Bildiri ozetleri - turk - Türk İmmünoloji Derneği
Transkript
Bildiri ozetleri - turk - Türk İmmünoloji Derneği
KONGRE DÜZENLEME KURULU Günnur DENİZ Haluk Barbaros ORAL Dicle GÜÇ Gaye ERTEN Tunç AKKOÇ Selim BADUR İshak Özel TEKİN Bilimsel Sekreterya Prof. Dr. Haluk Barbaros Oral Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı İmmünoloji Bilim Dalı Nilüfer, BURSA Tel : 0 224 295 41 14 Faks : 0 224 442 83 21 E-mail : [email protected] URL : www.turkimmunoloji.org.tr Organizasyon Sekreteryası Serenas Turizm Kongre ve Organizasyon Otelcilik A.Ş. Yeni Sülün Cad. Tekirler Sok. No: 5 34337 1. Levent, İSTANBUL Tel : 0 212 282 33 73 Faks : 0 212 282 33 21 E-mail : [email protected] URL : www.immunloji2009.com içindekiler Önsöz 5 Bilimsel Program 7 Sözlü Sunumlar 15 Konuşmacı Özetleri 17 Sözlü Bildiriler 71 Poster Bildiriler 81 Dizin 109 3 önsöz Sayın Meslektaşlarımız, Türk İmmünoloji Derneği’nin uluslararası katılımlı XX. Ulusal İmmünoloji Kongresi 19-22 Kasım 2009 tarihleri arasında Kıbrıs - Mercure Otel’de gerçekleştirilecektir. Kongremizde konusunda söz sahibi ulusal ve uluslararası değerli bilim adamları İmmünoloji alanındaki temel ve klinik son gelişmeleri bizlerle paylaşacaklardır. Temel immünoloji konuları, kinik uygulamalar ve deneysel modeller yanında araştırmacıların kendi çalışmalarını sunabileceği ve tartışılabileceği bir platformda birlikte olmayı hedefliyoruz. Bilimsel içeriği ve sosyal etkinlikleri ile güzel bir kongreyi birlikte paylaşmak üzere siz değerli meslektaşlarımızı 19 - 22 Kasım 2009 tarihlerinde Kıbrıs’ ta görmekten mutluluk duyacağız. Sevgi ve Saygılarımızla, Prof. Dr. Günnur Deniz Kongre Başkanı 5 bilimsel program 19 Kasım 2009, Perşembe 10:00 – 20:00 Kayıt 14:00 – 14:30 Açılış Töreni 14:30 – 14:45 Dia Gösterisi Olcay Yeğin SALON A 14:45 – 17:45 AÇILIŞ KONFERANSLARI Oturum Başkanları: Şefik Şanal Alkan, Günnur Deniz 14:45 – 15:45 Tolerance, autoimmunity, and immune-mediated inflammatory disease Abul Abbas 15:45 – 16:15 Kahve Arası 16:15 – 16:45 The complexity of Sjogren’s Syndrome - novel aspects on pathogenesis Roland Jonsson (EFIS-IL lecture) 16:45 – 17:15 TLR agonists as immunotherapeutic drugs: Their use in vaccination and tumor therapy Şefik Şanal Alkan 17:15 – 17:45 Quantifying receptor interactions in live cell plasma membranes Hannes Stockinger 19:00 – 21:00 Açılış Kokteyli 7 bilimsel program 20 Kasım 2009, Cuma 08:00 – 09:00 UZMANI İLE TARTIŞALIM Yeni ilaç keşfinde bilimsel tasarılar, temel sorunlar ve çözüm önerileri Şefik Şanal Alkan 09:00 – 10:30 PANEL İMMÜNTOLERANS VE OTOİMMÜNİTE Oturum Başkanları: Abul Abbas, Roland Jonsson SALON A B lymphocytes in systemic autoimmune diseases: Actors and targets Moncef Zouali Otoimmünitede biyolojik tedavi yaklaşımları Ender Terzioğlu The surprising biology of interleukin-2 Abul Abbas 10:30 – 11:00 Kahve Arası 11:00 – 12:30 SERBEST BİLDİRİLER Sözel Sunum Oturumları Oturum Başkanları: Şefik Şanal Alkan, Dicle Güç 12:30 – 14:00 Öğle Yemeği 14:00 – 15:30 PANEL İMMÜNOLOJİDE YENİLİKLER Oturum Başkanları: Olcay Yeğin, Necil Kütükçüler Inflammatory bowel disease and chronic mucocutaneous candidiasis may be Mendelian Primary Immunodeficiencies Bodo Grimbacher Regülatör B hücre alt grupları Mübeccel Akdiş Behçet Hastalığında Th17 Olcay Yeğin 15:30 – 16:30 UYDU SEMPOZYUMU Abbott Molecular‘s Continuing Commitment to Innovation in Transplant Genetics John Norton 8 bilimsel program 16:30 – 18:00 PANEL KÖK HÜCRE ÇALIŞMALARI Oturum Başkanları: Emin Kansu, İhsan Gürsel SALON A Saati geriye alma zamanı: Somatik kök hücrelerin yeniden programlanması - iPS hücreleri Emin Kansu Ağır kombine immün yetmezlikler ve kök hücre çalışmaları İlhan Tezcan Allogeneik hematopoetik kök hücre nakli sonrası engrafman tayini; kimerizmin önemi Sevgi Kalayoğlu-Beşışık 16:30 – 18:00 PANEL ENFEKSİYON VE BAĞIŞIKLAMA Oturum Başkanları: Selim Badur, H.Barbaros Oral SALON B Viral enfeksiyonlarda aşılar: 21. Yüzyılda neredeyiz? Selim Badur Tüberküloz immünolojisi Ahmet Soysal HCV immünopatogenezi Hakan Abacıoğlu 18:00 – 19:00 Kahve Arası ve Poster Sunumları 20:30 – 22:00 TARTIŞMA TOPLANTISI: Türkiye’de İmmünoloji’nin Durumu Moderatörler: Tevfik Akoğlu, Günnur Deniz, H. Barbaros Oral Emel Ekşioğlu Demiralp Vedat Bulut Neşe Akış 9 bilimsel program 21 Kasım 2009, Cumartesi 08:00 – 09:00 UZMANI İLE TARTIŞALIM Akan hücre ölçer ile regülatör T hücre analizi Gülderen Yanıkkaya Demirel 09:00 – 11:00 PANEL DOĞAL VE EDİNSEL BAĞIŞIKLIK Oturum Başkanları: Tevfik Akoğlu, Ömer Kalaycı SALON A SALON A Doğal ve edinsel immünite arasındaki etkileşimler Vedat Bulut NKT ve γδ-T hücreleri Figen Doğu Endotoksin ve allerjik immün yanıt Ömer Kalaycı Neopterin ve doğal bağışıklık sistemi Ayşegül Atak 11:00 – 11:30 Kahve Arası 11:30 – 13:00 SERBEST BİLDİRİLER Sözel Sunum Oturumları Oturum Başkanları: İlhan Tezcan, Işıl Barlan 13:00 – 14:00 Öğle Yemeği 13:00 – 14:00 TİD ÇALIŞMA GRUPLARI TOPLANTISI 14:00 – 15:00 UYDU SEMPOZYUMU 10 SALON A bilimsel program 15:00 – 16:00 PANEL TÜMÖR İMMÜNOLOJİSİ Oturum Başkanları: Dicle Güç, Bilkay Baştürk SALON A Tümörün immünolojik uykusu Dicle Güç Tümör baskılayıcı bir mekanizma: Otofaji Devrim Gözüaçık 16:00 – 16:30 Kahve Arası 16:30 – 18:00 PANEL ALLERJİK HASTALIKLARDA SON GELİŞMELER Oturum Başkanları: Mübeccel Akdiş, Nihat Sapan SALON A Hiper IgE’de Th17 hücreleri Işıl Barlan Oksidatif stres ve astım Cansın Saçkesen Allerjide regülatör T hücreler Aytül Sin 16:30 – 18:00 PANEL TRANSPLANTASYON İMMÜNOLOJİSİ Oturum Başkanları: Emel Ekşioğlu Demiralp, Ali Şengül SALON B Semi allograft olarak fetus Emel Ekşioğlu Demiralp HLA-G moleküllerinin transplantasyonda yeri ve önemi Bilkay Baştürk Allojenik tanıma ve transplantasyon Ali Şengül 18:00 – 19:30 Kahve Arası ve Poster Sunumları 20:30 – 24:00 Gala Yemeği 11 bilimsel program 22 Kasım 2009, Pazar 08:00 – 09:30 UZMANI İLE TARTIŞALIM 08:00 – 08:45 Otoantikor testleriyle tanısal yaklaşımda çözüm yolları İshak Özel Tekin 08:45 – 09:30 İmmün yetmezliklerde moleküler teknikler Sara Şebnem Kılıç 09:30 – 11:00 PANEL PERİODİK ATEŞ SENDROMLARI Oturum Başkanları: Özden Sanal, Sara Şebnem Kılıç SALON A SALON A PFAPA Sendromu (Periyodik ateş- aftöz stomatit- farenjit- adenit) Sara Şebnem Kılıç FMF (Ailevi akdeniz ateşi) Mustafa Yılmaz Hiper Ig D sendromu, TRAPS İsmail Reisli 09:30 – 11:00 PANEL YENİ TEKNOLOJİLER Oturum Başkanları: Günnur Deniz, H. Barbaros Oral Mikroarray teknolojisi ve immünolojide kullanımı Hakan Savlı RNA İnterferans: siRNA, miRNA Elif Erson Faj gösterim teknolojisi Ayfer Atalay 11:00 – 11:30 Kahve Arası 12 SALON B bilimsel program 11:30 – 13:00 PANEL İMMÜNOLOJİDE YILIN MAKALELERİ Oturum Başkanları: Ender Terzioğlu, İsmail Reisli SALON A Treg NKT etkileşimi ve immünoregülasyon Fulya İlhan Gamma/delta T hücreler Handan Akbulut Th17 hücreler Gaye Erten Tüberküloz immünolojisi Ferah Budak 11:30 – 13:00 PANEL İMMÜNOLOJİDE DENEYSEL HASTALIK MODELLERİ Oturum Başkanları: Ayşe Altıntaş, Haydar Bağış SALON B Transgenik hayvan modelleri Haydar Bağış Alerji hayvan modelleri Tunç Akkoç Deneysel kanser modelleri Güneş Esendağlı 13:00 – 14:00 Öğle Yemeği 14:00 – 15:00 PANEL NÖROİMMÜNOLOJİ Oturum Başkanları: Rana Karabudak, Güher Saruhan Direskeneli SALON A Myasthenia Gravis ve B Hücresi Güher Saruhan Direskeneli Nöroimmünolojik bir model olarak MS’a bakış Rana Karabudak İnflamatuvar demiyelinizan santral sinir sistemi hastalıklarında tedavi: Deneysel verilerin klinik yansımaları Ayşe Altıntaş 13 bilimsel program 14:00 – 15:00 PANEL İMMÜNOTERAPİDE YENİ YAKLAŞIMLAR Oturum Başkanları: Nerin Bahçeciler, Cansın Saçkesen SALON B PRR agonistleri İhsan Gürsel Sublingual immünoterapi Nerin Bahçeciler Mezenkimal kök hücrelerin immünoregülatör özellikleri ve klinik kullanımı Uğur Muşabak 15:00 – 15:30 Genel Değerlendirme ve Kapanış 14 sözlü sunumlar 20 Kasım 2009 11:00-12:30 Oturum Başkanları:Şefik Şanal Alkan, Dicle Güç S-4 Haart tedavisi gören HIV/AIDS hastalarında, lenfositlerin CD8+/CD28baskılayıcı fenotipleri HIV-1 viral yükünü etkiler mi? Bayram Kıran Ref.No:16 S-5 Dual role for interferon-gamma in helicobacter clearance and induction of gastric preneoplastic lesions Ayça Sayı Ref.No:42 S-6 ESAT-6 ve CFP-10: tüberküloz ve Th1/Th2/Th17 sitokin dengesi Esin Aktaş Çetin Ref.No:81 S-13 BevacizumAb tedavisi uygulanan kolon kanserli hastalarda sTRAIL düzeyinin artışı sağ kalım süresi ile ilişkilidir Arzu Didem Yalçin Ref.No:8 S-14 Ref.No:34 Akciğer kanseri modelinde chemerin-aracılı immün yanıtların değerlendirilmesi Güneş Esendağlı S-15 Ref.No:43 Aminobisphosphonate liposomes polarize tumor associated macrophages from M2 to M1 phenotype and reduce tumor growth in mouse tumor models Sibel Mete S-16 Evaluation of the T-cell subsets in the immune compartments of chemicaly induced breast cancer model Tariq Zeki Abdul Samad Ref.No:50 S-17 Ref.No:67 LLC1 akciğer adenokarsinom hücrelerinin rekombinant CXCL7 geni ile modifikasyonu Neşe Ünver S-18 Meme kanseri viseral metaztazlarında artmış CD44 ekspresyonu ve CD44+ tümör infiltre lenfosit varlığı Neslihan Çabıoğlu Ref.No:91 15 sözlü sunumlar 21 Kasım 2009 11:30-13:00 Oturum Başkanları:İlhan Tezcan, Işıl Barlan 16 S-1 Allerjik astım hastalarında periferik toleransın kırılması Umut Can Küçüksezer Ref.No:93 S-2 Spondin ve enfeksiyon ilişkisi Dilara Fatma Kocacık Uygun Ref.No:71 S-3 Behçet hastalığı patogenezinde doğal katil hücre sitotoksisitesinin rolü Fulya Coşan Ref.No:96 S-7 Pulmoner IL-2 lipozom formülasyonu uygulanmasının akciğer dokusunda ve sistemik immünolojik etkilerinin araştırılması Ayşegül Atak Ref.No:69 S-8 Aspirin ve ibuprofenin IL-17 üretimi üzerindeki inhibitör etkisi Dilara Fatma Kocacık Uygun Ref.No:27 S-9 Behçet ve ailevi akdeniz ateşi (AAA) hastalıklarında immün ve inflamatuar gen ekspresyonlarının karşılaştırılması Filiz Türe Özdemir Ref.No:87 S-10 Periyodik ateş sendromu ile gelen akaraba dışı iki olgu ve TNFRSF1A geninde yeni Y331X nonsens mutasyon Nesrin Gülez Ref.No:108 S-11 Myasthenia gravis’de B hücrelerinin in vitro sitokin aktivitesi Vuslat Yılmaz Ref.No:112 S-12 Hücre hedefleme yaklaşımı: hücre işlevlerinde etkinlik gösteren peptitlerin eldesi ve peptit kütüphaneleri Sanem Yıldız Ref.No:22 konuşma özetleri TOLERANCE, AUTOIMMUNITY AND IMMUNE-MEDIATED INFLAMMATORY DISEASES Abul K. Abbas, Shoshana Katzman, Alejandro Villarino, Katrina Hoyer, Hans Dooms Department of Pathology, University of California San Francisco, San Francisco, CA, USA T olerance to self antigens is maintained by multiple mechanisms, including the deletion of immature lymphocytes that encounter self antigens during their development, and functional inactivation (anergy), deletion, or suppression of self-reactive lymphocytes by regulatory T cells in peripheral tissues. Failure of self-tolerance is the fundamental cause of immune-mediated inflammatory diseases. CD4+ T-cells play a major role in most of these diseases, because these T cells control all immune responses to protein antigens. To study how T-cell responses to self antigens are prevented, and why tolerance in this population might fail, we have developed an experimental model in which CD4+ T-cells specific for ovalbumin (Ova) encounter a transgene-encoded soluble form of Ova expressed as a self protein. In an intact antigen-expressing recipient, the T-cells become anergic and are deleted. In lymphopenic recipients that express the sOva, tolerance fails, resulting in the development of pathogenic effector cells that cause a severe systemic inflammatory disease. Tissue inflammation in this model is mediated by IL17-producing cells, and Th1 cells are surprisingly protective because IFN is a potent inhibitor of the Th17 response. Over time, the disease-causing effector cells are replaced by CD25+ Foxp3+ Tregs, which function to control the pathologic immune response. Interleukin-2 (IL-2) is required for the survival and functional competence of the Tregs, and in the absence of IL-2, the acute disease is less severe but the mice develop a chronic progressive disease that is not controlled. In conventional T-cell responses to foreign antigens, IL-2 is produced early after antigen exposure. We have examined the targets of IL-2 produced in vivo by studying the expression of phosphorylated Stat5 in different cell populations. These assays reveal that IL-2 produced in response to an antigen acts first on endogenous Foxp3+ cells even before it acts on the antigen-responding T cells. Thus, the initial function of IL-2 is to establish control mechanisms in a paracrine manner, and only later does its autocrine activity become dominant. Failure of these control mechanisms is the key to developing chronic inflammatory diseases. Thus, cytokines produced by T-cells play a central role in controlling the balance between pathogenic effector T-cells and protective regulatory cells. Understanding how to control this balance is fundamental for elucidating the mechanisms of inflammatory disorders, and for the development of novel therapeutic strategies. 19 THE COMPLEXITY OF SJÖGREN’S SYNDROME: NOVEL ASPECTS ON PATHOGENESIS Roland Jonsson Broegelmann Research Laboratory, The Gade Institute, University of Bergen, Bergen, Norway I n Sjögren’s syndrome (SS), like in most other autoimmune diseases, the enigma leading to a pathogenic attack against self has not yet been solved. By definition, the disease must be mediated by specific immune reactions against somatic cells to qualify as an autoimmune disease. In SS the autoimmune response is directed against the exocrine glands, which, as histopathological hallmark of the disease, display persistent focal mononuclear cell infiltrates. Clinically, the disease in most patients is manifested by two severe symptoms: dryness of the mouth (xerostomia) and the eyes (keratoconjunctivitis sicca). A number of systemic features have also been described and the presence of autoantibodies against the ubiquitously expressed ribonucleoprotein particles Ro (SSA) and La (SSB) further underline the systemic nature of SS. The original explanatory concept for the pathogenesis of SS proposed a specific, selfperpetuating, immune mediated loss of acinar and ductal 20 cells as the principal cause of salivary gland hypofunction. Although straightforward and plausible, the hypothesis, however, falls short of accommodating several SS-related phenomena and experimental findings. Consequently, researchers considered immune-mediated salivary gland dysfunction prior to glandular destruction and atrophy as potential molecular mechanisms underlying the symptoms of dryness in SS. Accordingly, apoptosis, fibrosis and atrophy of the salivary glands would represent consequences of salivary gland hypofunction. The emergence of advanced bio-analytical platforms further enabled the identification of potential biomarkers with the intent to improve SS diagnosis, promote the development of prognostic tools for SS and the goal to identify possible processes for therapeutic treatment interventions. In addition, such approaches allowed us to glimpse at the apparent complexity of SS. TLR AGONISTS AS IMMUNOTHERAPEUTIC DRUGS: THEIR USE IN VACCINATION AND TUMOR THERAPY Şefik Şanal Alkan Alkan Consulting, Basel, Switzerland T he innate immune system recognizes the presence of invaders instantly, by means of soluble factors and pattern recognition molecules (sensing receptors) such as Toll Like Receptors (TLR). This quick response to the common structures of microbes generates no memory but it informs and shapes adaptive immunity. Agonists for TLR 1-10 serve as bridges between innate and adaptive immunities. Initial tissue injury caused by microbial infection generates inflammatory mediators, which serve as initiators for a cascade of events. When successful, these events culminate in the generation of productive adaptive immunity (T and B cell responses) and long-term memory. The pattern recognition molecules have different locations within the cell. Some TLRs are located at the cell surface (TLR1,2,4,5,6,10) and these mainly recognize bacterial signature structures. Others (TLR3,7,8,9) are localized intracellularly (in endosomes) and they sense the presence of nucleic acids such as RNA or DNA. Agonists (ligands) for TLRs include tri-acyl lipopeptides (TLR1), lipoteichoic acid, (TLR2), dsRNA (TLR3), LPS (TLR4), flagellin (TLR5), diacyl lipopeptides (TLR6), and oligodeoxynucleotides such as CpGs (TLR9). Another class of sensor molecules called NLRs (Nucleotide-binding domain, Leucine-Rich repeats) is located in the cytosol. Low molecular weight, TLR7 and TLR8 agonists discovered at 3M, are known as imidazoquinolines. They induce a variety of cellular effects such as dendritic cell (DC) migration and maturation and cytokine/chemokine production. TLR7 agonists induce significant amounts of type 1 interferons from the plasmacytoid DCs (pDC) in a number of species. TLR8 agonists are better activators of myeloid DCs with higher TNF, IFN-g and IL-12 production. Recently we demonstrated that there is a cross talk between the TLRs. Also, we found that immunization with TLR7/8 agonists in a variety of contexts and regimens induce both CD8+ and CD4+ T cell responses. Recently, it was demonstrated that TLR7/8 agonists activate natural killer (NK) cells indirectly to secrete IFN-g and kill tumor cells. Additionally, in a vaccination setting, TLR7/8 treatment induces potent antibody class switching and elevation in antibody titers. All the findings above strongly suggested that TLR7/8 agonists might exert potent anti-tumor activities. By using imiquimod and resiquimod (R-848), it was shown that these molecules exhibit potent anti-tumor activities in numerous animal models including melanoma. All together, the data demonstrates that TLR7/8 agonists represent a new class of agents that can be utilized, either alone or tandem combinations, as vaccine adjuvants and anti-tumor agents. 21 B LYMPHOCYTES IN SYSTEMIC AUTOIMMUNE DISEASES: ACTORS AND TARGETS Moncef Zouali Inserm U606 & University Paris Diderot-Paris 7, Centre Viggo Petersen, Hôpital Lariboisière, 2, rue Ambroise Pare, Paris, France B lymphocytes have long been considered as solely effectors of T cell-driven antibody production with no significant role as sensors, coordinators or regulators of the immune response. However, several developments have brought to attention a differentiated and intricate B cell contribution to the control of many aspects of the immune response. That B lymphocytes are key players in innate and adaptive branches of immunity comes from observations showing that impairment of their functions can lead to a variety of disorders. In mice, for example, their elimination leads to deficits in follicular dendritic networks, follicle-associated epithelium in Peyer’s patches, a non-canonical subset of natural killer T cells, and CD4+ T lymphocyte functions. In parallel, the crucial contribution of B cells to the pathogenesis of rheumatic autoimmune diseases has moved into the foreground. One realization is that antibodies can mediate tissue injury by a wide variety of distinct mechanisms, and that B cells can mediate tissue injury in an antibodyindependent fashion. 22 Such observations, and other reports on the consequences of alterations in B cell signaling on shifting the balance of the immune system towards autoreactivity, provide strong evidence for a central role of B cells in the pathogenesis of not only organ-specific, antibody-mediated autoimmune disease, but also of systemic disorders, particularly RA and SLE. They offer a convincing rationale for using B cell depletion therapy as a strategy for immunointervention in autoimmune disease. Targeting B cell functions can be accomplished by inhibiting cytokines that promote B cell activation, by inhibiting co-stimulatory molecule activity, or by targeting cell surface molecules restricted to B cells. Surface molecules present almost exclusively on B cells, including CD19, CD20, CD21, and CD22, are candidates for targeting by monoclonal antibodies or ligand constructs. The effects on B cells can also be modified by targeting co-stimulatory molecules, such as CD80, CD86, or CD40. EARLY-ONSET INFLAMMATORY BOWEL DISEASE CAUSED BY LOSS-OF-FUNCTION MUTATIONS IN THE IL10-RECEPTOR GENES Erik-Oliver Glocker1*, Daniel Kotlarz2*, Kaan Boztuğ2*, E. Michael Gertz3, Alejandro A. Schäffer3, Fatih Noyan2, Mario Perro1, Jana Diestelhorst2, Anna Allroth2, Dhaarini Murugan2, Nadine Hätscher2, Dietmar Pfeifer4, Karl-Walter Sykora2, Martin Sauer2, Hans Kreipe5, Martin Lacher6, Rainer Nustede7, Cristina Woellner1, Ulrich Baumann8, Ulrich Salzer9, Sibylle Koletzko6, Neil Shah10, Anthony W. Segal11, Axel Sauerbrey12, Stephan Buderus13, Scott B. Snapper14, Bodo Grimbacher1* and Christoph Klein2*# * These authors contributed equally to this work and should be considered aequo loco. 1 Department of Immunology, Royal Free Hospital and University College London, London, UK; 2Department of Pediatric Hematology/Oncology, Hannover Medical School, Hannover, Germany; 3National Center for Biotechnology Information, NIH, DHHS, Bethesda, MD, USA; 4Department of Hematology/Oncology, Core Facility II Genomics, Freiburg University Medical Center, Freiburg, Germany; 5Department of Pathology, Hannover Medical School, Hannover, Germany; 6Dr. von Hauner’sches Kinderspital, Ludwig-Maximilian University, Munich, Germany; 7Department of Pediatric Surgery, Hannover Medical School, Hannover, Germany; 8Department of Pediatric Pulmonology, Hannover Medical School, Hannover, Germany; 9 Department of Rheumatology and Clinical Immunology, University Hospital Freiburg, Freiburg, Germany; 10 Department of Paediatric Gastroenterology, Great Ormond Street Hospital, University College London, London, UK; 11Department of Medicine, University College London, London, UK; 12Department of Pediatrics, HELIOS Hospital Erfurt, Erfurt, Germany; 13Department of Pediatrics, St.-Marien-Hospital Bonn, Bonn, Germany; 14Massachusetts General Hospital, Harvard Medical School, Boston MA, USA Background The molecular etiology of inflammatory bowel diseases (IBD) is largely unknown. The relative contribution of known genetic variants for the onset of severe inflammation of the intestine remains controversial. Methods We performed genetic linkage analysis and candidate gene sequencing in two unrelated consanguineous families with children affected by early-onset IBD. Additional patients were screened for mutations in the identified candidate genes. Functional assays were carried out in primary patient cells and in genetically transduced cells. One patient was treated with an allogeneic hematopoietic stem cell transplant (HSCT). encodes the IL10R1 protein, and IL10RB, encoding the IL10R2 protein. These mutations abrogate IL10-induced signaling, as demonstrated by deficient STAT3 phosphorylation upon IL10 stimulation. As a consequence, peripheral blood mononuclear cells from IL10R-deficient patients showed increased secretion of TNF and other proinflammatory cytokines unresponsive to the IL10-dependent negative feedback regulation. One patient was successfully treated by an allogeneic HSCT and had marked improvement of his condition. Conclusions IL10 receptor defects constitute monogenetic causes for human enterocolitis, involving hyperinflammatory immune responses in the intestine. Allogeneic HSCT may offer a cure for IL10 receptor deficiency. Results We identified three distinct homozygous mutations in the genes interleukin-10 receptor alpha (IL10RA), which 23 INCREASED SUSCEPTIBILITY TO FUNGAL INFECTIONS/CHRONIC MUCOCUTANEOUS CANDIDIASIS CAN BE DUE TO A HOMOZYGOUS LOSS-OF-FUNCTION MUTATION IN CARD9 Erik-Oliver Glocker1*, Andre Hennigs2*, Mohammad Nabavi3, Alejandro A. Schäffer4, Cristina Woellner1, Ulrich Salzer2, Dietmar Pfeifer5, Hendrik Veelken5, Klaus Warnatz2, Fariba Tahami1, Sarah Jamal1, Annabelle Manguiat1, Nima Rezaei6, Ali Akbar Amirzargar7, Alessandro Plebani8, Nicole Hannesschläger9, Olaf Gross9, Jürgen Ruland9 and Bodo Grimbacher1 *These authors contributed equally to this work and shall be considered aequo loco 1 Department of Immunology and Molecular Pathology, Royal Free Hospital and University College London, London, United Kingdom 2 Department of Rheumatology and Clinical Immunology, University Hospital Freiburg, Freiburg, Germany 3 Semnan University of Medical Science, Semnan, Iran 4 National Center for Biotechnology Information, NIH, DHHS, Bethesda, Maryland USA 5 Department of Hematology and Oncology, University Hospital Freiburg, Freiburg, Germany 6 Growth and Development Research Center, Center of Excellence for Pediatrics, Children’s Medical Center, Tehran University of Medical Sciences, Tehran, Iran 7 Immunogenetic Laboratory, Department of Immunology, School of Medicine, Tehran University of Medical Sciences, Tehran, Iran 8 Clinica Pediatrica, Università di Brescia and Istituto Medicina Molecolare “Angelo Nocivelli”, Spedali Civili, Brescia, Italy 9 III. Medizinische Klinik, Klinikum rechts der Isar, Technische Universität München, Munich, Germany Background: Results: Chronic mucocutaneous candidiasis (CMC) may present as a primary immunodeficiency characterized by persistent or recurrent infections of the mucosa and/or skin with Candida species. Most cases are sporadic, but both autosomal-dominant and autosomal-recessive inheritance have been described. We found linkage (LOD=3.6) to a genomic interval on chromosome 9q including CARD9, the gene encoding the CAspase Recruitment Domain-containing protein 9. All four severely affected individuals alive had a homozygous point mutation in CARD9 resulting in a premature termination codon (Q295X). Healthy family members were either heterozygous or wild type. In contrast to healthy individuals, patients lacked wild-type CARD9 protein expression, which was associated with low numbers of Th17 cells, a T cell subpopulation that is involved in fungal immunity. Functional studies based on genetic reconstitution of myeloid cells from Card9-/- mice demonstrated that the Q295X mutation drastically impairs innate signaling from the anti-fungal pattern recognition receptor Dectin-1. Methods: We investigated a large consanguineous five-generation family in which three offspring died during adolescence following invasive Candida infection of the brain, four suffered from severe and one from mild recurrent fungal infections. Thirty-six family members, were enrolled and blood samples were taken for DNA analysis. Homozygosity mapping was used to find the location of the mutated gene. We sequenced CARD9 in our patients, carried out T cell phenotyping and performed functional studies, either by using patients’ leukocytes or reconstitution of a murine Card9-/- model. 24 Conclusions: An autosomal-recessive form of CMC is associated with homozygous mutations in CARD9, thereby underlining the critical role of CARD9 in human immunity against fungal infections. HUMAN B REGULATORY CELLS: DO THEY REALLY EXIST? 1 Willem van de Veen, 1Barbara Stanic, 2Görkem Yaman, 1Cezmi A. Akdiş, 1 Mübeccel Akdiş 1 2 Swiss Institute of Allergy and Asthma Research, SIAF, Davos, Switzerland Yuzuncu yil University, Microbiology Departmant Van, Turkey B cells do not only produce antibodies, but memory B cell which express certain cytokines can suppress antigen specific T cell responses. The therapeutic benefit of depleting B cells in mice and humans has refocused attention on B cells and their role in autoimmunity beyond autoantibody production. Particularly, the promising results with the anti-CD20 mAb (rituximab), which does not affect serum immunoglobulin levels, but depletes whole mature B cell pool, provides a strong rationale for the existence of effector B cell subsets. B cells specifically serve as cellular supporters for CD4+ T-cell activation, while regulatory B cells, including those that produce interleukin-10 (B10 cells), function as negative regulators of inflammatory immune responses (in mouse models). The emerging picture is that B cells, autoantibodies, and T cells are all important components of abnormal immune responses that lead to tissue pathology unique to each autoimmune disease, with their relative contributions changing during disease progression. Interestingly, B-cell depletion using rituximab exacerbated ulcerative colitis and triggered psoriasis. Hence, B-cell elimination may exacerbate disease in some autoimmune conditions, suggesting a regulatory function of B cells in humans. In addition, B cell targeted IL-10-deficient mice showed significantly decreased inflammation in murine arthritis model. These findings propose that a B cell regulatory function in addition to the well-known suppressor function of Treg cells remains to be elucidated in humans. Human tonsils provide a useful source to investigate immune regula- tion by B cells, because of more than 60% B cell content. In addition, it can be hypothesized that if a memory B cell plays an anti-inflammatory role, the antibody isotype produced by the same B cell when it differentiates into a plasma cell should support the notion of being anti inflammatory. Hence, an IL-10producing B cell may produce IgG4 rather than IgE, when it differentiates into a plasma cell. In this study, the development of tolerance-inducing B cell subsets and the long-term B cell memory will be investigated in humans. Our data show that IL-10-expressing B cells exist in tonsils and their IL-10 expression can be further upregulated by CpG stimulation. Treatment with a TLR9 agonist induced strong B cell proliferation and high levels of IL-10 production in purified peripheral as well as tonsil-derived B cells. Furthermore, such treatment led to the production of IgG4 at the mRNA as well as the protein level and this effect was strongly enhanced when cultures were supplemented with exogenous IL-10. Isolation of B cells that actively secrete IL-10 after TLR9 ligation showed that these cells produce higher levels of IgG4 than cells that do not secrete IL-10. Furthermore, IL-10-producing B cells show strong suppressive capacity on antigen-specific T cell proliferation whereas B cells that did not produce IL-10 were unable to suppress such a response. These data demonstrate that a suppressive memory B cell subset exists in humans, which produces mainly IgG4 after differentiating in to a plasma cell. 25 ENGRAFMAN VE KİMERİZM Sevgi Kalayoğlu-Beşışık İstanbul Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, İstanbul H LA uyumlu bir vericiden (allogeneik) kök hücre nakli sonrası hedef kan sistemi üretiminin (hematopoezin) vericiye ait olmasıdır. Bu amaca yönelik olarak alıcıya kemoterapi bazen birlikte radyoterapi verilerek alıcıya ait kan sistemi ki bu sistemin içerisinde bağışıklık sistemi de yer alır, baskılanır hatta yok edilir. İnfüze edilen kök hücre kaynağındaki pluripotent kan kök hücreleri alıcıda yeni kan sistemi ve bağışıklık sistemini oluşturur. Kan sisteminin üretilmeye başlandığının ilk göstergesi çevre kanında çoğunluğunu nötrofillerin oluşturduğu lökosit sayısında artış olmasıdır. Yeni üretilen nötrofil, trombosit ve eritrositler genellikle en önemli işlevlerini yerine getirecek özelliktedir. Buna karşılık T ve B lenfositlerin işlev kusuru uzun sürer. Engrafman: Kök hücre kaynağının işlevselliği yani kan sistemi üretiminin gerçekleşmesinin göstergesi olarak çevre kanında nötrofil sayısı ile tanımlanır. Primer graft yetmezliği: mutlak nötrofil sayısının +21. günde ve en geç +28.günde >0.2 x 109/l rakamına ulaşamaması durumudur. Kök hücre kaynağı olarak sitokinle mobilize edilmiş çevre kanı kullanılması halinde kök hücre kaynağı olarak kemik iliği kullanılması sonrasına göre 1 hafta daha erken engrafman gerçekleşir. Buna karşılık T hücreleri azaltılmış kemik iliği ya da donmuş kordon kanı kullanılması halinde engrafman genellikle +21. günde ortaya çıkar. Sekonder graft yetmezliği: Kök hücre nakli sonrası engrafman gerçekleşmesini takiben kan sisteminin yeniden kaybıdır. Graft reddi: Vericiye ait kan sisteminin immunolojik olarak hasarıdır. Alıcıya ait T lenfositlerinin artışı ve eş zamanlı alıcıya ait kan sisteminin kaybı ile birliktedir. Kötü graft işlevi: İmmunolojik olarak graft reddi olmadan kan sisteminde bir ya da birden çok seride azalma iledir. Kimerizm: Allogeneik kök hücre nakli sonrası kan sisteminin tamamen vericiye ait olması, veya kısmen alıcıya ait kan sistemi hücreleri ile birlikte olması (karışık kimerizm), 26 ya da tamamen alıcı kan sisteminin ortaya çıkması durumu söz konusu olabilir. Mikrokimerizm ise alıcıya ait kan sistemi hücrelerinin <%1 olarak tespit edilmesi durumudur. Kimerizm tespitinde farklı yöntemler kullanılabilir (Tablo 1). En duyarlı yöntem DNA yapısında küçük genom bölgeleri arasında farklılıkların tespitidir. Bu yöntemler ardı sıra tekrar bölgelerinin değişken sayısı (VNTR), kısa boyutlu tekrar bölgeleri, ve tek nukleotid polimorfizmi araştırılmasıdır. Tablo 1. Kimerizm araştırılmasında kullanılabilecek yöntemler Yöntem Olumsuz tarafı Eritrosit Sadece eritroid dizi ile ilgili ve antijenleri kan grubu uyumsuz alıcı verici olması halinde kullanılabilir HLA Sadece HLA uyumsuz alıcı verici olması halinde kullanılabilir Sitogenetik Sadece cinsiyet uyumsuz alıcı verici olması halinde kullanılabilir Bölünebilir hücre varlığında çalışır Duyarlılığı düşüktür (<%5) FISH Sadece cinsiyet uyumsuz alıcı verici olması halinde kullanılabilir PCR ile Y geni Sadece cinsiyet uyumsuz alıcı verici olması halinde kullanılabilir RFLP Yön gösterici alel sayısı sınırlı VNTR/STR Sınırlı sayıda allel için standart reagent mevcut SNP Standardize yöntem yoktur <%5 kimerizmi tespit etmesi güç Olumlu tarafı Kolay Kolay Standardize olmuş yöntemdir. Kama konvansiyonel karyograma göre daha sayısal bilgi verir ve daha duyarlıdır. Çok duyarlı (%0.0001) Kolay Standardize olmuş yöntem Sayısal veri sağlar ve duyarlıdır (%1 – 3) Hızlı ve ucuz Klinik anlamlı veri sağlayabilir. Allogeneik kök hücre nakli sonrası kimerizm tespitinin önemi: Yeni ortaya çıkan kan sisteminin vericiye ait olup olmadığını belirlemeye yönelik yani engrafmanı nitelendirmeye yönelik kimerizm analizi gereklidir. Günümüzde cinsiyet uyumsuz olamayan allogeneik kök hücre nakli olgularında nakil öncesi alıcı ve vericiden DNA saklanır. Nakil sonrası çevre kanında lökosit sayısı yükselmesi halinde kimerizm analizi ile engrafmanın vericiye ait olması durumu ve alıcıya ait kan sistemi hücresi varlığı belirlenir. Bu amaca yönelik çevre kanı kullanılır. Cinsiyet uyumsuz nakil olgularında karyogram ya da FISH yapılabilir veya Y geni PCR ile araştırılabilir. Eritrosit antijen analizi eritrositlerin uzun süren sağ kalımlarından dolayı erken dönem engrafman bilgisi verememektedir. Tam kimerizm: Kan sisteminin tamamiyle vericiye ait olması durumudur. Nakil endikasyonu kötücül hastalığın nüks riski daha düşük, verici kaynaklı T lenfositleri ve doğal öldürücü hücrelerce açığa çıkan graft versus host hastalığı riski yüksektir. Klinikte tam kimerizm sağlandıktan sonra kimerizm analizinin ancak nüks ya da graft reddi veya kaybı halinde yapılması önerilir. Karışık kimerizm: Kan sisteminin kısmen vericiye kısmen de alıcıya ait olması durumudur. Nakil endikasyonu kötücül hastalığın nüks riski yüksektir. Bu hastalarda klinik bulgularla uyumlu olarak belirli aralıklarla karışık kimerizmin tam kimerizme dönüp dönmediği izlenmelidir. Tam kimerizm gelişmiş olgularda şüphe halinde yapılan analizde karışık kimerizm tespit edilmesi halinde altta yatan hastalığı nüksü düşünülmelidir. Nakil sonrası karışık kimerizmin tam kimerizme dönmediği olgularda da nüks olasılığı olduğundan her iki grup hastada aynı vericiden lenfosit verilmesi (donör lökosit infüzyonu; DLI) tam kimerizm sağlayabilir. Nakil sonrası beklenen lökosit yükselmesi gelişmeyen hastalarda engrafman niteliği kimerizm analizi ile araştırılır. Alıcıya ait T lenfosit artışı graft reddi lehinedir. Kimerizm tipi nakil öncesi verilen hazırlama rejimi dozu ile ilişkili olabilir. Azaltılmış dozda hazırlama rejimlerini takiben kimerizm: Azaltılmış dozda hazırlama rejimi ile alıcıya ait kan sistemi tamamen yok edilmez, alıcıya ait bağışıklık sistemi baskılanır, tümör yükü azaltılır. Vericiye ait kan sistemi alıcıya ait kan sisteminin tamamen yok edilmemesine rağmen üretime başlayabilir. Ancak azaltılmış dozda hazırlama rejimini takiben erken dönemde karışık kimerizm gözlenir. Tam kimerizme döndürmek için DLI gerekebilir. Giderek artan vericiye ait kimerizm graft versus host hastalığı riski ile birlikte olabilir. Günümüzde azaltılmış dozda hazırlama rejimini takiben diziye özgül kimerizm analizi yapılması önerilmektedir. Giderek azalan T lenfosit kimerizmi (<%20 verici kimerizmi) graft kaybını gösterir. O nedenle azaltılmış dozda hazırlama rejimini takiben 2 – 4 hafta aralıklarla kimerim izlenmesi önerilir. T hücreleri azaltılmış kemik iliğinden nakil sonrası kimerizm izlenmesi: Graft kaybı riski yüksek, nakil endikasyonu kötücül hastalık nüks riski yüksektir. O nedenle nakil sonrası 1, 3, 6, ve 12.ayda kimerizm belirlenmesi önerilir. 27 TÜBERKÜLOZ İMMUNOLOJİSİ VE TÜBERKÜLOZ ENFEKSİYONU TANISINDA YERİ? Ahmet Soysal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı, İstanbul Tüberküloz epidemiyolojisi Tüberküloz (TB) HIV/AIDS’den sonra enfeksiyöz hastalıklar içinde dünyada ölüme neden olan ikinci en sık etkendir. M. tuberculosis dünya nüfusunun 1/3’ünü enfekte etmiştir ve 2000 yılı içinde 8-9 milyon yeni tüberküloz vakası görülmüş ve bunun yarısı, üç-dört milyon balgam yayması-müspet olgu rapor edilmiştir. Günümüzde tüberküloz enfeksiyonunun kontrol edilmesi için iki önemli strateji mevcuttur. Bunlardan ilki aktif hastalığı olan olguların tesbiti ve tedavisidir. Diğeri ise enfeksiyon havuzunu oluşturan enfekte fakat aktif hastalığı olmayan kişilerin tespiti ve latent enfeksiyonlarının tedavisidir. Tüberküloz fizyopatolojisi ve immün sistem ilişkisi Tüberküloz enfeksiyonu ve hastalığı M. tuberculosis basilinin damlacık yolu ile edinilmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Damlacıklar hava yolu ile alındıktan sonra büyük çaplı bronşlara yerleşirler ve orada kalırlar, bunların enfeksiyon geliştirme olasılığı düşüktür. Tüberküloz basili taşıyan daha küçük boyutlu damlacıklar alveollere ulaşır ve enfeksiyonu başlatabilir. İlk (primer) odak genellikle hava akımının ve basil depolanmasının daha fazla olduğu subplevral ve orta akciğer bölgelerindedir (akciğer üst lobunun alt kısımları, alt ve orta lobların üst kısımları). Bakteri alveoler makrofajlar veya dokudaki dendritik hücreleler tarafından alınır, basillerin çoğunluğu öldürülür veya inhibe edilir. Bunun yanında tüberküloz basili ilk olarak epiteliyal tip II pnömositler tarafından da tutulabilir. Bu hücre tipi alveollerde makrofajlardan daha fazla oranda bulunmaktadır ve M. tuberculosis’ in bu hücreleri enfekte ettiği ve içinde çoğalabildiği ex vivo olarak gösterilmiştir. Dendritik hücrelerin de enfeksiyonun erken dönemlerinde rol aldığı bilinmektedir. Bu hücreler makrofajlardan daha iyi antijen sunabilme kapasitesine sahiptir ve büyük olasılıkla T hücrelerin M. tuberculosis antijenleri ile uyarılmasında anahtar rol oynamaktadır. Basilin makrofaj içine alınması işlemi bakterinin makrofaj mannoz ve/veya kompleman reseptörleri ile etkileşmesi ile başlamaktadır . “Toll-like recep28 tor” (TLR) makrofajlar dahil olmak üzere bir çok immün sistem hücrelerinde bulunan transmembran reseptörlerdir. Bu reseptör ailesi içinde TLR2, TLR4, TLR5, TLR9 olmak üzere 10’a yakın reseptör bulunmaktadır. TLR2 reseptörü gram pozitif bakterilerin tanınması, TLR4 gram negatif bakterilerin lipopolisakkaritlerinin tanınmasını sağlar. Bunun yanında canlı M. tuberculosis basili TLR2 ve TLR4 reseptörlerini aktive edebilir. M. tuberculosis’in yapısında bulunan 19 kDa lipoproteini ve lipoarabinomannan TLR2’ye bağlanarak intrasellüler sinyal iletimini başlatır ve inflamatuar sitokin üretimini ve makrofaj aktivasyonunu sağlar . Alveol yüzeyinde bulunan sürfaktan protein A, basilin mannoz reseptörlerine bağlanmasını artırır. Bunun yanında aynı alveol yüzeyinde bulunan sürfaktan protein D ise basilin fagosite edilmesini engeller. Hücre içine alınan basil daha sonra endositik vakuol fagozom içinde bulunur. Eğer normal fagozom gelişimi olursa fagozom-lizozom füzyonu gerçekleşir. Böylelikle basil hücre içi öldürme mekanizmaları ile karşılaşmış olur. Bunlar asit pH, reaktif oksijen aracı molekülleri (ROAM), lizozomal enzimler ve toksik peptidlerdir. Bakterilerin makrofaj içinde öldürülmesi fagozomlar içinde olmaktadır. Birçok bakteri bundan etkilenmemek için bazı mekanizmalar geliştirmiştir. Bunun yanında tüberküloz basilinin insan makrofaj hücreleri içinde nasıl yaşamını sürdürdüğü veya endozom gelişimini nasıl engellediği kesin olarak bilinmemektedir. Basillerin çok az bir kısmı intrasellüler olarak çoğalmaya devam eder. Makrofaj öldükten sonra hücre içindeki basiller serbest kalır. Kan kaynaklı lenfositler ve monositler bu bölgeye ulaşır, daha sonra makrofajlara farklılaşır ve serbest kalan basilleri hücre içine alırlar, böylelikle enfeksiyon bölgesine yavaş olarak pnömonitis tablosu gelişmeye başlar. Hücresel immünite geliştikçe granülomun kazeöz merkezi gelişmeye başlar ve bu merkez fibroblastlar, lenfositler ve kan kaynaklı monositler ile çevrelenir. Tüberküloz basili bu kazeöz ortamda yaşamını sürdüremez çünkü burada oksijen miktarı çok azdır, ortam asidik pH’ya sahiptir ve toksik yağ asitleri bulunmaktadır. Bununla birlikte basillerin bazıları bu bölgede yıllarca kalabilir. Konak immün sistem- inin gücü enfeksiyonun bu aşamada durup durmayacağına karar veren faktördür. Bu aşamadaki enfeksiyon gizli (latent) veya persistan enfeksiyon olarak adlandırılmaktadır. Etkin bir bağışıklık sistemi olan bireyde enfeksiyon bu aşamada tutulur, kişi asemtomatik olarak hayatına devam eder. Granülom daha sonra fibrozis ve kalsifikasyon bırakarak iyileşir. Eğer bireyin bağışıklık sistemi enfeksiyonu bu aşamada kontrol edebilecek kadar kuvvetli değil ise veya latent olarak enfekte olan bireyin bağışıklık sistemi bağışıklığı baskılayan ilaçlar, HIV enfeksiyonu, malnütrisyon, yaşlanma, ve diğer nedenlerle zayıflamışsa granülom merkezi bilinmeyen bir mekanizma ile sıvılaşır ve basilin yaşaması için uygun bir ortam oluşur, sonuçta basil kontrolsüz olarak çoğalır ve buradan yayılmaya başlar. Enfekte makrofajlar lenfatikler yolu ile bölgesel lenf düğümlerine (hiler, mediastinal ve bazen supraklaviküler veya retroperitoneal) taşınırlar. Akciğer parankimindeki primer odak ve bölgesel lenfadenomegaliden oluşan bu patolojik durum akciğer grafisinde primer kompleks (Gohn kompleksi) olarak adlandırılmıştır. Bağışıklık sistemi zayıf olan bireylerde basil hematojen yolla tüm vücuda yayılabilir. Bu lenfohematojen yayılım sonunda birçok organda basil toplanmasına ve çoğalmasına rastlanabilir. Bu organlar arasında lenf düğümleri, böbrekler, uzun kemiklerin epifizleri, vertabra korpusları, subaraknoid boşluk komşuluğundaki juxtaepandimal meningeal bölgeler ve en önemlisi apikal posterior akciğer bölgeleri sayılabilir. Tip 4 aşırı duyarlılık yanıtı (tüberkülin reaktivitesi) gelişmesinden önce hem ilk fokus hem de metastatik odakta mikrobiyal çoğalma inhibe edilemez ise hastalık akciğer ve akciğer dışı alanlarda ilerlemeye devam eder. Tüberkülin reaktivitesinin gelişmesi 2 ila 10 hafta arasında olmaktadır. Tüberkülin yanıtının gelişmesi hücresel immünitenin geliştiğini ve doku hipersensitivitesinin ortaya çıktığının göstergesidir. Bundan sonra immün sistem basilleri öldürmeye başlayacak, büyük bir olasılıkla enfeksiyon kontrol altına alınacaktır. M. tuberculosis enfeksiyonunun olduğu, aktif TB hastalığının bulunmadığı, mikroorganizmanın insandan insana bulaşmadığı bu durum latent TB enfeksiyonu (LTBE) olarak adlandırılır. Olguların çok azında ilk akciğer odağı (Gohn odağı) ve bölgesel lenf düğümlerinde antijen konsantrasyonu giderek artar ve röntgende görülebilecek kadar kalsifikasyonlar oluşur (Ranke kompleksi, parankimal ve mediastinal kalsifik odak). Daha az olasılıkla akciğer apikal ve subapikal bölgelerinde metastatik odak yeterli sayıda nekroz ve hipersensitivite yanıtı oluşturacak canlı basil içerebilir ve ince kalsifik birikimler (Simon odağı) oluşturabilir. Tüberkülin hipersensitivite yanıtının ortaya çıkması eritema nodozum veya fliktenular keratokonjunktivit ile birlikte olabilir. Primer kompleks giderek büyüyebilir, çocuklarda büyük hiler ve mediastinal lenf düğümleri bronşiyal kollapsa neden olabilir. Tipik olarak küçük çocuklarda, beyaz olmayan ırklarda, yaşlılarda, hücresel immün yetmezliklerde ve AIDS hastalarında primer odak ilerleyen pnömoni bölgesi haline gelebilir ve primer progressif odak haline gelerek kavitasyon geliştirebilir. Bu- nun sonucunda bronşlara açılma olur. Yine küçük çocuklarda preallerjik lenfohematojen yayılım hiperakut miliyer tüberküloza neden olmaktadır. Bu yayılım, kazeöz materyaldaki mikroorganizmanın ya primer kompleks ya da pulmoner ven duvarlarındaki metastatik odaktan (Weigart odağı) kan akımına karışması ile olmaktadır. Hematojen yayılım küçük çocuklarda haftalar içinde TB menenjiti ile sonuçlanabilmektedir. Adölesanlar ve genç erişkinlerde subplevral primer odakta rüptür olabilir, bu durum basil ve antijenlerin plevral boşluğa akmasına ve plevral efüzyonun ortaya çıkmasına neden olur. M. tuberculosis ile enfekte olan bazı insanlarda, TB basili bağışıklık sistemini yenerek çoğalmaya başlar ve aktif hastalığın gelişmesine neden olur. Bu olay enfekte olunmasından hemen sonra veya yıllar sonra olmaktadır. ABD’de sağlıklı bireyler MTBE olup tedavi edilmediği takdirde, yaklaşık %5’inde ilk 2 yıl içinde diğer %5’inde ise hayatının kalan yıllarında TB hastalığı geliştiği görülmüştür. M. tuberculosis ile son 2 yıl içinde enfeksiyon diğer yönden sağlıklı bireylerde aktif TB hastalığının gelişmesi için en önemli risk faktörüdür. Tüberküloz enfeksiyonu tanısı ve immün yanıt Tüberküloz enfeksiyonunun kontrol edilmesinde innate (doğal) immünite ile hücresel immünitenin aktif görev aldığı bilinmektedir. Özellikle hücresel immün sistemde T hücrelerin antijen sunan hücreler ile uyarılması ve uyarılan hücrelerin interferon-gamma salgılayarak makrofajları uyarması tüberküloz basilinin çoğalmasının önlenmesi ve öldürülmesinde en önemli basamaklardan birisidir. Yüzyıllardan beri tüberküloz enfeksiyonu tanısında kullanılan test tüberkülin cilt testidir (TCT). Bu test tip 4 geçikmiş tip hipersensitivite yanıtıdır ve antijen olarak tüberküloz basili kültür infilratlarınadan elde edilen protein deriveleri (PPD) kullanılmaktadır. İkiyüzden fazla anijeni içeren PPD ile yapılan bu testin tüberküloz enfeksiyonu tanısında %100 duyarlı ve özgül değildir. Çünkü PPD gerek BCG aşı suşu gerekse diğer mikobakteri suşları ile çapraz reaksiyon vererek yanlış pozitif sonuç verebilmekte aynı zamanda birçok klinik durum ve bağışıklık sisteminin baskılandığı hallerde yanlış negatif sonuç verebilmektedir. Bununla birlikte hastalık prevalansına göre TCT duyarlılığı ve özgüllüğü ülkeden ülkeye göre değişebilmektedir. Tüberküloz ile savaşın ikinci önemli maddesini oluşturan enfekte bireylerin tespiti ve tedavisinde bu yüzden sıkıntılar yaşanabilmektedir. Enfeksiyon tanısı için özellikle BCG aşısından veya çevresel mikobakterilere maruziyetten etkilenmeyen ve bağışıklık sisteminin baskılandığı durumlar ve özellikle anerjik bireylerde kullanılabilecek daha duyarlı testlere ihtiyaç vardır. Bu amaçla tüberküloz basili ile hücresel immün sistem arasındaki ilişkiden yola çıkılarak yeni testler geliştirilmiştir. Tüberküloz basili ile karşılaşma sonucunda T hücreleri tarafından salgılanan interferon-gamma yanıtının ölçülmesi bu alanda gözlenen yeniliklerden biridir. Özellikle tüberküloz basili ile enfekte 29 bireylerde tüberküloza özgül immün yanıtın ölçülmesi çok önemli olacaktır. BCG aşı geliştirilmesi sırasında ve tüm tüberküloz basili genomu çalışmaları sonucunda yapılan genetik incelemeler sırasında BCG şusunun bir genom kaybettiği bu kaybolan genom segmentinin patolojik tüm M. tuberculosis kompleks yapılarında olduğu çevresel mikobakteri suşlarının bir çocuğunda bulunmadığı görülmüştür. RD1 genom segmenti olan bu genomik bölgenin fonksiyonları incelendiğinde ESAT-6 ve CFP10 adlı proteinleri salgılattıkları ve bu proteinlerin basilin virülensi ile ilişkili olduğu ve immün sistemi aktive edici özelliği olduğu gösterilmiştir. Bu antijenlerin TCT yanlış negatifliğe yol açan BCG suşu ve çevresel mikobakteriler tarafından sentez edilememesi tüberküloz enfeksiyonu tanısında önemli bir yenilik olarak görülmüştür. Bu amaçla son yıllarda tüberküloz aözgül antijenlerle uyarılması sonucu özgül interferon gamma yanıtını ölçen testler geliştirilmiştir. Günümüzde kullanılan iki test mevcuttur. İlki hastadan alınan tam kan örneğinin ESAT-6 ve CFP10 içeren tüplerde uyarılması sonucunda süpernatanda ELISA yöntemi ile interferon gamma yanıtı ölçülmesi 30 ilkesine dayanan Quatiferon-TB GOLD testi diğeri ise bireyden alınan kan örneğinde hücre kültürü ile T hücrelerinin toplanması ve bu hücrelerin anti-interferon-gamma kaplı ELISA plağı çukurcuklarında ESAT-6 ve CFP10 antijenleri ile enkübe edildikten sonra plak tabanında oluşan noktaları belirleme ilkesine dayanan bir tür ELISPOT testi olan T-SPOT TB testidir. Yapılan çalışmalarda bu testlerin aktif tüberküloz hastalığı ve tüberküloz enfeksiyonu tanısında TCT göre daha duyarlı ve özgül olduğu gösterilmiştir. Yalnız tüberküloz enfeksiyonu tanısında altın standart bir test henüz mevcut olmadığı için bu iki testinde gerçek duyarlılıkları ve özgüllüklerini belirlemek mümkün değildir. Aynı zamanda bu testlerin tüberküloz hastalığı ve enfeksiyonu ayırımını yapamadığını belirtmekte fayda vardır. Tüm bunları bize şunu göstermektedir ki tüberküloz basili ile konak immün yanıtı arasında geçen mekanizmaların tam olarak aydınlatılması ile hem tüberküloz hastalığı hem de tüberküloz enfeksiyonu tanısının daha kolay konulabileceği ve yeni tüberküloz aşılarının geliştirilmesine ışık tutacağı kesindir. HCV İMMUNOPATOGENEZİ Hakan Abacıoğlu Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, İzmir H CV tüm Dünyada 180 milyon dolayında kişiyi infekte eden ve klinik sonuçları dolayısıyla önemli bir toplum sağlığı oluşturan bir virüstür. Virüs bulaşı olan kişilerin %50 ile %80’de infeksiyon kronikleşir. Hastaların yaklaşık %10’da kronik hepatit zemininde yıllar içinde siroz ve hepatosellüler karsinom gelişebilir. HCV infeksiyonlarında karaciğer dışı patolojiler de sıktır. Bunlar arasında miks kriyoglobulinemi ve B-hücreli NHL gibi B-hücre kökenli hastalıklar ile diabet ve tiroiditler gibi endokrin patolojiler yer alır. Bu konuşmada, HCV infeksiyonlarının nasıl kronikleştiği ele alınmaktadır. HCV’nin temel hedef hücresi hepatositlerdir. Virüsün zarf glikoproteinleri hücre yüzeyindeki farklı moleküllerle etkileşerek hücre içine giriş sürecinde etkirler. Söz konusu moleküller arasında LDL-reseptörleri, glikozaminoglilkanlar, SR-BI, CD81, klaudinler ve okludinler yer alır. Virus hücre içine girdikten sonra endoplazmik retikulum (ER) membranlarından oluşan yapılar içinde replike olur. Replikasyonda lipid damlacıkları ve bunları çevreleyen “core” proteinleri görev alır. HCV’nin en temel özelliklerinden biri lipitler ile olan ilişkisidir. Virus ER mebranlarında VLDL ile birleşerek dış ortama salınır. Bu biçimde salınan ve lipoviropartikül olarak adlandırılan viral partiküller düşük dansiteli olup yüksek infektiviteye sahiptir. HCV yüksek replikasyon döngüsü (1010-1012 virus/gün) ve viral polimerazın yüksek hata hızı (1,5-2,0 x 10 -3 nt/döngü) nedeniyle birbirine benzer ancak oluşan mutasyonlar nedeniyle farklılıklar içeren bir viral populasyon (türümsüler) biçiminde bulunur. Türümsüler, kronikleşen infeksiyonlarda bağışık yanıtlardan kaçabilen virüslerin ortaya çıkmasını sağlar. HCV replikasyonu sırasında çok sayıda hücresel faktörle etkileşir. Bunlar arasında son yıllarda önemleri anlaşılan mikroRNA’lar da yer alır. MikroRNA (miRNA)lardan bazıları replikasyonu arttırırken (miR122 gibi), bazıları da baskılar (miR199a, vb). Bu ve benzer diğer hücresel faktörler yeni tedavi seçeneklerinin gelişimine destek verebilirler. HCV’nin temel bulaş yolu parenteral yoldur. Transfüzyon güvenliğinde sağlanan gelişmelerden sonra, gelişmiş ülkelerde damar içi uyuşturucu (DİU) kullanımı temel risk faktörü haline gelmiştir. Bulaş yollarının infeksiyonun sonucuna etkisine araştıran az sayıda çalışma vardır. Bu çalışmalarda vertikal bulaş ile transfüzyon yoluyla bulaş arasında bir fark bulunmazken, DİU ile diğer parenteral bulaş yolları arasında fark olup olmadığı konusunda belirgin bir yanıt alınamamıştır. Infektif doza yönelik çalışmalarda, düşük dozlarla infekte olanlarda KIR2DL3 genotipi yönünden homozigot olan bireylerde infeksiyonun sınırlı kaldığı, kronikleşmediği belirtilmiştir. NK hücrelerdeki inhibitör reseptörlerdeki polimorfizm yanı sıra diğer bir çok gen polimorfizmi ile HCV infeksiyonlarının sonuçları arasındaki ilişkilere yönelik son yıllarda çok sayıda çalışma yayınlanmaktadır. Bu çalışmalarda, belirli HLA alleleri, IL-10 ve TGF- promoterleri, ISG’ler ve son olarak da IFN- (IL-28B) genlerindeki polimorfizmin infeksiyonun sonuçlarına etkili oldukları tanımlanmıştır. HCV viral proteinleri aracılığıyla doğal bağışık yanıtların birçok basamağını kendi lehine etkiler. Hepatositlerde TLR 3 ve RIG-I HCV infeksiyonunu algılayan başlıca patern tanıyan reseptörlerdir. Bu reseptörler adaptör proteinler aracılığıyla sinyali hücre çekirdeğine ileterek hücrenin interferon sentezlemesine neden olur. Sentezlenen interferonlar, otokrin ve parakrin etkiyle IFNAR (ınterferon resptörleri) üzerinden JAK/STAT yolakları aracılığıyla interferonla stimüle edilen genleri (ISG) uyarırlar. Bu uyarı sonucu sentezlenen PKR, 2’-5’ OAS ve ADAR-1 gibi moleküller viral replikasyonu inhibe edici etki gösterir. HCV bu yolların tümünü bloke edici mekanizmalara sahiptir. Virusun NS3/4A proteinleri TLR-3 ve RIG-I adaptör proteinleri olan, sırasıyla TRIF ve IPS-I moleküllerini parçalar ve sinyalin iletilmesine engel olur. Diğer yandan, virusun “core” proteini JAK/STAT yolağını etkileyerek IFN etkisi ile uyarılan genlerin (ISG) aktivasyonuna engel olur. Ayrıca, söz konusu ISG’lerden PKR ve 2-5 OAS virusun NS5A ve E2 proteinleri tarafından etkisiz hale getirilirler. 