Sayı 9 - TüvTürk

Transkript

Sayı 9 - TüvTürk
KARİYER Herkes için sağlıklı ve güvenli iş
01
02
03
2014
Osmanlı Saray
Mücevherler‹
Cihan
devletinin
pırıltısı
Otomobil
Hayat
Saffet Üçüncü, otomobilin
geleceğini anlattı
10 bin yıllık geçmiş:
Anadolu’da cerrahi
English Summary of Contents
SOSYAL MEDYA BİLGİSAYAR OYUNLARI SİNEMA-TV MAGAZİN
Kalbimiz trafik güvenliği
için atıyor…
TÜVTÜRK ailesinin değerli üyeleri, saygıdeğer TÜVTÜRK dostları;
Bir yılı daha geride bıraktık ve yeni yılın ilk günlerini yaşadığımız şu günlerde bir kez
daha sizlerle birlikte olmanın mutluluğunu taşıyoruz. Yılsonları, hem kurumsal hem de
bireysel muhasebelerin yapıldığı dönemlerdir aynı zamanda. TÜVTÜRK olarak bizler,
altıncı yaşımızı doldurduk. Geriye dönüp baktığımızda, kurulduğumuz günden bu yana 50
milyona yakın aracın muayenesini gerçekleştirdiğimizi, güvensiz bulunan 10 milyon aracın
tekrar emniyetli bir hale gelene kadar trafiğe çıkmasının önüne geçtiğimizi görüyoruz.
Rakamlar büyük ama yeterli değil, özellikle de yılı Kasım ayında Manisa’da, Aralık ayının
son günlerinde de Kayseri’de meydana gelen ve çok sayıda evladımızı kaybettiğimiz kazalarla
kapattığımızı düşündüğümüzde… Manisa’daki kazada muayeneden ağır kusurlu olarak
kalmış, ancak muayene tekrarına gelmemiş bir araç, Kayseri’de ise 2,5 yıldır muayenesiz
olarak yollarda gezen başka bir araç muayenede tespit edilebilecek kusurlar nedeniyle üzücü
bir şekilde ölümlere neden oldular.... Kayseri’deki aracın kazadan bir, iki gün önce ikinci
el satışının yapılmış olmasıysa üzüntümüzü daha da artırıyor. Evet, maalesef bu satırların
yazıldığı anlarda hâlâ muayenesizlik araç satışı için bir engel değil; ancak bu durumun
çok yakında değişeceğini umut ediyoruz. Muayenesiz araçların nasıl birer tehdit olduğu
düşünüldüğünde, bu durumdaki araçların 2. el satışının önlenmesinin ülkemiz için son
derece önemli bir değişim olacağına inanıyoruz.
Araç muayenesinin can güvenliği için önemi bu kadar somut bir şekilde ortadayken
muayene kalitemizi yukarıya çıkartmak için kendi işimize daha da büyük özen göstermemiz
gerekiyor... Bu nedenle hizmet kalitemizi yukarılara taşımak için hayata geçirilen
TÜVTÜRK Akademi’nin muayene kalitesi, hizmet standardı, müşteri memnuniyeti,
etkin müşteri deneyimi, kusursuz operasyon gibi alanlarda büyük destek sağlayacağına
inanıyoruz. Sadece personelimiz için değil, sektör paydaşlarımıza yönelik eğitimleriyle de
TÜVTÜRK Akademi’nin güvenilir bir referans olması amacıyla gereken her türlü çalışmayı
gerçekleştireceğiz.
2013, hem bizim hem de
içinde bulunduğumuz
sektörün gündeminin
yoğun olduğu bir
yıldı. 2014 ise mevcut
projelerimizin
kapsamının
genişlediği, yeni yeni
projelerimizin hayata
geçtiği bir yıl olacak.
2013, hem bizim hem de içinde bulunduğumuz sektörün gündeminin yoğun olduğu
bir yıldı. 2014 ise mevcut projelerimizin kapsamının genişlediği, yeni yeni projelerimizin
hayata geçtiği bir yıl olacak. Geçen altı yıllık süreçte olduğu gibi yeni yılda da kalbimiz trafik
güvenliği için atacak. Trafikte kaza, yaralanma ve can kaybı oranlarının düştüğü her yılı, “en
güzel yıl” addedeceğiz.
Bu vesileyle 2014’ün hem sizin hem de sevdiklerinizin geçirdiği en güzel yıl olmasını diler,
bu yılın her gününü sağlıklı, huzurlu ve mutlu geçirmenizi temenni ederim.
Saygılarımla…
KEMAL ÖREN
TÜVTÜRK Genel Müdürü
İSTASYON
3
44 Sağlık
16
Söyleşi
34
Spor
İçindekiler
OCAK-ŞUBAT-MART 2014
06 Haberler
Dünyada ve Türkiye’de öne çıkan
haberler.
10 Hayat
Aşıklı Höyük’te büyücü-doktor,
Bergama’da filozof cerrah,
tıbbın babası Koslu Hipokrat ve
şifahanelerden yetişen binlerce
hekim... Cerrahi, bu topraklarda 10
bin yıldır hüküm sürüyor.
16 Söyleşİ
Sinema ve dizi oyuncusu Esra Akkaya
ile hayata, özel yaşamına, sinemaya
ve dizilere dair görüştük.
4
İSTASYON
20 Karİyer
İş Sağlığı ve Güvenliği Uzmanı Özkan
Pamukçu, yasanın kapsamını ve
getirdiği yükümlülükleri anlattı.
24 Tarİhten Sayfalar
Topkapı Sarayı hazinelerinde,
cevherle donatılmış sonsuz
çeşitlilikte eşya ve takılar var.
Gül İrepoğlu bu hazineyi inceleyerek
Osmanlı Saray Mücevheri adlı kitabı
yazdı.
30 OTOMOBİL
Otomobil dünyasının önemli
isimlerinden Saffet Üçüncü, dergimiz
için hem yılsonu değerlendirmesi
yaptı hem de Ar-Ge çalışmalarının
geleceği nasıl şekillendireceğini
anlattı.
34 Spor
Adı insanın zihninde özgürlüğü
çağrıştıran bisikletin tarihçesi,
gelişim serüveni, günümüz
yaşamındaki yeri.
38 TEKNO HAYAT
Teknolojiyi artık üzerimizde taşımak
mümkün... Giyilebilir teknoloji
sayesinde çok daha farklı bir gelecek
bizleri bekliyor.
24
Tarihten
40 YEMEK
Lezzeti, Güneydoğu’dan tüm
Türkiye’ye yayılan ve günümüzde
hemen her köşebaşında bir
dükkânına rastladığımız çiğköftenin
tadı kadar, yaratılış hikâyesi de
meşhur.
44 Sağlık
Acıbadem Fulya Hastanesi
Gastroenteroloji Uzmanı
Dr. Özdal Ersoy, şişkinlik, doygunluk,
hazımsızlık gibi faktörlerle kendini
gösteren ve çalışanların verimini
düşürüp çalışamamasına neden olan
dispepsiyi anlattı.
40
Yemek
46 Uzman Gözüyle
Araçlarda kullanılan LPG-CNG yakıt
sistemleri…
50 OYUN
Konsol ve mobil oyunlar.
52 Popüler Kültür
Sinema, televizyon, sergi…
56 TÜVTÜRK
Şirket haberleri, organizasyonlar,
projeler…
60 English Summary
İmtiyaz Sahibi
TÜVTÜRK Kuzey Taşıt Muayene İstasyonları Yapım
ve İşletim A.Ş. Adına Kemal Ören
Yönetim Yeri
Büyükdere Caddesi, No: 255 Kat: 17-18 MaslakŞişli-İSTANBUL
Yayın Yönetmeni Sema Uludağ
Yayın Koordinatörü M. Koray Özcan
(Sorumlu Müdür)
Görsel Yönetmen Erhan Teksöz
Yapım Yeri Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve
Ticaret A.Ş. Doğuş Power Center Ahi Evran Polaris
Caddesi No: 4 Maslak 34398 İstanbul
Tel: 0212 304 00 00 (Santral)
Baskı yeri Ömür Matbaacılık A.Ş. Beysan Sanayi
Sitesi Birlik Cad. No: 20 Haramidere-Beylikdüzüİstanbul Tel: 0212 422 76 00
Yayın Türü Üç aylık yaygın süreli yayın, TÜVTÜRK
Araç Muayene İstasyonları kurumsal yayınıdır,
parayla satılmaz. [email protected]
İSTASYON
5
HABERLER
Bizi anlıyorlar
galiba…
Bölünmüş
uyku iyidir
Espri yeteneği
bebeklikten başlıyor
n Hayvanlar dünyasının, başta
biliminsanları olmak üzere birçok
kişinin ilgi alanına girdiğine şüphe
yok. Hacimsel olarak en küçüğünden
en büyüğüne kadar hepsi, anlaşılmaya
değer kuşkusuz. Heybetli cüssesine
karşın insanların ilgisine mazhar
olmayı başaran hayvanlardan biri de
filler. Araştırmacılar bu türe yönelik
sorulara yanıt ararken İskoçya’daki
St. Andrews Üniversitesi’nden
Ann Smet’in yürüttüğü çalışmalar,
özellikle Afrika fillerinin, içgüdüsel
olarak insanları anlayabildiğini ortaya
çıkardı. Sonuçları Current Biology
dergisinde yayınlanan habere göre
filler, ellerimizle yaptığımız işaretleri
kavrama yetisine sahipler. Hem de
özel bir eğitime gerek kalmaksızın.
Fillerin kavrama açısından insana
çok yakın olduğunu söyleyen Smet,
araştırmanın devamında, fillerin
hortumlarını yukarı ve dışarı doğru
kaldırdıklarında ne anlatmaya
çalıştıklarını gözlemlemeye
çalışacaklarını belirtti.
n Bir süre önce BBC’de Stephanie
Hegarty imzasıyla yayınlanan bir
haber, dikkatleri bir kez daha ideal
uykunun kaç saat olması gerektiğine
çevirdi. Habere göre, geceleri bir türlü
uyuyamayanların kaygılanmasına
gerek yoktu; hem zaten bu alanda
çalışan biliminsanları, sekiz saatlik
kesintisiz uykunun doğal olmadığına,
bloklar halinde uyumanın insan için
daha iyi olabileceğine dair görüş
bildiriyordu. Bu savın geniş kitleler
nezdinde kabul gördüğü söylenemez.
Ancak Virginia Tech Üniversitesi’nden
tarihçi Roger Ekirch’in, 20 yıllık
araştırmanın ürünü olan kitabı “At
Day’s Close: Night in Times Past /
Gün Batarken: Geçmiş Zamanlarda
n Yüzlerindeki tek bir gülücük, anne ve babaları
için dünyalara bedel. Ebeveynler, daha konuşmaya
bile başlamayan bebeklerindeki gülücükleri, sevgi
gösterisi olarak algılıyor. Bu doğru, ama dahası
var. Londra Üniversitesi’nde görev yapan Doktor
Caspar Addyman’ın yaptığı araştırma, bebeklerdeki
gülümsemelerin bir iletişim biçimi olduğunu; onların
beyni ve gelişimleriyle ilgili ipuçları sunduğunu
ortaya çıkardı. İnternet üzerinden başlattığı araştırma
anketinde çeşitli ülkelerde yaşayan birçok aileye
bebeklerini en çok neyin güldürdüğünü soran Dr.
Addyman, 600’den fazla kişiden yanıt aldı. Gelen
yanıtları, bebekleri güldüren unsurların aslında
ebeveynlerini anlayıp anlamadığına dair ipuçları olarak
yorumlayan Dr. Addyman, söz konusu yanıtlardan espri
anlayışının küçük yaşlarda ortaya çıktığı ve bebeklerin
gelişiminde önemli rol oynadığı sonucuna vardı.
