The Wise - Sayı 2

Transkript

The Wise - Sayı 2
The Wise Editor
Tanrıça’ya Selam Olsun...
-
Sana teşekkür etmek istiyorum, Hasan.
-
Neden Feride?
-
Biliyor musun benim annem de çevirmendi ve
yazları Bodrum’a geldiğimizde sahilde gün boyu çeviri
yapardı. Ben de onunla dalga geçerdim, yahu gelmişsin
tatile halen çeviri yapmak için uğraşıyorsun diye ve bugün
sahilde çeviri yapan bendim. Deli gibi rüzgar esiyordu,
ama ben yine de bitirmeye çalışıyordum çevirimi ve biliyor
musun, bugün benim annemin ölüm yıldönümü. Yukarıdan
bakıp, bu kız bana söylendi söylendi; şimdi kendisi neler
yapıyor öyle diyordur… Ama sana çok teşekkür ederim bu
fırsatı yarattığın için…
Bu sayımızda okuyacağınız “Kara Tren Gecikir, Belki Hiç
Gelmez” yazısının çevirmeni sevgili Feride Sabuncuoğlu
bunları söylüyordu telefonda bana. Tatil falan dinlemeyip
görev aşkıyla kendini çeviriye vermesini takdir etmekle
birlikte, Feride’nin bunları hissetmesinden ve böyle
özel bir gün yaşamasından çok mutlu oldum. Eminim
izlediği yerden annesi de aynı mutluluğu hissetmiştir.
İzledikleri yerden atalarımız da bizlerle gurur duyuyorlardır
umarım. Ataları onurlandırmak, varoluşlarını anmak,
yaptıklarına ve yapmaya çalıştıklarına saygı göstermek
ve gerçekleştirmeye çalıştıkları misyonu sürdürebilmek…
Biliyor musunuz bunları yaparak aslında kendi varlığımızı
onurlandırırız; kendi yaşamlarımızı zenginleştiririz; Dünya
ile bağlarımızı güçlendiririz. Modern yaşam bizleri bu
çok önemli değerlerden uzaklaştırdı ve unutturdu. Ama
yine biliyor musunuz ki yaşadığımız sorunların çoğunun
temelinde, dünya ile bağımızın zayıflaması; köklerimizin
güçsüzleşmesi yatıyor. Oturup sabah akşam meditasyon
yaparak bu bağı güçlendirmeye çalışabiliriz, ama eninde
sonunda aynı yere döneriz. Çünkü yapmanız gereken
“şifalandırmak” değil, “onurlandırmak”tır ve sadece anne
babanızı da değil; varoluşuna etki eden tüm atalarınızı. Peki
nasıl mı yapacaksınız bunu? Size ben bir reçete sunamam.
Sadece niyetinizi koyun, evren size bir yol sunacaktır.
“The Wise”ın ikinci sayısı da bir onurlandırma, bir saygı
duruş, ama bir yandan bir yeniden doğuşu karşılama aynı
zamanda. Bir zamanlar gezegenimizde önplanda olan ve
medeniyetlerin gelişiminde başrolü oynayan Tanrıça’ya,
Tanrıça’mıza, annemize, eşimize, dişi enerjiye bir saygı
sunusu.
Dişi enerji, ataerkil toplum yapısı ve erkek enerjinin
dengesiz yükselişiyle önce geri plana itildi, sonra baskılandı
ve nerdeyse yokedilmeye çalışıldı; ama artık onun geri
dönüşünün zamanı geldi. Dişi enerji olmadan, eril enerjinin
nasıl dengesizleştiğini ve gezegenimizi ne hale getirdiğiniz
gördük. Savaşlar, katliamlar, cinayetler… aldı başını gitti;
karmakarışık ve acı dolu bir dünya yarattık. Birbirinden korkan,
korktukça daha da saldırganlaşan; birbirini düşman belleyen
ve o düşmanları altetmek için nice planlar yapan varlıklara
dönüştük. Ama artık ruhlarımız kaldırmıyor bu düzeni, böyle
bir dünyada yaşamayı istemiyoruz. Herkesin dilinde “Barış”
var ve “Barış”ın yolu da Tanrıçanın Tanrıyla, dişinin erkekle,
Yin’in Yang’la, sağ beynin solla bütünleşmesinden geçiyor;
ama bunun için de önce “Tanrıça’nın insanlığa yeniden
bedenlenmesi” gerekiyor.
İşte bu yüzden dünyamızda içsel yolculuklarına çıkan; barışı
arzulayan ve bunun için de öncelikle kendi içsel barışlarını
sağlamaya çalışan ruhların sayıları katlanarak artıyor. Artık
reddedişin değil, kabullenişin; bastırmanın değil, sarılmanın,
ötelemenin değil, birlikte kolkola olmanın zamanı…
Biz de “The Wise” olarak bu sürece, elimizden geldiğince,
yazılarımız aracılığı ile katkıda bulunmaya çalışıyoruz.
Umarım ikinci sayımızdaki yazılarımızla yaşamlarınıza
dokunabilir ve bu yolculukta yalnız olmadığınızı; hep birlikte
kolkola yürüdüğümüzü hatırlatabiliriz…
Tanrıça’ya saygılarımızla…
The Wise
İçindekiler
The Wise Feature
Burak Eldem 8
Öner Döşer 12
Venüsün Geri Dönüşü
Erhan Altunay
18
Hathor ve Isis : Mısır’ın Büyük Tanrıçaları
22
Dünyayı Kadınlar Kurtarabilir mi ?
Tanrıçanın Dönüşü
Sonsuz , Burak Eldem ,
Cem Şen The Wise Soul
A. Kerim Soley 28
Bir Varoluş Felsefesi Olarak Sufizm
Zeynep Sevil Güven
32
Varolan Herşeye %100 Evet
Hasan “Sonsuz” Çeliktaş 36
Arayarak Bulmazsın
Hasan “Sonsuz” Çeliktaş 38
Evrensel Sipariş Verme Sanatı
Dost Can Deniz 39
Aferim Evlat
Gülüm Omay 40
Olmak Mı?Gibi Olmak mı?
The Wise Life
Hakan Arabacıoğlu 43
Neden Bazı İlişkiler Yürümez
Hasan “Sonsuz” Çeliktaş 44
Terör ve Spirtüel Camia
Berna Köker
48
Supermanyada Süper Anne
Filiz Baştüzel 50
İlk Şok
Hasan “Sonsuz” Çeliktaş 52
Ama Ruhlarımız Geride Kaldı
Aycan Aşkım Saroğlu 54
Göbeklitepe: Dünyanın İlk Tapınağı
Burak Eldem
58
Shemsu-Hor: 5.000 Yıllık Bir Peri Masalı
Seyit Aydoğmuş
66
Kara Tren Gecikir Belki de Hiç Gelmez
Pelin Özdoğru
70
Efsanevi Gümüşlük
The Wise Mystery
The Wise Yazarlar
The Wise Yayıncı ve Editör
Hasan “Sonsuz” Çeliktaş
The Wise İngilizce Editörü
Beatrice Vanni
The Wise Çeviriler
Feride Sabuncuoğlu
Nur Banu Uğurlu
Sibel Oltulu
Selin Kartal
The Wise Tasarım
Tuğçe Gerek
The Wise Yazarlar
A. Kerim Soley
Aycan Aşkım Saroğlu
Berna Köker
Burak Eldem
Cem Şen
Dost Can Deniz
Erhan Altunay
Filiz Baştüzel
Gülüm Omay
Güzin Yener
Hakan Arabacıoğlu
Öner Döşer
Pelin Özdoğru
Seyit Aydoğmuş
Zeynep Sevil Güven
The Wise Website
www.thewisemag.com
[email protected]
SPONSORED BY
Hasan Sonsuz Çeliktaş 1976’da Mersin’de doğdu. Toros Lisesi’nin ardından Ankara Üniversitesi
İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nü bitirdi. 5 yıl süren üniversite araştırma
görevlisi kadrosundan ayrıldıktan sonra kendini derKi’ye ve yazmaya verdi. Halen derKi
dışında, Esquire, Cosmopolitan ve Yeni Aktüel dergilerinde yazıyor. “Bu spiritüalizm ne ola
ki?” ve “Birileri kadınlarımızı fena kandırıyor” adlı iki kitabı mevcut. Yazar, evli ve iki çocuk
babasıdır.
Burak Eldem , Boğaziçi Üniversitesi Turizm Yöneticiliği ve ardından da Marmara
Üniversitesi İşletme Fakütesi’ni bitirdi. 1984 yılından bu yana gazetecilik ve yazarlık
yapıyor. Stüdyo İmge ile başlayan dergicilik serüveni, Dönemli Yayıncılık’ta (Gergedan) ve
Karacan Yayınları’nda (Playboy) sürdü. Gazeteciliği, 1987-95 yılları arasında çalıştığı ve
“okul” olarak nitelediği Cumhuriyet’te öğrendi. Çok sayıda dergi ve gazeteye yazı yazdı,
TRT televizyonuna ve özel radyolara program hazırladı, bir dönem müzik endüstrisinde
de görev aldı. 2003 Temmuz’unda yayımlanan “’2012: Marduk’la Randevu” adlı kitabıyla
“Saklı Tarih” adını verdiği üçlemenin ilk adımını attı. Dizinin ikinci kitabı “Fraternis: Kayıp
Kitaplar, Gizli Kardeşlik”, 2006 Nisan’ında, üçüncü kitabı “Kozmik Okyanus” ise 2011’de yayınlandı “Seni
Tılsımlar Korur” (2004) ve “Günbatımı Fandango” (2007) adlı, birbirini tamamlayan ya da birbirine eklemlenen
iki romanı bulunuyor.
Aycan Aşkım Saroğlu İngiliz Dili ve Edebiyatı Mezunu. Hürriyet Vakfı’nda gazetecilik eğitimi
aldı. Sırasıyla TV’de 7 Gong, Hürriyet Dış Haberler, Gezi Traveler, Aktüel dergilerinde; Akşam
ve Habertürk gazetelerinde çalıştı. Tam onyedi yıllık gazeteci, doğduğundan beri spritüel.
“Kum Saatinden Ezoterik Manzaralar” adında bir kitabı mevcut. derKi.com’da düzenli olarak
yazmaya devam ediyor.
Öner Döşer İstanbul doğumludur. Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi İş İdaresi
Bölümü mezunudur. Dört kuşaktan beri süre gelen aile geleneğini bozmayarak, tatlı
mecburiyetler sonucunda başladığı ticaret hayatını, bu başlangıçtan tam 20 yıl sonra, 2003
Haziran ayında, gençliğinin büyük bir bölümüne ev sahipliği yapmış olan Kapalıçarşı’dan
ayrılarak noktaladı. Bu tarihten itibaren sadece gönülden sevdiği astrolojiyle ilgilenmekte,
astroloji danışmanlığı ve eğitmenliği yapmaktadır. Astroloji Okulu’nun kurucusu olan Öner
Döşer’in, şu ana kadar yayınlanmış sekiz kitabı bulunmaktadır:
Filiz Baştüzel received a bachelor’s degree in International Relations from Middle East Technical
University in Ankara, Turkey. She has worked in managerial positions in several multinational
companies, and for the past seven years, worked as a European Union (EU) Funds Consultant.
She has experienced and investigated different types of healing, energy transformation and
consciousness techniques and teachings. Filiz has used her experiences to heal herself and
others, and now works as a teacher and therapist in Istanbul, Ankara, Adana and Izmir, Turkey.
Zeynep Sevil Güven şifacı ve eğitmendir. 1994 yılında merkezi Tel-Aviv’de bulunan “The
İsraeli College for the Alternatif&The Complementary Medicines” Okulunun Shiatsu
Bölümü’ne kayıt oldu. Söz konusu okulda, Geleneksel Çin Tıbbı ve Akupunktur başta olmak
üzere, pek çok alternatif tıp dalında temel kurslar ve derin eğitimler konularında eğitim aldı.
1999 ocak ayından başlayarak spiritüel şifa alanında profesyonel olarak çalışmaya başladı.
Güzin Yener 1977’den beri Hatha Yoga yapıyor.
Dinler tarihi, Uzakdoğu felsefeleri özellikle Mahayana
ve Zen üzerine çalışmalar yaptı. Krishnamurti’yi
ve “Dördüncü Yol” düşüncesini derinliğine inceledi;
Sufizm konusundaki araştırmalarına yaşam boyu
kaydıyla devam ediyor. Siyasal Bilgiler Fakültesi,
Basın ve Yayın Yüksek Okulu (bugünkü İletişim
Fakültesi), 1974 mezunu. Basılmamış iki kitabı ile deneme ve makaleleri
var. Vakit buldukça klasik müzik ve caz dinliyor; tai c’hi, c’hi kung... ve diğer
çalışmalarına devam ediyor.
Cem Şen 1968 yılında doğdu. 1987 yılında Zen
Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören
ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in
asistanlığını yaptı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve
dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük
bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir.
1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003
yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem
Şen’in 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.
Pelin Ozdogru studied Classical Archaeology and received a
master’s degree in Cinema and Communication. She worked as
a film critic for some years with the press. Pelin always had an
interest in spiritual growth and issues of childhood. Living in a
Mediterranean town in southern Turkey, Pelin writes, thinks and
tries to develop her spiritual life.
A. Kerim Soley 1977’den beri Hatha Yoga yapıyor. Dinler
tarihi, Uzakdoğu felsefeleri özellikle Mahayana ve Zen üzerine
çalışmalar yaptı. Krishnamurti’yi ve “Dördüncü Yol” düşüncesini
derinliğine inceledi; Sufizm konusundaki araştırmalarına yaşam
boyu kaydıyla devam ediyor. Siyasal Bilgiler Fakültesi, Basın ve
Yayın Yüksek Okulu (bugünkü İletişim Fakültesi), 1974 mezunu.
Basılmamış iki kitabı ile deneme ve makaleleri var. Vakit
buldukça klasik müzik ve caz dinliyor; tai c’hi, c’hi kung... ve diğer çalışmalarına
Dost Deniz MareFidelis’in kurucusu ve baş danışmanı, ve bir
çok danışman, koç ve terapist yetiştirmiş olan ABD’deki Gestalt
Institute Of Cleveland, Organizations & System Development
Center’ın öğretim görevlilerindendir. Dost Deniz’in ilk kitabı
“Cesur Sorular” Kasım 2003’te yayınlanmış ve en çok satan
kitaplar arasına girmiştir.
Berna Köker 1971 Ankara doğumlu. Hacettepe
Üniversitesi Işletme Bolümü mezunu. 1990 yilindan
beri spiritüel konularla ilgileniyor. 1996 yılında
ilk aşamasını, 2001 yılında hocalığını aldığı Reiki
eğitimine hala devam ediyor.
Hakan Arabacıoğlu İşi, insanların kendilerine
hiç sormadıkları soruları sormak. Ve böylece hiç
bakmadıkları gibi bakmalarını, hayallerine doğru yeni
adımlar atmalarını sağlamak. Boğaziçi Üniversitesi
İşletme bölümü mezunu. Ford Otosan, P&G gibi
firmalarda çalıştıktan sonra hayallerindeki işi bulup
profesyonel koçluk yapmayı seçti. Web sitesinde
bildiklerini, keşfettiklerini ziyaretçileri ile paylaşıyor.
Hayali herkesin keyif içinde yaşadığı bir dünya.
Bea Vanni builds collaborative partnerships to crack the
code to self-publishing and online visibility challenges. She
partners with spiritual creatives who are non-fiction authors,
educators and multipreneurs gifted to share spiritual, health,
or how-to business content. As the Solution Master, Bea
provides hands-on remedies for your publishing quandaries
with her years of experience as a copy editor, writer, project
manager and certified author’s assistant. Her enthusiasm for
her partners’ projects produces solid results and implements Remarkable Solutions.
For a consult, reach Bea at http://www.remarkablesolutions.com.
Seyit Aydogmus, MD, comes from Gaziantep, Turkey and lived
Erhan Altunay İstanbul doğumludur. Saint Joseph
Fransız Lisesi’ni bitirdikten sonra Hacettepe
Üniversitesi’nde
Nükleer
Enerji
Mühendisliği
okumuş, konuyu öğrendikten sonra para kazanmak
gerekliliğinden Marmara Üniversitesi’nde İşletme
master’ı yapmıştır. Bu yüzden de hayatını dış ticaretten
kazanmaya çalışmaktadır. Yıllarca TRT Radyo-3’te
Aykut Sporel, Sezen Cumhur Önal, Engin Arman, Faruk
Yener gibi ustaları hayranlıkla dinledikten sonra, radyoculuk ile Yapı Radyo’da
tanışmış olup orada dört yıla yakın bir süre “Vanilya ve Çikolata” , “...Ve
Jazz” gibi jazz programları ile “Troubadour” ve “Barocco” gibi klasik müzik
programları ve “Kleopatra’nın Burnu” gibi mitoloji programları hazırlamıştır.
Yapı Radyo’nın yayın hayatına veda etmesi ile Troubadour programını Açık
Radyo’ya, Vanilya ve Çikolata’yı da Radyo 92nokta3’e taşımıştır. Daha sonra
Radyo Kozmos’ta Troubadour’u ve Vanilya ve Çikolata’yı devam ettirmiş,
Feride Sabuncuoglu
Alem FM’de de “Deniz ve Mehtap” isimli bir program yapmıştır.
Translator
in Northern Cyprus for his formative years. He is an ENT
surgeon who graduated from Istanbul University, Cerrahpasa
Medical Faculty in Otorhinolaryngology. Dr. Aydogmus now
works in a private hospital in Istanbul, Turkey. He is married
with two daughters and enjoys outdoors sports, motobikes and
parachuting.
Nur Banu Uğurlu
Translator
Sibel Oltu
Translator
Sibel Oltu
Translator
Tuğçe Gerek
Graphic Designer
The Wise Kapak
Burak Eldem
[email protected]
G
örece hayli yakın zamanlara dek, insan uygarlığının erken
evreleriyle ilgili anlayışımız, şehirleşmenin dördüncü binyıl
sonlarındaki Sumer ve Mısır kent-devletleriyle başladığı
görüşü üzerine kurulu, genel kabul gören bir modelle sınırlıydı.
1900’lerin başlarında birçok saygın bilim adamı, Eridu, Nippur ve
Ur’un “kent” olarak adlandırılabilecek ilk insan yerleşimleri olduğuna
ve bunları Nil Vadisi boyunca dizilen Memphis, Thebes, Heliopolis
gibi kentlerin izlediğine inanıyordu. Bu büyük kadim uygarlıkların
öncesine ait tüm sosyal örgütlenmeler, üzerinde “tarih öncesi” yazan
büyük bir kutunun içine yerleştirilmişti.
O halde tarih, neydi; ya da meseleyi doğru biçimde ortaya
koyarsak, tarih ve “tarih öncesi” arasındaki ince çizgiyi hangi
ölçüt belirliyordu? Yerleşmiş düşünceye göre ana kriter, insan
aklının en etkileyici ürününün, yani yazının geliştirilmesi ve
yoğun biçimde kullanılmaya başlamasıydı. Arkeologların
o dönemde bulabildikleri en eski yazı örnekleri Güney
Mezopotamya’nın Sümerlerine aitti ve Mısır’daki çağdaşları
neredeyse aynı zamanlarda o büyüleyici Medu-Neter’i ya
da Helenlerin verdiği adla “hiyeroglifleri” geliştirerek, onları
izlemişti.
Bu nedenle, Sümeroloji uzmanı Samuel Noah Kramer,
Mezopotamyalıları çok önemli icatlarla taçlandıran ünlü kitabına
“Tarih Sümer’de Başlar” adını vermişti. Kramer’i Sümerlerin
modern insan uygarlığının öncüsü olduklarını düşünmeye
yönlendiren şey, yalnızca hecelere dayalı bu yazı sisteminin dahice
tasarlanması değildi; tarihin kozmogoni ve kozmolojiden ilk eğitim
sistemine ve ilk yasal düzenlemelere dek birçok konudaki “ilk”lerini
bu halka mal etmişti kitabında. Dolayısıyla onun düşüncesine
göre “verimli hilal”in en güney uçlarında yer alan topraklar, tarihin
başladığı yerlerdi.
Sümer ve Mısır uygarlıklarının öncesinde kurulan tüm insan
yerleşimleri (yazıyı icat edemedikleri için) tarih öncesine aitti ve
bunlar yetenekli, çalışkan ama bir biçimde “ilkel” çiftçi kabilelere
ev sahipliği yapan basit tarım köylerinden ibaretti. Kapsamlı bir
kozmoloji ve kozmogoni anlayışı ancak yüksek soyutlama düzeyi
ve gelişmiş bir sembolizme sahip toplumlarda ortaya çıkabilirdi ki,
pre-neolitik dönemin bu niteliklerden yoksun insanları, yalnızca,
doğanın bilinmeyen güçlerinden duyulan korku ve boş inançlar
üzerine kurulu basit bir “totemizm” geliştirebilmişlerdi.
Derken, 1960’ların başında, Sümer ve Mısır’dan daha eskilere
ait dönemlerin insanlarıyla ilgili görüşlerimizi güçlü biçimde
etkileyebilecek bir şey oldu: Ünlü bir İngiliz arkeoloğu, James
Mellaart, Orta Anadolu’da etkileyici “kentleşmesi” ve üst düzey
sosyal örgütlenmesiyle bilim çevrelerini şaşkınlığa düşüren, geniş
bir neolitik yerleşimin kalıntılarını çıkarmıştı ortaya. Konya’nın
Çumra ilçesi yakınlarındaki bu yerleşimin adı, Çatalhöyük’tü.
Sürmekte olan kazılardan gelen verilerin ışığında yapılan ilk
araştırmanın ardından, Çatalhöyük yaklaşık olarak İ.Ö. 7500-5700
arasına tarihlendi ki bu, yerleşimin Sümer kentlerinden en az dört
bin yıl daha eski olması demekti.
Eskiliğinin ötesinde site, o güne dek keşfedilen neolitik kentler
içinde en iyi korunmuş olanıydı. Ama Mellaart’ı en çok etkileyen
şey ne bu neolitik kentin nüfus yoğunluğu (10,000 dolayında insanı
barındırdığı tahmin ediliyor) ne de yayıldığı geniş alan olmuştu.
Çatalhöyük’ün büyüleyici yanı, şaşırtıcı derecede gelişmiş duvar
resimleri ve yerleşimi inşa eden gizemli insanların “kültürleri”ni
yansıtan çok sayıdaki figürinlerde saklıydı.
Mellaart’ın “Çatalhöyük kültürü”nün belirleyici unsurlarını spiritüel
karakteriyle birlikte keşfetmesi, fazla zamanını almayacaktı.
Yerleşimin birçok bölümünde gün ışığına çıkarılan, birbirine benzer
görünümdeki çok sayıda figürin, zaman içinde buranın sakinlerinin
doğum, ölüm ve evrenin temel ilkeleriyle ilgili düşünceleri
hakkında kapsamlı bir fikir vermeye başlayacaktı. Aralarında şu
ünlü “oturan- doğuran kadın” heykelciğinin de bulunduğu söz
konusu figürinler, “kült objesi” olabilecek her tür diğer bulguyu
gölgede bırakarak, belirgin bir dişil ilahi güç çevresinde oluşmuş
bir dünya görüşünü ortaya koyuyordu. “Kutsal odalar”ın iç
duvarlarındaki betimlemeler, “yaşamın yenilenmesi” ve bitmeyen
doğum-ölüm-yeniden doğum döngüleriyle bağlantılı, hamilelik ve
“rahim”i evrenin yaşam veren kaynağı olarak işaret eden spiritüel
kavramlar üzerine yoğunlaşmış gibi görünüyordu. Çatalhöyük
insanları, bugün “Ana Tanrıça Kültü” dediğimiz inanç sistemini ilk
geliştirenlerden biriydi.
Çoğu bilim adamı altmışlı yıllardan itibaren Mellaart’ın
çalışmalarını izleyerek, yalnızca Çatalhöyük’te değil, Anadolu,
Kuzey Mezopotamya ve hatta batıda Balkanlar ve Doğu Avrupa’ya
dek uzanan geniş alanda ortaya çıkmış pre-neolitik yerleşimlerdeki
tanrıça kültünün genel karakteristikleri üzerinde yoğunlaşmaya
başladı. Artık tarihçilerin önündeki masanın üzerinde, bazı temel
ilkeleriyle birlikte eşsiz bir evren anlayışına sahip bir kültür
yer almaktaydı. Söz konusu önemli bilim insanları arasında,
yetmişlerin sonlarında atalarımızın spiritüel yaşamlarına ışık
tutan yoğun araştırmaların öncüsü olmuş, ünlü Litvanyalı arkeolog
Marija Gimbutas’ın adını mutlaka belirtmemiz gerekiyor.
Bunca az ipucuyla, parçaları dört bir yana dağılmış bir büyük
bulmacayı çözmek hiç de kolay altından kalkılır bir iş değildi; ama
Gimbutas ve meslektaşları, erken neolitik ile Bronz Çağı arasındaki
boşluğu doldurmak için çalışan tarih öncesi uzmanlarının yoğun
çabalarına katkıda bulunabileceğiumudu veren bu karmaşık resmi
çözme çalışmalarına, bir noktadan başlamak zorunda olduklarını
biliyorlardı. Yapılacak ilk iş, bazıları bizzat Gimbutas tarafından
yapılan çok sayıda kazıda ortaya çıkarılmış devasa boyutlardaki
veriyi elden geçirip, kategorize etmekti. Gimbutas Balkanlar ve
Yunanistan’dan Ege Adaları’na ve Anadolu’ya dek uzanan bir
coğrafyada onyıllar boyunca çalışmıştı ve bu yoğun emek ona,
“Tanrıça’nın Dili”, “Tanrıça’nın Uygarlığı” ve “Yaşayan Tanrıçalar”
gibi anıtsal önem taşıyan kitaplarında kullanabileceği değerli
malzeme birikimini sağlamıştı.
Gimbutas’ın çalışmalarının sağladığı değerli katkıyla birlikte ortaya
çıkmaya başlayan resim, binlerce yıl önce neolitik düşünürlerce
geliştirilip kullanılan sembolojinin karanlıktaki bölümlerine ışık
tutarak tarih öncesi dönemlere ilişkin düşünce ve anlayışımızdaki
boşlukları doldurmaya yardımcı oldu. Bu, insan tarihin en eski
kozmoloji ve inancını yeniden ortaya çıkarmak demekti; daha azı
değil.
Ana Tanrıça ya da daha doğru olarak Gimbutas’ın ortaya koyduğu
biçimiyle “Evrensel Tanrıça”, günümüzden yaklaşık on bin yıl
öncesinde Eski Dünya’da yeşermeye başlayan neolitik köylerin
insanlarına göre, her şeyin kaynağıydı. O, evrenin özüydü; yaşamı
oluşturan ve koruyandı. Doğanın kendini yenilemesi aracılığıyla
bütün sistemin sürekli olarak evrilmesini sağlayandı. O, “bir ve
tek”ti ama heterojen bir evrenin değişik güçlerinin manifestosu
niteliği taşıyan farklı görünümleri içinde barındırıyordu; dolayısıyla
bu karmaşık sistemi bir bütün halinde birleştiren o görünümlerin
her birini vurgulayan, farklı lakapları vardı. Bununla birlikte, karışık,
sezilmesi zor ve fiziksel evrenin özünden ayrı tutulan “soyut”
bir varlık da değildi: Görünen ve görünmeyen tüm bileşenleriyle,
evrenin ta kendisiydi o; ne daha azı, ne de daha fazlası.
Doğu Avrupa, Balkanlar, Ege Adaları ve Anadolu’daki erken
neolitik toplumlar üzerine yapılan çalışmalar, bunların sosyal
organizasyonlarıyla ilgili de oldukça değerli ipuçları sağladı.
Eski yerleşimlerdeki düzen yalnızca cinsiyetler arası mutlak
eşitliği içermekle kalmıyor, dişil nitelikleri de yüceltiyordu – bu,
Gimbutas’ın “matrist” ya da “matrifocal” (anne merkezli) adını
verdiği ve spiritüel yaşamın liderliğini kadınların üstlendiği bir
düzendi. En dikkat çeken nokta, bu
erken toplumların kesinlikle barışçı
bir karaktere sahip olmalarıydı:
Savaşın, silah üretiminin ya da
düzenli bir “savaşçı yetiştirme”
sisteminin varlığına ilişkin en
küçük bir iz bile bulunamamıştı
kazılarda. Mutlak bir eşitlik
içinde birlikte çalışıyor, üretiyor,
hasat yapıyor ve ortaklaşa
paylaşıyorlardı.
“Tanrıça Halkı”nın barışçıl
yaşamı, kritik bir kırılma
noktasının ortaya çıkmasına dek,
binlerce yıl sürdü: Asya’nın orta ve
kuzey bölgelerindeki steplerden
gelen yeni ve yabancı halklar,
ülkelerini ve topraklarını işgal etmeye
başlamıştı. Bu yeni göçmenlerin
metal silahları vardı, ata binmeyi
biliyorlardı ve güçlü savaşçı niteliklere
sahiptiler.
Kendileri de benzer bir savaşçı birlik sistemi oluşturup aynı
yöntemlerle direnmediği sürece, neolitik kentlerin naif insanlarının
bu bitmek bilmez akın ve işgallere fazla dayanabilmeleri mümkün
değildi; dolayısıyla bilinen dünyanın görünümü, şiddet yanlısı,
erkek-egemen değerlerin lehine, hızla değişmeye başlayacaktı
artık. Bu aynı zamanda, seven, koruyan, şefkatli Ana Tanrıça’nın
barışçı egemenliğinin de sonuydu; gazap dolu, kıskanç, cezalandırıcı
eril tanrılar, onun yerini almak üzere sahnede beliriyorlardı.
“Tarih çağları” adıyla andığımız son beş bin yıl, kültürümüze her
anlamda ağırlığını koyan ve elbette kadınların sosyal statüsünü
düşürürken tanrıçanın rolünü de buna paralel olarak arkaya
itmekle işe başlayan “ataerkilliğin”, ürkütücü hikâyesine sahne
oldu. Tanrıça Kültü birdenbire ortadan yok olmadı tabii; hatta
aslına bakılırsa teslim olmadan önce yüzyıllar boyunca yeni
duruma direndi. Bronz Çağı’nın “çoktanrılılık” olarak adlandırılan
inanç sisteminin içinde tanrıça figürleri de bulunuyordu ama
bunların statüleri eril baştanrıya “yardımcı”, “anne” ya da “eş”
olmaya indirgenmişti. İ.S. dördüncü yüzyılda Roma İmparatorluğu
erkek-egemen tektanrıcılığı kabul ettiğinde, “tanrıça kültü”nün
sonu da ufukta belirmişti artık.
Şimdi, aradan neredeyse 1500 yıl geçtikten sonra, modern
dünyanın çocukları ya da daha gerçekçi olmak gerekirse onların
küçük bir bölümü, tanrıçayı ve “yaşam veren, yaşamı koruyan
nitelikleriyle” evrensel dişil enerjiyi yeniden keşfeder görünüyor.
Bunlar, yeni milenyumun ikinci on yılına girdiğimiz şu dönemde,
dünyaya “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” altın ilkelerini yeniden
getirecek bir çağa doğru atılmış ilk adımlar olabilir mi? Bir şey
söylemek için henüz çok erken ama en azından elimizde iyimser
olmamızı sağlayacak bir şeyler var.
The Wise Kapak
Öner Döşer
[email protected]
Venüs’ün Geri Dönüşü
21 Aralık 2012’de önemli bir döneme adım atacağız.! Gerilimli olaylara rağmen Venüs’ün
yükselişi bize çözümleri de getirecek.
“Zamanların Sonu” olarak adlandırılan ve insanoğlunun
önemli bir değişim sürecine giriş yapacağını işaret eden 21
Aralık 2012 tarihine yönelik çıkartılan astroloji haritasında,
stresli açı kalıplarının yanı sıra, bu streslerin çözüm yolunu
gösteren “Bumerang” açı kalıbının odak noktasında bulunan
Venüs, bize 2012 stresinin çözümüyle ilgili önemli mesajlar
vermektedir. Astroloji’de Venüs, insan ilişkilerini temsil eder;
iyilik, huzur, barış, paylaşım gibi iyicil kavramlarla özdeşleştirilir. Açı
kalıbına ismini veren Bumerang’ın kelime anlamları arasında, geri
kazanılma ya da insanın geri dönüşü gibi açıklamalar da vardır.
Bu şartlarda, iyilik yapanın iyilik bulacağını, insani değerlerin
takdir bulacağını, insanoğlunun içbenliğinde var olan sevgi
gücü sayesinde, tüm olumsuzlukların üstesinden gelip, galaktik
platforma geri kazanılacağını düşünebiliriz.
2012 haritasında çok önemli bir açı kalıbının çıkış
noktasında olduğuna göre, Venüs’ün astrolojide
sembolize ettiği anlamları iyi kavramak gerekir.
Bu yerleşim, insanlığın kurtuluşunun ve
yükselişinin sağlanmasının ancak barış, uyum
ve sevgi sayesinde olacağını göstermektedir.
Haritada Venüs Yay burcundadır ve bu yerleşim
insanların yeni yerleri keşfetmesi, geleceğini
yeniden yapılandırması ve yeni inanışlara yelken
açması için enerji verecektir.
Haritada, Venüs’ün merkezinde yer aldığı ve
Jüpiter, Satürn ve Plüton gezegenleri tarafından
oluşturulan açı kalıbına astrolojide “bumerang”
adı verilmektedir. Bumerang açı kalıbındaki
karşıtlığın merkezindeki gezegen, bir denge
noktası olarak kullanılabilir ve zorlayıcı nitelikler
taşıyan açı kalıbının genel halini değiştirebilir.
Bu şartlarda Venüs gezegeninin niteliklerine
iyi bir şekilde odaklanabilir ve farkındalığımızı
yükseltebilirsek,
insanoğlu
olarak
bizler
ilerlemekte olduğumuz bu çok zorlu şartları iyiye
çevirebilir, gelişim fırsatlarını değerlendirebilir,
verimli sonuçlar ortaya çıkarabilir, bu zorluklardan
özel bir kapasite ortaya çıkarabiliriz. Bumerang’ın
ucunda, Yay burcundaki Venüs ve biraz uzak
toleransla da olsa Merkür vardır. Sonuçta, zorluğu
aşmamızın temelinde sevgi, paylaşım ve hoşgörü;
öğrenme, hayata geniş pencereden bakma, açık ve
dürüst iletişim yatmaktadır.
Batı Astrolojisi’nde Venüs’ün sembolizmi özellikle
önemlidir, çünkü diğer insanlarla temasa geçmeye
çalışan insan bireyselliğine dayanır. Bu şartlarda
2012 sürecinde karşılaşılacak stresli durumların
çözümü, yine insanın kendisindedir. İnsanların farkındalıklarını
artıran her tür ilişki Venüs doğasındadır. İnsanlara dünyalarında
bir uyum duygusu vermek de Venüs doğasında bir enerjidir.
Demek ki, 2012 sürecinde sevgi, barış, kardeşlik, uyum, huzur gibi
iyicil temalar, stres ve ikilemleri aşmanın anahtarı olacaktır.
insanlığın hangi yöne gideceğini belirlemede
çok önemli bir faktör haline gelecek olan
kadınların, bu inisiyatifi almak üzere uyarılmaları
gerekmektedir. Buna yardımcı olmak, kadınlar ve
erkekler olarak hepimizin sorumluluğudur.
Kadınlar Sahne Alıyor
Kadınlar, 1900’lü yıllara kadar en uygar
toplumlarda bile, ikinci sınıf yurttaş konumlarını
kabul etmişlerdi. 19. yüzyılın sonlarında
kadınların oy verme hakkına kavuşabilmesi
konusu, kadın hakları hareketi için önemli bir
aşama olmuştu. Ama kadın hakları konusunun
vurgu kazandığı zamanlar biraz daha gerilerde,
1800’lü yılların ortalarına başlamıştı. 1848 yılı,
Seneca Falls Kadın Hakları Kongresi’nin de ortaya
çıktığı yıldı. Bu hareket, bugünkü kadın hakları
hareketinin başlangıcı “bir bilinç dönüşümüne
ve özneleşme” hareketine yol açan bir girişimdi.
1848’de, Cady Stanton ve bir başka kadın hakları
savunucusu olan Lucretia Mott, New York’un
Seneca Falls kasabasında, dünya tarihinde ilk
kez, bir kadın hakları kongresi düzenlediler.
Kongreye katılan temsilciler, kanun karşısında
erkeklerle eşit haklar, oy kullanma hakkı, eğitim
ve istihdamda fırsat eşitliği talep eden bir bildiri
yayınladılar. 1848’i takip eden on yıl, radikal
uluslar arası feminist hareketi vardı. Pek tabii
ki, gökyüzünde bu gelişmeleri işaret eden ilginç
senkronizasyonlar da vardı. Dişil prensibi temsil
eden gezegenlerden biri olan Neptün, yöneticisi
olduğu Balık burcuna henüz geçiş yapmıştı ve
ayrıca özgürlük ve radikal çıkışların göstergesi
Uranüs, dönüşümü temsil eden Plüton’la, cesur
girişimleri ve öncü adımları temsil eden Koç burcunda kavuşum
yapmaktaydı.
21 Aralık 2012 tarihi için çıkarılmış astrolojik haritanın odak
noktasında bulunan Venüs, Yunan mitolojisindeki aşk tanrıçası
Afrodit’le bağdaştırılır ve bu yüzden astrolojide dişil prensibi
temsil eder. 2012 astrolojik haritasında kadersel temaları anlatan
bumerang açı kalıbı ve açı kalıbının çıkış noktasında da, dişil
enerjinin temsilcisi olan Venüs gezegenin duruyor olması, yeni bir
bilinç seviyesine yükseleceğimiz bu önemli geçiş sürecinde, dünya
kadınlarının önemli bir rol üstlenmeleri, bu geçiş sürecine öncülük
etmeleri gerektiğini göstermektedir.
Venüs gezegeninin üst oktavı olan Neptün, dişil arketiple ilişkilidir.
Yöneticisi olduğu Balık burcu da dişil bir burçtur ve Neptün Balık
burcuna 2011 yılında bir müddet için, 2012 yılında ise artık 2024
yılına kadar bu burçta kalacak şekilde tamamen geçiş yapacaktır.
Neptün’ün Balık burcuna bir önceki geçişi 1848 yılında olmuştu.
Daha önce de bahsettiğim gibi, kadın hakları konusunda ortaya
çıkan bu hareketi sadece Balık burcuna geçiş yapan Neptün’le
açıklayamayız. Dönüşüm Zamanı kitabımda, gezegen döngüleri
bölümlerinde, kadın hakları konusunun Uranüs-Plüton döngüsüyle
ilişkisini tespit etmiştim. Şimdi hem Neptün’ün Balık burcuna
geçişi, hem Uranüs-Plüton gezegenlerinin ikili döngüleri içerisinde
bulunmamız, hem de Venüs’ün 21 Aralık 2012 haritasında odak
noktasında bulunması, kadın hareketlerini bu sürece damgasını
vuracak olarak görmek için haklı nedenlerimizdir.
Astroloji’de Venüs, dengeyi temsil etmektedir. 21 Aralık 2012
haritasının odak noktasında Venüs’ün olması, bilinen tarihin
özellikle son dönemlerinde eril enerjiye nazaran geri planda kalan
dişil enerjinin tekrar devreye girmesi ve dengenin yerine gelmesine
işarettir. Bu şartlarda, dünyaya yeniden denge getirecek olan, dişil
prensibin temsilcisi olan kadınlardır. Kova Çağı arifesinde olan
Şu anda içinde bulunduğumuz ve 2011 yılına dek etkin olacak
Satürn-Uranüs döngülerinde de, gerek insan hakları, gerekse kadın
hakları konusunda önemli adımlar atılmıştır. Satürn, toplumun
kabul ettiği ve değiştirmek istemediği genel geçer kuralları; Uranüs
ise, gelişmek için kuralların modernize edilmesi gerekliliğini
sembolize eder.
2012 Sürecinde Dişil Prensibin Öne Çıkışı
atanma isteklerini reddederek, ayrımcı ve cinsiyetçi
tavrını sürdürmektedir. 2012 sürecinde kadınlar, Katolik
kilisesinin erkeği öne çıkaran sistemine karşı çıkacaktır. Bu
ve benzeri konularda, kadının toplumsal alandaki rolünde
ciddi anlamda yeniden yapılanmalar bekleyebiliriz.
Seni Olduğun Gibi Seviyorum
Erkeklik egosu, iradeyi Tanrı’ya teslimiyet
aşamasında engelleyici rol oynamaktadır.
Bu nedenle, Yeni Çağ’a geçişte, kadınlar
sahnede olmalıdır.
Satürn-Uranüs açıları, muhafazakarlığa karşı çıkışla ilgilidir. 2012
yılında gireceğimiz Uranüs-Plüton ilk dördün fazında, feminist
hareketler daha da belirginleşecektir. Astroloji’de Plüton sömürü
ve baskı uygulamayla; Uranüs ise, insanoğlunun baskı, zulüm ve
sömürü getiren bu düzene karşı çıkma eğilimiyle ilişkilendirilir.
Uranüs-Plüton karesinin etkisini arttırmaya başlayacağı 2010
yılından itibaren, dünya genelinde işçilerin, emekçilerin, sömürülen
zümrelerin, sokakta tacize uğrayan, evde köle gibi çalıştırılan,
töre cinayetlerine kurban giden kadınların hak arama, mücadele
alanlarına çıkma eğilimleri giderek artacaktır.
