin halka fetvâ vermemesini ilan ediyordu.(41) Aradan
uzun bir zaman geçti. Bu zaman zarfında, Mekkeliler bu iki
İmamın mezhebine bağlı kaldılar. Ne Ata, ne Mücahid, ne de
bunlar dışında kalan İmamlardan, bu hususta ha1ifeye karşı
(41) Bak: İbn-ül-i’mad’ın şüzürât-iz-zeheb’i, cild:1 Sh:
148
MEZHEPSİZLİK 152
hiçbir itiraz ve direnişte bulunan da olmamıştır. Ayrıca
içlerinden halkı bir İmamın mezhebine aynen bağlı kalmaktan
nehyeden, belirli bir İmama bağlanmak harâmdır, günahtır, gibi
bir söz sarf eden de görülmemiştir.
Arada bir bazı insanların kalbleri Abdullah Bin Abbâs’ın
verdiği f’etvâlara ısınıyor; onlar da bütün soru ve fetvâ
taleblerini hep o yüce sahabiye götürüyorlardı. Hiçbir âlirnin,
gerek Abdullah Bin Abbâs ve gerekse onun dışında bir
Sahâbenin bu bağlılığı yasakladıkları duyulmamış ve böyle bir
bağlılık yüzünden hiçbir kimseyi günahkâr saydıkları da
görülmemiştir.
Irak halkı, uzun bir müddet, sağlığında mezheb kendi
şahsında, vefatından sonra talebelerinin şahsında temessül
ederken, hep Abdullah Bin Mes’ud’un mezhebine bağlı olarak
yaşamıştır. İ1im ehlinden hiçbiri kalkıpta onlara karşı çıkarak bu
bağlılığı inkâr ve reddetmemiştir. Hicaz halkı da aynen Iraklılar
gibi, uzun bir müddet, Abdullah bin Ömer’in ve onun talebeleri
ve taraftarlarının şahsında temessül eden hadîs mezhebine bağlı
kalmışlardır. Ulemâ’dan hiçbiri onlara karşı da bunu inkâr ve
reddetmemişlerdir.
Avâm halk, talebeler ve fakihler olarak milyonlarca insanda
dört imamın mezhebleriyle mezheblenmişlerdir, Bunların hepside dört mezhebten hangisini arzu etmiş ve hangisi kolayına
gelmişse veya vatan ve meskenine hangisi daha yakınsa onu
seçmişlerdir. Tabakat kitabları bunların eser vermiş ileri gelen
bayrak kişilerinden; binlercesinin isimlerini kaydetrniştir. Bu
isimler Sübkî’nin Tabakât-üş Şafi İye-t-il-Kübra’sında; İbn-i
Receb’in Tabakât-ül-Hanabile’sinde, Bürhanüddin-il-Medeni’nin Tabakât-Ül-Mâlikî yye’sinde ve Hafız-Ül-Kuraşi’nin
Tabakât-ül-Hanefîyye’sinde okuyabilirsin. Bu yüce âlimlerden
veya bunların üstadlarından ve İmamlarından hiçbiri Mezhepte
Mukallid’in, bağlı bulunduğu mezhebe, olduğu gibi uyması câiz
değildir, dememişlerdir!.İşte, kendisine Allâh rahmet eylesin,
İmam Zehebî, İmamların mezheblerine bağlı kalan fakihlerden
153 MEZHEPSİZLİK
bahsederken, onları överek ve sahih delilin açıkça ortaya çıkmış
olması ve kendilerinin o delili gereği gibi anlamış olmasına
rağmen, İmamının mezhebinde taassub göstermedikçe,
mezhebdeki sağlamlık ve samimi bağlılığını destekliyerek
bahsetmektedir.
Zehebî, (Zağl-ül-ilmi-v’et-taleb) adlı Risâlesinde şöyle der:
“Mâlikî fakihleri: hayır, bağlılık ve fazîlet üzeredir. Ah
birde kadıları ve müftîleri birdenbire kan akıtmak ve küfür
isnad etmekten sâlim ve beri olsalardı.”
Sonra Hanefî fakihleri hakkında da şunları söylüyor:
“Hanefî fakihleri: tedkik, re’y ve zekâ sahibi kimselerdir. Onlar gibisinin faize ve zekâtın iptaline çare aramak
ve hile uydurmaktan sâlim olmaları daha hayırlı olurdu.”
Sonra Şafi’î fakihleri hakkında şunları söylüyor:
“Şafi’î fakihleri: insanların en zekilerinden ve dini en iyi
bilenlerindendir. Mezheblerinin esası (Rasûlüllâh’tan
vûrûdu) sabit ve muttasıl (kesintisiz) hadîslere bağlı kalma
esası üzerine kurulmuştur. İmamları, hadîs ashabının başta
gelenlerindendir. Menkıbeleri pek boldur. Allâh’ın dinine
sarılmak ve nefsinden şüpheyi def etmek için onun mezhebini
elde etmişsen şüphesiz hayır üzeresin...”
Hanbelî’lerden bahsederken şöyle der:
Hanbelî’lere gelince: faydalı ilimler onlardadır. Allâh’ın
dini topyekün onlardadır. Dünyada nasib ve pay azlığı
onlardadır. Halk, onların ahidleri hakkında ileri geri
konuşurlar. Onlara (Allâh’a) cisimlilik (isnad ettikleri töhmetin)i atarlar ve bunun, onları ilzam ettiği iftirasında bulunurlar. Halbuki Hanbelî’ler bundan, çok nadirleri hariç, tamamen beridirler, Allâh o nadir kişileri de (dilerse) affeder”
İmam Zehebî, bu mezheblileri zemmedilmiş taassubla
İmamlarına taassub göstermekten men eder. Her mezheblinin,
MEZHEPSİZLİK 154
kendi mezhebinin bütün mezhebler den daha üstün olduğu
inancına saplanıp kalmasını nehyeder ve bu hususta şunları
söyler: “-Kendi mezhebinin, bütün, mezheblerin en üstünü ve
Allâh yanında en değerli ve sevgili olanı olduğu inancına
kapılma. Zira ne senin, ne de muhaliflerinin bunun böyle
olduğuna hiçbir deliliniz yoktur. Aksine Allâh o (mezheb)
lerden razı olmuştur. Hepsi de çok büyük bir hayır üzeredir.
Onların her mes’ele üzerindeki SEVAPLARINDA İKİ,
HATÂLARINDA DA BİR ECİR VAlRDlR.” (42)
Ey insaf sahibi, vicdan sahibi kardeşim, düşün: Bu, İbn-i
Tevmiyye’nin talebesi büyük hafız Şems-üd Din Ez-Zehebî’nin
sözüdür. O, dört mezheb İmamlarını medh ediyor. Müntesiblerine İmamlarından ahkâm-ı ilahîyye’yi almaları ve onların
ictihâdlarına bağlı kalmaları gerektiğini kendi diliyle söylüyor.
Mezheblileri taassup ve tarafgirlik yoluna girmek ve karşılarına
çıkan açık ve anlaşılır delile İmamlarının re’yini tercîh etme
cihetine gitmekten korkutup uyararak, haklarında söylemiş
olduğu bu sözleriyle onları övüyor.
İşte bunlar, Şâfi’î, Mâlikî , Hanefî ve Hambelî
mezheblerinin bayrak kişilerinin tabakalarıdır. Sana daha önce
açıkladığım ve şerh ettiğimi gibi, tabi’i ve Sahâbelerin gerçeği de
yine budur. Bütün bunlar en kuvvetli ittifâkla hep bir ağızdan en
açık dille, mukallidin belirli bir İmama bağlanıp onu taklîd
etmekten vazgeçmesini dile getirmekte ve bunda, Allâh’ın
kendilerini böyle bir bağlılıkla mükellef kıldığı inancına
kapılmadıkca, hiçbir zarar, günah ve beis olmadığını
söylemektedirler. (Mezhebi din telakki etmek anlamına gelecek)
böyle bir inanç: (Allâh’ın müslümanları bu mezheblere bağlı
kalmaya mecbur kıldığı inancı) hem bizim, hem de bütün
müslümanların kabül etmediğimiz bir inançtır. (43)
(42) Bak: Zaği-ül İlmi V-et-Taleb, Sh:14–15–16
(43) Kaydetmiş olduğumuz bütün bu gerçekler içerisinde,
Sahâbeler, tabi’iler, tebeuttabi’iler ve onlardan sonra
155 MEZHEPSİZLİK
gelen müctehid Âlim ve fakihler de, bir İmama veya
muayyen bir mezhebe bağlanmış ve ondan hiç
ayrılmamış kimselerin bulunduğunu gösteren hiçbir
bilgi yokmudur?!... Ömür boyu hiç ayrılmaksızın bir tek
mezhebe bağlanmak, hakkında hiçbir nehiy sabit
olmamış meşrû ’ bir iş olduğuna delalet eden hiçbir
ipucu yokmudur dersiniz?!.. Yoksa tamamen tersine,
belli bir mezheb, ya da İmama bağlanmamaktan
nehiymi: yani Sahâbe, tabi’in ve sonraki ulama ve
fukahadan belli İmam ve mezhebe sarılmakmı sabit
olmuştur. Bütün bunlara rağmen, bir İmama veya
muayyen bir mezhebe bağlanmanın harâm olduğunu
söylemek, dinde bid’at uydurukçuluğu yapmak ve ona
kafadan birşeyler eklemeye kalkmak değil de nedir?..
Bununla beraber, Ustad Nâsır, aramızda geçen
münakaşada bize şunları soruyor: “Bu kitabta,
mezhebsizliğin bir bid’at· olduğuna dair delil ile
Sahâbe ve tabi’ilerden bir tek İmama bağlı kalan
kimselerin bulunduğuna dair delilin nedir?
Bizde bu sualine karşılık ona sorduk. Kitabı
okudunmu? O da İnşaallâh evet diye cevap verdi. Biz
bu İnşaallâh’ı laf olsun diyemi yoksa teberrüken mi
söylediğini bilmîyoruz.
İnşaallâh kitabı okumuş ve içinde Mekke de hem Ata
Bin Ebi Rahab hem de Mücahid’in hiçbir kimseden
hiçbir itiraz olmaksızın fetvâ vermede tek başına
sivrilmîş
olmalarında,
muayyen
bir
İmama
bağlanmanın meşrû olduğunu gösteren bir İcma
bulunduğunu görmemiştir. Bundan sonrada, belli bir
İmama bağlanmanın hararn olduğunu söylemenin
bid’atcılık ve uydurukçuluk yapmak demek olup;
Allâh’ın aslâ izin vermediği, bir şeyi söylemek
anlamına geldiğini anlamamıştır…
İnşaallâh kitabı okumuş ve rey ehlinin, Abdullah
İbni Mes’ud’un şahsında veya kendisinden sonra
talebelerinin şahsında kendini gösteren, mezhebine
Irak ahalisinin bağlanışlarında, bu bağlılığın meşrû
olduğu ve aksini söylemenin harâm olduğunu gösteren
MEZHEPSİZLİK 156
bir delil bulamamıştır, Üstad Nâsır, İnşaallâh önce
Abdullah Bin Ömer’in şahsında, sonrada talebeleri ve
taraftarlarının şahsında kendini gösteren, mezhebine
Hicaz ahalisinin bağlanışlarında da aynı gayeyi
bulmamıştır belki!
Üstad Risâlemizi okumuş ve milyonlarca insanın
dört İmamın mezheblerine sımsıkı ve kopmaz bir bağla
bağlanarak mezheblenmelerinde de, yukarıdaki İcma’ı
gösteren delili destekleyici ve bir müslümanın belirli
bır İmamın mezhebine bağlanmasının ne harâm ve ne
de dinden bir, bid’at olmadığını te’kid edici bir şeyler
bulunduğunu fark etmemiştir.
Bütün bu açık delilleri bilmemezlikten gelmek ve
buna rağmen muayyen bir mezheble mezheblenmenin
harâm olduğunu söylemek, dinden hiçbir dayanağı, aslı
faslı olmayan bir bid’at ve bir uyduruktan ibaret
olduğunda hiç şüphe yoktur. Buna binaen insanları
Mezhepsizliğe davet etmekte bilhassa insanların heva
ve heveslerini kendilerine binek yapıp, dizginlerini
salıverdikleri şu asırda hiç şüphesiz:İslâm Şeri’atını
Tehdîd Eden En Tehlikeli Bid’at’tır.
157 MEZHEPSİZLİK
BİR İMAMI TAKLİD ETMEK
VE O’NUN MEZHEBİNE
SARILMAK NE DEMEKTİR? ...
Her insaflı müslümanın bildiği, ictihâd derecesine
ulaşmamış bir kimsenin; ister devamlı olarak bağlı kalsın, isterse
bağlı kalmasın, bir müctehid İmama tabi olmaktan başha hiçbir
çaresi ve tutunacak hiç bir dalının bulunmadığı hususunu
açıklarken; bu İmama tabi olmanın ve mezhebine sarılmanın da
kaçınılmaz bir zarûret olduğunu açıklamamız gerekir. O
müslümanın, bu İmamın mezhembine şahsı dolayısıyla mı, ya da
İmamın bizzat kendisinde bulunan bir meziyyet dolayısıyla mı
bağlandığını belirtmemiz lazım gelir.
Allâh esirgesin... Müslümanlar arasında bunu söyleyen,
İmamımda gördüğüm bir meziyet dolayısıyla ona
bağlanıyorum diyen bir kimsenin bulunmasından Allâh’a
sığınınm. Rasûlüllâh (S.A.V.)’in asrından bu güne kadar gelip
geçmiş bütün müslümanlar insanlara hâkim olan kuvvetin sadece
Allâh’ın Şeri’atı olduğunu bilegelmişler; sırf Allâh’ın Şeri’atinin
kendilerine ışık tuttuğunu; girdikleri yolun ve uydukları şeyin
Allâh’ın Şeri’atinden başka birşey olmadığını kabul ve tasdik
edegelmişlerdir.
Yalnız Allâh’ın hikmet’i yaratıkları hakkındaki sünnet ve
âdeti, genel anlamda, bütün ilim ve irfanda; özel anlamda, İslâm
Şeri’atinin hükümlerini tanımada; insanların çeşit çeşit
olmalarını gerekli kılınca elbette bütün toplumun Allâh’ın Şeri’at
ve kanununa boyun eğmesini sağlamak için Câhilin, âlimin
eteğine tutunması, âlimin de kendinden daha âlim olana
uyması zarûri idi. Tâki bu sayede, herkes bir tek yol üzerinde
aziz ve hertürlü şükre layık olan Allâhın Sırât-ı Müstakîm’inde,
(dosdoğru yolunda), bir birine kavuşup birleşsin ve
kaynaşsınlar...
MEZHEPSİZLİK 158
Bu hakikat, Rasûlüllâh (S.A.V.)’e iktidamızda bile kendini
göstermektedir. Şöyleki: biz O’na sadece yalın haldeki beşeri,
şahsiyetiyle görünen Muhammed olması bakınından değil;
bilakis, Allâh Teâlâ’dan bize ilahî bilgiler getiren bir mübelliğ,
(bir haberci), olması bakımından uyuyoruz. İşte bunun içindir ki:
“Kitab’a tabi olmak, Sünnet’e tabi olmaktan daha evlâ ve
daha üstündür; Çünkü Allâh’ın kelamına uymak, kim olursa
olsun bir beşerin sözüne uymaktan daha çok ittibâ’a layık ve
daha fazla uyulmaya müstehaktır” denemez. Zira bizim
Rasûlüllâh (S.A.V.)’e tabi olmamızı gerekli kılan, O’nun Allâh
(C.C.) tarafından görevlendirilmiş bir mübelliğ, (bir haberci),
olmasıdır. Şu halde biz O’na sadece bunun için uyuyor, sırf
bunun için bağlı kalıyoruz; başka birşey için değil. Tebliğ, haber
ulaştırma, muradını anlama ve sözünden kast ettiği mânânın ne
olduğunu kavrama bakımından müctehid İmamlarla Rasûlüllâh
(S.A.V.) arasındaki durum ne ise; Allâh (C.C.)’den tebliğ haber
getirme ve kendisine indirdiği Kur’ân Âyetlerini açıklama
bakımından Rasûlüllâh (S.A.V.)’le Rabb’ı (C.C.) arasındaki
durum odur.
Benim sana îzâh ettiğim bu mânâyı İmam-ı Şâtıbî en güzel
şekliyle ifade etmiştir. Şâtıbî “İ’tisâm” adlı kitabında metnini
aynen aldığımız şu sözleriyle diyor ki: “- Şeri’ati bilen bir
âlimin sözüne uyulduğu ve halk onun hükmüne boyun eğdiği
zaman, ona sadece Şeri’atı bildiği ve Şeriat’m gerekli kılmış
olduğu şeylere hâkim (ve vakıf) olduğu için uyulmuş olur.
Başka bir yönden değil... O âlim, aslında (Ahkam-ı
İlahiyye’yi), Allâh (C.C.)’den tebliğ etmiş ve insanlara
ulaştırmış olan Rasûlüllâh (S.A.V.)’den tebliğ etmekte (ve
insanlara) ulaştırmaktadır. Bu kimse o âlimden ilmîni
âlimin, hükmün başına dikilmiş bir vazifeli olması yönüyle
değilde; ilmin ona ulaşmış olduğu, ya da ilmin ona ulaşmış
olduğuna galib-i zann’ı ile kanaat getirdiği için, şer’î hüküm
mutlak mânâda ona sabit ve ait olmuş değildir. Zira hükmün
mutlak mânâda sûbûtu ancak Rasûlüllâh (S.A.V.)’e inzâl
buyurulan Şeri’at için sabit ve söz konusudur. Bu da
159 MEZHEPSİZLİK
ma’sumluğu ve hatâdan beri olması delili yönünden diğer
insanlar için değilde, sadece Rasûlüllâh (S.A.V.) için sabit ve
vakidir .”(44)
İmam-ı Şâtıbî sonra da şunlan söylüyor: “-Şu halde Şeri’atın
hükümlerini yerine getirmekle mükellef olan kimse mutlaka şu
üç durumdan biri üzeredir:
Birincisi: Bu kimse ya Şer’î hükümler üzerinde ictihâd
yapan bir müctehid olur; o zaman, onun hükmü Ahkam-ı
Şer’îyye hakkındaki ictihâdın kendisine gösterdiği hükümdür...
İkincisi: Ya (hakikate) hükmeden ilimden toplu olarak
yoksun, katkısız bir mukallid olur, O zaman elbetteki bu
kimsenin, güdecek bir çobana, sevkedecek bir komutana; ona
hükmedecek bir hâkime ve uyacağı bir âlime şiddetle ihtiyacı
vardır. Ma’lumdur ki bu kimse bu âlime (hakikate) hükmeden
ilmi bilen bir âlim olması bakımından uyar; yoksa başka hiç bir
sebeble değil... Buna delil de şöyledir: Şâyet o, (rnukallid), söz
konusu âlimin bu ilmin ehli olmadığını bilse veya gâlib zannı ile
bunun böyle olduğuna kanaat getirse; o zaman mukal1idin bu
âlime ne tabi olması ne de hükmüne boyun eğrnesi câiz olmaz.
Bilakis aklını kaybetmiş bir deli olmadıkça, bir hastanın
tabiblikle hiçbir ilgisi olmadığını bildiği bir kimseye, kendini
teslim etmesi nasıl mümkün değilse;avâmdan olan bir insanın ve
(kendi işini kendi halledemiyen) başka birinin de o kimsenin, bu
ilmin ehli olan kimselerden olmadığını bile bile, herhangi bir işte
başkasını taklîd etmeyi aklından geçirmesi (bile) câiz olmaz. Bu
böyle olduğuna: göre, o (mukallid, müctehid) müftî’ye, filan ve
falan kimse olduğu için değil de, sadece boyun eğmek vâcib
olan ilmi bildiği için itaat eder. İşte bu cümle ne aklen, ne de
Şer’an içine hilâf ve ihtilâfın girmesine imkân olmayan bir
cümledir.
Üçüncüsü: Ya da müctehidler seviyesine ulaşmamış olur.
Fakat delili ve delilin tuttuğu mevki’i anlar, İlgili kaynak ve
benzeri mercileri: tahkik etmek bakımından, muteber tercîh
(44) Şâtıbî, İ’tisam cid:3, Sh:250.
MEZHEPSİZLİK 160
sebebleriyle tercîh yapmak sûretiyle mes’eleyi tercîh tarzı tutarlı
olur. Bu takdirde yaptığı tercîh ve vardığı görüş ya muteber
sayılır, ya da sayılmaz .. Eğer biz onun tercîh ve görüşüne i’tibar
edersek o kimse bu i’tibarla aynen bir müctehid gibidir".
Müctehid de ancak ve ancak hâkim olan hakikat üzerinde
hükmünü yürüten ilme tabidir. İlimden tarafa bakmakta ve yönü
ondan yana dönük bulunmaktadır. İşte müctehide benzeyen
kimsede böyle; biz kendisine i’tibar etmiyecek olursak, o zaman
elbetteki bu kimsenin avâm derecesine geri dönmesi gerekir.
Avarndan olan kimse de, kendisini hâkim, ilmîn esasına
yöneltmesi bakımından, ancak bir müctehide tabi olur. Avâmdan
olan bir kimse mevki’ine düşen kimse de bunun gibi mutlaka bir
müctehlde bağlı kalacaktır.
Sen bu söze, insaflı ve tarafsız bir düşünce ile yöneldiğin,
bunun mânâsını hayalinde tasarlayarak mahiyetini anladığın
zaman, Kürrâs sahibinin söylemiş olduğu şu sözlerin ne garib ve
ne kadar berbat bir Câhillik eseri olduğunu anlarsın: “Bilki,
ardından gidilip uyulması vâcip olan hak mezheb, Efendimiz
Muhammed (S.A.V.)’in mezhebidir. O, kendisine uyulması
vâcib olan İmam-ı A’zam (en büyük İmam)’dır.” Sonra sözü:
“-İşin aslı böyle olduğuna göre, bu mezhebler nereden geldi?
neden yayıldı ve müslümanların dizginlerini niçin elinde
tuttu?” diyecek kadar ileri götürüyor. Daha sonra da bu
mezheblere bağlanan ve bu mezheblerin sağlam bir şekilde
yerleşmesini sağlayanlara okkalık küfürler yağdırıyor. Ve bir
yığın hakaretamiz sözler sarfediyor.
Kürrâscı, İslâm teşri tarihini inceleyen herhangi bir şahsın,
bu kitabta bir yönünü kayd ettiğimiz, mezheblerin doğuşu ve bu
doğuşun geldiği kaynağı bileceğini bilmemezlikten geliyor. Ve
gizliyorki avâm halkta, mezheblere tabi olmanın sadece
Efendimiz Muhammed (S.A.V.)’in mezhebi karşısında dört
mezhebi daha üstün tutma gayesini güttüğü zehab ve vehmini
uyandırsın!. Zira bu vehim, avarndan ictihâd, taklîd ve
mezheblerin doğuşu hakkında hiçbir bilgiye sahib olmayan
161 MEZHEPSİZLİK
pekçok kimselere bulaşmış ve bu hile onların düşüncelerine
sızmıştır. Neticede iş o raddeye varmıştırki; halktan biri: “Ey
kardeşim, demek biz gerçekten Rasûlüllâh’a tâbî
olan
kimselermiyiz, yoksa Şafi’îye tâbî olan kimselermiyiz.
Rasûlüllâh’ın mezhebi karşısmda şu İmamların mezhebinin ne
değeri vardır?!.” demeye kalkacak kadar ileri gitmiştir.
Câhil halka böyle bir vehmi vermek, kendisinde zerre kadar
ilim bulaşığı, insaf, vicdan ve Allâh’ın dininden bir ihlas ve
samimiyet eseri bulunan herkesin berî ve ârî kalacağı bir
sahtekarlık ve bir aldatmacadan ibaret değil de nedir?!.
Eğer Kürrâs sahibi, Hucendî efendi bu açık seçik hakikati
bilmiyordu da, bilmediği halde bu daveti gerçekleştirmek için
direniyor idiyse, bu davranış son derece esef verici ve berbat bir
davranış olur. Öyle değil de, bütün araştırıcılar ve kültürlü kişiler
gibi oda bunu biliyordu da, buna rağmen, uydurduğu bid’atin
halkın zihinlerine sirâyet etmesi için zemin hazırlamak gayesiyle,
bilmemezlikten geliyor idiyse, o zaman durum daha da şiddetli,
daha da berbat olan bir mânâyı içine almış olur...
BİR MEZHEBDEN VE O MEZHEBİN
İMAMINDAN İLGİYİ KESMEK NE
ZAMAN VACİB OLUR
Burada iki hal vardır ki, bu hallerde -durum ne olursa olsunmukallidin İmamına uymaya ve onu taklîd etmeye devam
etmekten vazgeçmesi vâcib tir.
Birinci hal: İnsanın bir mes’eleyi tanımada, onu tümü ile
ihâta etme, bütün delillerine vakıf olma ve o delillerden hüküm
çıkarma şeklini bilme seviyesine ulaşınış olması halidir. Bu
takdirde o kimseye düşen, bu mes’elede ictihâdının kendisine
gösterdiği hüküm ne ise ona uymaktan ibarettir. Böyle bir
kimsenin, imamın arkasında yürümeye devam edeceğim diye, o
MEZHEPSİZLİK 162
mes’ele üzerinde kazanmış oldugu ilmi melekesini dürüp büküp
de rafa kaldırmaya hakkı yoktur.
Eğer bu melekesi bir mes’eleden daha fazla mes’elelere
taşıyorsa, diğer mes’eleler hakkında da hüküm aynıdır.
İkinci Hal: İnsan, dini hakkında kendisini taklîd etmekte
olduğu İmamın verdiği hükme zıt bir hadîsle karşılaşır; bu
hadîsin sahih olduğunu ve söz konusu mes’eleye delalet ettiğini
kesinlikle anlarsa; o zaman bu kimsenin yapacağı, hadîsin
gösterdiği hükme uyup, bu mes’eleye ait hükümde İmamının
mezhebinden ayrılmasıdır. Çünkü dört İmamın dördü de,
taraftarları ve talebelerine, kendi ictihâdlarına zıt düşen sahih bir
hadîsle karşılaştıkları zaman, o hadîsin delalet ettiği hükme
iI’tibar etmelerini, Hadîs-i Şerîf’in gösterdiği hükümle amel
etmelerini vasiyyet etmişlerdir. Durum bu olduğuna göre,
İmamın hükmünü bırakıp Hadîs-i Şerîf’in delalet ettiği mânâya
geçmek, aslında dört İmamın mezheblerinin ruhu ve ta kendisi
demektir. Bu da onların üzerinde birleşip sözleştikleri müşterek
bir ölçüdür.
Yalnız sahih bir hadîsin gösterdiği mânâya i’tibar etmenin
bilinmesi ve uyulması zarûri olan bir takım şartları vardır. Bir
âlimin gördüğü ve İmamının ictihâdına muhalif bulduğu her
hadîs, aslında bu âlimin o Hadîs’ten anladığı mânâ ve hükmün
doğru olduğunu göstermez.
İmam-ı Nevevî’nin bu hususu açıklarken söylemiş olduğu
şu sözleri sana arzedeyim:
“_ Şafi’î’nin söylemiş olduğu bu söz, hiçbir zaman, sahih
bir hadîs gören herbir kimsenin, Şaf’i’i’nin mezhebi işte
budur, deyip de o hadsin zahiri mânâsı ile amel etmeye
kalkması demek değildir. Bu ancak, özelliklerinden bazıları
yukarıda geçtiği üzere, mezheb çerçevesi içerisinde ictihâd
rütbesine sahib veya ona yakın bir seviyeye ulaşmış
kimselere mahsustur. Bunun şartı da (yukarıdaki evsafı haiz
olan kimsenin), İmam-ı Şafi’ Rahimehullah’ın bu hadîsle
163 MEZHEPSİZLİK
karşılaşmadığına veya sıhhatini bilmediğine gâlib-i zann’ı ile
kanaat getirmesidir. Bu ise ancak Şafi’î’nin ve ondan ilim
alan taraftarlarının bütün kitablarıyla, buna benzer kitabları
mütalea ettikten sonra (mümkün) olur, Bu çok çetin bir
şarttır, Bu özellikleri taşıyan kimseye çok ender raslanır. İşte
bu konuda ileri sürülen şartlar bunlardan ibarettir. Zira
Şafi’î Rahimehullah gördüğü ve bildiği pekçok hâdîselerin
zahirine göre amel etmemiştir, Şu kadar varki bunu,
hadîslerde gördüğü ta’n, nesih, tahsis, te’vil veya benzeri husüslara dair yanında delil bulunduğu için yapmıştır.” (45)
İmamın herhangi bir hadîsin zahirinden anlaşılan hükmü
terketmesi için pekçok ictihâdî sebebler vardır. Bu sebeblerin
sayısını İbn-i Teymiye ona çıkarmıştır. Bu on sebebe bir sebeb
daha ilave etmiştir. O da şudur: “-Bir âlimin Hadîs-i Şerîf’le
amel etmeyi terketmesinde bizim bilmediğimiz bir delilin
bulunması mümkündür, Zira ilmin sahası oldukça geniştir...” (46)
Müctehid İmamın, bir hadîsin zühirini terk etmesinin
sebebini araştırır ve İbn-i Teymiye’nin düşündüğü on sebebten
birini bulamazsak, ozaman artık Hadîs-i Şerîf’in delalet ettiği
hükümden vaz geçmemiz câiz olmaz. Şu delilleki, onun bizim
bilmediğimiz bir mazereti ve kaydetmediği bir (başka) delili
bulunabilir. Çünkü öğrenildikten, araştırıldıktan ve kastedilen
mânâ anlaşıldıktan sonra hatâ ve yanılma, şer’î delillerden ziyade
âlimlerin kapısını çalar (47)
Yok, böyle değil de, taassub, tarafgirlik ve nefsanî arzuların
itmesiyle hareket eden biriysen, benim sana îzâh ettiğim şeylerin
hepsi, boş ve değersiz bir takım laflardan ibaret kalır. Senin o
sözler içinde taassubuna, tarafgirliğine ve nefsanî arzularına deva
(45) Bak: İmam-ı Nevevî’nin, “Mecmû” adındaki eseri,
Cild:1, Sh:64.
(46) Bak: İbn-i Tevmiye’nin, Raf’ul-Melam a’n-il-eimmetil-a’lam adlı kitabı, Sh:31.
(47) Bak: Aynı kaynak
MEZHEPSİZLİK 164
olacak bir ilaç bulabileceğini düşünmek hayalolur. Burada bir tek
ilaç varsa o da, benim hem kendim, hem de senin için bizi nefsin
hoşlandığı
şeylerden
kurtarmasını,
heva
ve
heves
uçurumlarından uzak tutmasını, dininde bize ihlas, içtenlik ve
Şer’î’atini anlamada insaf ve vicdan nimetini bahsetmesini
Cenab-ı Allâh (C.C.)’dan dua ve niyaz etmekten ibarettir.
BÜTÜN İNSANLAR
MEZHEBSİZLİK VADİSİNE
KOŞSALAR NE OLUR
Bütün bu kat’î delilleri açıklayıp serdettikten sonra, şimdi
soralım: Bütün bu delillerden sarf-ı nazar edecek olsak, (kendi
kafamızdan uydurduğumuz bir ictihâdla) halkı mezhebler
kaydından kurtulmaya, dört mezhebten birine tabi olmaktan
vazgeçip geniş ictihâd sahasına akmaya davet etsek ne olur?..
Bu sorunun cevabı olarak sana derimki: Bütün insanları
inşaat
işlerinde
mühendislere
uymaktan,
onlardan
faydalanmaktan ve onlara itimad etmekten vazgeçmeye çağırsak
ne olur? Tedavileri ve sıhhi ilaçlarının tayini husüsunda
doktorlara tabi olmak, onlara dayanıp güvenmek ve onların
sözlerini dinlemekten uzak kalmaya davet etsek ne olur?
San’atlarında ve geçim vasıtalarında bu san’atlarda ihtisas
yapmış kimselere uymaktan geri durmaya onların bilgi ve
maharetlerinden faydalanmamaya davet etsek ne olur. Bütün
insanları bu mütehassıs kişilere uymaktan uzak durmaya ve
bilimsel tecrübe ve uzmanlık katkısını dışlayarak sadece kişisel
gayret kanaate güvenmeye davet etsek, halkda bizim
yönlendirmemize uysa işin sonu nereye varır?!...
Hiç şüphe yokturki, bunun arkasından gelecek olan şey,
mamüreleri, ekinleri ve nesilleri helak edip felakete sürükleyen
korkunç bir karışıklıktan başka birşey değildir. Bunun ardından
insanlar ta’rnir edeceğiz diye kendi evlerini bile bile kendileri
tahrib edecek; tedavi adıyla kendi canlarırıa kendileri kıyacak;
165 MEZHEPSİZLİK
bir sürü gayret ve alınterinin arkasından kendilerini fakirlik,
perişanlık ve kayıplara sürükleyeceklerdir. Bu kötü sonuç ise,
onların, ictihâdı kendi aslî yerine koymamış ve şartlarını yerine
getirmeden uygulamaya kalkmış, Allâh’ın kâinat hakkında
koyduğu, insan gruplarının karşılıklı yardımlaşma, birbirini
destekleme, öğretim ve yol gösterme sahalarında birbirleriyle
bağlantılı olduklarına dair sünnetini bilmemezilikten gelmiş
olmaları yüzünden ortaya çıkacaktır.
Bu, ufacık çocuklara varana kadar bütün insanların, hatta
bizzat mezhebsiz1ik davetçilerinin bile bildiği bir gerçektir.
Fakat bu insanların aynı kanunun dini ihtisaslar ve helâl ve
hararn’ı tayin eden hükümlerde de aynen cârî oldugunu neden
anlamıyorlar?!.. Bilmîyorum!..
Bu, dünyaya ait olan ihtisas konularında insanların toptan
ictihâd meydanlarına dökülmeleri halinde ortaya çıkacak olan
netice; şer’î ilimler ve helâl harâmı tayin eden hükümlerde,
insanların toptan ictihâd meydanlarına girmeleriyle ortaya
çıkacak olan neticenin aynısıdır.
Bugün bizim elimizde geliştirilmîş, fert ve toplumlar
olarak insanların bütün halleriyle ilgili bulunan mükemmel bir
fıkıh var. Bu fıkhı müctehid İmamlar ve onların âlim ashabı asli
delillerinden çıkararak tedvîn etmişlerdir. Bu muazzam fıkıh,
bugün maddi bir kalıba bürünerek bizim önümüze çıkıyor ve
lisan-ı hal’iyle şunları söylüyor: “Ey Müslümanlar, sizinle,
medeni, cinai, vb. mes’elelerde hayatınıza bu fıkhı
uygulamanız arasında bir münasebet varsa o da, sizin üstün
gördüğünüz, kendinize ait bir yolla fıkhı kalıba dökmenizden
ibarettit!..” Biz bu fıkıh servetini, dediği dedik ve bütün
müslümanları şamil bir ictihâdın haksız kazancına arzedecek
olursak, bu muazzam fıkhın âkıbeti, kararsız rüzgârların oraya
buraya savurduğu saman, süpürüp yok ettiği çör çöp olacak…
Biz de ardından bakakalacağız. Bu muazzam servetin yerinde
yeller estiğini görecek ve birdenbire kendimizi, bu çok eski ve
köklü fıkıh binamız yerine, şuraya buraya saçılmış taş ve ağaç
MEZHEPSİZLİK 166
parçalarının serpintileri ve enkaz yığınları önünde bulacağız. Bu
sonuç, son derece enteresan ve tipik bir inatçı, çok tuhaf bir;
mağrur’dan başka hiçbir kimsenin hakkında münakaşaya
girmeyeceği kesin bir sonuçtur.
Bugün müslümanın önünde, namazı, orucu, zekâtı ve özel
hayatında karşılaşacağı öbür dini mes’elelerin hükumlerini
anlamak için takibedebileceği çok rahat ve hazır bir yol vardır.
Bunu müslüman, dört mezhebten biri hakkında yazılmış Şer’î
hükümlerin özetini içine alan küçük bir kitabı öğrenmek sûretiyle
gerçekleştirecektir. Onun bu kitabtaki mes’eleleri anlamaması
veya kendisi, müctehid olmadığı sürece hükümlerin delilleri
üzerinde durması diye bir problem yoktur.. Nasıl ki, sahabe ve
tabii’lerin büyüklerinden fetvâ soran pekçok Sahâbe ve
tabii’lerin durumları da bu idi. Onlarda, ileri gelen fetvâları
i’tibar gören Sahâbe ve tabi’i kardeşlerine soruyorlardı.
Her müslümanı, ictihâd ve deliller hakkında görüş beyanı ile
mükellef tutupta, İmamlardan birini taklîd ederek helâl ve harâmı
tayin eden hükümleri öğrenip zapdedebileceği bu kitaptan onu
uzaklaştırmaya kalkacak olursan (48), bu davranışınla sen ona
(48) “Mezhebsizliğe çağıranların en seçkinlerinden biri,
dört mezheb İmamlarının ictihâdlarını içine alan, bu
kitabları “KÜFLÜ KİTAB, KÜFLENMİŞ KİTAB”
diye vasfetmiştir!... Muhammed Said Ramazarn ElBûtî) Bu gibi şeyler Türkiye’de de aynen görülmeye
başlamıştır. Talebelerimden biri, bana vazifeli
bulunduğum Enstitüde, sınıfın içinde, bütün
öğrencilerin huzurunda şu suali sormuştur: “-Hocam,
bize dört İmâm’a uymamızı emreden bir hadîs, ya da
bir Âyet söyleye bilirmislniz?!..” İşte o zaman
çocuklara bu gibi telkinlerin yapılmakta olduğunu içim
burkularak anlamıştım. Bari Cenab-ı Hakk (C.C.)’ın ya
da Rasûlü (S.A.V.)’in Ebû Hânife, Şafi’î... diye isim
tasrih ederek böyle bir emir vermiş olmasını şart
koşmaya kalkmasalardı adamlar...
(mütercim)
167 MEZHEPSİZLİK
açıkça şunu söylemiş olursun: “- Senin karşılaştığın müşkil ve
önüne çıkan mes’elelerde Allâh’ın hükmü; senin o
mes’elelerdeki şahsi kanaatın neyi gösteriyorsa odur!..”Bekle
artık İslâm Şeri’atinin âkıbetini: Bundan sonra bütün İslâm
Şert’atini, altında adlandırıldığı şey bulunmayan bir ad, sahibi
olmayan bir isim, konusu olmayan bir başlık ve sökülmüş
mezara benzer bir bina halinde bulacaksın. Üzeri bir sürü
zincirler ve kilitlerle dolu dikilmiş bir kapının tesbit ve
rabtedildiği sadece bir duvarcık... Arkasıda, içinde yırtıcı
hayvanların cirit attığı, kurtların ve canavarların otladığı uçsuz
bucaksız bir arazi...
Eğer müslümanları bu kitablar ve İmamlarından
uzaklaştırdıktan sonra, başka: insanların ictihâd yapıp te’lif
ettikleri diğer kitablara sevkederek, onlara bağlar ve onları taklîd
etmeye yöneltirsen; bu davranışınla müslümanlardan. Şafi’î, Ebû
Hânife, Mâlik ve Ahmed’i taklîd etmekten vazgeçip,
çağdaşlardan falan veya filanı taklîd etmelerini istemiş olmaktan
başka birşey yapmış olmazsın. Halkı böyle bir bağlılığa
sevketmenin birtek mânâsı varsa o da, dört İmama ve onlara
uyan müslümanlara karşı kin ve düşmanlık; filan ve falan adama
aşırı düşkünlük, taassub ve bunların ictihâdlarını dört imamın
ictihâdlarına tercîh etmektir.
Birinde yanıbaşımda namaz kılan bir talebeye şöyle
demiştim. Bu talebe, teşehhüdde otururken devamlı olarak
parmağını hareket ettirip duruyordu: “-Neye böyle parmağını
kıpırdatıp duruyorsun?” Talebe: “-Çünkü bu, Rasûlüllâh
(S.A.V.)’den vârid olmuş bir sünnettir” dedi. “Bu hususta vârid
olan hadîs nedir. O hadîsdeki parmağı kıpırdatmakla kast edilen
şeyin, bu sürekli parmak kıpırdatma olduğuna nassın, delilin
nedir?” diye sorunca genç: “-Bilmiyorum ama bunu falan adama
sorup öğreneceğim!.” Dedi. Bu genç -kendisinin delilden
habersiz olduğunu bildiğine göre- bu hususta ben İmam-ı
Mâlik’in mezhebini taklîd ediyorum dese de hem kendisi rahat
MEZHEPSİZLİK 168
etse, hem de çevresini rahat bıraksa ve hem de üzerine düşen
görevi yerine getirse (daha iyi) olmazmıydı?..
Şu halde, bu insan, başka hiçbir şey için değil, sadece bir
başka şahsın mezhebini taklîde bağlanmak için dört mezheb
İmamlarından birinin mezhebine bağlanmaktan uzaklaştırılmıştır.
Eğer bu insan bütün ömürünü bu şahsa bağlı olarak geçirse,
Ahkamı sadece ondan alarak yaşasa bu insanlar bu adama: “Senin bir mezhebe olduğu gibi bağlanman harâmdır.”
demezlermiydi?!. Nasıl ki bu (rnezhebsizler) dört İmamın
mezheblerine sarılan insanlar hakkında bunu söylüyorlar. Şu
halde sen burada taassub ve tarafgirliği en kötü şekliyle ve en
çirkin sahnesi içersinde görmüş olmuyormusun?.. (49)
(49) Bu mezhepsizlerin İslâm’ın Şer’î hükümleri hakkında, Cumhur-u Eimme’ye; müctehid İmamların kahir
çoğunluğuna muhalefet edip; diğer âlimlerden
kendilerine muvafık gördükleri kimselerle muvafakat
ettikleri bir takım özel ictihâdlarının bulunması, bizim
için mühim değildir... Burası bizi ilgilendirmez. Belki
içlerinden biri inceler, araştırır ve bazı fıkhi
mes’elelerde kendisini ictihâd yapmaya muktedır
kılacak bir büyük gayret gösterir. Bu da asgari ölçü ve
en az takdirle, başkalarının değilde; kendisinin inancı
çerçevesi dâhilinde böyledir.Biz, onların zâhib ve kâil
olduklan bu görüş hususunda tamamen onlara zıt bir
görüşe sahib bulunuyoruz. Biz Cumhuru Ulemâ’nın
zahib ve kâil oldukları görüşü tercîh ediyor ve onu
üstün tutuyoruz. Bu adamların ictihâd yapmaya
muktedir olduklarını kabul etmiyoruz.
Eğer münasebet düşerse, onlarla bütün bu konularda
kardeşçe ve sakin bir şekilde münakaşa edebiliriz.
Yalnız, onların; GÖRÜŞ, KİTAB VE SÜNNET’TEN alış
adıyla tercîh ettikleri reylerini red ve tiksinti konusu;
kavga ve gürültü koparma bahaneside yapmayız.
Evet… Bizim teşehhüd (oturuşu) esnasında
parmağını hareket ettirmeyi üstün gören kimseyle,
terâvih namazını sekiz rek’at kılmayı -tercîh eden veya
169 MEZHEPSİZLİK
kendi i’tikadınca- bilebile geçirilen farz namazın
kazasının uygun ve câiz olmadığı görüşünde olan
kimseyle ilgimiz yoktur. Bunlar bizi ilgilendirmez. Zira
İmamlar ve fakihler arasında bu kavilleri söyleyenler
bulunmaktadır. İslâm tarihinde, bir takım kimselerin
çıkıpta kendilerinin ictihâd yaptıklarını ve müctehid
olduklarını iddia etmeleri ister ictihâd yapmaya ehil ve
yeterli olsunlar ister olmasınlar bazı fıkhi mes’elelerde
kendilerine has bir takım mezhebler seçmeleri yeni
uydurulmuş ve ilk defa karşılaşılan bir şey değildir.
Fakat bizim kabul etmediğimiz ve benimsemediğimiz
nokta: Bu insanların sahib oldukları şahsi görüşlerini,
mezheb İmamlarıyla harb edecekleri ve onlarla
mahşerî müslüman topluluklarının arasındaki sağlam
bağları kesecekleri birer keskin kılınç ve birer amansız
silah kabül etmeleri ve bu silahlarla, mümkün olan her
münasebette camilerde kabile ve mahallelerde fitne ve
fesadı kamçılamalarıdır. Zira hâl-i hazır’da bu
kimselerin büyük çoğunluğunun durumu bundan
ibarettir.
Bu adamlar, Allâh’a ve Allâh’ın dinine davet yolunu
bırakmışlardır. İslâm’dan inhiraf edenler ve onlardaki
sapıklık, tereddüd ve taşkınlıklarla uğraşmaktan
vazgeçmişlerdir. Yaptıklan ictihâdlar hakkında kendilerine muhalefet eden, dört mezheb imamlarından birinin
mezhebine sarılmakta israr eden veya kendisinin
ictihâd yapacak güçte olmadığını ve İmamlardan birini
takIid etmeye muhtaç ve mecbur olduğunu ilan eden
her dindar kişiye saldırıya geçiyorlar. Böylece onlarla
sonu olmayan bir kavga koparıyorlar. Onlarla
yaptıkları bu mücadeleyi (dinde) yeri yurdu olmayan
amansız bir düşmanlık derecesine vardırıyorlar. Onları
sapıklıkla itham ediyorlar, İmamlarına Câhillik isnad
ve iftirasında bulunuyorlar. İmamlarının kitablarını
KÜFLÜ’lük ve hak yoldan dışarı çıkmış olmakla
vasfediyorlar!...
Birisinin elinde çektiği tesbih ve tekrarlayıp durduğu
vird’lerin sayısını tesbit ettiği bir tesbih görülse, hemen
MEZHEPSİZLİK 170
O kimseye sefillik alçaklık, sapıklık iftirası ve bid’at
uydurucuğu isnadı ile hükmederler. Bir müezzin ezanın
sonunda yüksek sesle Rasûlüllâh (S.A.V.)’e Salât-ü
Selâm getirse ve sala verse, o müezzinin müşrik
olduğunu ima etmeye ve böyle bir şeyi bir daha
yapmamasını söyleyerek onu tehdîd etmeye kalkarlar.
Halk terâlvih namazlarını mescidlerinde yirmi rek’at
olarak kılmak istese, mescidin içinde başı sonu
olmayan bir fitne tufanı koparırlar. Bazen halk bu
yüzden heyecana kapılıyor, mescidin içinde dalga
dalga birbirine giriyor. Nihâyet cami’in içinde ağır
küfürler ırz nâmus karıştımalar kubbelerde çınlıyor.
Hiç aklımdan çıkmaz. Bir ramazan gecesiydi. Yatsı
namzından sonra beni avâm halkdan müteşekkil çok
Câhil bir grup insan ziyaret etmişti. Bunlar onbeş kişiyi
aşkın bir topluluktu. Yüzlerinde ve seslerinde düşmanlık
izleri görülüyordu. Belliydiki bana bu husûmet ve
düşmanlık yüzünden (dert yanmaya) gelmişlerdi.
Benden, aralarında terâvih namazının sekiz
rek’atından fazlasını kılmayı harâm sayan bir
kimsenin namaz kılması yüzünden mescidlerinde çıkan
bir fitneyi durdurmak için birşeyler yapmamı
istiyorlardı.
Bu adam onlarla münakaşa etmeye başlamış, mescidin içinde fitne şiddetlenmiş ve Allâh’ın evi şeytan
uğrunda yapılan bir kavga meydanına dönmüştü!...
Bunların terâvih namazını arzu ettikleri gibi kılmalarında ne zarar olabilirdi? Kendileri diledikleri
gibi kılsalar da, bizi de rahat bıraksalar, biz de gerek
kendi taklîdimiz, gerekse ictihâdımız olarak
inandığımız gibi (yirmi rek’at) kılsak olmazmı?!...
Bütün dertleri, kendilerinin; Şeriat’ın ahkamını,
müctehid İmamlardan
hiçbirinin mezhebine bağlı
kalmadan, Kitab ve Sünnet’ten anlamaya muktedir
olduklarını zan ve iddia etmelerinden ibaret
değilmîydi? İşte biz onları kendilerine ait olan bu zan
ve iddialarıyla başbaşa bırakıyoruz. Kendileri için,
tedvîn
edilmiş olan dört mezhebin yanıbaşımda
171 MEZHEPSİZLİK
şahikalara yükselen, ibadet mes’elelerinden müteşekkil
sadece on mes’ele üzerine dikip yükseltecekleri,
diledikleri gibi –diledikleri gibi- bir yeni mezheb
kursunlar. Bu mes’elelerde arzu ettikleri irtifa’ı
kaydetsinler. İmamların fıkıh ve ictihâdlarından
diledikleri kadar geri dursunlar!
Lakin bütün bunlardan sonra başkalarına taarruz
neden. Câhillik, sefillik, alçaklık ve sapıklık isnad
ederek üzerine yürümek niye?! Neden dört mezheb
İmamlarına onların birçok kitablarına, yaptıkları
ictihâdlara ve kendilerini taklîd eden müslümanlara dil
uzatıyor, kötü sözler sarfediyor ve onlarla alay
ediyorlar?!..
Ebû Hanife’nin hatâları ve ayak kaymaları adını
verdikleri bir takım mes’eleleri (cımbızla) arayıp
bulacağız diye bunca vakit kaybına ne lüzum var?!...
Meclislerde başköşeye geçip fıkhından
dolayı
İmam-ı Şafi’î’yi: zina yoluyla kendi menisinden
meydana gelmiş olan kızla bir adamın nikâhının sahih
olduğuna fetvâ vermiş diye ayıplamaları ve İmamla
alay etmeye kalkmalarının sebebi nedir? Eğer bu
adamlar İmam-ı Şafi’î’nin El-Ümm, adlı kitabından
bu konuda söylediklerini okusalardı, dalgın ve bitkin
bir şekilde acaib bir Câhilliğin karma karışıklıkları
içine düşeceklerdir?!.,.
Şeyh Nâsır gibi bir adam diyorki “Allâh esirgesin,
biz ne İmamların haklarını yeriz, ne de mezheblere dil
uzatarak onlara herhangi bir kötülük isnad ederiz!...”
Evet, Üstad Nâsır bunu bazı meclislerde söylüyor ama
işin aslı söylediğini doğrulamıyor.
Dört İmama hürmet eden, İslâm Şeriatinin
hükümlerini gün ışığına çıkarmak ve onları kitab ve
sünnetten istihrac etmek için sarfettikleri gayretlere
saygı gösteren bir adam, Hz. İsa’nın yere inmesi ile
ilgili hadîs üzerinde yaptığı yorumda, hiçbir münasebet
ve gerek yokken; “-Şurası açıktır ki, İsa (A.S.) bizim
şeriatımızla hükmedecek, Kitab ve Sünnet dışında
kalan İncil veya Hanefî fıkhı ve menzerleriyle değil de
MEZHEPSİZLİK 172
(sadece) Kitab ve Sünnetle icray·ı adalet edecektir!”
demez.Şu söz üzerinde dur ve düşün! Üstad Nâsır’ın:
“Kitab ve Sünnet, dışında kalan, İncil ve Hanefî
fıkhıyla değil!” sözünün ne demek olduğuna dikkat
et!Şu halde adam Hanefî fıkhının tamamen (tahrif
edilmiş) İncil gibi olduğuna inanıyor... İslâm Şeriatıyla
veya Hanefî fıkhı ve benzerleriyle hiçbir ilgisi olmayan
İncil gibi!...
Bir müslüman bulunurmu ki, hakikatı tanımak hususunda Allâh’tan korksun da, sonra Hanefî Fıkh’ı’nın
Kitab ve Sünnet’ten istinbât edilmiş, sadece bu iki
kaynaktan tahriç edilip çıkarılmış hükümlerden ibaret
olduğunu bilmesin bu fıkhın İmam-ı, İmamı-ı Ebû
Hanife (R.A.)’ in -Allâh’ın Kitabı ve Rasûlüllâh’ın
Sünneti’nin hükümlerini gün ışığına çıkarmak
hususunda yapmış olduğu bu işle ancak Allâh’a
yaklaştığını; Ebû Hanife (R.A.)’ın bazı ictihâdları da,
hatâ veya isabet etmiş olması bir yana, aslâ Kur an-ı
Kerîm’in hükmüyle zıdlaşmak için İncil’in yanıbaşına
koyduğu bir başka fıkıh icad etmekle şeytana yaklaşmadığını farketmesin?!...
Sonra; Hz. İsa (A.S.) efendimizin, kitab ve sünneti
tanımak bakımından Şeyh Nâsır’dan daha aciz olduğunu, ictihâd yapmaya gücü yetmeyecek, Şeri’atin
Ahkâmı hususunda İmamları taklîd etmek zorunda
kalacak ve İmamlar arasında bizzat Ebû Hanife’yi
seçecek kadar (Câhil) ve aciz bulunduğunu söyleyen
kim ki? ...
Hanefîler içerisinde bu sözü söyleyen böyle bir iddiada bulunan bir kimsenin olduğu doğrumudur? Muhakkak... Muhakkak ki düşüncesi ve aklı bakımından
müstesna (kaçık) olupta bu zırvayı anlamadan körü
körüne methetmeye kalkanlar çıkabilir.
Fakat bu durumda izlenmesi gereken ilmî yol: Üstad
Nâsır’ın. bize bu sözü söyleyenin kim olduğunu söylemesi ve bu sözünün bulunduğu kitaptaki yerini sınırlandırması; sonra da o sözü, Allâh’ın dini karşısında
ihlas sahibi ve İslâm’ın İmamlarını takdir eden
173 MEZHEPSİZLİK
herkesin yapabileceği ilmî bir sözle karşılık verip
reddetmesi değilmidir?! ... Verilecek karşılıkda şundan
ibarettir: İsa bin Meryem (A.S.), Şeriat Ahkâmını
doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet’ten almaya
muktedirdir. Bu kadarı ise Allâh’ın Rasulü İsa (A.S.)’ın
vasıflandırılabileceği yüksek (meziyetlerin) asgari
haddidir. Bu duruma göre de, onun hakkında İmamları
taklîd etmek diye birşey söz konusu olamaz.
Üstad Nâsır’ın, İmam-ı Ebû Hanife’nin fıkhını ayıplaması; Onun, İslâm Şeri’atıyla hiçbir ilgisi olmayan
İncil gibi, İslâm Şeri’atının dışında olduğu kanaatine
kapılmış olması yüzünden, böyle bir sözü reddetme fırsatını değerlendirmesi, ne ilmî ve ne de sağlam bir
İslâmi davranış değildir.Ey Müslüman okuyucu,
umarım ki sen bu sözün, değil bir âlimden, herhangi bir
Müslüman insandan sâdır olmasını büyük (kusur)
görürsün. O halde Münzirî’nin Sahih-i Müslim
Muhtasarı adlı kitabına müracaat et ve bu kitab
üzerine Üstad Nâsır’ın yazdığı 308. sayfadaki yorumu
oku.Öğrendiğimize göre bir büyük tahkik Âlimi, bu
kitabın neşrini üzerine alan zatı, bu garib ve acaib sözden haberdar etmiş ve ona, kitabın yakında çıkacak
olan ikinci baskısından bu zırvayı kaldırmasının zarûri
olduğunu açıklamıştır.Kitabı yayınlayan zatın, yorumcu
Üstad Nâsır’ın kitabı tahkik esnasında yazmış olduğu
şeylerin tümünden emin olup da bu yüzden söz konusu
zırvayı da kitabın sayfaları arasında olduğu gibi
bırakmayımı, yoksa, bu kurban, Üstad Nâsır’ın elinin
yazdığı şeylerden en son satırı feda etmeyi de
gerektirse bile, Allâh’ın Şeri’atının ve bütün
müslümanların bildiği gerçeğin tehlikelerden emin ve
mahfüz kalmasını mı tercîh edecektir? Bilmiyoruz.