31 Karaciğerde NK ve NK-T hücreleri yoğun olarak bulunur. Bu hücrelerin viral infeksiyonlardaki önemi bilindiğinden HCV’deki rolleri üzerine çok sayıda araştırma yapılmış ve yayınlanmıştır. Bu çalışamalarda çelişkili sonuçlar alınmaktadır. Ancak, kronik HCV infeksiyonlarında NK hücrelerinde hem sayısal hem de işlevsel yönden defektler olduğu belirtilmektedir. Yeni çalışamalar, bu defektlerin belirli NK alt gruplarında ortaya çıktığı yönündedir. HCV proteinlerinin, özellikle de “core” proteinin hedef hücrelerde inhibitör ligandların ekspresyonunu arttırarak NK hücrelerini inhibe ettiği gösterilmiştir. Rekombinant E2 proteini ile NK hücresindeki CD81 arasındaki bağlanmanın NK hücresini inhibe ettiği gösterildiyse de tam virus kullanılarak yapılan deneylerde bu sonuç doğrulanamamıştır. HCV dendritik hücre (DC) işlevlerini bozarak da dolaylı olarak NK aktivasyonunu etkileyebilir. DC’lerin MICA/B gibi uyarıcı moleküllerin ekspresyonundaki azalma NK hücrelerinin aktivasyonuna engel olabilir. Dendritik hücrelerdeki disfonksiyon kronik HCV infeksiyonlarında görülen etkisiz adaptif bağışık yanıtların nedenlerinden biridir. Yapılan çalışamalar, infeksiyondan iyileşmenin antikor yanıtlarına bağlı olmadığını, agamaglobulinemik çocukların HCV infeksiyonunu ortadan kaldırabildiğini göstermiştir. Antikorlar, yine de infeksiyonun sınırlanmasına etki etmektedir. Diğer yandan, viral klirens güçlü ve kalıcı bir hücresel yanıtla ilişkilidir. Virüsü ortadan kaldırabilen bu tür bireylerde virusun farklı proteinlerindeki antijenik determinantlara karşı güçlü bir T-hücre yanıtı saptanmaktadır. Bu yanıtlar yıllar sonra bile saptanabilirken, antikor titrelerinin yıllar içinde konsantrasyonlarının giderek azaldığı saptanmıştır. Kronik HCV infeksiyonlarında görülen etkisiz adaptif yanıtların diğer nedenleri arasında hücresel yanıtlarda bozulma, etkisiz antikor yanıtları ve türümsüler aracılığıyla bağışık yanıtlardan kaçış yer almaktadır. DC’lerdeki disfonksiyon bu hücrelerin doğrudan HCV ile infeksiyonuna bağlı olabileceği gibi infeksiyon olmaksizin da işlev yitimi ortaya çıkabilir. “Core” ve NS3 gibi viral proteinler DC’lerin olgunlaşmasına engel olarak etkin antijen sunumu yapma yeteneklerini azaltabilir. Diğer yandan “core”, NS3 ve NS5 proteinleri olgun DC’lerde apoptoza neden olabilmektedir. DC disfonksiyonu T-hücre uyarımının yetersiz olmasına neden olabilir. “Core” proteini T-hücre olgunlaşma-farklılaşma basamaklarında bloklara neden olarak hücresel 32 yanıtları etkilemektedir. HCV ile kronik infekte bireylerde T-hücrelerinde antiviral sitokin yanıtı, sitotoksisite ve proliferatif yeteneklerde azalma ile seyreden bir “tükenme” (exhaustion) durumu görülebilmektedir. Bu duruma neden olan faktörler arasında core-gC1qR etkileşimi, PD-1 ekspresyonunda artma / CD127 (IL-7R) ekspresyonunda azalma ve Tim-3 ekspresyonunda artma gibi mekanizmalar tanımlanmıştır. Regulatuvar T hücrelerinin (Treg) HCV infeksiyonundaki yeri tam olarak aydınlatılamamıştır. Kronik HCV infeksiyonlarında CD4+CD25+ T hücrelerinde bir artış olduğu belirtilse de aksi yönde kanıtlar da bulunmaktadır. HCV ile kronik olarak infekte hastaların karaciğerlerinde FoxP3 + Tr hücreleri ve IL-10 salgılayan HCV spesifik CCR7CD8+ Tr hücrelerinin varlığı gösterilmiştir. Türümsüler hem sıvısal hem de hücresel bağışık yanıtlardan kaçabilen mutant virüsleri barındırabilir. Yapılan çalışmalar, HCV’nin antikor yanıtlarından yalnızca türümsüler aracılığıyla değil farklı mekanizmalarla da kaçabildiğini göstermiştir. Bunlar arasında; Nt olmayan antikorlarla etkileşim, LDL/VLDL tarafından maskelenme, HDL tarafından etkileşim, glikolizasyona bağlı maskelenme ve virüsün hücreden-hücreye geçebilmesi yer alır. Ayrıca, E2 proteininin B-lenfositlerdeki CD81 ile etkileşimi immunglobulin genlerinde hipermutasyonlara neden olarak etkinliği azalmış immunglobulinlerin sentezlenmesine neden olabilmektedir. Sonuç olarak, HCV hem doğal hem de adaptif bağışık yanıtların hemen tamamını etkileme yeteneğine sahip bir patojendir. Aşı ve yeni tedavi seçeneklerinin geliştirilebilmesi için HCV patogenezindeki bilinmeyenlerin yeni araştırmalarla keşfi gereklidir. Kaynaklar • Bengsch B, Thimme R and Blum H.E. Role of Host Genetic Factors in the Outcome of Hepatitis C Virus Infection. Viruses 2009; 1: 104-125 • Diepolder M. New insights into the immunopathogenesis of chronic hepatitis C. Antiviral Research 2009, 82: 103–109 • Sklan EH, Charuworn P, Pang PP, Glenn JS. Mechanisms of HCV Survival in the Host. Nat Rev Gastroenterol Hepatol. 2009; 6: 217-227 • Post JJ, Ratnarajah S , Lloyd AR. , Immunological determinants of the outcomes from primary hepatitis C infection. Cell. Mol. Life Sci. 2009, 66: 733 – 756 • Thio CL. Host Genetic Factors and Antiviral Immune Responses to HCV. Clin Liver Dis. 2008, 12: 713–726. • Zeisel MB, Cosset FL, Baumert TF. Host Neutralizing Responses and Pathogenesis of Hepatitis C Virus Infection. Hepatology 2008, 48; 299-307 DOĞAL VE EDİNSEL İMMÜN SİSTEMLER ARASI ETKİLEŞİMLER: MAKROFAJLAR VE NİTRİK OKSİT Vedat Bulut Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, İmmünoloji Anabilim Dalı, Beşevler, Ankara D oğal ve edinsel immün sistem gelişim hızları, bellek durumu ve savunma yanıtlarının etkinlikleri açılarından farklılıklar göstermelerine karşın, her iki sistem bir arada ve işbirliği içerisinde çalışan sistemlerdir. Yaşamın ilk aylarında temel etkin savunma doğal immün sistem kaynaklı olup, maternal özgül antikorlar destek vermektedir. Ancak, ilerleyen dönemde her iki sistem iç içe ve eş zamanlı çalışırlar. Her iki sistemin sıvısal ve hücresel unsurları yabancı olarak algıladıkları (non-self) veya sonradan yabancılaştıkları (tolerans kaybı) antijenleri hedef edinirler. Doğal ve Edinsel İmmün Sistemin unsurları arasında karşılıklı ve çapraz etkileşimler bu dört unsur arasında gerçekleşir. Doğal ve edinsel immün sistemlerin hücre-hücre etkileşimlerinin en klasik şekli antijen sunumunda görülmektedir. İmmünoloji biliminin son on yılında antijen sunan hücrelerden makrofajların da dentritik hücreler gibi kutuplaştıkları, M1 ve M2 hücreler şeklinde farklı etkinleştikleri anlaşılmıştır (1). İFN-, LPS, GM-CSF ve TNF gibi sitokinler makrofajları M1 (klasik, İL12high, İL-23high, İL10low) tipinde farklılaştırmakta ve etkinleştirmektedir. Buna karşın, İL-4, İL-13, immün kompleksler, İL-10 ve glukokortikoitler M2 (non-klasik, İL12low, İL-23low, İL10high) makrofaj fenotipine yol açmaktadır. M1 makrofajlar Tip 1, M2 makrofajlarsa Tip 2 immün yanıtı şekillendirirler. M1 makrofajlar yoğun RNİ ve ROİ üretimi yaparak mikrobisidal etki gösterirler. Bir diğer mekanizma mikrobiyal uyarıyla makrofajların etkinleşmesi sonrası gözlenen ardışık etkileşimler sırasında oluşur. Mikrobiyal yüzey antijenler TLR veya scavenger reseptörler tarafından tanınarak makrofajları etkinleştirmektedir. Bu etkinleşme Tip 1 immün yanıt yönünde İFN- üretimini tetiklemektedir. İFN- üretimi de makrofajlarda MHC sınıf II molekül sunumu ve akut faz yanıtını düzenleyen İL-6, TNF- ve İL-1 gibi sitokinlerin üretimini artırmaktadır. Makrofajlara benzer şekilde, diğer temel antijen sunan hücre kümesi olan dentritik hücreler de TLR profillerine göre alt kümelere ayrılmaktadır. Myeloid (klasik), plazmositoid, CD8+, CD11b+ dentritik hücre alt kümelerinin edinsel immüniteye etkileri tanımlanmıştır (2). Sıvısal-hücresel etkileşimler ise sitokinlerin ve kemokinlerin etkileriyle gerçekleşir. Bu etkileşimler hedef hücreleri etkinleştirmekte veya baskılamaktadır. Sitokinlerin bu iki sistemi köprülemesinde en iyi anlaşılmış olan mekanizmalar Th1/Th2 kutuplaşması ve immün sistemin yanıt tipinin belirlenmesinde karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, etkin T hücrelerin ürettiği İFN- makrofajları etkinleştirmekte, buna karşın Th2 hücrelerin ürettikleri İL-4 makrofajların nitrik oksit gibi üretimleri başta olmak üzere bu hücrelerin bir çok işlevini baskılamaktadır (3). Diğer taraftan, yangı bölgesinde artan nitrik oksitin (NO) lenfosit alt kümelerini ve sitokin üretimlerini düzenlediği ve geri beslemeli bir kontrol sağladığı görülmektedir (4). Th1 hücrelerin salgıladığı İL-12 NK hücreleri etkinleştirmekte ve NK’ların etkinleşmesi NK’lardan İFN- üretimini tetikleyerek Tip 1 immün yanıta destek sağlamakta ve belki de Th1 baskın yanıtın tetikleyicisi olmaktadır. Diğer taraftan, makrofajlar ve dentritik hücrelerden üretilen İL-10 İL-12 üretimini ve Th1 güdümlü yangıyı baskılamaktadır. Anahtar kelimeler: Makrofaj, nitrik oksit, Th1/Th2 kutuplaşması Kaynaklar: 1. Mantovani A. (2006) Macrophage diversity and polarization: in vivo veritas, Blood, 108: 408-409. 2. Getz GS, (2005) Bridging the innate and adaptive immune systems, Journal of Lipid Res. 46: 619-622. 3. Bulut V. (2007) yardımcı T hücreler ve immün sistemin düzenlenmesi, Türk Klin J Int Med Sci 3: 39-46 4. Bulut V., Severn A. Godekmerdan A. (1998) İnterlökin-4 ve İnterlökin 10'un Makrofajların Nitrik oksit Üretimleri Üzerine Etkileri, Mikrobiyoloji Bülteni, 32: 73-79. 33 ALLERJİK İMMUN YANITTA ENDOTOKSİN Ömer Kalaycı Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Allerji ve Astım Ünitesi, Ankara A stım, kompleks genetik hastalıklara en iyi örneklerden biridir. Kistik fibrosis gibi tek gen hastalıklarından farklı olarak tek bir gendeki yapısal değişikliklere bağlı olarak ortaya çıkmaz. Astım, birden fazla genin birbiri arasındaki ilişki ve bu ilişki ile çevrenin yoğun olarak etkileşmesi sonucu ortaya çıkar (1). Son 20 yılda astım genetiğine ait çok sayıda çalışma yayınlanmıştır (2). Bu çalışmaların bir çoğunda toplumdan topluma farklı bulgular elde edilmiştir. Bir genetik değişkenlik bir toplumda astım riskini artırırken bir diğerinde azaltmış, bir diğerinde ise hiç etki etmemiştir. Bu çelişkili bulguların genel olarak toplumlar arası etnik farklılklardan kaynaklandığı düşünülmüştür. Yakın zamanlarda bu farklılıklara etki eden bir diğer faktörün de çevre ile genetik yapı arasındaki farklı ilişkiler olabileceğini ortaya koyan çalışmalar yayınlanmıştır. Yani, aynı genetik değişkenlik, karşılaştığı çevresel koşuldaki farklılığa bağlı olarak, farklı bir biolojik yanıta neden olmaktadır. Örneğin Bouzigon ve arkadaşları (3), 17q21’de yer alan 36 tek nükleotid polimorfizminden (SNP) 11 tanesinin astım ile ilişkili olduğunu; ancak erken başlangıçlı astım ile bu SNP’lerin bağlantısının daha kuvvetli olduğunu göstermişlerdir. Hayatın erken döneminde sigara maruziyeti analize dahil edildiğinde ise bunlardan bazılarının sadece sigara ile teması olan kişilerde erken çocukluk çağı astımına yol açtığı, eğer sigara teması yoksa bu SNP lerin stım riskini artırmadığı bulunmuştur. Filagrin, epidermiste yeralan ve derinin bariyer fonksiyonuna katkıda bulunan bir proteindir. Filagrin geninde fonksiyon kaybına yol açan mutasyonların epitel bütünlüğünün bozulmasına neden olduğu ve derinin su kaybını kolaylaştırarak egzema gelişimini artırdığı düşünülmektedir. Bir doğum kohortunda Filagrin mutasyonunun yaşamın ilk yılında egzema riskini 2.6 kat, eğer kedi ile temas öyküsü varsa 11.1 kat artırdığını gösterilmiştir. Yani, kedi olan bir evde doğan bir bebek filagrin geninde belli bir mutasyonu taşıyor ise egzema riski neredeyse %100’e yaklaşmaktadır (4). 34 Çevre-endotoksin-CD14 Endotoksin gram-negatif bakterilerin dış yüzeyinde bulunur. Lipopolisakkarit (LPS) endotoksini oluşturan ana kısımdır. Çeşitli tip LPS reseptörleri tanımlanmıştır. Bu reseptörlerden en önemlisi CD14 molekülüdür. CD14 geninin IgE lokusuna çok yakın yerleşim göstermesi nedeni ile bu gende olabilecek fonksiyonel mutasyonların IgE sentezi üzerinde etkisi olabileceği düşünülmüş ve CD14 geni promotor bölgesinde yer alan çeşitli mutasyonlarla serum sCD14 ve total IgE arasındaki bağlantı araştırılmıştır. Bu konudaki öncü çalışmada Baldini ve arkadaşları Tucson bölgesinde genel populasyonu temsil eden 481 çocukta CD14-159 polimorfizminin sıklığını ve IgE sentezi üzerine etkisini araştırmışlar ve TT homozigotlarda dolaşımda sCD14 miktarının artmış olduğunu aynı zamanda bu bireylerde IgE miktarının azalmış olduğunu belirlemişlerdir (5). Bu konuda daha sonra gerçekleştirilen çalışmalar ise bazı topluluklarda C allelinin bazılarında T alleleinin yüksek IgE ile ilişkili olduğunu gösterirke, bazı topluluklarda ise bu genotiplerle IgE düzeyleri arasında bir ilişki gösterilememiştir. Yakın zamanda yapılan çalışmalar bu farklı bulguları açıklayacak faktörlerden bir tanesinin de karşılaşılan endotoksin dozu olduğunu ortaya koymuştur (6). Bu konuşmada, CD14 genindeki değişkenliğin astımlı Türk çocuklarında IgE düzeylerine olan etkisi özetlenecek ve bunun moleküler ve hücresel mekanizmalrına ait son yıllarda gerçekleştirdiğimiz çalışmaların bir özeti sunulacaktır. Kaynaklar 1. Patino CM, Martinez FD. Interactions between genes and environment in the development of asthma. Allergy 2001;56:279-86. 2. Ober C, Hoffjan S. Asthma genetics 2006: The long and winding road to gene discovery. Genes and Immunity. 2006;7:95-100. 3. Bouzigon E, Corda E, Aschard H, Dizier MH, Boland A, et al. Effect of 17q21 variants and smoking exposure in early-onset asthma. N Engl J Med. 2008;359(19):1985-94. 4. Bisgaard H, Simpson A, Palmer CN, Bønnelykke K, McLean I et al. Geneenvironment interaction in the onset of eczema in infancy: filaggrin loss-offunction mutations enhanced by neonatal cat exposure. PLoS Med. 2008;5: e131 5. Baldini M, Lohman IC, Halonen M, Erickson RP, Holt PG, Martinez FD. A Polymorphism* in the 5’ flanking region of the CD14 gene is associated with circulating soluble CD14 levels and with total serum immunoglobulin E. Am J Respir Cell Mol Biol. 1999;20:976-83. 6. Martinez FD. CD14, endotoxin, and asthma risk: actions and interactions. Proc Am Thorac Soc. 2007;4:221-5. 35 DOĞAL İMMÜN SİSTEM VE NEOPTERİN Ayşegül Atak Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İmmünoloji Anabilim Dalı, Ankara H em doğal hem de adaptif hücresel immün cevabın çok çeşitli hastalıkların patogenezinde rol oynadığını bilmekteyiz. TH1 tipte immün cevapta, interferon-gama (IFN-) kritik bir öneme sahiptir; özellikle antijen-spesifik immün cevabın düzenlenmesinde önemli bir seri immünolojik reaksiyonu tetikler. İmmün aktivasyonun kronik safhasında ise, sistemik olarak artmış olan IFN-’nın rolü artık antijen-spesifik değildir ve adeta immün yetmezlik gelişimine neden olmaya başlar. IFN-, insan monosit/makrofajlarından ve dendritik hücrelerinden neopterin üretimini uyarır. İlk kez 1965’te insan idrarından izole edilen neopterin’in (1’,2’,3’-D-eritro-trihidroksipropilpterin) bir immün aktivasyon belirteci olduğu ancak 1980’lerin başında anlaşılmış ve daha sonra da insan monosit/makrofaj ve dendritik hücrelerinin bir ürünü olduğu bulunmuştur. Düşük moleküler ağırlıklı, konjuge olmayan bu pteridin, GTP’den GTP-siklohidrolaz I yolağı ile sentezlenir. Bu enzim pek çok türde ve hücrede IFN- tarafından indüklenebilir, ancak diğer hücrelerin çoğundan farklı olarak insan monosit/makrofaj ve dendritik hücrelerinde, bu yolağın IFN-’ya duyarsız olan devam enzimleri eksprese edilmez. Bu nedenle bu hücrelerde, NO üretiminde önemli bir kofaktör olan 5,6,7,8-tetrahidrobiopterin (BH4) yerine, defosforilasyon ve oksidasyon basamaklarından sonra neopterin sentezlenir. İnsan endotel hücreleri ve B-lenfositler gibi bazı diğer hücre tipleri de çok az miktarlarda neopterin sentezlerken T hücrelerinin neopterin ürettiğine dair bir bulgu mevcut değildir. TH1 tipinde bir sitokin olan IFN-, insan makrofajlarında GTP siklohidrolaz I’in, dolayısı ile de, neopterin sentezinin en etkili indüktörüdür. Neopterin konsantrasyonları IFN aktivitesini yansıttığı için, neopterin sistemik immün aktivasyonun, özellikle de IFN- üreten T ve NK hücrelerinin aktivasyonunun, önemli bir belirteci sayılabilir. IFN- uyarımı ile aktive olan makrofajların neopterin üretimi, sadece makrofaj aktivitesini değil, aynı zamanda da hücresel immün cevapta yer alan diğer hücre popülasyonlarının da aktivasyon durumunu yansıtır. 36 Ayrıca neopterin redoks-sensitif transkripsiyon faktörlerini aktive ederek, oksidasyon dengesini etkileyerek ve spesifik hücrelerde apoptozisi indükleyerek de immün cevabı değiştirmektedir. Neopterin artmış oksidatif stresin dolaylı bir belirteci olarak da kabul edilebilir. Biyolojik olarak inert bir madde olan neopterin sadece böbrekler yolu ile idrarda atılır. Oysa sitokinlerin biyolojik yarı ömürleri ve ölçüm için ulaşılabilirlikleri genellikle diagnostik açıdan problemlidir. IFN- gibi sitokinler hızla hedef yapılara bağlanır veya çözünür reseptörlerle nötralize edilir; lokal üretilen sitokinlerin dolaşıma ulaşması ve sonuçta laboratuar yöntemleri ile vücut sıvılarında saptanması oldukça zordur. Bu yüzden hücresel immün cevabın aktive olduğu durumlarda vücut sıvılarında yüksek düzeyde bulunan neopterinin, immün aktivasyonu hassas bir şekilde monitörize etmek için kullanılması sitokinleri ölçmeye göre çok daha kullanışlıdır. Ayrıca neopterin seviyelerinin ölçülmesi sadece tek bir sitokinin etkisini yansıtmaz, aynı zamanda immünolojik ağın total etkilerinin ve monosit/makrofaj popülasyonları üzerindeki etkileşimlerinin belirlenmesine de olanak sağlar. IL-12 gibi TH1 sitokinler, IFN- ile uyarılmış periferik kan mononükleer hücrelerinden neopterin üretimini artırırken; IL-4 ve IL-10 gibi TH2 sitokinler azaltır. TNF-’nın neopterin üretimi üzerine doğrudan bir etkisi olmamasına rağmen bir süperindüktördür. Özetle; immünokompetan hücreler arasındaki çoklu kooperasyonların yansıtan bir diagnostik araç olması neopterin analizinin en göze çarpan değeridir. Serum ve plazmada neopterin düzeyi aynıdır ve normal değeri 10 nmol/l’nin altı olarak kabul edilir. Neopterin ayrıca idrar, plevral sıvı, serebrospinal sıvı, pankreatik sıvı ve asit sıvısı gibi tüm vücut sıvılarında da ölçülebilir. Doğrudan güneş ışığına hassas olduğu için neopterin ölçümü yapılacak örneklerin koyu renkli veya alüminyum folyoya sarılı tüplerde taşınması gerekir. İdrarda neopterin ölçümü genellikle HPLC yöntemi ile yapılırken diğer örneklerde ELISA veya RIA kullanılmaktadır. Over kanseri, endometriyal kanser, rahim sarkomları, vulvar kanser gibi jinekolojik kanserler; meme kanseri; non-Hodgkin ve Hodgkin lenfomalar gibi hematolojik malignansiler; malign miyeloma; hepatosellüler karsinoma; kolrektal kanserler; renal hücreli kanser gibi çok çeşitli kanser türlerinde neopterin konsantrasyonları yüksek bulunmuştur. Sıklıkla, yüksek neopterin düzeyi ile ilerlemiş tümör evresi arasında bir korelasyon saptanır ve kötü prognoza işaret eder. Relaps ve metastazlarda da neopterin seviyesi yükselir. Bu yüzden idrarda artmış neopterin atılımı veya serumda yüksek neopterin ölçümü hastalığın ilerlemesine ve fataliteye işaret eder. Tümörlü bireylerde neopterin ölçümü hem biyolojik hem immünolojik açıdan bilgi sağlamaktadır. Malign hastalıklar dışında da hücresel immün aktivasyonun olduğu pek çok durumda neopterin seviyeleri yüksek saptanmaktadır: Allograft rejeksiyonu, otoimmün hastalıklar (Romatoid artrit, SLE, Crohn hastalığı, Behçet hastalığı), viral enfeksiyonlar (AIDS), intrasellüler bakteriyel enfeksiyonlar (tüberküloz). Ekstrasellüler bakteriyel enfeksiyonlarda ise neopterin seviyeleri yüksek bulunmamıştır. Transplantasyon sonrasındaki en önemli iki immün komplikasyon, rejeksiyon ve enfeksiyonlardır. Olayın immünolojik yapısına rağmen tanı halen fonksiyonel testlere ve organ biyopsilerine dayanmaktadır. Yapılan çalışmalar organ transplantasyonlarından sonra neopterin düzeyleri immün moniterizasyonda kullanılabileceğini göstermektedir. Serum veya idrar neopterin düzeyi, HIV-1 enfeksiyonları için güvenilir bir belirteçtir; hassas bir şekilde hastalığın ilerleyişini ve anti-retroviral tedavinin etkinliğini yansıtır. Akut HIV-1 enfeksiyonunda, çok erken safhada, henüz antikor yapılmadan önce, neopterin artışı izlenir; bundan sonra neopterin düzeyi ile dolaşımdaki HIV-1 yükü yakın korelasyon gösterir. Başlamasında ve ilerlemesinde enflamasyonun anahtar rol oynadığı aterosklerozda da neopterin seviyesinin önemi anlaşılmıştır. Koroner veya periferik arter hastalığı olup yüksek neopterin seviyesi saptananlarda, daha yoğun tedaviler verilmesi önerilmektedir. Merkezi sinir sisteminin TH1-baskın bir otoimmün hastalığı olarak kabul edilebilen multipl seklerozda da idrar neopterin düzeylerinin hastalığın ilerlemesinin takibinde kullanılabileceği düşünülmektedir. Uzun süren kronik hastalıklarda gözlenen depresif semptomlar ve kongnitif yetilerdeki azalmayla giden nöropsikiyatrik anormalliklerin neopterin üretimin ve trptofan degradasyonundadeki artış ile korele olduğuna dair çalışmalar mevcuttur. Sonuç olarak; enfeksiyonlar, otoimmün hastalıklar, malign hastalıklar, transplantasyon sonrası monitörizasyon, kan transfüzyonları, immünomüdülatör terapilerin izlenmesi gibi durumlarda, hücresel immün aktivasyonun çok önemli bir göstergesi olarak, serum/plazma, idrar veya vücut sıvılarında neopterin düzeylerinin ölçülmesi ve izlenmesi klinik açıdan büyük önem taşımaktadır. 37 KANSERİN İMMÜNOLOJİK UYKUSU (CANCER DORMANCY) Dicle Güç Hacettepe Üniversitesi, Onkoloji Enstitüsü, Temel Onkoloji Anabilim Dalı, Ankara U yku (dormancy) aslında canlılar ve özellikle de bitkiler açısından fizyolojik bir durumu anlatır ve genel olarak betimlenen şey durağan ve sessiz hale gelmiş bölünmeyen hücrelerdir. Bunun doğadaki en güzel örneği kışın çimlenmeyi bekleyen tohumlardır. Kanserin uyku hali ise kanserin ilerlemesi sırasında ya da tedavi sonrası artık (residual) hastalığın var ama bulgusuz olduğu evredir. Bu bulgusuz evre özellikle meme kanseri hastalarında sık görülmekte ve bazen 20-25 yıl bulgusuzluk sonrası kanser uykudan uyanarak yeniden hastalık ilerlemektedir. Tümörler iki tip uyku hali gösterirler. Bunlardan birincisi “Hücresel Uyku”dur. Bu uyku tipinde kanser hücreleri hücre döngüsünün G0-G1 fazında duraklamış haldedirler. Tümör hücreleri aktif değildir ve hastada herhangi bir klinik bulgu yoktur. İkinci tip uyku ise Tümörün “Kütlesel Uyku”sudur. Kütlesel uykuda kanser hücreleri bir sayının üzerinde artış göstermezler. Ancak gerçekten bir inaktivasyon söz konusu değildir. Burada genellikle kanser hücrelerinin proliferasyon ve apoptozise gitmesi arasında bir denge mevcuttur ve bu denge sonucunda tümör kütlesinin boyutunda bir değişiklik olmaz. Bu tür tümörler genellikle zayıf damarlanma gösterirler ve tümörü dengede tutacak bir immün yanıt söz konusudur. Kanser hücrelerinin uykuda kalmasını sağlayan üç önemli faktörden söz edilmektedir. Bunlardan ilki yukarıda da bahsedilen “Hücresel Uyku”dur. Hücresel uykuda, hücreler sükunet (quiescence) veya yaşlılık (senecence) sürecine benzer bir sürece girerler. Kanser hücreleri hücresel uykuya dalınca hücre döngüsünün G0-G1 fazında dururlar. İkinci faktör, “Anjiojenik Uyku”dur. Bu, tümörlerin gelişip ilerlemesinde çok kritik bir adımdır. Eğer kanser hücreleri yeni damarlanma gelişimini sağlayamaz, varolan damarlanmayı yeniden düzenleyemezse anjiojenik olmayan (nonanjiojenik) tümör halini alırlar. Anjiojenik olmayan tümörler mikroskopik büyüklüktedir ve kütlesini arttıramaz. Büyüklükleri 1mm ‘nin altındadır, beyaz veya şeffaf görünümdedirler. 38 Metabolik olarak aktif halde olmalarına rağmen yani çoğalmalarına rağmen apoptozise de giderek ve yeni damar oluşumlarını engelleyerek uykularını sürdürürler. Tümörlerin Anjiojenik dönüşümü pro-anjiojenik ve anti-anjiojenik faktörlerin arasındaki dengenin bozulması sonucunda gerçekleşir. Bu da genellikle dış kaynaklı bir uyaran sonucu ortaya çıkar. Anjiojenik olmayan tümörlerin genellikle trombospondin-1 (TSP) gibi anti-anjiojenik faktörleri, vasküler endotelial büyüme faktörü (VEGF) gibi pro-anjiojenik faktörlerden daha fazla eksprese ettikleri belirtilmekle birlikte bu kural her zaman geçerli de olmayabilir. Anjiojenik aktivite gösteren tümörler ise anjiojenik tümörler olarak adlandırılırlar ve hızla büyüyen, kırmızı renkli, spontan metastaz yapan, ölümcül tümörlerdir. Tümörleri uykuda tutan son faktör ise immün sistem yani “İmmünolojik Uyku”dur. Tümörler, immün sistem ve tümör hücreleri arasında oluşan denge sonucunda da uzun yıllar uykuda kalabilirler. Kanserin İmmün Şekillendirilmesinin ikinci evresi olan denge (equlibrium) evresinde kanser hücrelerinin, immünitenin hücresel ve moleküler kontrolü ile sürekli denge fazında kalabileceği ve hastaların bulgusuz olarak yıllarca yaşayabileceği bildirilmiştir. Bunun en somut örneği ise; daha önceden kanser tanısı alıp tedavi sonrası hastalıksız yaşayan ve ölen kişilerden yapılan organ nakillerinden sonra immün sistemi baskılanmış olan alıcılarda, vericiye ait kanserin ortaya çıkmasıdır. Vericide immün sistemin kontrolü altında dengede tutulan kanser hücreleri, immün sistemi baskılanmış alıcı da kontrolsüz kalarak kanser oluşumuna neden olmuştur. Kanserli hücrelerin kontrolünde rol oynayan başlıca immün sistem hücreleri; kemik iliğinde yer alan hafıza T hücreleri, CD8+ T hücreler ve Th1 hücrelerdir. İmmün kompetan farelerde oluşturulmuş MCA sarkom modelinde de, uykudaki kanser hücrelerinden T hücrelerinin ayıklanması, IL-12 veya IFN gammanın nötralize edilmesi progresif tümör oluşumuna neden olmaktadır. Kaynaklar 5. Wieder T ve ark., (2008) T cell mediated help against tumor. Cell Cycle 7:19,2974-2977. 1. Quesnel B., (2008) Tumor dormancy and immune escape. APMIS 116:685694. 6. 2. Hedley BD ve Chambers AF., (2009) Tumor Dormancy and Metastasis. Adv Can Res. 102:67-101. Schirrmacher V., (2001) T cell immunity in the induction and maintenance of a tumor dormant state. Cacer Biology, 11:285-295. 7. 3. Pantel K, Alix-Panabieres C, Riethdorf S., (2009) Cancer micrometastasis. Nat Rev Clin Oncol 6(6):339-351. Mahnke YD ve ark., (2005) Maintenance of long term tumor specific t cell memory by residual dormant tumor cells. Immunology. 115:325-336. 4. Teng MWL. Ve ark.,(2008) Immune mediated dormancy: an equilibrium with cancer. J Leukoc. Biol. 84:988-983. 39 TÜMÖR BASKILAYICI BİR MEKANİZMA: OTOFAJİ Devrim Gözüaçık Sabancı Üniversitesi, Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi, Orhanlı-Tuzla, İstanbul K anser biyolojisi alanındaki en son gelişmelerden biri, “otofaji” adı verilen bir hücresel olayın, kanser oluşumu ve tedaviye yanıtıyla doğrudan bağlantılı olduğunun farkına varılmasıdır. Otofaji, sitoplazma ve organellerin, çift ya da çok katlı zardan oluşan veziküller (otofajik veziküller) tarafından lizozoma taşınması ve orada yıkılması şeklinde tanımlanır. Normal koşullar altında, bazal düzeydeki otofaji bira mayasından insanlara kadar tüm canlılarda görülür ve uzun ömürlü proteinlerle vadesi dolmuş organellerin yıkımında rol oynar. Ortamda amino asit veya büyüme hormonlarının yeterli düzeyde bulunmamasının yol açtığı hücresel açlık durumunda ise otofaji, yapıtaşlarının geri dönüşümüne yol açarak, hücrenin zor koşullar altında hayatta kalmasını sağlar. Böylece otofaji, hücrenin yenilenmesinde (rejenerasyonunda) ve sağlıklı kalmasında rol oynamaktadır. Otofajinin çoğunlukla, bir tümör baskılayıcı mekanizma olarak işlediğine dair kanıtlar giderek artmaktadır. Kanseri daha iyi anlamak açısından arz ettiği öneme rağmen, 40 otofaji yolaklarının insanda nasıl işlediği konusunda sınırlı düzeyde bilgiye sahibiz. Ayrıca, otofaji gen ve protein anormalliklerinin kanser oluşumu sırasındaki rolü de aydınlatılmayı bekleyen konular arasındadır. Sunumumda, otofaji, hücre ölümü ve kanser arasındaki bağlantıların son yıllarda anlaşılmaya başlayan moleküler mekanizmaları, araştırma laboratuvarımdaki çalışmalarımızı da içerecek şekilde tartışılacaktır. Kaynaklar 1. Gozuacik D. and Kimchi A. Autophagy as a cell death and tumor suppressor mechanism. Oncogene. 2004 23(16):2891-906. Review. 2. Gozuacik D. and Kimchi A. Autophagy and cell death. Current Topics in Developmental Biology. 2007 78: 217-45. Review. 3 .Gozuacik D., Bialik S, Raveh T, Mitou G, Shohat G, Sabanay H, Mizushima N, Yoshimori T, Kimchi A. DAP-kinase is a mediator of endoplasmic reticulum stress-induced caspase activation and autophagic cell death. Cell Death and Differentiation, 2008 15(12): 1875-86. 4. Öz-Arslan D, Korkmaz G, Gözüaçık D. Otofajik Hücre Ölümü. Moleküler Tanı Dergisi, 2009 (Yayın aşamasında). SEMİ-ALLOGRAFT OLARAK FETÜS Emel Ekşioğlu-Demiralp Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji-İmmünoloji Bilim Dalı, Altunizade, İstanbul İ mmün sistemin en önemli özelliklerinden biri kendine ait olan ve olmayanı ayırt ederek allo-aktif yanıtlar üretebilmesidir. Böylece, bireyi, mikroorganizmalar, tümör veya nekrotik hücreleri kapsayan ‘yabancı’lardan ve zararlarından koruyarak yaşamın devamını sağlar. Gebelik sürecinde immün sistem, mekanizmalar tam olarak bilinmese de immün sistemi tam donanımlı anne ile immün sistemi yetkinleşme sürecindeki yarı-yabancı fetüsün bir arada bulunmasını sağlar. Anneye ve fetusa ait immün sistemlerin yeterli ve doğru çalışması fetüsun yaşamını devam ettirmesi için çok önemlidir. Hamileliğin ilk aşamalarında fetus, tamamen izole olarak immün sisteminin temel çerçevelerini oluşturmaya çalışır. Böylece immatür de olsa immün yanıt verebilecek kapasiteye ulaşır. Öte yandan fetal ve maternal faktörler gelişim sürecinde el ele çalışarak bu yarı yabancı canlının büyümesini ve gelişmesini destekler. Fetüsün immünolojik olarak tanınması gebeliğin devamı için gereklidir1. Pek çok hekim eritrosit ve trombosit alloimmünizasyonu ile ortaya çıkan immün patolojileri, neonatal sistemik lupus eritematozu, idiyopatik trombositopenik purpurayı, miyasteniyi ve kalıtımsal immün yetmezlikleri tanır. Ek olarak spontan tekrarlayan düşükler, intra uterin fetüs ölümü, plasental yetmezlik, fetal büyüme geriliği, preklampsi ve gebeliğin terme yakın erken sonlanmasının kısmen de olsa immün yanıtlarla ilişkili olabileceğini destekleyen bulgular mevcuttur. Feto-maternal immün ilişkilerin anlaşılması ve süreçte rol alan faktörlerin tanımlanması akademik ilgi ile bilgi üretilmesinin çok daha ötesinde, şu anki verilerle anne ve fetüs arasındaki immün bir bozukluğun işe karıştığını düşündürten birçok hastalığa çare bulunması için çok önemlidir. Bu mekanizmaların anlaşılması, organ transplantasyonlarında graft reddine karşı yeni stratejilerin geliştirilmesine de yol gösterecektir. Otoimmünite, astım, alerji, hücre ve organ transplantasyonlarında red gibi immün sistem aracılı birçok hastalığa yeni tedavi yaklaşımlarının geliştirilebilmesi immün toleransın oluşma ve sürdürülme mekanizmalarının anlaşılması ile mümkündür. Mekanizmaları anlamaya yönelik yeni paradigmalar geliştirirken kullanılabilecek en güzel örnek; annenin bir yarı yabancı olan fetüse gösterdiği toleranstır. Annenin, babadan kalıtılan alloantijenlere sahip fetusa yanıt vermemesi toleransın yıkılması ile giden hastalık mekanizmalarının anlaşılmasında eşsiz bir fizyolojik örnektir. Bir diğer bakış açısıyla, intrauterin yaşamda fetüse gösterilen toleransa ilave olarak büyüme ve gelişmesinin desteklemesi mekanizmalarının anlaşılması da tümörlere immün yanıtta neden başarısız olduğumuz konusunda yeni pencereler açılmasını sağlayacaktır. Kaynaklar 1. Aagaard-Tillery KM, Silver R, Dalton J. Immunology of Normal Pregnancy. Seminars in Fetal & Neonatal Medicine; 2006,11:279-295 2. Guleria I, Sayegh MH. Maternal Acceptance of the Fetus: True Human Tolerance, The Journal of Immunology, 2007,178: 3345–3351. 3. Moffett-king-A. Natural killer cells and pregnancy. Nat. Rev. Immunol, 2002 ;2. 656-663 4. Lewis L, Lanier A. NK cell recognition. Rev. Immunol, 2005;23:225-274 5. Renaud SJ, Graham CH. The role of macrophages in utero-placental interactions during normal and pathological pregnancy[Review]. Immunol Invest. 2008;37(5):535-564. 6. Kammerer U, Kruse A, Barrientos G, Arck PC, Blois SM. Role of Dendritic Cells in the regulation of Maternal Immune Responses to the Fetus During Mammalian Gestation. Immunol Invest [Review]. 2008;37(5):499-533. 41 HLA G MOLEKÜLLERİNİN TRANSPLANTASYONDA YERİ VE ÖNEMİ Bilkay Baştürk Gazi Üniveristesi Tıp Fakültesi İmmünoloji Anabilim Dalı, Ankara H LA sınıf I molekülleri hücre yüzeyinde veya, çözünür halde dolaşımda bulunan glikoprotein yapılı moleküllerdir. HLA sınıf I molekül grubu içinde yer alan, polimorfik bölgelerinin azlığı ve farklı etkileri ile sınıf I grubunun diğer elemanlarından farklı olan HLA-G molekülünün, bilinen, 4 tane (G1, G2, G3, G4) membrana bağlı, 3 tane (G5, G6, G7) çözünür formu vardır. HLA G, immünoglobülin benzeri transkript-2, transkript- 4 ve KIR2DL4 olmak üzere iki inhibitör reseptör için ligand görevi görür ve KIR2DL4 reseptörü HLA G için spesifiktir. HLA G’nin fonksiyonlarınının büyük kısmını bu reseptörlerin inhibitör yapıları belirler. İlk dönemlerde, HLA G ekspresyonunun sınırlı bir doku dağılımına sahip olduğu düşünülmesine karşın bu gün yapılan araştırmalar doku dağılımının sınırlı olmadığını, çeşitli patolojik durumlar sırasında ekspresyonunun arttığını veya azaldığını göstermiştir. Sitokinler (IL-10, IFN-, IFN, IFN) ve hormonlar HLA G ekspresyonunu arttıran etkenlerin en bilinenleridir. Mikroçevre etkisi de ekspresyonu etkilemektedir. Epigenetik mekanizmaların, HLA G ekpresyonunun düzenlenmesinde rol oynadığı bildirilmiş ve DNA metilasyonunun ve histon asetilasyonunun HLA G ekspresyonunun blokajındaki rolü gösterilmiştir. Kanser, viral infeksiyonlar, inflamatuvar hastalıklar ve transplantasyon gibi patolojik durumlarda, tümör hücreleri, monosit/ makrofajlarda, dentritik hücreler, antijene spesifik T hücreleri, ve allospesifik CD4+ ve CD8+ T hücreleri, myokard kası ve çizgili kas hücreleri ve epitel hücreleri gibi çeşitli hücre tiplerinde HLA G ekspresyonu gösterilmiştir. Bir çok çalışmada HLA G’nin, direkt veya indirekt yolla, immüno-inhibitör etkili olduğu, çözünür formunun FasFasL mekanizması üzerinden apoptosisi indüklediği, HLA G eksprese eden hücrelerin varlığında NK ve CD8+T hücrelerinin sitolitik fonksiyonlarının baskılandığı bildirilmiştir. HLA G ekprese eden antijen sunan hücreler (ASH) CD4+T hücrelerin proliferasyon özelliğini inhibe ederek 42 yeni bir antijenik uyarı karşısında çoğalmamalarını sağlar. HLA G taşıyan ASH’lerle uyarılan CD4+ T hücreleri supresör T hücrelerine dönüşerek diğer T hücrelerinin de alloproliferasyonunu engellemektedir. HLA G, NK hücreleri, T hücreleri ve ASH gibi immün yanıtı oluşturan hücrelerin bilinen klasik etkilerini inhibe ederken aynı zamanda hücrelerin farklılaşmasını da etkileyerek onları supresör veya tolerojenik hale getirmektedir. Allojenik transplantasyon sonrası greft dokusunda HLA G ekspresyonunun saptanması ile akut rejeksiyon riskinin azaldığı greft yaşam süresinin uzadığı gösterilmiştir. Akciğer nakli sonrasında bronş epitelinde HLA-G ekspresyonunun belirlenmesi ile graft dokusunun fonksiyonel devamlılığı arasında ilişki olduğu, soluble HLA-G seviyesi ile böbrek/pankreas ve karaciğer greftlerinin yaşam sürelerinin daha uzun olduğu gösterilmiştir. 14/_14-bp genotipinin HLA-G nin yüksek düzeyde üretimine neden olan bir polimorfik yapı olduğu ve polimorfik yapıların belirlenmesi ve bu yapılara sahip olan hastaların saptanmasının kullanılan immünosupresif tedavinin dozunun belirlenmesinde olabileceği belirtilmiştir. Yapılan araştırma sonuçlarına dayanarak, HLA G’nin transplantasyon sonrası greftin rejeksiyon riskinin tahmininde, malign hücrelerin saptanmasında ve hastalığın prognozunda kullanılabilecek bir parametre olabileceği düşünülmektedir. Kaynaklar: 1. M.I. Torres, J. Luque, P. Lorite, B. Et all14–Base pair polymorphism of human leukocyte antigen–G as genetic determinant in heart transplantation and cyclosporine therapy monitoring. Human Immunology xx (2009) xxx 2. Rebmann V, Bartsch D, Wunsch A,et al Soluble total human leukocyte antigen class I and human leukocyte antigen–G molecules in kidney and kidney/pancreas transplantation Human Immunology xx (2009) xxx 3. Carosella ED, HoWangYin K, Favier B et al HLA-G–dependent suppressor cells: Diverse by nature, function, and significance Human Immunology xx (2009) xxx ALLOJENİK TANIMA VE TRANSPLANTASYON Ali Şengül Antalya Medikalpark Hastanesi, İmmünoloji Bölümü, Antalya G ünümüzdeki tüm bilimsel ve teknolojik gelişmelere rağmen transplantasyonlardaki başarının istenilen düzeye ulaşamamasının en önemli nedeni, transplantasyon sonrasında meydana gelen rejeksiyon reaksiyonu veya “Graft Versus Host Hastalığı” (GVHH) denilen reaksiyonlardır. GVHH, vericiye ait immünokompetan hücrelerin alıcı dokularındaki yabancı antijenleri tanıyarak bunlara karsı verdiği immün yanıt neticesinde ortaya çıkan ve alıcı dokularının hasarı ile neticelenen çok ciddi bir hastalıktır. Genellikle kemik iliği transplantasyonlarında görülmekle birlikte bağışıklığı baskılanmış alıcılara yapılan kan transfüzyonu ve nadiren de solid organ transplantasyonlarından sonra da ortaya çıkabilmektedir. Rejeksiyon reaksiyonu, alıcının immün sitem hücrelerinin transplante edilen grafttaki yabancı (Allo) antijenleri tanıması ve bunun sonucunda grafta karşı verdiği immün yanıt neticesinde ortaya çıkan ve graft kaybına neden olan patolojik bir durumdur. Bu durum, genetik olarak farklı bireyler arasında yapılan organ ve doku transplantasyonlarında meydana gelmektedir. Özelikle ABO kan grubu antijenleri ve insan lökosit antijenleri ( HLA: Human Leukocyte Antigen) ile minör doku uygunluk antijenleri (mHag: Minor Histocompatibility Antigens) transplantasyonların başarısını etkileyen en önemli faktörler olarak dikkat çekmektedirler. Verici ve alıcı arasındaki ABO uyumsuzluğu, organizmada var olan antikorlar ile rejeksiyona neden olurken, HLA ve mHag uyumsuzlukları hem humoral hem de hücresel mekanizmalar ile rejeksiyona neden olmaktadır. Bütün bu olayların başlangıç noktası alloantijenlere sahip graft dokusunun immün sistem tarafından tanınmasına dayanır. Tanıma olayında iki ana unsur vardır: 1. Tanınacak unsurlar: antijenik yapılar HLA ya da MHC molekülleri olarak adlandırılan antijenler geniş bir polimorfizme sahiptirler. Neredeyse her gün yeni bir antijen tanımlanmaktadır. Bu durum HLA uygun transplantasyon yapabilmeyi kısıtlamaktadır. Ancak son yıllarda farklı HLA molekülleri üzerinde benzer tripletlerin bulup bulunmamasına göre bu antijenlere verilen immün yanıtların değiştiği saptanmıştır. Buradan hareketle uygunsuz tripletleri mümkün olduğunca aza indirgeyecek yazılımlar geliştirilerek kullanıma sokulmuş ve solid organ transplantasyonlarında antijenik uyumsuzluklar azaltılarak graft yaşamında iyileşmeler sağlanmıştır. Ne yazık ki aynı uygulama ile hematopoetik kök hücre naklinde Graft versus Host Hastalığı için bir iyileşme sağlanamamıştır. 2. Tanıyacak unsurlar: immün sistem elemanları a. Doğal (nonspesifik) immün sistem elemanları, b. Edinsel (spesifik )immün sistem elemanları İmmün sistemin alloantijenleri tanımasına ilişkin direkt ve indirekt olarak ifade edilen en az iki yolağın bulunduğu uzunca bir süreden beri bilinmekteydi. 2004 yılında Herrera ve arkadaşları tarafından semi-direkt yolak olarak adlandırılan üçüncü bir yolak daha tanımlandı. Direkt yolakta alıcıya ait T hücreleri, graftte bulunan vericiye ait antijen sunucu hücre (ASH) yüzeyindeki verici major doku uygunluk kompleksi (MHC) molekülleri ile sunulan allo antijenleri tanıyabilmektedir. İndirekt yolakta ise alıcının ASH’leri vericiye ait antijenleri alıp işlemekte determinantlarına ayırmakta ve kendi MHC molekülleri ile kendi T lenfositlerine sunmaktadır. Yeni tanımlanan semidirekt yolakta ise alıcının ASH’lerine aktarılan vericiye ait MHC molekülleri tarafından sunulan allo antijenlerin, alıcının T lenfositleri tarafından tanınması söz konusudur. Allo antijenlerin direkt yolakla tanınması genellikle akut allograft rejeksiyonuna yol açmaktadır. Zaman içerisinde vericiye ait ASH’lerin azalması ve yok olması gözlenirken, indirekt yolakla antijen sunumu ön plana çıkmakta ve graft antijenleri immün sisteme sunulmaya devam etmektedir. Bu durum subakut ve kronik rejeksiyondan sorumlu tutulmaktadır. Transplante organ ve doku kayıplarından en fazla sorumlu tutulan yolak indirekt yolaktır. Ancak son yıllarda transplantasyon toleransı konusunda yapılan çalışmalar regülatör T lenfositlerinin (Treg) uyarılmasında indirekt yolağın önemli rolü olabileceğini göstermiştir. 43 eksikliği olan deney hayvanları ile yapılan çalışmalarla bu görüş güçlenmiştir. Ayrıca direkt yolakla uyarı sonrası ortaya çıkan etkili hücresel immün yanıta karşın alloreaktif antikor gelişmemesi de bu görüşü destekleyen çalışmalardandır. Bu deneysel çalışmalar kronik graft kayıplarında antikor aracılı immün yanıtın da önemli rol oynadığını göstermektedirler. Yapılan retrospektif bir çalışmada 1320 biyopsi incelemesi sonucunda %73 oranında antikor aracılı transplant glomerulopatisi saptanmıştır. Son yıllarda yapılan bazı çalışmalar, alıcı endotel hücrelerinin de indirekt yolakta rol oynayabileceğini düşündürmüştür. Bu çalışmalarda graft dokusunda giderek artan miktarda alıcı endotel hücrelerinin yerleştiği ve bu hücrelerin alloantijenleri indirekt yolla sunması sonucunda kronik vasküler rejeksiyonun ortaya çıktığı gösterilmiştir. İndirekt allojenik tanıma ve tolerans Periferik tolerans gelişimi için iki temel olaya ihtiyaç vardır: 1. Çok sayıda allospesifik T lenfositlerinin delesyonuna, 2. Geri kalan alloreaktif T lenfositlerini baskılayacak ya da anerjik hale getirecek regülasyona. Şekil 1. Allojenik tanıma yolakları: Direkt yolak (a). Vericinin antijen sunucu hücresi (ASH) tarafından sunulan MHC sınıf II molekülü-Peptid kompleksi , alıcının CD4+ hücreleri tarafından, Vericinin MHC sınıf I molekülü-peptid kompleksi ise, alıcının CD8+ hücreleri tarafından tanınır. İndirekt yolak (b). Vericiye ait allojenik MHC molekülü , alıcının ASH tarafından endositoz ile alınıp, işlenir ve peptid fragmanlarına ayrılarak alıcının MHC molekülleri ile T lenfositlerine sunulur. Alıcının MHC sınıf II molekülü-allopeptid kompleksi , alıcının CD4+ hücreleri tarafından, alıcının MHC sınıf I molekülü-allopeptid kompleksi ise, alıcının CD8+ hücreleri tarafından tanınır. Semi-direkt yolak(c). Vericinin MHC:peptid kompleksi hücre-hücre ilişkisi veya exozomlar yoluyla alıcının ASH’ne aktarılır ve yüzeyinde sunulur. Alıcı ASH’ deki hem alıcının hem de vericinin MHC sınıf II molekülü-Peptid kompleksi , alıcının CD4+ hücreleri tarafından, vericinin MHC sınıf I molekülüpeptid kompleksi ise, alıcının CD8+ hücreleri tarafından tanınır. İndirekt allojenik tanıma ve kronik rejeksiyon: Güçlü immünosupressif ilaçların devreye girmesi ile akut allograft rejeksiyonunda ciddi bir azalma görülmesine karşın, kronik rejeksiyon hala ciddi bir problem olarak sürmektedir. İmmünolojik olmayan faktörlerin de (Ör: Kalsinörin inhibitör toksisitesi v.b.) önemli rol oynadığı böbrek transplantasyonlarındaki graft kayıplarında HLA uyumluluğu ile kronik graft kaybı arasında ters bir ilişki olduğunun gösterilmesi bu durumu desteklemektedir. Hayvan modelleri ile yapılan çalışmalarda da indirekt yolağın çeşitli organ transplantasyonlarında kronik allograft vaskülopatilerine yol açtığı gösterilmiştir. Özellikle MHC sınıf II molekül 44 Bugün transplantasyon konusunda çalışan araştırıcıların en büyük amacı tolerans gelişimi konusunda bir şeyler yapabilmektir. Bugüne kadar birçok regülatör hücre alt grubu ve regülasyonda rol alan mediatörler tanımlanmıştır. Son yıllardaki bazı çalışmalar regülatör T hücrelerinin uyarılması ve fonksiyonlarında temel öğelerden birinin indirekt yolakla allojenik tanıma olduğunu düşündürmektedir. Ancak bu yolak ile effektör T lenfositler uyarıldığında rejeksiyon ortaya çıkmakta, Treg hücreler uyarıldığında ise tolerans oluşmaktadır. Yalnızca Treg hücreleri indirekt yolak ile uyarabilmek in-vivo olarak henüz mümkün olmamıştır. Ancak özellikle belirli ASH tipleri ile indirekt yolağı uyaran çalışmalar bu konuda ilerleme olabileceği ümidi vermektedir. İn-vitro olarak antijen spesifik Treg hücrelerin çoğaltılabilmesi çalışmaları sürmekte olup yakın gelecekte immünoterapi uygulamalarının geliştirilebileceğini düşündürmektedir. Semidirekt allojenik tanıma yolağı Son yıllarda tanımlanan bu yolak, esas olarak vericiye ait “MHC-peptid” kompleksinin alıcı ASH’lerine aktarılması ile ortaya çıkmaktadır. Hem alıcı hem de verici MHC molekülleri ile allojenik peptid komplekslerini yüzeylerinde taşıyan alıcıya ait ASH’ler, T hücrelerini iki şekilde de uyarabilmektedir. Bu hücreler, verici ASH’leri azaldıktan sonra da T lenfositlerinin direkt yolaktakine benzer şekilde uyarılmasına devam edilmesini sağlamaktadır. Sonuç olarak, transplantasyonlardan sonra ortaya çıkacak immün yanıtlar antijenin nasıl tanındığı ile yakından ilişkilidir. Bu nedenle graft yaşam sürelerini uzatmak, graft fonksiyonlarını koruyabilmek için allojenik tanıma konusunun iyi bilinmesi ve bu konuda toleransı destekleyecek antijen sunumlarını geliştirip tedavi amaçlı kullanılabilecek yöntemlerin araştırılması hayati önem taşımaktadır. conditions allograft rejection mediated by indirect pathway CD4+ T cells. Transplantation 2006, 82:582-591. Kaynaklar 1. Taylor AL, Negus SL, Negus M, Bolton EM, Bradley JA, Pettigrew GJ: Pathways of helper CD4 T cell allorecognition in generating alloantibody and CD8 T cell alloimmunity. Transplantation 2007, 83:931-937. 