Dünyamızın barışa, huzura ve sevgiye ihtiyacı var. Bunun
oluşabilmesi için, öncelikle birbirimize tahammül etmeyi
ve farklılıklarımızı çeşitliliğin bir gerekliliği olarak görüp,
birbirimizi olduğumuz gibi kabullenmeyi öğrenmemiz ve
fedakarlık bilincini geliştirmemiz gerekiyor. Astroloji’de
fedakarlık, tahammül, kabullenicilik, alıcılık, şefkat ve
duygudaşlık gibi kavramlar dişil arketipler olan Ay, Venüs
ve Neptün gezegenlerine atfedilmiştir. Klasik dönem
astrologları (Helenistik dönem, Ortaçağ ve Rönesans
dönemi) astrolojik sistemde henüz, tüm bu kavramların
evrensel düzeyde kullanımını temsil eden Neptün
gezegenini bilmedikleri için, dişil prensipte barınan
bu kavramlar söz konusu olduğunda, Ay ve Venüs
gezegenlerini kullanıyorlardı. Örneğin, Ortaçağ dönemi astrologu
Guido Bonatti, gündüz doğanların astroloji haritalarında Venüs’ü,
gece doğanların astrolojik haritalarında Ay’ı anne arketipinin
temsilcisi olarak değerlendiriyordu.
Günümüz astrolojisinde anne arketipini karşılamak üzere sadece
Ay ele alınıyor olsa da, bazı modern dönem astrologları Venüs’ün de
önemini belirtmektedir. Örneğin, Amerikalı astrolog Robert Hand’e
göre Venüs de, Ay gibi, anne sevgisi ile büyütülmeyle ilgilidir. Ay
ile birlikte, annelik kavramının gezegensel enerjisini verir. Hand’e
göre Venüs’ün parolası şudur: ”Seni şunu ya da bunu yaptığın
için sevmiyorum, seni seviyorum çünkü varsın ve ben de varım
ve seni olduğun gibi sevmek benim doğamda var. Buna en güzel
örnek, kişinin ebeveyni, özellikle de annesi tarafından sevilmesi
deneyimidir. Venüs de tıpkı Ay gibi farklılıklar ve detaylarla fazla
ilgilenmez. Özgürce ve uygun olup olmadığını ya da karşısındaki
kişinin buna değip, değmediğine endişelenmeksizin vericidir. Tüm
bunlar bizi Venüs’ün koşulsuz sevgiye açılan penceresine ulaştırır.
2012 yılında, 1960’larda ortaya çıkan konularda bir paradigma
değişimi meydana gelecektir. 1960’larda başlatılan insan hakları,
özgürlükler, kadınların toplumdaki yeri, çocukların eğitimi, cinsel
yaşam, inançlar, tüketim, şifalandırma teknikleri, ekolojik fikirler,
teknolojik globalleşme gibi konuların acil bir şekilde yeniden ele
alınması gerekecektir. Kadınların toplumdaki yeri konusu, diğer
konu başlıkları arasında önemli bir yer tutacaktır. Günümüzde,
birçok kadının kendi mesleği ve ekonomik gücü var. Fakat feminen
değerlerin topluma entegrasyonunun henüz istenilen düzeyde
olduğunu söyleyemeyiz. Özellikle de geri kalmış ve gelişmekte
olan ülkelerde durum, daha da vahimdir.
2012 Stresinin Çözümü: SEVGİ
İnançlar konusunda da, yeni dönemin belirlenmesinde kadınların
rolü çok önemli olacaktır. Erkeklik egosu, iradeyi Tanrı’ya teslimiyet
aşamasında engelleyici rol oynamaktadır. Bu nedenle, Yeni Çağ’a
geçişte, kadınlar sahnede olmalıdır. Erkek egemen kilisenin inançlar
konusunda önemli bir reforma gitmesi, geri planda kalan kadınları
dengeye getirmesi gerekecektir. Bu konuda ayrımcılık devam
etmektedir. Örneğin İngiliz Kilisesi, kadın rahiplerin papazlığa
Sevgi, evrendeki en büyük iyileştirici ve şifa vericidir. Depresyonu
ve kötümserliği ortadan kaldırabilecek en önemli şey, sevgi
alışverişidir. Sevgi alışverişinin bağışıklık sistemimizi güçlendirdiği
söylenmektedir. Sağlığımızı korumanın, bireysel ve toplumsal
olarak şifalanmanın en güzel yollarından biri, sevgi bağımızı
güçlendirmektir. Sevgi alışverişinin yarattığı yüksek frekans,
yaşamsal enerjinin frekansını olumlu yönde etkiler.
Dünyamızın titreşim frekansı giderek yükselmektedir. 2012
sürecinde bilinçli bir şekilde yapmamız gereken en önemli şey,
dünyanın frekansına uyarlanabilmek için, kişisel titreşimlerimizi
artırmaya devam etmemizdir. Peki bunu nasıl yapabiliriz?
Aslında yaşadığımız her gün, frekansımızı artırmak için bir dizi
fırsat ile karşılaşırız. Titreşim frekansımızı yükseltmemiz, bu
olaylara verdiğimiz tepkilerle ilgilidir. Tepkimizin kalitesini ise sevgi
potansiyelimiz belirler.
Sevgi kavramı deyince akla ilk gelen gezegen
olan Venüs, bir şeyleri bir araya getirmekle
ilişkilendirilir ve bir arada olmanın verdiği güç
sayesinde, yaşamla daha yaratıcı bir uyum
sağlanabileceğinin ifadesidir.
İnsan, hayvan, bitki, araba, masa, bilgisayar olsun, canlı veya cansız
şeylere sevgimizi yansıtmamız bile, titreşimimizi arttırmamızı
sağlar.
Materyalist anlayışın had safhaya vardığı 20. yüzyıl sonlarından
beri bunalan insanoğlu, sevgi ve anlayıştan iyice yoksunlaşmıştır.
İçinde bulunduğumuz dönemin karşımıza getirdiği sorunların,
doyumsuzluğun, güvensizliğin üstesinden gelebilmenin formülü,
sevgidir. Titreşim frekansı hızla artan dünyaya uyum sağlaması
ve yükselişe geçmesi gereken insanoğlunun, sevgi ve anlayış
yoksunu olduğu sürece bunu başarması neredeyse imkansızdır.
Kolektif evrim sürecinde çok önemli bir aşamaya gelmiş olan
insan, bir sonraki aşamaya geçebilmesi için en temel unsurun
sevgi olduğunun farkına varmalıdır.
Sevgi kavramı deyince akla ilk gelen gezegen olan Venüs,
bir şeyleri bir araya getirmekle ilişkilendirilir ve bir arada
olmanın verdiği güç sayesinde, yaşamla daha yaratıcı bir uyum
sağlanabileceğinin ifadesidir. Gönüllü bir şekilde bir araya gelmeyi
ifade eden Venüs, ayrı gözüken iki unsurun bir araya gelerek
farkları ortadan kaldırmasına, birbirlerini tamamlamasına, birlikte
iken, tek başlarına olduklarından daha mükemmel yeni bir bütün
oluşturabilmesine imkan sağlar.
Sevginin birleştiriciliği ve toplum yaşantısındaki önemi, kadim
filozof ve düşünürler tarafından da vurgulanmıştır. 9. yüzyılda
yaşamış ünlü filozof Farabi, eserinde nesilleri bir araya getirip
kaynaştıran en önemli gücün sevgi olduğunu vurgulamıştır. 11.
yüzyılda yaşamış mutasavvuf ve şair Ahmet Yasevi’ye göre sevgi,
gelişmiş insanlık vasfıdır. 14. yüzyılda yaşamış ünlü sosyolog ve
tarihçi İbn-i Haldun da bunun altını çizmiş ve “toplumun değişmesi
ve gelişmesinin temelini, sevgi oluşturmaktadır” demiştir.
Evrenin her yerinde, bitmeyen ve aksamayan bir sevgi dolaşımı
vardır. O sevgi dolaşımı bittiği anda, sistem durur, hayat biter.
Hayat yalnız sevgi dolaşımının aktığı yerde bulunur. 11. yüzyılda
yaşamış büyük filozof ve hekim İbn-i Sina’ya göre sevgi hayattır,
yaşama kaynağıdır. 20. yüzyıla damgasını vurmuş isimlerden biri
olan Hindistan’ın siyasi ve ruhani lideri Mahatma Gandhi “Sevgi
olan yerde hayat vardır.” der. Bu sevgi dolaşımını aktive edecek
şuurlu varlık insandır ve insan, sistemin devamını sağlamak ve
gelecek nesillere ulaştırmak için, sevgi frekansını yüksek tutmayı
başarmalıdır.
Her şey enerjidir ve en yüksek frekansta titreşen sevgi enerjisi,
bir ruhun bedenindeki elektriğe, tüm organlara ve hücrelere
hükmedebilmesi için en temel enerjidir. Sevgi, yaşam enerjimizi
yükseltir. Yaşam enerjimizi yükselttikçe de, içinde yaşadığımız
dünyaya, hatta daha da öteye gidersek, tüm aleme faydamız olur.
Çünkü, her şey birbirine bağlıdır. Mutluluk, neşe ve sevinç, sevgi
bağını oluşturan Venüs doğasındaki niteliklerdir.
2012 sürecinin streslerini aşabilmemiz için önemli şeyin,
birbirimizle bağlarımızı geliştirmek olduğunu unutmamalıyız.
Sahip olduğumuz birlik ruhunu fark etmemiz gerekli.
Bu duyguları yoğun bir şekilde hissettiğimizde, yaşam enerjimiz de
güçlenir ve adeta bir verici gibi davranarak, bunu başkalarına da
aktarırız.
Astroloji’de, gezegenlerin sayısal karşılıkları vardır. Venüs’ün
sayısal karşılığı 6’dır. Karakterinde insancıl öğeler barındıran
6 sayısı, bütün koşullar altında sevmeye ve mutlu etmeye
dayalıdır. Evrensel dost arketipidir. Yardımlaşma teması içerir.
Öte yandan, 6 sayısı, 360 derecelik bir tam daireyi ifade eden
Zodyak’ı, 60 derecelik açılarla böler. Böylece oluşan sextil açıya
(altmışlık açı) benzetebileceğimiz gezegen Venüs’tür ve bu
gezegen iki farklı unsurun sevgi dolu birlikteliğini, insancıl bir
biçimde yardımlaşmasını ve işbirliği içerisinde birlikte hareket
etmesini anlatır. Altmışlık açı, farklı fakat birbirine uyumlu
elementler arasında meydana gelir. Yani farklı niteliklerin bir
araya getirilmesi söz konusudur ve bu da ancak karşılıklı gayret
ve vericilik sayesinde olacaktır. Farklı olan iki şeyin bir araya
gelmesinde, bir araya gelen varlıkların içgüdüsel doğalarının ihlali
değil, ifade edilebilmesi söz konusudur. Bu birleşme gönüllü olarak
gerçekleşmiştir ve bu birleşmede varlıkların aralarındaki farklar
birbirlerini tamamlamaktadır. Birlikte, tek başlarına olduklarından
daha mükemmel yeni bir bütün oluşturabilirler. İnsanlarda bu
güç aşk şeklinde deneyimlenir. Ama burada ortaya çıkan şey
romantik aşk değil, insan sevgisidir. Bu gönüllü birliktelik insanları
zorlamaya veya karşılıklı faydaya dayalı birlikteliklerden daha sıkı
bir şekilde bir arada tutar.
Sevgiyle Bütünleşmek
Sevgi, öncelikle tahammül ve hoşgörüyü, ardından da kişisel egoyu
aşmayı gerektirir. Sevgi ve hoşgörü, kendi benliğini aşmış, kamil
insanda en geniş, en anlamlı ifadesini bulur. Yunus Emre’nin
tabiriyle, “Yaratılanı sevmelidir Yaratan’dan ötürü”. İrlandalı yazar
ve şair Oscar Wilde’a göre sevmek, insanın kendi kendini aşmasıdır.
Kendine hizmet etmek yerine, başkalarına hizmet etmek kavramı
iyi anlaşılırsa, sonuçta kazanacak olan tüm insanlık olacaktır. Pek
tabii ki bu hiç de kolay değildir. Hiç karşılık beklemeden, koşulsuz
bir şekilde sevgi göstermek, sevgiyle bütünleşmek, egoyu aşmayı
gerektiren bir iştir.
Zihin egonun etkisinde kalmaya çok müsaittir. Doğrudan paylaşım,
ancak egonun ortadan kalkmasıyla mümkündür. Her şey
benimle ilgili yönelmesini bırakıp, sevgi dolu bir işbirliği yapmayı
gerektirmektedir. Ancak egomuzun üstesinden gelebilir, sevgi
dolu bir işbirliğine yönelebilirsek, bu olumsuz gidişatın yönünü,
olumlu yöne çevirebiliriz. Bencillikten ne kadar hızlı uzaklaşırsak,
o kadar hızlı ilerleriz. Bu dönemde, başta egomuzun bizi yönelttiği
birçok şeyden feragat etmemiz gerekebilir. Yönümüzü bulmak için
karşımızdakilerin duygularını dinlemeli, onları sevmeli ve birlikte
aydınlanma için alan yaratmalıyız.
İçinde hızla ilerlemekte olduğumuz bu hassas dönemde, en önemli
şey derin ve koşulsuz sevgidir. Bunu sağlamak için, derin bağlar
geliştirmeyi ve paylaşmayı yeniden keşfetmemizin zamanı çoktan
gelmiştir. 21 Aralık 2012 için çıkartılmış astroloji haritasında,
Kuzey Ay Düğümü’nün Akrep burcunda olması bize bunu işaret
etmektedir zaten. Akrep burcunun ana teması, derin bağlar
geliştirerek kaynakları paylaşmak, ortak kullanıma açılan yeni bir
düzen sağlamaktır.
2012 sürecinde, koşulsuz sevginin kilitleri kırıp, kalbimize
girmesine, yeniden vücut bulmasına izin vermemiz gerekiyor.
İnsanlığın geldiği noktada, zaman çok hızlanmış gibidir. Kendini
sürekli bir şeylere yetişme ihtiyacında hisseden insanoğlu, en
çok önem vermesi gereken şeyi, insan ilişkilerine zaman ayırmayı
ihmal etmektedir. Belki de zamanın bu kadar çabuk geçmesinin
sebebi, birbirimize zaman ayırmamamızdan kaynaklanıyordur.
Zaman, algı merceğimizi bozarak, bizi bütünlükten koparan
yapay bir ayırma birimidir. Zamana tabi tutulan her şey, koşullu
olur. Koşulsuz sevmeye vakit yoktur. Çünkü sürekli yapmamız
gereken şeyler vardır. Şu işi yapmalı, şu parayı kazanmalı,
geçimimizi sağlamalıyızdır. Pek tabii ki günlük sorumluluklarımızı
yerine getirmeliyiz. Ama bunların yanı sıra, mutlaka birbirimizle
ilişkilerimize daha fazla zaman ayırmalıyız. 2012 sürecinin
streslerini aşabilmemiz için önemli şeyin, birbirimizle bağlarımızı
geliştirmek olduğunu unutmamalıyız. Sahip olduğumuz birlik
ruhunu fark etmemiz gerekiyor. Hatırlanması gereken en önemli
şey, insanın özünün sevgi olduğu, sevgi enerjisinin paylaşıldıkça ve
birlikte hareket ettikçe büyüdüğü ve sevginin de şu anda çözümsüz
hale gelmeye başlayan şeylerin tek çaresi olduğudur...
The Wise Kapak
Erhan Altunay
[email protected]
Hathor ve Isis:
Mısır’ın Büyük Tanrıçaları
Günümüz küresel kapitalizminin insanı doğadan ve kendi doğasından uzaklaştırması, günümüzün
aydınlanmayı arayan insanlarında eski kadim bilgiye ve paganizme bir dönüşü de beraberinde getirdi.
Kadim Tanrıça öğretisi de, günümüze uygun şekliyle yeniden Dünya ile kucaklaşmaya hazırlanıyor.
E
ski Mısır bilgeliği, tarih içinde Yunan ve Roma başta olmak
üzere bütün uygarlıkların ilgisini çekmiştir. Yunan’da
eski Mısır bilgeliğinden etkilenen birçok kişi olurken,
Roma’da son dönemde Mısır kökenli kültler büyük rağbet
görmüştür. Bu noktada Mısır paganizminin çağların ötesine
geçip, günümüze de ışık tutacak bir bilgelik olduğunu ve ele
alınması gerektiğini söyleyebiliriz. Fakat bunu yapmadan önce
paganizm hakkındaki bilgilerimizi bir daha gözden geçirmek
gerekiyor.
İnsan her şeyin ötesinde doğa içine varolan bir bireydir ve
doğa ile uyumlu yaşamak zorundadır. Bugün zorunluluktan
“paganizm” diye adlandırdığımız bu öğreti aslında insanlığın
ilk inanç sistemini oluşturur ve insanın Doğa ile olan ilişkilerini
belirler.
Günümüzde yaşayan paganizm ise kadim temellerini
koruyarak gezegenimizin tüketilmesine karşı bir duruş
göstermeyi amaçlayan ve yaşamın kutsallığını yeniden tesis
etmeyi amaçlamış bir yaşam biçimidir. Öyleyse paganizm bir
bakıma yeniden doğa ile barışmak, onunla bir bütün olmak
ve uyumlanmak için yapabileceğimiz kişisel ve toplumsal
eylemleri de kapsamaktadır. Bu bağlamda eski pagan
uygarlıklardan öğrenecek çok şeyimiz var ve Mısır bilgeliği de
buna bir örnektir.
Kemet’in Tanrıları
Mısır Uygarlığı (antik adıyla Kemet), tarihinin ilk dönemlerinde
farklı kabilelerden ve daha sonra da farklı nomoslardan
oluştuğu için, Mısır panteonu çok sayıda tanrı ile doludur.
Aşağı ve Yukarı Mısır’ın birleşmesinden önce yerel birçok kült
vardı ve her kabile farklı bir tanrının takipçisiydi. (Bu kültler
en sonunda Aşağı Mısır ve Yukarı Mısır krallıklarının dinini
oluşturmuştur.) Ayrıca bir savaş sonrasında galip kabile,
yenilen kabilenin tanrısını da kendi panteonuna dahil ediyordu.
Günlük yaşam ise Mısır bilgeliğinin oluşumunda en büyük
rolü oynamıştı. Nil nehrinin armağan ettiği bu yaşam, Mısır
halkını birçok konuda düşünmeye ve aslında Batı uygarlığının
temelini oluşturacak bir kültürü oluşturmaya sevk etmiştir.
Mısır kültürü Mezopotamya’yı etkilediği kadar, o dönemlerde
gelişmekte olan Batı kültürünü de etkilemiştir. Batı kültüründe
Mısır etkisi, Girit medeniyetiyle başlar, Ortaçağ boyunca devam
eder ve günümüze kadar da uzanır.
Günümüz paganizmine ışık tutması açısından iki Mısır
Tanrıçası’nı incelemek, söylemek istediklerimizi daha iyi
anlatacaktır.
Tanrıça İsis
İsis, aslında Mısırlılar tarafından “Aset” ya da “Eset” diye
bilinen tanrıçanın Yunanca’da ismidir. Yunanlılar İsis’i kendi
tanrıçalarından Demeter, Hera ya da Selena ile birleştirmeyi
düşünmüşlerdir. İsis, Roma’da da önemli bir tanrıça olmuştur.
İsis kuşkusuz Mısır tanrıçaları içinde de önemli bir yer
tutmaktadır ve birçok farklı tanrıçanın özelliklerini de zamanla
kendinde toplamıştır. İsis tapımının ilk önce Kuzey Mısır’da
başladığı düşünülmektedir. Ancak Osiris’in karısı olmasıyla
birlikte Osiris-İsis-Horus üçlüsü Mısır’da oldukça popüler
olmuş ve İsis’in önemi daha artarak tapımı Mısır’a yayılmıştır.
İsis bütün Tanrıça özelliklerinin yanı sıra yaşayan bir bilge
kadındır. Günümüzün kadını için de bir ideal, ulaşılması
gereken bir figürdür.
Kadim anlatılardaki hali ile İsis halen günümüze seslenmeyi,
erkeği erkek yapmayı sürdürmektedir. Bunu daha iyi
anlayabilmek için, Plutark tarafından nakledilen İsis ve eşi
Osiris mitini bir kez daha anımsayalım.
İsis ve Osiris
Tahta geçmeyi arzulayan Seth, kardeşi Osiris’i yok etmek için
bir plan hazırlamıştır.
Bu plana göre Seth, Osiris’in ölçülerine göre bir sandık
hazırlatır ve sandığı en değerli taşlarla süsletir; büyük
bir yemek verip Osiris’i de çağırır. Osiris, hiç bir şeyden
şüphelenmeyerek yemeğe gider. Yemek sonunda Seth, kimin
ölçülerine uyarsa sandığın sahibinin onun olacağını söyler.
Denemek için herkes sırayla sandığın içine yatar. Sıra Osiris’e
gelmiştir. Osiris yatar yatmaz Seth sandığı çiviler, eritilmiş
kurşunla lehimler ve Nil nehrine atar. Bu şekilde Osiris’ten
kurtulacağını ve hüküm süreceğini ummaktadır. İsis, bunu
duyunca, üzüntüsünden saçlarını keser, elbiselerini parçalar
ve Osiris’in kapatıldığı sandığı aramaya çıkar.
Osiris’in kapatıldığı sandık, Fenike’ye Byblos kentine kadar
sürüklenmiş ve burada karaya vurmuştur. Karaya çıktığı
yerde ise süratle büyüyen bir ağaç sandığı gövdesinin içine
almıştır. Byblos Kralı Malkandros bu ağacı gördüğünde hayran
kalır ve ağacı kestirerek sarayına sütun olarak diktirmeye
karar verir. Ağaç kesildiğinde çok güzel bir koku çıkarmıştır.
Bu olay İsis’in kulağına kadar gelmiştir. İsis durumu anlar
ve Malkandros’un sarayına gider. Burada önce Astarte’nin
çocuğunun dadısı olur.
İsis bir gün çocuğu ölümsüz yapmak ister ve bu amaçla çocuğu
ölümsüzlük ateşine batırır. Bunu gören kraliçe çığlıklar atarak
İsis’i engeller. İsis artık kendini tanıtmak zorunda kalır. Daha
sonra Kral Malkandros’dan izin alarak ağacın gövdesini açar
ve içinden sandığı alır.
İsis sandığı vatanına geri getirdikten sonra, Buto şehrine,
oğlu Horus’un ziyaretine giderken sandığı güvenli zannettiği
bir yere saklayarak bırakır. Gece dolunayda avlanan Seth
sandığı bulur ve Osiris’in bedenini tanır. Bunun üzerine, Seth
Osiris’in bedenini ondört parçaya ayırır ve bu parçaları Mısır
toprakları üzerine dağıtır.
Bunu duyan İsis papirüs ağacından yapılma bir tekneye biner
ve bütün Mısır’ı dolaşarak Osiris’in bedeninin parçalarını
toplar ve parçaları her bulduğu yere bir tapınak diker. Bu
yüzden Mısır’ın birçok yerinde, içinde Osiris’in cesedinin
bulunduğu söylenen tapınaklar vardır.
İsis’in Temsil Ettikleri
Hather/Hathor
İsis bu mitte Osiris’i, erkeğini kurtaran ve onun bütün
“arketiplerini”
tamamlayan
kadın
rolündedir.
Erkek
erginleşmesinde çok büyük rol oynayan bu öykü, Mısır’ın
birçok bölgesinde yer alan Osiris mezarları ile de büyük
anlam kazanmaktadır. Çünkü bu mezarlar aslında erkek
erginlenmesinde kullanılan simgesel ölüm ve yeniden doğum
ritüelinin yapıldığı sembolik mezarlardır.
Hather, Mısır’ın en eskilerinden olan bir gökyüzü tanrıçasıdır.
Çeşitli inanışlara göre ya gök tanrı Horus’un ya da Ra’nın karısı
ya da annesi olarak geçer. Bir efsaneye göre ise, Horus her
akşam onun ağızına girer ve sabah oradan çıkar. Yunanlılar bu
tanrıçayı Afrodit ile özdeşleştirmişlerdir.
İsis öte yandan oğlu Horus’u büyüten annedir; bu bakımdan
da Meryem ikonografisinin önceli hatta temelidir. İsis, Horus
ile yeniden doğmayı anlatırken; İsa, Meryem ile aynı ikonografi
ile bir Puer Aeternus’a (sonsuz çocuk, büyümeyen çocuk)
dönüşmüş, toplumun büyümeyen çocukları da yine İsisleri’ni
bekler olmuşlardır.
İsis aynı zamanda Osiris ile birlikte Mısır’ı eğitmiş,
uygarlaştırmış ve onlara tahıl öğütmeyi, keten eğirmeyi ve giysi
yapmayı öğretmiştir. İsis ayrıca şifacılık yönüyle de önemlidir
ve bu yeteneği insanlara da vermektedir. İsis bir yandan da
Osiris’in Mısır’ı uygarlaştırmak için yolculuğunda, güçlü bir
yönetici olduğunu da göstermiştir. Bu da Ana Tanrıça’nın
uygarlaştırıcı rolünün İsis tarafından oynanmış halidir.
İsis, Ana Tanrıça olarak şifacı, iyileştirici aynı zamanda da
büyücüdür de. Gerçi Ra kadar güçleri olmasa da ve buna hep
özense de İsis önemli bir büyücüdür. Bir efsaneye göre İsis
Ra’nın gücüne sahip olmak istemiş ve bir düzen kurmuştur.
Ra’nın hiç bir zaman sırrını ve özellikle de gizli ismini
vermediğini bilen İsis, yaşlılığında Ra’nın uyurken ağzından
akan tükürüğü bir kapta toplamış ve tanrının üzerinde
gezindiği topraklarla bunu karıştırmıştır. Bu karışımı önce bir
yılan şekline sokan İsis, sonra da sihir kullanarak yılanı bir oka
dönüştürmüştür. Daha sonra da yaptığı bu oku almış ve Ra’nın
ertesi gün geçeceği yolda saklamıştır. Ra, yoldan geçerken bu
oka rastlamış ve ok da yılana dönüşerek Ra’yı bacağından
sokmuştur. Zehrin bütün vücuduna yayıldığını hisseden Ra
hiç bir çare bulamamış ve “kendisi kadar güçlü” bu gücün
karşısından ne yapacağını şaşırmıştır. Hiç bir tanrının çare
bulamaması üzerine İsis gelmiş ve Ra’nın gizli olan adını
söylemesi karşılığında iyileştirebileceğini söylemiştir. Ra önce
razı olmamış sonra da sıfatlarını söyleyerek İsis’i kandırmayı
denemiştir. Ancak İsis bunlara kanmamış ısrarcı tavrını
sürdürmüştür. Sonunda Ra, diğer tanrıların bakışlarından
uzak bu adı kalbinden İsis’in kalbine göndermiştir ve İsis de
onu iyileştirmiştir. Böylece İsis tanrıçaların ve tanrıların en
kuvvetlisi olmuştur.
İsis birçok sembolle ilişkilendirilmiştir; taht, ay, güneş gibi
sembolleri de taşıdığı olmuştur. Ancak İsis en yaygın olarak
Sirius ile ilişkilendirilmiştir. Sothis olarak da bilinen bu yıldızın
adından İsis’e İsothis olarak ayinler düzenlendiği de olmuştur.
İsis, bilinçdışında her zaman var olan, sesini her zaman
duyabileceğimiz en gerçek Tanrıçalardan biridir.
Hather genellikle inek olarak ya da boynuzlu ve inek kulaklı
bir kadın olarak gösterilir; zaten inek de Hather’in kutsal
hayvanıdır.
Hather öte yandan Ana Tanrıçanın ve kadınlığın özelliklerini
de taşır. Hem kadınların koruyucusu, gözeticisidir, hem de
onların bakımıyla alakalıdır. Ayrıca aşk, müzik, şarkı, dans
ve şenliklerle ilişkilendirilir. Göğüslerinden çıkan süt aynı
zamanda Mısır yöneticilerine kuvvet verir.
Hathor bu hali ile bize Afrodit’ten çok Hera’yı anımsatmaktadır.
Homeros’un “inek kollu” dediği, ineğin kendisi için kutsal kabul
edildiği Hera aynı zamanda inek kılığına girmiş Io’nun da
peşindedir. Bu öyküler bize Mısır’dan gelen bir inek kültünün
de son kalıntılarını anlatır. Kimbilir belki de Tevrat’ta Musa’ya
karşı Altın Buzağı’ya tapanlar gibi, bu kült de bilinçdışında bir
yerlerde yaşamaktadır.
Hather hem hayat veren hem alan tanrıçadır. Bu bağlamda,
Ana tanrıça özelliği olarak ekinlerin yetişmesi ile de alakalıdır.
Hather ayrıca Batı’nın Kraliçesi olarak öbür dünyaya giden
ölülere yardımcı olur, yeni ölenlerin ihtiyaçlarını karşılar ve
aynı zamanda Thebai nekropolünü korur. (Tıpkı yaşama ve
ölüme hükmeden, her an sesini duyduğumuz Anadolu Ana
Tanrıçası Kybele gibi...)
Aslında Mısırlılar Hather’e pek çok özellik atfetmişlerdi. O
hem ay, hem gökyüzü hem de güneş ile alakalı idi. Hem doğu
hem batı ufukları onunla ilişkilendirilmişti. Zamana ve yere
bağlı olarak, bir ana tanrıça figürü olarak İsis ve Nut ile de
karıştığı olmuştur.
Hather’in en önemli tapınağı Dendera’da kurulmuştur ve
burada tanrıçanın adına bayramlar kutlandığı bilinmektedir.
Tanrıça adına kutlanan en önemli bayram ise aynı zamanda
onun doğum günü olan yılbaşıdır. Bu gün bol bol içki içerek
kutlanırdı. Aslında bu tapınağın zamanın “eğlence merkezi”
olduğu da düşünülmüştür.
İsis ve Hathor... Geçmiş zamanlardan gelen iki Tanrıça. Her
ikisi de baktığımızda Ana Tanrıça’nın özelliklerini taşımakta.
Her ikisi de Kybele gibi yaşama ve ölüme hükmetmekte.
Her ikisi de bu toprağın yaratıcı gücü ile bolluk ve bereket
katan güzel yüzünü yansıtmakta ve her ikisi de Ana Tanrıça
gibi bilinçdışılığın koridorlarında bizi beklemekteler ve bize
çağrılarını yapmaktalar. Üzerinde yaşadığımız bu eşsiz
gezegen Dünya ve doğa için... Duymak bize kalıyor.
The Wise Kapak
Hasan ‘Sonsuz’ Çeliktaş
Burak Eldem & Cem Şen
Dünyayı Kadınlar
Kurtarabilir mi?
Editörümüz Hasan “Sonsuz” Çeliktaş ile yazarlarımız Burak Eldem ve Cem Şen, gittikçe sorunları
artan dünyamızı kurtaracak gücün, kadınlar yani dişi enerji olup olmadıklarını tartışıyorlar.
Sonsuz
Cem Şen
Söyleşimize şu soruyla başlamak istiyorum hemen: Spiritüel, mistik,
alternatif tarih araştırması gibi konularla niçin kadınlar erkeklerden
daha ilgililer? Niçin okurlarımızın daha büyük ağırlığını kadınlar
oluşturuyor? Ya da tüm bu sorulardan önce, bu görüşüme katılıyor
musunuz? Sizleri de daha çok kadınlar mı okuyor?
Evet genel olarak bu tür konulara kadınlar daha ilgili görünüyorlar.
Bunun neden böyle olduğuyla ilgili iki teorim var: İlki, spiritüel
dünyanın teslimiyeti ve sezgisel anlayışı gerektirmesi ve kadınların
erkeklere oranla doğaları gereği daha kabullenici ve sezgisel olmaları.
İkincisi, günümüzde spiritüellik başlığı altında sunulan konuların “Yin”
konular olması. Yani öğretilerin yang tarafı eksik. Bunlar bilinmiyor
batıda. Durum böyle olunca da spiritüellik sanki genellikle kadınlara
daha fazla hitap ediyor gibi görünüyor. Örneğin savaş sanatları gibi
biraz daha yang olan konular erkeklere hitap edermiş gibi görünürken
meditasyon benzeri daha naif daha yin konular kadınlara hitap ediyor
algısı var. Elbette bunları uygulayan hem kadınlar hem de erkekler var,
ama yine de sanki “spiritüellik” başlığı altında sunulanlara kadınlar
daha ilgili gibi. Elbette bu teorilerim tartışma götürür.
Burak Eldem
Ben daha genel ve olabildiğince yalın bir yanıt vermeye çalışayım. Evet,
benim okurlarımın da ağırlıklı bir bölümünü kadınlar oluşturuyor. Tam
bir oran vermek elbette mümkün değil ama tahmini olarak yüzde 60’ın
üzerinde kadın okurum olduğunu sanıyorum. Benim fikrim, bu oranın
yalnızca belli konulara, belli disiplinlere ya da ilgi alanlarına özgü
olmayıp, “genel bir eğilim” sergilediği. Yani, tümüyle kişisel görüşüm,
kadınların genel anlamda daha ilgili, bilgilenmek istediği konunun
üzerine daha derinlemesine giden, daha kolay konsantre olabilen ve
daha analitik düşünen bir yapıya sahip olduklarını düşünüyorum.
Tabii bunun evrensel bir saptama olduğunu ileri sürecek durumda
değilim; yalnızca, gözlemleyebildiğim ve inceleyebildiğim kadarıyla,
ortaya çıkan tablonun bende uyandırdığı izlenimden söz ediyorum.
Bu görünüm, bir anlamda kendi dünya kavrayışımın içindeki anahtar
bileşenlere de uyuyor bir şekilde. Yani, yerleşik uygarlığı başlatanlar,
kadınlar; tarımı bulanlar, kadınlar; tapınak sistemini oluşturanlar,
kadınlar. Günümüzde, erkek-egemen toplumun koşullamaları altında
bazı nitelikleri geçici olarak “körelmiş” gibi de görünse, kadınlar bu
“temel” özelliklerini, bu “genetik” karakterlerini sürdürüyorlar.
Sonsuz
Cem az önce “spiritüellik” gibi uygulamaların daha yin olduğunu
söyledin. Kadınlara daha hitap ettiğini. Yang uygulamaların ise savaş
sanatları gibi erkeklere daha uygun olduğunu. Bu konuyu biraz daha
açabilir misin? “Yin”e fazla dalmak erkekliği zedeler mi yoksa?
Cem Şen
Tüm öğretileri iki temel grup altına toplamak mümkün. Bunlardan
ilki yin, diğeri ise yang çalışmalar. Yin çalışmalar genel olarak daha
yumuşaktır, gevşeticidir, kabullenmeyi ve inancı gerektirir, Yang
çalışmalar daha dinamik, daha sert ve daha canlandırıcıdır. Spiritüel
çalışmalar, daha yin çalışmalar olarak, içe dönüktür ve kişinin kendi
iç dünyası ile, duyguları ile, korkuları ile, zayıflıklarıyla yüzleşmesini
gerektirir. Samimi olmak gerekirse erkekler, belki kendilerine öyle
öğretildiği için belki de yalnızca erkek oldukları için, iç dünyalarıyla,
korkularıyla temasa geçmekten pek hoşlanmıyor olabilirler. Kadınlar
ise ağlama yetenekleriyle, duygusallığı zayıflık olarak görmeme
yetenekleriyle belki bu anlamda içe dönmeye erkeklere oranla daha
rahat uyum sağlıyor olabilirler.
Spiritüel çalışmalar erkekliği zedeler mi konusunda ise şunu
söyleyebilirim. Yang çalışmalar eğer yin çalışmalarla desteklenmezse
erkekleri biraz maçolaştırabileceği gibi yin çalışmalar da tam ters bir
etki yapabilir. Yine de bunun yalnızca cinsel anlamda kullanmıyorum.
Bu kategoriye pek çok şey giriyor.
Mesela gece daha fazla yaşayan birisinin cinsel enerjisi gündüz
yaşayan birine göre biraz daha düşük olabilir. Kuzey iklimlerinde
yaşayan insanların cinsel enerjileri de aynı şekilde biraz daha düşük
olabilir. Yani bu dıştaki enerjinin içi etkilemesi ile ilişkili. Ben her ne
kadar cinsel temelli kullanmasam da konu ister istemez cinselliğin
alanına giriyor. Bunun nedeni de ruhsal gelişimin cinsel enerji ile
ilişkili olması. Yani cinsel enerjinin doğru bir şekilde kullanılması
ruhsal gelişim için gerekli bir şey.
Sonsuz
İkinizin yanıtlarından öyle bir noktaya geldik ki dişi enerjiyi hem
sosyokültürel, hem de spiritüel açıdan konuşabiliriz ki aslında
yine dönüp dolaşıp dünyanın yaşamakta olduğu değişim süreciyle
bunu birleştirmek istiyorum. Sevgili Burak, her ne kadar erkek
egemen bir dünyada yaşıyor gibi görünüyor olsak da değişimleri
yaratanın kadınlar olduğunu söyledin. Peki olası bir “yeni dünya”nın
yaratımında kadınlar mı önde olacak yine? Bu değişim süreci,
kadınların yeniden uyanacağı bir dönem mi? Bu bağlamda üç
kıtanın kesişim noktasındaki bir ülkede kadınların iyice baskı altına
alınmaya çalışılması, sembolik bir anlam taşır mı, değişime karşı
duran muhafazakârlık adına.
Burak Eldem
Çok basit, çok yalın bir noktadan girerek başlayayım yine. Her
şeyden önce, bir “varoluşsal nitelik”, belki daha doğru bir nitelemeyle
“genetik” bir ana karakter söz konusu:
Uygarlığın başlamasının öncesine bile gitseniz, kadın her zaman
“yerleşik” ve “ev sahibi” konumunda, erkekse daha hareketli,
daha değişken, daha dinamik bir rol üstleniyor. Çocukları doğuran,
yetiştiren ve sosyal yapıya hazırlayanlar, kadınlar. Barınılan yerleşim
yerinin “sahibesi”, kadınlar. İlk büyük ve kalıcı yerleşimlerden itibaren
kadının bu konumu, doğal bir rol paylaşımını birlikte getirmiş.
Daha uzun vadeli planlar, daha genel ve
kapsayıcı konularda fikir yürüten, planlama
yapanlar kadınlar olurken, erkekler daha
pratik, daha kısa vadeli alanlarda rol
üstlenmişler. En az altı bin yıl öncesinden
söz ediyoruz. O günün spiritüel anlayışına
bakalım: Bir “Dünya Anne” var, doğurgan,
gözetici ve koruyucu. Bu, aynı zamanda,
“Evren Anne” gibi de anlaşılabilir. Bu temel
ilke uzantısında, sosyal yapının süreğen
ve uzun vadeli işlerinin planlamasında,
toplumun değiştirilmesinde kadın ağırlığı
son derece belirgin. Bilgiyi sistematikleştiren,
koruyan ve geliştiren ilk spiritüel/düşünsel
merkezler de, yine bu “Dünya Anne” için
yapılan tapınaklar. Şimdi, bu süreç için
“anaerkil” teriminin kullanılmasına modern
araştırmacı ve uzmanlar karşı çıkıyor.
Çünkü, bugünün “ataerkil” yani erkekegemen sisteminin tam karşı kutbunda, bir
“kadın-egemen” sistem gibi algılanıyor bu
terim. Bunun yerine önerilen, “matrifocal”
yani “anne-merkezli” sistem. Burada
cinsiyetlerin birbirine üstünlüğü yok; tam
bir eşitlik ve görev paylaşımı söz konusu. Ne var ki, tarihin belli bir
evresinde şiddet ve kaba gücün üstünlük sağlayıcı, zorlayıcı gücü fark
edildiğinde, bu sistem tersine dönmüş ki, yaklaşık beş bin yıla yakın bir
süredir bu evreyi yaşıyoruz. Kadınlar, süreç içinde giderek daha baskı
altına alınmış; toplumun temel işlevlerine yapabilecekleri katkılar
engellenmiş ve “sınıflı toplumlar”ın ortaya çıkışında ilk adım, kadını
zapturapt altına almak olmuş. Eğer bu uzun süreç içinde yeniden
bir altüst oluş ve dalganın tersine dönmesi eğilimi sezebiliyorsak
ve kadının daha özgür, daha verimli olacağı bir toplumun ufukta
görünüp görünmediğini sorguluyorsak, şunu söylememiz gerekiyor:
Sınıfların ortadan kalktığı ve insanların bireysel nitelik ve çabalarıyla
toplumsal yapıda yerlerini aldığı ideal bir sisteme doğru yürüyüş
için, ilk önce, tarihin o uzak evresindeki kırılma noktasının onarılıp,
değişime o evreden başlanması lazım. Yani ilkin kadının özgürlüğü
net ve tartışılmaz biçimde gelecek, sınıfsız toplum ancak o zaman
bir “ütopya” olmaktan çıkacak. Böyle bir tarihi değişime doğru
yaklaşıldığı aşikar ama bunun ne kadar zaman alacağını kestirmek
zor. Ama senin sorduğun soruya, kısa bir yanıt vereyim:
Bu topraklar, yani Anadolu, bilebildiğimiz kadarıyla uygarlığın
tohumlarının ilk ortaya çıktığı, Ana Tanrıça düşüncesinin ve Annemerkezli sosyal yapının anayurdu. Binlerce yıl sonra bugün, kadının
hala akıl almaz sosyal, siyasi, ekonomik, psikolojik ve elbette cinsel
baskılar altında tutulmak istenmesi, son derece ironik ve rahatsız
edici. Bir şeyi net olarak söylemek lazım: Kadınların özgürlüğü,
dünyasının kuralları içinde “erkekleşen kadınlar” için geçerli bir
özgürlük olmayacak, sözünü ettiğimiz.
Bu topraklar, yani Anadolu, bilebildiğimiz
kadarıyla uygarlığın tohumlarının ilk ortaya
çıktığı, Ana Tanrıça düşüncesinin ve
Annemerkezli sosyal yapının anayurdu.