Bu yolculuk İnsan
beynİne
“İnsan Beyni Projesi”yle bilgisayarların da insan
beyni gibi karmaşık ve hızlı çalışabilmesi hedefliyor.
n Teknoloji hızla ilerliyor. Ancak ne kadar gelişirse gelişsin, teknolojinin de
ulaşamadığı noktalar var kuşkusuz. İnsan beyni bunlardan biri ve biliminsanları
gizemini koruyan bu alanla ilgili çalışmalarına henüz noktayı koymadı. Son
olarak çoğu Avrupa Birliği üyesi ülkelerde bilimsel faaliyet gösteren 135 kurum,
10 yıl sürecek uzun soluklu bir çalışmayı, “The Human Brain Project (HBP) /
İnsan Beyni Projesi”ni hayata geçirmek için kolları sıvadı. Bir kısmı Avrupa Birliği
tarafından finanse edilen ve 1,5 milyar Dolar’a mal olması beklenen projeyle
insan beyninin işleyişini bilgisayar ortamına taşıyacak teknolojilerin geliştirilmesi
amaçlanıyor. Beyinle ilgili araştırmaları içeren yayınları bir araya getirerek önemli
bir veri tabanı oluşturmak da bu projenin hedefleri arasında. 100 milyar sinir
hücresi ve 100 trilyon sinaptik bağlantı içeren insan beyni, karmaşık yapısıyla
biliminsanlarının her zaman ilgisini çeken bir alan. Hâlihazırda beynin işlevlerini
taklit edebilecek düzeyde olmayan bilgisayar teknolojilerinin, on yıl boyunca
yürütülecek çalışmalar sayesinde insan beyni kadar karmaşık ve hızlı çalışma
yetisine ulaşabilmesini yönelik bu projenin sonuçlarını bekleyip göreceğiz.
Norveç enerjisini çöpten çıkarıyor
n Kömür, petrol, gaz ya da nükleer… Bunlar günümüzün en önemli enerji
kaynakları. Peki, alternatifi yok mu? Enerjisinin bir bölümünü çöp bidonlarında
arayan Norveç göz önünde bulundurulsa, bu soruya “hayır” diyerek yanıt vermek
pek mümkün değil. Evlerden toplanan çöpü enerjiye dönüştüren santrallerden
en büyüğünü Klemetsrud’ta konumlandıran Norveç, sadece kendi sınırları
içindekileri değil, İngiltere başta olmak üzere birçok ülkeden toplanan on
binlerce ton çöpü bir araya getiriyor. Taşıyıcı bantlarda birbirinden ayrıştırılan
çöplerin geri dönüşüme müsait olanları çıkartıldıktan sonra, kalan yığınlar
yakılarak başkent Oslo’nun ısınma ve elektrik ihtiyacını karşılıyor. Enerjiye
aktarılan çöp miktarı, yılda 300 bin ton. Dört ton çöpten elde edilen enerjinin
bir ton akaryakıta eşit olması ve bir ton akaryakıtın Oslo’da ortalama bir evin
altı aylık ısınma ihtiyacını karşılayabilmesi, potansiyelin büyüklüğünü kanıtlıyor.
Bununla birlikte Norveç modelinin çevre dostu olup olmadığı konusundaki
görüşler muhtelif. Kimi çevreci kuruluşlar, aslonanın az çöp çıkarmak olduğunu,
bu sisteminse insanları daha çok çöp üretilmesini teşvik ettiğini savunuyor.
6
İSTASYON
Çirkinler de sevilir!
n Güzellik göreceli bir kavram… Biri için çok güzel olan bir eşya, bir hayvan ya da bir insan,
diğerinin gözüne çok çirkin görünebilir. Ama güzellik gibi çirkinlik de tescillenebilir. Tıpkı bizim
literatürümüzde “Damla Balığı” olarak adlandırılan Blobfish gibi. Hayvan sevgisi konusunda en
sınır tanımazı bile birkaç dakikalığına düşünmeye sevk eden bu balık, dünyanın en çirkin hayvanı
oylamasında birinciliği hiçbir türe kaptırmadı ve Çirkin Hayvanları Koruma Derneği’nin maskotu
seçildi. Nesli tükenmekte olan, ancak pandalar gibi sevimli olmadıkları için korunmaya alınmayan
hayvanlara dikkat çekmeyi amaçlayan Dernek, bir oylama düzenledi. Oylamanın sonuçları
Newcastle’daki İngiliz Bilim Festivali’nde açıklandı. Avustralya’nın güney doğusundaki adalarda
ve Tazmanya civarında, okyanusun 200 ila 600 metre derininde yaşayan; yengeç ve ıstakozla
beslenen Damla Balığı, 10 bin oy alarak listenin ilk sırasına yerleşti.
Acİl durumda, güç dİreksİyonda
Gece”, sekiz saatlik uygunun önemli
olduğunu cengâverce savunanları
bile düşünmeye yöneltecek nitelikte.
Zira incelemesini Homeros’un
Odysseia’sından Nijerya’daki modern
kabileler üzerinde gerçekleştirilen
antropolojik incelemelere kadar,
birçok edebi ve bilimsel esere,
günceye dayandıran Ekirch, 500’ü
aşkın yerde “bölünmüş uyku”
düzenine ait ibare olduğunu söylüyor.
1500’lü yılların sonlarına kadar,
insanların gün batımında ilk uykuya
yattıklarını, dört saat uyuduktan sonra
iki saat kadar uyanık kaldıklarını ve
tekrar uyuduklarını belirten Ekirch,
uyku molasında insanların yiyip
içtiklerini, komşu ziyaretlerinde bile
bulunduklarını belirtiyor.
n Yollarda meydana gelen kazaların önüne geçebilmek
amacıyla sektörün tüm oyuncuları var güçleriyle
çalışıyor. Kazaların önemli bölümü sürücü hatası
nedeniyle oluşsa bile, otomobil üreticileri, bir yandan
araçları daha güvenli kılacak yöntemleri araştırırken
ihmal ve dikkatsizliğin önüne geçebilecek yöntemleri
bulmak için de mesai harcıyorlar. Örneğin Ford…
Dünyaca ünlü marka, Almanya’daki tesislerinden
birinde çarpışma riskini saptayınca kontrolü sürücüden
devralma yeteneğine sahip bir direksiyonu geliştirmek
üzere kolları sıvadı. “Obstacle Avoidance / Engelden
Kaçınma” adı verilen sistem, 200 metrelik bir mesafeyi
tarayan üç radar, bir dizi ultrasonik sensör ve bir
kameradan oluşuyor. Çarpışma riskinin belirdiği anlarda
aktif hale gelen sistemde sürücü, araca monte edilen
ekran vasıtasıyla hem görsel hem de sesli olarak
uyarılıyor. Sürücü bu uyarıları dikkate almaz; frene
basarak ya da direksiyonu kırarak tepki vermezse,
sistem tamamen devreye girerek direksiyonu sürücüden
alıyor. Deneme aşamasındaki bu proje, piyasa
gözlemcileri tarafından geleceğin sürücüsüz arabaları
için atılmış adım olarak görülse bile daha güvenli bir
sürüşe sevk eden sistemler üzerine yapılan tek çalışma
bu değil. BMW, Volkswagen, Volvo gibi otomobil devleri,
kazaları önlemeye yönelik birtakım projeler yapmıştı.
z8_GND_5296
Ford tarafından geliştirilen
“Engelden Kaçma” sistemi,
sürücünün duyarsız kaldığı
durumlarda çarpışmanın
önüne geçmek amacıyla
direksiyon kontrolünü
devralıyor.
n Gökbilimciler,
bugüne kadar
tespit edilen en
uzak galaksiyi
de keşfetmeyi
başardılar. Dünyaya
30 milyar ışık yılı
uzakta olan ve Büyük
Patlama’yı izleyen
dönemle ilgili önemli
bilgiler sunması
beklenen galaksiye
verileni isim de hayli
ilginç: z8_GND_5296.
Bulguları Nature dergisinde yayınlanan araştırma,
Amerika’daki Texas Üniversitesi tarafından yürütülüyor.
Dünyanın da içinde bulunduğu Samanyolu’nun yüzde
1 veya 2’si kadar bir kütleye sahip yeni galaksinin ağır
metaller bakımından zengin olduğu düşünülüyor. Bu
galaksinin ilginç bir özelliği de gaz ve toz bulutlarını
Samanyolu’ndan yüzlerce kat daha hızlı döndürerek
hızla yeni yıldızlar oluşturması.
İSTASYON
7
HABERLER
Nissan geleceğİn
otomobİlİnİ arıyor
n 22 Kasım ila 1 Aralık
tarihlerinde düzenlenen
Tokyo Otomobil Fuarı’nda,
Nissan yine dikkatleri üzerine
çekmeyi başardı. Qashqai ve
Juke gibi ilginç modelleriyle
otomobil tasarımında yeni bir
çizgi yaratan şirket, şimdi de
teknolojinin son olanaklarını
otomobillerine entegre etmeyi
hedefliyor. Eylül ayındaki
Frankfurt Otomobil Fuarı’nda
sürücüler için geliştirdiği
Nismo Watch adındaki akıllı kol
saatini tanıtan
Nissan, Tokyo’da
ise Google Glass
gözlüklerine
benzeyen, E3
adını verdikleri
özel gözlük
bilgisayarını
teknoloji meraklılarıyla buluşturdu. Şirket
böylece giyilebilir sürüş sistemleri konusunda
NİSSAN E3
Kulağa renk geldi
AKG K619
n Yılın son ayında atağa geçen şirketler, birbirinden
ilginç ürünlerini tüketiciye sundular. AKG de rengârenk
yeni kulaklıklarını raflara yerleştirdi. Şirketin AKG DJ
serisine, hem profesyonellerin hem de müzikseverlerin
rahatlıkla kullanabileceği K619 kulaklıklar eklendi. Renk
ve tasarımlarıyla göz alıcı niteliğe sahip bu kulaklıkların,
kablo üzeri kontrol ve mikrofon özelliği bulunuyor.
Siyah, mavi, yeşil, turuncu, pembe ve kırmızı renk
seçeneklerinden herhangi birini almanız için sadece 100
Dolar ödemeniz yeterli.
www.us.akg.com
iddialı olduğunu ortaya koydu. Henüz detaylı
olarak bilgi verilmeyen E3 için 30 saniyelik
bir tanıtım videosu yayınlandı. Juke gibi bir
tasarımdan sonra BladeGlider ile artık sınırları
iyice zorlayan Nissan, otomobille sürücüyü
entegre etmeye kararlı.
Yeni amiral gemisi
HTC ONE MAX
Mac’lere göre
WD MY PASSPORT AIR
n Apple bilgisayar kullananlar için özel olarak
tasarlanmış bir harici disk ister misiniz? WD My Passport
Air, tam size göre. Mac’lere uygun, tüm gövdesi
alüminyumdan tasarlanmış bu belleğin kapasitesi 1
TB ve üç yıl garanti sunuyor. Yılın son aylarında satışa
sunulan My Passport Air’ın fiyatı 199,99 Dolar
8
İSTASYON
n HTC, ses getiren ürünü
HTC One’ın ödüllü tasarımını,
işlevselliğini ve performansını
daha büyük ekrana taşıyor.
HTC One Max adı verilen akıllı
telefon, 217 gram ağırlığında
ve 5,9 inç (15 cm) Full HD
1080p ekranıyla ismini hak
ediyor. Artık üst seviye
telefonlarda rastlamaya
başladığımız Parmak İzi
Tarama özelliğiyle kullanım
rahatlığı ve güvenlik artırılmış.