2. Herrera OB, Golshayan D, Tibbott R, Salcido Ochoa F, James MJ, MarelliBerg FM, Lechler RI: A novel pathway of alloantigen presentation by dendritic cells. J Immunol 2004, 173:4828-4837. 3. Opelz G, Dohler B: Effect of human leukocyte antigen compatibility on kidney graft survival: comparative analysis of two decades. Transplantation 2007, 84:137-143. 4. 5. Ensminger SM, Spriewald BM, Witzke O, Pajaro OE, Yacoub MH, Morris PJ, Rose ML, Wood KJ: Indirect allorecognition can play an important role in the development of transplant arteriosclerosis. Transplantation 2002, 73:279-286. Kapessidou Y, Habran C, Buonocore S, Flamand V, Barvais L, Goldman M, BraunMY: The replacement of graft endotheliumby recipient-type cells 6. Lechler RI, Garden OA, Turka LA: The complementary roles of deletion and regulation in transplantation tolerance. Nat Rev Immunol 2003, 3:147158. 7. Sanchez-Fueyo A, Domenig CM, Mariat C, Alexopoulos S, Zheng XX, Strom TB: Influence of direct and indirect allorecognition pathways on CD4+CD25+ regulatory T-cell function in transplantation. Transpl Int 2007, 20:534-541. 8. Ochando JC, Krieger NR, Bromberg JS: Direct versus indirect allorecognition: visualization of dendritic cell distribution and interactions during rejection and tolerization. Am J Transplant 2006, 6:2488-2496. 9. Golshayan D, Jiang S, Tsang J, Garin MI, Mottet C, Lechler RI: In vitro-expanded donor alloantigen-specific CD4+CD25+ regulatory T cells promote experimental transplantation tolerance. Blood 2007, 109:827-835. 45 PERİYODİK ATEŞ, AFT, FARENJİT, ADENOİD SENDROMU (PFAPA) Sara Şebnem Kılıç Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Çocuk İmmünoloji, Bursa İ lk olarak 1987 yılında Marshall ve arkadaşları tarafından periyodik ateş, aftöz stomatit, farenjit ve servikal lenfadenopati ile seyreden 12 çocuk hastada tanımlandı. Daha sonra bu tablo 1989 yılında PFAPA sendromu olarak adlandırıldı (1). Sendroma adını veren PFAPA “Periodic Fever”, “Aphthous Stomatitis”, “Pharyngitis”, “Adenitis” kelimelerinin baş harflerinden türetilmiştir. Aftöz stomatit, farenjit ve servikal lenfadenopati eşliğinde ortalama 5 gün (3-6 gün) süren ve 3-6 haftada bir tekrarlayan yüksek ateş (38-41 ºC) ataklarıyla karakterizedir (2-4). Diğer belirtiler arasında baş ağrısı, karın ağrısı, bulantı, kusma, terleme, titreme, kas ve kemik ağrıları, kranial nörit ve nadiren artralji görülebilir (2-5). Ateş ataklarının genellikle düzenli görülmesi nedeniyle, çoğu zaman aile bir sonraki atağın ne zaman ortaya çıkacağını tahmin edebilir (4). Klinik Karakteristik özelliği 39 C’yi aşan ve üç-altı gün süren, üç-sekiz haftada bir görülen yüksek ateş olmasıdır. Diğer temel özellik ise ataklar arasında hastanın tamamen sağlıklı olmasıdır (4-6). Tekrarlayan ateş atakları yıllarca sürebilir, ancak çocuk büyüdükçe bu atakların arası açılmaktadır (57). Vakaların çoğu beş yaşın altında olup, erkeklerde daha sık olarak görülmektedir (8). Sendrom bazı çocuklarda kronik olmasına rağmen genellikle 4 ile 8 yıl içinde kendiliğinden iyileşir. Bugüne kadar PFAPA sendromuna bağlı uzun dönem sekel bildirilmemiştir. Bu hastalar yaşları ile uyumlu normal büyüme ve gelişme eğrilerine sahiptirler (5-8). PFAPA sendromunda, ateş her zaman görülmekle birlikte diğer üç bulgu olan farenjit, aftöz stomatit, servikal lenfadenopati aynı epizotta görülmeyebilir. Literatürde ateş dışında en sık görülen bulgunun servikal lenfadenopati (%88) olduğu, bunu farenjit (%72) ve aftöz stomatitin (%70) izlediği bildirilmiştir. Servikal bölge dışında vücudun başka yerlerinde lenfadenopati görülmesi bu sendromun bir özelliği değildir. Aftöz ülser ise en çok gözden kaçan bulgudur. Minör aft karakterinde olup genellikle hafif ağrılıdır ve iz bırakmadan iyileşir. Aftöz lezyon, non-keratinize mukozada inflamasyonlu kırmızı sınırı olan oval, 46 beyaz veya sarı renkte oral ülser olarak görülür (9). Diğer belirtiler arasında baş ağrısı, karın ağrısı, bulantı, kusma, terleme, titreme, kas ve kemik ağrıları, kranial nörit ve nadiren artralji görülebilir (4). Bazı hastalarda hepatosplenomegali de görülebilir. Şimdiye kadar yayımlanmış en geniş seriler (Thomasen ve Padeh) Tablo 1’de özetlenmiştir. Tablo 1. PFAPA sendromunda görülen klinik bulgular (4-5) Semptom Ateş Tonsillit Kırıklık Servikal adenopati Aft Başağrısı Karın ağrısı Artralji Üşüme hissi Öksürme Bulantı İshal Ürtiker Thomsen ve ark.(%) 100 72 88 70 60 49 79 80 13 32 16 9 Padeh ve ark(%) 100 100 100 100 68 18 18 11 - Laboratuar: Hastalığa özgü belirli laboratuar parametreleri bulunmamaktadır. Atak sırasında hafif artmış lökosit sayısı ve eritrosit sedimentasyon hızı mevcut iken, ataklar arasında bu tetkikler normale dönmektedir (5). PFAPA sendromu olan çocuklarda febril epizodlar sırasında CRP düzeylerinde belirgin artış olması inflamatuar mekanizmaların sürece dahil olduğunu göstermektedir (10). Hastaların çoğu tonsillit ile prezente olurlar ama hemolitik streptokok için yapılan boğaz kültürleri negatiftir (11). Serum Ig D ve IgE seviyelerinde hafif artış görülebilir. Patofizyoloji Etiyolojide viral ve otoimmün mekanizmalar ileri sürülmekle beraber, kesin nedeni tam olarak bilinmemektedir (1,4,8). Hastalığın oluşum mekanizmasında sitokin regülasyonun bozukluklarından şüphelenilmektedir. Ataklar sırasında TNF-alfa, IFN-gama ve IL-6 seviyelerinde artış olması inflamasyon durumunu yansıtmaktadır (1,5). Oral lezyonların patogenezine IL-2, IL-6 ve IL-10 farklı sitokinlerin katkısı olabilir (12). Gerçek bir otozomal ya da resesif genetik geçiş olup olmadığı bilinmemektedir (4). PFAPA sendromunda enfeksiyon ajanlarının antijenlerine ya da epitoplarına karşı immunolojik cevapta baskılanma veya artış olabileceğini öne sürülmüştür (8). yon ataklarıyla karakterizedir (3). Periyodik ateşe neden olan tablolar arasında PFAPA sendromu, Hiper Ig D sendromu (HIDS), Tümör nekroz faktörü ile ilişkili periyodik sendrom (TRAPS), Ailevi Akdeniz Ateşi (FMF), Ailesel soğuk ürtikeri (FCU) ve Muckle-Wells sendromu (MWS) ile siklik nötropeni sayılabilinir. Tedavi Sonuç olarak, tekrar eden yüksek ateş şikayeti ile başvuran hastaların uygunsuz antibiyotikler ile tedavisinden önce PFAPA sendromunu akla getirmemiz gerektiğini vurgulamak istedik. Antibiyotik verilmesinin semptom süresi üzerine değiştirici bir etkisi yoktur. Kendiliğinden düzelme genellikle beş gün içinde görülmektedir (3-5). Bununla beraber glukokortikoidler semptomları kontrol etmede oldukça etkilidirler. Atağının herhangi bir zamanında verilecek tek doz prednizon veya prednizolon tedavisi ile (1-2mg/kg/gün), ya da yarı ömrü daha uzun olan betametazon 0.3 mg/kg /gün kullanımı ile semptomların dramatik olarak 2 ile 4 saatte kaybolması tanısal bir kriter olarak kullanılabilir (5). Bazı merkezlerde ise profilaktik olarak simetidin tedavisiyle atak arası süresinin uzatılmasında orta derecede başarı sağlanmıştır. İmmunomodulatör özelliği de bulunan simetidinin supresör T hücrelerini baskılayarak, nötrofil ve eozinofillerin kemotaksisini engelleyerek etki ettiği düşünülmektedir (13). Tonsillektomiyle çocukların bazılarında atakların önüne geçilmiş, ancak bütün vakalarda başarı sağlanamamıştır (4,14). Thomas ve ark.’nın yaptığı çalışmadaki toplumda tedavi etkinliğinin değerlendirilmesinde; steroid tedavisi %90, tonsilektomi %75, tonsilektomi ve adenoidektomi %86 oranında başarılı bulunmuştur. Ayırıcı Tanı: Ateş çocukluk çağının önemli bir bulgusu olup en sık olarak viral üst solunum yolu enfeksiyonları sırasında görülebilir (2). Ateşin tekrarladığı ve ayırıcı tanıda enfeksiyonların dışlandığı durumlarda neoplastik ve romatolojik hastalıklar (Behçet hastalığı, Juvenil romatoid artrit); konjenital veya kazanılmış immun yetmezlik hastalıkları (total IgG, eksikliği, IgG alt grup eksikliği, hiper IgM, hiper IgE sendromu, T lenfosit fonksiyon bozukluğu ve HIV enfeksiyonuna sekonder), çeşitli endokrin ya da metabolik bozuklukların da bu duruma sebep olabileceği hatırlanmalıdır. Ateşin belirli zaman aralıklarıyla tekrarladığı ve sebebinin anlaşılamadığı durumlarda “periyodik ateş sendromları” düşünülmelidir. Genel olarak periyodik ateş sendromlarında, tekrarlayan ateşli dönemler arasında en az yedi gün bulunması ve altı aylık bir zaman dilimi içinde en az üç sefer ateşli dönemin görülmesi ortak bulgudur. Ateşsiz ara dönemlerde hasta tamamen asemptomatiktir. Klinik tablo sistemik enflamas- Çocukluk çağının en sık görülen iki periyodik ateş sendromu; PFAPA ve siklik nötropenidir (15). Siklik nötropeni hastaları PFAPA sendromunundan öncelikle nötropenik özellikleri ile ayrılmaktadırlar. Kaynaklar: 1. Marshall GS, Edwards KM, Butler J, Lawton AR. Syndrome of periodic fever, pharyngitis, and aphthous stomatitis. J Pediatr 1987; 110: 43- 6. 2. Frenkel J, Kuis W. Overt and occult rheumatic diseases: the child with chronic fever. Best Pract Res Clin Rheumatol 2002;16:443-69. 3. John CC, Gilsdorf JR. Recurent fever syndrome in children. Ped İnfect Dis J 2002;21:1071-7. 4. Thomas KT, Feder HM Jr, Lawton AR, Edwards KM. Periodic fever syndrome in children. J Pediatr 1999;135:15-21. 5. Padeh S, Brezniak N, Zemer D, Pras E, Livneh A, Langevitz P, Migdal A, Pras M, Passwell JH. Periodic fever, aphthous stomatitis, pharyngitis, and adenopathy syndrome: clinical characteristics and outcome. J Pediatr 1999;135:98-101. 6. Feder HM Jr. Periodic fever, aphthous stomatitis, pharyngitis, and adenitis: a clinical review of a new syndrome. Curr Opin Pediatr 2000; 12: 253256 7. Long SS. Syndrome of periodic fever ,aphthous stomatitis, pharyngitis, and adenitis (PFAPA): what it isn’t. What is it? J clinical review of a new syndrome. Curr Opin Pediatr 2000; 12: 253-256. Pediatr 1999; 135; 1-5. 8. Scholl PR. Periodic fever syndromes. Curr Opin Pediatr 2000;563-566 9. Scully C, Gorsky M, Lozada-Nur F. The diagnosis and management of recurrent aphthous stomatitis: a consensus approach. J Am Dent Assoc 2003; 33: 200-7. 1o. Forsvoll JA, Oymar K, C-reactive protein in the periodic fever, aphthous stomatitis, pharyngitis and servical adenitis (PFAPA) syndrome. Acta Paediatr 2007; 96: 1670-3. 11. Hernandez-Bou S, Giner M; Plaza AM, Sierra JI, Martin Mateos MA, PFAPA syndrome: with regal to a case. Allergol Immunopathol 2003; 31: 2369. 12. Aridogan BC, Yildirim M, Baysal V, Inaloz HS, Baz K, Kaya S, Serum Levels of IL-4, IL-10, IL-12, IL-13, and IFN-gamma in Behcet’s disease. J Dermatol 2003; 30: 602-7. 13. Feder HM Jr. Cimetidine treatment for periodic fever associated with aphthous stomatitis, pharyngitis and cervical adenitis. Pediatr Infect Dis J 1992;11:318-21 14. Leong SC, Karkos PD, Apostolidou MT. Is there a role for the otolaryngologist in PFAPA syndrome? A systematic review. Int J Pediatr Otorhinolaryngol 2006; 70:1841-5. 15. Kurtaran H, Karadag A, Catal F, Aktas D. PFAPA syndrome: a rare cause of periodic fever. Turk J Pediatr 2004; 46: 354-356. 47 HİPER IGD SENDROMU VE TRAPS HASTALIĞI İsmail Reisli Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk İmmünoloji ve Allerji Bilim Dalı, Konya Ç ocukluk çağının önemli bir bulgusu olan ateşin tekrarlaması, enfeksiyon hastalıkları dışında neoplastik hastalıklar, romatolojik hastalıklar, bağışıklık sistemi yetersizlikleri, endokrin ya da metabolik hastalıklara bağlı olabilir. Belirli aralıklarla tekrarlayan ve bir sebebe bağlanamayan ateş durumunda ise periyodik ateş sendromları düşünülmelidir. Bu tablolar arasında yer alan Hiper Ig D sendromu ve TRAPS hastalığı hakkında kısa bilgiler verilecektir. Hiper IgD Sendromu (HIDS) Hiper IgD sendromu, tekrarlayan ateş, karın ağrısı, eklem ve cilt tutulumu ile karakterize, mevalonat kinaz genindeki mutasyonun neden olduğu otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. Ateş ile birlikte Hiper IgD sendromlu hastaların büyük kısmında servikal lenfadenopati (%94) ve ishal (%80) de görülür. Diğer bulgular baş ağrısı, karın ağrısı, poliartrit, deri döküntüsü ve splenomegalidir. Bu hastalarda deri döküntüsü maküler, makülopapüler, ürtikeryal, nodüler veya nadiren purpurik olabilir. Aşılama (antijen uyarısı sonucunda), travma, fiziksel ve duygusal stres ve enfeksiyonların atakları tetiklediği bildirilmiştir. İlk atak hastaların büyük çoğunluğunda süt çocukluğu döneminde başlar. Atak sıklığı çok değişkendir ve haftada bir ile yılda iki kez arasında değişir. Ataklar genellikle 3 ile 7 gün sürer. Ateş ani başlar ve genellikle 40 °C’nin üstündedir (Şekil 1). Eritrosit sedimantasyon hızının yükseldiği ataklar sırasında lökositoz ve periferik yaymada sola kayma da görülür. Hastaların serum IgD düzeyi genellikle 100 IU/ ml’nin üzerindedir. Bununla beraber IgD düzeyi, üç yaşın altındaki bazı çocuklarda normal seviyelerde olabilir. Hastaların %80’inde de serum IgA düzeyi normalden yüksek saptanmaktadır. Kesin tanı mevalonat kinaz enzim aktivitesindeki azalmanın gösterilmesi ile konulur. Hiper IgD sendromunun atakları yaşla azalma eğiliminde olup, tedavi edilmese bile prognoz genellikle iyidir. Tedavide kolşisin, steroid ve nonsteroid antiinflamatuar ilaçlar bazı olgularda etkili olabilmektedir. Günümüzde anti TNF-, anti-IL-6 ve lökotrien reseptör antagonistleri kullanılabilmektedir. 48 Hangi hastada Hiper IgD sendromu düşünelim? 1.6 aydan uzun süre ile 3-7 gün süren tekrarlayan ateş atakları ile birlikte • 1.HIDS sendromlu kardeş varlığı • 2.IgD>100 IU/ml • 3.İlk atağın aşılama sonrası görülmesi ve atakla birlikte aşağıdakilerden üç daha fazla semptom: - Servikal LAP - Karın ağrısı - Kusma yada ishal - Büyük eklemde artralji-artrit - Aftöz ülserler - Deri lezyonları Genel Ateş Halsizlik Baş ağrısı Titreme Mukokütanöz Makulopapüler rush Ürtiker Purpura Eritema nodozum Oral ülser Genital ülser Eklemler Artralji Artrit Lenfoid doku Servikal LAP Generalize LAP Splenomegali Gastrointestinal Kusma İshal Abdominal Karın ağrısı Hepatomegali Serozit Adezyonlar Şekil 1. Hiper IgD sendromunda klinik özellikler (Medicine 2008; 87: 301-10) Tümör Nekroz Faktörü (TNF) Reseptörüyle Bağlantılı Periyodik Sendrom (TRAPS) Oldukça nadir bir hastalıktır. Gerçek sıklığı tam olarak bilinmemektedir. Kızlar ve erkek çocuklar eşit sıklıkta etkilenir. Genellikle geç çocukluk veya erken erişkinlik dönemlerinde hastalık belirtileri ortaya çıkar. Mevsimlerin ve iklimlerin hastalık atakları üzerine etkisi gösterilmemiştir. TRAPS’ta, TNF reseptörlerini kodlayan genlerde meydana gelen mutasyon sonucu TNF’e karşı artmış inflamatuvar yanıt söz konusudur. Sorumlu olan genin 12. kromozomda olduğu gösterilmiştir (12p13 bölgesi). TNFR 1 geninin mutasyonu, anormal TNF reseptörü oluşmasına yol açmaktadır. Sonuç olarak TNF’nin rol aldığı herhangi bir iltihabi yanıtta bu reseptörler yeterince serbestleşememektedir. Bu defekt sonucu normal inflamatuar yanıt artmaktadır. Hangi hastalarda TRAPS düşünelim: Bir kas grubunda lokalize ağrı ve gerginlikle birlikte tekrarlayan ateş ve belirtilerin gezici özellikte olması ile karakterize olan TRAPS, otozomal dominant geçiş gösterir. Bir hafta kadar süren ateş atakları sırasında gezici eritematöz ya da plak tarzı döküntüler görülebilir. TRAPS’da atakların süresi ve ataklar arası dönemler hastadan hastaya farklılık gösterir. Yakınma ve bulgular da her çocukta aynı değildir. Hastalarda nötrofili ve C-Reaktif protein yüksekliği dikkati çeker. Tanıda TNF reseptörü serum düzeyi ölçümü ve tip- 1 TNF reseptörünün ekson 2, 3 ve 4 bölgelerinde mutasyon araştırılması kullanılır. TRAPS’ın en ciddi komplikasyonu olan amiloidoz, kolşisin profilaksisinden önce %37 iken, kolşisin ile bu oran %5’e düşmüştür. Başlangıçta etkili olan kortikosteroid tedavisi, yanıtın zamanla azalması ile dozun artırılmasını gerektirir. Nonsteroid antiinflamatuar ilaçlar semptomları gidermek için verilebilir. Anti TNF-’nın etkili olduğu konusunda ise henüz bir fikir birliğine varılamamıştır. TNF blokajı yapan ilaçların (jüvenil idiopatik artrit tedavisinde kullanılan EtanerseptEnbrel; rekombinant human TNF reseptör antagonisti), eğer atağın başlangıcında verilebilirlerse, etkili olduğu gösterilmiştir. Tedavi sadece ataklar ile sınırlıdır. Atakların gelmesini önleyecek bir ilaç ne yazık ki yoktur. Bu hastalarda amiloidoz dışında nefrotik sendrom, renal yetmezlik, kardiyak ve santral sinir sistemi tutulumu da bildirilmiştir. • Konjuktivit ve unilateral periorbital ödem karakteristiktir • 2-3 hafta süren titremeyle yükselen intermittan febril atak • Gövde ve kollarda ortaya çıkan şiddetli kas ağrıları(derin kramp tarzında) • Kırmızı ve ağrılı deri döküntüleri: Bunlar genellikle ağrılı deri ve kas bölgelerinin üzerinde gelişir. Kollar ve bacaklardan gövdeye yayılır • Yaygın karın ağrısı, bulantı ve kusma oldukça sıktır • Plevra veya perikard inflamasyonuna bağlı göğüs ağrısı Kaynaklar 1. van der Hilst JC, Bodar EJ, Barron KS, Frenkel J, Drenth JP, van der Meer JW,Simon A; International HIDS Study Group. Long-term follow-up, clinical features, and quality of life in a series of 103 patients with Hyperimmunoglobulinemia D syndrome. Medicine (Baltimore) 2008; 87: 301-10. 2. Yao Q, Furst DE. Autoinflammatory diseases: an update of clinical and genetic aspects. Rheumatology (Oxford) 2008; 47: 946-51. 3. Gattorno M, Federici S, Pelagatti MA, Caorsi R, Brisca G, Malattia C, Martini A. Diagnosis and management of autoinflammatory diseases in childhood. J Clin Immunol 2008; 28 Suppl 1: S73-83. 4. Farasat S, Aksentijevich I, Toro JR. Autoinflammatory diseases: clinical and genetic advances.Arch Dermatol 2008; 144: 392-402. 5. Ryan JG, Aksentijevich I. Tumor necrosis factor receptor-associated periodic syndrome: Toward a molecular understanding of the systemic autoinflammatory diseases. Arthritis Rheum 2009; 60: 8-11. 6. Touitou I, Koné-Paut I. Autoinflammatory diseases. Best Pract Res Clin Rheumatol 2008; 22: 811-29. 7. Glaser RL, Goldbach-Mansky R. The spectrum of monogenic autoinflammatory syndromes: understanding disease mechanisms and use of targeted therapies. Curr Allergy Asthma Rep 2008; 8: 288-98. 8. Kanazawa N, Furukawa F. Autoinflammatory syndromes with a dermatological perspective. J Dermatol 2007; 34: 601-18. 49 MİKROARRAY TEKNOLOJİSİNİN İMMÜNOLOJİDE KULLANIMI Hakan Savlı Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik Anabilim Dalı, Kocaeli M ikroarray teknolojisi, tek bir cam slayt üzerinde emdirilmiş yapay gen sekanslarının kişiden izole edilen genetik tüm insan genomunu analiz etme imkanı sağlayan ve bunu saatler içerisinde tamamlama yetisi gösteren bir yöntemdir. Tekniğin kullanım alanı güncel bilimin en ilgi çeken alanı olan gen anlatım analizlerine yoğunlaşmış görünmekle birlikte, miRNA analizlerinden tek nükleotid saptamalarına kadar çok geniş bir alanda 50 çoklu analiz fırsatı sunmaktadır. Bunlar arasında en ilginç yaklaşımlardan biri de son iki yılda güncel kullanıma giren rutin kromozom analizlerinde aCGH tam genom analizi yapabilmekle ilgili gelişmedir. Bu çalışmada, mikroarray teknolojisinin boyutları, bağışıklık biliminde kullanımıyla ilgili yaşanan deneyimler derlenmiştir. Gerek gen anlatım analizleri gerek aCGH kromozom analizlerine yönelik boyutları da kendi deneyimlerimiz ışığında gözden geçirilmiştir. RNA İNTERFERANS: siRNA VE miRNA A. Elif Erson Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara S on yıllarda, protein kodlamayan ancak önemli görevleri olduğu anlaşılan küçük RNA molekülleri ile ilgili çalışmalar dikkat çekmektedir. RNA interferans (RNAi) olarak adlandırılan mekanizma küçük RNA moleküllerinin gen ifadesinin kontrolündeki rollerini tanımlar. RNAi’de görevli olan siRNA (small interfering RNA) ve miRNA (microRNA) transkripsiyon sonrası bir aşamada mRNA yıkımı veya translasyonun geciktirilmesi sayesinde protein sentezini ve/veya hızını değiştirebilirler. Bu konuşmada, bahsi geçen RNA moleküllerinin benzerlikleri, farklılıkları, biyogenezleri, hastalık mekanizmalarındaki rolleri, araştırma ve klinik alanlardaki kullanım potansiyelleri tartışılacak ve bu moleküllerin meme kanserindeki rollerinin anlaşılması ile ilgili araştırmalarımıza değinilecektir. 51 FAJ GÖSTERİM TEKNOLOJİSİ Ayfer Atalay Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyofizik Anabilim Dalı, Kınıklı, Denizli F aj gösterim teknolojisi filamentöz fajın kılıf proteinini kodlayan genlerinden birinin içine çalışması yapılacak proteinin gen veya gen parçacıklarının rekombinant DNA yöntemleriyle yerleştirilmesi ve bu şekilde elde edilen faj kütüphanelerinin kullanımını kapsamaktadır. Uygulamaların hemen tümünde taşıyıcı yapı olarak fajmit (phagemid) partiküllerinin kullanılması nedeniyle, bu teknik “faj üzerinde sunmak ya da göstermek”(phage display) olarak tanımlanmaktadır Günümüzde, faj gösterim yöntemi protein-ligand ilişkileri, reseptör veya antikor-bağlanma bölgeleri veya amino asit dizileri değiştirilen proteinlerin işlevlerindeki yansımalarını araştırmak için yaygın olarak kullanılmaktadır Bu yöntemle, gensel olarak farklılaştırılan peptit veya proteinlere ait gen kütüphaneleriyle aynı anda birkaç milyon farklı ürünü eksprese edebilecek faj gösterim kütüphaneleri oluşturulabilmektedir. Bu kütüphaneleri içeren fajlar çoğaltıldıktan sonra istenen hedef moleküle bağlanabilen yapıyı içeren faj seçiminin yapılması ve seçilen fajların içerdiği genler ile amino asit dizilimleri kolaylıkla tesbit edilebilmektedir. Faj gösterim yöntemiyle genotip ile fenotip ilişkisinin incelenebilmesi, bu yöntemin zaman ve mali açıdan iyi bir yaklaşım olduğunu düşündürmektedir. Faj gösterim yöntemiyle rekombinant antikor kütüphaneleri oluşturmak için faj genomuna yerleştirilen gen parçalarının kaynağına göre ScFv (single chain of variable fragments) ve yapay peptid kütüphanelerine dayalı iki temel yaklaşımla hazırlanabilmektedir. ScFV içeren faj kütüphaneleri, temel olarak, canlıdan elde edilen ağır zincir ve hafif zincir değişken bölgelerini kodlayan genlerin faj genomuna aktarılmasıyla oluşturulmaktadır. Bu şekilde hazırlanan kütüphanede, fajmit partikülünün kılıf proteinlerine bağlı olarak ScFv proteinleri eksprese edilebilmekte ve hedef molekül ile karşılaştırılmaya hazır hale getirilmiş olmaktadır. Bu teknoloji kullanılarak, fare, sıçan, tavşan, deve ve insanların periferik kan, kemik iliği, dalak veya tonsillerinden elde edilen B hücreleri ile scFv kütüphaneleri yapılmaktadır. Doğal kaynaklardan hazırlanan scFv kütüphanelerin- 52 deki çeşitliliğinin canlının bağışıklık sistemine bağlı olduğu ve bu şekilde hazırlanan kütüphanelerde mutasyon oluşturan sistemler kullanılarak çeşitliliğin arttırılabileceği gösterilmiştir. İmmünoglobülinlerin CDR (comlementarity determinin region) bölgesini taklit edebilen yapay peptit kütüphaneleri, yapay olarak üretilen çeşitli uzunluklardaki (7-mer,12-mer,16-mer, vb.) peptid dizilerini kodlayan gen parçalarının faj genomuna yerleştirilerek hazırlanmaktadır. Bu yöntemle fajın kılıf protenine bağlı olarak eksprese edilen peptit çeşitliliği, içerdiği yapay peptit uzunluğu ile doğru orantılıdır. Yapay peptit kütüphanelerinin gelişimi ve yaygın kullanım alanı bulması, scFv faj gösterim yönteminde gerekli olan canlı sistemlerinin kullanımına gereksinimi ortadan kaldırmakta ve sistemin tümüyle in vitro hazırlanmasını olanaklı hale getirebilmiştir. ScFv veya yapay peptit içeren faj gösterim kütüphanelerinde eksprese olan peptit veya proteinlerin arasından hedef moleküle özgün yapıların seçimi molekülsel ilginlik özelliğine bağlı olarak yapılmakta ve “biyopaning” (biopanning) olarak tanımlanmaktadır. Biyopaning işlemlerinde hedef olarak bir yüzeye bağlanmış moleküller veya çözünmüş moleküller veya hücreler veya bir canlı kullanılabilir. Biyopaning işlemleriyle elde edilen faj klonlarının hedef molekülü ilginliğinin özellikleri “faj ELIZA”,Western blot, flow sitometri, SPR gibi ek yöntemlerle incelenmektedir. Moleküler yaklaşımlarla ilgili tüm alanlarda faj gösterim teknolojileri kullanılabilir. Bu teknolojide ileri derecede kontrol edilebilen seçimlerin yanı sıra faj genomuna yerleştirilen gen bölgelerinde değişiklik yapılabilmesi tanı ve tedavi amaçlı rekombinant antikorların üretilebilmesini mümkün kılmaktadır. Örneğin bu yöntemle elde edilen yaklaşık 14 insan rekombinant antikoru değişik hastalıkların tedavisi için klinik denemeler fazında kullanılmaktadır. Bunun dışında, araştırma, yeni aşıların geliştirilmesi, transgenik hayvan veya bitki üretimi gibi yaklaşımlarda da faj gösterim teknolojileri yaygın olarak kullanılmaktadır. TREG-NKT HÜCRE ETKİLEŞİMİ VE İMMÜNREGÜLASYON Fulya İlhan Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi, İmmünoloji Anabilim Dalı, Elazığ C D4+CD25+ regülatör T hücreler (Treg) ve naturel killer T (NKT) hücreler adaptif ve innate immün yanıtları bağımsız olarak düzenleyebilen iki hücre grubudur. Her ne kadar regülatör özellikleri birbirinden bağımsız olsa da son raporlar aralarında çapraz bir iletişim olduğunu göstermektedir. Bu da immün düzenleyici ağa yeni bir bakış açısı kazandırmaktadır. Treg hücreler, periferal T hücrelerinin %5−%10’unu oluştururlar ve CD62L, CTLA-4, GITR ve CD45RB sunarlar. Hem NKT hücreler hem de CD4+CD25+ Treg hücreler timus kökenli Treg hücre alt grupları olarak adlandırılmaktadır. Öze toleransın sürdürülmesinde önemli rol oynarlar. Ancak regülatör fonksiyonları ön planda olan bu iki grup hücrenin otoimmünitenin düzenlenmesinde fonksiyonel olarak birlikte olup olmadıkları kesin bilinmemektedir. Örneğin; deneysel astım modelinde ise CD4+ iNKT hücrelerin artmış sitotoksik aktivitesinin Treg hücre ölümüne yol açtığı sonuçta immunsupresyonun azaltılmasına ve inflamasyonun uzamasına neden olduğu da öne sürülmüştür. Buna karşın NKT hücrelerin Treg hücre uyarımına ve artışına neden olduğunu ortaya koyan birçok çalışma da vardır. IL-2, CD4+CD25+ Treg hücrelerinin aktivasyonu ve varlığının sürdürülmesinde çok önemlidir ve aktive NKT hücreler yüksek miktarda IL-2 sentezlerler. Aktive olmuş NKT hücreler Treg fonksiyonlarını sentez ettikleri IL-2 yoluyla kalitatif ve kantitatif olarak düzenlerken, Treg’ler hücre teması yoluyla NKT hücrelerin sitotoksik aktivitelerini, proliferasyonunu ve sitokin salınımını baskılayabilir. NKT hücreleri immatür DC (iDC)’i baskılayabilir veya onları tolerojenik DC (tDC)’e dönüştürürler. Bu, tDC’ler de Treg aktivitesini artırırlar. Aktive NKT hücrelerin sitokin-kemokin yoluyla da özellikle, CXCL10 aracılığıyla karaciğerde Treg artışını uyarabildikleri deneysel çalışmalarda gösterilmiştir. Ayrıca fare modellerinde NKT hücrelerin, aktivatörü rolündeki -GalCer ile uyarılınca Treg hücre artışına neden olduğu ancak NKT hücresi olmayan farede bu olayın gözlenmediği de bildirilmiştir. Kısaca, -GalCer hem NKT hücreleri hem de CD4+CD25+ Treg hücrelerini uyarabilmektedir ve bu etki -GalCer ile aktive olmuş NKT hücrelerinin tedavi edici etkisine katkıda bulunabilir gibi görünmektedir. 53 GAMMA DELTA T HÜCRELER H. Handan Akbulut Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi, İmmünoloji Anabilim Dalı, Elazığ T hücre reseptörü (THR) çoğu yönden immünglobulin molekülüne benzer. Alfabeta ve gammadelta alt ünitelerinden yapılmıştır. Mukozal yüzeylerde intraepitelyal lenfositlerin %10-40’ını oluşturan gammadelta T hücreler, aynı zamanda CD8+ T hücreleridir. Vdelta2Vgamma9 T hücre alt tipleri periferal kanda baskın ve mikroorganizma veya tümör kaynaklı fosfoantijenleri tanır. Vdelta1 T hücreler mukozal dokuda yoğun bulunur ve stresle indüklenen MHC-ilişkili molekülleri tanır. Son bilgiler gammadelta T hücrelerin mukozal yüzeyleri korumada önemli rol oynayabileceğini göstermektedir. Gammadelta T hücrelerin antijen tanımaları MHC moleküllerine bağımlı değildir. Gammadelta T hücreler; bir yanda doku hasarı, diğer yanda normal antijen sunma ve MHC kısıtlaması gibi sınırlamalar olmaksızın immünregülasyonda da yer alarak özellikle potansiyel hasar oluşturacak enflamatuar yanıtı azaltabilir ve immün korumayı sağlayabilirler. İmmün yanıtta gammadelta T hücrelerin sitokin sentezi önemlidir. Aktive olan gammadelta T hücreler IFN-gam- 54 ma ve TNF-alfa gibi proinflamatuar sitokinleri sentezlerler. İnsan gammadelta T hücreleri bazı Toll benzeri reseptörleri (TLR) ekspresse ederek ilişkili ligandlarına direkt olarak yanıt verirler. Periferal kan gammadelta T hücrelerde ve Vdelta2Vgamma9 T hücre dizilerinde TLR’lerin IFNgamma üretimini uyardıkları bilinmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda; IL-1 beta ve IL-23 gibi sitokin sentezi ve patojenlere yanıtta hızla IL-17 sentezi yapabilen doğal immünitenin etkin elemanı olan gammadelta T hücrelerin, hastalık seyrinde CD4+ alfabeta THR+ Th17 hücreler kadar önemli olduğu bildirilmektedir. IL-17 üreten gammadelta T hücreler sitokin sentezini hızla indükleyebildikleri için Th17 hücrelerden farklılık gösterir ve daha fazla cevaba neden olurlar. T hücre reseptörüne ve antijen spesifitesine ihtiyaç duymadıklarından, çeşitli hastalık modellerinin özellikle erken dönemlerinde primer immün yanıttan sorumludurlar. Bizler de akut bruselloz hastalarında yaptığımız araştırmada, hastaların perifer kanında gammadelta T hücrelerin dramatik olarak arttığını gözlemledik. İMMÜNOLOJİDE YILIN MAKALELERİ: TÜBERKÜLOZ İMMÜNOLOJİSİ Ferah Budak Uludağ Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, İmmünoloji Bilim Dalı, Bursa T überküloz (TB), tedavi edilebilir olmasına rağmen bulaşıcı hastalıklar içinde en çok öldüren; kontrol altına alınabilir olmasına rağmen giderek yaygınlaşan; anti-tüberküloz ilaçlara direnç kazanması nedeniyle de ilaca dirençli hale gelebilen özelliklerinden dolayı dünyadaki en önemli enfeksiyon hastalıklarından biridir. Dünya nüfusunun 1/3’ü, yaklaşık 2 milyar insanın TB basili ile enfekte olduğu, her yıl 8 milyon kişide aktif hastalık geliştiği ve 2 milyondan fazla kişinin ölümüne yol açtığı bildirilmektedir. TB, yirminci yüzyılın 2. yarısından itibaren kontrol altına alınmaya başlanmış, çiçek hastalığı gibi ortadan kalkacağı zannedilmiş ve ciddi olarak ihmal edilmiştir. Ancak 1985 yılından sonra ortaya çıkan epidemilerle, gelişmiş ülkelerdeki TB insidansı gözardı edilemeyecek biçimde artmıştır. TB kontrol programlarının etkinliğinin azalması; hastalık için bütçeden daha az para ayrılması; araştırmaların durdurulması; TB insidansı yüksek ülkelerden gelişmiş ülkelere gelen göçlerin yaygınlaşması; TB için önemli risk faktörü olan insan immünyetmezlik virusu (Human immunodeficiency virus; HIV) epidemisinin 1980’lerde ortaya çıkışı; çok ilaca direnç sorunu; hastane ve laboratuvar enfeksiyonlarının artması; özellikle zeminde başka bir patolojisi bulunduğunda ciddi ve kısa sürede ölümle sonlanabilen enfeksiyonlara yol açması ve M. tuberculosis (MTB) dışındaki atipik mikobakterilerin eskisine oranla daha sık hastalık oluşturmaya başlamaları hastalığın yayılmasına sebep olan başlıca nedenlerdir. TB’un etkili kontrolü ve gelecekte eradikasyonu son derece önemlidir. Bu nedenle MTB’e karşı oluşan koruyucu immün cevabın hücresel ve moleküler temellerinin anlaşılması; TB’un kontrolünde etkili olabilecek yeni aşıların, spesifik tanı reaktiflerinin hazırlanmasında ve tedavi için alternatif immün modülatör yaklaşımların belirlenmesinde önemli yararlar sağlayabilir. Bu konuşmada 2009 yılı içerisinde TB immünolojisi alanında yayınlanmış makalelerden seçilenler gözden geçirilecektir. Kaynaklar 1. Davis JM, Ramakrishnan L. The role of the granuloma in expansion and dissemination of early tuberculous infection. Cell, 136(9):37-49, 2009. 2. Divangahi M, Chen M, Gan H, Desjardins D, Hickman TT, Lee DM, Fortune S, Behar SM, Remold HG. Mycobacterium tuberculosis evades macrophage defenses by inhibiting plasma membrane repair. Nature Immunology, 10(8):899-908, 2009. 3. Bruns H, Meinken C, Schauenberg P, Härter G, Kern P, Modlin RL, Antoni C, Stenger S. Anti-TNF immunotherapy reduces CD8+ T cell-mediated antimicrobial activity against Mycobacterium tuberculosis in humans. The Journal of Clinical Investigation, 119(5):1167-1177, 2009. 55 TRANSGENİK HAYVANLARIN ÜRETİM TEKNİKLERİ VE KULLANIM ALANLARI Haydar Bağış Adıyaman Üniversitesi, Tıp Fakültesi, TÜBİTAK MAM-GMBE, Adıyaman Giriş Transgenik (TG) hayvan kendi genetik yapısında yabancı canlıya ait DNA parçası taşıyan hayvan olarak isimlendirilir. Transgenik hayvanların üretim tekniklerinin gelişimi biyoloji, tıp ve veteriner hekimlik alanındaki araştırmalar için çok sayıda yeni fırsatlar sağlamaktadır. Bu teknoloji aynı zamanda tarım, hayvan ve insan sağlığını içeren diğer alanlarda da yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu hayvanlar, geleneksel üretim metotlarının yerine laboratuvarda rekombinant DNA teknolojisinin kullanılmasıyla üretilir. Tg hayvanların üretiminde en yaygın olarak kullanılan yöntem pronükleer DNA mikroenjeksiyondur. Gen transferi, bir hücreli dönemdeki döllenmiş yumurtaların (zigotların) pronukleuslarına DNA mikroenjeksiyonu tekniği ile yapılır ve transfer edilen gen (transgen) embriyonun kromozomlarında herhangi bir yere rast gele yerleşir. Bu rastgele gerçekleşen integrasyonun moleküler mekanizması henüz tam olarak bilinmemektedir. Bu teknoloji sayesinde, doğal yetiştirme yöntemlerinden farklı olarak, pronükleer DNA mikroenjeksiyon yöntemi ile türler arasında (türden türe) da gen transferi olayı gerçekleştirilebilmektedir. Örneğin; insan genleri, genlerin fonksiyonel yapılarının ve davranışlarının çalışılabilmesi amacıyla fare genomu içerisine entegre edilebilmektedir. TG çalışmaların çoğu laboratuvar fareleri ile yapılmaktadır. Farelerin TG çalışmalarda yaygın bir şekilde kullanılmalarının sebebi diğer türlerle karşılaştırıldığında maliyetlerinin az olması, biyolojilerinin yoğun biçimde bilinmesi, yavru sayısının çok olması (10-15 ad.), doğum sürelerinin kısa olması (19-21 gün), kızgınlık siklusunun kısa olması (4 gün) ve fare embriyonal yapısının (pronukleuslarının belirgin ve büyük olması) mikroenjeksiyona uygun olmasıdır. Ek olarak, Tg fareler, genlerin fonksiyonlarının canlı hayvanda çalışılmasına olanak sağlamaları bakımından diğer sistemlere göre daha üstün avantajlar sunmaktadırlar. Mikroenjeksiyon tekniği ile üretilen ilk transgenik fare 1980 yılında elde edilmiştir. O zamandan günümüze kadar yüzlerce transgenik fare hattı geliştirilmiştir. Tg fareler, gen regülâsyonu üzerindeki temel çalışmaların yanı sıra, insan hastalıklarının çalışılması için 56 deneysel modeller olarak da biyomedikal araştırmalarda yoğun şekilde kullanılmaktadır. (Alzheimer, Kistik fibroz, Artheriosklerotik modeller vs.). Uygun yöntemlerle kanser, metabolik ya da dejeneratif hastalıkların hemen hemen tümü için transgenik fare modelleri geliştirilebilmektedir. Bunlardan başka, transgenik hayvanlar organ naklinde (xenotransplantasyon), gen tedavisinde kullanılması düşünülen bazı vektörlerin araştırılmasında ve tıbbi öneme sahip bazı rekombinant proteinlerin süt, idrar ve kan gibi çeşitli dokularda üretilmesinde de kullanılmaktadır. Çeşitli rekombinant proteinlerin sözü edilen dokularda sentezlenmesi amacıyla üretilen transgenik hayvanlara “biyoreaktörler” adı verilmektedir. Bu güne kadar 50-55 rekombinant proteinin transgenik fare, sıçan, tavşan, keçi, koyun, domuz ve ineklerin meme bezlerinden süte salınımları sağlanmıştır. Transgenik fareler hastalık modeli olarak kanser, AIDS, kistik fibrozis, kronik hipertansiyon, Alzheimer, Hepatit B, Werner sendromu vs gibi alanlarda, yeni tedavi stratejilerinin geliştirilmesinde, fonksiyonu bilinmeyen genlerin araştırılmasında kullanılmaktadır. Ayrıca, transgenik hayvanlar hastalıklara dirençli hayvanların üretilmesinde ve ürün kalitesinin iyileştirilmesinde kullanılmaktadır. Transgenik hayvan teknolojisi ile koyunların yapağı kalitesini artırmaya yönelik birçok çalışma yapılmıştır. Mikroinjeksiyon tekniği ile elde edilen transgenik koyunlarda, yapağı veriminde önemli oranda artış sağladığı bildirilmiştir. Koyunlarda yapağı kalitesinin artırılması için sistein biyosentezinin değiştirilmiş ve üretiminin artırılması sonucu yapağı üretim hızının artırıldığı bildirilmiştir. Transgenik Hayvan Modelleri ve Tıbbi Araştırmalarda Kullanımı Transgenik modellerin kansere neden olan bazı maddelerin etkilerinin ortaya konmasında büyük yarar sağladığı bildirilmiştir. Transgeniklerle yapılan bu tür çalışmalar 67 ay sürmekte ve 1 yılsonunda istenen transgenik modeller elde edilebilmekte ve böylece kısa bir sürede sonuç alınmaktadır. Böylece; spesifik genetik değişimlerden dolayı transgenik modeller tümörlerin başlaması ve gelişmesindeki mekanizmaların anlaşılmasında büyük kazanç oluşturur. Transgenik rodentlerde farklı hastalık modelleri oluşturulmuştur. Bunların başında Alzheimer gelmektedir. Alzheimer hastalığı %50’den daha yüksek bir oranla en sık görülen demans tipidir. İlk olarak 1907 yılında Alman hekim Alois Alzheimer tarafından tanımlanmıştır. Alzheimer hastalığına benzer belirgin bir nöropatoloji sergileyen transgenik model ilk olarak farelerde yaratılmıştır. Bu modelde kalıtsal Alzheimer hastalığı ile ilişkili Kromozom 21’deki amiloid prekürsör protein (APP) V717F mutasyonu şifreleyen bir insan APP mini geni taşıyan fareler (PDAPP fareler) oluşturulmuştur. PDAPP farelerin beyinlerinde Alzheimer hastalığında da gözlenen ekstrasellüler nitelikli tiyoflavin S-pozitif A tortuları, nörotik plaklar, sinaptik kayıplar, astrositlerde ve mikroglialardaki dejenerasyonlar ortaya çıkmaktadır. Bu farelerdeki A tortuları nöronal kayıplardan çok nötrofil değişiklikleri ile ilişkilidir. A tabakalarının oluşumunda ApoE geninin rolünü incelemek için ApoE geni ortadan kaldırılmış (ApoE knockout) fareler oluşturulmuştur. ApoE geni yokluğunda A tabakaları anlamlı ölçüde azalırken, APP ekspresyonu veya A oluşumu değişmemiştir. Bu durum amiloid tortularının veya tabakalarının oluşumunda ApoE geninin katkısına işaret etmektedir. Kistik fibroz hastalarının DNA’larının analiz edilmesi ve DNA dizilimlerinin hasta olmayan kardeşlerinin, anne ve babalarının ve sağlıklı kişilerin DNA dizilimleri ile karşılaştırılması sonucu, hastalığın CFTR (Cystic Fibrosis Transmembrane Conductance Regulator) genindeki mutasyon sonucu ortaya çıktığı 1989 yılında belirlenmiştir. Belli bir özelliği belirleyen bir genin iki formundan hangisi daha baskınsa, o kişinin özelliğini de genin o formu belirlemektedir. Çekinik genin belirlediği özelliğin ortaya çıkması için hem anneden hem de babadan genin çekinik formunun çocuğa geçmesi gerekmektedir. Dolayısıyla kistik fibroz hastalarının hem anneden hem de babadan gelen CFTR genleri mutasyon taşırlar. CFTR geni, hücre zarında bulunan, kanal yapısına sahip bir protein üretir. Bu genin çalışması aksayınca kistik fibroz hastalığı ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan bu önemli hastalık için çeşitli transgenik hayvan modelleri geliştirilmektedir. Geçtiğimiz yılda kistik fibroz hastalığı konusunda hem hastalığın nasıl oluştuğunu gün ışığına çıkaracak hem de etkin tedavi yöntemlerinin bulunmasını sağlayacak çok önemli bir transgenik domuz üretilmiştir. Organ Transferinde Transgenik Domuzların Üretimi ve Kullanımları Xenotransplantasyon türler arası organ transferi demektir. İnsanın bağışıklık sistemi, enfeksiyöz organizmalara karşı vücudu koruyan en önemli savunmadır. Bu nedenle insan yaşamının devamı için son derece gereklidir. Fakat, organ transplantasyonu söz konusu olduğunda kişi açısından ölümcül bir tehlike haline gelebilir. Çünkü yabancı olarak kabul ettiği organı reddeder, ona hücum eder ve yok etmeye çalışır. Bağışıklık sistemini baskılayan “Cyclosporin” gibi bazı ilaçlar bu tür organ redlerini engelleyebilme- ktedir. Bu ilaçları alan hastalarda bağışıklık sisteminin yararlı işlevlerini sürdürmesine izin verilirken, aktarılan organa karşı yanıt vermesi engellenmektedir. Günümüzde “xenotransplantasyon” olarak adlandırılan işlemde ise, hayvanlara ait bazı organlar insanlara transfer edilmektedir. Yılda binlerce insanın, insan organları beklerken öldüğü gözönünde bulundurulacak olursa böyle bir alternatifin oldukça avantajlı görülmektedir. Bu alanda en fazla göze çarpan hayvan domuzdur. Çünkü organ boyutları insanlardaki boyutlara çok yakındır ve çalışma mekanizmaları da insanınkilerde ki gibidir. Örneğin; domuz kalp kapakçıkları uzun zamandır insandakilerle değiştirilebilmektedir. Bu alandaki ilk denemeler insan bağışıklık sisteminin reddinden dolayı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Sonraki adımda ise, kullanılacak hayvan organının mümkün olan en fazla ölçüde insana benzetilmesi yolunda yoğun çalışmalar başlatılmıştır. Bu amaçla, organ reddini engelleyebilmek için insana ait genlerin domuza aktarılmasıyla transgenik domuzlar üretilmesi; organı yabancı olarak algılatan bazı domuz genlerinin inaktive edilmesi (knock-out); akut vasküler redde sebep olan tüm faktörlerin aydınlatılması yolunda çalışmalar başlatılmıştır. Bu amaçla, 1995 yılında 2 insan genini (DAF= delay accelerating factor; CD59; Bu proteinler, normal bir insan bağışıklık sisteminde kritik rol oynayarak ataklar sırasında kırmızı kan hücreleri ve kan damarları gibi kan bileşenlerini korumaktadırlar.) taşıyan transgenik domuzlar üretilmiş ve bunların kalpleri bir maymuna aktarılmıştır. Sonuçta araştırmacılar, insana ait iki geni taşıyan domuz kalbini 30 saat süresince canlı ve fonksiyonel olarak maymunda tutabildiklerini bildirmişlerdi. Daha sonraki çalışmalarda, normal olanların birkaç dakikada zarar görüyor olmasına karşılık transgenik organ xenograftlarının ek bir müdahale olmaksızın günlerce aktif kaldığı görülmüştür. Bu vakalarda transplante edilen organ birkaç hafta içerisinde yok edilmektedir. Araştırmacılar, kan damarları çeperlerinde sıralanan ve “endotel hücreleri” adı verilen hücrelerin akut vasküler red olayında değişime uğradığını ve “aktive” edildiğini bilmektedirler. Hücreler şekil değiştirmekte ve pıhtılaşma faktörlerini a başlamaktadırlar. Günümüzdeki çalışmalar bu işlemin mekanizmasını aydınlatmak ve olayı durdurmanın bir yolunu bulmak üzerinedir. Günümüzde sayısız farklı immün-baskılayıcı strateji üzerinde çalışılmaktadır. Bunlardan bir tanesi de, maymunlarda transgenik domuz böbreklerinin transplantasyonundan sonra dalağın alınması işlemidir. Bu yöntemle canlılık süresi 11 haftaya dek çıkarılmıştır. Baxter’s Nextran biriminde insan bağışıklık sistemi reddini bloke eden insan proteinlerini eksprese ederek hücre membranlarında taşıyan transgenik domuzlar geliştirilmiştir. Araştırmacılar, transgenik teknolojinin böbrek, kalp ve karaciğer transplantasyonlarında kullanılabileceğini belirtmektedir. Yabancı hücrenin yok edilmesine neden olan red olayını engellemek için iki çözüm önerilmiştir. Birincisi, insan antikorlarını uyarıcı özellikteki şeker molekülleri en aza indirgenmiş ya da tamamen ortadan kaldırılmış domuzlar üretmek; ikincisi ise, insan 57 bağışık yanıtını inhibe edici bir protein tabakasıyla kaplı miyelin-üreten transgenik domuz hücreleri geliştirmektir. Transgenik Hayvan Üretim Aşamaları A-Gen konstraktlarının hazırlanması: Amaca uygun bir promotor-enhancer (beta-actin, CMV, beta-laktoglobin vs) ve ekspresyon vektörü seçilir. Vektöre önce promotor ve daha sonra transgen (sub-cloning) klonlanır. Rekombinant vektörde bulunan promotor-transgen restriksiyon endonüklaz enzimleri ile kesilerek çıkarılır ve agaroz jelden prüfiye edilir (kit ile). Elde edilen gen konstraktı Tris-EDTA tamponu ile konsantre edilir. Elde edilen konstrakt hazırlanırken şu hususlara dikkat edilir. Plazmidin kesim şekline, genin kopya sayısına, DNA’nın büyüklüğüne (2-8 kb), temizliğine ve vektör sekanslarının olmamasına dikkat edilir. B-Embriyo eldesi: Farelerde ovulasyon ve çiftleşme günlük ışık periyodu ile ilişkili olduğundan, elde edilecek embriyoların ne zaman pronükleer dönemde olacakları yaklaşık olarak belirlenebilmektedir. Laboratuvarda 12 saat aydınlık 12 saat karanlık ışık periyodunda tutulan (C57BL/ 6J x BALB/c) F1 ırkı hibrid 5-6 haftalık dişi farelerde 5’er ünite PMSG ve 48 saat sonra hCG hormonları kullanılarak süperovulasyon oluşturulur. Ertesi sabah vajinal plak (semenin koagülasyonundan meydana gelen oluşum) gösteren tüm farelerin oviduktlarından pronükleer dönemde bulunan embriyolar elde edilir. C- Pronükler DNA Mikroenjeksiyon Tekniği: Pronuklear safhadaki embriyolar, çukur bir lamın ortasında bulunan ve üzeri mineral yağla kapatılmış olan 20-30 μl’lik M2 mediumunun içine konur ve ters mikroskopun tablasına yerleştirilmekte ve mikroenjeksiyon setinde gerekli ayarlama işlemleri tamamlandıktan sonra önceden hazırlanan gen konstraktının 1-2 piko litresi mikroenjeksiyon ile erkek pronükleusun içine verilir. Tüm embriyolarda gen aktarım işlemi tamamlandıktan sonra mikroenjeksiyon sonunda sağlam kalmış embriyolar gece boyu KSOM veya CZB medyumunda % 5 CO2 ‘li ortamda kültüre edilirler. C-Embriyo transferi ve doğum: Gece boyu kültüre alınan mikroenjekte embriyoların iki hücreli aşamaya gelen embriyolardan sağlam olanlar seçilir. Bu embriyolar daha önceden vazektomize erkek fareler ile senkronize edilen 0.5 günlük alıcı annelere genel anestezi yapıldıktan sonra oviduktlarından herhangi birine embriyo transfer pipeti ile 15-20 ad. embriyo transfer edilebilir. Embriyo transferinden yaklaşık 19-21 gün sonra alıcı annelerin %70-80’si doğururlar. D-Genomik DNA Eldesi ve Transgenin Tespit Edilmesi: Doğan yavrular 21 günlük yaşa eriştikleri zaman 1’er cm kuyruk dokularından kesilerek alınır ve bunlardan genomik DNA izolasyonları yapılır. Aktarılan genlerin tespit edilmesi için Shouthern ve Slot, blot veya PZR gibi moleküler tanı yöntemleri kullanılır. Çalışmanın amacına göre, hemizigot veya homozigot fareler kullanılır. Gen ekpresyonlarına bakmak için Northern blot (RNA ile yapılır), dokularda transkripte bakmak içinde RT-PZR ve protein ekspresyonlarına bak58 mak için Westhern blot yapılır. Transgenin varlığı tespit edilen yavrulara founder (kurucu) ismi verilir ve F0 olarak değerlendirilir. Ancak doğan her founder fareden ayrı ayrı üretim hatları oluşturulur. Çünkü her F0 taşıdığı transgen kromozomların farklı yerlerinde olabilir. Her F0 kurucu fare normal fareler ile çiftleştirilir ve bunlardan elde edilen F1 fareler kendi aralarında çiftleştirilir. Bunlardan (%25 homozigot, %75 hemizigot ve %25 boş) elde edilecek erkek ve dişi homozigot fareler kendi aralarında çiftleştirilerek hattın devamı sağlanır. Elde edilen her homozigot fare mutlaka normal fareler ile geri çaprazlamaya alınır ve doğan bütün yavruların % 100’ü hemizigot olması gereklidir. Şayet doğan farelerin hepsi Tg değil ise Tg lokus sıtabil olmayabilir veya üreme hücrelerinde kaybolmuş olabilir. Ayrıca, bazı durumlarda transgen üreme hücrelerine girmemiş olabilir ve bu tür hayvanlar mozaik olarak değerlendirilir (yavrularına aktarılan geni transfer edemiyeceğinden dolayı). Bu gibi F0 hayvanları üretimde kullanmamak gerekir. E-Embriyoların dondurulması: Uygun alıcılar bulunmadığı durumlarda embriyolar dondurularak saklanabilirler. Dondurma ile ilgili olarak kullanılan tüm yöntemlerin temel amacı, dondurma süresi boyunca hücre içinde şekillenen hücre içi buz kristallerinin oluşumunun ve çözündürme süresince şekillenecek yeniden kristalleşmenin önlenmesidir. Hücre içi buz kristallerinin şekillenmesinin önlenmesi için, hücre içi sıvının kriyoprotektan maddelerle yer değiştirmesi sağlanarak,embriyoların dehidre olması sağlanır. Dondurma-çözündürme sonu canlılık oranları türler arasında bazı farklılıklar gösterebilmektedir. Embriyoların dondurulmasında başlangıçta yavaş ya da kademeli bir soğutmayı gerektiren yavaş dondurma (slow freezing) yöntemi kullanılmıştır. Geleneksel bir yöntem olan yavaş dondurmada, embriyoların dondurulması için çok pahalı ve komplike cihazlar gerekmektedir. Son 1020 yıllık süreç içerisinde ise, dondurma ile ilgili yapılan çalışmalar daha çok sistemi kolaylaştırmaya yönelik olmuştur. Örneğin, tek aşamalı biçimde kriyoprotektan solüsyonun uzaklaştırıldığı veya hiçbir işlem uygulanmadan direkt transfere olanak sağlayan yöntemler geliştirilmiştir. İşlemlerin bu şekilde kolaylaştırılmasıyla, donmuş embriyolardan saha şartlarında yararlanma olanaklarının artırılması amaçlanmaktadır. İşlemlerin kolaylaştırılması için yapılmış çalışmaların sonucunda, 1985 yılında, vitrifikasyon denilen embriyo dondurma sistemi geliştirilmiştir. Böylece, yavaş dondurma yönteminde gerekli olan pahalı ve komplike cihazlara olan gereksinim ortadan kalkmıştır. Günümüzde, embriyoların ve oositlerin dondurulmasında vitrifikasyon yöntemi yaygın biçimde kullanılmaktadır. Vitrifikasyonda, buz kristallerinin hiç şekillenmediği vitröz ya da camsı bir durum yaratılarak, hücrelerin, dokuların ve organların direkt olarak sıvı azot içerisine daldırılmasıyla dondurulmaları sağlanmaktadır. Vitrifikasyon işleminde kriyoprotektan maddelerin soğutma işlemi boyunca buz oluşumunu önleyebilme yeteneği kritik bir unsurdur. Isı derecesi düşürüldükçe solüsyon bütün olarak oldukça viskoz bir hal alır ve sonunda tümüyle viskoz, camsı bir faza geçer. Son yıllarda, embriyoların dondurulma işleminde vitrifikasyon yöntemi oldukça yaygın biçimde kullanılmaya başlamıştır.Dondurma ve çözündürme işlemlerinde hücrelerin zarar görmesini önlemek amacıyla, dondurma ve çözündürme solüsyonları içerisine kriyoprotektan diye adlandırılan çeşitli maddeler katılmaktadır. Sonuç Transgenik hastalık modeli fareler gün geçtikçe yaygın bir şekilde kullanılmaya devam etmektedir. Transgenik biyoreaktörlerde salgılanan farmasötik proteinler genellikle proteolitik yıkımlanmaya karşı dayanıklıdırlar ve çok miktarda elde edilebilirler. Bu bize şimdiye kadar insan materyalinden ya da yetersiz hücre kültürlerinden üretilen proteinleri sınırsız miktarda üretme imkanını sağlamaktadır. Transgenik hayvanların vücut sıvılarından elde edilen rekombinant proteinler insan plazmasından elde edilenlerden çok daha saftır ve insan infeksiyon ajanlarını barındırmamaktadır (hepatit B ve C, HIV ve AIDS). Rekombinant proteinlerin serum, süt veya idrardan saflaştırma aşamasında viral inaktivasyon yapılması, transgenik hayvanların spesifik patojen-free şartlarda barındırılması, üretim standartlarına uyulmasıyla rekombinant proteinler çok saf ve temiz olarak elde edilebilmekte ve böylece ürün kaliteleri yükseltilebilmektedir. Transgenik çiftlik hayvanlarının üretimi sonucunda yılda 500 kg ile 1 tona yakın rekombinant protein (alpha-antitripsin-III, faktör VIII ve IX vs) bu biyoreaktörlerin sütünden izole edilebilir. Tıbbi öneme sahip terapötik poteinlerin kullanımının sağlanması ile milyonlarca insan bunlardan çok daha kolay faydalanacak ve herhangi bir kontaminasyon riski ile karşı karşıya kalmayacaktır. Özellikle çiftlik hayvanlarında klonlama ve transgenik teknolojisinin gelişimine engel teşkil eden bazı teknik güçlükler ortadan kalktıkça bu üretim teknolojisi tüm dünyada pratik uygulama alanları bulabilecektir. Ülkemizdeki ilk transgenik fare eldesi çalışmaları 1990 yılında Prof.Dr. Haydar BAĞIŞ başkanlığındaki bir ekip tarafından TÜBİTAK MAM-GMBE bünyesindeki Transgen ve Deney Hayvanları Laboratuarında başlatılmıştır. Bu çalışmalarda insan büyüme hormonu genini (Bağış Doktora tezi 1994), İnsan Hepatit B Virus Genini (İnsan HBV modeli), Balık Antifiriz Protein Genini (Türk Malı Buzul Ayısı) taşıyan transgenik fare hatları aynı ekip tarafından elde edilmiş ve bu çalışmalara son olarak bir yenisi ilave edilmiştir. Bu çalışmada, insan gamma interferon protein genini taşıyan transgenik fare hatları üretilmiş ve bu protein transgenik farelerin meme bezlerinden salgılanarak kendi sütlerine geçmiştir. Fare sütlerine salınan bu proteinin aktivitesi test edilmiştir. Aktivite testi sonunda sütte geçen bu proteinin amniyotik hücrelerin (WISH hücreleri) sınırsız bölünme özelliğini yavaşlatarak durdurduğu tespit edilmiştir. Yani interferon gama WISH hücrelerinin bölünmesine (antiproliferatif ) durdurucu bir etki yaptığı saptanmıştır. Bu teknolojiler sonunda transgen-klon domuzlar üretilip bunların bazı organları insanlara transfer edilebilir (xenotransplantasyon) (karaciğer gibi). Ayrıca, insanlarda kullanılan bazı tedavi edici proteinler (biofarming) transgenik hayvanların sütünden izole edilebilecektir. Ayrıca, terapötik klonlama teknolojisinin ilerlemesi ile kişilere özgü blastositler ex-vivo ortamlarda üretilebilecektir. Üretilen bu blastositlerden elde edilecek ICM hücreleri (pluripotent hücreler) çeşitli ortamlarda her dokuya dönüşebilme özelliğine sahip olabilecektir. Özellikle de son yıllarda biyomühendislik bilim dalının gelişmesi ile de bu teknolojiler hız kazanacaktır. Böylelikle kişilere spesifik olarak organlar üretilebilecektir. Böylece bu teknolojiler sayesinde her yıl organ yetersizliği nedeniyle yaşamını kaybeden milyonlarca insan hayata döndürülebilecektir. Sonuç olarak, yakın zamanda bu teknolojiler yaşamın içinde kendilerine bir yer bularak uygulamaya dönüşebilirler. Bu teknolojilerin hayata geçmesi ile transgenik domuzlar üretilip bunların bazı organları (karaciğer gibi) insanlara transfer edilebilirler. Ayrıca, insanlarda kullanılan tedavi edici proteinler (bacasız ilaç fabrikaları) transgenik çiftlik hayvanların sütlerinden izole edilerek ilaç olarak kullanıma sokulabilirler. Kaynaklar 1. Haydar Bagis, Arzu Tas, Orhan Kankavi (2008): Determination of the Expression of Fish Antifreeze Protein (AFP) in several Tissues and Serum of Transgenic Mice in F7 generation at the Room Temperatura. J Exp Zool Part A Ecol Genet Physiol. 