Kadınlar bunu, kendileri sağlayacak,
kendileri
sahip
çıkacak,
kendileri
geliştirecek.
Bu süreç içinde “ben özgürlüğümden
gönüllü olarak vazgeçiyor ve erkek-egemen
bir inanç anlayışının gerektirdiği biçimde,
kendi özgür irademle kendimi zincirlemek
istiyorum” diyenlerce oluşturulacak “zahiri”
umut kırıcı görüntülerle de karşılaşacağız
tabii. Ama son tahlilde, ivmenin kadınlardan
yana olduğunu ve değişimin anahtarının
onların elinde olduğunu düşünüyorum.
Sonsuz
Sevgili Cem, Burak Eldem’in az önce
söylediklerinde dikkatimi çeken bir
cümle oldu: “Tarihin o uzak evresindeki
kırılma noktasının onarılıp, değişime o
evreden başlanması lazım.” Bu onarımın,
günümüzde yaşadığımız spiritüelliğe olan
ilgiyle bağlantısı var mı? İnsanoğlunun içine
dönüp, kendini keşfetmesi; içindeki dişi
enerjinin ortaya çıkartılması ve bunu yapan çokça insanın varlığı, bir
“devrim”i tetikleyip, bu iyileşmeyi gerçekleştirebilir mi?
Cem Şen
İlk olarak günümüz spiritüel yaklaşımlarından bahsederken sanırım
dünya genelindeki durumu değerlendirmek lazım ki bu hiç de
kolay bir iş değil. Bölgesel olarak baktığımızda, örneğin Türkiye’de
spiritüalizmin durum ile Çin’deki ya da ABD’deki spiritüalizmin
durumu farklı. Temelde, tarih boyunca spiritüalizm o yöre topraklarına
uygun şartların bir sonucu olarak belirmeye başlıyor ve genellikle
de yalnızca o kabilenin, o toprakların öğretisi oluyordu. Bildiğiniz
gibi tek tanrılı dinlerin neredeyse tamamı, aynı şekilde farklı şaman
kültürlerinin Şamanizm yöntemleri, hepsi bulundukları bölgeye ve
doğduğu kabileye göre değişkenlik gösteriyor. Bu da ister istemez
acaba benim bölgemdeki öğreti benim ihtiyacım olan öğretidir ve geri
kalanına ihtiyacım yoktur diye mi düşünmeliyim sorusu beliriyor.
Konunun kadın mı yoksa erkek mi kaynaklı olduğu ise bana göre
biraz daha farklı bir mesele. Evet ilk dönem spiritüalizminde pek
çok bölgede kadınlar önem taşımaktaydı. Hatta Altay bölgesinde
günümüzde bile eğer erkek şamanın bir elbisesi yoksa kadın
kıyafetleri giyip öyle ayin yapar.
Elbette bunun nedeni o öğretinin durumu ile ilişkili. Şamanizm,
ruhlarla (iyi ya da kötü) bağlantı gerektiren bir öğreti olduğu için
benim az önce söylediğim yin öğretiler sınıfına giriyor. Fakat farklı
kültürlerde Şamanizm aynı değil. Çin’deki Şamanizm ile Amerika
kıtasındaki Şamanizm farklı. Hepsi de alt, orta ve üst dünyaları
kullansa da yöntemleri arasında bir takım farklılıklar var. Bu
girizgahtan sonra şu yaygın kanıya aksi bir şey söylemek istiyorum:
Spiritüalizm modern çağla birlikte kayboldu; biz yeni akımlarla onu
keşfediyor ve dünyayı daha yaşanacak bir yer yapmaya çalışıyoruz.
Oysa manevi akımlar hiçbir zaman kaybolmadı. Onlar insan denen
yaşam formunun donanımının ayrılmaz bir parçası olarak geliyor.
Yani eğer bilgisayar terimleri ile konuşursam, maneviyat bir insan
için “default”. İnsanın daima inanmaya ve kendinden büyük olan
sorulara yanıt bulmaya ihtiyacı var; bu da çok normal. Bu nedenle
ben günümüzde bir şeyler kayboldu ve şimdi onları geri getirmeliyiz
diye düşünmek yerine, geçmişte olanlar geçmişte kaldı, bugün yeni
bir gerçeklik var; acaba biz bu gerçeklikte ne yapabiliriz sorusunu
sormayı tercih ediyorum. Bu gerçeklik değişiminin kadınlar tarafından
mı yoksa erkekler tarafından mı başlatılacağını bilemiyorum. Ama
tanrıça kültü ve dişi enerji 90’lardan bu yana yeniden popüler oldu
ve bu enerjinin nasıl uyandırılacağı tartışıldı. Tanrıça ya da dişi enerji
aslında kadınlara ya da kadınlığa özgü bir şey değil. O, kadın ya da
erkek hepimizin içindeki bir enerji türünü ve bir anlayışı tanımlıyor.
Genellikle de korumaya, kollamaya, bakmaya ve beslemeye eğilimli,
affedici bir enerji türü. Eğer dünyaya verdiğimiz zararları bu tür bir
enerji tamir edecek dersek yanılmış olmayız sanırım. Elbette ilgi,
şefkat, koruyuculuk, affedicilik çok değerli ve insana huzur veriyor.
Buna karşın bu duygunun ya da bu tarz bir enerjinin mesela bizi
elli kilometre çapında bir asteroidden koruyacağını düşünmek biraz
iddialı bir yaklaşım. Yani eğer bir yokoluş ihtimalinden bahsediyorsak
bunun nereden ve nasıl geleceğini bilmiyoruz. Bu tür bilgiler ne yazık
ki bize ait bilgiler değil. Biz sadece günümüzdeki sorunlara işaret
edebilir ve onların çözümü için öneride bulunabiliriz. Bu bile ne kadar
yeterli, HATTA gerekli tartışılır. Bunun nedeni şu iki kelimede gizli:
ZAMANDA USTALAŞMAK. Pek çok şeyin sırrı işte burada. Zamanda
ustalaşmadan eldeki bir durumu doğru tahlil etmek mümkün değil.
Zamanı ne yazık ki geleceğe doğru değil yalnızca geçmişe doğru
değerlendiriyor ve eğer şu olduysa o zaman bu olabilir diye bir
çıkarımda bulunuyoruz. Fakat zaman ya da gerçeklik böyle işlemiyor.
Bugün baktığımızda Helen Uygarlığının Roma’ya katkısını, Roma’nın
Bizans’ı yaratışını, Bizans’ın Avrupa ve Osmanlı üzerindeki
etkilerini izleyebiliyoruz ama Roma dönemindeyken bunun
Bizans’ı yaratacağını asla bilemeyecektik. Selçuklunun Osmanlı’ya
dönüşeceğini bilemeyecektik. Bilebileceğimiz tek şey şu olacaktı.
Doğan her şey ölür, yaratılan her şey yok olur, yükselen her şey
düşer. Bunlar kesin olgular. Bu durumda bir şeyin düşüşünü ne kadar
kötü algılarsak algılayalım bu, yeni bir başlangıç yaratıyor. Selçuklu
için kötü olan son, Osmanlı için şanslı bir başlangıçtı. Bu nedenle
insanların günümüzde biraz fazla endişeli olduklarına inanıyorum.
Eğer bu bir son ise, o zaman bırakın bir son olsun. Bitişler hayatın
kaçınılmaz parçalarıdır. Bırakın bitsin ve yerine yenisi başlasın.
Sonsuz
Sevgili Burak, değişim anahtarının kadınların elinde olduğunu
söylemiştin. Bunun altının çizilmesi ve daha da açılması gereken bir
konu olduğunu düşünüyorum. Kadınlar nasıl yapabilirler böyle bir
değişimi? İlla sokaklara mı dökülmek gerekiyor birşeylerin değişmesi
için, yoksa bunun yolu yöntemi daha mı farklı? Ayrıca erkeğin konumu
nedir böyle bir durumda? Ya da daha dar bir ifadeyle, bu röportajı
okuyan, konular üzerine düşünen, kendini dinleyen, tanımaya çalışan
erkeğin konumu diyelim.
Burak Eldem
İlkin, kısa bir giriş yapayım: Cem’in söylediklerinde, özellikle de tarihe
gönderme yapan noktalarda tartışmaya açık şeyler var ama bunlara
girersek içinden çıkamayız. O yüzden, yalnızca kısa bir düzeltmeyle
yetineyim: Ben “geçmişte yitirilmiş bir şeyleri bulup geri getirmek”ten
söz etmedim.
İnsanların günümüzde biraz fazla endişeliler.
Eğer bu bir son ise, o zaman bırakın bir son
olsun. Bitişler hayatın kaçınılmaz parçalarıdır.
Bırakın bitsin ve yerine yenisi başlasın.
Koşullar bugünün koşullarıdır ve yaygın deyişle “su yolunu bulacaktır”
zaten. Bugüne nereden geldiğimizi görmenin yolu, geçmişe
bakmaktan ve kırılma noktalarını doğru saptamaktan geçiyor.
Bitişlerden korkmama meselesine katılıyorum; elbette, evren zaten
bitiş-başlangıç ya da ölüm-yeniden doğum üzerine kurulu. Yalnızca
“biteni” görmek ve “başlamaya hazırlananı” iyi sezmek gerektiğini
düşünüyorum.
Senin soruna gelince: Kadınların sokağa çıkıp, erkeklerle barikat savaşı
yapmaları değil tabii, değişimin anahtarını taşımak. Her şeyden önce,
kadının kendi varlığını, potansiyelini, sahip olduklarını görmesi ve
bunları kullanarak bizzat hayatın içinde yer almayı bilmesi gerekiyor
ki, ben genetik olarak bu niteliğe sahip olduklarını düşünüyorum
zaten. Burada önemli olan nokta şu: Modern dünya içinde kadınları
“üretime aktif olarak çekme” yolundaki işgücü simsarlığının, kadının
özgürlüğü ya da bağımsızlığını sağlama yolunda atılmış adım
olmaktan çok, sistemin kendi bağışıklığını güçlendirme çabaları
olduğunu doğru saptamak gerek. Başarılı, özgür kadın imgesi altında,
aslında erkek-egemen sisteme ve onun kurallarına uyum sağlamış,
yani giderek “erkekleşmiş”, sertleşmiş, şiddeti (açık ya da gizli) bir
yöntem olarak benimsemiş farklı bir kadın imgesi dayatılıyor ki, bu
aslında özgürlüğe ve eşitliğe giden yolu kısaltmak şöyle dursun, önüne
set bile çekebiliyor. “Kadın kadının kurdudur” sözünü doğrulayacak
derecede, salt bu belirlenmiş, verili “modern dünya”da güç edinebilme
adına kendi doğal karakterinin dışında rollere bürünen kadını dışta
tutarak düşünmek ve bunu “sistem ürünü” olarak görmek gerek.
Kadın, kendi varlığının farkına varmalı; kendini erkek dünyası
içinde onun kurallarıyla var edecek yöntemleri zorlamak yerine,
yeni bir dünyanın hızlandırıcısı ve eşit ağırlıktaki aktörü olarak
görmeli. Erkeklerin de kadını nasıl gördükleri önem kazanıyor.
Modern, özgürlükçü ve sağduyulu dediğimiz erkeklerde ble kadına
“özgürlük bahşedilecek” bir varlık olarak görme eğilimi var. Kadın ne
“fethedilecek bir kale” olmalı, ne de dizlerinin dibine oturup sığınılacak
bir liman. Birlikte, yan yana yürümenin, gerçek anlamda “eş” olmanın
yol ve yöntemlerini, kendi doğallığı içinde bulmamız ve geliştirmemiz
gerekiyor.
Kendine saygı duyan, erkek kurallarına ve erkeğe teslim olmayan
kadınlar ile, yine kendine saygı duyan ve kadını “elde etmeye”, sahip
olmaya ve hükmetmeye çalışmayan erkeklerin oluşturacağı bir
çekirdek toplumun lokomotifi olmaya başladığı anda, çok temel bir
sorun, “gerçek aşk” dediğimiz o spiritüel olguyu da tüm yalınlığı ve
gerçekliğiyle yaşamaya başlayabileceğiz. Tabii, onun ayrılmaz parçası
olan gerçek cinselliği, yani “üreme” ve “yatakta tahakküm” üzerine
kurulmayan, coşkulu, heyecan verici ve paylaşımcı cinselliği. Spiritüel
unsur, bu noktada daha da önem kazanıyor benim düşünceme göre.
Evrenin yapısı içindeki farklılıklarımızı ve birbirimizi tamamlayışımızı
fark ettiğimiz ve bunu özümlediğimiz oranda, doğru dürüst sevişmeyi
de öğrenebileceğiz. Dolayısıyla, kadınla erkeğin yürümekte olduğu
yolu, zaten gelmekte/doğmakta olan koşullar büyük oranda belirliyor.
Eğer bu süreç içinde olumlu anlamda bu değişimle baş etmeyi ve
yönlendirmeyi becerebilen bir nesil yetişirse, çok daha sağlıklı yönde
bir değişimin başlayabileceğini düşünebiliriz. Ama tarihte her şey
“idealize edildiği” gibi yürümeyebiliyor. Bambaşka yönlere, bambaşka
eğilimlere doğru da gidebilir bu değişimin vektörü. Diyebiliriz ki,
yaklaşmakta olan yeni dönemi, kadın ve erkeğin ayrı ayrı kendini
tanıması, algılaması ve birlikte yürümeyi başarıp başaramaması
belirleyecek.
Sonsuz
Sevgili Cem, 68’lerin “Savaşma Seviş” sloganı vardı. Peki bu kuşağın
sloganı ne olabilir sence? “Seviş, ama hakkını vererek” mi? Kısacası
aslında konumuz bağlamında cinselliğe ve cinsel yönden kadın-erkek
iletişimine girmek istiyorum biraz.
Cem Şen
Öncelikle biraz Burak ile uğraşayım. (Ama eğlenmek için yalnızca.)
Burak’ın söylediği bir iki şeye karşı çıkacağım ya da belki de
genişleteceğim; bilemedim. İlk olarak neler geleceğini sezip ona
hazırlanmak kavramını sorgulamak istiyorum biraz. Neler geleceğini
sezen bir çok iyi düşünür var bu dünyada; bence içlerinden bir tanesi
de kesinlikle Burak’tır. Yağcılık olsun diye söylemiyorum gerçekten.
Bununla birlikte Burak ve benzeri insanların yaptırım güçlerine
baktığımızda neredeyse güçlerinin sıfır olduğunu görüyoruz. Ellerinde
bir plan var mı dersen ne yazık ki o da yok. Bunun nedeni onların öneri
sunmaktan çok sorunu işaret etme misyonlarının olması. Yani bu bir
eleştiri değil. Zaten böyle yapmalılar.
Eğer birisi bana çıkar da dünyayı kurtaracak bir planım var derse
ona asla inanmam hatta tehlikeli bile bulurum. Geleceği sezme
konusunda sözüne en güvendiğim insan Daniel Quinn’dir. Yazdıkları
ile milyonlara ulaşmasına karşın bir değişim yaratabildi mi? Evet ama
çok kısıtlı. Uzun vadede bu çok kısıtlı etkinin büyük ve istediğimiz
anlamda bir sonuca ulaştırıp ulaştıramayacağını bilmiyoruz. Yani
sorunu sezmek ve ona hazır olmak küresel çapta biraz zor bir ütopya;
neredeyse romantik bir fikir. Geleceğin ne olacağı yalnızca dünya
düzeni belirleme gücüne sahip olan gruplar tarafından net olarak
biliniyor ya da bu gruplar çok hızlı hareket ederek bu gelişimi mümkün
olduğunca manipüle edebiliyorlar. Elbette bu Burak’ın geleceği sezip
bunu yazmayacağı anlamına gelmiyor. Tabi ki bunu yapacak. Ama
ne yazık ki sanırım etki alanı çok sınırlı olacak. Belki bireysel olarak
az sayıda insana faydası olacak. Kaldı ki bunda da bir sorun yok.
Karşı çıkacağım ikinci konu ise, meseleyi biraz fazla kadın temelli ele
alışımız. Açıkçası ya ezilen ve gücünü kullanamayan ya da erkekleşen
ve gerçek rollerini yitiren kadınlardan bahsediyoruz. Allah aşkına
“artık adam gibi adam kalmadı” “Nerede bütün erkekler” gibi lafları
duyan bir tek ben mi varım? Yoksa benim fazla mı kadın arkadaşım
var? Kadınlar erkekleşirken, erkekler de bir anlamda kadınlaşmaya
başladılar. Elbette toplumsal yapı üzerinde belirleyici rolleri kısıtlı
olan insanlara baktığımızda onların hala ataerkil bir toplumda
yaşadıklarını söyleyebiliriz. Buna karşın karar mekanizması olan ve
onu yöneten güçler artık yalnızca erkeklerin elinde değil. Kadınlar
rollerini unuturken erkekler de rollerini unutuyorlar. Bunun ileride
nereye gideceği konusunda tıpkı Burak gibi ben de bir tahminde
bulunabilirim ama bunun gerçek olup olmayacağını bilmiyorum. İlk
olarak bildiğiniz gibi kadın nüfusu hızla azalıyor. Bu, üremeyi kontrol
altına almak için etkili bir doğal yöntem gibi. Erkeklerin sperm sayısı
hızla düşüyor. Bugün artık 50 yıl önceki oranlara sahip değiliz.
Kadınlar bir zamanlar erkeklere özgü hareket ve davranış kalıplarını
benimserken erkekler de kadınlara özgü davranış kalıplarını
benimsemeye başladı. Yakında çalışan kadın ve evde oturup çocuk
bakan erkek gerçekliğini bugün olduğundan daha fazla görecek ve
bunu garipsemeyeceğiz. Bu iyi mi yoksa kötü mü bilmiyorum. Yalnızca
buna doğru, yani cinsiyetlerin ortada bir yerde buluşmaya başladıkları
bir geleceğe doğru ilerleyeceğimizi “seziyorum”.
Peki ama bu konuda ne yapacağız? Ya da ne yapabiliriz? Kendi adıma
ben cinsel enerji çalışmaları biliyorum. Yani diyeceğim siz kendi
halinize yanın. Haha. Neyse şaka bir yana, gerçekten bunun gideceği
yeri tam olarak bilmiyorum. Belki bu anlamda bir adım sonrasını
görebiliyorum ama bir kaç adım sonrasını görmekte zorlanıyorum.
Görsem bile bunu nasıl engelleyeceğimi, engelleme gücüm olsa bile
bunu yapmam gerekip gerekmediğin bilmiyorum. Yani bu çağ 68
kuşağı gibi savaşma seviş çağı olmayacak sanırım. Her şey bir yana
seks, iki bedenin doğru miktarda dişi ve erkek enerji yaratması ile
oluşur. Yani, bu iki karşıt enerji bir tür gerilim yaratır ve bu gerilim cinsel
uyarılma ile birlikte seksi başlatır. Fakat kadının gittikçe yanglaştığı
yani erkekleştiği, erkeğin ise gittikçe yinleştiği yani kadınsılaştığı bir
durumda bu nasıl mümkün olacak? Sanırım pek kolay olmayacak. Bu
durumda belki yeni kuşağın mottosu “Savaşma, sevişme” olabilir.
Hepimiz biliriz ki dünyada en eski iki neden bulunur. Bu iki neden her
şeyin altında bulunabilir: 1. Para, 2. Seks. Hal böyleyken, anladığımız
kadarıyla seks azalıp savaşlar da azalırsa o zaman insanlara yapacak
pek az bir şey kalır. Peki bu durumda insanlar ne yapabilir? Belki
insanlar yeni bir insan türü yaratabilir:
Mesela Ruhsal İnsan. Latincesi nasıl olur? Homo-Spiritus filan belki.
Bunun nedeni ise şu olabilir.
Denklemden cinselliği çıkarmayı başardığımızda, enerji doğrudan
doğruya ruhsal kanallara yönelmeye başlar. Yani seksin azalması belki
o çok arzulayıp durduğumuz aydınlanmayı beraberinde getirebilir.
Bilinen bir durumdur; kadınlar dominantlaştıkça, erkeksileştikçe, iş
dünyasında başarılı olmaya başladıkça tuhaf bir şekilde seksten de
uzaklaşmaya başlıyorlar. Kadın ne kadar dominantsa sekse duyduğu
ilgi o kadar azalırken, erkek tercihi de biraz pasif, kadınsı erkeklere
yönelik oluyor. Yani roller tam anlamıyla olmasa bile büyük oranda
yer değiştiriyor. Yani bu ortada buluşma hali sanırım en fazla cinsel
hayatımızı etkileyecek gibi görünüyor ki belki de bu iyi bir şeydir. Belki
de bu sayede nüfusumuz biraz azalır; kim bilir? Yani gerçekten olan
şeyin iyi mi kötü mü olacağını nereden bilebiliriz?
Sonsuz
Sayın Burak Eldem, karşı masadan sataşma geldi. Buyrun söz sizde.
Burak Eldem
Vallahi doğrusunu söylemek gerekirse, Cem beni fena halde hayal
kırıklığına uğrattı. Benim söylediklerime karşı çıkacağından söz
ettiğinde umutlanmıştım, şimdi “Taocu Seks” kıvamında kallavi
bir yanıt gelecek diye. Ama güvendiğim dağlara kar yağdırdı, bize
bu kadarcık aydınlanmayı bile çok gördü, üstelik erkek milletini
de “yumuşak ve metroseksüel” bir kıvama gelmekle suçlayıp,
delikanlılığımızı da yerle bir etti. Susma hakkımı kullanmak istiyorum.
Şaka bir yana, tek bir şey söyleyeyim: Sosyal etkiler, değişimler,
biyoloji dışı faktörler ne kadar güçlü olursa olsun, çok sağlam bir
DNA var ortada ve hormonlar, erkekler evde çocuk bakıyor diye
çalışmaktan vazgeçmiyorlar. Görünürde böyle bir değişim ne kadar
geneldir, onu da bilmiyorum. Belki kentli çevrelerde, belli bir kesim için
geçerli olabilir. Ama genelde “Haydi kadın, yat aşağı” diyen erkeklerin
hala ezici çoğunlukta olduğu; “töre cinayetleri”nin asla eksilmediği bir
toplumda yaşadığımızı da akılda tutmakta yarar var gibi geliyor bana.
Sonsuz
Böyle yoğun konuşmalardan sonra biraz gevşeyelim istiyorum.
Hazır karşımızda bir üstat, hatta kitabını yazmış birisi de varken.
Sevgili Cem, bu Kamasutra, Taocu Sevişme teknikleri gibi konuların,
insanlığın kendi cinselliğini keşfetmesi konusundaki etkisi nedir? Yani
cinsel enerjiyi coşturmak için illa ki böyle teknikler şart mıdır? Yoksa
klasik yöntemlerle de kundaliniyi hareketlendirebilir miyiz?
Cem Şen
Önce Burak’a bir kez daha taş atayım. Çok eğlendim ben bu işten.
Sevgili Burak, elbette DNA’lar çok güçlüdür ama en babayiğit adama
biraz fazla kadınlık hormonu versen bıyığı düşer. İstersen bir sonraki
sohbetimize kadar her gün iki litre soya sütü iç. Sonra yeniden
konuşalım bu meseleyi. Benim uzmanlık alanım ya tutma beni
Burakçım. Soya sütü derken, cidden bu süt feci halde tüketiliyor
erkekler tarafından. Üstelik günümüzde sosis, bisküvi, ekmek dahil
aklınıza ne gelirse içinde bol miktarda soya var ve soya yapısı itibariyle
aşırı derecede Yin’dir. Bu kadar yin olunca da gerçekten hormonal
yapıyı değiştirebilir.
Genlerimiz ne kadar güçlü olursa olsun, içinde bulunduğumuz şartlar,
beslenmemiz, hayata yaklaşımımız, kimlerle zaman geçirdiğimiz,
nasıl nefes aldığımız gibi bir sürü şey bizim cinsel yapımız ve zihin
durumumuz üzerinde belirleyici bir rol oynar.
Şimdi sevgili editörümüzün sorusuna gelecek olursak... Genel
olarak doğru uygulanan bazı ruhsal çalışmaların cinsellikten alınan
tadı ve hazzı artırdığı bir gerçektir. Bunun için pek çok yöntem var.
Bu yöntemlerin içinde Taocuların teknikleri de haklı bir üne sahip
desem abartmış olmam sanırım. Yani gerçekten de Taocuların
konuya yaklaşımları anlaşıldığında cinsel yaşamın renkleneceği,
alınan hazzın artacağı ve buna paralel olarak sağlığın da daha
iyiye gideceği bir gerçek. Erkekte ve kadında cinsel enerjinin nasıl
artırılacağının, yine hem kadın hem erkekte cinsellikten alınan
hazzın nasıl artırılacağının incelendiği pek çok yöntem bulunuyor. Bu
yöntemler gerçekten oldukça etkili yöntemler. Fakat kadının başka
erkeğin başka çalışmalar uygulaması gerekiyor. Buna ek olarak
biraz önce bahsettiğim gibi beslenmenin büyük bir önemi var. Daha
doğrusu beslenme stratejisinin. Örneğin et, fazla yang bir besindir ve
bu nedenle de aşırı et tüketmek erkekte cinsel enerjinin artmasına
neden olabilir. Ama bu tek başına güçlü bir cinsel enerji için yeterli
midir? Kesinlikle hayır. O zaman sperm sayısı düşük herkes et yerdi
olur biterdi. Üçüncü önemli etken zihnin durumu ki bu meditasyonun
alanına giriyor. Dördüncü etken ise nefes. Nefes belki de bu denklem
içinde cinsel enerjiyi en fazla artıran şey diyebiliriz. Elbette tek başına
cinsel enerjinin artması da iyi bir cinselliği garanti etmeyecektir.
Cinselliğin kalitesi insanların ruh durumu, bedenlerinin durumu, hatta
o gün iklimin durum tarafından bile belirlenir. Fakat genel olarak karşı
çıktığımız bir şeyi cinsellik için de kullanabiliriz. Açgözlülük sanırım bu
dünyada bir insanın başına gelebilecek en büyük belalardan biridir.
Hayatta olduğu kadar cinsellikte de açgözlülük ve beklenti seksin
kalitesini bozar. Yani daha fazla daha iyi değildir. Hatta bazen biraz
daha az daha iyi bile olabilir. Cinsel enerjinin ılımlı ölçülerde yüksek
tutulması çok önemlidir. Ben bazı çalışmaları öğrencilerime öğretirken
çok temkinli davranırım. Örneğin öyle nefes teknikleri vardır ki, bir
erkeği viagra almaktan daha beter uyarırken bir kadını da aynı şekilde
afrodizyak almaktan daha fazla uyarabilir. Üstelik bu egzersizler,
kişinin eylem sonrasında bir tükenme ile karşılaşmasına da izin
vermezler. Yanıtımı
biraz
uzattığımın
farkındayım o nedenle
kısa bir özetle yanıt
vereyim: Evet, bu
öğretilerden
cinsel
enerjimizi artırmak ve
cinsel hayatımızı daha
kaliteli hale getirmek
için faydalanabiliriz.
Sonsuz
Ben her ikinize de
teşekkür ediyorum.
Birlikte
olan
sohbetlerimize
sonraki sayılarımızda
da devam edeceğiz.
The Wise Ruh
A.Kerim Soley
[email protected]
İ
Bir Varolus’Felsefesi
olarak Suf izm
nsanın ve içinde yer aldığı evrenin yaradılış amacını araştıran Sufîlik,
temelinde mistisizm olan, varoluşun nedenselliğini irdeleyen; bunun
için de sürekli olgunlaşıp aydınlanması gerektiğini öngören bir
yaşam felsefesidir. Sufizmin etimolojisine ilişkin öngörüler herkesin
çekirdek inancına göre farklı biçimlerde olabilir. Gerçekte o ‘dinler ve
inançlar ötesi’ bir felsefedir. Kaldı ki sözcüğün anlamını sadece dinsel
veya mistik terimlerle açıklamak da hayli zordur. Çünkü tarihin her
döneminde mistikler gibi sufî düşüncesi de varolmuştur.
İnayet Han’a sormuşlar; ‘Sufizm bir din mi, felsefe mi, yoksa mistisizm
midir?’ Yanıtı şöyle olmuş: “Her üçü de. Eğer ondan dini öğrenmek
istiyorsanız, bir dindir; bilgelik öğrenmek isterseniz, felsefedir; ruhun
gelişiminde rehberlik etmesini istediğinizde mistisizm olur. Gerçekte
ise üçünün de ötesindedir.”
Böyle olduğu içindir ki belirli bir inancın tekelindeki bir öğreti değildir.
Aksine, İslam Sufizmi olarak bilinen tasavvuf da dahil olmak üzere,
Sufî inanç ve araştırmalarının tümü klasik-organize-tutucu dinlerin
ortodoks nitelikteki tutumlarına tepkiden doğmuşlardır. Yani bir
bakıma ‘din’ düşüncesini ‘aslına döndürme’; ona doğallığını yeniden
kazandırma çabasıdır. Buna kanıt olarak öncelikle, bütün Ortadoğu
kökenli din ve inançların düalist olmalarına karşın, Sufîliğin monist
olmasını, onun da köklerinin Uzakdoğu’da olmasını gösterebiliriz. O
nedenle Sufîlik, Doğu mistisizmi bilinmeden anlaşılıp üzerinde fikir
yürütülebilecek bir felsefe değildir. Sufîliğin Eski Mısır’dan etkilendiğini,
hattâ oradan doğduğunu öne sürenler de olmuştur.
Etkilendiği doğrudur, tabii etkilediği de. Ama görünen o ki tek başına
hiçbir yere ve inanca mâledilemeyecek kadar ‘evrensel’dir. O nedenledir
ki Sufîliği dilerseniz hiçbir inançsal formata bağlı kalmaksızın da
öğrenebilirsiniz.
Sufi Terminolojisi
Sufî düşüncesini yeterince anlayabilmek için önce terminolojisini doğru
bilmek gerekmektedir. Gündelik hayatta dilimize yer etmiş, kimi sıradan
görünümlü sözcük ve kavramların Sufîlikte çok özel ve önemli anlamları
olabilmektedir. Örneğin, İbn’ül Ferîd, inançlar sistemleştirilmeden önce
de sufîliğin varolduğunu şöyle anlatırdı:
“Dostun adıyla içtik şarâbı, onunla sarhoş olduk, üstelik daha bağ bile
yaratılmamışken…” Buradaki üzüm ve bağ, okul ve sistem (kurulu
düzen); şarapsa onun zihinleri sarhoş eden ürünüdür. Ancak şarap,
üzümün ve bağın niteliği ile onu tadacak kişiye göre, kimi zaman huzur
verici kimi zamansa zihni bulandırarak idraki engelleyici olabilmektedir.
Ürünün ‘aşk şarabı’ olabilmesi üçünün de niteliğine bağlıdır… Öyle
ki bu şarâbı içmeyen ‘Varlığın Birliği’ düşüncesine ulaşamayacak;
ulaşabilenlerse adetâ yeniden doğarak bir üst zihin boyutuna erişecek;
bu durumda idrakin kapıları açılmış, zaman ve mekân sınırlamaları
aşılmış olcağından, sufi gerçekte bir önceki yaşamının ‘sarhoşluk hâli’,
eriştiğininse ‘farkındalık hâli’ olduğunu fark edecektir.
ufîlikte her şeyin ‘sonrası’ ve ‘daha da sonrası’ vardır. Buradan
Varoluş’un kesintisizliği ve ardından da sonsuzluğu kavramına
ulaşılır. Hiçbir şey yok olmaz; Taoculukta ve budizmde de
öngörüldüğü gibi sadece ad ve biçim değiştirir.
Sufi Akımları
Sufizm’de Zaman
Anadolu’daki en yaygın ve etkileri günümüze kadar ulaşabilmiş
Sufî akımı ‘Mevlevilik’ olmuştur. Diğerleri arasında ‘Nakşbendî –
Kâdirî - Subût’ hareketi keza önemli bir yere sahip olmakla birlikte,
yine de burada sayılan ve sayılmayan bütün Sufî hareketlerinin
hemen tamamında “kaynaktan uzaklaştıkça bozulmalar” ve çeşitli
farklılaşmalar meydana gelmiştir. Bu tür bozulmaların en yaygın
nedeni, zamanla yeniden skolastik ve ritüelik dinselliğin etkisine
girmeleri olmuştur.
Sufîlere göre zihin ‘zamanda’, bilinç ise ‘sonsuzlukta’ varolmuştur. O
nedenledir ki ‘zaman ve mekân’ olmayınca işlev göremeyen, daha açık
bir ifade ile ancak onlar var ise ve tamamen onlara ‘bağımlı’ biçimde
işleyen sınırlı ve sonlu zihin, sonsuz ve sınırsız olan bütünsel bilinci
algılamakta zorluk çeker. Ne ilginçtir ki bu görüş Bodhidharma’dan
Arabî’ye, Krishnamurti’den Wolf’e kadar hemen bütün büyük mistiklerin
ortak anlayışıdır. Meseleye dinler boyutunda baktığımızda; İsa’nın
‘zamanın olmadığı yere gideceksiniz’ söylemi ile, islam inancındaki
‘zamandan ve mekândan münezzeh’ olan tanrı anlayışının esasta ne
denli örtüşmekte olduğu fark edilebilecektir.
Sufîlik ‘yaşayan’ ve kendisini sürekli ‘yenileyen’ bir akım olduğundan,
çağdaşlarımız olan Sufîlerin de bilim ve teknolojiyi, davranış bilimlerini
bilen ya da en azından doğru anlayıp yorumlayabilen kişiler olması
doğaldır. Kanımızca yakın dönemin önemli Sufileri arasında Meher
Baba, İnayet Han, Gurdjieff, Ouspensky, Nicoll’ün adlarını saymak
mümkün olduğu gibi; bize göre, yaşayan en büyük Sufîlerden birisi de
‘Dr. Quantum’, yani Fred Alan Wolf’tür.
Sufi Felsefesi
Sufîlik, doğrudan yanlışlığını kanıtlama çabasını göstermemiş olsa da,
esas olarak ve bütün söylemlerinde düalitenin çarpıklığını ve yanlışlığını
ortaya koyar. Bunu da bir takım öykülerle, meseller, semboller ve
alegorilerle yapar. Zihinsel bölünmüşlüğü gizliden gizliye sorgular. Zihni
sevgiyle eğitir, aklınızı kalbinize yönlendirir ve doğru gözlemleme ile
içsel derinleşmenizin ancak dinginlik içerisinde mümkün olabileceğini
gösterir. O bakımdan, örneğin Zen’e göre daha sabırlıdır. Sufîlik
yolunda zamanla daha fazla şeyle ‘buluşur’, giderek onları özümser
ve bütünlüğün gerçekliğine erişirsiniz. O zaman korkularınızın yerini
‘bir olabilmenin coşkusu’na bırakmaya başlayacak, yaşamınız daha bir
anlam kazanacak ve evrensel bilince doğru dönüşümünüzdeki ivmenin
artmakta olduğunu fark edebileceksiniz. İşte asıl o zaman bütün din
ve inançların sadece birer araç olduğu; onların değişmez sanılan bütün
kural, ritüel ve dogmalarının bir yerden sonra nasıl ayakbağı olmaya
ve esasın kaçırılmasına neden olduğu görülecektir. Çünkü aşılamayan,
ötesine geçilemeyen kural ve ritüeller zamanla sadece zihinleri esir alan
ya da karartan, gerçek amacı gizleyip onlara ulaşılmasını engelleyen
dogmalar hâline gelmişlerdir.
Gerçek ‘din’ içsel bilinçte saklıdır; Sufînin çabası önce ona ulaşmak,
sonra da oradan hareketle varoluş ile ‘bir olmak’tır. Çünkü dinlerde
inanç ‘dışarıdan’ verilir, görevli kurumlar ve kişilerce sürekli desteklenip
güçlendirilir ve hiçbir biçimde ‘sorgulanamaz’. Yani organize dinlerde
gerçek anlamda bir ‘arayış’ yoktur. Sufîlikteki şuurlu inancın kaynağı
insanın kendi derinliklerindedir. Yanlışlık inanmayı istemekte değil;
insanın doğasında mevcut olan bu isteğinin sömürülmesinde ve
onu koşullandırmaya çalışmaktadır. Mistikler, kendi özlerini benlik
duygusundan olabildiğince arınmış, özgür ve tarafsız biçimde
görebilme çabası içerisindeki kimselerdir. Sufizm ise, kendini bilme
yolunda önceliği karşılıksız sevgiye vermiş, zihnin aşılabildiği ölçüde
arınıp aydınlanılabileceğini kabul etmiş olan doğal dindarlığın adıdır.
Sufîlikte her şeyin ‘sonrası’ ve ‘daha da sonrası’ vardır. Buradan
Varoluş’un kesintisizliği ve ardından da sonsuzluğu kavramına ulaşılır.
Hiçbir şey yok olmaz; Taoculukta ve budizmde de öngörüldüğü gibi
sadece ad ve biçim değiştirir. Ümitsizliğe kapıldığımızda, hayatın
anlamını yitirdiğimizde mutlaka bir şeyler yanlış gidiyor, zihnimiz
ve aklımız bize oyun oynuyordur. Böylesi durumları ancak yaşam
ırmağına şuurla katılabilmiş olanlar kolaylıkla aşabilecek; onunla ‘bir’
olmayı başarabilenler ise öyle olumsuz zihin hâlleri ile hiçbir zaman
karşılaşmayacaklardır.
Kendi yolunda ilerleyebilmiş bir Sufî de tıpkı bilinçli bir Zen mensubu
gibi geçmişle düşünmez, “Bugün yeni bir şeyler söylemek lâzım,
Cancağzım!” der. Çünkü ona göre de “sonsuz yaşam ancak ‘şimdi’dedir”.
Dün geçmiştir, yarınsa henüz gelmemiştir. O halde geçip giden ile
henüz gelmemiş olan hakkında gereksiz yere eni-konu konuşmak ve
olup bitenler hakkında kederlenip tasalanmak boşunadır. Bir Sufî için
yaşam sürekli bir kutlama ve şükürdür; bunun mümkün olabilmesi
için de kendisinin, onun bir parçası; yaşamın da kesintisiz varoluş hâli
olduğunun bilincinde olmak gerekmektedir. O zaman varolan her şeye
saygı ve sevgi duymak kolaylaşacaktır. Ancak o zaman yaşam olduğu
gibi kabullenilir, geliştirilebilir; zihnin oyunları olan sanal korkular son
bulur, yaşama sevinci artar, hattâ tüm yaşam coşku ve dua olabilir.
Bu anlayış, yolda oldukça mesafe alabilmiş Sufîlerin yaşam felsefesi
olmuştur. Böyle bakarsanız, her ne şekilde adlandırmış olursanız
olun; ister doğrudan isterseniz dolaylı sözedin, hattâ dilerseniz hiç
sözetmeyin; örneğin Lao Tzu’nun Tao’suyla da, Buddha’nın ‘büyük
boşluk’uyla da, Gurdjieff’in ‘aşkın enerji’siyle, hattâ Wolf’ün ‘sonsuz
parçacıklar okyanusu’yla da hep tanrıyı kastetmiş olursunuz. Ama
ne zaman ondan sembollerle, yüceltme kastıyla da olsa sıfatlarla
sözetmeye ve hele bir de ‘kişileştirme’ye kalkar, idrakinize sığdırmaya
çabalarsanız asıl o zaman tanrısal gerçeklikten uzaklaşırsınız.
Sufizm’de Birey
Hemen bütün dinlerin amacı sizi organize inançların ve onlara uygun
biçimde oluşturulmaya çalışılan toplumun sıradan bir parçası hâline
getirmektir. Sufîlikte ise öncelikle ‘birey’, yani ‘tekbaşına bir değer’
olursunuz. Kişiliğiniz üzerinde herhangi bir baskı hissetmezsiniz. Bu da
size özgürlük verir.
özüne ve kısmen de varoluşun gizemlerine varabilmiş olmaktan doğan
o sevgi ve şefkat dolu olgunluk ve şükür hâlinin dışarıya yansıması ve
ona erişemeyenlerin gözündeki yanlış anlamaya müsait bilgelik hâlidir.
Ancak bütün bunları, dünyayı hiçbir biçimde unutmadan, yok
saymadan, şuura yönelmiş açık bir zihinle yapabilirseniz bir anlam
ifade edebilecektir.
Sufîler sıcak ve samimidir. En çok karşı çıktıkları şeylerden birisi,
‘olduğundan farklı görünme’ diğeri ise ‘gerçek dışı, yanıltıcı sevgi ve
saygı gösterisi’ demek olan ‘riya’dır.
Öncelikle herhangi bir inanca ve ısmarlama vaatlere değil, kendinize
güvenir ve inanırsınız. İnanç duyacağınız şeyin öncelikle kendiniz
olması size huzur ve güç verir. Böylesi bir durumda gerçek ve katışıksız
sevgiyi duyumsamak çok daha kolay olacaktır.
Sufîler acının, kederin, ıstırabın olduğu gibi sevincin, coşkunun ve
aşkın tohumlarının da insanın içinde olduğuna; hangisini önemser
ve beslersek onun gelişeceğine inanırlar. Algılama, yorumlama içsel
bir şey olduğundan değişim de içsel olmalıdır. Dışarıdan dayatılacak
değişimler insanın bilince yönelmesini sağlamayacağından sadece
zihnin beslenmesine yarayacaktır. Zihnin yeterince arınmış ve özgür
olamaması durumunda dışsal etkilerin gelişmeye, tekâmüle olumlu bir
katkısının olamayacağı kolaylıkla anlaşılacaktır.