Bilmiyoruz ama, durumun ne olacağını açıkça ortaya
koyacak bir ölçü varsa, o da kitabın ikinci baskısının
çıkmasıdır. (Belki) bu baskı bize; bu kitaba yeniden bir
ta’lik yapma imkanı verecektir.
Dr. M.S. Ramazan El-Bûtî
MEZHEPSİZLİK 174
∗ Görüyorsunuz ki Dr. Muhammed Sait Ramazan ElBûtî hocamız, mezhepsizlerin Süriye’de yaptıklarından
bazılarını böylece dile getiriyor. Tef’rika, kavga ve
karışıklığın, mezheplilikten değil, mezhepsizlikten;
mezheplilerden değil, mezhepsizlerden geldiğini
misaller vererek açıklıyor. Zannedebilirmiyiz ki bunlar,
sadece Suriye’yi ilgilendiren mes’elelerdir... Bizde
böyle şeyler yoktur... Yeri gelmişken bunun, içerisinde
yaşadığımız bir açık misalini de ben arzedeyim:
Türkiye’mizin göbeğinde bir büyük ilim merkezi…Dini
ilimlerin en yüksek seviyede, tahsil edildiği bir ilim
yuvası... Bu yuvanın umûma açık büyük cami’indeyiz...
Gün cum’a, yıl 1975... Sözlerini ilmin ve ferâsetin
süzgecinden geçirmiş olması beklenen biri, o gün cum’a
hutbesi okuyor. Hutbede hulasa olarak şunları
söylüyor: “Cum’a namazının sonunda kılınmakta olan
bu zuhr-u evvel, zuhr-u ahir ve cum’anın son
sünneti’nin dinde yeri yoktur. Bunlar sonradan
uydurulmuş bid’atlardır. Rasûllüllâh (S.A.V.)’in cum’a
namazının iki rek’at farzından sonra kıldığı namaz,
sadece iki veya dört rek’atten ibarettir. Bunu da
cami’de değil, çoğu kerre kendi hücresinde
kılmıştır...”Hatip sonra cum’a namazının iki rek’at
farzını kıldırır ve irad ettiği hutbenin uygulaması
olarak, cum’anın son sünnetini kılmaz, mihrapta
oturmaya başlar; cameaat ise, cum’anın son sünnetini
kılmaya koyulur. Müezzin ne yapacağını şaşırır,
kendisine verilen işaretle, yüksek sesle, namaz kılmakta
olan büyük çoğunluğa bakmadan, tesbih dualarına
başlar. Sayılı birkaç kişinin tesbih sesleri ve müezzinin
tesbih duası sadaları arasında cemaaat namazını
bitirip, görülmedik bir karışıklık içerisinde dışarı
çıkarken aralarından: “Ne oluyor yahu... Yeni bir
dinmi icad ediliyor?... Biz buraya ne umarak geldik, ne
bulduk…” diye bağıranlar, daha ağza alınamaz nice
sözler sarfedenler görülmüştür.Bereket versin, hutbe
esnasında herhangi bir müdahale olmamış ve iş içinden
çıkılmaz bir hal almamıştır.
(Mütercim)
175 MEZHEPSİZLİK
Hangi insaf sahibi insan bizim, bir müslümanın ictihâd
yapmaktan aciz kaldığı müddetçe müctehid İmamlardan birini
taklîd etmek mecburiyetinde olduğu üzerinde, sevk etmiş
olduğumuz bu delilin kaldırılıp atılmasını câiz görür?!... Sonra
da, buna ehil olmasalar dahi, bütün insanları ictihâd yapmaya;
kendilerinden önce milyonlarca müslüman onlara tabi
olagelmişlerse bile, artık müctehid İmamları taklîd etmekten
vazgeçmeye; Kitab ve Sünnet’ten diledikleri ve akıllarına estiği
gibi, helâl ve harâm hükümlerini çıkarmaya ve böylece kendi
şahsi vehimleri ve binbir türlü hayalleriyle İslâm Şeri’atını
paramparça etmeye davet etmeyi câiz görür?!....
Hangi insan, çok çeşitli olmalarına rağmen, bu kapıyı bütün
insanların önüne iki kanadını da ardına kadar açmanın; İslâm’a
ve onun şeri’atine gözünü dikmiş beklemekte olan (düşman)lar
için, ictihâd bıçağı ile onları uzuv uzuv parçalayıp doğramalarına
zemin hazırlamak ve imkan sağlamaktan başka birşey olmadığını
bilmez?!...
Arap dünyamızda yeni tarihin gerçeklerine dair
hafızasında birşeyler kalmış olan hangi kültürlü kimse
vardır ki, İngiltere’nin Mısır’ı işgal etmesini takib eden
günlerde İslâm Şeri’atına hangi yoldan girdiğini ve onunla
dilediği gibi nasıl oynadığını bilmesin?.. Lord Kromer’in
nazarında İslâm, geri kalmış, donuk ve değişmeye karşı
direnen bir dindi… Kromer, Mısır halkını bu bağdan
kurtarmak için uygun vesilelerden bahsediyordu. Bunun için
uygun olan parlak vesile de, yeni Avrupa toplumunun
değişmesine ayak uydurmanın zarûri olduğuna inanan bu
adamların kalbierindeki ictihâd fikrini yaygınlaştırmaktı.
Buda ancak, bu adamlara fetvâ verme, Ezher Şeyhliği ve
idaresi gibi hassas din’i mevkilerin teslim edilmesiyle
gerçekleşirdi. Nihâyet birçok sahalar, görünüşler ve değer
ölçülerinde Avrupa toplumuna inanmış olan kimseler, Ezher
Şeyh ve âlimlerini, ictihâd ve ictihâd’ın şartlarına (eğilmeye)
davet etmeye kalktılar. O kadar ki ŞEYH MERAĞİ (işi),
MEZHEPSİZLİK 176
müctehidin Arap dilini bilen bir kimse olmasına lüzum
olmadığı zehabına kapılacak kadar ileri götürdü. İngiliz elçileri İslâm Şeri’atı hakkında ictihâd yapmaya kalktılar.
İctihâdlarını ahvâl-i şahsiyye (şahsı ilgilendiren haller)
kanununu değiştirme kararıyla sonuca bağladılar. Teaddüdü Zevcat (bir erkeğin dört kadına kadar evlenebilmesi
hükmü Şer’î’sin)i (bir kadın) kaydıyla sınırlandırdılar.
Boşama hakkını tahdid ettiler. Miras konusunda erkekle
kadın arasına girdiler. İctihâdî fetvâlar çok canlı ve hareketli
bir şekilde aldı yürüdü. Kadınların örtülmesi garip
karşılanarak reddedildi. Bankalarda faiz gelirlerinden belirli
nisbetlerin alınıp verilmesi câiz görüldü. İngilizler, bu
fetvâların sahiblerini ufku geniş, geniş görüşlü, yumuşak
fikirli ve İslâm’ın rûhunu iyi anlayan insanlar diye
vasfediyorlardı. (50)
Bu yakın geçmişin (acı) gerçeğinden bizim almamız
gereken ibret dersi nedir?.. Bütün geçmiş asırların icmâ’ı ile
ihlaslı ve samimi muctehidlerimizin elleri üzerinde yükselmiş
olan muazzam fıkıh binamızı yıkmayı gerektiren âmil nedir?..
Sonra herkesin önüne ictihâd kapısını açıpta, dört mezhebe
sarılma essasını kaldırıp atmayı gerektiren sebeb nedir?.. Dün
ictihâd kapısına çullanan veba, bugün de aynen mevcuttur.
Bugün ictihâd bıçağıyle İslâm’ın ahkamını doğrayıp parçalamak için hazırlanan eller, bu işi dün yapan ellerden kat kat
fazladır!...
Ey şu kimseler, müslümanları çağırınız. Bütün asırların
taklîd ettiği, tabi olduğu ve tıpatıp uyduğu İmamlarının
arkasından yürüsünler. Eğer ictihâd yapmak istiyorsanız, dün
mevcut olmayan ve İmamların, kendi günlerinde bahsetmedikleri
yeni müşkillerin hükümlerini çıkarmak babında ictihâd yapınız.
Biz, sizin için hayır duada bulunacak, Cenab-ı Hakk’dan
(50) Bak:
K.E1-İtticahat-ül-Vataniyye
Fi-l-Edeb-ilMu’Asır, Cild:2, Sh: 298 ve devamı; K. Mevkıf-ül-aklî
ve-l-İlmi ve-l-âlemi min Rabb-il âlemin, Cild:4, Sh:350.
177 MEZHEPSİZLİK
sizleri muvaffak kılmasını, sizlere fikir ve görüş sağlamlığı,
ihsan etmesini niyaz edeceğiz.
Fakat siz -ne yazık ki- geçmiş İmamların bahsetmediği,
hakkında ictihâd yapılması ve bu asırda hükmünün bilinmesi
zarûri olan yeni (rnes’eleler)den tamamen yüz çevimiş
bulunuyorsunuz. Hayat sigortaları ve mal mülk sigortaları,
feshedilmiş ve hisseli şirketlerin ve bunun dışındaki ortaklıkların
çeşitleri, günümüzde tanınan ictimai sigortaların çeşitleri,
akidlere dahil olan bedel ve kıymetler, ...ilh ... gibi yeni
problemlere aslâ yanaşmıyor; bütün bunları inceleyip
araştırmaktan yüz çeviriyorsunuz. Sonrada dört İmamın yapmış
oldukları ictihâdları kötülemeye ve bütün halkı İmamların
arkasından gitmek ve onlara uymaktan ürkütmeye
ka1kıyorsunuz! ...
Vallâhi böyle...; Ben bu mezhepsizlerden hiç birinin bir gün
kalkıpta, halkın hergün hükmünü sorup durduğu bu beklenmedik
yeni mes’elelerden birini araştırdığını görmüş değilim. Onların
bütün dertleri, binası tamamlanan, hükümleri yerleşmiş bulunan
alıp mucibince amel etmekte ALLÂH’ın önünde bütün müctehid
ve mukallidlerin ma’zur bulunduğu; böylece boyunlarındaki
borçtan kurtulup selâmete çıktıkları ve Allâh’ın’ üzerlerindeki
hakkını eda ve ifa ettikleri mezhebleri yıkmak için bütün
güçlerini fazlasıyle sarfetmekten ibarettir!...
Ey şu kimseler!... Çağıracaksanız insanları, müslümanların
tertemiz İmamlarının tedvîn ettiği, nesilden nesle müslümanların
onlardan alıp bağırlarına bastığı yerleşmiş ve kökleşmiş
hükümlere çağırınız. İctihâd yapacaksanız, paçaları sıvayın ve
bize imamlardan hiçbirinin hakkında, önceden hiç eğilmemiş ve
fikir beyan etmemiş olduğu ve bütün müslümanların haklarında
Allâh’ın hükmünün ne olduğunu bilmediklerinden müşteki
bulunduğu şu beklenmedik yeni mes’eleler üzerinde ictihâd
yapınız. Bunlar hakkında yapacağınız ictihâdlardan müsbet bir
sonuç elde edecek; bu meselelerle Kitab ve Sünnetten alınacak
delilleri arasında sağlam bir bağlantı kuracak ve onlardan ne
yönde ve hangi ölçülerle hükümler çıkarıp istimbat yaptığınızı da
MEZHEPSİZLİK 178
açıkça ortaya koyacak olursanız; işte o zaman biz size dört
imamın dördününde murakaba ve kontrolünü teslim eder, sizi
onların ictihâdlarını kendi ictihâdlarınızla neshedip, hükümsüz
kılmakda serbest bırakırız. Bununlada, kalmayarak bütün
insanları imamları bir tarafa bırakarak sizlere tabi olmaya davet
ederiz.
Buyurun bunu yapın... Oysa (ileri sürülen) şart son derece
sağlam ve güçlüdür.
BENİMLE BAZI MEZHEPSİZLER
ARASINDA GEÇEN BİR MÜNAKAŞANIN
ÖZETİ
Herhalde bu bölüm önem bakımından bu kitabın diğer
bölümlerinden daha üstündür.
Bu üstünlügün sebebi, bu bölümde bulacağın bazı noktalar
ve yeni ilmî ölçülerden ileri gelmez. Zira biz, yukarıda çeşitli
ilmî delilleri fazlasıyla kaydetmiş bulunuyoruz. Fakat bu
bölümün önemli oluşunun asıl sebebi, burada; karşılaşacağın,
akıl sahibi hiçbir beşerde bulunması mümkün olmayan taassub
ve tarafgirlik sahneleridir... Bunlar bizi tarafgirIik ve tassubla
itham ediyorlar. Çünkü biz, binbir delil üzerine oturtulmuş olan
hak ve gerçekten dönmeye, aslâ razı değiliz. Yalnız sen, bu
bölümün satırları arasında onların kendilerini, eğer bunu
yapmaları gerekiyorsa, aptallık ve cinnetten meded umacak
kadar şaşkın bir taassub ve tarafgiriik kafesi içerisine nasıl
hapsettiklerini hayretle göreceksin!...Ben bu bölümde, ne birinin
suratına tükürmüş, ne de yapmadığı bir günahı ona isnad etmiş
olmayacağım. Hele onun hakkında vehim ve hayal dünyasından
bir tek kelime getirip aslâ iftira atmayacağım. (51) Bu konuda,
(50) Bu, gelip de bugün bizim, sözler üzerinde
değişiklik ve tebdilat yaptığınızı iddiaya kalkan
adama cevabımızdır. Eğer bunu yapmaktan Allâh
(C.C.) korkusu bizi engellemese, gözleriyle gören
ve kulaklarıyle işiten yaklaşık olarak on, kişinin
şehadeti bizi ondan meneder.
179 MEZHEPSİZLİK
kendisiyle münakaşa ettiğim kardeşe, acaib ve yersiz sözünü
bana fısıldarken dedim ki, çekinsem de söylediğini ancak ona
düşkünlüğüm dolayısıyle yayınlayacağım. Allâh biliyor ki, ben
bunu; ona, sadece söylediği şey hususunda biraz tedbirli olmaya
ikaz etmek için söylemiştim!... Fakat adam bana: “Dilediğini
yayınla, korkum yok! ...” cevabını verdi.
Ben bu adamı tanıtmaktan kaçınacak ve ismini
kaydetmekten Sarf-ı nazar edeceğim. Senin sadece şunu bilmem
kâfidir ki o, mezhebsizliği bilenlerdendir, öğrenenlerden değil...
Buna göre o, fazîletli bir insan ve ıstıkamet sahibi bir gençtir.
Keşke, acaib taassub vadisindeki en derin çukura, o gence ve kafirliğine dair olan bu çirkef atılrnamış olsaydı!...
Bu adam bana, adetleri diğer şüpheli hususlarda hakkı
araştırmak olan bazı gençlerle birlikte geldi: Onunla konuşmaya
başladım ve dedim ki:
—Allâh’ın Ahkâmını anlamada takib ettiğin yol nedir?
Onları Kitab ve Sünnet’tenmi alıyorsun, yoksa müctehid
İmamlardarımı?..
Adam: —İmamların sözlerini ve bu sözlerin delillerini
gözden geçiriyor sonra da o sözlerin Kitab ve Sünnet’ten olan
delillere en yakın olanına itimad ve i’tibar ediyorum!... dedi.
Ben: —Elinde beşbin Suriye lirası var. Bu paranın üzerinde
senin yanında kasa1anmış bekler olduğu halde, bir müddet geçti.
Sonra bu parayla bir mal satın aldın ve ticaret yapmaya başladın.
Bu malın zekâtını ne zaman vereceksin? Altı ay sonra mı, yoksa
tam bir sene sonra mı?.. dedim.
Adam, düşünerek: —Sen bu sualinle ticaret malları için
zekâtın vâcib olduğunu söylemek istiyorsun (galiba). Bu sualin
mânâsı bu (olsa gerek!) dedi.
Ben: —Ben soruyorum... Maksat senin bana kendi özel
yolunla cevapvermendir. İşte kütüphane önünde... Burada tefsir
MEZHEPSİZLİK 180
kitabları, hadis kitabları ve müctehid İmamların kitabları
mevcut... Buyur... Buyur...
Adam biraz düşündükten sonra: —Kardeşim, bu dindir...
Akla esdiği gibi cevaplandırılması mümkün olan basit ve kolay
bir iş değil bu... Cevab vermek için elbet bir fikre sahib olmak,
kaynaklara başvurmak ve inceleme yapmak gerekir. Bütün
bunları yapmak için de, elbetteki bir zamana ihtiyaç vardır. Biz
ise bunun için değil, bir başka konuyu incelemek için gelişmiş
bulunuyoruz! ... dedi.
Karşılaştığım bu cevab üzerine bu sorudan vazgeçtim ve
ona: —Güzel... Her müslüman üzerine, İmamların delillerini
gözden geçirmek, sonra da bunların kitab ve sünnet’e en uygun
olanını almak vâcib midir?.. dedim.
Adam: —Evet… dedi.
Ben: —Bu demek oluyorki, bütün insanlar sadece mezheb
İmamlannın sahib olduğu ictihâd gücüne sahib olmakla
kalmıyor, üstelik onlardan daha muazzam ve daha mükemmel bir
güce sahib bulunuyorlar. Çünkü İmamların görüşlerine hâkim
olabilen ya da onların reylerinen Kitab ve Sünnet ölçüsü esasına
göre hükmedebilen kişi hiç şüphesiz bütün İmamlardan daha
âlimdir... dedim.
Adam: —Gerçek şudur ki insanlar mukallid, müttebî (tabi
olan) ve müctehid diye üç kısma ayrılırlar. Mezhebleri birbiriyle
mukayese edebilen ve onlardan Kitaba en yakın olanı süzüp
çıkarabilen kimseler sadece müttebî (tabi olan) kimsedir. İttibâ
(uymak) ise taklîdle ictihâd arasında kalan orta bir seviyedir...
dedi.
Ben: —Mukallidin vazifesi nedir?.. dedim.
Adam: —0, müctehidlerden ittifâk ettiği bir kimseyi taklîd
eder... dedi.
181 MEZHEPSİZLİK
Ben:—Mukallidin müctehidlerden birini taklîd edip ona
bağlı kalması ve ondan hiç ayrılmamasında bir beis varmıdır?..
dedim.
Adam:—Evet, var... Onun böyle davranması harâmdır...
dedi.
Ben:— Bunun harâm olduğunu gösteren delil nedir?..
dedim.
Adam:—Delil: Onun Allâh (C.C.)’ün ona yüklemediği ve
ondan yerine getirmesini istemedigi bir şeye sarılmasıdır... dedi.
Ben: — Kur’ân-ı, kıraat-ı Seb’adan hangisiyle okuyorsun?..
dedim.
Adam: — Hafs Kıraatıyla... dedi.
Ben:— Sürekli olarak hafs kıraatına bağlı kalıp, hep
onunlamı Kur’ân okuyorsun, yoksa hergün bir değişik
kıraatlamı okuyorsun?... dedim.
Adam:—Bilakis hep hafs kıraatıyla okuyor ve daima ona
bağlı kalıyorum... dedi.
Ben:—Allâh (C.C.) senin Kur’ân-ı, Rasûlüllâh (S.A.V.)’dan
Mütevâtir olarak vârid olduğu gibi okumanı, Rasûlüllâh’dan
vârid olan okuyuş şekline bağlı kalmanı istemiş olmasına
rağmen, neden hep hafs kıraatına bağlı kalıyorsun?.. dedim.
Adam:—Çünkü ben, diğer kıraatları öğrenmeye imkan ve
fırsat bulamadım ve hafs kıraatından başka kıraatla Kur’ân
okumak bana nasib olmadı... dedi.
Ben:—Bu adam da fıkhı, mesela Şafi’î mezhebine göre
öğrenip, diğer mezhebleri öğrenme imkânı ve fırsatı bulamamış
bir başka kimsedir. Bu kimseye de ancak bu imama göre
kendisini ilgilendiren dini hükümleri öğrenmek nasib olmuştur.
Sen bu adamı hepsinin ictihâdlarını alacak kadar İmamların
yaptıkları ictihâdlara bağlanmaya icbar edecek olursan; kendinin
de her kiraatla Kur’ân okuyacak kadar, bütün kıraatları
MEZHEPSİZLİK 182
öğrenmen gerekmez mi? Kendini acizlik sebebiyle bunu
yapmaktan ma’zur gördüğüne göre, bu mukallidi de kendin gibi
ma’zur görmen gerekmezmi?!... Her neyse, biz diyoruz ki: Sen,
bir mukallidin, Allâh onu bununla mükellef tutmamış ve ondan
böyle bir şeyi yapmasını istememiş olmasına rağmen, bir
mezhebten diğerine geçip durma esasına bağlı kalmasını nerden
çıkarıyorsun? ... Yani, Allâh onu bir mezhebe olduğu gibi bağlı
kalmakla mükellef tutmadığı gibi, sürekli olarak bir mezhepten
öbürüne geçmekle de mükellef tutmamış olmakla beraber, sen bu
mukallidin ikide bir mezhebini değiştirmesi gerektiğini nerden
bulup geliyorsun?!... dedim.
Adam:—Mukallide harâm olan sadece, Allâh’ın kendisine
bir İmama bağlı kalmayı emrettiğine inanmakla beraber belli bir
İmama bağlı kalmaya devam etmesidir... dedi.
Ben:—Bu başka şeydir... Hakkında hiçbir şüphe ve ihtilâf
bulunmayan hakikatin ta kendisidir. Fakat mukalidin, Allâh’ın
kendisini bundan mükellef tutmadığını bilerek, bir müctehide
olduğu gibi bağlı kalmasında bir beis varmıdır?.. dedim.
Adam:—Hayır, hiçbir beis yok... dedi.
Ben:—Fakat ders aldığınız Kürrâs, senin bu dediğinin aksini
söylüyor. O, belli bir rnüctehide bağlanmakta hiçbir mahzur
olmadığını kabül etmek şöyle dursun; kitabının bazı yerlerinde,
hiç de değiştirmeksizin belli bir İmama bağlanmanın harâm
olduğunu söylüyor... dedim.
Adam:—Nerede?.. Dedi ve Kürrâs’ın metinleri ve
ibarelerini düşünmeye koyuldu. Sonra Kürrâs sahibinin:
“Bilakis (İmamlardan) birine bütün mes’elelerinde olduğu
gibi uyan kimse, mutaasıbtır, hatâya düşmüştür, kör taklîde
saplanmıştır. O kimse, dinlerini paramparça edip fırkalar
haline gelenlerdendir...” sözünü düşünmeye başladı, sonra da:
—Burada üstad bağlılıkla, o kimsenin belli bir İmama
bağlanmasının Şer’an vâcib
olduğuna inanmış olmasını
kastetmektedir. Sadece ifadede noksanlık vardır!... Dedi.
183 MEZHEPSİZLİK
Ben:—Onun böyle kasdettiğini gösteren delil nedir... Sen
niçin yazar hatâ etmiştir. demiyorsun... Dedim.
Adam:—İfadenin doğru olduğu, bir mahzufun takdiri üzere
söylendiği ve yazarın bu sözde hiç bir hatâsının bulunmadığı
hususunda ısrar etti!...
Ben:—Yalnız bu takdire göre bu ifade herhangi bir
husûmetle karşılaşmaz ve kimse de bu if’adeye karşı
çıkamayacağı, gibi bunun her hangi bir rnana ve faydası da
olmaz. Zira hiçbir Müslüman yoktur ki, dört mezhep
İmamlarından birine aynen uymanın şer’an vâcip olan şeylerden
biri olmadığını bilmesin. Yine bir mezhebe aynen bağlı kalan
hiçbir müslüman gösterilemezki, bunu kendi rağbet ve arzusu ile
yapmasın. Dedim.
Adam:—Nasıl?... Ben pek çok insandan ve bazı ilim
ehlinden bir mezhebe olduğu gibi bağlanmanın şer’an vâcip
olduğunu ve hatta bir kimsenin bağlandığı mezhepten öbürüne
geçmesinin de câiz olmadığını işittim. Dedi
Ben adama:—Sana bu sözü söyleyen halktan veya
âlimlerden bana sadece birinin ismini söyle... Dedim.
Adam sustu. Amma sözümün doğru olduğunu hayretle gördü
ve kendisinin hep, insanlardan pek çoğunun bir mezhepten diğer
mezhebe geçmeyi harâm saydıklarını tasavvur ettiğini tekrarladı,
durdu.
Ben adama:—Bugün bu sapık kanaate inanan bir tek kişiyi
bile bulamazsın. Evet, Osmanlılar devrinin son asırlarından
birinde, onların bir Hanefînin kendi mezhebini bırakıp da bir
başka mezhebe geçmesini çok gördüklerini şikâyet ederler. Hiç
şüphe yoktur ki bu -eğer yapılan şikâyet doğru iseOsmanlılardan sâdır olmuştur; akılsızlık ve kahredici kör
taassubun son haddidir.
MEZHEPSİZLİK 184
Sonrada ona ilave ederek dedim ki:— Sen mukallidle
müttebî (uyan) arasında bir fark bulunduğunu nerden
çıkarıyorsun? Bu bir lügat farkımıdır, yoksa ıstılâh farkımıdır?
Adam:—Bilakis... Mukallidle muttebî arasında lugat farkı
vardır dedi.
Böyle deyince ona, bu iki kelime arasındaki farkı tesbit
etmesi için lugat kitaplarını getirdim... hiçbir fark bulamadı ..
Sonra ben dedim ki:—Hz. Ebû Bekr, müslümanların
mensubiyetlerini kendisine kabul ettirdiği, kavimlerinin
muhacirlere mensup olmalarına itiraz eden bir araba:
“Muhacirler razi olmuşsa siz onlara tabi ve mensup
olursunuz” dedi... Burada Hz. Ebû Bekr tabi olmayı muvafakat
mânâsında kullanmıştır. Muvafakatinse, mânâsı açıktır.
Hakkında fikir yürütmeye, münakaşa yapmaya ve araştırmaya
gerek yoktur. (51)
Adam:—Lügavi fark değilde, Istılahi fark olsun bakalım.
Benim birşeye istilâhî mânâ kazarıdırrnaya hakkım yokmu?...
Dedi.
Ben:—Öyle ama senin bu ıstılahın, (yani müttebî
kelimesinin mukallitten farklı, özel, bir mânâya geldiğini ileri
sürmen) işin aslını kat’îyyen değiştirmez... Zira senin bu müttebî
diye isimlendirdiğin kimse ya delillerden ve onların istinbât
yollarından haberdardır, ya değildir. Eğer delillerden ve onların
istirıbat yollarından haberdarsa, o kimse müctehiddir. Eğer
deliller ve delillerden hüküm çıkarma yollarından bihaberse,
yahutta o delillerden hüküm çıkarma gücüne sahip değilse o
zaman bu kimse rnukalliddir. Eğer bazı meselelerde delilleri
(51) Cenâbı-ı Hakk’ın mânâsı: “O zaman uyanlar,
uyulanlardan kaçacaklar. Onlar azabı gözleriyle
görürler ve aralarındaki bağlar kopar...” şeklindeki
kavl-i ilahîsinde geçen ittlbâ’ın mânâsı da yine budur.
Cenab-ı Hakk bu Âyet-i Kerîme’de tebe’iyyet
kelimesiyle kör taklîdin en adisi (olan putperestliğ)i
ifade buyurmuştur.
185 MEZHEPSİZLİK
billiyor ve onlardan hüküm çıkarma gücüne sahip bulunuyor da
bazı meselelerde durum bunun tersi ise, o zaman bu kimse bazı
mes’elelerde mukallid bazılarında müctehiddir. Öyle ise, durum
ne olursa olsun, taksim ikilidir.
—Mukallidinde müctehidinde hükümleri açıkca ortada ve
bilinmektedir... Dedim
Adam:—Müttebî: sözlerle delilleri arasırıda ayırım yapma
gücüne sahip olan ve bunların birini diğerine tercîh edebilen
kimsedir. Bu ise katkısız taklîdden farklı olan bir başka
derecedir... Dedi.
Ben:—Eğer sen sözleri birbirinden ayırdetmekle, onların delil
kuvveti ve delil zayıflığı yönünden birbilinden tefrik edilmesini
kastediyorsan bu, ictihâdda en yüksek mertebedir. Sen kendinin
böyle bir kimse olduğunu söyleyebilirmisin? ... Dedim.
Adam:—Ben bunu gücümün yettiği nisbette yaparım. Dedi.
Ben ona:—Ben senin, bir mecliste yapılmış üç talakla bir talak
vaki olacağına, bir kimsenin bir yerde karısını üç talakla
boşaması halinde bu üç talakın bir talak yerine geçeceğine fetvâ
verdiğini biliyorum. Bu fetvânı vermeden önce İmamların bu
konuda söylemiş oldukları sözleri ve delillerine baş vurdun,
ondan sonra bu sözler ve deliller arasında bir ayırım ve seçme
yapıp da ona göremi verdin fetvânı?... Uveymir-ul A’clani
(R.A.), Rasûlüllâh (S.A.)’in meclisinde karısıyla, zina isnadı ile:
—Bu böyle olmamışsa Allâh’ın laneti üzerine olsun mu?
Diye lanetleştikten sonra, onu üç talakla boşadı ve şöyle dedi: “Ya Rasûlüllâh, eğer onu, (beraberimde) tutarsam, ona karşı
yalan söylemiş olurum. Bu kadın benden üç talakla
boştur....” Senin, bu hadîsin bu mes’eleyle, karşısında tuttuğu
yer ve değerle ve hadîsin cumhur’un mezhebine ya da İbn-i
MEZHEPSİZLİK 186
Teymiye’nin mezhebine delalet derecesiyle ilgili bir bilgin
varmı? Dedim (52)
Adam:—Ben bu hadîsle karşılaşmadım, bilmiyorum. Dedi.
Ben:—Peki, delilleri, zayıflık ve kuvvetlilik dereceleri, üzerinde
durmadan dört mezhebin dördünde de icmâ edip söz birliği
yaptıkları bu mes’ele hakkında onlara zıt bir fetvâyı nasıl verdin?
İşte görüyorsun ki, kendi ağzınla kendinin bağlı kaldığını, bizim
de bağlanmamızı sağlamaya çalıştığını söylediğin kendi
prensibini kendin bir kenara atmış oldun!.. Kendinin ıstilâhî
mânâ kazandırdığın (ittibâ, müttebîl prensibini)...
Adam:—O zaman yanımda İmamların mezhep ve delillerini
karıştırıp öğrenmek için yeteri kadar kitap yoktu!.. Dedi;
Ben:—Peki, seni henüz delillerinden hiçbir şey bilmediğin halde
bu konuda müslümanların cumhur’una zıt olarak fetvâ vermende
aceleye sürüklüyen amil neydi?
Adam:—Ne yapayım, bana sordular!... Oysaki benim yanımda
ancak mahdud miktarda müracaat kitabı var... Dedi
Ben:—Âlimlerin ve bütün İmamların sığdığı yere sende sığsan
da, bilmîyorum desen olmazmıydı. Ya da sana bu soruyu sorana
bu iki kavilden biriyle fetvâ vermeksizin, hem dört mezhebin
görüşlerini hem de onlara muhalif olanların görüşlerini
nakletseydin
ne
olurdu?!...
Böyle
davranman
seni
kurtarmazmıydı? Üstelik senin vazifen de bundan ibaret
değilmîydi? Özellikle mes’ele gökten sırf sana nazil olmuş bir
(52) Bu, ağızdan bir defada çıkan “üç talak (la
boşsun)” sözüyle üç talak vaki olacağını gösteren
pekçok sağlam ve açık hadîslerden alınmış
delillerden sadece bir tanesidir. Bu konuda geniş
bilgi için “El-Muhazarat fi-l-Fıkh-il-Mukarin”
adlı kitabımıza başvurabilirsin.
187 MEZHEPSİZLİK
mesele değildiki, sen herhangi bir kaynaktan işi alıp laaletta’yin
karar vermeye mecbur kalasın. Sen kendi itirafınla,
kalbinin,muhaliflerinin delillerinden haz duymasıyla yetinerek;
delillerini bilmeden dört imamın birlikte icmâ’ına zıt bir görüşle
fetvâ vermeye kalkmana gelince bu, bizi itham ettiğiniz tassubun
en "Son haddidlir. Dedim.
Adam:—Ben dört İmamın delillerini Şevkani’den Subul-üsSelâmdan ve Seyyid Sabık’ın fık hından öğrendim. Dedi.
Ben:—Bu kitaplar, bu konuda, dört İmama karşı çıkan
kitaplardır. Hepsi de tek taraflı konuşur ve hepsi de kendi tezini
destekleyen delilleri kaydeder. Sen iki düşmandan sadece birinin
sözünü, şahidleri ve akrabalarının sözlerini dinleyerek karar
vermeye taraftar olabilirimisin? Buna gönlün razı olur mu?...
Dedim.
Adam:—Ben bu davranışımda herhangi bir kusur ve ayıbı
gerektiren bir husus görmüyorum. Bu soruyu bana soran kimseye
bir fetvâ vermem gerekiyordu, benim anlayışımın ulaştığı seviye
de budur... Dedi...
Ben:—Sen kendinin müttebî olduğunu, bizlerin de hep
böyle olmamız gerektiğini söylüyorsun… Dedim. Bütün
mezheplerin kavillerini sunarak, delillerini inceliyerek ve bu
mezheplerin doğru olan delile en yakın olanına, dayanarak
“ittibâ”ı tefsir ettim ve:—Sen, bu davranışınla kendi prensibini
kendi elinle kaldırıp atmış oldun. Sen, dört mezhebin ağızdan
çıkan üç talak sözüyle üç talak vaki olacağına dair olan
icmâlarını biliyorsun. İmamların buna dair olan icmâlannı
biliyorsun. İmamların buna dair delillerinin bulunduğunu da
biliyorsun. Oysaki bu delillerin hiç birine vakıf ve muttali
değilsin. Bununla beraber kalkıyor, onların icmâlarını bir tarafa
atıyor ve gönlünün arzu ettiği fikre yöneliyorsun. Sen, selef
olarak dört İmamın delillerinin kabili görmemiş, merdud deliler
olduğunu kesinlikle biliyormuydun?... dedim.
MEZHEPSİZLİK 188
Adam:—Hayır, fakat ben onları bilmîyordum. Çünkü onları
öğrenmek için yanımda kaynak yok... Dedi.
Ben:—Niçin beklemedin... Allâh bunu hiçbir zaman teklif
etmemiş ve kimseyi bununla mükellef kılmamış olduğu halde
neden acele ettin?.. Senin cumhur’un delillerine muttali olmamış
olman İbn-i Teymiye’nin görüşünü desteklermiydi hiç?.. Sizlerin
bizi haksız ve yalan yere itham ettiğiniz taassup ve tarafgirlik bu
değilde başka bir şeymi?!...
Adam:—Ben, elimde bulunan kitaplarda kendimi ikna
edecek deliller buldum. Allâh beni bundan fazlasıyla da mükellef
kılmamıştır... Dedi.
Ben:—Bir müslüman, muttali olduğu kitaplar çerçevesi
içerisinde bir şeye dair bir delil gördüğü zaman gördüğü bu delil,
delillerini bilmese bile, kendi anlayışına ters düşen mezhepleri
terketmesini gerekli görmek için ona yeter delil midir?...
Adam:—Bu ona yeter delildir... Dedi.
Ben:—Daha yeni müslüman olmuş bir genç var... Bu genç
İslâm kültüründen hiç nasip almamış... Canab-ı Hakk’ın şu
mealdeki kavl-i ilahî’sini okuyor. Doğuda Allâh’ındır, batıda...
Onun için nereye (hangi yöne) döner, yönelirseniz Allâh’ın
yüzü (kıblesi) oradadır, Şüphe yokki Allâh vâsi’dir, (her
şeyi), hakkıyla bilicidir.. (53) Kavl-i ilahîsini okudu, Bu Âyet-i
Kerîme’den bir müslümanın namazını kılarken hangi yöne
dilerse, o yöne dönebileceğini anladı. Nitekim Âyet-i Kerîme’nin
mânâsı bunu göstermektedir. Yalnız bu genç dört İmamın,
kendisinin namaz kılarken Kabe’ye yönelmenin zarûri olduğuna
icmâ etmiş olduklarını duydu. Anladı ki dört İmamın kıbleye
yönelmenin zarûri olduğunu gösteren delilleri var. Fakat kendisi
bu delillere vakıf olmamış.... Bu durumda bu genç namaz
kılmaya kalktığı zaman ne yapacak? Elinde bulunan bu delilden
edindiği Âyet kanaatine mi uyacak; yoksa İmamların Âyet-i
(53) El-Bakara: 115
189 MEZHEPSİZLİK
Kerîme’den, kendisinin anladığı mânâya zıt olan icmâ’larına mı
uyacaktır?... Dedim.
Adam:— Bil’akis kendi kanaatine uyacak... Dedi.
Ben:—Demek, bu genç, mesela doğuya doğru yönelerek
namaz kılacak ve namazı sahih olacak Öylemi? Dedim.
Adam:—Evet,
mükelleftir!... Dedi
Çünkü
o
Âyet
kanaatine
uymakla
Ben:—Farzetki onun Âyet kanaatı ona komşusunun
ailesinin ırzına geçmesini, midesini içkiyle doldurmasını ve
haksız yere başkalarının mallannı çalıp soymasını ilham etti.
Allâh o kimseye Âyet kanaatinin bereketiyle bütün bunları hoş
görecek ve onu bağışlayacakmı?... Dedim.
Adam: Biraz sustu sonra:—Her neyse, senin bana sorduğun
bu tablo, hiç gerçekleşmiyecek hayali bir tablodur... Dedi.
Ben:—Bu, hayali bir tablo değildir. Bunun gibi ve bundan
daha garib şeylerin vuku bulduğu çok görülmüştür. Bir genç ki
onun ne İslâm, ne kitabı ve ne de sünnetiyle ilgili hiçbir bilgisi
yoktur. Bir başkasının ağzından veya kendisi tesadüfen; bu Âyeti Kerîmeyi işitmiştir. Âyet-i Kerîme’den sözün zahiri mânâsına,
bakan her arabın anlıyacağı mânâyı anlamıştır. Bu mânâ da
namazda müslümanların istisnasız Kâbe’den başka bir yöne
yönelmediklertni görmesine rağmen, onun dilediği her hangi bir
yere yönelmesidir. Bu da, Müslümanlar arasında İslâm’a ait
bütün bilgilerden yoksun kimseler bulunduğu müddetce tasavvur
ve tahakkuku tabi’i olan bir durumdur... Sence hayali veya
hakiki, her ne olursa olsun; ben bu tablonun tahakkukunun hiç de
hayali bir şey olmadığına hükmettim ve Âyet kanaatın her
halükârda sağlam olduğunu kabul ettim. Bu bile senin insanları
mukallidler, müttebî’ler ve müctehidler diye üç gruba ayırmanla
taban tabana zıttır. Öyle ya mademki sadece kendi kanaatine
göre hükümeden bir müslüman vardır, şu halde mukallid,
müttebî ve müctehide yer yoktur... Dedim.
MEZHEPSİZLİK 190
Adam: — Onun görevi araştırmaktır. O başka bir hadîs veya
bunun dışında herhangi bir Âyet okumamışmıdır?.. Dedi.
Ben:—Senin talak mes’elesinde fetvâ verirken yanında
yeteri kadar kaynak bulunmadığı gibi onun elinde de araştırma
yapacak kaynaklar bulunmayabilir. Kıble mes’elesine ve
kıblenin tayinine dair bu Âyet-i Kerîm’eden başka hiçbir delili
okumaya imkân ve fırsat bulamamıştır. Sen hala bu gencin bütün
Ümmeti Muhammed’in sözbirliği ettiği hükmü terkedipte kendi
Âyet kanaatine uyması gerektiği fikrinde ısrar ediyormusun?!...
Dedim.
Adam:—Evet. Eğer genç fikir yürütme ve araştırma
yapmayı sürdürmeye gücü yetmiyorsa, o zaman mazur görülür.
Bu takdirde bu gencin kendi görüş ve araştırması ona neyi
göstermişse, ona i’timad eder ve ona göre hareket eder... Dedi.
Ben:—Bu sözü senin ağzından çıkmış, bir söz olarak
yayınlayacağım. Zira bu söz tehlikeli ve çok tuhaf bir sözdür.
Dedim...
Adam:—Bildiğini yayınla, korkum yok… Dedi!..
Ben:—Allâh’dan korkmadığına ve bu sözünle, Allah
(C.C.)’ün, “Eğer bilmîyorsanız zikir ehli (Âlimler)’e sorunuz”
kavl-i ilahîsini kaldırıp yere vurduğuna göre nasıl olur da
benden’korkarsınız?!. Dedim.
Adam:—Kardeşim, bu İmamlar ma’sum ve kusursuz kimseler değillerdir. Benim dayandığım Âyet-i Kerîme ise ma’sum ve
kusursuz olan Allâh (C.C.)’ün sözüdür. Nasıl olur da ma’sum
olan Allâh Kelamı dururken ma’sum olmayan İmamın eteğine
sarılınır?.. Dedi.
Ben:—Be mubarek, rna’sum ve kusursuz olan Cenab-ı
Hakk’ın “Doğu ve batı Allâh’ındır.” Kavl-i İlahi’sinden kast
ettiği hakiki mânâdır, Yoksa ma’sum ve beri olan İslâm
kültüründen, Kur’ân-ı Kerîm’in tabiatından ve ahkâm-ı
ilahîyye’den tamamen uzak ve bihaber olan bu gencin anlayışı
191 MEZHEPSİZLİK
değildir. Benim senden sorduğum karşılaştırma, şu iki anlayış
arasındaki farkı tayin edecek olan karşılaştınnadır. Şu Câhil
gencin anlayışıyla müctehid İmamların anlayışı arasındaki farkı
tayin edecek olan karşılaştırma...Bunların her ikiside ma’sum
değil, genç de müctehid İmam da hatâdan beri değil ama
bunlardan birincisi son derece Câhil ve sathidir; ikincisi ise ilmî
araştırma, sağlam bilgi ve kılı kırka yarareasma dikkat sahibidir.
Dedim.
Adam:—Allâh insana gayret ve takatinin ulaştığı şeyden
daha fazlasını yüklemez... Dedi.
Ben:—Öyleyse şu soruma cevap ver. Bir adam var. Bu
adamın hasta bir çocuğu var. Bu çocuk vücudunda bulunan bir
iltihabın sancısından sızlanıp duruyor. Memleketin bütün
doktorları birlikte muayene ettiler ve cocuğa verilecek olan
belirli ilaçlar üzerinde ittifâk ettiler. Çocuğun babasına, bu
çocuğa penisilin iğnesi vurmanın çok tehlikeli sonuç vereceğini
belirttiler. Eğer bu çocuğa penisilin vuracak olursan, çocuğu
ölüme sürüklemiş olursun dediler... Yalnız çocuğun babası, bazı
tıbbi yayınlardan penisilinin iltihap hallerinde faydalı olduğunu
okumuş ve öğrenmiştir. Bu konuda edindiği özel ma’lumatına
itimat etmiş ve söyledikleri şeylerin dayandığı delili bilmîyorum
diye doktorların sözünü hiç kale almadı ve “Âyet kanaatini”
kullanarak çocuğu penisilin iğnesi ile tedavi etmeye kalktı.
Çocuk iğne vurulur vurulmaz Allâh’ın rahmetine kavuştu. Bu
adam, bu hareketi dolayısıyla rnes’ul ve günahkâr olurmu,
olmazmı? Dedim.
Adam; Biraz düşündü, sonra dediki:—Bu, bizim üzerinde
durduğumuz mes’eleden başka bir mes’eledir. Dedi.
Ben:—Bil’akis, bu bizim üzerinde durduğumuz mes’elenin
aynısıdır. Zira o genç nasıl İmamların icmâ’ını duymuşsa, bu
adamda doktorların icmâ’ını duymuştur. Duymuştur ama bu
adam, doktorların icmâ’ına uymamış, tıbbi neşriyat arasında bu
konuda yayınlanan bir iki makaleye güvenmiş, ona göre hareket
MEZHEPSİZLİK 192
etmiştir. O genç de diğer Âyetleri bir tarafa bırakıp Allâh’ın
kitabından okumuş olduğu bu Âyete itimad etmiştir. Böylece bu
gençde Âyet kanaaatini kullanmıştır. Çocuğun ölümüne yol açan
adamda... Dedim.
Adam:—Kardeşim, Kur’ân nurdur, nur... Hiç nur, bir başka
söze benzenni? Dedi.
Ben:—Kur’ânın nuru, ona bakan ve onu okuyan herhangi
bir insanın aklına aksederde herkes onu Allâh’ın murad
buyurduğu gibi, nur olarak mı anlar yani!... Eğer böyle olsa,
hepsi bu nur pınarından kana kana içtikleri müddetce zikir ehli
olan âlimlerle zikir ehli olmayan Câhiller arasında ne fark kalır?
Bu iki misal birbirine denktir. Aralarında kesinlikle hiçbir fark
yoktur. Yoksa senin bana: Bu iki mes’elenin her ikisinde de
araştırıcının Âyet kanaatinemi tabi olduğuna, yoksa ihtisas sahibi
kimseleremi tabi olup onlarımı taklît ettiklerine cevap vermen
gerekmezmiydi?!...
Adam:—Bil’akis esas olan Âyet kanaattir... Dedi.
Ben:—Adam Âyet kanaatine göre hareket etti, bu çocuğun
ölümüne yol açtı. Bu adam üzerine hiçbir şer’î veya kanuni
mes’uliyet terettüb etmez mi? Bu adam mes’ul değilmîdir?..
Dedim.
Adam; Hiç çekinmeden, ağzını doldura doldura:—Bu
adama hiçbir mes’uliyet terettüb etmez!... Çocuğu öldüren adam
mes’ul o1maz." Dedi.
Ben:—Öyle ise konuya ve münakaşaya senin bu sözün
üzerine son verelim. Zira bu sözünle, seninle aramızda, herhangi
bir bahis veya münakaşayı yürütmemize imkân veren hiçbir
ortak ölçüye yer ve imkân kalmamıştır. Bu sözün, ilmî münakaşaya giden yolu tamamen kesmiştir. Senin bu acaip cevabınla
bütün islâm milletinin sözbirliği ettiği tema dışına çıkmış olman
bana yeter de artar bile... Vallâhi olmazdı. Eğer bu zorba
taassubun adamları olan sizler olmasaydınız, yeryüzünde
193 MEZHEPSİZLİK
(böylesine) zâlim bir taassub ve tarafgirliğin aslâ hiç bir mânâsı
kalmazdı. Câhil bir müslüman Kur’ân’dan karşısına çıkan
Âyetleri anlamak hususunda tamamen “Âyet Kanaatini”
kullanacak... Bütün müslümanlara zıt olarak kıbleden başka
yönlere yönelerek namaz kılacak namazıda sahih olacak!..
Halktan, sıradan bir kimse “Âyet kanaatini” kullanacak,
dilediği kimseye doktorluk yapacak, dilediği gibi tedavi edecek
ve hasta onun eliyle ölecek, birde bu adama: “Allâh senden razı
olsun, sana sıhhat ve afiyet versin.” denecek.
Kendileri Âyet kanaate bu kadar yer ve değer verdikleri
halde, bu adamların bizleri niçin kendi hâlimize bırakmadıklarına
bir türlü mânâ veremedim. Onlarda bizi serbest bıraksalarda
bizde kendi “Âyet Kanaatimizi” kullansak. Dini hükümleri ve
bu hükümlerin dayandığı delilleri bilmeyen Câhillerin müctehid
İmamlardan birinin mezhebine sarılmasının zarûri olduğu,
böylelerinin İmamlara Allâh’ın Kitabı ve Rasûlü ’nün Sünneti
(uyarı)nca göstermiş oldukları şekilde uymalarının bir zaruret
olduğu hususundaki kanaatimize neden hürmet göstermiyorlar
bilmem.
Onlara göre bu görüşün, her yanılış ve her felakete yol
açışında “Âyet Kanaat” sefaatı onu tamamen içine alıp
kurtarsın... Kendi kanaatine göre kıble düzenleyen ve hasta
öldüren kimselerin kendi görüşleriyle Âyet kanaat izhar etmeleri
onlarca bu kanaatlara göre hareket eden kimseler için birer
fazîlet ve birer üstün meziyet sayılsın. Birde adamın kıble dışı bir
yöne dönerek kıldığı namaz sahih; çocuğu öldüren kimsenin bu
davranışı da ictihâd ve doktorluk olsun!... Ne ala...
— VE SONRA —
Ve sonra, ey okuyucu kardeşim: eğer insaf sahibi bir kimse
isen, başını sınırları içerisine koyduğum çizginin dışında tutmak
ta ısrar etmek (ve çizdiğim dairenin dışında kalmakta diretip)
taassup göstermekten kendini kurtarmış, hür fikirli biri isen; hak
ve gerçeği ancak delili ile öğrenmen gerekir. Şüphesiz ki, benim
yazdığım ve açkladığım şeylerde, her gizli kapaklı şeyi açıkça
MEZHEPSİZLİK 194
senin gözünün önüne seren, her türlü karıştırma ve yanlış
anlamaya kapılman ihtimalini önleyen apaçık bir tebliğ vardır.
Eğer sen, sadece düşmanca davranıyor, sana tanıtılan ve
benimsediğin bu fikirlerin müdafaasını yapmak durumunda isen,
bu davranışınla şahsiyet ve benliğinden bir parçasını feda ediyor
ve kendi varlığından uzaklaşıyorsun; demektir. Eğer senin durumun bu ise, bu fikre taassup ve düşkünlük göstermek; insanları
bu fikre katılmaya çağırmaktan başka bir şey elinden
gelmeyecektir. Böyle bir saptantın yok da, benim yazdığım şu
açık ve sarih hakikate birde diğer delil ve parlak bürhanları eklersen, o zaman birşeyler anlar, bir fayda elde etmiş olursun. Çünkü
senin problemin, ilmîn gidereceği bir Câhillikten ibaret değildir.
Fakat mes’ele, hiziplikcilik, taassup ve tarafgirlik problemidir.
Seni bu taraf tutuculuk ve taassuptan kurtarıp, bağımsız ve hür
duruma getirebilecek bir kuvvet varsa o da, senin sadık ve
samimi bir şekilde sadece, Allâh (C.C.)’ü murakabe etmendir.
Senin, bunun dışında hiç bir kurtuluş yolun yoktur.
Sen bu iki bağımlı ve bağımsız adamdan hangisi olursan ol,
benim seni şu hususta uyarmam zarûridir. Her cemaat içerisinde
halkın her gurubunda kendi safları arasına kanıp karışan
insanları, belirli bir davetle kendi gurubuna çağıran bir takım
kimseler vardır. Bu davetçi gurubunun (aslında) bu davete
inanmak ve reddetmek bakımından hiç bir özelliği ve fikri
yoktur. Yalnız onların biricik vazifesi, hizip ve guruplar arasında
alevlenmiş olan husûmet ve düşmanlık ateşini her kül oluş ve her
sönmeye yüz tutuşunda yeniden alevlendirmek ve tekrar
kuvvetlendirmekten ibarettir. Şüphesiz ki bu (körükcü)ler,
(körükledikleri) fikrin esası ve cevheri uğruna kahramanlık pozu
ve gösterişi taslarlar. Yalnız biricik hedef, fikrin aslını kavramak
değil de, benim sana söylediğim husustur yani (guruplar
arasındaki) anlaşmazlık çukurunu daha da derinleştirmek ve onu
mümkün mertebe husûmet, nifak ve şikaka çevirmek mes’elenin
dibini anlama ve anlaşmazlığı ortadarı kaldırmayı sağlayabilecek
şartları olanca gayretle ortadan kaldırmak çabasıdır.
Bu, aklı başında oları hiçbir kimsenin aslâ şüphe etmeyeceği
195 MEZHEPSİZLİK
elle tutulur bir hakikattir. Şu halde, bu tuzaktan kiırtulmanın yolu
nedir?... Araştırma ve anlaşmazlık noktalarını; husürnet,
düşmanlık, ayrıcalık ve nifak uçurumlarmdan uzaklaştırma çaresi
nedir?..
Bu felaketten kurtulmanın birtek çaresi varsa, oda, gerçeği
araştırmada konuya bağlılık ve sadakat ölçüsüne sığınmamız,
hiçbir maksat, meyil veya taassup ve taraflılığı karıştırmaksızın,
pırıl pırıl, tertemiz ilmî delile başvurmamız ve ona sadık kalmamızdır. İşte o zaman anlaşmazlıklar yavaş yavaş eriyecek ve o
takdirde dessaslar, düzenbazlar kendilerinde her iki guruptan da
bir tek kişiyi kindarlık ayrıcalık, buğuz besleyicilik felaketlerine
sevk etme gücünü bulamayacaklardır elbet...
Bu kitabımda ben sana aklın, hakkı tanımak için muhtaç
olduğu her şeyi sevk etmiş bulunuyorum. Kürrâs sahibinin aslı
astarı olmadık nakilleri, üstelik hakikate zıt bir şekilde, nasıl
aktardığı senin gözünün önüne açıkca serilmîş oldu. Yazarın
yaptığı nakilleri kendilerine nisbet ettiği âlim ve fakihlerin, onun
davasının tamamen aksini açık bir şekilde nasıl ortaya
koyduklarını gördün... Ta Sahâbeler devrinden şu günümüze
kadar, müslümanların cumhur’unun neye icmâ ettiklerini gördün.
Şüphesiz ki benim bu konuda yaptığım açıklama ve söylediğim
sözleri, dikkatle ve düşünerek okudun. Allâh’a yemin ederim ki,
insaf sahibi hiçbir kimse benim, konuyu incelerken bir kimseye
işlemediği bir günahı isnad edip iftirada bulunduğumu; yaptığım
nakillerle oynadığımı veya delilleri sunarken konuya bağlı
kalmaktan ayrıldığımı iddia edemez.
Ey kardeşim, şu halde, müslüman toplulukların her asırda
sarılmış olduğu ana caddeye yönel... Müslümanların cumhur’unu
destekleyen, her türlü aşırılıktan, ifrad ve tefritten uzak bir
mücadele ile onları müdafaa ve muhafaza eden bir mevkide yerini al... Onları, delilin her şeyde biricik esas olduğu hususunda
destekle. Yalnız bunu, söz konusu delili iyice tanıyıp
anlayabildiğin zaman yap... Başını taşkınlık ve aşırılık yolunu
tutan bir vasıtayı kendisine aslâ binek yapmasın. Zira bu, her
musibet ve her belanın başı ve esasıdır. Bir kuvvet ve bir kudret
MEZHEPSİZLİK 196
varsa, oda ancak, en yüce ve en büyük Allâh (C.C.) iledir.