309:255-61. 2. Haydar Bagis, Tolga Akkoc, Arzu Tas, Digdem Aktopraklıgil (2008). Cryogenic Effect of Antifreeze Protein on Transgenic Mouse Ovaries and Production of Live Offspring by Orthotopic Transplantation of Cryopreserved Mouse Ovaries. Mol. Rep. Dev. 75: 608-613. 3. Haydar Bagis, Digdem Aktoprakligil, Cagatay Gunes, Tolga Akkoc, Orhan Kankavi, Gaye Cetinkaya, Ali Cihan Taskin, Korhan Arslan, Sezen Arat Vania L. Tsoncheva, Ivan G. Ivanov: Expression of human gamma interferon (hIFN) in the milk of transgenic mice. 2nd Mediterranean Clinical Immunology Meeting. 4 -7 Ekim 2008. 4. Haydar Bagis, Digdem Aktoprakligil, Hande Odaman Mercan Nevzat Yurdusev, Gazi Turgut, Sakir Sekmen, Sezen Arat, Seyfettin Cetin (2006), Stable transmission and transcription of Newfoundland ocean pout type III fish antifreeze protein (AFP) gene in transgenic mice and hypothermic storage of mouse gamets with AFP. Mol .Rep.Dev. 73: 1404-1411. 5. Bagis H., Arat S., Mercan Odaman H., Aktopraklıgil D., Caner M., Turanlı Tahir E., Baysal K., Turgut G., Sekmen S., Çırakoğlu B (2006): Stable transmission and expression of the hepatitis B virus genome in hybrid transgenic mouse until F10 generation. J Exp Zoolog A Comp Exp Biol. 305A. 420427. 6. Bagis H., Sağırkaya H., Odaman H., Dinyéss A. (2004): Pronuclear-stage mouse embryos vitrification on solid surface (SSV) vs. in cryotube: Comparison of the effect of equilibration time and different sugars in the vitrification solution. Mol.Reprod.Dev. 67:186-192. 7. Bagis H. Odaman H. Sağırkaya H. Dinyéss A., (2002): Production of Transgenic Mice from Vitrified Pronuclear-Stage Embryos. Mol.Reprod.Dev. 61(1):173-179. 8. Bagis, H, Papuççuoğlu S (1997): Studies on the production of Transgenic Mice. Tr. J Vet Anim Sci. 21: 287-292. 59 ALERJİK HASTALIKLARDA HAYVAN MODELLERİ Tunç Akkoç Marmara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Allerji-İmmünoloji Anabilim Dalı, İstanbul A lerji epidemisi özellikle batılılaşmış ülkelerde artmış prevelans gösterirken, gelişmekte olan ülkelerde de sosyo-ekonomik durumların değişmesi ile dikkate değer ölçüde artar şekilde ivmelenmiştir. Yıllardır klinikte insanlarda görülen tüm alerjik hastalıkların benzer modelleri hayvanlarda, özellikle farelerde oluşturulmuş ve literatürde yerlerini almıştır. Geliştirilen fare modelleri arasında astım, alerjik rinit, gıda alerjisi, anaflaksi ve alerjik konjuktivit sayılabilinir (1). Bu deneysel hayvan modelleri ile çalışırken asıl akla gelen soru, klinikte görülen hastalık patogenezine ne kadar yakın olduğu ve deneysel modellerde uygulanan tedavi yaklaşımlarının ne derecede insanlarda uygulanabileceğidir (2,3). Farelerde en yaygın oluşturulan alerji modeli astımdır. Allerjik astımda geliştirilecek fare modelinde de yüksek düzeyde allerjen-spesifik immunoglobulin üretimi, erken ve geç dönem ani aşırı duyarlılık reaksiyonu, T hücreleri ve eosinofillerin yer aldığı havayolu inflamasyonu, havayolu hiperreaktivitesinde artış, akciğer fonksiyonu kötüye götüren havayollarının yeniden modellenmesi gibi insanlarda görülen önemli özellikler oluşturulmalıdır. Bu çalışmaların çoğunluğunda fareler ilk önce alerjen ve adjuvan olarak alum ile sistemik olarak duyarlılaştırılmakta ve alerjen ile akut modeller için 1-9 gün, kronik modeller için 5-9 hafta provokasyonları yapılmaktadır. Akut ve kronik modellerde birçok çalışmada provokasyon alerjen nebulizasyonu ile yapılmaktadır. Bunun dışında kronik astım modelinin geliştirilmesinde alerjen provokasyonu allerjenin intratrakeal uygulaması ile de olabilmektedir. Bu şekilde havayollarında goblet hücre hiperplazisi, düz kas tabakasında, bazal membran ve epitel kalınlığında artış, epitel desquamasyonun yer aldığı ve hava yollarının yeniden yapılanması olarak tanımlanan remodelling görülmektedir (4). Akut ve kronik havayolu inflamasyonunda proksimal ve distal havayollarında farklı değişiklikler meydana gelmektedir. Akut havayolu inflamasyonunda proksimal havayollarında değişiklikler görülürken distal havayolarında önemli his60 topalojik farklılaşma görülmemektedir. Buna karşın kronik değişikliklerde hem proksimal hem de distal havayollarında astıma özgü histoptolojik değişiklikler gözlemlenmektedir. Bu yüzden oluşturulan deneysel modele göre akciğerlerden alınan parafin kesit bölgesi çok önem taşımaktadır. Deneysel fare modellerinde alerjen ile tetiklenen havayolu aşırı duyarlılığının ve havayollarına eosinofil infilamasyonun oluşmasında Th2 CD4+T yardımcı hücrelerinin ve bu hücrelerden salınan IL4, IL-5 ve IL-13 sitokinleri önem taşımaktadır. IL-4 veya IL-5 deficient farelerde alerjen bağlı havayolu inflamasyonu görülmemektedir (5). İnsanlarda olduğu gibi farelerde de astım modeli oluşturulmasında kullanılan farenin genetik alt yapısı önemli rol oynamaktadır. Allerjen provakasyonundan sonra oluşan allerjen-spesifik IgE/IgG1 üretim düzeyi ve havayolu inflamasyonu farklı fare soylarında farklı yanıtlar oluşturmaktadır (6). Birçok deneysel çalışmada BALB/c veya C57BL/6 soyuna ait fareler kullanılmaktadır. BALB/ c’ler Ovalbumin (OVA)(15), Betv1 (7) alerjenlerine karşı yüksek IgE cevabı vermektedir. Bronkoalveolar lavaj sıvılarında lenfosit, eozinofil ve nötrofil artışı akciğerde IL-4, IL-5 ve TNF- sitokin üretimi ile paralellik göstermektedir. Buna karşılık C57BL/6 ve SJL soyuna ait fareler orta ve düşük düzeyde IgE cevabı oluşturan farelerdir. C57BL/6 soyuna ait fareler ev tozu alerjenine karşı (Der 1) allerji modeli geliştirilmekte ve yüksek eozinofil yanıtı alınmaktadır (8). Alerjik hastalıkların oluşmasının profilaksisinde ve tedavisinde çeşitli yaklaşımlar vardır. Koruyucu IgG sentezinin indüklenmesi, mukozal tolerans oluşturulması ve immün yanıtın Th2’den Th1 yönüne immünmodülasyonu (CpG, Bakteriyel ajanlar) fare modellerinde yoğun olarak çalışılan yaklaşımlardır. Mycobacterium vaccae’nın gebelik döneminde (9), yeni doğan dönemde (10) subkutan olarak uygulanması sitokin profilini Th1 yönüne kaydırmakta ve astım oluşumunu engellemektedir. Ayrıca M vacca’nın intratrakeal uygulanması da uzun dönemde astıma ait histopatolojik yanıtı baskılamaktadır (11). Alerjen-spesifik immünoterapide allerjenin veriliş yolu ve dozu immün yanıtın Th2 den uzaklaşmasında ve Treg (Foxp3+CD4+CD25+) hücre indüklenmesinde önemli rol oynamaktadır. BALB/c farelerde oluşturulan allerjen-spesicifik intranasal immünotrepide, alerjik sensitizasyondan önce intranasal yolla tekrarlayan düşük dozda OVA verilmekte sonra astım modeli oluşturulmaktadır. İntranasal immünoterapi uygulanmış BALB/c farelerden naive farelere dalak T hücre transferi astıma özgü histopatolojik değişiklikleri baskılarken IL-10 düzeyini arttırmaktadır (12). Kaynaklar 1. Takeda K, Gelfand EW. Mouse models of allergic diseases. Curr Opin Immunol. 2009 Oct 13. 2. Karol MH. Animal models of occupational asthma. Eur Respir J. 1994 Mar;7(3):555-68 3. Bousquet J, Jeffrey PK, Busse WW, Johnson M, Vignola AM. Asthma: from bronchoconstriction to airways inflammation and remodeling. Am J Respir Crit Care Med 2000; 161:1720–45. 4. Akkoç T, Tolunay S, Barlan I, Basaran M. Airway remodeling and serum total immunoglobulin E (IgE) levels in a murine model of asthma. J Asthma. 2001 Oct;38(7):585-91 5. Holgate, Novel targets of therapy in asthma, Curr Opin Pulm Med 15 (2009), pp. 63–71. 6. Whitehead GS, Walker JK, Berman KG, Foster WM, Schwartz DA. Allergen-induced airway disease is mouse strain dependent. Am J Physiol Lung Cell Mol Physiol. 2003 Jul;285(1):L32-42. 7. Repa A, Grangette C, Daniel C, Hochreiter R, Hoffmann-Sommergruber K, Thalhamer J, Kraft D, Breiteneder H, Mercenier A, Wiedermann U. Mucosal co-application of lactic acid bacteria and allergen induces counter-regulatory immune responses in a murine model of birch pollen allergy. Vaccine. 2003 Dec 8;22(1):87-95 8. Clarke AH, Thomas WR, Rolland JM, Dow C, O’Brien RM. Murine allergic respiratory responses to the major house dust mite allergen Der p 1. Int Arch Allergy Immunol. 1999 Oct;120(2):126-34. 9. Akkoc T, Ozdemir C, Eifan A, Yazi D, Yesil O, Bahceciler NN, Barlan IB. Mycobacterium vaccae Immunization to OVA Sensitized Pregnant BALB/c Mice Suppressed Placental and Postnatal IL-5 and Inducing IFN- Secretion. Immunopharmacology and Immunotoxicology, . 2008;30(1):1-11. 10. Ozdemir C, Akkoc T, Bahceciler NN, Kucukercan D, Barlan IB, Basaran MM. Impact of Mycobacterium vaccae immunization on lung histopathology in a murine model of chronic asthma. Clin Exp Allergy. 2003 Feb;33(2):266-70 11. Yazi D, Akkoc T, Ozdemir C, Yesil O, Aydogan M, Sancak R, Bahceciler NN, Barlan IB. Long-term modulatory effect of Mycobacterium vaccae treatment on histopathologic changes in a murine model of asthma. Ann Allergy Asthma Immunol. 2007 Jun;98(6):573-9 12. Akkoc T, Eifan A, Ozkara S, Bahceciler NN, Barlan IB Transfer of splenic T cells from mice immunized with intranasal Ovalbumin ameliorates the local and systemic allergic responses in ova sensitized recipient mice. Allergy Asthma Proc, 2008 Jul-Aug;29(4):411-6. Epub 2008 Mar 13. 61 DENEYSEL KANSER MODELLERİ Güneş Esendağlı Hacettepe Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü, Temel Onkoloji Anabilim Dalı, Ankara D eneysel kanser modelleri, diğer tüm hastalık modellerinde olduğu üzere üç ortamda gerçekleştirilebilir: in vitro, ex vivo, in vivo. Kanserin biyolojik davranışının hücre düzeyinde incelenmesi transformasyon derecesi hakkında ve temel homeostatik değişikliklerin gözlenmesi açısından bilgi vericidir. Ancak, kanser hücrelerinin yer aldığı mikroçevredeki faktörler biyolojik davranış üzerinde çok büyük rol oynar. Bu mikroçevre normal hücrelerin bulunduğundan çok daha karmaşık ve çok bileşenlidir; dahası bu bileşenlerin her biri heterojen ortamlarda bulunduğundan küçük kompartmanlar halinde farklı karakterlerle ortaya çıkarlar. Bu nedenle, in vitro hücre kültürleri, özellikle hücre hatları, birtakım temel hücresel farklılıkları ve yanıtları çalışmak için uygunken; kanser hakkında kısıtlı uygulanabilirliğe sahip bilgiler vermektedir. Bu durumun üstesinden gelip in vivo ortama daha yakın bilgiler edinebilmek amacıyla primer hücre kültürleri ve/veya ex vivo deneyler tercih edilmektedir. Kanser hücrelerinin dokudan izolasyonu takiben, hücrelerin en uygun zenginleştirilmiş ortamda tutulması ve kısa sürede deneylerin gerçekleştirilmesi gereklidir. Ancak, yine doku homeostazının bozulması, izolasyon aşamaları sırasında ex vivo stres, çok bileşenli ve 3 boyutlu çatkının yokluğu doğal kanser davranışının bu sistemlerde de sınırlandırılmasına neden olur. Bu problemin de üstesinden gelmek amacıyla 3 boyutlu ve çok bileşenli hücre kültürleri geliştirilmiştir. Bu hücre kültürleri matriks bileşenleri veya stromal hücrelerin varlığında kanser hücrelerinin üç boyutlu bir yüzeyde büyütülmesi prensibine dayanır. Bu sayede kanser hücrelerinin in vivo ortamda bulundukları koşullara yaklaşılabildiği; 3 boyutlu sistemde gelişen doku yapısının kanser tarafından nasıl düzenlendiği hakkında daha tutarlı bilgiler edinilmektedir. Hücrelerin invazyon yetenekleri, onkogen ekspresyonları gibi özelliklerinin değiştiği de bildirilmektedir. Tümör gelişimi sonrasında, kanserleşmenin ve metastatik yayılımın izlenebildiği tek deneysel sistem in vivo ortamdır. İn vivo kanser modelleri gerçekleştirilmek istenilen deneyin amacına göre farklılık gösterir. Eğer kanser 62 hücrelerinin genetik farklılık, ilaç uygulaması vb. işlemler sonucunda geliştireceği davranış farklılıklarının izlenmesi amaçlanıyorsa, eşgenik (syngenic) hayvanlara kanser hücrelerinin inokülasyonu ile “eşgenik hücre ekimi modelleri” oluşturulur. Bu modeller hücrelerin kaynaklandığı dokuda (ortotopik) oluşturulduğunda o tip kanserleri daha iyi yansıttığı gösterilmiştir. İnsan kanser dokularının veya hücrelerinin kullanılması ise sadece immün sistemi yok edilmiş, severe combined immune deficient (SCID) farelerde mümkündür. Ksenograft ile yapılan bu deneylerde hayvaninsan dokuları arasında farklılık gösteren birtakım sinyal moleküllerinden doğabilecek iletişim bozuklukları söz konusu olabilir. Ayrıca, bu durumda kanser gelişiminde çok önemli rol oynayan immün hücrelerin oynayacağı rol iptal edilmiş olur. Bu dezavantajlara rağmen insan kanser hücrelerinin kullanılabildiği tek in vivo model ksenograft SCID fare modelleridir. Eşgenik hücre ekimi modellerinde kanser hücreleri direkt olarak verildiğinden, karsinogenezin doğal basamakları atlanmış ve bu sürecin konakçı hayvanda oluşturacağı etkiler yok sayılmış olur. Bu nedenle konakçının kendi dokusundan kanserlerin geliştirilmesi “otoktanöz (autochthonous)” modellerle sağlanır. İn vivo karsinogenez için sıklıkla kullanılan kimyasal madde enjeksiyonlarıdır. Ancak, sistemik veya lokal karsinojen enjeksiyonu ile tümörleşecek hedef dokuyu belirleyen faktörlerin çokluğu (tür, yaş, cinsiyet, karsinojen uygulanma yolu, dozu, sıklığı gibi) bu modellerin kontrol edilebilirliğini sınırlamaktadır. Mutasyonlar rasgele oluşabilmekte, tümör dokuları arasında heterojenlik gelişebilmektedir. Ancak, deneysel model olarak çalışma zorluğuna rağmen insanlardaki kanserlerin de aynı heterojenliğe sahip olduğu unutulmamalıdır. Daha tutarlı sonuçların elde edilebilmesi amacıyla en yeni otoktanöz sistemler, “genetik mühendislik ürünü modeller” geliştirilmiştir. Bu amaçla onkogen transgenik, tümör baskılayıcı gen knock-out, koşulsal knock-out, ve hedeflenmiş transgenik hayvanlar üretilmektedir. Ancak, bu modellerin çoğunda da kanserin tetiklenmesi hafif bir kimyasal karsinojen ajanla sağlanır ya da uzun süre yaşatılan hayvanda spontan kanserlerin gelişmesi beklenir. Sonuç olarak, geliştirilen tümörler zamana bağlı olarak ortaya çıkmakta, konakçı organizma ile iletişim içerisinde gelişmekte, bilinen bir mutasyon/genetik değişiklik taşındığından dolayı biyolojik davranışı daha homojen olmaktadır. Böylelikle deneysel sistem olarak kontrol edilebilir bir model oluşmaktadır. Deneysel hayvan modellerinin kanser araştırmalarında en büyük dezavantajı insanda görüldüğü kadar agresif yayılım olmaması ve metastazların gerçekleştiği hedef organ tercihinin farklı olabilmesidir. İmmün keşif (immune survelliance) yaklaşımına göre, immün sistem vücuttaki tüm olaylardan haberdar olur ve bu olaylardan yayılan sinyalleri yorumlayarak yanıt verir. Bu yanıtın derecesi, aktivasyon/inhibisyon dengesi ortamdaki strese bağlı olarak değişir. Bu sayede, immün sistemin tümör gelişimini ve yayılımını da kontrol edebileceği varsayılmaktadır. Deneysel ve klinik veriler bu varsayımları destekler niteliktedir. Ancak, günümüzde kabul gören özgün immün keşif teorilerinden daha karmaşık bir tümör – konakçı ilişkisinin varlığı yadsınamaz. Hem insan kanserlerinin geçirdiği aşamaları, kısmen de olsa metastaz özelliklerini, hem de bu transforme hücrelere karşı verilen immün tepkilerin en iyi izlenebileceği modeller in vivo deneysel modellerdir. İmmün yanıtların kanser gelişimi sırasında düzenlendiği görüşünden yola çıkılan hipotezler ise otoktanöz modeller kullanılarak araştırılabilir. 63 İNFLAMATUVAR DEMİYELİNİZAN SANTRAL SİNİR SİSTEMİ HASTALIKLARINDA TEDAVİ: DENEYSEL VERİLERİN KLİNİK YANSIMALARI Ayşe Altıntaş İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı, İstanbul Ç ok sayıda çalışma sinir sistemi ile immün sistem arasında var olan iki yönlü iletişimi ortaya koymaktadır. İki yönlü işleyen bu regülatuvar sistem “kontrol ve dengeleme” prensibine dayanmaktadır ve sağlıklı durumun sürdürülmesinde önemli role sahiptir. İmmün kökenli nörolojik hastalıklarda yürütülen biopsi ve otopsi çalışmaları, hastalıkların oluşumunda rol oynayan hücresel ve moleküler faktörleri ortaya koymaktadır. Çalışmalar; aktif ve non-aktif immün hücrelerin (ör:T hücreleri, makrofajlar gibi), gliozisin varlığını göstermiş, ileri olgularda oligodendrosit hasarı/kaybı ve nöronal etkilenme belirlenmiştir. İnflamatuvar demiyelinizan santral sinir sistemi (SSS) hastalıklarının en tipik örneğini Multipl skleroz hastalığı oluşturmaktadır. Bu grup hastalıklarda patogenez, immün faktörler, etkilenen yapılara ilişkin direkt verilerin elde edilmesi zor olduğundan (doku örneği yada beyin-omurilik sıvısı analizleri gibi), deneysel modellerden yola çıkarak patogenez ve tedavi olanaklarını araştırmak çoğunlukla en uygun seçenek olarak görünmektedir. Nöroimmün süreçler üzerindeki araştırmaların deneysel hayvan modelleri kullanılarak yapılması, klinik alanda da kullanılabilecek yararlı bilgiler sağlayabilmektedir. Hastalık modellerinden faydalanılarak tedavide hedef alınacak yapılar/ mekanizmalar aydınlatılmakla kalmayıp, potansiyel tedavi 64 seçeneklerinin pre-klinik test edilmesi de mümkün olabilmektedir. Ancak unutmamak gerekir ki; hastalıklara ilişkin tanımlanan hayvan modelleri, o hastalığın birebir aynısı değildir, sadece hastalığın bazı yönleri ile benzeşmektedir. Bu nedenle deneysel verilerin, klinik verilerle örtüşmeyebileceği her zaman akılda tutulmalıdır. İnflamatuvar demiyelinizan SSS hastalıklarının prototip örneğini multipl skleroz(MS) hastalığı oluşturmaktadır. Multipl skleroz’da değişik hastalık seyirleri tanımlanmıştır ve farklı seyirlerde tedavi seçenekleri de farklılık gösterebilmektedir. Örneğin relapslarla seyreden MS’te interferonbeta yada copaxone tedavisi onaylanmış bir tedavi yöntemi iken, primer progressif MS hastalarında bu ilaçların etkili olduğu gösterilememiştir. Deneysel verilerde etkinliği gösterilmiş olmasına rağmen, klinik çalışmalarda etkisiz bulunan, hatta zararlı etkileri gözlenen çalışmalar da mevcuttur (solübl TNF reseptörü, TNF-alfa’ya yönelik monoklonal antikor tedavisi, oral miyelin, T-hücre reseptör peptid aşısı gibi). Bu hastalıklarda halen deneysel yada klinik evrede denemeleri süren pekçok tedavi çalışması devam etmektedir. Bu çalışmalar; immün sistemi tekrar yapılandıran tedaviler(kök hücre tedavileri), immün-supressifler, immün-modülatuvarlar yada hücre migrasyonu üzerinde etkili olan tedaviler olarak sınıflandırılabilirler. MEZENKİMAL KÖK HÜCRELERİN İMMÜNOREGÜLATÖR ÖZELLİKLERİ VE KLİNİK KULLANIMI Uğur Muşabak Gülhane Askeri Tıp Akademisi İmmunoloji Anabilim Dalı, Ankara E rişkin kök hücreler (somatik) başlıca hematopoetik, stromal ve organ spesifik kök hücreler olmak üzere üçe ayrılmaktadırlar (1). Onarıcı ve iyileştirici özellikleri nedeniyle bugün için üzerinde en çok durulan ve araştırılan kök hücreler, erişkin hematopoetik kök hücre(HKH)’ler ve stromal kaynaklı mezenkimal kök hücre (MKH)’lerdir. Diğer erişkin stromal kök hücreler olan “Marrow-isolated adult multilineage inducible (MIAMI) cells, human bone marrow derived multipotent stem cells (hBMSCs)” ve “Multipotent adult progenitor cells (MAPC)”, üretilmesi ve çalışılması pratik olmadığından yaygın olarak kullanılmamaktadırlar. Bunların yanında fetus, kadavra ve plasentadan elde edilen diğer kök hücre tipleri de bulunmakta, ancak bunlar da klinik uygulamalarda tercih edilmemektedirler. Kemik iliğinde 104-105 tek çekirdekli hücreye karşı bir MKH bulunur (2). Kemik iliğinin ex vivo kültürlerinde plastik zeminine tutunan hücreler MKH’ler, süpernatanda yüzen hücreler ise hematopoetik hücrelerdir (3). Multipotent mezankimal stromal hücreler olarak da isimlendirilen MKH’lerin başlıca kaynağı kemik iliği olmakla birlikte kordon kanı, plasenta, periferik kan, kas, kıkırdak, tendon, yağ, karaciğer ve diş gibi başka dokularda da bulunmaktadır (4). Bu hücreler kemik iliğinde uygun bir mikroçevre sağlayarak hematopoetik niş(oyuk)’in oluşumuna katkıda bulunmaktadırlar (5). Böylelikle kemik iliğinden köken alan hücrelerin olgunlaşması, farklılaşması ve yaşamaları için uygun koşulları sağlarlar. MKH’lerin yüzeylerinde hematopoetik niş’i oluşturan hücrelerle sinapsı sağlayan galectin(Gal)-1, angiopoietin-1, osteopontin-1 ve trombospondin-1 ve -2 gibi moleküller MKH’lerin hematopoetik niş üzerindeki destekleyici etkilerinin önemli aracılarıdır (6,7). Kemik iliği kaynaklı MKH’ler ex-vivo uygun kültür koşulları sağlandığında mezodermal hücreler olan osteoblast, kondroblast, fibroblast, miyoblast ve adipositler yanında endodermal (hepatosit) ve ektodermal (nöron) hücrelere de farklılaşabilmektedirler (8,9). “Transdifferentation” denilen bu özelliğinden dolayı MKH’lerin hasarlı dokuların onarımında kullanımı ile ilgili çalışmalar son zamanlarda büyük bir hız kazanmış, bir çok bilim adamı çalışmalarını bu konuya yoğunlaştırmıştır (4,10,11). MKH’lerin diğer önemli özelliği immünolojik ve inflamatuvar reaksiyonların denetimini sağlamasıdır (12). MKH’lerin Morfolojik ve İmmunofenotipik Özellikleri MKH’ler morfolojik olarak fibroblastlara benzer bir görünüm taşımakla birlikte çekirdekleri fibroblastlarda olduğu gibi asimetrik değil simetrik yerleşimlidir (13). MKH’lerin immunofenotipik özellikleri primer hücrelerden ziyade kültürde çoğaltılmış hücrelerde gösterilmiştir. Bu hücrelerin kendilerine özgü belirteçleri bulunmamakla birlikte tipik olarak CD29, CD44, CD71 (transferin reseptör), CD73 (SH3/4), CD90 (thy-1), CD105 (SH2), CD166 ve STRO-1 (fibroblast yüzey belirteci) ekspresyonu yaptığı gösterilmiştir (14). Ancak CD45, CD34, CD14 ve CD19 gibi hematopoetik belirteçleri taşımamaktadırlar (Tablo.1.). Bu özellikler International Society for Cellular Therapy (ISCT) tarafından MKH’nin tanımlanmasında standart olarak kullanılmaktadır (15). MKH’lerin tanımlanmasında kullanılan diğer kriterler, bu hücrelerin plastik yüzeylere yapışmaları ve in-vitro koşullarda kıkırdak, kemik ve yağ hücrelerine farklılaşabilmeleridir. Değişik dokulardan elde edilen MKH’lerin immünofenotipleri farklı olabilmektedir. Örneğin, kemik iliği kaynaklı MKH’ler CD106+, CD49d-; yağ dokusundan elde edilen MKH’ler ise CD106-, CD49d+’tir (16). Erişin MKH’lerinin yüzeylerinde düşük seviyede HLA sınıfI antijenleri ifade edilirken, HLA sınıf-II antijenleri sadece sitoplazmada bulunmaktadır (12,17). Fetus karaciğerinden kaynaklanan MKH’lerde ise ne hücre yüzeylerinde ne de sitoplazmalarında HLA sınıf-II antijenleri bulunmaktadır (18). HLA sınıf-I antijenlerinin düşük seviyedeki ifadesi MKH’lerini NK hücrelerinin sitotoksik etkilerine karşı korurken, HLA sınıf-II antijenlerin olmaması bu hücrelerin immün denetimden kaçmasını sağlar. İnflamatuvar uyarılar MKH’lerin yüzeylerinde hem HLA sınıf-I hem 65 de HLA sınıf-II moleküllerinin ifadesini artırmaktadır (15, 16). Yeni yapılan çalışmalarda, MKH’lerde non-klasik HLA sınıf-I antijeni olan HLA-G’nin ifade edildiği ortaya konmuş, bu molekülün immün yanıtın baskılanmasında rol oynadığı gösterilmiştir (12). Diğer taraftan MKH’ler immün yanıt oluşumunda tamamlayıcı görev yapan CD80, CD86, CD40 ve CD40L gibi ko-stimulatör molekülleri ifade etmezler (12,17). Ancak integrin, selektin, intercellular adhesion molecule (ICAM), vascular cell adhesion molecule (VCAM), activated leukocyte cell adhesion molecule (ALCAM), very late antigen (VLA) gibi hücre adezyon moleküllerini ifade ederek hematopoetik niş’te bulunan hücrelerle sıkı bir etkileşim kurarlar (14,19). MKH’lerden salgılanan ve T hücreleri üzerindeki baskılayıcı etki yapan diğer aracıların prostaglandin(PG)E2, dönüştürücü büyüme faktörü-1 (TGF-1) ve hepatosit büyüme faktörü (HGF) olduğu gösterilmiştir (5). MKH’lerin T hücreleri üzerindeki baskılayıcı etkilerini gösteren bulgulardan biri de MKH’lerin bulunduğu ortamda uygun koşullar sağlandığı halde T hücrelerde aktivasyon moleküllerinin ifadesinde artma olmamasıdır (13). T lenfositlerin baskılanmasında rol oynadığı ileri sürülen faktörler STAT3 fosforilasyonu ve nitrik oksit (NO)’dir. NO yoluyla meydana gelen baskılayıcı (anti-proliferatif ) etkinin uyarılabilir NO sentaz (iNOS) inhibisyonu ile ortadan kalktığı gösterilmiştir. Ayrıca MKH’lerin immünomodülatör özellikteki çeşitli sitokinleri ve kemokinleri sentezleme özelliği bulunmaktadır. MKH’lerin ürettikleri başlıca sitokinler; tümör nekroz faktörü(TNF), interlökin(IL)-1, IL-2, IL-4, IL-6, IL-7, IL-8, IL-11, IL-12, IL-15, IL-27, makrofaj-koloni uyarıcı faktör (M-CSF), Flt-3L, kök hücre faktörü (SCF)’dür (20,21). Ayrıca ortama IL-1 ilave edildiğinde granülosit koloni uyarıcı faktör (G-CSF), granülosit-makrofaj koloni uyarıcı faktör (GM-CSF) sentezleme yeteneği kazanırlar (22). Diğer taraftan MKH’ler inflamasyon alanından salgılanan sitokin ve kemokinlerinlerin meydana getirdikleri gradiyent yönünde göç ederek ürettikleri kemokin reseptörleri vasıtasıyla hasarlı dokulara yerleşirler. CXCL12 stromal hücre kökenli faktör (SDF)-l, CX3CL1 (fraktalkin) ve CXCL10 interferon(IFN)-uyarıcı protein (IP-10)’un MKH’lerin migrasyonuda rol oynayan başlıca kemokinler oldukları gösterilmiştir (23). Buna karşı MKH’ler yüzeylerinde CCR2, CCR8, CXCR1, CXCR2, CXCR3 ve CXCR4 ifade ederek kemotaktik uyarıların geldiği dokulara yerleşirler (24). MKH’lerin baskılayıcı ya da uyarıcı tarzdaki etkilerinin belli koşullarda ortaya çıktığı gösterilmiştir. Örneğin in vitro olarak MKH’lerle lenfositler arasındaki oranın 1/40 ve daha yüksek olması baskılayıcı bir etki ortaya çıkarırken, bu oranın 1/40 ile 1/100 arasında olması uyarıcı tarzda etki ortaya çıkarmaktadır (12). Diğer taraftan virüslerin MKH’lerden IFN sentezini uyararak sitotoksik T (Tc) hücrelerinin çoğalmalarına ve sitotoksik etkilerinin artmasına ve neden oldukları gösterilmiştir (28). Kültürlerde çoğaltılan MKH’lerde HLA sınıf-II antijenleri ifade edilmemektedir. Ancak kültürlere IFN’nın ilave edilmesiyle MKH’lerde bu moleküllerin sentezinin arttığı ve HLA sınıf-II antijeni taşıyan allojenik MKH’lerin periferik kan mononükler hücrelerde proliferasyona neden olduğu gösterilmiştir (29). Ancak bunun aksini ortaya koyan çalışmalar da bulunmaktadır. Bu çalışmalarda HLA sınıfII antijenlerini ifade eden MKH’lerin immün hücrelerde proliferasyona neden olmadığı bildirilmiş, bu durum MKH’lerin kostimulatör molekül taşımamaları ve IDO sentezlemeleri ile açıklanmıştır (12). MKH’lerin İmmünoregülatör Özellikleri MKH’ler effektör yardımcı T (Th) hücrelerinden salgılanan sitokin profilini etkileyerek anti-inflamatuvar bir mikroçevre oluştururlar. MKH’ler Th1 hücrelerinden inflamatuvar özellikteki IFN salgılanmasını baskılarken, Th2 hücrelerinden anti-inflamatuvar özellikteki IL-4 salgılanmasını uyarmaktadır (30). MKH’lerin Tc hücreleri üzerindeki etkileri iki yönlüdür. Naif hücrelerin (Tc) sitotoksik etkileri MKH’ler tarafından baskılanırken, aktive hücrelerde (Tc) böyle bir etki meydana gelmemektedir. Ayrıca MKH’ler inflamatuvar sitokinleri baskılayarak kendilerini Tc hücrelerinin saldırılarından korunmaktadırlar (31). Diğer taratan MKH’ler, hafıza T hücrelerinin spesifik antijenlere karşı verdikleri yanıtları da baskılamaktadırlar (32). Yapılan çalışmalar MKH’lerin doğal ve adaptif immünite üzerinde düzenleyici etkilerinin olduğunu ve bu etkilerin baskılayıcı veya uyarıcı tarzda olduğunu göstermiştir (12). Bu etkilerin ortaya çıkmasında hücreler arasında kurulan fiziksel temas yanında MKH’lerden salgılanan çözünür faktörler de önemli rol oynamaktadır. MKH’lerin adaptif immünite üzerine etkileri: T hücreleri üzerindeki düzenleyici etkiler MKH’ler aktive T hücrelerini hücre döngüsünün G0/G1 fazında durdurarak anti-proliferatif etki gösterirken, istirahat dönemindeki T hücrelerinin sağ kalımını desteklerler (25). Anti-proliferatif etki T hücrelerinin apoptozunu uyarmaktan çok IFN ile uyarılan MKH’lerde indolamin 2,3-dioksijenaz (IDO) sentezinin artması ile ortaya çıkmaktadır (26). MKH’ler Fas-Fas ligand ifadesini ve endojen apoptotik proteazları baskılayarak T hücrelerini apoptozdan korurlar (27). Halbuki MKH’lerin ürettiği IDO, hücre çoğalmasında gerekli olan triptofan sentezini azaltarak anti-proliferatif etkiye neden olmaktadır. 66 MKH’ler, regülatör T (Treg) (CD4+CD25+highFoxP3+) oluşumunda da rol oynamaktadır. Uyarılmış MKH’lerden salgılanan CCL1 (I-309), T hücrelerinin yüzeyindeki reseptörüne bağlanarak Treg oluşumuna aracılık etmektedir (19). Treg oluşumunda rol oynayan diğer bir etken, MKH’ler ve T hücrelerinin yüzeylerinde ifade edilen adezyon moleküllerinin birbirleriyle etkileşimidir (33). İki hücre arasında CD58/CD2 ve CD52/CD11a molekülleri aracılığıyla meydana gelen temas neticesinde FoxP3 negatif CD4+ ve CD8+ Treg hücreleri meydana gelmektedir. Bu hücrelerin T hücrelerini baskılayıcı etkileri konvansiyonel T reg hücrelerinden daha güçlüdür. Treg hücrelerinin immünolojik tolerans mekanizmasındaki rolü göz önüne alındığında, bu hücrelerin oluşumunda önemli rolü olan MKH’lerin otoimmün hastalıklarda ve organ nakillerinde kullanılabilme potansiyeli daha iyi anlaşılmaktadır. MKH’lerin diğer bir özelliği T hücrelerine antijen sunabilme yeteneklerinin olmasıdır. T hücrelerine antijen sunumu her iki hücre yüzeyinde ifade edilen moleküllerin etkileşimi ve çözünür faktörler vasıtasıyla gerçekleşmektedir (12,19). HLA sınıf II antijenleri ve aksesuar moleküller (VCAM-1, ICAM-2) antijen sunumu için gerekli olan asgari moleküllerdir. HLA sınıf II antijen ifadesini uyaran IFN düzeyi dar bir aralıkta optimal antijen sunumunu sağlamaktadır. MKH’lerin HLA sınıf I antijenleri ile antijen sunumu çok daha sınırlı seviyededir (34). B hücreleri üzerindeki düzenleyici etkiler Yapılan çalışmalar MKH’lerin B hücreleri üzerinde de düzenleyici etkilerinin olduğunu ve bunun fiziksel temas yanında salgılanan bazı faktörlerle gerçekleştiği gösterilmiştir (5). MKH’ler T hücrelerinde olduğu gibi B hücrelerini de hücre döngüsünün G0/G1 fazında durdurmakta ve proliferasyonlarını inhibe etmektedir (35). B hücrelerinin IgG, IgA ve IgM vasfındaki antikor sentezleri de MKH’ler tarafından baskılanmaktadır (36). Sistemik lupus eritematozus hastalığının fare modelinde yapılan bir çalışmada allojenik MKH’lerin B hücre çoğalmasını ve IgG sentezini azalttığı gösterilmiştir (37). İnsanlarda yapılan çalışmalarda ise kısmen farklı neticeler elde edilmiştir. Bir çalışmada MKH’lerin CpG oligonükleotid ile uyarılarak çoğalmaya teşvik edilen B hücrelerinde anti-proliferatif etki oluşturmadıkları, ortama IFN ilave edildiğinde bu etkinin ortaya çıktığı gösterilmiştir (26). MKH’lerin uyardığı programlı hücre ölümü (PD-1 yolu), B hücre proliferasyonunu baskılayan başka bir mekanizma olarak gösterilmiştir (38). Dendritik hücreler üzerindeki düzenleyici etkiler MKH’ler, matür ve immatür DH’lerin fenotip ve fonksiyonlarını değiştirerek immün yanıtı düzenleyebilmektedirler. Yapılan çalışmalar, MKH’lerin CD1a, CD40, CD83, HLA-DR ve kostimülatör moleküllerin (CD80, CD86) ifadelerini azaltarak monositlerin DH’lere farklılaşmasını engellediği ve IL-12 üretimini baskıladığı gösterilmiştir (13,39). Diğer taraftan MKH’lerin miyeloid DH’lerden TNF üretimini azalttığı, plazmasitoid DH’lerden IL-10 üretimini ise arttırdığı bildirilmiştir (30). Bu durum Th1 hücrelerinden üretilen IFN’nın azalmasına, Th2 hücrelerden üretilen IL-4’ün artışına ve Treg oluşumuna öncü olmaktadır. MKH’lerin DH farklılaşması ve fonksiyonları üzerine olan baskılayıcı etkilerinin IL-6, M-CSF ve PG-E2 gibi aracılarla gerçekleştiği ileri sürülmüştür (12,30). Diğer taraftan MKH’ler, T hücrelerine benzer şekilde DH’leri hücre döngüsünün G0/ G1 fazında kalmalarına neden olarak bu hücrelerde antiproliferatif etki meydana getirdikleri gösterilmiştir (40). Dolayısıyla MKH’lerin T hücreleri üzerindeki baskılayıcı etkilerinin sadece direkt bir etki olmadığı, DH’ler üzerindeki etkilerinin de bu sonuca katkıda bulunduğu düşünülmektedir. MKH’lerin doğal immünite üzerine etkileri: MKH’ler salgıladıkları IDO, HLA-G, TGF ve PGE2 ile NK hücre proliferasyonunu ve fonksiyonlarını baskılamaktadırlar (12). Hedef hücrelerin NK hücreleri tarafından tahrip edilebilmesi için gerekli olan sinyaller, MKH’ler tarafından NK hücre aktivasyonunu sağlayan reseptörlerin yüzeyden içeri çekilmesiyle engellenirler. Diğer taraftan MKH’lerden salgılanan IL-6’nın nötrofilleri apoptoza karşı koruduğu fakat fonksiyonlarını (fagositoz ve migrasyon) etkilemediği gösterilmiştir (41). Yeni yapılan bir çalışmada makrofajların MKH’lerle birlikte yapılan kültürlerinde fagositoz yeteneklerinin yanında IL-10 ve IL-6 sentezlerinin arttığı, IL-12 ve TNF sentezlerinin ise azaldığı tespit edilmiştir (42). Mezenkimal kök hücrelerin klinik kullanımı Daha önce de belirtildiği gibi MKH’lerin immünolojik etkilerini araştıran çalışmalarda MKH’lerin organizmaya verildikten sonra öncelikli olarak hasarlı dokulara gittikleri ve buralara yerleşerek onarım sürecinde rol oynadıkları gösterilmiştir (4,10,11). Ancak bu hücrelerin yerleştikleri dokularda gösterilmesinin zor olması nedeniyle MKH uygulamasını takiben meydana gelen iyileşmenin bu hücrelerden kaynaklanıp kaynaklanmadığı konusu hala tartışmalıdır. Diğer taraftan hayvan çalışmalarında MKH’lerin engratmanı değişik dokularda % 0.1 - % 2.7 arasında bulunmuş, transdifferensiasyonu ise klinik tabloya etki edecek düzeyde olmadığı ileri sürülmüştür (43). MKH’lerin immünoregülatör etkilerinin anlaşılmasıyla başta GVHH olmak üzere iskemik kalp hastalıkları, inme, meme kanseri, osteogenezis imperfekta, metakromatik lökodistrofi ve Hurler sendromu gibi hastalıklarda insan çalışmaları yapılmış ve bazı cesaretlendirici sonuçlar elde edilmiştir (5). Bugün için MKH’ler immünolojik özellikleri nedeniyle rejeneratif tıpta önemli bir yer tutmaya başlamış ve MKH’lerin otoimmün hastalıklar, doku mühendisliği ve gen tedavileri gibi değişik alanlarda kullanımı konusundaki çalışmalar ivme kazanmıştır. GVHH’da MKH tedavisi ile elde edilen olumlu neticeler, bu tedavi yönteminin otoimmün hastalıklarda kullanımı konusunu gündeme getirmiştir. Ancak otoimmün hastalığı olanlarda immün sistem GVHH’ndan farklı olarak aktiftir ve bu hastalardan elde edilen MKH’lerin fonksiyonlarının normal olup olmadığı konusu henüz açık değildir (44). RA, SLE ve SSc’lu hastalardan elde edilen kemik iliği kökenli MKH’lerin hematopoezi destekleme özelliklerinin yetersiz olduğu ve erken yaşlandıkları görülmüştür (45). 67 Ayrıca SSc’lu hastaların MKH’lerinin adipojenik ya da osteojenik serilere farklılaşmalarının da yetersiz olduğu tespit edilmiştir (46). Ancak bu bulgulara rağmen MKH’lerin immunosupresif etkilerinin olduğu ve bu etkilerin uygun koşullarda ortaya çıktığı bilinmektedir (47). 23. Croitoru-Lamoury J, Lamoury FM, Zaunders JJ, Veas LA, Brew BJ. Human mesenchymal stem cells constitutively express chemokines and chemokine receptors that can be upregulated by cytokines, IFN-beta, and Copaxone. J Interferon Cytokine Res 2007; 27: 53-64. Kaynaklar 25. Glennie S, Soeiro I, Dyson PJ, Lam EW, Dazzi F. Bone marrow mesenchymal stem cells induce division arrest anergy of activated T cells. Blood 2005; 105: 2821-7. 1. 2. 3. Kucia M, Reca R, Jala VR, Dawn B, Ratajczak J, Ratajczak MZ. Bone marrow as a home of heterogenous populations of nonhematopoietic stem cells. Leukemia 2005; 19: 1118-27. Jones EA, Kinsey SE, English A, Jones RA, Straszynski L, Meredith DM, et al: Isolation and characterization of bone marrow multipotential mesenchymal progenitor cells. Arthritis Rheum 2002; 46: 3349-60. Friedenstein AJ, Chailakhyan RK, Latsinik NV, Panasyuk AF, Keiliss-Borok IV. Stromal cells responsible for transferring the microenvironment of the hemopoietic tissues. Cloning in vitro and retransplantation in vivo. Transplantation. 1974; 17: 331-40. 4. Krampera M, Pizzolo G, Aprili G, Franchini M. Mesenchymal stem cells for bone, cartilage, tendon and skeletal muscle repair. Bone 2006 ; 39: 678-83. 5. Uccelli A, Moretta L, Pistoia V. Immunoregulatory function of mesenchymal stem cells. Eur J Immunol 2006; 36: 2566-73. 6. Kadri T, Lataillade JJ, Doucet C, Marie A, Ernou I, Bourin P, et al. Proteomic study of Galectin-1 expression in human mesenchymal stem cells. Stem Cells Dev 2005; 14: 204-12. 7. Wilson A, Trumpp A. Bone-marrow haematopoietic-stem-cell niches. Nat Rev Immunol 2006; 6: 93-106. 8. Weissman IL. Translating stem and progenitor cell biology to the clinic: Barriers and opportunities. Science 2000; 287: 1442-46, 9. Pittenger MF, Mackay AM, Beck SC, Jaiswal RK, Douglas R, Mosca JD et al. Multilineage potential af adult human mesenchymal stem cells. Science 1999; 284: 143-147. 10. Devine SM. Mesenchymal stem cells: will they have a role in the clinic? J Cell Biochem Suppl 2002; 38:73–9. 11. Barry FP, Murphy JM. Mesenchymal stem cells: clinical applications and biological characterization. Int J Biochem Cell Biol 2004; 36: 568–84. 12. Newman RE, Yoo D, LeRoux MA, Danilkovitch-Miagkova A. Treatment of inflammatory diseases with mesenchymal stem cells. Inflamm Allergy Drug Targets. 2009; 8: 110-23. 13. Patel SA, Sherman L, Munoz J, Rameshwar P. Immunological properties of mesenchymal stem cells and clinical implications. Arch Immunol Ther Exp (Warsz). 2008; 56:1-8. 14. Chamberlain G, Fox J, Ashton B, Middleton J. Mesenchymal stem cells: their phenotype, differentiation capacity, immunological features, and potential for homing. Stem Cells. 2007; 25: 2739-49. 15. Dominici M, Le Blanc K, Mueller I, Slaper-Cortenbach I, Marini F, Krause D, et al. Minimal criteria for defining multipotent mesenchymal stromal cells. The International Society for Cellular Therapy position statement. Cytotherapy. 2006; 8: 315-7. 24. Ringe J, Strassburg S, Neumann K, Endres M, Notter M, Burmester GR, et al. Towards in situ tissue repair: human mesenchymal stem cells express chemokine receptors CXCR1, CXCR2 and CCR2, and migrate upon stimulation with CXCL8 but not CCL2. J Cell Biochem 2007; 101: 135-46. 26. Krampera M, Cosmi L, Angeli R, Pasini A, Liotta F, Andreini A, et al. Role for interferon-gamma in the immunomodulatory activity of human bone marrow mesenchymal stem cells. Stem Cells 2006; 24: 386-98. 27. Benvenuto F, Ferrari S, Gerdoni E, Gualandi F, Frassoni F, Pistoia V, et al. Human mesenchymal stem cells promote survival of T cells in a quiescent state. Stem Cells 2007; 25: 1753-60. 28. Kang HS, Habib M, Chan J, Abavana C, Potian JA, Ponzio NM, et al. Paradoxical role for IFN-gamma in the immune properties of mesenchymal stem cells during viral challenge. Exp Hematol 2005; 33: 796-803. 29. Potian JA, Aviv H, Ponzio NM, Harrison JS, Rameshwar P. Veto-like activity of mesenchymal stem cells: functional discriminationbetween cellular responses to alloantigens and recall antigens. J Immunol 2003; 171: 342634. 30. Aggarwal S, Pittenger MF. Human mesenchymal stem cells modulate allogeneic immune cell responses. Blood 2005; 105: 1815-22. 31. Rasmusson I, Uhlin M, Le Blanc K, Levitsky V. Mesenchymal stem cells fail to trigger effector functions of cytotoxic T lymphocytes. J Leukoc Biol 2007; 82: 887-93. 32. Krampera M, Glennie S, Dyson J, Scott D, Laylor R, Simpson E, Dazzi F. Bone marrow mesenchymal stem cells inhibit theresponse of naive and memory antigen-specific T cells to their cognate peptide. Blood 2003; 101: 3722-29. 33. Prevosto C, Zancolli M, Canevali P, Zocchi MR, Poggi A. Generation of CD4+ or CD8+ regulatory T cells upon mesenchymal stem cell-lymphocyte interaction. Haematologica 2007; 92: 881-8. 34. Morandi F, Raffaghello L, Bianchi G, Meloni F, Salis A, Millo E, et al. Immunogenicity of human mesenchymal stem cells in HLA-class I-restricted T-cell responses against viral or tumor-associated antigens. Stem Cells 2008; 26: 1275-87. 35. Corcione A, Benvenuto F, Ferretti E, Giunti D, Cappiello V, Cazzanti F, et al. Human mesenchymal stem cells modulate B-cell functions. Blood 2006; 107: 367-72. 36. Comoli P, Ginevri F, Maccario R, Avanzini MA, Marconi M, Groff A, et al. Human mesenchymal stem cells inhibit antibody production induced in vitro by allostimulation. Nephrol Dial Transplant 2008; 23:1196-202. 37. Deng W, Han Q, Liao L, You S, Deng H, Zhao RC. Effects of allogeneic bone marrow-derived mesenchymal stem cells on T and B lymphocytes from BXSB mice. DNA Cell Biol 2005; 24: 458-63. 16. Zuk PA, Zhu M, Ashjian P et al. Human adipose tissue is a source of multipotent stem cells. Mol Bıol Cell 2002; 13: 4279-95. 38. Augello A, Tasso R, Negrini SM, Amateis A, Indiveri F, Cancedda R, et al. Bone marrow mesenchymal progenitor cells inhibit lymphocyte proliferation by activation of the programmed death 1 pathway. Eur J Immunol 2005; 35: 1482-90. 17. Le Blanc K, Tammik C, Rosendahl K et al. HLA expression and immunologic properties of differentiated and undifferentiated mesenchymal stem cells. Exp Hematol 2003; 31:890-96. 39. Zhang W, Ge W, Li C, You S, Liao L, Han Q, et al. Effects of mesenchymal stem cells on differentiation, maturation, and function of human monocytederived dendritic cells. Stem Cells Dev 2004; 13: 263-71. 18. Götherström C, Ringdén O, Tammik C, Zetterberg E, Westgren M, Le Blanc K. Immunologic properties of human fetal mesenchymal stem cells. Am J Obstet Gynecol 2004; 190: 239-45. 40. Ramasamy R, Fazekasova H, Lam EW, Soeiro I, Lombardi G, Dazzi F. Mesenchymal stem cells inhibit dendritic cell differentiation and function by preventing entry into the cell cycle. Transplantation 2007; 83: 71-6. 19. Majumdar MK, Keane-Moore M, Buyaner D, Hardy WB, Moorman MA, McIntosh KR, et al. Characterization and functionality of cell surface molecules on human mesenchymal stem cells. J Biomed Sci 2003; 10: 228-41. 41. Raffaghello L, Bianchi G, Bertolotto M, Montecucco F, Busca A, Dallegri F, et al. Human mesenchymal stem cells inhibit neutrophil apoptosis: a model for neutrophil preservation in the bone marrow niche. Stem Cells 2008; 26: 151-62. 20. Schinköthe T, Bloch W, Schmidt A. In vitro secreting profile of human mesenchymal stem cells. Stem Cells Dev 2008;17: 199-206. 21. Silva WA Jr, Covas DT, Panepucci RA, Proto-Siqueira R, Siufi JL, Zanette DL, et al. The profile of gene expression of human marrow mesenchymal stem cells. Stem Cells 2003; 21: 661-9. 22. Haynesworth SE, Baber MA, Caplan AI. Cytokine expression by human marrow-derived mesenchymal progenitor cells in vitro: effects of dexamethasone and IL-1 alpha. J Cell Physiol 1996; 166: 585-92 68 42. Kim J, Hematti P. Mesenchymal stem cell-educated macrophages: A novel type of alternatively activated macrophages. Exp Hematol 2009 Sep 19. [Epub ahead of print]. 43. Devine SM, Cobbs C, Jennings M, Bartholomew A, Hoffman R. Mesenchymal stem cells distribute to a wide range of tissues following systemic infusion into nonhuman primates. Blood 2003; 101: 2999-3001. 44. Dazzi F, van Laar JM, Cope A, Tyndall A. Cell therapy for autoimmune diseases. Arthritis Res Ther. 2007; 9: 206. 45. Papadaki HA, Marsh JC, Eliopoulos GD. Bone marrow stem cells and stromal cells in autoimmune cytopenias. Leuk Lymphoma 2002; 43: 753-60. 46. Del Papa N, Quirici N, Soligo D, Scavullo C, Cortiana M, Borsotti C, et al.: Bone marrow endothelial progenitors are defective in systemic sclerosis. Arthritis Rheum 2006; 54: 2605-15. 47. Bocelli-Tyndall C, Bracci L, Spagnoli G, Braccini A, Bouchenaki M, Ceredig R, et al. Bone marrow mesenchymal stromal cells (BM-MSCs) from healthy donors and auto-immune disease patients reduce the proliferation of autologous- and allogeneic-stimulated lymphocytes in vitro. Rheumatology (Oxford) 2007; 46: 403-8. 