Mevlânâ’ya da ilham veren büyük Sufîler arasında yer alan Ferideddin-i
Attâr da insanın zihinsel ve bilinçsel gelişimini anlatıp ‘ruhun
mükemmelleşmesi’ni işlediği Mantık-ut Tayr adlı yapıtında iki ana
temayı işlemiştir. Bunlar ‘tekâmül yolculuğu’ ve ‘arayış’tır. İçinden
çıktığı dinsel kültür ve gelenekler bunları vermiş olsaydı, hiç ‘arar
mıydı?’ Nitekim o da İslam şeriatı tarafından dışlanmıştır. O nedenledir
ki Sufîlerin en önemli özelliklerinden birisi, hemen hiç birisinin öğretisine
katı kurallar koymamış, dünya görüşlerini sistematize etmemiş,
kendilerini izleyenlere de diğer dinadamları gibi ‘işte bu tam ve kesin
bir açıklamadır’ diyerek herhangi bir şeyi veya prensibi dayatmamış
olmalarıdır. Çünkü Sufîler hiçbir zaman dinadamı gibi davranmamışlar;
aksine öğretilerini öykü, mecaz ve alegoriler yanında müzik, şiir ve
hattâ dansla aktarmaya çalışmışlardır.
Ruhun Yolculuğu
Varoluş’a sevgi duymadan Sufizmin anlaşılabilmesi olanaksızdır. Sufîler
insanın ‘insan olma’ yolculuğunun sürekliliğine inanır ve bu yolculuğa
zihinle, yani ‘ayık halde devam edilemeyeceği’ni savunurlar. Pek çok
şiirde geçen ‘sarhoşluk’ hâli, aslında hakikatin zihinlerde neden olduğu
o yumuşak ‘esrime’ durumudur. Bu hâlin süresi ne kadar uzatılırsa
o kadar olgunlaşırsınız. Yani kastedilen, uyarıcı maddeler veya alkollü
içki kullanımıyla sağlanan zihin ötesi bir fiziksel sarhoşluk değil; içsel
Sufilikteki olgunluk aşamaları Budha’nın, Zen’in, Çakralar Sistemi’nin,
hattâ Gurdjieff’in nitelikli enerji kullanımı ile tanımladığı ‘tekâmül’
anlayışına çok benzer. Sıradan zihne sahip olduğu varsayılan kişi,
önce çalışma düzenine ilişkin olarak konulan başlangıç kurallarına ve
erdemlilik için vâzedilmiş olunan genel tavsiyelere uyar. İkinci aşamada
sıradan bir izdeş olmanın ötesine geçerek doğanın nedenselliği üzerinde
düşünmeye başlar; böylelikle algısal boyutta bir basamak daha ilerlemiş
olur. Üçüncü aşamada ‘Kalp Gözü’ açılmaya başlar ve artık özgürce
akıl yürütüp özgün değerlendirmelerde bulunabilecek, dervişlerin
tartışmalarına katılabilecek hâle gelir. Böylelikle sıradan insanların ya
da henüz ilk iki aşamada bulunanların duyumsayamayacağı bir takım
gerçeklere vâkıf olmaya başlar. Sonraki aşamalar ‘Varoluşa katılma’
ve nihayet ‘bir olma’ aşamalarıdır. İnsan-ı Kâmil olduktan sonra artık
buradaki fiziksel ve zihinsel dünya ile ilişkisi sona erip daha yüksek
boyutlara doğru yol alarak Vahdet-i Vücûd’a, yani ‘varlığın birliği’ne
erişir. Ondan sonraki aşamaları ise hâlen burada bulunan insanların
henüz hiç birisi anlayabilecek durumda değildir.
Barış ve Aşk
Kültürel bakımdan farklı din ve inançların içinden çıkmış olan Sufîlerin
söylemlerinde, o inançların resmî tutumlarına göre yasaklanmış
olan yakınlaşmaları gözlemleyebilirsiniz. Çünkü gerçek Sufî, kendi
yolunda ilerlerken hiç kimseyle çatışmaz. Bu eleştirmez anlamında
alınmamalıdır; kavga etmez, her görüşe saygı duyar, eleştirilebilir de
eleştirir de, ama sonunda mutlaka gönül alır. Yüreğini varoluşa açtığı
ve burada yaşanılacak her şey gibi, her duygu ve düşüncenin de eksik,
yanlış veya yanıltıcı olabileceğini bildiği için bütün görüşlere hoşgörü
ile yaklaşır. Sufî de tıpkı bir Budist gibi veya gerçek İsa düşüncesinde
olduğu gibi ‘şiddet karşıtı’dır. Çünkü onun amacı hiç kimseyi bir görüşü
kabule zorlamak değil, varoluşa duyduğu aşk ve şükranla kendi yolunda
ilerlemektir. O nedenledir ki Sufîleri dinadamları veya misyonerlerle
karıştırmamak gerekir. O denli barışçı kişilerdir ki Sâdî bunu şöyle dile
getirir: “Tüm yeryüzüne hâkim olmak bile bir damla kan akıtmaya
değmez”. Öte yandan Sufizm öylesine hoşgörülüdür ki, örneğin tanrı
inancı söz konusu olduğunda dahi “kişilerin sayısı kadar farklı inanç
biçimi olabileceği”ni öngörür.
Sufîlikteki aşk, varoluşa karşı duyulan şükran ve minnetle yoğrulmuş
olan ‘ilâhî aşk’tır; Sufîler ona ‘ışk’ derler. Onun fark edilebilmesi de
‘aydınlanma’da alınan yola bağlıdır. Fiziksel evrene ilişkin sufî görüşüne
göre; yaratılmış olan herşey gibi dünyamız (ve tabii ki dünya hayatı
da) sonsuz varoluş’un aynadaki bir tür ‘yansıması’ gibidir. Aynada
görülenler gerçekliğin kendisi olamaz, olsa olsa aslından yansıyanın
görülebilen (fark edilebilen) kısımları için bir ‘görünüm mahalli’ olabilir.
Üstelik aynalar, görülebilecek olanın da bütününü gösteremezler. O
nedenledir ki sufîler aşk derken, gündelik yaşamdaki gibi ‘varolmuş’
olana duyulan şiddetli arzu ve bağımlılığı, ona dair tutku ve ihtirası
değil; ‘bütün varolmuşu vareden’e olan sevgiyi ve bağlılığı kastederler.
Amaç o yolda ilerlemek ve sonunda onunla ‘bir olmak’tır.
‘İlâhî Aşk’ budur; onun dışındakiler, sufîlere göre ancak ‘Mecâzî Aşk’
sayılabilir. Böylelikle insanın algısı, bilgisi, şefkati… de ilâhî aşk yolunda
aldığı mesafe ile orantılı olarak artacaktır.
Dünya Meseleleri
Bugün de zihinlerini alabildiğine sevgiye ve özgürlüğe açanların,
katı kurallara sahip inançsal sistemlerin insanları olamayacaklarını
görüyor ve biliyoruz… Sufî için yaşam kavga yeri değil, daha önce de
belirttiğimiz gibi
‘tekâmül ve aydınlanma fırsatı’dır. Yani gerçek
Sufîler her ne kadar herkes gibi belirli inançların etkin ya da hâkim
olduğu ortamlarda yetişmiş olsalar da, hiçbir zaman diğerleri gibi
o yöredeki yerleşik inançlara tutsak ya da o tür sistemlerin parçası
olmamışlardır. Kültürel geçmişine saygılı, ama sisteme muhalif çok
sayıda Sufî o tür yerleşik inançların siyasal iktidarı ellerinde bulunduran
tutucu yandaş ve izdeşlerince dışlanmış, suçlanmış veya yargılanarak
mahkûm edilmişlerdir. O nedenledir ki Sufîler siyasetle aktif olarak
uğraşmamışlardır.
Yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi Sufizm bir tür ‘doğal dindarlık
hâli’dir. Yani herhangi bir dinin veya inancın mensubu olmaktan çok
‘tekâmül yolunda olma’yı önemser. Osho bu durumu şöyle açıklar: “İsa
dindardır, Hristiyan değildir; bence o bir Sufîdir. Budha Budist değil,
dindardır; bence o da bir Sufîdir. Sufî dinin temellerine bakarak gereksiz
ayrıntıları eleyebilmiş olan kişidir.” Sufîlerin söylemleri de buna benzer
ve özetle şöyle ifade ederler: “Sufîlik dinden derindir!”
Sufizm’de Kader
Sufîlik hiçbir zaman kaderciliğe prim vermemiş, kader kavramını
yüceltmemiş; insanın kendi aklı, gücü ve çabasıyla bir yandan kendini
geliştirirken diğer yandan da yaşamı etkileyip ona yön verebileceğini, onu
değiştirebileceğini öngörmüştür. Bu açıdan bakıldığında fatalist değil,
aksine ‘varoluşçu’dur. Önceki yaşamlarımızı birer birer geçerek bugüne
geldiğimizi, bu fırsatı en iyi ve en doğru bir biçimde değerlendirebilirsek
daha üst gelişim basamaklarına çıkabileceğimizi öngörür. Her inançtan
önemli ve büyük Sufîler, kültürel teolojileri yasaklamış olsa da, o resmî
söylemlerin aksine reenkarnasyona inanmışlar, hattâ inanmaktan
da öte bunu Varoluş’un sonsuz adaletinin gereği ve rahmeti kabul
etmişlerdir. Sufî düşüncesine göre evren sonsuz, yaşam sürekli,
bilinç ölümsüzse; tekâmül de zorunlu ve kesintisiz bir süreç olmalıdır.
Hemen tüm Ortadoğu kökenli klasik dinlerin karşı çıktığı, insanın
biyolojik, fizyolojik ve ruhsal evrimi, kuramsal olarak Sufî düşüncesinde
müstesna bir yere sahiptir.
Ruhun Değeri
Sufî söylemlerinde sıkça karşılaşılan tamlama, yakıştırma ve
benzetmelere kısaca göz atarsak, kadim Uzakdoğu inançlarıyla ne
denli yakın bir sembolizmaya sahip olduğunu kolaylıkla fark edebiliriz:
Yaşam ırmağı, aşk şarâbı, kalp gözü, aydınlanmanın ışığı, kesintisiz
evrim, doğanın nedenselliği ve ona bağlı diyalektiği, akla güvenmeme,
içsel-ben… Bunlardan sadece birkaçıdır. İçsel yolculuğumuzda daha
fazla yanılmamak ve yanıltmamak için bugün yapılması gereken şey
fizikle akılcı metafiziğin birlikte yürüyebileceği bir ortamı oluşturmak
olmalıdır.
Bunun için de öncelikle ‘sanal-kendi’ni aşarak, ‘bir ben vardır bende,
benden içeru’ biçiminde anlatılmaya çalışılan ‘gerçek-kendi’ne
erişmek gerekir. Böylesi bir erişimin önündeki en ciddi engel, içeriğinde
her türden gereksiz yükü barındıran ‘ego’dur.
Şiddetli arzular, tutku ve ihtiras da ‘ruhsal’ olan yanımızdan gelmezler
mi? Bütün bunlar öznel ruhun doyum amaçlı olarak bir takım maddesel
ve göreceli değerlerin peşinden koştuğunu gösterir. Zihinselliğin
böylesine öne çıktığı bir durumda hâlâ öznel ruhu ve ruhsallığı da, o
türden geri kalmış ruhların dünyasını (spatyom, ahiret, âraf… vd) da,
üstelik bugün içinde yer aldığımız yaşamı feda edercesine, bilmeden
yüceltmenin anlamı ve değeri olabilir mi? Demek ki varoluşun
unsurlarından sadece birisi olan ruhun tekâmül etmeyeceğini söylemek
de, o noksan ve yeterince gelişmemiş hâliyle onu ‘aslî tanrısal unsur’
olarak kabul etmek de yanlış ve yetersiz bir açıklamadır.
Anadolu Sufiliği
Genel olarak Sufizm, özel olarak da ‘Anadolu Sufîliği’ gerçekte o
kadar çağdaştır ki, yüzyıllar önce dahi, statik olan hiçbir vasıta ile
(organize din, taassup, dogmalar, şuursuz inanç… gibi) aydınlanma
yoluna girilemeyeceğini açıkça ifade etmiştir. Sonlu olan hiçbir vasıta
ile sonsuz olanı kısmen de olsa algılamanın mümkün olamayacağını
fark etmiştir. O vakit önümüzde iki seçenek kalır: Ya sonsuzluktan
(bugünkü gelişmiş kuantal söylemle ‘sonsuz enerji okyanusu’ndan)
içimize ‘üflendiği’ varsayılan cevherin peşine düşerek mistik olmak;
ya da nihilist anlamda ‘yokoluşu kabullenerek’ kaba maddeci bir
ateist olmak… Bu ikisinin dışındaki ara yollar, varlık ile yokluğu, sonsuz
ve sınırsız olanla sonlu ve sınırlıyı bağdaştırmaya çalışan sentetik
ve zorlama uyarlamalardır. Çokları için böylesine yapay, sentetik ve
kolaycı bir orta yolu hiç düşünmeksizin kabullenmek gerçekte bir başka
türde zihinsel tembellik, bilmeksizin inanmaya razı olma ve ‘kendini
bilmekten vazgeçme’ demektir. Oysa ki yeterince bilinçlenilmediği
sürece ‘maddeden ruha kaçış’ da, ‘ruhsallıktan maddeye yönelmek’
de hiç kuşkusuz ne zihinsel ne de akılsal çözüm sağlayabilecektir.
Yani Mevlânâ Celaleddin’in dediği gibi ‘tek kanatlı kuş’ uçmayı
başaramayacaktır.
Anadolu Sufîliği başka hiçbir coğrafyada üstesinden gelinemeyen bir
şeyi başarmıştır. Bu da, engin bir ‘hoşgörü’ ortamında, ufak tefek inanç
farklılıklarını önemsemeden, yerleşik inanç biçimleriyle çelişmeden,
hattâ kimi zaman onlardan yola çıkarak ya da yararlanarak insanın
zamanla aydınlanabileceğini öngörmesidir.
Son Sözler
Kısacası Sufizm, herhangi bir dinsel inanca bağlı olmayan dindarlıktır.
Şunu açıkça belirtmeliyiz: Sufizm, sanıldığı gibi ‘gizli’ bir öğreti değildir;
ama ‘dışarıya kapalı’dır. O nedenledir ki Sufizm hakkında, Sufîlerden
çok Sufî olmayanlar, kimi araştırmacılar ve din tarihçileri çok daha
fazla yazıp çizmişlerdir. Tabii bütün bunlar da onun hakkında bir takım
yanlış ve yanıltıcı fikirlerin, kanaatlerin oluşup yaygınlaşmasına neden
olmuştur.
Okurlara önerimiz, kendileri Sufîliğe yakın olmayan dinler tarihi
uzmanlarının yorumlarıyla yetinmeyerek,
en verimli dönemini
Anadolu’da geçirmiş olan Sufîliğin özgün kaynaklarına inebilmeleri
olacaktır.
The Wise Ruh
Zeynep Sevil Güven
[email protected]
Varolan Herşeye
Yüzde Yüz
Evet!
Her şey karşıtıyla birlikte bütündür ve o yüzden AN’dan AN’a karşıtını yaratmayı sürdürür.
Y
azı öncesi mağara resimleri, yazılı tarih ve hatta dinler bize hep aynı
savaşımdan söz ediyor. İyi ile kötü, aydınlık ile karanlık, yaşam ile
ölüm arasındaki savaşım. Ya var ya yok olacaksınız. İyi yandaysanız
hem yaşamda hem yaşam sonrasında varsınızdır var olmaya devam
etmeye hak kazanmışsınızdır ve değilseniz hem yaşamda hem sonrasında
yoksunuzdur ve zaten buna hakkınız da yoktur. Kabul görmeyen “yok”
kabul edilir. Tarih sayfaları size bunu hatırlatan deneyimlerle dolu.
İnsanın var olmaya başladığından bu yana bitmemiş “savaşmazsan
varlığını sürdüremezsin” pompası hala etkili. Herkes barışın ne kadar da
hoş olduğunu biliyor, sürmesini istiyor ama savaş hiç bitemiyor. Neden
acaba?
Karşıt güçler arasındaki savaşı anlatan en eski, neredeyse tüm
sembollerden daha bilinen ünlü Yin/Yang formu artık neredeyse bebeklerin
bile tanıdığı, üzerinde fikir yürütebildiği, çıkarsayabildiği anlama göre
yaşamını düzenlemeye başladığı bir görsel tema oldu.
Buna göre var olan her şey bir bütündür ve o bütünlük dünyanın kutupluluk
yasasının kurallarına bağlıdır. Aydınlık, iyi, güzel, akıllı, halim, sevgi dolu ne
varsa sembolün bir yanında beyazla temsil edilirken, karanlık, kötü, çirkin,
cahil, saldırgan korku dolu olanlar sembolün diğer yanında siyahla alan
buluyor.
Aydınlık taraf içinde karanlık olanın tohumunu ve bunun gibi karanlık olan
da içinde aydınlık olanın tohumunu taşıyor. Buna bağlı olarak aydınlık
yanın genişlediği bölgelerde karanlık olan daralıyor ve tersi…
Bu sembolle ilk çalışmaya başladığımda ben de diğerleri gibi bana
anlatılanlara göre (içime bakmadan önermeleri tartışmasız doğru kabul
ederek) yorum yapmakta olduğumdan, bu genişleme ve daralma anında
birinin diğerine göre artıp azaldığını varsaymaktaydım.
Aradan geçen yıllar, zihinsel olarak esnemeye gayret etmem
ve diğer çalışmalarım bu düşüncemizin mutlak doğru
olmayabileceğini fark etmeme yardımcı oldu. İşin doğrusu mutlak
doğru diye bir kavramın olmadığı, olamayacağı düşüncesini daha
çok benimsedim.
Seviyeyi korumak kibriyle susmaksa enayilik, aptallık, basiretsizlik
ya da en azından bilgisizliğin sonucu sayılacaktı.
Aynı sembole şimdi baktığımda beyazın ya da siyahın
genişlemesinin ille de artış anlamına gelmediğini düşünüyorum.
Alan çalmak için titreşimini yükselterek genleşme ve buna bağlı
genişleme de pekâlâ iki boyutlu bu resimde büyüyen beyaz alan
olarak resmedilmiş olabilir. Durum buysa diğer tarafta azalma
değil sıkışmaya bağlı daralma olacaktır.
O kişiler böyle davrandıkça, bazen inanarak bazen de çaresizce ve
anlayamadan “var OL’AN her şey birbirine aynadır” diyor, elimden
geldiğince bu aynaya bakmaya özen gösteriyordum, bu kadarını
biliyordum. Anlamasam da ezberlemiştim, önermişlerdi ben de
kabul etmiştim. Bunu görmek yeter sanılsa da yetmiyordu. Bu
deneyimi hayatımdan % 100 çıkaracak biçimde değişemiyordum.
İşin doğrusu neyi anlamadığımı ya da göremediğimi hatta daha da
kötüsü neden anlaşılamadığımı da pek anlayamıyordum.
Dikkat etmişsinizdir: “Alan çalmak” kavramından söz ettim. Bu
rastlantısal ya da talihsiz bir söylem değil. Beyaz olanın da “hırsız”
olabileceğini net olarak biliyoruz. İçindeki kara nokta,
kötülüğün tohumunun beyaz ya da “iyi” olanda
zaten var olduğunu açıkça dile getiriyor.
İşte bunu ayrımsadığım andan bu yana
bütünlüğün içinde taraf tutmanın
sadece diğer tarafa sıkışma ve
bunalma etkisi yapıyor olduğunu
da düşünmeye başladım. Ayrıca
kimlik kazanmak ve o kimliğin
değerli olması da gerekli ve bu
değer ancak karşıtı değersiz
bir şey olduğunda ortaya
çıkabiliyor. Kısacası her şey
karşıtıyla BİR ve BÜTÜN ve
aynı zamanda ancak karşıtı
daha az iyi ise ilkinin iyiliği
anlam kazanıyor.
Yin Yang içindeki bu anlayışımı
insana uyarladığımda ilginç ve sarsıcı
saptamalarım oldu. Paylaşayım.
Sosyal kimlik, daha refah içinde bir yaşam,
sevilme ve aidiyet gereksinmesi hepimizi toplum
tarafından kabul gören “iyi ve aydınlık” ne varsa onları
ön plana getirmeye zorunlu kılıyor. Konu açıldığında biz özgür
seçimimizle “iyi” olduğumuzu söylesek de bunun hiç de dürüst bir
söylem olmadığını kavradığımda hayatımın tokadını yemiş gibi
oldum. Yin içinde yang tohumunu ilk kez bu kadar net biçimde
görüp kavramıştım.
Adeta kendi elimle kendi suratıma izi yıllarca kaybolmayacak bir
şamar indirmiştim. Ben, benim için söyledikleri kadar iyi olsam
da dürüst değildim. Zaten o kadar iyi de değildim. Sadece o kadar
iyiymiş gibi davranıyor ve her seferinde de bana, tavrıma ya da
söylemlerime karşı çıkan, iteleyen, tersleyen kişi veya kişiler
yüzünden ortamları terk etmek zorunda kalıyordum.
O kişilerle kavga etmek bana yakışmazdı. Seviyeyi koruyarak
tartışmak bir süre sonra olanaksızlaşıyordu. Herkes kendince haklı
olduğundan diğerinin kendi fikrini kabul etmesi koşul oluyordu.
Bunu nasıl kabul edebilirdim? O zaman geriye tek ve “onurlu”
seçenek olarak istifa etmek yani o ortamdan ayrılmak kalıyordu.
“Bu nasıl ayna? Ben ne zaman, kime böyle
davranıyorum”
diye
sorup
duruyor,
“göremediğim gölge yanım nerede acaba”
diye merak ediyor yine de bu durumdan
bir türlü kurtulamıyordum. Şimdi
anlıyorum. O insanlar gibi
olmasam da onların bu tavırlarını
yargılıyor, beni anlamamış
olmalarına
içerliyor,
anlaşılmama
konusunda
kendime izin vermediğim
için bu izinsiz olduğum
halimle sık sık karşılaşıp
kabul edemediğim için de
içerlemeye ve onu dışlayıp
büyütmeye/güçlendirmeye
devam ediyordum. Onlar
bana
“anlamamaya
ve
anlaşılmamaya da izinlisin”
diyorlardı da ben duyamıyordum.
Anlamamayı ya da anlaşılmamayı
reddettikçe içimdeki bu parça da
büyüyüp güçleniyor ve kendini bana
gösterme çabasına giriyordu. Tıpkı bir sınıfta
öğretmenin tüm ilgisinden yoksun bir öğrencinin kendini
belli etme çabasıyla yaramazlık yapması gibi içinizde görmeyi
reddettiğiniz parçalar da dışarıdaymışçasına kendilerini siz
göstermeye başlarlar.
Gerçekte yaptığıma şimdi bakınca… Özgür seçimimle iyi olmaya
değil sevilmeye yönelmiştim. İyi ve aydınlık olanı içimden öyle
geldiği için değil sadece aidiyet hakkımı yitirmemek, sevilmek ve
saygın biri olarak kabul görmek için kullanıyordum. En son yine
böyle kendi gibi düşünmediğim için aptal olduğumu ima eden, çok
bilmişçesine davranan bir arkadaşa “seni görüyorum ve varlığını
onurlandırıyorum, sana yüreğimde bir yer veriyorum ama seni
sevmiyorum” deme cesaretini gösterdim. O arkadaşım bunu
anlamadı ve benim çelişkili biri olduğumu “yürekte ancak sevilene
yer verildiğini” söylediyse de ben o söylemimden bu yana o tür
insanlarla karşılaşmamaya başladım. Onu sevmediğimi ve yine de
varlığını onurlandırdığımı kabul edince onun tavrıyla yaklaşan tüm
yansımalar da benden uzaklaşmışlardı işte…
Peki sadece ben mi -en azından- kendine karşı riyakar ve iki yüzlü
biriyim?
Reddettiğiniz her şey büyür ve güçlenir, kabul ettiğiniz her şey
enerjisini ve gücünü sizinle paylaşarak sizi güçlendirir.
Hangimizin içinde bir katil, yalancı, tacizci, düzenbaz, çıkarcı yok
ki? İnsan mikro kozmossa eğer, makro kozmosta ne varsa onların
hepsine sahip olmalı değil mi? Aksi halde makro kozmos gibi BİR
ve BÜTÜN olabilir mi?
Zayıf olanın içinde şişmanlık, iyi olanın içinde kötülük, şifacı olanın
içinde büyücülük üstelik de karşıtıyla eşit miktarda olmalı. Aksi
halde bütünlük ortadan kalkar ki bu da olanaksızdır. Özürlü olan,
eksik organla doğmuş olan bile kendi özünde BİR ve BÜTÜN iken
her hangi parçamız ve nasıl zıddından ayrı ya da eksik olabilir ki?
Var olan her şey karşıtı ile bir bütündür dedik. Bunu şöyle
de açıklayabiliriz. Diyelim ki merhameti yüksek, esirgeyen ve
destekleyen yanımız güçlü olsun. Karşıtıyla bütünlük açısından
bakınca zalim, zorlayan ve itekleyen yanımızda tam da merhametli
yanımızla aynı miktarda olacaktır. (Diyelim ki merhamet kilo ile
ölçülebilir ve diyelim ki merhametimiz bir kilo olsun. Bu durumda
mezalimimizde bir kilodur.) Biz sürekli sevgi ve saygı kazandıran
merhametli yanı ön plana çıkarır, diğer, kıran, döken, üzen yanımız
yokmuş gibi davranırsak zalim yanımız sıkışır daralır ve daralıp
sıkıştıkça da güçlenir. Sonunda “beni görmezsen, kabul etmezsen,
varlığımı onurlandırmazsan patlayacağım” dercesine hareket
etmeye başlar.
Patlama noktası geldiğinde, içindeki merhameti dışlayan,
yokmuş gibi davranan, adının yanına zalim, kötü, hain gibi sıfatlar
yakıştırdığımız bir başka kişi aracılığıyla gelir karşımıza dikilir
(BEN, SEN BİRİZ ve ben sende yansıyorum). O zalim dediğimiz
aslında “bak bende sana ait bir şey var onu dışlaman doğru değil,
o sana ait ve bulunması gereken yer senin hayatın, işte şimdi onu
ait olduğu yere gönderiyorum” demektedir.
Başka bir deyişle o kişi: “Senin içindeki parçalardan biri olan zulmü
sen kabul etmedin. Bedeninden, varlığından dışarı yolladın. Her
şey aslına, kaynağına dönmek zorundadır. O da sana dönmek
istiyor ve işte ben de sana onu getirdim” demektedir.
Biz bunu görmeyi reddettiğimizde ona kızar öfkelenirsek alttaki
mesaj daha da keskinleşir. İçimizdeki mezalim her reddedişimizde
daha da sıkışmakta ve haliyle daha da keskinleşmektedir. Her
inkâr daha da sert, katı, zalim aynalarla karşılaşmamıza ve buna
bağlı olaraki veren, seven, anlayışlı, dürüst yanımıza daha da çok
sarılıp onu daha da fazla sömürmemize yol açar.
Elbette bu hal yaşamın her alanında kendine sahne bulabilir.
Örneğin dürüstlükle davranan, en fazla dürüstlüğünüzü ön
plana çıkaran ve “yalandan ve yalancılardan nefret ederim”
diyenlerdenseniz büyük bir olasılıkla yaşamınızda çok fazla yalana
maruz kalıp en çok yalancılardan çekiyorsunuzdur.
Eli açıklık, paylaşımcılık, bolluk bilinci ise genel tavrınız, geleni
paylaşmak ve gideni onurlandırmaktansa “elimin kiriydi hiç
olmazsa temizlendi” ise söyleminiz, hayat karşınıza cimrileri, sizi
maddi şeyler için kullananları getiriyordur çoğunlukla.
İntikam duygunuzun varlığı utanç veriyorsa yaşamınızın her
alanında sizi kıran, kızdıran ve hatta size son derece haksız
davranan birilerine toslayıp cezalandırmak istediğinizde onlara
değil kendinize kızıp suçluluk duygusu ile kavruluyorsunuzdur.
Reddettiğimiz her ne olursa olsun, karşımıza başkalarının
bedeninde, tavrında ve söyleminde çıkmaya devam eder.
Bu kısır döngü içimizdeki reddedilenin artık dayanamayıp
“göööööööörseeeeeeeeeennnnnneeeeeeeeeeeeee”
diye
fışkıracağı noktaya kadar sürecek olursa birden içimizden bir
işkenceci fırlar, karşımızdakine öyle bir saldırır ki kendimiz bile
olana inanamayız. Cinnet geçirmek mi dediniz?
Peki ne olacak? Ne yapacağız? Hepimiz içimizdeki zulmü, yalanı,
cinayet, taciz, tecavüz arzusunu ortaya, eyleme mi dökeceğiz?
Teksas’ı aratır bir şehir, korkunun başrolde olduğu bir ülke,
katillerin cirit attığı bir dünya mı yaratacağız?
Elbette hayır. Yapmamız gereken bunca yıldan beri devam
ettirdiğimiz ayrılık bilincini ortadan kaldırmak. Var OL’AN her
şeyin BİR ve BÜTÜN olduğunu % 100 kabul etmek. O bütünlüğün
kendi içimizde de tıpkı dış dünyadaki gibi tezahür ettiğini ve
onurlandırmadığımız her parçanın bütünlüğümüze zarar vereceğini
kavramak. Hastalığın içimizde olduğunu reddettiğimiz bir olgunun,
duygunun, düşüncenin kendisine madde dünyasında alan
bulmaktan öte olmadığını kabul edip hastalandığımızda bize içsel
dünyamız hakkında tartışılmaz bilgi sunan bedenimizin varlığına
şükran duymak. Sadece iyi, aydınlık, paylaşımcı, dürüst, sevecen,
şefkatli, halim ve selim olan “ideal insan” kavramını geldiği yere,
sevilme ve kabul görme arzumuzun doğduğu alanımıza, zihnimize,
geri göndermek.
Zihnimizdeki
“mükemmel”
kavramı ulaşıldığı anda yükselen
çıtanın adıdır. Oysa var OL’AN
tam da OL’duğu haliyle zaten
mükemmeldir ve tekâmül yolu
ancak bunu kabul ettiğimizde
açılır. Bu gerçeği artık görmek,
onurlandırıp kabul etmek ve
buna uygun yaşamak hem çıtayı
hem de bizleri zahmetsizce
yükseltecektir diye inanıyorum.
Bunun için uzun zamandır
kullandığım ve yararını cidden
gördüğüm basit ve etkili bir
yol var. Olanı kabul etmek ve
VAR OL’AN her şeye % 100 EVET
demek. Sevilmemeyi, aç kalmayı,
fukaralığı, şişmanlığı, hastalığı,
dışlanmayı ve korktuğumuz
ne varsa hepsini göze alarak
içimizdekini
dürüstçe
kabul
edip dile getirmek. Her şeye
izinli OL’mak. “Allah korusun” değil, “Allah fark ettirsin” demeye
başlamak.
Karşıtlıklar bir araya geldiğinde birbirlerini yakarak dönüştürür
ve bu dönüşüm sonucu ortaya ışık ve ısı çıkar. Evinizdeki her
türlü elektrikli eşyada bunu kolayca görebilirsiniz. Elektriği açma
kapama düğmesi devrenin kapanıp artı (+) ve eksi (-) enerjilerin
birbirlerini yok etmesine yardımcı olduğunda siz bu hali ışık ve ısı
olarak fark edersiniz. Devre kapalı olduğu sürece ve akım kesintiye
uğramadıkça ısı ve ışık orada kalmaya devam ederler.
Sizin her hangi bir suça izinli olmanız farkındalığınızı daima o ısı
ve ışık yayan bölgeye kaydırır. Farkında bile olmadan sürekli ısı ve
ışık yayan bir alandan desteklenmeye başlar, karşıtlıkları ise kendi
aralarında savaştırarak kullanılır enerjiye dönüştürmüş olursunuz.
Üstelik hiç de yorulmadan J.
Neye kızgınsanız ona % 100 EVET deyin, o kızdığınız şeye izinli
olun. Kendinize suçlu olma izni vermek sizi suça yöneltmez. Bu
izni verirsem suç işlerim endişenizden arının. Suça her haliyle izinli
OL’un. Ancak kendinize bu tür bir izin vermeniz sizi izne rağmen
suç işlememeye yani gerçekten özgür seçiminizle “iyi” kalmaya
yönlendirir. Sevilmek için değil, diğeriyle BİR ve BÜTÜN olduğunuzu
anladığınız için “iyi” kalmaya.
Bence, sayılmak ve sevilmek için değil, diğerinin size tuttuğu
aynaya bakabildiğiniz, o aynayı tutmasına müteşekkir olduğunuz
için “iyi” kalabildiğinizde aynaya olan gereksinmeniz kendiliğinden
ortadan kalkar.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET. Yalana ve yalancılara % 100 EVET,
yalana izinliyim.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET. Talana ve talancılara % 100 EVET,
talana izinliyim.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET.
Hastalığa ve sağlığa % 100 EVET,
hastalığa ve sağlığa izinliyim.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET.
Fukaralığa ve zenginliğe % 100
EVET, fukaralığa ve zenginliğe
izinliyim.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET.
Şişmanlığa ve cılızlığa % 100 EVET,
şişmanlığa ve cılızlığa izinliyim.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET.
Suça ve suçlulara % 100 EVET.
Suça ve suçlulara izinliyim.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET.
Bilmemeye ve öğrenmemeye
% 100 EVET, bilmemeye ve
öğrenmemeye izinliyim.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET.
Anlamamaya ve anlaşılmamaya % 100 EVET, anlamamaya ve
anlaşılmamaya izinliyim.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET. Sevmemeye ve sevilmemeye % 100
EVET, sevmemeye ve sevilmemeye izinliyim.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET. Yargılanmaya ve yargılamaya %
100 EVET, yargılanmaya ve yargılamaya izinliyim.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET. Dışlanmaya ve dışlamaya % 100
EVET, dışlanmaya ve dışlamaya izinliyim.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET. Yalnızlığa ve topluluğa % 100 EVET,
yalnızlığa ve topluluğa izinliyim.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET. Bağımlılığa ve bağımsızlığa % 100
EVET, bağımlılığa ve bağımsızlığa izinliyim.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET. Yalana, talana, hastalığa, fukaralığa,
şişmanlığa, suça, bilmemeye, öğrenmemeye, anlamamaya,
sevmemeye, sevilmemeye, yargılanmaya, dışlanmaya, yalnızlığa,
bağımlılığa ve var OL’AN ne varsa hepsine izinliyim.
Benim aklıma bunlar geldi, örnek OL’sun diye yazdım. Siz kendi
dışladıklarınızı bulun, aynı kalıbı kullanarak zikredin. Dediklerimi
saçma, fazla hayalci hatta aptalca bulmuş olabilirsiniz. OL’sun,
saçmalamaya, hayal kurmaya ve aptallığa da izinliyim .
İşin doğrusu, inanmasanız da çalışıyor, biliyorum çünkü ben de
inanarak başlamamıştım, denedim işe yaradığını gördüm. Siz
de “deneyin” demek isterim. Kim bilir benim gibi sizin de işinize
yaradığını görebilirsiniz.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET. Kabul görmeye ve reddedilmeye %
100 EVET, kabul edilmeye ve reddedilmeye, hatta dalga geçilmeye
izinliyim.
The Wise Ruh
Hasan ‘Sonsuz’ Çeliktaş
[email protected]
Arayarak Bulamazsınız!
Kovaladığınız her ne ise, siz onu kovaladığınız sürece onu yakalayamacaksınız! Ne zaman
bu kovalamaca sona erecek, işte o zaman o size gelecek...
K
ızımız uluslararası bir şirkette yöneticidir, 30’lu yaşlarını
geçmiş, sürekli yurtdışına gelip giden tipik bir büyükşehir
kadını. Bir iki uzun süreli ilişkisi olmuştur, ama bir türlü
aradığını bulamadığından yakınır. Derken günlerden bir gün, bir
adamla tanışır. Pardon vurulur, yanar biter kül olur. Adam da
ona ilgi duyunca bizimki iyice uçar. Artık “Facebook durumu”na “I
found the one” (O’nu buldum) tarzı cümleler döşenmeye başlar.
Sonra bir gece aniden “durum”da “Life sucks!” (Yaşam berbat!)
mesajını görür ve ona mesaj atar ne olduğunu sorarsınız, morali
“down”dır. “Herkes mi yalancı” diye isyan eder size; “Aradığımı
bulduğumu sandım, ama gene çuvalladım” diye dert yanar. Ama
aslında evrensel bir gerçek vardır: Aradığınız her kim veya ne ise,
onu zaten arayarak bulamazsınız!
Bu noktada bizim evin kedisi Zuma ile annemin sıcak(!) ilişkisine
değinmek lazım. Annem Zuma’yı sevmez ve geceleri üstüne
atlayacak diye kovalamaya çalışır. Bana da sürekli “al bu kediyi
odaya, yatamıyorum” der. Ama Zuma öyle bir yere girmiştir ki
yakalayamazsın kesinlikle. Ona şunu derim, anne kendi haline
bırak, o zaten az sonra yanıma gelir benim, alır odaya koyarım.
Ama o diretir ve Zuma’yı kendi kovalar, kedi hayvanı da kaçar
durur. İşte size bir evrensel gerçek daha: Peşinde koştuğunuz her
ne ise, siz yakalamaya çalıştıkça o sizden kaçacaktır. Ama kendi
haline bırakılınca, o size kendiliğinden gelir. Nitekim annem yatar,
kovalamaca biter, Zuma da tıpış tıpış gelir yanıma, ben de alır
odaya koyarım onu.
Kuyruğunu kovalamaktan vazgeçmiş kedi
Yine kedi hayvanıyla ilgili sevdiğim bir hikaye de şudur: Küçük kedi
sürekli kuyruğunu kovalar, büyük kedi bunu neden yaptığını sorar.
Küçük kedi, kuyruğunu yakarlarsa mutluluğu bulacağını söyler. Büyük
kedi gülümser, “Ha o mesele mi, ben de senin gibiydim ama bir türlü
yakalayamadım, sonra yürüyüp gittiğimde o benim arkamdan geldi”
der. İşte ben de o küçük kedinin yaptığını yıllarca yapmış biriyim.
Aradığım aşkı bulacağım, mutlu olacağım diyerek yıllarca eşeleyip
durdum. Her yeni tanıştığım insan da “evet, tamam şimdi buldum”
hissini verdi ilk başta. Ama sonrasında, yine hayalkırıklığı, yine hüzün,
yine hüsran… Derken 10 Ekim 2004 öğleden sonrasında artık evrene
şu çığlığı attım, “Tamam, yeter, ben bırakıyorum, artık hayatımda kız
mız istemiyorum, kendimi yalnızlığıma tamamen kapatacağım ve
bir daha da böyle sorunlar yaşamayacağım. Benim için aşk, meşk,
sevgili vs. konuları tamamen bitmiştir!” Gümüşsuyu Yokuşu’ndan
Taksim AKM’nin önüne doğru ağır ağır yürürken içimdeki hisler
böyleydi. Bitmiş, çökmüş, bırakmış bir Hasan. Birazdan kitabımı
okuyup bana benimle tanışmak istediğini söyleyen bir okurumla
buluşacaktım. Aslında mailini ilk gördüğümde içimde bir ses, dikkat
et bu maile demişti, farklı bir enerjisi vardı. Bu yüzden tanışma
teklifini reddetmemiştim, ama işte buluşmaya giderken anlattığım
haldeydim. Uzun süren bir ilişkiden çıktıktan sonra yıllarca kendini
toparlayamayıp, başka kişileri denemiş ama her seferinde de kendini
parçalanmış hissetmiş bir ben. Ağır ağır yürüyordum yokuştan yukarı
tüm geçmişimi düşünüp, kendime acıyarak…
Aradan tam 45 dakika geçmişti ve o gecikmişti. “Bununla sevgili olan
yandı, hele es kaza senle bişi olursa yandın, çok bekletir adamı” diye
söylenirken içimden, uzaktan gördüm kendisini. Sonra yavaş yavaş
yaklaştı… Yanıma geldi… Yüzüne baktım ve o an içimde sadece tek
bir ses vardı: “İşte eşin geldi.” Aradan 10 saniye bile geçmemişti ve
karşımdaki insanın eşim olduğunu biliyordum. İşin daha da ilginç
noktası onunla, aşka dair tüm arayışlarımı bıraktıktan ve bunu evrene
söyledikten yaklaşık 1 saat 45 dakika sonra tanışıyor olmamdı.
Geçmişe dönebilsem…
Şimdi o andan bugüne 5 seneden fazla bir süre geçti. Ben bu yazıyı
yazmaya çalışırken o içeride bebelerimizle ilgileniyor. Her kapıdan
çıkışımızda da onu 1.5 saate yakın bir süre bekliyorum. Ben akrep,
o aslan burcu olduğumuz için de hayatımız bayağı da şenlikli. Gayet
de mutluyum yaşamımdan. Geçmişe dair pişmanlığın var mı diye
sorarsanız eğer, pişmanlık değil de, imkanım olsa şunu yapmayı
isterdim… 18 yaşıma gider ve onu karşıma alıp şunları söylerdim ona:
Sevgili Hasan, önündeki 10 yıl boyunca hep aşkın peşinde koşacaksın,
ama hep canın yanacak. Aslında canını yakanlar karşındakiler değil
doğrudan kendin olacaksın. Karşındaki insanlara hep bir beklentiyle
yaklaşacağın için o insanlarla olmanın tadını da çok çıkartamayacaksın
ne yazık ki. Halbuki sevgili bir hocanın “Siz gençler, ilişkilerinize ad
koymaya o kadar meraklısınız ki onu yaşamayı unutuyorsunuz”
sözünden ne kadar etkilenmiştin… Ama hayatında uygulamadın
bunu ve hep adlandırmalar peşinden koştun. Bunun yerine gel,
onlarla geçirdiğin zamanı, zihinsel beklentilerinin oyunlarının peşinde
olmak yerine, cidden onlarla geçir ve yine çok sevdiğin şu benzetmeyi
unutma…
İnsanlar ırmaklar gibidir, kendini akışına bırakırsan bir bakarsın ki
başka bir ırmak sana karışıvermiş, birlikte akıyorsunuz. Zamanı
geldiğinde de o ırmakla yollarınız ayrılır, bir başka ırmakla
karışıverirsiniz… Yaşamın akışı budur. Bırak kendini evren sana
getirsin o anda kiminle akman gerekiyorsa…
Tabii 18 yaşındaki Hasan bu sözlerimi dinler miydi? Muhtemelen
hayır! Zaten dinlemeyeceği için de hayattan “arayarak bulamazsın”
dersini öğrenecek ve sizlerle bu bilgiyi paylaşabilecek deneyime
sahip olacaktı. Çünkü ben 18 yaşındayken, sanki gelecekten birinin
kulağıma fısıldadığı bu cümlelere pek aldırmamıştım ve işte size
bu satırları yazıyorum.