Yeni HTC Sense 5.5 arayüzü,
BlinkFeed, Zoe ve BoomSound
gibi özellikleri de cihazın
yeteneklerini artıyor. Hem
fotoğraf ve video çekimi hem
de görüntü kalitesi açısından bir hayli iddialı telefon, dört çekirdekli 1,7 GHz hızında Qualcomm
Snapdragon 600 işlemci sayesinde yüksek performans vaat ediyor.
Nokia tablete Windows’tan gİrdİ
n Son ürün serisi Lumia ile akıllı telefon pazarındaki
çetin rekabetten kopmayacağını gösteren Nokia’nın,
Microsoft tarafından satın alınmasıyla yeni bir
kulvara girdiği kesin. Akıllı telefonlarında Microsoft’a
ağırlık veren tek marka durumundaki Nokia, uzun
süredir sessiz olduğu tablet pazarına sonunda giriş
yaptı.
Şirket kendisinin ilk tabletini Lumia 2520
adıyla yine Windows platformunda çıkardı. 10,1 inç
boyutundaki HD ekranı ve 650 nit ekran parlaklığıyla
gün ışığında dahi rahatlıkla ekranı kullanmayı
sağlıyor. 6.7MP kamerasıyla da
iddialı olan bu tablet, Windows
RT 8.1 sistemi üzerinde
çalışıyor. Lumia 2520 ile gelen
yeni bir özellikse hızlı şarj
olabilmesi. Bu sayede tablet bir
saat içinde yüzde 80’e kadar
şarj edilebiliyor.
Bununla birlikte Nokia,
Lumia’larda geliştirdiği özel
yazılımları, tablete de taşıdı. DreamWorks Animation
ile birlikte geliştirdiği interaktif oyun “Dragon’s
Adventure”, hem görüntülerin hem de videoların harita
üzerinde öykü gibi canlandırılabilmesine sağlayan Nokia
Storyteller, Nokia Video Director ve HERE Haritalar
Akıllı
saatler
olsun
tablete taşınan yazılımlar arasında
bulunuyor.
Lumia 2520’nin şık aksesuarıyla
klavyesi Nokia Power Keyboard
ise beş saatlik ek pil ömrüne ve
iki adet dâhili USB girişine sahip.
Koruyucu kılıftaki tam işlevli tuş
takımı aynı zamanda harekete
duyarlı trackpad’e de sahip.
Böylelikle Lumia 2520’de yazı yazma deneyimi dizüstü
bilgisayara yaklaşıyor. Parlak kırmızı ve beyaz renk
seçeneklerinin yanı sıra mat yüzeyde gök mavisi ve siyah
renk seçenekleri de bulunan ürünün 499 Dolar’dan
satışa sunulması bekleniyor.
n Samsung geçtiğimiz IFA
etkinliğinde tanıttığı akıllı saati
Galaxy Gear’ı Türkiye’de satışa
sundu. 799 TL fiyatla satılacak
saatler; Jet Siyah, Kahve Grisi,
Vahşi Turuncu, Yulaf Beji, Gül
Sarısı ve Limon Yeşili gibi ilginç
renklerle üretildi. Galaxy Gear, 1.63
inçlik Super AMOLED ekrana ve 1.9
megapiksellik bir kameraya sahip.
Samsung Galaxy Gear, bluetooh
ile telefona bağlı kalarak çağrılar,
metin mesajları, e-postaları saate
iletiyor.
iPhone’a konsol gücü LOGITECH POWERSHELL
n iPone mobil oyun alanında, tam bir çığır açtı. Güçlü
donanımı ve dokunmatik ekranıyla oyunseverlerin
kalbini kazanmayı başardı ve devasa bir endüstri yarattı.
Ama iPhone bile olsa elimizdeki mobil bir cihaz ve
pil ömrü gibi önemli kısıtları var. Oyun tutkunlarının
yakından bildiği Logitech, yeni oyun kontrolörü Logitech
PowerShell Controller + Battery ile pil ve oyun zevkini
katlıyor. Konsol oyunları için tasarlanan Logitech
PowerShell Controller + Battery, iOS 7’yi destekleyen
iPhone 5s, iPhone5 ve 5’inci Nesil iPod touch’lardaki
oyun oynama süresini artırıyor. Oyun konsolunu
kullanmak için sadece uyumlu iPhone ya da iPod touch’ı
kontrolörün içine yerleştirmek yeterli.
Aksesuar sayesinde tüm ekranı, oyunu görmek için
kullanabiliyorsunuz. Özel tasarımıyla uzun saatler boyu
oyun keyfi sunan
kontrolör, cebinize
ya da çantanıza
kolayca sığan
küçük ebatlarıyla
en zor ve karmaşık
oyunları dilediğiniz
her yere götürme
fırsatı sunuyor.
iPhone ve ya iPod touch ile beraber kullanılan
Logitech Powershell Controller + Battery, açma-kapama,
ses, kamera, hoparlör tuşlarına, kulaklık ve şarj girişine
doğrudan erişim sağlıyor. Aksesuarın analog offscreen tuşları konsol oyuncularına tanıdık ve eşsiz oyun
deneyimi yaşatırken, dPad (yön tuşları), arka tuşlar ve
aksiyon tuşlarıysa oyunu rahatça kontrol etmelerini
sağlıyor. iOS 7 desteğiyle çalışan oyunların çoğuna
uyumluluk gösteriyor ve Bastion, Fast & Furious 6: The
Game, MetalStorm Aces, Galaxy On Fire 2™ HD, Nitro™
gibi oyunlarla çalışıyor. 1500 mAh baterisiyle iPhone
5s, iPhone 5 ya da 5’inci Nesil iPod touch cihazlarını
şarj edilebiliyorsunuz. Ürün Aralık ayında, Avrupa’daki
Apple Store ve diğer mağazalarda 99,99 Dolar’dan satışa
sunuldu.
Daha çok bas
HTC BOOMBASS
n HTC’nin tek yeniliği One Max
değil, ses sistemlerine de bir
hayli önem veren şirket, bir süre
önce Beatstudio ile geliştirdiği,
telefonlarda kullanılan, BoomBass
özelliğiyle birlikte sunulan
BoomSound harici kablosuz
hoparlörünü tanıttı. HTC bu
aksesuar aracılığıyla, Bluetooth
üzerinden daha net ve daha güçlü
bir bas sunan amplifikatöre sahip,
6 santimlik mini bir subwoofer
yarattı.
İSTASYON
9
HAYAT
Aşıklı Höyük’te yapılan
arkeolojik kazıda
bulunan, günümüzden
yaklaşık 10 bin yıl önce
yaşamış, 20–25
yaşlarında bir kadının
trepanasyon
uygulanmış kafatası,
Aksaray Müzesi’nde
sergileniyor.
10 bin yıllık geçmiş…
ANADOLU’DA
CERRAHİ
10
İSTASYON
Aşıklı Höyük’te bir büyücü–doktor, Bergama’da bir filozof
cerrah, tıbbın babası Koslu Hipokrat ve şifahanelerden
yetişen binlerce hekim... Kötü ruhlar, topraktan çıkan kötü
hava ya da mevsimlerin etkisi; nedeni ne olursa olsun
cerrahlar binlerce yıldır neşterle iyileştirmeye çalışıyor.
B
irazdan ameliyata gireceğim! İnsan kendini nasıl
hisseder, tahmin edebilirsiniz. Hasta ben olsaydım, korkardım. İlk kez bir ameliyatı görüntüleyeceğim ve bunun beni nasıl etkileyeceğini tahmin
edemiyorum. Sadece çok heyecanlıyım. Ameliyathanede
hazırlıklar sürüyor. Orta yaşın üzerinde bir hastaya, baş
ağrılarına neden olan tümörden kurtulması için mikrocerrahi yöntemiyle açık beyin ameliyatı yapılacak. Çıplak gözle zor görülebilen çok küçük yapıların özel ameliyat mikroskobunun büyütücü etkisinden faydalanılarak
ve çok ince aletlerle, ameliyat edilmesine mikrocerrahi
deniyor. Çok zor görülebilen iğne ve iplikler kullanılarak,
çapı 1 milimetreden daha küçük damar ve sinirler ameliyat edilebiliyor. Cerrahlar operasyon sırasında mikroskop
özelliği olan gözlüklerle çalışıyor.
Başkent Üniversitesi Hastanesi nöroşirurji uzmanlarından Prof. Dr. Hakan Caner, ameliyathanenin kapısında beni uyarıyor: “Cerrahi aletlerinin bulunduğu masaya
yaklaşmayın. Aksi halde tüm aletlerin yeniden sterilize
edilmesi gerekir.” Ameliyatın yaklaşık 6 saat süreceği tahmin ediliyor. Uzmanlardan oluşan ekiple birlikte maske
ve bonelerimizi takıyoruz, dezenfektanlarla dirseğe kadar
ellerimizi yıkıyoruz, steril ameliyat gömleğini giyip, eldivenlerimizi takıyoruz. Hakan Bey’in yüzüne bakıyorum.
Herhangi bir gerilim belirtisi yok. İşinin gereği olan tüm
ön hazırlıklardan emin ve olası sürprizlere hazır. Ameliyathane bölümü cerrahların tam sorumluluk ve yetki sahibi oldukları bir alan, dolayısıyla, bir aslanı ininde izler
gibiyim.
Ameliyat bir strateji gerektiriyor ve hastanın durumundaki değişimler bu stratejinin değiştirilmesine neden olabiliyor. Cerrah, ameliyattan önce birlikte çalışacağı ekibe, uygulayacakları stratejiyi adım adım anlatıyor.
Ameliyata başlayıp, ulaşılmak istenen organa vardıklarında karşılaştıkları tablo tüm stratejiyi değiştirebilir;
buna hazırlıklı olmaları gerek. Hastanın saçları kesilip, tıraş ediliyor ve üzeri dezenfekte işlemi için povidon iyot ile
siliniyor. Anestezi uzmanı cihazların yardımıyla yaşamsal
işlevleri sürekli kontrol ediyor. Saçlı deri kesiliyor, kafatası kemiğinden oval bir parça kesilerek yerinden çıkarılıyor
ve hastanın beyni objektifimin önünde!
Doktorlar beyindeki tümörü temizlemek için çalışırken, tanık olduklarım beni yaklaşık 10 bin yıl öncesine
götürüyor. Anadolu’nun orta yerinde bir Neolitik Çağ
yerleşimi olan Aşıklı’dayım... Tarihler İÖ 8 binleri gösteriyor. Bu kez karşımda kafatası cerrahi operasyonla
delinen bir kadın var. Operasyonun neden yapıldığı belli
değil. 20–25 yaşlarındaki kadının başında herhangi bir
travma izi yok, ama omurlarındaki eğrilme, düş me sonucu bir yaralanmanın söz konusu olabileceğini gösteriyor.
Başka ihtimaller de var; bu trepanasyonun (kafatası delgi
ameliyatı) bir epilepsi vakasına müdahale, baş ağrısını tedavi ya da dini bir ritüel için gerçekleştirilmiş olması da
mümkün. Binlerce yıl sonra, 1992 yılında Aksaray yakınlarındaki Aşıklı Höyük’te Prof. Dr. Ufuk Esin tarafından
yürütülen kazılarda bulunan kafatasında yapılan kemik
ölçümleri, bebeğiyle birlikte gömülen kadının operasyon
sonrası yaşadığını ortaya koyuyor. Anadolu’da trepanas-
İSTASYON
11
HAYAT
Anadolu’da 23 farklı yerleşimde yapılan kazılarda bulunmuş 40’tan
fazla trepanasyon örneği var. Bu örnekler cerrahinin ne denli eski bir
geçmişi olduğunun da göstergesi.
yon örnekleri konusunda araştırmalar yapan antropolog
Prof. Dr. Metin Özbek’e göre, beyin ameliyatı geçirmiş
kadının kafatasındaki trepanasyon deliği ameliyat sonrasında en az bir hafta yaşamış olabileceğini gösteriyor.