69 sözlü bildiriler ALLERJİ S-1 Ref. No: 93 ALERJİK ASTIM HASTALARINDA PERİFERİK TOLERANSIN KIRILMASI 1 Umut Can Küçüksezer, 2Bilun Gemicioğlu, Günnur Deniz, 3Cezmi A. Akdiş 3Mübeccel Akdiş 1 1 İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, İmmünoloji Anabilim Dalı, İstanbul, 2İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı, Istanbul, 3İsviçre Alerji ve Astım Araştırma Enstitüsü (SIAF), Davos, İsviçre Alerjik astım, yatkınlığı bulunan bireylerde, allerjene karşı gelişen aşırı duyarlılık yanıtlarına örnektir. Çevresel allerjenlere yanıtsızlık, periferal immün tolerans mekanizmalarınca belirlenmektedir. Alerjik hastalarda periferal toleransın uyarımı, immünoterapi ile bireylerin yanıtlı oldukları allerjenlere duyarsızlaştırılmaları ile mümkündür. Tolerans uyarımı ile sağlanan yanıtsızlık periferal toleransın ortadan kalkması ile kaybedilmektedir, ancak periferal toleransı ortadan kaldıran etkenler henüz tam olarak bilinmemektedir. Sağlıklı bireylerden elde edilmiş periferik kan mononükleer hücreleri (PBMC), kültür ortamında, IL-1ß ve IL-6 gibi enflamatuvar sitokinler, TLR4 ve TLR8 ligandları ile, Bet v 1, Phlp1, Phlp2, Phlp 5a, Phlp 5b ve Der p 2 gibi çevresel allerjenlerin varlığı veya yokluğunda uyarılarak, adı geçen moleküllerin alerjene özgü tolerans kırıcı etkileri araştırılmıştır. Her bir molekülün, ayrı ayrı, allerjenlere özgü periferik tolerans kırıcı etkileri gösterilmiştir. Belirli alerjenlerle klinik açıdan başarılı immünoterapi görmüş astım hastalarının (n=2) periferik kanlarından izole edilen PBMC’leri ise immünoterapi sonucunda tolerans gelişen allerjen ve bir kontrol allerjeninin varlığı veya yokluğunda, IL-1, IL-6 ve TLR4 ile TLR8 ligandlarıyla kültür edilerek, 5. günde allerjene özgü CD4+ T hücre proliferasyonu CFSE dilüsyonu yöntemiyle flow sitometrik olarak izlenmiştir. Sonuçlarımız, her iki hastada da, immünoterapi sonucu allerjene karşı gelişmiş CD4+ T hücre yanıtsızlığının IL-1 uyarımı ile ortadan kalktığını, ancak kontrol allerjenine yanıtsızlığın sürdüğünü göstermektedir. Hasta sayısındaki artış ve hücre kültür süpernatant sitokin seviyelerinin saptanması, sonuçlarımızı güçlendirecektir. sonra fagositozda artış, kompleman sisteminin aktivasyonu, proinflammatuvar sitokinlerin salınması, antijen sunumunun artması gibi olaylar gerçekleşir. Bağışıklık yanıtının oluşumunda ekstrasellüler matriksin de (ECM) önemi vardır. Spondin 2, ECM’e salgılanan bir proteindir bu proteinin bağışıklık yanıtında önemli rol oynayabileceğine dair ilk veriler, Spondin 2’nin fare homoloğu olan Mindin geninin incelenmesiyle anlaşılmıştır. Literatürde, Mindin’in insan homoloğu olan Spondin 2 proteininin immünolojik işlevlerine yönelik bir veri bulunmamaktadır. Bu çalışmada Spondin 2 proteinin özelliklerini ve bağışıklık sisteminin aktivasyonunda rol alıp almadığını incelemeyi amaçladık. Normal ve ciddi enfeksiyonu olan kişilerden kan alınarak Spondin 2 mRNA ve protein düzeylerini inceledik. Özellikle akciğer enfeksiyonu ve tüberkülozlu olan olgularda sağlıklı kontrolere göre spondin ekspresyonunda düşüklük saptadık (Şekil 1). Bulgularımız bu proteinin akciğer enfeksiyonu ile ilgili olabileceğini düşündürmektedir. Bu sunumda sürmekte olan çalışmamızın ön bulguları verilmektedir. Spo/GAPDH Oranı 1,2 1 0,8 0,6 0,4 0,2 0 Sağlam Çocuk Tbc Akciğer Enf. Diğer Enf. Hasta ve kontrol grubunda Spondin/GAPDH oranı S-3 Ref. No: 96 BEHÇET HASTALIĞI PATOGENEZİNDE DOĞAL KATİL HÜCRE SİTOTOKSİSİTESİNİN ROLÜ 1 Fulya Coşan, 1Esin Aktaş-Çetin, 1Günnur Deniz, Duran Üstek, 3Ahmet Gül 2 1 İstanbul Üniversites,i Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, İmmünoloji A.D., 2Istanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Genetik A.D., 3Istanbul Üniversitesi Istanbul Tıp Fakültesi Romatoloji B.D., İstanbul DOĞAL BAĞIŞIKLIK S-2 Ref. No: 71 SPONDİN VE ENFEKSİYON İLİŞKİSİ 1 Dilara Fatma Kocacık-Uygun, 2Nilüfer Gülmen-İmir, Nilüfer Çiçek-Ekinci, 1Mesut Çoşkun, 4Derya Mutlu, 3 Uğur Yavuzer, 1Olcay Yeğin 2 1 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Immünoloji B.D., 2Sağlık Bilimleri Araştırma ve Uygulama Merkezi, 3Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji A.D., 4Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji A.D., Antalya Organizmaya giren saldırganların tanınmasında ve bağışıklık yanıtının şekillenmesinde etkin olan immün sistem proteinlerinin başında PRR’ler (Pattern Recognition Receptor) adı verilen hücre yüzeyi, hücre içi veya ekstrasellüler matrikste yerleşmiş reseptörler gelir. PRR’lerin patojenleri tanıyıp bağlanmasından AMAÇ: Behçet hastalığı, etyolojisinde çevresel ve genetik faktörlerin rol oynadığı, sistemik inflamatuar bir hastalıktır. Hastalığa yatkınlıktan sorumlu olarak tanımlanmış en güçlü faktör HLAB51’dir, ancak HLA-B51’in hastalık patogenezindeki önemi bilinmemektedir. HLA B51 yapısında Bw4 motifi taşımaktadır. Bw4 motifi taşıyan HLA-B alelleri NK, CTL ve NKT hücreleri üzerinde bulunan “killer immunoglobulin-like receptor (KIR)” reseptörlerinden KIR3DL1’e özgül olarak bağlanmaktadır. Bu bağlanmanın patogeneze ne sekilde etki ettiği bilinmemektedir. Çalışmamızda HLA-B51 taşıyan Behçet hastalarında NK hücre sitotoksisitesinin ne şekilde etkilendiğini araştırmayı hedefledik. METOD: Çalışmaya ITF Romatoloji Bilim Dalı Behçet hastalığı polikliniğinden 2009 yılında takip edilmiş olan,BH açısından Uluslararası Çalışma Grubu kriterlerini dolduran ve çalışmaya katılmaya gönüllü olan 4 Behçet hastası ve 4 sağlıklı kontrol alındı. Çalışmaya katılan her olgudan periferik kandan mononükleer hücre (PBMC) izolasyonu yapıldı. Doğal katil hücre si73 totoksisitesi tayini için K562 hücreleri GFP (green flourescence protein) ile işaretlendi. Sitotoksik aktivitenin değerlendirilmesi amacıyla PBMC izolasyonu sonrasında hücreler 5:1 efektör:hedef hücre oranında GFP işaretli K562 hücreleriyle 5 saat 37oC %5 karbondioksitli ortamda hücre kültüründe bekletildikten sonra propidium iodid ile inkübe edilip, sitotoksik aktivite BD FACSCalibur flow sitometri cihazında değerlendirildi. BULGULAR: Olgulardan alınan örneklerde uyarılmamış sitotoksiste ortalamaları sağlıklı kontrollerde %31.5 iken, hastalarda bu oranın %11.4’e düştüğü saptandı. Stimülasyon sonrası saptanan sitotoksisite yüzdeleri ortalaması ise sağlıklılarda %57.3 iken, hastalarda %41.6 bulundu. NK sitotoksisitesinin stimülasyonla ortalama olarak %29.8 oranında arttığı görülürken; sağlıklı kontrollerde bu oranın %18.5’te kaldığı görüldü. SONUÇ: GFP işaretli K562 hücreleri ile NK sitotoksisitesini değerlendirmeyi test eden bu öncü çalışmanın verileri bazal NK hücre sitotoksisitesinin Behçet hastalarında daha az olduğu, stimülasyonla ortalama 3 kat artış gözlense bile, hastalarda sağlıklı kontrollere göre daha az bir sitotoksisite elde edildiğini göstermektedir. NK hücre sitotoksisitesinin hastalık patogenezindeki yerinin tayini için, istatistiki anlamlılığa ulaşacak daha büyük serideki çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. ENFEKSİYON VE BAĞIŞIKLAMA S-4 Ref. No: 16 HAART TEDAVİSİ GÖREN HIV/AIDS HASTALARINDA, LENFOSİTLERİN CD8+/CD28BASKILAYICI FENOTİPLERİ HIV-1 VİRAL YÜKÜNÜ ETKİLER Mİ? 1 Bayram Kiran, 1Hayati Beka, 1Nuray Gürel-Polat, 1 Nurhas Safran, 1Pınar Soguksu, 1Mustafa Önel, 2 Uğur Aksu, 1Meral Çıplak, 1Selim Badur 1 İ. Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji A.D., 2İ. Ü. Fen Fakultesi Biyoloji Bölümü, İstanbul CD8+/CD28+ T hücrelerinden fenotipik ve fonksiyonel olarak farklı bir hücre grubu olan CD8+/CD28- T hücreleri, immünolojik mekanizmalarda önemli rol oynarlar. Ancak bu hücre grubunun HIV/AIDS olgularının immünopatogenezdeki rolleri konusunda çok fazla çalışma yapılamamıştır. Çalışmamızda bu konuyu irdelemek için tedavi görmekte olan 56 HIV/AIDS hastası ile 37 sağlıklı kontrol grupları incelenmiştir. Bu amaçla Bilim dalımıza rutin olarak gelen hastaların ve ayrıca klinik kontrolden geçmiş sağlıklı bireylerin periferik kanlarındaki CD8+ T lenfositleri üzerindeki CD28 ligand ekspresyonuna flow sitometrik olarak araştırılmıştır. Viral yük, yalnızca hasta grubunda, revers transkriptaz enzimi kullanarak gerçekleştirilen PCR ile saptanmıştır. Gruplarda non-parametrik t-testi ile kullanılmış ve anlamlılık p<0.05 olarak değerlendirilmiştir. Sonuçta, sağlıklı kontrol grubuna göre hastaların CD28 ligand ekspresyonunun, çok anlamlı bir şekilde azalmış olduğu (p<0,001) ve CD8+/CD28- T hücre grubunun viral yük ile doğrudan korolesyonu görülmektedir (R=0,93). HIV/AIDS hastalarının CD28 ekspresyonunun kontrol grubuna göre azalmış olması, HAART protokolündeki hastalarda, CD8 lenfositleri üzerindeki CD28 ligand artışının viral yükün baskılanmasında rolü olduğunu düşündürmektedir. 74 S-5 Ref. No: 42 DUAL ROLE FOR INTERFERON-GAMMA IN HELICOBACTER CLEARANCE AND INDUCTION OF GASTRIC PRENEOPLASTIC LESIONS 1 Ayça Sayı, 1Esther Kohler, 1İris Hitzler, 1Anne Müler 1 Moleküler Kanser Araştırmalari Enstitüsü, Zürih Üniversitesi, İsviçre The outcome of chronic infection with Helicobacter pylori is very different across infected individuals. Whereas the majority remains asymptomatic despite persistent colonization, roughly %20 develop gastric disorders ranging from chronic gastritis and duodenal ulcers to gastric adenocarcinoma and MALT lymphoma. Our laboratory is interested in the mechanisms underlying these differences. We utilize the C57Bl6 mouse model, in which we observe the formation of Helicobacter-induced pre-neoplastic changes. In humans, Helicobacter pylori-induced activation of epithelial cells and immune cells leads to a T-helper type 1 (Th-1) response. The hallmark of a Th-1 response is the production of interferon- (IFN-). We demonstrate by using a vaccine model as well as primary infection and adoptive transfer models that IFN-, secreted predominantly by CD4+ effector TH cells, is essential for Helicobacter clearance, but at the same time mediates the formation of preneoplastic lesions. Furthermore, IFN- is shown to trigger a common transcriptional program in murine gastric epithelial cells in vitro and in vivo and induces their preferential transformation to the hyperplastic phenotype. Overall, our data suggest a dual role for IFN- in Helicobacter pathogenesis that could be the basis for the differential susceptibility to H. pylori-induced gastric pathology in the human population. S-6 Ref. No: 81 ESAT-6 VE CFP-10: TÜBERKÜLOZ VE TH1/TH2/ TH17 SITOKİN DENGESİ 1 Esin Aktaş-Çetin, 1Faruk Çiftçi, 1Sema Bilgiç-Gazioğlu, Abdullah Yılmaz, 1Mahavir Singh, 1Hatice Kaya, 1 Günnur Deniz 1 1 İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, İmmünoloji Anabilim Dalı, İstanbul, 2Gata Haydarpaşa Eğitim Hastanesi, Göğüs Hastalıkları Servisi, İstanbul, 3Lionex Diagnostics And Therapeutics Gmbh, Braunschweig, Almanya T hücreleri ve enfekte makrofajlar arasındaki etkileşim ve antijenlerin CD4+ T lenfositlerine sunumu M. tuberculosis’e (MTB) karşı koruyucu immünitede önemli rol oynamaktadır. Th1 ve Th2 hücreleri ve salgıladıkları sitokinler arasındaki denge hastalığın seyri süresince değişebilmektedir. Hücresel immünitede kritik rol oynayan Th1 sitokinlerine ilaveten son yıllarda Th17 hücrelerinin de önemli proinflamatuvar yanıtlarda rol oynadığı gösterilmiştir. Çalışmamızda akciğer tüberkülozu (ATB) saptanan genç erişkin erkek hastalarda Th1/Th2 ve Th17 sitokin salınımlarının araştırılması amaçlanmıştır. Çalışma grubu olarak balgam yayma pozitif ATB tanısı konulmuş olan HIV(-) genç erişkin erkek hastalar (n=16, yaş ortalaması 23 ± 1.5), kontrol grubu olarak pnömoni geçiren HIV(-) erkekler (n=9, yaş ortalaması 21.7 ± 1.9) alınmıştır. Tedavi öncesi tüm olguların periferik kanlarından izole edilen periferik kan mononükleer hücrelerinde (PKMH) kültür öncesi ve sonrası Th1 (CD4+CCR5+) ve Th2 (CD4+CCR4+) hücre oranları flow sitometri ile değerlendirilmiştir. PKMH’lerin stimulasyonsuz MTB’e spesifik ESAT-6 + CFP-10 antijenleri ve PHA ile 20 saat İMMÜNOTERAPİ S-7 Ref. No: 69 PULMONER IL-2 LİPOZOM FORMÜLASYONU UYGULANMASININ AKCİĞER DOKUSUNDA VE SİSTEMİK İMMÜNOLOJİK ETKİLERİNİN ARAŞTIRILMASI 1 Ayşegül Atak, 2Ayşe Çilek, 2Nevin Çelebi, Gonca Akbulut, 1Resul Karakuş, 4Deniz Erdoğan 3 1 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İmmünoloji Anabilim Dalı, 2Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmasötik Teknoloji Anabilim Dalı, 3Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, 4Gazi Üniversitesi Histoloji Anabilim Dalı, Ankara AMAÇ: Geliştirdiğimiz pulmoner IL-2 lipozom (IL-2LIP) formülasyonu uygulamasının lokal ve sistemik immün parametrelere etkilerinin araştırmaktır. YÖNTEM: 4 grup Wistar erkek sıçan kullanıldı:1-Pulmoner IL-2 lipozom,2-pulmoner IL-2 çözeltisi, 3-iv IL-2 çözeltisi, 4-IL-2 içermeyen pulmoner çözelti (plasebo) uygulanan gruplar. Pulmoner uygulamalarda PennCentury cihazı kullanıldı. IL-2LIP 4x106IU/ kg dozda verildi. Periferik kanda flow cytometry ile CD4/CD8 oranı ile serum ve akciğerde ELISA ile sitokin ve immünoglobülin düzeyleri ölçüldü. İmmünohistokimyasal yöntemlerle akciğerde CD4+ ve CD8+ T hücreler ile makrofajlar incelendi. BULGULAR: IL-2LIP serum IgM ve IgA seviyelerinde uzun süreli baskılanma oluşturdu. Diğer uygulamalarla karşılaştırıldığında, iv IL-2 çözeltisi TNF ve IFN seviyelerini daha fazla artırdı. IL2LIP IgG2a ve total IgG seviyelerinde 14.günde devam eden bir baskılanma oluşturdu. Tüm IL-2 formülasyonları CD8+ T hücreleri azalttı,ancak CD4+/CD8+ lenfosit oranı en yüksek IL-2LIP grubunda ölçüldü. IL-2 içeren tüm formülasyonlar serum TNF ve IFN seviyeleri artırdı. IL-2LIP ve iv IL-2 uygulamalarında, pulmoner IL-2 çözeltisine göre, akciğer homojenatında IFN ve TNF daha yüksek bulundu. Akciğer histolojik incelemesinde 7.günde alveolar makrofajların IL-2LIP ile belirgin arttığı, lenf foliküllerinde primer IL-2 antikoru ile reaksiyon veren çok CD4+ ve az CD8+ T hücre varlığı saptandı. SONUÇ: Geliştirilen IL-2LIP formülasyonu immün sistem üzerinde sistemik hem de lokal olarak etkilidir. İMMÜNTOLERANS VE OTOİMMÜNİTE S-8 Ref. No: 27 ASPİRİN VE IBUPROFENİN IL-17 ÜRETİMİ ÜZERİNDEKİ İNHİBİTÖR ETKİSİ* 1 Nurten Sayın, 1Nilgün Sallakçı, Dilara F. Kocacık-Uygun, 1Olcay Yeğin 1 1 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik İmmünoloji B. D., Antalya IL-17, Th17 hücreleri tarafından üretilen bir sitokindir. IL-23 bu hücrelerin çoğalmasında ve fonksiyonlarının devamlılığında önemli role sahiptir. In vitro çalışmalarda prostaglandin E2 (PgE2)’nin IL-23 ve IL-17 üretimi üzerine stimülatör etkisi olduğu ve sinovial hücrelerinde ise IL-17’nin PgE2 üretimini uyardığı gösterilmiştir. Çalışmamızda aspirin ve ibuprofenin PgE2 üzerindeki inhibitör etkisinden yola çıkarak IL-17, IFN-, IL-4 ve TNF- üretimine etkilerini ELISPOT yöntemi ile araştırdık. Sağlıklı kontrollerden kan örnekleri alındı. Uyarım için fitohemaglütinin (PHA) ve Streptococcus sangius ekstraktı kullanıldı. Konsantrasyonlar PHA için 0.05 μg/mL ve 1/100 S. sangius olarak ayarlandı. Aspirin (50 ve 25μg/mL) ve Ibuprofen (100, 50 ve 25μg/mL) kullanıldı. Aspirin ve ibufen IL-17 üretimini güçlü bir şekilde inhibe etmekte, aynı etki IL-4 ve IFN- üzerinde görülmemektedir. Aspirin yüksek konsantrasyonlarda (50μg/mL) TNF- üretimini azaltmakta, ancak 25μg/mL konsantrasyonda aynı etki saptanmamaktadır. İbuprofen TNF- yanıtını önemli oranda azaltmakta ve etki doz bağımlıdır (Şekil-1). Benzer etkiler her iki ilaç ile S. sangius ile stimülasyon sonrası IL-17 yanıtında gözlenmiş olup bu etki doz bağımlıdır. Bulgularımız bu ilaçların inhibitör etkilerinin IFN- ve IL-4 yanıtını in vitro koşullarda etkilemediği yönündedir. Çalışmalarımız diğer prostoglandin inhibitörleriyle devam edecektir. *Projemiz Akdeniz Üniversitesi Bilimsel Araştırma Fonu tarafından desteklenmiştir. 300 250 Spot Sayısı kültürleri sonrasında hem total CD4+ T lenfositleri hem de Th1 ve Th2 alt gruplarında hücre içi IL-2, IL-13, IL-17 ve IFN- sitokin içeriği flow sitometrik yöntemle saptanmıştır. Hücre içi Th1 ve Th2 sitokin salınımları ATB’li hastaların tüberkülin deri testi (TDT) ve akciğer kaviteleri varlığı açısından değerlendirilmiş, sonuçların istatistiksel anlamlılığı Mann-Whitney U testi ile saptanmıştır. Düşük Th1 (p=0.037) ve yüksek Th2 (p=0.004) oranı saptanan periferik kan ATB hastalarında ESAT-6 ve CFP10 stimülasyonu CD4+ T lenfosit IL-2, IFN-gamma, IL-17 (p<0.001) ve IL-13 (p=0.02) salınımını arttırmıştır. Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında ATB hastalarında stimulasyonsuz, antijen ve PHA stimülasyonu sonucu CD4+IL-17+ T lenfositlerini düşürdüğü görülmüştür (p=0.03, p=0.05 ve p<0.001, sırasıyla). ATB grubu kavite açısından değerlendirildiğinde ise kavite olmayan grupta PHA stimülasyonu sonucu CD4+IFN-+ hücre oranında artış saptanmıştır (p=0.005). Sadece TDT pozitif ATB grubunda ESAT-6+CFP-10 stimülasyonu CD4+IL-2+ düzeyini yükseltmesine (p=0.007) karşılık, CD4+IFN-+ hücre oranını TDT pozitif ve negatif grupta anlamlı derecede arttırmıştır. Benzer cinsiyet ve yaş özelliklerine sahip olgularda yapılan bu çalışma sonucunda, çalışma grubunda ilk değerlendirmede düşük Th1 ve yüksek Th2 hücre oranı saptanmasına karşılık, antijenik stimülasyon TB ile ilişkili Th1, Th2 ve Th17 sitokin salınımını arttırmıştır. ATB grubu kaviteli olgularda IFN- oranının kavite olmayanlara göre düşük olduğu gözlemlenmiştir. IFN-γ (n=5) 200 IL-4 (n=5) 150 TNF-α (n=5) 100 IL17 (n=10) 50 0 PHA Asp50 Asp25 Ibu100 Ibu50 Ibu25 Aspirin ve İbuprofenin Sitokin Yanıtına Etkileri 75 S-9 Ref. No: 87 BEHÇET VE AİLEVİ AKDENİZ ATEŞİ (AAA) HASTALIKLARINDA İMMÜN VE İNFLAMATUAR GEN EKSPRESYONLARININ KARŞILAŞTIRILMASI 1 Filiz Türe-Özdemir, 1Emel Ekşioğlu-Demiralp, Güher Saruhan-Direskeneli, 3Haner Direskeneli 2 1 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi İmmünoloji Bölümü, 2İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı , 3Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji Bilim Dalı, İstanbul AMAÇ: Behçet Hastalığı (BH), nedeni bilinmeyen, oto-immun ve oto-inflamatuvar yanıtların birlikte yer aldığı bir hastalıktır. Bu çalışmamızda, Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) ile benzer özellikleri olan BH’nı gen ekspresyonları düzeyinde karşılaştırmayı amaçladık. YÖNTEM: Çalışmada 20 hasta ve kontrol (10 BH, 6 AAA ve 4 kontrol) yer aldı. Periferik kan MN hücrelerden mikro-boncuklar ile monosit (CD14+) ve T yardımcı lenfositler (CD4+) ayrıldı ve mRNA ekstrakte edildi. Otoimmün ve inflamatuar yanıtta yer alan 440 genin ekspresyonları DNA mikroarray sistemi (OligoGEArray, SABiosciences, OHS-803) ile analiz edildi. Sonuçlar ekspresyon düzeyleri arasında >1.5 ve <0.8 fark olmasına göre değerlendirildi. BULGULAR: CD4+ T lenfosit popülasyonunda kemokin (CXC) reseptör 3 (1.7), IL-7 (1.7) ve prokinetisin 2 (1.7) düzeyleri BH olan grupta AAA’ne göre fazlaydı. CD14+ monosit popülasyonunda ise kemokin (CC) ligand 3 (CCL3) (2.7), CCL5 (1.5), IL-8 (2.3) ve TNF- (1.7) düzeyleri BH olan grupta AAA’ne göre fazla saptanırken kemokin (CX3C) reseptör 1(0.6), toll benzeri reseptör-2 (TLR-2) (0.7) ve TNF (ligand) süper ailesinden 10.üye (0.6) düzeyleri BH’da AAA’ne göre daha az bulundu. SONUÇ: İmmün ve inflamatuvar gen ekspresyonlarının, BH ve AAA grupları arasında hem doğal, hem de edinsel immün yanıtlarda değişken olduğu gözlendi. S-10 Ref. No: 108 PERİYODİK ATEŞ SENDROMU İLE GELEN AKARABA DIŞI İKİ OLGU VE TNFRSF1A GENİNDE YENİ Y331X NONSENS MUTASYON 1 Nesrin Gülez, 1Necil Kütükçüler, 1Neslihan Karaca, Güzide Aksu, 1Afiğ Berdeli 1 1 Ege Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D., İzmir Otoinflamatuvar hastalıklar, ortaya çıktıkları yaş, tekrar süreleri ve klinik bulguları ile farklılık gösteren hastalık grubudur. Ancak hepsinin ortak özelliği tekrarlayan ateş, seröz membranlarda inflamasyon, iskelet kas sisteminin tutulumu, değişik derecede döküntü ve komplikasyon olarak amiloidoz gelişimidir. TRAPS (Tumor necrosis faktor (TNF) receptor-associated periodic syndrome-TRAPS-OMIM 147680) Türk populasyonunda nadir rastlanan otoinflamatuar hastalıklardan biridir. Benzer klinik ve laboratuar bulgularla seyreden, aralarında akraba olmayan iki erkek olgu, abdominal ağrı olmaksızın ateş ve artralji yakınması ile başvurmuşlardı. Olası tanılar içinde otoinflamatuar sendromlardan (TRAPS, FMF (Familial Mediterranean fever FMFOMIM 249100), HIDS (Hyperimmunoglobulinemia D -OMIM 260920), MWS (Muckle-Wells syndrome -OMIM 191900)) biri olabileceği düşünüldü. Bu amaçla TNFRSF1A, MEFV, MVK, CIAS1 genleri direk DNA sekans metodu ile tüm cDNA ve ekzon-intron bağlanma bölgeleri analiz edildi. Her iki olguda da daha önce gösterilmemiş TNFRSF1A geni 10. ekzonda p. Y331X 76 nonsense mutasyon ile sonuçlanan heterozigot c 1080C>G nucleotid değişimi saptandı. Bu mutasyon her iki olgunun babalarında da saptandı. Olguların birinde MEFV geninde de E148Q heterozigot mutasyona rastlandı. İkisinde de MVK geninde herhangi bir mutasyon saptanmadı. CIAS geni incelemelerinde, sinonim a.a. mutasyonları ile sonuçlanan farklı nükleotid değişimleri görüldü (ekzon 3 de c.[732G>A] ve c.[786A>G] nukleotid değişimi ve p.A244Ave p.R262R sinonim mutasyonları). Bu nükleotid değişimleri diğer aile bireylerinde de gösterildi ve Türk populasyonunda normal varyasyon olarak rapor edildi. Sonuç olarak tekrarlayan ateş ile gelen bir hastada sadece FMF değil, otozomal dominant kalıtıma sahip olan TRAPS ve diğer otoinflamatuar sendromlar da akla gelmelidir. Ayırıcı tanının oldukça zor olduğu bu grupta genotip - fenotip ilişkisinin dikkatle değerlendirilmesi önem kazanmaktadır. S-11 Ref No.: 112 MYASTHENIA GRAVIS’DE B HÜCRELERİNİN İN VİTRO SİTOKİN AKTİVİTESİ 1 Vuslat Yılmaz, 2Piraye Oflazer, 3Fikret Aysal, Yeşim Gülşen-Parman, 4Haner Direskeneli, 2 Feza Deymeer, 1Güher Saruhan-Direskeneli 2 İ. Ü. İstanbul Tıp Fakültesi 1Fizyoloji ve 2Nöroloji A.D., 3Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Nöroloji Kliniği, 4Marmara Üniversitesi, Marmara Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları A.D., İstanbul AMAÇ: Sitokinlerin, myasthenia gravis (MG)’de asetilkolin reseptörüne (AP) karşı oluşan otoantikorların ve bunun olmadığı (seronegatif: N) hastaların bir grubunda da MuSK’a (kasa özgü kinaz) karşı oluşan otoantikorların (MP) gelişiminde önemli olduğu ileri sürülmektedir. Bu çalışmada, MG’deki plazma sitokin seviyeleri ile hücre içi sitokin gen ekspresyon düzeyleri belirlenmiş ve otoimmün hastalık olan romatoid artrit (RA) ile karşılaştırılmıştır. YÖNTEM: Çalışma grubu klinik, antikor ve EMG bulguları ile tanımlanan 102 MG (K/E: 66/36, yaş: 42.2 ± 16.7) (53 AP, 23 MP ve 26 N), 26 RA (K/E: 20/6, yaş: 52 ± 13) ve 43 sağlıklı kontrolden (KON, K/E: 16/27, yaş: 40.2 ± 10.5) oluşturuldu. MG hastalarının %42’si immunosüpresan kullanıyordu. Donörlerin plazma İFN-, İL-10, İL-12p40, İL-13 ve İP-10 (CXCL10) düzeyleri çoklu ölçüm tekniği (Luminex) ile belirlendi. CD19+ B ve CD4+ T hücreleri manyetik boncuk yöntemi periferik kandan pozitif olarak ayrıldı. Gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu ile B hücrelerinde İL-10 ve İL-6 ile T hücresinde İL-10, İFN- ve CD40L mRNA ekspresyon düzeyleri relatif olarak belirlendi. Karşılaştırmalar nonparametrik Mann-Whitney-U testi değerlendirildi. BULGULAR: MG grubunda İFN- düzeyi KON’dan düşük olma eğiliminde idi (p:0.051). RA’da ise İFN- ve İP-10 düzeyi KON’dan yüksek bulundu (p:0.001 ve p>0.001). N ve AP’deki İP-10 düzeyi de KON’dan yüksek (p:0.042 ve p:0.039) iken, MP grubunda fark gözlenmedi. CD4+ T hücrelerinde CD40L ekspresyonunun MG ve RA gruplarında KON’dan düşük olduğu belirlenirken (p:0.025, p>0,001), kortikosteroid almayan hastalar karşılaştırıldığında CD40L ekspresyonunun tüm MG (p>0.001) ile AP, MP ve N gruplarında RA’dan daha yüksek olduğu bulundu (p:0.002, p:0.014, p:0.017). SONUÇ: Bu bulgular MG’de, T ve B hücresi etkileşiminde düzenleyici rolü olan moleküllerin, alt gruplara özgü değişkenliklerini göstermiş ve hastalığın RA ile benzer ve farklı özelliklerini ortaya koymuştur. Çalışma TÜBİTAK tarafından desteklenmiştir. Anahtar Kelimeler: Myasthenia gravis, B hücresi, B hücresi, T hücresi, sitokin LABORATUAR TEKNİKLERİ S-12 Ref. No: 22 HÜCRE HEDEFLEME YAKLAŞIMI: HÜCRE İŞLEVLERİNDE ETKİNLİK GÖSTEREN PEPTİTLERİN ELDESİ VE PEPTİT KÜTÜPHANELERİ 2 Sanem Yıldız, 2Ayfer Atalay, 2Erol Ömer Atalay 1 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fak. Biyofizik A.D., Denizli AMAÇ: Kanser hücrelerinde çoklu ilaç dirençliliğine neden olan yapıların biyolojisi, gensel özellikleri ve biyokimyası hakkında yapılan araştırmaların yanı sıra bu yapıların işlevlerini etkileyen etkenler araştırılmaktadır. Faj gösterim teknolojisi ile kanser hücrelerinin yapı ve işlevlerinin incelenmesi bu tür hastalıkların tedavisinde yeni yaklaşımları oluşturmaktadır. Bu çalışma ile doksorubisine dirençli hücrelerin yüzeyinde bulunan yapıları özgün olarak tanıyan ve bu yapılara bağlanabilen rekombinant peptitlerin elde edilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Doksorubisin dirençli K562 insan eritrolökemi hücreleri, PhD-12 yapay peptit kütüphanesi ile karşılaştırılarak doksorubisine dirençli hücrelerin yüzeyine bağlandığı saptanan fajlar seçilerek hücrelerin çoğalma özellikleri üzerindeki olası etkileri-XTT sağ kalım yöntemi ile araştırıldı. BULGULAR: Bu çalışmada amino asit dizileri saptanan peptitlerin K562 hücrelerinin doksorubisin direncini kırarak hücre çoğalmasını farklı düzeylerde yavaşlattığı belirlendi. SONUÇ: Çalışmamızda doksorubisine dirençli K562 hücrelerine özgün bağlanabilen ve çoğalmalarına etki eden dört farklı amino asit dizisi ve hidrofobik değerlere sahip fajların içerdiği yapay peptitlerin yapısal farklılığı ve hücre çoğalması üzerine farklı düzeylerde etkileri, peptitlerin hücrelerde farklı yolakları kullanarak etki gösterdiklerini işaret etmektedir. TÜMÖR İMMÜNOLOJİSİ S-13 Ref. No: 8 BEVACIZUMAB TEDAVİSİ UYGULANAN KOLON KANSERLİ HASTALARDA STRAİL DÜZEYİNİN ARTIŞI SAĞ KALIM SÜRESİ İLE İLİŞKİLİDİR 1 Atıl Bişgin, 1Ayşegül Kargı, 2Arzu Didem Yalçın, Çiğdem Aydın, 1Deniz Ekici, 1Salih Şanlıoğlu, 1 Burhan Savaş endotelyal büyüme faktörü)’e yönelik anti-VEGF monoklonal antikoru bevacizumAb sıklıkla kullanılmaya başlanmıştır. BevacizumAb tek başına ya da diğer kemoterapötik ajanlarla kombine şekilde kullanıldığında, VEGF reseptör aktivasyonunu engellemekte, vasküler permeabiliteyi inhibe etmekte ve bunun sonucunda da tümör hücrelerinde apoptozisi indüklemektedir. Tedavi sürecinde hasta prognozunun takip edilmesi açısından kanser türüne ve apoptozise özgü bir serum belirtecine ihtiyaç vardır. TNF ailesi molekülü olan TRAIL (TNF-Related Apoptosis-Inducing Ligand)’in hem hücre membranına bağlı hem de çözünebilir formunun birçok kanser türünde ve otoimmün hastalıklarda ölüm reseptörleri aracılığıyla apoptozisi indüklediği bildirilmiştir. Aynı zamanda çözünebilir TRAIL (sTRAIL), apoptozisin göstergesi olan bir serum markırı olarak da kullanılmaktadır. Bununla birlikte, TRAIL ile yapılan klinik faz II ve III çalışmalarda, TRAIL ile kombine anti-anjiyogenik ajan uygulamasının, bu ajanların sitotoksik etkilerini arttırdığı gözlemlenmiştir. Glioblastoma hücreleri ile yapılan bir başka çalışmada da, TRAIL’in VEGF aracılı ortaya çıkan anjiyogenezi inhibe ettiği gösterilmiştir. AMAÇ : Günümüzde birçok kanser türünde kullanılan ilacın tedavi etkinliği klasik cevap parametreleri (RECIST) ile etkin olarak izlenememektedir. Bizim çalışmamızda bevacizumAb tedavisi alan metastatik kolon kanserli hastalarda; hastalığın prognozunu izlemek ve ilacın tedavi etkinliğini belirlemek için serum sTRAIL düzeylerine bakılmıştır. GEREÇ - YÖNTEM : Akdeniz Üniversitesi Medikal Onkoloji Bölümü’nde bevacizumAb tedavisi almakta olan karaciğer metastazları mevcut olan toplam 16 kolon kanserli hastanın tedavi öncesinde ve tedavi başlangıcından 3 ay sonra kan örnekleri toplandı. Bu örneklerden ayrıştırılan serumlarda, ELISA(enzymelinked immunosorbent assay) yöntemi ile serum sTRAIL düzeyleri tayin edildi. Bu değerler, yaş ve cinsiyet dağılımı eşit olan kontrol grubu ile karşılaştırıldı (n=10). Sonrasında da hastaların sağ kalım süreleri ile sTRAIL seviyeleri arasındaki değişime bakıldı. BULGULAR : BevacizumAb tedavisi öncesi hasta serum sTRAIL düzeyi ile sağlıklı bireylerin serum sTRAIL düzeyi arasında bir fark gözlemlenmedi. Ancak tedavi başladıktan 3 ay sonraki serum sTRAIL düzeylerine bakıldığında, toplam 16 hastanın 7’sinde sTRAIL miktarının arttığı, 9’inde ise azaldığı tespit edildi. Bulgularımız sağ kalımlar yönünden değerlendirildiğinde, tedavi sonrasında sTRAIL seviyesinde artış saptanan 7 hastada kür gözlenirken, sTRAIL seviyesinde azalma saptanan 9 hastanın tedaviye yeterli yanıt alınamaması sonucu ex olduğu gözlemlendi. SONUÇ: Çalışmamızda sTRAIL serum düzeyinin artışı, bevacizumAb tedavisi alan kolon kanserli olgularda hastalığın iyi seyriyle ilişkili bulunmuştur. sTRAIL ile anjiyogenez arasındaki muhtemel ilişkinin açığa çıkarılması, sTRAIL’in bevacizumAb tedavisi alan kolon kanserli hastalarda hastalığın prognozu üzerindeki rolünü aydınlatacaktır. 1 1 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2Romatoloji B.D., Allerji ve İmmünoloji B.D., Antalya Araştırma ve Eğitim Hastanesi, Antalya GİRİŞ: Kolon ve rektum kanserleri en sık görülen üçüncü kanser türü olup, hastaların beş yıllık sağ kalım süresi evre IV’te %10’un altındadır. Özellikle metastatik olgularda cerrahi uygulamaların yetersizliği, kemoterapi ve radyoterapiye ihtiyaç doğurmaktadır. Son yıllarda metastatik kanserli hastaların tedavisinde VEGF (vasküler Tedaviye Yanıt Durumu Sağ Kalım Süresi (ay) Serum sTRAIL Düzeyi (ng/ml) Sağ (n=7 kişi) Ex (n=9 kişi) 20.6 ± 0.5 9.4 ± 0.9 1.38 ± 0.10 0.92 ± 0.05 İstatiksel Analiz (İki ortalama arasındaki farkın önemlilik testi) p<0.05 (p=0.0001) P<0.05 (p=0.0002) 77 S-14 Ref. No: 34 AKCİĞER KANSERİ MODELİNDE CHEMERİN-ARACILI İMMÜN YANITLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ 1 Güneş Esendağlı, 1Neşe Ünver, 2Güldal Yılmaz, 1 Hande Canpınar, 1Dicle Güç 1 Hacettepe Üniversitesi, Onkoloji Enstitüsü, Temel Onkoloji Anabilim Dalı, 2Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı, Ankara AMAÇ: Chemerin molekülü makrofaj, dendritik ve NK hücrelerin kemotaksisinde rol alır. Ayrıca, makrofajlar üzerinde antiinflamatuvar etki gösterir. Bu çalışmanın amacı akciğer kanserinde chemerin gen ekspresyonunu sağlamak ve anti-tümör immün yanıtları incelemektir. YÖNTEM: Fare prochemerin cDNA pIRES2-EGFP vektörüne klonlandı. LLC1 akciğer adenokarsinom hücreleri stabil lipozomal transfeksiyon ve limiting-dilution metodları kullanılarak (neomisin varlığında, yeşil floresan protein (EGFP) belirtecine göre) modifiye edildi (Chem-LLC). Kontrol olarak boş vektör aktarılmış alt-klonlar (IRES-LLC) oluşturuldu. İmmün parametreler real-time RT-PCR, akım sitometri, CFSE proliferasyon analizi ve ELISA ile değerlendirildi. Hücreler C57BL/6 farelere inoküle edilerek tümör gelişimi takip edildi. BULGULAR: Chem-LLC hücrelerinde chemerin ekspresyonu (EGFP %98 Chemerin %89.2) ve salınımı (71.3pg/ml) belirlendi. IRES-LLC kontrol hücreleri ise (EGFP %98.9 Chemerin %2) negatif idi. Chem-LLC hücrelerinin tümörleşme kapasitesinin %50 oranında azaldığı gözlemlendi. Chem-LLC tümörlerinde IL-1’da artış, TNF-, IL-12, IFN- gen ekspresyonunda düşüş vardı. Ancak, ex vivo deneylerde, in vivo’dan farklı olarak, IFN- ekspresyonu ve lenfosit proliferasyonu yüksekti. SONUÇ: Akciğer adenokarsinom hücrelerinde chemerin ekspresyonu tümör mikroçevresinde proinflamatuvar gen ekspresyonunu azaltmaktadır. Gerileyen tümörleşme kapasitesi, erken dönemde IFN- salınımına ve lenfosit çoğalmasına bağlanabilir. S-15 Ref. No: 43 AMINOBISPHOSPHONATE LIPOSOMES POLARIZE TUMOR ASSOCIATED MACROPHAGES FROM M2 TO M1 PHENOTYPE AND REDUCE TUMOR GROWTH IN MOUSE TUMOR MODELS 1 Sibel Mete, 1Sushil Kumar, 1Reto Schwendener 1 Moleküler Kanser Araştırmaları Enstitusu, Zürih Universitesi, İsviçre Macrophages are the determining component of the innate immune system in counteracting foreign agents and pathological changes. In contrast, macrophages constituting the tumor microenvironment are correlated with neoplastic conversion of hyperproliferative lesions as well as poor prognosis of disease outcome suggesting their functional relevance in tumor progression. Moreover, chemical and genetic ablation of tumor associated macrophages (TAMs) led to stunted growth of tumors accompanied with reduced angiogenic and invasive phenotype. However, these studies relied upon transgenic approaches or systemic macrophage depletion in mice limiting their potential as macrophage directed cancer therapy. A recent report showed that inhibition of NF-B pathway can lead to polarisation of TAMs into inflammatory macrophages that act against tumors. This encouraged us to test whether we can suppress 78 the tumor associated phenotype of macrophages instead of depletion by using aminobishonate-liposomes (ABPL) in tumor bearing mice. In the syngeneic Lewis lung carcinoma (LLC) and colon carcinoma MC-38 model, we observed a stunted tumor growth upon ABPL administration and increased survival of mice. To our surprise, macrophages were increased up to 4 times in the ABPL treated tumors, instead of being depleted, when compared with the untreated tumors. ABPL treatment also led to significant increase in peritoneal macrophages suggesting that these effects are systemic and not confined to tumor only. To test whether macrophages in the ABPL treated mice are responsible for reduced tumor growth, we first compared the polarization state of peritoneal macrophages of ABPL treated vs. untreated mice by assaying cytokines and markers that define inflammatory (M1) or alternatively activated (M2) states of macrophages by Q-PCR. ABPL treatment led to suppression of M2 macrophage markers and upregulation of M1 markers. The ABPL directed M1 activation of TAMs coincided with widespread tumor necrosis which could be the plausible reason of reduced tumor burden. These results prompt us to propose that ABPL can indirectly suppress tumor growth by polarizing the TAMs to the M1 type. Further analyses are anticipated to examine the response of other tumor models for ABPL and to illuminate the mechanism behind this polarization and its potential as an adjuvant to known chemotherapeutics treatments. S-16 Ref. No: 50 EVALUATION OF THE T-CELL SUBSETS IN THE IMMUNE COMPARTMENTS OF CHEMICALY INDUCED BREAST CANCER MODEL 1 Tariq Zeki Abdul Samad, 1Güneş Esendağlı, Hande Canpınar, 1Dicle Güç, 1Emin Kansu 1 1 Hacettepe Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Temel Onkoloji A.D., Ankara BACKGROUND: Breast cancer is the most frequent diagnosed cancer and leading cause of cancer deaths in women. This study was designed to monitor the immune cells infiltrating the neoplastic breast tissue induced by chemical carcinogenesis and to analyze the immune modulation by tumor cells for different and selective immune infiltration. METHODS: Breast tumors were induced in female SpragueDawely rats by injection of N-methyl-N-nitrosourea (MNU, i.p. 50mg/kg). The lymphocyte infiltration in the tumor tissues, mammary lymph nodes and spleen was determined by flow cytometry. The proliferation of the lymphocytes was assessed with CFSE assay upon PHA stimulation for 6 days. Gene expression of CD40L, TNF-, IL-10, IFN-, CTLA, Fas, PD-1, and FoxP3 was analyzed by RT-PCR. RESULTS: There was an obvious increase in the CD3/CD8, CD3/CD161, CD4/CD25, CD8/CD25 and CD4/FOXP3 T cells in the spleen, tumor-adjacent and -opposite lymph nodes, and tumor tissue of the tumor-bearing rats compared with control rats. CD3+/CD4+ cells were increased only in the spleen and tumor tissues. There was a clear increase in the expression of IFN-, IL-10, CTLA, Fas and PD-1 genes in tumors compared with the non-malignant counterparts. T cells were able to proliferate, ex vivo. CONCLUSION: The immune compartments of tumor-bearing rats were composed of higher numbers of lymphocyte subsets, being populated with increased ratio of regulatory (CD4+ CD25hi/FOXP3+) T cells as geting closer to the tumors. S-17 Ref. No: 67 LLC1 AKCİĞER ADENOKARSİNOM HÜCRELERİNİN REKOMBİNANT CXCL7 GENİ İLE MODİFİKASYONU 1 Neşe Ünver, 1Güneş Esendağlı, 1Dicle Güç 1 Hacettepe Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Temel Onkoloji Anabilim Dalı, Ankara AMAÇ: CXCL7 (NAP-2) nötrofil kemoatraktanlarındandır. Bu çalışmanın amacı, fare CXCL7 molekülünün ökaryotik ekspresyon vektörüne klonlanması ve akciğer adenokarsinom hücrelerinde ekspresyonunun sağlanmasıdır. YÖNTEM: CXCL7 ekspresyonunu uyarmak amacıyla C57Bl6 fare dalak hücreleri 24 saat lipopolisakkarid (10ng/ul) ile inkübe edildi. Total RNA izolasyonu ve cDNA sentezi yapıldı. CXCL7 kodlayan dizi çoğaltıldı. CXCL7 ve pIRES2-EGFP vektör DNA NheI-XmaI ikili restriksiyon kesimi sonrasında elektroforetik olarak ayrımlandı ve jelden izole edildi. T4 DNA Ligaz enzimi ile DNA birleştirme tepkimesi gerçekleştirildi ve pCXCL7 rekombinant plazmidi oluşturuldu. Isı şoku transformasyonunu takiben kanamisine dirençli koloniler seçildi. pCXCL7 restriksiyon kesim analizi ve sekanslama ile analiz edildi. LLC1 hücre hattına lipozomal transfeksiyon gerçekleştirildi. Transfekte hücreler vektörün sağladığı neomisin dirençliliği sayesinde antibiyotik-G418 kullanılarak seçildi ve çoğaltıldı. Bulgular: Klonlanan geninin DNA dizi analizi ve nükleotid-BLAST (Basic Local Alignment Search Tool) analizi sonucunda veritabanında yer alan cDNA sekansı ile %100 homoloji gösterdiği belirlendi. Rekombinant CXCL7 ekspresyonu ve bildirici EGFP’nin varlığı saptandı. pCXCL7 plazmidin LLC1 hücre hattına aktarılması sonucunda pCXCL7-t-LLC1 modifiye hücreleri elde edildi. SONUÇ: CXCL7 ile modifiye edilen LLC1 hücreleri nötrofillerin tümör biyolojisi ve immunolojisindeki rölünün araştırılmasında kullanılacaktır. S-18 Ref. No: 91 MEME KANSERİ VİSERAL METAZTAZLARINDA ARTMIŞ CD44 EKSPRESYONU VE CD44+ TÜMÖR İNFİLTRE LENFOSİT VARLIĞI ortaya koymuştur. Bu yüzden eşlenmiş primer ve metastatik meme kanserlerinde CD44 ekspresyonunu ve CD44+ tümör infiltre lenfosit varlığını araştırdık. YÖNTEM: CD44 ekspresyonu eşlenmiş primer ve metastatik meme kanserlerine ait parafin blok kesitlerinde immünohistokimyasal yöntemle araştırılmıştır. Kesitler CD44 primer antikoru (clone SFF-2, Chemicon International, Temecula, CA) ile inkübe edilerek standart immünoperoksidaz tekniği ile boyanmıştır ve tümör hücreleri ve tümör infiltre lenfositler bağımsız olarak değerlendirilmiştir. %5 ve üzeri sitoplasmik boyanma pozitif olarak kabul edilmiştir. Eksik boyamalar analizden çıkarılmıştır. BULGULAR: Teşhis amaçlı biyopsi veya cerrahi rezeksiyon materyallerinden elde edilen 33 metastatik meme tümörü (11 kemik, 14 beyin, 5 akciğer, 3 karaciğer/omentum) ve ona ilişkin primer tümör örneklerine ait parafin blok kesitlerindeki boyama sonuçları değerlendirildi. CD44 primer tümörlerin %21’inde (6/29) ve metastatik tümörlerin %40’ında (12/30) ekspresse edilmiştir. Yapılan analizlerde viseral organ metastazlarında gerek CD44 pozitifliği (viseral, 11/19 vs kemik, 0/11; p= 0.002), gerekse CD44+ tümör infiltre lenfosit varlığı (viseral, 8/18 vs kemik, 0/11; p= 0.014) kemik metastazlarına kıyasla anlamlı olarak artmış bulunmuştur (Şekil 1). Ancak primer tümörlerdeki gerek CD44 ekspresyonu gerekse CD44+ tümör infiltre lenfosit varlığı ile viseral organ metastaz gelişimi arasında bir korelasyon bulunamamıştır. Gerek primer gerekse metastatik tümörlerde CD44 pozitifliği genelde CD44+ tümör infiltre lenfosit varlığı ile beraber tespit edilmiştir. Ayrıca primer ve metastatik tümörlerdeki CD44 ekspresyonunda bir konkordans saptanamıştır. Gerek primer gerekse metastatik tümörlerdeki CD44 ekspresyonu ile kemokin reseptörleri CXCR4 ve CCR7, ER, PR ve HER2 ekspresyonları arasında ise anlamlı bir korelasyon bulunamıştır. SONUÇ: Bu sonuçlar metastatik meme tümörü viseral solid organ metastazlarında (beyin, akciğer vs) gerek tümörde gerekse tümör infiltre lenfositlerdeki artmış CD44 ekspresyonunun önemli bir rol oynayabileğini göstermektedir. CD44 hedefli tedavilerin visseral organ metastazlarında terapötik bir yararı olup olamayacağı konusunda ise klinik çalışmaların yapılması gereklidir. 1 Neslihan Cabıoğlu, 2Ayşegül Şahin, 3Merih Güray, Rabiul İslam, 5Paolo Morandi, 6Funda Meriç-Bernstam, 7 Corazon Bucana, 4Gabriel Hortobagyi, 4 Massimo Cristofanilli 4 1 Haseki Devlet ve Araştırma Hastanesi, İstanbul, 2M.D. Anderson Kanser Merkezi Meme Patolojisi Bölümü, Houston, Tx, A.D., 3Dokuz Eylül Üniversitesi Patoloji Bölümü, Izmir, 4M.D. Anderson Kanser Merkezi Meme Kanseri Medikal Onkoloji Bölümü, Houston, Tx, A.D., 5 San Bortolo Hastanesi, Medikal Onkoloji Bölümü, Vicenza, Italya, 6 M.D. Anderson Kanser Merkezi Cerrahi Onkoloji Bölümü, Houston, Tx, A.D., 7M.D. Anderson Kanser Merkezi Kanser Biyolojisi Bölümü, Houston, Tx, ABD AMAÇ: Ekstraselüler matriks proteini olan CD44 lenfosit homing ve hücre-hücre adhezyonu ve tümör metastazlarında önemli bir rol oynamaktadır. Son çalışmalar bazı tümörlerdeki CD44 ekspresyonundaki artışın hematojen yayılımla ilişkili olduğunu Şekil 1. Beyin metastazı bir meme tümöründe CD44 ekspresyonu ve CD44 pozitif tümör infiltre eden lenfosit varlığı 79 poster bildiriler P-2 ALLERJİ P-1 Ref. No: 17 MEDİKAL ONKOLOJİ KLİNİĞİNDE TAKİP VE TEDAVİ OLAN OLGULARDA İLAÇLA MEYDANA GELEN ALERJİK HİPERSENSİTİF REAKSİYONLAR Ref. No: 18 İLAÇ ALERJİSİ NEDENİYLE TAKİP ETTİĞİMİZ OLGULARIMIZIN GIDA ALERJİSİ VE LATEKS DUYARLILIKLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ 1 Arzu Didem Yalçın, 2Atıl Bişgin, 2Hasan Hüseyin Polat 1 1 Arzu Didem Yalçın, 2Ayşegül Kargı, 2Atıl Bişgin, 2 Mustafa Karaca, 2Burhan Savaş 1 Antalya Araştırma ve Eğitim Hastanesi, Alerji ve İmmünoloji Ünitesi, 2 Akdeniz Üniversitesi, Antalya AMAÇ: İlaç alerjisine yol açan mekanizmalar; bu olayların beklenen veya beklenmeyen reaksiyonlar oluşuna göre sınıflanmaktadır. Beklenen ilaç reaksiyonları içerisinde aşırı doza bağlı yan etki, sekonder etki ve ilaç etkileşimleri vardır. Beklenmeyen ilaç reaksiyonları grubunu ise immün (alerjik veya hipersensitivite), idiosenkratik ve intolerans reaksiyonları oluşturmaktadır. Medikal onkoloji kliniğinde takip ve tedavi edilen olgularda ilaçlarla meydana gelen alerjik aşırı duyarlılık reaksiyonlarını belirlemeyi amaçladık. YÖNTEM: Araştırma 2009 yılında Ekim ayında Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Medikal onkoloji kliniğinde takip ve tedavi edilen olgularda yapılmıştır. Hazırlanan anket formları yüz yüze görüşülerek doldurulmuştur. Elde edilen veriler SPSS 14.0 programında değerlendirilmiştir. BULGULAR: Arastırmada 289 kişiye ulaşılmıştır. Katılımcıların yaş ortalaması 60.5 ± 7 yıl, tanı ayı 6.9 ± 6.8 aydır. Araştırma grubunun %67 si kadın, %64.5’i meme Ca’dır. Tüm araştırma grubunun %18’inde ilaca bağlı reaksiyon saptanmıştır. Araştırmaya katılanların ilaç kullanma süresi 8.4 ± 6.4 yıldır. Hastaların %17’i sigara kullanıyordu. Araştırma grubunda, NSAİD allerjisini %0.6, penisilin ve sefalosporin alerjilerini %0.4, opak ilaç alerjisini %0.2 olarak saptadık. İlaç reaksiyonu olan hastaların %51’nde ilaca bağlı ürtikeryal döküntüler, %32.1’nde anjioödem, %28’nde ürtiker+anjioödem, %4’nde fix ilaç erüpsiyonu (özellikle kemoterapide kullanılan ilaçlarla), multidrug alerji tanımlayan olguların %2’nde anaflaksi mevcuttu. Alerji tanımlayan olgularda Eozinofil düzeyi ortalaması 298.6 ± 235.4 (milimetreküp) olarak tesbit edilmiştir. Olgu grupları kendi içinde karşılaştırıldığında meme Ca’lı olgularda ürtikerin daha fazla olduğunu tesbit ettik. SONUÇ: Atopi zemini olan bireylerin özellikle ilaca bağlı reaksiyonlar açısında uyarılması ve bu reaksiyonlar konusunda bilgilendirilmelerinin gerekli olduğunu düşünmekteyiz. İlaç alerjileri alerji kliniklerini en zorlayan konulardan biridir. Reaksiyonlar çok çeşitli klinik görünümde olabileceği gibi olayın patofizyolojisinin karmaşıklığı, tanı güçlüğü, tıp eğitimi sırasında yeterince üzerinde durulmaması, hem doktor hem de hastanın korkuları gibi nedenlerle bugün elimizde yeterli bilgi ve veri yoktur. Literatürde kanser ve atopi ilişkisini gösteren çalışmalar kısıtlıdır. Anahtar Kelimeler: Meme, Akciğer, Kolon Ca, ilaç alerjsi Antalya Araştırma ve Eğitim Hastanesi, Alerji ve İmmünoloji Ünitesi, Akdeniz Üniversitesi, Antalya 2 AMAÇ: İlaç alerjisine yol açan mekanizmalar; bu olayların beklenen veya beklenmeyen reaksiyonlar oluşuna göre sınıflanmaktadır. Beklenen ilaç reaksiyonları içerisinde aşırı doza bağlı yan etki, sekonder etki ve ilaç etkileşimleri vardır. Beklenmeyen ilaç reaksiyonları grubunu ise immün (alerjik veya hipersensitivite), idiosenkratik ve intolerans reaksiyonları oluşturmaktadır. YÖNTEM: Bu araştırma Antalya Araştırma ve Eğitim Hastanesi’nde ilaç alerjisi nedeniyle takip ve tedavi edilen 178 kişi üzerinde yapılmıştır. Araştırma grubunun yaş ortalaması 43.1 ± 13.2 yıl olup 59’u erkek (%33.1), 119’u kadındır (%66.9). Araştırmaya katılanların ilaç kullanma süresi 9.4 ± 8.4 yıldır. Hastaların %9’u sigara kullanıyordu. BULGULAR: Araştırma grubunda aspirin alerjisini %36.0, dipiron alerjisini %23, NSAİD alerjisini %50.6, penisilin ve sefalosporin alerjilerini %40.4 olarak tesbit ettik. Hastaların %61.2’nde ilaca bağlı ürtikeryal döküntüler, %42.1’nde anjioödem, %33.1’nde ürtiker+anjioödem, %2.8’nde fix ilaç erüpsiyonu, multidrug alerji tanımlayan olguların %15.7’nde anafilaksi, %0.6 vakada ise toksik hepatit öyküsü, %11.2’nde gıda alerjisi, %2.8’nde lateks duyarlılığı mevcuttu. Laboratuvar incelemelerinde hastaların %59’nda serum otolog test pozitifliği, %10.7’nde anti TPO pozitifliği, %1.7’nde ANA pozitifliği, serum IgE düzeyi ortalaması 199.2 ± 245.2mg/Dl, eozinofil düzeyi ortalaması 270.6 ± 235.4 (milimetreküp) olarak tesbit edilmiştir. TARTIŞMA-SONUÇ: Atopi zemini olan bireylerin özellikle ilaca bağlı reaksiyonlar açısında uyarılması ve bu reaksiyonlar konusunda bilgilendirilmelerinin gerekli olduğunu düşünmekteyiz. İlaç alerjileri alerji kliniklerini en zorlayan konulardan biridir. Reaksiyonlar çok çeşitli klinik görünümde olabileceği gibi olayın patofizyolojisinin karmaşıklığı, tanı güçlüğü, tıp eğitimi sırasında yeterince üzerinde durulmaması, hem doktor hemde hastanın korkuları gibi nedenlerle bugün elimizde yeterli bilgi ve veri yoktur. P-3 Ref. No: 26 VANKOMİSİNLE MEYDANA GELEN İLAÇ ERUPSİYONU Özge Turhan, 2Arzu Didem Yalçın, 1Dilara İnan, 1 Seyit Ali Büyüktuna, 1Rabin Saba 1 Akdeniz Üniversitesi, 2Antalya Araştırma ve Eğitim Hastanesi Alerji ve İmmünoloji Ünitesi, Antalya Elli iki yaşında erkek hasta ankilozan spondilit ve ülseratif kolit nedeniyle takip edilen hasta Salofalk 500mg 3x2 Tbl kullanıyor. Altı aydır bacağa vuran şiddetli bel ağrısı nedeniyle 4 ay önce dış merkezde palyatif olarak epidural kateter takılmış. Yaklaşık 2 ay kateter ile takip edilen olgunun kateter çekildikten sonra kateter yerinde başlayan yeşil renkte akıntısı olmuş. Enfeksiyon hastalıkları kliniğince hospitalize edildi. Lumbosakral MR da L4 seviyesinde 83 3x1cm, bilateral psoas, bilateral ileopsoas, bilateral paravertebral bölgelerde multiple 2x1 ve 3x1cm çaplarında apse ile uyumlu alanlar izlenmekteydi. Lökosit 25,000/mm3 (%90PMNL), Sedimantasyon:115/h, CRP:25, intraoperatif pü kültüründe Enterecoccus faecium üremesi üzerine vankomisin 4x500mg iv başlandı. 24 saat sonra gövdede başlayan kollara ve bacaklara yayılan eritematöz deskuamasyonları olan plakları oldu. Serum IgE:569 Eosinofil:1800/mm3. Yapılan cilt biyopsisinde epidermis ve dermiste belirgin eosinofil ve lenfosit infiltrasyonu ve baskın perivasküler yangısal inflamasyon izlenmiştir. Hastaya steroid, H1 blokör ve mast hücre stabilizatörü tedavisi başlandı. Vankomisin kesilip yerine Tigesiklin ile tedaviye devam edildi. BULGULAR: Arastırmada 289 kişiye ulaşılmıştır. Katılımcıların yaş ortalaması 60.5 ± 7 yıl, tanı ayı 6.9 ± 6.8 aydır. Araştırma grubunun %67’si kadın, %64.5’i meme kanseridir. Tüm araştırma grubunun %5’inde lateks duyarlılığı saptanmıştır; gıda alerjisi, ilaç alerjisi olan ve ailede atopi öyküsü olanlarda; sigara kullananlarda, alerjik rinokonjunktivit ve ürtikerde lateks duyarlılığı anlamlı bulunmuştur ( p<0.05). Lateks içeren maddelerden eldiven ve flastere karşı duyarlılık anlamlı tesbit edilmiştir (p<0.001). SONUÇ: Lateks alerjisi son yıllarda önemi gittikçe artan bir sağlık sorunu ve hatta meslek hastalığı haline gelmiştir. Lateks kauçuktan yapılmış ürünlerin içinde bulunup, elastisite özelliği olan bir maddedir. Doğal lateks tropik ortamlarda yetişen Heveabrasiliensis isimli ağaçtan elde edilmektedir. Lateks gündelik hayatta kullanılan binlerce materyalin yapısında bulunmaktadır. Maliyetinin düşük olması, sağlamlığı ve esnekliği lateksi birçok maddenin üretiminde vazgeçilmez kılmaktadır. Lateks allerjisi 1980’li yıllardan itibaren önemi giderek artan bir sağlık sorunu haline gelmiştir. Literatürde konuyla ilgili farklı veriler olmakla beraber yüksek risk grubunu oluşturan sağlık çalışanlarında %20’lere varan oranlarda lateks duyarlılığı bildirilmektedir. Çalışmamızda lateks duyarlılığını %5 olarak saptandı. Anket yaptıktan sonra ankete katılan hastaları lateks içeren maddeler ve lateks allerjisine karşı alınabilecek önlemler hakkında bilgilendirildi. P-5 Ref. No: 84 ALERJİK HASTALARDA GIDA VE SOLUNUM ALLERJENLERİNİN İRDELENMESİ 1 Hüseyin Güdücüoğlu, 1Görkem Yaman, 1Öznur Öztürk, Ulaş Çalışır, 1Mustafa Berktaş 1 1 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, Van AMAÇ: Hastanedeki çeşitli servislere, allerji ön tanısı ile başvuran hastaların, hangi alerjenlere hassas olduklarını saptayarak, bölgemiz açısından önemli alerjenlerin ortaya çıkarılmasıdır. YÖNTEM: Mayıs 2009-Eylül 2009 tarihleri arasında laboratuvarımıza alerji ön tanısı ile gelen 54 kan örneği, EuroimmunEuroline (Luebeck, Germany) kitleri kullanılarak, solunum ve gıda allerjenlerinin varlığı yönünden incelendi. Bu örneklerin 27’si erkek, 27’si kadındı. Örneklerin 22’si çocuk, 21’i göğüs, 5’i dahiliye, 2’si dermatoloji ve diğer 4 tanesi de diğer servislerden (Kadın doğum, KBB, Üroloji, Genel cerrahi) gönderildi. Bu hastaların toplam 50 tanesinde solunum, 23 tanesinde gıda paneli çalışılırken, 19’unda hem solunum hem gıda paneli çalışıldı. Resim: Makulopapüler eritemli endurasyonlu deskuamatif lezyonlar P-4 Ref. No: 57 AKCİĞER VE MEME KANSERLİ OLGULARDA LATEKS DUYARLILIĞI 1 Arzu Didem Yalçın, 2Ayşegül Kargı, 2Mustafa Karaca, 2 Burhan Savaş 1 Antalya Araştırma ve Eğitim Hastanesi, 2Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Antalya AMAÇ: Bu çalışmada amacımız Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde Medikal onkoloji kliniğinde takip ve tedavi edilen olgularda lateks duyarlılığı prevalansını saptamaktır. YÖNTEM: Araştırma 2009 yılında Ekim ayında Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Medikal onkoloji kliniğinde takip ve tedavi edilen olgularda yapılmıştır. Hazırlanan anket formları yüz yüze görüşülerek doldurulmuştur. Elde edilen veriler SPSS 14.0 programına yüklenerek değerlendirilmiştir. 