Aramalarınızı durdurmanız ve aradığınızın size gelmesine izin
verebilmeniz dileğiyle…
The Wise Ruh
Hasan ‘Sonsuz’ Çeliktaş
[email protected]
“Evrensel”
Siparis Verme Sanatı
H
ikaye bu ya, adam Tanrı’ya sormuş: “Tanrım, dileklerim
nasıl gerçekleşecek, lütfen bana bir yol göster.” Tanrı
yanıtlamış, “İçinde bir posta kutusu düşün ve dileğini beyaz
bir kağıda yazıp, o posta kutusuna at. O kağıt bana ulaşacaktır,
ben de dileğini gerçekleştirmen için sana yardımcı olacağım. Ama
sakın bunun nasıl olacağını düşünme, o kısmını bana bırak…”
İşte meşhur “sır” budur. Ne istiyorsanız dileyip, bir “içsel” beyaz
kağıda yazıp, evrene yollayın. Ama “Nasıl olacak?” kısmına
takılmayın, bırakın evren onu halletsin en uygun haliyle. Bunu
yıllarca çevremdeki herkese anlattım, ama benden başka dinleyen
pek olmadı, çünkü inanmadılar bu söylediğime. Zihinlerimiz “nasıl
olacak yahu?” sorusuna o kadar kurulu ki, dileğimizin olacağı
varsa da engel oluyoruz. Mesela PC’nizde Photoshop ikonuna
tıkladığınızda, program bir süre sonra açılır değil mi? Peki üstüste
aynı ikona tıklarsanız ne olur? Sistem, programı üst üste açmaya
çalıştığından kilitlenir ve reset atılmadan da çalışmaz hale gelir.
Ya da bir restorana gidip, siparişinizi verdiğinizde ne yaparsınız?
Yemek gelene kadar arkadaşınızla sohbet edersiniz, tuzluklarla
oynarsınız, gazete okursunuz veya etrafı izlersiniz… Ama şunu
söyler misiniz? Arkadaşlar yahu sipariş verdik, ama gelecek mi?
Ya gelmezse? Ya aç kalırsak? En iyisi ben gidip bir şefin başına
dikileyim bir ya da şu sıska garsonu sıkıştırayım. Bunları yaparsanız
ne olur? Restoranın kapısına “kibarca” konursunuz. İşte “nasıl
olacak?” sorusuna takıldığımızda da, evrensel işleyişe yaptığımız
aynen budur. Endişe ve korkularımızla her şeyi manipüle etmeye
çalışır ve eninde sonunda da yüzümüze gözümüze bulaştırırız.
Ama akıllanmaz, daha da hırsla saldırırız zihnimizde “nasıl
olacak?” takıntısıyla… Ezelden ebede varolan evrensel sistemde
bir mikron kadar bile yer kaplamayan bizler, o sonsuz evrenden
daha iyi biliyoruzdur çünkü neyin nasıl olup, nasıl olamayacağını ve
ona işini öğretmeye kalkarız. Halbuki karşımızda “dile benden ne
dilersen” diyen bir sistem var. (Her ne kadar biz buna –kendimizi
değer bulmadığımız için- inanmasak da.) Dilediğiniz her şey,
ama her şey gerçekleşiyor, amma velakin tam da olması gereken
zamanda.
“Dileklerim neden hemen gerçekleşmiyor ya da ne zamandır
bekliyorum, neden olmuyor?” sorularının yanıtı da burada
yatıyor işte. Siz restoranda siparişi verdiğinizde, her yemeğin
bir pişme süresi vardır ve ona uygun olarak beklersiniz. Ben
hatırlıyorum, hayatımda ilk defa sufle siparişi verdiğimde garson
bana, 45 dakika civarında hazır oluyor bilginiz olsun demişti.
Kalkıp 15 dakika sonra, garsonun yakasına yapışmamıştım hani.
Dileklerimiz için de geçerli bu, her şeyin bir pişme süresi var ve o
süre tamamlandığında, kaşığı içine daldırdığınızda harika lezzetler
alabileceğiniz bir deneyim sizleri bekliyor olacak. Ama ne olur
aşçıbaşının işine burnunu sokmayın. Sadece siparişinizi verin ve
sonra – beklemeye değil- yaşamaya devam edin. Nasılsa o sizin
masanıza gelecek.
Şimdiden afiyet olsun hepinize…
The Wise Ruh
Dost Can Deniz
[email protected]
Aferin Evlat!
Ü
nlü yazar Ayn Rand’ın muhteşem kitabı “Atlas Silkindi”de
sorulan bir soru var: “Eğer öldüğünüzde, sizden önce yaşamış
o bütün büyük insanlar, fark yaratmış büyük beyinler
tarafından karşılansaydınız, ne duymak isterdiniz onlardan?” Kitapta
bu soru sanki karakterlerden birine soruluyormuş gibi, ama aslında
hepimize soruluyor gibi değil mi sizce de biraz?
Evet, siz, ey okuyucu, diyelim ki öldünüz, ve öldüğünüzde her nasıl
bir yerse orası öte dünyada baktınız ki sizi karşılayanlar o sizin
büyük kabul ettiğiniz, hayranlık duyduğunuz kişiler, bilim adamları,
sanatçılar, yaratıcılar, düşünürler, devlet adamları, kaşifler, mucitler,
yazarlar, müzisyenler, iş adamları... Karşınızda duruyorlar. Ne duymak
isterdiniz bu kişilerden, ne demelerini isterdiniz size, nasıl karşılasalar
sizi mutlu ederdi, hangi sözleri yüreğinize dokunurdu, eve geldim hissi
uyandırırdı sizde? Yazının devamını okumadan biraz düşünmenizi,
hatta belki not almanızı öneririm.
Düşünüp yazdınız mı? Ayn Rand’ın buna yanıtı, benim içimde bir
şeyleri yerinden kıpırdatıyor, gözlerimin dolmasına yol açıyor:
“Aferin evlat, iyi iş çıkardın!” Evet, gerçekten de tarihteki bu büyük
insanlardan, büyük zihin ve kalplerden duyulacak bundan daha güzel
bir şey var mı sizce? “İyi iş çıkardın, aferin, bu dünyadaki zamanını
layık olduğu şekilde geçirdin!”
Peki yaşamınıza, seçimlerinize, ve odaklandığınız şeylere baktığınızda,
bu cümleleri duyabilecekmişsiniz gibi geliyor mu size? Sakın yanlış
anlamayın, yaşamınızın ve ulaştıklarınızın değerini sorgulamıyorum,
sadece yaşam yöneliminizi sorgulamanızı rica ediyorum.
Yani yeni buluş yapıp yapmadığınız veya yeni bir kıta veya gezegen
keşfedip keşfetmediğiniz değil ilgilendiğim. Benim sorduğum
soru bunlarla alakalı ama bambaşka bir soru: “Yaşamınızı, size
verilenleri, elinizde olanları en iyi şekilde kullanmayı amaçlayarak,
yapabileceğinizin en iyisini yapmaya çalışarak mı yaşıyorsunuz,
yoksa bahanelerin ve yaşamın arkasına saklanarak mı?” Belki bir
bilim adamı olabilirsiniz, belki bir müzisyen, belki bir öğretmen, belki
bir yönetici, belki bir işçi, belki bir muhasebeci, belki bir mühendis,
belki bir anne, belki bir baba, ve belki bir öğrenci.
Soru şu: Her ne olursanız, her nerede olursanız olun, yaptılarınıza, şu
anda yaptığınız seçimlere, söylediklerinize, başkaları ile kurduğunuz
ilişkilere, ürettiklerinize, ürettiklerinizin kalitesine ve miktarına,
kendisi için ayakta durduğunuz şeylere, yani yaşamınızın şu anki
resmine baktığınızda, “işte yapabileceğimin en iyisi bu!” diyebiliyor
musunuz hiç kimseyi, koşulları ve kendinizi suçlamadan, suçluluk
hissetmeden? Böyle gelmiş böyle gider demeden yaşayabiliyor
musunuz? Canım, bir şeyler de eksik kalsın demeden elinizden
gelenin en iyisini yapabiliyor musunuz? Aslında bunu yapmamam
lazım ama diyerek yaptığınız şeyler var mı? En önemli değerim
dürüstlük dediğiniz ve buna inandığınız halde nedenini pek de
bilmeden derinlerde bir yerlerde kendinizi belirli belirsiz üçkağıtçı
hissediyor musunuz? Sonuçlardan bahsedildiğinde kendinizin
haksızlığa uğradığını savunmak için harcadığınız enerji, o
sonuçları üretmek için harcadığınızdan daha mı fazla? Hep
başkaları mı suçlu?
Gerçekten, eğer “aferin evlat, iyi iş çıkardın, yanımıza gelmen bizi
onurlandırır” cümlesini duymak bir hayal olmasaydı, gerçekten
olabilseydi böyle şeyler, neler yapardınız? Hangi seçimleri farklı
yapardınız? Şu anda yapmakta olduğunuz neleri yapmayı bırakır,
neler yapmaya başlardınız? Kim olurdunuz? Yaşamınızı hangi
temel değer ve prensipler üzerine kurardınız? Nelerden kesinlikle
feragat etmezdiniz? Yaşamınızda kesinlikle olmasını istediğiniz
neler olurdu? Neleri yaşamınıza kesinlikle sokmazdınız?
Bırakın öte tarafı, bırakın geçmiş büyükleri... Sizin, bu akşam
yatağınıza yatarken kendinize “aferim evlat, iyi iş çıkardın bugün,
ben olmaktan gurur duyuyorum” diyebilmeniz için ne lazım?
The Wise Ruh
Gülüm Omay
[email protected]
Olmak mı? Gibi Olmak mı?
İ
nsanoğlu çok genel anlamıyla dış ve iç olarak iki benlikten
meydana gelir. İç benlik ancak ona fırsat verilip fark edilmeye
başlandığında, zamanla ortaya çıkabilir. Bize düşen, onun
varlığını fark etmemizdir. Ama kendimiz olarak kabul ettiğimiz
ve dışarıya yansıttığımız benlik, dünya yaşamının güncelleştirdiği
haliyle bu fark ediş ve ortaya çıkışı önlemeye çalışır. Bu iki
benliğimizin ayırdında olmayarak yaşadığımız süreçte, gerçek
olan benliğimiz ortaya çıkıp bize rehberlik edemez. Halbuki, gerçek
benliğin farkında olursak, dış benliğin özlediği olması gereken
duyguya ulaşmak daha kolaydır.
İnsanın kendini fark edebilmesi, dış benliğin iç benlik üzerindeki
etkinliğini azaltabilmekle mümkün olacaktır. Böylece kişi, şuuru
daha gelişkin olan bir varlık olmaya başlar. Zaten insanlar, birbiriyle
çelişen benliklerin toplamı olduklarını fark edemedikleri sürece;
gerçek İNSAN olma yolundaki sürece girmeleri zorlaşır. Bunu
geliştirmek için insanın kendini gözlemlemeye başlaması gerekir.
Şimdilerde böyle bir şeyler yaptığını sananlar, ne yaptıklarını
bildiklerini ısrarla söylemektedirler. Ama asıl gözlem bu değildir.
Çünkü aldıkları bazı eğitimler ve yaptıkları çalışmalarla, ortaya
koydukları davranış biçimlerine baktığımızda; iç benliklerinin
özlemini duyduğu davranış halini halâ kazanamamış olduklarını
görürüz. En basit deyişle doğru gözlem çalışmasında benliğimizi
ikiye ayırarak, inceleyen ve incelenen olarak gözlemeye gayret
etmeliyiz.
Sahte peygamberlerden sakının! Kuzu
postuna bürünerek gelirler size, ama özde
yırtıcı kurtlardır.
Kendilerini geliştirmeye uğraşırken, çalışmanın gereken zaman ve
doğrulukta yapılmamasından kaynaklanan başarılı olmama hali,
insanları çok bilenler (!) haline getirip, aslında ulaşmaya çalışılan
tekamül yolundan tam tersine uzaklaştırmaktadır ve sözde
tekamül yoluna sürüklemektedir. Bunun sonucunda ise, bu kişiler
gerçek anlamda gelişemeyen güçler olarak başka insanlar için
ruhsal anlamda bir karmaşa yaratarak tehlikeli olmaya başlarlar.
Bu insanlar, çevrelerindeki her şeye -farkında olmadan- etkitepki yasasını uygulayarak yaşamaya devam ederler. İyi haberlere
sevinip, kötü haberlere üzülmek onlar için duyarlı olmaktır
mesela. Temelde yaşama karşı, bu şekilde bir mekanik yaklaşım
içindedirler. Yaşamın bu şekilde sürdürülmesi de onların giderek
daha mekanik varlıklar haline gelmelerine neden olacaktır.
Mekanik Bir Yaşam
Kendimizin farkında olma hali, yaşamımızda o güne kadar
kaçtıklarımızla yüzleşmeyi de beraberinde getirir ve bu yüzleşmeler
esnasında incinmekten kaçınmamız, içinde bulunduğumuz
mekaniklikten de kurtulmamızı zorlaştırır. Ol’mamız gereken
hale ulaşamayız bir türlü. Bu mekanik olarak tabir ettiğim durum,
ezoterik bilgilerde insanın uykuda olma hali olarak yer alır ve
kendini gözlemlemeye başlama hali, insanın uykudan uyandırması
için başlangıçtır aslında. Kişiler kendilerini fiziksel dünya ile
sınırlı sandıkları sürece uyku halleri de sürecektir. Ama sabırlı ve
dikkatli bir gözlem sonucunda mekanik, yani dünyevi davranış
halinde olduğumuzu fark etmeye başlayabiliriz. Yalnızca dünyevi
konularla özdeşleşme halini sürdürdüğümüz sürece, söz konusu
olan bu gözlemi sürekli farkındalık haline dönüştürebilmemiz
mümkün olmaz. Dünyevi olanda “eleştiri”, “sahte benlik”, “bana
kimse bunu yapamaz hali” ve “olumlu eleştiriye açık olmama” gibi
şeyler vardır. Dünyevi halden kaynaklanan bu davranış biçimleriyle
özdeşleşme halini terk etmeye başladığımızda kişisel gelişimimiz
için büyük adımlar atmaya başlarız.
Dünyevi hallerle özdeşleşme durumunda duygular ön plandadır.
Muhtelif duygularla özdeşleşiriz. Üzülürüz, kızarız, öfkeleniriz
vs. ve karşı savunma haline çok kolay geçeriz. Sevgi sözcüklerini
tebessümle kullanırken, birden ayağımıza basan birisine süratle
öfkeleniriz ve o esnadaki varlığımız hemen öfke duygusuyla
özdeşleşir. Bu hali yaşamımızdaki her olayda deneyimlerken,
gerçek benliğimizi bu duygu selinin içinde kaybederiz. Henüz sesi
kuvvetsiz olan gerçek benliğimiz, üzerindeki bu tür etkilerden
ezilerek sesini duyuramaz.
Bildiğimiz psikolojideki iç gözlem halinden farklı olarak, kendimizi
gündelik halimizin dışında gözlemlemeye başladığımızda dünyevi
benlikten sıyrılmaya başlarız.
Hepimizin ağzında ve entelektüel anlamda olan “içe dönmek”
dediğimiz şeyle, kendini gözlem birbirine karıştırılmamalıdır.
Her ikisi birbirine son derece aykırıdır. Kendimizi dikkatli biçimde
gözlemlemeye alabildiğimiz de, dünyevi kimlikten sıyrılmaya
başlar ve gündelik hayattaki benliğimizin; yani dış benliğimizin
zayıf ve bizleri ruhsal olarak aşağıya çeken taraflarını fark etmeye
başlarız. Böyle bir farkındalık bilinci devam ettiği takdirde, gündelik
yaşamdaki halimizin bir hayli şuurlu hale gelmesini sağlayacaktır.
Kendini gözlem yöntemi ruhsal gelişim yolunda ilerlemek
isteyenler için tek yöntemdir aslında.
Kısaca dikkatleri çekmeye çalıştığım ve kendini gözlemden yola
çıkarak gelmek istediğim nokta şudur: Henüz kendini ruhsal yönden
ıslâh edememiş ve henüz daha üst düzeye ulaşamamış olmalarına
rağmen birçok eğitmen, öğrencilerim dediği başkalarını ıslâh
etme çabalasındadır. Bu kişiler, dünyevi benlikleriyle algıladıkları
bilgileri, çeşitli “master” sıfatlarının ardında başkalarına sunmaya
çalışmaktalar. Bir kaç günde verilen sözde aydınlanma eğitimleri,
çok süratli işleyen enerjiler… derken ortalık sahte öğreticilerle
dolmuş durumdadır ve bu sahte eğiticiler, “insanın kendini fark
etmesini” yüzlerine yapıştırdıkları ruhu olmayan gülümseme
maskesi olduğunu sanmaktalar ne yazık! Gündelik hayatın içinde
sahte benlikleriyle bütünleşmekle o kadar meşguller ki, derindeki
gerçek benliklerini fark etmeye zaman ayıramıyorlar. Temelinde
pazarlama yatan sözde yeni öğretilerle etraflarındakileri daha
aşağı bilinç seviyelerine çekerek zehirlemeyi sürdürüyorlar.
Olması Gereken Bu mu?
Evet, dünya karanlık çağa doğru hızla ilerlerken olması gereken
bu. Dünyanın üzerine çökmüş olan çok güçlü karanlığın içinden
geçerken, gözlerimizin hakikate açılabilmesi için insanoğlunun
da bu karanlığın içinden geçmesi gerekiyor. Karanlığın içinden
geçmeden gözlerimizi aydınlığa açamayacağımız için, olması
gereken durum tam da bu. Ama hepimizin de karanlığa gömüleceği
anlamına gelmemeli bu. Ruhsal anlamda gerçek bir İNSAN olma
yolunda ilerleyen her bireyin kendi farkındalığına sahip çıkması
gereken dönemdeyiz.
Aksi takdirde insanın ruhsal gelişimine hiçbir katkısı olmayan
sahte aydınlanmalarla karanlığın içine her geçen gün biraz daha
fazla gömülebiliriz.
Dünyanın bu sahte aydınlanma akımlarının içinde nereye
sürüklendiğini biraz olsun görmeye başlayıp, bunlardan kendi
farkındalığımızla
korunarak
kurtulmamız
gerekmektedir.
Gündelik hayatın içinde güçlüklerle karşılaştığımız anlarda, bu
güçlüklerle özdeşleşen kimliğimizi fark edip gerçek benliğimizi
her an hatırlayarak ön plana çıkmasını sağlamaya çalışmalıyız.
Eğer bunu başarabilirsek kendimizi olmamız gereken daha yüksek
seviyelerde bulmamız kolaylaşır. Hem de dünyevi kimliğin yani
dış benliğin en baskın olduğu anlarda onun egemenliğinden iç
benliğimizi kurtarıp, dış benliğin gücünü kırabilir hale geliriz.
Dünyevi benliğin egemenliğinden çıkmayı başarabildiğimiz
zamanlarda ise iç benliğimiz bizi gerçek üstatlara doğru
yönlendirecektir. Yani, her şeyi sözde eğitim veren insanların
eline bırakmak değil, tam tersine önce kendi farkındalığımızı
kazanıp ondan sonra gerçek öğreticiyi seçme şansını yakalamak
zorundayız. Yoksa kendi gerçek benliğinin farkında bile olmayan
sözde öğreticilerin elinde ruhsal yolculuğumuz yavaşça geri
dönüşü olmayan bir biçimde giderek kararmaya başlayacaktır. Ki,
bu zaten ruhsal bakımdan uykuda olan insanlar için fark edilmesi
daha bile zor olacak bir süreçtir.
Kuzu Postundaki Kurtlar
Yazının bu kısmında İncil’den bir alıntı yapmak istiyorum: Matta
Bölüm-7:15 “Sahte peygamberlerden sakının! Kuzu postuna
bürünerek gelirler size, ama özde yırtıcı kurtlardır.”
Gezegenimizin bu sancılı günlerinde ne yazık ortalığı kuzu
postuna bürünerek gelen sözde eğitmenler kaplamıştır. Gerçek
öğreticinin bu posta ihtiyacı yoktur. Onun üzerinde abartılı bir
giysi göremezsiniz, çünkü göz boyamaya ihtiyacı yoktur. Belki çok
yumuşak sevgi dolu sözleri de yoktur. O sadece bildiklerini söyler
ve çekilir. Bu yüzden sıradan insanın gözünden kaçması çok
normaldir bu öğreticinin.
İşte, bu noktada hatalarımızı ve yanlış yaklaşımlar
içinde olduğumuzu kabullenerek başlayabiliriz kendimizi
gözlemlemeye. Kendimize karşı dürüst olarak, olumsuz
duygularımızı
gözlemleyip
onlarla
özdeşleşmeyi
bırakabildiğimiz nokta da gerçek benlik (iç benlik) yönetimi
ele geçirmeye ve sesini bizim bildiğimizden daha farklı bir
biçimde hissettirmeye başlayacaktır.
Kızgınlığı, öfke ve şiddet duygularını yaşamımızdan
çıkartarak, iç çatışmaları yöneten içsel konuşmayı
bırakmamız gerekir. Başka insanların eleştirel davranışlarına
verdiğimiz tepkiler bize tahminimizin üzerinde bir enerji
harcatır. Bu gereksiz harcadığımız enerjiden kurtulmaya
başladığımız zaman sahte benliğimizin bize verdiği savunma
amaçlı kibirden kurtulup, başkalarına daha nazik davranma
şansını yakalayabiliriz. Bu nezaket iç dünyamıza müthiş
bir zenginlik katacak ve alma-verme noktasını dengeleme
yeteneğini kazandıracaktır.
Gerçeğe Giden Yol
“Susmak şeytanla işbirliği yapmaktır” denir. Bu yüzden
gerçeği konuşmaktan ve aramaktan asla çekince
duymamalıyız.
Kuzu postundakiler ise örtünme, yani kamufle olma ihtiyacındadırlar
gerçek yüzleri görünmesin diye.
Şu var ki, Yaratıcı insanoğluna kullanması için bir akıl vermiştir. Bunu
kullanmayı engelleyen her türlü faaliyet insan evrimine karşı olan
karanlık güçlere aittir.
Öncelikle insan olarak gerçek benliğimizi hatırlamakla ve onu
bulup çıkartmak ve güçlü olmasını sağlamakla görevli olduğumuzu
unutmamalıyız. Kendimizi kendimize karşı savunmaktan vazgeçip
dış benliğimizin düşüş gösterdiği noktaları tüm açıklığıyla
görebildiğimizde, zaten kuzu postları bize hiç de cazip gelmeyecek ve
ışıltılı bilgilere (!) ihtiyaç duymamaya başlayacağız.
İçimizde yerleşmiş olan ve kendi gerçek benliğimiz sandığımız,
sahte benliğin bizden beklentisi rol yapmamızdır. Biz de buna uyup
rol yapmayı bırakmadığımız sürece yapılan tüm çalışmaların etkisi,
sahte benlik üzerinde eriyip gidecek ve kaybolacaktır. Biz bedenimizi
terk ederken bu çalışmalar bedenimizle birlikte dünya da kalmaya
mahkum olacak ve tekamül etmesi gereken ruhumuza hiçbir katkısı
olmayacaktır.
Sahte benlik kendini, değerli ve gerçek benlik zannettiği için kendini
korumaya çalışmaktadır ve bu nedenden dolayı gerçek benliğimizle
egemen olma konusunda müthiş bir mücadele vermektedir. Bu yüzden
tüm savunma ve saldırı mekanizmaları onun hizmetindedir. Gerçek
benlik ise kendini asla savunmaz ve saldırmaz, çünkü savunmaya ve
saldırmaya ihtiyacı yoktur. O sadece fark edilmeyi bekler sessizce.
Gerçeğe giden yol ise, sahte peygamberlerden değil,
kendi farkındalığımızı kazanmaktan ve bu farkındalıkla
sahte olanı ayırt edebilmekten geçer. Kendi farkındalığını
kazanamayanlar ise kuzu postlarının peşinden bir oraya, bir
buraya sürüklenip, belki biraz olsun edinmiş oldukları ruhsal
kazançlarını savurmaya mahkumdurlar şuursuzca. Sadece
yenilik olsun diye yenilik imal etmeye çalışmak kısırlıktır.
Gerçek yenilik kaynaklara dönüşle başlar.
Gerçek olan öğreti bulunduğu zaman bunun çok eski
zamanların bilgeliğinden süzülüp geldiğini anlayabiliriz.
O zaman ortalığa dökülmüş olan sahte aydınlanma
bilgilerine ve önüne gelenin yarattığı inisiyasyonlara ihtiyaç
hissetmeyiz. Yaratıcının bizden beklediği hem dünya
yaşamımızı, hem de ruhsal gelişimimizi kısır ve insanı
çıkmaz yollara sokan öğretilere teslim etmememizdir.
Hakikâtin arayışı içinde olmak insan olmanın getirdiği temel
görevimizdir. Naçiz’ane tavsiyem bu gerçeği kavrayıp, bu
doğrultuda hareket etmemiz gerekliliğidir.
Son sözüm şudur ki: Gibi olmayın, sadece Ol’un.
The Wise Yaşam
Hakan Arabacıoğlu
[email protected]
Neden
bazı ilişkiler
yürümez?
Aşağıda yazanları kendi ilişkimizde fark etmek işimizi
kolaylaştırabilir diye düşündüm. Bu yazıyı kendi yaşadıklarım,
gözlediklerim ve danışanlarımla keşfettiklerimi bir araya
getirerek yazdım. Bakalım bazı ilişkiler neden yürümüyor?
Ne istediğini net olarak bilmemek: Bir yandan “Ben
özgürlüğümü seviyorum, böyle mutluyum, hayatımda kimse
olmasın” derken diğer yandan “Ah benim de huzurlu mutlu
bir birlikteliğim olsa” demek o ilişkiyi başlarken bitiriyor.
Tıpkı bir arabanın aynı anda hem gazına hem frenine
basmak gibi, böyle olunca ilişki de bir yere gitmiyor. Üstelik
bunu yaptığımızın çoğu zaman farkında bile olmuyoruz. ->
Bir ilişkiden neler istediğinizi netleştirin. Mümkünse kağıda
dökün.
İlişkide kadın ve erkek rollerininin karışması: Erkek dansta
kadını yönetendir. Erkek yönlendirdiğinde kadın da o
komuta uyarsa dans akmaya başlar. Ancak erkek kadını sağa
döndürmeye çalışırken kadın kendi başına sola dönmeye
çalışırsa dans bozulur. Figür karışır. Dans her iki taraf için
de yorucu hale gelmeye başlar, akmaz. Yapana da seyredene
de keyif vermez. -> Sağlıklı yürüdüğünü düşündüğünüz
ilişkilerdeki kadın ve erkek modellerini
inceleyin.
Karşı cinsi sevgi testlerine sokmak:
Kişi
kendisini
sevmediğinde,
karşısındakinin
kendisine
olan
sevgisini de sınar. Göze en çok çarpan
iki şekli:
a) Herhangi bir nedenle ilişkideyken
çekip
gitmek,
sonra
aramasını
bekleyerek karşı cinsin sevgisini
sınamak. Az aradığında “Yeterince
aramadı”, çok aradığında “Üff, üstüme
fazla geldi” demek.
b) Herhangi bir konuda karşı cinsi
zorlamak: Yaptığınız şeylerin dozunu
abartarak karşı cinsin dayanıklılık
sınırını ölçmek, dayandığını gördükçe dozu arttırarak ne
kadar sevildiğinizi anlamaya çalışmak. Bıktırana kadar seni
seviyorum demek, istemediğini söylediği bir şeyi defalarca
yapmaya devam etmek gibi... -> Sevilip sevilmediğinizin
onayını aramak yerine önce kendinizi sevmenin yollarını
bulun. Kendinizi hoş tutacak şeylerin listesini döküp bunları
kendiniz için de yapın. Bu konuda çok etkili olduğunu
düşündüğüm bir yöntem de, her gün aynaya, gözlerinizin
içine bakarak defalarca “seni seviyorum” ve “kendimi
seviyorum” demek.
Eski ilişkiyi temizlemeden yenisine başlamaya çalışmak:
Kalbinize ancak bir kişi sığabilir. Öncekinin kırıntılarını
temizlemeden yenisini içeri almaya çalışıyorsanız o kişi
tamamen kalbinize ve hayatınıza giremez, ilişki de yarım
olur. -> Üyelere özel bölümündeki yazıların arasında bulunan
mektubu bolca yazıp kalbinizi ve zihninizi temizleyin.
İstemediğini söyleyen kişilerde ısrar etmek: Karşınızdaki
kişi herhangi bir nedenle sizi ve ilişkiyi istemediğini
söylediğinde o kişide ısrar etmek. Bu hem öz saygınızı
incitir, hem de bir yere varamazsınız. -> Sizi istemediğini
söyleyen birisine takılıp kalmak
yerine
yaşadığınız
şehirde
aradığınız
kriterlerde
kaç
ihtimal daha olduğuna bakın.
Sizi istemediğini söyleyen bir
kişide ısrar etmek niye?
Sevgilisi olmayanlara son not:
Geriye değil daima ileriye bakın.
Kendinizi, tanımladığınız mutlu
ilişkinizin içinde hayal edin.
Bir de hepsinden önemlisi boş
verin. Hayatı “oldu da olmadı
da” diye kederlenerek ziyan
etmeyin. “Sevgilim olduğunda
şunu yaparım” dediğiniz ne
varsa onları şimdiden yapmaya
başlayın.
The Wise Yaşam
Hasan ‘Sonsuz’ Çeliktaş
[email protected]
Terör ve
Spiritüel Camia
Ne oldu hani bizim o eşsiz bilgilerimize, o nötr duruşlarımıza, o korkunun etkisini en aza indirmiş
benliklerimize, o yol gösterici kişiliklerimize, o birleştirici özelliklerimize?
T
erör ve terörle birlikte yaşamak ülkemiz için pek de
alışılmadık bir durum değil ne yazık ki. Fakat Dünya çapında
yaşanan terör olayları, özellikle de 11 Eylül sonrasında
yaşanan ardı ardına büyük terör eylemleri, artık başka ülke
vatandaşlarını da tıpkı bizler gibi terör ve terörle yaşamaya alışma
noktasına getirmekte. 11 Eylül olayı, İspanya’daki bombalanan
trenler, Kuzey Osetya’daki okul katliamı, İstanbul HSBC Bankası
ve Neva Şalom olayları ve bunların arasına sıkışan irili ufaklı
birçok eylem… Terör ve yaşanan olayların tabii ki incelenmesi
ve tartışılması gereken birçok yönleri mevcut ki zaten Dünya bu
olayları tartışıyor sürekli. Ben sadece aynayı spritüel camiaya bir
çevirmek istiyorum. Daha sonra da sevgili hocam Ahmet Taner
Kışlalı’nın “Siyaset Bilimi” derslerinde bize “terör” hakkında
anlattığı bilgileri kısaca paylaşacağım sizlerle…
Spiritüel bilgileri okuyup ayılıp bayılmak, mutluluktan uçmak ve
sonra da birbirine forward edip karşılıklı birbirini tatmin etmek
son derece kolaydır. Ama esas durum gerçek bir olay karşısındaki
tavırlarda görülür. Spiritüel konular ağırlıklı e-mail gruplarında
son zamanlarda sıkça yaşanan terör olaylarından sonra
gelen mailleşmelerde genelde iki yönelimin önplana çıktığını
gözlemledim: Ya lanet okuma, ya da büyük bir şok ve üzüntü
içinde yazılan çoğu bol kanal bilgisi sosu serpilmiş mesajlar.
Arkadaşlar hani evrende olan herşey mükemmeldi ve olması
gerektiği için yaşanıyordu? Hani bu tarz olayların olabileceğini
belirten mailleri birbirimize forward ederken, o bilgilerde bize
önerilen “olacak olan her neyse, biz dengemizi koruyarak
olduğumuz yerde duracaktık” ve bu bilgilerin güzelliğiyle mest
olup kendimize sözler veriyorduk?
Daha da geriye gidelim, hani 95’li yıllarda gelen bilgilerde “hasat”
olacağı ve sadece titreşimi yüksek olanların dünyada kalıp yeni
dünya düzenini kuracağı söyleniyordu da bizler o kişilerin bu
bilgileri bilenler olduğunu düşünüp, “yeni dünya düzeni”ni bizlerin
kuracağına inanıyorduk?
Ya da yaptığımız onca ışık gönderme, çapalama, gübreleme temizleme
faaliyetleri sonucunda herşey hani daha da güzel olacaktı?
Hani herkes panik ve korku içindeyken, bizler olanlara karşı
metanetimizi koruyup onlara “doğru yolu”, “gerçeği” gösterecektik?
Ne oldu hani bizim o eşsiz bilgilerimize, o nötr duruşlarımıza, o
korkunun etkisini en aza indirmiş benliklerimize, o yol gösterici
kişiliklerimize, o birleştirici özelliklerimize?
Bir olayın ardından yağan lanetin haddi hesabı yok. “Nasıl yapıyorlar
bunu anlamıyorum?”lar siye şaşkın şaşkın bakanların da.. Hu huuuu
biz halen dünyadayız hatırladınız mı ve dünyada böyle şeyler var
ve olmaya devam edecek de... Kimsenin de gelip göklerden bunu
değiştirecek durumu yok, bir şeyleri değiştirebilme gücünü taşıyan
bunca varlık da dünyada iken...
Peki ne yapacağız?
Bir kere “teröristler de sevgiyle kucaklayalım, onlara ışık şifa
gönderelim” gibi tavırlar bana hiç gerçekçi gelmiyor hayalperestlikten
öte. Olayın derinine indiğinizde zaten herşeyin BİR olduğu ve
olan her şeyin olması gerektiği durumu vardır, ama ben şu anda
kimsenin bu kadar derin bir içgörüye ve hoşgörüye sahip olduğunu
düşünmüyorum tanıdıklarım veya okuduklarım arasında. İçsel
görüymüşçesine yazıların çoğunda da ya spiritüel papağanlık ya da
korkusunu bastırmışlık mevcut.Ayrıca şunu da kabul etmemiz şart ki
bizler tüm kimliklerimizin ötesinde İNSAN’ız ve insanların duyguları,
güçlü ve zayıf yönleri vardır.
Spiritüel bilgiler kişiye herşeyden önce kişinin kendisine, çevresine,
yaşamına vs. daha geniş bir açıdan bakabilmesi için gereken keskin
gözlem ve içgörüyü kazandırma potansiyeli açısından önemlidir ki
benim burada spiritüel bilgi olarak kastettiğim felsefe, dinler tarihi,
sosyoloji, mistisizm, psikoloji, biyoloji, kanal bilgileri vs. hepsinin
bir arada harmanlanması sonucu ortaya çıkan insanının “kendini
tanıma” bilgisidir. İnsan bilgilendikçe kendini tanımaya başlar ve güçlü
yönlerini olumlu kullanabilme, zayıf yönlerini geliştirebilme şanslarını
da yakalar gözlem gücüyle birlikte. Bunun içinde mutlaka kendine
canını acıtabilecek kadar dürüst olması ve aklını kullanabilmesi şarttır.
Diğer türlü sadece bir “copy-paste” insanı olmaktan öteye gidemez ve
karşısına çıkan ilk sorunda (ki mutlaka çıkacaktır) aynen çöker gider.
Sorunlar eninde sonunda çıkacaktır ama o sorunları aşacak gücünün
de olduğunu anlayan insan, paniklemez ve paralize olmaz. (Ha tabii ki
ürkecektir, korkacaktır, acıyacaktır canı sonuçta bizler insanınz ama
şu da var ki cesaret, hiç korkmamak değil; korkusuna rağmen hareket
edebilme gücüdür.)
Bugün şirketlerde kriz yönetimi bölümü boşu boşuna yok ve ilk
krizde kriz masasındakiler “eyvah şimdi napacağız, hani bu kadar
güçlü bir şirkettik neden başımıza geldi, allah belasını versin”
tavrına girer paralize olurlarsa şirket bu sefer harbiden çöker. Ulan
sen orada “kriz masası”sın sonuçta, şirket eninde sonunda başına
böyle olayların gelebileceğini bildiği için kurmuş seni ve güvenip
koymuş oraya ama seni krizden çıkartacak bir masa lazım. İşte
“kendini tanımak ve gücünün farkına varmak” da bir nev’i hayatın
içindeki kriz yönetimi masasında doğal görevliliği getirir bence.
İnsan bilgilendikçe kendini tanımaya başlar
ve güçlü yönlerini olumlu kullanabilme, zayıf
yönlerini geliştirebilme şanslarını da yakalar
gözlem gücüyle birlikte. Bunun içinde mutlaka
kendine canını acıtabilecek kadar dürüst olması
ve aklını kullanabilmesi şarttır.
Çevredeki herkes paniklemiş ve korkuyla kaçışırken önce “Olan oldu,
şimdi ortalığı nasıl toparlayabiliriz ve düzenleyebiliriz”i olay anında
düşünüp eyleme geçen, daha sonra da yaralar sarılırken “neden oldu
bunlar acaba ve bir daha olmaması için neler yapabiliriz”i düşünen
insanlara ihtiyaç var dünyada. Ha bu insanların karşısına çıkabilecek
bir zorluk da, panikleyen insanların onun sakinliği karşısında “sen
neden paniklemiyorsun?” sataşmaları karşısında halen sakinliğini
koruyabilme yetileridir ki kaçımız bunları yapabilecek düzeydeyiz
bilemiyorum.
Terörizm, ‘hesaplı’ bir şiddettir. Amacı
olabildiğince çok insan öldürmek değil,
kitlelerin
‘eylemlerinden
etkilenmesini’
sağlamaktır.
Şurası da var tabii: Ateşin düştüğü yerdeki insanlara, olaylarda
yaralananlara; yakınlarını kaybedenlere bunları tabii ki söyleyemezsin
ve tabii ki de olaylardan hepimizin canı yanıyor ve üzülüyoruz
çünkü sonuçta insanız, ama işin şu noktası da var ki herkes “vah
vah”modunda paralize olacaksa esas o zaman o eylemler esas
amaçlarına ulaşıyorlar ki Ahmet Taner Hoca’nın notlarında da terör
eylemlerinin esas amacının kişileri öldürmekten öte insanları korku
ve dehşete düşürmek olduğunu belirtiliyor (bkz. Aşağı satırlar)
Bu noktada korkunun etkilerini bunca okuyan ve metanet noktasında
durmanın önemini bilen “spiritüel” kişiliklerin –yaşanan son olaylar
çok büyüktü ve etkilenmemek imkansızdı tabii ki de- en ufak olay
karşısında bile paniklemeleri, halen “uygulanması gereken” çok
şeyin olduğunun göstergesi ve dönüp kendimize daha acımasızca
dürüst olmamızın gerekliliğinin de. Bunu derken ben birçok şeyi çok
başardım da eleştiri getiriyorum anlamına gelmesin sakın. Sadece
içinizden biri olarak kendime de tekrarlayarak bunları söylüyorum,
çünkü benim de daha çoook uygulamam gereken bilgi mevcut.
Bu olaylar karşısında toplum tepkisini gösteriyor çeşitli eylemlerle
ve böyle olayların çok yönü vardır üzerinde durulması gereken. Ben
sadece kişi olarak öncelikli kendi üzerime düşen görevleri belirtmek
istedim dışarıdaki birçoklarına göre kendini bu kadar inceleyen
ve bu kadar gözlem yapmaya çalışan biri olarak. Hadi onlar
bilmiyorlar ve böyle davranıyorlar; sen onca bildiğini
düşündüğüne rağmen ne diye böyle davranıyorsun
demezler mi adama ki dışarıdaki “bilmeyenlerin”,
bildiğini iddia edenlerden çok daha “bilgili” davrandığı
durumlar da mevcuttur hani...
Dönüp bir kendimize bakalım ve dünyadaki karanlık
enerjiye yaptığımız katkıları inceleyelim, önce
kendi içimizdeki bakamadığımız karanlık
noktaları
inceleyerek
(Karanlıklar,
onlara bakma cesareti gösterdiğimiz
anda
aydınlanır).
Sonra
halen
kabul edemediğimiz gücümüze ve
değerimize bir göz atalım ve krizler
karşısında
kullanabileceğimiz,
ama
üzerinde konuşmaktan zevk almaktan
öteye gidemediğimiz aletlerimize de ele
alamıyorsak bile en azından göz atalım. Önce
içimizde kendimize karşı yarattığımız terörü
bir sona erdirelim ama bunu yaparken çok
dürüst olalım. Bunu gerçekleştirdiğimiz de
dünyanın kaotik enerjisini besleyen bir ruh
daha azalacak ve dengeleyici tarafa geçecektir
(1 ruh 1 ruhtur).