O’nsuz kuvvet, O’nsuz güç, kocaman bir hiç...
EK
İkinci baskının metinlerini hazırladıktan veya baskısının
yapılması için gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra elime, EsSeyyid Muhammed İ’d Abbâs’i’ye nisbet edilmiş: “ASIL
BİD’AT MEZHEPSİZLİK TAASSUBUDUR” anlamına gelen
“El-Mezhebiyyet-ül-Mutaassıbetü hiye-l-Bid’atü”, adlı kitaptan
bir nüsha geçti. Bu kitap, benim kitabımı konu almış ve kitabımda ileri sürdüğüm fikirlerin tenkit ve cevabını ihtivâ
ediyordu.
Kitabımın cevabı sadedinde yazılmış olan bu kitapta,
gözümden kaçmış bazı faydalı taraflar bulur ve bu sayede
yazdıklarımı tashih edebilirim ümidiyle, kitabımın yayınını
yapan zata biraz ağır davranmasını işaret ederek, adı geçen kitabı
okumaya başladım... Olur ki kitapta; bazı araştırmalar ve
açıklamalar yapmamı gerektiren, bir kısım karışıklık ve
kapalılıklara işaret edildiğini görür, bu sayede kitabımda
yazdığım konuları, karışıklığı önleyecek ve kapalılılğı açacak bir
başka tarza sokarım dedim.
Fakat ben, fikirlerimin cevabını teşkîl eden bu 350 sayfalık
kitabı okuduğum zaman, yazmış olduğum şeyleri yeniden
gözden geçirmeyi gerektiren hiçbir husus bulamadım. Nihâyet
ilave ettiğim bu son ekin, herhangi bir lüzumsuz fazlalık yaparak
vakit kaybına yol açmaktan beni kurtaracağı kanaatine vardim.
Bu kitabın bütün konuları alev alev yanan, son derece
şiddetli ve hararetli bir küfür ve hakaret ateşinin göbeğinde,
hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın, yönü ne kadar haktan inhiraf
ederse etsin, hiçbir âlime ait hiçbir kitapta benzerini aslâ
bulamadığım acaip bir gizli sızı, (enteresan bir kuyruk acısı)
içerisilide kıvranmaktadır...
Bu kitabın kin ve garazla dolu bir kitap olduğunu bilmeme
rağmen, ben okuyuculardan bununla hernekadar en ağır ve en
197 MEZHEPSİZLİK
ağza alınmaz küfürlerin enva-ı çeşidi ile kendime yapılan
küfürleri okumaya davet etmiş oluyorsam da -sakat fikirlerine
kapılma tehlikesinden kurtulmak için- bu kitabı şöyle bir kontrol
etmesini, sonra da sonuna kadar sabırla okumasını istiyorum.
Zira diğer (sakat) fikirleri yanında, sözün bu türlüsü üzerinde
durmada, bu adamların hüviyetini ve gerçek seviyelerinin ne
olduğunu açıkca ortaya koyan bir şeyler ve beni -onların
tehlikesinden insanları korkutup sakındırmak için- sözü
uzatmaktan kurtaracak pek çok deliller vardır. Onlar en hayırlı
selef-i sâlihlerimiz (R.A.)’i ve onların en değerli kitaplarını ve
te’liflerini küfre boğduktan ve hakaretlere batırdıktan sonra,
benim, onların şahsıma yağdırdıkları küfür ve hakaretlerinin
bulaşıkları ve lekelerinden hiçbirini üzerimden silkmeye
kalkmam gerekmez. Zira İmam-ı Gazâlî, (onların nazarında),
sapıklığı yüzünden din dışı kalmış bir kimsedir. İmam
Bacuri, onların verdiği hüküm ve söyledikleri söze göre:
ahmaktır. İmam-ı A’zam Ebû Hanife, onların nazarında
Câhil bir adamdır. Ezberlemiş olduğu bir kaç hadîs dışında
hiçbirşey bilmezdi. Kendi kanaatlarına göre, Eş-Şeyh
Muhammed Hamid Rahimehulah: mecusilerin yolunda
yürüyen, ateşpereslere tabi ve onlar ne yaparsa onu yapan
bir adamdı. Ve daha O’na reva gördükleri neler, neler... O,
benliği soyulmuş ve ahmak bir avuç gençten başka bir şey
değilmîş. Etrafına sadece Âyetyetsiz ve aptal bir kaç genç
toplayabilmiş, o kadar... İşte bu saydıklarımız, aralarındaki
büyük küfürbazların bu yüce zatlara dillerinin varıp da,
onları vasfettikleri şeylerin sadece bir kaçından ibarettir.
Onların değeri en az olanına hizmetci olma derecesine bile,
u1aşamamış bir kimse olduğum halde; benim ilmim ak1ım ve
yaratılışım hakkında bu küfür ve hakaretlerin kat kat fazlasına
maruz kalmış olmam tabii değilmîdir?!
Artık bundan sonra -bu adamlar, bu yüce zatlara şu vasıfları
reva gördükten sonra- kitaplarını, başında Allâh Teâlâ’nın
besmelesi bulunmayan ve ebter bir kitap olarak bulduğuma
MEZHEPSİZLİK 198
şaşmadım. Kitabın başı besmeleden ve hayırlı neticeden kısır
oluşuyla, diğer bölümleri birbiriyle insicamlı olarak, gelmiştir.
Başı, kitabın özelliği ve tabi’atını, ehemmiyet derecesini ve
yazarlarının Rasûlüllâh (S.A.V.)’in sünnet ve hidâyetine bağlılık
derecelerini göstermektedir.
Ben, az sonra gelecek olan sayfalarda, adı geçen kitap
üzerinde yaptığım yorumu sunacağım. Bunu yaparkende, İslâm
âleminde tazimle anılan tanınmış bir islâmi Âyetyetin bana
verdiği: bazı komşu arap ülkelerinde geçirdiğim birkaç günden
bu yana, aklımdan hiç çıkmayan bir nâsıhati hatırlayarak, söz
konusu kitaptaki, her asil ve şerefli kişinin içine düşmekten beri
ve yüce olduğu düşük ifadelerden uzak kalacağım. Bu tanınmış
zat bana şöyle demişti: “- Sen mücadele yaparken, bu
adamların seni kendi seviyelerine düşürmelerinden sakın.
Zira bütün halef ve selefiyle, müslümanların cumhur’una
karşı, onların kalplerinde öyle bir kin vardır ki; bu dehşetli
kin onlara, kendilerine muhalefet eden herkesin ırz ve
nâmuslarını dile düşürtür ve ayaklar altına aldırtır .”
Eğer bu kitabın hatâlarının peşine düşmüş olsaydım, ondaki
kamuflajları, gerçeği gizleme çabalarını ve kelimeleri yerinden
oynatıp, sözler üzerinde nasıl tahrîfat yaptıklarını, çeşitli fikir ve
ta’birlerle ne türlü oynadıklarını açıklayacak olsaydım; o zaman
beni, içine düşmüş olmakla kendimi gerçekten alçaltmış
olacağım aşağılık bir seviyeye indirmiş, çok uzun bir vakit
kaybına yol açacak bir konuya girmiş, Allâh’ın rızasını elde etme
gayesi güden iş ve amel hududları dışına çıkıp, bu yüksek gaye
ile hiçbir ilgisi olmayan; karnımın şişini indirme, şunun bunun
ırz ve narnusuyla uğraşma, izzet-i nefis sahibi her şerefli kişinin
uzak ve münezzeh bulunması gereken çekişme ve kavgalara
girmiş görürdün.
Eğer
bütün
müslümanların,
onlara
aldanmaktan
sakınmalarını sağlamak için, bu adamların durumları ve iç
yüzlerine işaret ve tenbih zarureti olmasaydı; kendimi bu kitaba
199 MEZHEPSİZLİK
ta’lik ve yorum yapmak sadedinde birtek harf bile yazma
sıkıntısına sokmazdım...
Fakat ben bu kitabın değerini, ilmî emanet; islâmi vazife ve
vecibe ölçüsünde tanıtmak için, yeteri kadar bilgi vermek
zaruretinden bir kurtuluş çaresi bulamadım.
Şimdi bu kitap üzerine yaptığım yorumu, aşağıdaki noktalar
çerçevesi dâhilinde kısaca beyan edeceğim:
1-) Kitabın kapağı
üzerine:
“MUHAMMED
İ’D
ABBÂSİ”nin kalemiyle ifadesi yazılmış... Halbuki kitap ne bu
adamın kalemiyle yazılmış, ne de onun te’lifi... Ancak -herhangi
bir fikirden çıkarılmış bir sonuç olarak değil de, yakinen
bildiğimiz gibi- kitabın yazılmasında, hem Üstad Nâsıruddîn-il
Elbânî, hem de Mahmud Mehdî-l İstanbuli ve hem de Hayreddin
Vanli, birbiriyle yardımlaşmışlardır, Es Seyyid Mahmud Mehdî,
onlara sadece kitabın bazı bahislerinden, hiç denecek kadar az bir
kısmının yazılmasında katılmıştır.
Müellif efendilerin bize, aşağıdaki şer’î sorunun cevabını
memnuniyetle vermeleri gerekir:“Müslüman bir adamın, kendi
sözünü başkasına ait bir sözmüş gibi göstermesinin hükmü
nedir?!.. Böyle bir insan, ne diye isimlendirilir?!... Buradaki
yalan, hangi kabül edilebilir şer’î hilenin içine sığar?!..”
Yemin ederim ki, İmam-ı Şafi’î’nin, kendisine ait bir sözü
yazıp da, ondan sonra onu başkasına ait bir söz olarak
gösterdiğini veya başkasının sözünü alıp da, onu kendine isnad
ettiğini bilseydim, O’na olan güven kalbimden silinir, O’nun
naklettiği hiç bir hüküm veya rivâyet ettiği hiçbir hadîs veyahutta
üzerinde ictihâd yaptığı hiçbir mes’ele karşısında O’ndan emin
olmaz ve O’na güvenmezdim.
Peki, böyle bir şeyi hem Şeyh Nâsır ve hem de Mahmud
Mehdî nasıl yaparlar?!...
2-) Bu yazarlar bana şunu nisbet etmişler ve hakkımda
şunları söylemişlerdir: “ Ben, BİR MÜSLÜMAN BELİRLİ
MEZHEPSİZLİK 200
BİR MEZHEBE TABİ OLMAK ZORUNDAMIDIR?
anlamına gelen: HEL’İL-MÜSLİMÜ MÜLZİMÜN-BİTTİBA’I MEZHEBİN MU’AYYENİN adlı kitabın yazarının
varlığını kabul etmemişim. Halbuki O’nun müellifi: E-Şeyh
Ma’sûmî El-Hucendî’imiş. Ben ise selefilerden birinin bu kitabı
yazdığını ve halktan ismini gizlediğini söylemişim!...
Mezhepsizlik adındaki şu kitabımda, (bu hususta) yazılı
bulunan sözlerimin metni işte “Birisi, BİR MÜSLÜMANIN
DÖRT MEZHEPTEN BELİRLİ BİRİNE TABİ OLMASI
ZARURİMİDİR? adını verdiği bir formalık bir kitabı
yayınlamış, Kitabın üzerine isminin yazılmamasını ve
kendisine ait olduğu bilinmemesini istemiştir. Ve kendi te’lifi
olan bu kitabı Mescid-i Harâm’da müderrislik yapmış,
Mekke’li Muhammed Sultan El-Ma’sumi El-Hucendî’ye
nisbet etmiştir. (1)
Şu halde, kitap, yazılıp hazırlanmasından değil de;
sadece yayımından ismini gizleyen bir adama nisbet
edilmiştir. Bu da güya, reddedilmesi mümkün olmayan
dürüst bir nisbetmiş! Bu işi kitabın naşiri yapmıştır. Fakat
benim söylemediğim bir şeyi, yazarların bana nisbet
etmelerinin mânâsı nedir? Mânâca aralarında büyük bir
farklılık bulunmakla beraber, kitabımda mevcüd olan: (ONU
YAYINLADI) anlamındaki: (NEŞERAHA) kelimesi
yerine, ağzımdan aslâ çıkmamış olan: (ONU YAZDI)
anlamındaki: (KETEBEHA) kelimesini koymaya onları
sevk eden sebep nedir?!... Yukarıda bir örneğini daha
görmüş olduğumuz bu işin adı ve İslâm’daki hükmü nedir?
3-) Yazarlar: -“Bizim, mezhepler hakkında işgal ettiğimiz
yer (sahip olduğumuz kanaat), ictihâd ve taklîd hakkındaki
görüşümüz” başlığı altında,(2) ictihâdın sahih olmasının şartını,
İmam-ı Gazâlî’nin El-Müsteafa adlı kitabında bu konuda
(1) Bak: Bu kitabın 68. Sayfası
(2) Hel-il-Müslimu Mülzimün b-ittibâ-i Mezhebin
mu’ayyenin, Sh:13
201 MEZHEPSİZLİK
kaydettiği
fikirlere
dayanarak
zikrediyorlar.
Gazâlî
Rahimehullah’ın, bu konuyla ilgili olarak söylemiş olduğu sözler
şunlardır: -“İkinci şart, ictihâdla ilgili olan ana şarttır. Bu da
âlimin, ona: (şeri’atın kavramlarına) bakmak sûretiyle,
şüpheyi uyandırmaktan iyice emin olarak, şeri’at’ın
medarikini, (mânâ ve kavramlarını) ihâta etmiş olmasıdır.
Bu da ahkâma ait verimli medariki ve onlardan faydalanma
şeklini bilmek sûretiyle olur. Bütün bunlar da ancak sekiz
ilmî bilmekle gerçekleşir. Bu ilimlerde. KİTAP, SÜNNET,
İCMA; AKIL (Mantık), KIYÂS ve USÜL-Ü FIKH’ı bilmek,
DİL, NAHİV, NASÎH MENSÛH ve MUSTALAH-UL
HADİS ilimlerini bilmekle olur.(3)
Sonra yazar, Ma’sûm’i’nin Kürrâs’ında söylediği sözlerin
doğruluğuna, Gazâlî’nin şu sözüyle şahid getiriyor: -“Bu
(ictihâd) yolu (nu)’n tahsili kolaydır. Bu iş için MUVATTA,
SAHİHAYN, SÜNEN-İ EBİ DAVUD, CAMİ’İ TİRMİZİ ve
NESEİ’den fazla kitaba hacet yoktur. Bu kitaplar ise ma’lum
(3) Evet, biz billyoruz ki, bu kitabın yazarları. İmam-ı
Gazâlî’ye saldırmıyor ve O’nun için bir fazîlet
veya O’nun sözünden herhangi bir şeklide
kendileri lehine şahit getirmeye yarayan bir ilm(i
dayanak) görüyorlar, ama tam aksine olarak
aralarındaki koca küfürbazların. Gazâlî’yi dinden
çıkmış, dalâlete düşmüş, sapık ve başkalarını
septırıcı, İslâm’dan inhiraf etmiş bir kimse
saydıklarını da, biliyoruz. Ben, şu durum
karşısında şaşkınlıktan donakalıyorum (doğrusu)...
Bu adamlar, nasıl oluyor da, İmam-ı Gazâlî’ye
hem bütün bu iftiraları atıyor: hem de O’nun sözlerini davalarına şahit gösteriyor ve O’nun
görüşüne başvuruyorlar, hayret ediyorum!... Galip
zannımca bunlar, bunu sadece “FAZİLET,
DÜŞMANIN ŞAHİT OLDUĞU ŞEYDİR.” Yani
düşmanların bile kabûl etmek zorunda kaldığı şey
de fazîlet ve üstün değer değilse fazîlet nedir
babından yapıyorlar herhalde...
MEZHEPSİZLİK 202
ve meşhur kitaplar... Bunların tahsili çok kısa bir müddet
içinde yapılabilir. Sana düşen bunu tanımaktan ibarettir.
Şâyet sen bunu bilmiyor da bazı kardeşlerin senden önce
davranarak bunları öğrenmiş ve senin bildiğin bir dille sana
öğretmişlerse, artık bundan, (yani, bir kardeşin sana bu
hadîsleri anlatı verdikten) sonra, (ictihâd yapmak için), senin
hiçbir ma’zeretin kalmamış olur.”
Görülüyor ki İmam-ı Gazâlî mutlak ictihâd rutbesine
ulaşmak için, sekiz ilmi sağlam bir şekilde bilmeyi şart koşarken,
Ma’sûmî’de bunun için, sadece çarşılardan hadîs ki tapları satın
alma şartını ileri sürüyor ve ilave ederek diyor ki: “ -Bu
kitaplar, tanınmış kitaplardır. Senin onları elde etmen gâyet
kolaydır. Şeyh Nâsırda sana; Ma’sûmî’nin, Gazâlînin
sözünün doğru olduğuna şehadet ediyor!...”
Nâsıruddîn-il-Elbânî, sadece bu (yalan)’a şahitlik etmekle
de kalmıyor, üstelik buna bir de: “-Hucendî’nin Gazâlî’den
naklettiği, Kütüb-ü Sitteyi, elde eden kimsenin, ictihâd
yapabileceğine dair olan sözünün, doğruluğu sabit olmakla
sen, Dr. Büti’nin, El-Ma’sûmi Rahimehullah’ın: - (İctihâd
basit ve kolaydır, ..ilh..) şeklindeki sözünü alaya alırken,
hatâya düştüğünü anlarsın.” diyor.
Bir şeyin zıddı ve nakızı ile, o şeyin sahih olduğuna şahit ve
delil getirmeye kalkan adamın (aklına) yanarım!..
4-) Yazar, “BİZİM, MEZHEPLER HAKKINDA İŞGAL
ETTİĞİMİZ YER, (Sahip olduğumuz kanaat), İCTİHAD VE
TAKLİD KONUSUNDAKİ FİKİRLERİMİZ”, başlığı
altında, içlerinden: “-Câhil bir adamın (başkalarını) taklîd
etmesi harâmdır,” diyenlerin bulunduğunu inkâr ettiği gibi;
kendisine ve kendi gibilere ait olduğu söylenen: “-Her ferdin
(dini hükümlerde) bizzat kendisinin ictihâd yapması
gerekir.” Tarzındaki görüşlerini de reddetmekte ve böyle bir
fikri onların söylemediklerini iddia etmektedir.(4)
(4) Bak:Hel-il-Müslimü Mülzimün B-ittiba’ı Mezhebin
Mu’ayyenin adlı kitap, Sh: 15
203 MEZHEPSİZLİK
Ben derim ki: - Üstad Nâsır ve bazı cemaati, bazı
(özel)şartlar içerisinde, bazı meclislerde bu gibi sözleri sarf
ederler. Sarf ederler ama onlar (ın fikirlerin)’e kendilerini
kaptırrnış olan herkesin bildiği gerçek şudur ki: Onlar, üzerinde
kendi baskı ve otoriteleri bulunan hiçbir kimseyi, dört
İmam’a karşı olan itimad ve güvenini, o kimsenin kalbinden
çekip atmadıkca, ona kendisinin de dört İmam gibi bir kimse
olduğu, (ahkâm-ı ilahîyyeyi) dört İmam’ın anladığı gibi,
kendisinin de anlamaya ve onların ictihâd yaptığı gibi,
kendisinin de ictihâd yapmaya muktedir olduğu hissine
kapıldığını görmedikce, onu aslâ başıboş rahat bırakmazlar.
Adamı bu hale getirdikten sonra ona, kitap ve sünnet’ten
delilini sormadıkca hiçbir şer’î hükmü kabul etmemesi
mükellefiyetini yüklerler. Uzun zamandır biz onların
avâmdan ve Câhil halktan olan uydularının camilerde ve yollarda (bazı) İmam ve âlimlerln yollarını kesip, Şafi’î’nin ve
Ebü Hanife’nin ictihâdları hakkında, onlarla münakaşa ve
kavga ettiklerini; kendilerinin şu dört İmam’ın taklîd
edilmesine karşı ve düşman olmadıklarını, ancak biricik
dayanaklarının sadece Kitap ve Sünnet’ten ibaret olduğu
fikrinde amansız bir şekilde ısrar edip direttiklerini çok
görmüşüzdür. Eğer içlerinden birisine, Kur’ân-ı Kerîm’den sana
üç Âyet okumasını teklif etsen, bu üç Âyeti okurken sana bir
yığın hareke hatâları, bir sürü telaffuz bozuklukları, tutukluklar
ve yanlışlıklar işittirecektir!...
Durumlarını vasf ettiğimiz bu adamlar, Merih yıldızından ya
da bir başka âlemden gelmiş kimseler değildirler. Aksine bunlar bu kitabımızın içerisinde de söyleriğimiz gibi- bir insan
kalabalığıdır ki; onlar yüzünden başı derde girmedik, onların
âlimlik taslayan Câhilliklerinden eza çekmedik ve haddi
hudûdu olmayan ictihâdlarından cefa görmedik hiçbir
mahalleli, şehirli veya cami cemaati bulmak mümkün
değildir.
MEZHEPSİZLİK 204
5-) Adı geçen kitabın otuzüçüncü sayfasında bizim,
müctehid ve mukallid mertebeleri arasındaki üçüncü mertebeyi
teşkîl eden “müttebî” mertebesini hiç nazar-ı i’tibara almadan,
insanları sadece; müctehid ve mukallid diye iki kısma ayırmış
olmamızı aleyhimize (delil olarak) ele alıyor. Bizim bu konuda
vardığımız hüküm ve verdiğimiz karar şu iki husustan ibaretti:
“Müttebî” netice i’tibariyle ya (mukallit)’tir, ya da
(rnüctehit)’tir. Şâyet o, delilleri tanıma ve gereği gibi
değerlendirme gücüne sahip değilse, bu dereceyi ihraz
edememişse, mukallid durumunda; yok öyle değil de delilleri
hakkıyla, anlayıp değerlendirebilecek mertebeye ulaşmışsa
müctehid durumundadır. Bizim tesbit etmiş olduğumuz buydu.
Yazar ise, bizim ağzırnızdan çıkan hatâya (!) karşı, (red olarak),
İmam-ı Şâtıbî’nin El-i’tisam adlı eserinden naklettiği bir metni
(kendi iddiasının doğruluğuna) delil getirmeye kalkıyor. Ey
okuyucu, senden nakiller üzerinde yapılan tahrîfat, tezvir ve
yalan ameliyesi üzerinde biraz durmanı ve bu adamların
İmamlara ağızlarından aslâ çıkmamış sözleri söyletme çabaları
üzerinde azıcık düşünmeni istiyorum. Düşün... Benimle birlikte
düşün ki, bu adamların iç yüzlerinin ne olduğunu, kalplerinin
ihtivâ ettiği şeyin gerçeğini iyice anlayasın...
Yazar, bizim “rnüttebi” mertebesini, müctehid ve mukallid
mertebelerinin ortasında yer alan bir üçüncü mertebe
saymamakla hatâya düşmüş olduğumuza şunları şahit getiriyor:
İmam-ı Şâtıbî demiştir ki: “-Şeri’at’ın ahkâmı ile mükellef
olan kimse mutlaka şu üç durumdan biri üzeredir. Bu
durumlardan biri, o kimsenin şeri’atın ahkâmı hususunda
müctehid olmasıdır. Böylesinin bağlı kalacağı hüküm,
ictihâdı onu hangi hükme iletmişse, o hükümdür. İkincisi, o
kimsenin hâkim ilimden toplu halde yoksun, katkısız
mukallid olmasıdır: Böylesinin de elbette ki, KENDİSİNİ
GÜDECEK BİR ÇOBANA ve KENDİSİNE KOMUTA
EDECEK BİR KOMUTANA ŞİDDETLE İHTİYACI
VARDIR. Üçüncüsü, o kimsenin müctehitler derecesine
205 MEZHEPSİZLİK
ulaşmamış; fakat delili, delilin değerini, tuttuğu yeri anlar ve
anlayışı, ilgili yorum yerleri ve benzeri kaynaklar hakkında
mu’teber, muraccah ve üstün yanları tercîh etmek için sâlih
ve sağlam bir fikre ve anlayış (gücün)’e sahip bulunur.” (5)
Yazar, burada İmarn-ı-Şâtıbî’nin sözüne son verir; paragrafı
bile tamamlamadan ve Şâtıbî’nin bu üçüncü gurubun âkıbetinin
nereye varacağına dair olan sözünü kayd etmeden yaptığı naklin
üzerine parantez çizgisini kapatır geçer. Biz aktarılan bu metnin
aslına, Şâtıbî’nin El-i’tisâm adlı kitabının üçüncü cildinin 253.
sayfasına tekrar dönelim ve güvenilir yazar (!)’ın hazf ettiği ve
üzerine parantezi kapattığı cümleleri okuyalım. Göreceğiz ki,
karşımıza hemen şu cümleler çıkıverecektir.
“Böyle: (Müctehid derecesine ulaşmayıp delili
anlayabilen ve tercîh yapabilen) bir kimsenin yaptığı tercîh
ve ileri sürdüğü görüş ya tamamen mu’teber ve makbul olur
veya olmaz. Eğer biz onu mu’teber ve makbul sayarsak, o
kimse bu yönden aynen müctehid gibi olur. Müctehid ise
ancak hâkim olan ilme tabi’dir, geçerli olan bilgiden tarafa
bakmakta ve ona doğru yönelmiş bulunmaktadır. İşte
bunların müctehide benzeyenleri böyledir. Eğer biz ona
i’tibar etmeyecek, yaptığı tercîh ve ileri sürdüğü görüşü
makbul saymayacak olursak, o kimsenin avâmdan olan bir
Câhil kişi derecesine inmesi zarûridir. Avâmdan olan Câhil
kişi ise, onu (gerçeğe) hâkim olan ilmin aslına yöneltmesi
cihetiyle ancak müctehide tabi olur. İşte avâm mevkiine
düşen kimsenin durumu da böyledir.”
Öyle ise “müttebî”nin durumu ve dönüp vardığı yer nedir?
Yazarın, sözüyle şahit getirdiği Şâtıbî’nin nazarında“müttebî”in
neticede işgal edeceği yer neresidir?.. Evet, gördüğün gibi, onun
netice i’tibariyle dönüp varacağı yer: Ya -eğer müctehid derecesine ulaşmışsa- müctehide katılması ve onun yanında yer
almasıdır; ya da -bu mertebeye ulaşmaya gücü yetmemiş ise(5) Bak:İmam-ı Şâtıbî’nin El-İ’tisam adlı eseri, Sh:35
MEZHEPSİZLİK 206
avâmdan olan Câhile katılması ve Câhilin yanında yerini
tutmasıdır. İşte bizim dediğimiz ve tesbit etmiş olduğumuz şey
de tamamen bu idi.
Fakat emin (!) yazar, Şâtıbî’nin sözünü, nihâyet metin kendi
maksadının zıddını gösteren bir görünüş arzedince, Şâtıbî’nin
sözünün sonucu ve semeresi demek olan kısmı kesiyor. Nassın
kendi lehine olan bu kesik kısmını alıyor ve onunla kendi
davasının doğruluğuna ve bizim hatâya düştüğümüze şahit
getiriyor. Üstelik ne kadar enteresandır ki bir de ben bu metni
görmüşüm de anlayamamışım, bilmediğim şeyden faydalanmaya
ve bu hususta nereye bastığını bilmeyen kör devenin yürüyüşüyle
dabalamaya kalkmışım!...
Ey okuyucu kardeşim, bana izin ver de sana şu soruyu
sorayım. Bir müslüman, yaptığı nakilleri ve başkalarının
sözlerini böylesine tezyif edip bozan ve - gördüğün gibi - sözleri
bu derece yerinden oynatıp tahrif eden bir kimsenin dininden
nasıl emin olabilir, sonra o müslüman, böyle bir kimseye nasıl
itimad eder de İslâm Şeri’atının ahkâmını ondan alabilir? Üstelik
bir de İmamların sözleri ve ictihâdları karşısında o adama
güvenebilir? Nasıl?.. Bir müslüman için bu nasıl mümkün olur?
Hangi müslüman olursa olsun, bir müslümanın bunu yapması
kolaymıdır?!...
Şâtıbî’nin El-İ’tisam adlı kitabı elinde bulunan herkesten,
üzerinde düşünmesi, ibret alması ve bu adamların dalavereleri
karşısında dini hakkında basîretli ve uyanık olması için, bu
kitabın Matbaat-ül Menar baskısının üçüncü cildinin 253.
sayfasına mutlak surette bakmasını istiyorum.
6-) Ben, müslümanların Cumhur’una göre müttefek-un-aleyh
olan şeylerin neler olduğunu îzâh etmiş, ancak fer’î mes’eleler
hakkında taklîd’in bütün şartlarıyla sahih ve câiz olduğunu
açıklamış bulunuyorum. Fer’î mes’elelerle zannî delillere
dayanan hükümleri kast ediyorum. İmanla ilgili mesleleler ve
buna benzer kesin deliller üzerine oturtulmuş hükümlere gelince,
207 MEZHEPSİZLİK
bunlarda taklîd câiz olmaz. Fer’î delillerin çok büyük bir kısmı
zannî deliller üzerine oturtulmuştur. Dolayısıyla, bunlar hakkında
ictihâd yapmak ve ictihâdı esas almak normaldir.
Fakat üstad Nâsır, Mahmud Mehdî ve Hayreddin Vanli
efendilerle ortaklaşa yazdığı bu kitapta şöyle diyor: “-Ben taklîd
mes’elesinde îmânla dini, akide ile şeri’atı birbirinden
ayırmakta
hatâ
ettim.
Fer’î
hükümlerin
büyük
çoğunluğunun zannî deliller üzerine oturtulmuş olduğunu
söylemekle de hatâya düştüm ...”
Yine Üstad Nâsır’ın fikirleri cümlesindendir ki - Kesin
îmân ve fer’î mes’elelere ait ictihâd hükümlerinin herbirinin
de ahad haberler gibi, zannî deliller üzeline oturmuş olması
yerinde ve uygundur... (6) Aksi takdirde Peygamber (S.A.V.),
ahad-ı nas (demek olan yalnız başına bazı ashab)’ı,
müslümanlara
îmân
mes’elelerini
öğretmek
için
görevlendirip (bazı belde ve kabilelere) göndermekle nasıl
iktifa ederdi?!”
Ben derim ki: Üstad Nâsır’ın yalnız başına kaldığı çeşitli
fikirleri içerisinde, bu fikrinden daha garip ve daha acaibini
görmüş değilim. Ben, bu kitabımın içine aldığı fikirlerin çoğu
hakkında onun bana muhalefet etmesini beklerdim ama bir tek
adam hariç, o da mûtezileden Abdullah Bin El-Hasen ElA’nberî’dir, cemâhîr-i ulemânın, eski, yeni bütün İmamların
üzerinde icmâ edip söz birliğine vardıkları bu ilmî hakikat
hakkında onun bana muhalefet edeceğini veya benim hatâya
düşmüş olduğumu söyleyeceğini hiç ummaz ve kat’îyyen
beklemezdim!...
Bu hakikat, herşeyden önce ilmî bir kâidedir. İçerisine
muhalefetin girmesi mümkün olmayan aklî delillerin ilk
prensipleri bu kâideye delalet eder. Sonra Sahâbenin gerçeği ve
onlara muvazi olan hakikat de, şimdi göreceğimiz gibi, yine bu
(6) Bak:Hel-il-Müslimü Mülzimün B-ittibü’ı Mezhebin
Mu’ayyenin adlı kitap, Sh: 15
MEZHEPSİZLİK 208
kâideyi gösterir.
Aklî delile gelince: bu, zannî mukaddimelerden, (önerme)
aklı başında olan kimselerin üzerinde icmâ ettikleri hükümdür.
Bu da ançak zannî bir durum ortaya koyar, İlmi, kat’î hakikate
gelince bu, mukaddimeler ve mukaddimeler gibi kesin
delillerden başka hiçbir şeyle gelmez. Kesin deliller üzerinde
duran bir doktor (düşünelim). Bir kimse bir fincan dolusu zehiri
yutmuş ve mesela yarım saat sonra ölmüştür. Bu doktor bu
adamın zehiri içmesi üzerinden yarım saat geçince öldüğüne
kesin karar verir. Bunun üzerine bazı zannî delillerden başka hiçbir şey bulamayan bir adamın da, neticenin ortaya çıkışına zan
yürütmekten başka hiçbir çaresi yoktur.
Bu hakikat, öyle bir hakikattir ki, bunda aklı başında hiçbir
kimse aslâ şüpheye düşmez. Binaen aleyh biz, ahad haberler gibi
olan zannî delilin tek başına Allâh Teâlâ’nın kesin kararla bizi
mükellef kıldığı îtikâda alakalı temel, prensiplerden birine dayanak ve senet olması mümkün değildir. Bunun için, kıyamet
gününde vücutların âkıbetinin neye müncer olacağı konusu gibi,
îtikâdi mes’elelere dair zannî delillerin müstekillen
dayandırılacağı prensibin ne olacağı ve buna ait genel bir kâide
bulunamaması sonunda mı, yoksa bu mes’elelerin bölümlerine
ayrılmasından sonra mı hükme bağlanacağı üzerinde durmuşlar
ve bu mes’eleler üzerinde kat’î bir delilin ikame edilmesinin
mümkün olamayacağı sonucuna varmışlardır. Bunun içindir ki,
yukardaki iki ihtimalden biriyle kesin karara varmakla insanları
mükellef tutmak demek, güç ve kudretin dışında kalan bir şeyle
mükellef tutmak demek olacaktır. Dolayısıyla, bu iki ihtimalden
hiçbiriyle itikad vâcip değildir.
Bu sözün mânâsı açıkça ortada iken, şeyh Nâsır nasıl olurda
ahat haberler gibi zannî delillerle kesin ve yakini hükme
varmanın yerinde ve doğru olacağını tasavvur edebilir?!...
Şeyh Nâsır bu şüphesine şu husûsi delil getiriyor ve diyor
ki: “-Rasûlüllâh (S.A.V.)’in elçilerinden her biri, fer’î
209 MEZHEPSİZLİK
hükümleri Rasûlüllâh’tan alıp halka nasıl tebliğ ediyor
idiyse, inanç ve akide prensiplerini de öylece tebliğ ederdi.”
Bu iddianın cevabı -İmam-ı Gazâlî ve diğer âlimlerin
kaydettikleri gibi- şudur: “Bu elçiler, hiç bir akide mes’elesini
Rasûlüllâh (S.A.V.)’den alıp insan1ara tebliğ etmek için
(görevlendirilmîş) değillerdiki, halk bu elçilerin haber
verdikleri ve tebliğ ettikleri şeylerin doğruluğunu tasavvur
etsin... Aksi takdirde onlar, Rasûlüllâh’ın peygamberliğini
henüz tasdik etmemiş oldukları halde, onları O’nun elçisini
tasdik etmelerine sevk edecek olan amil ne olabilirdi!..”
Gazâlî bu konuda şöyle der: “-Risâlet ve îmânın esasını ve
peygamberliği insanlara bildirme (mes’elesin)e gelince, bu (iş
haber-i ahad üzere kaim) olmaz. Çünkü Rasûlüllâh
(S.A.V.)’in elçileri (insanlara, henüz Rasûlüllâh (S.A.V.)’in
Risâletini tanımamış oldukları halde,) nasıl olur da
Rasûlüllâh size beni tasdik etmenizin zarûri olduğunu söyledi
diyebilir. Ama bu insanlar, Rasûlüllâh (S.A.V.)’in Risâletini
tasdik ettikten sonra, Rasûlüllâh’ın onlardan gönderdiği
elçileri dinlemelerini istemesi; bu suretle onların da bu
elçileri dinlemeleri mümkündür...”
Bu bir taraftan... Diğer taraftanda kendisine ulaşan zanna
dayalı bir haber-i ahad’e binaen Allâh’ a îmân eden kimsenin
îmânı, aslında bu haberin dayandığı delil üzerine ikame
edilemez. Bil’akis o kimse îmânını kesinlik ve yakınîliğin ortaya
koyduğu aklî ve bedîhî deliller mecmu’ası üzerine ikame eder.
Zira ona gelen haber onu sadece bu delillere tenbih edici, uyarıcı
olarak gelmiştir. Allame Î’cî’nin bunu El-Mevâkıf’de, diğer
âlimlerin de çeşitli eserlerde kayd ettikleri gibi; aklı eren bir
kimsenin, hiç dokunmamış, görmemiş ve üzerinde yakini hiçbir
delilin bulunduğundan haberdar olmamış ve bu hususta
uyarılmamış olduğu bir mes’elenin, sırf zannî haberle kesin
hükme bağlanan akidesini kalbinde kurup (yerleştirmesine ve
zannî delile dayalı böyle bir inanca sahip olmasına) imkan ve
ihtimal yoktur.
MEZHEPSİZLİK 210
Şu halde, Allâh’ın bizi, haklarında kesin hükme varmakla
mükellef kıldığı îtikâdi prensiplerin, sırf haber-i ahad, gibi, zannî
deliller üzerine oturtulmasının imkânsızlığı sabit olmuş; üstelik
bu inanç mes‘elelerinin haber-i Mütevâtir ve her akıllı kimsenin
yol bulamayacağı aklî ve kat’î deliller gibi, insanı nihâî hükme
götüren yakini ve kesin mukaddime (önerme)lere dayanması
zarûridir.
Şeyh Nâsır’ın ileri sürdüğü delillerin hiçbirinde, bizim ve
Cumhur-u ulemânın birlikte ifade ettiğimiz gerçeğin aksini isbat
edecek bir taraf yoktur.
Bu böyle olduğuna göre, Allâh’ın îtikâd etmek ve inanmak
için, kafi delille kesin hükme varmış olmakla mükellef kıldığı
şeyler hakkında taklîd’in câiz olmaması kesinlik kazanmış olur.
Çünkü taklîd. ictihâd yapmaya muktedir olamamanın (tabiî) bir
sonucudur. İctihâd ise, açıkca bilindiği gibi, ancak zannî ve şu
veya bu mânâya gelmesi ihtimali olan mes’eleler hakkında sahih
(ve söz konusu) olabilir. Esas usûl-ü dinde ise, önce îzâh
ettiğimiz gibi, zanna dayalı hiçbir hüküm yoktur. Şu halde, Üstad
Nâsır nasıl oluyor da (îtikâdi mes’elelerde) taklîdi câiz,
görüyor?!
Bir insan, bazan îtikâdi prensiplerle ilgili delili anlamaktan
aciz kalır. Dolayısıyla, o insanın bu îtikâdi mes’eleleri taklîd
etmesi zarûridir denernez. Çünkü eğer o kimseden istenen:
ictihâd meydanına; yani deliller üzerinde muhakeme yürütmek
ve onlardan kast olunan mânânın ne olduğunu istintâc edip
çıkarmak için zannî deliller üzerinde mukayese yapma sahasına
girmesi ise; o zaman bu, o kimse için sahih ve doğrudur.
Fakat burada o kimseden istenen: onun kât’i ve zarûri
delilden meseleyi anlayıp, hükmü kavrayabilmesi bakımından
kendisine diğer akıllı mükelleflerin katıldığı bedîhîlikten
haberdar olması ve bu hususta uyarılmış bulunmasıdır.
İşte bundan dolayıdır ki ulemâ: “-Annem, babamı veya
hocamı inanır gördüğüm müddetce, Allâh Teâlâ’ya İman
211 MEZHEPSİZLİK
ederim... diyen bir kimsenin îmânı makbul: değildir; O
kimseden sâdır olan bu söz ve davranış îmân sayılamaz.”
demişlerdir İtikadi prensipler üzerinde (taklîd yolunda olan)
mukallid hakkında söylenenlerin en hafifi, onun en azından
günahkar olduğudur.
Mes’ele bundan ibaretken kitap tetkik ve te’lif hey’eti, Şâyet
bu sözü ilk defa işitmiş veya bunu gözünde büyütmüş, kendi
re’yine ve bu konuda Şeyh Nâsır’ın yakında çıkaracak olduğu
kitaba muhalif görmüş ise,’o zaman ben şeyh Nâsır’dan,
İmamların ve geçmiş âlimlerin bu konuda yazmış olduklan
şeyleri okumasını rica ediyorum. Üstad Nâsır, mesela, İmam-ı
Şafi’î’nin Er-Risâle adlı kitabının, -Bâbül-ilm- bahsinin
başından, kitabın sonuna kadar okusun. Gazâlî’nin, ElMüstesfa adlı kitabındaki -Elhaber v’el-ictihâd- bahsini
okusun. Aynı konuyu Âmidi’nin El-İhkâm’ından veya
Şâtıbî’nin El-Müvâfekât’îından okusun, Yahutta âkide ve îmân
konusunda yazılmış herhangi bir geniş kitaptan ağır ağır, içine
sindire sindire okusun. Eğer herhangi bir mes’ele veya ibare onu
yolunda durduracak olursa; bunu başkalarına sormasında hiçbir
sakınca yoktur. Allâh’a yemin ederim ki.. bunda çekinilecek
veya ayıp (sayılacak) hiçbir taraf yoktur.
Bu neden böyledir biliyormusunuz? Böylesine muazzam ve
tehlikeli bir ilmî mes’ele hakkında bir insanın, bu mes’ele
üzerinde ulemâ ve muhakkıklerin yazmış oldukları bütün fikirleri
ihâta ederek okumadan, kalkıp da: “-BENİM (bu konudaki)
GÖRÜŞÜM (e göre) BU SÖZ, FİKİR VEYA İSTİDLAL
BÂTIL VE SAKATTIR.. sözünü sarfetmesi pek öyle kolay
değildir de ondan...
Yüce Üstat Nâsır Efendi benim bu nâsıhatimi, hernekadar
Câhil bir kimseden sâdır olmuş bir nâsıhat isede, kabul buyursun
ve görüşlerini, nasıl yazılması ve te’lif edilmesi gerekiyorsa öyle
yazıp te’lif etsin. Zira nice hikmetler vardır ki, Cenab-ı Hak
onları, Câhil bir kimsenin diliyle söyletmlştir!...
MEZHEPSİZLİK 212
7-) Sonra yazar, “Dört müctehit İmam hakkındaki
fikrimiz” başlığı altında, dört İmamı göklere çıkartırcasına
yüceltiyor. Kendisinin ve kardeşlerinin dört İmamın fazîletlerini
en iyi bilen, onların sarf etmiş oldukları gayretleri en fazla takdir
eden kimseler olduklannı ve kendilerinin; Kitap ve Sünnet’e tâbî
olmakta dört mezhep İmamlarının izlerini harfiyyen takip
ettiklerini... i1h ... söylüyor.
Biz de deriz ki, bu söz oldukça güzel bir sözdür ama olup
biten gerçekler sahasında bu sözü destekleyen hiçbir delil yoktur.
Eğer onların söylediği bu söz doğru olsaydı, elbet
haklarında ortalarda dolaşan sözlerin, çoğu talebeleri ve
uydularının ağızlanndan yükselmekte o1duğunu görmezdik. Eğer
bu söz doğru olsaydı, elbette ki bu yazarlardan biri bu “Hel-il
Müslimü Mülzimün b-ittibâ’i Mezhebin Mu’ayyenin: Bir
Müslüman muayyen bir mezhebe bağlı kalmak
zorundamıdır?” adlı kitabının bir diğer yerinde, Ebû Hanife’ye
işaretle, O’NUN HAFIZASINDA SAYILI BİRKAÇ
HADİSTEN BAŞKA HİÇBİR ŞEY YOKTU, demezdi. Eğer
bu söz gerçekten doğru olsaydı, hiç şüphesiz ki, Şeyh Nâsır’ın,
Münzîri’nin Sahîh-i Müslim Muhtasarı’na yaptığı bir yorumda şu iğrenç ve korkunç ibâreyi yazmaya eli varmazdı. Üstad
burada, metni mealen aynen şu olan, sözleri sarf etmiştir:
“ŞURASI APAÇIK ORTADADIR Kİ, İSA (A.S.), (İNDİĞİ
ZAMAN) BİZİM ŞERİ’ATIMIZLA HÜKMEDECEK;
KİTAP
VE
SÜNNET’LE
İCRÂYI
ADALET
EYLEYECEKTİR! BU İKİ (KAYNAK)LA HİÇBİR İLGİSİ
OLMAYAN İNCİL VEYA HANEFÎ FIKHI VE BU İKİSİ
DIŞINDA KALAN ŞEYLER: (MEZHEPLER)LE DEĞİL...”
Görülüyor ki o, Hanefî Fıkhının, İslâm şerî’atı dışında
kalan, tamamen ayrı: hem Kitap ve hem de Sünnet’in içine aldığı
hükümlerden büsbütün yoksun olması bakımından, İncil’in eşi ve
tıpatıp aynısı olduğuna inanmaktadır. Hiçbir müslümanın
ağzından aslâ çıkmaması gereken böyle bir zırva(nın şerrin)den
213 MEZHEPSİZLİK
Allâh’a sığınır ve O’ndan af dilerim. Biz üstadın bu sözünü, bu
kitabın dip notlarından birinde sunmuş bulunuyoruz.
Durum bu olduğu halde, nasıl olur da Üstad Nâsır ve
kardeşlerinin tâbî olmakta, dört mezhep İmamlannın izlerini
adım adım takib ettiklerine dair söylemiş oldukları sözün doğru
bir söz olduğu fikrine varabiliriz?! ... Nasıl!... Oysa ki, burada, en
açık bir ifade ile: “HANEFÎ MEZHEBİ, KİTAP VE
SÜNNET’TEN AYRI, TAMAMEN İNCİL’E BENZEYEN
BAMBAŞKA BİR ŞEYDİR!...” diyen de yine’ kendisidir.
Durum bu iken biz onların bu sözlerine nasıl inanabiliriz?!...
Bundan sonra kitap, insanları mezhepleri birleştirmek için,
hararetli bir gayret göstermeye davet ediyor. MEZHEPLERİ
BİRLEŞTİRME İŞİNİN SON DERECE KOLAY OLDUĞUNU, SAYFALARI DAĞİLMİŞ OLAN BİR KİTABI BİR
ARAYA GETİREN İNSANIN VEYA ŞURAYA BURAYA
YAYILMIŞ TAHTA VE AĞAÇ PARÇALARINI BİR YERE
TOPARLAYAN KİMSENİN YAPTIĞI İŞ NE KADAR
BASİTSE, MEZHEPLERİN BİRLEŞTİRİLMESİNİN DE O
KADAR BASİT OLDUĞUNU TAHAYYÜL EDEREK, BU
GAYEYİ GERÇEKLEŞTİRMEK İÇİN BİR TAKIM ÇARELER TASARLIYOR; VASITA VE FIRSATLAR PLANLIYOR. Bu kitabın bir taraftan insanları yasaklayacak yerde,
ictihâd yapmaya teşvik ederken, aynı zamanda onları mezhepleri
birleştirmeye davet etmesi ne kadar garip değil mi?!
Biz ona, gerek kendimiz, gerek ulemâ ve gerekse İmamların
tekrarlaya tekrarlaya nihâyet etrafında herhangi bir araştırmanın
dolaşmasına, semtine hiçbir ihtilâf’ın yaklaşmasına imkân
kalmayan, herkesçe bilinen apaçık gerçeklerden biri haline gelen
şu sözleri söyleriz:
Evet, biz Ona deriz ki: “-Dört İmam arasında paylaşılmış ve
hükümleri müşterek olan ahkâm-ı ilahîyye hakkında söz yok.
Bunların birleştirilmesi bahis konusu değildir. Çünkü dört İmam,
bu hususlar üzerinde fiilen ittifâk etmiş ve söz birliğine varmış-
MEZHEPSİZLİK 214
lardır. Üzerinde çeşitli ictihâdlar yapılmış ve etrafında değişik
fikirler ileri sürülmüş olan ahkâm-ı ilahîyyeye gelince, zaten
burada söz konusu olan bunlardır. Bunlar da, usûl-ü fıkıhda
lafızların (mânâlara) delâletleri bahsini kavrayarak öğrenebilmiş
olan kimselerin bildiği, çok sayıda sebeplere ihtimali bulunan bir
takım Zannî deliller üzerine oturtulmuştur. Zannî deliller üzerine
oturtulmuş olduğuna göre de, bu delillerden ahkâm’ın istinbât
edilip çıkarılması hususunda, nokta-i nazarlar çeşitli ve değişik
olarak kalacaktır. Eğer bu deliller üzerindeki görüşler değişik
olmasaydı, pek tabiidir ki bu delillerin, aslında zannî deliller
değil, (kat-î deliller) olması lazım gelirdi.
Şeyh Nâsır’ın bütün derdi ise, bütün ulemâya ve dört İmama
karşı, çıkıp onlara saldırarak, dört mezhebin bütün muhtevası (ve
zengin mirası)na sadece kendisinin ayakta kalmasını sağlayan bu
on kadar ihtilâflı mes’ele zaviyesinden bakmasıdır.
Fakat biz ona mezheplerin ihtivâ ettiği şeylerin sadece
bunlardan ibaret olmadığını bir daha tekrarlar ve deriz ki: “Burada muâmelât babında alış veriş, icar, faiz, rehin, şüf’a,
şirket... ilh, ahvâl-i şâhsiyye babında, nikah, talak, çocuk
emzirme, çocuk bakımı, vasiyyet ve nafakalar... ilh;
cinâyetler, cezalar, cihad, anarşi ve... ve... ve... ilh. nice bahisler vardır.”
Benim bu adamdan tek ricam, bütün bu bahisleri geniş bir
fıkıh kitabında, dört mezheple karşılaştırarak okuması,
okuduktan sonra netice olarak vardığı fikrin ne olduğunu bize
bildirmesidir. Bunu yaptıktan sonra eğer dili varıp da
söyleyebilirse “DÖRT
MEZHEBİ, BİRLEŞTİRMEK
MÜSLÜMANLARIN BOYNUNA BORÇ VE ÜZERLERİNE
VACİPTİR?” desin..
Mesela, esnâf-ı sitte: (denilen; buğday, arpa, hurma, altın,
gümüş, tuz gibi, altı hayatî madde) hakkında faizin sebebini ve
hakkında faizin cârî olduğu şeylerin (hayata) tesirini okusun.
Bunu dört mezheptende iyice anlasın. Bundan sonra da bize bu
215 MEZHEPSİZLİK
mevzudaki fikri intibalarını getirsin ve bu mes’elede dört mezhep
nasıl bir araya getirilip birleştirebilirmiş bana söylesin de
görelim. Başka değil sadece bu mes’elede!...
8-) Yazar, kitabımıza cevap olarak kaleme aldıkları bu
kitaplarının 77. sayfasında benim: halkı, dört mezhep üzerinde
yazılmış olan kitapların bir kısmı, Kitab ve Sünnet’in açık ve
sarih delillerine muhalif bile olsa, mezheplerin kitaplarında yer
alan her şeyi olduğu gibi bırakmaya çağırdığımı söylüyor.
Benim, bu görüşü bu kitabımın 167, 168 ve 169: sayfalarında
kaydettiğimi ileri sürüyor.
Ey insanlar, kitabıma bakınız ve bu kitabın tümünü tekrar
gözden geçiriniz. İçerisinde bu sözü veya ileri sürdükleri bu
mânâya delalet eden herhangi bir şeyi bulabilecek misiniz, onun
herhangi bir sayfasında bakalım?!
Ben, kitabımin 189, .sayfasında aynen şunları söyledim;
Bakın: (bakalım) oradaki sözlerim içerisinde bunlann ileri
sürdükleri fikrin tam tersinden başka bir şey bulabilecekmisiniz?
“İnsan, dini hakkında kendisini taklîd etmekte olduğu
İmamın verdiği hükme zıt bir hadîsle karşılaşır; bu hadîsin
sahih olduğunu ve söz konusu mes’eleye delalet ettiğini
kesinlikle anlarsa, o zaman bu kimsenin yapacağı, hadîsin
gösterdiği hükme uyup, bu mes’eleye ait hükümde İmamının
mezhebinden ayrılmasıdır.”
Benim kitabım içerisinde, Üstad Nâsır’ın kitabının bana
isnad ettiği bu iddiayı gösteren hiçbir taraf bulamayıp; bil’akis
bunun tamamen aksini bulduğunuza göre, yapılan bu işin adı
nedir?.. Yüce ve şerefli İslâm’ın böyle bir davranış karşısında
verdiği hüküm bir yana; yapılan bu işin, genel anlamda insan
ahlakındaki yeri ve seviyesinin ne olduğunu görüyor
musunuz?!...
9-) Kitabımın 145. sayfasında da ben MÜFTİ kelimesinin
aslında MUTLAK MÜCTEHİD’e verilmiş bir isim olduğunu
MEZHEPSİZLİK 216
îzâh etmiştim. İslâm’ın sadr-ı evvelinde de müftîler böyle idi.
Müftî kelimesi bu mânâda kullanılıyordu, Bu her araştırıcı âlimin
bildiği bir gerçektir, Bu, hususla ilgili oları konunun; Nevevî’nin
El-Mecmû adlı kitabının mukaddimesinde ve diğer usûl
kitaplarında veya fıkıh sahasında yazılmış diğer geniş kitaplarda
mufassal olarak işlendiğini görürsün. Bundan sonra, Allâh’ın
ahkâmını kaynaklarından insanlara nakleden herkese, bizzat
kendileri de mukallid olsalar dahi, mecazî olarak MÜFTİ ismi
verilir ve müftî diye çağırılır idiklerini açıklamıştım. İşte, bundan
dolayıdır ki ulamâ: “-Halka fetvâ verirken, müftînin üzerine
düşen vazife insanlara kendi (Âyet) görüşüne göre fetvâ
vermeyip hükmün kaynağını onlara söylemesidir. Çünkü bu
müftî, aslında sadece çerçevesi dahilinde fetvâ vermekte
olduğu mezhebin hükümlerini nakleden bir âlimden başka
bir şey değildir....” demişlerdir.
Şeyh Nâsır veya Mahmud Mehdî, müftî ve âlim isimlerinin
bir tek mânâya ıtlak edilip hep aynı mânâda kullanıldıkları ve
bunların fıkıh ıstılahında da aynı mânâya geldikleri zannına
kapılarak; benim bu sözlerim üzerinde yorum, yapmaya kalkıyor.
Bir de Müslüman âlimleri tahrik edip, öfkelerini kabartmak
isteyerek onlara: Siz kendinizin hakiki mânâda âlim olmayıp,
mecazi mânâda âlim olduğunuz hususunda Bûtî ile uyuşuyor
ve O’nun bu fikrine katılıyormusunuz? şeklinde hitab ediyor!
(7)
Fıkıhve usûl-ü fıkıh ilimlerinden bir nebze nasib almış, bir şeyler
öğrenmiş ve ÂLİM ile MÜFTİ ta’birleri arasındaki farkı anlamış
hangi çocuk vardır ki: bu iki kelime arasında “umum ve husus-u
mutlak” bulunduğunu; dolayısıyla her müftînin âlim olduğunu,
fakat her âlimini müftî olmasının şart olmadığını bilmemiş
olsun.. Benim sözlerim üzerine yapıldığını müşahede, ettiğim bu,
alimlerin üzerime çirkin bir şekilde tahrîk ve saldırılarını hedef
(7) Bak: Hel-il-Müslirnü Mülzimün b-ittibâ’ı Mezhebin
Muayyenin, Sh: 81
217 MEZHEPSİZLİK
tutan yoruma gelince; Allâh’a yemin olsun ki, ben böyle bir fikre
herhangi bir şekilde cevap vermekten, böylesine berbat bir fikir
üzerinde görüşümü açıklamaya kalkmaktan böyle bir yaranın
tedavisine girmekten elbet uzak kalacağım.