84 BULGULAR: Solunum paneli çalışılan hastaların 9’unda CCD (çapraz reaksiyona neden olan karbonhidrat belirleyicisi) pozitif olarak saptandı ve bu hastaların test sonuçları değerlendirmeye alınmadı. Bu panele göre 41 hastanın 9’unda kediye, 5’inde ata, 7’sinde ineğe, 6’sında çimen polenine, 5’inde tahıl polenine, 5’inde çavdara, 3’ünde ağaç polenine, 3’ünde zeytin ağacına, 3’ünde ot polenine, 1’inde Dermatophagoides farinae’ye, 1’inde dut ağacına, 1’inde hamam böceğine, 1’inde tüy karışımına, 1’inde kafes kuşlarına karşı 2≥ derecede antikor tespit edildi. Gıda paneli çalışılan 23 hastanın 8’inde CCD pozitif saptanmış olup değerlendirmeye alınmadı. Değerlendirilen 15 hastada 5’i deniz kabuklularına, 2’si et karışımına, 1 patatese, 1 kakaoya karşı 2≥ derecede antikor tespit edildi. SONUÇ: Yapılan bu çalışma ile elde edilen veriler, hem bu bölgenin, hemde ülkenin alerjen haritasının çıkmasına kaynak sağlayacağı gibi, allerjenlerin belirlenmesi amacıyla yapılacak diğer çalışmalarada ışık tutması açısından önemlidir. Anahtar kelimeler: Alerji, gıda, solunum DENEYSEL HASTALIK MODELLERİ P-6 Ref. No: 21 AMMONIUM INHALATION ENHANCED LIPID PEROXIDATION IN THE ERYTHROCYTE AND INFLUENCE THE ANTIOXIDANT ENZYMES OF RAT ERYTHROCYTE 1 Arzu Didem Yalçın, 2Hasan Özçağlar, 2Saadet Gümüşlü 1 Antalya Education and Training Hospital- Allergy and Clinical İmmunology, 2Akdeniz University Faculty of Medicine, Antalya AIM: Ammonia is widely used in industry. It is also one of the ingredients of tobacco. Airway epithelium can regain barrier integrity within 6 hours following exposure if the basal cell layer remains intact. However, damaged epithelium often is replaced by granular tissue, which may be one of the etiologies leading to chronic lung disease following ammonia inhalation injury. Ammonium hydroxide also causes severe alkaline chemical burns to skin, eyes, and especially the respiratory system. Mild exposures primarily affect the upper respiratory tract, while more severe exposures tend to affect the entire respiratory system. The gastrointestinal tract also may be affected if ammonia is ingested.In this experimental study we have investigated the effect of amonia on respiratory mucosa by the help on Electron Microscopy besides its relation with free oxygen radicals evaluated. MATERIAL-METHOD: A total of 108 Rattus norvegicus female rats used in the study. Rats are divided into 8 groups (A, AK, B, BK, C, CK, D, DK). 50-100ppm/mm amonium inhalation were administered for 7, 14, 21, 28 day, respectively. All rats are sacrified. All lesion are evaluated with Electron microscopically. Erythrocytes D-Glucose- 6-phosphate (IU/g Hb) (disodium salt), CAT (k/g Hb), Hb (g/dl), MDA and blood amonium levels are measured. An 8-10ml heparinized blood sample was taken by the cardiac puncture from each rat between 8:00 and 9:00 hr. The blood was centrifuged at 1.500Xg for 10 min at 40oC and plasma was seperated. Erythrocytes were washed three times with 0.155mol/ l sodium chloride. We lysed erythrocytes with 4.5ml of ice-cold doubly distilled water (40oC). Hemolysate was divided into five portion and they were stored at -600oC until the enzymes assays. CONCLUSIONS: In this study 108 rats are exposed to long term ammonia inhalation. Histological changes in the trachea mucosa of these are investigated and compared with those of control group. From second week on an increase in the height and the layer number of the epithelial cells as well as partial loss of cilia was seen. At the third week, in addition to squamous metaplasia, severe loss of cilia was observed. These result reveal that ammonium inhalation enhanced lipid peroxidation in the erythrocyte and influence the antioxidant enzymes of erythrocyte. P-7 Ref. No: 99 TEMPORAL LOB EPİLEPSİ PATOGENEZİNDE ENFLAMASYONLA İLGİLİ GENLERİN EKSPRESYONLARININ ARAŞTIRILMASI 1 Özkan Özdemir, 2Nerses Bebek, 1Emrah Yücesan, Betül Baykan, 1Uğur Özbek bu oluşturur ve bu tür epilepsilerde çevresel faktörlerin yaratığı hücresel düzeydeki hasarın kişinin genetik özellikleri tarafından belirlendiği düşünülmektedir. Mezyal temporal skleroz (MTS) süreci sinaptik ve aksonal reorganizasyonda değişimler gösterir ancak gelişim mekanizması tam olarak bilinmemektedir. Ancak son yıllarda hayvan modelleri ve cerrahi tedavi ile elde edilen materyallerle yapılan araştırmalar sayesinde, epileptogenez konusundaki gelişmeler ivme kazanmıştır. Temporal lob epilepsisinde, hipokampustaki değişikliklerin kompleksliği, patogenezde birçok gen ve sinyal kaskadının rol aldığını düşündürmektedir, bunun yanında eşlik eden bir enflamasyon sürecinin varlığı daha önceden yapılan çalışmalarda ortaya konmuş ve hayvan modelleri ile doğrulaması yapılmıştır. Bu çalışmada uygun süre ve kombinasyonda uygulanan antiepileptik tedaviye dirençli, beyin görüntüleme ve EEG incelemeleri ile mezyal temporal lob epilepsisi tanısı konmuş, cerrahi tedavi (amigadalohipokampektomi) uygulanan, 18-55 yaşları arasındaki toplam 10 erkek ve kadın temporal lob epilepsi hastasından tıbbi endikasyon sonucu cerrahi olarak çıkarılan beyin materyali örneklerinden elde edilen cDNA örneklerinde enflamasyon sürecinde yer alan genlerin (IL1-, TNF-, vs.) ekspresyonu real-time PCR yöntemi ile kantitatif olarak incelenmiştir. Hasta ve normal doku arasında yapılan karşılaştırılmada proenflamatuvar sitokinler (IL1, TNF-, IL-6) hastalarda sağlıklı insanlara göre bir ekspresyon artışı göstermiştir. Bulgularımız MTS patogenezinde enflamasyonun bir rolü olduğu düşüncesini güçlendirmektedir. DOĞAL BAĞIŞIKLIK P-8 Ref. No: 38 PRE-B HÜCRE COLONY ENHANCING FACTOR (PBEF) TARAFINDAN İNDÜKLENEN GECİKMİŞ APOPTOZ MEKANİZMASI 1 Burcu Şahin, 2Zeenat Malam, 2John Marshall 1 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2Department Of Trauma/ Surgery, St. Michael’s Hospital, University Of Toronto, Canada AMAÇ: Nötrofiller (PMN), in vivo yarı ömürleri 5-6 saat olup sonrasında apoptoza giden hücrelerdir. Inflamasyonda bu apoptoz gecikir. Pre-B Hücre Colony Enhancing Factor’ün (PBEF), PMN apoptozunu geciktirdiği önceden gösterilmiştir. Apoptoz İnhibitör Proteinleri (IAP) de PMN apoptozunu inhibe eder. Çalışmamızda; PBEF’nin apoptozu IAP ekspresyonunu artırarak engelleyip engellemediğini ve PBEF’nin enzimatik etkinliği olan nikotinamid fosforibozil transferaz (Nampt) aktivitesinin PMN apoptozunu geciktirip geciktirmediğini araştırmayı iki ana amaç olarak belirledik. YÖNTEM: Sağlıklı gönüllülerden alınan periferik kandan dansite gradyan santrifüjleme ile nötrofil izole edilip 18 saate kadar PBEF/GST (100ng/mL), glutatyon S-transferaz (GST) (100ng/mL), lipopolisakkarit (LPS) (1μg/mL), nikotinamid (NA) (1mM), nikotinamid mononükleotid (NAM) (1mM), PBEF+NA eklenerek kültür yapıldı. Western blot yöntemiyle cIAP-1, cIAP-2 ve survivin için primer antikorlar kullanılarak protein ekspresyonu belirlendi. Nötrofil apoptozu kültürün 18. saatinde permeabilize edilmiş hücrelerde, akım sitometri ile, hipodiploid DNA miktarı belirlenerek değerlendirildi. İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, 2İstanbul Üniversitesi, Istanbul Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı, İstanbul BULGULAR: Sonuçlarımız cIAP-1, cIAP-1 ve survivinin, PBEF tarafından upregüle edildiğini gösterdi. NA ve NAM, ise IAP miktarlarını artırdı. NA, başlangıçta PBEF’in etkisini inhibe ederken, bu etki sonradan tersine çevrildi. Epilepsilerin tümünün toplumdaki görülme sıklığı %1’dir. Semptomatik parsiyel (fokal) epilepsilerin %20’si tedaviye dirençli gru- SONUÇ: PBEF’in enzimatik etkinliğinin nötrofil apoptozunu geciktirmede rol oynadığı sonucuna varıldı. 2 1 85 P-9 Ref. No: 76 TÜBERKÜLOZ VE IL-23R GEN POLİMORFİZMİ 1 Dilara F. Kocacık-Uygun, 1Nilgün Sallakçı, Fatih Çelmeli, 2Fuat Gürkan, 1Olcay Yeğin 1 1 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik İmmünoloji B.D. Antalya, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik İnfeksiyon Hastalıkları B.D., Diyarbakır 2 Tüberküloz gelişmekte olan ülkelerde önemli bir sağlık sorunudur. Mycobacterium tuberculosis ile enfekte olan erişkinlerin neden sadece %3-10unun hastalık geliştirdiği sorusu hala tam olarak yanıtlanamamıştır. Tüberküloz hastalığına yatkınlıkta, yaş, beslenme durumu, diğer hastalıklarla birlikte olma (AIDS, DM vb), basilin virulansı, karşılaşım durumu gibi etmenlerin yanında genetik yapının da önemli olduğu bilinmektedir. Birçok gen polimorfizminin tüberkuloza yatkınlıkla ilişkili olduğu bildirilmiştir, bu genler arasında IFN-, MBL, NRAMP1 (insanda SLC11A1), TNF-, IL-12R, IFN-R sayılabilir. IL-23 yeni tanımlanmış bir sitokindir. IL-23 reseptörü (IL-23R), IL-23R zinciri p40 (IL-12R1) ve zinciri p19 (IL-23R) beraber IL-23R kompleksini oluşturmaktadır. Daha önceki çalışmalarda IL-12R1 zincirinin tüberküloz ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Bu olgu-kontrol çalışmamızda pulmoner ve milier tüberküloz tanısı konan hasta grubu ile sağlıklı kontrollerde fonksiyonel olduğu bildirilen IL23R(3’UTR rs10889677C>A) ve (His3GlnG>T) gen polimorfizmlerini inceledik. IL-23R 3’UTR gen polimorfizm bölgesindeki CC genotipini taşımak Milier tüberküloza karşi direnç ile ilişkili göstermektedir (p<0.018 OR=3.7), pulmoner tüberkülozlu olgularda ise CC genotipinde bir azalma gözlenmekle birlikte fark istatistiksel olarak önemli bulunmadı. His3Gln bölgesinin toplumuzda polimorfik olmadığını gözledik. Milier ve pulmoner tüberküloz arasındaki fark hasta sayısının azlığı ile ilişkili olabilir, olgu sayımız arttırılarak çalışmaya devam edilmektedir. Hayvan modelleri üzerinde ozon etkilerini inceleyen çalışmalara karşılık insan çalışmaları sınırlıdır. Çalışmamızda, düşük doz ozonun, periferik kan mononükleer hücre (PBMC) yüzey molekül ekspresyonları ve PBMC proliferasyonu üzerine etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. PBMC’ler sağlıklı donörlerin (n=8, yaş ortalaması: 26 ± 5) taze heparinize venöz kanlarından izole edilmiştir. OzoneLab OL80F/DST (Kanada) cihazı kullanımı ile üretilmiş ozon, 1μg/ml veya 5μg/ml dozlarda, kültür kuyularındaki PBMC süspansiyonuna kültür başlangıcında, doğrudan enjekte edilmiştir. Beş günlük kültürün ardından CD4, CD8, CD16-56, CD19, CD20 ve HLA-DR “%” ekspresyonları, fitohemaglutinin (PHA) ile uyarılmış hücre proliferasyonuna ozonun etkisi CFSE dilüsyon metoduyla, flow sitometrik olarak incelenmiştir. Sonuçlarımız, CD3-CD16+CD56+ doğal öldürücü (NK) hücre yüzey moleküllerinin, 1μg/ml ozon uyarımıyla arttığını (p=0.018) göstermektedir. Diğer yüzey molekül ekspresyonlarında heterojenlik gözlenmektedir. 1μg/ml veya 5μg/ml ozon dozlarının, uyarılmamış veya PHA uyarımlı PBMC proliferasyonu üzerine etkisi saptanmamıştır. Ozonun NK hücre aktivasyonuna etkileri, NK hücrelerinde CD107a ekspresyon düzeyinin ölçülmesiyle incelenmiştir. Sağlıklı donörlerden (n=5) elde edilen PBMC hücreleri, 1μg/ml veya 5μg/ml ozon dozlarıyla uyarılmış, 3 günlük kültürün ardından, bazal ve K-562 hücreleri uyarımlı CD107a ekspresyonu, CD3-CD16+CD56+ NK hücrelerinde flow sitometrik olarak değerlendirilmiştir. 1μg/ml ozon uyarımının NK hücre aktivitesini arttırdığı saptanmıştır. Bulgularımız, düşük doz ozonun PBMC proliferasyonunu etkilemediğini, NK hücre yüzde ve aktivitesindeki anlamlı artışın ise ozon uyarımına bağlı olduğunu göstermektedir. P-11 Ref No: 115 SİTOKİN PROFİLLERİNE GÖRE NK17 HÜCRE ALT GRUBU 1 Pulmoner Milier Tüberküloz Tüberküloz (n:5) (n:27) Genotip CC CA AA Toplam 15 (%26) 33 (%58) 7 (%12) 55 P:0.13 Sağlıklı Kontrol (n:97) 4 (%15) 38 (%39) 20 (%74) 43 (%44) 3 (%11) 16 (%16) 27 97 p<0.018 OR: 3.70 Allel C A Pulmoner Milier Sağlıklı Tüberküloz Tüberküloz Kontrol (n:55) (n:27) (n:97) 63 (%57) 28 (%51) 119 (%61) 47 (%43) 26 (%48) 75 (%39) p>0.05 p>0.05 *Bu çalışma Akdeniz Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinasyon Birimince desteklenmiştir P-10 Ref. No: 92 MEDİKAL OZONUN İNSAN PERİFERİK KAN MONONÜKLEER HÜCRELERİ ÜZERİNE ETKİLERİ 1 Esma Zekiroğlu, 1Umut Can Küçüksezer, 1Duygu Obalı, Çağla İkbal Yazıcı, 1Fatih Salman, 1Suzan Adın-Çınar, 1 Esin Aktaş-Çetin, 1Günnur Deniz 1 1 Istanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, İmmünoloji A.D., Istanbul Ozon (O3), üç oksijen atomundan elektrik arkı ile oluşan, yüksek oksidasyon potansiyeline sahip gazdır. Yüksek dozda ozonun kuvvetli antimikrobiyal etkileri yanında düşük dozda ozonun dolaşım ve immün yanıtlar üzerine pozitif etkileri ileri sürülmektedir. 86 Nilgün Akdeniz, 1Esin Aktaş, 2Mübeccel Akdiş, Günnur Deniz 1 1 İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, İmmünoloji AD, İstanbul, 2Swiss Institute of Allergy and Asthma (SIAF), Davos, İsviçre AMAÇ: Doğal immün sistemin kompenenti olan doğal öldürücü (NK) hücreler, lizis yetenekleri ve salgıladıkları sitokinler ile immün cevapların düzenlenmesinde rol oynarlar. Th1 (yardımcı T hücresi 1) ve Th2 hücrelerine benzer şekilde insan NK hücre alt gruplarının da NK1 ve NK2 olarak iki gruba ayrıldığı in vitro ve in vivo çalışmalarda gösterilmiştir. Th1 ve Th2 hücrelerine ek olarak tanımlanan Th17 hücreleri ise otoimmün hastalıklarda, özellikle allerji ve astım da rol oynamaktadır. Çalışmamızda Th17 hücrelerine benzer şekilde sitokin profiline göre NK17 hücre grubunun varlığının araştırılması planlanmıştır. MATERYAL VE METOD: Magnetik hücre separasyonu (MACS) yöntemi ile saflaştırılan NK hücreleri 48 kuyucuklu kültür plaklarında IL-2 içeren RPMI-1640 içerisinde kültüre alınmıştır. NK1, NK2 ve NK17 hücre alt gruplarının yönlendirilmesi için, NK hücreleri IL-12, anti-IL-4, PHA (NK1), IL-4, anti-IL-12, PHA (NK2), IL-1b, IL-23, TGFb, anti-IL4, antiIL12, PHA (NK17) ile inkübe edilip 3., 6. ve 10. günde hücre içi sitokin seviyeleri flow sitometrik olarak değerlendirilmiştir. SONUÇ: NK17 grubunun saptanmasına yönelik ön çalışmamızdan elde edilen bulgular, NK hücrelerinin de Th hücrelerine benzer şekilde yönlendirilebileceğini desteklemektedir. Sağlıklı bir kişiden yapılan yönlendirme sonuçları özetlenmiş olup farklı kinetik ve sitokin protein ekspresyonu seviyelerinin saptanarak çalışmanın sürdürülmesi planlanmaktadır. Anahtar Kelimeler: Doğal öldürücü hücreler (NK), sitokinler EDİNSEL BAĞIŞIKLIK P-12 Ref. No: 54 ORAL LİKENUS PLANUS’LU HASTALARDA SİTOTOKSİK T HÜCRE PROFİLİ 1 Filiz Pekiner, 2Gülderen Yanıkkaya-Demirel, Birsay Gümrü, 1Oğuz Borahan, 1Semih Özbayrak 1 1 Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi , 2Centro Laboratuvarları, İstanbul AMAÇ: Liken Planus değişik tiplerde mukokutanöz lezyonların meydana geldiği kronik enflamatuar ve immünolojik bir hastalıktır. Yapılan araştırmalarda T hücre bağımlı bir hastalık olduğu, periferik immün supresör fonksiyon defekti olduğu, yardımcı ve supresör T hücreleri arasındaki oranın bozulduğu, hücre bağımlı sitotoksisitede rol alan anti-keratinositlerin otositotoksik T hücre klonlarının arttığı belirtilmiştir. Bu çalışmada, oral liken planus’lu (OLP) hastalarda sitotoksik T hücre profili araştırılmıştır. (MHC I) ve HLA-DR, -DP, -DQ (MHC II) doku antijenleri değerlendirilmiştir. Yaş, cinsiyet ve oral hijyen bakımından anlamlı bir farklılık saptanmamıştır (p>0.05). BH olgularının %70’i ve RAÜ’lü olguların %60’ında ailesel aftöz ülserasyon saptanmıştır. BH olgularında dilde aftöz ülserasyon oranı yüksekken (%63.3), RAÜ’lü olgularda dudak mukozası (%40) ve ağız tabanında (%16.3) bulgulanmıştır. Çalışmada BH olgularında HLA-B50, HLA-B63, HLA-DR10, RAÜ’de HLA-A23, HLA-B13 ve kontrol grubunda HLA-A30, HLA-DR10 ve HLA-DR17 anlamlı olarak yüksek orandadır. Doku tipleri ile ilişki düşük moleküler çözünürlükte HLA tiplemesi yapılarak teyit edilmelidir. MÜ BAP Proje Kom.Bşk SAG-DKR-200407-0078 No’lu proje ile (Yürütücü: Yrd. Doç. Dr. F. Pekiner) desteklenmiştir. P-14 STİMÜLASYON SONRASI B HÜCRELERİNDE BAFF-R VE CD127 EKSPRESYONUNDAKİ DEĞİŞİKLİKLER 1 YÖNTEM: Marmara Ü. Diş Hekimliği F. Oral Diagnoz ve Radyoloji AD Kliniği’nde klinik ve histopatolojik değerlendirme ile OLP tanısı konulan 30 birey (çalışma grubu) ile 30 sağlıklı bireyin (kontrol grubu) periferik kan örneklerinden sitotoksik T hücre düzeyleri akan hücre ölçer ile Centro Laboratuvarlarında değerlendirilmiştir. BULGULAR: Her iki grup’da yaş ve cinsiyet dağılımları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmamaktadır (p>0.05). Çalışma grubundaki bireylerin CD8 ve CD8+CD184+ düzeyleri, kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşükken (p<0.05) CD8+CD154+ düzeyleri, kontrol grubundan anlamlı düzeyde yüksektir (p<0.05). CD8+CD40+, CD8+CD152+, CD8+CD195+, CD8+TGFß+ düzeyleri için anlamlı bir farklılık bulunmamaktadır (p>0.05). CD8+CD184+ hücrelerde azalma, CD8+CD154+ hücrelerde artma olması OLP’de immunolojik hasarın (otoimmünite) göstergesidir. TÜBİTAK SBAG 108S246 no’lu proje ile (Yürütücü: Yrd. Doç. Dr. F. Pekiner) desteklenmiştir. P-13 Ref. No: 56 BEHÇET HASTALIĞI VE REKÜRRENT AFTÖZ ÜLSERASYON’DA KLİNİK VE İMMÜN PROFİLİN DEĞERLENDİRİLMESİ 1 Emre Aytuğar, 1Filiz Pekiner, Gülderen Yanıkkaya-Demirel 2 1 Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi , 2Centro Laboratuvarları, İstanbul Behçet Hastalığı’nın (BH) ilk klinik belirtisi olarak Rekürrent Aftöz Ülserasyon (RAÜ) saptanmakta ve takip edilen olguların bir kısmında sonradan BH gelişmektedir. Bu çalışmada, her iki hastalıkta gözlenen aftöz ülserler yaş, cinsiyet, oral hijyen, ailesel yatkınlık, tipleri, çıkma süreleri, sıklığı, lokalizasyonları, ağrı düzeyleri ve doku tipleri yönünden değerlendirilmiştir. RAÜ’lü Behçet Hastalığı tanısı olan 30 birey ile Behçet hastalığı olmayan 30 RAÜ’lü birey çalışma; 15 sağlıklı birey ise kontrol grubunu oluşturmuştur. Detaylı anamnez, DMF-T, plak indeksi, dişeti oluğu kanama indeksi ile oral hijyen değerlendirilmiş, ağrı değerlendirmesi için visual analog skala kullanılmıştır. HLA doku tiplemesi serolojik yöntemle yapılmış ve HLA-A, -B, -C Ref No: 114 Çağla İkbal Yazıcı, 1Suzan Adın-Çınar, 1Günnur Deniz 1 İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, İmmünoloji AD, İstanbul B hücre aktive edici faktör (BAFF), gelişen B lenfositlerinin olgunlaşmasını ve prolifere olan B lenfositlerinin hayatta kalmasını sağlar. BAFF’ın bağlanarak etki gösterdiği reseptörlerden en önemlisi, B hücresinin gelişiminde ve onun yaşamını sürdürmesinde rol oynayan BAFF-Reseptörüdür (BAFF-R). Bu reseptöre bağlanmasıyla B hücresinin hayatta kalım süresi daha da uzamaktadır. Otoimmünite gelişiminde; aşırı BAFF ekspresyonunun önemli rolü bulunmaktadır. CD127 (interlökin-7 reseptör alfa; IL-7R) öncül B hücresinden olgunlaşmamış B hücresine kadar olan gelişim aşamalarında B hücre yüzeyinde eksprese olmaktadır. IL-7, bağlı olduğu JAK/STAT yolunu da kapsayan bazı tirozin kinaz yollarından sinyal iletimini sağlayarak lenfositlerin gelişmesi ve onların çoğalmasının kontrol eder. IL-7 bu etkisini hücrelerin yüzeyinde eksprese olan CD127’ye bağlanarak gösterir. Çalışmamızda BAFF ile uyarıldıktan sonra B hücresi üzerinde BAFF-R ve CD127 ekspresyonundaki değişikliklerin saptanması amaçlanmıştır. Sağlıklı bireylerden (n=6) alınan heparinize kan örneklerinden fikol gradiyan santrifügasyon yöntemi ile periferik kan mononükleer hücreler (PBMC) elde edilmiş; uyarıcılı (PHA, PWM, BAFF) ve uyarıcısız 48 saat steril koşullarda 37oC, C2O’li etüvde inkübe edilmiştir. İnkübasyon sonunda hücre peletleri florokromla işaretli anti-CD19, anti-BAFF-R ve CD127 monoklonal antikorlarla direkt boyanmış, flow sitometrik yöntemle B hücre yüzeyindeki BAFF-R ve CD127 ekspresyonlarındaki değişiklikler değerlendirilmiştir. Elde edilen bulgulara göre; CD19+CD127+ çift pozitif hücre oranları karşılaştırıldığında, BAFF ile uyarım sonrası diğer uyarıcılara (PHA, PWM) göre arttığı saptanmış, CD19+BAFFR+ ekspresyonunda ise artış gözlenmemiştir. CD19+CD127+ hücrelerdeki bu artışın otoimmünitede önemli rolü olan BAFF molekülünün B hücrelerinin hayatta kalım süresini uzatması ve bu süredeki değişikliklerin immün sistemde regülatör görev yapan T regülatör (Treg) hücrelerinin fonksiyonundaki değişiklikle ilişkisi olabilir. Treg hücreler için spesifik bir belirteç olan Foxp3 ekspresyonun CD127 ekspresyonu ile ters orantılı olduğu bildirilmiştir. CD19+CD127+ ekspresyonunda saptanan bu artış Treg hücre denetiminin bozulduğunu düşündürmektedir. 87 P-16 ENFEKSİYON VE BAĞIŞIKLAMA P-15 Ref. No: 25 EKTOPİK GEBELERDE İMMÜN PARAMETRELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ Ref. No: 45 KIRIM KONGO KANAMALI ATEŞİ HASTALARINDA AEHA VE VEGF DÜZEYLERİ İLE BU PARAMETRELERİN PROGNOZ ÜZERİNE ETKİLERİ 1 1 2 1 Nuray Gürel-Polat, Cem İyibozkurt, Pınar Soğuksu, Nurhas Safran, 2Selen Gürsoy, 1Selim Badur Bilkay Baştürk, 2Esragül Akıncı, 1Arzu Aral, 3Yavuz Uyar, Hürrem Bodur 2 1 1İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji A.D., Viroloji ve Temel İmmünoloji B.D , 2Kadın Hastalıkları ve Doğum A.D., İstanbul GİRİŞ: Ektopik gebelik döllenmiş bir yumurtanın rahim içi dışında bir yere yerleşmesidir. İlk 3 ayda yaşanan anne ölümlerinin en sık sebebidir ve gebeliklerin yaklaşık %1’inde görülür. Patofizyolojisi fertilize ovumun endometriyal kaviteye ulaşmasını geçiktiren veya engelleyen faktörlerin sebep olduğu prematür implantasyon şeklinde açıklanmaktadır. Son yıllarda özellikle cinsel yolla bulaşan hastalıkların ve dolayısıyla pelvik enfeksiyonların ve tüp bebek uygulamalarının artışı sebebiyle ektopik gebelik insidansında artış olmuştur. Bu artışda ektopik gebelik patofizyolojisinde immünolojik mekanizmanın rolü olup olmadığının araştırılması amacıyla bu çalışmayı planladık. Bu amaçla immünoglobulinler (IgA, IgM), komplemanın bileşenleri (C3, C4 ve C1 inhibitör), C Reaktif Protein (CRP), Romatoid Faktör (RF) ile sitokinler (IL-11, IL10 ve lösemi inhibitör faktör-LIF/ DA hücreleri insan interlökini-HILDA) ve otoantikorlar incelendi. MATERYAL: İÜ İTF Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’na başvuran ve ektopik gebelik (n=16) tanısı konulan olgular ile normal gebe (n=26) ve preeklamptik gebe (n=15) tanısı almış olgular çalışmaya alındı. Jinekologlar tarafından her olgunun yaş, gravidası, korunma yöntemi ve menstruel analizi yapıldı. METOD: Hastalardan alınan venöz kanların serumlarından bir kısmı ayrılıp sitokin çalışması için -20°C’de saklandı. Kalan serumlardan IgA, IgM, C3, C4, C1 inhibitörü, CRP, RF çalışması için immünnefelometri (BN II, Behring, Siemens, Almanya) kullanıldı. Otoantikorlardan; ANA Hep-2 hücreleri, ds-DNA Crithidia luciliae ve ANCA etanol ile fiske edilmiş insan nötrofilleri ile indirekt immün floresans yöntemi ile çalışıldı. ENA (Sm, Sm/RNP, SS-A, SS-B, Jo-1) antikorları immünblot yöntemi ile değerlendirildi. Sitokinler ise çalışılacağı gün oda sıcaklığında çözülüp prospektüslerine uygun şekilde ELİSA yöntemi ile çalışıldı. İstatistiksel analizler için, ANOVA ve Kruskal Wallis ile Bonferroni düzeltilmiş testi yapıldı, ayrıca fischer’s exact testi de kullanıldı. P<0.05 ve üzeri anlamlı kabul edildi. BULGULAR : Olguların yaş ortalaması ektopik gebelerde 28.7 yıl, preeklemtik gebelerde 25.2 yıl, normal erken gebelerde 26.8 yıldır. Serumdaki kompleman bileşenlerinden C4 ve CRP gruplar arasında istatistiksel olarak (p=0,000) ileri derecede anlamlı bulundu. Diğer markerlar normal sınırlardaydı. Otoantikorlardan ANA pozitifliği ektopik grupda 3, normal gebelerde 2 ve preeklemtik gebelerde 1 pozitifbulunmasına rağmen; ANCA pozitifliği ektopik grupda 3, normal gebelerde 1 olguda pozitif bulundu. Bu pozitifliğin LIF/ DA ile ilişkili bir anlamlılığı yoktu. ds-DNA ve ENA otoantikorları negatif idi. Sitokin grubunda LIF/ HILDA ektopik grup ile normal gebeler arasında istatistiksel olarak (p=0,006) anlamlılık göstermektedir. IL-11 ve IL10 da bir anlamlılık saptanmadı. LIF/HILDA, C4 ve CRP pozitifliği arasında bağımsız bir değişim vardır. Artışları birbirini etkilememektedir. SONUÇ : Ektopik gebelik, reprodüktif yıllar içinde cinsel aktif kadınlarda ortaya çıkabilen ve sonuçları itibari ile ciddi bir hastalıktır. Enfeksiyonun da rol oynadığı ektopik gebelerde CRP, C4 ve LIF/HILDA markerlarının anlamlı çıkması bu grupların tanı, tedavi ve takibinde göz önünde bulundurulması gerektiğini ortaya koymuştur. 88 1 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İmmünoloji Anabilim Dalı, 2Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği, 3Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi - Viroloji Referans ve Araştırma Laboratuvarı, Ankara AMAÇ: Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) patogenezinde endotel harabiyeti önemli bir yer tutmaktadır. Bu çalışmanın amacı, KKKA hastalarında endotel hücre antikoru (AEHA) pozitifliği ve VEGF düzeylerinin prognoz üzerindeki etkilerini değerlendirmektir. YÖNTEM:Çalışmaya 54 KKKA hastası ve 35 sağlıklı gönüllü katılmıştır. Serumda viral RNA’nın PCR aracılığıyla ve/veya spesifik IgM düzeylerinin ELISA ile saptanmasıyla tanılar doğrulanmıştır. KKKA viral RNA’sının saptanması ve kantitatif ölçümü için RT-PCR kullanılmış; VEGF ELISA ile, AEHA IFA yöntemiyle çalışılmıştır. BULGULAR: Hasta ve kontrol grubu karşılaştırıldığında VEGF düzeyleri ve AEHA pozitifliği arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıdır. Hasta grubunda AEHA pozitifliği derecelendirilerek incelendiğinde, gruplar arasında VEGF pozitifliği açısından anlamlı fark saptanmamıştır. VEGF düzeyleriyle AEHA pozitiflik dereceleri arasında anlamlı korelasyon yoktur. Kontrol ve hasta grubu arasında AEHA pozitifliği değerlendirildiğinde Odds oranı 6.076’dir. Tedavi sırasında ölen 5 hasta ile yaşayanlar karşılaştırıldığında; VEGF düzeyleri arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı, AEHA pozitifliği arasındaki fark anlamsızdır. SONUÇ: Çalışma sonuçları hastalığın endoteli hedefleyerek geliştiği fikrini desteklemektedir. AEHA pozitifliği,hastalık hakkında bilgi vermekte, ancak prognoz hakkında bilgi sağlamamaktadır. VEGF düzeyleri, hastalık seyrinin değerlendirilmesinde belirteç olabilir. P-17 Ref. No: 47 GEÇ NEONATAL SEPSİSTE MONOSİT HLA-DR EKSPRESYONU VE PROGNOZ İLE İLİŞKİSİ 1 Ferah Genel, 1Füsun Atlıhan, 1Elif Özsu, 1Erhan Özbek 1 Izmir Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İzmir AMAÇ: Erişkin sepsisli olgularda monosit HLA-DR ekspresyonunda azalma tespit edilmiş olup neonatal enfeksiyonlarda yapılan çalışma sayısı kısıtlıdır ve prognoz ile ilişkisine yönelik veri yoktur. Çalışmamızda sepsisli yenidoğanlarda monosit HLA-DR ekspresyonunun belirlenerek prognostik bir marker olarak etkinliğinin değerlendirilmesi amaçlandı. YÖNTEM: Çalışmaya geç neonatal sepsis tanısı alan 40 olgu ile enfeksiyöz olmayan hastalık tespit edilen 24 ve kontrol grubu olarak 25 yenidoğan dahil edildi. Tüm hastaların tanı başlangıcında monosit HLA-DR ekspresyonları flow sitometrik olarak ölçülerek ekspresyon gösteren hücre oranları ve ortalama floresan intensiteleri belirlendi. BULGULAR: Sepsis grubunun ortalama monosit HLA-DR ekspresyonu anlamlı düzeyde düşük bulundu. Sepsis tanısı ile izlenen 40 hastanın 8’i izlemde kaybedildi. Ölen olguların ortalama monosit HLA-DR ekspresyonu %19.4 ± 16.2 olarak yaşayan olguların değerlerine (%47.6 ± 19.5) göre anlamlı düzeyde düşük saptandı. Ortalama floresan intensiteleri yönünden de gruplar arasındaki farklılık anlamlı bulundu. Başlangıç monosit HLA-DR ekspresyonunun %30’un altında olması mortalite ile sonuçlanma riskini 30 kat arttırmakta idi (OR 30.33; %95 CI 3.11-295.24). SONUÇ: Monosit HLA-DR ekspresyonu geç neonatal sepsisli yenidoğanlarda prognozun tanı başlangıcında öngörülmesi ve mortalite riski yüksek hastaların önceden belirlenmesi yönünden yararlı bulundu. P-18 Ref. No: 49 KIRIM KONGO KANAMALI ATEŞİ HASTALARINDA HLA-G DÜZEYLERİ 1 Bilkay Baştürk, 3Esragül Akıncı, 2Mesude Falay, Arzu Aral, 3Gülsüm Özet, 2Hürrem Bodur 1 1 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İmünoloji Anabilim Dalı , 2Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği, 3Ankara Numune Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Hematoloji Kliniği, Ankara AMAÇ: HLA-G, doğal öldürücü (NK) hücreler ile etkileşen klasik olmayan bir MHC sınıf I tipi moleküldür; CD4+ T lenfosit proliferasyonunu baskılar ve NK hücreleri ile T hücre bağımlı sitolizi inhibe eder. Bu çalışmada, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastalarında HLA-G düzeylerinin patogenez ve prognoz hakkında oynadığı rol değerlendirilmiştir. YÖNTEM: Çalışmaya KKKA tanısı almış 36 hasta ve 42 sağlıklı gönüllü katılmıştır. 27 hastanın HLA-G düzeyleri hastaneye yatışın 1. ve 3. gününde alınan kandan elde edilen plazma örneklerinde ELISA ile; 9 hastanın ve 10 sağlıklı kontrolün tam kan örneklerinden CD4+CD25+, HLA-G+ hücrelerin dağılımı akım sitometri ile çalışılmıştır. Bulgular: Sağlıklı kontrol grubuyla hasta grubun plazma HLA-G seviyeleri ve ekspresyonları değerlendirildiğinde hasta grubun plazma HLA-G seviyeleri ile HLA-G ekspresyonları istatistiksel olarak anlamlı şekilde artmıştır. Tedavi sırasında kaybedilen 2 hastanın plazma HLAG düzeylerinin iyileşen hastalardan ve sağlıklı gönüllülerden anlamlı şekilde farklı olduğu saptanmıştır. immün yetersizlikler ve dalak disfonksiyonu rol oynayabilmektedir. Ayrıca maligniteler PF etyolojisinde yer alabilirler. Bu çalışmada, ankilozan spondilit tanısı ile anti TNF ajan kullanırken PF gelişen olgu sunulmuştur. OLGU: 37 yaşında erkek hasta. 15 yıldır inflamatuvar bel ve kalça ağrısı şikayeti olan, 2007 yılında ankilozan spondilit tanısı konmuş, klasik tedaviye yanıt vermeyen, fonksiyonel indeksi ve akut faz yanıtı yüksek seyreden hastaya Mart 2009’da hümanize anti-TNF ajan olan adalimumab tedavisi başlanmış. Adalimumab tedavisi altında şikayetleri gerileyen hasta, tedavinin 4. ayında boğaz ağrısı, eklem ağrıları yakınmaları ile başvurdu. Fizik muayenesinde tonsillerde hiperemi ve boyunda 1cm den küçük bilateral lefadenopatiler dışında muayene bulgusu yoktu. Lokomotor sistem muayenesinde artrit saptanmadı. NSAID tedavisi verilen hasta, 2 gün sonra karın ağrısı, ateş ve yüzde nekrotik cilt lezyonları ile başvurdu. Muayenesinde cilt lezyonları ve farenjit tablosu dışında patoloji saptanmadı. o Adalimumab tedavisi kesildi. 39 C’ye kadar yükselen ateşi olan hastanın ateşli ve ateşsiz dönemlerinde defalarca alınan kan kültürlerinde ve diğer kültürlerde üreme olmadı. Cilt lezyonları (üzeri nekrotik krutlu derin ülserler) aynı gün boyun ve sırtına; iki gün içinde de tüm vücuduna yayıldı. Cilt biyopsisisi PF ile uyumlu bulundu. Otoimmün hastalık açısından gönderilen serolojisi normal saptandı. Farenjit tablosu da olduğundan EBV’ye yönelik seroloji istendi. Cilt bulgularının en olası sebebinin infeksiyon olduğu düşünülerek önce tazobaktam, 3 gün sonra imipenem tedavisi başlandı. Bu tedavi altında 7 gün süre ile hastanın ateşi devam etti. 1. haftanın sonunda EBV VCA IgM tetkiki pozitif bulundu ve 8 saatte bir 5mg/kg intravenöz asiklovir tedavisi başlandı. Tedaviler 14 güne tamamlandı. Antibiyoterapi altında 1. hafta sonra ateşi lizis tarzda düştü ve nekrotik cilt lezyonları skar bırakarak iyileşmeye başladı. Hastanın 2. ay sonunda cilt lezyonları iyileşti. SONUÇ: Hasta,anti TNF kullanımı sonrası gelişmiş EBV infeksiyonuna sekonder PF olarak kabul edildi. Anti TNF tedavi alan hastalarda hücresel immünitenin baskılanmış olması nedeniyle özellikle viral infeksiyonların ağır ve atipik seyredebileceği akılda tutulmalıdır. SONUÇ: HLA-G ekspresyonunun indüklenmesi enfekte hücrede virüsün konak yanıtından kaçabilmesi için yardımcı bir mekanizma oluşturabilir. KKKA nedeniyle ölen hastalarda HLAG düzeylerinin iyileşen kişilerden anlamlı şekilde yüksek olması, HLA-G’nin prognozda önemli rol oynadığını düşündürmektedir. Bu çalışma KKKA tanısı alan hastalar ile sağlıklı gönüllüler arasında HLA-G düzeylerini gösteren ilk çalışmadır. P-19 Ref. No: 98 ANTİ TNF AJAN (ADALIMUMAB) TEDAVİSİ ALTINDA EBV İNFEKSİYONU SONRASI GELİŞEN PURPURA FULMINANS OLGUSU 2 Fulya Coşan, 1Ayten Yazıcı, 1Barış Yılmazer, 1Ayşe Çefle 1 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji Bilim Dalı, İzmit İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü İmmünoloji Anabilim Dalı, İstanbul 2 GİRİŞ: Purpura fulminans (PF) sıklıkla sepsis ya da yaygın damar içi pıhtılaşması seyri sırasında gelişen nekrotik cilt lezyonları ile karakterize klinik bir tablodur. PF’ye, en sık özellikle Gram (-) bakterilerin yol açtığı sepsis neden olmaktadır. En sık görülen etkenler; streptokoklar ve meningokoklardır. Çocuklarda PF etyolojisinde Anti TNF tedavi altında EBV infeksiyonuna sekonder purpura fulminans olgusu 89 İMMÜN YETMEZLİK P-20 Ref. No: 9 ÜLSERATİF KOLİT İLE SEYREDEN X’E BAĞLI AGAMAGLOBULİNEMİ-XLA (BRUTON AGAMAGLOBULINEMI) 1 Arzu Didem Yalçın, 2Atıl Bişgin, 2Fatih Çelmeli, 2 Dinç Dinçer, 2Olcay Yeğin 1 Antalya Araştırma ve Eğitim Hastanesi, Alerji ve İmmünoloji Ünitesi, Akdeniz Üniversitesi, Antalya 2 Giriş: Bruton agamaglobulinemi, öncelikle çocukları etkiler. Majör immünoglobulin sınıflarının eksik üretimiyle karakterizedir. Bizim sunmak istediğimiz olgumuz ülseratif kolit ile seyreden Bruton agamaglobulinemisidir. Vaka takdimi: 23 yaşında erkek, bekar hastanın, 5 yıldır sulu, kanlı günde 10 ila 20 arasında değişen sulu ve kanlı dışkılama, öksürük, balgam, geniz akıntısı şikayetleri mevcuttu. Ateşi olmamıştı. Nonprodüktif öksürük tanımlıyordu. Birlikte halsizlik ve iştahsızlığı mevcuttu. 6 yaşından beri sık ishal, alt solunum yolu enfeksiyonu. tonsillit sinüzit, bronşit, otit gibi sinopulmoner enfeksiyon atakları tarifleyen hasta ayda 3-4 kez enfeksiyon geçirdiğini, antibiyotik tedavisi ile şikayetlerinin gerilediğini ve ilaçlar kesildikten 1-2 gün sonra tekrar yakınmalarının başladığını ifade ediyordu. 14 yaşında pediatri polikliniğinde Flow sitometri analizlerinde B hücrelerin görülmemesi ve Ig değerlerinde düşüklük saptanması üzerine Bruton agamaglobulunemi tanısı alan hastaya ayda 1 kez 30gr/gün intravenöz immünoglobulin (IVIG) tedavisi uygulanmaya başlandı. Öyküsünde sigara, alkol, intravenöz ilaç alıkanlığı ve şüpheli cinsel ilşki yok. Anne-baba yakın akraba olup, erkek kardeş 5 yaşında ALL nedeniyle kaybedilmişti. Fizik muayenede Kan basıncı 120/60mmHg, enel durum iyi, bilinç açık, koopere, oryante. Cilt ve konjonktiva soluk renkteydi. Hasta kaşektik görünümde. Her iki akciğer eşit havalanıyor ral yoktu bilateral bazallerde ronkus mevcuttu. Batın muayenesinde Hepato-splenomegali mevcuttu ve Barsak sesleri artmıştı. Rütin laboratuvar incelemesinde anemisi (Hb: 9,2mg/dl) vardı. ktif IgA eksikliği’ tanısıyla çalışmaya katıldı. Serum örneklerinde IgA düzeyleri nefelometrik yöntemle ölçüldü; tespit edilebilen en küçük değeri 0,0667g/L olarak kabul edildi. BULGULAR: Total IgA düzeyi 5mg/dl’nin altında olan kişilerin yüzdeleri bölgelere göre şöyle bulundu: İç Anadolu %0.60, Ege %0.44, Marmara %0.78, Karadeniz %0.75, Akdeniz %0.27, Doğu Anadolu %0.31, Güneydoğu Anadolu %0.44. SONUÇ: IgA yetmezliği çoğunlukla asemptomatik olmakla birlikte, bu hastaların bir kısmında tekrarlayan mukozal enfeksiyonlar, çeşitli alerjik reaksiyonlar ve otoimmün hastalıklar IgA yetmezliği olmayanlara göre daha fazla görülmektedir. Dolaşımda bulunan IgA antikorlarının, IgA içeren kan ürünlerinin transfüzyonu sonucunda neden olduğu anafilaktik reaksiyonlar da bu kişilerde önemli bir sorun oluşturmaktadır. IgA eksikliği olduğu bilinen kişilerin takibi ve oluşan hastalıkların erken tanısı, koruyucu önlemlerin alınması kişilerin hastalıklarla karşılaşma riskinin azaltılması açısından önem taşımaktadır. P-22 Ref. No: 48 RAB 27A MUTASYONU VE ALDOSTERONA TUBULER YANITSIZLIK GÖSTEREN GRİSCELLİ SENDROMU OLGUSU 1 Ferah Genel, 1Füsun Atlıhan, 1Erhan Özbek, Demet Can, 1Muammer Büyükinan, 2Serap Aksoylar, 3 Ferda Özkınay 1 1 Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 2Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tülay Aktaş Çocuk Onkoloji Bilim Dalı, 3Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik Anabilim Dalı, İzmir Griscelli sendromunda, RAB27A veya myosin VA genlerinde mutasyonlar tanımlanmış olup RAB27A mutasyonu gösteren hastalarda immün yetmezlik ve hemofagositik lenfohistiyositoz izlenir. AMAÇ: Selektif IgA eksikliği, primer immün yetersizliklerin en sık görülen formudur; salgısal IgA yokluğu ve serum IgA düzeyinin 5mg/dl altında olması ile karakterizedir. Bu çalışmada amaç IgA eksikliğinin Türkiye prevalansının belirlenmesidir. Olgu sunumu: 23 günlük kız hasta, kilo alamama ve saç renginin açık olması nedeni ile getirildi. Akrabalık tanımlamayan ailenin açık saç rengine sahip olan ikinci bebeklerinin 1.5 yaşında EBV ilişkili hemofagositik sendrom tanısı ile exitus olduğu öğrenildi. Hidrasyonda azalma ve saç örneklerinin mikroskopisinde düzensiz, iri pigment kümeleri izlendi. Homozigot RAB27A mutasyonu saptanan olgunun immünglobulin ve lenfosit alt grupları yaşına uygun olarak değerlendirildi. Hemofagositik sendoma ilişkin bulgu saptanmadı. Tespit edilen hiponatremi ve hiperpotasemiye yönelik olarak IV replasman tedavisi uygulandı ve izlemde devamı nedeniyle hipofiz ve sürrenal bezlere yönelik endokrinolojik tetkikler yapıldı. Aldosteron ve diğer hormon düzeylerinde patoloji izlenmedi. Hipotalamohipofizer MRI normal saptandı. Mevcut bulgular aldosterona tubuler yanıtsızlık olarak değerlendirildi, 1gr/gün NaCl peroral başlandı, takiben fludrokortizon eklendi ve iyon değerlerinde düzelme izlendi. Kardeşi ile doku tipi uyumu gösteren olguya KİT uygulandı. Ancak transplantasyon sonrası izlem sürecinde olgu kaybedildi. YÖNTEM: Çalışmaya 6-17 yaş aralığında toplam 21.000 gönüllü katıldı. IgG ve IgM değerleri normal ve yüksek, serum IgA düzeyleri 5 mg/dl veya 0.5g/L’nın altında olan hastalar ‘Sele- Sonuç: RAB27A mutasyonu saptanarak Griscelli sendromu tanısı alan olgumuzun iyon düzensizliği ile seyretmesi ilginç bulunarak sunuldu. P-21 Ref. No: 44 TÜRKİYE’DE IGA PREVALANSI 1 Bilkay Baştürk, 2Sinan Sarı, 2Ödül Eğritaş, 1Arzu Aral, Buket Dalgıç 2 1 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İmmünoloji Anabilim Dalı , 2Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Antalya 90 P-23 Ref. No: 53 OLGU SUNUMU: İZOLE CD4 EKSİKLİĞİ? 1 Bahtınur Yeter, 1Dilara F. Kocacık-Uygun, 1Fatih Çelmeli, Sadi Köksoy, 2Gülsün Karasu-Tezcan, 4Özlem Okutan, 3 İnci Yıldız, 2Akif Yeşilipek, 1Olcay Yeğin 5 1 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik İmmünoloji Bilim Dalı, 2 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Hematoloji-Onkoloji Bilim Dalı, 3Istanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Pediatrik Hematoloji Bilim Dalı, 4Istanbul Memorial Hastanesi, 5Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Sağlık Bilimleri Araştırma ve Uygulama Merkezi A.D. 17 aylık erkek hasta, dış merkezde Shwachman Diamond Sendromu nedeniyle izlemde, KİT istemi ile başvurdu. Fizik muayenede malnütrisyonu ve NGS ile beslenmesi dışında muayenesi doğaldı. Olgu 36 yaşında sağlıklı anneden G4Ç2 C/ S ile miadında doğmuştu. Pre/postnatal özellik yoktu. 1 yaşına kadar olan aşıları tamdı ve aşı reaksiyonu olmamıştı, göbeği 1. haftada düşmüştü. Anne ve baba arasında 3. derece akrabalık mevcuttu. 6. aya kadar tamamen sağlıklı olan olgunun 6. ayda bakılan hemogramında Hb düşük saptanmış ve Fe tedavisi başlanmış. 1 aylık Fe tedavisi sonrasında tedaviye yanıtı olmayan olguda nötropeni gelişmesi üzerine bakılan B12 düzeyi düşük saptanmış ve olguya B12 başlanmış. Anemi ve nötropeninin devam etmesi üzerine bakılan viral markerları (-) saptanmış ve kemik iliği aspirasyonunda kemik iliği normoselüler ve artmış megakaryopoez bulunmuş. İzlemde ateş yüksekliği saptanan olguda pansitopeni saptanmış. Bu dönemde yapılan kemik iliği aspirasyonu hiposelüler kemik iliği ve megakaryosit yokluğu ile uyumluymuş. Bu dönemde bakılan retikülosit düşük, DC (+), NBT (+); HbF N ve Ig değerleri normal saptanmış. Bu değerlerle olgu aplastik anemi kabul edilmiş siklosporin, steroid ve ATG tedavisi başlanmış. Olgunun bakılan lenfosit alt gruplarında CD3 ve CD4 düzeyleri düşük bulunmuş. Olgunun almakta olduğu ATG tedavisi mart ayında, siklosporin temmuz ayında kesilmiş. Yapılan tetkikleri doğrultusunda olgunun izole CD4 eksikliği olabileceğini düşünmekteyiz. Tartışmak üzere sunumu planlandı. Tetkikleri devam etmektedir. P-24 Ref. No: 55 AĞIR KOMBİNE İMMUN YETMEZLİKLİ OLGULARIN KLİNİK VE LABORATUVAR ÖZELLİKLERİ 1 Sevgi Keleş, 1Elif Karakoç-Aydıner, 1Cevdet Özdemir, Nerin N. Bahçeciler-Önder, 1Işıl Barlan nun kardeşinde de immün yetmezlik düşündüren bulgular vardı. Semptomların ortaya çıkış yaşı 63.6 ± 64.7 gün iken, hastaların tanı yaşları 162.6 ± 68.7 gün olarak saptandı. Başvuruda en sık pnömoni, tekrarlayan oral kandidiyazis ve cilt bulguları saptandı. Birinci olguda ZAP-70’de homozigot C1747T mutasyonu (Olgu1) ve diğerinde ise RAG-12’de homozigot T2649C mutasyonu (Olgu7) tespit edildi. SONUÇ: SCID pediatrik aciller içerisindedir ve hızla değerlendirilip tedavi edilmesi gereken bir durumdur. Birçok olgulada lenfopeninin saptanması tanıda önemli ve yönlendirici bir bulgudur. Sütçocuğu döneminde ağır pnömoni, oral kandidiyaz ve ailede immün yetmezlik SCID açısından uyarıcı bulgulardır. Öte yandan tüm olgularda ebeveyn akrabalığı olması ve 5 olgunun kardeşinde immün yetmezlik düşündüren bulgular dikkat çekiciydi. P-25 Ref. No: 58 YAYGIN DEĞİŞKEN İMMÜN YETMEZLİKTE TOLL LİKE RECEPTÖR 9 POLİMORFİZMİ 1 Demet Hafızoğlu, 3Sevgen Tanır, 1Şebnem Kılıç, Tahsin Yakut, 2Mutlu Karkucak 2 1 Uludağ Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Pediatrik İmmünoloji Bölümü, 2Uludağ Üniversitesi Tıbbi Genetik A.D., 3Uludağ Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D., Bursa GİRİŞ: Yaygın Değişken immün yetmezlik tekrarlayan bakteriyel enfeksiyonlar, hipogammaglobulinemi, B hücrelerinin varlığına rağmen bozulmuş antikor cevabı ile karakterize heterojen bir hastalıktır. Toll like reseptörler (TLR) intraselüler sinyal iletimini aktive eden tip 1 membran proteinleridir. TLR 9’un B lenfositlerden immunglobulin üretimini aktive etmesinden yola çıkarak patogenezinde antikor yapım defekti olduğu düşünülen yaygın değişken immun yetmezlikli hasta grubunda TLR9 polimorfizmini araştırmayı planladık. MATERYAL VE METOD: Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Pediatrik İmmunoloji Polikliniği’nce takip edilmekte olan 35 yaygın değişken immün yetmezlikli hasta, 30 sağlıklı kontrol ile karşılaştırıldı. Çalışmada TLR9 geninin 1237 T/C polimorfizmi incelendi. 154 bp’lik tekli nükleotid değişimi olan bu polimorfizm için PCRRFLP ile gen bölgesi çoğaltıldı. İncelediğimiz tekli nükleotid dizilerini tanıyan BstN I enzimi kullanılarak alel tespiti yapıldı. Elde edilen PCR ürünleri jel görüntüleme sistemiyle görüntülendi. Çalışmada anlamlılık düzeyi p=0,05 olarak benimsendi. 1 1 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Allerji İmmunoloji Bilim Dalı, İstanbul GİRİŞ: Ağır kombine immün yetmezlik (SCID), T hücre gelişim basamaklarında duraklamaya neden olan, farklı genetik nedenlerle ortaya çıkabilen primer immün yetmezlik hastalığıdır. GEREÇ-YÖNTEM: Bu çalışmada kliniğimizde SCID tanısıyla izlenen 7 olgunun tıbbi kayıtları incelendi, hastalar mutlak lenfosit sayısı (ALC) ve lenfosit alt grup analizi sonuçlarına göre sınıflandırıldı. BULGULAR: Olguların ALC değerleri 600-5500/mm3 arasında saptandı. Lenfosit alt grup analizi sonuçlarına göre 4 olgu T– B+NK+ (Olgu1, Olgu5-Olgu7), 2 olgu T-B-NK+ (Olgu3-Olgu4) ve 1 olgu T+B-NK+ (Olgu2) SCID olarak sınıflandırıldı. Tüm olguların anne-babaları arasında akrabalık mevcuttu ve 5 olgu- SONUÇ: Çalışmaya alınan hasta grubu, 18 erkek (%51), 17 kadın (%49) olmak üzere toplam 35 kişiden oluşuyordu. Kontrol grubu ise 16 erkek (%53), 14 kadın (%47) olmak üzere toplam 30 kişiden oluşmaktaydı. Yaygın değişken immün yetmezlikli hastaların 9’unda (%25,7) TC genotipi ve sağlıklı kontrollerin 6’sında (%20) TC genotipi saptanırken, hastaların hiçbirisinde CC genotipi saptanmadı. TT (normal) ve TC (polimorfizm) genotipleri karşılaştırıldığında hasta ve kontrol grubu arasında anlamlı bir farklılık gözlenmedi (p>0.05). TARTIŞMA: Toll like reseptör aktivasyonu antijen sunumunu güçlendirerek adaptif immün cevabın başlamasını sağlar. Genç B hücreleri düşük miktarlarda TLR sunarken, hafıza B hücreleri daha fazla sayıda TLR, özellikle de TLR9, sunar. TLR 9, sitoplazmik yerleşimli olup özgün ligandı viral ve bakteriel DNA’daki metile olmamış CpG (sitidin-guanin) motiflerini tanır. CpG DNA ile aktive B hücre prolifere olur, sitokin yapımını başlatır 91 ve yüksek miktarlarda immunglobulin üretimine sebep olur. Bu noktadan yola çıkılarak yaygın değişken immun yetmezlikli hasta ve kontrol grubunda bakılan TLR9 polimorfizmi açısından anlamlı fark bulunamamıştır. Yaygın Değişken İmmun yetmezlikli hastalarda TLR9 polimorfizmi Türk hasta grubunda ilk kez çalışılmış olup, daha önce bu konuda dünyada 1 tane çalışma yapılmıştır. Bu çalışmada da hasta ve kontrol grubu arasında polimorfizm açısından fark bulunamamıştır. P-26 Ref. No: 61 CAMMON VERİABLE İMMÜN YETMEZLİKLİ YEDİ OLGU SUNUMU 1 Şükran Köse, 1Gülgün Akkoçlu, 1Ayhan Gözaydın, Melda Türken 1 1 S.B. Izmir Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği/allerji ve İmmünoloji Birimi, İzmir GİRİŞ: Yaygın değişken immün yetmezlik (Common variable immunodeficiency disease, CVID) B lenfosit ve T lenfositlerde disfonksiyon ve düşük serum immunglobulin düzeyleri ile karakterize olan nadir görülen bir hastalıktır. Azalmış immunoglobulin seviyeleri ve bozulmuş antikor üretimine bağlı olarak tekrarlayıcı infeksiyonlar gözlenir. YÖNTEM: Bu çalışmada, sık enfeksiyon hastalığı geçirme öyküleri olması nedeniyle araştırılırken CVID tanısı alan yedi olgu değerlendirildi. BULGULAR: Hastaların 6’sı erkek (%87.5), yaş ortalaması ise 28 (yaş aralığı:16–72) idi. Hastaların üçü sık üst solunum yolu enfeksiyonu (ÜSYE) ve bronşektazi, ikisi kronik ishal ve sık ÜSYE, biri sık ÜSYE ve birinde perikardit nedenleri araştırılırken CVID tanısı konuldu. Hastaların immünoglobülin değerleri tablo–1’de verilmiştir. Hastaların izlemleri sırasında hiçbirinde malignensi saptanmamıştır. SONUÇ: Gerek sık geçirilen enfeksiyonlar, 8–13 kat artmış malignensi riski nedeniyle morbidite ve mortalite artmıştır. Bu nedenle CVID hastalarının takipleri yakından yapılmalıdır. OLGULAR Olgu–1 Olgu–2 Olgu–3 Olgu–4 Olgu–5 Olgu–6 Olgu–7 IgG IgA (Normal: 751-1560mg/dL) (Normal: 85-453mg/dL) 92.5 <6.67 195 <6.67 584 <6.67 111 <6.67 343 <6.67 348 52.8 364 <6.67 IgM (Normal: 46-304mg/dL) <4.17 <4.17 64 43 <25 41.5 <25 P-27 Ref. No: 64 HIV/AIDS HASTALARININ VİRAL YÜK VE CD4/CD8 HÜCRE SAYISI ARASINDAKİ İLİŞKİ 1 Şükran Köse, 1Sibel Yavaş, 1Melda Türken HIV/AIDS olgularının ilk başvuru sırasındaki viral yük ve CD4/CD8 hücre sayıları arasındaki ilişki varlığının saptanması amaçlandı. YÖNTEM: Bu çalışmaya Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Kliniği tarafından takip edilen 45 hasta değerlendirmeye alındı. Hastaların viral yük oranları (kopya/ml) olarak <10.000, 10.000-50.000, >50.000, bakılmayan ve negatif olarak sınflandırıldı. Başvuru sırasındaki CD4/CD8 sayıları da <200, 200-350, >350/mm3 olarak sınıflandırıldı. BULGULAR: Çalışmaya alınan 45 hastanın 43’ü (%95.5) erkekti. CD4 hücre sayılarına göre hastalardan <200/mm3 %31, 200-350/mm3 %13.3, >350/ mm3 %55.5 olarak saptandı. HIV RNA düzeyi <10.000k/ml %22.2, 10.000-50.000k/ml %6.6, >50.000k/ml %66.6. CD4 <200/mm3 olan hastaların HIV RNA’sı %21.4’ü < 10.000 k/ml, %78.5’inin >50.000 k/ml, 200350/mm3 olan hastaların HIV RNA’sı %70’inin >50.000k/ml, %30’unun 10.000-50.000k/ml; CD4 > 350/mm3 olan hastaların HIV RNA’sı %60’ının >50.000 k/ml, %32’sinin <10.000 k/ml, %4’ünün negatif,%4’ünün 10.000-50.000 k/ml saptanmıştır. SONUÇ: CD4 hücre sayımı hastaların takibinde savunma sisteminin iyi bir göstergesi olduğu bildirilmektedir. Çalışmamızda CD4 hücre sayımı < 350/ mm3 olan hastaların çoğunluğunda viral yük seviyeleri de yüksek saptanmıştır. Bu korelasyon bize çoğalan HIV virusunun primer hedefinin CD4 hücreleri olduğunu göstermektedir. P-28 Ref. No: 70 ADA EKSİKLİĞİ OLAN ÜÇ VAKA 1 Deniz Çağdaş Ayvaz, 1Gülten Türkkanı-Asal, Tuba Turul-Özgür, 1İlhan Tezcan, 1Özden Sanal 1 1 Hacettepe Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk İmmünoloji Bölümü, Ankara Adenozin deaminaz (ADA) ağır lenfopeni ve tüm lenfosit serilerinin yokluğuyla karakterize otozomal resesif geçişli ağır kombine immün yetmezliktir (AKİY). Burada ADA eksikliği tanısı alan 3 AKİY vakası sunulmuştur. VAKA 1: Aralarında akrabalık olmayan ailenin 1. çocuğu olan 5/12 aylık erkek bebek tekrarlayan enfeksiyonları nedeniyle getirildi. İki kez pnömoni, ardından sepsis tanısıyla yatırıldığında lenfopenisinin saptandığı, 3 aylıkken preseptal selülit için tedavi aldığı, annenin pnömoni nedeniyle 1 aylıkken kaybedilmiş kardeşi olduğu öğrenildi. Fizik muayenesinde bilateral ralleri olan hastanın toraks BT’si viral enfeksiyonla uyumluydu. İntravenöz immünglobulin (IVIG), antibakteriyel tedavi ve gansiklovir tedavisine rağmen solunum sıkıntısı giderek artan hasta ventilatörde izlenirken solunum yetmezliği nedeniyle kaybedildi. VAKA 2: Aralarında akrabalık olmayan ailenin 2. çocuğu olan 21/365 günlük erkek bebek ağız çevresinde morarma, AKİY nedeniyle 4 aylıkken kaybedilen kardeş öyküsü olması nedeniyle getirildi. FM’de hafif siyanotik görünümdeydi. Apne açısından izlem amacıyla yatırılan hastanın izlemde siyanozu gözlenmedi, oksijen satürasyonu normaldi. Ekokardiyografide küçük bir atrial septal defekti saptandı. Hastaya peg-ADA tedavisi başlandı. İlk 1 ay içinde klinik ve laboratuvar bulgular yönündendüzelme gözlendi. Aile taramasında HLA uyumlu birey bulunmadı. Hasta aile-dışı tam uyumlu donör tarama programına alındı. 