Krizler karşısında paniklemeden, korkumuza
rağmen hareket etme ve aklımızı
kullanabilme gücümüzü yaşayalım. Böyle böyle birşeyler değişimine
katkıda bulunur yaşadığımız dünyanın bence. Yoksa sabah akşam
otur meditasyon yap, ışık göndermekle falan sadece bir yere kadar
gidilebilir. (Bunlar gereksizdir demiyorum yanlış anlaşılmasın.
Kesinlikle iyi niyetli faaliyetlerdir. ama sadece bir özel gün de enerji
gönderen biri olmaktansa, hergün dünyanın üzerinde adımlar
atan “sevginin ve huzurun kendisi” olmak daha faydalıdır diye
düşünüyorum)
Ahmet Taner Kışlalı’dan Terörizm Üzerine…
Sevgili hocam Ahmet Taner Kışlalı, bizlere İletişim Fakültesi’ndeki
derslerinde “Terörizm”i uzun uzun anlatmıştı. Hatta sınavında
da sormuştu. Son zamanlarda gelişen olaylardan sonra onun
anlattıklarını hatırladım ve sizlerle paylaşmak istedim.
Latince kökenli ‘terör’ sözcüğü ‘büyük korku’ ya da ‘korkudan
titreme’ anlamında kullanılır. Toplumun -ve dolayısıyla topulumu
yönetenlerin- direncini kırman için ‘ortak korku yaratmak’, daha
doğrusu ‘dehşet salmak’ amacına yöneliktir.
Terörizm, ‘zayıf’ olanın seçtiği bir tür ‘siyasal şiddet’ biçimidir.
Terörist -zayıf olduğu için- kendini gizler. Beklenmeyen bir anda
ve beklenmeyen bir yerde ‘vurup kaçmaya’ çalışır. Çünkü devletin
güvenlik güçleri, sayıca ve silahça kendinden üstündür.
“Adi şiddet”te, amaç bir varlığa zarar vermek ya da onu yoketmektir.
Oysa terörist için şiddet bir amaç değil ‘araç’tır. Örneğin sıradan bir
katil, bir insanı ‘ölmesini istediği için’ öldürür. Terörist içinse, önemli
olan o insan ya da insanlar değil, onları öldürdüğü zaman toplumda
yaratacağı etkidir. Bir trene bomba koyduğunda, trende kimlerin
olduğu, ölecek olanların kimliği ‘doğrudan’ bir önem taşımaz. Bu
nedenledir ki; şiddetsiz terör olmaz, ama her şiddet de terör
değildir. Atilla Yayla’nın da altını çizdiği gibi; terör eylemlerinde,
psikolojik sonuçlar, fiziksel hedeflerden çok daha önemlidir.
Terörizm, ‘hesaplı’ bir şiddettir. Amacı olabildiğince çok insan
öldürmek değil, kitlelerin ‘eylemlerinden etkilenmesini’
sağlamaktır. Kitlelerin ‘dehşete’ kapılmasını, bir
umutsuzluk içinde ‘teröristin isteklerine boyun
eğilmesi’nden başka çare olmadığını düşünmesini
sağlamaktır (s.36-37).
”Teröristi yönlendiren bireysel etkenler
nelerdir? Terörist “gerçeği” nasıl
algılar?
Bir
kere
terörist
genellikle
kendisini bir “saldırgan”dan çok bir
“kurban” olarak algılar. Şiddetin asıl
sorumlusunun “düşman” olduğunu;
şiddet eyleminin bireysel bir “tercih”
değil, tarihsel bir “zorunluluk” olduğunu
düşünür. Kendi özgür iradesi dışında, yüce
bir otoritenin askeri olarak hareket ettiğine
inanır. Yoldaşları öldürüldüğü ya da tutuklandığı
zaman, kendi yaşadığı ve özgür olduğu için “suçlu”
hissedebilir. (s.41.)
Terörü en çok özendirecek anlatım biçimi ise,
terörizmin bir “savaş” olarak nitelendirilmesidir.
Böyle bir nitelendirme, teröristin kendisine ve
“dava”sına olan saygısını arttıracaktır.
Terörizme karşı ne yapmalı?
Terörizme karşı verilen savaşımda öncelikle göz önüne alınması
gereken üç temel noktadan söz edilebilir:
1) Tek başına silahlı savaşım hemen hiçbir zaman terörü sona
erdirmeyeceği gibi, terörün silahsız çözümü de yoktur. (Bir uzmanın
deyimiyle “hiçbir ödün teröristi tatmin etmez”)
2) Gerçek dünya ile “teröristin dünyası” arasında büyük fark vardır.
Teröristin inançları ile gerçek olaylar ve olgular arasındaki “çelişkiler”
somutlaştıkça, teröristin direnci azalır.
3) Terör grubunun inançlarını değiştirmeye çalışmak yanlıştır. Ancak
tek tek teröristler üzerinde etkili olunabilir. Bir bütün olarak grubun
değiştirilebilmesi çok zordur.
Terörist’in istemlerini kabul etmek “şantaj”a boyun eğmek anlamına
gelir. Ve yeni terörist eylemleri özendirmekten başka bir işe yaramaz.
Ama silah ve şiddet karşısında toplumun boyun eğdiğini göstermek
ne kadar yanlış ise; terörü yaratan ortamın değişmesi için gerekli
“demokratik” adımları atmaktan kaçınmak da, o ölçüde hatalıdır.
Resmi ya da özel kitle iletişim araçlarının terörizmle ilgili tutumu da,
teröre karşı savaşımda önem taşır. Haberler doğrulara dayanmalı,
ama şiddet eylemleri teröristlerin bir “başarı”sı ya da toplum
açısından bir “panik” havasından sunulmaktan kaçınılmalıdır.
Terörü en çok özendirecek anlatım biçimi ise, terörizmin bir “savaş”
olarak nitelendirilmesidir. Böyle bir nitelendirme, teröristin kendisine
ve “dava”sına olan saygısını arttıracaktır.
Teröristin direnme gücünü kıran iki temel etken vardır: Temel
inançlarına yönelik kuşkular duymaya başlaması ve silahlı savaşımın
başarısızlığa “mahkum” olduğu bilincine varması. Terörizmle ilgili
haber ve yorumlar şu noktayı vurguladığı ölçüde -bu amaca yönelik
olarak- etkili olurlar:
1)
Terörizm “masum kurbanlar”a zarar verir.
2)
Terörizmle hedeflenen amaca varılamaz.
3)
Barışçı yollar, siyasal amaçlara ulaşmada daha etkili ve saygındır.
Son olarak şunu söyleyebiliri: Terörizm, giderek toplumdaki
“demokratik iletişim kanalları”nı tıkar ve bir kutuplaşmaya neden olur.
Mantığın değil duyguların önplana çıktığı böyle bir ortamda, geniş
kitleleler genellikle devletin yanında yer alır ve “en sert önlemler”in
destekçisi kesilirler. Bu koşullar -özellikle demokrasi deneyimi az olan
toplumlarda- “baskı rejimleri”nin oluşumuna çok elverişlidir. (s. 42 -43)
(Ahmet Taner Kışlalı, Siyasal Sistemler: Siyasal Çatışma ve Uzlaşma
(4. Baskı), Ankara: İmge Yayınevi)
The Wise Yaşam
Berna Köker
[email protected]
Superman
ya da
Superanne
H
afta içleri 08:30-18:30 arası, cumartesi günleri ise bir
kaç saatliğine ofisteyim. Sayılarla uğraşıyor olmam
sebebi ile işim dikkat gerektiriyor; öyle uykusuzluğu,
yorgunluğu kaldırmıyor. Özel bir şirkette çalıştığım için de kolay
maaş diye bir durum söz konusu olmuyor ve çok çalışıyorum
kısaca. Gelelim “diğer” kısımlara. İki harika çocuğum var. İkisi
de benden ilgi bekleyen, onlarla oyun oynamamı, yedirmemi,
içirmemi, yıkamamı, kitap okumamı, gezmeye götürmemi, beraber
televizyon seyretmemi, dansetmemi, kısacası bütün vaktimi
onlarla geçirmemi isteyen iki küçük ve harika velet. Dünyada
başıma gelen en iyi şey onlar. “Diğer” kısımlar kısmı henüz bitmedi,
hatta daha yeni başladım. 1996 senesinde tanıştığım Reiki o gün
bu gün hayatımın bir parçası. 2001 yılında hocalığı aldığımdan
beri eğitimler veriyorum. Reiki uygulamayı ve öğretmeyi çok
seviyorum ve onsuz bir yaşam düşünemiyorum. Yazmayı da
çok seviyorum; günlüğüme yazıyorum; hikayeler yazıyorum; The
Wise’da yazıyorum. Bir gün basılı kitapları olan bir yazar olmayı
istiyorum. Sporun faydasına inanıyorum. O yüzden hava durumuna
aldırmaksızın işe her gün yürüyerek gidip geliyorum. Yani
toplamda günde 1 saat yürümüş oluyorum. Kitap okumak bir diğer
vazgeçilmezim. Günde 5 sayfa olsun kitap okumaya çalışıyorum.
Bu durumda kitapların bitmesi biraz zaman alıyor ama olsun, ben
gene de kütüphanemi kitaplarla doldurmaya devam ediyorum.
Fiziksel olarak koyduğum efor dışında tüm bunları
yapabilmek için bir de düşünsel efor koyuyorum.
Tüm organizasyon yeteneğimi sonuna kadar
kullanmam gerekiyor.
Ailemi çok seviyorum ve onlarla elimden geldiğince vakit geçirmeye
çalışıyorum. Annem ve babamla, ablalarımla, yeğenlerimle
paylaşımlarım hiç azalmasın istiyorum. Tabii aynı şekilde sevdiğim
ve görüşmek istediğim bir dolu arkadaşım ve diğer akrabalarım
var. Onları da ihmal etmiyorum. Eee haliyle ne kadar yardımcım
olsa da ev işlerinin ve alışverişin ucundan tutuyorum. Bir bayan
olarak saçıma başıma özen gösteriyorum. Tiyatroya, operaya,
sergilere gitmeye bayılırım. Ayda iki kez bile olsa içlerinden seçim
yapıp gidiyorum. Bir de hayatımı paylaştığım insan var. Onunla da
birlikte güzel vakit geçirmeyi istememiz en doğal hakkımız. Bunu
da yapmaya çalışıyorum. Fiziksel olarak koyduğum efor dışında
tüm bunları yapabilmek için bir de düşünsel efor koyuyorum. Tüm
organizasyon yeteneğimi sonuna kadar kullanmam gerekiyor. Bir
gün toplamda 24 saat. Bunun da 6-7 saati uykuda geçiyor. Geriye
kalıyor 18-19 saat. Şimdi siz düşünün bakalım bunların hepsi
birden nasıl sığıyor benim hayatıma?
Zamansızlık ve yorgunluk her zaman en büyük
bahanemiz. Eğer bunlar ortadan kalkarsa başka
bahaneler bulacağımızdan eminim. Otomatik pilota
takılmış vaziyette yaşıyoruz.
Kendi Seçimim Bu
Süperanne
“Kadın olmak zor işte” noktasına getirmek istemiyorum konuyu.
Çünkü bir şeyden zor diye şikayet etmem için karşılığında ondan
aldığım getirinin yeterli olmaması lazım. Hatta o şey ne ise, bana
zorla yaptırılıyor olması lazım. Yukarıdaki listeye baktığım zaman
bunların içerisinde bana zorla yaptırılan hiç bir şey yok. Ayrıca
birer birer hepsini yaparken aldığım tatmin tüm koşturmacalara
değiyor. Anlatmak istediğim bu değil. Kendimi bildim bileli hiç bir
zaman evlenmek, güzel bir gelinlik giymek, düğün töreni yapmak,
çoluk çocuğa karışmak gibi hayallerim olmadı. İnsanın ilerleyen
yaşı değişiklikleri de beraberinde getiriyor. Hayallerim, isteklerim
değişti. Hobilerim bir azaldı bir arttı. Kendi isteğimle evlenip kendi
isteğimle çocuk yaptım. Hatta çocuğumun olmasını o kadar çok
sevdim ki dayanamadım bir tane daha yaptım. Bana bütün bunları,
şu anda sahip olduğum hayatın temposunu ve koşturmacasını çok
değil 10 sene önce söyleselerdi büyük bir olasılıkla “hadi canım, yok
artık” derdim. “Deli miyim kendimi niye bu kadar zora sokayım, hiç
dayanamam ben bu kadar çok koşturmaya.” der kestirir atardım.
Ama insan düşündüğünden daha güçlü, dayanıklı ve yaratıcı bir
varlık. Hele bir de mini minnacık bebeğinizi kucağınıza aldığınız
zaman hem onun hayatını hem kendi hayatınızı daha yaşanabilir
kılmak için yapmayacağınız kalmıyor.
Zamansızlık ve yorgunluk her zaman en büyük bahanemiz.
Eğer bunlar ortadan kalkarsa başka bahaneler bulacağımızdan
eminim. Otomatik pilota takılmış vaziyette yaşıyoruz. Otomatik
pilot bizi yeniliklere açık olmamızdan, yaratıcılığımızı kullanma
olasılığımızdan,
gerçek
potansiyelimizi
idrak
edebilme
gücümüzden koruyor. Çok şanslıyım ki çocuk sahibi olmak beni
otomatik pilotun kontrolünden çıkardı. O yüzden vakitsizlikten hiç
şikayet etmiyorum. Yorgunluktan sızlanmayı bırakarak gereken
zamanı yoktan var edebiliyorum ve her seferinde elde ettiğim
sonuca bakıp şaşırıyorum. Zamanın baskısı, aslında bizim onu
ne sıklıkla bir bahane aracı olarak kullandığımıza göre değişen bir
kavram, bunu her geçen gün daha iyi görüyorum.
Neler neler anlatıyor bu küçücük insan yavrusu size: Yaşınızın
ilerlediğini, yapmak istediklerinizin ne kadarını yapıp ne kadarını
yapmadığınızı, tembelliğinizi, çalışkanlığınızı ve en önemlisi
hayatın ne kadar hızlı geçtiğini. Bebeklerimi emzirirken geçirdiğim
her dakika hem onlarla yakınlaşmak, hem de hayatımı daha nasıl
yaratıcı ve verimli geçirebileceğimi düşünmek için harcadığım
mükemmel fırsatlardı. Doğum ve bebeklerim bana bu
sorgulamayı yaşattılar. Ya hayatın son damlasına kadar
karışıp elinden ne geliyorsa, ne yapmak istiyorsan en
iyisini yapacaksın; ya da yaratıcılığını ve dayanıklılığını
hiç test etmeden arkana yaslanıp, elindekiyle yetinip
bahaneler üretmeye devam ederek
yaşlanacaksın.
Memur
ve
memur olmayan zihniyetin
farkı budur işte. Çocuklarımın
yaşamdan zevk almalarını,
dünyayı
her
istediklerini
gerçekleştirebilecekleri bir oyun
bahçesi olarak görmelerini ve
bunu yapabilecek gücün içlerinde
olduğunu anlamalarını istiyorum.
Söylediklerim ve yaptıklarım uyum
içinde olsun istiyorum. Eğer bunu
ben anlamamışsam, ben kendi
gücümü ve yaratıcılığımı
kullanmıyorsam
bunu
çocuklarıma
nasıl
anlatabilirim?
Kimbilir, belki de bizim kendimizden yarattığımız Süpermenlerle
yarışamayacağını anlayan Süpermen tahtını çoktan bizlere bırakıp
kaçtı bile. Eğer öyleyse kendisini ancak yaşamımızı renklendiren
bir hayal kahramanı olarak özleyeceğim. Ben ve çevremdeki diğer
“Super anneler”, potansiyelimizin elimizden geldiğince fazlasını
ortaya koyarak onun yokluğunu aratmayacağız nasıl olsa...
The Wise Yaşam
Filiz Baştüzel
[email protected]
İlk Şok
...Sadece olmuştur. O, ölümü seçmiştir ve gitmiştir...
Ö
lüm neden korkutucu? Gittiğimiz yeri bilmediğimizden mi?
Dinlerden öğrendiğimiz dizi dizi korkutma senaryolarından
mı? Yoksa toprağın altına gireceğiz böcekler bizi yiyecek
korkutmalarından mı? Ya da bu dünyayı öyle seviyoruzdur ki (!) bir
daha onu göremeyeceğimiz korkusundan mı? Ya da öldüğümüzde
artık yakınlarımız bir daha göremeyeceğiz korkusundan mı? Veya
karşılaşacağımız bilinmeyenin korkusundan mı?
Öyle ya da böyle hepimizin bildiği gibi, dünya da insanları birçok
şeye motive eden hep bu ölüm korkusu olmuştur.
Peki, şimdi başka bir şey düşünelim bakalım, yakınlarınızı
kaybetme korkusu nasıl geliyor size? O ölüm korkusundan daha
mı baskın, daha mı fazla esir ediyor sizi yoksa içinizde?
Hiç size şimdiye kadar öğretilenlerin ötesinde, çevrenizde
yaşananlara uymayan, bana olmaz dediğiniz ve ona rağmen bir
anda sizinde başınıza geliveren bir şey oldu mu? Sadece sizin
yaşadığınız trajik bir olay karşısında, “ya bu durum karşısında ne
yapmam gerekir, bununla nasıl başa çıkarım?” diye hiç kendinize
sordunuz mu?
Peki, hiç uzatmadan soracağım, sizin hiç oğlunuz
öldü mü?
Evet benim oğlum öldü… Vefat etti bana çooook süslü geliyor.
Diğer tarafa geçmeyi seçti ve öldü?
Bu bilgiyi başkasıyla paylaştığınızda ya suratınıza vah vah diye
acıyarak bakar, ya özür dileyerek konuyu kapatır, ya da çoğunluğun
yaptığı gibi peş peşe şu soruları sorup: Nasıl? Niçin? Neden?
Sorularına verdiğiniz her cevaba da “Keşke… yapsaydın.” “Keşke…
yapmasaydın” diye anlamsız akıl fikir verme cümleleri kurarlar...
Ne “keşke” si? Bunlar hep “Bana olmaz, benim başıma gelmez, ben
çok iyiyim, ya da önlem aldım ben bak, o nedenle benim başıma
gelmiyor böyle şeyler.” egosundan ya da korkusundan kaynaklanır
genelde.
“Olanla ölene çare yok” diye bir atasözü vardır çok severim…
Bir de hızını alamayıp, şaşkınlık ve korkuyla zihni patinaj yapanların
ağzından şu kelimeler savrulur.
“Aaa halinden tavrından hiç belli olmuyor ama?”(!), “Sen hiç
değişmemişsin, bozulmamışsın?”(!) O ne saçma bir dil kaymasıdır
anlam veremezsin. Cevap vermeye söyleyecek laf bulamazsın. Nasıl
giyinir, nasıl davranır, ne yer, ne içer ki insan bir evlat kaybedince
ki, sen taaa karşıdan anlayasın, gönlünün nasıl yanmış olduğunu
karşıdan sezesin… Mümkün mü bu acaba? Hiç kimse sormaz ne
hissettin o haberi aldığın anda, nasıl atlattın, onu nasıl hatırlıyorsun,
hayata bakışın nasıl oldu, ne öğrendin bu olayları yaşadıktan sonra
diye…
Gerçekle yüzleşme anı…
Önce duymak istersin, tüm kalbinle” Yaşıyor, yok bir şey demelerini.”
Meraklı ve umut dolu bakışlarınla tararsın karşında geçmiş sessizce
duran her yüzü her sureti. Yaşıyor değil mi? Ölmemiştir değil mi? Kıpır
kıpırdı daha 15 saat önce hopluyor, zıplıyor, yerlerde taklalar atıyordur
herkesi güldürmek için. Neşesi kahkahası her yerde konuşuyordu,
daha 6 ay önce ilk doğum gününü kutlamıştık, hem de iki kez,
sevenleriyle. İçinden yakarırsın Tanrıya, ne olur yok bir şey desinler,
ne olur Allah’ım ölmemiş olsun diye… Bu bir kabus olsa gerek diye
geçirirsin içinde, bak şimdi uyanacaksın işte… Bir yandan sen bunları
yaparken, çevrendekiler gözlerini bir yere dikmiş, kilitlenmiş dua
ettiğini görürler ve bir şey yapamazlar, söyleyemezler, kıyamazlar
hayallerine… Neden sonra bakarsın, boşa çabalıyorsun zaten onlar
demeden anlarsın, alırsın birden havadaki ölümün ağır tadını…
Sonra biri bu görevi üstlenir ve söyler sana gerçeği, olanı biteni…
Donarsın…
Söyle bir olduğun yerde yalpalarsın, anlamsızca sağa sola devinirsin,
kalırsın öylece. Ağzından kimsenin duyamayacağı kısıklıkta birkaç
söz dökülür, sen bile duyamazsın.
Yaşadığın tüm bu duygu fırtınasının bir Kabusun kalıntıları olması
için dua edersin, kendini rüyadaymış gibi hissetmemeye çabalarsın,
hissizleştirirsin vücudunu, dilini, zihnini, uyanmaya çabalarsın, ama
nafile…
Sanki gök kararmıştır, sanki bahar havası, bir anda sonbaharın iç
ürperten karanlık serinliğine bürünmüştür. Kuş cıvıltıları bile sana
kuş çığlıkları, uğursuz kuş bağrışları gibi gelir, kulakların çınlar, için
tırmalanır, yer ayağının altında sarsılır. Birden anlarsın, yapılabilecek
hiçbir şey kalmamıştır, O gitmiştir.
Bir çığlık çıkar ağzından sonu gelmeyen. Sesin kendi içine kıvrılır, bir
yerlerde düğümlenir. Sonunu getiremezsin ne çığlığın, ne içinden
fışkıran haykırışın, ne yalvarışın, ne de isyanın… Her şey susar…
Her şey susar…
Kimse sormadı, hiçbir kitapta bulamadım, hiçbir haberde
okuyamazsın… Bir anne çocuğunu kaybettiğinde ne hisseder, onu
toprağa verirken hücreleri nasılda titrer onunla gitmek için, nasıl da
aldığı her nefes için suçluluk duyması gerektiğini yakınları her fırsatta
hatırlatırlar bilmezsin… Kimse de bilmez, anlayamaz senden başka
ne hissettiğini çevremde, kimse sormaz kimseye oğlunu kaybedince
sen neler hissettin diye. Bunlar paylaşsaydın azalırdı derler? Azalır
mıydı bilmezsin, azalır mıydı, yoksa deli diye kliniğe mi kapatırlardı
seni hiç bilmezsin…
Her şey susar…
İlk şok ve titreme, elin ayağın içinin tüm hücrelerinin titremesi…
Kocaman bir sessizlik…
İçinde ve dışında kocaman ve çığ gibi büyüyen bir sessizlik… Hatta
belki de fazla huzurlu bir dinginlik…
Her milimetrekarenin, ürpermesi, çekilmesi, büzüşmesi içe doğru her
hücrenin…
Göğsünün tam ortasında kör bıçakla açılan kocaman bir delik ve
içinden geçen soğuk hava tünelinin kalbini dondurması… O soğuk
boşluğun sana kalbinde yeri doldurulamaz kaybını, içindeki boşluğun
heybetini, sürekli içini ürperterek hatırlatması.
Akıl tutulması, zihin tutulması, dil tutulması, hissedilen, yaşanan ilk
şokla beraber…
Sonrasında iç sesinle konuşmaya başlarsın. Neden oldu? Düşünür
düşünür bulamazsın… Sana hep kötü şey yaparsan, kötü şeyler
yaşarsın diye öğretilmiştir. Sen kötü bir şey yaşıyorsundur sonsuz acı
çekiyorsundur. Ne yaptım ben neden oldu böyle bir şey diye kendini
suçlamaya başlarsın. Ne yaptım ki bu neyin cezası diye muhasebeye
eski kayıtlara bakmaya başlarsın…
Hiçbir şey bulmazsın. Birden anlarsın ki o senin yaptığın bir şeyin
cezası değildir. O kimsenin yaptığı bir şeyin cezası değildir. O kimsenin
yaptığı bir şey de değildir.
Sadece olmuştur…
O ölümü seçmiştir ve gitmiştir.
Sizin hiç oğlunuz öldü mü? Benim bir kere öldü, dünyam lâl oldu,
zihnim lal oldu, dilim lal oldu. Oğlumun son nefesini verdiği gün, ben
de kapılarımı mühürledim. Bebekken ben yıkardım onu, öldü; yıkadılar,
aldılar, götürdüler. Onu yıkadıkları gün beni yıktılar. Onu gömdükleri
gün yüreğimi paraladılar… Siz hiç ciğerinizin yandığını hissettiniz mi?
Sizin hiç nefes almaya utandığınız anlar oldu mu? Benim oldu. Ve
benim oğlum öldü.
The Wise Yaşam
Hasan ‘Sonsuz’ Çeliktaş
[email protected]
Ama
Ruhlarımız
Geride Kaldı
Ç
ok sevdiğim bir Kızılderili hikayesi vardır. Beyaz adamla ata
biner ve dörtnala giderler, derken Kızılderili bir anda durur.
Beyaz adam şaşırır ve sorar, neden bekliyoruz? Kızılderili
yanıt verir, çok hızlı gittik, ruhlarımız geride kaldı. “Avatar”ı
izlerken hep bu hikaye aklımdaydı. İnsanlık olarak teknolojinin
dibine vurduk, demirden atlarımıza bindik son sürat gittik, acayip
iletişim teknolojileri yarattık, gördükçe kendimizin bile şaştığı
aletler ürettik… Ama ruhlarımız geride kaldı.
Bu teknolojileri üretirken, yaşadığımız dünyayı yok ettik;
yarattığımız teknolojilerin esiri haline geldik ve o teknolojiler
de bizden hep “daha”sını talep etti. Daha fazla para, daha fazla
petrol, daha fazla enerji, daha fazla hammadde… Hep “daha
fazla”. Teknolojimizin talepleri uğruna sadece doğamızı değil,
birbirimizi de yok ettik. Petrol uğruna milyonlar öldü, insanlar
birbirine kırdırıldı, acılar ve gözyaşları sel oldu, ama bunların hiçbir
Acımasızca kıydık, yok ettik, öldürdük,
yaraladık, işkence ettik… Yoketmek ve talepkar
tanrılarımıza adaklar sunmak için elimizden ne
geliyorsa yaptık.
ifadesi yoktu. Çünkü tanrılar kurbanlar istiyorlardı ve biz de onlara
kendimizi çoktan adamıştık. Ruhlarımız mı, onlar zaten geride
kalmıştı.
Kontrolsüz biçimde aşırı çoğalan nüfusumuza yetsin diye,
milyarlarca hayvanı mezbahalarda katlettik, yiyeceklerimizin
yapısını bozduk; evlerimiz için yok ettiğimiz doğa yeterli gelmedi, bir
de üstüne yılda bir ay gitmek için koylarda körfezlerde apartmanlar
diktik, orada yaşayan diğer varlıkları hiçbir zaman düşünmeden.
Zaten dünya insanlar için yaratılmıştı, hayvanlar bizim yiyeceğimiz,
tüm doğa sahip olduğumuz evimizdi. Parselleyip parselleyip
satabilir ve onun üzerinde hak iddia edebilirdik ve herhangi bir
itiraz karşınızda silahlı güçlerimiz vardı insanlık tarihi boyunca
bizleri haklı çıkaran, iddialarımıza destek olan. Acımasızca kıydık,
yok ettik, öldürdük, yaraladık, işkence ettik… Yoketmek ve talepkar
tanrılarımıza adaklar sunmak için elimizden ne geliyorsa yaptık.
Durmamıştık, durmayacağız, taa ki son ağaç kesilene, son balık
ölene kadar….
Sonra birileri çıktı geldi.
Teknoloji,
yaratmak
için
de kullanılabilir, bakın size
bir örnek dedi ve insanlık
tarihinin en güzel filmlerinden
birini çekti. “Hayalgücünü”
kullandı ve yeni baştan bir
dünya yarattı. “Yeah, adam
bilimkurgunun dibine vurmuş
adamım, helal olsun” dedik
sinemadan çıkışta. Ama o
filmi izleyenler arasında içi
sızlayıp,
konuşamayanlar
vardı; Na’viler’i izlerken ve
Pandora’yı gezerken aslında
hiç de fantezi bir gezegeni
izlemediklerini
gören…
Kızılderililer, Aborjinler veya
diğer “ilkel” kabileleri anan… Dünya’daki yağmur ormanlarını
hatırlayan… Hani o dev alışveriş merkezlerimizin duvarlarındaki
istatistik sayaçlarında, “Dünya’da şu anda şu kadar kilometrekare
yağmur ormanı yokoldu” diye yazarken başımızı bir saniye
çevirip “hadi ya” dedikten sonra, en yakın dükkana doğru koşa
koşa ilerlediğimiz zaman hatırladığımız yağmur ormanları.
Hani “Avatar”da insanlar ağaçlara dozerlerle dalarken onlara
kızdığımız, ama sonrasında “film olm ya“ deyip rahatladığımız
zaman; o dakikalarda türdaşlarımızın yok ettiği ormanlar. Tabii
aynı türdaşlarımız, “vahşiler” dedikleri “ilkel” kabileleri zamanında
hepten yok ettikleri için artık gündemimizde değil o konu. Ayrıca
etini giga-hiper-ultramarketten, “kapalı, hijyenik ambalaj”la satın
alan insanoğlunun da, vurduğu geyiğe kendisiyle yaşamı paylaştığı
ve canını sunduğu için şükreden bir kızılderiliyi anlamasına imkan
yok. Tıpkı filmde mecburiyetten öldürdüğü varlıklardan özür
dileyen Na’vi gibi…
Ben “Avatar”da fantezi bir dünya izlemedim, ben kendi yaşadığım
dünyayı ve türdaşlarımı gördüm. Evet, filmde insanlardan nefret
ettim ve insanlığımdan utandım. Ama aynı insanoğlunun böyle
bir film yapabildiğini de görünce nasıl bir dualite evreninde
yaşadığımızı tekrar andım. “Mona Lisa”yı da yapan aynı
insanoğluydu, 2. Dünya Savaşı’nı da. Ruhumuzu dinlendiren
müzikleri de besteleyen bizlerdik, sokakta sırtında gitarla yürüyen
kızın ağzını kapatıp, ona tecavüz edip öldüren de. Atom enerjisini
de, atom bombasını da yaratan bizlerdik. Yaratmak ve yıkmak…
Yapmak ve bozmak… Doğurmak ve öldürmek… Yaşatmak ve yok
etmek… Üretmek ve tüketmek… Dinginlik ve saldırganlık… İyilik
ve kötülük… Daha buraya yazabileceğimiz yüzlerce ikilem. İşte
Dünya adı verilen gezegende yaşayan insanoğlunun portresi ve
bu portrenin güzelliğini ve çirkinliğini tek bir şey belirliyor: O geride
kalan ruhlarımız…
Çok yakında insanlık olarak hepten frene basacağımız zamanlar
yaklaşıyor gibi görünüyor. Ama bu fren çok sağlıklı olacağa da
hiç benzemiyor hani. Son sürat giderken, yaşanacak muhtemel
olaylar bizlerin frene asılmasına yol açacak, ama son sürat giden
Yavaş yavaş dinginleşmeye başladığınızda,
aslında yaşamınızın değişmeye başladığınızı
göreceksiniz
araçta da frenlere asılmanın sonuçlarını hepimiz biliyoruz. İşte bu
noktada her birimizin birey olarak, şu anda yapabileceğimiz bir
şey var: Kendi içsel frenlerimize asılmak. Kendimizi durdurmak.
Durdurmak ki ruhlarımız yetişebilsin.
Peki nasıl mı yapacağız bunu? Size varolan teknolojiyi kullanmayın,
her şeyi bırakın, doğaya dönün demiyorum. Böylesi biraz fantezi
olur. Önce içsel olarak bir durun ve kendinizi dinleyin. Bırakın hayat
yanınızdan akıp gitsin, siz sadece durun ve hiçbirşey yapmayın.
Bu işinizi bırakın da ortalardan yokolun anlamına da gelmiyor.
Yapmanız gerekenleri yapın ama kendinizi akışa kaptırmayın,
durun ve gözleyin sadece. İzleyin. Yaşadığınız hayatı, soluduğunuz
havayı, üzerinde yürüdüğünüz dünyayı, çevrenizdeki insanları
izleyin ve gözleyin. Yavaş yavaş dinginleşmeye başladığınızda,
aslında yaşamınızın değişmeye başladığınızı göreceksiniz. Bakın
size teknikler, taktikler, çalışmalar önermiyorum, sadece içsel
freninize basın diyorum, tıpkı bir dağ yolunda arabanızla yol alırken
bir an durmanız ve etrafı izlemeniz gibi. Arabanızın gürültüsü
sustuğunda ortalık nasıl sessizdir değil mi? İşte yaşamınızda da
bunu yapabilirsiniz. Bunu yapabildiğinizde de yıkıcılığınızdan
eser kalmaz, sadece bu dünyaya nasıl katkıda bulunabilirim
diye düşünür ve üretmeye başlarsınız. Ürettikleriniz insanların
ruhlarına dokunur ve onlar da bir şeyleri tetikler. Sonrasında mı…
Ne kadar çok insan frene basmışsa o kadar az hasarla atlatırız
önümüzdeki dönemi, ayrıca siz içinizde durmuşsanız, insanlık ne
kadar sert fren yaparsa yapsın en az şekilde etkilenirsiniz. Çünkü
siz artık o demir attan inmiş ve gerçek bir ata binip, son sürat
ilerleyenleri izler hale gelmişsinizdir.
İçinizdeki frene şu anda basabilmeniz dileğiyle.
The Wise Gizem
Aycan Aşkım Saroğlu
[email protected]
Göbeklitepe
Dünyanın İlk Tapınağı
B
undan tam 17 yıl önce Alman arkeolog Klaus Schmidt Urfa’nın
15 km kuzeydoğusundaki Göbeklitepe’de kazılara başladı...
Kazılar ilerledikçe Göbeklitepe’nin bütün dünya uygarlık
tarihini ters yüz edecek bir sırrı içinde barındırdığı ortaya çıktı... Zira
kazılar bundan tam 12 bin yıl önceye ait bir tapınağın izlerini birer
birer ortaya çıkarıyordu...
Japonya Hindistan, Kanada gibi ülkelerde Atlanta Belgesel Filmler
Festivali’nin En İyi Eğitici Belgesel Ödülü de sahibi...
İnsanlığın avcı-toplama döneminde, yani henüz insan yerleşik düzene
geçmeden ve din olgusuyla tanışmadan yapılmış bir tapınağın izleri...
Neden Göbeklitepe sorusuyla başlasak?
Tüm dünyayı şaşırtacak bir gerçek vardı ortada.... Arkeolog
Schmidt’e göre, bölge Mezopotamya’daki ilk şehirlerden 5 bin 500 yıl,
İngiltere’deki ünlü Stonehenge’den de 7 bin yıl daha yaşlıydı.
Uygarlık Kronolojisini altüst eden Göbeklitepe, Alman Stern dergisi
tarafından ‘Adem’le Havva’nın Sarayı Bulundu” başlığıyla gündeme
taşındı.
Halihazırda Göbeklitepe’de kazılar devam ediyor... Her geçen gün
uygarlık tarihinin yeniden yazılmasını sağlayacak bilgiler ortaya
çıkıyor...
Sinemacı Ahmet Turgut Yazman kişisel ilgisini mesleğiyle birleştirerek
5 yıllık bir çalışmanın ardından Göbeklitepe’de gerçekten ne olduğunu
irdeleyen, muhteşem bir belgesele imza attı...
Göbeklitepe: Dünyanın İlk Tapınağı Belgeseli. İran, Amerika, Çin,
Uzun süren bir çalışmadan sonra Göbeklitepe: Dünyanın ilk
Tapınağı adlı belgesele imza atan Ahmet Turgut Yazman’la The
Wise için konuştuk...
Bugün bu topraklarda yaşayan biri olarak artık şunu çok net
söylemeliyiz, şu anda dünyanın en önemli ilk üç arkeolojik
kazısından biri Göbeklitepe’dir ve benim şahsi fikrim, Göbeklitepe
dünyanın en önemli arkeolojik kazısıdır. Çünkü Göbeklitepe’de
insanlık tarihi adına bilinen bir çok bilgiyi yeniden gözden
geçirmemizi gerektirecek önemde bulgular var.
Bildiğimiz tarihi kurgu insanın biyolojik evriminin son aşaması olan
ve o dönemde avcı toplayıcı yaşayan türümüz Homo Sapiens’in
günümüzden yaklaşık 8 bin yıl once tarımı keşfederek yerleşik
düzene geçtiği ve “Neolitik Devrim” denilen bu değişimin ardından
dini inanışları ya da kültleri adına tapınaklar inşa ettiği şeklinde.
Göbeklitepe bu bilgiyi değiştiriyor. Göbeklitepe’de günümüzden
yaklaşık 12 bin yıl önce henüz tarım keşfedilmeden, yerleşik düzene
geçilmeden inşa edilmiş tapınaklar var. Bu yapıların tapınak
olduklarından bilimsel olarak eminiz, ama burada ne tip törenler
ya da ayinler yaptıkları hakkında ancak tahmin yürütebiliriz. Bu
anlamda hem tarihi süreçte hem de andaki var oluşunda insanın
kendini anlaması açısından çok önemli bir olgu Göbeklitepe.
Kısaca her her şey nasıl başladı senin için?
2006 yılında 13’üncü yüzyılda Anadolu’da yeşeren Mevlevi- Bektaşi
– Alevi inanışlarının tarihsel batıni yapısı üzerine bir araştırma
yaparken okuduğum bir gazete haberi ile keşfettim Göbeklitepe’yi.
Arkeolog Prof. Klaus Schmidt Berliner Post gazetesine verdiği bir
demeçte Göbeklitepe tapınaklarında bulunan hayvan kabartmaları
ve soyut sembollerin o dönemin insanın aşkın düşünme becerisine
işaret ettiğini anlatıyordu. Konu çok ilgimi çekti ve Şanlıurfa’ya gidip
Göbeklitepe’yi gezdim. Tepenin mistik hali ve atalarımızın bizlere
bıraktığı mesaj o kadar ilgimi çekti ki burasının ne olduğunu anlama
çalışmasının dünyaya duyurulması gerektiğini hissettim ve projeyi
oluşturmaya başladım. Dört yıllık çalışmanın sonucu, çekim ve
yapım sonrası aşamasında toplam kırk kişinin emeği geçen bu öznel
belgesel ortaya çıktı.
Nasıl başladı, kimlerle nasıl oluşturdun, neden
başladı?
Önce bilim dünyasının görüşünü anlamaya çalıştım, kazı başkanı
arkeolog Prof. Klaus Schmidt ile görüştüm, İstanbul Üniversitesi
Neolitik Arkeoloji kürsü başkanlarından Prof. Mehmet Özdoğan
ile görüştüm. Daha sonra mitoloji ve dinler tarihi konularının
perspektifinden anlamaya çalıştım, tasavvuf ve batıni gelenek
konusunda uzman olan araştırmacı yazar Metin Bobaroğlu ile
görüştüm. Sembolik anlatımların çok belirgin özelliklerini ve
bunların kaynaklarının Göbeklitepe‘de olma olasılıklarını araştırdım,
Mısır’a gittim Ejiptolog Wafaa El-Saddik ile görüştüm. Tapınakların
pozisyonlarının astronomik bir açılımı olup olmadığını anlamak üzere
Hintli astronom B.G. Sidharth ile görüştüm. Üstelik kendisinin Vedik
Astronomi ile ilgili kurduğu bağlantılar sonucu aslında Göbeklitepe’nin
bulunmasından yaklaşık 10 sene once böyle bir yerin varlığından
bahsetmiş olduğunu öğrendim, kısacası aslında bir şekilde proje
benimle beraber kendi yolunu çizdi. Fakat en önemli gelişme ortağım
Kerem Akalın’ı bulmam ile oldu. Kendisinin projeye getirdiği vizyon,
iki ve üç boyutlu animasyonları oluşturabilmemiz için kurduğu ekip ve
işin yapılışına getirdiği enerji filmin hayata geçmesini sağladı.
Belgeselde özellikle D Tapınağı üzerinde çok duruluyor.
Tapınağın 12 sütündan meydana gelmesi derinlemesine
anlatılıyor.
Şimdiye kadar ortaya çıkarılan ve aynı döneme ait olduğu bilinen
toplam dört tapınak var. Sembolik anlatımın en yüksek seviyede
olduğu tapınak D tapınağı, ayrıca bu tapınağın şimdiye kadar bulunan
tapınakların arasında en eskisi olduğu tahmin ediliyor. Bu tapınak
T biçiminde 12 sütun ile çevrelenmiş. Bu T biçimindeki sütunların
stilize edilmiş insan tasvirleri olduğu düşünülüyor. Yani 12 insanın
bir araya gelmesi, elips benzeri bir halka oluşturması tasvir edimiş bu
tapınakta, bir çeşit toplanma durumu var. Tabii bu bana ister istemez
dinler tarihindeki 12 sayılarını düşündürdü, Musevilik’te 12 kavim var,
Hristiyanlık’ta Hz. İsa’nın 12 havarisi olmuş, İslam inancında 12 İmam
olgusu var, tabii ayrıca Sümer’lerden, Hint’ten, Çin’den bildiğimiz
12 burç, 12 takım yıldız kavramı da var, ben bu bilgilerin kaynağını
Göbeklitepe’de aradım, bağlantılar araştırdım ve sonuçları izleyici
ile paylaştım. Hindistan’daki Bilim Akademisi başkanı astronom
B. G Sidhart’a göre –ki kendisi bugün baraj altında kalan bölgedeki
Nevali Çöri’de Alman arkeolog Harold Haupman ile beraber çıkarılan
buluntulara bakmış bir bilim adamı- yılanlı başın Veda kültürünün
oluşturduğu bir uygarlıktan gelebileceği tahminini yapıyor.