Antropolog Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal, bugün
Anadolu’da, 23 farklı yerleşimde yapılan kazılarda bulunmuş 40’tan fazla trepanasyon örneği olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Aşıklı’daki örnek Anadolu’da, bir canlıda yapıldığı ortaya konan en eski cerrahi olgulardan
birisi olması açısından önemli.” Bu örnek aynı zamanda
cerrahinin ne denli eski bir geçmişi olduğunun da göstergesi. Prof. Dr. Özbek, “Nöroşirurjinin tarihi Neolitik
Çağa kadar uzanıyor” diyor. Beyin cerrahı Bekir Tuğcu
ise “Anadolu’da Canlıda Yapılan İlk Trepanasyon Örneği:
Aşıklı Höyük İnsanı” başlıklı çalışmasında, cerrahi tarihine ışık tutuyor. İnsanların 10 bin yıldan beri kafatasının
belli yerlerinde delikler açarak baş ağrılarını gidermeye,
epilepsiye çare bulmaya, kafatası içindeki basıncı hafifletmeye, travma sonrası kan ya da cerahat birikmesini önlemeye, kafatası kırıklarında kemik parçalarını temizlemeye, hatta kafatasında yuva yapmış kötü ruhları defetmeye
çalışıp durduklarını anlatıyor.
Tuğcu’ya göre, operasyonlar o konuda uzmanlaşmış
tecrübeli “büyücü–hekim”ler tarafından gerçekleştirilmiş
olmalı: “Neolitik Çağ ve hatta Mezolitik Çağda saptanan kafataslarındaki deliklerin büyük kısmının ölümden
sonra açıldığı düşünülürse, uygulamanın genelde tıp dışı
nedenlerle yapıldığı sonucuna varılabilir. Ölü insanın kafasının içinde var olduğu farz edilen kötü ruhun, açılan
delikten dışarı çıkacağı inancı muhtemelen en önemli
nedendi.”
Tarih boyunca insanlar farklı nedenlerle kafatasında delikler açmışlar. İngiltere’de genç kız ve erkeklerin
güzelliğini, ölmüş birinin kafatasından alınan parçayı
taşıyarak koruyabilecekleri inancıyla yapılan operasyonlardan, hastalığa neden olduğu düşünülen kötü ruhların
çıkması için yapılan operasyonlara kadar, çok farklı gerekçeler sıralanabilir.
10 bin yıl önce Aşıklı Höyük’teki operasyonu gerçekleştiren “cerrah”ın nasıl hazırlandığını tam olarak bilemesek
de, trepanasyon bugün de Peru, Kenya, Malezya’daki ilkel
kabilelerde görülen bir uygulama olduğundan, geçmişe
yönelik tahmin yürütebilecek kadar bilgiye sahip olabiliyoruz. Bu kabilelerde operasyon öncesi acı duyumunun
giderilmesi veya azaltılması için çok çeşitli yollar deneniyor. En yaygın olanı uyuşturucu etkisi bilinen bitkilerin
kullanılması... Açık yara olan bölgede iltihaplanmanın
önlenmesi için de bitkilerden yararlanılıyor. Malezya’da
operasyon sonrasında, kafatası kemiği yerine konmadan
önce ısıtılmış muz yaprağı ve bal uygulandığı biliniyor.
12
İSTASYON
Kenya’nın Kisii kabilesinde ise operasyonu doktor–rahipler yapıyor; bu işlem bir meslek olarak kabul görüyor ve
babadan oğula aktarılıyor. Prof. Özbek, Kisii kabilesinde
yapılan bu ameliyatlarda başarı oranının yüzde 90’ın altına düşmediğini söylüyor.
Girdiğim her ameliyatta üzerine basa basa yaptıkları
“Alet masasına yaklaşmayın” uyarısı, kullanılan aletlere
olan ilgimi daha da artırıyor. Masanın üzerinde onlarca alet var. Makaslar, pensler, spatüller, farklı boylarda
neşterler, iğneler... Beyin cerrahisi ya da diğer cerrahi
dallarında kullanılan aletlerin şekli çok fazla değişim
göstermese de bu aletlerin hangi malzemeden yapıldığı,
yaşanan dönem ve topluluğun kültürüne göre değişkenlik gösteriyor. En eski aletler bazalt ve çakmaktaşından
yapılanlar. Volkanik püskürmeler sonucu etrafa saçılan
küllerin sıkışmasıyla oluşan bazalt taşı, yüksek ısıda sıkışmış olması nedeniyle hijyenik, parlak ve keskin olma
özelliğine sahip. Operasyon sırasında, müdahale edilen
damardan akacak kanı durdurmak için kullanılan damar
sıkma (kan dindirme) pensinin bir örneği de Zeugma’daki garnizon mahallesinde ortaya çıkarılmış. Geçmişte kullanılan sonda, spatül, penset, forseps gibi aletler, bugün
de ameliyatlarda kullanılanlara benziyor
Yaklaşık 5 saat süren by–pass ameliyatı tamamlandıktan sonra ameliyat ekibi, hastayı odasına götürmeden önce, bacak ve göğüs
kafesinde açılan bölümlere son müdahaleleri yapıyorlar.
SEYAHATNAME’DE DE VAR
Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde aktardığı, Viyana’da
seyrettiği bir beyin ameliyatı geçmişte kullanılan yöntemler hakkında bilgi veriyor: “Kefereyi dört ayaklı ipekli bir
sedir üzerine yatırdılar. Başı Adana kabağı, gözleri Mardin encası, burnu Mora patlıcanı gibi şişmişti. Hekimbaşı cümle kefereleri dışarı koğup mecruha (yaralıya)
hemen safran gibi bir su içirip onu kendinden geçirdi.
(...) Hizmetkârı mecruhu kucağına alınca, hekim adamın
başının takke kenarı yerin etrafına tasma–kayış bağladı.
Bir keskin ustura alıp, herifin alnının derisini iki kulaklarına kadar çizip sağ kulağı yanından deriyi biraz yüzünce
kafa kemiği bembeyaz göründü. Cerrah hemen şakaktaki
ek yerinden kafayı delip bir demir mengene sokup burmaya başladı. O burdukça herifin kellesinin kapağı takke
gibi kalkmaya başladı… İçinde beyninin enseden tarafı
göründü. Kellenin içi kulaklara kadar solkan ve sümük
gibi bazı salgılarla dolu olup beynin yanında tüfek kurşumu (kurşun) kâğıdıyla durur… Cerrahbaşı ağzıma mendil
koyup kafa içine baktığımdan dolayı bana, ‘Niçin ağzını
ve burnunu kapayıp bakarsın’ dedikte, hakir (ben), ‘Belki
bakarken aksırırım, öksürürüm. Herifin kellesinin içine
rüzgâr girmesin diye kapadım’ dedim. Cerrah, ‘Aferin.
Sen bu ilimle meşgul olsan kâmil üstat cerrah olurdun’
deyip aceleyle mecruh herifin beyni yanındaki kurşunu
bir çift ile (cımbız) alıp sarı sünger gibi bir şeyle kurşu-
nun durduğu yerdeki uyuşuk kanları (pıhtı), cerahatleri
sildi, şarapla temizledi. Aceleyle kafayı yerine koydu, tepesinden ve çenesi altından kayışlarla bağladı. O dakika
hizmetkârı meydana bir kutu getirdi. Kutunun içinde iri
karıncalar vardı...
Bunlardan birini demir çift ile alıp herifin kafa derisinin kesilen yerine yaklaştırınca aç karınca bir yerden iki
deriyi birden ısırdı. O an cerrah karıncayı belinden makasla kesti ve karıncanın başı iki deri kenarını ısıra kaldı...
Öyle öyle ekleyip bir kulaktan bir kulağa seksen karıncayı
ısırtıp kesti. Sonra kurşun deliğine bir fitil sokup yarayı
merhemledi. (...) Bu hakir, yedi gün gelip gidip adamı
seyreyledim. Sekizinci günde herif iyileşip biraz hareket
etmeye başladı. On beşinci gün kralın huzuruna götürdüler.”
Hekimlere yasal sorumluluk koyan Hammurabi yasalarında, “Bir doktor operatör bıçağıyla derin bir yarık
açarsa ve hastayı öldürürse ya da bıçakla bir tümörü açıp
gözü keserse doktorun elleri kesilir. Eğer bir doktor kırık
bir kemiği ya da insanların hastalıklı kısımlarını iyileştirirse hastalar ona nakit olarak beş şikel verirler” gibi tıp
hukukuyla ilgili maddeler yer alıyordu.
Anadolu’nun en eski uygarlıklarından Hititler’de ise
sağlık söz konusu edilirken cerrahiden pek bahsedilmese
de kırık, çıkık, yaralanma gibi durumlarda ortopedik ve
cerrahi yöntemlerle hastanın iyileştirilmesi yoluna gidiliyordu. Bu durum, erkeklerin savaşlardan başlarını kaldıramamasından kaynaklanabilir. Bugünün aksine eski
çağlarda kadın doktorların sayısı erkeklerden çok daha
fazla. Muhtemelen, günümüze kadar ulaşan “kocakarı
ilacı” deyimi de kadınların şifacı olduğu bu kültürlerden
geliyor.
Peki, kadın bu köklü kültürlerde şifacıyken, cerrahi
nasıl oluyor da ağırlıklı olarak erkeklerin elinde olabiliyor.
Günümüzde halen kadın cerrahların sayısı erkeklerinkinden az. Tarihteki en eski tıp okullarından biri olarak
kabul edilen, Kahire’deki Heliopolis’e kadınların kabulü
kısıtlanmıştı. Daha sonraları şifacı kadınlar ortaçağda cadılıkla suçlandılar. Ve cerrahi sahnesindeki erkekler, eskinin şifacı kadınlarından daha fazla öne çıkmaya başladı.
Kos (İstanköy) Adası’nda doğan ve hekim babası tarafından yetiştirildikten sonra Anadolu’da ve doğduğu
adada hekimlik yapan Hipokrat’ın, İÖ 4. yüzyılda ortaya
attığı tıbbın ilk kuralı bugünün hekimleri için de geçerliliğini koruyor. Bugünün hekim adayları tıp fakültelerinde
yüzlerce yıl önce “Primum nil nocere” (önce zarar vermeyiniz) diyen Hipokrat’ın yeminini tekrarlıyor. Günümüz
hekimlik anlayışının babası Hipokrat olsa da tıpla cerrahinin kesin olarak ayrılması, “antikçağın ikinci Hipokratı” olarak anılan Bergamalı Galen (Doğudaki adı Calinus
İSTASYON
13
HAYAT
“... kutunun içinde iri karıncalar vardı. Bunlardan birini demir bir çifteyle
alıp herifin kafa derisinin kesilen yerine yaklaştırınca aç karınca iki deriyi
birden ısırdı. O an cerrah karıncayı belinden makasla kesti...”