10-) Gerek Şeyh Nâsır ve gerekse iki arkadaşı “Muayyen
bir mezhebe bağlanmak niçin câiz olmaz?” başlığı altında
benim bu kitabımda irad ettiğim delilleri çürütmeye çalışıyor ve
belirli bir mezhebe bağlanmanın vâcip olduğu inancına
kapılmadıkça, bunun harâm olmayacağını îzâh etmeye
uğraşıyorlar. (8)
O’nun sözünden çıkan sonuç, benim açıklamasını yaptığım
delilleri sadece aşağıdaki hususlar yönünden reddetmiş
olmasıdır.
Bu hususlardan birincisi: varılmak istenen hedefin
musadere edilip, zorla alınmasından ibarettir. Çünkü onun,
benim delillerim karşısında ileri sürdüğü ilk red, bir mezhebe
bağlanmanın bid’at uydurukçuluk olduğu üzerinde olmuştur. Bu
ise, araştırma yolları ve usüllerini bilen her âlimin bildiği gibi,
benim kayd etmiş olduğum delillerin iptali değil, varılmak
istenen hedefin müsâdere edilip, gasb edilmesinden başka birşey
değildir. (9)
İkincisi; Adam diyor ki: “-Bir mezhebe bağlanmamanın
en kolay şey olduğu muhakkak... Asıl Allâh’ın muradını
(8) Bak: Hel-il Müslimü Mülzimün b-ittibâ’ı Mezhebin
Muayyenin, Sh: 88 ve devamı.
(9) Varılmak istenen hedefin musaderesi demek,
münükaşa-cının senin davanın zıddını ortaya atarak,
ileri sürdüğün iddianın doğruluğu hakkında mücadele
etmesi ve seninle çekişmeye kalkması demektir. Bu da gördüğün gibi - münakaşacıının davası, lehiıne bir delil
değil aksine, bizzat kendisinin delile muhtac bulunduğu
kavga konusu (nun bir, gerçek olduğu) nu
desteklemekten başka birşey değildir.
MEZHEPSİZLİK 218
doğru bir şekilde anlamaya en yakın olan budur...” Düşün
(bakalim), adamın ileri sürdüğü bu fikir (!) de benim, kitabımda
sevk etmiş olduğum delillerin bâtıl ve sakat olduğunu gösteren
herhangi bir ilmî delalet varmıdır?!... Bu, ma’lum iddianın
ayınsını tekrarlamaktan başka birşeymidir?!...
Üçüncüsü, Adam birde: “-Muayyen bir mezhebe
bağlanmak ma’sum (olan Kitap ve Sünnet)’e uymakla,
ma’sum olmayan (mezhep İmamların)a uymak arasını
ayırt etme prensibi ile uyuşur ve bağdaşır...” diyor. Bak, bu
delilde de benim açıklamış olduğum delillerle herhangi bir
zıtlaşma veya onları yıkma diye birşey bulabiliyormusun?
Halbuki biz şu kitabımızın bir başka yerinde, (uydurdukları bu),
ma’sum ve gayri ma’sum hikâyesi(nin iç yüzün)ü îzâh etmiş ve
bu iddianın içinde yatan acaip Câhilliği açıkça ortaya koymuş
bulunuyoruz.
Dördüncüsü, Sonra: “Sahâbe ve ilk üç asır ehlinden olan
sâlih selefin yaptığı da, muayyen bir bir mezhebe
bağlanmamaktan ibaretmiş... Yani, Onlar’da belirli bir
mezhebe bağlanmama (prensibi)ne dayanmış ve sadık
kalmışlar…”
İşte bu delil yokmu -şâyet doğru ise- benim delil getirip tam
tersini isbat etmiş olduğum hakikati iptal edip yok eden biricik
delilin ta kendisidir. Bakalım: Sadr-ı evvel (de yaşamış olan
müslümanlar) belirli bir mezhebe bağlı kalmamak kaydına.
uyrnuşlar ve kendilerini bu şartla şartlandırmışlarmıdır?..
Şeyh Nâsır ve iki arkadaşı bizim bu konudaki şu sözlerimizi
inkâr ediyor ve kabul etmiyorlar: “-Irak ahalisi fıkhı İbn-i
Mes’ud ve ashabından hicaz ahaliside İbn-i Ömer ve
ashabından almışlardır. Sahâbeler içerisinde, mesela, İbn-i
Mes’ud veya İbn-i Abbâs’tan başka hiçbir kimseden fetvâ
sormayıp, sadece onların fetvâlarına bağlı kalan kimseler
vardı.”
219 MEZHEPSİZLİK
Şu
halde,
İmam
İbn-Ül-Kayyim’in,
İ’lâm-ülMuvakkıin’in birinci cildinin 21. sayfasında metnini aşağıya
aldığımız şu sözlerine ne diyecekler bakalım: “Din, fıkıh ve
ilim, ümmet-i (muhammed) arasında, İbn-i Mes’ud’un, Zeyd
Bin Sabit’in, Abdullah İbn-i Ömer’in ve Abdullah İbn-i
Abbâs’ın ashabından yayılmıştır, Bütün insanların ilmi bu
dört (kişin)in ashap ve taraftarlarından alınmıştır. Medine
ehline gelince, onların ilmi Zeyd bin Sâbit ve Abdullah İbn-i
Ömer’in ashabından; Mekke ehline gelince onların ilmi,
Abdullah İbn-i Abbâs’ın ashabından; Irak ehline gelince
onlann ilmi, Abdullah İbn-i Mes’ûd’un ashabından (nakl
edilmiş)tir ...”
Bizim bildiğimiz ve teşri tarihinden (bir şeyler) okumuş ve
yazmış olan diğer insanların bildikleri budur. İmamlarımız ve
selef-i sâlihlerimiz Rahimehümüllâh’ında kayd etmiş oldukları
yine budur...
Bizim bildiğimiz, tarihi ve teşri tarihini inceleyen diğer
alımlerin bildikleri şudur ki: Gerek Ata Bin Ebi Rabah ve
gerekse Mücahid, her ikiside Mekke’de fetvâ vermekle tek
başlarına sivrilmiş kişilerdir. Hem de Halife’den çıkmış bir emir
ve bütün Sahâbe ve tabi’ilerin muvafakatı ile fetvâ vermek ve
kendilerinden fetvâ danışılmakta teferrüd etmişlerdir. Halk, bu
iki İmamdan başka hiçbir kimseden fetvâ istememişlerdir.
Bağlılığın (ve belli bir İmamın fikrine sadakat göstermenin),
bunun dışında bir başka mânâsı mı vardır, ey inceleme ve te’lif
hey’eti?! ...
Beşincisi: Yazarın fikrine göre, benim, mezhepleri
kıraatlarla mukayese etmem, biçimsiz bir muğalata imiş. Çünkü
kıraatların hepsi, Rasûlüllâh (S.A.V.)’den mütevâtır olarak
rivâyet olunmuş. Dört mezhep ise böyle değilmiş. Çünkü onların
içerisinde sahih olan şeyler de varmış, hatâ ve bâtıl olan şeyler de
varmış.
MEZHEPSİZLİK 220
Biz de bu hikâyenin açıklamasını burada bir daha tekrarlar
ve deriz ki: “Mes’ele, mezhepleri gereği gibi, kavramak
bakımından ilmi, doğruyu yanlıştan açıkca ayıracak bir mevkiye
ulaşmamış bir kimseye nisbetle ele alınacak olursa; bu kimsenin
aslında ne bağlanmak, ne de bağlanmamak yoluyla mezheplere
uymasına izin verilmiş değildir. İlmi bu mertebeye ulaşrnamış
olan kimseye nisbetle ise, böyle bir kimse hakkındaki hükümde
bütün mezhepler müsâvîdir. Yani, (hak) mezheplerin hepsi,
hakkında hiçbir şüphe bulunmayan bu tevâtürün delalet ettiği
hüküm, bu kimse için sahihtir. Durum tamamen aynı... Bu
kimseye nisbetle, mezheplerin hükmü, umum müslümanlara
nisbetle kıraatların hükmünün aynısı olmuştur. Umum
müslümanlara nisbetle bütün kıraatların hükmü de, ictihâd
yapmaktan veya İmamların ictihâdları hakkında sahîhî bâtıldan,
sağlamı sakattan ayırıp açıkca ortaya koymaktan aciz olan
kimseye nisbetle, dört mezhebin hepsi de sahihtir, (o kimse, bu
mezheplerden dilediğine uyabilir.) Durum bu olduğuna göre,
burada, ictihâd yapmak‘tan aciz olan kimse hakkında kıyâslanan
(mekîs)le, taklîdle mükellef olan kimse hakkında, kendisine göre
kıyâs yapılan: (mekîsün aleyh) arasındaki farklı taraf neresidir?...
Altıncısı: Şeyh Nâsır’ın iki arkadaşı ile birlikte dediklerine
göre: “Benim bu mes’eleye delil olarak getirdiğim, İmam-ı
Şafi’î, Mâlik, Ebû Hanîfe ve Ahmed İbn-i Hambel’e tabi olmuş
binlerce İslâm âlimiyle tabakat kitaplarının dolup taşmış olması
delili, bâtıl ve sakat bir delilmiş ve bu tabakaların hepsi bâtıl (ve
dalâlet) üzere imişler!.
Bu zatlar sonra da Cenab-ı Hakk’ın. “(Ya Muhammed),
sen ne kadar düşkünlük göstersen de, yine insanların çoğu
îmân edecek değillerdir.” (10) mealindeki; (Ya Muhammed),
eğer yer (yüzün)de bulunan (insanlların çoğuna uyarsan
onlar seni Allâh yolundan saptırırlar.” (11) ve benzeri birçok
kavl-i ilahîleri ile delil getiriyorlar.
(10) Yunus Sûresi, Âyet:102
(11) En’am Sûresi, Âyet:106
221 MEZHEPSİZLİK
Biz ise bu kardeşlere karşı göğsümüzü genişletir ve, onlara,
araştırma ve ilim yolunda yürüyen herkesin bu Âyet-i
Kerîme’lerden anlaması gereken mânânın ne olduğunu şerh eder
ve deriz ki: -Evet, burada, Kur’ân ve Sünnet’ten onların
kaydetmiş oldukları şeylere delâlet eden bir takım naslar vardır.
Muhakkak ki hak yolda yürüyen, insanların sadece pek küçük bir
azınlığıdır. İnsanların çoğu ise, sen ne kadar düşkünlük gösterir
ve üzerlerinde titrersen titre, mü’min değillerdir. Yalnız bu
arada, sıhhat dereceleri nerde ise manevi tevâtür derecesine
ulaşan bir takım Hadîs-i Şerîfler de vardır ki; bunlar, müslümanlara, cemaate bağlanmalarını ve cemaatten aslâ ayrı
kalmamalarını emretmektedirler.
İbn-i Mâceh’in Enes Bin Mâlik’ten rivâyetetmiş, olduğu şu
Hadîs-i Şerîf bu cümledendir. Enes demiştir ki, Rasûlüllâh
(S.A.V.) şöyle buyurdu: “-Muhakkak ki benim ümmetim 72
fırkaya aynlacaktır. O, fırkaların hepsi cehennemliktir,
Yalnız biri, müstesna... O da cemaattir.” Ez-zevâid de
demiştir ki, bu hadîsin isnadı sahihtir. Râvileri sıka: (Sağlam ve
güvenilir) râvilerdir.
Tirmîzî ve İbn-i Mâceh’in sahih bir senetle Ömer ibnHattab’tan rivâyet etikleri şu Hadîs-i Şerîf de bu cümledendir:
Rasûlüllâh (S.A.V.)’den, buyurmuştur ki: “...Cemaate sarılınız.
Fırka Fırka olmaktan sakınınız. Zira, Şeytan tek (başına
kalan)la beraberdir. Ve (şeytan), (birleşen) iki (kişi)den son
derece uzaktır, Kim cennetin hayır ve bereketini isterse,
cemaate sarılsın…”
Tirmîzî, bu hadîsin, hasen, sahih ve bu yönden garîb
olduğunu söylemiştir. Aynı hadîsi, İbn-i Mubarek de Muhammed
Bin Süka’dan rivâyet etmiştir. O bu hadîsi Hz. Ömer’den, O’da
peygamberimiz (S.A.V.)’den rivâyet etmiştir.
Tirmîzî’nin İbn-i Ömer’den rivâyet etmiş olduğu şu Hadîs-i
Şerîf de yine cemaate bağlı kalmanın lüzümunu gösteren Hadîs-i
Şerîfler’den bir diğeridir. İbn-i Ömer demiştir ki, Rasûlüllâh
MEZHEPSİZLİK 222
(S:A.V.) şöyle buyurdu: “-Muhakkak ki, Allâh benim
ümmetimi benim üzerimde istisnasız firesiz bir araya
getirmemiştir.” Veya (şöyle) buyurdu: “Muhammed (S.A.V.)
ümmetini dalâlet üzerinde toplamamıştır. Ve Allâh’ın eli
(kudreti), cemaatle beraberdir. Kim cemaatten dışarda kalırsa, cehennemde(de) tek başına kalır.”
Tirmîzî demiştir ki: ilim ehline göre cemaat’in tefsiri, fıkıh
ve hadîs ehli (olan âlimler)dir.
Buhârî ve Müslim’in, Huzeyfe Bin Yemân’dan naklolunan
senediyle rivâyet ettikleri şu Hadîs-i Şerîf de bu cümledendir.
Huzeyfe (R.A.) demiştir ki: “İnsanlar Rasûlüllâh (S.A.V.)’e
hayr (ın ne olduğun)u soruyorlardı. Bende şerr(in ne
olduğun)u soruyordum... Huzeyfe şöyle diyene kadar (Hadîs-i
Şerîf devam eder.) Huzeyfe: - Bu şerden sonra bir hayır
varmıdır? (Ya Rasûlüllâh) dedi. Rasûlüllâh (S.A.V.): “Evet, o
yerde, (hayırdan sonraki yerde) DEHAN vardır!... buyurdu.
Ben; - DEHAN’ı da nedir? dedim Rasûlüllâh (S.A.V.): “(Bu)
bir kavimdir ki, onlar benim hidâyetim dışında kalan bir
yola girerler. Sen onların bazılarını ma’ruf, bazılarını da
münker üzere bulursun, buyurdu. Ben: “Bu hayırdan da
sonra bir şer varmıdır?” dedim. Rasûlüllâh (S.A.V.): “Evet,
cehennemin kapısı önünde durmuş (bir takım) davetçiler
(çıkacaktır) Onların davetlerini kim kabûl ederse, bu
davetçiler onları o (cehennem)e atarlar” buyurdu. Ben: “Ya
Rasûlüllâh, onları bize vasfet (ve tanıt)” dedim. Rasûlüllâh
(S.A.V.): “Onlar, bizim derimizdendir ve bizim dilimizle
konuşurlar.” buyurdu. Ben: “Eğer bu gün bana ulaşırsa, bana
ne (yapmamı) emir buyurursun?” (diye sordum), Rasûlüllâh
(S.A.V.): “SEN, MÜSLÜMANLARIN CEMAATİNE VE
İMAMLARINA BAĞLANIRSIN... BUYURDU.”
Ulamâdan pek çoğu, bu mânâya delâlet etmeleri
bakımından, (bu anlamdaki) muhtelif rivâyetleri manevi tevâtür
derecesine vardırmışlardır. Âmidî de, (çeşitli kanallardan gelen)
223 MEZHEPSİZLİK
bu Hadîs-i Şerîflerin, delâlet yönüyle huccet oluşlarının son
derece kuvvetli olduğunu söylemiştir.
Şu halde, yazarın (davasına) şahit getirdiği bütün bu Âyetler
ve (kayd etmiş olduğumuz) bu Hadîs-i Şerîfler, araştırıcının ilk
bakışta farkedeceği gibi, birbiriyle çelişrnekte ve birbirine zıt
düşmektedir... Durum bu olduğuna göre, yapılacak olan nedir?
Bu durum karşısında ne yapmak gerekir?..
Hiç şüphesiz ki âlim demek, naslardan kast edilen gerçek
mânânın ne olduğunu iyice anlamak için, onların derinliklerine
iyice inip, inceliklerine gereği gibi vâkıf olan kimse demektir. Bu
hassas araştırma sayesindedir ki, o, dış görünüş i’tibariyle
birbirine zıt ve çelişkili olan nasları birbiriyle birleştirip bağdaştırabilsin... Yoksa âlim demek, nasların sathî mânâlarını alıverip
de, sonra bunlar üzerine en tehlikeli hükümleri bina eden; sırf
dört mezhepten birine bağlanmışlar ve onlardan aslâ
ayrılmamışlar diye, tabakat ve hal tercümesi üzerinde yazılmış
olan kitapların ihtivâ ettiği bütün âlimlerin sapıttıklarına kâil olan
(kasıtlı) kararını çıkaran kimse demek değildir.
Hiç şüphe yoktur ki, Kur’ân-ı Kerîm’in bu Âyet-i
Kerîme’lerle beyan buyurduğu hükümler, bütün dünya halkının
umümuna âit ve bütün insanlığı şamil hükümlerdir. İşin aslı ve
doğrusu budur ve bunun böyle olduğunda aslâ şüphe yoktur.
Muhakkak ki, O’na inanan ve O’nun yoluna ve prensiplerine
uyan grup, bir siyah öküzün derisi üzerindeki küçücük bir
beyazlıktan ve ufak bir sakardan çok daha azdır. İşte Rasûlüllâh
(S.A.V.)’in üzerinde titrediği garip (azınlık)da yine budur.
Birkaç tanesini yukarda kayd etmiş olduğumuz Hadîs-i
Şerîf’lere gelince bunlar, sadece İslâm dairesi içerisinde kalan
büyük çoğunluğu hedef tutan naslardır. Biz müslümanların
safları ve âlimleri arasında herhangi bir ihtilâf ’ın çıktığını
görürsek, O zaman başvuracağımız en sağlam merci hiç
şüphesiz, Allâh’ın Kitab’ı ve Rasûl’ünün Sünnet’idir. Bütün
İslâm memleketleri ölçüsünde âlimlerin büyük çoğunluğu,
MEZHEPSİZLİK 224
şüphesiz ki, Kitap ve Sünnet’e daima en yakın olan kimselerdir.
İstisnâ sayılacak kadar az sayıda birkaç (sapık) fırka hariç, hiçbir
devirde, gerek îmân konularında ve gerekse ahkâm-ı ilahîyye
hususunda Allâh’ın şerî’atından inhiraf edildiği hiç
görülmemiştir. İslâm cemaaati ve onların büyük çoğunluğu,
Allâh’ın Kitab’ı ve Rasûlü’nün Sünnet’ine bağlılık keyfiyeti
bakımından, ancak en güzel örneği teşkîl etmişlerdir.
Haricîler, Cehmiyye, Mürcie ve Kaderiyye fırkaları;
müslümanların kâhir çoğunluğu yanında ancak çok nadir birer
azınlığı temsil ederler. Şu halde, Şeyh Nâsır ve iki arkadaşının
ölçüsünde, hakkı temsil edenler bunlar mıdır?!... Bunu kim
söylemiştir?!.. Müslümanlardan hangi biri, gerek ilim ve gerekse
fikirdeki bu acaip istisnalar karşısında sizleri destekler?!...
11-) Bu kitabımda îzâh etmiştim ki, eğer doğru ise,
benimde mezhebim olan, Şafi’î’nin varmış olduğu hükme zâhiri
muhalif düşen sahih bir hadîs-i gören herkes için -Şafi’î’yi
taklîdi dâiresi içerisinde- o hadîs’e uyması câizdir. Şeklindeki
sözünün mânâsı, o hadîs’i şu meşhur kavle nazaran alması
demek değildir. Aksine burada bir takım kayıtlar ve şartlar vardır
ki, sana İmam-ı Nevevî’nin El-Mecmû’undan bu kayıt ve
şartlarla ilgili bir delil sevk etmiştim.
Te’lif hey’etinin söylediğine göre ise bu anlayış, benim
Nevevî’nin sözlerini iyi anlayamamış olmamdan ileri gelmiş.
Nevevî, bu kayıt ve şartlar olmaksızın hadîsi almanın memnu
olduğunu gösteren bir sözü aslâ kayd etmemiş...
Ben, sözlerin ne mânâya geldiklerini anlayan, apaçık Arap
Dili’ni bilen kimselerden, Nevevî’nin bu konuda yazdıklarını, bu
kitabının El-Münîriyye baskısının birinci cildinin 64.
sayfasındaki metni: “-Şafi’î’nin söyleıniş olduğu bu sözünün
mânâsı; sahih bir hadîs gören herkes, Şafi’î’nin mezhebi işte
budur der ve o hadîsle amel eder...” şeklinde başlayan
sözlerinden i’tibâren okumalarını rica ediyorum.
225 MEZHEPSİZLİK
Sen bu sözleri okuduktan sonra göreceksin ki, bizim
söylemiş olduğumuz söz: müctehid olmayıp, ancak, mesela
Şafi’î’yi taklîd eden mukallid kimse hakkındadır.. Mukallidin
ise, kendisi müctehid olmayıp bir mukallid olması hududu
içerisinde kaldığına göre; zâhiri, Şafi’î’nin zâhıp ve kâil olduğu
hükmün hilâfına olan bir hâdîse dönüp de ona göre amel etmesi
hiç câiz olurmu?.. Yok, bu adam bir mukallid değil de bir
müctehid ise ozaman onun için Nevevî‘nin ileri sürdüğü bütün
bu kayıt ve şartlar vârid ve söz konusu olamaz. Çünkü o kimse, bu
takdirde, (müctehid seviyesine ulaştığı takdirde), Şafi’î ile aynı
sıraya girmiş, anlayışı ve delillerden hüküm çıkarıp istinbât
yapabilmesi bakımından, onun seviyesine ulaşmıştır.
12-) Sonra İstanbulî ve iki arkadaşı, “Niçin (insanları)
tekrar sünnete dönmeye da’vet ediyoruz” ve “Muta’assıp
mezhepliliğin gerçeği ve ona karşı kaynaklarımız..” başlıkları
altında, 116. sayfadan, 232. sayfaya varana kadar devam eden iki
büyük bölüm açmışlardır.
Yazar, bütün bu sayfaları, toplamış olduğu, İmamların ve
çeşitli asırlar boyunca dört mezhebe tâbî olmuş kimselerden
tarihde gelip geçmiş fukahanın ayıplarını sayıp dökmekle
doldurmuştur. Toplamış olduğu bu fikirlerin bir kısmı
mezheplilik taassubunu delillendirmek kabilinden bir kısmı,
vukuuna ender raslanan bir takım nazariyelerin sıralanmasından
bir diğer kısmı da, sahih hadîsi terk edip de, bir mezhebe tâbî
olmak cümlesinden şeylerdir.
Yazar, hiçde huccet olamayacak ve kendilerine dayanarak
hiçbir delil getirilemeyecek bazı çağdaş insanlar üzerine
tarafından bol bol ilmî lakaplar yağdırdıktan sonra, bu insanların
kendilerini kaptırdıkları bazı kaynakların kasıtlı olarak üzerine
gitmeyi de aslâ unutmamıştır. Bu lakapları onlara bir de,
İmamlar ve fâkihler aleyhinde yanında biriken ayıp ve kusur
hâsılatı ile birlikte isnâd ve izâfe etmeyi ihmal etmemiştir. Bunu
yaparken de İslâm âleminin, Allâh (C.C.) den başka hiçbir
kimsenin kendilerini mükâfatlandırması mümkün olmayan
MEZHEPSİZLİK 226
üstünlük ve fâziletlerle çerçevelediği bu yüce İmamlara
ahmaklık, alçaklık ve Câhillik sıfatlarını dağıtarak havas ve
avâmdan herkesin tanıdığı, kendisine mahsus dikliği ile onlardan
bahsetmeye koyulmuştur.
Yazar, yaptığı bütün bu açıklamalar üzerine şunu bina
ediyor ve diyor ki: “-Ey değerli okuyucu, yukardaki
açıklamalarımızı öğrenince, artık Doktar Bûtî’nin şeyh
Ma’sûmi’ye karşı çıkıp, onun fikirlerini reddetmekte
kat’îyyen haklı olmadığını anlarsın ve Bûtî’nin, kuruluş ve
yayılışları sadece siyasi çıkarlar ve çeşitli maksatlar sebebiyle
olan dört mezhebe dâir Ma’sûmi’den almış olduğu fikirleri
inkâra kalkmasının yersiz ve değersiz olduğunu görürsün..”
(12)
Bütün bunlar üzerine bizim yorumumuz şudur:
tarafımızdan yukarda da beyan edilen fikre tıpatıp uygun olarak,
mezhebe muhâlif ve onun vardığı hükme zıt bir mânâya delâlet
ettiği ve bu delâletin doğruluğu sağlam bir şekilde anlaşıldıktan
sonra sahih hadîsten yüz çevirmeyi kabul etmediğimiz gibi; biz
mezheplilik taassubu diye bir şey tanımıyoruz ve tahakkuku
imkânsız denecek kadar uzak bir takım nazariyelerin peşine
düşüp de vakit kaybına yol açmakta hiçbir fayda görmüyoruz.
Fakat bütün bunlar; bize, ne Allâh (C.C.)’ün hükmünde, ne de
şerefli ahlak ölçüleri dâhilinde, arada bir ağızlarından çıkan
ahmaklık, alçaklık ve benzeri, asılsız ve taşkın sözlerle, yüce
İmamlarımız ve değerli fakihleriınizi vasf etmemizi tecvîz
etmeyeceği gibi; bizi, şarkı garba katıp da: “Şu halde bu
mezhepler bir takım garazkâr maksatlar ve sapık siyasetler
yüzünden kurulmuş ve yayılmışlardır.” demeye davet etmez.
Bugün fazîlet ve bereketleri sofrasında yaşamakta
olduğumuz İmam ve fakihlerimiz, hiçbir zaman hatâdan sâlim ve
ma’sum peygamberler değillerdir. Şüphesiz ki onlar, bu büyük
fazîlet ve üstünlükleri ile beraber insanlar içerisinden çıkmış
(12)Bak: Hel-il-Müslimü Mülzimün bittibâ’ı Mezhebin
Muayyenin, Sh:222
227 MEZHEPSİZLİK
birer beşerdirler. Ma’sum olmayan herhangi bir insandan vukû
ve sudûru düşünülebilen bazı hatâların, bunlardan da sudûr
etmesi câiz ve mümkündür. Köklü bir ahlak asaleti ile
gıdalanmış bir insanın, ömrünü; İmamlarımız ve fakihlerimizin
fazîlet ve üstünlüklerini insanların hissetmemelerini sağlamak ve
onların şükre şayan taraflarını takdir etmekten insanları alıkoymak için, bu fazîlet sahibi kişilerin ufak defek hatâlarını, sürçme
ve tökezlemelerini sayıp dökmekle geçirmez. Bil’akis, temiz ve
şerefli bir kimsenin, bu yüce İmam ve fakihlerimizin çeşitli
fazîlet ve üstünlük sahnelerinde ve insanlara sunmuş
olduklarıbüyük ve hayırlı hizmetlerde ufak tefek hatâlarını
unutturacak veya onu, bu kusurların sahiplerini hoş ve ma’zur
görmeye sevk edecek birşeyler görmesi gerekir.
Ben biliyorum ki bu adam, uzun zamandan beri bu İmam ve
fakihlerin sürçmeleri ve hatâları üzerinde ısrarla durmakta ve
uzun yıllardır bu konuyu incelemektedir. Hiç şüphesiz ki bu
adamın uzun tedkik ve teftişini yaparken, ilmî tedkik ve araştırmalar üzerinden ve bütün dünya kanunlarının kendisiyle boy
ölçüşmekten aciz kaldığı fıkıh serveti(miz) üzerinden taşan
deryalar geçmiştir.
Eğer isteseydi, bu araştırmaların su yüzüne çıkardığı
gerçeklerden, gerek ilim, gerek görüş, gerekse basîret olarak
faydalanır ve asgari ölçü ile bu İmamların fazîletleri, üstünlükleri
ve İslâm âleminin boynundaki büyük minnet ve nimetlerini kabul
ve takdir ederdi.
Fakat adam bütün bunlardan zerre kadar faydalanmak şöyle
dursun; bu seyahatinden ancak İmamlar ve fakihler(imiz) için
avladığı, aslında ne onlara ait bir fazîleti yok eden, ne de onlara
herhangi bir ayıp veya kusur îrâs eden bir takım ağza alınmaz
sözler, çirkin şeyler ve düşüklüklerle mağrur ve mütekebbir
olarak dönmüştür, Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, sonra onlara
bir de ahmaklık, alçaklık, sapıklık ve hak yoldan inhirâf sıfat ve
yaftalanm yapıştırmıştır!...
MEZHEPSİZLİK 228
O, İmamlar ve fakihler için, bir avcı edasıyla avlamış
olduğu, birer düşüklük ve kusur saydığı çoğu fikirleriyle sadece
kendi vehim ve hayali çerçevesi dâhilinde kalmamış; üstelik
birde onlarla alay etmiştir. Mesela, bir defasında İmam-ı Şafi’î.
için avladığı şu zelle: (sürçme) de olduğu gibi, O’nunla alay
etmeye kalkmış ve: “-ŞAFİ’Î BİR ADAMIN KENDİ KIZIYLA
NiKAH YAPMASINI CAİZ GÖRÜYOR!...” (13) diyerek, böyle
bir fikri ileri süren tek kişi olduğunu ilan etmiştir. Eğer o,
Şafi’î’nin bu konudaki sözlerini okumuş, aklı da onları anlamaya
ve mânâlarını kavramaya yanaşmış olsaydı; o zaman biz, onun
hak yola dönmesi ve hasr-ı nefs ederek sıkıntısına katlanıp da,
çocukların bile öğrenmesi gereken basit şeyleri onlar seviyesine
inerek öğrenmesi gerektiğini kesin bir dille söylemezdik.
Ey şu kimse, artık sen kendi nefsini tezkiye etmekten,
kusurlardan arındırmaktan vazgeçtin mi? İmamları ahmaklık,
sapıklık, alçaklık, hile uydurma ve dalavere çevirme ile
vasfetmekten kendini uzaklaştırabildinmi ki, bu sayede, bu çirkin
isnadlardan yönünü çevirip, bu yüce zatlara dönerek, onların kerametlerini ağzına alabilesin. Irz ve nâmuslarından dilini
çekesin... (14)
Ey şu kimse, senin şeyhin, Hucendî’yi müdafaası sadedinde.
(13) Burada, kız ile zina olarak adamın kendi menisinden
meydana gelmiş olan kızı kast ediyor. Çünkü bu kız, o
kimsenin şer’an kızı değildir ve o kimsenin bu kızla
nikâh yapmasında şer’î bir mânî bulunmamıştır.
(14) Bu adamın İmamlara atmış olduğu iftiralardan biri
de şudur: -ona göre İmamlar, şeri’at üzerinde hileler
uyduruyorlarmış. Biz ise onu ve dileyen herkesi
(Zevâbit-ül Mastahati fîş-şerî’at-il-İslâmiyye) adlı
kitabımızda uzun uzadıya yazmış olduğumuz fikirlere
başvurmaları hile ve çaresini ileri sürüyoruz. Bununla
beniber ben bu adamın bu kitabın bir tek sayfasını bile
doğru dürüst anlamamış olduğunu kesinlikle
söyleyebilirim.
229 MEZHEPSİZLİK
“-Bizim, dünyadan gelip geçmiş müslümanların sözlerini
güzel mânâya çekmemiz, hep iyiye yorumlamamız ve onları
elimizden geldiği kadar ma’zur görmemiz üzerimize
vâciptir...” diyor da, sana bu büyük İslâmî prensibin ancak
Hucendî ve emsali kişiler için nazar-ı itibare alınıp, başkaları için
ölçü alınmamasınımı öğretiyor?!...
Ey şu kimse, ben sana yüce yaratıcı adına şu soruyu sormuş
olayım: “Eğer sen O’na inanıyorsan, hep Allâh’ın dinî ve
şeri’atına hizmet ederek yaşamış ve ömürlerini tamamen bu
uğurda tüketmiş olan insanlara dilini uzatmış ve onlara
ağzına gelen bütün çirkin, şeref ve nâmusu dile düşürücü
kötü sözleri sarf etmiş olmanın cezası olarak, günün birinde,
kaçıp kurtulman mümkün olmayan bir belayı başına
indirmesi ve sonra da senden, insanların gözleri önüne bir
büyük dünya ve âhiret ibreti sermesi korkusu etrafını
sarmıyor mu?... Afakanlarını taşırmıyor mu bu korkular
senin..”
İmamlarımız ve gelip geçmiş fakihlerimizin nâmus ve
şereflerini dile düşürmede, ömrü hayatımda daha cüretlilerini
aslâ görmediğim bu gibi kimselerin sözlerini okuyan
kardeşlerimi, onların bu sözlerinin tesiri altında kalarak
İmamlardan yana noksanlık ve kusur isnad etmekten onların
düşüklüklerinden bahs etmeyi adet haline getirip, bundan zevk
almaktan ve böyle bir davranış içerisine girmenin kötü
âkıbetinden onları korkutmam şarttır.
Bu kardeşler, İmam-ı Nevevî’nin El-Mecmû adlı eserinde
yazmış olduğu şu bölümleri okusunlar. İmam-ı Nevevî bu
bölüme şu başlığı koymuştur: “Fakihlere ve fıkıh ilmi ile
uğraşanlara zarar veren, onlara noksanlık ve kusur isnad
eden kimseler için çok kuvvetli bir yasak ve pek şiddetli bir
tehdit ve ceza... Fakihlere ve fıkıh yolunda olanlara karşı
hürmetkâr davranmaya ve onların değerlerini takdir edip
ta’zîm ve tebcîlde kusur etmemeye teşvik...” İmam-ı Nevevî
bu bahsin sonunda, hafız İbn-i Asâkir’den naklen şunları
MEZHEPSİZLİK 230
söylüyor: “-Ey kardeşim, Allâh beni ve seni rızasına
ulaşmaya muvaffak kılsın. Bizleri kendisinden korkan ve
kendisinden nasıl gerekiyorsa o şekilde sakınıp takvâya
sarılan kullarından eylesin. BİL Kİ ÂLİMLERİN ETLERİ
ZEHİRLİDİR. Allâh’ın onlara noksanlık ve (kusur) isnad
edenlerin perdelerini yırtmak (ve ayıplarını açmak)daki
(değişmez) âdeti ve (şaşmaz) sünneti ma’lumdur. Kim
âlimlere dilini (ayıp ve küfür isnadı) ile uzatırsa, kim onlar
hakkıda kötü bir söz sarf ederse, Allâh onu ölmeden once
kalp ölümü ile belalandırır. (Yani, o kimseyi ölmeden önce
kalp hastalına müptelâ kılar..)
Sen, mezhepler hakkında taassup göstermekten insanları
korkutmaya çalışacağına, gerçekleşmesi hemen hemen imkânsız
olan birtakım nazariyelerin hükümlerini araştırmakla boş vakit
kaybedeceğine; İmamlarla birlikte diğer fakihlere de hürmet
göstererek ve onları rnüdafaa ederek yerinde otur daha iyi... Hem
insanları mezheplerden korkutmak için, mezhep İmamlarını
ahmaklık veya adîlikle vasfetrnek, ya da onların ayıplarından
bahsetmeyi bulunmaz bir mevzu ve meclislerin gülüşme ve alay
konusu yapman şart değil ki!...
13-) Ben daha önce Ma’sûmi’nin, Dehlevî’nin El-İnsâf adlı
kitabından nakletmiş olduğu sözün asılsız olduğunu
açıklamıştım. Ne El-İnsâf’da, ne de bir başka kitapta böyle bir
sözün bulunmadığını söylemiştim. Ma’sûmi’nin aktarmış olduğu
bu söz şu idi: “Ebû Hanîfe’nin, İmam-ı Mâlik’in, İmam-ı
Şafi’î ve Ahmed İbn-i Hanbel’in bütün sözlerini kim alır da,
Kitap ve Sünnet’te gelen delile itimad etmezse, bütün
ümmetin icmâ’ına muhalefet etmiş ve mü’minlerin yolları
dışmda kalan bir başka yola tâbîolmuş olur...”
Ben El-İnsâf’’tan bu düzme yalanın tamamen aksini
gösteren bir delil aktarmıştım. Aktarmış olduğum bu söz şu idi:
“-Tedvîn ve tahrîr edilmiş olan bu dört mezhep yokmu; işte,
ümmet-i
(Muhammed)
ve
kendini
ümmet-i
(Muhammed’den) sayan herkes, şu günümüze kadar, bu
231 MEZHEPSİZLİK
mezhepleri
taklîd
edegelmişlerdir.”
etmenin
câiz
olduğuna
icmâ
Ben, üzerime ortaklaşa saldırıya geçen bu adamlardan, bu
mes’ele üzerinde düşünmelerini, benim sözümü incelemelerini,
eğer doğru bulurlarsa; bana uymalarını veya hiç olmazsa
bilmemezlikten gelerek susmalarını ve bu sözümden hiç
bahsetmemelerini beklerdim.
Ne var ki, bu onlardan istenecek ve beklenebilecek bir
davranış değildir. Bakınız ne yapmışlar: Ma’sûmi’nin,
Dehevî’den nakletmiş olduğu sözleri, yamama ve kırpıp
birleştirme yoluyla da olsa, onun bu sözü gerçekten zikretmiş
olduğu vehmini uyandırma çabasıyla bir takım garip ve acaip
sözler sarf etmişlerdir. Şunların yaptıkları işin iğrençliğini
görüyor musunuz?!...
Te’lif hey’eti diyor ki; - Biz Dehlevî’nin El-İnsâf adlı
kitabına baktık. Bir de ne görelim Ma’sumi’nin oradan
naklederek kitabında zikretmiş olduğu sözlerin bir kısmı bu
kitapta mevcut… İşte metni: -İlk ve ikinci yüzyıllarda
insanlar (pek tabiidir ki), belirli bir mezhebi taklîd etmek
üzerinde icmâ etmiş değillerdi. Ebû Talib-il-Mekkî’de Kûtül
Kulûb’da şöyle demiştir: -Muhakkak ki, (mezhepler üzerinde
yazılmış) kitaplar, toplanmış (fetvâ) mecmuaları hep
uydurmadır. İnsanların kavilleri ile (dinî mes’eleler hakkında
hükme varmak ve kesin) söz söylemek, bir insanın mezhebiyle
fetvâ vermek, onun her şey hakkında, söylemiş olduğu
sözlerini, ona ait olan hikâye ve nakilleri ve onun mezhebine
göre fıkhı mü’teber saymak yok mu; işte eskiden, birinci ve
ikinci asırlarda insanlar bunun üzerine değillerdi. Onlar
böyle bir yol takip etmiyorlardı. Aksine o zaman insanlar,
âlimler ve avâm halk olmak üzere iki derece üzere idiler.
Avâm halkın bildiği bir şey varsa o da, Müslümanlar ve
müctehitler arasında, hakkında ihtilâf bulunmayan icmâ’
mes’elelerinde ancak şeri’at sahibi (olan Rasûlüllâh)ı taklîd
ediyorlardı. Nadir bir olay vuku bulduğu zaman, hiçbir
MEZHEPSİZLİK 232
mezhebi tayin etmeksizin, buldukları herhangi bir müftüye
fetvâ danışırlardı. İbn-i Hümâm, Et-Tahrir adlı eserinin
sonunda şöyle demiştir: -ONLAR, BİR MÜFTÎ’YE BAĞLI
KALMAKSIZIN, BAZEN BİRİNE BAZEN DE ÖBÜRÜNE
FETVÂ DANIŞIRLARDI…”
El-İnsâf adlı kitabın, El-Mansûra’da çıkmış olan baskısına
tekrar döndüğümüz zaman, bu sözün içerisinde yukarıdaki altı
çizili satırın aslâ bulunmadığını görürüz.
Bununla beraber bizim okuyucuya şu soruyu sormamız
gerekir: Yazarın nakletmiş olduğu bu nass içerisinde,
Ma’sûmi’nin Kürrâs’ındaki, Dehlevî’nin ağzından uydurulmuş
olan nassın herhangi bir parçasını bulabiliyor musun? Yahut ta
bu iki nass arasında herhangi bir alaka görebiliyor musun?!...
Sonra yazar bize şöyle söylüyor: -(Ma’sûmi’nin yapmış
olduğu nakillerin) diğer kısmına gelince, onlar Huccet-ullah-il–
Bâliğa’nın birinci cildinin 154 ve 155. sayfalarında mevcuttur.
Dehlevî onları, İmam İbn-i Hazm rahımehullah’dan
nakletmiştir. İşte biz sana onun metnini naklediyoruz. Dehlevî
demiştir ki: “-İbn-i Hazm şöyle söylemiştir: Taklîd harâmdır.
Hiçbir kimsenin, Rasûlüllâh’dan başka hiçbir bir kimsenin
sözünü delilsiz olarak alması helâl olmaz” Buna ilave olarak
bir de, İbn-i Hazm’den nakledilen, Dehlevî’ye ait uzunca bir
sözü sevk ediyor. Bu söz içerisinde Ma’sûmi’nin Dehlevî’ye
nisbet ettiği ve benim bu kitabımda uydurma ve yalan olduğunu
belirttiğim şu (malum) metin var. Sonra bunun arkasından da
yazar, bana yalancılık, sahtekârlık örümcek kafalılık ve âdilik
gibi ağzına gelen kötü sıfatları tevcihediyor.
Sen şimdi gel bir de İbn-i Hazm’den naklen Dehlevî’nin
Huccet-ullâh’il-Bâliğa adlı eserinin matba’at’ül-Hayriyye
baskısının birinci cildinin 123. sayfasında söylemiş olduğu
sözlerin aslına bakalım Dehlevî konuya şöyle başlamış ve
demiştir ki: “-Bil ki bu tedvîn ve tahrîr edilmiş olan dört
mezhep var ya; ümmet-i (Muhammed) veya kendini ümmet-i
233 MEZHEPSİZLİK
(Muhammed) den sayan herkes, şu günümüze kadar bu dört
mezhebi taklîd etmenin câiz olduğuna icmâ ede gelmişlerdir.
Bunda da, açıkça görüldüğü gibi, (pek çok) maslahatlar (ve
menfaatler) vardır. Bilhassa himmetlerin oldukça kısırlaştığı,
(gayretlerin büsbütün azaldığı), nefislerin heva ve hevese
tadandığı ve her rey sahibinin kendi reyi ile sevinip kendi
fikrini beğendiği şu günlerde, ümmet-i Muhammed’in dört
mezhep üzerinde icmâ etmiş ve birleşmiş olmalarında çok
büyük faydalar bulunduğu aşikârdır…” Dehlevî, bu sözünün
hemen arkasından da şöyle demiştir: -“İbn-i Hazm: -Taklîd
harâmdır. Hiçbir kimsenin, Rasûlüllâh (S.A.V.) den başka
herhangi bir kimsenin sözünü alması (ve ona göre amel
etmesi) helâl olmaz, demiş olmakla aslâ bu fikre zâhip ve
sahip olmuş değildir...” Dehlevî, bu sözünün ardından da, İbn-i
Hazm’ın sözünü bütün uzunluğu ile vermiş ve demiştir ki; -Bu,
(Rasûlüllâh (S.A.V.) den başkasının sözüne îtibar etmemek)
ancak, bir tek mes’elede bile olsa, bir nevi ictihâd gücüne
sahip olan kimse hakkında söz konusudur.”
Sonra da, konuya devamla, ictihâdın şartlarını îzâh etmiş ve
bu mevzudaki ma’lüm gerçeği açıklamak için sözü uzatmıştır.
Peki, birde bizi sahtekârlık, yalancılık ve âdilik töhmetleri ile
itham eden bu adamlar ne yapmışlar? Bir de onların yaptıklarına
bakalım. Onlar, önce benim nakletmiş olduğum sözün baş
tarafına gözlerini dikmişler ve onu tamamen hazfetmişler. Sonra
maksatlı olarak, İbn-i Hazm’den naklettiğimiz sözün başındaki
müptedâ olan (Mâ’yı mevsûle) ye gözlerini dikmişler, onu da
hazf etmişler. Sonra da bu müptedânın, İbn-i Hazm’in uzun
metninin arkasından gelen kocaman haberini de hazf etmişlerdir.
Dehlevî’nin sözünden de, ne başında müptedâ’yı nede sonunda
haberi zikretmeden, sadece ism-i mevsûl’ün sılasını kesip
bırakmışlardır. Böylece de rahmetliye, kendi fikri aslâ bu
olmamasına rağmen ve kendisinin kesinlikle berî olduğu şu sözü
söyletmişlerdir: -İbn-i Hazm demiştir ki: taklîd harâmdır…
İIh...” Böylelikle Dehlevî’nin ifadesini, İbn-i Hazm’in sözüyle
delil getirme görünümüne sokmuşlar ve O’nu, İbn-i Hazm’in
MEZHEPSİZLİK 234
sözleri arasın da yer alan fikirleri kabul ve ikrâr ediyormuş gibi
göstermişlerdir. Halbuki Dehlevî, gören herkesin açıkça
anlayacağı gibi, İbn-i Hazm’in sözlerini, sırf onu tenkid etmek ve
bu fikrini reddetmek için sevk etmiştir.
Ben onların yaptığı bu çok tehlikeli ve acaip tahrîfatı
açıklamayabilir ve bu münasebetsizliğe hiç temas etmeden
geçebilirdim. Fakat Allâh’ın emaneti, ilim ve ahlak beni; bu
davranışlarıyla insanları sadece kendilerine tâbî olmaya çağıran;
dinleri hakkında ve Peygamber’lerinden hadîs rivâyet etmeleri
hususunda kendilerine güvenmelerini isteyen bu adamların acaip
davranışlarına karşı İslâm topluluklarını uyarmaya davet
etmektedir.
Yalnız, belki ben bu sözlerimle adamlara iftira etmiş
olabilirim. Bu ihtimali ortadan kaldırmak için okuyucular,
Huccet-ullâh-i1-Bâliğa adlı kitabın, işaret edilen yer ve
sayfasına baksınlar. Sonra, “El-Mezhebiyyetül-Muta’assıbetü
hiye’l-Bid’atü:
ASIL
BİD’AT
MEZHEPLİLİK.
TAASSUBUDUR.” adındaki kitabı, alsınlar; Bu kitabın 287.
sayfasını açıp okusunlar ve bunları birbirleriyle karşılaştırsınlar.
Sonra da gözleriyle görecekleri şu (berbat) durumdan her akıllı
kişinin alması lazım gelen ibret dersini alsınlar. (15)
(15) Bu arada bizim, Müslüman toplulukları içerisinden
ve inanmış kültürlülerden, bu adama itimad etmeye ve
onun dostluğuna güvenmeye hala devam edenlere şu
soruyu yöneltmemiz ve onlardan bu sorunun cevap ve
açıklamasını istememiz gerekir. Onlara soracağımız
soru şudur: -Bir müellife ait olan böyle bir ibâre veya
metni maksatlı olarak (böylesine) tahrîf ve tezyîf eden
bir kimse hakkındaki (şer’î) hüküm nedir?..”
İbn-i Hazm’in cümlesi: -“Taklîd harâmdır... Ilh…
sözü ancak bir çeşit ictihâd yapma gücüne sahip olan
kimse için uygun ve tamamdır.” şeklindedir. Adam,
cümlenin başından mevsûl (mâ) sını hazf ediyor.
Arkasından onun haberini hazf ediyor. Sonra sadece bu
cümlenin içine aldığı, maksat dışı mânâyı alıyor. Bu
235 MEZHEPSİZLİK
kopuk ve değişik mânâlı cümle ile de davasına şahit
getirmeye kalkıyor. Bir de Hucendî’nin iddiasını haklı
çıkarmak için, kitabında kaydettiği sözün bu söz
olduğunu söylüyor?!... Sen az yukarda onun, Şâtıbî’nin
sözleri ile ilgili açıklamaları esnasında da buna benzer
bir iş yaptığını; bir de Hanefî fıkhının, İslâm
Şeriatinden tamamen başka bir şey olması bakımından
aynen İncil’e benzediğini ilan etmiş olduğunu görmüş
bulunuyorsun.
Eğer bu iş bir Câhillik (eseri) olsaydı - ki bu aslâ
Câhillikten değildir -o zaman biz elbet ki- bu bir küçük
hatâ ve ufak bir sürçmeden ibarettir, adam bu işin
aslını bilâhare öğrenecek (ve bu davranışı) bir daha
tekrarlamayacaktır, der geçerdik.
Eğer bu bir unutkanlık (eseri) olsaydı ki bu, aslâ
unutkanlıktan değildir.-o zaman biz elbet- Bu ne garip
tesadüf olmuş böyle… Unutkanlık (eseri olarak
yapılmış bir iş ki), savunulan fikre tam oranlı gelmiş ve
yazarın davasına tam mânâsıyla uygun düşmüş, derdik!
Biz gene döner, bu kardeşlere tekrar sorarız.
Müelliflerin metinleri üzerinde konuşurken, insanların
zihninde müelliflerin fikrinin, kendi davasına senet
teşkîl ettiği kanaatini uyandırmak maksadıyla; onların
söylemiş oldukları sözlerin tam aksini söyleyen bir
kimse hakkındaki hüküm nedir?.. Bunu yapan bir kimse
hakkında İslâm’ın hükmü nedir?.. Haydi, mezheplerin
ictihâdlarını bir yana bırakalım; böyle bir işi yapan
kimsenin, mezheplere, göre değil de doğrudan doğruya
Kur’ân ve Sünnet’in nassları uyarınca hükmü nedir?
Bu davranış nerede, hakkı araştırıp gerçeği bulma
uğrunda zarûri olan tarafsızlık, konuya sadakat ve
mevzu’yu her türlü gerçek dışı şeylerden arındırma
çabası nerede? Bir Müslüman -amma, hangi Müslüman
olursa olsun- durumu bu olan kimselere; dinî
konularda ictihâdlar yapan, hadîs rivâyet eden ve
Allâh’ın ahkâmı hakkında fetvâlar veren böylesi
kişilere nasıl emniyet. eder de, huzur-u kalp ile onlara
tâbî olabilir?!
MEZHEPSİZLİK 236
14-)Yazar, mezkûr kitaplarının 245. sayfasında şu mes’eleyi
ele almış ve bunu bizim aleyhimize kullanmıştır. Biliyorsunuz ki,
biz İmam Zehebî’nin sözlerinden aldığımız bazı paragraflarla,
mezhep İmamlarına karşı, onun fikirlerinden deliller getirmiştik.
Güya biz, bu nakilleri yaparken, İmam Zehebî’nin pek çok
sözlerini hazf etmişiz.
Bu davranışımızla da o (mezhepsiz)in
tahrîfatcılar ve kalpazanlar kıralı olmuşuz!...
nazarında,
Biz bu inceleme ve te’lîf hey’etine deriz ki: -Evet, biz
Zehebî’nin sözleriyle mukallidin muayyen bir mezhebe
bağlanmasının
harâm
olmayacağını
delillendirme
mevzuunda bir takım şâhitler getirmiş bulunuyoruz. Bizim
Zehebî’nin sözlerinden nakletmiş olduğumuz paragraflar,
sadece getirdiğimiz şâhit ve delilin yerini belirtmektedir. Zehebî;
Hanefî fakihlerini öğmüştür. Hanefî fakihlerinin Ebû Hanîfe’nin
mezhebine sarılmakla isabetli davrandıklarını diliyle ikrar
etmiştir. Şafi’î fakihlerini medh etmiş; onları, Muhammed bin
İdris-iş-Şafi’î’nin mezhebine bağlı kalmakla, yerinde bir
davranışta bulunduklarını ikrâr etmiştir. O, İmam-ı Mâlik Ahmed
ibn-i Hanbel’e uymak konusunda da aynı şeyleri söylemiştir. Sen
de biliyorsun ki, bu fakihlerin hepsi belirli bir mezhebe sarılmış
ve hep ona bağlı kalmış kimselerdir. Tabakât kitaplarını dolduran
da yine bu zatların tercüme-i halleri ve hayat hikâyeleridir. Te’lif
hey’etinin kitabının bir başka yerinde, haklarında : “-Onlar
sapıtmışlardır ve mü’minlerin yollarıyla hiçbir ilgisi olmayan
apayrı bir yola girmişlerdir...” dedikleri kimseler, yine bu
zatlardır. Onların sadece kendilerinin sapıttıklarını söylemekle de
yetinmeyerek, üstelik Cenâb-ı Hakk’ın: “-YER (yüzün) DEKi
KİMSELERİN ÇOĞUNA UYARSAN, ONLAR SENİ
ALLÂH YOLUNDAN SAPTIRIRLAR…” mealindeki kavl-i
ilahîsini, şahit getirerek birde f’uhakanın insanları hak yoldan
saptırdıklarını söyleyenler yine kendileridir. (16)
(16)Bak: Et-Taassub-ül-Mezhebî, Sayfa: 111
237 MEZHEPSİZLİK
O’nun geri kalan sözlerine gelince bunlar, şu (malum)
mezheplenmiş kişileri, İmamlarına karşı mezheplilik taassup ve
düşkünlüğünden; mezheplilerden birinin, kendi mezhebinin
bütün mezheplerin en üstünü olduğu inancına kapılmasından
nehy etmekten ibarettir. Bu da, yazarın önceki sözünü ne iptal
eder, ne de onu nakz eder. Bu söz sadece onun önceki söylmiş
olduğu sözü kayıt ve şarta bağlar, o kadar… Benim mezhebim,
bütün mezheplerin en üstünüdür, şeklinde bir inanca kapılmanın
doğru bir davranış olmadığı hususu ise; bizim ne kabul ettiğimiz,
ne de hakkında hiç bir kimseye muhalefet ettiğimiz bir husus
değildir. Sonra bu mes’ele, bizim delillendirme, araştırma ve
kavga konumuz dışında kalan bir mes’eledir. Oysa ki biz
bununla beraber mahall-i şahitten arta kalan ve birbirini takib
eden pek çok noktalarda ona zıt düşmeyen sözlerinden hazf
etmiş olduğumuz şeylere işaret etmiş ve onun bu konudaki
sözünün özetini aktarmış bulunuyoruz. Yoksa hey’et’in yaptığını
yapmış; Dehlevî’nin sözünden müpteda ve haberi hazf etmiş tek
başına mevsûl’ün sılasını bir avcı edasıyla kapıp da bu sözle,
Dehlevî’nin kast ettiği mânânın tam aksine şahit getirmek için
bir yazarın sözü üzerinde tahrîfat yapmış değiliz.