1 S.B. Izmir Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği/Allerji ve İmmünoloji Birimi, İzmir GİRİŞ: HIV enfeksiyonunda fırsatçı enfeksiyonlar için tek ve en önemli tahmin edici faktör CD4 hücre sayısıdır. Bu çalışmada 92 VAKA 3: Aralarında akrabalık olan ailenin 3. çocuğu olan 2.5/12 aylık kız bebek sık enfeksiyon geçirme, kilo alamama şikayetleri ile getirildi. İki kez pnömoni nedeniyle yatırıldığı, izleminde lenfopeni saptandığı öğrenildi. FM’de bilateral ralleri, diaper dermatiti vardı. Pnömoni tanısıyla yatırılarak IVIG, antibakteriyel tedavi, gansiklovir başlandı. Solunum sıkıntısı giderek arttı. Ventilatörde izlenen hastanın toraks BT’si viral enfeksiyonla uyumluydu. ‘peg-ADA’ başlandıktan sonra klinik ve radyolojik düzelme sağlanarak ventilatörden ayrıldı. Üç aylıkken HLA tam uyumlu 9 yaşındaki erkek kardeşinden kök hücre transplantasyonu (KHT) yapıldı. ‘peg-ADA’ klinik-laboratuvar düzelme olduğu için kesildi. Şu anda 8 aylık olan hasta halen IVIG almaktadır. TARTIŞMA VE SONUÇ: ADA eksikliğinde fazla miktarda adenozin ve metabolitlerinin birikimi özellikle lenfositlerde toksik etki göstermektedir. Genellikle T-B-NK+ AKİY’e yol açar, ancak bir miktar enzim aktivitesi olan vakalar daha hafif seyredip daha geç ortaya çıkabilir. Kesin tedavi halen KHT olup uygun donör olmayan vakalarda gen terapisi ve uygun donör bulunana kadar ‘peg ADA’ ve immünoglobulin replasmanıdır. Enfeksiyonlar başlamadan erken tedavi alamayan veya belirtilen tedaviler kullanılamayan hastalar erken aylarda kaybedilmektedir. TARTIŞMA VE SONUÇ: MHC-sınıf-I molekül eksikliğinde hem timusta CD8-T lenfositlerin gelişimi defektiftir, hem de viral antijenlerin T lenfosite sunumunda problem vardır. Bu nedenle tekrarlayan enfeksiyonlara yatkınlık olur. Vakaların çoğunda hücre yüzeyinde MHC-sınıf-I eksprese edilir. Bazı vakalarda ise bizim hastamızda olduğu gibi hücre yüzeyinde ekspresyon düşük düzeydedir ve hastalar klinik olarak daha hafif seyirlidirler. İndeks vaka nedeniyle değerlendirilen kardeşin de benzer şekilde etkilenmiş olması immün yetmezliklerde aile fertlerinin mevcut defekt yönünden incelenmesinin gerekliliğine dikkat çekmektedir. P-30 Ref. No: 79 TRAVMADA ENFEKSİYON VE İMMÜNİTE SORUNU 1 Murat Büyükdoğan, 2Suavi Özkan 1 P-29 Ref. No: 73 BRONŞİEKTAZİ VE MHC SINIF I EKSPRESYON DEFEKTİ VAKASI 1 Deniz Çağdaş Ayvaz, 1Gülten Türkkanı, Asal Türkkanı, 1Tuba Turul-Özgür, 1İlhan Tezcan, 1 Özden Sanal 1 1 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk İmmünoloji Bölümü, Ankara Tüm çekirdekli hücreler MHC-Sınıf-I molekülleri taşırlar. Bu moleküller sitoplazmada sentez edilen proteinlerden köken alan peptidlerle bağlanarak hücre yüzeyinde spesifik CD8+ T lenfositler tarafından tanınan kompleksleri oluştururlar. Tekrarlayan solunum yolu enfeksiyonları olan bir vaka MHC-sınıf-I ekspresyon defekti tanısı alması nedeniyle sunulmuştur. Vaka: 15 yaşında kız çocuğu 4 yaşından itibaren antibiyotik tedavisine cevap veren ancak yineleyen pürülan balgamlı öksürük, nefes darlığı, halsizlik şikayetleri ile başvurdu. Aralarında 1. derece akrabalık olan ailenin 8. çocuğu olup, erkek kardeşinde bronşiektazi olan hastanın büyüme-gelişimi normal, fizik muayenede belirgin patolojik bulgusu yoktu. Akciğer grafisinde sağ orta lobda atelektazi saptandı. Fleksibl bronkoskopi ile atelektazisi açılan hastanın derin trakeal aspirasyon örneğinde lipid veya hemosiderin yüklü makrofaj görülmedi, kültürlerinde üreme olmadı. Primer silier diskinezi açısından nazal mukoza biyopsisinden elektron mikroskopik inceleme, ter testi, reflü sintigrafisi normaldi. SFT’de ventolin ile %22 reversibilite görüldü, ancak bronkodilatör tedaviden yarar görmedi. Toraks BT’de sağda yaygın ve sentrilobüler olmak üzere bilateral opasite, devam eden sağ orta lob atelektazisi, tomografik olarak kronik pansinüzit saptandı. Hemoglobin, 13.2g/dl; beyaz küre, 7000/mm3; trombosit, 291000/ mm3; immünoglobulinleri; IgA, 283 mg/dl (139378); IgG, 2940mg/dl (913-1884); IgM, 116mg/dl (88-322), IgE, 168mg/dl (0-52) olarak bulundu. Protein ve polisakkarit antikor cevapları normal; NBT testi %100; CH50 testi 29U/ml (>15) olarak bulundu. Lenfosit alt-grupları; CD3, %74 (52-78), 1761/mm3 (800-3500); CD4, %60 (25-48), 1428/mm3 (4002100); CD8, %14 (9-35), 333/mm3 (200-1200); CD16+56, %5 (6-27), 119/mm3 (70-1200); CD19, %14 (8-24), 333/mm3 (200-600); HLA ABC, %90; histogramda HLA ABC ekspresyon intansitesi önemli düzeyde düşük bulundu. Bronşiektazi nedeniyle takipte olan erkek kardeşinde de HLA ABC, %73; HLA ABC ekspresyon intansitesi düşük olarak bulundu. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Konya, 2Adana Numune Eğitim Araştırma Hastanesi, Adana Cerrahi alanında travmayı takiben oluşan immünolojik ve enfeksiyöz sorunlar henüz yeterince önem kazanmamıştır ve bu sorunlar cerrahlar tarafından ampirik olarak tedavi edilmektedir. Bu derlemede enfeksiyonun nedenleri, risk faktörleri, bulgu ve semptomları ile immünitenin rolü tartışılarak önleyici modaliteler ve proflaksi tanımlanmaya çalışılmıştır. İmmün sistemin başlıca görevi, organizmayı yabancı moleküllere ve mikroorganizmalara karşı savunmada onları tanımak ve çeşitli effektör mekanizmalarla cevap vermektir. İmmün tanımada yabancı antijenleri self olanlardan ayırt etme görevi başlıca MHC (= Major Histocompatility Complex) molekülleri yani doku uygunluk antijenleri ile gerçekleşir. Hücre yüzeyinde bulunan MHC molekülleri yabancı antijenleri bağlar ve immün sistemin effektör hücrelerine sunarak immün cevabın başlamasında anahtar rol oynar. Travmaya bağlı yaralanmalar Amerika Birleşik Devletleri’nde sağlık giderlerinin 2.en büyük kaynağı ve sağlık alanında istihdam edilenler için en büyük kaynaktır. Travma yüksek oranda morbidite ve mortaliteye yol açar ve bu rakamlar gelecekte daha da yükselme eğilimindedir. Travmada enfeksiyon varlığı ise mortaliteyi 3 misli artırmaktadır. Genellikle travma sonrası cerrahi kliniklerinde rastlanılan enfeksiyon ve hiperimmünite reaksiyonları gözardı edilmekte, altta yatan nedenler yeterince ortaya çıkarılmadan ampirik tedavi başlanmaktadır. P-31 Ref. No: 82 HİPER İMMÜNOGLOBULİN M SENDROMU DÜŞÜNÜLEN OLGULARDA CD40 VE CD40 LİGAND EKSPRESYONU 1 Suzan Adın-Çınar, 2Elif Karakoç, 2Işıl Barlan, Günnur Deniz 1 1 İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, İmmünoloji Anabilim Dalı, 2Marmara Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Primer immün yetersizlik hastalıklarından biri olan Hiper immünoglobulin M (HIM) sendromunda, IgM üretimini IgG, IgA veya IgE’ye dönüştürememe sonucu IgG ve IgA düzeyleri azalır, IgM normal veya yüksek seviyeye ulaşır. HIM’e neden olan genetik bozukluklardan en yaygını, üretimi X kromozomunda bulunan CD40L geni tarafından düzenlenen, aktive T hücre yüzeyindeki CD40 ligand (CD40L; CD154) adı ver93 ilen proteinin bozuk veya yetersiz ekspresyonudur. Sadece erkek çocukları etkileyen bu hastalığa X’e bağlı HIM denilmektedir. Kız çocuklarda her iki X kromozomundaki CD40L geninde mutasyon varsa hastalık oluşabilir. Otozomal geçiş gösteren diğer HIM formları hem kız hem de erkek olgularda gözlenmektedir. CD40L ekspresyonu normal olduğu halde, CD40 sinyal yolağını yöneten genlerdeki defektler, diğer immün sistem hücrelerinde CD40 bulunmaması veya işlevsiz olması, B hücresinin izotip kayma yapmasını sağlayan AID ve UNG genlerinde defektler HIM’e neden olmaktadır. HIM düşünülen dört olguda, CD40 ve uyarı sonrası CD40L ekspresyonunun akan hücre ölçer (AHÖ, Flow sitometri) ile değerlendirilmesi ve DETAE deneyiminin paylaşımı amaçlanmaktadır. HIM öntanısı almış dört (2 kız, 2 erkek) olgudan alınan heparanli periferik kan örneklerinde CD40 ekspresyonu tam kan lizis yöntemiyle; CD40L düzeyi ise izole edilen periferik kan mononükleer hücrelerin, uyarıcı varlığı ve yokluğunda beş saat 37°C, CO2’li etüvde inkübasyonundan sonra AHÖ cihazında saptanmıştır. Deneyler steril şartlarda yapılmıştır. Kontrol olarak sağlıklı olgu örnekleri ve T hücre aktivasyonunu belirlemek üzere CD69 ekspresyonu eş zamanlı olarak değerlendirilmiştir. Tüm olgularda CD40 ekspresyonu saptanmıştır. Kız olgularda, CD40L ve CD69 düzeyleri stimülasyon sonrası TD’de (27y) sağlıklı kontrole göre düşük, ME’de (1y) ise sağlıklı kontrolle benzerdir. Kardeş olan erkek olgularda (NO, 11y; AO, 16y), stimülasyon sonrası CD40L ekspresyonu gözlenmemiştir. Deney ikinci kere tekrarlanarak bulgular doğrulanmıştır. Erkek olgularda CD40L ekspresyonunun stimülasyon sonrası düşük olması bu molekülü kodlayan genlerde bozukluk olduğunu göstermektedir. Kız olgulardan ME için nötropeni ve sık enfeksiyona bağlı IgM yüksekliği düşünülmüş, HIM dışı olarak değerlendirilmiştir. Diğer kız olgunun stimülasyon sonrası düşük CD40L ekspresyon bulgusu ve anne-babanın akraba olması otozomal resesif geçişi desteklemektedir. HIM düşünülen kız olgularda otozomal resesif geçiş göz önüne alınarak, CD40 ekspresyonu akan hücre ölçer ile incelenmeli ve AİD, UNG gibi genlerde mutasyon araştırılmalıdır. Babada ve annenin erkek akrabalarında HIM hikayesi saptanmışsa X’e bağlı HIM düşünülmeli ancak bunun nadir olduğu unutulmamalıdır. olan hasta varlığı bu konuda çok uyarıcıdır. Ayrıca çocukluk çağında tanı alan hastaların 18 yaşın üstündeki kardeşlerinin de primer immün yetmezlik açısından sorgulanması gereklidir. PİY hastalıklarının komplikasyon gelişmeden çocukluk çağında tanı almaları ancak doktorlar arasında primer immün yetmezliklerin farkındalığının arttırılması ile mümkün görülmektedir. Tanı Yaşı Cinsiyet PİY Tipi Olgu1 23 yaş Kadın Hiper IgM fenotipli antikor eksikliği + + 9 ay Eş akrabalığı Aile öyküsü Semptom başlama zamanı İlk semptom ile 21 yıl tanı arasında geçen süre Enfeksiyonun Tekrarlayan otit, Özelliği ve Tipi pnömoni Eşlik Eden Bulgular Komplikasyon Tedavi İzlem Süresi P-33 Olgu 2 28 yaş Kadın CVID Olgu 4 20 yaş Kadın MHC sınıf I eksikliği + + 10 yaş Olgu 5 58 yaş Erkek CVID + 5 yaş Olgu 3 18 yaş Kadın MHC sınıf eksikliği + + 11 ay 21.5 yıl 17 yıl 10 yıl 10 yıl Tekrarlayan Tekrarlayan otit, pnömoni, pnömoni, ishal ishal Lenfoproliferasyon, OİHA Granülamatöz OİHA, HSM, Artrit Üveit Bronşiektazi, Bronşiektaz, Bronşiektazi, Bilateral İşitme Bilateral Glokom Kaybı, Splenektomi İşitme Kaybı IVIG, TMP-SMX IVIG, TMP- IVIG, TMP-SMX SMX 1 yıl 1.5 yıl 1.5 yıl ? ? 48 yaş Tekrarlayan Kronik İshal, mukoza pnömoni ve deri lezyonları Pulmoner Lenfoproliferasyon, Tbc Enteropati Bronşiektazi Bronşiektazi, Splenektomi IVIG, TMPSMX, 4’lü Anti Tbc 6 yıl IVIG 6 ay Ref. No: 102 İNTERLÖKİN-12RBETA1 DEFEKLİ İKİ VAKA SUNUMU 1 Gülten Türkkanı Asal, 1Çağman Tan, Deniz Çağdaş Ayvaz, 1Tuba Turul-Özgür, 1İlhan Tezcan, 1 Özden Sanal 1 P-32 Ref. No: 90 PRİMER İMMÜN YETMEZLİKLER - SADECE ÇOCUKLARDA MI? 1 Funda Erol-Çipe, 1Figen Doğu, 1Caner Aytekin, Meltem Polat, 2Mutlu Arat, 2Muhit Özcan, 2 Önder Arslan, 1Aydan İkincioğulları 1 1 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik İmmünoloji- Allerji Bilim Dalı, 2Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, Ankara Primer immün yetmezlikler (PİY) genellikle çocukluk çağında görülmesine rağmen sadece çocukluk çağı ile sınırlı değildir. Son yıllarda bazı hastaların semptomlarının daha geç yaşta başlaması ya da daha hafif klinik seyir göstermeleri nedeniyle erişkin yaşlarda tanı aldıkları bildirilmektedir. Bir çok hastada ise, aslında tekrarlayan enfeksiyonlar, otoimmün hastalıklar ya da malignensiler şeklinde bulguların erken çocukluk çağlarından beri varolduğu, ancak altta yatan PİY tanısının akla gelmediği görülmüştür. Burada dördü son 1.5 yıl içinde erişkin yaşta kliniğimizde tanı alan ve takip edilmekte olan 5 hastanın klinik ve immünolojik özellikleri sunulmaktadır (Tablo 1). Erişkin hekimlerine sık enfeksiyon ile birlikte otoimmünite, lenfoproliferasyon ya da malignite şüphesi ile başvuran hastalar mutlaka primer immün yetmezlik açısından değerlendirilmelidir. Ailede benzer yakınmaları 94 1 Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi Pediatrik İmmünoloji Ünitesi, Ankara İnterlökin-12 - IFN- aksisindeki defektler mikobakteri ve salmonella enfeksiyonlarına hassasiyet ile karakterizedir ve MSMD (Mikobakteriyel enfeksiyonlara mendelian hassasiyet) olarak adlandırılmaktadır. MSMD den sorumlu defektif moleküller IL-12R1, IL-12, IFN-R1, IFN-R2, STAT-1, NEMO dur. Aynı moleküler defekt gösterilmiş olmasına rağmen, klinik seyir hastadan hastaya değişebilmekte birlikte, aynı aile içinde bile farklılık gösterebilmektedir. Burada 23 ay ve 12 yaşında tanı alan, çok farklı klinik seyir gösteren IL12R1 defekti olan iki hasta sunumu yapılacaktır. VAKA 1: 23 aylık erkek hasta, sık oral moniliazis, bronşiolit, aralıklı ishal şikayeti ile başvurdu. Hikayesinden bir yaşına kadar saçlı deride akıntılı yaraları olduğu, 11 ve 15 aylıkken dizanteri geçirdiği, 1,5 yaşındaki erkek kardeşinin BCG aşısı sonrası koltuk altı ve boyunda akıntılı abseleri geliştiği ve eksitus olduğu, anne baba arasında 2. dereceden akrabalık olduğu, aşılarının yapılmadığı öğrenildi. Fizik muayenesinde herpes labialis, sağ submandibuler lenfadenopati ve oral moniliazisi mevcuttu. Hastanın yapılan immünolojik değerlendirmesi ve aile hikayesi de göz önüne alındığında öncelikle IL12 - IFN- aksis defekti olabileceği düşünüldü. IL12R1 ekspresyonu %0.06 olarak tespit edildi. IL-121 defekti açısından yapılan aile taramasında, anne ve dayıda BCG aşısı yapılmasına ve asemptomatik olmasına rağmen da IL-12R1 ekspresyonu %1’in altında saptandı. VAKA 2: Şu anda 12 yaşında olan kız hasta, bölümümüze 12 aylıkken çene altında şişlik şikayeti ile başvurdu. Doğduğundan beri oral moniliazis, aralıklı ishali, 4-5 aydır submandibular bölgede şişlikleri olan hastanın anne babası birinci derece akraba idi. Hikayesinden üç yaşındaki erkek kardeşinin de BCG aşısından sonra lenf bezlerinde büyüme ve drenaj geliştiği, dış merkezde antituberkuloz tedavi aldığı ve 4 yaşında eksitus olduğu öğrenildi. Fizik muayenesinde oral moniliazis ve bilateral submandıbular lenfadenopatisi mevcuttu. Hastanın yapılan immünolojik incelemesi ile IL-12R1 ekspresyonu <%1 saptandı. Antituberkuloz tedavi yanı sıra, interferon gama tedavisi başlandı. 5 yaşında lökositoklastik vaskülit tanısı alan hastada, 11 yaşında parvovirus enfeksiyonuna bağlı sık transfüzyon gerektiren anemi gelişti. Son bir yıldır hepatosplenomegali ve Hbs Ag pozitifliği saptanan hastaya karaciğer biyopsisi yapılması planlanmaktadır. SONUÇ: IL-12R1 ekspresyonu defekti saptanan hastalarda, klinik seyir hastadan hastaya değişmekte ve bazı bireylerde defekt gösterilmesine rağmen asemptomatik seyredebilmektedir. Bu nedenle asemptomatik taşıyıcı bireyleri ortaya çıkarmak için aile taraması yapılması gerekmektedir. Bu hastalarda parvovirüs enfeksiyonuna da artmış yatkınlık olabileceği düşünülmektedir. P-34 Ref. No: 104 GRİSELLİ SENDROMLU HASTANIN RAB27A GENİ MOLEKÜLER GENETİK ANALİZİ 1 Emin Karaca, 1Asude Durmaz, 1Ferda Özkınay, Hüseyin Onay, 2Murat Tombuloğlu, 1Haluk Akın, 1 Cihangir Özkınay 1 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik Anabilim Dalı,, 2Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Iç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, Izmir Griselli Sendromu (GS), değişik derecelerde deri veya saç hipopigmentasyonunun yanında hepatosplenomegeli, pansitopeni, immünolojik ve santral sinir sistemi bulguları ile karakterize otozomal resesif geçiş gösteren, nadir görülen bir sendromdur. GS’un en sık görülen alt grubu olan GS tip II, hemofagositoz ve değişken derecelerde immünolojik bulguların görüldüğü, sitotoksik granül/melanosome ekzositozunun terminal fazında görevli olan GTPaz’ı kodlayan, 15q21 bölgesinde lokalize olan RAB27A genindeki mutasyonlar sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu yazıda ateş yüksekliği ve halsizlik yakınmalarıyla başvuran 10 yaşında bir erkek olgu sunulmaktadır. Akraba evliliği ve sık tekrarlayan enfeksiyon öyküsü olan hastanın fizik bakısında; ateş yüksekliği 38.0oC (aksiller), açık renkli cilt, gümüş grisi renkte saç yapısı, anemi, nörolojik bulguları mevcuttu. Klinik olarak GS tip II tanısı alan olguda, RAB27A geni moleküler genetik analiz sonucunda 148delA mutasyonu tespit edilmiştir. Prematür sonlanma kodonu oluşturan, homozigot 148delA mutasyonu gösterilen olgu aynı zamanda homozigot R50T yanlış anlamlı mutasyonunu taşıdığı görüldü. Ebeveynlerde yapılan mutasyon analizi sonucunda her iki mutasyon açısından taşıyıcı oldukları teyit edilerek, bu mutasyonların RAB27A geni içinde bağlantılı kalıtıldıkları düşünüldü. Olgu GS’da kompleks genotipe sahip ikinci olgu olurken, ilk olgular Meschede ve ark. tarafından İran’dan bildirilmiştir. Sonuç olarak bu çalışmada klinik olarak GS tip II tanısı alan bir olgunun RAB27A geni moleküler genetik analizi ve aynı zamanda saptanan mutasyonların genotip fenotip korelasyonunun tartışılması amaçlanmıştır. P-35 Ref. No: 107 HİPOGAMAGLOBULİNEMİ VE SIK ENFEKSİYONLA BAŞVURAN ÇOCUKLARIN UZUN DÖNEM İZLEMİ: DOĞAL ÖYKÜ VE PROGNOSTİK BELİRTEÇLER 1 Ahmet Özen, 1Safa Barış, 1Elif Karakoç-Aydıner, Cevdet Özdemir, 1Nerin N. Bahçeciler-Önder, 1 Işıl Barlan 1 1 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Allerji İmmunoloji Bilim Dalı, İstanbul GİRİŞ: Sık enfeksiyon geçiren ve hipogamaglobulinemi (HG) saptanan çocukların bir kısmında immunoglobulin (Ig) düzeyleri erken yaşlarda normalleşirken, bazılarında adolesan döneme kadar gecikir. Diğer bir kısmı ise Yaygın Değişken İmmün Yetmezlik (YDİY) tanısı alır. Erken yaşlarda tespit edilen HG’nin prognozunu belirleyecek tanısal bir test henüz yoktur. Çalışmamızda HG ile ünitemize başvuran çocukların uzun dönem izlemini sunulmaktadır. YÖNTEM: 1992-2009 yılları arasında HG ve/veya sık ve ağır enfeksiyon geçirme nedeniyle başvuran hastaların klinik ve immunolojik özellikleri değerlendirildi. Uzun dönem izlemde konulan tanı gruplarına göre hastaların Ig değerlerinin yaşa göre dağılımı, klinik özellikleri ve aile öyküsü gibi parametreler değerlendirilerek ağır seyreden olgularla, hafif seyirli ve düzelme gösteren olguların erken dönem özellikleri karşılaştırıldı. BULGULAR: 131 hastanın dahil edildiği çalışmanın ortalama izlem süresi 44.4 ± 36.4 aydır. Hastaların %25’inde ebeveynlerinin akraba evliliği bulunmaktadır. Çocuklarda YDİY 22, IgA eksikliği 19, çocukluk çağının geçici hipogamaglobulinemisi (ÇÇGHG) 33, selektif IgM eksikliği 3 ve sınıflandırılmayan hipogamaglobulinemi (SHG) 57 olguda tespit edildi. Ailede İY öyküsü YDİY’lerin %33’ünde ve ÇÇGHG’lerin %9.4’ünde vardı. Kronik akciğer hastalığı (KAH) olan çocukların ünitemize refere edilme yaşları KAH olmayanlara göre anlamlı olarak yüksekti (p=0.018). Hastaların %12.9’unda ağır veya sık tekrarlayan enfeksiyon hikayesi bulunmamaktaydı. Yaşlara göre Ig düzeylerinin değişimine bakıldığında, özellikle YDİY ve IgA eksikliklerinin IgA düzeylerinin diğer gruplardan farklı seyrettiği ve birbirine benzerlik gösterdiği görülmüştür. ÇÇGHG’lerin Ig düzeyleri çok düşük seviyelerde olabilmekle beraber genel olarak YDİY ve IgA eksikliği hastaları kadar düşük sınırlarda olmadığı görülmekteydi. Hasta gruplarının erken yaşlardaki Ig düzeyleri incelendiğinde, IgA eksikliklerinin 2.5-3 yaşlarından itibaren IgM ve IgG düzeylerinde normalleşme görüldüğü, ve bu erken yaşlarda bile YDİY hastalarının diğer gruplara göre belirgin derecede düşük Ig düzeyleri sergilediği görülmektedir. Beş yaşından itibaren Ig’leri düzelen çocuklarla düşüklüğü devam eden çocukların erken dönem Ig’leri karşılaştırıldığında, düzelme görülmeyen hastaların IgM düzeylerinin belirgin olarak daha düşük seyrettiği ve düzelme saptanan olgularda hemen hiçbir zaman IgM düzeylerinin -3SD’nin altına inmediği göze çarpmaktaydı. SONUÇ: Hipogamaglobulinemi ile başvuran hastaların büyük kısmında tekrarlayıcı veya ciddi enfeksiyonlar gözlenmektedir. Geç yaşta tanı alanlarda enfeksiyonlara bağlı komplikasyonlar sık görülmektedir. Çalışmamızda hastalık gruplarına özgün klinik ve immünolojik özelliklerin erken yaşlarda ayırt edilebileceği gösterilmiştir. 95 P-37 İMMÜNOTERAPİ P-36 Ref. No: 7 A RARE SIDE EFFECT OF IMMUNOTHERAPY: JESSNER-KANOFF LYMPHOCYTIC INFILTRATE Ref. No: 23 İMMÜNOTERAPİYE BAĞLI YAN ETKİLER: ALERJİK RİNOKONJONKTİVİT-ALERJİK ASTIM VE VENOM ALERJİLİ OLGULARDA 1 1 2 2 Arzu Didem Yalçın, Atıl Bişgin, Ayşe Akman, Gülgün Erdoğan, 2M. Çifcioğlu, 2Olcay Yeğin Arzu Didem Yalçın, 2Atıl Bişgin, 2Ender Terzioğlu, Hasan Hüseyin Polat 2 2 1 Dept. of Immunology and Allergy, Antalya Education and Training Hospital, 2Akdeniz University Faculty of Medicine, Antalya Allergen immunotherapy has been used in the management of allergic diseases for nearly 100 years. It is the only specific treatment for hymenoptera venom anaphylaxis. Various venom immunotherapy schedules have been designed to treat anaphylaxis. Whether the effect of venom immunotherapy is well documented, there is also an increased risk of side-effects in bee-venomtreated patients and in those with rapid dose increase. This report describes the first case of a patient in the literature with Jessner’s Lymphocytic infiltration as a side effect of venom immunotherapy. This is a chronic, benign, T cell pseudolymphoma characterized by the occurrence of recurrent, asymptomatic, smooth, erythematous, non-scaling papules or plaques. However, the exact cause of Jessner’s Lymphocytic Infiltration is unknown. The case here reported was a 61 year-old male pediatrician, who has been followed by at our Immunology Service because of an immediate allergy to a bee sting managed with venom immunotherapy. His chief complaint was an anaphylactic reaction after 5 minutes of a bee sting. The onset of his symptoms was gradual and began just 25 after the sting. The venom immunotherapy regimen was planned and the protocol immediately began without premedication. But during the initial phases of treatment, on the third dose of immunotherapy, he reported severe itching. After complaining of itching, many erythematous papules and plaques on his chest were developed (Figure-1). The lesions flared up for 3 days period just after injection and decreased afterwards. The type of lesions and their location supported the diagnosis of Jessner disease, which had also a histopathological confirmation (Pic-1). Figure 1. Microscopicaly, the epidermis was normal histopathologic apperance and lack of hyperkeratosis atrophy, interface changes. In the dermis, there were moderately dense, perivascular and diffuse infiltrates composed of small, mature lymphocytes, involving the superficial and deep vascular plexuses. The infiltrate extend around the pilosebaceous follicules 96 1 Antalya Education and Training Hospital Allergy and Clinical İmmunology Unit., 2Akdeniz University, Antalya GİRİŞ VE AMAÇ: Alerjen immünoterapi, antijene spesifik olan immünomodulatuvar bir tedavi yöntemidir. Alerjen maruziyeti ile ortaya çıkan hem erken hem de geç cevabı inhibe etmektedir. İmmünoterapi mast hücresi ve bazofillerden mediyatör salınımını azaltmakta, ayrıca hedef organda inflamatuvar hücrelerin sayısı da azalmaktadır. İmmünoterapinin komplikasyonları lokal ve sistemik reaksiyonlardır. En önemli sistemik reaksiyon anafilaksi olup ölümle sonuçlanabilir. Tedavi sırasında istenmeyen etkiler sıklıkla ilk 20-30 dakikada ortaya çıksa da daha sonra da görülebilir. Görülebilecek lokal reaksiyonlar enjeksiyon yerinde eritem, kaşıntı, lokal ödem ve rahatsızlık hissi iken, sistemik reaksiyonlar yaygın eritem, kaşıntı, ürtiker, anjiyoödem, rinit, konjunktivit, bronkospazm, larenks ödemi, hiperperistaltizm, hipotansiyon ve kardiak aritmidir. Sistemik reaksiyon gelişme riski her enjeksiyon için %0.05-3.2 oranındadır. Sistemik reaksiyonlara genellikle doz artımı sırasında rastlanmaktadır. Ancak idame tedavi sırasında da görülebilir. Sistemik reaksiyon geliştiğinde tolere edebildiği doza kadar doz azaltılmalı ya da İT kesilmelidir. Bu çalışmada kayıtları düzenli olan 710 hasta çalışmaya alınmış, hastalar lokal ve sistemik, erken ve geç reaksiyonlar açısından değerlendirilmiştir. YÖNTEM: 101.2001- 01.10.,2009 tarihleri arasında Akdeniz Üniversitesi ve Antalya Araştırma Eğitim Hastanesinde Allerji-İmmünoloji polikliniğinde takip edilen allerjik rinokonjonktivit, alerjik astım ve venom alerjili olguların dosyaları ve immünoterapi yan etki takip kartları retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşam koşulları, risk faktörleri, semptomlarını arttıran faktörler, deri prick testi sonuçları, serum total IgE ve spesifik IgE düzeyleri, immünoterapi sonrası oluşan lokal ve sistemik reaksiyon kayıtları incelendi. Deri prick testleri; Deri prick testi için Alyostal ST-IR (Stallergenes S.A., France) marka standart allerjen ekstreleri kullanıldı. Total IgE ve spesifik IgE tayini fluoroenzyme immunoassay (ImmunoCAP-FEIA) yöntemi ile ImmunoCAP (Pharmacia, Uppsala, Sweden) kiti kullanılarak yapıldı. Total IgE için 100kU/L, spesifik IgE’ler için 0.35kU/L’ nin üzerindeki değerler anlamlı kabul edildi. Kayıtları düzenli olan 710 hasta çalışmaya dahil edildi. Elde edilen veriler 14.00 SPSS programında değerlendirilmiştir. BULGULAR: Allerjik rinit tanısı konulan 710 (76 olgu alerjik rinokonjonktivit ve alerjik astım, 622 alerjik rinokonjonktivit,12 venom immünoterapi) 622 alerjik rinokonjonktivitli olgunun %60’da ot ve tahıl karışımı, %59.5 de akar, %42.5 ot tahıl, %37.4 akar ve ot–tahıl-yabani ot duyarlılığı, %39.1’de Blatella Germanica, %37 ağaç polenleri, %29.6 kedi ve köpek tüyü, %27.2’ de küf mantarı, %16.6’de zeytin allerjisi tespit edildi. 622 alerjik rinokonjonktivitli olgunun %64.6 de total IgE değerleri yüksekti. Ot-tahıllara karşı SIT uygulanan grupta akarlara göre lokal aşı reaksiyonunun fazla görüldüğünü tesbit ettik. Reaksiyon görülen olgularda ortalama endurasyon çapı 6.2 ± 2.4cm olup endurasyon nedeniyle SIT kesilen olgu bulunmamaktadır. Atopik dermatitin eşlik ettiği 16 olgunun 3 tanesine cilt lezyonlarının şiddetlenmesi nedeniyle SIT stoplandı. Kronik ürtikerin eşlik ettiği 52 olgudan 3 tanesinde ürtiker atağı sebebiyle immünoterapi kesilmiştir. 76 tane olguda Alerjik rinokonjonktivit ve astım mevcut olup, hastalıkları kontrol altındaydı. Olguların %88.5’de IgE değerleri yüksekti. Alerjik astımlı olguların %78.7 de akarlara, %14.9 akar ve ot polenlerine, %7.5 zeytin ağacı polenine karşı desensitizasyon yapılmaktadır. Ortalama endurasyon çapı 7.1 ± 1.8cm olup endurasyon nedeniyle SIT kesilen olgu bulunmamaktadır. 2 tane olguda başlangıç dozlarında (2 ve 3. Aylarda) astım atağı nedeniyle SIT kesilmiştir. Venom immünoterapi uygulanan bir vakada 3. Ayda deride Jessner-Kanof lenfositik infiltrat gelişmiş ancak idame doza geçilince lezyonlar gerilemiştir. SONUÇ: İmmünoterapi alan olgularımızda anaflaksi nedeniyle fatal reaksiyon tesbit etmedik. En sık lokal yan etki kaşıntı-eritemendurasyon olup (ot- tahıl-yabani ot grubunda daha fazla), hiçbir hastada immünoterapi kesilmemiş, anti histaminik tedaviye yanıt vermiştir. Total IgE değerleri ile endurasyon çapı arasında anlamlı bir korelasyon saptanmadı. Alerjik rinokonjontivite atopik dermatit, kronik otoimmün ürtiker ve astım eşlik eden olgularda, eşlik etmeyenlere göre total IgE düzeyleri anlamlı derecede yüksekti. Amerikan Alerji Astım ve İmmünoloji Akademisi ve Dünya Sağlık Örgütü hastaların aşı sonrası en az 20 dakika gözlem altında tutulmasını ve eğer riskli hastalar ise bu sürenin daha da uzatılmasını önermektedir. Ayrıca immünoterapi uygulanan merkezde reaksiyonların gelişmesi durumunda acil müdahale için gerekli malzemenin mutlaka bulundurulması gerekmektedir. İMMÜNTOLERANS VE OTOİMMÜNİTE P-38 Ref. No: 4 OSTEOPOROZLU HASTALARDA KARACİĞER MEMBRAN OTOANTİKOR POZİTİFLİĞİ P-39 Ref. No: 14 ANA (ANTİ NÜKLEER ANTİKOR) VE ENA (EXTRACTABLE NÜKLEER ANTİJEN) İÇİN ÜÇ YILLIK DEĞERLENDİRME SONUÇLARI 2 İhsan Hakkı Çiftci, 2Gülşah Aşık, 2Özlem Yoldaş, Orhan Cem Aktepe, 2Zafer Çetinkaya, 2Teyde Çalışkan 2 1 Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji A.D., Afyonkarahisar AMAÇ: Otoimmün hastalıklarda otoantikorların, antinükleer antikorların (ANA) saptanması ön tanıda ve hastalık seyrinin izleminde kullanılmaktadır. Bölgemizdeki ANA ve otoimmün hastalık profillerinin dağılımını belirlemek amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmaya Ocak 2006–Aralık 2008 tarihleri arasında AKÜ Klinik Mikrobiyoloji Laboratuvarına Otoimmün hastalık şüphesi ile gönderilen 2240 serum örneği dahil edilmiştir. Örneklerin tümünde indirek floresan antikor yöntemi (İFA, Euroimmun) ile ANA bakılmış, sonuçlar retrospektif olarak değerlendirilmiştir. BULGULAR: Cinsiyet açısından değerlendirildiğinde örneklerin 1497’si (%66.8) kadın, 743’ü (%33.2) erkek hastaya ait olduğu gözlenmiştir. Toplam 2240 örnekten 1844’ünde (%82.3) çeşitli titrelerde ANA pozitifliği saptanmıştır. Titrelere göre hasta dağılımına bakıldığında 1238’i (%67.13) 1/100, 385’i (%20.87) 1/200, 112’si (%6.07) 1/400, 42’si (%2.27) 1/800, 25’i (%1.35) 1/1600, 19’u (%1.03) 1/3200 ve 23’ü (%1.24) 1/6400 titrede pozitif bulunmuştur. Yüksek titrede (>1/1600) pozitiflik saptanan 67 hastanın otoimmun paneli ELİSA (Betamed) ile çalışılmış ve 34 (%50.74) hastanın en az bir parametresinin pozitif olduğu görülmüştür. SONUÇ: Çalışmamızda sunulan verilerin bölgemizdeki otoimmun hastalıkların izleminde yol gösterici ve sonraki çalışmalara kaynak teşkil edeceği inancındayız. 1 Ü. Seçil Demirdal, 1İhsan Hakkı Çiftci, 1Vural Kavuncu 1 Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Afyonkarahisar Osteoporoz kemik kütlesinde azalma, kemiğin mikromimarisinde bozulma ve kemik kırılganlığında artış ile karakterize sistemik bir kemik hastalığıdır. Kolestatik, alkolik, otoimmun ve viral karaciğer hastalıklarında osteoporoz görülmektedir. Karciğer hastalıklarında; karaciğer antijeni (SLA), karaciğer spesifik lipoprotein (LSP) ve karaciğer membran antijenine (LMA) karşı oluşup hepatositler ve karaciğer hücre ekstraktları ile etkileşime giren otoantikorlar saptanabilir. Bu çalışmada osteoporoz saptanan hastalarda LMA sıklığının araştırılması amaçlandı. Çalışma kapsamında kemik mineral yoğunlukları ölçülen ve düşük kemik mineral yoğunluğu saptanan 150 hastaya ait serum örnekleri incelendi. Serolojik incelemeler ticari kitler kullanılarak indirekt flouresan antikor yöntemi ile gerçekleştirildi. Serum otoantikor titreleri 1/80 ve üzeri olanlar LMA pozitif kabul edildi. Hastaların yaş ortalaması 63.13 ± 8.6 idi. Ortalama L1-4 T skoru değerleri -3.08 ± 0.58 ve femur total T skor değerleri -1.53 ± 0.81 şeklindeydi. LMA pozitif bulgu veren 4 hasta (%2.7) saptandı. Düşük kemik mineral yoğunluğu saptanan hastalarda LMA pozitifliği çalışmamızla ilk kez bildirilmekte olup, osteoporoz etyolojisi araştırılırken osteoporoz ile karaciğer otoantikorları arasındaki ilişkinin göz önünde bulundurulması önerilebilir. Konunun geniş serilerle araştırılması osteoporoz ve otoimmün karaciğer hastalıkları arasındaki ilişkinin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayabilir. P-40 Ref. No: 15 ANTİ-GLIADİN VE ANTİ-ENDOMİSYUM SONUÇLARININ RETROSPEKTİF DEĞERLENDİRİLMESİ 1 İhsan Hakkı Çiftci, 1Gülşah Aşık, 1Özlem Yoldaş, Orhan Cem Aktepe, 1Mustafa Altındiş, 1Halil Er 1 1 Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji A.D., Afyonkarahisar AMAÇ: Çalışmamızda AKÜ Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalında çölyak sprue tanısı için gerçekleştirilen testlerin retrospektif analizi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Ocak 2006-Aralık 2008 tarihleri arasında gluten sensitif enteropati şüphesiyle gönderilen 730 hasta serumunda anti-gliadin antikor (AGA) ELİSA (Betamed) ile anti-endomisyum antikor (EMA) indirekt floresan antikor yöntemi (İFA, Euroimmun) ile yapılan çalışmalar retrospektif olarak olarak değerlendirilmiştir. BULGULAR: Cinsiyet açısından değerlendirildiğinde örneklerin 347’si kadın (%47.5), 383’ü erkek (%52.5) hastaya ait olduğu gözlenmiştir. Toplam 730 serum örneğinin 17’sinde (%2.3) EMA IgA pozitif bulunmuştur. EMA IgA pozitif saptanan hastalarında 16’sında AGA IgA ve 15’inde AGA IgG pozitifliği tespit edilmiştir. 97 SONUÇ: Çalışmamızda EMA IgA için saptanan % 2.3, AGA IgA için % 2.2 ve AGA IgG için %2.1 olan pozitiflik oranları bölgemiz için ilk veriler niteliğinde olup sonraki çalışmalar için yol gösterici olacağı inancındayız. P-41 Ref. No: 28 KEFİRİN İNSANLAR ÜZERİNDEKİ İMMÜNOMODÜLATUVAR ETKİLERİ 1 Ali Kudret Adiloğlu, 1Nurettin Gönülateş, Mehmet İşler, 2Altuğ Şenol 2 1 Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, 2Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı, Isparta sitokin düzeyleri de Th1 ve Th2 baskın yanıtını saptayabilmek için ölçüldü. 22 haftalık Spraque Dowley türü ratlar iki RF ve iki kontrol grubuna ayrıldı. RF grubu 5 gün veya 4 hafta (haftada 5 gün) her gün 30 dakika 900 MHz RF manyetik alana maruz bırakıldı. Kontrol grupları da manyetik alan uygulanması dışında aynı şartlara tabi tutuldu. Çalışmaya, analiz için 13 rat dahil edildi. BULGULAR: Toplam lökosit sayısında, CD3, CD4, CD8, CD45RA ve CD25 lenfosit yüzdelerinde ve IL–4, IL–10, TNF– ve IFN– düzeylerinde kısa dönem RF ile kontrol ve uzun dönem RF ile kontrol grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir değişiklik yoktu. SONUÇ: Kısa dönem ve uzun dönem RF maruziyetinde RF ve karşılığı olan kontrol grupları arasında fark yoktu. Daha önceki çalışmalarla paralel olan sonuçlarımız cep telefonu RF maruziyetinin ratların lenfosit yüzdelerini ve TH1 veya TH2 yanıtını uyarmadığını desteklemektedir. AMAÇ: Bu çalışmada kefir kullanımının insanlarda bağışıklık sistemi üzerinde etkilerini araştırdık. YÖNTEM: 18 sağlıklı gönüllüye toplam 6 hafta, hafta içi günleri 200 mililitre kefir verildi. Kefir verilmeden hemen önce (0. hafta), kefir başlandıktan sonra 3. ve 6. haftalar ve kefir verilmesi kesildikten 3 hafta sonra (9. hafta) kan örnekleri toplandı. Akım sitometrede granülosit, monosit ve lenfosit oranları ve mononükleer hücre alt gruplarının lenfosite göre yüzdeleri (CD3, CD4, CD8, CD19, CD56, CD158a, NKG2a ve NKG2c) ölçüldü. BULGULAR VE SONUÇ: Kefir verilen grupta 0. hafta ile karşılaştırıldığında: 3. ve 6. haftalarda toplam lökosit sayıları azalma, 6. ve 9. haftalarda lenfosit sayıları ve 3. ve 9. haftalarda ise monosit sayılarında artma saptanmıştır. Böylece immün sistemin dışarıdan gelecek antijene karşı teyakkuz hale geldiği gözlemlenmektedir. Lenfosit alt gruplarının yüzdelerinde ve aktivitelerine bakıldığında: sitotoksik T hücrelerinde 9. haftada artma, B hücrelerinde 3. ve 6. haftalarda artma, NK-T hücreleri üzerinde CD158 ekspresyonunda anlamlı azalma saptanmıştır, bu sayede bu hücrelerin abartılı yanıt vermeleri engellenmektedir. NK hücreleri üzerinde CD158 koekspresyonunda fark bulunamamış ve NK ve NK-T hücreleri üzerinde NKG2a ekspresyonunda 6. ve 9. haftalarda azalma saptanmıştır. NKG2a ekspresyonunun azalması kefirin alerjik yanıtta abartılı çalışan Th2 yanıtının regülasyonunda önemli rol oynayabileceği düşünülmektedir. P-42 Ref. No: 29 CEP TELEFONLARINDAN YAYILAN 900 MHZ ELEKTROMANYETİK ALANIN RAT İMMÜN SİSTEMİ ÜZERİNE ETKİLERİNİN ARAŞTIRILMASI 1 Ali Kudret Adiloğlu, 2Ahmet Koyu, 1İlker Pakbaş, Fehmi Özgüner 2 1 Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, 2Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, Isparta AMAÇ: 900 MHz radiofrequency (RF)’nın rat lenfosit alt grup yüzdeleri ve lenfositler üzerindeki olası etkilerini in vivo ve kontrollü olarak çalışmayı amaçladık. YÖNTEM: Lenfosit alt grupları ile aktive lenfosit yüzdeleri ve lenfosit hücre yüzey algaçları florokrom maddelerle işaretlenmiş antikorlarla boyanıp akım sitometrik olarak incelendi. Serum 98 P-43 Ref. No: 41 AÇIKLANAMAYAN İNFERTİLİTE, GEBELİK KAYIPLARI VE IVF BAŞARISIZLIĞINDA ÇEŞİTLİ İMMÜN PARAMETRELERİN ROLÜNÜN ARAŞTIRILMASI 1 Ayşegül Atak, 2Sibel Dinçer, 3Latife Arzu Aral, Buğra Adil Buyrukçu, 4Osman Denizhan Özgün, 5 Mehmet Ali Ergun 3 1 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İmmünoloji Anabilim Dalı, 2Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, 3Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü İmmünoloji Anabilim Dalı , 4Klinik Ankara Kadın Sağlığı ve İnfertilite Araştırma Merkezi , 5Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Genetik Anabilim Dalı, Ankara AMAÇ: Tekrarlayan gebelik kaybı, açıklanmayan infertilite ve in vitro fertilizasyon başarısızlıklarında immün sistemin rolünün; çeşitli sitokinlerin, otoantikorların ve oksidatif stres metabolitlerinin ölçülmesi yolu ile araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmaya 5 grupta 75 gönüllü kadın (≥3 gebelik kaybı olan; ≥1 IVF ile gebelik kaybı olan; ≥3 başarısız yardımcı üreme tekniği (IVF) uygulanan; ilk defa infertilite nedeniyle başvurmuş/ yardımcı üreme teknikleri uygulanmamış; ≥1 yaşayan çocuğu olan,düşük yapmamış,18-35 yaşlarında) ve eşleri alındı. Karyotip analizi yapıldı; NO, MDA, vitamin C, glutatiyonperoksidaz, çeşitli otoantikorlar ve sitokinler ölçüldü. BULGULAR: Gönüllülerle eşlerinin karyotip analizleri normaldi. Örneklerde; ANA taraması, ANCA ve anti-fosfolipid taraması negatif bulundu. TNF-, IFN-, IL-1, IL-2, IL-4, IL-5 ve IL-6 düzeyleri açısından 1, 2 ve 4. gruplar arasında ve 3 ile 5. grup (kontrol) arasında anlamlı fark bulunmadı, her 3 grupla 5. grup arasında anlamlı fark saptandı. Oksidatif stres parametreleri için infertil kadınlarla sağlıklı gönüllüler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı; gebelik olsun veya olmasın IVF uygulanan kadınlarda serum MDA düzeyleri artmış bulundu, ancak bu artış glutatyonperoksidazdaki azalmayla korele olmamıştır. SONUÇ: Doğal veya IVF ile tekrarlayan gebelik kayıplarının oksidatif stresi artıracağı söylenebilir; fakat bu konuda daha fazla sayıda hastayla ve uygun örnek miktarlarıyla çalışma yapılmalıdır. P-44 Ref. No: 51 ERKEN ÇOCUKLUK DÖNEMİNDE MORPHEA: X KROMOZOM MONOZOMİSİNİN PATOGENEZ VE PROGNOZDAKİ YERİ SONUÇ: Geniş bir yelpazesi olan ve tanısı güç olan otoimmün hepatitler kronik hepatitli hastalarda ayırıcı tanıda göz önünde bulundurulmalıdır. P-46 Neslihan Karaca, 1Güzide Aksu, 2Emin Karaca, 1 Nesrin Gülez, 3A.Tahsin Güneş, 2Ferda Özkınay, 1 Necil Kütükçüler Ref. No: 63 1 HASTANEYE BAŞVURAN OLGULARDA OTOANTİKOR POZİTİFLİĞİ 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İmmünoloji Bilim Dalı, 2Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik Anabilim Dalı, 3Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Dermatoloji Anabilim Dalı, İzmir Morphea, aşırı kollajen birikimine bağlı deride sertleşme ve kalınlaşma ile giden, lokalize sklerodermanın genellikle çocukluk yaş grubunda görülen bir formudur ve etiyolojisi kesin bilinmemektedir. Deri ve mukozanın konjenital ve edinilmiş bazı hastalıkları Blaschko çizgileri denen embriyonik paternleri takip ederek kendilerini gösterebilir. Blaschko çizgilerinin genetik mozaisizmi temsil ettiği ve özellikle yüzde çok nadir görüldüğü bildirilmiştir. Yüzde Blaschko çizgilerini takip eden lineer morphea ve mozaik Turner sendromunun birlikte görüldüğü 4 yaşında bir kız olgu sunulmuştur. Bu birliktelik literatürde daha once tanımlanmamıştur. Farklı otoimmün hastalıklar Turner sendromu ile birlikte görülebilmektedir, ancak bu hastalıklar ile Turner sendromu arasındaki patogenetik ilişki net bilinmemektedir. Bu hasta için, X kromozom mozaikliğinin Blaschko çizgilerini takip eden Morphea gelişiminde, erken yaşta prezentasyonda ve progresif gidişte önemli rolü olduğu düşünülmektedir. P-45 Ref. No: 62 KRONİK VİRAL HEPATİT HASTALARINDA OTOANTİKOR SIKLIĞI 1 Şükran Köse, 1Gülgün Akkoçlu, 1Ayhan Gözaydın, Ertan Serin 1 1 S.B. Izmir Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği/Allerji ve İmmünoloji Birimi, İzmir GİRİŞ: Otoimmün hepatitler sebebi kesin olarak açıklanamamış, süregen, hepatosellüler inflamasyon ile karakterize otoimmün karaciğer hastalığıdır. Serumda bazı karaciğer otoantikorlarının varlığı ve hipergammaglobulinemi ile karakterizedir. Viral hepatitlerin seyri esnasında da bazı otoantikorların oluşabileceği bilinmektedir. YÖNTEM: Bu çalışmada Kronik hepatit B ve C tanısı konarak interferon ve/veya antiviral tedavi verdiğimiz hastalardaki otoantikor pozitiflik oranlarını araştırdık. Kronik viral hepatit tanısı konan tüm hastalarda İmmunflorasan antikor (IFA) yöntemi ile Anti-nükleer antikor (ANA), Anti-mitokondrial antikor (AMA), Anti-düz kas antikoru (ASMA), Gastrik pariyetal hücre antikoru (GPC) ve Karaciğer böbrek mikrozomal antikor (ALKM) varlığı araştırıldı. BULGULAR: Çalışmaya 505 kronik hepatit B, 143 kronik hepatit C, 9 HBV-HCV ko-infekte ve 2 HIV-HBV ko-infekte hasta alınındı. Tüm kronik hepatit B hastalarında; HBV DNA pozitif, karaciğer biyopsisinde kronik hepatit bulguları vardı. Kronik hepatit B hastalarında %8.1 ve kronik hepatit C hastalarında ise %10.5 otoantikor pozitifliği saptandı. ANA en sık (%62.5) saptanan otoantikordu. 1 Şükran Köse, 1Süheyla Serin Senger, 1Gülsün Çavdar, Melda Türken, 1Raziye Aydoğdu 1 1 S.B. Izmir Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği/Allerji ve İmmünoloji Birimi, İzmir GİRİŞ: Otoimmün hastalıklar (OİH) bir uçta organa özgü ve diğer uçta sistemik otoimmun hastalıkları içeren bir yelpaze oluşturur.Bu çalışmada hastanemiz romatoloji, gastroenteroloji, dahiliye ve enfeksiyon hastalıkları kliniklerinde takip edilirken farklı nedenlerle otoantikor araştırılan hastaların sonuçları değerlendirildi. YÖNTEM: Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Romatoloji, Gastroenteroloji, Dahiliye ve Enfeksiyon Hastalıkları kliniklerinde takip edilen hastalardan herhangi bir nedenle istenen otoantikorlar (ANA, AMA, ASMA, GPC, LKM, RF) retrospektif olarak indirekt immunfloresan (IIF) yöntemiyle araştırıldı. BULGULAR: Ocak–Eylül 2009 tarihleri arasında romatoloji, gastroenteroloji, dahiliye ve infeksiyon hastalıkları bölümlerinde takip edilen sırasıyla 226, 1028, 3500, 687 olmak üzere toplam 5441 hastadan otoantikor varlığı araştırıldı. Dahiliye bölümüne başvuran hastaların 126’sında (%3.6) ANA pozitifliği, 42’sinde (%1.2) RF pozitifliği, 8’inde (%0.2) AMA pozitifliği saptandı. Hiçbir hastada LKM ve GPC pozitifliği saptanmadı. İnfeksiyon hastalıkları bölümüne başvuran hastaların 25’inde (%3.6) ANA pozitifliği, 2‘sinde (%0.2) ASMA pozitifliği saptandı. Hiçbir hastada AMA, LKM ve GPC pozitifliği saptanmadı. SONUÇ:Romatolojik hastalıklar dışında da birçok hastalıkta otoimmün predispoziyon olabileceğine, otoantikorların bu hastalıklardaki önemini belirlemek için daha çok çalışmaya ihtiyaç olduğuna inanmaktayız. P-47 Ref. No: 68 PSORİAZİSLİ HASTALARDA HÜCRESEL İMMÜNİTENİN ROLÜNÜN ARAŞTIRILMASI 1 İbrahim Kökçam, 1Nursel Dilek, 2Nusret Akpolat, Ahmet Gödekmerdan, 3Fulya İlhan 3 1 Fırat Üniversitesi Tıp Fakülesi Deri ve Zührevi Hastalıklar A.D., 2Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji A.D. , 3Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi İmmünoloji A.D., Elazığ AMAÇ: Bu çalışma ile, kalsipotriol-betametazon dipropionat pomad ile tedavi edilen psoriazisli olgularda doku düzeyinde hücresel immünitenin (T lenfosit subgruplarının) ve serumda sitokin düzeylerinin rolünün araştırılması amaçlandı. YÖNTEM: Çalışmaya plak tip psoriazisli 20 olgu dahil edildi. Hastalardan tedavi öncesi ve sonrasında hücresel immünitedeki değişiklikleri değerlendirmek amacıyla doku ve kan örnekleri alındı. Hastalardan tedavi öncesinde ve sonrasında lezyonlu deriden; yine buraya komşu sağlam deriden punch biyopsi örnekleri 99 alındı. Serum örneklerinde ise TGF-, IL–10, TNF-, IFN-, IL–4 sitokin düzeyleri ELISA yöntemi ile çalışıldı. P-49 Ref. No: 103 TOLL BENZERERİ RESEPTÖRLER İLE CD8+CD28SUPRESÖR T HÜCRE DÜZENLENMESİ BULGULAR: İmmünohistokimyasal incelemede CD4+, CD8+ ve CD25+ T lenfositlerin yoğunluğu tedavi öncesi lezyonlu dokuda hem sağlam doku hem de tedavi sonrası lezyonlu dokudakinden anlamlı olarak yüksekti. Serum IL-4, IL-10, TNF- ve IFN- ölçümlerinde tedavi öncesi ve sonrasında anlamlılık yoktu. Tedavi sonrası ölçülen TGF-1’in ise tedavi öncesine göre artışı istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.00). SONUÇ: Çalışma sonuçları, lezyonlu dokuda yoğun Th, Tc ve CD25+ T lenfosit infiltrasyonu olduğunu göstermektedir. Ayrıca, uygulanan topikal tedavinin, CD4+, CD8+ ve CD25+ T hücrelerinde belirgin bir azalmaya ve genel inhibitör sitokin olan TGF-1’in serum düzeyindeki artışa neden olması, psoriazis plaklarının gelişiminde T lenfositlerin olası rolünü ve uygulanan tedavinin immünomodülatör etkilerini desteklemektedir. Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi Hastanesi, İmmünoloji Bilim Dalı, İstanbul P-48 YÖNTEM: Periferik kan mononükleer hücreleri fitohemaglutinin (PHA) ile 72 saat kültür edildi. CD8+ T hücre populasyonlarında uyarı öncesinde, 24 saat ve 72 saat uyarı sonrasında TLR1, TLR2, TLR3 ve TLR4 ekspresyon kinetikleri akım sitometri ile analiz edildi. Ref. No: 75 UVEİTLİ BEHÇET HASTALARINDA OLASI BİR İMMÜNOLOJİK BELİRTEÇ OLARAK SOLUBLE CTLA-4 ARAŞTIRILMASI 1 Fulya İlhan, 1Nesrin Demir, 1Ahmet Gödekmerdan, Tamer Demir, 1Handan Akbulut 2 1 Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi İmmünoloji A.D., 2Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları A.D., Elazığ GİRİŞ: CTLA-4 lenfosit aktivasyonunu baskılayan bir moleküldür. sCTLA-4 ise CTLA-4 reseptörünün membrana bağlı olmayan ve hücre dışı alana salınan şeklidir ve Treg hücrelerle ilişkili fonksiyonel bir belirteç olarak tanımlanır. Behçetli hastaların serum sCTLA-4 düzeyleri ile hastalık arasındaki ilişkinin varlığının araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: sCTLA-4 düzeyleri ELISA yöntemiyle ölçüldü. Toplam 25 Behçet hastası ile 20 sağlıklı kontrol çalışıldı. Sonuçların karşılaştırılması MedCalc Software 2009 10.1.6 istatistik programı kullanılarak yapıldı. SONUÇ: sCTLA düzeyleri en düşük 0.0000 ile en yüksek 0.571pg/ml arasında saptandı. Behçetli hastalardaki serum sCTLA-4 düzeyleri ile sağlıklı kontrollerdeki ölçüm sonuçları arasında anlamlı bir farklılık saptanmadı (p>0.05). (Median 0.0030 %95 CI for the median 0.0000 to 0.1970)Aynı grup üzerinde daha önce sunduğumuz çalışmamızda (WIRM-III, Davos, Switzerland, 2009) CD4+CD25+Foxp3+ Treg hücre popülasyonu sağlıklı kontrollere nazaran yüksek olduğu bulunmuştu. sCTLA düzeyi ile Treg hücre miktarının paralellik göstermesi beklenirdi. Ancak, yapılan bu çalışma ile hücresel sinyalde inhibitör rolü olan bu molekülün serbest formu sCTLA-4’ün bu sonuçlara paralellik göstermediği izlendi. Behçet hastalığında süregen ve çok faktörlü bir inflamasyon olduğu bilinmektedir. Bu çalışmanın sonuçları dikkate alındığında, sCTLA-4’ün bir immün düzenleyici molekül olarak Behçet hastalığında özel bir etkisi olduğunu düşünmemekteyiz. 