Hekim) sayesinde oluyor. Kaynaklar, Galen’den, şifalı
bitkileri çok iyi tanıması ve önemli buluşlarıyla “eczacılığın babası” olarak da söz ediyor. Bir süre gladyatörlerin,
ardından da Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un özel
doktoru olan Galen, vücuttaki damar sistemini keşfetmiş,
kanın bedende devinimi hakkında akıl yürütmüş, fakat
nasıl devridaim yaptığını anlayamamış. Omurilik boyunca dizilen sinirlere verilen zararın felce yol açtığı keşfi de
Galen’e ait.
Selçuklu döneminde kurulan Darüşşifalar, Anadolu’da
neşterin tarihinde ayrı bir sayfa açıyordu. Burada bir yandan tıp eğitimi verilirken diğer yandan da hastalar tedavi
ediliyordu. 1308–1309 yılında İlhanlı Hükümdarı Sultan
Muhammed Olcaytu ve hanımı İlduz Hatun adına yaptırılan Amasya Darüşşifası, cerrahi müdahalelerle öğrencilere ameliyatların gösterildiği, uygulamalı bir öğretim
yeriydi. Daha sonra ruh hastalarının da tedavi merkezi
haline gelen Darüşşifa, bugün belediye konservatuvarı
olarak kullanılıyor. Müslüman dünyasında ünlü hekimlerin yetişmesiyle birlikte Anadolu’da da cerrahi uygulamaları yaygınlık kazandı. 9’uncu yüzyılda, Sabit bin Kur-
Cerrahideki Aletler
Y
üzlerce yıl önce kullanılmış cerrahi aletleri form olarak bugünkülerden pek farklı
değildi. Ancak yapımlarında kullanılan malzemeler farklıydı. Farklı dönemlerde
ortaya çıkarılan aletlerin çoğu bazalt, bronz ya da demirden yapılmıştı. Anadolu’nun
çeşitli yerlerinde ortaya çıkarılan cerrahi aletler arasında en çok forseps ve sondalara
rastlanıyor. Urartu, Mezopotamya, Roma, Helen, Yunan, Bizans ya da Osmanlı
döneminden kalmış sonda, penset, strigilis gibi cerrahi alet ve malzemeler ameliyatta,
yaranın temizlenmesinde, ur çıkarma ya da katarakt tedavisinde kullanılıyordu
(solda). Mezopotamya bölgesinde ilaçların ambalajlanması ve mühürlenmesine
dair uygulama örneklerine rastlanıyor. Mezopotamyalı hekimler reçetelerde Tanrı
Marduk’un sembolü olan RX işaretini kullanıyordu. Hekimler çeşitli ot karışımlarından
ilaç hazırlamak için taştan yapılmış havanlar kullanıyorlardı. Roma döneminden kalma
taş havan ve cam tokmak Gaziantep Müzesi’nde sergileniyor (altta).
Penset
14
İSTASYON
Cerrahi Alet Kutusu
Polip Forsepsi
ra tarafından anestezi kullanımı, katarakt ameliyatları
ve insan anatomisinin daha derinlemesine araştırılmasıyla tıp güçlendi. Batı dünyası için Galen’in yaptığını
Doğu’da İbni Sina yapıyordu; tıp ve cerrahiyi ayrı ele
aldı. Enfeksiyon hastalıkları konusunda keşifler yapan
İbni Sina, bulaşıcı hastalıkların yayılmasının azalması
için karantina uygulamasının önerilmesi ve deneysel tıp
konularında ortaya koyduğu yeniliklerle biliniyor. Sabuncuoğlu Şerefeddin’in Fatih Sultan Mehmet’e hediyesi olan Cerrahnâme–i İlhaniye adlı kitap Anadolu’nun
cerrahiyle ilgili geçmişinden günümüze ulaşan ender
yayınlardan biri. 18’inci yüzyıl Osmanlı hekimlerinden Bursalı Ali Münşi, Cerrahnâme adlı kitabında
hekimin yaptığı gözlemlerin önemine dikkat çekiyor:
“Hekim gözlerini ve kulaklarını kullanmak zorundadır; soru sormaktan utanmamalıdır. Her şeyi Galen
ve Hipokrat’ın kitaplarında bulamazsınız.”
Anadolu’daki her bir sağlık yurdunun ayrı bir
hikâyesi olsa da Gevher Nesibe Mâristanı’nın (hastane) öyküsü, hüzünlü olması nedeniyle biraz daha
öne çıkar. Selçuklu Beyi’nin kız kardeşi Gevher
Nesibe’nin, önemli komutanlardan birine âşık olduğu, ancak kendisini mutlu edecek bu birleşmeye
izin verilmediği için üzüntüden ince hastalık denen
tüberküloza yakalandığı anlatılır. Ölmeden önce
ağabeyine vasiyeti, kendi gibi hastaların tedavisinin
yapılacağı bir hastane kurması olur. Vasiyeti yerine
getirilerek Kayseri’de adına bir mâristan kurulur.
Hem Gevher Nesibe hem de Turan Melek şifahanelerinin kadrolarında dâhiliyeciler, cerrahlar, eczacı
ve asistanlar bulunduğu, gezgin hekim ve cerrahlar
tarafından ameliyatlar da yapıldığı tahmin ediliyor.
Özellikle bakır tel metoduyla katarakt ameliyatlarının
yapıldığı ve buradaki loş ışıklı odaların, göz hastaları için
uygun olduğu belirtiliyor.
Tüm dünyada, cerrahide asıl büyük atılımlar, modern
çağı yaratan buluş ve icatlar döneminin ardından yapılabiliyor. Osmanlı’da Askeri Tıp Akademisi’nin kurulması
da bu döneme rastlıyor. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından sonra birçok hekim ileri eğitim için Fransa ve Almanya gibi Batı ülkelerine gönderiliyor. Cemil Paşa’nın
Fransa’dan dönmesini izleyen süreçte ve antisepsi ve
asepsi ile birlikte modern cerrahinin temelleri atılıyor.
Bu ve sonraki dönemlerde birçok cerrahi işlemin yanı sıra
nöroşirurji operasyonlarına tanık olunuyor ve 1909’da,
daha sonra İstanbul Üniversitesi’ne dönüşen İstanbul
Darülfünun Tıp Fakültesi kuruluyor. Geçmişin savaşlarında yapılan cerrahi müdahalelerde olduğu gibi Birinci
ve İkinci Dünya savaşları sırasında da cerrahi deneyimlerde önemli artışlar yaşanıyor. Ancak ne yazık ki; Türkiye bu gelişmeyi Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu kadar
Yunan mitolojisinde tıbbın ve sağlığın tanrısı Asklepios’un asasına
dolanmış yılan, günümüzde de hekimliğin ve tıbbın simgesi. Asklepios’tan
sonra hekimlik sanatını kızı Hygea ve oğulları, Asklepiades adında bir
lonca düzeni içinde sürdürmüş; Atina, Bergama ve İzmir’de babaları adına
tapınaklar kurmuşlar. Asklepios ve kızı Hygea’yı yılanla birlikte tasvir eden
kabartma İÖ 5. yüzyıla tarihleniyor. Selanik’te bulunan kabartma İstanbul
Arkeoloji Müzeleri’nde sergileniyor.
rahat izleyemiyor. Hatta, Osmanlı döneminde kullanılan
anesteziye rağmen, Kurtuluş Savaşı sonrası yeni bir ülke
kurmanın zorlukları ve II. Dünya Savaşı’nın olumsuz etkilerinin yaşandığı süreç sağlık hizmetlerine de yansıyor.
1956’da kurulan anestezi bölümü uzmanlık dalı olarak
Türkiye’de yerleşene kadar hastayı ameliyat öncesi bayıltma işlemi, bu konuda eğitim almış hastane personeli
tarafından yapılıyordu. Günümüzde Türkiye, kişi başına
düşen cerrah sayısı açısından dünya standartlarıyla karşılaştırıldığında oldukça şanslı görünüyor. Dünya standartlarında 25 bin kişiye bir cerrah düşmesi yeterli görülürken, Türkiye’de 25 bin kişiye 1,27 cerrah düşüyor.
Kuşkusuz bugünün hekimleri, hastası ölürse eli kesilecek Babilli hekimden ya da kafa derisini karıncaların
ısırığıyla diken Viyanalı doktordan daha şanslı olsalar da
taşıdıkları sorumluluk aynı. Bir cerrahın sezaryende, kalp
ya da beyin ameliyatında müdahale ettiği her noktayı ve
keseceği her bir damarı kendi eliyle koymuş gibi bulabilmesi için genel tıp eğitiminin üzerine 5–6 yıl daha uzmanlık eğitimi ve deneyimi olması gerekiyor. Peki, anatomi bilgisinin yetersiz olduğu eski zamanlarda hekimler
doğru organı ve damarı nasıl biliyordu?
Eski çağlarda ölüler üzerinde anatomik çalışmalar
yapmak dinler ve din adamlarının baskısıyla yasaklanmış olduğundan bugünkü gibi kadavra üzerinde çalışma
yapmak mümkün değildi. Hayvanlar üzerinde yapılan
deneyler ve okulda öğrenilenler yetersiz kaldığında muhtemelen deneme yanılma yöntemiyle hareket etmek zorundalardı.
Peki, cerrahlar ameliyatın her anında, göründükleri
kadar net mi? Hiç korkmazlar mı? İnsan hayatının sorumluluğunu almanın ağırlığını hissediyorlar mı? Risk
altındaki bir hayatı kurtarma sorumluluğunun verdiği
ağırlığı umutla hafifleten cerrahlar, kimseye anlatmaları
mümkün olmayan korku ve sorumluluklarıyla yaşamayı
öğrenmişler. Prof. Dr. Bingür Sönmez, “Bir hastamın
sağlığına kavuştuğunu görmek kaygılı, sıkıntılı anların
yorgunluğunu alıp götürüyor” diyor.
Nobel’e aday gösterilen Cenevre Üniversitesi Hastanesi Kardiyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Afksendiyos Kalangos, “Bir hayat söz konusu; heyecanlanmamak, tedirginlik duymamak mümkün değil. Ancak,
o hayatı kurtaracağınızı düşünmek, önceki ameliyatlardan sonra iyileşmiş hastalarınızın gözlerinde
gördüğünüz mutluluk her defasında güç bulmanızı
sağlıyor” diyor. Bizler için “masada kalmak” deyimi ne
kadar ürkütücü olsa da bir cerrah ancak korkularını
hiçe saydığı noktada hayat kurtarma şansını yakalıyor. Ancak taşıdıkları ağır sorumluluk nedeniyle olsa
gerek, iç dünyaları bize ameliyathanede yaklaşamadığımız alet masaları kadar mesafeli...
Tarihin en önemli doktor ve cerrahları kabul edilen
Koslu Hipokrat’ı, felsefede olduğu gibi hekimlik ve cerrahide de ilmini tüm dünyaya kabul ettirmiş Bergamalı
Galen’i, Bursalı Ali Münşi’yi ve Anadolu’daki şifahaneleri düşündüğümüzde, 10 bin yıl öncesindeki trepanasyon
işlemlerinden günümüzün suni kalp ve suni akciğer uygulamalarına uzanan cerrahi tarihine Anadolu’nun etkisinin güçlü ve büyük ölçekli olduğunu söyleyebilmek
mümkün.
“Primum nil nocere.”
Oyuncu ve fotoğrafçı Deniz Kurtuluş, bir buçuk yıldır
cerrahi operasyonları görüntülüyor ve bu konuda bir
kitap hazırlıyor.
Bu konu National Geographic Türkiye dergisinden özetlenerek alınmıştır, NG Türkiye abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59
İSTASYON
15
SÖYLEŞİ
BİR TATLI
HUZUR İSTİYOR
20 Dakika’daki rolüyle sekiz yıl sonra ekrana dönen Esra Akkaya
ile eğrisiyle doğrusuyla oyunculuğu, dizi setlerindeki ağır çalışma
şartlarını ve hayatına sığdırmayı başardıklarını konuştuk.