15-)Yazar bizi, Fıkh-üs-Sîrah adlı kitabımızda üzerinde
durduğumuz, şeyh Nâsır’ın haklarında vehme kapılmış olması
ihtimali bulunan bazı hadîs-i şerîfler karşısında; bir de bizim ileri
sürdüğümüz bir tek hâdîse hakkında rivâyet edilmiş bir hadîsin
tahrîci esnasında, zayıf veya hasen yolun zikri ile iktifa edilip de;
sahih veya hadîs ulemâsının üzerine yüklendiği bu husustaki açık
îhâm dolayısıyla en sahih yolun zikr edilmemesi gerekdiği
düşüncesinin hulasası karşısında tenkid ediyor. Bu, onların hepsi
tarafından bilinen bir husustur. Sahâbe-i Kirâm’ın Hz. Ebû
Bekir’e uyması, Hz. Ebû Bekr’in son hastalığında Rasûlüllâh
(S.A.V.)’in namazına uyması hâdîsesi, bir tek hâdîse ile ilgilidir.
Bu hâdîse aslâ tekerrür etmemiştir. Dolayısıyla, bu hususu
belirten hadîs de bir tek hadîstir. Bu hadîs’in tahrîcinde iman
Ahmed ve İbn-i Mâceh’in zikr edilmesiyle yetinmeyi gerektiren
bir durum yoktur. Üstelik bir de bu hadîs üzerinde ittifâk edilmiş
MEZHEPSİZLİK 238
(müttefek-un aleyh) bir hadîstir. Bu arada, lafızda basit bir ihtilâf
senette ravî ismi fazlalığı varsa da,aksine bu rivâyetlerin hepsi de
zikr olunuyor veya: hadîs müttefek-un aleyhtir, deniliyor. Sonra
da ardından: Bu lafız, falan ravîye aittir, sözü geliyor.
İkinci hadîs-i şerîf yine böyle... Bu hadîs de Âişe (R.A.) nın,
Rasûlüllâh (S.A.V.) üzerinde sekerât-ı mevtin vasfı hakkında
rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîftir. Bu hadîs-i şerîfi Buhârî,
İbn-i Mâceh, Tirmîzî ve diğer ravîler hep Hz. Aişe’den rivâyet
etmişlerdir. Hadîs-i Şerîf şöyledir: “Nebî (S.A.V.) in önünde bir
su kabı vardı. Bu kabın içerisinde su doluydu. Rasûlüllâh
(S.A.V.) ellerini (bu) suya sokuyor ve bununla yüzünü
siliyordu.” Burada ravîler Rasûlüllâh (S.A.V.) in bu esnada
söylemiş olduğu bir söz hakkında ihtilâf a düşmüşlerdir. Buhârî,
bu sözün: “-Allâh’tan başka hiçbir ma’bud yoktur.
Muhakkak ki, ölümün sekerâtları: (kendinden geçme ve can
çekişme)leri vardır.” sözü olduğunu rivâyet etmiş; Tirmîzî,
İbn-i Mâceh ve Neseî de bu sözün: “Ey Allâh’ım, ben ölümün
sıkıntılarına karşı (tahammül)ü kast ediyorum veya ölümün
sekerâtına karşı…” sözü olduğunu rivâyet etmişlerdir.
Biz, Fıkh-üs-Sîra’da da bu hadîs’in arkasından, şeyh
Nâsır’ın bu hadîs’e zayıflık isnâd etmesi üzerine şunları
getirmiştik: “-Bu hadîs-i şerîf, sadece bu lafızlarla zayıftır.
Fakat hadîs’in aslına gelince onu sahih bir yolla Buhârî
rivâyet etmiştir. Bir tek hadîs’in iki tane yolu vardır. Yani
bir hadîs iki yoldan rivâyet edilmiştir. Bir tek hadîs’in iki
tane yolu varsa; Yani, bir hadîs iki yoldan rivâyet edilmişse,
o hadîs tahrîc edilirken, iki hadîsten sadece: hakkında ileri
geri söz edilen zayıf hadîsi zikretmekle yetinmek gereksiz ve
yersizdir. Bir de Hadîs-i Şerîf’in kayd ettiği hâdîse bir tek
hâdîse olduğu müddetce, lafzındaki basit ihtilâf Hadîs-i
Şerîfe hiçbir zarar vermez ...” (17)
Üçüncü hadîs’e gelince, biz o hadîs üzerinde, yukardaki
durumun tamamen aksini görmüş bulunuyoruz. Adam, hadîs’i iki
(17) Bak: Fıkh-üs-Sîrah, ikinci baskı, sayfa: 536
239 MEZHEPSİZLİK
kaynağa nisbet etmiş ve bu Hadîs-i Şerîf’in bu kaynaklara ait
olduğunu sölemiştir.. Fakat bu kaynaklara isnâd edilen
hadîs’lerden her ikisi de birbirinden tamamen ayrı hâdîseleri
nakil ve rivâyet etmektedir. Bunlardan biri İbn-i Sa’d’in
Tabakat’ından rivâyet edilmiştir. Şöyle ki: “-Rasûlüllâh
(S.A.V.), kendilerini, Kisrâ hükümdarının (tâlimatını)
bildirmekle (görevlendirip) gönderdiği iki elçiye, bıyık1arının
burulmuş ve yanaklarının tıraş edilmiş olduğunu görerek,
onların bu (davranışları)nı çirkin görüp onlardan yüz çevirdi
ve buyurdu ki: - Size yazıklar olsun, şu yaptığınız iş nedir?..”
Elçiler : “-Kisrâ’yı kast ederek, bunu bize Rabbimız emr etti
dediler;”
Bu rivâyet, bu şekli ile ancak İbn-i Cerîr’de mevcuttur,
İbn-i Sa’d ise, bu haberi, yukardaki ibareyi kayd etmeksizin,
olduğu gibi getirmiştir. İbn-i Sa’d’in bir başka yerde, aşağıdaki
lafızlarla zikr etmiş olduğu Hadîs-i Şerîf’e gelince bu, her:
düşünen ve aklı eren kişinin açıkca anlayacağı gibi, tamamen
başka bir hâdîseye aittir. İbn-i Sa’d’in rivâyet ettiği ve yukarıda
ki hâdîse ile hiçbir ilgisi olmayan Hadîs-i Şerîf’in lafzı aynen
şöyledir: “-Rasûlüllâh (S.A.V.)’e, bıyığı bırakılmış ve sakalı
kesilmiş bir mecûsî geldi. Rasûlüllâh S.A.V.) ona: “-Sana
bunu kim emr etti? buyurdu. Mecûsî, “-Rabbim dedi.
Rasûlüllâh (S.A.V.)’de, -Fakat benim Rabbım bana bıyığımı
kısaltınamı, sakalımı bırakmamı emir buyurdu, dedi.”
Burada söz konusu olan mecûsî, Sa’d’in aralarında böyle bir
konuşmanın cereyan ettiğini kesinlikle kayd etmeksizin,
Rasûlüllah’la aralarında geçen hikâyelerini haber verdiği: görevli
elçilerin aslâ aynısı değildir.
İşte Şeyh Nâsır yukarda, bir tek hadîs’in geldiği iki yolu
birbirinden bu şekilde ayırmıştır. Halbuki onun bunları birbiriyle
birleştirmesi gerekirdi. Burada ise birbiriyle hiçbir ilgisi olmayan
ayrı ayrı iki hadîsi birbiriyle birleştirye kalkmıştır. Oysaki onun
buradada, bu hadîsleri birbirinden ayırması ve ayrı ayrı hadîsler
MEZHEPSİZLİK 240
olduğunu göstererek, herbir hadîsi kendi ravîsine isnad etmesi
gerekirdi.
Hakikat şudur ki bizim, Fıkh-üs-Sîrah adlı kitabımızda
şeyh Nâsır’ca yanlış anlaşılmamasını istediğimiz yerler pek
çoktur. Fakat te’lif heyeti (nedense) bize bu üç yer dışında hiçbir
noktada karşılık vermemiştir.
Maamafih mes’ele aslında gâyet basittir. Zira biz, ileri
sürdüğümüz şu fikirlerle, ne onun Câhilliğini ilan etmek; ne de
onu ayıplamak veya alçaltmak istemiş değiliz, aksine bunlar her
âlim veya araştırıcının içine düşebileceği küçücük çukurlar ve
ayak bağlarıdır. Yalnız, asıl mes’ele, bütün mes’ele, öğüt ve
nâsıhat kabu1 etmemekte inad, ma’sumiyet ve kusursuzluk
iddiasını, öğütün; kibir ve gurur damgasını nâsıhatin fevkinde bir
kalkan yapmakta diretme mes’elesidir!...
Rasûlüllâh (S.A.V.)’in Zeynep Bint-i Cahş (R.A.) ile
evlenmesinden bahs eden hadîs-i şerîfi, Kübra’l-Yakiniyyât
adlı kitabımızda îrâd etmiş olmamıza karşı; yazarın, bu hadîs-i
şerîfi ele alıp bizim aleyhimize kullanması mes’elesine gelince;
biz hiçbir hadîsi tashih etmiş değiliz. Yalnız Taberî’nin ve diğer
ravîlerin rivâyet ettikleri ve bazı insanların, üzerine bir takım
(sapık) zanlar bina ettikleri yaygın bir rivâyeti sunduk. Bu
rivâyetin Rasûlüllah’dan vârid ve Ondan vârid olduğu sabit ve
sahih olsa bile, yine Rasûlüllâh (S.A.V.)’e hiçbir noksanlık
isnadını gerektirmeyeceğini îzâh etmek istedik.
Adı geçen kitabın ikinci baskısına bu mes’elenin açıklaması
sadedinde geniş bir yorum eklemiş bulunuyoruz. Kitabın bu
baskısı inşaatlah yakında çıkacaktır. Yazarın, Hz. Mu’az’ın
ictihâd hakkındaki rivâyetinden alıp aleyhimize değerlendirdiği
bir (başka) hadîs-i şerîfe gelince; biz, İbn-ü1-Kayyim’in
Mu’az’dan rivâyetle zikr ettiği bu hadîsi ulemâ arasında onun
zayıflığına zâhip olanların bulunduğunu bilmeyerek değil; aksine
bilerek nakl etmişizdir.
241 MEZHEPSİZLİK
Fakat İbn-i Kayyim ve diğer âlimlerin dediği gibi,
bizdederiz ki: -Ulamâ kabul ettiğine ve makbul bir hadîs
olduğuna kanaat getirdiklerine göre, bu hadîs-i şerîf kuvvet
kazanmış ve sağlam bir hadîs olmuş olur. O, bazı ravîlerden
nalden Tedrib-ür-Ravî’de şöyle demiştir: -Şâyet insanlar bir
hadîsi kabulle karşılamış ve makbul saymışlarsa, isnadı sahih
olmasa bile, o hadîsin sahih olduğuna hükm edilir. İbn-ü Abd’ilBerr ve Ebü İshâk-ıl-İsferâyînî’dende aynı görüş nakl
ediliniştir. (18)
Eğer Üstad Nâsır’ın bunun dışında bir fikri varsa; O, kendi
fikrine bağlı kalmakta tamamen serbestir. Ama bizi, diğer
ulemâyı bir tarafa bırakıp da kendisine uymaya zorlama hakkına
sahip değildir. Nasıl bizim onu, kitabının pek çok yerlerinde
fikirlerine yer verdiği İbn-i Teymiye’yi memnun etmekten men
etmeye hakkımız yoksa, onun da bizi kendi milletinin ve
taraftarları dışında kalan insanların bizden memnun ve
fikirlerimizden yana olmalarını men etmeye hakkı yoktur. Bir de
ben, hadîs-i şerîflerin senet zincirini teşkîl eden sened ricâlinden
biri değilim ki, benim bu davranışım bir tedlîs: bir aybını
gizlerne sayılsın...
16-) Sonra müellif efendiler; benim bu kitabımın birinci
baskısının çıkışını takiben, Şeyh Nâsır’la aramızda cereyan etmiş
olan münakaşa üzerine, hiç de önemsememem ve ilgilenmemem
gereken bir takım sözler sarf ederek yorum yapmışlar.
Yalnız ben, derim ki: -Bu rnünakaşanın aslı ve içerisiride
sarf edilen sözlerin neler olduğu, ancak onun teyp bantındaki
kaydını başından sonuna kadar dinleyen kimselerce malumdur.
Bu bantı kayd eden ve kendi isteğiyle bir suretini de Şeyh
Nâsır’a veren yine benim. Bu munakaşayı tesbit eden bantın
suretleri bu gün pek çok insanların eline dağılrnış ve çeşitli
bölgelere yayılmış bulunmaktadır. Ben şeyh Nâsır’a
gönderdiğim bir mektupta söylemiş olduğum sözü burada bir
daha tekrarlıyorum.
(18) Bak, Bu kitabın Nemnekani baskısı, Sayfa:24
MEZHEPSİZLİK 242
Bence, birtek kelimesi üzerinde bile hiçbir değişiklik
yapılmaması, dıştan hiçbir kelime sokulmaması şartıyla bu
münakaşanın tam olarak yayınlanmasında kat’îyyen mânî yoktur.
17-)Bu mes’ele bundan ibaret, Kitabın cevherine ait bel
kemiğini teşkîl eden acaip küfür ve hakaretler furyasından söz
edecek olursak, ben bu mes’ele etrafında bir söz söylemek
isterim ki, bu söz çıksa çıksa ancak kalbimin derinliklerinden
çıkmış bir sözdür. Allâh biliyor ki ben bu sözümde ne edebiyat
yapmış nede kendimi laf ebeliğine zorlamış değilim. Evet, ben
derim ki: -Eğer ben üzerinde durduğum fikrin aslı ve
müdafaasını yaptığım tezin içyüzü bakımından bu küfür ve
hakaretlere gerçekten layıksam, o zaman Cenab-ı Hak’tan beni
ıslah etmesini ve en doğru yola sokmasını niyaz ederim. Yok, bu
küfür ve hakaretlere layık değilsem, o zamanda Allâh (C.C.)’den
bunları söyleyenleri affetmesini ve onlara hakkımda sarf ettikleri
kötü sözler yüzünden hiçbir vebal yüklememesini ve beni
kendisiyle. Allâh ve Rasûlü ’ne îmân şerefinin birleştirdiği
kimseye karşı kalbimde zerre kadar kin bırakmamasını isterim.
18-)Müellif efendilerin kitabı, bana yönelttikleri bir
NASÎHatla sona ermektedir. Bu nâsıhat, benim te’lîf yapmaktan
beş sene (müddetle) vaz geçmemi öğütlemektedir, Ben kendi
nefsime soruyorum: Beni kitap yazmak ve te’lîf yapmaktan ne
alıkoyabilir?
Şöhretse, ben beklediğim ve düşkünlük gösterdiğimden
ziyade şöhrete: kavuşmuş bulunuyorum. Malsa, Allâh bana
ihtiyacımdan fazla mal vermiştir. İnsanların medh-ü senaları ise,
ben layık olmadığım kadar medh-ü senâya nâil olmuş ve son
olarak halkın medh-ü senâlarının faydasız ve tadsız tuzsuz bir
şey olduğunu anlamış bulunuyorum. Ancak bu medh-ü senâlar
bir müslüman kardeşimin kayıp (ölüm) örtüsü ardından bana
yapacağı bir hayır duası olursa, ona diyeceğim yok...
Kitap yazmak ve te’lîf yapmaktan beni alakoyan en önemli
şey; - Allâh’ım şahittir ki – Kitâbüllâh daki bir tek Âyet-i
243 MEZHEPSİZLİK
Kerîme’dir. Uzun zamandır ben bu Âyet-i Kelime’yi tekrarladım
durdum, Cenab-ı Hakkın beni kemter ve aciz bir kul olmama
rağmen bu Âyet-i Kelime’nin ehli ve layık kıldığı kulları arasına
katmasını hep arzu ettim. Bu Âyet-i Kerîme (meâlen) şudur:
“(İnsanları) Allâh’a davet eden. (kendisi de) sâlih amel işleyen
ve : “HİÇ ŞÜPHESİZ Kİ BEN MÜSLÜMANLARDANIM.”
diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?... Ben, aziz ve
celil olan Allâh’ın dinine çağıran ye şeriatıyla amel eden bu eşsiz
davetçilerin bir zamandan beri eşikleri başında beklemekte
olduğumu görerek beni, her ne kadar; Onlar’ın derecelerinin çok
altında isem de, Onlar cümlesi içerisinde saymasını; Onlar’ın
sahip oldukları (yüce) mevkiye layık değilsem de, Onlar’ın
ecrine beni de nâil kılmasını ısrarla diliyorum.
Fakat bununla beraber ben, sadece dininden emin olduğum,
ilminden ve ahlakından razı ve memnun kaldığım kimselerin
öğütledikleri bir fetvâyı almış olmam dolayısıyla dahi kitap
yazmak ve te’lîf yapmaktan vaz geçmekte zerre kadar tereddüd
etmem. Zira nice konuşan kişiler vardır ki, onlar için susmak
konuşmaktan daha uygun, süküt (dırdırdan) daha hayırlıdır.
Halbuki (mezhepsizin) kendisi bunun böyle olduğunu bilmez.
Sonra yazarların bu kitapları üzerine isminin damgasını
vurdukları kardeş, bu hususla ilgili birşey yazamadığım için beni
ma’zur görsün. Çünkü ben, bu husustan bahs etmeyi gerektiren
uygun bir durum ve münasebet bulamadım.
Son dileğimiz (sayısız hamd ve şükrün âlemlerin Rabb’ı
olan Allâh’a, ait olmasıdır.
( VE’L – HAMDÜ Lİ’LLAH )
MEZHEPSİZLİK 244
(Kitabın dış kapağı üzerine konan metnin türkçesidir)
BU KİTABIN ÖZETİ
DENİLSE Kİ: —Bir müslümanın dört mezhepten birini
taklîd etmesi câiz midir?
DERİZ Kİ:—Değil câiz olmak ahkam-ı ilahîyye’nn hükümleri üzerinde İctihâd yapmaktan aciz kaldığı ve
(İmamının) mezhebini taklîd etmekte taassup ve tarafgirlik
göstermediği müddetce, dört mezhepten birini taklîd etmesi,
o kimse üzerine vâciptir bile!.. Bu kimse dilerse mezhebine
devamlı olarak bağlı kalabilir, dilerse bağlı kalmaz. (ve hak
mezheplerden bir diğerini tercîh edebilir.)
DENİLSE Kİ: — Taassup nasıl olur?
DERİZ Kİ:—İnsanın delili görmesi ve delilin mânâsını
önceden öğrenmiş olduğu ilmî ölçülere tıpatıp uygun olarak
iyice anlaması; sonra bununla beraber, o delilden vaz geçip,
mensubu bulunduğu mezhebe meyl etmesidir.
DENİLSE Kİ:—Bugün İctihâd kapısı açık mıdır, kapalı
mıdır?
DERİZ Kİ:— İctihâd kapısı (bu güne kadar hep) açıktı.
(bu günden sonra da hep) açık kalacak... Onu bugün
kapatmaya hiçbir kimsenin gücü yetmeyecektir. İctihâd’ın
birtakım kayıt ve şartları vardır. Bu şartlar, devamlı olarak
yürürlüktedir. Bu gün de bu kayıt ve şartlarla oynamaya
kimsenin gücü yetmeyecektir.
DENİLSE Kİ:— Bu vakit, dinin bu fer’î mes’eleleri üzerinde münakaşa kavga yapacak vakit midir?
DERİZ Kİ: — Dinin fer’î mes’eleleri bazı insanların elinde,
dinin temel prensiplerini yıkmak için keskin birer silah haline
getirilirken, O’nun fer’î olmakta devam ettiğini zannetmek aptallıktır. Hanefî fıkhı, din’in fer’î mes’elelerinden olan İslâm
245 MEZHEPSİZLİK
Şer’îatı’nın dışında kalan bambaşka bir şeydir;; denildiğine,
müslümanların kalbinden İmamlara olan güveni
veni çıkarıp atmak ve
onları ahmaklıkla vasf etmek, dindeki fer’î mes’elelerden
elelerden olan
kitaplarını (KÜFLÜ KİTAP) diye sıfatlandırmak
dırmak için dehşetli
ve ince bir planlamaya girişildiğine göre, bu prensip uyarınca
din’in tümü fer’î bir mes’ele olmuş olur.
MEZHEPSİZLİK
HEPSİZLİK 246
ONLAR:
(İslâm düşmanları; Allâh’a, Rasûlü’ne
ne ve Müslümanlar’a
Müslümanlar hep)
HİLE YAPAR, TUZAK KURARLAR. OYSA,
(hiç bilmezler ki)
LARIN
ALLÂH TUZAK KUR’ÂNLARIN
EN ÜSTÜNÜ’DÜR:
DÜR: TUZAKLARIN
EN MÜKEMMELİNİ KUR’ÂNDIR.
DIR.
(O’nun
nun tuzağı karşısında kurulan bütün)
(tuzak ve köprü’ ler)
( er - geç yıkılmaya mahkûmdur.)
(Al-i İmrân Sûresi, Âyet: 54 )
247 MEZHEPSİZLİK
Merhum Allame
Muhammed Zâhid El-Kevserî
(V:1371 / 1949) (R.A.)’in
in Kalemiyle
MEZHEPSİZLİK 248
EL - KEVSERÎ’NİN
MAKALELERİ
adlı eserinden
MEZHEPSİZLİK
DİNSİZLİĞİN KÖPRÜSÜDÜR
Osmanlı Halifelik Dâiresi’inde Şeyhu’l -İslâm Vekîli, Tefsîr ve
Hadîs Uzmanlık Enstitüsü’nde Kur’ân İlimleri,
Osmsnlı Üniversitesi’nin Şer’î ilimler bölümlerinde
Fıkıh ve Tarih,
“İslâm - Darü’ş – Şefeka” sında Arapça hocası idi.
Tercüme Durmuş Ali KAYAPINAR
249 MEZHEPSİZLİK
MEZHEPSİZLİK
DİNSİZLİĞE GEÇİŞ SAĞLAMAK İÇİN
KURULMUŞ BİR KÖPRÜDÜR
Hangi görüş ve zihniyete sahip olursa olsun, samimiyet ve
içtenlikle benimsediği bir fikr’i ve peşinden koşturup durduğu
bir hedef’i olmadığı halde kendisinin siyasetçi olduğunu iddiaya
kalkışan hiç bir siyasetçiye hiç kimsenin îtibar etiğini
göremezsiniz. Her önüne gelen fikir gurubuna: “-Ben
sizdenim!” diyerek. Onları aldatmaya çalışanların durumu da
aynen bu tutarsız siyasetçilerln durumuna benzer.
Bir yandan karşısına çıkan her fikir grubuna kendileriyle
birlikte oldugu izlenimini vermeye çalışırken; diğer taraftan
gerçek anlamda belli bir grubun yanında yer almadığı halde karşı
fikir grubuna: “Ben sizinle beraberim!" demek; bir insan için
çok çirkin bir özellik ve son derece iğrenç bir niteliktir!...
Nitekim bir arap şâiri böylelerini: (Hanya’lıyı görür hanya’lı
olursun; Konya’lıyı görür Konya’lı olursun) anlamında şu
beytiyle tasvîr etmiştir:
Bir yemenli gördün mü, olursun yemânî;
Ma’dîkerib’den biri karşısında oluverirsin adnânî
İslâm Dininde Mezhepsizliği meslek edinerek, bir o
mezhebe, bir bu mezhebe gidip gelenlerin durumu ise;
yukarıdakilerin hepsinden daha beter ve daha tiksindiricidir.
Metotları birbirine hiç benzerneyen hatta aynı ilim dalında
bile farklı kanaatlere sahip olan birçok ilim adamları vardır.
Felsefenin bilinen ekollerinden hiç birine katılmayan ve temel
prensipleriyle hiç bir alakası olmayan laflar ederek felsefe
MEZHEPSİZLİK 250
yaptığını zanneden kimse; aslında felsefeci degil. “sefeh"ci,
safsatacı bir sefîh sayılır. O söyledikleriyle felsefe değil, yalnızca
boşboğazlık yapmaktadır. Çeşitli ilim dallarında -hatta yalın
dilbilimi sahasında- çalışanların bile kendilerine özgü kişisel
görüş ve farklı prensipleri vardır. Bu kişiye özel görüş ve
prensipler görmezlikten gelinemez. İlimleri ana kaynaklarından
yudumlama özleminde olanlar, bu işe içtenlik ve ciddiyetle
sarılıp, bütün ayrıntılara ulaşmayı hedefleyenleri akılsızlık ve
Câhillik’le itham edemezler.
Âlimlerin, İslâm’ın ilk devirlerinden günümüze kadar
süregelen uzun asırlar boyunca İslâm Fıkhı kadar, üzerinde bu
derece tilizlikle durdukları ikinci bir ilim dalı yoktur.
Rasûlüllâh (S.A.V.) ashâbını yetiştirmiş ve onlara dinî
konularda hüküm çıkarma yollarını öğretmiştir. O’nun bu hassas
konudaki gayret ve îtinâları sonucu, yaklaşık altı sahâbi O
(S.A.V.) sağken fetvâ verir duruma gelmiştir. Rasûlüllâh (S.A.
V.)’in vefatından sonra, fetvâ verme derecesine ulaşmayan diğer
Sahâbeler, bu altı Sahâbeden fetvâ sormayı ve dinî konulardaki
hükümleri almayı sürdürmüşlerdir. Rasûlüllâh (S.A.V.)’in
sağlığında fetvâ verme mertebesini kazanmış olan bu altı kişinin,
Sahâbe ve tâbiiler arasında, fetvâ konusunda taraftar ve takipçisi
olmakla ün kazanınış kimseler de mevcuttu.
Vahyin beşigi olan Medine’i Münevvere, Hulefayı
Râşidîn’in üçüncüsü Hz. Osman devrinin son günlerine kadar
Sahâbelerin yerleşim merkezi olma niteliğini sürdürdü. Bu arada
Medineli birçok tabiî, Sahâbelerden intikal eden, fakat dağınık
halde bulunan pek çok Hadîs-i Şerîf’i ve fıkıhla ilgili bilgileri
toplamış ve biraraya getirmişlerdir. O kadar ki Medîne’li yedi
fakih, fıkıh konusunda yüksek bir mevki elde etmişler ve büyük
bir şöhrete sahip olmuşlardı. Yüce sahabi İbn-i Ömer
Sahâbelerin vermiş olduğu hükümler üzerinde geniş bilgi sahibi
olan, tabiin’in büyüklerinden Said Bin Müseyyeb’i takdir eder
ve kendisine babasının verdigi hükümlerle ilgili sorular sorar ve
bilgiler alırdı.
251 MEZHEPSİZLİK
Sonra bu zatların ilimleri, İmam Mâlik’in Medineli
hocalarına intikal etmiş, İmam Mâlik de bu bilgileri derleyip
toparlamış ve kitlelere yaymışıır. Bu şekilde yukarıdan aşağıya
ve aşağıdan yukarıya doğru, kuşaktan kuşağa ilmîn akışını
sağladığı için, kendisine mezheb isnâd edilmiş ve böylece İmam
Mâlik, Mezheb İmamı olmuştur. Dolayısıyla, önde gelen
âlimler de kendisinin ileri sürdüğü delillerin kuvvetliliğini
gözlemleyip takdir etliklerinden, O’na ve O’nun mezhebine
uymuşlar ve başka bir mezhebe ihtiyaç duymamışlardır.
Eğer İmam Mâlik’in görüşlerine tabi olan âlimlerden, derin
bilgi ve sağlam görüş sahibi birileri ortaya yeni bir mezhep koysa
da, insanları bu mezhebe çağırsalardı, hiç kuşkusuz ilim
erbabından onların peşine düşenler de olurdu. Fakat bu derin
bilgi ve ileri görüş sahibi âlimler, söz birliğini bozmamak ve
mezhep sahibinden nakledilen bazı zayıf meselelerin, mezhep
içerisindeki daha dirâyetli ve sağlam âlimlerin görüşleriyle
takviye edileceğini ve böylece zamanla isabetsiz ve zayıf
hükümlerin mezhep içerisinde yetişen güçlü âlimler eliyle
yerlerini isabetli ve sağlam hükümlere terk edeceğini bildikleri
için, bu Medîneli âlim; İmam Mâlik’in mezhebine uymayı
tercîh etmişlerdir.
Nitekim öyle de olmuş ve mezhebin zayıf tarafları, yüksek
anlayış ve derin idrak sahibi Mâlikî âlimler sayesinde son derece
kuvvetli ve sağlam bir hale gelmiştir. Öyle sağlam ki, sonraki
(müteahhir) âlimlerden bu mezheple kim boy ölçüşmeye veya
(bir dağ keçisinin yalçın kayaya toslamaya kalkışması misali),
ona toslamaya kalkışmışsa ancak kendi kafasından olmuştur!...
İmam Mâlik ve mezhebinin durumu bu olduğu gibi;
ardından gidilen diğer müçtehid İmamlar, mezhepleri ve
âlimlerinin durumu da aynen böyledir.
Bir örnek daha vermemiz gerekirse, işte size Ömer’ul
Faruk (R.A.)’in kurduğu ve dört bir tarafına fasih dilli arap
kabîlelerini yerleştirdiğli Kûfe Şehri... Hz. Ömer, bu şehir
MEZHEPSİZLİK 252
halkını Allâh’ın dini hakkında bilgilendirsin diye, Abdullah
İbnü Mes’ud (R.A)’ı oraya gönderirken Kûfe’lilere: “Abdullahı
size göndermek sûretiyle sizi kendime tercîh ettim;
kendimden üstün tuttuğumu isbat ettim.” diyerek; kendisinin
dahî İbnü Ömer’in fikirlerine ne kadar ihtiyaç duyduğunu ve
değer verdiğini açıkça ifade etmiştir.
Şunu da ilave etmek gerekir ki, bu zatın diğer sahâbeler
arasında ilmî seviyesi çok yüksekti. Kendisi hakkında Ömer
(R.A): “İlimle dopdolu” ta’birini kullanmıştır. Ayrıca bu zat
hakkında şöyle bir hadîs de vardır: “İbnü Ümmî Abd’in
ümmetim için beğendiğini ben de beğenirim.” Onunla ilgili bir
diğer hadîs de şöyledir: “Kur’ân-ı Kerîm’i, indiği gibi, aslına
uygun olarak okumak isteyenler O’nu, İbnü Abd’in kıraeti
uyarınca okusunlar.”
İmam Âsım’ın Ebû Abdirrahman Abdullah İbni
Habîb’is-Sülemî’den alarak rivâyet etiği kırâet, Ali Bin Ebî
Tâlib kerremellahü vecheh’in kırâeti olduğu gibi; aynı zamanda
Zerr Bin Hubeyş’ten alarak Muhammed Ümmeti’ne aktarmış
olduğu ve ümrnet içerisinde Âsım Kırâeti diye şöhret bulan
kırâet’de İbnü Mes’ud’un kırâetidir.
Böylece ümmet; kırâet sahasında, îtikâd sahasında, fıkıh
sahasında... Herhangi sahada olursa olsun, ilmin sahip ve
muhafızı olan ve nesilden nesle geçişine köprülük eden bu yüce
zatların İmamlık ve önderliklerini içtenlikle benimsemiş ve
beğenerek kabullenmişlerdir.
İbnü Mes’ud (R.A.) Hz. Ömer zamanından Hz. Osman’ın
halifeliğinin sonlarına kadar Kûfe’lilerle öylesine titiz bir şekilde
ilgilenrniş ve onları öylesine mükemmel bilgilendirmiştir ki, bu
sayede Kûfe Şehri fakihlerle dolup taşrnıştır. Ali Bin Ebî Tâlib,
Kûfe’ye gelip de bu şehrin fukahâ ile dopdolu oldugunu görünce,
son derece sevinmiş ve İbnü Mes’ud’u kastederek : “Allâh İbnü
Ümmî Abd’den razı olsun, bu şehri ilimle doldurup taşırdı.”
demiştir.
253 MEZHEPSİZLİK
İlim beldesinin kapısı Hz. Ali de, bu şehir halkını
bilgilendirmeyi sürdürmüştür. Öyle ki Kûfe, Ali Bin Ebî Tâlib
(R.A)’in burasını hilâfet merkezi yapması ve bu şehre ilmî ve
fıkhî kudrete sahip ashâbın taşınmasından sonra Kûfe, diğer
İslâm şehirleri arasında eşi benzeri olmayan bir ilim merkezi
halline gelmiştir.
E1-İclî’nin anlatığına göre, yalnız Kûfe şehrinde, ilim
öğrenmek için bir süre kalıp, sonra ilmini yaymak için Irak’ın
diğer şehirlerine taşınanlar dışında tam bin beş yüz sahâbe vardı.
Ali ve İbnü Mes’ud (R.A.)’ ın ileri gelen arkadaş ve
talebelerinden oluşan seçkin zatların biyografileri özel bir kitapta
toplanmış olsaydı, oldukça hacimli bir kitap ortaya çıkardı.
Yalnız burası, bu zevatın isimlerini sayıp dökecek yer değildir.
Ancak şunu söylemek gerekir ki; İbrahim Bin Yezî’d’in-Neha’î
bu zatlarla ilgili dağınık haldeki bilgileri biraraya toplamıştır. En
Neha’î’nin sözkonusu bilgi ve görüşleri; Ebû Yusuf,
Muhammed Bin Hasen. İbni Ebî Şeybe ve diğer bazı âlimlerin
eserlerinde mevcuttur.
İbnü Ömer (RA)’in hakkında; “Her ne kadar ben Rasûlüllâh
(S.A.V.)’in sözlerine kendi huzurlarında şahit olmuşsam (ve O
bir sahâbe çocuğu; Tabiî ise) de, onun hafızasındaki Ehadîs-i
Nebeviyye, benim hafızamdakilerden daha fazladır.” dediği
Şa’bî; İbnü Mes’ud’u, çeşitli şehirlerdeki bütün ulemâdan daha
üstün tutardı.
Enes Bin Şîrîn’de bu konuyla ilgili olarak: “Kûfe’ye
vardığımda, orada hadîs tahsiliyle uğraşan dörtbin kişi gördüm.
Dörtyüz kişi de fıkıh tahsili almışlardı. Zira bu bilgiler
Ramehürmüzi’nin(1) El-Fasıl adlı katabında aynen geçmektedir”
demiştir.
(1) Râmehürmüzî “El-lübâb Fi’l Ensâb”da bu ismin
harflerinin harekeleri bu şekilde tesbit edilmiştir.
MEZHEPSİZLİK 254
Tahavi ve diğer âlimlerinde(2) dediği gibi, İmam-ı A’zam
Ebû Hanife, bu zatların ilimlerini: Fıkıh, Hadîs, Kur’ân ve dil
ilimlerinde derin bilgi sahibi öğrencileri arasından kırk seçkin
fakih’ten oluşan Fukaha Medlisi’nin süzgecinden geçirdikten
ve meseleleri en seçkin arkadaşlarıyla enine boyuna tartıştıktan
sonra büyük bir îtinâ ile tedvîn ve tanzim etmiştir.
Kendi mezhebinden bile olmayan Muhammed Bin
İshak’ın-Nedim dahi, bu en büyük İmam hakkında şöyle
söylemiştir: “Karada ve denizde, doğuda ve batıda, uzakta ve
yakında; ilim namına ne varsa hepsi O’nun tedvîni, O’nun
eseridir.” O’nun hakkında İmam Şafi’î (R.A.)’de: “İnsanlar
Fıkıh’ta Ebû Hanife’nin iyalidirler.” (Yani, sanki O’nun
neslinden türemiş, kanını canını ondan alıp gelişmiş evadları
gibidirler) demiştir. Sonra fıkıh, O’nun kendi arkadaşlarının ve
arkadaşlarının arkadaşlarının elleriyle olgunlaşmış ve onlar,
Fıkh’ın düzeltilecek hiçbir yanlışını, tamamlanacak hiçbir
eksiğini, ıslah ve tashih için söylenecek herhangi bir şeyini
bırakmamışlardır. Allâh, sa’y-ü gayretlerini meşkur kılsın!..
(2) Hatîbü’l Bağdâdî “Târihu Bağdâd:14–18”de İbnü
Kerâme’ye dayandırdığı senediyle bu konuda şunları
söylemiştir: “Biz bir gün Vekî’in yanında
bulunuyorduk.” Adamın biri: “Ebû Hanîfe hatâ etti..”
dedi. Vekî, bu adamın Ebû Hanîfe’nin bu sözüne şöyle
karşılık verdi: "Yanında kıyâsları bakımından Ebû
Yusuf ve Züfer gibileri: hadîs hıfzı bakımından
Yahya’bni-Ebi Zaîde Hafs Bin Gıyâs,Hıbban ve Mendel
gibileri, Arap Dili bilgisi bakımından El-Kasım Bin
Ma’n gibisi ve Zühd-ü takvâları bakımından; Dâvut’ütTâî ve Fudayl Bin iyâz gibileri varken, Ebû Hanîfe
nasıl hatâ eder,yalan yanlış konuşabilir?!.. Oturup
kalktığı arkadaşları böylesine yüksek seviyeli kişilerden
oluşan bir kimse kolay hata edemez.Çükkü eğer yanlış
bir söz sarfedecek olursa arkadaşları ona karşı çıkar ve
mutlaka sarfettiği sözlerinkarşılını verirler ve
hatalarını düzeltme yoluna giderler…”
255 MEZHEPSİZLİK
İmam-ı A’zam’dan sonra İmam-ı Şafi’î (R.A.) geldi. O da
ana kaynaklarından ab-ı hayat (değerinde) bilgiler derledi.
Toplamış oldugu bu bilgilere: İlmi, İbnü Cureyc, Ata ve İbnü
Abbâs’tan alan Mekkeli Müslim Bin Hâlid gibi değeri
üstadlarından edindiği bilgileri ekledi. Böylece doğu-batı, İmam
Şafi’î’nin taraftarları ve onun mezhebini benimseyen âlimlerin
taraftarlarıyla dolup taştı. Şafi’î Ulemâsı dünyayı ilimle doldurup
taşırdı. Ömrünün sonlarına doğru Mısır’a yerleştiği, yeni
mezhebini orada yaydığı ve oraya defnedildiği için Mısırlılar
İmam-ı Şafi’î’nin ve Şafi’î Ulemâsı’nın ilimlerinin sınır ve
değerini en iyi bilen kimselerdir.
Bu makale diğer fakih ve Müctehid İmamlar’ın fazîletlerini
ve İslâm-Fıkh’ındaki yerlerini gereği gibi açıklamaya müsait
değildir. Bu zatların hepsi fıkhî meselelerin üçte ikisinde ittifâk
halindedirler. Geri kalan üçte biri ise, ihtilâf ettikleri hususlar
olup, görüşlerinin savaş meydanı durumundadır. Bu konuda ileri
sürdükleri deliller ve görüşler fukahânın kitaplarında yer
almaktadır.
Mezhepler, işte böylesine sağlam temeller üzerine
oturtulmuş ve bu kadar sarsılmaz esaslara dayandırılarak
oluşmuştur.
Peki, âhir zamanda, liderlik sevdasıyla birileri ortaya çıkar
da, yukarıda adı geçen müctehidlerin yerine kendisini, meşhur
müctehidlerin makbul ictihâdları yerine de kendi (sözüm ona)
ictihâdlarını (!) koymaya kalkışırsa; dahası insanları kendi
mezheplerini terke da’vete cür’et ederse; hak mezhepleri şüphe
ve teşvîş lekesi, müntesiplerin; de şaşkınlık ve tereddüd endişesi
içerisinde bırakmaktan, riyâkârlık, şöhret ve gösteriş
budalalığından başka hiçbir temele dayanmayan kendi kişisel
İmamlığını (!) (ve zoraki ve ta’vizkâr müctehidliğini!)
Mezhepsizlik esası üzerine oturtmaya yeltenirse ne yaparsın ?!
Dört mezhep ve mensubları, kendisini böylesi ham hayal ve
dur - durak bilmez vesveselere kaptırmış birileriyle karşı karşıya
MEZHEPSİZLİK 256
geldiklerinde; ona hangi lakabın uygun olduğunu belirlemekte
güçlük çekecek, musemmâsına lâyık ismi bulma konusunda
şaşkınlığa düşecek ve böylesine: deli teşhîsi konulmuş ve
tımarhaneye konulmamakla hatâ edilmiş bir megalomanyak
mı, yoksa aklı başında insanların kendisini delilerin
akıllılarından mı, akıllıların delilerinden mi sayacaklarna bir
türlü karar veremedikleri bir şaşkın mı oldugunu
kestiremeyecekterdir.
Bir müddetten beri bazılarından buna benzer naralar
duymaya başladık. Bunlar akıllarınca Müctehit İmamlar’ın
ictihâdlarını ortadan kaldırmak maksadıyla şer’î sahalarda
geçerli ictihâd yapmaya yelteniyorlar. Bana kalırsa bunların
bu kuruntularına kulak asmadan önce, akıllarından bir
zorlarının olup olmadığı hususunda bir psikiyatri uzmanına
muayene ettirilmeleri gerekir. Kendilerinde azıcık akıl
bulunduğu belirlendiği takdirde bunların, İslâm Ümmeti’ni
hem din hem dünya işlerinde parçalamaya yönelik karanlık
hedefler peşinde koştukları ve üzerlerine İslâm Güneşi doğalı
beri aralarında süregelen uzun bir kardeşlik döneminden
sonra bu ümmeti birbiriyle didişmeye, nefretleşmeye,
birbirini kötülemeye, botazlamaya ve birbiri üzerine
çullanarak imhaya sevkedecek mel’unca gayeler güttükleri
ve bu biricik Hak Dinin düşmanlarının yapıtları oldukları
apaçık ortaya çıkmış olur.
Basîretli ve akl-ı selim sahibi bir müslüman bu gibi yıkıcı
propagandalara aldanmaz. Evet, böyle bir Müslüman Tabiîler
devrinden bu yana bu dinin usûl ve füru’unu Rasûlüllâh
(S.A.V.) ve eshâbı (R.Anhüm) den aldıkları gibi koruyan
Müctehid İmamlar’ın etrafından ayrılmaya ve onların ümmetçe
kabul görmüş mezheplerinden uzaklaşmaya çağıran bir nara
işittiğinde veya kulağına hak mezheplerden birini hedefleyen bir
böğürtü çalındığında, bu uğursuz sesin kaynağını behemehâl
araştırmalı ve bu fitne yuvasını mutlaka arayıp bulmalıdır.
257 MEZHEPSİZLİK
Zira İslâmî İlimler’i gereği gibi okuyup ögrenen samimî bir
müslümandan böylesine iğrenç bir ses aslâ çıkmaz. Böyle bir ses
ancak, İslâmî İlimler’i, keniı yanlı yapıtlarından olduğu gibi
alan ve kendisini, görevlendirenlerinin hizmetine ehil gösterecek
ve sapık emellerine hizmet edecek ölçüde üstünkötü yüzeysel
başlık taraması halinde öğrenerek; İslâm Âlimleri arasına
gizlenmiş ve kendisini İslâm Âlimi(!) gösterme gayretine
düşmüş sahte bir müslümandan işitilebilir. Akl-ı selim sahibi bir
müslüman, sahip olduğu basîret nuruyla bu işin içyüzünü
araştırdığında, bu nâranın kaynağında; Müslümanların sevinç
ve kederleriyle sadece gösteriş ve kendisini reklam için
ilgilenen birilerini bulacaktır. Bir yandan kendisini
müslümanlara fedâkar ve ferâgat sahibi bir din âlimi
göstermeye çalışan bu iki yüzlü tip’in; öbür taraftan da
Müslümanların dert ve sıkıntılarına hiç aldırış etmeyip, belki
içten içe sevinen ve gerçek müslümanların aslâ dost
edinmediği bir takım kimselerle sarmaş dolaş olduğunu,
sadece fazîlet güneşinin batış yeri (olan batı)dan gelen
eski’ler dışında önüne çıkan her eski’ye düşman olan bir
gürûh içerisinde yer aldığını görecektir.
Bu iğrenç böğürtülerin sahipleri, İslâm’ı yıkmak için
etkili bir buluş sanarak ağızlarına sakız ettikleri ve her
fırsatta her yerde geveleyip durdukları bu lakırtıların;
efendilerince alkışlanacağı ve bu sayede ödüllendirilecekleri
inancındadırlar. Basîretli bir müslüman işin aslını öğrenince,
ilgililerini durumdan haberdar etmek sûretiyle İslâmî çevreleri bu
uğursuz sesin şerrinden nasıl kurtaracağını bilir. Hakk ve gerçek,
er veya geç üstün gelecektir. Zira hiçbir şey O’nunla boy
ölçüşemez.
Toplumu, yukarıda bazı özelliklerine işaret etiğimiz
Müctehid İmamlar’ın mezhepleriyle mezheplenıneyi bırakmaya
ve onların mezheblerine bağlı kalmayı terketmeye çağıranlar, bu
müctehidlerin dinî delillerden çıkardıkları bütün hükümlerde
doğruyu buldukları inancını taşıyabilirler. Bu inançta olanlara
MEZHEPSİZLİK 258
göre müctehid olmayan herkesin, bir tek müctehidin görüşüne
bağlı kalmaksızın, herhangi bir müctehid’in görüşü
doğrultusunda hareket etmesi, Mu’tezile’ye özgü bır görüş
olarak uygundur. Ancak bu görüş, sırf Mu’tezile mezhebine
mahsus olan bir görüştür. Tasavvufçular ise tek bir müçtehid’in
sözüne bağlı kalmamayı müctehidlerin sözlerinin özellikle
Azimet’e(3) uygun olanlarını tercîh (yani ınüctehidlerin her
meselede farklı kavillerinin zor olanlarını terkib ve tercîh)
anlamında değerlendiriyorlar.
Nureddin’iş-Şehîd’in arkadaşlarından Ebû’l-A’lâ Said Bin
Ahmed Bin Ebî Bekr’ir-Râzî “El-Cem’u Beyne’t-Takvâ Ve’lFetvâ Min Mühimmâti’d-Dinî ve’d-Dünya: Din ve Dünya işlerinin en önemlilerinden olan Takvâ ile Fetvâ’yı bir arada yürütmek adlı eserinin fıkıhla ilgili bölümünde dört mezheb İmamının
sözlerinden özellikle fetvâ ve takvâ’yı gerektiren şeylere işaret
etmiştir. Burada herhangi bir kişisel görüş ya da nefsânî duygu
gözetilmemiş, işin sırf takvâ yönü gözetilmîştir.Yalnız, Mu’tezile
mezhebine mal edilen görüş bile; müctehid mertebesinde
olmayanların müctehidlerin görüşleri içerisinden beğendiklerini
tercîh etmeyi câiz görüyorsa da; müctehid olmayanların, en
azından ruhsat(4) yoluna sapmaksızın,
(3) Azimet’in lugat mânâsı: Bir şeyi yapmaya kesin karar
vemnek, bir yolda hiç sapmadan dosdoğru yürümek.
Bir işte kesin karatlı ve sabit niyetli olmak. Amaçlanan
idealde sonuna kadar direnip kararından aslâ
dönmemek demektir.
Istılah mânâsı: Dini konularda hak mesheblerin
görüşlerinin en sağlam ve en kapsamlı yanlarını
tümüyle yaşamak ve yaşatmak demektir.
(4) Ruhsat’ın lugat mânâsı: zorluğu kaldırmak kolaylık
sağlamak ağırlığı gidermek, hafifletmek bir şeyi önce
yasaklayıp sonra yapılmasına izin vermek demektir.
Istılâh mânâsı:: Mezheplerin hep kolaylıklarına
kaçmak çeşitli mezheplere âit çeşitli kavillerin
kolayına giden ya da işine gelenlerini seçip bunlara
göre amel etmek demektir.
259 MEZHEPSİZLİK
müctehidlerden kendince en mütteki olanını seçip takdir ettiği bu
müctehidin verdiği her türlü fetvâya uymaları gerekir.
Müctehid mertebesine ulaşmayanların müctehid İmamların
sözlerinden ruhsat’a uygun olanını benimseyip o yönde hareket
etmeye kalkışması nefsânî arzularına kapılmak ve hevâ ve heves
peşine takılarak İslâm’dan uzaklaşmaktan başka bir şey değildir.
Kim cevaz verirse versin bunun dinde aslâ yeri yoktur.
Belirlemeksizin müctehidlerden herhangi birinin kavliyle amel
etme konusunda İmam Ebû İshak EI-Isferâyînî demiştirki:
Hiçbir tercîh ya da ölçüye tâbî tutmadan çeşitli
müctehidlerin görüşlerinden herhangi birinin keyfî bir
şekilde seçilip onlarla amel edilebileceği da’vası var ya; işte
bu da’vanın; önü safsata, sonu da ZlNDIKLIK’tır. Çünkü
müctehid İmamların kavilleri, olumsuzluk: (nefy) ve
olumluluk: (isbât) arasında gidip gelmekte olan (ve sebeb şart
ve sonuçlara göre değişik olaylara uyum sağlayabilme özelliği
taşıyan) kaviller (mecmuası)dır. Bundan dolayı hem
olumsuzluk: (nefy)in hem de olumluluk: (isbât)ın aynı anda
bir tek doğru üzerinde çakışmaları imkânsızdır. (Ancak
nitelikleri farklı olan doğrulardan biriyle. sözkonusu kavillerden
biri değilse, öbürü mutlaka birbiriyle tıpatıp çekişecek ve
böylelikle birbirine zıt gibi görünen şeyler dahî hükme ve
uygulama imkânına kavuşmuş olacaktır. Rasgele devşirilen:
telfîk edilen kavillerin keşkül görüş ve kırk ambar hükümlerin
hangisinin nefy hangisinin isbât sadedinde serdedilmiş kavli
olduğu meçhul olacağından, yer yer nefy sadedindeki kavil isbât,
isbat sadedindeki kavli de nefy yerine geçecek ve bu durum,
İslâm’ı tersyüz edecek ve sonuçta Şer’î Şerîf’i mekâsıd·ı
şer’iyye’ye aykırı istikametlere sevk edecektir. Böyle bir gidiş
ya da yönelişinse İslâm’la bağdaşan ve İlâhi Ahkâm’la çakışan
bir gidiş olması imkansızdır.)”
Ama hepsinin değil de, müctehitlerden sadece birinin bütün
görüşlerine tümüyle uyan bir kimse, ister hatâ etsin ister etmesin,
MEZHEPSİZLİK 260
sorumluluktan kurtulmuş olur. Diğer müctehidlere ( bu şekilde)
uyanların hükmü de budur. Çünkü “ictihâd eden bir hâkime,
hükmünde doğruya isâbet etmişse iki, yanılmışsa bir sevab
verilir.” (yoksa bir çok) müctehidin kavillerinin karışım ve
kargaşasına değil!...) Bu hususa ışık tutan pek çok hadîs-i şerîfler
vardır. Gökteki güneşin deği1 de -ki, onun sabahı akşamı;
güdüzü ve gecesi vardır -İslâm Güneşi’nin doğuşundan - ki o
kıyamet gününedek doğmaya devam edecek - bu yana bu ümmet
mukallidin sorumluluktan kurtulacağını ittifâkla kabul
edegelmişlerdir. Eğer müctehidin hatâsından dolayı mukallidin
sorumluluktan kurtulmaması söz konusu olsaydı; yanılan
müctehide isabet kayd edemediği hükümden dolayı bir savab
verilmezdi. Bu hususta bizim söyleyecek bir şeyimiz yok. Çünkü
Üstad Ebû Ishak El-İsferâyînî’nin yukardaki sözleri tam olarak
gerçeğin ifadesidir. Bununla ilgili daha birçok delil getirilebilir.
Ancak burası meseleyi enine boyuna incelemeye elverişli
değildir.
Fakat (insanları; Dört İmam’ın mezheplerini teker teker
bırakıp onlar dışında) bir tek mezhebe bağlanmaya
çağıranlar, Müctehid İmamlar’ın müslümanlar arasında
tefrika ve bölünmeye sepeb olduklarını, İslâm Dininde
ictihâd yapanların tamamının oldum olası yanılgı içinde
olduklarını, kendilerininse; İslâm Güneşi’nin doğuşundan bu
yana İslâm Dini’nin, bu ümmetin gözünden kaçmış (!)
taraflarını bulup yerlerine koyacaklanını ve yaptıkları
yanlışları düzelteceklerini zannediyorlarsa, bu kanaatin tabii
sonucu olarak, bu güne kadar Muhammed Ümmeti’nin
bütünüyle hatâ üzere, (yanlış yolda) olduklarını
düşünüyorlarsa, bilsinler ki bu, düpedüz iftira ve korkunç
bir hezeyandır.
Zaman zaman bu çığırtkanların Âhad Haber’lere dayalı
Sahîh Hadîs’leri, İcmâ ve Kıyâs’ı ve müctehitlerin göz bebeği
mu’teber kitapları küçümseyici bir takım hezeyanlarını duyar
olduk.
261 MEZHEPSİZLİK
Bunlar Âhad Haber’leri küçümsemekle Sahîh-i Buhârî ve
Sehîh-i Müslim’den tutun da Sünen’lere, cami’lere,
Musannef’lere, Müsned’lere, Rivâyet Tefsirlerine... varana
kadar bütün sahîh hadîs kitaplarından. müslümanların başvuru
kaynağı diğer mu’teber dinî kaynaklar ile tüm rivâyet ve dirâyet
tefsirlerinden kurtulmayı hedefliyorlar. Bu kaynaklardan
kurtulmayı başarmaları durumunda elde yararlanılacak ne
Evrensel bir Mu’cize ve ne de Şer’î Hükümler kalacaktır.
Peki, şeytanın yollarından biri olduğu kesin olan böyle kirli bir
yola, İslâm Düşmanları’nın imalatı kişiler’den başkası sülûk
eder mi hiç?!.. Tutulan bu şeytani yol İslâm Düşmanları’nın
türlü hile ve desiseleri ve O’nu yıkmak için kurdukları menfur
tuzaklarının en amansızı değil de nedir?!.. Oysa Âhad
Haber’lere dayalı Sahîh Hadîs’ler, mânâ yönünden, rivâyet
yollarının çeşitliligi sayesinde tevâtür derecesine ulaşmakta;
hatta zayıf’lığına ya da mevzu’luğuna delalet edebilecek her
hangi bir karîne bulunmadığı takdirde, ilim için delil ve mesnet
oluşturabilmektedir. Diğer taraftan ilim erbâbı arasında tenkide
uğramayan sahîh hadîslerin zayıflıklarına delâlet edecek
karinelerle çepeçevre sarılmış olan bu (âhad) hadîslerden
oluştuğu görüşünde olanlar da vardır. Bunlar icmâ’ı da
reddetmekte; icmâ’ı reddetmekle de Hak Mezhepler
topluluğunun görüşleri engelinden sıyrılmış ve sapık Hârîci ve
Râfızî’ lerle aynı çizgiye gelmiş olmaktadırlar.
Bunlar Edille-i Şer’îyye’den sadece icmâ’ı reddetmekle
kalmaz, aynı zamanda KIYÂS’ı da reddederler. Kıyâs’a sırt
çevirmekle de, öteden beri kabul görmüş ve alışılagelmiş olan
İllet-Yolları’nı ve İctihâd Kapısı’nı kendi yüzlerine kapatarak;
Kıyâs’ı reddeden Hârîci Râfızî ve Zâhirî sapıklarının yolunu
tercîh etmiş olurlar.