1 Aysın Tulunay, 1Mehmet Onur Elbaşı, 1Hüseyin Bilgin, Emel Ekşioğlu-Demiralp 1 1 AMAÇ: Patern tanıma reseptörlerinden toll benzeri reseptörler (TLR)’in T hücreleri tarafından da eksprese edildikleri ve bu reseptörlerin sinyalleri ile T hücre aktivasyonunu düzenlendiği gösterilmiştir. Çalışmamızda, TLR’lerin CD8+CD28- baskılayıcı T hücrelerinin düzenlenmesindeki rollerini araştırmayı amaçladık. BULGULAR: CD8+ T hücre populasyonlarındaki TLR1 ekspresyonu incelendiğinde, PHA uyarımı ile CD28+ populasyonun TLR1 ekspresyonları ilk 24 saatte 15.8 kat artarken (p<0,05) 72. saatte ekspresyonun daha fazla artmayarak sabit kaldığı bulundu. CD8+CD28- populasyonunda ise 24 saatlik uyarıda bir fark yokken, 72. saatte sadece 3 katlık bir artış gözlemlendi (p<0.05). TLR2 ekspresyonu CD28+ populasyonda 24 saat uyarım sonucunda 11.9 kat artıp, 72. saatte 54.2 kat artışa ulaştı (p<0.05). CD28- T hücrelerinde ise TLR2’nin ilk 24 saat uyarı sonucunda hafif arttığı ama 72. saatte tekrar bazal seviyeye düştüğü bulundu (p<0.05). TLR3 ekspresyonları incelendiğinde, CD28+ populasyonlarda 72. saatte 7.9 kat artış gözlemlenirken, CD28populasyonlarda sadece 2.1 katlık bir artış gözlemlendi (p<0.05). CD28+ T hücrelerinde 24 saat uyarı ile TLR4 ekspresyonunun 19 kat arttığı (p<0.05), 72. saatte bu artışın değişmediği görüldü. CD28- T hücrelerinde ise TLR4 ekspresyonun uyarımın ilk 24 saatinde 3 kat arttığı, 72. saatte ise bu artışın ancak 7.8 kata ulaşabildiği gözlemlendi. SONUÇ: Çalışmamızda, CD8+CD28-T hücre populasyonlarında uyarım sonucunda TLR1, TLR2, TLR3 ve TLR4 ekspresyonlarının, CD8+CD28+ populasyonlara oranla çok daha az miktarda arttığı bulunmuştur. Bu bulgular, farklı patojenler ya da öz-antijenler ile karşılaştığında CD8+CD28- T hücrelerinin, aynı ortamda bulunan efektör CD8+CD28+ T hücreleri kadar yanıt vermediklerini, bu hücrelerin esas görevlerinin diğer hücre yanıtlarını baskılamak olduğu görüşünü desteklemektedir. P-50 Ref No: 110 BEHÇET HASTALIĞINDA TOLL-BENZERİ RESEPTÖR (TLR-4) GEN POLİMORFİZMLERİ (ASP299GLY,THR399ILE) 1 1 Aydın Karabulut, 1Özkan Özdemir, 2Ahmet Mesut Onat, Uğur Özbek, 2Ahmet Arslan 1 İstanbul Üniversitesi, DETAE, Genetik A.D., İstanbul, Gaziantep Üniversitesi, Gaziantep 2 AMAÇ: Behçet hastalığı (BH) tekrarlayan ağız ve genital bölge yaraları, deri lezyonları ve göz tutulumuyla karakterize multisistemik inflamatuvar bir hastalıktır. Behçet hastalığının etyolojisi 100 bilinmemekle beraber, hastalığın gelişiminde genetik ve çevresel faktörlerin rolü olduğu düşünülmektedir. Toll-benzeri reseptörler (TLR) doğuştan gelen bağışıklığın tetiklenmesinde ve edinilmiş bağışıklığın sinyal aktivasyonunda görevlidirler. TLR-4 lipopolisakkaritler ve lipoteichoic asitle aktive olmaktadır. Yapılan çalışmalarda TLR-4’de bilinen iki sesiz (missense) mutasyonla (Asp299Gly,Thr399Ile) endotoksin cevapsızlığı, sepsis şoku ve ateroskleroz arasında korelasyon bulunmuştur. Çalışmamızda TLR-4 mutasyonları ile Behçet hastalığı arasındaki ilişki araştırılmıştır. YÖNTEM: Bu çalışmaya 75 BH’lı hasta ve 30 sağlıklı gönüllü katılmıştır. Yöntem olarak Rflp-pcr kullnılmıştır. Hastaların periferik kanlarından elde edilen DNA bölgeleri polimorfizmleri içeren primer çiftleri için çoğaltılmış ve allelleri belirlemek için uygun restriksiyon enzimleri (Asp299Gly-için NcoI, Thr399Ileiçin Hinf I) kullanılmıştır. SONUÇ: Hasta örnekleri arasında bu polimorfzmlere rastlanmamasına karşılık sağlıklı bireylerin bir tanesinde Thr399Ile heterozigot alleline rastlanmıştır. Bu sonuçlar çalıştığımız örnek grubu ile TLR-4 deki Asp299Gly ve Thr399Ile polimorfizmleri arasında bir ilişki olmadığını göstermektedir. P-51 Ref No: 111 MYASTHENİA GRAVİS’DE B VE T HÜCRESİ SİTOKİN AKTİVİTESİ 1 Vuslat Yılmaz, 2Piraye Oflazer, 3Fikret Aysal, Yeşim Gülşen Parman, 4Haner Direskeneli, 2 Feza Deymeer, 1Güher Saruhan-Direskeneli 2 İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi 1Fizyoloji ve 2Nöroloji A.D., 3Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Nöroloji Kliniği, 4Marmara Üniversitesi, Marmara Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları A.D., İstanbul AMAÇ: Sitokinlerin, myasthenia gravis (MG)’de asetilkolin reseptörüne (AP) karşı oluşan otoantikorların ve bunun olmadığı (seronegatif: N) hastaların bir grubunda da MuSK’a (kasa özgü kinaz) karşı oluşan otoantikorların (MP) gelişiminde önemli olduğu ileri sürülmektedir. Bu çalışmada, MG’deki plazma sitokin seviyeleri ile hücre içi sitokin gen ekspresyon düzeyleri belirlenmiş ve otoimmün hastalık olan romatoid artrit (RA) ile karşılaştırılmıştır. YÖNTEM: Çalışma grubu klinik, antikor ve EMG bulguları ile tanımlanan 102 MG (K/E: 66/36, yaş: 42.2 ± 16.7) (53 AP, 23 MP ve 26 N), 26 RA (K/E: 20/6, yaş: 52 ± 13) ve 43 sağlıklı kontrolden (KON, K/E: 16/27, yaş: 40.2 ± 10.5) oluşturuldu. MG hastalarının %42’si immunosüpresan kullanıyordu. Donörlerin plazma İFN-, İL-10, İL-12p40, İL-13 ve İP-10 (CXCL10) düzeyleri çoklu ölçüm tekniği (Luminex) ile belirlendi. CD19+B ve CD4+T hücreleri manyetik boncuk yöntemi periferik kandan pozitif olarak ayrıldı. Gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu ile B hücrelerinde İL-10 ve İL-6 ile T hücresinde İL-10, İFN- ve CD40L mRNA ekspresyon düzeyleri relatif olarak belirlendi. Karşılaştırmalar non-parametrik Mann-Whitney-U testi ile değerlendirildi. BULGULAR: MG grubunda İFN- düzeyi KON’dan düşük olma eğiliminde idi (p:0,051). RA’da ise İFN- ve İP-10 düzeyi KON’dan yüksek bulundu (p:0.001 ve p>0.001). N ve AP’deki İP-10 düzeyi de KON’dan yüksek (p:0.042 ve p:0.039) iken, MP grubunda fark gözlenmedi. CD4+ T hücrelerinde CD40L ekspresyonunun MG ve RA gruplarında KON’dan düşük olduğu belirlenirken (p:0.025, p>0.001), kortikosteroid almayan hastalar karşılaştırıldığında CD40L ekspresyonunun tüm MG (p>0,001) ile AP, MP ve N gruplarında RA’dan daha yüksek olduğu bulundu (p:0.002, p:0.014, p:0,017). SONUÇ: Bu bulgular MG’de, T ve B hücresi etkileşiminde düzenleyici olana moleküllerin alt grupla özgü değişkenliklerini göstermiş ve hastalığın RA ile benzer ve farklı özelliklerini ortaya koymuştur. Çalışma TÜBİTAK tarafından desteklenmiştir. P-52 Ref No: 113 MUSK ANTİKORU POZİTİF MYASTHENİA GRAVİS’DE ARTMIŞ KOMPLEMAN AKTİVASYONU 1 Vuslat Yılmaz, 2Erdem Tüzün, 2Piraye Oflazer, Yeşim Gülşen Parman, 2Feza Deymeer, 1 Güher Saruhan-Direskeneli 2 İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi 1Fizyoloji ve 2Nöroloji A.D., İstanbul AMAÇ: Myasthenia gravis (MG), sinir-kas kavşağında asetilkolin reseptörüne (AChR) karşı antikor yanıtı ile gelişen, otoimmün bir hastalıktır. Kompleman sisteminin MG patogenezinde önemli rol oynadığı bilinmektedir. Bu çalışmada, antikor varlığına göre belirlenen farklı MG alt tiplerinde, kompleman yollarının aktivasyonunun belirlenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Klasik kompleman yolu (C4d), alternatif kompleman yolu (FBb) ve ortak kompleman yolunun (iC3b) yıkım ürünlerinin düzeyleri AChR antikoru pozitif (n=22), kasa özgü reseptör kinaz (MuSK) antikoru pozitif (n=24) ve seronegatif (n=20) MG olguları ile sağlıklı kontrollerin (KON, n=22) serum örneklerinde ELISA yöntemi ile ölçüldü. MG olgularının hiçbiri serum örneği alındığı sırada immünsüpresif tedavi altında değildi ve hastaların 2/3’ü klinik olarak remisyondaydı. Hastalığın alt grupları arasındaki karşılaştırmalar non-parametrik Mann-Whitney-U testi değerlendirildi. BULGULAR: Sadece MuSK-MG olgularının serum FBb düzeyleri diğer MG alt tipleri ve sağlıklı kontrollere göre anlamlı derecede yüksekti. Diğer kompleman yıkım ürünlerinin düzeyleri açısından hasta ve kontrol grupları arasında fark yoktu. MuSK antikor düzeyleri yüksek olan MuSK-MG olgularının aynı zamanda iC3b düzeylerinin de yüksek olması MuSK antikorunun kompleman sisteminin aktivasyonunda rol aldığını düşündürdü. MG olgularının, “Myasthenia Gravis Foundation of America” (MGFA) skoru ile derecelendirilen klinik bulgularının şiddeti ile serum iC3b düzeyleri arasında korelasyon olması, MuSK-MG’de klinik bulguların kompleman sisteminin aktivasyonu ile ilişkili olduğunu düşündürdü. SONUÇ: Bulgularımız alternatif yolun MuSK-MG patogenezinde rol oynadığını ve MuSK-MG olgularının en azından bir kısmında kompleman aktivasyonu yoluyla nöromüsküler bileşke hasarına yol açan serum antikorları bulunduğunu düşündürmektedir. Çalışma İ.Ü. Bilimsel Araştırma Projeleri Birimi tarafından desteklenmiştir. 101 P-54 LABORATUAR TEKNİKLERİ P-53 Ref. No: 13 XV. UYGULAMALI FLOW SİTOMETRİ EĞİTİMİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Ref. No: 85 ANTİNÜKLEER ANTİKOR POZİTİF HASTALARDA İMMUNOBLOTİNG TEST SONUÇLARININ RETROSPEKTİF OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ 1 1 1 Hüseyin Güdücüoğlu, 1Görkem Yaman, Aytekin Çıkman, 1Ulaş Çalışır, 1Mustafa Berktaş 1 Suzan Adın-Çınar, Gaye Erten, Esin Aktaş-Çetin, Sema Bilgiç-Gazioğlu, 1Umut Can Küçüksezer, 1 Fatih Salman, 1Ali Osman Gürol, 2 Gülderen Yanıkkaya-Demirel, 1Günnur Deniz 1 1 1 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, Van 1 İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü (DETAE), İmmünoloji Anabilim Dalı, 2Centro Laboratuvarları, İstanbul Hücre analiz yöntemlerinden biri olan flow sitometri cihazı yardımı ile elde edilen veriler tıp alanında tanı ve tedavilere ışık tutmakta ve veterinerlik, su ürünleri, mikrobiyoloji gibi alanlara da uygulanmaktadır. Ancak flow sitometri kullanıcısının detaylı bir eğitime ihtiyacı vardır. İÜ DETAE İmmünoloji Anabilim Dalı tarafından ilki 1995 yılında tek günlük bir etkinlik olarak düzenlenen Uygulamalı Flow Sitometri Eğitimi’nin on beşincisi beş günlük bir program halinde 8 - 12 Haziran 2009 tarihlerinde düzenlenmiştir. Bu çalışma, katılımcıların kursun son gününde yanıtladıkları anketi değerlendirmektedir. DETAE’deki eğitime 23 konuşmacı 24 teorik anlatımla katılmış, İmmünoloji AD’de mevcut 2 adet FACS Calibur ve 1 FACS Aria (Sorter) cihazında toplam 5 saat pratik uygulama yapılmıştır. Toplantı sonunda katılımcılardan anket formlarını doldurmaları istenmiş, sorularla flow sitometri ile ilgili geçmişleri, kursun katkısı sorgulanmış ve son olarak eleştiri-görüşlerin yazılı olarak iletilmesi sağlanmıştır. Kursa katılan toplam 29 kişiden 26’sı (%89.66; 8 erkek, 16 kadın) anket sorularını yanıtlamıştır. Katılımcıların meslek grubu 8’er biyolog veya doktor (%30.77); kurumları üniversite (17, %65), özel (4, %15.38) veya devlet hastanesi (4, %15.38); şehir İstanbul (9, %34.62) olarak yoğunlaşmıştır. Dokuz katılımcı (%34.61) hali hazırda cihaz ile rutin testler uygulamaktadır. Toplam 23 katılımcı (%88.46) kursu “çok faydalı” veya “faydalı” olarak değerlendirmiş, 15 katılımcı (%57.69) ise “Cihazın kullanımını teorik olarak öğrendim, fakat pratik bölümü eksik kaldı” görüşünü bildirmiştir. Geri bildirimlerden bu eğitimin kullanıcı olan katılımcıların bilgilerini tamamlayıcı nitelikte olduğu anlaşılmaktadır. Sonuç olarak, İÜ DETAE İmmünoloji AD tarafından her sene 15 yıldır düzenli olarak yapılan eğitimler Türkiye’de flow sitometri konusunda önemli bir eksiği kapatmış ve temel bilgi vermenin yanı sıra kullanıcılar arası bilgi alışverişini sağlamıştır. Meslek Grupları Doktor Biyolog Öğretim üyesi Lab teknisyeni Kurum Üniversite Devlet Hastanesi Özel Hastane veya Laboratuvar 8 TÜBİTAK Diğer 22 102 % 31 31 8 % 66 15 15 Üniversite % Şehir Tıp Fakültesi 88 İstanbul Eczacılık 6 Antalya Sağlık Araştırma ve 6 İzmir Uygulama Merkezi 4 Kayseri Manisa Diğer % 34 11 8 8 8 31 AMAÇ: Otoantikorlar konakçı antijenlerine karşı oluşan immünoglobulinlerdir. Bu çalışmada; bir yıllık süreçte IIF (indirekt immünfloresans) testi ile ANA’sı (antinükleer antikor) pozitif saptanan hastalarda, IB (immünoblotting) testi ile elde edilen antijen sonuçlarının retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlandı. YÖNTEM: Laboratuvarımızda Haziran 2008-Haziran 2009 tarihleri arasında IIF tekniği ile çalışılan ve pozitif saptanan 2133 hastanın IB test sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. IIF testi (ANA profile 3, EUROIMMUN) 1/100 oranında dilüe edilerek çalışıldı. IIF ile +2≥ pozitif olan serumlar IB testine alındı. IB testi (ANA profile 3 EUROLINE, EUROIMMUN) kiti kullanılarak 1/100 dilüsyonda çalışıldı. IB striplerinde saptanan antikorlar kantitatif ( +, + +, +++ ) olarak değerlendirildi. BULGULAR: Toplam 2133 hastada IIF ile ANA araştırıldı. IIF ile 86 (%4) hastada +2≥ ANA pozitifliği saptanarak IB çalışıldı. IB test ile toplam 179 antikor tespit edildi. En fazla ds-DNA antijenine karşı 46 hastada (%53) antikor saptandı. 41 (%48) hastada birden fazla antikor tespit edilirken, 27 (%31) hastada sadece tek bir antikor pozitifliğine rastlandı. 18 (%20) hastada ise IIF testinde ANA pozitifliği saptanırken, IB testinde antikor tespit edilmedi. SONUÇ: IIF ile ANA varlığının araştırılması maliyet ve iş gücü değerlendirildiğinde iyi bir tarama testi olarak görülmektedir. IB testi ise pahalı olması, deneyimli personel gereksinimi gibi dezavantajlara sahip olmasına karşın, bu alanda kullanılan diğer yöntemlere göre daha hassas olması nedeniyle, doğrulama amacı ile kullanılması uygun olacaktır. P-55 Ref No: 109 ANTİNÜKLEER ANTİKOR SAPTANMASINDA İMMÜNFLÖRESAN VE İMMUNOBLOT TEKNİKLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI 1 Güzide Aksu , 1Nesrin Gülez, 1Neslihan Karaca, Necil Kütükçüler 1 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İmmünoloji Bilim Dalı, İzmir Antinükleer antikorlar (ANA) hücre nükleusunun değişik komponentlerine karşı oluşan bir grup heterojen antikoru temsil eder. Serumda ANA pozitifliğini saptamada kullanılan en yaygın yöntem indirekt İmmunfloresan (IF) incelemedir. Bu test ucuz, kolay uygulanabilir ve yüksek duyarlılık-özgüllüğe sahiptir. Günümüzde ANA pozitifliğini saptamada farklı yöntemler de kullanılmaya başlanmıştır. Immunoblotting assay (IB) bunlardan biridir. Hem IF hem de diğer yöntemler bir çok nükleer antijene karşı oluşmuş antikorları özgün olarak belirlemeye olanak sağlar. ANA alttiplerinin belirlenmesi, bağ dokusu hastalıklarının ayırıcı tanısı için gereklidir. Bu çalışmada amaç, laboratuvarımızda kullandığımız ANA IF ve IB metodlarının karşılaştırılmasıdır. Ocak 2006-Temmuz 2009 yılları arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk İmmünoloji Laboratuvarına gönderilen 629 serum örneğinde çalışılan ANA IF ve IB sonuçları incelendi. Laboratuvara gelen örnekler, ANA IF için Euroimmun (Lübeck) Mosaic Hep-20-10/maymun karaciğer (cut-off titrasyon 1/100), IB için Euroimmun (Lübeck) ANA profil 3 Euroline (14 antijen) kitleri kullanılarak analiz edildi. ANA IF incelemeler 2 uzman 1 öğretim üyesi tarafından çift kör değerlendirildi. Elde edilen sonuçlar SPSS 17 programında Ki kare kullanılarak değerlendirildi. Çalışılan 629 serum örneğinin tümünde ANA IF pozitifliği %39 olup, Tüm örneklerin 91’i (%15) her iki yöntemde de pozitif idi (Tablo1). IF yöntemde ANA pozitif örneklerde en yüksek oran %21 ile 1/80-1/100 titrede idi. Bu oran negatif-1/40 titrasyon saptanan olgularla birlikte gelen örnekler içindeki “negatif ” lik oranı % 82 olarak saptanmıştır. ANA IF pozitifliği ve IB pozitifliği arasında ilişki istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0.001). IF ve IB yöntemleri kendi içlerinde titrasyon ve patern tipleri ayrı ayrı ve birbiri ile ilişkileri incelendi. En sık rastlanan patern %26 homojen ve %25 ile ince granülerdi. Yüzde 21 oranında 1/80-1/100 titrasyon ve % 13 oranında 1/160-1/320 titrasyonun olduğu görüldü. 1/320 nin üzerindeki titrasyonlarda %27 homojen, %20 homojen + granüler patern görüldü. IB yönteminde ise en sık görülen antikor %33 oranında görülen anti-DNA idi. Bunu da %18 ile anti-histon ve anti-ribozomal P pozitifliği izledi. En güçlü pozitiflik (≥ +++) gösteren antikorlar ise sırasıyla anti-SSA ve anti-Ro-52 idi. ANA IF pozitifliği 1/320 ve üzerinde olan örneklerde IB incelemelerde anti-DNA %39), anti-Ro52 (%39), anti-SSA (%26), ve anti-nukleozom (%23) oranlarında saptandı. ANA IF yöntemiyle 1/320 ve üzerinde pozitiflik gösteren örneklerin %80’i anlamlı olarak IB pozitifti. Gelen örneklerin %80’inin negatif olması ve 1/320 titrasyondaki ANA IF pozitifliğinin IB pozitifliği ile istatistiksel olrak anlamlı ilişkide olması çocukluk çağında, erişkinlerde kabul edildiği gibi, 1/100 titrasyon altındaki değerlerin çok anlamlı olmadığı sonucuna ulaştırmaktadır. Bu verilerin, olguların son tanılarıyla birleştirilmesi çok daha değerli olacaktır ancak laboratuara gelen örneklerin yalnızca %1’inde ön tanı bildirilmesi ve çocuklarda bağ dokusu hastalıklarının kesin tanısının erişkinlere göre çok daha uzun süreli gözlem gerektirmesi, bu yönden ilişki kurulmasını güçleştirmektedir. Sonuç olarak ANA IF yöntemi halen ucuz, güvenilir ve ilk adımda seçilecek bir tarama metodu olmakla birlikte, IB analiz, bağ dokusu hastalığı ayırıcı tanısı açısından önem taşımaktadır. Tablo 1. ANA IF ve ANA IB yöntemlerinin karşılaştırılması n/% ANA IF negatif ANA IF pozitif ANA IB negatif 301 154 ANA IB pozitif 83 91 Toplam 384 245 Tablo 2. ANA IF pozitifliği ve IB ilişkisi ANA IF titresi ANA IB pozitiflik oranı n-% Negatif - 1/40 83 - %22 1/80 - 1/100 41 - %31 1/160 - 1/320 28 - %34 1/640 - 1/1000 8 - %62 >1/1280 14 - %78 TRANSPLANTASYON P-56 Ref. No: 40 ÇUKUROVA BÖLGESİNDEKİ İNSAN LÖKOSİT ANTİJENLERİNİN DAĞILIMI 1 Pınar Etiz, 1Akgün Yaman, 1Salih Çetiner 1 Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi, Balcalı Hastanesi Merkez Laboratuvarı, Adana AMAÇ: Bu çalışmada, Çukurova yöresindeki populasyonda İnsan Lökosit Antijenlerinin (HLA) dağılımının araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmaya Mart - Ekim 2008 tarihleri arasında Merkez Laboratuvarımıza HLA antijenlerini belirlemek amacıyla çeşitli polikliniklerden gönderilen örnekler alınmıştır. Çalışmamızda 339 hasta, 432 donör olmak üzere; toplam 771 kişinin verileri incelenmiş ve HLA antijenlerinin sıklığı PCRSSO yöntemi ile araştırılmıştır. BULGULAR: Hasta ve donörlerin toplamını birlikte değerlendirdiğimizde yöremizde en sık saptadığımız antijen HLA-Cw4 olup görülme sıklığı %30.5 dir. Bunu sırasıyla HLAA2 (%29.8), HLA-Cw12 (%25.9), HLA-B35 ve -B51 (%21.7), HLA-A24 (%20.0) izlemiştir. En az sıklıkla tespit ettiğimiz antijenler HLA-A31, -A36, -A66, -A15, -A34, -B48, -B54, -B56, -B58, -DQ7, -DR6, -DR9 olup görülme sıklıkları %0.1 dir. Hasta populasyonunda en sık tespit ettiğimiz alleller HLA-A2 100 (%29.5), HLA-A1 74 (%21.8) ve HLA-A3 60 (%17.7) şeklinde sıralanmıştır. Donör grubunda da bu sıralama HLAA2 130 (%30.1), HLA-A1 88 (%20.4) ve HLA-A3 67 (%15.5) şeklindedir. SONUÇ: Bu çalışmada Çukurova bölgesindeki populasyonda sınıf I lokusunda en sık rastlanan allellerin HLA-A2, HLA-B35, HLA-Cw4, sınıf II lokusunda da ise en sık rastlanan allellerin HLA-DQ3 ve HLA-DR11 olduğu tespit edilmiştir. Yaptığımız çalışmada elde ettiğimiz veriler yapılan diğer çalışmalarda belirtilen antijen dağılımları ile benzerlik göstermektedir. P-57 Ref. No: 65 G-CSF-R GENİ 7. EKZON 166. POZİSYONDAKİ MİSSENSE TEK NÜKLEOTİT POLİMORFİZMİNİN (SNP) TÜRK POPULASYONUNDA ARAŞTIRILMASI 1 Toplam 455 174 629 p <0.001 P <0.001 Bahar Çamurdanoğlu, 1Güneş Esendağlı, Evren Özdemir, 1Dicle Güç, 1Emin Kansu 1 1 Hacettepe Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Temel Onkoloji A.D., Ankara Kök hücre transplantasyonunda klinik açıdan en etkili ajan olarak kullanılan granülosit koloni stimüle edici faktör (G-CSF) özgül reseptörü (G-CSF-R) ile etkileşerek hematopoetik kök ve öncül hücrelerin proliferasyonunu ve periferik kana mobilizasyonunu sağlar. G-CSF reseptör proteinini kodlayan gen, 1.kromozomun kısa kolunda (1p32-35’de) yer alır. G-CSF-R geninde bulunabilecek nadir polimorfizmlerin ve belirlenen bazı mutasyonların, sinyal fonksiyonlarında karışıklığa, hematolojik hastalıklara yatkınlığa sebep olabileceği bildirilmektedir. Bu çalışmanın amacı; G-CSF-R geninde 7.ekzonun 166.nükleotitine denk gelen (rs34845290); C>T, Ala280Val değişimine neden olan missense tek nükleotit polimorfizminin (SNP) Türk populasyo103 nunda varlığının araştırılmasıdır. Yöntem: H.Ü. Onkoloji Hastanesi KİT ünitesinde 2000-2009 yılları arasında G-CSF rejimi almış 55 sağlıklı donör, 245 hastadan oluşan 300 bireyin aferez ürünü örneklerinden DNA izolasyonu gerçekleştirildi. Polimorfik gen bölgesi için tasarlanan primerler ile PCR, BglI restriksiyon enzim kesimi ile RFLP analizi gerçekleştirildi. Takiben, oluşan ürünler agaroz jel elektroforeziyle ayrımlandı. Bulgular: G-CSF-R’ın stabilizasyonunda etkin bölgeye denk gelen SNP’in Türk populasyonunda polimorfik olmadığı bulundu. Sonuç: Çalışmanın devamında G-CSF-R’da yer alan bu ve diğer 13 missense SNP’nin varlığı araştırılacak, bulgular bireysel özellikler, kök/progenitör hücre mobilizasyonu, CD34+ hücre sayısı ile korole edilecektir. P-58 Ref. No: 80 HLA TİPLERİ İLE KAN GRUPLARININ KARŞILAŞTIRILMASI 1 Murat Büyükdoğan, 1Mehmet Erikoğlu 1 Selçuk Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Konya Son dönem böbrek yetmezliğinin en önemli tedavisi böbrek naklidir. Son yıllarda HLA uyumunun gerekliliği ile ilgili bazı tartışmalar olmasına rağmen organ nakli öncesi HLA uyumu hala önemini korumaktadır. Bu çalışmada amacımız, Selçuk Üniversitesi Böbrek Nakli Ünitesi kadavradan organ bekleme listesine kayıtlı toplam 362 hastanın retrospektif olarak incelenmesi ve HLA ile kan gruplarının arasında bir bağlantı olup olmadığını araştırmaktır. Materyal ve Metod: Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Böbrek Nakli Ünitesi kadavradan organ bekleme listesindeki hastaların doku grupları PCR-SSP (Polymerase Chain Reaction- Single Strand Polymorphism) tekniği ile belirlenmiştir. Sonuçlar: Kadavra havuzuna kayıtlı toplam 362 hastanın 206’sı erkek (%57) 156’sı kadın (%43) idi. Hastalar kan gruplarına göre incelendiğinde 165’i (%45) A kan grubu, 118’i O grubu (%33), 54’ü B grubu (%15), 25’i AB grubu (%7) idi. En sık görülen HLA grupları incelendiğinde görülme sıklığına göre HLA- A grubu: A2, A24, A3, A1, A26, A11, A23 HLA-B grubu: B35, B51, B44, B18, B38, B27, B13 HLA- DR grubu: DRB11, DRB4, DRB13, DRB3, DRB15, DRB7 olarak tespit edildi. Sık görülen HLA grupları hastaların kan grupları ile karşılaştırıldıklarında tüm gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir bağlantı tespit edilmemiştir (p>0.01). A2 A24 A3 A1 A26 A11 A23 104 174 105 83 75 60 50 22 54 38 25 26 18 11 5 80 51 39 30 28 26 11 29 11 15 9 7 9 4 11 5 4 10 7 4 2 P-59 Ref. No: 89 UZUN SÜRE SAKLANAN İNSAN PANKREAS DOKUSUNDAN, OTOMASYON YÖNTEMİ İLE ADACIK İZOLASYONU 1 Pınar Kasapoğlu, 1Aslı Özdemir, 1Ayşe Ökten-Kurşun, Umut Can Küçüksezer, 1Türker Toktay, 1Fatih Salman, 2 Aris Çakiris, 2Duran Üstek, 1Ali Osman Gürol, 1 Günnur Deniz, 3M. Temel Yılmaz 1 1 İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü (DETAE),İmmünoloji Anabilim Dalı, 2İstanbul Üniversitesi, DETAE, Transgenik ve Doku Kültürü Laboratuvarı, 3İstanbul Üniversitesi, DETAE, Metabolizma ve Diabet Araştırma ve Uygulama Birimi, İstanbul Tip 1 diyabet tedavisinde Langerhans adacık transplantasyonu uygulaması tüm dünyada hızla artmaktadır. Çalışmamızda, 80°C’de uzun süre saklanan insan pankreas dokusundan, Ricordi Chamber kullanılarak, transplantasyon için adacık elde edilip edilemeyeceği araştırılmıştır. Beyin ölümlü donörlerden, %0.9 izotonik sodyum klorüre alınan pankreaslar parçalara ayrılarak -80°C’ de saklanmıştır. Pankreas kuyruk dokusu adacık izolasyonu için, Collagenase P ile 5 dakika oda sıcaklığında muamele edilmiş, enzim eriyince 6 katı oranında Hank’s ilave edilmiştir. Ricordi Chamber, peristaltik pompa, su banyosu, ısı ayarlayıcı helezon, tek yönlü musluk, cam pipetler, bir beher ve silikon tüplerden oluşan sindirim sistemi, 37°C sıcaklığa ulaştırılmıştır. Pankreas, Collagenase P ve Hank’s karışımı solüsyonu ile perfüze edilip enzimatik ve mekanik sindirim için Ricordi Chamber’a alınarak Collagenase P/Hank’s ve daha sonra da dilüsyon solüsyonu eklenmek suretiyle sirkülasyon başlatılmıştır. Örnekler toplandıktan sonra canlılık tayini floresan diasetat ve propidyum iyodid ile boyandıktan sonra invert floresan mikroskopta değerlendirilmiştir. Bloklar halinde asiner doku 10. dakikada alınan örneklerde gözlenmiş, 17. dakikadan itibaren asiner hücrelerle beraber serbest adacıklar görülmeye başlanmıştır. Serbest adacık sayısında artışa paralel olarak, 25. dakikada alınan örneklerde de canlı adacıklar saptanmıştır. Çoğunluğu 50-100 mikrometre arası olmak üzere, çapları 50-350 mikrometre arasında değişen 52.000 adacık elde edilmiştir. Ricordi Chamber ile otomasyon yöntemi kullanılarak insan pankreasından adacık eldesi ülkemizde ilk kez enstitü bünyesinde gerçekleştirilmiştir. Uygun saklama solüsyonu ve enzim kullanılması sonucunda, -80°C’de 50 gün boyunca saklanan pankreas dokusundan elde edilecek adacık miktarının artabileceği ve ototransplantasyon açısından pankreatektomili hastaların ameliyatından uzun bir süre sonra canlı adacık izolasyonu yapılabileceği ve transhepatik yolla yeterli miktarda adacık transplantasyon şansının doğabileceği gözlemlenmiştir. P-60 Ref. No: 95 POTANSİYEL PROLİFERASYON İNDÜKLEYİCİLERİ OLARAK ANTİ-HLA SINIF I VE PRAPOZİTİF SERUM UYARILARININ ENDOTEL HÜCRELERİNDEKİ ETKİLERİ: ALLOGRAFT RED MEKANİZMALARI TEMELİNDE HÜMOROL İMMÜNİTENİN ROLÜNE BİR BAKIŞ P-61 Ref. No: 101 WISKOTT ALDRICH SENDROMLU BİR OLGUDA KÖK HÜCRE NAKLİ; HAZIRLIK REJİMİ UYGULANMAKSIZIN BAŞARILAN T HÜCRE ENGRAFTMENTİ 1 Gülten Türkkanı-Asal, 1Deniz Çağdaş Ayvaz, Tuba Turul-Özgür, 1Barış Kuşkonmaz, 1 Duygu Çetinkaya, 1Özden Sanal, 1İlhan Tezcan 1 1 Alpaslan Kibaroğlu, 1Aysın Tulunay, Mehmet Onur Elbaşı, 1Emel Ekşioğlu-Demiralp 1 1 Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi Hastanesi, İmmünoloji Bilim Dalı, İstanbul AMAÇ: Allografta karşı humoral bir yanıt ortaya koyan transplant alıcılarında, graft yaşamı daha kısa süreli olurken, kronik red ve transplant vaskülopatisi gelişim riski artar. Bu süreçte, endotel hücrelerinin HLA Sınıf I (W6/32) ile uyarısı sonucu gelişebilecek arteryal kapanma süreci önemli olabilir. Çalışmamız ile, W6/32 ve PRA(+) hasta serumunun endotel hücre sinyallemesindeki etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: HUVEC hücre kültürleri, W6/32 ve kompleman inaktive PRA(+) serum ile doz ve zaman bağımlı uyarılara maruz bırakıldı. Çeşitli yüzey proteinleri ve hücre içi protein fosforilasyon düzeylerinin analizleri akım sitometri cihazı ile değerlendirildi. Bulgular: PRA(+) serum, yüzey proteinlerinden VE-Kaderin ve CD62P düzeylerinde artışa neden olurken (p<0.03); W6/32, her dozda VEGFR2 ifadesini artırmaktadır (p<0.03). Hem serum hem de W6/32, hücre içi mTOR alt hedeflerinden ve antikor aracılıklı reddin tayininde önemli bir molekül olan pRPS6 seviyelerini artırmaktadır (sırasıyla p<0.01 ve p<0.03). W6/32 ardışık dozlarda uygulandığında, pRPS6’ya ilaveten pErk1/2 (p<0.05) ve NF-B (p<0.02) düzeylerini de uyarmaktadır. SONUÇ: Çalışmamız ile; W6/32 uyarısının endotel hücre yüzeyinde VEGFR2 ifadesinin in vitro güçlü bir uyarıcısı olduğu ve hüçre içi pRPS6 seviyelerinin de hem W6/32 hem de PRA(+) serum ile indüklendiği ilk kez gösterilmektedir. Düşük dozlarda W6/32 uyarısı, hücre yaşam ve proliferasyonunun bir aracısı olabilirken, yüksek ve/veya tekrarlı dozlar, artmış hücre aktivasyonu ile sonuçlanabilir. W6/32 ile VEGFR2 moleküllerindeki spesifik artış, endotel hücrelerinde proliferasyon yönündeki tetikleme sağlayarak, transplant vaskulopatisinin nedenlerinden biri gibi görünmektedir. HLA sınıf I antikorlarının etkisiyle ortaya çıkabilecek sinyalleme değişiklikleri, graft reddinde antikorların rolünü daha iyi anlamaya yardımcı olacak ve yeni tedavi stratejilerinin geliştirilmesine katkı sağlayabilecektir. 1 Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi Pediatrik İmmünoloji Ünitesi , 2Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi Kemik İliği Nakil Ünitesi, Ankara Wiskott Aldrich Sendromu (WAS) mikrotrombositopeni, egzema, tekrarlayan bakteriyel enfeksiyonlar ile karakterize, otoimmün hastalıklar ve malignite riskinin arttığı, X’e bağlı resesif geçiş gösteren bir kombine immün yetmezliktir. Hastalığın küratif tedavisi kök hücre naklidir. Kök hücre naklinin miyeloid ve lenfoid engraftment sağlanabilmesi için miyeloablatif hazırlık rejimi uygulanarak yapılması gerekmektedir. Bu tedavi hastaların %90’nında başarılıdır. Burada hazırlık rejimi uygulanmadan kök hücre nakli yapılarak T hücre engraftmenti sağlanan, ancak trombositopeninin düzelmemesi nedeniyle miyeloablatif hazırlık rejimi uygulanarak ikinci kök hücre naklinin yapıldığı, trombosit engraftmentinin görüldüğü WAS’lu bir vaka sunumu yapılmaktadır. Şu anda 7 yaşında olan erkek hasta, 6 aylıkken öksürük, ağızda pamukçuk, ciltte döküntü yakınması ile bölümümüze başvurdu. Hikayesinden dört kez akciğer enfeksiyonu ve başvurudan bir ay önce de cooms pozitif hemolitik anemi, trombositopeni, CMV enfeksiyonu nedeniyle dış merkezde yatırılarak tedavi aldığı öğrenildi. Anne babası birinci derece akraba olan hastanın fizik muayenesinde gövdede peteşiler, oral moniliazis, takipne, subkostal retraksiyonları mevcuttu. CMV pnömonisi, otoimmün hemolitik anemi, trombositopeni tanısıyla yatırılarak gansiklovir tedavisi başlandı. Yapılan immünolojik değerlendirme ile T hücre sayısında düşüklük, in vitro lenfosit transformasyon cevabında belirgin düşüklük olan hastaya T-B+NK+ ağır kombine immün yetmezlik tanısı konuldu. Trimetoprim-sulfametaksazol, flukonazol, INH, rifampisin profilaksisi ve IVIG tedaviye eklendi. Kemik iliği aspirasyonu incelemesinde eritroid hiperaktive, megakaryositleri görülen, atipik hücresi olmayan hastanın trombositopenisinin CMV enfeksiyona bağlı olduğu düşünüldü. HLA tam uygun kız kardeşinden kemik iliği nakli yapıldı. +3. ayda T hücre engrafmantı saptanan hastanın, +13. ayında kimerizm analizi %98 donor ile uyumlu bulundu. T hücre rekonstitüsyonu olan izlemininde trombositopenisi devam eden, trombosit infüzyonunu gerektiren diş eti ve burun kanamaları olan, düşük MPV değerleri saptanan hastaya WASP geninde mutasyon gösterilerek Wiskott-Aldrich sendromu tanısı konuldu. I. kemik iliği naklinden 6 yıl sonra aynı donerden hazırlık rejimi uygulanarak (busulfan 12.8mg/kg, siklofosfamid 200mg/kg) II. nakil gerçekleştirildi. Siklosporin A (CsA) ve metotrexat (MTX) graft versus host hastalığı (GVHD) profilaksisi amacıyla verildi. II. nakilden 18 gün sonra trombosit engraftmanı saptanan hasta halen genel durumu iyi olarak izlenmektedir. SONUÇ: WAS’lu hastalarda kök hücre naklinin miyeloablatif hazırlık rejimini takiben yapılması gerektiği bilinmekte iken, bu vaka aracılığıyla miyeloablatif hazırlık rejimi uygulanmadan da T hücre engraftmentinin sağlanabileceği düşünülmektedir. 105 TÜMÖR İMMÜNOLOJİSİ P-62 Ref. No: 19 ANAFLAKTİK REAKSİYONLAR VE ATOPİK ZEMİN: MALİNİTEDE SAĞKALIMA ETKİLİ MİDİR? 1 Ayşegül Kargı, 2Arzu Didem Yalçın, 1Bülent Kargı, Burhan Savaş 1 1 Akdeniz University, 2Antalya Education And Training Hospital, Antalya OLGU: 50 yaşında erkek hasta iç hastalıkları medikal onkoloji polikliniğine 4 yıl önce öksürük balgam hemoptizi yakınmalarıyla başvurdu. Şikayeti 1 aydır devam etmekte olup, mediastinoskopi de Adeno Ca tanısı almış. Abdominopelvik ultrasonografi ve komputerize tomografi (abdomen ve pelvik)de sol sürrenalde 21X41 mm ve KC de 12X10 mm hipodens metastatik lezyon, AC tomografide supra aortik düzeyde retro kaval 17X15 mm 23X20 mm,15X10 mm multiple mediastinal partolojik LAP, sağ AC apikal 25x 20 mm, Sol AC Apikal 20x20 mm 2 adet ve bilateral AC de 7x8 mm multiple metastatik lezyonlar parankimal kitlesi mevcut. Tetkiklerle Evre IV Adeno Ca tanısı almış. Karboplatin- Gemstabin 5 kür, Docetaksel 6 kür, Vinorelbin- Cisplatin 6 kür ve destek amaçlı yapılan kan transfüzyonlarında 2 kez 15 gün arayla ilkinde 1. saatte lokal son tranfüzyon reaksiyonu ilk 10 dk da transfüzyona bağlı solunum arresti gelişmiş.tranfüsyon sonrası AC de yaygın ronküs, taşikardi meydana geldi ve BFT ve KCFT değerleri 10 kat yükselmiş.performans kapasitesi ECOG skoruna göre1, Özgeçmişinde MI, KAH nedeniyle plavix, corospin kullanıyordu ve 3.5 yıl önce stend uygulanmış. Penisilin karşı ilaç alerjisi ve venom alerjisi vardı. 2 kez sarıca arıya bağlı anaflaktik reaksiyon tanımlıyor. Annesi ve kardeşlerinde KAH 36 paket/yıl sigara. Fizik muayenesinde ateşi 36°C, kalp hızı 120 atım/dk, kan basıncı 120/80 mmHg ve solunum hızı 22/dk. Bilateral Akciğerlerinde ronküs ve diğer sistem muayenelerinde patolojik bulguya rastlanmadı. TARTIŞMA: Küçük hücreli dışı akciğer kanserli hastaların prognoz ve sağkalımını etkileyen pekçok faktör vardır. Performans başta olmak üzere hastalığın yayılımı, kilo kaybı gibi faktörlerin sağkalımı etkilediğini ve bu faktörler göz önüne alındığında medyan sağkalımın 6-9 ay arasında değiştiği çeşitli çalışmalarda saptanmıştır. Bizim bu olguyu sunmaktaki amacımız Evre IV Metastatik Akciğer Adeno Ca tanısı konduktan sonra venoma bağlı 2 kez anaflaktik reaksiyon ve kan transfüzyonuna bağlı 1 kez lokal 1 kez anaflaktik reaksiyon ve solunum arresti geçiren vaka 4 yıldır hastalığı stabil seyretmektedir. Atopik reaksiyonlarının sağ kalıma etkisi olduğunu düşünmekteyiz. P-63 Ref. No: 30 METRONOMİK TEDAVİ ALAN METASTATİK KANSER HASTALARINDA SERUM STRAIL VE VEGF DÜZEYLERİNİN ÖNEMİ 1 Atıl Bişgin, 2Arzu Didem Yalçın, 3Ayşegül Kargı, Salih Şanlıoğlu, 3Burhan Savaş 1 1 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Gen Tedavi Ünitesi ve Tıbbi Genetik Anabilim Dalı, 2Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 3Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı, Antalya Günümüzde, insan ölümüne neden olan hastalıklar sırasıyla birinci anjiyogenez eksikliği ve ikinci olarak dafazlalığıyla karak106 terize olmaktadırlar. Son zamanlarda anti-anjiogenik etkisi olan tedavilerin kanser hastalarında faydalı olduğu gösterilmiştir.Ancak tedavi sürecinde hasta prognozunun takip edilmesi açısından kanser türüne ve apoptozise özgü bir serum belirtecine ihtiyaç vardır. AMAÇ: Hastaların kemoterapi öncesi ve 3 ay sonra serumdaki sTRAIL ve VEGF düzeyleri analiz edilmiş ve hastaların klinik seyri ile birlikte yorumlanmaya çalışılmıştır. YÖNTEM: Çalışmaya metronomik kemoterapi alan 8 hasta, kontrol amaçlı olarak da 10 sağlıklı birey alınmıştır. Hastalarda serum VEGF ve sTRAIL düzeyleri ELISA yöntemi ile saptanmıştır. BULGULAR: Metronomik tedavi alan metastatik tümörlü hastaların tedavi öncesi VEGF düzeyleri sağlıklı kontrollerden yüksekken sTRAIL düzeylerinde herhangi bir farklılık saptanmamıştır. Metronomik tedavi sonrası serum VEGF değerlerinde düşme gözlemlenmiştir. Ancak sTRAIL düzeylerinde hastalar arasında farklılıklar gözlemlenmiş. Bu değişikliklerin sağkalım sürelerine etkisi ya da tedaviye yanıt ile arasındaki korelasyona bakıldığında istatiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır. SONUÇ: VEGF değerleri anjiogeneze yönelik tedavilere bağlı olarak düşmektedir. sTRAIL düzeylerindeki değişimlerin klinik anlamlılığı içinse daha çok sayıda hasta ve farklı tedavi protokolleri ile yapılacak ilave çalışmalara ihtiyaç vardır. P-64 Ref. No: 32 SAĞLIKLI VE MALİGN B LENFOSİTLERİNDE PAX5 GENİ ANALİZİ 1 Sinem Özdemirli, 2Müge Aydın-Sayitoğlu, Özden Hatırnaz, 2Yücel Erbilgin, 2Nurhan Mavi, 3 Çetin Timur, 4Gönül Aydoğan, 5İnci Yıldız, 6Sema Anak, 7 Fugen Pekun, 4Arzu Akçay, 2Uğur Özbek 2 1İ stanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, İmmünoloji A.D., 2İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Genetik A.D., 3Göztepe Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, 4Bakırköy Eğitim ve Araştırma Hastanes, 5I.Ü.. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Pediyatrik Hematoloji, 6İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji, 7 Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul B hücre oluşumu E2A, EBF ve Pax5 gibi transkripsiyon faktörlerinin kontrolündedir. Hematopoetik kök hücreler ve progenitor hücrelerdeki kontrolsüz PAX5 ekspresyonu T hücrelerinin azlığına, B hücrelerinin aşırı çoğalmasına neden olur. Bu çalışmada B-ALL hastalarında (n=91), B ve T hücre serilerinde, ve sağlıklı kemik iliği örneklerinde (n=10) kantitatif gerçek zamanlı PZR ile PAX5 mRNA düzeyleri incelenmiştir. Hastaların %93’ünde kontrollere göre artmış ekspresyon gözlemlenmiş ve kontroller ile karşılaştırıldığında anlamlı farklılık bulunmuştur (p=0,01). Hastalar immünfenotiplerine göre 5 alt gruba ayrılarak mRNA düzeyleri karşılaştırılmıştır. PAX5 mRNA düzeyinin Pre B küçük evresine kadar git gide artan bir ekspresyon gösterirken immatür evreye geçişte azaldığı gözlemlenmiştir. Alt grupların tümü kontrol kemik iliğinden daha yüksek düzeyde anlatım gösterirken gruplar arası ekpresyon düzeylerinde anlamlı bir fark bulunamamıştır. B hücre serilerinde artmış PAX5 mRNA anlatımı gözlemiş ancak T hücre serilerinde kontrollere göre azalma tespit edilmiştir. Western blot yöntemi ile B ve T hücre serilerindeki PAX5 proteini varlığı tespit edilmiştir. 91 hastada PAX5 geni 5’ UTR bölgesi mutasyonları PCR-dHPLC yöntemi kullanılarak taranmış ancak herhangi bir varyasyona rastlanılmamıştır. Bu bulgular anormal PAX5 artışının B-ALL patogenezinde yeri olmakla birlikte, bu genin özellikle B hücre alt gruplarındaki özgün artışının karakteristik bir belirteç olabileceği düşünülmektedir. hastalığın agresif bir seyir izlediği ve bu hastalarda tedavisiz sürecin kısa, tedavi ihtiyacının yüksek, sağkalımın düsük olduğu bildirilmektedir. Çalşmamızda ZAP70 ekspresyonu pozitif hastaların sitokin içerikleri saptanarak hastalığın seyri ile sitokin değişimleri arasındaki ilişki araştırılmıştır. P-65 Çalışmaya hastalığın ilk evrelerindeki (RAI 0, 1, 2) KLL olguları alınmış, periferik kan T, B, KLL (CD5+CD19+) hücrelerinde ZAP70, IL4 ve IFN- seviyeleri incelenmiştir. ZAP70 pozitif KLL hastaları ile sağlıklı kontrollerin B hücre IL-4/IFN- oranları karşılaştırıldığında ZAP70 pozitif hastalarda arttığı, T hücrelerinde ise sağlıklı kontrol ve ZAP70 negatif grup IL4/IFN- oranlarının ZAP70 pozitif hastalardan düşük olduğu saptanmıştır. ZAP70 pozitif KLL hücrelerinde (CD19-5) IL-4/ IFN- oranı karşılaştırıldığında da ZAP70 negatif hastalara göre yüksek bulunmuştur. Ref. No: 94 MEME KANSERİNDE CD40 GENİ KOZAK DİZİSİ (-1) TEK NÜKLEOTİD POLİMORFİZMİNİN CD40 EKSPRESYONU ÜZERİNE ETKİSİ 1 Yusuf Dölen, 1Güneş Esendağlı, 2Güldal Yılmaz, Nilüfer E. Güler, 1Dicle Güç 3 1 Hacettepe Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü, Temel Onkoloji Anabilim Dalı, 2Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı, 3 Hacettepe Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü, Tıbbi Onkoloji Anabilim Dalı, Ankara GİRİŞ: Bir TNF-reseptör ailesi üyesi olan CD40, çoğunlukla antijen sunan hücrelerde eksprese olmaktadır. CD40, bulunduğu hücrelere aktivasyon ve çoğalma sinyalleri iletir. Birçok kanser hücresinde ifade edilen CD40, normal meme epitelinde tespit edilmezken, meme tümör hücrelerinde yüksek düzeylerde bulunmaktadır. Bu çalışmada CD40 ekspresyon seviyesini etkileyen kozak dizisi (-1C>T) tek nükleotid polimorfizminin (SNP) meme kanseri hastalarındaki dağılımı ve meme kanserindeki CD40 ifadesine etkileri araştırılmıştır. YÖNTEM: Meme kanseri teşhisi konmuş olan 238, ve sağlıklı 89 bireyin periferik kan, parafin dokudan izole edilmiş DNA ve parafine gömülü doku örnekleri kullanılmıştır. Bireylerin polimorfizm profilleri, StyI enzimatik kesimini içeren PCR-RFLP tekniği ile; CD40 düzeyleri, immünhistokimyasal boyama ile analiz edilmiştir. Çapraz tablo istatistikleri için Ki-Kare testi uygulanmıştır. SONUÇLAR: CD40 Kozak dizisi polimorfizmi ile sporadik meme kanserlerine yatkınlık açısından bir ilişki bulunmazken (P=0.98) ailevi meme kanserlerinde CD40 kozak dizisi polimorfizminin diğer genetik faktörlerle birlikte potansiyel bir etkiye sahip olabileceği gösterilmiştir (P =0.05). Öte yandan tümör histopatolojisi ile CD40 reseptörü ifadesinin yaygınlığı ve yoğunluğu ilişkili görülmüş, C alleli içeren genotiplere (CC,CT) sahip hastaların tümörlerinin ise daha yoğun CD40 barındırdıkları tespit edilmiştir. P-66 Ref. No: 97 ZAP70 pozitif hastalarda IL-4/IFN- oranının IL-4 yönünde değişimi hücresel imminütenin yerine hümoral immünitenin baskın olduğunu, hastalığın ileri aşamalarında degişen sitokin profilinin ise enfeksiyonlara karşı mücadelede yetersiz kalabileceğini düşündürmektedir. P-67 Ref. No: 106 BÖBREK TRANSPLANTASYONUNDA FC- VE TOLL BENZERİ RESEPTÖR EKSPRESYONLARININ İNCELENMESİ 2 Rayfe Pehlivan, 2Burak Koçak, 2Aydın Türkmen, Emel Ekşioğlu-Demiralp 1 1 Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi Hematoloji-İmmünoloji Bilim Dalı, 2Memorial Hastanesi, Transplantasyon Ünitesi, İstanbul AMAÇ: Bu çalışmada Kronik Böbrek yetmezliği (KBY) olan hastalarda böbrek transplantasyonu öncesi ve sonrası Toll-benzeri reseptörlerin ve Fc- reseptörlerinin transplantasyon öncesi sonrası immün hücrelerde yüzey ekspresyon düzeylerinin belirlenmesi ve bu yüzey belirteçlerinin, immünolojik reddin hücresel düzeyde erken saptanabilmesinde kullanılıp kullanılamayacağının incelenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Kırkbir KBY hastasının nakil öncesi ve nakil sonrası monosit (CD14+), dendritik hücre (CD209+), lenfosit (CD45+CD14-) ve granülositlerinde, Fc-RI, RIIa ve b; RIII ve Toll benzeri reseptörlerden TLR2 ve TLR4 ekspresyonları incelendi. Ek olarak aktivasyon belirteçlerinden, CD80, CD86 ve HLA-DR de adı geçen hücre populasyonlarında değerlendirildi. İstanbul Mehmet Akif Ersoy Eğitim ve Araştırma Hastanesi Biyokimya Bölümü, 2İstanbul Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü İmmünoloji Anabilim Dalı, 3İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dal, Hematoloji Bilim Dalı, İstanbul BULGULAR: Monosit ve granülosit populasyonlarında, nakil sonrasında FcRIII ekpresyonlarının anlamlı düzeyde azaldığı, monosit populasyonunda ise FcRI ekpresyonunda anlamlı bir artış olduğu belirlenmiştir. Tüm diğer Fc reseptörlerde, TLR’lerde de oran ve ortalama fluoresan yoğunluğu (MFI) olarak azalma olmasına rağmen bu fark anlamlılık seviyesine ulaşmamıştır. Kostimülatör moleküllerin ekspresyonları karşılaştırıldığında CD86 ekpresyonunda bir değişim saptanmazken, CD80 ekpresyonunun nakil sonrası anlamlı düzeyde azaldığı belirlenmiştir (p<0.05). HLA-DR ekspresyonunun incelemesinde, lenfosit populasyonu üzerinde nakil sonrasında iki katına yakın bir artış saptanmıştır. Kronik lenfositik lösemi (KLL) farklı klinik seyirler gösterebilen, lenfosit kökenli bir hastalıktır. Klinik çalısmalarda çok değerli bir prognostik faktör olan ZAP70 ekspresyonu pozitif olgularda SONUÇ: Bu çalışmada tüm hücre gruplarında azalma gösteren FcRIII ve lenfosit populasyonunda artan HLA-DR red takibi konusunda umut verici göstergeler olabilir. KRONİK LENFOSİTİK LÖSEMİ HASTALIK PROGNOZUNDA ZAP70 EKSPRESYON VE IL-4/ IFN- ORANI ARASINDAKİ İLİŞKİ 1 Nilgün Işıksaçan, 2Suzan Çınar, 2Esin Aktaş, Günnur Deniz, 3Melih Aktan 2 1 107 yazar dizini A Abacıoğlu, Hakan 31 Abbas, Abul K. 19 Adın-Çınar, Suzan 86, 87, 93, 102 Adiloğlu, Ali Kudret 98 Akbulut, Gonca 75 Akbulut, H. Handan 54 Akbulut, Handan 100 Akçay, Arzu 106 Akdeniz, Nilgün 86 Akdiş, Cezmi A. 25, 73 Akdiş, Mübeccel 25, 73, 86 Akın, Haluk 95 Akıncı, Esragül 88, 89 Akkoç, Tunç 60 Akkoçlu, Gülgün 92, 99 Akman, Ayşe 96 Akpolat, Nusret 99 Aksoylar, Serap 90 Aksu, Güzide 76, 99, 102 Aksu, Uğur 74 Aktan, Melih 107 Aktaş, Esin 86, 107 Aktaş-Çetin, Esin 73, 74, 86, 102 Aktepe, Orhan Cem 97 Alkan, Şefik Şanal 21 Allroth, Anna 23 Altındiş, Mustafa 97 Altıntaş, Ayşe 64 Amirzargar, Ali Akbar 24 Anak, Sema 106 Aral, Arzu 88, 89, 90 Aral, Latife Arzu 98 Arat, Mutlu 94 Arslan, Ahmet 100 Arslan, Önder 94 Asal, Gülten Türkkanı 94 Aşık, Gülşah 97 Atak, Ayşegül 36, 75, 98 Atalay, Ayfer 52, 77 Atalay, Erol Ömer 77 Atlıhan, Füsun 88, 90 Aydın, Çiğdem 77 Aydın-Sayitoğlu, Müge 106 Aydoğan, Gönül 106 Aydoğdu, Raziye 99 Aysal, Fikret 76, 101 Aytekin, Caner 94 Aytuğar, Emre 87 Ayvaz, Deniz Çağdaş 92, 93, 94, 105 B Badur, Selim 74, 88 Bağış, Haydar 56 Bahçeciler-Önder, Nerin N. 91, 95 Barış, Safa 95 Barlan, Işıl 91, 93, 95 Baştürk, Bilkay 42, 88, 89, 90 Baumann, Ulrich 23 Baykan, Betül 85 Bebek, Nerses 85 Beka, Hayati 74 Berdeli, Afiğ 76 Berktaş, Mustafa 84, 102 Bilgiç-Gazioğlu, Sema 74, 102 Bilgin, Hüseyin 100 Bişgin, Atıl 77, 83, 90, 96, 106 Bodur, Hürrem 88, 89 Borahan, Oğuz 87 Boztuğ, Kaan 23 Bucana, Corazon 79 Budak, Ferah 55 Buderus, Stephan 23 Bulut, Vedat 33 Buyrukçu, Buğra Adil 98 Büyükdoğan, Murat 93, 104 Büyükinan, Muammer 90 Büyüktuna, Seyit Ali 83 C Cabıoğlu, Neslihan 79 Can, Demet 90 Canpınar, Hande 78 Coşan, Fulya 73, 89 Cristofanilli, Massimo 79 Ç Çakiris, Aris 104 Çalışır, Ulaş 84, 102 Çalışkan, Teyde 97 Çamurdanoğlu, Bahar 103 Çavdar, Gülsün 99 Çefle, Ayşe 89 Çelebi, Nevin 75 Çelmeli, Fatih 86, 90, 91 Çetiner, Salih 103 Çetinkaya, Duygu 105 Çetinkaya, Zafer 97 Çıkman, Aytekin 102 Çınar, Suzan 107 Çıplak, Meral 74 Çiçek-Ekinci, Nilüfer 73 Çifcioğlu, M. 96 Çiftci, İhsan Hakkı 97 Çiftçi, Faruk 74 Çilek, Ayşe 75 Çoşkun, Mesut 73 D Dalgıç, Buket 90 Demir, Nesrin 100 Demir, Tamer 100 Demirdal, Ü. Seçil 97 Deniz, Günnur 73, 74, 86, 87, 93, 102, 104, 107 Deymeer, Feza 76, 101 Diestelhorst, Jana 23 Dilek, Nursel 99 Dinçer, Dinç 90 Dinçer, Sibel 98 Direskeneli, Haner 76, 101 Doğu, Figen 94 Dooms, Hans 19 Dölen, Yusuf 107 Durmaz, Asude 95 E Eğritaş, Ödül 90 Ekici, Deniz 77 Ekşioğlu-Demiralp, Emel 41, 76, 100, 105, 107 Elbaşı, Mehmet Onur 100, 105 Er, Halil 97 Erbilgin, Yücel 106 Erdoğan, Deniz 75 Erdoğan, Gülgün 96 Ergun, Mehmet Ali 98 Erikoğlu, Mehmet 104 Erol-Çipe, Funda 94 Erson, A. Elif 51 Erten, Gaye 102 Esendağlı, Güneş 62, 78, 79, 103, 107 Etiz, Pınar 103 F Falay, Mesude 89 G Gemicioğlu, Bilun 73 Genel, Ferah 88, 90 Gertz, E. Michael 23 Glocker, Erik-Oliver 23, 24 Gödekmerdan, Ahmet 99, 100 Gönülateş, Nurettin 98 Gözaydın, Ayhan 92, 99 Gözüaçık, Devrim 40 Grimbacher, Bodo 23, 24 Gross, Olaf 24 Güç, Dicle 38, 78, 79, 103, 107 Güdücüoğlu, Hüseyin 84, 102 Gül, Ahmet 73 Güler, Nilüfer E. 107 Gülez, Nesrin 76, 99, 102 Gülmen-İmir, Nilüfer 73 Gülşen-Parman, Yeşim 76 Gümrü, Birsay 87 Gümüşlü, Saadet 85 Güneş, A.Tahsin 99 Güray, Merih 79 Gürel-Polat, Nuray 74, 88 Gürkan, Fuat 86 Gürol, Ali Osman 102, 104 Gürsoy, Selen 88 H Hafızoğlu, Demet 91 Hannesschläger, Nicole 24 Hatırnaz, Özden 106 Hätscher, Nadine 23 Hennigs, Andre 24 Hitzler, İris 74 Hortobagyi, Gabriel 79 Hoyer, Katrina 19 I-İ Işıksaçan, Nilgün 107 İkincioğulları, Aydan 94 İlhan, Fulya 53, 99, 100 İnan, Dilara 83 İslam, Rabiul 79 İşler, Mehmet 98 İyibozkurt, Cem 88 J Jamal, Sarah 24 Jonsson, Roland 20 111 K Ö Ş Kalaycı, Ömer 34 Kalayoğlu-Beşışık, Sevgi 26 Kansu, Emin 78, 103 Karabulut, Aydın 100 Karaca, Emin 95, 99 Karaca, Mustafa 83, 84 Karaca, Neslihan 76, 99, 102 Karakoç, Elif 93 Karakoç-Aydıner, Elif 91, 95 Karakuş, Resul 75 Karasu-Tezcan, Gülsün 91 Kargı, Ayşegül 77, 83, 84, 106 Kargı, Bülent 106 Karkucak, Mutlu 91 Kasapoğlu, Pınar 104 Katzman, Shoshana 19 Kavuncu, Vural 97 Kaya, Hatice 74 Keleş, Sevgi 91 Kılıç, Sara Şebnem 46 Kılıç, Şebnem 91 Kibaroğlu, Alpaslan 105 Kiran, Bayram 74 Klein, Christoph 23 Kocacık-Uygun, Dilara F. 75, 86, 91 Kocacık-Uygun, Dilara Fatma 73 Koçak, Burak 107 Kohler, Esther 74 Koletzko, Sibylle 23 Kotlarz, Daniel 23 Koyu, Ahmet 98 Kökçam, İbrahim 99 Köksoy, Sadi 91 Köse, Şükran 92, 99 Kreipe, Hans 23 Kumar, Sushil 78 Kuşkonmaz, Barış 105 Küçüksezer, Umut Can 73, 86, 102, 104 Kütükçüler, Necil 76, 99, 102 Ökten-Kurşun, Ayşe 104 Önel, Mustafa 74 Özbayrak, Semih 87 Özbek, Erhan 88, 90 Özbek, Uğur 85, 100, 106 Özcan, Muhit 94 Özçağlar, Hasan 85 Özdemir, Aslı 104 Özdemir, Cevdet 91, 95 Özdemir, Evren 103 Özdemir, Özkan 85, 100 Özdemirli, Sinem 106 Özen, Ahmet 95 Özet, Gülsüm 89 Özgün, Osman Denizhan 98 Özgüner, Fehmi 98 Özkan, Suavi 93 Özkınay, Cihangir 95 Özkınay, Ferda 90, 95, 99 Özsu, Elif 88 Öztürk, Öznur 84 Şahin, Ayşegül 79 Şahin, Burcu 85 Şanlıoğlu, Salih 77, 106 Şengül, Ali 43 Şenol, Altuğ 98 L Lacher, Martin 23 M Malam, Zeenat 85 Manguiat, Annabelle 24 Marshall, John 85 Mavi, Nurhan 106 Meriç-Bernstam, Funda 79 Mete, Sibel 78 Morandi, Paolo 79 Murugan, Dhaarini 23 Muşabak, Uğur 65 Mutlu, Derya 73 Müler, Anne 74 N Nabavi, Mohammad 24 Noyan, Fatih 23 Nustede, Rainer 23 O Obalı, Duygu 86 Oflazer, Piraye 76, 101 Okutan, Özlem 91 Onat, Ahmet Mesut 100 Onay, Hüseyin 95 112 P Pakbaş, İlker 98 Parman, Yeşim Gülşen 101 Pehlivan, Rayfe 107 Pekiner, Filiz 87 Pekun, Fugen 106 Perro, Mario 23 Pfeifer, Dietmar 23, 24 Plebani, Alessandro 24 Polat, Hasan Hüseyin 83, 96 Polat, Meltem 94 R T Tahami, Fariba 24 Tan, Çağman 94 Tanır, Sevgen 91 Terzioğlu, Ender 96 Tezcan, İlhan 92, 93, 94, 105 Timur, Çetin 106 Toktay, Türker 104 Tombuloğlu, Murat 95 Tulunay, Aysın 100, 105 Turhan, Özge 83 Turul-Özgür, Tuba 92, 93, 94, 105 Türe-Özdemir, Filiz 76 Türken, Melda 92, 99 Türkkanı, Asal 93 Türkkanı-Asal, Gülten 92, 93, 105 Türkmen, Aydın 107 Tüzün, Erdem 101 U-Ü Uyar, Yavuz 88 Ünver, Neşe 78, 79 Üstek, Duran 73, 104 V Veelken, Hendrik 24 Veen, Willem van de 25 Villarino, Alejandro 19 Reisli, İsmail 48 Rezaei, Nima 24 Ruland, Jürgen 24 W S Y Saba, Rabin 83 Safran, Nurhas 74, 88 Sallakçı, Nilgün 75, 86 Salman, Fatih 86, 102, 104 Salzer, Ulrich 23, 24 Samad, Tariq Zeki Abdul 78 Sanal, Özden 92, 93, 94, 105 Sarı, Sinan 90 Saruhan-Direskeneli, Güher 76, 101 Sauer, Martin 23 Sauerbrey, Axel 23 Savaş, Burhan 77, 83, 84, 106 Savlı, Hakan 50 Sayı, Ayça 74 Sayın, Nurten 75 Schäffer, Alejandro A. 23, 24 Schwendener, Reto 78 Segal, Anthony W. 23 Senger, Süheyla Serin 99 Serin, Ertan 99 Shah, Neil 23 Singh, Mahavir 74 Snapper, Scott B. 23 Soguksu, Pınar 74 Soğuksu, Pınar 88 Soysal, Ahmet 28 Stanic, Barbara 25 Sykora, Karl-Walter 23 Yakut, Tahsin 91 Yalçın, Arzu Didem 77, 83, 84, 85, 90, 96, 106 Yaman, Akgün 103 Yaman, Görkem 25, 84, 102 Yanıkkaya-Demirel, Gülderen 87, 102 Yavaş, Sibel 92 Yavuzer, Uğur 73 Yazıcı, Ayten 89 Yazıcı, Çağla İkbal 86, 87 Yeğin, Olcay 73, 75, 86, 90, 91, 96 Yeşilipek, Akif 91 Yeter, Bahtınur 91 Yıldız, İnci 91, 106 Yıldız, Sanem 77 Yılmaz, Abdullah 74 Yılmaz, Güldal 78, 107 Yılmaz, M. Temel 104 Yılmaz, Vuslat 76, 101 Yılmazer, Barış 89 Yoldaş, Özlem 97 Yücesan, Emrah 85 Warnatz, Klaus 24 Woellner, Cristina 23, 24 Z Zekiroğlu, Esma 86 Zouali, Moncef 22