Ortada bir şey yokken Göbeklitepe’nin bulunabileceği bölgede Vedic
bir medeniyet olabileceği tahminini yapmış...
Yine tapınaklarda rastlanan H harfinin gizemi? T
harfinin gizemi nedir desem?
T yani Tau aslında tanrısal bir semboldür. Antik Mısır geleneğinde
Ankh işareti olan, Hristiyanlık’ta haç formunu alan aslında T’dir.
Burada benlik bilincinin oluşmadığı, bireyselliğin oluşmadığı, kendi iç
dünyasının daha inşa edilmediği insan dönemini anlattığı söyleniyor,
yani mitlerin oluştuğu dönem, mitolojik bilincin oluştuğu algıya ait bir
dönem olarak bakılıyor bu bulguya, gerçekten gizemli bir durum var T
sembolü etrafında.
Sütünlarda çok çeşitli hayvan figürleri var, bunların
bir sembolizmi bir anlattığı şey var mı?
Göbeklitepe’de bir çok hayvan figürü var: tilki, yılan, yaban domuzu,
turna kuşu bunların başlıcaları ve bunlar sanatsal açıdan da
çok etkileyici estetik özelliklere sahipler, özellikle kabartmalar.
Arkeologların bir kısmı bu sembolleri farklı kabilelerin kendilerini
temsil eden işaretleri olarak yorumluyorlar.
Kundalini Sanskritçe’den
çevrildiğinde çöreklenmiş
olan anlamına geliyor.
Çöreklenmiş olanın ayağa
kalkması, bedende bu
enerjinin uyanması başka
bir bilince işaret ediyor.
Aynı
şekilde
Mısır’da
firavunların ve tanrıların
üçüncü gözleri denilen
yerde alınlarından çıkan
yılan var.
Yılan motifi için belgeselde
Metin Bobaroğlu yılanın
Hazreti Musa’nın asasında
iradeyi ya da bilinci tasvir
ettiğini söylüyor...
Bir diğer görüş bu hayvanlar ile o dönemde yaşanan hikayelerin
anlatıldığı yönünde, mağaralardaki av sahneleri gibi. Ama
sembolik anlatım tarihine bakarak söyleyebiliriz ki hayvanlar
aslında insana dair özellikleri sembolize ediyor. Yani Lafontaine
ya da Mevlana’da kullanıldığı gibi; tilki kurnazlığı sembolize ediyor.
Yılan değişimin sembolü, yılan aynı zamanda Hint öğretilerinde
insanda çöreklenmiş olduğu varsayılan Kundalini enerjisinin
sembolü. Mesela Bektaşi – Alevi inanışında Turna kuşu ruh göçünü
temsil ediyor, aynı kuş Avustralya Aborji’lerinde veya Japonya’daki
geleneksel inanışlarda da önemli bir sembol. Dolayısıyla
Göbeklitepe’deki hayvan figürlerine taştan bir hayvanat bahçesi
ya da heykel parkı şeklinde bakmak yerine bu figürlere gizlenen
sembolik anlatımları anlama niyetiyle baktım.
Yorumlardan biri de bu T’lerin insanı simgelediği
üzerine...
Arkeologlar böyle söylüyorlar. Çok bariz bir özellik var. Bu T
biçimindeki sütunların yan tarafından hafif kabartma gibi, çizgi
ile belli edilmiş kollar ve eller çıkıyor. Parmakları gördüklerinde
bunun aslında bir insanı sembolize ettiği sonucuna varıyorlar. Bu
12 insanın biraraya gelmesi, bir toplanma anlamını da içerebiliyor.
Kimi arkeologlar bir sürü kavim olabileceğini , her klanın da bir
sembolü olabileceğini söylüyorlar.
Yine bu sütunlardaki güneş ay sembolizmleri de
ilginç...
Sembol dediğimizde bir işaretten bahsetmiyoruz; o işaretin
çok çeşitli anlamlara gelebilme özelliği var. Mesela yılandan
bahsettiğimizde yılanın sadece koruma özelliğinden söz etmiyoruz.
Yılan Mısır’da koruma anlamını taşıyor ama o aynı zamanda
değişimin de sembolü. Yılan çörekleniyor, çöreklenip durmasına
baktığımızda Hindistan’da kundalini enerjisinin temsilini görüyoruz.
Yılan
sembolü
Musa
peygamberle
birarada
kullanılmış...
Kuran-ı
Kerim’de
çok
çeşitli
yerlerde geçiyor. Asanın
iradeyi temsil etmesi gibi bir
yorum var. Ayrıca yılan bilincin uyanmış olmasını da simgeliyor.
Firavun büyücülerini topluyor ve büyücüler Hazreti Musa’ya
birtakım becerilerini gösteriyorlar. Kuran’da ayette geçtiği şekliyle
Hazreti Musa asasını yere atıyor ve o asa bir yılana dönüşüp
büyücülerin yaptığı şeyleri yutuyor ve tekrar asaya dönüşüyor.
Sence Göbeklitepe’nin sana sordurduğu en çarpıcı
üç dört soru nelerdir?
Bence Göbeklitepe’de günümüzden 12 bin yıl öncesine ait yaklaşık
20 tapınak tespit edilmiş olması, bu tapınaklardan henüz gün
ışığına çıkarılan 4 tanesinde hayvan figürlerinin yanında soyut
sembollerin bulunmuş olması ilk göze çarpan önemli konular.
Ama daha derinde bu tapınakların kimler tarafından yapıldığı,
yani geçmişe yönelik bilimsel tahminlerde avcı toplayıcı olduğu,
henüz kültür nesnesi bile oluşturmadığı varsayılan insanların
böylesine büyük bir organizasyon nasıl gerçekleştirdikleri ve daha
da önemlisi hangi amaç için geçekleştirdikleri en çarpıcı sorular.
Bu sorulara bulunabilecek cevaplar bildiğimiz anlamdaki insanlık
tarihi ve dinler tarihini değişebilir.
Batı dünyası nasıl yaklaşıyor Göbeklitepe
konusuna ? Neden bunca zamandır gözardı
ediliyor?
Sanırım Batı dünyası Göbeklitepe’yi anlamaya çalışmakta
biraz yavaş davranıyor. Bu durumun Göbeklitepe olgusunun
yerleşik bilgileri alt üst etme potansiyelinden kaynaklandığını
düşünüyorum. Yani onlarca yıldır Göbeklitepe’den yaklaşık yedi
bin yıl sonra inşa edilmiş, mana adına üzerinde çok daha az iz olan
Stonehenge üzerine gösterilen ilginin artık biraz da Göbeklitepe’ye
kayması gerekiyor. İnsanlık tarihini anlamak için buraya bakmak
zorunda, Göbeklitepe gözardı edilemeyecek kadar önemli bir keşif.
The Wise Gizem
Burak Eldem
[email protected]
Elf’ler, yani Peri’ler, hatta şu Şemsu-Hor... Bunlar egemenliğin kadınların elinde olduğu, çok eski bir “üstün
toplum”a ilişkin silik anılar mıdır? Dahası, böyle bir ırk gerçekten var mıdır, yoksa düşlerde yaratılmış bir ideal
midir? Eğer gerçekten var idiyse, kimdir bunlar ve nereden gelmiş, sonra ansızın nereye gitmişlerdir?
Birçok insan için “peri masalı” tamlaması, aydınlık, pırıl pırıl, insanın
içine umut ve yaşama gücü veren bir dizi olumlu imgeyi çağrıştırır.
Masalları hemen hepimiz severiz; hele işin içinde “peri”ler varsa,
anlatılacak hikâye inanılırlık sınırlarının ne kadar dışına çıkarsa
çıksın, tadından yenmez. Bu nedenle perileri günlük konuşma
dilimizin içine de sıklıkla taşırız. Büyüleyici güzellikte bir kadın için,
“peri kızı gibi” deyişini kullanmak epey yaygındır sözgelimi. Eğer
fiziksel güzellikle birlikte ruh olgunluğunu, evrensel iyi niyetin bir
kişide somutlanmasını ve orijini çok eski, bilinmeyen dönemlere
dek varan bir “soyluluğu” vurgulamak istiyorsak, “Peri Padişahının
Kızı” deyişini, masallardan ödünç alırız.
Bütün bu yönleriyle çoğu kez büyüyü, güzelliği ve karşı konulmaz
bir çekiciliği ifade eder peri sözcüğü.
Ama kolektif kültürde peri kavramıyla ilgili çağrışımlar her zaman
bu kadar olumlu imgeleri içermeyebilir. Sözgelimi “cinler ve periler”
dendiği zaman, gözle görünmeyen ve varlığı fiziksel bir hacme
hapsedilemeyen, ama buna karşın fiziksel dünyaya etkide bulunma
gücüne sahip, ürkütücü varlıklar gelir akla. Terkedilmiş bir mekân
ya da içinde kimsenin yaşamadığı, eski ve korkunç görünümlü bir
yapıya “perili ev” denmesi günlük konuşma kültüründe oldukça
yaygındır ve buradaki “peri” sözcüğünün, “peri masalı” ya da “peri
kızı” ifadelerindeki olumlu niteliklerle yüklenmediğini hepimiz
iyi biliriz: Uzak durulması gereken, insanlara zarar verebilecek
“karanlık yaratıklar”dır cinler ve periler.
Eğer Wes Craven uslubunda çekilmiş
korku filmlerine özel bir düşkünlükleri
yoksa, bu tür varlıkların gerçekliğine
ilişkin inançları olan insanlar, “perili
ev”lerden uzak durmayı yeğlerler.
Batı kültüründe peri kavramı, en
yaygın kullanımını, Kilise’nin “sapkın
mezhepler”le mücadele ettiği 12.
yüzyıl ve hemen sonrasında bulmuş
gibi görünürse de, hem dilbilimsel
hem de folklorik anlamda bu kavramın
kökeni oldukça eskilere dayanıyor:
Elimizdeki bölük pörçük sınıflanmış
bilgilerin bile iyice seyrekleştiği, bugün
“yazının kullanımından önceki zaman”ı
vurgulamak üzere, “tarih öncesi”
dediğimiz devirlere.
Ama o çağdan bugüne uzanan süreç üzerinde “peri” kavramını
merkez alarak yapacağımız yolculuğa, bir yerlerden başlamamız
gerekiyorsa, işaretleyebileceğimiz en uygun evre Katolik Kilisesi’nin
“sapkın avı”nı başlattığı 12. yüzyıl gibi görünüyor.
İngilizce’de “peri” sözcüğünün karşılığı, “fairy”; buna paralel
olarak “peri masalı”na da “fairytale” deniyor. Yapısal olarak, hem
dürüstlüğü ve adilliği, hem de güzelliği ifade eden “fair” sıfatı, peri
için kullanılan bu karşılıkla akraba. Ancak, Avrupa’da Aydınlanma
dönemi sırasında yoğunlaşan dilbilimsel araştırmaların çoğunda,
“fairy” sözcüğünün kökeni, “yazgı” anlamına gelen Latince
“fata” ya da “fatae” sözcükleriyle bağlantılı ele alınmış. Bu
durumda, İngilizce’de yine “yazgı” sözcüğünün karşılıklarından
biri olan “fate” de, peri kavramıyla ilintili hale geliyor. Latince’de
“fata”dan türeyen “fatare” fiil köküyse, “büyülemek” (enchant)
anlamını vermekte. Onyedinci yüzyılda Kilise baskısının azalmaya
başlamasıyla birlikte folklorik inançlar üzerinde çalışmalara
başlayan araştırmacılar, sözcükler arası bu çapraz ilişkilerde,
“büyü yoluyla yazgı belirleyen güçler” anlayışını, doğrudan “peri”
kavramıyla bağlantılı ele alıyorlar. İlginç noktalardan biri de,
perinin “dişil” (feminin) bir sözcük olması. Ortaçağ Avrupası’nın
folklorik birikiminde sık sık karşımıza çıkan, hem insanların
hem de tanrıların yazgısını belirleme yeteneğine sahip “Fate”
adı verilen üç dişi periye gönderme var bu bağlantıda. Kuzey
mitolojisinde, Edda’da, bu dişi perilerin Odin tarafından “Nornir”
olarak adlandırıldığından söz ediliyor. Yine Yunan kültüründe,
belki onun da önceli olan Minos folklorunda biçimlenip Tuna’nın
kuzeyinden, Britanya’ya dek yayılan, tarihin ilk “teslis”iyle (trinity),
“Üç Tanrıça” kültünün türevleriyle karşılaşıyoruz burada: “BakireAnne-Kocakarı” formlarının üçünü de bünyesinde toplayan
“Hekate” kavramının, yazgı belirleyen “Fate” adlı üç dişi periyle
yakın ilişkisi olduğu, neredeyse kesin.
Sözcük, İtalyanca’ya “Fata”, Eski Fransızca’ya “Fée” ya da “Faée”,
Güney Fransa’nın (Provençal) diline “Fada” ve İspanyolca’ya da
“Hada” biçimleriyle giriyor. Her versiyonun, hem Latince “Fata” ile,
hem de “Hekate” kavramıyla yakınlık içerdiği söylenebilir.
Cathar mezhebi: Albi’nin “Işıldayanlar”ı
Batı Avrupa kültüründeki bu dilbilimsel yakınlıklara kısaca göz
attıktan sonra, “peri” sözcüğünün bu bölgelerdeki ilk yaygın
kullanımına dikkatlerimizi yoğunlaştırmakta yarar var şimdi. Her
ne kadar yüzyıllar içinde bu eski kullanım unutulmaya yüz tutmuş
olsa da, yirminci yüzyılda dinler tarihi ve folklor üzerine yapılan
araştırmalar, “peri” sözcüğünün onikinci yüzyılda oldukça özel
bir grubun üyelerini belirtmek üzere ve ayrımcı, küçümseyici bir
tavırla kullanıldığını günışığına çıkardı: Bunlar, Fransa’nın güney
bölgelerine yerleşen ve bütünüyle Kilise’nin sunduğundan çok
daha farklı ve radikal bir inanç biçiminin sözcülüğünü üstlenen,
“Cathar” mezhebinin mensuplarıydı. Maddi değerlerden ve onların
getirdiği ilişkilerden uzak durmayı, doğayla (ve dolayısıyla Tanrı’yla)
uyumlu basit bir yaşamı, vejetaryen bir diyeti ve paylaşımı seçen
insanlardı Cathar’lar.
Ama her şey bu kadar basit olsaydı, Kilise bu mütevazı mezhebi
kendi varlığı için bu kadar büyük bir tehlike olarak görmezdi tabii.
Ruhani bir iktidarın varlığına itirazla başlıyordu, Kilise tarafından
“Cathar sapkınlığı” olarak nitelenen inanç biçimi. Buna paralel
olarak, dünyayı ve evreni doğru kavrayabilmek, Tanrı’ya yakın
olabilmek için, “saflaşmak” ve maddi tutkulardan arınmak
gerektiğini savunuyorlardı. Bir görüşe göre, bu ilkelerini Matta
gospelinin bir ayetinden almışlardı (“İsa ona dedi ki, eğer kusursuz
olmak istersen, git malını mülkünü sat, yoksullara ver ki, hazinen
göklerde olsun. Sonra gel ve beni izle” Matta 19:21) ve kendilerine
seçtikleri ad (Cathari) eski Yunan dilinde “kusursuz” anlamına
geliyordu. Mülkiyet ve maddi zenginlik, Tanrı’ya ve gerçeğe
ulaşma yolunda insanın önündeki temel engeldi Cathar’lara göre
ve bu nedenle, dünyevi değeri olan hiçbir şeyin mülkiyetini kabul
etmeyip, temel ihtiyaçlarını ortaklaşa paylaşımla giderecekleri bir
alternatif yaşam ve örgütlenme biçimi geliştiriyorlardı. Saflığa ve
kusursuzluğa ulaşmak (Cathari) herkesin kolayca varabileceği bir
aşama değildi elbette; sabır ve olgunluk gerektiriyordu. İlkin “saf ve
kusursuz” olma yoluna girecek, sonra da “aydınlanma” aşamasını
yaşayacaktı bu yaşam biçimini seçenler. Bir başka deyişle, Cathar
yolunu izlemek, arınmak ve Tanrı’nın ışığıyla aydınlanmak demekti.
Bu yazı, Cathar ve diğer Ortaçağ “sapkın” mezheplerini analiz etme
gibi bir amacı taşımıyor; zaten hacim olarak da bir dergi çerçevesi
içinde bunu yapmak pek kolay değil. Bu nedenle, Güney Fransa’ya
yerleşen Cathar’ların, onikinci yüzyıldan itibaren Kilise otoritesi
için ciddi biçimde başağrısı olduğunu belirtmekle yetinelim.
Üstelik bu başağrısı, yeni bir şey de değildi: Hıristiyanlık Roma
topraklarında devlet dini haline geldikten ve Kilise’nin sunduğu
ibadet biçiminin dışındaki bütün dinsel düşünceler “sapkınlık” ilan
edildikten sonra, eski pagan inançlarının köklü ve yaygın olduğu
hemen tüm topraklarda benzeri gruplaşma ve mezhepleşmeler
yaşanmış, sıklıkla da sert biçimde ezilmişti. Bir görüşe göre,
dokuzuncu yüzyılda Balkanlarda “Bogomil” (Tanrı Dostları) adıyla
anılan muhalif mezhebin soykırımı çağrıştırır bir koğuşturmaya
uğramasından sonra, İmparatorluğun elinden kaçabilen bir
grubun Güney Fransa’ya sığınmasıyla başlamıştı zaten Cathar
hareketi. Bogomil’in öncülleri, Anadolu’da bir direniş olarak ortaya
çıkan “Paulisyen” cemaati ve eski Ermeni Kilisesi’ydi. Onların
öncülleriyse, Hıristiyanlık öncesi dönemin eski Pers düşüncesine
ve kısmen antik Mezopotamya inançlarına dek varıyordu. Bir
başka deyişle Cathar mezhebi, aslında Kilise’den çok daha eski
ve köklü inanç biçimlerinin yüzyıllara yayılan ve zaman içinde bir
tür kesintisizlik izleyen direniş zincirindeki halkalardan biriydi. Bu
nedenle, durumun ciddiyetini çok iyi analiz eden Papa Innocent,
salt onları ezmek için Güney Fransa’ya bir Haçlı Seferi düzenledi,
bütün Cathar’lar ya kılıçtan geçirildi ya da ilk kez onlar için yaşama
geçirilen ünlü Engizisyon heyetleri tarafından sözde yargılanıp,
işkenceyle öldürüldü. Hareket bütünüyle ezildiğinde Cathar’lar
dehşet verici bir katliama uğramışlar, yalnızca bir avuç şanslı
“kusursuz”, Pireneleri aşıp İspanya’nın kuzeyinde saklanmayı
başarabilmişti. (Cathar serüveninin bundan sonra izlediği seyir de
oldukça ilginç ama bu yazının sınırları içine sığacak gibi değil.)
Elbette fiziksel şiddetin yanı sıra, Cathar düşüncesine karşı ideolojik
savaş da uyguladı Kilise. Tanrı yolundan sapıp “cinlere-perilere
karışmış günahkârlar” anlamına gelmek üzere, Catharlardan
söz ederken alaycı bir dille “periler” nitelemesi de kullanılıyordu.
Çünkü Hıristiyan teokrasisi, “peri”lerin şeytanla işbirliği içindeki
karanlık varlıklar olduğuna ve perilere yakınlık duyanların “cadı
ve büyücü” olarak yargılanıp “sapkın” ilan edileceğine ilişkin bir
fetva da yayımlamıştı. Ne gariptir ki, bir aşağılama olarak seçilen
peri sözcüğü, Cathar inanlıları için bir övgü, bir iltifat niteliğindeydi
aslında.
Kelt ülkesinin Elf’leri
Cathar mezhebine verilen adlardan biri de, “Albigenses”di; yani, Albi
kasabasında yaşayanlar. Onuncu yüzyılda Bogomil hareketinin
ezilmesi sırasında kaçabilen birkaç kişinin buraya sığındığını
ve düşüncelerini yeniden yaymaya çalıştığını ileri sürüyor bazı
araştırmacılar. Ama Bogomil hareketinden etkilenmiş olsun ya
da olmasın, Albi kasabasının Cathar düşüncesine ev sahipliği
yapmasını sağlayacak faktörler, bu yerleşim yerinin kuruluşundan
itibaren var olmuş zaten. Dördüncü yüzyıl kadar erken bir tarihte
kurulduğu biliniyor Albi’nin; yani, Roma’nın hıristiyanlığı devlet dini
olarak kabul edip bütün pagan tapınaklar ve eski inanç mensupları
üzerinde terör estirmeye başladığı tarihlerde, birileri bu bölgeye
yerleşmişler. Kasabaları için seçtikleri isimse, “Albiga”; yani,
“Albi’lerin Yeri”.
“Alba”, Latince’de sözlük anlamı olarak “parlak beyaz” demek. Bir
başka deyişle, “ışıldayan” ya da “parlayan”. Fransa, İsa’dan önce
sekizinci yüzyıldan itibaren, Keltlerin gelip yerleştiği ülkelerden
biri. Albi’nin yer aldığı Güney bölgelerini de içerecek biçimde
bölgenin Romalılarca bilinen adı, ikinci yüzyıla dek “Galya”, yani
“Kelt Ülkesi”. Dolayısıyla, Albi’nin kurulduğu yıllarda kentin ilk
sakinlerinin Romalılaştırılmış da olsa Kelt asıllılar olduğunu
söylemek mümkün. Peki Kelt dilinde Albi ne demek? İlginç bir
biçimde, “ışıldayan” ya da “parlayan” olarak anılan, seçkin ve özel
bir ırkı tanımlamakta kullanılıyor bu sözcük: Folk hikayelerinden
“Elf” adıyla bildiğimiz, efsanevi bir ırkı.
Elf’ler, neredeyse bütün Kelt toplumlarının kültüründe karşımıza
çıkıyor ve çoğu kez “aşkın” bir konumu, hatta belki biraz “insanüstü”
bir niteliği de sahipleniyor folk hikâyelerinde. Tıpkı Latin dilindeki
“Alba” sözcüğünde olduğu gibi, bu ırka ya da topluluğa verilen
ad, “parlaklık” ve “ışıltı” kavramlarını aynı anda içeriyor. Çoğu
eski Britanya folk hikâyesinde “Elf” ve “shining” (ışıldamak)
sözcüklerinin birlikte ve birbirlerinin anlamını tamamlar biçimde
kullanıldığını görüyoruz. Daha da ilginci, Chaucer da dahil kimi
ozanların yapıtlarında, Elf ve “Peri” (fairy) sözcüklerinin eşanlamlı
değerlendirildiklerine ve birbirlerinin yerini aldıklarına da tanık
oluyoruz. Resme böyle baktığımızda, Kilise ideologları onları alaycı
ve aşağılar bir dille “periler” olarak nitelemeden yüzyıllar önce
de, Cathar’ların merkez seçtiği Albiga (sonraları Albi) kasabasının
sakinlerinin, “Peri” kavramını bildiği ve yücelttiği çıkıyor ortaya.
“Peri” sözcüğünün Keltik kültürde karşılığı, çok eski zamanlardan
beri, Elf; aynı sözcük Tötonik folklordaysa “Alb” ve “Albi” olarak
çıkıyor karşımıza. Ortaçağ Fransız masallarında söz edilen Periler
Kralı Oberon, daha eski versiyonlarda “Alberon” adıyla biliniyor.
Nibelungen’de anlatılan koruyucu bekçinin adıysa, “Alberich”, yani
“Elf Kralı”. Günümüzde bile Kelt-Cermen kökenli popüler isimlerde
Elf kavramı hâlâ yaşıyor: Alfred, “Elf Yöneticisi” demek; Albert ise,
“Elf Işıltısı”.
Dördüncü yüzyılda Albi kentini kuranların kültüründe “Işıldayan Elf
- Parlayan Peri” kavramlarının çok canlı ve güçlü imgeler içerdiğini
gördük. Sözü edilen ışığın, fiziksel olarak güçlü bir ışık kaynağını
değil, “Tanrısal bir ışığın yansıtıcılığını” vurguladığını unutmamak
gerek. Yani aslında burada bir tür mecazdan söz ediyoruz: Tıpkı,
“aydın insan” dediğimizde, üzerine projektör tutulmuş bir adamı
kastetmediğimiz, tinsel bir aydınlanmayı vurguladığımız gibi. Bir
başka deyişle Elf ya da Peri kavramlarındaki “aydınlanmış/ışıldayan
ırk” anlayışı, aslında zaaflara ve eksikliklere sahip “insan ırkı”
için öngörülen bir ideal modeli de içeriyor: Kusurlarından arınma,
saflaşma, ışıldama. Ancak insanlık bu aşamaya ulaştıktan sonra
yeryüzünde “Altın Çağ” başlayabileceğini ve
adil, eşitlikçi bir düzenin hüküm sürebileceğini
satır aralarında vurgulayan bir inanışın
ürünüdür bu. İnsan için varılması gereken
hedef, “eski zamanların Işıldayanları (Elfleri)
gibi olmak”tır. Bu yönüyle Elf ya da Peri,
doğaüstü güçlere sahip ve “diğer dünyaya
ait” bir cin ya da hayalet olmaktan çok, örnek
alınması gereken ve zaaflarından arınmış
aşkın bir model haline gelir. Tıpkı, kasabanın
kuruluşundan altı yüz yıl sonra Albi’de ortaya
çıkan Cathar’ların, “kusursuzluk” modelleri
gibi.
Alba Longa: Roma’ya çıkan yollar
Peki Kelt-Töton folkloruyla Cathar inancı
arasındaki köprüyü sağlayabilecek gibi
görünen Latin dilindeki “Alba” sözcüğünün, Elf
ya da Albi kasabasıyla aynı bağlamda bir ilişkisini bulabilir miyiz?
Görünüşe bakılırsa, bu hiç zor değil. Alba’nın “ışıldayan beyaz” ya
da “parlak beyaz” anlamına geldiğini söylemiştik. Diğer yandan,
Albi’nin eski adı olan “Albiga”, bize başka ipuçları da veriyor:
Kasabanın kurucuları belki de yalnızca Kelt-Töton kültüründen
yola çıkmadılar isim seçerken; belki bu adın Roma tarihi açısından
da sembolik bir anlamı vardı.
Roma’nın köklerinin, efsanevi Romus ve Romulus kardeşlerin
de doğduğu, Alba Longa kentinde olduğu kabul ediliyor. Roma
tarihçisi Titius Livius’a göre bu kentin kurulduğu tepe, Jüpiter’in
de aralarında olduğu “gök tanrıları”na, yani “Tanrı’nın ışığıyla
göklerde parlayanlar”a aitmiş ve “Alba Longa” adı da bu
nedenle seçilmiş. Bir başka deyişle, bir kuruluşun ya da yeni bir
başlangıcın gerçekleştirilmesi için merkez seçilen kente verilen
ad, yine “Tanrı’nın ışığıyla parlama” kavramını içeriyor ve bunun
yanı sıra bize bir “yıldız izleme kültürü”nün de ipuçlarını veriyor.
Hıristiyanlığın Roma’nın devlet dini haline geldiği ve pagan
topluluklara baskının başladığı bir dönemde, Güney Fransa’da
Albiga kentini kuranların, “Eski ve seküler Roma”yı özleyerek,
yeni bir başlangıç yapma adına, Roma’nın çekirdeği olan Alba
Longa’dan yola çıkarak kente bu adı verdikleri düşünülebilir.
(Benzer paralellikler, Avrupa’nın başka bölgelerinde de karşımıza
çıkıyor: Sözgelimi, Keltik Britanya’nın Roma jargonunda adı,
Alba. İngiltere’nin en eski adlarından biri de, Albion. Balkanlar’da,
Cathar’lara esin kaynağı olabileceği düşünülen Bogomil hareketini
yaratanların yaşadığı bölgeye Albania deniyor - tıpkı bugünkü
Arnavutluk’a dendiği gibi.) Albi’nin kuruluşunda ister bu güdünün
izleri olsun, ister Kelt folklorundaki Elf-Peri kavramının içerdiği
anlamlar ağırlıklı rolü oynasın, iki şey kesin gibi görünüyor:
1. Sonradan Cathar’lara da ev sahipliği yapan Albi, tarihsel
kökleriyle birlikte Roma’nın hıristiyanlaşmasına direnen yerleşim
yerlerinden biriydi.
2. Kökeni büyük olasılıkla Keltlerden de eskiye dayanan bir
“ışıldayan - parlayan ırk” anlayışı bu bölgenin kültüründe her
zaman canlı tutulmuştu.
Yine “Peri” ve “Elf” kavramlarının izlerini sürmeye devam edersek,
yolumuz kaçınılmaz biçimde bu kez Roma’nın kurulduğu Alba
Longa’dan geçiyor. “Tanrı’nın ışığıyla parlayanlar”a adanan
tepedeki kent, yine Titius Livius’a göre, Aenias’ın oğlu Arcanius
tarafından kurulmuş. Aenias, hem Livius’a hem de Virgilius’a
göre, Troya kökenli ve şu ünlü savaş sonrasında yanındakilerle
birlikte bir gemiye binip, büyük yıkımdan kaçmayı başaranlardan
biri. Dolayısıyla, Roma’nın kökeni, Titius ve çoğu tarihçi tarafından
Troya’ya dek dayandırılıyor. İlk yerleşimlerin İsa’dan önce üçüncü
binyılda kurulduğu Troya’nın kökleriyle ilgiliyse, rivayet muhtelif.
Yine de, bu ilk katmanların üçüncü binyıla tarihlenmesi, Troya’yı bir
biçimde Ege’nin denizci uygarlığı Minos Krallığı’yla yakınlaştırıyor.
Belki de hem Minos hem de Troya, aşağı yukarı aynı dönemlerde
Yakındoğu’dan, Anadolu’dan, Karadeniz’in kuzey kıyılarından ve
İran’ın batısından Akdeniz’e yönelen göç hareketleri sırasında,
benzer kültürleri paylaşan halklar tarafından kuruldu. Bu konunun
ayrıntılarını tartışmak da bu yazının konusunun bir hayli dışında
kalıyor. O nedenle, şimdilik sadece şu “Işıldayan - Parlayan”
kavramının aşikâr kaynağı olarak karşımıza çıkan Yakındoğu’ya
çevirelim gözlerimizi.
Hazar Denizi dolayları, Kafkaslar ve Kuzey Karadeniz stepleri,
Keltlerin ve Latinlerin de aralarında bulunduğu Hint-Avrupa
kavimlerinin hem göç yollarını oluşturmuş, hem de bazıları için
“geçici yurt” işlevi görmüş. Bir başka Hint-Avrupa halkı olan
İranlılarsa, Hazar’ın doğusuna ve güneyine yerleşmişler. Cathar
düşüncesini etkileyen faktörler arasında, beşinci yüzyıldan sonra
Roma topraklarında Kilise’nin epey başını ağrıtan Pers kökenli
Manişeizm’in de sayılması, olası bağlantılar bulmak üzere
dikkatimizi İran’a yöneltmemiz için yeterli neden.
Antik Pers kültüründe ve Manişeizm’e de kaynak oluşturan
Zerdüşt düşüncesinde, Batı dillerine “fairy, faée, fata” biçimlerinde
giren sözcüğün en eski örneklerinden birini buluyoruz: “Peri”.
Evet, Türkçe’de kullandığımız “peri” sözcüğünün kökeni, Pers
dilinden geliyor. Anlamı, bizim günlük konuşma dilimize “peri kızı”
formunda giren kavramla paralelliğe sahip: “Göklerde dolaşan ve
ışık saçan güzel.” Zerdüşt kültüründe peri ile aynı anlama sahip bir
diğer kavram, “fravaşi”. Bu da tıpkı peri gibi dişil bir sözcük ve yine
“parıltılı güzellik” niteliğine vurgu getiriyor. Pehlevi dilindeyse peri,
“feroi” ya da “ferai” biçimini alıyor. Ancak eski Pers düşüncesinde
peri, “ışık saçma” ve “parıldama” kavramlarını barındırmakla
birlikte, kesinlikle “göksel” bir niteliğe sahip. Diğer yandan bu
göksellik, aynı zamanda periyi doğaüstü niteliklerle donatarak
hem olumlu hem de olumsuz görünümlere sahip bir “ruh” haline
de getirmekte. Tıpkı “iyilik perisi” ve “perili ev” kavramlarının
içerdiği karşıtlık gibi, Pers düşüncesinde perinin iyisi de var, kötüsü
de. Tıpkı iyi tanrı (Ahura Mazda) ve kötü tanrı (Ahura Mainyu)
düalizmi gibi.
Şimdi elimizde, kökleri Anadolu’ya, Yakındoğu’ya ve İran’a dek
uzanan; “ışıldama ve parlaklık” niteliklerini vurgulayan; çoğu kez
“özenilesi” bir ırkın (Elf) altını çizerek saflık ve kusursuzluk için
de bir model oluşturan; göksel ya da göklerle ilgili bir niteliğe
sahip; tanrı olmamakla birlikte Tanrı’ya insandan daha yakın bir
mertebede olduğu varsayılan bir “Peri” kavramı var. Belki yeni
bir bağlantı ya da zincire eklenecek yeni bir halka için gözlerimizi
Mısır’a çevirebiliriz artık.
Peri ve Per-Ra: “Işıldayanlar” Hanedanı
Sözcüklerin bir dilden diğerine taşınması
sırasında, birbirinin yerini alan bazı harfler var
ki, P ve F de bunlardan. Çoğu kez, diller arası
yakınlaşma ve alışverişlerde P ve F harfleri
birbirlerinin
yerine
kullanılabiliyorlar:
“Peri” sözcüğünün, “Fairy” ya da “Faée”
haline gelmesi gibi. Az önce sözünü
ettiğimiz, Pehlevi dilinde peri
anlamı veren “Ferai” sözcüğü
de bu tür bir değişimi yaşamış
izlenimi veriyor. Eğer değişimi
tersine çevirir ve hece düzenini
Eski Mısır dilinin yapısına uygun
hale getirirsek, “Per-Ra” sözcüğü
çıkıyor karşımıza: Eski Mısır
dilinde, “Ra’nın Evi”. Rahmetli
Sir Wallis Budge, bunu “Güneş
Tanrısı’nın Evi” olarak çevirirdi
büyük olasılıkla.
Zaten Ra’nın bütünüyle “Güneş
Tanrısı” kavramıyla yapışık hale
getirilmesinin mimarlarından biri
de bizzat Budge.
Oysa “Ra” sözcüğü, zaman içinde güneş tanrısı için kullanılmakla
birlikte, bir isim değil, bir nitelik ya da daha doğru bir deyişle, bir
unvan. “Işıldayan”, “Parlayan” ya da “Işık saçan” anlamlarını
içeriyor Ra ve Eski Mısır dilinde “göksel” alanlar için, yani tanrısal
nitelikleri vurgulamak üzere kullanılıyor. Bir başka deyişle, o
kısacık tek hece içinde hem “ışık” hem de “yücelik” kavramlarını
içselleştiriyor. (Ayrıca Yakındoğu kültürlerindeki “Efendi”
kavramının da öncüllerinden biri.) Dolayısıyla Güneş için de sık sık
yinelenen “Ra”, yani “Yükseklerde Işıldayan” ünvanı, zaman içinde
onun adı haline gelmiş. Yoksa Ra ne özel isim, ne de salt “güneş”
anlamı veren bir sözcük.
Bunu göz önünde bulundurarak sözcüğe yeniden baktığımızda,
“Per-Ra”, bir başka anlam daha kazanıyor bu kez: “Işıldayan Ev”.
Ama Eski Mısır dilinde “ev” sözcüğünün de, tıpkı Batı dillerinde
olduğu gibi, fiziksel bir yapıyı belirtmenin yanı sıra “hanedan”
ya da “sülale” anlamını verdiğini gözden uzak tutmamak gerek.
Yani “Per-Ra”, aslında tam olarak bir insan grubunu vurguluyor:
“Işıldayan Hanedan” ya da “Parlayan Sülale” gibi bir şey. Bu
noktada, Kelt kültüründeki o çok özel ırkın, Elf’lerin adıyla ciddi bir
paralellik çıkıyor karşımıza. Peki Mısır’da böyle bir hanedan biliyor
muyuz? Bütün firavun sülaleri kendilerini “tanrılar gibi ışıldayan”
olarak nitelerler; zaten firavun anlamına gelen “Per-o” sözcüğü de
aslında “Büyük Ev” demektir. Az önceki mantıktan gidersek, “Büyük
Sülale”. Ama Per-Ra’nın daha farklı bir “ışıldama”yı vurguladığını
söylemek mümkün.
Mısır’la ilgili kapsamlı tarih çalışmalarının en eskisi, Manethon’un
İsa’dan önce dördüncü yüzyıl sonlarında kaleme aldığı “Mısır
Tarihi”. Bu yapıtın orijinali elimizde yok. Ama çeşitli yazarların
yaptığı alıntılardan, Manethon’un Mısır tarihini yeniden eskiye
doğru üç aşamada değerlendirdiğini biliyoruz. Bugün modern
Mısır tarihçilerinin de kaynak kabul ettiği Torino Papirüsü ile belli
paralellikler de taşıyan Manethon kronolojisine göre, Mısır’da
hanedanlar, yani “insan-krallar” dönemi, günümüzden aşağı
yukarı beş bin yıl önce, ilk firavun olduğu varsayılan Menes’le
başlıyor. Onun öncesinde, Mısır’ın yarı-tanrılar ya da oldukça özel
bir ırk tarafından yönetildiği bir “ara dönem” var. Mısır tarihinin
ilk evresindeyse Manethon, ülkeyi uzun süre tanrıların (Neteru)
yönettiğini anlatıyor. Tabii ki modern tarihçilerimiz son derece
seçici davranarak, Manethon kronolojisi ve Torino Papirüsü’nde
“Hanedanlar Dönemi”ne ilişkin verileri gerçek kabul edip, önceki iki
evreyi bütünüyle “hayal ürünü” olarak değerlendiriyor ve “mitoloji”
başlığı altında yarattıkları farklı bir çuvala dolduruyorlar. Yani
aynı kaynağın yarısı “kabul edilebilir somut bilgi”, diğer yarısıysa
“fantezi ve düşgücü ürünü.”
Ejiptologların yaklaşımlarını tartışmanın yeri de bu yazı değil; o
halde biz yolumuza devam edelim: Manethon’un kronolojisinde
“insan krallar çağı”nın, yani Hanedanlar döneminin başlamasından
önceki zaman dilimini oluşturan evrenin yöneticileri, farklı bir
ada sahip: “Şemsu-Hor”. Yani, “Horus’un İzleyicileri.” Acaba bu,
toplumsal bellekten izleri neredeyse tümüyle silinecek denli eski,
insandan farklı, yetkin ve “kimliği meçhul” yöneticiler,
Peri ve Elf kavramlarıyla paralelliği
olduğunu düşündüğümüz “Per-Ra”,
yani “Işıldayanlar Hanedanı” olabilir
mi?
“Şem İnsanları” ve “ŞemsuHor”
Bu noktada belki Mısır kültüründen
kısa bir süreliğine uzaklaşıp, Eski
Ahit’in sayfalarını biraz karıştırmakta
yarar olabilir:
“O
günlerde
ve
sonrasında,
yeryüzünde Nefilim vardı. Bunlar
eski zamanların güçlü adamları, ünlü
insanlarıydı.” (Tekvin 6:4)
Bilindiği üzere bu ayetler, üzerinde her dönem yoğun tartışmalar
yaşanan, Musa’nın ilk kitabı Tekvin’in (Genesis) oldukça kritik
bir bölümünde yer alıyor: Yani, Tanrı’nın insanlığı Tufan’la
cezalandırmasının hemen öncesini anlatan bölümlerde. Sümer Kral
Listeleri’nde, Tufan öncesi ülkeyi yöneten, olağanüstü uzun ömürlü,
hatta bir tür yarı-tanrı çağrışımı yaratan bir dizi hükümdar sıralanır.
Benzer biçimde, Tekvin de bize garip bir ipucu veriyor yukarıya aldığımız
ayette: “Eski zamanların güçlü adamları, ünlü insanlar”. Hangi “eski
zaman”dır bu ve söz konusu kişilerin “ünleri” nereden gelmektedir?
“Ünlü” olarak diğer dillere çevrilen sözcüğün İbranice’de karşılığı, “adı
bilinen, tanınan” anlamlarına sahip “Şem”. Yani aslında Tekvin’deki
ayette şöyle deniyor: “Bunlar, eski zamanın güçlü Şem insanlarıydı.”
“Şem” ile ilgili muammalar bu kadarla da kalmıyor: Yine Tekvin’de,
ellerinde taş yerine kerpiç tuğlalar olan insanların Babil kulesini
inşa etmeye çalıştıklarını anlatan ayette, bu sözcüğe bir kez daha
rastlıyoruz: “Haydi gelin kendimize bir kent ve başı göklere erişecek bir
kule inşa edelim, bir nam yapalım!” (Tekvin 11:4)
Tufan sonrası yerleşilen Mezopotamya’da Babil kentinin kurulmasını
dile getiren bu ayette, kentin kurucularının kendilerine bir “nam
yapmak” istediklerinden söz ediliyor. Kutsal Kitap yorumcularına göre
bu, kendilerine ün kazandırmak, adlarını ölümsüzleştirmek isteğini
vurgulamakta. Ancak bizim için ilginç olan nokta, yine İbranice orijinalde
“nam” ya da “ad” yerine, “Şem” sözcüğünün kullanılmış olması.
“Adlandırılmak, adı bilinmek” kökünden gelen Şem, İbrani dilinde “ad,
isim” olarak da kullanılmış. Ancak biraz dikkatli bir taramayla, söz
konusu “ad”ın, fazlasıyla özel bir varlıkla, Tanrı’yla bağlantılı olduğunu
görmek güç değil. Yani Şem, sıradan bir adı değil, “önemli” bir adı ifade
ediyor.