İctihâd ehline gelince makbul ve mu’teber olan kitapların
ıstılâhî mânâ kazanmış göstergeleri üzerinde oynamak sûretiyle
de Sadr-ı İslâm’dan berî deyimleşmiş kavramları kabul edenler
ile etmeyenlerin ittifâkıyla geçersiz bir mecrâda seyr eden bir
MEZHEPSİZLİK 262
takım kayıtları kesinleşmiş hükümlerin çoğunu değiştirme aracı
kılıyorlar. Mısır’daki bazı Yahudi Müsteşrikler’in; şehir
halkının işlediği bazı amelleri keyfî yorumlarıyla yorumlamak
sûretiyle ortaya attıkları tuzak fikirleri kendilerine örnek
edinerek bu ümmetin fakihlerinin tamamı tarafından kabul gören
örf ve teamüller dışında bir davranış ve tavır ortaya koyuyorlar.
Daha önce “Şerî’atüllâhi fî Nazari’l-Müslimin: Müslümanlar
Nazarında Allâh’ın Şerî’atı" adlı bir makalemizde de biraz temas
ettiğimiz gibi onların maslahatla alakalı insan yararını esas aldığı
iddiasında olan düşünceleri de aynen böyle; öteden beri
denenmiş, benimsenmiş ve insanlığın hayır ve menfaatine olduğu
gözlemlenmiş ilâhî hükümleri, hissettirmeden değiştirip rayından
çıkarmayı ve hedefinden saptırmayı amaçlayan fikirlerdir.
Bütün bunlar Ezher Üniversitesi’nin gözü önünde cereyan
ettigi halde. Ezher’dekiler olup bitenlere karşı tek bir kelime dahi
söylememektedirler. Bu zillet ve alçaklık karşısında suspus olup
hiç sesini çıkarmamak, temelleri Melik Zâhir Baybars ve
değerli emirleri zamanından beri takva üzerine otururlmuş Sünni
Ezher’e hiç yakışmamaktadır. Bu zatlar tarafından yeniden ihyâ
edilerek Ehl-i Sünnet’in kalesi haline getirilen Ezher’i diğer
müslüman sultanlar kollayıp desteklemişlerdir. Böylece bu
müessesenin günümüze kadar aynı esaslar üzerinde sürüp
gelmesini sağlamışlardır. Bu degerli kurumun kapıları hâlâ Dört
İmama bağlı olan müslümanlardan başkasına kapalı
tutulmaktadır. Bu asıl gayenin gerçekleştirilmesi uğrunda bu
kurum için pek çok fedakarlık gösterilmîş ve sayısız hayırlı İşler
yapılmıştır. Merhum Birinci Melik Fuad Ezher’i bu temeller
üzerinde tutabilmek için çok büyük çabalar sarf etmiş, İslâm
Esaslarına bağlı kalan değerli hükümetde bu asıl gayenin
gerçekleşmesi için elinden gelen iyilik ve yardımı hâlâ
sürdürmektedir.
Ola ki yeni çığırtkanlar İctihâd’ı alışılmışın dışında bir
üslupla zemâne adamlarının birinin şahsına özgü kılarak
gerçekleştirdiler (ve falan âlim (!) bizim müctehidimizdir
263 MEZHEPSİZLİK
dediler), bilinen müctehid İmamlar tarafından tedvîn edilmiş
olan mezhepleri de ortadan kaldırmayı başardılar; peki kendi
arzularını gerçekleştirebilmek için kitleleri bu zemâne
müctehidi (!) adamın görüşleri etrafında kim toplayacak?!.. Her
fırsatta bir mutlak fikir hürriyeti’dir tutturanlar, zemâne adamları
arasından, o şahıs gibi İctihâd’a meraklı olanların bir takım yeni
İctihâd’larla ortaya çıkmalarına ve böylece sayısız İctihâd’ların
birbirini kovalamasına nasıl engel olabilecekleri?!.. Veya
hürriyetleri zorla elinden alınmış kitlelere istenilen fikirlerin
dikte edilmesine nasıl izin verecekler?!.. Yahut mutlak hürriyete
çağıran bu adamlar, mukallid durumundaki zavallı kitleleri, bu
aydınlık çağda dinîne ve ilmine güvendiği bir müctehid’i seçip,
O’na uyma özgürlüğünden nasıl mahrum bırakacaklar?!.. Oysa
İnsanlar Câhilliğin egemen olduğu karanlık çağlarda bile
böylesine amansız bir engelleme ile aslâ karşılaşmış değildirler.
İşte bu sorular bizim cevaplarını bir türlü bulamadığımız
sorulardır...
MEZHEPSİZLİK 264
SÖZÜN KISASI:
Sen bu uğursuz çığlık sahipleri’nin durumlarına bir göz
attığın zaman bunların alışılmışın dışında bir takım karanlık işler
peşinde koştuklarını ve şan-ü şöhret tutkusu’nun gözlerini kör
ettiğini görür; dahası bunların, zavallı doğuluların üstüne
çullananlarla can ciğer olduklarına tanık olursun. Onların bu
naraları aslında bozgunculardan yükselen ateist anırtılarından
başka bir şey değildir. Dolayısıyla, ilgililerin bu korkunç
tehlikenin kaynağını öğrenmeye ve gerçek yüzünü teşhîs etmeye
gayret etmeleri ve kıvılcımlarını (önüne geçilmez bir yangın
halini almadan) söndürmeleri gerekmektedir.
Bu uğursuz çağrı, sırf dinsizliğe geçiş sağlamak için
kurulmuş ve sonuçta düpedüz ateizme uzanan bir KÖPRÜ’dür.
Böyle bir çağrının ufuklarını sardığı ülkeler, küfür bataklığına
saplanmış ve mahvolup gitmişlerdir. Hakiki mü’min, bir delikten
pamağını iki kere ısırtmaz. Akıllı kişi, ancak başkalarının
uğradığı fellâketlerden ibret alıp aynı musîbetlere düşmekten
kendisini kurtarmayı başaran kişidir.
Mutlak doğruyu ancak Allâh söyler,
En doğru yolu da, ancak O gösterir.
265 MEZHEPSİZLİK
TÜRKİYE VE DÜNYADA
MEZHEPSİZLER DİYOR Kİ:
(Mezhepsilik adlı tercememin arka kapağının dışında yer
alan ve Sayın Hayrettin KARAMAN’ın, benim uydurup
kendisine isnâd ettiğimi ileri sürdüğü cümleler ile, bu cümlelerin
gerçek sahipleri ve alındıkları kaynaklar.)
∗
“Müslümanlar bir DİN DEVRİMİ’ne şiddetle
muhtaçtır. Bütün ıslahatın dayanağı, ancak Din’de
yapılacak ıslahattır.”(1)
∗
“İslâm hükümetleri Din ile Siyaset’i birbirlerinden
ayırmaya mecbur kalacaklardır.”(2)
∗
“Müctehid İmamlar, kendilerini Din Vâzı’ı = ALLÂH
zannetmesinler” (3)
∗
“Dört İmamı taklîd etmek küfürdür. Onları taklîd
edenler; basîretsizdir, Câhildir, ahmaktır, sapıktır
(1) Hayrettin Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik ve
Fıkıh Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir
Noktaya Cem’i, sayfa: 30. Durmuş Ali Kayapınar:
İslâm Dinini Tehdîd Eden En Korkunç Fitne
Mezhepsizlik, sayfa: 13
(2) Hayrettin Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik ve
Fıkıh Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir
Noktaya Cem’i, sayfa: 96. Durmuş Ali Kayapınar:
İslâm Dinini Tehdîd Eden En Korkunç Fitne
Mezhepsizlik, sayfa: 17
(3) Hayrettin Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik
ve Fıkıh Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir
Noktaya Cem’i, sayfa: 159. Durmuş Ali Kayapınar:
İslâm Dinini Tehdîd Eden En Korkunç Fitne
Mezhepsizlik, sayfa: 8
MEZHEPSİZLİK 266
tefrikacı, fitneci ve amelleri boşa giden müflislerdir.
Mezhepliler;
Allâh’ı
bırakıp
da,
papazlarını,
hahamlarını kendilerine ilâh ve Rab edinen (Hıristiyan
ve Yahudi)ler gibi, mezheb İmamlarını kendilerine ilâh
ve Rab edinmişlerdir.” (4)
∗
“Dört İmam birer put, onlara uyanlarsa birer
putperestir.” (5)
∗
∗
“Mezhepliler Kur’ân’dan bile yan çizmişlerdir.” (6)
“Dört mezhep, kusursuz Rasûlüllâh’a;
İmamların açtıkları (harp) cepheleridir.” (7)
kusurlu
(4) Hayrettin Karaman’ın Sadeleştirisi: Mânâ olarak
İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı
ve İslâm’ın Bir Noktaya Cem’i sayfa: 83, 156.
Durmuş Ali Kayapınar: İslâm Dinini Tehdîd Eden En
Korkunç Fitne Mezhepsizlik, sayfa: 8, 9, 11, 80, 81, 84,
93, 94. Hel’li-müslimü mültezimün bi’ttiba’ı mezhebin
muayyenin: veya Kürrâs takma adlı kitap,sayfa: 28,
29, 30, 31, 32, 33, 34. Hayrettin Karaman: İslâm
Hukukunda İctihâd, sayfa: 214
(5) Durmuş Ali Kayapınar: İslâm Dinini Tehdîd Eden En
Korkunç Fitne Mezhepsizlik, sayfa:11, 94. Bakara 168
ve
104’de
müşrikler
hakkındaki
Âyetlerin
Müslümanlar hakkında gösterilmesi, Hayrettin
Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik ve Fıkıh
Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir Noktaya
Cem’i, sayfa: 156. İslâm Hukukunda İctihâd, sayfa:
214
(6) Hayrettin Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik ve
Fıkıh Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir
Noktaya Cem’i, sayfa: 83. Durmuş Ali Kayapınar:
İslâm Dinini Tehdîd Eden En Korkunç Fitne
Mezhepsizlik, sayfa: 20.
(7) Hayrettin Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik ve
Fıkıh Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir
Noktaya Cem’i, sayfa: 82.
267 MEZHEPSİZLİK
∗
“Dört mezhep üzerine yazılmış kitaplar birer “KÜFLÜ
KİTAP”tır.” (8)
∗
“İslâm Dini, bir bedevî arabın birkaç dakikada
öğrenebileceği basitliktedir. İslâm’ın bir hukuk
sistemine sahip olduğu yalandır.” (9)
∗
“İctihâd yapmak gâyet basittir. Bunun için Arapçayı
bile bilmeye hacet yoktur. Birisi sana birkaç hadîs
kitabını bildiğin bir dilde anlatıverse, ictihâd
yapabilirsin.” (10)
∗
“Hanefî Fıkh’ı, İslâm’la hiçbir ilgisi olmayan ve İncil’e
benzeyen bir şeydir.” (11)
∗
Mezhepliler, birer ürküp kaçan eşektirler. Yalanlarını
kılıflayan inatçı ve uydu; ama Hakk’ın değil, şeytanın
uydusu kişilerdir. (12)
(8) Hayrettin Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik ve
Fıkıh Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâmın Bir
Noktaya Cem’i, syf:106. Durmuş Ali Kayapınar: İslâm
Dinini Tehdîd Eden En Korkunç Fitne Mezhepsizlik,
syf:195,198.
(9) Durmuş Ali Kayapınar: İslâm Dinini Tehdîd Eden En
Korkunç Fitne Mezhepsizlik, syf11, 21, 85, 86, 89,
109.Elhücendi: Kürrâs, Syf:16.
(10) Hayrettin Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik
ve Fıkıh Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir
Noktaya Cem’i, Syf138, Durmuş Ali Kayapınar: İslâm
Dinini Tehdîd Eden En Korkunç Fitne Mezhepsizlik,
syf: 65, 67.
(11) Durmuş Ali Kayapınar: İslâm Dinini Tehdîd Eden En
Korkunç Fitne Mezhepsizlik, syf:200, 254
(12) Durmuş Ali Kayapınar: İslâm Dinini Tehdîd Eden En
Korkunç Fitne Mezhepsizlik, Syf: 92, 158, 170.
Elhücendî: Kürrâs, Syf:24,25, Hayrettin Karaman’ın
Sadeleştiiesi: İslâm Hukukunda İctihâd, Syf:214.
A’raf: 179.
MEZHEPSİZLİK 268
∗
“Adam Muhammedî olmayı bırakıyor da, Hanefî veya
Şafi’î oluyor, ne tuhaf şey… Herhangi bir mezhebe
bağlanan, ondan başkasını görmez. Onun gözünde,
Kitap, Sünnet, Din hepsi o mezheptir.” (13)
∗
“Mezheplilerin îmân konusunda bildikleri şundan
ibarettir: Allâh birdir ve göktedir. Peygamber semaya
çıkarak Allâh’ı gördü.” (14)
∗
“Eli tesbihliler, sefihtir, alçaktır, sapıktır, bid’atçıdır.”
∗
“Salâ vermek
müşriktir.” (16)
∗
“Terâvih namazının sekiz rek’atından fazlasını kılmak
harâmdır.” (17)
∗
“Farz namazların kazası câiz değildir. İnsana kabrinde,
tâbî olduğu mezhep ve girdiği tarîkattan soru
sorulmaz.” (18)
(15)
sapıklıktır.
Salâ
veren
müezzin
(13) Hayrettin Karaman’ın Sadeleştirisi:İslâm’da Birlik
ve Fıkıh Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir
Noktaya Cem’i, Syf:169.Durmuş Ali Kayapınar: İslâm
Dinini Tehdîd Eden En Korkunç Fitne Mezhepsizlik,
Syf:7, 33.
(14) H.Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik ve Fıkıh
Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâmın Bir Noktaya
Cem’i, Syf:139, Durmuş Ali Kayapınar: İslâm Dinini
Tehdîd Eden En Korkunç Fitne Mezhepsizlik, Syf:31.
(15) Durmuş Ali Kayapınar: İslâm Dinini Tehdîd Eden En
Korkunç Fitne Mezhepsizlik, Syf:198,199.
(16) Durmuş Ali Kayapınar: İslâm Dinini Tehdîd Eden En
Korkunç Fitne Mezhepsizlik, Syf:198.
(17) Durmuş Ali Kayapınar: İslâm Dinini Tehdîd Eden En
Korkunç Fitne Mezhepsizlik, Syf:199
(18) Durmuş Ali Kayapınar: İslâm Dinini Tehdîd Eden En
Korkunç Fitne Mezhepsizlik, Syf:45, 90, 122, 197.
Hayrettin Karaman: En- Nusûs’ul-Fıkkıyye, Syf: 9.
269 MEZHEPSİZLİK
∗
“İmam-ı A’zam, ezberinde birkaç hadîsten başka
hiçbir şey bulunmayan bir Câhildir.” (19)
∗
“Usûl-ü Fıkıh, dört İmamın sözlerini doğrulamak,
Kitap ve Sünnet’le amel etmeyi terk ederken mazeret
ileri sürmek için vaz’ edilmiştir.” (20)
∗
“İmam-ı Şafi’î, bir adamın kendi kızıyla nikâh
yapmasını câiz gören bir adamdır.”(21)
∗
“Mezhepleri birleştirme işi son derece basit bir iştir.
Bunu yapmak Müslümanların boynuna borçtur.”(22)
∗
“Gerek
fıkıhçıların
ve
gerekse
diğerlerinin:
“fıkıhçılardan başka hiçbir kimse için şu helâldir, bu
harâmdır demesi câiz değildir” gibi sözleri: Yahudi ve
Hristiyanlar’da Tevrat ve İncil’in hükümlerini papaz
ve hahamlardan başkaları anlayamaz şeklindeki
inancın bize intikal ettiğini göstermektedir. Bu ise aynı
mevzuda onların yolunu tatbik etmek demektir.” (23)
(19) Durmuş Ali Kayapınar: İslâm Dinini Tehdîd Eden En
Korkunç Fitne Mezhepsizlik, Sayfa:253
(20) Hayrettin Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik
ve Fıkıh Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâmın Bir
Noktaya Cem’i, Sayfa: 106 Durmuş Ali Kayapınar:
İslâm Dinini Tehdîd Eden En Korkunç Fitne
Mezhepsizlik, Sayfa: 30.
(21) Durmuş Ali Kayapınar: İslâm Dinini Tehdîd Eden En
Korkunç Fitne Mezhepsizlik, Sayfa:200, 272.
(22) Durmuş Ali Kayapınar: İslâm Dinini Tehdîd Eden En
Korkunç Fitne Mezhepsizlik, Sayfa:256.)
(23) Hayrettin Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik
ve Fıkıh Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir
Noktaya Cem’i, Sayfa:83.
MEZHEPSİZLİK 270
∗
“Zamanımız bir mezhebe saplanıp kalarak diğerlerini
nazar-ı îtibâre almayacak zaman değildir.” (24)
∗
“İslâm’ın kurtulması herhalde (Telfîk) şeklinde olacak
bir ıslahatâ bağlıdır; bu olmadıkça İslâm’ın kurtulma
çaresi kâbil değildir.” (25)
∗
“Bu
∗
“DÜRZÎ ve NUSAYRÎ mezheplerine ait bulunan
kitaplar adeta esans mahfazaları, mücevherat
sandıkları gibi kıymetlidir.” (27)
dinin salikleri körü körüne şunun bunun düşünce
ve reylerine saplanmışlar, şeytanın yolu olan tefrika
yolunu tutmuşlar, mezheplerin ayrılığı, sonradan
ortaya çıkmış bulunan TARİKAT ve meşreplerin
farklılığı dolayısıyla birbirlerine amansız düşman
olmuşlardır.” (26)
(24) Sayın Karaman Osmanlıca’dan sadeleştirdiği bu
kitabın kapağında yer alan ve ne amaçla yazıldığını
gösteren bu cümleyi kitabın kapağından çıkararak
kitabın asıl amacını gizlemiştir. Bkz: Hayrettin
Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik ve Fıkıh
Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir Noktaya
Cem’i, Sayfa:21.
(25) Hayrettin Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik
ve Fıkıh Mezhepleri Mezâhibin Telfikii ve İslâm’ın Bir
Noktaya Cem’i, Sayfa:23.
(26) Hayrettin Karaman’ın Sadeliştiresi: Küçük bir
tasarrufla İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri
Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir Noktaya Cem’i,
Sayfa: 25,26.
(27) Hayrettin Karaman’ın Sadeleştirisi: İslâm’da Birlik
ve Fıkıh Mezhepleri Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir
Noktaya Cem’i, Sayfa: 63.
271 MEZHEPSİZLİK
BU KİTABIN ÖZ GEÇMİŞİ
Bu kitap yayınlanır yayınlanmaz Türkiye’de kıyametler
koptu. Hakkında özel toplantılar düzenlendi. Konferanslar
verildi, leyhte ve aleyhte birçok yazı1ar makaleler, hatta kitaplar
yazıldı. Mütercimine atılmadık iftira, yapılmadık isnad
bırakılmadı. Toplattırıldı ve meşhur 163’ten muhakeme edildi.
Türkiye’deki etkileri araştırıldı. Prof. Hüseyin Atay’ın
rehberliğinde Chicago Üniversitesi Ordinaryüs Profesörü Sn.
Fazlurrahman şehir şehir dolaştırılarak bu kitap ve içeriğiyle
ilgili konferanslar verdirildi. Sayın misafir Prof. rehberiyle
birlikte benim de görevli bulunduğum Konya Yüksek İslâm
Enstitüsü’nün öğretmen odasında öğretim görevlileriyle
yaptıkları sohbet toplantısında ihtilâf , ictihâd, taklîd, telfik,
gelenekçilik gibi konularda ma’lum iddi’alarını tekrarladılar.
Bunu alnından tak diye vuracaksın diyerek öğretmen odanızın
kapısından içeri giren değerli hocamız Prof. Hüseyin Atay’ın bu
sözüyle kimi kast ettiği,misafir prof. un kulağına eğilerek: “-işte
o kitabı yazan bu..” diye fısıldayışından anlaşılmıştı. Önce
sayın Atay: "Mekke müşrikleri de Allâh’ı tanıyorlardı.. Kur’ân,
onlara atalarının yoluna gitmenin ve onları taklîd etmenin şirk
olduğunu söylüyordu. Öyle ise bizim atalarımızı taklîd etmemiz
de şirktir. Mezheplerin taklîdi atalarımızın körü körüne taklîd
edilmesi değil de nedir?!." diyordu. Kendisine "-Hocam, sözünü
ettiğiniz Âyet-i Kerîme’nin devamı var. Orada Mekke müşrikleri
putperestliği taklîd ediyorlar. Cenâbı Hak’da onlara Allâh’ın
indirdiği Kur’ân’a tâbî olmalarını emrediyor. Şöyle ki:“ de] ^_`‫واذا‬
‫ن‬ghijkl d‫ؤه‬op‫ن ا‬o‫آ‬g]‫او‬or‫ء‬op‫ ا‬t_huov_w]‫ ا‬ox yz{r ^p‫ا‬g]o` |‫~ل ا‬r‫ا‬ox‫ا‬gjz‫ا‬
‫{€ون‬ekl‫و‬o_‚: Onlara,-Allâh’ın indirdiklerine tâbî olun!..
dediğiniz zaman.-Biz Allâh’ın indirdiklerine tâbî olmayız.
Aksine, babalarımızı üzerinde bulduğumuz dine tâbî oluruz
dediler. Şâyet onların babalarının akılları hiçbir şeye
ermiyor ve hidâyet üzere de değillerse de mi?...” Onlara
MEZHEPSİZLİK 272
uyacak, onların taptıkları putlara tapmaya devam edecekler?!..(1)
buyuruyor. Lokman Sûresinde hemen hemen aynı lafızlarla
tekrarlanan bu Âyetin son kısmında da: “ ƒ]‫ ا‬d‫ه‬g‫ـ‬u€k ‫ن‬o„_…]‫ن ا‬o‫آ‬g]‫او‬
†_j‡]‫ـ‰اب ا‬u Şâyet şeytan onların babalarını cehennem azâbına
çağırıyorsa da mı onlara uyacaklar?!..”(2) buyuruyor. Allâh
Hidâyet’e, şeytan’sa Cehennem’e çağırır. İsmi üstünde Mekke
“müşrik”leri Allâh’ı Kur-ân’ın tanıttığı gibi değil, bazı şeyleri
O’na şerik koşarak tanırlar. Dolayısıyla onların tanıdıkları
Allâh’ın Kur-ân’ın tanıttığı Allâh’la hiçbir ilgisi yoktur..” dedim.
Benim bu sözlerim üzerine üstad Atay: “-Ben bu itirazla hep
karşılaşmışımdır, ama tekrar tekrar anlatınca anladılar. Sen
anlayamıyorsun!” cevabını verdi.
Ardından misafir Prof. Fazlurrahman’ın sorularına
muhatâp oldum: Dört dört buçuk saat süren ve hemen hemen
sadece benimle kendisi arasında cereyan eden bu uzun münakaşa
esnasında gösterdiğim deliller ve verdiğim susturucu cevaplar
karşısında sayın Prof. Fazlurrahman bütün öğretim görevlilerinin
huzurunda belki inanmayacaksınız ama o, her habt oluşunda
ayağıma kapandı ve: “Sen mutlak müctehitsin peşime düş,
seni Türkiye’nin bir numaralı güncel din âlimi, hatta
dünyanın en meşhur İslâmî lideri yapayım” diyerek beni
kucakladı. Ayaklarıma her kapanışında adamı kucaklarcasına
yerden apar topar zor kaldırdım ve: “Üstad! Ben haddimi
bilirim… Değil Mutlak Müctehid, müctehidliğin en alt
tabakasındaki fakihlerimizin dahî ayaklarının tozu bile
olamam. Böyle bir iddiada bulunan kesinlikle yalan söyler.
Çünkü nass ile sâbit hükümlerin tersine çalıştırıldığı; içki,
kumar, zina… gibi hakkında Âyetle sabit kesin hüküm
bulunan şeylerin helâl ve mubah işlemi gördüğü; hakkında
ictihâdın bile söz konusu olmadığı bazı kesin helâllerin
harâm, harâmların helâl olarak uygulandığı bir ortamda;
kim, niçin, kimin adına ve nasıl ictihâd yapacak?!... yaptığı
ictihâdlar neye yarayacak, nerede ve nasıl uygulanacak?!
(1) Bakara suresi, Âyet:170
(2) Lokman suresi:21
273 MEZHEPSİZLİK
“İctihâd kapısı açıktır, biz ictihâd yapabiliriz” diyenler;
buyursunlar önce İslâm’ın sarih naslarına taban tabana zıt
uygulamalar hakkında, İslâmî nassların rûhuna uygun bir
açılım yapsınlar ve Allâh’ın Âyetle sâbit emrine karşı
gelindiğini açıkça ilan etsinler de ellerini öpelim. Zaten
cesaret edip de Kitap ve Sünnet’ten Allâh ve Rasûlü’nün
gerçek muradına isâbet kaydeden ictihâd yapabilmeleri
durumunda,
yaptıkları
ictihâdlerin
daha
önceki
müctehidlerimizin ictihâdlarının aynısı olduğunu hayretle
göreceklerinden eminim. Bu ise ecdadın “Hâsılı tahsîl”
dedikleri, ortada mevcud olan bir şeyi gereksiz yere yeniden
icada kalkışmaktan başka hiçbir anlam taşımayacaktır.
Sonuç kesinlikle bundan ibaret olduğuna göre, ne diye boşu
boşuna çıkmaz sokaklarda kaybolalım?!...” dedim.
Pakistan’da Ziyâ’ül Hak idareyi ele geçirince, Zülfikar Alî
Butto zamanında Gâdıyaniliğ’e ve Amerikan emperyalizm’ine
yaptığı değerli(!) hizmetlerinin mükafatı olarak Amerika’ya
kaçırılıp İslâm Felsefesi ordinaryüs Profesörü unvanıyla Chicago
Üniversitesine alınmış ve İslâm dünyasındaki misyonerlik
faaliyetleri’ni tedvirle görevlendirilmiş olan sayın global gezgin
ordinaryüs Prof. Fazlurrahrnan bey, bütün parlak vaa’dlerine ve
adeta yerlerde sürünerek sergilediği şedid ısrarlarına rağmen bu
cevapla karşılaşınca; aldığı pis kokunun peşine düşen
leşkargaları misali, etrafına üşüşen şöhretü şan, dünyalık unvan,
göstermelik mevki ve uyduruk makam sevdalısı arkadaşlarımızın âlâyiş ve tantanaları arasında, adeta omuzlar üzerinde, son
model pahalı arabalarına bindirildi. Avenesiyle, ezan duymuş
şeytan süratiyle, yağdanlıklarını egsoz dumanına boğarak Enstitümüzden uzaklaşıp gittiler.
Sayın Hayrettin Karaman, 21 Ocak 1977 cum’a akşamı,
Konya’daki yandaşları tarafından kendisini da’vet ettirerek,
Konya Müftülük salonunda düzenlettiği ve konusu, da’vetiyeye:
“sohbet toplantısı” yazılmak sûretiyle özellikle gizlenen ve
benim sadece dinleyici olarak da’vet edildiğim bu söyleşişinde,
kitabımı eleştirerek, kendisini haklı ve beni haksız çıkarabilmek
MEZHEPSİZLİK 274
için türlü taktikler kullandı.. Entrikalar çevirdi.. Zarûri Bir
Cevab adlı KÜRRÂS’ında(3) acındırıcı bir üslupla, şahsıma reva
(!) görüldü diye sıraladığı: “Aleyhimde kasıtlı kampanyalar
açtılar. Beni polemik mevzuu yaptılar; hakkımda su’i zanda
ve haksız ithamlarda bulundular, gıybet ve iftira ettiler”(4)
gibi iddialarını; yanlarına, yazıya dökmek şöyle dursun, dile bile
alınamayacaklarını da katarak sohbetine katılanların huzurunda
son derece ağır bir üslupla şahsıma yöneltti. Özellikle çoğunluk
da’vet edilen yandaşlarından oluşmasına rağmen dinleyicilerinin
soruları karşısında kendisinin: îtikâtta Mâtürîdî, amelde
Hanefî olduğunu, büyük bir iftira ile karşı karşıya kaldığını bana
bu kitabı Süleymancıların para karşılığı terceme ettirdiğini, zaten
nesline İmam Hatip ve Yüksek İslâm Enstitüsü mezunları Sn.
KARAMAN’ın nesliymiş öteden beri süleymancıların düşman
olduklarını, kitapta birçok tercüme hatâları bulunduğunu, kitabın
ismini bile yanlış tercüme ettiğimi;(5) ileri sürerek aleyhinde
oluşan menfi havayı lehine çevirmeye çalıştıysa da; çok şiddetli
bir protesto ile karşılaştı. Salonun elektrikleri kesildi. Karanlıkta
kargaşa ayyuka çıktı. Sahneye bir takım yabancı maddeler atıldı.
Koruyucu ve yandaşları ecel terleri döktüler. Bütün bunlara
rağmen bu suç üstüyü lehlerine çevirdiklerini iddia ettiler.(6)
Ardından Sayın Hayrettin Karaman’ın bu toplantıda
söylediklerinin hemen hemen aynısını Sayın Ahmet Gürtaş’ın
(3) Kürrâs: Bir kaç sayfalık veya formalık küçük kitapçık
demektir. Bu kitapta istihza ya da küçümseme
anlamında kullanılmış bir takma isimdir.
(4) Karaman, Hayreddin, Zarûrî Bir Cevap, Syf: 3-5.
Türkiye’de Yarın Gazetesi. 11- 12 Şubat 1977
(5) Bkz: Karaman, Hayreddin, Zarûrî Bir Cevap, Syf: 3–5.
Feyiz Yayınları İst. Türkiye’de Yarın Gazetesi, 6-10
Şubat 1977 arası, Mezhepsizlik yaygarası başlığı
altında yayınlanan yazı serisi ve bende mahfuz bulunan
bu konuşmanın bandı.
(6) Bkz: Türkiye’de Yarın Gazetesi. 21 Ocak-14 Şubat
1977 arasında Mezhepsizlik yaygarası başlığı altında
yayınlanan yazı serisi…
275 MEZHEPSİZLİK
imzasıyla Türkiye’de Yarın Gazetesi’nde “Mezhepsizlik
Yaygarası” başlığı altında yirmi günü aşkın bir süre tefrika
ettiler. Ben de gazetenin sorumlularından cevap hakkımı
kullanacağıma dair söz aldım. Bana en az Gürtaş Bey’e tanınan
süre kadar süre tanınacağına ve yazılarımın aynı sütün da
yayınlanacağına dair söz vermiş olmalarına rağmen;(7) ancak üç
makalemi yayınlayabildiler. Gerisini paragraf paragraf çıkardılar,
satır satır karaladılar ve hiçbir şey anlaşılmaz hale getirdiler.
Yazılarımın bu haliyle yayınlanmasına müsade edemezdim.
Yarısı yok edilmiş, yarısı karalanmış ve yarısı yırtık pırtık
kâğıtlar haline getirilmiş olan yazılarımı geri aldım.
Aslında gerek Karaman, gerek Gürtaş ve gerekse bütün
yandaşlarının şahsıma ve kitabıma yönelttikleri iftira ve
eleştirilerin hiçbirinin tutarlı hiçbir tarafı yoktu. Bunun böyle
olduğunu kendileri de pekâlâ biliyorlardı ama mesele o değildi;
mesele, İmam Hatip ve Yüksek İslâm Enstitüleri nesli’ni kendi
güdümlerinde tutabilmekti. Bunun için yalan dolan da olsa, bir
şeyler bulup bizim gözler önüne serdiğimiz acı gerçekleri
birtakım iftira, yalan ve yaygara yığınından ibaret göstererek;
insanları, özellikle de İmam Hatip neslini kandırıp kendi
kliklerinin saltanatını sürdürmekti. Bunun böyle olduğunu o
günlerde çıkardıkları: “Nesi1 Dergisi’nin” adı bile açıkça
gösteriyordu. Nitekim bir elin parmakları sayısında çıkarılıp
ardından kapanan bu derginin hemen hemen bütün yazıları
doğrudan ya da dolaylı olarak hep bu konuya değiniyordu
Hemen hemen hepsinin müştereken şahsıma yönelttikleri ve
bazı okuyucular da genelde Arapçayı bilmedikleri için, onların
haklı oldukları zehâbını uyandıran ve en muhtemel görünen :
“Arapçayı bilmez, başkasına tercüme ettirmiş, kendi ismini
kullanmış; tercüme ettiği kitabın adın bile yanlış tercüme
etmiş...”iddialarına bir göz atarsak bunların yanında bunlar kadar
da makul ve mantıkî görünmeyen diğer isnad ve iftiralarını buna
kıyâs edersek durum bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacaktır:
(7) Türkiye’de Yarın Gazetesi. 14 Şubat 1977Mezhepsizlik
yaygarası başlıklı yazı
MEZHEPSİZLİK 276
Kitabın orijinal ismi aynen şöyledir:
Š_z‫‰ه‬x ‹]‫ا‬
Š_x‹Œl‫Šا‬jk†…]‫€دا‬e Šu€p†„Ž‫ا‬
Onlar
diyorlar
ki:Š_z‫‰ه‬x
‹]‫ا‬
El-lâmezhebiyye:
“Mezhepsizlik” değil, "Bir mezhebe bağlı olmamak
demektir.” Šu€p†„Ž‫ا‬, Ahtaru bid’atin: "En korkunç fitne" değil.
"En tehlikeli bid’at" demektir. Š_x‹Œl‫Šا‬jk†…]‫ ا‬Eş-Şerîatü’lİslâmiyye: “İslâm Dini” değil, “İslâm Şerîati” demektir.
Dolayısıyla kitabın doğru adı: “İslâm Dinini Tehdîd Eden En
korkunç Fitne MEZHEPSİZLİK” değil: Bir “Mezhebe bağlı
olmamak İslâm Dinini Tehdîd Eden En Tehlikeli Bid’attır”
olmalıydı. (8)
Bir kere Š_vk‫“ ا]‹د‬El-Ladiniyye” nasıl “dinsizlik” demekse; ‹]‫ا‬
Š_z‫‰ه‬x “El-Lâmezhebiyye”de öylece “mezhepsizlik” demektir.
Siz bunun mânâsı illa da: “Bir mezhebe bağlı olmamak”demektir
derseniz; biz de, “El-Lâmezhebiyye”bir tek kelime, sizin
tercemeniz ise kocaman bir cümledir ve bu cümlenin Arapça
karşılığıda: ’_j‫ــ‬x ‫‰هـ‬p ‫]{~ام‬l‫ـ€م ا‬u“Ademü’l İltizâmi Bi
Mezhebin Mu’ayyenin’dir.” Bu cümle de aynen bu şekliyle, bu
kitabın içerisinde yüzlerce defa geçmektedir. Siz bir kelimeyi bir
cümle olarak terceme edersiniz, bir cümleyi kaç paragrafla
terceme edeceksiniz?!... Madem “El-Lâmezhebiyye” kelimesi
“Ademü’l İltizâmi Bi Mezhebin Mu’ayyenin” cümlesiyle aynı
mânâdadır da, bu kitabın yazarı bu iki ayrı ifadeyi kitabında
neden yüzlerce defa bu halleriyle ayrı ayrı kullanmış da, birini
diğerinin yerine kullanmamıştır?!... Sonra Mezhepsizliğe: “Bir
Mezhebe Bağlı Olmamak” derseniz; ne kadar Şî’î, Zeydî,
Dürzî… varsa hepsi ayağa kalkıp, “Bak bak, bunlar ayrıcalık
yapıyorlar… Bize hakaret ediyorlar… Ne demek, biz mezhepsiz
miyiz, nasıl Ehl-i Sünnet’in mezhebi varsa bizim de mezhebimiz
var” demeyecekler midir?!...
(8) Türkiye’de Yarın Gazetesi. 21-22Ocak 1977
277 MEZHEPSİZLİK
“Šu€p†„Ž‫ ا‬Ahtaru Bid’atin En Tehlikeli Bid’at” demektir
diyorsunuz, doğrudur. Doğrudur ama, Türk okuyuculardan kaçı
bu terkibi doğru olarak anlayabilir?!... “El-Bid’atü” kelimesinin:
“İslâm’la hiçbir ilgisi olmayan şeylerin, İslâm’a dıştan sokularak, İslâm imiş gibi gösterilmesi sûretiyle dinin tahrib ve tahrif
edilmesi” anlamına geldiğini kaçta kaçımız bilir?!... “Her şeyi
ana kaynak Kur’ân’dan alıp işi bitirelim” diyerek Câhil cühela
bütün insanları sadece Kur’ân’a çağırdığınız halde, Rasûlüllâh
(S.A.V.) efendimize salavat getirmeyi şirk sayan ve sala veren
müezzini minarede vuranlar mı doğru anlayacaklar bid’at
kelimesinin mânâsını?!... Halbuki avâm halkı ısrarla davet
ettiğiniz ana kaynak Kur’ân’ı Kerîm’de Cenabu Hak:
“ ’k‰]‫ا‬oek‫ا‬ok ƒzv]‫ƒ ا‬hu ‫ن‬gh“k t{‫ـ‹أآ‬x‫ان ا| و‬
o_h‡‫ا‬ghŒ‫ و‬t_hu‫ا‬gh•‫ا‬gvx‫ا‬
Allâh ve melekleri peygambere
rahmet okurlar. Ey îmân edenler!... O’na tam bir teslim
(iyyet ve içtenlik) ile salât-ü selâm getiriniz.”(9) buyurmaktadır.
Bu sarih emre rağmen kendiniz salâ vermeyi ve peygambere
salevat getirmeyi bid’at saydığınıza ve böylece herkesi da’vet
ettiğiniz Kur-ân’a bile muhalefet ettiğinize göre, avâm-ı nâstan
bid’at’in mânâsını doğru anlamalarını nasıl bekleyebilirsiniz de
“En Korkunç Fitne” yanlış tercemedir, doğrusu: “En Tehlikeli
Bid’at”tır diyebiliyorsunuz?!... Sizin anladığınız mânâda değil
de, gerçek anlamda bid’at’in tehlikesi ile korkunçluğu arasında,
daha iyi anlaşılırlıktan başka, aşılmaz dağlar mı vardır?!...
Tehlikeli olan her şey korkunç ve korkunç olan her şey tehlikeli
değil midir?!... Oysa kendiniz aynen: “-Terceme ve sadeleştir
melerde adettir; bazen ismin tam karşılığı konur, bazen de
mevzua münasip bir başka isim konur; biz de ikincisini
yaptık…”(10) buyuruyorsunuz. Öyle ise bu çifte standart nedir?
Kendiniz için câiz gördüğünüz şeyi başkalarına niçin yasaklıyor
sunuz? “Halka verir talkını, kendi yutar salkımı!...” öyle mi?!...
Oysa bizim sebeb olduğumuzu iddia ettiğiniz bu korkunç
(9) Ahzap suresi, Âyet:56
(10) Karaman, Hayrettin; Zarûri Bir Cevap, syf:22
MEZHEPSİZLİK 278
mânâ uçurumundan, okuyucunun kurtarılıp kurtarılamaması, bu
ölümcül mânâ ayırımını yapamamanın korkunç! tehlikesini veya
tehlikesinin korkunçluğunu!, okuyucunun anlayıp anlayamaması
ya da kaçta kaçının bunlardan hangisini daha iyi anlayabileceği
dışında, hiçbir tehlikeli fark ya da korkunç! uçurum olmadığı
meydandadır. Bu gibi hayali iddialarla sizler, yandaşlarınızla bir
olup, aranızda yaptığınız titiz bir görev paylaşımıyla, bid’attır
diyerek terâvih namazını, tesbih dualarını, cum’anın sünnetlerini,
iç ya da dış ezanlarını;namazların vakit, niyet, setr’i avret,
istikbal-i kıble, Kur’ân’ın münzel metninden kıraet gibi her
müslümanın bildiği ve harfiyyen yerine getirmekte olduğu
şartlarını; kademeli olarak Kıyâs’ı, İcmâ’ı, Sünnet’i hatta bir
takım indi ve felsefi te’villerle Kitab-ı İlâhi’yi ve sair bir çok
şe’air-i diniyye’yi kötüleyip yasaklamak sûretiyle İslâm’ın
içerisini her gün boşaltıp durmuyor musunuz?!... İnsanların
gereği gibi anlayamadığı bu tür muğlak kelimelerin gölgesine
sığınarak daha sonra daha neleri yasaklayıp yerlerine neleri
globalize ya da modernize edeceğinizi nereden bilelim?!... Hangi
İslâmi esasları devirip yerlerine hangi devrimbazlıkları devreye
sokacağınızı nasıl anlayalım biz saf Müslümanlar?!.... Bu dehşet
verici durum, tehlikeli kelimesini korkunç, korkunç kelimesini
tehlikeli’den ayırd etmemek kadar mı korkunçtur?!...
“Eş-Şeri’atü’l-İslâmiyye”“İslâm Dini”değil,“İslâm Şerî’ati”
demekmiş. Evet doğrudur. Doğrudur da, biz “İslâm Dini” diye
terceme ettiğimiz halde, sayenizde(!) ağır cezalarda üç sene
süründük; bir de “İslâm Şerî’ati” diye terceme etseydik hâlimiz
nice olurdu?!...
Bir kere benim terceme ettiğim kitabın Arapça ismi:
Mezhepsizlik’tir. Bu isim kitabın kapağına büyük harflerle
yazılmıştır. Cümle yapısı itibariyle bu kelime teknik ta’biriyle:
“mahzuf bir müptedânın haberidir”. Mahzuf olan müptedası
“hâzâ” dır. Cümle olarak: “Hâz┓Bu, Mezhepsizlik Kitabıdır.”
demektir. Ardından gelen “Kitabü’l-Lâmezhebiyye Ahtaru
Bid’atin” terkibi, arkadaşların zannettiği gibi haber değil, “El
Lâmezhebiye’nin” sıfatıdır. Dolayısıyla kitabın motamo adı:
279 MEZHEPSİZLİK
“İslâm Dinini Tehdîd eden En Tehlikeli, ya da En Korkunç Fitne,
ya da Bid’at(olan) Mezhepsizlik”tir. İşte benim, onların işbirliği
ile bulabildikleri ve söz birliği ile dillendirdikleri en affedilmez
yanlışım budur. Hepsinin yazılarında ve sohbet ya da
konferanslarında üzerinde uzun uzadıya ısrarla durdukları en
büyük hatâmız!...
Farzedelim ki, bu affedilmez bir hatâdır. Kendilerinin
sadeleştirip ısrarla savundukları M. Reşid Rıza’l-Huseynî’nin
kitabının Arapça orijinal ismi: “Muhâveratü’l-Muslıh ve’lMukallid: Islâhatçı: (din devrimcisi) ve (mezhep) taklîtçi(si)nin
Karşılıklı Konuşması”dır. Sadece üç kelimeden ibaret olan bu
kitabın ismini bakınız kendileri nasıl terceme etmiş ve ne hale
getirmişler: “İslâm’da Birlik Ve Fikih Mezhepleri Mezâhibin
Telfîkı ve İslâmın bir noktaya cem’i!...”(11)
Açıkça görüldüğü gibi, kendileri tercüme ettikleri kitabın üç
tek kelimelik ismini oniki kelimeye çıkarmışlar, üstelik uydurdukları bu paragraflık ismin içerisinde kitabın hakiki isminden
tek kelime olmadığı gibi, ne orijinal ismini ve ne de içeriğini tam
olarak yansıtan hiçbir mânâ mevcut değil. İşte bütün yandaşları
ile koro halinde bana isnad ettikleri yalancılık, yanlışlık,
iftiracılık, delilik, Arapça bilmezlik, sahtecilik ve sapıklık(!) İşte
kendilerinin dil bilirlik, dürüstlük, akıllılık ve doğrulukları! Ya
(11) Sünenü Ebi Davud, Fiten, Syf:1 Abdur Rauf
El’Münavi, Künuzü’l Hakaik Fi Hadîs-i Hayri’l Halaik
Syf:173 Aclunide yapmış olduğu bu değerlendirmelerin
arkasında diyor ki“Bu hadîs’in metni çok meşhurdur
merfü ve diğer hadîsler içerisinde pek çok isnad ve
şahitleri vardır” İbni Mes’ud’dan naklende Edille-i
Erba’a’yı
Delillendiren
şu
Hadîs-i
Şerîf’i
ekliyor:(mealen)Birbirinize (dini konular-da) bir şey
sorulduğu zanan Allâh’ın Kitabına baksın,O da
bulamazsa Rasûllulah’ın Sünnet’ine baksın, Onda da
bulamazsa Müslümanların üzerinde toplandığı
(birleştiği hükme) baksın, o da yoksa ictihâd etsin
(cami’üs-Sağîr’in kenarı) ve El-Acluni, Keşfü’le El
Hafa ve Müzilü’l İlbas: 2-388
MEZHEPSİZLİK 280
Rasûlüllâh Sen:“Benim
ümmetim
dalâlet
(sapıklık)te
birleşmez”buyurmuşsun, sen ki, Muhbir-i Sâdık’sın… Senden
aslâ yalan yanlış sâdır olamaz. Bu nasıl oluyor peki?!... Haaa!...
Rasul-ü Zîşan her zaman ve her yerde olduğu gibi, elbette ki,
burada da mutlak doğruyu söylemekte ve: “Ümmetü’l-Uhrâ:
Diğer ümmetler” demiyor: yâ yı nisbî ile: “Ümmetî: Benim
ümmetim!...”buyuruyor.Öyle ise?!...
“Arapçayı bilmediğim” iddiasına gelince, 5 Mart 1977 de,
İmam Hatip mezunları toplantısında, en önde gelenleriyle
yaptığımız münakaşanın başında, kendilerine: "-Madem ben
Arapça bilmiyorum, sizler biliyorsunuz ve madem üzerinde
duracağımız dinî; bir konudur; münakaşamızı konumuzun diliyle
Arapça yapalım" diyerek; topuna birden meydan okudum,
toplantıda hazır bulunan yüzlerce İmam hatipli şâhit Adamlar
Arapça tek cümle bile kuramadılar. Yukarda kısmen aktardığım
ithal Prof. Fazlurrahman’la Arapça olarak yaptığımız dört beş
saat Süren münakaşa boyunca akademisyenleri dahi, tek cümle
ile de olsa, konuya olumlu ya da olumsuz hiçbir katkıda
bulunamamışlardır. İşte asgarisinden müdâhene (yağdanlık)
bedeli yafta ünvan’ların mahiyeti!...
Hasılı, işte kendilerini haklı buldukları en kuvvetli
delilerinden bir iki örnek.. Okuyucu gerisini bu örneklere kıyâs
ederek hükmünü verecektir.
Şimdi gazetelerinde istediğim kadar yazabileceğime ve
cevap hakkımı sonuna kadar kullanabileceğime dair kesin söz
verdikleri yazılarımdan yayınlamaya tahammül edebildikleri üç
makalemden birincisi.
281 MEZHEPSİZLİK
Bu makalem 7 Mart 1977 pazartesi günü Türkiye’de Yarın
Gazetesinde yayınlandı.
“MEZHEPSİZLİK” GERÇEĞİNDEN
“MEZHEPSİZLİK YAYGARASI”NA
TEŞEKKÜRLER
O’nun adıyla!...
Yine bu gazetede, yine bu sütunda: “İslâm Dinini Tehdîd
Eden En Korkunç Fitne MEZHEPSİZLİK” isimli tercüme
eserimiz dolayısıyla haftalarca yazı yazıldı. Mezhepsizlik, bir
yaygaraymış gibi gösterilmeye çalışıldı. Şahsımıza bir yığın
iftiralar yapıldı, isnadlarda bulunuldu. Yalancı dendi, Câhil
dendi, menfaatçi dendi, Arapçayı bilmez dendi, Âyetyetsiz
dendi, müfteri dendi, çanakçı dendi. Bir yandan Dr.Bûtî ’nin
kitabı, içinde yılan yatan kitab oldu; diğer taraftan da aynı kitap
çok faydalı ve değerli bir kitap oldu. Bir yandan Türkiye’de
mezhepsizlik yok dendi. Diğer taraftan bütün Hanefî ve
Şafi’îlerin kılmakta oldukları “Zuhr-u Ahir” inkâr edildi,
tercîhe şayan görülmedi. Bir enteresan tesadüftür ki,
“Mezhepsizlik Yaygarası” başlıklı yazı serisi de sayın Hayrettin
Karaman’ın kitabımız aleyhine sohbet yaptığı; kitaplarındaki
mezhepsiz fikirleri hiçe sayarak, kendisini mezhepli, beni de deli
ilan ettiği güne rasladı.
Bütün bu olup bitenler dolayısıyla, sayın meslekdaşım
Ahmet Gürtaş Bey’e benden teşekkürler... Candan teşekkürler...
—Neden? ...
—Çünkü:
1- Mezhepsizlik tehlikesinin varlığının mezhepsizliği bir yaygara
olarak göstermek için haftalarca ve kitabım ebadında yazı
yazmak, iftiralar savurmak kadar net ve kesin isbatı
imkânsızdır da ondan...
2- Kitabımın hiç bir yerinde sayın Gürtaş’ın ismi aslâ
geçmediğine bakılırsa; bu davranışlarıyla sayın Gürtaş, sayın
Hayrettin Karaman’ın müdafasını yapmakla, belli bir gurubun
içerisinde bulunduğunu kendi kalemiyle fiilen ispat etmiştir
MEZHEPSİZLİK 282
3-
4-
5-
6-
de ondan...
Nasreddin Hoca’nın dünyanın ortasını buluşu edasıyla
Türkiye’nin ortasını bulup, bulduğu noktaya da kendisini
koymuş olması, yarası olanın gocunacağını ifade etmekten
öteye gitmez de ondan...
Benim 300 sayfalık kitabım 30 lira, Hayrettin Bey’in benim
kitabımın yayınlandığı sırada yayınlanan 200 sayfalık“Faizsiz
Banka”sı da 20 lira.. Benimki 5 liraya mal olmuş, öyle ise
onunki de 3 liraya mal olmuştur. Benimki 20 liradan satılıyor,
onunki de 20 liradan satılıyor. Şu halde benden çok, sayın
Hayrettin ağabeyimiz almış başka yerlerden 20 binleri, 25
binleri!.. Bu gülünç iftiraları uyduracak kadar düşmek, benim
Süleymancılara satıldığımı değil de, Mezhepsizlik’in suçüstü
yakalanmış ve saçmalamakta olduğunu gösterir de ondan...
Allâh’ımın büyük bir lutfudur ki, kitabını tercerne ettiğim,
Suriye Şeri’at Fakültesi Dekanı muhterem hocam Dr. Bûtî
Türkçeyi de biliyor. Zaten kendisi, isminden de anlaşılacağı
gibi, aslen Türk’tür. Cizre’nin Bota köyündendir. Allâh razı
olsun, kendisine yapılan iftiraların bana da yapılacağını
düşünmüş olacak ki, kitabını tercememle satır satır
karşılaştırmış, hiçbir hatâ bulamamış ve bütün kitaplarını
terceme etmem için bana göndermişlerdir. Bu da Sayın Gürtaş
kardeşimizin “ferâset”i(12) bir kenara atarak tımar için beygir
tavlasına destursuz girdiğini isbat ediyor da ondan...
Evet, kendilerine teşekkür ederim, çünkü kitabımın
mukaddimesinde iftiharla sık sık tekrarladığım İctihâd
(12) "ŠŒ‫–†ا‬:Ferâset” ve “ ŠŒ‫–†ا‬: Firâset” kelimelerinin
Arapçada yazılışları aynı olduğu gibi Türkçede de aynı
anlamda kullanılmaktadırlar. Halk dilinde daha çok :
“Firâset”, ilim dilinde de: daha çok: “Ferâset” olarak
geçer. Biz Türkçe yazıyoruz, Arapça değil... Sonra
Ferit DEVELİOĞLU’nun Osmanlıcıa Sözlüğüne
bakınız. Durum arkadaşlarımızın açıklamasının tam
tersidir.
283 MEZHEPSİZLİK
yapma ehliyetine sahip olmamak mânâsında Câhillik sıfatını
bana mücerred olarak vermekle benimle birleşmişlerdir.
Aynı pınardan sulanmış ve aynı yola koyulmuş kişiler
olduğumuza göre, bu sevimli(!) sıfatı benimle paylaşmak
zorundadırlar. Delillerden ahkâmı ancak müctehitler
çıkarabilir ve tercîhi ancak onlar yapabilir de ondan...
7- Cuma’nın
farzını
müteakip
kılınan
namazlardan
bahsetmedim. Neden?. Çünkü "İslâm Fıkhı"nı gazete
kâğıtlarıyla helva paketi yapmaya gönlüm razı olmadı da
ondan...(13)
Gönlümün rızası, bu kardeşlerimizin -Allâh’ın inâyetiylebu sevdadan, bu hizipçilikten, sadece kendilikleri içerisinde
olanlara îtibâr ile, içlerine girmemiş olanların üzerine kör
devenin yürüyüşüyle gitmekten vazgeçmelerinde, ve böylece bu
münakaşaların birer “hilâf” değil de, birer “ihtilâf ” olarak
kalmasındadır. Zira midesi zehirle dolu olan bir kimsenin
sıhhatinden bahsetmek, onu ölüme terk etmektir.
(13) DiKKAT:Muhterem
kardeşlerime
şu
hususu
belirtmeyi bir vecîbe bilirim. Cum’a namazından sonra
“ZUHR-U EVVEL ve ZUHR-U ÂHİR”Cum’anın
Sünnetlerini fevkal’ade bir ma’zeretiniz olmadıkça aslâ
terk etmeyiniz. Meselenin iç yüzünü arz etmek üzere de
mümkün olan en kısa zamda bir “Cum’a Risâlesi” ile
huzurlarınızdayım
inşallâh...
Arapçayı
bilen
kardeşlerimiz şimdilik İbnü Âbîdin’in: “Hâşiyetü
Raddi’l Muhtâr Ale’d Dürri’l Muhtâr” ının 1324 tarihli
baskısının 1. cildinin 755. sayfasındaki : “Zuhr-u Âhir
ve Zuhr-u Âhir’in Niyeti” ile ilgili bahsine bakabilirler.
Orada; “ZUHR-U EVVEL ve ZUHR-U ÂHİR” demek
olan Šk€‫ـ‬jz]‫_Š وا]‡Šا‬hzi]‫Šا‬v‡]‫“ ;ا‬Es- Sünnetü’l-Kabliyye
ve’s, Sünnetü’l Ba’diyye” ta’birlerini de gözleriyle
göreceklerdir
MEZHEPSİZLİK 284
8 Mart 1977 salı günü Türkiye’de Yarın Gazetesi’nde
yayınlanan 2. makalem:
MEZHEPSİZLİK
SADECE iFTİRACILIK VE
ÇANAKCILIK DEĞİLDİR
Madde, para ve menfaat... Günümüzde geçer akçe... çoğu
kimselerin müşterek za’fı, çoğu kilitlerin değişmez anahtarı...
Herkes ona kanmakta, herkes onun vasıtasıyla aldanmaktadır.