SÖYLEŞİ: SELİN GÜREL FOTOĞRAFLAR: BEGÜM ÖZPINAR
Y
ıllar önce Mahallenin Muhtarları ile hayatımıza giren Esra Akkaya’nın, dizinin müdavimlerine kendini nasıl da çabucak sevdirdiğini hatırlıyor musunuz? Bu işi nasıl
başardığını, onunla karşı karşıya gelince
anlıyorsunuz. Pozitif enerjisi sayesinde, eğer isterse
her işin altından kalkabileceğini hemen fark ettiriyor.
Üstelik oyunculuk, hayatındaki tek sevda değil. Bir
koltukta kaç karpuz taşıyor, biz sayamadık doğrusu.
Ekrandan uzak kaldığı dönemde, önce kendine yatırım yapan, sonra bu yatırımı oyuncu adaylarının kazancına dönüştüren Akkaya, ekranı özlemiş olmasına
rağmen tedbiri elden bırakmıyor. İçine sinen projelerde ve en önemlisi daha iyi şartlarda mesleğini icra
etmek istiyor. Bu da en doğal hakkı değil mi?
Bu, sıradan bir kafe değil. Bir işletmeden çok bir proje gibi. Ziyaretçilerin buradan ne şekilde faydalanabileceklerini sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz?
Burayı, bir eğitim-kafe, aynı zamanda da eğlenebileceğimiz bir yer olarak hayal ettik. Eğitimlerin bir
kısmı süreli, bir kısmı günlük. Hande Kazanova’nın
verdiği bir astroloji eğitimi var. Ben de koçluk eğitimi veriyorum. Sağlıklı beslenme ve diyet programları
konuşuyor, imza günleri yapıyoruz, sinema gecelerimiz oluyor. Yok yok… Aslında burası insanların
kendi evleri gibi gördükleri ve kendi organizasyonla-
16
İSTASYON
rını yaptıkları bir yere dönüştü. Evinizin salonu gibi.
Bir yandan da burayı ilginç kılan dekorasyonu ve bu
dekorasyonun satın alınabilir, ulaşılabilir olması. Eskileri dönüştürmeyi seviyorum. Sağdan soldan topladığım objeler, aynı zevke sahip olduğum insanlar
tarafından beğeniliyor. Yani buranın konsepti, dekorasyonu bana ait, ama işin en eziyetli kısmını eşim
yapıyor. Ben daha çok keyfini sürüyorum.
Oyunculuk dışında birçok işle uğraşıyorsunuz. Fakat
küçük yaşlardan beri oyunculuk hevesini içinde taşıyan biri olarak o ilk kıvılcımı büyüten ne oldu?
Tevfik Gelenbe… 1982’de, Gelenbe’nin çocuk oyununda en yakın arkadaşım Çağla Kalafat oynuyordu.
Onu izlerken, bir gün ünlü bir oyuncu olacağını ve çiçeklerle kulisine gideceğimi filan düşünürdüm. Ertesi
sene, Çağla beni de oyuna soktu. Böylece 1983’te başladım, âşık oldum ve bir daha hiç kopmadım. Sonra
Çağla gazeteci oldu, ben oyuncu.
O dönemde mesleğe dair sizi heveslendiren, dikkatle
takip ettiğiniz oyuncular var mıydı?
Olmaz mı? Korhan Abay ile Altuğ Yücel’i Hayvanat
Bahçesi’nde ilk izlediğimde çok etkilenmiştim. Hisseli Harikalar Kumpanyası’na defaten gitmiştim ve
Nevra Serezli hep en büyük aşkımdı. Sonra hayalim
gerçek oldu, Nevra Abla ile aynı oyunda oynadık.
İSTASYON
17
SÖYLEŞİ
Oyunculuk eğitimi çileli olarak bilinir. Küçük yaşlarda bu ideali gerçekleştirmeye çalışırken, seçiminizden pişmanlık duyduğunuz anlar oldu mu?
Bir an bile pişman olmadım. Mesleki olarak asla. Ama pişman olduğum projeler
olmuştur. Mesela 90 dakikalık dizilerde oynadığım için pişmanım. 20 Dakika’da
çok mutluydum, çünkü belli bir rolüm vardı, fazla vaktimi almıyordu, ama oynadığıma değiyordu. En son Böyle Bitmesin diye bir dizide oynadım, attığım taş
vurduğum kuşa değmedi. Canım çıktı. Hastaydım, doktora gitmek istiyordum,
ona dahi göndermediler. Birden neden uzun süredir oyunculuk yapmadığımı
hatırladım.
Oysa 45 dakikayla başlamıştı her şey…
Evet, sonra Mahallenin Muhtarları döneminde 80’lere çıktı. 100 sayfayı, bir kamerayla bir yönetmenle çekersen olmuyor tabii. O şekilde sürüneceğime başka
bir iş yaparım, daha iyi. Biliyorum ki, tiyatro ile televizyonun çilesi çok farklı.
Tiyatroda kendi geleneğinden gelen bir çile var. Bazen zor şartlarda çalışırsın,
ama herkes eşittir, kendini iyi hissedersin. Onda bir sorun
yok, zaten göze aldığın bir şey. Birine âşıksan dikenine katlanırsın ya, aynen öyle. Ama dizilerde birileri para kazansın
diye, seni dibine kadar sömürüyorlar. Onu da bir noktada
durdurmak gerekiyor. “Yerli dizi, yersiz uzun” çok güzel bir
söz. Bunun bir an önce yerini bulması lazım.
ney gibi diziler vardı. Bu sene sadece Muhteşem Yüzyıl ve
Çalıkuşu’nu takip ediyorum.
Dönem dizilerine özel bir ilginiz var galiba…
İyiyse, evet. Nostalji hissini seviyorum. Yaratılan dünyayı seviyorum. Muhteşem Yüzyıl’da yaratılan dünya çok inandırıcı. Bakmaya doyamıyorsun. Ama Fatih’i sevmedim mesela.
Bir hikâyesi yoktu. Ne izleyeceğimizi bilemedik. Üstelik çok
sevdiğim bir oyuncum oradaydı. Reha Özcan. O dizide, her
şeye rağmen inci gibi parlıyordu.
Sizden sonra kardeşleriniz de oyuncu olmaya karar verdi.
Ailenin öncüsü olmanın dezavantajını yaşadınız mı?
Başlangıçta yaşadım. Konservatuvara girmek istediğimde
annem bir cinnet geçirmişti. Ama babam destek çıktı. Veterinerlik Fakültesi’nde okuyordum. Başarılı bir öğrenciydim.
Yine de ikna olacak gibi değildim. Mutlaka oyuncu olacaktım. Bu yüzden başta aileye kabul ettirmek kolay olmadı.
Sarp ile Kaya o yoldan geçmedi. Nasıl olsa ailenin delisi oradan geçmişti. Ailem daha sonra mesleğimi, okulumu, okulumla birlikte getirdiğim arkadaşları çok sevdi. Sarp ile Kaya
da biraz hazıra konmuş oldu.
Sinemayla aranız nasıl?
Sinemayı çok seviyorum, ama o beni görmüyor. Platoniğim.
Çok sevdiğim yönetmenler var, üstelik hepsiyle aram da iyi.
Ama öyle bakışıp duruyoruz. İnşallah bir gün oynarım.
Öğrenci yetiştiren biri olarak, oyuncu adaylarına ne gibi tavsiyelerde bulunuyorsunuz?
Şimdi eğitim alınabilecek çok çeşitli yer var. Konservatuvara girmek şart değil. İyi hocaları bulmak gerek. Craft’ta o
kadar iyi eğitimler oluyor ki... Anthony Vincent Bova, Eric
Morris’in metodunu öğretmek üzere her sene buraya geliyor. Bu bir nimet. Ben Bova’nın öğrencisiyim. Hayatımı
değiştirdi. Son beş yılımı Bova’nın eğitimleriyle geçirdim.
Konservatuvarda öğrendiklerim temelimi oluşturmuştu.
Bova ile temelimi yıktım ve bir daha inşa ettim.
İkizlerin ablası olmak nasıl bir hayat deneyimi sizce? Aralarındaki ilişkiyi kıskandığınız oluyor mu?
Enteresan bir soru. Bana “Hiç kardeşinizi kıskandınız mı?”
diye sorduklarında, “Asla” diye cevap veriyorum. Çünkü kardeşim olsun istemiştim. Ama aralarındaki ilişkiyi kıskandığım oldu. Hâlâ oluyor. İçim bazen cız ediyor. Birbirlerine
olan sevgilerinin türü bir başka. İnsan kendini bazen yalnız
hissediyor. Ama ablalık da çok tatmin edici, güzel bir his.
TV’deki çıkışınız Mahallenin Muhtarları ile gerçekleşti.
Orada çok zor bir işin altından kalktınız. Çok sevilen bir
karakterin yerini yeni bir karakterle doldurmaya teşebbüs ettiniz ve başarılı oldunuz. O dönemde sizi ne cesaretlendirdi?
Kandemir Konduk. Onun sevgisine inanıyordum. “O bana
inanıyorsa, demek ki olacak” diye düşündüm. Cihat Tamer
beni sahnede izlemiş. Yeni Baştan adlı oyunda, Cihan Ünal,
Berna Laçin ve Cem Davran ile birlikte oynuyorduk. Cihat
Tamer o oyunu izledikten sonra, Kandemir Ağabey’e gidip
“Bir kız var, bence Şirin karakterini o oynamalı” demiş. Bizi
tanıştırdıkları gün anlaştık.
Sekiz yıl ekrandan uzak kaldıktan sonra, 20 Dakika ile
TV’ye döndünüz. Neden bu kadar uzun bir ara verdiniz?
90 dakikalık diziler yüzünden. Mahallenin Muhtarları’ndan
sonra Berna Laçin ile birlikte Bir Dilim Aşk diye bir dizide rol aldık. Orada da çok mutluydum. Yakın arkadaşımız
Ümmü Burhan çekiyordu. Kendimi ailede hissettiğim bir
işti. Yorgunluğumuzu pek anlamadık. Ama o sırada gidişat
belliydi artık. İnsani şartlar ortadan kalkmıştı. Bir yandan
da arkadaşlarımın teşvikiyle ajansı açtım. Sonra da oyuncu
yetiştirdiğimiz ajansa odaklanmayı tercih ettim. Ama 20
Dakika çok iyi geldi. Özlemiştim.
Ara verdiğiniz dönemde ajans dışında neler yaptınız?
Kendimi eğitimlere verdim. Oyunculukla ilgili eğitim aldım,
sonra hocalığa geçiş yaptım. Aldığım eğitimleri vermeye
başladım. Altı-yedi yıldır oyuncu koçluğu yapıyorum. Şimdi
dışarıdan danışmanlık hizmeti de veriyorum.
18
İSTASYON
“Umarım yapılmamış bir şeyin parçası
olurum, ‘İlk ben yaptım’ diyeceğim bir
şeyle karşılaşırım.”
Muhteşem Yüzyıl’a konuk olmanızın hikâyesi nedir?
Timur Savcı çok sevdiğim bir dostum. Projeyi de çok seviyorum. Yağmur ve Durul Taylan ile bir gün de olsa çalışma
fırsatı elde ettim. Gittiğime de değdi. İkinci bir mutlu set de
odur. Timur’un setinde mutsuz olamazsın. Bir sahne oynadım, el üstünde tutuldum. Arkamdan hediyeler gönderildi.
Çok hoştu. Sonra kardeşlerimi aldılar. Ben bir bölüm oynadım, onların ikisi birden diziye dâhil oldu.