Sözgelimi, Şemiramot, İbrani kabilelerinden Levililerde kullanılan
bir kadın ismi. Asurolog Eberhard Schrader, bu sözcüğün kökeninin,
Asur dilinde bir kadın ismi olan
Sammumarat’tan geldiğini ve bu ada
en çok Nimrod’da, Nabu adına dikilen
anıtların
üzerinde
rastlandığını
belirtiyor. Ancak bir başka uzmana,
Paul
G.
Hoffmann’a
göreyse
Şemiramot, bir yer adı. Anlamıysa,
“Şemiram’ın İmgesi (Sureti)”. Şemiram
sözcüğünün açılımıysa, Ram’ın (yani
“Yüce Olan”ın) Adı. Bu noktada, “yüce
olan” anlamına gelen
Ram
sözcüğüyle,
“yücelerde
ışıldayan” Ra arasındaki paralelliği
anımsatmanın gereği var mı?
Mezopotamya ve yakındoğu kültürleri
uzmanlarının çoğuna göre Şem
sözcüğü, Akatça “Şumu”dan geliyor. Çevirisi “O’nun Adı” olarak
yapılan bu sözcük, “en yüce tanrı” için kullanılan bir sıfat. Bu
yaklaşım, İbrani kültüründe Tanrı’dan söz etme biçimine ilişkin bir
gelenek ya da “tabu” ile de oldukça uyumlu. Bilindiği gibi Tanrı’nın
adı (YHVH) çok ender ibadetler ve Kutsal Kitap okumaları dışında
telâffuz edilmez; bu bir tabudur. Hatta, “halkın” okuduğu Kutsal
Kitap’ların büyük bölümünde bu tabu geleneğine uygun olarak
Tanrı’dan “Ha-Shem” olarak söz edilir: Yani, “O’nun Adı”. O halde
Şem sözcüğünün Tanrı Adı ile bağlantılı olduğunun altını çizebiliriz.
Zecharia Sitchin, oldukça radikal bir teoriyi sunduğu ünlü “12.
Gezegen” adlı kitabında, hem Nefilimlerin “ünlü insanlar” olarak
nitelenmesine, hem de Babil kulesini inşa edenlerin “kendimize
bir nam yapalım” dediklerinin ileri sürülmesine, “Şem” sözcüğü
ekseninde itiraz ediyor. Oldukça akla yakın bir öneriyle ortaya çıkıyor
Sitchin ve “Şem” sözcüğünün başta Akatça olmak üzere çoğu Sami
dilinde karşımıza çıkan “Şamu” ve “Şamaim” sözcükleriyle akraba
olması gerektiğine dikkat çekiyor. Her iki sözcüğün de anlamı,
“gökyüzü”. Ancak Sitchin bu saptamanın devamında iddiasını daha
ileri bir noktaya götürüyor ve gökyüzü ile ilgili bir kavramın, “başı
göklere erecek bir yapı inşa etme” bağlamında kullanılmasının
ancak uzay araçlarını, yani “roketleri” kastetmiş olabileceğini ileri
sürüyor. Dolayısıyla, Sitchin’e göre Tekvin’de Nefilimlerden söz
eden ayet, “Şem insanları” nitelemesiyle “uzay gemisi kullanan bir
halka” gönderme yapıyor. Benzeri biçimde, Sitchin’in yorumuyla
Babil’de kule inşa eden insanlar da “Kendimize bir ad yapalım”
değil, “Gelin bir uzay gemisi inşa edelim” diyorlar!
Bütünüyle “saçma” deyip elimizin tersiyle bir kenara itemesek
de, Sitchin’in yorumlarının fantastik olmaktan öte, biraz fazla
“cüretkâr” nitelik taşıdığını düşünüyorum. “Şem” ile “Şamaim”in
ya da “Şamu”nun dilbilimsel anlamda bağlantılı olduklarınaysa
bir itirazım yok. Hatta belki bu bağlantı, izini sürdüğümüz “Elf” ve
“Peri”lerin olası en eski kökenlerini anlamamıza da büyük oranda
yardımcı olabilir.
Şimdi, eğer burada “izlemek” fiili, Türkçe’de (ve birçok başka dilde)
olduğu gibi, “peşinden gitmek” dışında bir de “seyretmek” anlamını
veriyorsa, bir başka deyişle “televizyon izlemek” fiilinde olduğu
gibi Mısırlılar da “yıldızları izlemek, izini sürmek” anlamında
“Şemsu” terimini kullandılarsa, Hanedanlar öncesi dönemin
yöneticilerini belirtmekte kullanılan bu özel ad, (Şemsu-Hor)
“Venüs’ün izleyicileri” de olabilir, “Güneş’in izleyicileri” de. Yine her
durumda, “yücelerde olan, ışıltılı gök cisimlerinin” izlenmesinden
söz ediyoruz.
“Yitik Uygarlık” izleri mi?
“Orion Gizemi” kitabının yazarı Robert Bauval ile “Tanrıların
Parmak İzleri”nin yazarı Graham Hancock ‘un ilk ortak çalışmaları
olan ve Eski Mısır’ın ezoterik yıldız kültürünü sorgulayan “Keeper
Of Genesis” adlı kitapta “Şemsu-Hor”, doğrudan doğruya, kökü
çok eski, bilinmeyen bir uygarlığa dayanan astronomi bilgeliğini
yaşatanlar olarak ele alınıyor. Bir başka deyişle, Bauval ve
Hancock’a göre “Şemsu-Hor”, Heliopolis teolojisinin Hanedanlar
öncesi dönemde yaşamış “bilge rahipler”i kastetmekte kullandığı
bir özel ad. Peki kim bu rahipler hanedanı? Yazarlar bu çok eski
ve engin astronomi bilgisinin sahiplerinin, günümüzde anıları
neredeyse tümüyle belleklerden silinmiş, “yitik uygarlığa”, yani
Atlantis’e ait olduğunu düşünüyorlar. Giza piramitlerinden Karnak
Tapınağı’na dek bütün görkemli Mısır yapıtları da, bu uygarlığın
bize bıraktığı “zaman kapsülleri”.
Yıldızları izlemek
Şimdi yeniden Manethon’a ve eski Mısır kayıtlarına dönelim.
Hanedanlar, yani “insan krallar” döneminin başlamasından hemen
önce, Manethon kronolojisine göre Mısır’ı “Horus’un İzleyicileri”
adlı, üstün bir ırkın yönettiğinden söz etmiştik. Sözcüğün Mısır
dilindeki orijinaliyse, “Şemsu-Hor”du.
“Şemsu” (Şmsw) sözcüğü, “izlemek” fiilinden (Şemsi/Şmsj)
türetilmiş ve izleyen, takip eden anlamını veriyor. Horus içinse farklı
tapınak kültleri ve inisiye okullarına göre değişen yorumlar söz
konusu: Güneş (Ra ile bağlantılı) ya da Venüs (Osiris’le bağlantılı).
Ufuk anlamına gelen “Akhet” sözcüğüyle yapılan oldukça ünlü bir
tamlama var: “Hor-Akhti”, yani “Ufuktaki Horus.” Güneş kültünün
öne çıktığı görece daha geç dönemlerin teolojisinde bu, doğmakta
olan güneşi ve yenilenmeyi vurgularken; daha eskilere giden kimi
astronomik ve dinsel kaynaklarda “Hor-Akhti” tamlamasıyla
Venüs’ün sabah yıldızı halinin belirtildiğine ilişkin işaretler var. Her
durumda Horus, mitolojilerdeki bütün rollerinin dışında, “göksel” ve
“ışıldayan” bir varlık. Bu nedenle, Mısır astronomlarının gökyüzü
gözlem kayıtlarının tutulduğu ve yıldız hareketlerinin incelendiği
çizelgeler, Mısır’ın Büyük İskender’in işgali sonrasında Hellenistik
hanedanlarca yönetildiği dönemlerde, Yunanca “Horoskop” olarak
adlandırılmış; yani “Horus’un izlenmesi”.
Yine bütünüyle elimizin tersiyle itemesek de, “batık kıta”
varsayımlarını (asla hafife almamak üzere) bir kenara bırakalım
şimdi. Uygarlık tarihinin bilinen en eski “yönetici ırkı” olarak
karşımıza çıkan ve yarı-tanrı imgeleriyle donatılan “Şemsu-Hor”,
büyük oranda gökyüzüyle, “yücelerde ışıldayanlar”la, bilgelik
ve aydınlanmışlıkla kopmaz biçimde bağlantılı görünüyor. Ne
kadarı mecaz, ne kadarı gerçek anlam içeriyor bilemiyoruz (büyük
olasılıkla her ikisi de söz konusu) ama efsanevi “Şemsu-Hor”,
1. Birçok bakımdan “sıradan” insanlardan üstün bir bilgeliği,
olgunluğu ve aşkınlığı simgeliyor. Yani “ışıltı” ve “parlama”yı
buluyoruz onların doğalarında.
2. Bir biçimde, “yüceler” kavramıyla, “gökyüzü” ile bağlantılı
oldukları görülüyor. Bunun gökyüzüyle ilgili engin bir bilgiyi ve
“Horus’u izleme” pratiğinin getirdiği ayrıcalığı mı, yoksa sözcüğün
tam anlamıyla “göklerde gezinme”yi mi kastettiğiyse, belirsiz.
(Eğer Mısır’da “Şemsu-Hor”la ilgili bulduğumuz verileri, Eski
Ahit’teki ayetlere yeniden yansıtırsak, “Şem insanları” olarak
adlandırılan Nefilimler, hem gökyüzüyle ilişkilendirilmiş oluyorlar,
hem de bir “yıldız izleme kültünün temsilcisi” durumuna geliyorlar.
Babil Kulesi ile ilgili ayette söylenense şu biçimi alıyor bir anda:
“Haydi gelin kendimize göklere dek yükselen bir gözlemevi
yapalım!” Yani, Ziggurat’ların ilk ve kusursuz örneklerini inşa eden
bir topluma ilişkin ipuçları veriyor.)
Bu yönleriyle, “Şemsu-Hor”, sözünü
ettiğimiz, “insan-kral” hanedanları
öncesinde Mısır’ı yöneten hipotetik
“Per-Ra” hanedanı için en uygun aday
olarak çıkıyor karşımıza. Tıpkı, Pers
kültüründeki “ferai” ve “peri” ya da KeltTöton folklorundaki Elf ve Albi’ler gibi.
Belki de Albi kasabasında arınmayı ve
“aydınlanma”yı vaaz eden, bu nedenle
Kilise tarafından “sapkın” ilan edilen
Cathar’lar da Tanrı’ya yakın olmak için
“eski zamanlardan ünlü insanlar”ı
kendilerine örnek almaya çalışıyorlardı,
kim bilir? Tanrı’nın ışığıyla aydınlanma
ve
ışıldama,
böylelikle
eskinin
kusursuzluğuna ulaşma iddiasındaki
bu insanların karşısına Kilise, “Onlar
Şeytan’ın
uşaklarıdır”
iddiasıyla
çıkıyordu.
İyi de, kimdi ki bu Şeytan?
Kilise Babaları, ilkin İsa’yı baştan
çıkarma görevi üstlenen, ardından
“Tanrı’nın Düşmanı” kimliğine bürünen
Şeytan’a “Lucifer” adını vermişlerdi.
Bunun oldukça ilginç bir ironiyi içerdiğini söyleyebiliriz, çünkü
“Lucifer” adının sözlük anlamı, “Işıldayan” ya da “Işık Getiren”dir!
Tarih öncesi kültürlerin hemen tümünde baskın niteliği
görünmesine karşın “insan-krallar” çağında ikinci plana itilen
“Ana Tanrıça Kültü”nün geç dönemdeki kalıntıları içinde en
ünlüsü, Sümer tanrıçası İnanna’dır; yani Babil’in İştar’ı ve Kenan’ın
Astarte’si. Eski Yakındoğu’nun hemen her yerinde izlerine
rastladığımız bu tanrıçayı simgeleyen maddeyse, “lapis lazuli”dir;
yani “lacivert taşı”. Dilimizdeki lacivert sözcüğü de, Farsça’da bu
taşa ve onun yansıttığı renge verilen addan gelir. Adı üzerinde,
parlak laciverttir lazuli taşı ve kendisi ışık vermese de, üzerine
düşen ışığı, parıltılarla yansıtır: Yani, bir diğer adı da “ışıldayan
taş”tır; tıpkı gökyüzü gibi! (Zaten bu nedenle eski dilde “Kubbe-i
Lacivert” tamlaması, “gökyüzü” anlamını verirdi.)
Şeytan Lacivert sever!
Artık söylemeye gerek var mı bilmiyorum, Kilise Babaları’nın
Şeytan’a layık gördükleri “Lucifer” adı, “Lacivert” ile aynı kökten
gelir: Yani “Işık Getiren” ya da “Işığı Yansıtan”dan. Daha da
önemlisi, lacivert, İnanna’nın, yani bir “tanrıça”nın, ezcümle, “bir
kadın”ın taşı ve simgesidir. Lucifer, Şeytan’dır; ona taptığı ileri
sürülenlerse, cadılar: Yani kalıtımsal olarak anadan kıza iletilen
bir bilginin taşıyıcıları olan kadınlar. “Hekate” modelindeki “Bakire
– Anne – Kocakarı” kimlikleriyle üç rolün ve evrenin tek varlıkta
birleşmesini simgeleyen kadınlar.
“Peri” dişi bir sözcüktür ve Kilise
baskısı döneminde Şeytan’la bağlantılı
düşünülmüş,
hatta
Cathar’lara
aşağılama ve suçlama için “Periler”
denmiştir. Kelt dilinde Elf sözcüğünün
ilk kullanımı, dişil nitelik taşıyan
Albi’dir. Bütün bunlardan sonra, ister
istemez şu soru geliyor akla: Tektanrılı
dinlerin erkek egemen ideolojileri
içinde kadınların her zaman “günah”a
ve kötülüğe yatkın değerlendirildikleri
de göz önüne alındığında, acaba Kilise
Babaları’nın “dirilmesinden” korku ve
endişe duydukları eski kültür, tarihin
en eski dönemlerinde bile izleri belirgin
olarak karşımıza çıkan Ana Tanrıça Kültü
müdür? Şeytan’la işbirliği yapmasından
korkulan kadınlar, aslında kolektif
bilinçaltındaki çok daha eski bir korkuyu
mu çağrıştırmaktadırlar?
Hepsi bir yana, “yüceler”le bağlantılı
görülen şu “aydınlanmış” ırk...
Yani, Elf’ler, yani Peri’ler, hatta şu ŞemsuHor...
Bunlar egemenliğin kadınların elinde olduğu, çok eski bir “üstün
toplum”a ilişkin silik anılar mıdır?
Dahası, böyle bir ırk gerçekten var mıdır, yoksa düşlerde yaratılmış
bir ideal midir?
Eğer gerçekten var idiyse, kimdir bunlar ve nereden gelmiş, sonra
ansızın nereye gitmişlerdir?
İnsanlık tarihinin bilinen en eski evrelerine varmaya çalıştığımızda,
geçmişle ilgili ulaştığımız her aşamada, bir “şipşak” fotoğraf
çekmeye çalışıyoruz. Bu fotoğraflarda, arka planda bir türlü kim
olduklarını seçemediğiz birilerini görüyoruz hep; fotoğraf bir hayli
flu çıkıyor çünkü. Bunlar Şemsu-Hor mudur, Peri midir, Elf midir,
yitik uygarlık Atlantis’in bilgeleri midir, uzaydan gelen yabancılar
mıdır, yoksa aslında bizim gibi “sıradan” insanlar mıdır? Yoksa
yoksa, aslında arka planda bir şey yoktur da biz sağdan soldan
uzayan gölgeleri birtakım siluetlere mi benzetmekteyizdir?
Ne olursa olsun, bu fotoğrafın netleşmesini sağlamanın, kim
olduğumuzu anlama sürecinde kilit öneme sahip olduğunu
düşünüyorum ben. Ve ne derseniz deyin, elimde değil, o fotoğrafın
çekildiği bölgeden hep bir “kadın kokusu” alıyorum. Koruyucu,
kollayıcı, bilge, sevecen, üretken, sıcak, baştan çıkarıcı ve sağduyulu
bir kadın kokusu.
The Wise Öykü
Seyit Aydoğmuş
[email protected]
Kara Tren Gecikir,
Belki de Hiç Gelmez
Birden durdu, başını öne eğdi, yere, sanki saydammışçasına toprağın binlerce metre
derinindeki bir noktaya bakarak: “Sanırım artık gelmez” dedi… Anlamamıştım, daha
doğrusu konuştuğumuz konuyla bir alaka kuramadım. Bu nedenle söylediğini teyit
ettirdim. Sonra da saf saf “kim gelmez?” diye sordum. Başını kaldırdı, önce gözlerimin
taa içine, sonrada ufka baktı: “Babam…” dedi. “Sanırım artık gelmez!”
Anlamamıştım, daha doğrusu konuştuğumuz konuyla bir alaka
kuramadım. Bu nedenle söylediğini teyit ettirdim. Sonra da saf saf
“kim gelmez?” diye sordum.
Başını kaldırdı, önce gözlerimin taa içine, sonrada ufka baktı:
“Babam…” dedi. “Sanırım artık gelmez!”
Yıl 1915, Osmanlı birçok cephede savaşıyor, silah, cephane, erzak,
her türden levazım gerek.
Her şeyden önce de savaşacak asker… Yıllardır, Balkanlar’da,
Trablusgarp’ta, Yemen’de binlerce asker kaybedilmiş. Ordu
yorgun, bitkin, çaresiz. Oysa savaşacak asker; düşmanın topu,
tüfeği ve tankına karşı duracak etten duvarlar gerek. Emir çıkıyor
iki oğuldan biri askere gidecek. Çare yok devlet buyurduğuna
göre gidilmeli elbet! Büyük oğul isteksiz, hem çocukları da var!
Küçük oğul ise ateş parçası, canlar canı… Babasını içine düştüğü
zor durumdan kurtarmak için kendi gönüllü oluyor Kadir. Gidip
kaydoluyor, birkaç aylık güzeller güzeli eşi Pembe’sini babasına
teslim ederek. Helalleşip, vedalaşırken kimse pek konuşmuyor,
ağlamıyor; Pembe’den başka…
Büyük oğula şöyle bir bakıyor sadece; sıra senindi, gitmek sana
düşerdi, der gibi babası… (Yıllar sonra önce alkole sonra da kumara
müptela oluyor büyük oğul. Bütün malını kaptırıp kendini tükettiği
bir anda ise: “Baba biliyorum, kardeşimin yerine ben gitmeliydim.
N’olur beni affet, beni de onun gibi sev!” diyecektir.)
******
Öte yandan savaş bütün hızıyla devam ediyor. Cepheye gideli daha
birkaç ay olmuşken öğreniyor “baba” olduğunu Kadir. Sevinçle
cevap yazıyor müjdeli mektuba hemen: “Komutanımın Kamil
koydu oğlumun adını. Ölüme git desin giderim onun için... Önce
Allah’a sonra da emanetim ben…” O zamana kadar Mehmet olan
bebeğin ismine Kamil de ekleniyor hemen...
******
Cepheden her gün kötü haberler geliyor. Düşman adım adım
ilerliyor. Osmanlı geri çekiliyor. Büyük kayıplar veriliyor… Birçok
giden geri dönmüyor çoğunun akibeti bilinemiyor. Halk hummaya
tutulmuş gibi istasyonlarda sabahlıyor. Oysa ümitle beklenen
kara trenler kara haber getiriyor çoğu zaman. Her dönen asker,
her yorgun gazi sorguya çekiliyor. Zamana karşı amansız bir yarış
var… Yürek burkan, insanın kanını donduran sorular yankılanıyor
boyuna:
Ahmed’i mi gördünüz mü?
Mehmet oğlu Ali’yi bilir misin yiğidim?
Ökkeş onbaşıyı, Kamil Çavuşu tanıyor musun acep?
De hele, öyle savuşup gitme kurban olduğum? Al sana su. Bi
soluklan hele… Şeyh Hüseyin’i mi. Koçumu gördün mü cephede?
Aha bak bu da fotoğrafı yiğidimin, Nizipli… Hasan oğlu Kadir, aslanı
mı tanır mısın, gördün mü hiç?
Allah rızası için deyiverin… Küçük Kamil’imin babasını yok mu bir
gören, duyan yok mu bir haber?
Nadir kavuşmaların gıptayla izlendiği, feryadı figanların,
yalvarmaların arş-ı alaya çıktığı, gözpınarlarının çoktan kuruduğu,
ümitlerin acıya, çaresizliğin isyanlara ve kahreden çığlıklara
dönüştüğü anlar. Analar, bacılar, eşler, sevgililer... Ama illa da
karalara bürünmüş, gözleri ağlamaktan fersiz düşmüş çaresiz
kadınlar… Belki erkekleri bir defa ölmüş ama o her kara tren
gelişinde bir defa daha ölen kadınlar… Yorgun, bitkin ve başı
eğik kara trenin acı bir çığlık atarak uzaklaşmasıyla, inadına
yaşatılmaya çalışılan bir ümitle, o korkunç bekleyiş bir ağıta
dönüşüyor; “Kara tren gecikir belki hiç gelmez...”*
******
Pembe üzgün, Pembe çaresiz, Pembe bir anne ama pembe aynı
zamanda bir kadın. Genç, güzel ama bahtsız binlercesi gibi. Şartlar
çok ağır.
Çare yok durumu biraz iyi olan orta yaşlı bir adama veriyorlar
Pembe’yi. Küçük Kamil kalıyor... Öyle olmak zorunda…
O bir emanet, bir teselli, canların canı, bir hasret, doyulmaz bir evlat
kokusu o…
Küçük Kamil dedesine baba diyerek büyüyor. 6-7 yaşına geldiğinde,
Arabistan, Çanakkale, Büyük Taarruz derken, yıllar sonra cepheden
dönen bir asker anlatıyor babasından son hatıraları: “Çok çetin bir
savaştı” diyor, “Çok azımız sağ kaldık. Kalanların çoğu da yaralıydı
zaten. Esir düştük. Ben hafif yaralıydım ama Kadir’in yarası daha
ağırcanaydı. Bir hafta sonra yürüyebilenleri başka bir yere sevk
ederlerken ben kaçmayı başardım. O zamandan sonra da hemşerim
Kadir’den hiç haber alamadım… Muhtemelen… Ağam neden
hükümete başvurmuyorsun… Kan parası falan… Ben şahit olurum
isterseniz... Şu yetime bir iaşe bağlarlar en azından...”
Dedenin cevabı tereddütsüz ve net olur: “Oğlum senin gibi vatan için
savaşa gitti. Onun dökülen kanını nasıl satılık ederim. Emanetine
de ben bakıyorum çok şükür...” Küçük Kamil’e bakarak devam eder.
“Hem ne belli şehit olduğu, belki iyileşip yeterince güçlenince çıkıp
geliverir bir gün!”
Günler, yıllar geçer. Babasını getirmeyen her günün akşamında,
ümidi bir sonraki güne devretmektedir. Küçük Kamil evlenir, askere
gider. 2. Dünya Savaşı yıllarında 4.5 yıl sıhhiye çavuşu olarak askerlik
yapar. Çok zor günlerdir yine.
Canı gibi bakar yaralılara, sarıp sarmalar. Bir “baba” şefkatiyle okşar
sever onları. Aynı zamanda yaman bir pehlivandır o, bileğini büken
yoktur.
Çocukları olur ama ilk iki evladını salgın hastalıklar nedeniyle
peşpeşe kaybeder. Baba hasreti, evlat acısı arasında yitip gidecektir.
Küçük Kamil, Kamil Usta olmuştur artık. Becerisiyle ün yapmıştır
çevresinde. Elinden her iş gelir. “Bu işi yapsa yapsa Kamil Usta
yapar” denmeye başlanır. Pratiktir, yaratıcıdır, titizdir, çalışkandır,
merttir… ADAMDIR…
Bir Cuma günü, yolda kalmış bir kamyon için gelirler ona. İş bitmek
üzeredir ama hiç kaçırmadığı cuma vakti de gelip çatmıştır. “Aman
ustam,” derler, “ocağına düştük, çoluk çocuk perişanız, en fazla 5
dakika daha… Bitir işimizi de sal bizi… Ücreti ne ise verelim ağam…
Koma bizi yollarda kulun olam…”
Tabi ki ücret değildir önemli olan… Ama... Ama o son söz içine oturur
ustanın... Kimse yollarda kalmamalıdır çünkü!... Evine dönebilmelidir
herkes... Tekrar alır eline çekici... Bir vurur, bir daha, son bir daha
derken… Ezan sesi çekiç seslerine karışmaya başlamıştır artık!..
Dannnnnnnnnnnn!!!….
Çekiç bir yana düşer. Kurşun gibi fırlayan çelik parça kafatasında
koca bir delik açar ustanın... Kan, kemik ve beyin parçaları dört bir
yana saçılır. Hastaneye kaldırmak için cumaya gidenlerin dönmesi
beklenir çaresiz. Ameliyat edilir ama doktorlar hiç ümitli değillerdir,
her an her kötü sonuca hazır olmaları istenir!.. Yas tutulmaya
başlanmıştır bile… Ameliyat sonrası yoğun bakıma kaldırılan
Usta’nın ölüm haberi beklenir günlerce... Kimse kurtulacağını
ümit etmez… Herkes yas tutarken yalnızca durumun vehametini
bilmeyen çocukları minik avuçlarını O’na açmakta, ümitle dua
etmektedirler...
Koca çilingir Kamil günlerce direnir… Dayanmalıdır, yaralılar
ölmemelidir...
Mutlaka iyileşmeli, onu bekleyenlere, sevenlerine geri dönmelidir
çünkü!
Döner de… Kafatasında avuç büyüklüğünde bir delikle yaşayacaktır...
Eski gücüne de kavuşur zamanla ama biraz deli doludur artık!…
******
Yeniden işinin başındadır. Günler hızla akıp gider. Tam 8 çocuğu olur
hayatta kalan. Kamil Usta bütün enerjisini işine vermektedir artık.
Ustalığını, fırsat buldukça da pehlivanlığı oğullarına öğretmektedir.
Bir de şart koşmuştur, evlenmek isteyen önce güreşte babalarını
yenmelidir. Başka yolu yoktur. İsimleri Cebbar, Kadir ve Ali olan
büyük oğullar ancak babalarını yendikten sonra evlenmeye hak
kazanırlar… Küçük oğul ise ergen bir delikanlı olduğunda artık
yetmişine merdiven dayamıştır.
Bir gün bahçede çalışmakta iken kendini tutamaz: “Hadi gel evlat”
der, ”senle bir güreş tutalım”. Etrafta kimseler yoktur, yaz güneşi
ortalığı kavurmaktadır. Belden üstler soyunulur. Güreş başlar.
Yaşlı pehlivan daha ilk hamlede altına alır toy delikanlıyı. Yaptığı
numarayla galip gelmekten pek bir keyiflenir. Demek hala galip
gelebilmekte, bir delikanlıyı alt edebilmektedir ha! Keyfine hiç
diyecek yoktur. Sonra bir daha tutuşurlar güreşe… Hatasını anlamış,
saçı sakalı ağarmış bir ihtiyarı hafife almanın bedelini ödemiştir
delikanlı. Oldukça çekişmeli bir mücadelenin sonunda bu kez galip
gelmeyi başarır. Çok kızar ihtiyar, “hadi” der,” gel, bir daha...”
Tekrar güreşe tutuşurlar. Yaşlı kurdun bütün hileleri, bütün
manevraları başarıyla savuşturulur. Üst-baş toz-toprak içinde
kalır. Tere karışan toprak çamura dönüşmüş, güreşi daha da zor
hale getirmiştir. Gözler yanmakta, göğüs kafesleri sık sık inip
kalkmaktadır. Ancak geri dönüş yoktur artık. Belki de son kez
yapılacak bu güreşten tek bir galip çıkacaktır. Zaman geçtikçe
güçler tükenir, yorgunluk başlar. Koca pehlivan iyice yorulmuştur,
hareketleri zayıflamaya, hamleleri cılız kalmaya başlamıştır. Genç
adam, canını dişine takıp inatla mücadele eden bu ihtiyar pehlivana
son hamleyi yapmaya kıyamaz bir türlü.
Galip bellidir, bir süre sonra pes eder
zaten, “Zor oyunu bozar evlat” der
nefes nefeseyken ve ekler: “Bildiğim
bütün oyunları denedim sana oğul ama
kuvvetine gücüm yetmedi”…
Arıktan akan suyla üst-baş, el- yüz
yıkanır. Dinlenmeye başlarlar. Temmuz
güneşinden
sakınmak
için
incir
ağacının gölgesine otururlar. Soğuk
sularını içerken, genç adamın üçüncü
bardağı uzatan elini tutar ve bir anda
öper: ”Bükemediğin bileği öpeceksin”
derken, gözlerinden gurur ve şefkat
okunmaktadır.
*****
Sonra başını hafifçe öne eğdi, derinlere, sanki saydammışçasına
toprağın binlerce metre altında bir noktaya bakar gibi: “Herhalde
artık gelmez” dedi…
Anlamamıştım, daha doğrusu bir alaka kuramamıştım. Bu nedenle
söylediğini teyit ettirdim. Sonra da saf saf “Kim gelmez?” diye
sordum.
Başını kaldırdı, önce gözlerimin taa içine, sonra da ufukta bir
yerlere baktı ve beni şu an bile delik deşik eden o sözü tekrarladı:
“Babam…” dedi. “herhalde gelmez artık!... Ölmüştür o… Şehit
olmuştur…”
Baban mı gelmez? Senin baban mı? Nasıl gelecekti ki, yani 70 yıl
önce…!”
“Hep bir gün çıkar gelir, evladımmm... Kamilimm der, beni sever,
başımı okşar, koklar diye bekledim... Bana oyuncaklar, yeni elbiseler
falan alır… gezdirir dedim... Ne bileyim… belki yarası iyileşmiş,
cepheden cepheye koşmuş, esir düşmüş... kaybolmuştur…
olabilirdi. Sonra belki de evlenmiştir. Çocukları olmuştur, onları
bırakamıyordur... Belki bir gün bir oğlu olduğunu hatırlarda gidip
onu göreyim der, dedim… Şu an benden de ihtiyar bir adam olsa
bile babamdır o benim… Ah bir kez olsun sarılabilseydim!…”
Koca adam hüngür hüngür ağlıyordu…
“Sen bu ümidi bilir misin oğul?!… Ümit hiç bitmez, en karanlık
gecede bile ufak bir mum ışığı gibi aydınlatır içini. Hiç bitsin
istemezsin… Bittim ben dediğinde bir ses sana ‘dayan’ der,
‘dayanmalısın’. En önemlisi de eğer bir gün önce, azıcık da olsa bir
ümidin varsa, neden o ümit bir sonraki gün de olmasın ki! Dünden
bugüne değişen nedir? Ümit hiç tükenmez, sadece sen zamanla
onsuz da yaşamaya alışırsın, hepsi bu…” Sonra toparlandı: “Ama
aha şimdi ilk defa söylüyorum. O artık gelmez… ölmüştür o!…
şehit olmuştur!...”
*******
O günden sonra hızla yaşlandı babam. Belki o babasını unuttu
ama bu duyguyla baş etmek bana miras kaldı!
Öldüğünde kendi elleriyle diktiği ağaçların gölgesinde namazını
kılarken bile böyle dolmamıştım… Demek ki her şeyin bir zamanı
varmış…
Şu anda beni duyduğunu ve o nasırlı ellerinle yanaklarımı sildiğini
biliyorum baba… Küçük oğlun, ‘Akkezen’ seni hiç unutmadı bilesin.
Ruhun şad olsun!
The Wise Gezgin
Pelin Özdoğru
[email protected]
EFSANEVİ GÜMÜŞLÜK
B
odrum yarımadasının en batı ucundan dünyaya bakan
Gümüşlük; antik adıyla Myndos sakin tatil severleri olduğu
kadar ruhsal aydınlanma yolundaki ziyaretçilerini de bir
başka memnun ediyor. Nedeni perdeli bir efsane... Biz de bu pek
dile getirilmeyen efsanenin kapısını araladık, içeri girip bakması
sizden.
“... Akillarını hep Bodrum’da bırakıp gittiler” der ya Halikarnas
balıkçısı Bodrum ziyaretçileri için, Gümüşlük için de “Kalplerini hep
Gümüşlük’de bırakıp gittiler” demek uygun düşüyor zannımca.
Pek popüler tatil beldesi Bodrum’un bir başka yüzü daha vardır.
Eylül sonlarında göstermeye başlar bu yüzünü Bodrum. Mayıs’a
kadar görülür ıssızlaşmış sokaklarında, yerliler, yerleşmişler,
balıkçılar ve sokak kedilerine kalmış sahillerinde. Kışı bahar sanır
bodrum kırları. Yazın bozlaşan dağlar kışın yeşile döner. Nergisler
basar tarlalarını, ağaçlar bahar çiçeklerine durur. Kışı bilmez ki. Üç
mevsim yaşar; İlkbahar, Yaz, ve Sonbahar. Şanslı bir azınlığın tanık
olduğu ‘soğuk’ aylarında paltolu insanlar yürümez sokaklarında,
en çok balıkçı yelekleri ve çizmeleri yeğlenir. Yün eldiven nedir, kar
botu nedir bilmez Bodrum sakinleri...
Bodrum sadece Bodrum merkezden oluşmaz, çevresi dağ köyleri,
sahil beldeleri ile doludur... Bir Ege ilkokulunda bize öğretildiği
şekliyle: “Horoz ibiği biçiminde bir yarımadadır” Ege denizine uzanan.
Bu Horozibiğinin en batı ucunda ise çok özel bir balıkçı köyü yer alır.
Gümüşlük’tür adı. Karşısında açık denizden başka bir şey yoktur.
En yakın kara parçası komşu Yunanistan’a aittir. Yalıkavak ve
Turgutreis arasında kalan Gümüşlük’e giden en keyifli yol Dereköy
yoludur. Ana yoldan “Gümüşlük/Myndos” yazan kahverengi
tabeladan döndükten sonra bambaşka bir evrenin sınırlarına
girdiğinizi hissedersiniz. Bendeki ritüeli, vitesi küçültmek, müziği
kısmak ve iki karşılıklı camı açarak Dereköy yolunu solumak şeklinde
olur. Daracık asfalt yolda ilerlerken iki yanınıza düşen köy evlerinden
tüten ocak dumanı kokusunu içinize çeker hatta bir yerlerde sağa
çekip yola boynunu uzatmış ağaçtan bir mandalina koparıp yersiniz.
Kızmaz bahçe sahipleri. Sonra devam eder Dereköy’ün içinde bal
kabaklarından yapılan avizelerin sergilendiği “Le Kabbak”ın önünden
devam edersiniz. Şanslı gününüzdeyseniz köy pazarına denk gelir
ve biraz meyve alarak yola devam edersiniz. Ardından tepedeki
değirmenleriyle Peksimet köyü gelir ve rampayı tırmanıp dönünce
“denizi göreceksiniz, sakın şaşırmayın”... Gümüşlük denizidir sizi
selamlayan. Birazdan dikkatli bakarsanız solda Latife Tekin ve
dostlarının kurduğu “Gümüşlük Akademisi” tabelasının önünden
geçeceksiniz.
Biraz sonra bir kavşağa düşecek yolunuz ve tuhaf bir his başınızı
sağa çevirecek. Orada “Karakaya Köyü” tabelasını göreceksiniz.
Yokuş yukarı gizemli ve sükûnetli bir yol
yatacak önünüzde. Bir tuhaf dürtüyle
direksiyonu sağa kırıverirseniz şaşırmayın.
Hele ki ruhsal yönünüzü besleyenlerdenseniz
hiç... Tırmandıkça tırmanın, döne döne, çıka
çıka... Tam olarak anlamadığınız bir nedenden
yukarı doğru çekiliyorsunuz. Karşıdan araç
gelmeyecektir pek, belki üzerinde “Tel Dolap”
yazan bir minibüs... İleride iki tabela size bu
gizemli yolculukta seçenek sunacak. Yukarı
Karakaya mı, Aşağı Karakaya mı? Mavi hapı
seçip Aşağıda karar kılar ve yola devam
ederseniz sizi restore edilmiş taş evler, dar
sokaklar ve ileride manzaraya hakim “Tel
Dolap” restoran karşılayacak. Yolculuğun bu
kadarıyla yetiniyorsanız bari Tel Dolap’ta takılıp
gece olmasını bekleyin. Güzel yemekleri, hoş
sohbetli sahipleriyle güzel bir gece geçirin
hele bir de dolunaysa... Ama kırmızı hapı seçip
“yukarı, daha yukarı” dediyseniz...
Paralel evrenlere açılan köy
Efsane odur ki dünyada sayıları iki elin parmaklarından belki
biraz fazla olan yöreler varmış. Bunların bilgisi kalabalıklara
perdeliymiş, ancak meselenin erbabı, konuya yıllarını ve yollarını
harcamış yolcular bilgi sahibiymiş. Bu kadim ve sırlı bilgi pek
açık edilmez ancak yolculuklarında belli bir dönemece gelenlerin
kulaklarına fısıldanırmış. Bizim kulağımıza da nereden geldi
bilinmez bir yerlerde fısıldanmış. Bu bilgi çağında hakkında
pek doyurucu bilgi de bulunamazmış. Ne kitaplarda ne dünyayı
birbirine bağlayan internet ağında. Ama bir gün söz dönmüş
dolaşmış, başka yollar tıkanıp onun yolu açılmış ve bu bilginin
bendenizi kanal ederek paylaşılası gelmiş. Şimdi yolculuğunun
dönemeçleri uygun düşen yolcular dinlesin, geri kalan okuyucular
bir gezi yazısı gibi okumaya devam etsin...
Dedik ya dünyada iki elin parmaklarını ancak geçen yöreler varmış,
işte bu yörelerde kimilerinin başka alemler dediği, kimilerinin
paralel evrenler dediği bilgisi sırrı ancak gidip dönende gizli olan
yerlere açılan kapılar varmış. Bu kapılara terminolojide “ley hatları”
denirmiş. Ley hatları, dünyanın enerji merkezleri yani çakralarını
oluştururmuş. Kadim bilgilere, bilginlere yurtluk yapmış bereketli
Anadolu topraklarından da Ley hatları geçmekteymiş. Paralel
evren kapılarından ise üç tanesi mevcutmuş. Farketmemiz o ki bu
üçünün de adı “Ka” ile başlar, ki “ka” çoğu antik kültürde yaşam
enerjisi ile ilişkilendirilir. Diğer ikisini şimdilik söylemeyeceğiz.
İşte bu gizemli, vakur, yüksek bakışlı Karakaya da bu yörelerden
biriymiş. Yine denilen o ki, bu üç merkezin özel ziyaretçileri olurmuş.
Bu gizli kapıların bir de rehberleri. Uzak memleketlerden gelen
yolcularını bu kapılara getiren rehberler kapıda onların geçişlerini
ve dönüşlerini beklerlermiş. Kara delik misali bu Ka kapılarından
hangi evrenleri ziyaret edip ne yaralarına merhemler bulurlarmış
bilinmez...
Kendi adıma Karakaya’da bu kapıya rastlamak için çok dolaştım.
Henüz kesin bir sonuca ulaşabildiğim söylenemez. Bu aralar ley
avcılığı üzerine biraz çalışacağım. Ama ulaştığım sonuç şu ki,
belki de bu yönünden gücünü alan Karakaya çok güçlü bir enerji
merkezi; öyle ki bu enerji Gümüşlük’ün de insanlarda bıraktığı
açıklanması güç ruhsal hazzın kaynağı gibi görünüyor bize. Zaten
Karakaya eski Gümüşlüklülerin köyü. Yörenin bin yıllar öncesi
sakinleri Leleg halkından kalma alışkanlıkla savunma amaçlı
olarak gizli bir dağ eteğine kurulan köyde Cumhuriyet döneminde
deniz akınları tehlikesi geçip su sıkıntısı baş gösterince yerli halk
bugünkü Gümüşlük köyünün olduğu sahil ve çevresine göç etmiş.
Uzun süre yarı yıkık taş binaları ile hayalet köy gibi yaşayan
Karakaya’da ise bugün yeni bir yapılanma söz konusu. Eski
binaları sahiplerinden satın alıp restore ettirenler bu dingin dağ
köyünde yaşama şansına sahip oluyorlar. Fakat bunun oldukça
pahalıya mal olduğu da biliniyor. Zira araziler ilgi ile doğru orantılı
değer kazanmış durumda ve köye ancak deve yüküyle inşaat
malzemeleri taşınabiliyor ki bu da maliyetleri iki katına çıkarıyor.
Gümüşlük’ün güzelliklerini yaşarken başınızı kaldırıp yukarılardan,
tarihin bir yerlerinden ve belki de paralel evrenlerden aşağıya
bakan o köyü görün... Orada bir Karakaya köyü var uzakta... İşte o
köy bizim enerji merkezi köyümüzdür..
Gümüşlük’e gitmişken:
Maya’nın Mutfağı’nda öğle yemeğinizi yiyin
Limon Cafe’de günü batırın
Jazz Cafe’de canlı müzik dinleyin
Arriba’nın bungalowlarında kalın
Eklisia’da denk gelirseniz klasik müzik konserine katılın
El işi tezgahlarını gezin
Antik kalıntılarla dolu bütün sahil boyunca deniz sizin,
en batı ucu deneyin!
Gümüşlük (antik adıyla Myndos):
Bodrum yarımadasının en batı ucunda, merkeze 25 km,
Bodrum havaalanına 60 km uzaklıkta
Denizi, balığı, antik kalıntıları ve huzurlu atmosferi ile
bilinir
Bodrum- Muğla- Ege Bölgesinde

Benzer belgeler