Asırların nüfûz edemediği hasîn kal’aların dört duvarını onun
karşısında hâk ile yeksân: Allâh sevgisi ve Rasûlüllâh (S.A.V)
muhabbeti dışında hiç bir şeye yer vermemesi gereken mü’min
kalbini onun önünde bazen sırıtan şeytân görüyoruz...
Şimdi her şeyin yavaş yavaş argolaşarak ad değiştirdiği:
hırsızın bekçi, ırz düşmanının müftî, maktulün katil olduğu şu
günde bu mânâ da yolunu şaşırmış -sahibine layık- ahıra girmiş
ve ahırlaşmıştır.
Menşe’i semâvi ve kaynağı ilâhî ilmin, gazetelerde peynir
paketi olduğu gibi: “Halef ve Selef-i Sâlihîn”in müdafası, inek
altına tutulan çanak olmuş. İctihâd adına dört kal’ayı hasinimizin
yıkılmasına rıza göstermeyen âciz de çanakçı, paracı, menfaatçi,
(14)
Âyetyet kablosu sıyrık, kontak yapmış ceryan teli,(15) kendi
kalesine gol atan futbolcu,(16) örümcek ağından mamul fitne
siperlerine sığınan mürşid, (17) müfteri, yalancı, cezayı hak eden
adam(18)olmuş. Bakalım ilerde daha ne olacak?
Bana sorarsanız bu ve benzeri isnâd ve iftiraları hiç
yadırgamıyorum. Hatta bekliyordum. Zira muhterem Üstad Dr.
(14) Türkiye’de Yarın Gazetesi. 7-8-9 Şubat 1977
Mezhepsizlik yaygarası başlığı altında yayınlanan yazı
serisi…
(15) Nesil Dergisi, Sayı: 1, cilt:1, syh: 10
(16) Nesil Dergisi, Sayı: 2, cilt:1, syh: 25
(17) Nesil Dergisi, Sayı: 3, cilt:1, syh: 16
(18) Nesil Dergisi, Sayı: 4, cilt:1, syh: 33–35 ve
Türkiye’de Yarın Gazetesi. 7–10 Şubat 1977
285 MEZHEPSİZLİK
Muhammed Sait Ramazan El-Bûtî ’ye neler söylenmemiş ki
bana söylenmeyecek? O’na yalancı mı denmemiş, sahtekâr mı,
örümcek kafalı, âdî ve yüzüne tükürülecek adam mı denmemiştir
de bana denmeyecek?! Kitabına kalemin yazamadığı ad diye (...)
ile işaret etmek zorunda kaldığı ve halen benim de bilmediğim
bir yüz kızartıcı ad mı takmamışlardır?! Kitabını halktan ve halkı
kitabından uzaklaştırmak için, her yolu meşrû sayan bir müthiş
kampanya mı açmamışlardır ki, bana açmayacaklar kampanyalarını, sürdürmeyecekler tezvîr kumpanyalarını?!..(19) Bakınız
büyük âlim Bûtî ne diyor bu hususta:
“İslâm âleminde ta’zimle anılan bir İslâmî Âyetyetin bana
verdiği, bazı Arap ülkelerinde geçirdiğim birkaç günden bu yana
aklımdan hiç çıkmayan bir NASÎHati hatırlayarak, söz konusu
kitap:(mezhepsizlerin yazdığı Asıl Bid’at, Mezheplilik Taassubudur adlı kitap)taki, her asil ve şerefli kişinin içine düşmekten
berî ve yüce olduğu düşük ifadelerden uzak kalacağım. Bu
tanınmış zat bana şöyle demişti: “Sen mücadele yaparken, bu
adamların seni kendi seviyelerine düşürmelerinden sakın.
Zira bütün halef ve selefiyle,Müslümanların cumhuruna
karşı, onların kalplerinde öyle bir kin vardır ki; bu dehşetli
kin onlara, kendilerine muhalefet eden herkesin “IRZ ve
NÂMUS”larını dile düşürtür ve ayaklar altına aldırtır.”(20)
Fukahâyı Kirâm’a ve şahsına yağdırdıkları iftira, tahkîr
ve küfür tufanına karşı Dr. Bûtî onlara şunları söylüyor:
“Onlar, en hayırlı Selef-i Sâlih’lerimiz (R.A.)’i ve onların en
değerli kitaplarını ve te’liflerini küfre boğduktan ve hakaretlere
batırdıktan sonra; benim, onların şahsıma yağdırdıkları küfür ve
hakaretlerinin bulaşıkları ve lekelerinden hiç birini üzerimden
silkmeye kalkmam gerekmez ..”(21) “Onların, (İmam ve
(19) İslâm Dinini Tehdîd Eden En Korkurç Fitne
Mezhepsizik, syh: 56
(20) İslâm Dinini Tehdîd Eden En Korkurç Fitne
Mezhepsizik, syh: 236–237
(21) İslâm Dinini Tehdîd Eden En Korkurç Fitne
Mezhepsizik, syh: 235
MEZHEPSİZLİK 286
Fakihlerin) değeri en az olanına hizmetçi olma derecesine bile
ulaşmamış bir kimse olduğum halde; benim ilmim, aklım ve
yaratılışım hakkında bu küfür ve hakaretlerin kat kat fazlasına
maruz kalmış olmam tabii değil midir...”(22) Kaydettiklerimiz
Üstad Bûtî ’nin bu konudaki sözlerinden sadece bir kaçı...
Bana gelince, ben farz edelim ki, vehmettikleri gibiyim..
Kur-ân Kursları’na çanak tuttum. Acaba kendileri nereye çanak
tutuyorlar?!.. İnekleri yerli mi, yabancı mıdır?!... Farzedelim ki
biz “Nesil"in ceryan şebekesinden ceryan kaçıran teliz. Peki, bu
teli kablolayan el neden iyi kablolamamış?! Binlerle ifade
edildiği iddia edilen bu telleri santrale bağlayan eller nerede?!. ..
Nereye bağlamışlar bu şebekeyi?! Şartel kimin elinde, santral
nerededir?! Gönül ister ki, santral dışta, şartel puşta, teller tuşta,
inek yokuşta olmasın!... Netice olarak büyük insan muhterem
Bûtî hocamla şu değerli sözlerini birlikte bir daha tekrarlayalım:
“Ey şu kimse! Ben sana yüce Yaratıcı adına şu soruyu
sormuş olayım: -Eğer sen O’na inanıyorsan, hep A1lah’ın Dini
ve Şeri’atına hizmet ederek yaşamış ve ömürlerini tamamen bu
uğurda tüketmiş olan insanlara dilini uzatmış ve onlara ağzına
gelen bütün çirkin, şeref ve nâmusu dile düşürücü kötü sözleri
sarfetmiş olmanın cezası olarak, günün birinde kaçıp kurtulman
mümkün olmayan bir belayı başına indirmesi ve sonra da senden,
insanların gözleri önüne bir büyük, dünya ve âhiret ibreti sermesi
korkusu etrafını sarmıyor mu? Hafakanlarını taşırmıyor mu bu
korkular senin?! ...(23)
Sanırım bu delil ve açıklamalardan sonra Mezhepsizlik’in
sadece iftiracılık ve çanakçılıktan ibaret olmadığı iyândır.
(22) İslâm Dinini Tehdîd Eden En Korkurç Fitne
Mezhepsizik, syh: 236
(23) İslâm Dinini Tehdîd Eden En Korkurç Fitne
Mezhepsizik, syh: 273–274
287 MEZHEPSİZLİK
9 Mart 1977 çarşamba günü Türkiye’de Yarın Gazetesi’nde
yayınlanan üçüncü ve son makalem.
MEZHEPSİZLİK SADECE
DİNSİZLİK DEĞİLDİR
Bir cereyan var... Buna MEZHEPSİZLİK diyorlar... Sadece
sen, ben öteki değil; herkes, bütün dünya MEZHEPSİZLİK
diyor. Türkiye’de hem MEZHEPSİZLİK bânîlerinin, hem de
mezhep müdafii âcizin müşterek hocası muhterem Ahmet
Davutoğlu, MEZHEPSİZLiK diyor. Büyük âlim Muhammed
Sa’id Ramazan El-Bûtî Eş-Şafi’î MEZHEPSiZLİK diyor. İşin
vehametini anlayan herkes: MÜÇTEHİT TASLAKLIĞI, İBNİ
TEYMİYECİLİK,
SELEFİYECİLİK,
VAHHABİLİK,
NAYLON MÜTEHİTLİK, ISLÂHATÇILIK, REFORMCULUK, TELFİKÇİLİK, LÜTERCİLİK, DİN DEVRİMBAZLIGI... gibi dirhemi deryayı murdâr edecek isimlerle ortaya
atılıyor; ama neticede hepsi de MEZHEPSİZLİK ta’birinde
birleşiyor, en tatlısı zakkum en hafîfi mezmum olan bu isimler
içerisinden müştereken MEZHEPSİZLİĞİ seçiyorlar. Hepsi de
MEZHEPSİZLİK tâbirini dillerinden düşürmüyorlar.(24)
Peki, bunlar böyle diyor ama, Türkiye’de MEZHEPSİZLİK
yoktur, Vahhâbilik yoktur, müctehitlik iddiası yoktur diye
tepinmekle: Türkiye’de MEZHEPSİZLİĞİ’in varlığının elle
tutulur ispatını yapan baş mezhepsiz ve muteref
(24) Sayın Hayreddin Karaman 21 Ocak 1977 Cuma
akşamı Konya Müftülük Salonunda yaptığı toplantıda
MEZHEPSİZLİK cereyanı aleyhinde Türkiye’de 7
kitap, 200’ün üzerinde makale yazıldığını ve bu durum
karşısında bu cereyanın var olduğunu itirafa mecbur
kalmış, kendisine mezhepsizlik isnad edildiği de
söyleyerek uzun uzadıya kendisini müdafaaya
çalışmıştır. Konuş-ması yüzlerce kişi tarafından
dinlenmiş ve teyb bantlarına kaydedilmiştir.
Öğrendiğimize göre, aynı toplantıları başka yerlerde de
yapmıştır.
MEZHEPSİZLİK 288
mürid’leri(25) ne diyor?.. MEZHEPSİZLİK tabirini nasıl tevil
ediyorlar?. Bir de buna göz atalım:
Diyorlar ki, MEZHEPSİZLİK: dinsizlik, kitapsızlık, karısını
kıskanmamak türlü sapıklık(...) mânâlarına gelir. Dolayısıyla
yersizdir, fitne ve fesada sebeptir... Türkiye’de böyle bir şey
yoktur.(26)
Pekâlâ, ortada ne mutlak ve ne de mukayyet müctehit
yokken: mezhepsizliğin, dinsizlik dışında başka bir yeri mi
vardır? Dört hak mezhep dışında beşinci bir hak mezhep mi
vardır ki, MEZHEPSİZLİK - MEZHEBİ’ne DİNSİZLİK kefesi
dışında bir başka yer bulacak ve onu oraya koyacağız?!..
MEZHEPSİZ ve DİNSİZ tâbirleri arasında sadece, umumilik ve
hususilik dışında üçüncü bir fark var mıdır?!.. DİNSİZLİK
MEZHEPSİZLİĞ’e
nazaran
daha
umûmî
(genel),
MEZHEPSİZLİK ise DİNSİZLİG’e nazaran daha hususi (özel)
değil midir?!. .. Bu iki kelime arasında bunun dışında bir mânâ
farkı var mıdır?!..Daha açık ifade ile: “Her DİNSİZ
MEZHEPSİZ değildir, fakat her MEZHEPSİZ DİNSİZ’dir.”
demek zorunda değil miyiz?!... Ama bu tabirlerin içine, siz birer
cüz olarak, ister kadın erkek halvet ve ihtilâtını, ister danslı cazlı,
eşli leşli tepintileri, ister karısını kıskanmamayı, ister nikâhsız
resmi zinayı, isterseniz Yezîdiliği ya da Dürzîliği katınız...
(25) Mezkûr toplantıda Sayın Hayreddin Karaman Konya
Yüksek İslâm Enstitüsü Arapça hocalarından Sayın
Ahmet Gürtaş’ın kendisinin müridi olduğunu îtirâf
etmiştir.
(26) Gerek adı geçen Konya toplantısında Sayın
Hayreddin Karaman, gerekse 21 Ocakta başlayıp 14
Şubat 1977’ye kadar sürdürdüğü MEZHEPSİZLİK
YAYGARASI başlıklı yazı serisinde Sayın Ahmet Gürtaş
bu ve benzeri hususları müştereken kayd etmişlerdir.
Mezkûr yazı serisi Sayın Ahmel Gürtaş’ın da kurucuları
arasında bulunduğu ve halen idare heyeti başkanı
olduğu Konya’da münteşir: “Türkiye’de Yarın
Gazetesi"de; yayınlanmıştır.
289 MEZHEPSİZLİK
hepsi bir kapıya çıkmaz mı bütün bunların?!...
Hem MEZHEPSİZLİK yok da; bu toplantılar, bu yazı
serileri, iftirâ kumkumaları, yaygara yaygaraları neye?!.. Mes’ele
ilmîdir de; toplantı salonlarında, gazete sütunlarında işi ne?
Böylece MEZHEPSİZLİĞİ bir
yaygara şeklinde
göstereceğiz derken; MEZHEPSİZLİĞİN aynı zamanda bir
DİNSİZLİK, DEYYUSLUK ve BOYNUZLULUK olduğunu
ilan etmiş olmuyor musunuz kendi dilinizle cümle âleme?!..
Evet biz de bu noktada sizlere katılıyor, îtirafçılarla birlikte
îtiraf ediyor, kezâlikçilerle kezâlik çekiyor ve diyoruz ki:
“MEZHEPSİZLİK SADECE DİNSİZLİK DEĞİLDİR”, daha
nelerdir neler!...
Yalnız, bizim size katılmadığımız dev gerçeklerden biri ve
birincisi ise, İmam-Hatip ve İslâm Enstitüleri Neslinin aslâ üç
buçuk MEZHEPSİZ’den ibâret olmadığı gerçeğidir vesselâm...
Bu üç makale ile birlikte gazetelerinde yayınlamak üzere
teslim aldıkları yazılarımdan tahribata uğramamış ve okunabilir
durumda kalabilmiş olanlarını da burada veriyorum:
DURMUŞ ALİ KAYAPINAR
MÜTERCİM
MEZHEPSİZLİK 290
MEZHEPSİZLİK VE İCTİHAD
A)İctihâd Nedir:
İctihâd: Dinî nass’lardan (Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs’i
Şerîf’lerden) tam yetki ile tüm güç sarfedilerek mûrad-ı İlâhi’ye
en uygun hükmü çıkarma çabasıdır. İctihâd konusu meseleye ışık
tutan bütün nass’ların, irtibatları oranında mes’eleye katkısını
sağlayarak, Allâh ve Rasûlü ’nün muradına en uygun hükmü
ortaya koymaktır. Nasıl bir göz doktoru yüzlerce binlerce farklı
as ve üst derecelerden oluşan mercekleri hastasının gözünde
dener ve sonuçta hükmü: “bunda mı daha iyi gördün, şunda mı”
diye hastasına sorarak verirse: mücahidde İctihâd konusu
meseleye ışık tutan bütün nass-mercekleri’ni ve bu merceklerin
olaya katkı oranları’nı üzerinde durduğu olayın özellik ve
inceliklerini de hesaba katarak, ilgili nass’ları ilgileri oranında
meselelere mercek yapmak sûretiyle, Allâh ve Rasûlü ’nün
muradına en uygun hükmü –göz doktoru gibi, hazır mercekleri
kullanıp, hastasına sorarak değil – doğrudan doğruya bizzat
kendisi ilgili nass’lara harfiyyen bağlı kalarak bulmaktadır.
Allâh’ın rızasından başka hiç bir hedefi olmayan hür iradesiyle
bizzat kendisi, hem uzman doktor, hem sayısız mercek, hem de
hasta kesilip, tüm olayların ilgili nass’larının aynası ve
yansıtıcısı haline gelerek bulmaktadır. Her yönüyle ilahî olan bu
çetin işi ancak, bütün ictihâd şartlarını hâiz, en üst seviyede
bütün ilimlerle mücehhez ve İlmü’l-Mevhibe denilen Allâh
vergisi ma’nevi ilimle donanmış olan tam anlamıyla hür ve
müstekil İslâm – Âlimi yapabilir. Dediğim gibi, her hâdîseye
291 MEZHEPSİZLİK
de, ilgili her nass’ı , müdahalesi nisbetinde mes’eleye mercek
yapabilen Âlim… Yoksa, Mensûh merceğini Nâsih’in
yerine, Ahad merceğini Mütevâtir’in yerine, Helâl
merceğini Harâm’ın, Harâm merceğini de Helâl’in yerine
takan; böylece hâdîseleri ya ters gösteren, ya da hiç
göstermeyen basîreti bağlı bakar-körler değil!..Yazdığı her
satır, ağzından çıkan her söz, acaba suç olabilir mi, beni sürerler
mi, süründürürler mi; çıplaklığa neye günah, fuhşa neden harâm
dedin derler mi diye titreyip duran bataklık bitkisi, bağımlı okuryazarlar değil…Nâsıh’ı Mensûh’tan, Muhkem’i Müteşâbih’
ten, Mütevâtir’i Ahad’ten ancak o yüce âlimlerin kitaplarıyla
ayırd edebilen nakilci, hatta bütün bunlara bir kulp kuyruk
takarak inkara kalkışan felsefeci ya da yalın akılcı
değil!..Ülkesinde bir tek koyunun kaybolduğunu duyup da
yıllarca et yemeyen âlimler yapar bu ulvî işi. Yoksa her aldığı
nefes fazladan, her yuttuğu lokma faizden, yetim hakkından,
şarap gelirlerinden, zina vergilerinden… İbaret olanlar değil…
Bir damla necâset, havuzlar dolusu temiz ve temizleyici mây-ı
zülâl’leri murdâr ediyor. Acaba herkesi saygılı olmakla mükellef
tuttukları düzen’in bu ihtilât içre, dinen temiz kalmış tek
katresini gösterebilirler mi?!..Yetmiş milyonun içerisinde kaç
tanemiz meşrû ’hayat hakkını yitirmemiş bulunuyoruz İslâmi
ölçüler içerisinde!. Şerî’at’a göre karşılığı ölüm olan cana
kıymalar, ana rahimlerindeki canlı cenînleri – nüfus kontrolü
adıyla katletmeler, muhsın: (evli erkek) ve musıne (evli kadın)
zinaları, irtidâd: (dinden dönme)ler, bütün insanlığı öldürmekten
beter ihânetler hıyânetler, cinâyetler ve daha neler nelerin moda
olduğu bir zaman ve zeminde; hangimiz hangi vasıfla ictihâd
yapabileceğiz?!. Kimin adına, ne uğurda ve niçin bu peygamber
görevini yükleneceğiz bakalım?!...“faiz, enflasyon oranını
geçmedikçe faiz olmaz, haşefe miktarı vakî olmadıkça zinâ
olmaz …” demek için mi?!... Heyhât!...
B)Sayın Karaman, Konya’da yaptıkları ve MEZHEPSİZLİK isimli kitabımızın tenkidine hasr ettikleri, senaryosu
MEZHEPSİZLİK 292
önceden saptanmış kaçamak sohbetlerinde:(1) “Müctehit
olmadıklarını, vaz geçtiklerini ve böyle bir iddi’alarının
olmadığını mezhepsiz olmadıklarını îtikâtta Mâtürîdî, amelde
Hanefî olduklarını”(2) ifade buyurmuşlardır. Buna şahsen çok
memnun olduk. Kendilerinin de söyledikleri gibi, aramızda
hiçbir şahsî mes’ele veya husûmet yoktur. Ancak burada Ali Nar
Bey’in Doğru Yorum’un bir sayısında aktardığı ürpertici gerçeği
unutmayalım. Şöyle ki; Merhum Necip Fazıl’a Sayın Karaman:
“Ben Hanefî ve Mâtürîdî’yim” demiş. Necip Fazıl’da: “Bunlar
rakı içer, içtiğimiz rakı değil su idi derler” demiştir. Acı gerçek
bu olduğu halde Karaman, N. Fazıl’ın kendilerinin haklı
olduklarını kabul ettiğini yamışlardır.
Evet, kendilerinin yeni bir mezhep veya din ıslahatını hedef alan
bir müctehidlik iddiasında olmadıklarının isbatı, bizim tezimizi
doğrudan doğruya hükümsüz kılar. Ancak bu, sadece “Ben
müctehid değilim, ben mezhepsiz değilim” demekle olmaz.
Reşid Rıza’nın, Muhammed Abduh’un ya da Nâsıru’ddinElbânî’nin değil; bizzat Hayrettin
Karaman’ın
kendi
kitaplarındaki şu cümleler ne olacak?!..”Ben müçtehit değilim,
vazgeçtim bu iddi’adan”…gibi sözler neyi halledecek Bakınız
ne diyor:
(1) Sözü edilen toplantının Oku Mecmuası damgası
taşıyan davetiyesinde şunlar yazılmıştır:22.01.1997
Cumartesi günü saat 19.30 ‘da derneğimiz davetlisi
Sayın Hayrettin KARAMAN tarafından ‘‘Türkiye’de
Din Eğitiminin Metod ve Kaynakları’’ konulu bir
konferans verecektir. Derneğimiz 21.01.1977 Cuma
akşamı saat:19.30’da İlimiz Müftülük Konferans
Salonu’nda, meslektaşlarımız ve öğrencilerimizle Sayın
Hayrettin Karaman’ın da iştirak edeceği sohbet
toplantısı tertib edilmiştir. İmam-Hatip Okulları
Mezunları Derneği Başkanı imza
(2) H.Karaman’ın bu ifadeleri 12.02.1977 tarihinde
Türkiye de Yarın Gazetesin de A.Gürtaş imzalı
Mezhepsizlik Yaygarası başlıklı yazıda yer almıştır.
293 MEZHEPSİZLİK
“Bu ihtisas devri olan zamanımızda, her biri gerekli
olan İslâmi ilimlerle; hukuk, iktisat, sosyoloji, psikoloji…
gibi yardımcı ilimlerin bir veya birkaçında mütehassıs
zevatın teşkîl edebileceği “İCTİHÂD ŞURASI”nda
“MUTLAK İCTİHÂD” şartlarının rahatça tahakkuk
edebileceği kanaatindeyiz.”(3) Sonra bir başka yerde de:
“Netice olarak diyebiliriz ki,taklîd derecesinin sonu ve
mükellefin kendi tatbikatı için ictihâdının başlangıcı olan
derece için ileri sürülen şartlar, normal hallerde her zaman
elde edilmesi mümkün olan şartlardır. MUTLAK
MÜÇTEHİD için ileri sürülen şartlara gelince: her biri,
gerekli olan İslâmi ilimler ile iktisat, hukuk, sosyoloji,
psikoloji… gibi yardımcı ilimlerin bir veya birkaçında
mütehassıs olan zevatın teşkîl edeceği ictihâd şurası’nda bu
şartlar da mükemmele yakın bir keyfiyetle tahakkuk
edebilir.”(4) diyor sayın ağabeyimiz.
Bu paragraflar sayın ağabeyimizin kendi te’lifi olan“İslâm
Hukukunda İctihâd” adlı kitabından harfiyen aktarılmıştır.
Reşid Rıza ya da Abduh’tan değil!...
İctihâd şûrâsı kuracaklarmış ve bu şûrâ Mutlak
Müçtehidlik şartlarını taşıyacakmış!...Sayın Karaman’laİstanbul
Yüksek İslâm Enstitüsü’nde aynı zamanda okuduk. Şu anda
ismini hatırlayamayacağım, Fransa’da hukuk sahasında doktora
yapmış bir profesör bize İslâm Hukuku derslerine giriyordu. Bu
zat sık sık İslâm’ın en hassas konularından “Vahy” mevzu’unu
ele alır ve bunu bir beşer anlayışı veya sezgisi gibi kabul eder;
konuyu, aradan vahiy – meleği’ni kaldırarak anlatmaya kalkar;
dolayısıyla da İslâm’ın ruhuna taban tabana zıt bir takım
açıklamalara girmek zorunda kalırdı. Bu yüzden itirazlar hakaret
derecesine varır ve profesör ders yapamaz hale gelirdi. Oysa bu
(3) Hayrettin Karaman, İslâm Hukukunda İctihâd,23–43
(4) Hayrettin Karaman, İslâm Hukukunda İctihâd,179
MEZHEPSİZLİK 294
zat, 27 Mayıs ihtilalinde üniversitelerden gericidir diye atılan
meşhur 147 lerden biriydi. Bunlardan bir çoğu açıkta kalmış,
birkaçı da Yüksek İslâm Enstitüsü’ne sığınmışlardı. Dolayısıyla
idaresi ve öğrencisiyle bizim Enstitüye minnet duyuyorlar ve her
hal’ü kârda öğrencileri memnun etmeye gayret ediyorlardı. Bu
zat bir gün yine kürsüye çıktı, öğrenciyi memnun etme çabası
içerisinde, İslâm’ı, Peygamberini ve Kur’ân’ı göklere çıkaran
ifadelerle derse başladı ve :- “Gençler bizim dinimiz yüce, çok
yüce, hiç bir dinle kıyâs edilmeyecek kadar yücedir. Kitabımız o
kadar genel ve cihanşümul hükümleri içerir ki vasfı mümkün
değil… Peygamberimiz o kadar büyük, o kadar büyük ki; canım,
O’nun büyüklüğünü isbat için başkaca delillere ne
hacet!...”Görmüyor musunuz O’nun Kur’ân’ı Kerîm’deki
sözlerini?!” diyerek daha derse girerken sarfettiği üç
cümlesinden dördüncüsü, hastalığı şifasız bir dert olarak sınıfta
sergilenmiş bulunuyordu. Arkadaşlar hemen itiraz ettiler ve biri:
“Hocam, Kur’ân’ı Kerîm Peygamberimiz’in sözümüdür de siz :”Görmüyor musunuz O’nun Kur’ân’daki sözlerini?!.”
diyorsunuz?!.dedi. Tabi hocamız büyük bir beğeni beklediği bu
özenli sözlerine karşı öğrencilerin bu olumsuz tepkisini görünce,
adeta kendini kaybetti ve:-“Çocuklar, en büyük dedik, en yüce
dedik, insanüstü dedik, bulabildiğimiz en zirvedeki övgüleri
cömetrce sıraladık; yine de sizi memnun edemedik…Ne
yapalım yani?!...Allâh mı diyelim sizin peygamberinize?!...”
diye bağırarak kürsüsünde terler içerisinde sigarasına sarıldı.
Onun bu paniklemiş halini gören tiryaki arkadaşlar, hemen
etrafına çullanarak sigarasını yaktılar. Adamcağız da onlara:“Yakın yahu, boş ver, siz de yakın…” diyerek öğrencilerine
sigara ikramına koyuldu…Tabî sınıfın içi tilki damı!... Bu
hocamızla yaptığımız bütün dersler hep böyle geçerdi. Herhalde
bu Medenî Hukuk uzmanı hocamız Hayrettin Karaman’ın
derslerine de girmiştir…
Burada ‘vahiy’ bir sembol, hatırlattığım hukuk mütehassısı
da sadece bir misaldir. Takdir edileceği üzere, Şûrâ’ya
getireceğimiz en seçme üye dahi bu işi kolay kolay
295 MEZHEPSİZLİK
kavrayamayacaktır. Herhalde bu hususu sayın ictihâd
taraftarlarıda inkâr edemezler. Kavrayabileceğini farz etsek bile,
ictihâd’ın şartlarını taşımayan bir kimse, bütün gücünü sarf etse
bile, onun yaptığı ictihâd’ın değeri ne olabilir?!.. Bir kısım
fukahâ:-“ictihâd tecezzî kabul etmez.” (bölünüp parçalanamaz)
derken, biz müçtehid’in tecezzisini nasıl kabul edebiliriz?!...
Nasıl olacak da bir çok kişinin katılımından oluşan bir
topluluğun tümüne birden: MUTLAK MÜÇTEHİD
diyebileceğiz?!...
Şimdi psikoloji, iktisat vs.’yi bir kenara bırakalım. Bu
hukukçu veya benzerini ictihâd şurasına koyduğumuz zaman
ictihâd’ın şartları tamamlanacak mı yoksa eksilecek midir?! Onu
düşünelim. İctihâd’ın şartlarından birini – diyebilirim kisonuncusunu gerçekleştireceğiz derken: “Müttekî, âbid,
sünnet’e mütemessik, âdil, afîf ve ma’nevî derecesi yüksek
olma” şartlarına kendimiz uyabilecek miyiz ki, söz konusu
hukukçuyu, iktisatçıyı, psikoloğu, sosyoloğu…uyduracağız?!…
Sanırım böyle bir ictihâd şurasının İslâmî İlimler kısmını Sayın
Hayrettin Bey doldurabilseler bile, -“eğer kendileri
inanıyorlarsa”- ömürleri sadece mezkûr mütehassıs hukuk
bilginini vahy gerçeğine inandırmaya yetmeyecektir. Her biri,
kısmen de olsa, diğerinin yabancısı olduğu farklı sahaların adamı
olarak, ayrı telden çalmak durumunda olan bu insanların
oluşturduğu bu garip topluluğa: Bremen mızıkacıları ya da
Herkese Danış Ama Yine Kendi Karar Ver Meclisi demek
daha doğru olmayacak mı?!..
Ayrıca söz konusu şûrâ’da yer alan bu hukukçu nedir?
İslâmî İlimlerle mücehhez, İslâmî nass’lara hakim İslâm
Hukukçusu’nun yanındaki bu hukukçu, ictihâd’ın şartlarından
hangisini karşılamaktadır?!.. Şûrâ’da İslâmî İlimlerde ve İslâm
hukukunda mütehassıs kişi bulunduğuna göre, bu ikinci hukukçu
kimdir?!.. Herhalde bu zat medenî, beşerî hukuku temsil etse
gerek… Halbuki İslâm İctihâdı’nın şartları arasında böyle bir
şarta rastlamadık. Yoksa biz İslâmî mânâda ictihâdden bahs
MEZHEPSİZLİK 296
ederken; İslâm Hukuku’nu Medenî Hukuk’a mı
dönüştürüyoruz?!... İslâm Hukuku ile İnsan Hukuku’ndan
müteşekkil bir koalisyon mu kuruyoruz?!... Burada İslâm Âlimi
karşısına modern Hukuk Âlimi mi, yoksa modern hukuk
uzmanının karşısına İslâm Hukuku Âlimi mi oturtulmaktadır?!...
Yani bu iki hukuktan hangisi hangisine uyacak, ya da
uydurulacaktır?!... Sayın Karaman’ın: “Modern Problemler
Karşısında İslâm Hukuku” adlı kitabının isminden bile, kimin
karşısına kimin oturtulduğu, kimin kime uyacağı, şer’î ve vaz’î
hukuklardan hangisinin hangisinin karşısına oturtulduğu,
hangisinin hangisinin önünde diz çökmek zorunda bırakıldığı
açıkça anlaşılmıyor mu?!... İslâm Hukuku tâbî :(uyan), modern
hukuk ise metbû:(uyulan) yapılmıyor mu bu kitabın adında
da?!... Zira kitabın adı: “Modern Problemler Karşısında İslâm
Hukuku” dur, yoksa: “İslâm Hukuku Karşısında Modern
Problemler” değil… Yani modern problemler esastır, İslâm
Hukuku da o esasa tâbî ve onun prensiplerine mahkum!...
Halbuki İslâm, daima hâkimdir. Aslâ mahkûm olamaz.
O’nun için zerre kadar mahkûmiyet söz konusu olduğu an
vebali üzerine almamak için kendi rafına çekilir ve
çekilmiştir. Bu durumda, kimse kendi zararlarını O’na
fatura edemez ve kendi cürümlerini O’na yıkamaz ve
yıkamayacaktır.
Bir de “Mutlak Müçtehitlik” sadece devrimizde değil, dört
İmam’dan
sonra
hiçbir
devirde
ulaşılamamış
ve
gerçekleştirilememiş çok yüksek bir seviyedir. Mutlak
Müçtehit, hem ictihâd Usûlünü, hem de ictihâd şartlarını
eksiksiz ve ekmel şekliyle şahsında gerçekleştirmeyi başarmış
kimsedir. “Ben müçtehidim” diye kendini dünyaya reklam etmek
şöyle dursun; insanların, şuursuz bir biçimde kendi ictihâdlarına
tabi olmalarından köşe bucak kaçan kimsedir. Muhtemelen isabet
kaydedemediğim ictihâdlarım yüzünden insanların yanılmalarına
sebep olurum da, altından kalkamayacağım büyük veballer altına
girerim diye; kimsenin, kendi ictihâdlarına tâbî olmasını
istemeyen kimsedir. Seviyesi altında kalan bütün müctehidlerin,
297 MEZHEPSİZLİK
en küçük bir baskı, çağrı ya da imâ bile söz konusu olmaksızın,
mutlak müçtehitliğini kabul edip, kendilerini kendisine bağlı ve
usûl leriyle bağımlı kalmaya mecbur gördükleri kimsedir. “Ben
müçtehidim.. ya da şartlarını hazırlayabilirim.”Diye bar bar
bağıran reklamcılar değil!.. Zamanlarının sayıları yüzleri aşan
müctehidleriyle bu güne kadar gelip geçmiş bütün müçtehit ve
fakihlerin kendilerine bağlı: muayyed –müctehidleri olmayı
şeref bildikleri: İmam-ı A’zam, İmam-ı Şafi’î gibi büyük zatlar,
ictihâd usûllerine herkesi bağlı kılmış kimselerdir… Onlara tâbî
olan mukayyed müctehidler de hiçbir surette İmamların
koyduğu usûl den dışarı çıkmamışlardır. Mesela İmam-ı Ebû
Yusuf, İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Züfer dahî,
müçtehitliğin ikinci derecesi olan mukayyed: (bir mutlak
müçtehide bağlı) müçtehittirler. Şimdi biz kendimizi: “Fetvâ
ehli, temyîz ehli, Tercîh ehli, Tahrîc ehli, Mes’elede müçtehit
ve nihâyet içlerinde İmam-ı Ebû Yusuf, İmam-ı Muhammed
ve İmam-ı Züfer gibi büyük fukaha’nın da bulunduğu
“mezhepte müçtehit” derecelerinin hepsini geride bırakıp da,
müçtehitliğin en yüksek mertebesi olan: “MUTLAK
MÜÇTEHİT” derecesine nasıl koyarız?!.. Bu mertebe en üstün
Peygamber varisi’nin mertebesi değil midir?!.. Gözümüzü bu
kadar yükseklere dikiyoruz ama layık ve ehil miyiz?!..
Kendimize sorulan en basit meseleyi dahi sadece fıkıh
kitaplarına bakıp Müslümanlara doğru dürüst aktaramazken-ki,
bunu dahi yapabilmek söz konusu meseleyle, ilgili hükümlerden,
duruma en uygun olanı seçmek, yani Tercîh Ehli Müçtehit
payesini ihraz etmiş olmak gibi ağır bir yükümlülüğü üslenmiş
olmayı gerektirir- neden boyumuzdan büyük işlere girişiyoruz?!..
Acı de olsa gerçek bu iken, neden gerçek yerimiz olan: mukallid
olabilme şerefi’nden kendimizi mahrum ediyoruz?!.. Neden
asırlarca ecdadımızın uyduğu hükümlere biz de uymuyoruz?!..
Neden onların gittikleri yolu izlemekten kaçınıyoruz?!.. Eğer
Câhil cühelaya güvenemeyiz(!) diyorsak, neden Rasûlüllâh
sallellahü aleyhi ve Sellem’den îtibaren bu güne kadar gelip
geçmiş bunca Eshâb-ı Güzîn, Tâbî’în, Tebe’ut-Tâbî’în,
MEZHEPSİZLİK 298
Eimme-i Müctehidin, Müfessirîn, Muhaddisîn Fukahâ ve
Ulemâ’mızın ta’kip edegeldikleri ana yolu beğenmiyoruz?!..
Haddimizi aşıyor, hududumuzu taşıyor; dostlarımızı ağlatıp,
düşmanlarımızı güldürüyoruz”?!
Sayın Karaman, binlerce Arapça kitap arasından özenle
seçip tercime ettiği, ünvanlarından kim olduğu az çok hissedilen,
Beyrut-Amerikan Üniversitesi İslâm Hukuku Profesörü Suphi
Mahmasânî’nin bir tebliğinin arkasına sığınarak bu konuda diyor
ki:
“Son zamanlarda M. Reşit Rızâ, M. Abduh, Muhammed
b. EL-Haseni’l- Hacvi, Mustafa El- Merâğî, Ahmet M. Şâkir,
Seyyid Afifî, M. Cemaleddin El-Kâsimî, Mevdûdî gibi zevat
ve matba’a tekniğinin verdiği imkanlarla ictihâd ehliyetini
elde etmenin daha kolay bir hale geldiğine işaret etmişler;
hatta Seyyid Afifî, Fazıl b. Âşûr gibi bazıları el-Ezher’de bir
İÇTİHAT
ENSTİTÜSÜ’nün
kurulmasını
tavsiye
(5)
etmişlerdir.” “Ayrıca bu zevat, taklîd ve taassup çemberini
kırmış SON ASIR MÜÇTEHİTLERİDİR.”(6)
“İctihâd Şurası!..” yetmedi. “İctihâd Enstitüsü”?!..
Mutlak Müctehid’ler, her biri ayrı kültürün, ayrı zihniyetin
adamı;
ayrı
mühitlerde,
değişik
şartlarda
yetişmiş
mütehassısların birleşmesinden meydana gelecekmiş?!.. Katma
protokol’mü teşkîl ediyor acaba?!..
Sahâbe-i Kirâm, Rasûlüllâh Sallellahü Aleyhi ve
Sellem’in medresesinde yetişmişler.. Tâbî’î’ler Razıyellahü
Anhüm,
Ashâb-ı
Güzîn
Rıdvânüllahi
Aleyhim’in
medreselesinde…
Ümmet-i
Muhammed’in
Mutlak
Müçtehitlik’lerini ittifâkla kabul ve tasdik ettikleri Dört İmam
da, Eshâb ve Tâbî’în Rıdvânüllahi Aleyhim’in müşterek
medreselerinde… Onların muhitlerinin geçer akçesi Din’dir,
(5) Karaman, Hayrettin, İslâm Hukukunda İctihâd,180
(6) Karaman, Hayrettin, İslâm Hukukunda İctihâd,200
299 MEZHEPSİZLİK
İman’dır, Kur’ân’dır… Yaşadıkları ortamda topyekün akıllar,
İlm’ü İrfan’a dönük; bütün kalpler, Din’i İslâm’a aşık; tüm
himmetler, Hazret-i Kur’ân’a yönelik…Gayretler hep Allâh ve
Rasûlü ’nün muradı’nı aramakta; gözler hep O’nun Cemali’ne
dikilmiş bulunmakta; gönüller hep Hakk’a erebilme uğrunda
yarışmaktadır.Bugünkü,ne pahasına olursa olsun maddiyyat,
sülfiyyat, zulümat ve şehevat uğruna değil!...Yalan yanlış bir
ma’lumatla ortaya çıkmak mümkün değildir o vasatta.Hem
çıkılsa bile kim dinler?!.Zira,en Câhili bu günün müçtehitlik
sevdalılarının bilmediği kadar Kur’ân-ı Kerîm bilmekte,kabul ve
ikrar ettiği kadar Hadîs-i Şerîf ezberlemiş bulunmakta ve
anlamadığı kadar Nass’ları anlamış durumdadırlar.Günümüzün
şartları ise,İslâm’ın şartlarını bile öğrenmeye imkan ve fırsat
vermemektedir.
‘‘İctihâd Enstitüsü’’ymüş?!...
Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir devrinde, böyle bir enstitü
kurulmamış ve görülmemiştir.Hiç bir müçtehit de Enstitülerden
mezun olmamıştır.Zira,müçtehitliğin bir de Vehbi tarafı
vardır.Sadece kesbi ilim bu iş için yetmez.Bizler bu gün
öğrendiğimizi yarın unutuyor, tekrarla ezberlediğimizi, bir
ihmalle kaybediyoruz.Aklımız ise bize her gün yanıldığımızı
söyleyip duruyor.Bu durumda nasıl olurda, her gün bir önceki
söylediğini yalanlayıp duran, yalanları karşısında: “yanılmışım’’
diyerek el oğuşturmaktan başka hiçbir çare bulamayan ‘‘zavallı
aklım’’ arkasına dolu dizgin düşüp gide biliriz?!.. Akl-ı beşer
her şeyi halledecek güçte idiyse; Nakl’e, Semâvi Kitaplar’a ve
bunca Peygamber’e ne lüzum vardı?!...
Sayın Karaman’ın: Sanfrancisko-Lübnan Müsteşarı bir
Hıristiyan profesörünün sözlerini maskeleyerek:’’Taklît ve
Teassup Çemberini Kırmış SON ASIR MÜÇTEHİTLERİ’’
olarak ilan ettiği,yukarıdaki isimlerin bazılarının mason
olduğunu 21 Ocak 1997 de Konya’da yaptığı sohbet(!)
toplantısında îtiraf etmiş ve aynen:-’’Reşit Rızâ mason
olduğuna dair hiçbir beyanda bulunmamıştır.Üstadı Abduh
MEZHEPSİZLİK 300
ve onun üstadı Efgani ise, kendilerinin mason olduklarını
kendileri söylemişlerdir. Zaten kendileri söylemeseler kim
bilecek onların mason olduklarını?!.Reşit Rızâ ise böyle bir
şey söylemediğine göre, onun mason olduğunu kim söyleye
bilir, kim ne bilir?!...’’demiştir.
Kısmen de olsa, kendilerinin dahî masonluklarını dilleriyle
ikrar ettikleri bu adamlardan, Müçtehitlik ya da Mutlak
Müçtehitlik şöyle dursun, nasıl Müslüman olur?! Söyleye
bilimisiniz Allâh aşkına?!.. Kendinizin bir ilan, bir inkâr ettiğiniz
müçtehitliğiniz de mi bu kabildendir yoksa?!...
Bu üçlüyü en iyi tanıyan öğrenci arkadaşlarından biri olan
Beyrut Müftîsi Yusuf İbni İsmail En-Nebhânî’nin haklarında:
‘‘Bunlar:(Cemalüddin-i Efgani, Muhammed Abduh ve
reşit Rızâ), üçlüsü bir sacayağıdır. Altında fitne ateşi yanar,
üstünde küfür kazanı kaynar’’
‘‘(Birilerinin) himmet (iy)le Mason locasına girmişler ve
bütün Mason teşkîlatları, aynı (mihrakların) himmet (iy)le
(İslâm Dünyası’nın) sadâret makamlarına yerleşmişlerdir’’
‘‘Onların prensipleri şudur:’’Bütün dinlerin hükmü birdir,
hepsi aynı değerdedir. Hüküm îtibariyle diğer dinler birbirine
eşittir’’(7)
Sonra masonluğun En –Nebhani gibi sizin de itiraf etmek
zorunda kaldığınız Son Asrın Mutlak Müctehidlerinden M.
Abduh’un İslâm Dünyası’nda mason localarını Kur’ân ve
Abduh gibi nice Müslümanları mason yapan hocası Cemalüddini Efgani’ye gönderdiği bir mektupta yazdığı şu satırlara bir bakın
da, ona göre karar verin bu zevatın MUTLAK
MÜCTEHİDLİK derecelerinin ne olduğuna ve olması lazım
geldiğine.. Mektubun metninden birkaç satırı aynen aktarıyorum:
“Keşke sana ne yazacağımı bilebilseydim. Sen ki, benim
(7) Yusuf İbni İsmâil; En Nebhânî Uhûdü’l Lü’lüiyye
Syf:384
301 MEZHEPSİZLİK
kalbimdekileri kendi kalbinde olanları bildiğin gibi bilirsin.
Sen bizi iki elinle şekillendirdin. Bizim madde-i asliyyemize
(mâyemize) en mükemmel şeklini cömertçe verdin. Ve sen
bizi Ahsen-i takvim üzere(en güzel sûrette)yarattın. Biz
nefsimizi kendimizi sende bildik. Seni seninle tanıdık. Ve
bütün âlemi seninle, senin kudretinle ve senin irâdenle bildik.
Hâsılı, biz sen-den çıktık. Ve yine sana, sana geri döneceğiz…
Biz senin tek tek parçalarınızız; sen ise (hâşâ ve kellâ)
Vâhid’sin, teksin”(8)
Demek kendisi gibi bir insane “-Sen Vâhid’sin,teksin, eşin
benzeri yoktur. Bizi en güzel sûrette yaratan sensin. Biz
senden sudûr ettik, sonuçta yine sana döneceğiz!”diye bilen
bir insanla onun etrafına çöreklenen ve arkasından sürüklenen
yılanlar MUTLAK MÜCTEHİDLER olacak ve onların ictihâdlarıyla modern dünyaya ayak uyduracağız öyle mi?.. Heyhât!...
Yine aynen yayınlanmış vesikalardan metin olarak aktarıyorum: “DİNLER ARASI YAKINLAŞMA (Diyalog) DERNEĞİ’Nİ (ilk) Kur’ân kesinlikle Muhammed Abduh’tur. Bu
derneğe, üç dinin aydınlarından oluşan bir gurup modernist
katılmıştır. Bu mîlâdi 1885 yılında olmuştur. Şeyh Muhammed Abduh dinlerin birbirine yakınlaşması (DİNLER ARASI
DİYALOG) meselesini şairin şu beytiyle temsil getirerek
anlatır ve: ‘‘Dinler, aramıza kesinlikle bir sürü kinler soktu.
Ve bizlere türlü çeşit düşmanlıklar bıraktı’’(9) derdi…
Sayın Karaman’ın yukarıda MUTLAK MÜCTEHİD
(8) Dr. Süleyman Beyyumi:et-Teyyaretü’s-siyasiyye ve’lİctimaiyye Beyne’l- müctehidin ve’l-Muhafizin Syf: 41,
42. Dr. Fehd’İbni Abdirrahmân; El-Medrasetü’l
Akliyyeti’l Hadîse, Syf: 153, 154, 156
(9) Abdü’l- Âtî Muhammed Ahmed, el-Fikru’s Siyasi’lİslâmi li’l-İmam Muhammed Abduh:32 Muhammed
Muhammed Huseyn, el-İslâmu ve’l Hazarati’l
Garbiyye:69M.Reşit Rıza, Tarihu’l-Üstaz1/93.
Dr.Süleyman Beyyumi, et-Teyyeratü’s-Siyasiyye:58,59
MEZHEPSİZLİK 302
olarak isimlerini tasrih ettiği kimselerin; Kızıl Haç’a, Masonluk
Teşkîlatı’na veya herhangi bir İslâm Düşmanı kuruluşa bağlı
olup olmadıklarını bir bir incelemiş değiliz ama Abduh’un, önce
İskandinav mason Locası’na, sonra Fransız mason Locası’na
girmiş olan hocası Efgani ile birlikte Mısır mason Locası’na;
girmiş olduklarını bir çok kaynak eser vesikalarıyla
kaydetmişlerdir. 1878 yılında İbrahim El-Lukânî, Selim Nakkaş,
Abdüsselâm El-Müveylihî gibi bir çok Mısırlı ve Suriyeli
yazarla,
meşhur
Kasru’n-Nil:
Nil
Köşkü
muhafız
komutanlarından Latif Selim ve Seyyid Nâsır adında iki subay,
İngiltere’de ve İngilizlerin güdümünde olan: En Büyük Loca’ya
bağlı: Keşkebü’ş-Şark: Şark Yıldızı Locası’na girmişlerdir.
İngiliz Büyük Locası’na bağlı olan Şark Yıldızı locası,
başlarında veliaht; Teyfik Paşa, Şerîf Paşa, Süleyman Abaza,
Sa’d Zağlûl, bazı subaylar, Ezher ulemâsı ve Millet Meclisi
Üyeleri’nin de bulunduğu Mısır’ın özü ve özeti demek olan 300
kişiyi içine almış bulunuyordu.(10)
Efğani, Abduh ve bazı öğrencileri bu mason locaları ve
tanınmış idarecilerden uzak göründüler.Talebelerinin isimlerini
hiç söylemeyip sürekli olarak inkâr etmeleri, onları devletin
vekilleri ve hükümetin casuslarının tuzağından korumak ve kendi
yoldaşlarıyla güven içerisinde çalışmalarını yürütebilmek
içindi.’’(11)
Mısırda ve civar Arap ülkelerinde üyelerinin birçoğu
Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan onlarca mason locası çeşitli
isimler altında türlü cem’iyyetler kurdukları; yazarlarının birçoğu
Yahudi ve Hıristiyan azınlıklardan oluşan birçok gazete ve
(10) Dr.Abdurrahim Mustafa, Mısru ve’l-Mes’eletü’lmısriyye:85,86, Fethi Yeken, Harakat ve Mezahib Fi
Mizan’il-İslâm:56,57, Dr.Beyyumi, et-Teyyaratü’ssiyasiyye:57,58.Dr.Ali Abdülhalim Mahmud, El-İmam
Muhammed Abduh: 142,143. Muhammed Mahzumî,
Hatıratü Cemalüddin: 41, 42, 43
(11) Abbâs El-Akkad, Abkariyyü’l-Islah ve’t-Ta’lim: 136
ve devamı. Ahmet Emin Zü’amâü’l-ıslah 72
303 MEZHEPSİZLİK
dergiler çıkardıkları, adları ve fa’aliyetleriyle kaynak eserlerde
yayınlanmış bulunmaktadır.(12)
Bu kuruluşlar hep gizli kuruluşlar olduğuna ve işlerini hep
gizlilik içerisinde yürüttüklerine göre, yukarıda sitayişle taklîd
ve taassup çemberimi kırmış SON ASRIN MÜCTEHİDLERİ
olarak sıralanan isimler, tescillileri cümlesinden mason
olabilecekleri gibi, ismini değiştirmiş Yahudi ve Hıristiyan,
dönme, besleme, bunların birkaçı, hepsi veya hepsine rahmet
okutacak bir münafık, ya da hain dahi olabilirler. Ve Bunlar, her
şeylerini kamufle ettiklerine göre, kendi mahiyetlerini ve
yandaşlarının isimlerini de gizlemeleri son derece tabi’idir.
Zira Sayın Hayrettin Karaman’ın çoğu kitapları, Abduh,
Reşid Rızâ ve yoldaşlarının mayınlarının gâyet ustalıkla
yerleştirildiği birer mayın tarlasından başka bir şey değildir.
Benim diyen mayın arama taramacısı bunların kolay kolay
farkına varamaz. Bu sayısız elğamdan Sayın Mahmasânî’nin
arkasına sığınarak yerleştirdiği, ictihâd’la ilgili bir tanesine daha
kısaca değinmeye çalışalım. Paragrafı olduğu gibi aktaralım ki,
tahrîfat yapılıyor denmesin:
“Şîî âlimler ile İbn Teymiye, “İ’lâmü’l-Muvakkı’în” isimli
kitabında İbnü’l-kayyim el Cezviyye:(İbnü Teymiye’nin
talebesi ve onun te’sirinde…) gibi önceki bazı Sünnî âlimler,
ictihâd kapısının kapatılmasını kabul etmemekle isabet
eylemişlerdir. Son asırlarda bunlara, Muhammed B.
Abdülvehhâb (Vahhabiliğin kurucusu), Cemalüddin el-Efgani,
Muhammed Abduh gibi müceddid âlimler de katılmışlardır.
Bütün bu fakihler ile onlara katılanlar ve bilhassa “elKavlü’l-Müfîd Fi Edilleti’l - İctihâd ve’t-Taklîd” isimli
risalesinde İmam Şevkânî: (Alevilerin bir kolu olan Zeydiyye
mezhebine müntesip) Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyâstan
aldıkları şer’î ve apaçık deliller ile ictihâd kapısının sadece
açık ve serbest olduğunu isbat ile iktifâ etmemiş, müçtehidin
(12) İlgili kaynaklarıyla birlikte, Dr.Beyyûmî, etTeyyaratü’s-siyasiyye: 56,64
MEZHEPSİZLİK 304
vasıflarını taşıyan herkese bunun dini bir vecibe olduğunu da
isbat eylemişlerdir.”(13)
Burada dikkatimi çeken nokta Şîî âlimlerle Sünnî âlimlerin
aynı kefeye konmuş olmasıdır. Ayrıca Sünni âlim olarak İbn-i
Teymiyye ve onun talebesi İbnü’l-Kayyim El-Cezviyye’nin
tasrîh edilmiş olması ve ictihâd taraftarı olarak kaydedilen âlim
(!) isimleri de oldukça enteresandır.
Sayın Hayreddin Karaman yapmış olduğumuz bu naklîn tam
noktaladığımız yerine bir dipnot işareti koymuş ve aynı sayfanın
altında şunları kaydederek aynı yolun yolcusu olduğunu kendi
diliyle şöyle ifade etmiştir:
“Başlangıçtan dördüncü asıra kadar İslâm Hukukunda
İctihâd isimli tezimizde bu mevzu ile alakalı kaynaklar
taranmış ve münakaşalar yeniden ele alınarak aynı neticeye
varılmıştır.”(14)
Görüldüğü gibi Sayın Karaman burada, Beyrut Amerikan
Üniversitesi ve Beyrut Fransız Hukuk Fakültesi Profesörü Sayın
Mahmasânî ile aynı fikirde olduğunu açıkça ilan etmektedir.
Onun Mahmasânî’den naklen aynı konuya devamla ictihâd
kapısının kapanması aleyhinde şu fikirleri kaydettiğini
görüyoruz. Diyorlar ki:
“İctihâd kapısını kapatmanın mânâsı:
a) Dinin nasslarına ve bunların mefhumlarına muhalefet
etmektir.
b) Müslümanları, devamlı olarak bir noktada saplanıp
kalmaya (mezhep saplantısına),
c) Yeniden doğmak (Rönesans) ve ilerlemek (modernizm)
çığrından (din devriminden) uzaklaştırmaya,
(13) Karaman, Hayrettin, Modern Problemler Karşısında
İslâm Hukuku:47
(14) Karaman, Hayrettin, Modern Problemler Karşısında
İslâm Hukuku:47
305 MEZHEPSİZLİK
d) Geçmiş fukahanın kendi zamanlarındaki durum
çizgisinde kalmaya (mezheplilik ve mezhepleri taklîdde
ısrara)
e) Onların kendileri ve diğer Müslümanlar için hem
kendi zamanlarında hem de kendilerinden sonra
kıyamet gününe kadar gelecek bütün zamanlar,
nesiller ve asırlarda tatbiki gereken formüllerine tabi
olmaya… Mahkûm eylemekten ibarettir.(15)
Herhalde bu cümlelerin mânâlarını anlamak için âlim
olmaya lüzum yoktur. İsterseniz bu cümlelerin altında yatan
mânâları bir de birlikte gözden geçirelim:
1) “İctihâd kapısını kapatmak demek, dinin nasslarına:
(Kur’ân ve Hadîs’e) muhâlefet etmek, Âyet ve hadîslerin
hükümlerine zıt bir yol takip etmek” demekmiş. Söz konusu
hükümler Âyet ve hadîslerden Allâh ve Rasûlü ’nün muradına
uygun olarak çıkarılmış hükümlerden ibaret olduğuna göre, bu
hükümler uyarınca hareket etmek Âyet ve hadîslere nasıl zıt
olurmuş!.. “İctihâd kapısını kapalı tutmak dinin nasslarına
muhâlefet etmektir”de, bugüne kadar gelip geçmiş İslâm
nesilleri hep dinin nasslarına muhâlif mi davranmışlar?!... Onbir
asırdır gelip geçmiş fakıh, müctehid, mukallid ve mezhepli
ecdadın hepsi kendilerini Müslüman zannetmişler, fakat aslında
gayri Müslim olarak mı gitmişlerdir?!... İslâm’a muhâlefet
onlarda mıdır, yoksa illâ ictihâd kapısını açacağız diye direten
Muhammed B. Abdülvehhab, C. Efğani, M. Abduh, Reşid Rıza
ve çağdaş yoldaşları mı?!... Bu yeni yeni zoraki müctehidler,
Âyet ve hadîsler demek olan dinî nasslardan: İmam ve
fakihlerimizin çıkarmış oldukları hükümlere zıt, tamamen başka
ve apayrı hükümler çıkarmak niyetinde değiller de, ne diye
ictihâd kapısına bu kadar yükleniyorlar?!...