Hem bir oyuncu hem de bir izleyici olarak, TV’de bir diziyi
izlerken kıstasınız nedir?
Her şeyden önce hikâyesi. Sonra da oyunculuklar. Tabii ki
reji de çok önemli. Ama kendi kriterlerim içinde, üçüncü sıraya koyabilirim.
Şu aralar bu kıstasa uyduğunu düşündüğünüz dizi var mı?
Bu, kötü bir sezon. Daha önce Ezel, Suskunlar, Kuzey Gü-
Hayatınızın akışını değiştiren, bugünlere gelmenizde rol oynayan biri oldu mu?
Müşfik Kenter. Oyuncu olan Esra’nın büyük bir kısmı Müşfik Kenter’in eseri. Elbette diğer hocalarımın, ailemin, herkesin emeği var. Çok yakın dostlarımın beni dönüştürdüğünü düşünüyorum. Çağla olmasaydı, muhtemelen oyuncu
olmayacaktım. Sadece oyunculuk konusunda değil, Çağla
ömrüm boyunca beni dönüştürmüştür. O yüzden hayatımın
dönüm noktalarında Müşfik Kenter ve Çağla vardır.
Hayatta aldığınız darbeleri savuşturmak, pozitif kalmak
için ne yaparsınız?
Aşkla tutunurum. Bu her şey olabilir. Bir tatil programı, almayı planladığım bir kıyafet, taşınma planı veya dönüştürmek istediğim bir obje olabilir. Her ne olursa olsun o şeye
aşkla tutunurum. Önümüzdeki hafta bir battaniye örmeyi
planlamak, benim için çok büyük bir neşe kaynağı olabilir.
Küçük bir şeye büyük tutkuyla bağlanmak...
Kolay kolay öfkelenmeyen birine benziyorsunuz. Sizi neler
öfkelendirir?
Aslında çok kolay öfkelenirim. Mesela bana yalan söyle ve
nasıl delirdiğimi seyret. Yalana karşı hiç toleransım yok.
Üzüldüğüm zaman da öfkelenirim. Birçok insan öyledir. İlk
reaksiyonum üzüntü olarak çıkmaz. Kalbim kırılırsa öfkelenirim. Çabuk söner ama. “Affedersin” dersen biter.
Oynamak istediğiniz, gönlünüzden geçen bir rol var mı?
Yazılmış ve oynanmış bir şey için bu kadar kuvvetli bir hayalim yok. Umarım yapılmamış bir şeyin parçası olurum, “İlk
ben yaptım” diyeceğim bir şeyle karşılaşırım.
İSTASYON
19
KARİYER
Herkes için
sağlıklı ve
güvenli iş
YAZI: Özkan Pamukçu / İş Sağlığı ve Güvenliği Uzmanı
İ
ş ve işveren kesimlerinde son iki yılın en önemli mevzu İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu olsa
gerek. 30 Haziran 2012 tarih ve 28339 sayılı resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren
İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, 1 Ocak 2013’ten
itibaren uygulamaya alındı, 2014’ün Ocak ayındaysa kapsamı daha da genişledi. Kanun, kamu
ve özel sektöre ait bütün işlere ve işyerlerine, bu
işyerlerinin işverenleriyle işveren vekillerine, çırak
ve stajyerler de dâhil olmak üzere tüm çalışanlarına faaliyet alanlarına bakılmaksızın iş sağlığı ve
güvenliğinin sağlanmasını; mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için görev, yetki,
sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin belirlenmesini zorunlu kılıyor. Hayli uzun ve anlaşılması
da biraz meşakkatli olan bu tanımı özetlemek gerekirse, 6331 sayılı bu kanun, iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması; bunun için de gerek işveren, gerekse çalışanların yapması gerekenleri belirleyen
yasal yükümlülükler getiriyor.
30 Haziran 2012’de yayınlanan, 1 Ocak
2013’ten itibaren resmen işlemeye başlayan 6331
Sayılı Kanun’un uygulanmaya alınmasından bu
yana tam bir yıl geçti. Büyük, orta ve küçük ölçekli
işletmelerin aynı anda ve benzer şekilde uygulama
gerçekleştirmeleri gerçekçi bir yaklaşım olmadığı
için kademeli olarak hayata geçmesi öngörüldü.
Buna göre kamu kurumlarıyla çalışan sayısı 50’yi
bulmayan, iş riski “az tehlikeli sınıfta” yer alan iş
yerleri için uygulama tarihi, kanunun yayımlandı-
20
İSTASYON
ğı tarihten iki yıl sonrası olarak belirlendi. Çalışan
sayısı 50 ve üzerinde olan, tehlikeli ya da çok tehlikeli olarak nitelendirilen işyerleri için bu süre bir
yıl olarak tespit edilirken, diğer işyerleri için yayın
tarihinden altı ay sonrası uygun görüldü.
LÜKS DEĞİL, İHTİYAÇ
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın sorumluluğunda olan bu kanun çıkmadan önce, iş güvenliği ve sağlığı konusu işverenlerin inisiyatifinde yürütülüyordu. Diğer bir ifadeyle her işveren,
dolayısıyla da her işyeri güvenliği sağlayan önlemleri kendisi alıyordu. Ancak gerek Dünya Çalışma
Örgütü (ILO), gerekse Avrupa Birliği Konsey’inin
89/391/EEC sayılı direktifi tüm dünya ülkelerini
olduğu gibi Türkiye’yi de harekete geçirdi.
Türkiye’deki rakamlara bakıldığında, atılan
adımın ne derece önem taşıdığı, dahası bunun bir
lüks değil, ihtiyaçtan kaynaklandığı net şekilde
anlaşılıyor aslında. Zira 2010 yılı istatistiklerine
göre Türkiye’de 1 milyon 325 bin 749 işyeri var ve
buralarda istihdam edilen kişi sayısı 10 milyon 30
bin 810’u buluyor. Yine aynı istatistiklere göre bu
işyerlerinde meydana gelen 62 bin 903 iş kazasının 1454’ü ölümle sonuçlanmış. İş kazası ve meslek hastalıklarından kaybedilen iş günü sayısıysa 1
milyon 516 bin 24’e erişmiş durumda… Kazaların
yüzde 80’inin çalışan sayısı 250’nin altında olan
firmalarda meydana geldiği göz önünde bulundurulduğunda, kamu ya da özel sektör, büyük veya
Bugüne kadar işyeri
sahiplerinin inisiyatifinde
olan iş sağlığı ve güvenliği,
artık devletin kontrolünde.
2014’ün Ocak ayından itibaren
kapsamı genişleyen İş Sağlığı
ve Güvenliği Kanunu, her iş
yerinde konuyla ilgili bir
uzmanın bulunmasını; hem
çalışan hem de işveren için
sağlıklı ve güvenli bir ortam
oluşmasını öngörüyor.
İSTASYON
21
KARİYER
Cezai yaptırımları da var
İ
ş Sağlığı ve Güvenliği Yasası, can ve mal kaybının
önüne geçebilmek amacıyla özellikle işyeri sahiplerine
yükümlülükler getiriyor. “Bu yükümlülüklere duyarsız
kalan, söz konusu kanunu tam anlamıyla uygulamayan
işverenleri neler bekliyor,” sorusunun yanıtına gelince.
Kanun, böylesi durumlar için birtakım cezai yaptırımların
olduğunu belirtiyor. Örneğin kanunun önceliklerinden
olan risk değerlendirmesini yapmayan, yaptırmayan
işverenlere 3 bin TL para cezası veriliyor, aykırılık
devam ettiği takdirde bu miktar her ay için 4 bin
500 TL’ye yükseliyor. Acil durumla ilgili gereklilikleri
yerine getirmeyenlere 1000 TL, -yasa uygulanmadığı
takdirde, bu miktar her ay talep ediliyor-, konuyla ilgili
çalışanlarını eğitmeyen işverenlereyse her bir çalışan için
1000 Lira ceza kesiliyor.
küçük işletme ayrımı yapmaksızın tüm işyerlerini
ve çalışanları kapsayacak yasal düzenlemeye duyulan ihtiyaç da ortaya çıkıyor.
Büyük, orta ve küçük işletmeleri içine alsa da
İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun muaf tuttuğu
kurum ve kuruluşlar da yok değil. Fabrika, bakım
merkezi, dikimevi gibi yerler hariç Türk Silahlı
Kuvvetleri, genel kolluk kuvvetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı’nın faaliyetleri bu
yasaya dâhil değil. Ev hizmetleri; afet ve acil durum birimlerinin müdahale faaliyetleri; çalışanı
olmadığı halde kendi adına mal ve hizmet üretimi
yapanlar ile hükümlü ve tutuklulara yönelik infaz
hizmetleri sırasında, iyileştirme amacıyla yapılan
iş yurdu, eğitim, güvenlik ve meslek edindirme etkinlikleri de yasa çerçevesinde değerlendirilmiyor.
HER İŞYERİNE BİR UZMAN
Yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı üzere 6331
Sayılı Kanun, hayli geniş bir alanı içine alıyor.
Yasadaki hükümlerin tam anlamıyla yerine getirilebilmesi, daha da önemlisi uygulanıp uygulanmadığının denetlenebilmesi için her işyerinde bu
alanda uzman bir kişinin bulunması gerekiyor.
Bu, yeni bir iş kolunun, “iş sağlığı ve güvenliği
uzmanı”nın doğmasına vesile olan bir durum…
Yasa bu alanda görev yapacakları, işyerinde iş güvenliğiyle ilgili mevzuat yükümlülüklerinin yerine
getirilmesi için önerilerde bulunan, işverene bilgi
veren ve rehberlik eden uzman kişi olarak tanım-
22
İSTASYON
lıyor ve iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının çalışma koşullarını net biçimde açıklıyor. Buna göre
kamu kurumlarıyla çalışan sayısı 50’den fazla
olan ve az tehlikeli sınıfta bulunan işyerlerinde,
yasa yayınlandığı tarihten iki yıl içinde; 50’den az
çalışanı olmasına rağmen tehlikeli ya da çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde bir yıl içinde diğer
işyerlerindeyse altı ay içinde bir uzmanın bulundurulması gerekiyor. Uzmanların çalışma saatleri
de belli bir düzenlemeye tabi tutuluyor. Uzmanların az tehlikeli olarak nitelendirilen yerlerde çalışan başına ayda en az 6 dakika, tehlikeli sınıfta
yer alanlarda çalışan başına 8 dakika, çok tehlikeli
yerlerde ise 12 dakika görev yapması gerekiyor.
Konuyu tehlikeli meslekler ve çalışan sayısıyla ele aldığımızda ise ortaya şu sonuçlar çıkıyor:
İş sağlığı ve güvenliği uzmanı, az tehlikeli olarak
tanımlanan ve 2 binden fazla elemanı olan bir kurumda tam gün görev alması gerekiyor. Çalışan
sayısı 2 binin katlarıysa eğer (4 bin, 6 bin vb.),
uzmanların sayısında da artış oluyor. Tehlikeli
sınıfta yer alan işyerlerinde tam gün bir uzman
bulundurulması için çalışan sayısı 1500 olarak
belirleniyor. Tıpkı az tehlikeli yerlerde olduğu gibi
çalışan sayısı arttıkça (1500’ün katları) uzman sayısı da yükseliyor. Kaza riski çok yüksek olan yerlerde tam gün uzman bulundurmak için gereken
çalışan sayısı ise 1000. Tıpkı az tehlikeli ve tehlikeli işlerde olduğu gibi çok tehlikeli yerlerde de
çalışan sayısı ile birlikte uzman sayısı da artıyor.