(15) Karaman, Hayrettin, Modern Problemler Karşısında
İslâm Hukuku:52
MEZHEPSİZLİK 306
2) “İctihâd kapısını kapatmak demek, Müslümanları
devamlı olarak bir noktada saplanıp kalmaya mahkûm
eylemekten ibarettir” deniliyor. Devamlı olarak Müslümanların
saplanıp kaldıkları bu “nokta” nedir. Şurası muhakkaktır ki,
mevzu-u bahs edilen saplantı noktası mezhepsizlerin dillerinden
hiç düşürmedikleri: “mezhep saplantısı, kör taklîtçilik ve
mezheplilik”tir. Yani mezheplilik, bu güne kadar ictihâd
kapısının kapalı olması sayesinde tutunabilmiş, eğer ictihâd
kapısı açık olsaymış, kör taassub ve mezhep taklîdi çoktan yok
olacakmış. Artık hak mezheplerin ve mezhepsizliğin yok
olmasıyla Müslümanların ne kazanıp ne kaybedeceklerini
şimdilik okuyucularımızın iz’anlarına terk edelim. Dört hak
mezhep tümüyle, şer’î nasslardan çıkarılmış bulunan bütün
ahkam ile, tenkıh’ten ve tercîh’ten geçmiştir. Her asrın
müctehidleri dört hak mezhebi baştan sona birer birer
incelemişler, gerek ferden ve gerekse müctehid cemaatleri
halinde dört hak mezhebin hükümlerine tasdik mührünü basa
gelmişlerdir. Sayıları yüz binleri, belki de milyonları bulan ve
hiçbirimizin en alt seviyede olanının dahî eline su
dökemeyeceğimiz bu büyük âlimleri tümüyle bir tarafa atmak
demek, ya Müslüman toplulukları tamamen muallakta ve başıboş
bırakmak, ya da onları yeni müctehid adaylarının eline teslim
etmek demektir. Bu iki ihtimalin hangisini beğenirseniz onu
alınız. Birincisi çobansız sürüler… İkincisi ise, en iyimser
değerlendirme ile, ehliyetsiz ve samimiyetsiz çobanlar eline kuzu
sürülerini terk etmek; okyanusların amansız dalgaları arasında,
kaptanlıktan bîhaber ve kendilerini kaptan zanneden kişilerin
eline İslâm gemisi’ni emanet etmek demektir. Bu korkunç
davranışın vebali herhalde geminin ya da sürünün değil, o gemiyi
nâehil ve belki de ma’hud karanlık hedeflerin me’muru kara
korsan’lara ve tecrübesiz körpe sürüleri kurtlar’a çakallar’a terk
edenlerin, nemelazımcıların ve işin iç yüzünü bildiği halde bunu
bir Kur’ân Kursu adâveti şeklinde göstererek Müslümanları
birbirine düşürmekten medet bekleyenlerin olacaktır.
307 MEZHEPSİZLİK
3) Üçüncü madde olarak ileri sürülen fikirleri de şudur:
“İctihâd kapısını kapatmanın mânâsı: Müslümanları yeniden
doğmak ve ilerlemek çığrından uzaklaştırmaya mahkûm
eylemekten ibarettir.”
Bu sözün mânâsı nedir? Yeniden doğmak ta’biri neyi ifade
eder? Bir şeyin yeniden doğmasını istemek, o şeyin ya işe
yaramaz hale geldiğini, ya da tamamen ölmüş olduğunu ifade
etmez mi? Bunun mânâsı da: “İslâm tamamen ölmüştür veya
ihtiyarladığı için işe yaramaz hale gelmiştir. İctihâd
kapısından girerek onu yeniden diriltmek lazımdır.
Hristiyanlığın Rönesans’ı: (Yeniden doğma) İslâmda da
yapılmalıdır.” Demek değil midir? Her şeyi tahrîf edilmiş
Hıristiyanlığın bir Rönesans: (yeniden doğmay)’a muhtaç olmuş
olması, tek harfi bile değişmemiş İslâm’ın aynı Rönesans veya
Reform’a: (yeniden şekillendirmeye) muhtaç olmasını gerektirir
mi? Dinî hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan bir Müslüman’a
dahi sorsak acaba: “Biz ölmüşüz, dinimizin gereklerini olduğu
gibi öğrenerek kendimizin veya yularlarımızı ellerine teslim
ettiklerimizin kulu değil, Allâh’ın kulu yapmalıyız.” Sözüne
mi itibar edecektir?!... İslâm’ı hiçbir sebeb yokken,
Hıristiyanlığın sakat yollarına sokmak, kendi eksikliğimizi
İslâm’a yükleyerek, İslâm’ı Hıristiyanlığın geçmiş olduğu
çıkmaz yollardan geçirmek, suçlunun cezasını suçsuza
çektirmeye kalkmak demek değil midir? Netice itibariyle hiçbir
kelimesini hiçbir kimsenin değiştirmediği ve değiştiremeyeceği
Kur’ân-ı Kerîm’i, her kelimesini, her cümlesini her devirde
herkesin defalarca değiştire değiştire tanınmaz hale getirdiği ve
içerisinde Allâh kelamından eser kalmamış Tevrat ve İncil haline
getirmek demek değil midir? Zaten Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden
önce inzâl edilmiş olan Tevrat ve İncil’in bu sâkim yolla
Allâh’ın Kelamı olmaktan tamamen çıkarılmış olduğu için inzâl
buyrulmamış mıdır?!.. Bu yol Müslümanları, İslâm
zannedecekleri, fakat İslâm’la hiçbir alakası olmayan “Yeni Bir
Din”e götürmez mi? Acaba Müslümanlar İslâm’la ilgisi olmayan
yeni bir dini mi, yoksa cemiyet olarak diz boyu sakatlıklara
MEZHEPSİZLİK 308
rağmen, hiç değilse fert olarak kalabildiği kadar Müslüman
kalmayı mı tercîh ederler? Sonra yeni din(!)le ebedi hayatın kat’î
bir iflasa sürüklenmesi mi ilerlemek olacak, yoksa fert olarak
mehmâ imkan tam safiyetiyle Müslüman kalmak mı?... Hangisi
cennet, hangisi cehennemle neticelenecek bu iki yolun?!...
4) “İctihâd kapısını kapatmanın bir mânâsı da
Müslümanları, geçmiş fukahanın kendi zamanlarındaki
durum çizgisinde kalmaya mahkum eylemek miş!...” Bir de:
”Geçmiş fukahanın kendileri ve diğer Müslümanlar için hem
kendi zamanlarında hem de kendilerinden sonra kıyamet
gününe kadar gelecek bütün zamanlar, nesiller ve asırlarda
tatbiki gereken formüllerine tabi olmaya mahkum
eylemekten ibaretmiş!...”
Görülüyor ki önderleri olan Vehhâbîler’in yeni bir vehhâbî
namzedine: “Sen şimdiye kadar müşriktin, Allâh’a değil,
İmamlara tapıyordun, önce bir kelime-i tevhid getir. Zira sen
şu ana kadar dinsizdin. Ana ve baban da dinsiz olarak
öldüler. Dört mezhep büyüklerinin de dinsiz olduklarına
şehadet et.” demeleri; bu yeni namzedin bu hezeyanları kabul
etmesi halinde onu aralarına almaları, kabul ve ikrar etmemesi
halinde de öldürmeleri, işin vahametini ve ilk bakışta yaldızlı
gibi görünebilen bu gibi sözlerin altında nelerin yatmakta
olduğunu göstermektedir.(16)
Fikir ancak sahip çıkanı varsa fikirdir. İlim ancak
benimseyeni varsa ilimdir. Din de ancan inanan, bilen ve
kendine mal edeni varsa, uğrunda ölümü göze alabileni varsa
dindir. Yoksa bütün bunlar kitaplarda mahsûr, satırlarda
mastûr kalmaya ve nihâyet yok olup gitmeye mahkûmdur.
Bir yerde İslâm’ın yok olması, her yerde yok olması demek
değildir. Bakarsın bir yerden silinirken Sahibi O’nu diğer
yerde yüceltir.
Sayın Hayreddin Karaman, sanki fıkhımızda böyle bir şey
varmış gibi; Prof. Mahmasânî’nin kalemiyle teşhis ettiği Âyet ve
(16) Kireççi A.Haydar, Vehhâbîliğe Reddiye:89
309 MEZHEPSİZLİK
hadîslere muhâlif hüküm çıkarma, mezheplere bağlı kalma,
Rönesans ve Reforma karşı çıkma, mezhepli fukahanın yolundan
ayrılmama ve ictihâd kapısını kapama… Müzmin hastalıklarının
reçetesine de aşağıdaki ilaçları yazmaktadır:
“Şüphesiz ki bu derdin devası da evvelkilerin
kapadıklarını veya kapatmak istediklerini yıkmak, dinihukuki ictihâd’ın şartlarını taşıyan herkes için ictihâd
kapısının iki kanadını ardına kadar açmaktır. Hatânın hatâsı
kör taklîd: (kast edilen dört hak mezhebin taklîdidir.) ve fikrin
hacir altına alınmasıdır.” Doğru olan da ictihâd ve tefekkürü
serbest bırakmak ve onu gerek ilmîn mahsullerini verme
imkânına kavuşturmaktır.”(17)
Görülüyor ki hep ictihâd kapısı zorlanmaktadır. Talip çok
ama hiç kimsenin kalkıp da bu kapıyı açmaya salahiyetli ve layık
olan kimdir? dediği yok. Yetkili olmayan eller bu mukaddes
kapıyı açıp, İslâm’ın kalbine çöreklenecekler de ne olacak
acaba? Diyenimiz çıkmadı içimizden bir türlü!... Ben aciz bunu
yaptım. Deli dediler, satılmış dediler, alnından kurşunlanacak
adam dediler ve daha neler neler… Durumun vehâmetini
benden daha önce fark etmiş olan ve benden daha iyi
bilenlerimiz
vardır.
Vardır
ama
hepsi:“BANA
DOKUNMAYAN YILAN” türküsü çağırmakta ve benden
vebadan kaçarcasına kaçmaktadılar şimdi!.. Onlarla başbaşa
kaldıkları zaman da beni kötülüyor, kitabımın yanlışlıklarını
tesbitte onlara yardım ediyorlar. Zira biliyorlar ki, benden
yana görünmek, en azından sürülmektir. Arkadaşlarıma bu
davranışları dolayısıyla hiç gücenmiyorum. Eğer delilikse (!) ben
gönüllü deliyim. Ola ki, o yüce Eshâb (R.A.)’ın, Tâbî’în
(R.A.)’ın ve o yüce Eimme ve Fukahâ’nın üzerine sıçratılanları
silme emeklemesi ben âcizin günahlarına kefâret olsun..
Bu zoraki müctehidlere göre Sevâd-ı A’zam’ın ictihâdları
korkunç dertmiş, müzmin hastalıkmış, eskilerin ördüğü aşılmaz
(17) Karaman, Hayrettin, Modern Problemler Karşısında
İslâm Hukuku:49
MEZHEPSİZLİK 310
bir duvarmış, yıkılmalıymış, kapıları ardına kadar açılmalıymış!.
Mezheplilik: hatânın hatâsı KÖR TAKLÎD’miş, fikrin hacir
altına alınması ve düşüncenin kelepçelenmesiymiş?!...
Peki ictihâd aşılmaz bir duvarmış da siz mezhepsizler bu
duvarı nasıl aşabiliyorsunuz?!... Sıradan Müslümanların bile
gülünç bulduğu bunca delilsiz, dayanaksız ictihâdlarınızı
piyasaya pervasızca nasıl sürebiliyorsunuz?!... Mezheplilik
hatânın hatâsı KÖR TAKLÎD, fikrin hacir altına alınması ve
düşüncenin dondurulmasıdır da Hak Mezhepleri (Hanefî, Şafi’î,
Mâlikî ve Hanbelî ) birleştirmek (TELFÎK) adı altında gerçek
İslâm’ı nasıl tahrife kalkışabiliyorsunuz?!... Sapık mezhepleri
(Ğulât, Şî’a, Zeydiyye, Dürziyye vs.) sözüm ona İSLÂM
BİRLİĞİ adı altında Hak Mezheplerle güya birleştirme yalanıyla
yeryüzünün tek gerçek dini İSLÂM’I tamamen imhaya nasıl
cür’et edebiliyorsunuz?!... Bunlar, mevcut ictihâdlarıyla tüm
İslâm’ı toptan kürüyüp atmak değildir de nedir?!...
İslâm Dini çerçevesi içerisinde kurmaya çalıştığınız bunca
tuzaklar yetmedi mi ki İslâm’ı İslâm dışı dinlerle harman etmeye,
hak ile bâtılı çorba etmeye, nur ile kiri katıp karıştırmaya kalkışarak kendinize kargaları bile güldürmüyor musunuz? Tek hak
din İslâm ile,bozuk(muharref) din Hıristiyanlık ve Yahudiliği
(DİNLER ARASI DİYALOG, İBRAHÎMÎ DİNLER ve SEMÂVÎ DİNLER BİRLİĞİ…) adları altında gerçek İslâm’ı Hıristiyanlaştırmaya
Kur’ân-ı
İncilleştirmeye
nasıl
cesaret
edebiliyorsu-nuz?!... Kur’ânı Kerîm’de geçen her ”KİTAB”
kelimesinin Tevrat ve İncil anlamına geldiğini ileri sürerek
yeryüzünün biricik gerçek Allâh Kelâmı KUR’ÂNI KERİM’İ
yok etmeye nasıl cüret edebiliyorsunuz? Böylece kitaplı kitapsız
bütün kâfir, müşrik, mürted ve münâfıkları cennete nasıl
doldurabiliyorsunuz? Yoksa cennetin anahtarı sizin tekelinizde
midir?!...
İslâm’ı kendi içerisinde fitne fesada boğarak yok etme
denemeleri yetmedi; muharref Hıristiyanlık ve Yahudilikle katıp
karıştırarak yok etme projesi de yetmedi. Bu kez de akıllara
311 MEZHEPSİZLİK
şenlik şu imhâ planını gündeme getirdiler: Yeryüzünde din
adıyla ortaya çıkmış (Şamanizm, Hinduizm, Budizm vs) bütün
dinsizlik, putperestlik ve sapıklıkları -bunların asılları da aslında
mutlaka bir Semavî dine, bir vahye dayanır- yaftasıyla (Global
Din, Kütlesel Din, Küresel Din) adları altında İslâm’la harman
ederek yeryüzündeki tek hak Dini Mübîn olan İslâm’ı sapıklıklar
gayyâsında boğmayı denemektedirler.
Bütün bunlar aklı başında bir insanın düşünebileceği şeyler
midir? Sayın Dr. M. Sait Ramazan’ın MEZHEPSİZLİK adlı
kitabını tercüme edip neşretmem üzerine;
1) Dolaylı yoldan kitabımı mahkemeye verdiler.
2) Toplatma kararı aldırdılar ve toplattılar.
3) Mezkûr kitap ve şahsım hakkında bütün yandaşlarıyla korkunç
bir iftira ve karalama kampanyası açtılar. Kitaplar, makaleler
yayınladılar. Konferanslar ve toplantılar düzenlediler.
Bu haksız kampanyaya karşı çıkanlarımız olmadı mı? Evet
oldu. Bu menfi cereyan bu arada duraklamadı mı? Evet, on sene
kadar durakladı. Ama bu arada bu cereyana destek verenlerin
füze gibi mevkiden mevkiye yükseldiği görülünce adamlar bol
miktarda işbirlikçi ve yandaş bulma imkânı elde ettiler. Şahsen
akşam sabah evimi açtığım, gece gündüz yaz kış demeden
yıllarca göz nuru dökerek ders okuttuğum kimi arkadaş ve yakın
akrabamın aleyhimde kaynatılan bu iftira kazanına odun
taşımaları sayesinde mevkiden mevkiye yükseldiklerini gördük
ve görmekteyiz.
Evet, onlar bana deli demekle kendilerinin akıllı olduğunu
îmâ ediyorlar. Bol bol ictihâd yapıyorlar. İctihâd şuraları
öneriyorlar, pervasızca delilsiz ve mesnetsiz fetvâlar veriyorlar.
Fakat Muhbir’i Sadık Rasûlüllâh S.A. açıkça asıl delinin, (dinin
alay, dini olan her şeyin irticâ olarak değerlendirildiği; İslâm’ın
sâbitelerinin -kısmen de olsa- tam tersine uygulanıp, kesin emir
ve hükümlerinin yasaklandığı bir ortamda, değil ictihâd yapmaya
yeltenen;) sa’âdet asrı ortamında bile her karşılaştığı soruya
MEZHEPSİZLİK 312
cevap vermeye kalkışan kimsenin gerçek deli olduğunu açık
yeminle pekiştirerek şöyle haber vermektedir: “Allâh’a yemin
olsun ki, insanların sordukları her mes’ele hakkında fetvâ
veren kesinlikle delidir.”(18)
Gerçi onlar: Kul Muhammed’in sözleri bizi bağlamaz, biz
ancak Rasûl Muhammed’in sözleri’ni kabul ederiz. Akla uymayan hadîsler hep uydurmadır. Hadîslerin sağlamlığının ölçüsü
akıl ve mantıktır” diyerek, İslâm’ı tümüyle felsefeye dönüştürüp,
bir yandan işine gelen hadîsi, uydurma da olsa, delil olarak kullanırken, öbür taraftan işine gelmeyenleri tüm ümmetin ittifâkla
kabul ettiği Kütüb-ü Sitte, hatta Kur’ân’dan sonra İslâm’ın ikinci kitabı Buhârî hadîsi bile olsa reddediyorlarsa da, biz bunun
gerçeği yansıtmadığına inanıyoruz. Zira Abdullah İbni Ömer
diyor ki: “Ben Rasûlüllâh S.A.den duyduğum her şeyi yazıyor,
bunları muhafaza edip ezberlemek istiyordum.” Kureyşliler bana
“Sen Rasûlüllâh’tan duyduğun her şeyi yazıyorsun. Oysa
Rasûlüllâh bir beşerdir, öfkeye kapılarak konuşur; sevince
kapılarak konuşur;(ola ki, duygularına kapılarak ağzından dinle
ilgisi olmayan ya da yanlış birşey kaçırır. Her şeyi yazıp durma)
dediler. Ben de (bir süre) yazmaktan vazgeçtim ve Kureyşlilerin
dediklerini Rasûlüllâh (S.A.)’e söyledim. Rasûlüllâh ağzını
göstererek: “Sen yaz!... (onların lafına bakma) Nefsim yed’i
kudretinde olan Allâh’a yemin ederim ki, (ağzını işaret
ederek) Bundan aslâ Hakk’tan başka hiçbir şey çıkmaz”
buyurdu.(19)
Görülüyor ki, Rasûlüllâh kul olarak da Rasûl olarak da hep
hakkı söylemekte, O’nun fem-i mübarek’lerinden hak ve
hakikatten başka hiçbir şey sâdır olmamaktadır. Üstelik
(18) İbni Hazin A’meş Şekik’den, O’da Abdullah İbni
Mes’ud’dan nakletmiştir. Züheyr b.Harb’in Kitabü’lİlm:81
(19) Ebû Davut Rivâyet etmiştir. Bkz: Eş-Şeyh, Mansur
Ali Nasıf, Et-Tacü’l-Cami’ul-Usûl :1/70
313 MEZHEPSİZLİK
Rasûlüllâh bu gerçeğin kesinliğini yeminle pekiştirerek bizlere
aktarmakta ve bu hadîs, Kütübü Sitte! de yer almaktadır.
Rasûlüllâh S.A. esas yıkımın bu delilerden geldiğini de şu
hadîs-i şerîfleriyle ifade buyurmaktadır:”Ümmetimin başına
gelecek korkunç şeyler içerisinde en çok korktuğum, (onları
doğru yoldan) saptıran önder (âlim)lerdir.”(20) Benzer bir
hadîsinde de:”Elbette ki ben sizin için Deccâl’den daha çok
deccal olmayanlardan korkarım!...buyurdu. (Kendisine) onlar
kimlerdir? (Ya Rasûlüllah) diye soruldu, (cevaben insanları
Hakk Yol’dan) saptıran önder (önder)lerdir dedi.”(21) Tâbî’î
müfessirlerimizin önde gelenlerinden Mücâhid bin cebr’den
nakledilen bir haberde de İmam Mücâhid’in tâ o aman:”Âlimler
(çekip) gitti. (Şimdi ortada) (toy) öğrencilerden başka kimse
kalmadı. Sizin aranızdaki müctehidler, sizden öncekilere
nazaran (sokakta oynayan) çocuklar kadar bile olamaz”dediği
rivâyet edilmiştir.(22)
Bundan en az 1327 sene önce, daha hicretin birinci asrında,
Ashâb-ı Kirâm’ın yetiştirdiği öz evlatlarının içerisinden
sivrilmiş, zamanının en önde gelen âlimleri içerisinde yer
aldığında hiç kuşku bulunmayan büyük müfessir Mücâhit bin
Cebr, (v:95/713) tâbî’îler devrinde yetişen müçtehit âlimlerin
dahî, Rasûlüllâh S.A.in medresesinde yetişen müctehidlerin
çömezi bile olamadıklarından; onların müctehidlerinin Sahâbeler
arasında yetişen müctehidler yanında, ancak sokakta oynaşan
çocuklar değerinde olduğundan; ictihâdlarının da öncekilerin
ictihâdları yanında çocuk oyuncağı gibi kaldığından
yakınmaktadır. İsminden de açıkça anlaşılacağı gibi, ahkâm
(20) El-Kurtubi, bu hadîs’in sahih olduğunu da tasrih
etmiş: El Cami’u li Ahkami’l-Kur’ân: 6/140, 9/340. Ali
Kenz’ül-Umhal, Hadîs No: 28986, 29050. Ebû Davut,
Sünen, Fiten:1, İbni Mâceh, Sünen, Fiten:9, Dârimî,
Rikak:36, Ahmed İbni Hanbel:5, 20
(21) Ahmed, Ebû Zerr’den ceyyid senetle İhya-ü
Ulumiddin:1/69
(22) Züheyr İbni Harb, Kitabü’l-İlm:110
MEZHEPSİZLİK 314
ağırlıklı tefsirlerin şahı sayılan meşhur El-Câmi’Li Ahkami’lKur’ân tefsirini yazan İmam Ebû Abdillah Muhammed bin
Ahmed el-Kurtubî’nin (v:671/1272)-Ne garip tesadüftür ki, bu
büyük âlimimizin vefatı, hicretle günümüz arasında geçen
sürenin tam ortasında yer alan H.671 yılına rastlamaktadır.Muhammed Ümmeti’nin bundan en az 671 sene önceki
durumundan dert yanarak aşağıdaki Âyet’i Kerîme’yi
tefsirederken söyledikleri dikkate alınırsa; Rasûlüllâh S.A.in,
dünya sevgisi, mevki, makam, unvan, mal, menal ve şöhret-ü şan
düşkünlüğü yüzünden, sadece kendileri sapıtmakla kalmayıp
aynı zamanda etraflarındaki insanları da saptıran mürâî
önderlerin, âlim geçinerek herkesi Hak-Yol’dan çıkarıp, akla
hayale gelmedik bir takım sapıklıklara sürükleyen sahte âlimlerin
seviyelerinin her geçen gün biraz daha düştüğünü; her gelenin
gidene, her yeni günün düne rahmet okuttuğunu ve dahası,
Efendimiz’in nasıl asırların ötesini görerek konuştuğunu daha
doğrusu O’nun her sözünün: “Allâh katından iletilmiş bir
VAHY’den başka bir şey olmadığını”(23) daha iyi anlayacaktır:
İmam Kurtubî, söz konusu Âyeti (24) Şu enteresan cümlelerle
tefsir etmektedir: “Dünya hayatını âhirete tercîh edenler,
dünyayı ve güzelliklerini âhiretten üstün tutan, âhiret ni’metlerini
feda edip, karşılığında dünya ni’metleri içerisinde kalarak,
akıllarınca sefa sürmeyi yeğleyen, Allâh’ın, bütün peygamberleri
getirdiği biricik dini demek olan Allâh Yolu’ndan insanları
alıkoyanlar ki, İbnü Abbâs ve diğer müfessirler: böyleleri bu
Âyetin kapsamı içerisine girer demişler… Rasûlüllâh S.A.de
bunlar hakkında: “Benim ümmetim için en korktuğum şey,
(önlerine düşüp de, onları hak yoldan) saptıran önderlerdir.”(25)
(23) Necm Suresi, Âyet:4
(24) İbrahim Suresi, Âyet:3
(25) Ebû Davut, Sünen, Fiten:1,İbni Mâceh, Sünen,
Fiten:9, Dârimî, Rikak:36, Ahmed İbni Hanbel:5, 20.
El-Kurtubi, bu hadîs’in sahih olduğunu da tasrih etmiş:
El Cami’u li Ahkami’l-Kur’ân:6/140, 9/340 Ali
Kenz’ül-Umhal, Hadîs No:28986, 29050.
315 MEZHEPSİZLİK
buyurmuştur. “Böyleleri bu zamanda ne kadar da çok!... Allâh
yardımcınız olsun” demiştir. Kimi müfessirler de Âyet’i
Kerîmenin: “dünyanın ve dünyalığın normal yoldan elde
edilmesi için takip edilmesi gereken helâl ve doğru yollardan
değil de, harâm ve yanlış yollardan; Allâh’ın emirlerine itaat
ederek değil de, isyan ederek elde etmeye kalkışanlar.” şeklinde
tefsir etmişlerdir. Çünkü Allâh’ın nimetleri O’na isyan ederek
değil, itaat ederek elde edilir. Kendi arzularına uygun sonuçlar
elde etmek için bıkmadan usanmadan türlü kaypaklıklar ve
akıl almaz yalpalar yaparak dünya hayatını ve saltanatını
arar ve helâl harâm demeden dünyalık peşinde koşturur
dururlar.”(26)İslâm’ın birinci asrının sonunda, çok büyük bir
tâbî’î âlimimiz kendi zamanlarının müctehidlerini bile
beğenmediğine; aradan yedi asır geçtikten sonra ahkam
Âyetlerinin tefsirinde bayraklaşmış bir büyük tefsir âlimimiz,
kendi zamanında değil müçtehit; dünyacı, eyyâmcı, reklamcı,
riyakâr ve kaypak âlimlerin çokluğundan dert yandığına; daha da
önemlisi, Muhbir-i Sadık Sallellahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz
de: “Dinin afeti (felaketi) üçtür: Sapık Âlim, zâlim idareci ve
câhil müçtehid’dir.”(27) ve “Karşılaşacağınız hiçbir zaman
yoktur ki, arkasındaki (gelecek günler) ondan daha şer(li,
daha beter) olmasın.”(28) buyurduğuna göre… aradan yedi asır
daha geçtikten sonra, içerisinde bulunduğumuz şartları da hesaba
katarak, günümüzün müctehidlerinin, müçtehit mi yoksa müftesit
mi olduklarına karar vermenin tam zamanıdır diye düşünüyorum.
Beterin de beteri var… Öyleyse, öncekileri beğenmediğimize ve
Dört Mezheb’in dar(!) sınırları içerisine sığamadığımıza göre
(26) Kurtubî, El Câmi’u li Ahkâmi’l-Kur’ân, S:339–340
(27) El-Müttekî, Ali. Kenzü’l Ummâl, Hadîs No:28954. ElAclûni, Keşfü’l-Hafâ ve Müzilü’l-İlbâs:1/18 Buhârî,
Fiten:6. Bu Hadî’in bir değişik metnide: “Geçen hiçbir
gün yoktur ki, ardından gelen gün daha kötü
olmasın.”şeklindedir Berâetü’l Eş’ariyyîn:1/14
(28) Tirmîzî, Fiten:38, İbni Mâceh, mukaddime:24 Dârimî,
Rikak:31
MEZHEPSİZLİK 316
sakın biz, Sallellâhü Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in ifade
buyurdukları: “Bu ümmet, sonrası ve öncesine (yani, sonra
gelenleri önce gelip geçmiş olanlarına la’net okumadıkça
(çekip, yok olup) gitmez.”(29) hadîs-i şerîfinde ifade buyurduğu
son ümmet ya da sona kalmış ümmet olmayalım?!...Yazıktır,
yazık!... Allâh’tan korkmak lazım. Yalancı dünyaya ve aldatıcı
zevklerine bu kadar düşkün olmamak gerek… Ebedi sa’adet ve
kalıcı mutluluk, gelip geçici zevklere değişilmemeli… Yazık!...
Sallellâhü Aleyhi ve Sellem: “Ulemâ’üs-Sûa, Şiraru’l-ulemâ
ve Şirâru’l-ümmet” adını verdiği, ilimlerini kötüye kullanan bu
insanlara:”Vay benim ümmetimin kötü âlimlerin elinden
çektiklerine!... Onlar, ilmi ticaret (meta’ı) edinirler ve (dinî
ilimleri alet ederek onlarla) ticaret yapmaya (ilim karşılığı
kazanç elde etmeye) çalışırlar!... Allâh onların ticaretlerine
kazanç
vermesin!...(ticaretlerinin
hayrını
görmesinler,
inşa’Allâh!...)”(30) diye boşuna bedduâ etmemiştir; bütün
insanları kapsayan geniş bir ifadeyle: “İnsanların en kötüleri,
insanlar arasında (bulunan) kötü âlimlerdir.”(31) diye boşuna
insanlığın en kötüsünün şerli âlimler olduğunu belirtmemiştir; ve
ifadeyi daha da özelleştirip sadece kendi ümmeti ile
sınırlandırarak:
“Ümmetimin
en
kötüleri,
insanlar
(32)
arasında(bulunan) kötü âlimlerdir.” , “Kötülerin en kötüsü
(29) Süyûtî Hâkim’in El’Müstedrek’inde Enes’den…Süyûtî
Câmiu’s-Sağîr:197
(30) El-Bezzar Muaz bin Cebel’den... Süyûtî, Celalüddin:
Câmiu’s Sağîr Fi Ehâdîsi’l Beşiri’n-Nezîr:2/39. EdDârimî, Sünen:34 Ebû Davud, Sünen, Fiten: 1, İbni
Mâceh, Sü-nen Fiten: 9,Dârimî, Rikak: 36, Ahmed İbni
Hanbel:5,20
(31) Ed-Dârimî, Sünen: 34. Ed-Deylemî’den… El-Münâvî,
Abdürraûf: Künûzü’l-Hakaik Fî Hadîsi Hayril-Halâik:
1/148. Ebû Davud, Sünen, Fiten: 1, İbni Mâceh. Sünen,
Fiten:9. Dârimî, Rikâk: 36. Ahmed İbni Hanbel:5,20
(32) Ed-Dârimî, Sünen: 34. Ebû Davud, Sünen, Fiten: 1,
İbni Mâceh. Sünen, Fiten: 9. Dârimî. Rikak: 36, Ahmed
İbni Hanbel: 5.20
317 MEZHEPSİZLİK
âlimlerin kötü(şerli)leridir.”(33) buyurarak ümmetine zararı en
büyük olanların kötü âlimler olacağını boşuna haber vermemiştir.
Zira onların hak ettikleri cezanın karşılığı olarak cehennemde
hazırlanmış olan vadiler, vadiler içerisinde onların layık
oldukları azabı karşılamak üzere kazılmış kuyular ve bu
kuyuların içerisinde onları bekleyen yılan ve çıyanların şerrinden
bütün bölümleriyle cehennemler bile her gün onlarca, yüzlerce
defa te’avvüz eder, Allâh’a sığınırlar. Onların zu’mettikleri gibi
bütün bunlar uydurma ve yalancı tasvirler bile olsa, karşılarında
insanın korkmamasına, ürpermemesine ve tüylerinin diken diken
olmamasına imkân ihtimal yoktur.Göstermelik de olsa, bu
hadîslerden hiç değilse bir iki tanesini verelim: “Nebî S.A.
buyurmuştur ki, muhakkaktır ki, cehennemde bir vadi
vardır. Cehennem (dahî) her gün yedi, ya da yüz defa o
vadinin şerrinden Allâh’a sığınır. Muhakkak ki bu vâdîde
bir kuyu vardır. Muhakkak ki, cehennem ve bu vadi bu
kuyunun şerrinden (aynı şekilde) Allâh’a sığınırlar.
Muhakkak ki bu kuyuda bir yılan vardır. Muhakkak ki, hem
cehennem, hem vadi, hem de kuyu, her gün yedi veya yüz
defa bu yılanın şerrinden Allâh’a sığınırlar. Allâh bütün bu
(korkunç) şeyleri Allâh’a isyân eden Hamele-i Kur’ân:
Kur’ân taşıyıcısı: (Kur’ân’ı okuyup anladığı, İslâmî bilgilere
sahip olduğu halde dinine ihanet ve Rabbîna isyân durumunda
olan din âlimleri) için hazırlanmıştır.”(34) “Kıyamet günü bu
tür âlim getirilir, cehenneme atılır. İç organları ve
bağırsakları (yere) dökülür, değirmen çeviren merkebin
değirmeni döndürdüğü gibi iç organlarını ve bağırsaklarını
döndürür, (onun bu acıklı durumu) cehennem halkına
seyrettirilir ve ona cehennem halkı bu çektiğin nedir? diye
sorarlar. Âlim: Ben iyiliği emrederdim, kendim yapmazdım.
Kötülüğü yasaklardım, kendim yapardım.”(35) der.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, belki onlar bu hadîslerin
(33) Kurtubi, a.e.g:1/19
(34) İmam-ı Gazâlî bu hadîsi Üsleme Bin Zeyd’den
MEZHEPSİZLİK 318
uydurma ve yalan olduğunu söyleyeceklerdir. -ki biz doğru
olduğundan eminiz- farz edelim ki onların dediği doğrudur, bu
durumda bizim kaybımız ne olabilir? Ama haydi bir de bizim
dediğimiz çıkarsa, o zaman bizim kaybımız ne, onların kazancı
ne olur?!...karar okuyucunundur. Sizler, “biz Âyet ve sağlam
hadîsten başka delil tanımayız” diyorsunuz. Hadîsin sıhhatini
de zavallı aklın aczine emanet ediyorsunuz.(36) Haydi Hadîs-i
Şerîfleri de bir yana bırakalım, sadece Âyet-i Kerîmeyi ele
alalım. Cenabu Hakk Kur’ân-ı Kerîm’inde: “Înnemâ
yahşa’llâhe min ibâdihi’l ulemâu”(37) buyuruyor. Bu Âyet-i
Kerîme’de iç içe iki kasır var. Kasır: “Belli bir yolla bir şeyin
bir şeye hakiki ya da nisbî olarak tahsis edilmesidir.” Bunlar,
nass’larda lafızların mânâya delaletlerini belirlerken çok büyük
rol oynarlar. Fatiha-i Şerîfe’deki, mef’ûlün fiil ve fâilinden önce
getirilmesi sûretiyle yapılan “iyyâke na’büdü: Ancak sana
taparız”(38)Âyetindeki kasır, Allâh’a tapmanın farz, Allâh’tan
başkasına tapmanın ise harâm olduğu hükmünü getirir… Bu
Âyet-i Kerîme’de de, bir:”innemâ” ile hakiki mânâda “Allâh
korkusu âlimlere”; bir de, mef’ûlün Fâilinden önde gelmesiyle
“âlimler Allâh korkusuna” tahsîs edilmiştir. Bu da birinci
kasırda mutlak ve gerçek anlamda: “Allâh korkusu âlimlere
mahsustur. Kısacası: Allâh’tan gerçekten ancak âlimler
korkar.” İkinci kasırda da: “Âlimler ancak Allâh’tan korkar,
Allâh’tan başka kimseden korkmazlar” demektir. Pek tabiidir
ki, Allâh’tan hakkıyla korkmak için de O’nu gücü, kudreti,
azameti, intikâmının şiddeti, ceberûtunun dehşeti Vb. bütün
sıfatlarıyla, Kelâmını ve Resûlü’nün öğrettiği şekilde niteliklerini
gereğince öğrenmiş ve yeterince bilmîş olmak gerekir. İşte bu ve
benzeri mutlak gerçekleri kesin olarak bilen bir kimsenin Allâh’tan korkmamasına imkân yoktur.Nitekim Rasûlüllâh (S.A.V)’de:
“Kişiye ilim olarak Allâh’tan korkması, Câhillik olarak da
(35) Karaman, Hayrettin, Modern Problemler Karşısında
İslâm Hukuku:54–57
(36) Fâtır Suresi, Âyet:28
(37) Fâtiha Suresi, Âyet:5
319 MEZHEPSİZLİK
sadece kendi fikrini ya da kendi işini beğenmesi yeter!”(39)
Allâh’tan gerçekten korkan kimsenin de, özellikle böyle bir
zamanda, Rasûlüllâh (S.A.V)’in: “Âhir zamanda ümmetimden
bir takım insanlar olacak; (dinî konularda) size, ne sizin ne de
ecdadınızın hiç duymadığı bir takım (garip) laflar edecekler,
onlardan sakınınız ve onları kendinizden uzak tutunuz.”(40)
uyarısına rağmen; Peygamber varisliği, Müceddidlik, Müçtehitlik, hâşâ Mehdîlik, Hâdîlik ve kella Beşîrlik, Nezîrlik…
gibi boyundan büyük makamlara göz dikmesine imkan ve
ihtimal yoktur. Rasûlüllâh (S.A.V)’in de buyurduğu gibi: “Eğer
Allâh’tan korkmaz ve kuldan) utanmazsan, dilediğini yap!..(41)
Hülasa ne MEZHEPSİZLİK, ne MEZHEPLİLİK, ne
MÜCEDDİDLİK, ne MÜÇTEHİDLİK, ne İCTİHÂD ŞURASI
LİDERLİĞİ ve nede MUTLAK MÜÇTEHİDLİK’le dur durak
bilmeyen, amansız hırslarını dindiremeyen biricik FAKÎH’imiz;
bir ictihâdını diğeriyle nakzeden, bir sözünü öbürüyle
yalanlamayı meslek edinen sayın ağabeyimiz Hayrettin
KARAMAN, çağımızın ÇAĞDAŞ MÜFESSİRİ sabık Diyanet
İşleri Başkanımız Süleyman ATEŞ Bey’le birkaç kafadarını
yedeğine alarak bütün Yahudi ve Hıristiyanları cennete
doldurmakla yetinmemiş; bu kez de –belki cennette boş yer
kalır, oraya da Müslümanlar yerleşir diye endişe etmiş olmalı ki“HİNDULAR, BUDİSTLER VE BENZERLERİ”ni de cennete
doldurmuşlardır. Neymiş efendim -sapık da olsa- “BÜTÜN
DİNLERİN ASILLARI VAHYE DAYANIR”mış, -Peygamber
ve Kitab’a değilde sadece Allâh’a ve Âhiret’e inanırlarsa mü’min
olurlar ve girerlermiş(!) (42)
(38) El-Heysemi-Zevâit:1/120.El-Müttekî, Ali Kenzü’lUmmâl: Hadîs No:588. Züheyr İbni Harb, Kitâbü’lİlm:84
(39) Müslim Ebû Hereyre’den… Suyuti, Celalüddin. El
Câmiu’s-Sağîr Fi Ehadîsi’l Beşiri’l-Nezir:2/36
(40) Buhârî, Enbiya:54, Edep:78. Ebû Davut, Edep:6.
İbni Mâceh, Zühd:17.Muvatta, Sefer:46
(41) Hayreddin KARAMAN, Polemik Değil, Diyalog
Ortak Söze Gelmek: sayfa:37
MEZHEPSİZLİK 320
Açıkca görüldüğü gibi bu apacık ifadeleriyle sayın
ağabeyimiz KARAMAN, yukarıdaki yüksek makamların hiç
birine sığamamış, bu defa da tüm dinsizliklerin
MÜÇTEHİTLİĞİ’ne soyunmuş, KÜTLESEL DİN, KÜRESEL
DİN, GLOBAL DİN liderliğine yelken açmış bulunmaktadır.
Bir de GLOBAL MÜCTEHİDİMİZ sayın KARAMAN’ın
“Polemik Değil Diyalog Ortak Söze Gelmek” adını verdikleri
kitapta döktürdüğü şu incisine göz atalım: “KUR’ÂN HİÇBİR
ÂYETTE PEYGAMBERE İMAN EDİN DEMİYOR.”(43)muş
Peki hiçbir Âyette Peygambere îmân edin demiyor da Nisâ
Sûresinin 47. Âyetindeki: “Âminû billâhi ve Rasûlihî…
Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân ediniz”(44) Âyeti nedir? Bu Âyet
Kur’ân Âyeti değil mi?! Belki burada da çoğu zaman yaptığınız
gibi te’vîle kaçacak ve “Âyetteki “Rasûl” kelimesi genel
anlamdadır. Bununla Budizm’in BUDASI ve Hinduizm’in.
İNEĞİ hariç bütün peygamberler kastedilmiştir.” Diyeceksiniz…
Öyle değil ya, haydi öyle diyelim peki. Araf Suresi’ndeki
“Fe aminü billahi’n-Nebiyy’il-Ümmîyyi: Ümmî peygambere
îmân ediniz.”(45) Âyeti Kerîmesi’ne ne buyurulur?!... Bütün
peygamberler Ümmî midir? Kur’ân-ı Kerîm’de doğrudan ve
dolaylı olarak aynı anlama gelen onlarca, yüzlerce Âyet
bulunduğunu pekala bildiğiniz halde, nasıl “KUR’ÂN
PEYGAMBERE İMÂN EDİN DEMİYOR” diyebiliyorsunuz?!...
Sayın global mutlak müçtehidimiz, lütfen bu sözü sarf eden bir
müslümanın hükmünü ictihâd buyurun da insanlar gerçeği
öğrensinler !
(42) Hayreddin KARAMAN, Polemik Değil, Diyalog
Ortak Söze Gelmek: sayfa:37
(43) Nisa Suresi, Âyet 47
(44) A’raf Suresi, Âyet 157
321 MEZHEPSİZLİK
İÇİNDEKİKER
1)
2)
3)
4)
5)
6)
7)
8)
9)
10)
11)
12)
13)
14)
Mütercimin Önsözü.
İkinci Baskının Önsözü .
Mezheplilik ve Mezhepsizlik Ta'birlerinin
Manaları ve Bu İki Kelime Arasındaki
Fark: (Dipnot:2).
Babamın Nâsıruddîn-i Elbânî'yi Desteklediği
İddiası Karşısında Söyledikleri .
Bu Kitabın Önünde (Birinci Baskının Önsözü)
Kürrâs lakaplı Kitapta ileri
Sürülen Fikirlerin Özeti.
Dört Mezhep İmamının sözlerine îtibar Edip,
Bunlara Göre Amel Etmenin Harâm Olduğu
İddiası Etrafında Açıklamalar (Dipnot: 12)
Üzerinde Hilâf ve İhtilâf Olmayan Hususlar
Mutlak Müctehit ve Mezhepde
Müctehit Ta’birleri Arasındaki Fark;
İctihâd Bölümlere Ayrılabilir mi?
Ayrılamaz mı? (Dipnot: 13).
Bir Hanefî'nin bir Şafi’î: Bir Şafi’î'nin
Bir Hanefî, Mâlikî veya Hanbelî
Arkasında Namaz Kılmasının Câiz
Olduğu (Dipnot: 14).
Kürrâs'ın iddia Etiğigi Yeni Delilleri ve Cevabı.
Birinci Delil; "İslâm Dini Birkaç
Basit Hükümden İbarettir iddiası .
Nâsıruddîn-i Elbânî’nin Hucendî'yi
Müdafaası (Dipnot: 17).
İkinci Delil: "Kitap ve Sütnet’e Sarılmak Ma'sum
(ve kusursuz)a Sarılmaktır. Dört İmama ve
Mezheplerine Sarılmaksa Ma’sûm Olmayan
(kusurluy)a sarılmaktır, Demek Ne Demektir?
5
45
52–56
64
66
74
79–82
83
84–85
86–90
92
93
94
98
MEZHEPSİZLİK 322
15) Hucendî’nin, İmamların Mezheplerini
Rasûlüllâh’ın Mezhebinden Ayırınası ve
Onları Rasûlüllâh’a Karşı Gibi Göstermesi.
Nâsıruddîn’le Bu Konu Üzerinde Yaptığımız
Münakaşa ve Onun: “Mezhebin Lâzımı
Mezhep Değildir.” Sözünü
Anlayışındaki Enteresanlık (Dipnot: 19).
16) Üçüncü Delil: “Öldüğü zaman İnsana
Kabrinde,Girmiş Olduğu Mezhep veya
Uyduğu Tarîkattan Soru Sorulacağına
Dair Hiçbir Delil Yoktur.” Demek Ne
Demektir?
17) Dördüncü Delil: Kürrâs Yazarının, şah
Veliyyullah Ed- Dehlevî'nindir Diye, Ona Ait
Olmayan Bir Sözü Uydurup İddiasını Bu
Uydurma Sözle İsbata Kalkması.
18) Beşinci Delil: Kürrâs Yazarının Kendi
İddiasıyla Hiçbir Alakası Olmadığı Halde,
İzz İbn-i Abdisselâm’ın İbnü’l Kayyim
ve Kemal İbn-l Hümâm’ın Sözleriyle
İddiasına Delil Getirmeye Kalkınası.
19) Kitap Tetkik ve Red Hey’eti Kitabımızı
Niçin Damgaladılar? (Dipnot: 23)
20) İbnü’l- Kayyim’in İ’lâmü'l Muvakki’în Adlı
Kitabındaki Acaip Tenakuzlar Üzerinde
Bazı Açıklamalar: (Dipnot:24)
21) Altıncı Delil: (Beşinci). “Mezhepler zalim
siyasetler Yüzünden Ortaya Çıkmıştır Şeklinde
Bir İddia Ortaya Atmaları ve Bu iddialarını
İbn-i Haldun’dan Yaptıkları Uydurma
Bir Nakille İsbâta Kalkmaları...”
22) Yedinci Delil: (Altıncı) “Dön Mezhep
Yokken İnsanlar Hangi Yolda idiler”
Sorusu ve Bu Sorunun Cevabı.
98–102
104
107
110
115–116
120
128
131
323 MEZHEPSİZLİK
23) Tâklididen Aslâ Kaçınılmaz. Belirli Bir Mezhebe
Tâbî Olmakta Hiçbir Engel Yoktur ve Bunun Delilleri 134
24) Birinci Delil: Tâklidden Aslâ Kaçınılamaz.
Taklîd Müslümanların İcmâ'ı ile Meşrûdur.
136
1. Birinci Vecih: “Eğer Bilmiyorsanız İlim
Ehline Sorunuz” Âyet-i Kerîmesi’nin Hükmü.
137
(Dipnot 31).
137–138
2. İkinci Vecih: Sahâbe-i Kirâm’ın
Seviyelerinin de Değişik Olması.
139
3. Üçüncü Vecih: Tâklîd'in Zarûrî
Olduğunun Akıl Delili.
141
25) İkinci Delil: Mukallidin belli Bir Mezhebe
Bağlanması Harâm Olmaz
145
1. Birinci Vecih: Bir Tek İmam veya
Mezhebe Bağ1ı Kalmak Ne Demektir.
147
(Dipnot 40).
148–149
2. İkinci Vecih: Neden On Kıraatten Birini
Taklîd Etmekte Mahzur Yok da, Dört
Mezhepten Birini Taklîd Etmek
Mahzurlu ve Harâmdır.
150
3. Üçüncü Vecih: Taklîd Meselesi Karşısında
Selef-i Sâlihîn’in Düşünce ve Davranışları.
151
26) Nâsıruddîn-i Elbânî’nin, Mezhepliliğin
Meşrû Olduğunu Gösteren Bunca Delillere
Rağmen Bize: “Mezhepliliğin Meşrû
Olduğunu Gösteren Delilin Nedir?”
Sorusunu Sorması Üzerinde (Dipnot: 43).
154–156
27) Bir İmamı Taklîd Etmek ve Onun
Mezhebine Sarılmak Ne Demektir?
157
28) Bir Mezhepten ve O Mezhebin İmamlarından
İlgiyi Kesmek Ne Zaman Vâcip Olur?
161
29) Bütün İnsanlar MEZHEPSİZLİK
Vâdîsine Koşsalar Ne Olur?
164
MEZHEPSİZLİK 324
30) Mezhepsizler, Taklîd Ettikleri Şeyhlerine
Devamlı Olarak Bağlı Kalmanın Zarûrî
Olduğunu Söylüyor: İnsanların Dört Mezhebe
Bağlanmalarını İse Harâm Sayıyorlar.
167
31) Mezhepsizlerin Kendi Özel İctihâdlarını
Bulunması Bizi İlgilendirmez; Bizi İlgilendiren
Onların Âyet İctihâdlarını, Müslümanlarla
Geçmiş İmamları Arasındaki Bağları Kesen
Birer Silah Yapmalarıdır: (Dipnot: 49).
169 – 174
32) Şeyh Nâsır’ın, İmam-ı Ebû Hanife'nin
Mezhebini İslâm Şerî’atı’ndan Tamamen Ayrı
ve İncil Gibi Bir şey Sayması: (Dipnot:49).
171
33) Benimle Bazı Mezhepsizler Arasında
Geçen Bir Münakaşanın Özeti.
178
34) Ve Sonra.
193
35) EK: (Et-Taassubu'l-Mezhebî Adlı Kitap Üzerine)
Bu Ek’i Yapmaya Niçin Mecbur Oldum?
196
1) “Asıl Bid’at Mezhepsilik Taassubudur”Adlı Kitap,
Muhammedî’d Abbâsi'nin Eseri Değildir;
199
2) Hucendî’nin Varlığını İnkâr Ettiğim ve Bu Kitabını
Nâşirine Ait Gösterdiğim İddiasının İçyüzü.
199
3) İctihâd'ın Şartları Nelerdir? Mezhepsizlik
Öncülerinin Fikirleri Birbirini Tutmuyor.
200
4) Mezhepsizlerin “Bütün Müslümanların İctihâd
Yapmaları Farzdır” Sözü Doğrumudur.
202
5) İmam-ı Şâtıbinin Sözleri Üzerinde Yaptıkları
Görülmedik Tahrîfât.
204
6) Mezhepsizlerin, Yakînî İman Prensiplerinin
Zannî Deliller Üzerine Oturtulabileceğine
Dair Sapık ve Çok Tehlikeli İddiaları.
206
7) “Mezhep İmamlarını En İyi Bilen ve Onları
En Çok Takdîr Eden Bizleriz”Şeklindeki
Yalanlarının İçyüzü
212
325 MEZHEPSİZLİK
1.
İmamları ve Mezheplerini Takdîr Eden,
Onlarca Câhil, Alçak ve Sapık; Mezheplerine
de İncil Gibi İslâm Dışı Damgasını Basar mı?
212
2. İnsanları Toplu Halde İCTİHÂD
Yapmaya Da’vet Bir de Mezhepleri
Bir Tek Mezhepte Toplama Çağrısı.
213
8) Müslümanları Kitap ve Sünnet’in Sarîh
Hükümlerine Muhalif Düşen Mezhep
Fikirlerine Teşvik İftirası.
215
9) Müftî ve Âlim Arasındaki Fark ve Öncü
Mezhepsizlerin Câhilliği.
215
10) “Bir Müslüman’ın Dört Mezhepten Birine
Bağlanması câizdir” Sözünü ve Bu Konuda
İleri Sürdüğüm Delilleri Çürütmek İçin
Yaptıkları İşinİğrençliği.
217
11) İmam-ı Şafî’î’nin: “Sahih Bir Hadîs Gören
Herkes Şafi’î’nin Mezhebi Budur der ve O
Hadîsle Amel Eder” Sözü Üzerinde Açıklama.
224
12) Yazarların Kitaplarında İmamlar ve
Fakihlerin Sakatlık, Kusur ve Tahkîrlerine
Çok Geniş Bir Yer Vermeleri.
225
∗ Bizim Bu Son Derece Tehlikeli ve Gayri Ahlaki
Küfür ve Hakaretler Karşısında Fikrimiz.
226
13) Dehlevî’nin Sözleri Üzerinde Yaptıkları
Son Derece Tehlikeli ve Gülünç Bir Tahrîfât..
230
Böylelerinin Dinlerine Güvenilebilir mi?
Böylesine Tahrifçi ve Bâtıl'ı HAK Gösterici
Kimselere En Hassas Dini Meseleler Emanet
Edilebilir mi?(Dipnot:15).
234–235
14) İmam Zehebî’nin Sözleri Üzerinde
Tahrîfât Yaptığımız İddiasına Cevap.
234
15) “Fıkhu’s-Sîrah” Adlı Kitabımızdaki Bazı Hadîs-i
Şerîfler Üzerinde Îtirazları ve Cevaplarımız.
237
16) Şeyh Nâsır’la Aramızda Geçen Münakaşa
Üzerinde Yaptıkları Yorum ve Cevabı.
241
MEZHEPSİZLİK 326
17) Yazarların Yağdırdıkları Sayısız Küfür ve
Hakaretler Karşısında Durum ve Tutumumuz.
18) Kitap Yazmayı Bırakmamı Öğütlemeleri
Karşısında Düşüncelerimiz.
19) Bu Kitabın Özeti: (Kitabın Dış Kapağı Üzerine
Konan Metnin Türkçesidir.)
20) Merhum Allame Muhammed Zâhid
El- Kevserî'nin “Makâlâtü’l - Kevserî
Adlı Kitabından “Mezhepsizlik Dinsizliğin
Köprüsüdür” Başlıklı Makalesi.
21) Mezhepsizlik Dinsizliğe Geçiş Sağlamak
İçin Kurulmuş Bir Köprüdür.
22) Sözün Kısası.
23) Türkiye'de ve Dünyada Mezhepsizler Diyor ki.
24) Bu Kitabın Özgeçmişi.
25) “Mezhepsizlik” Gerçeğinden “Mezhepsizlik
Yaygarası”na Teşekkürler.
26) Mezhepsizlik Sadece İftiracılık ve
Çanakçılık Değildir.
27) Mezhepsizlik Sadece Dinsizlik Değildir.
28) MEZHEPSİZLİK ve İCTİHAD.
29) İçindekiler
241
242
244
246
249
264
265
271
281
284
286
290
321-326