Önceki satırlarda da belirttiğimiz gibi
Türkiye’de 1 milyon 325 bin 749 işyerinin bulunması ve bu işyerlerinde uzmanların görev alacak
olması, belli bir istihdamı da beraberinde getiriyor. Dikkatlerin bu alan çevrilmesinin temel
nedeni de bu durum zaten. Özellikle gençlerin
tercihlerini bu meslekten doğru kullanmaları,
akıllara “bu işin eğitimi nasıl ve nerelerde yapılıyor, dahası her isteyen uzman unvanını alabiliyor
mu” sorusunu da getiriyor. Öncelikle bu eğitim,
üniversitelerin ilgili fakültelerinde değil, Çalışma
ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile bu alanda yetkilendirilmiş kurumlar tarafından veriliyor. Belli
tarihlerde yapılan sınavlarda başarı sağlayanlar,
sertifika almaya hak kazanıyor. Ancak iş Sağlığı
ve güvenliği uzmanlığı, arzu eden herkesin eğitim
alarak yapabileceği bir meslekler sınıfında yer almıyor. Bu mesleği icra edebilmek için ya Çalışma
ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile ilgili kuruluşlarda çalışma hayatını denetleyen müfettişlerden
biri olmak ya mühendislik ve mimarlık fakültelerinin mezunları arasında bulunmak ya da kimyager, fizikçi, biyolog gibi teknik eleman kimliği
taşımak gerekiyor.
Eğitimlerinin ardından sertifika almaya hak
kazanan iş güvenliği uzmanları, yönetmeliğe uygun olarak bir iş yerinde göreve başladıklarında
bir nevi rehberlik hizmeti vermeye başlıyorlar. Diğer bir ifadeyle işyerinde tehlike oluşturabilecek
tüm unsurlarla ilgili işverene öneri sunmak; kazaların tekrarlanmaması için yapılması gerekeni
üst yönetime aktarmak; iş sağlığı ve güvenliğiyle
ilgili risk değerlendirmesi yapmak ve uygulamak;
sağlık ve güvenlik önlemleri konusunda fikir beyan etmek; çalışma ortamını gözetimi altında
tutmak uzmanların görev tanımından birkaçı…
İş sağlığı ve güvenliği mevzuatı gereği yapılması
gereken periyodik bakım, kontrol ve ölçümleri
planlayıp uygulanmasını sağlamak; acil durum
ya da afet anında yapılması gerekenlerle ilgili eğitimleri ve tatbikatları düzenlemek; çalışanlar için
eğitim planlarını oluşturup uygulanmasını sağlamak; gerekli bilgilendirme ve çalışma talimatlarını oluşturmak ve yıl içinde gerçekleştirdiği tüm
faaliyetleri raporlayarak üst yönetime sunmak da
iş sağlığı ve güvenliği uzmanının görevi kapsamında.
Yasanın en
iyi şekilde
uygulanabilmesi
için atılması
gereken adımlar
var. bunun için
de işin içinde
bulunan tüm
birimlerin
ortak hareket
edebilmesi şart.
ilgili çıkan haberlerin çoğunun gerçeği yansıttığı
söylenemez. Hal böyleyken meslekle ilgili bir başka sorunun altını çizmek gerekiyor. Ücret politikasıyla ilgili spekülasyonları doğru kabul edip
uzun süredir herhangi bir kurumda çalışacak
fırsat bulamadığı için bu alana yönelenlerin bir
kısmı, iş sağlığı ve güvenliği uzmanı olarak göreve
başladıklarında ne yapacağını bilemiyor, dolayısıyla mesleğin saygınlığı zarar görüyor.
Tek sıkıntı bu da değil üstelik. Yasanın sağlıklı şekilde hayata geçirilebilmesi için Çalışma
ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, işyeri sahipleri ve
iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının birlikte hareket etmesi gerekiyor ki, doğrusu da bu. Ancak
şu aşamada, sorumluluğun önemli bölümünün
uzmanların omuzlarına yüklendiği de bir gerçek.
Uzmanın işini hakkıyla yerine getirebilmesinde
Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB) veya İş
Sağlığı ve Güvenliği Birimi’ne (İSGB) de hayli
önemli sorumluluklar düşüyor. Bununla birlikte, işyerlerinde kadrolu bir eleman gibi çalışan ve
maaşlarını iş yaptıkları şirketten alan uzmanların, mesleklerini özgürce, kısıtlamalarla karşılaşmadan icra edebilmeleri için Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı’nın çatısı altında bulunmaları
da sürecin sağlıklı işlemesinde etkin yollardan
biri olabilir. Zira iş sağlığı ve güvenliği uzmanları
kimi zaman işverenlerin farklı yaklaşımları, kimi
zamansa işsizlik korkusu gibi nedenlerle görevlerini icra etmekte zorlanabiliyorlar.
ATILMASI GEREKEN ADIM ÇOK
Görev tanımı içinde çok fazla unsurun bulunduğu
iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının, mesleklerinde ilerlemesi, kariyer yapması da mümkün. Fakat
yeni bir meslek dalı olması ve örnek gösterilebilecek meslek erbabının bulunmaması, kariyer yapmanın önündeki en önemli engel. İşte tam da bu
nedenle, eğitimlerini tamamlayıp sertifikalarını
alan ve bir işyerinde göreve başlayan uzmanların
çoğu, kariyer planı oluşturmaktansa uzmanlık sınıflarını yükselterek daha fazla ücret almayı hedefliyor.
Söz ücretten açılmışken, kamuoyunda sıklıkla
gündeme gelen bu konuya da açıklık getirmekte
fayda var. Zira özellikle basında çıkan haberler
takip edildiğinde, bu alanda görev yapanların
Türkiye ortalamasının çok üzerinde rakamlar kazandığına dair spekülasyonlar üretiliyor. Konuyla
İSTASYON
23
TARİHTEN
Arife Tahtı’nın
sedefkâri arkalığı.
OSMANLI SARAY MÜCEVHERLER‹
Cihan devletinin
500 yıllık parıltısı
Mücevher, saray ve hükümdarla anılınca daha değerlidir.Topkapı
Sarayı hazinelerinde, cevherle donatılmış sonsuz çeşitlilikte eşya
ve takılar var. Gül İrepoğlu bu hazineyi inceleyerek Osmanlı Saray
Mücevheri adlı kitabı yazdı.
B
eyliğin imparatorluğa dönüşümü
altının,
gümüşün renkli
taşların pırıltısını da beraberinde getirdi.
Artık ihtişam zamanıydı.
Murassa tören eşyaları sarayda yerini aldı, takılar, padişahın, haremini ve devlet
adamlarının giyiminde vazgeçilmez unsurlar, kuyumculuk ise parlak
bir sanat dalı oldu. Topkapı Sarayı’ndaki
Hazine-i hümayuna ganimet ya da armağan olarak giren, satın alınan mücevherler, İstanbullu kuyumcuların yapıtları günümüzde saray müzesinde sergileniyor.
Bu eserlerin çoğu, elmas, zümrüt, yakut,
lâl, firuze; safir, topaz, zebercet, necef,
yeşim, mercan, lapis, akik gibi değerli
taşlar, irili ufaklı inciler bezelidir. Kuyum
işlerinde fildişi, sedef ve abanoz, boynuz,
balık dişi hatta papağan gagası da kullanılmış.
Mücevher ve değerli taşlar salt ziynet
değildi. Cevhernamelerde bunlarla ilgili
inanışlar da vardır. Örneğin; Zümrüt takı
sara hastalığını önler, taşıyana veba bulaşmaz, zehirli hayvan yanaşmaz, yakut taşıyanı ateş yakmazmış.
Osmanlı kuyumcuları mücevherleri,
kakma, kazıma, oyma (ajur), savadkârî,
telkârî, taneleme, kalıp işi, hasır, kaplama, yaldızlama, minekârî ve firuzekârî
gibi tekniklerle işlerler; Osmanlı üslubu
motifleri, en özenli biçimde kabartma,
oyma ve kakma teknikleriyle hatayîler,
24
İSTASYON
rumîler, kıvrımlı dallar, hançer
yaprakları ve Çin bulutlarıyla
bezeli yüzeylere dağıtırlardı. İlk
göz alan da taşlar değil, özenle
işlenmiş eşya ya da takının bütünüydü. Topkapı Sarayı Hazinesi’ndeki eşyaların bazıları
törenlerde, bazıları gündelik
yaşamda kullanıldı. Taht ve
askı gibi hükümdarlık alametleri; Kur’an ve kitap ciltleri,
Kur’an mahfazaları, yazı takımları, divit,
hokka, kalemdan, rıhdan, makta, makas,
kalemtıraş, kağıt keskisi, kubur, levha,
rahle, tesbih gibi dinsel yaşama ve yazıya ait eşyalar; matara, maşrapa, sürahi,
ibrik, tabak, kaşık, kâse, tuzluk, fincan,
fincan zarfı, buhurdan, gülâbdan, amberdan, şerbetlik, sakızlık gibi yeme içmeye
mahsus eşya; beşik, örtü, yastık, makad,
bohça, şamdan, kandil, avize, nahıl, ayna,
tarak, kese, saat gibi özel eşyalar; kılıç,
hançer, gaddâre, pala, kama, gürz, topuz,
şeşper, meç, kargı, kalkan, ok ve yay kesesi
(tirkeş-sadak), silahlık, barutluk, tabanca, tüfek gibi savaş gereçleri; at koşumu,
at göğüslüğü, üzengi, kamçı gibi binicilik
eşyaları; cerrah takımı, kıskaç, ustura gibi
tıbbî gereçler, nargile, çubuk, ney, satranç
takımı, âsâ, yelpaze, sineklik, şemsiye,
baston, dürbün; geç dönemlerde gözlük
gibi çağa ayak uyduran eşyalar… Hepsi Osmanlı saray mücevheri kültürünün
parçaları olarak çıkar karşımıza. Bütün
bunlar, saray yaşantısını, geleneklerini,
törenlerini canlandırır; yüzyılların ayrıntılarına ayna tutar.
Mevlevihane’nin atölyesinden çıkma
dört ayaklı taht
1
Arife
Tahtı’nın
askısı.
Sultan I. Ahmed (1603-1617), denilebilir ki
padişahların en dindarıydı. Ayasofya’nın
karşısında Atmeydanı’nda Sedefkâr
Mehmed Ağa’ya yaptırdığı Ahmediye (Sultanahmet) Camii’nin ibadete açıldığı 9 Haziran
1617’den beş ay sonra 27 yaşında öldü. Osmanlı
uygarlığına büyük mirası camii, saray hazinesindeki hatırası da olasılıkla yine bir Sedefkâr
Mehmed Ağa eseri olan saray tahtlarının
en narini ve zarifi Arife Tahtı’dır. Türk sedef
sanatının en nefis örneği olan bu cıhar-tak (dört
ayaklı) tahtın kubbeciğinden sarkan beyzî altın
askısı zümrüt, yakut, zebercet taşlarla bezeli,
halkasına da armudî zümrüt top ve kuyumcuişi
püskül bağlanmış.
Arkalığı, oturma alınlığı, basamakları bağa
üzerine sedeften bitkisel bezemeler yansıtan bu
eşsiz tahta Sultan Ahmed ve ardılları bayram
arifelerinde Hasoda’daki tebriklerde otururlarmış. Bundan dolayı saray ortamında “Arife
Tahtı” denilegelmiş. Kubbesinin içindeki yazıtta
Sultan Ahmed için İstanbul’da yapıldığı öğreniliyorsa da sanatkarın adı yazılı değildir. I. Ahmed’i
bu tahtta gösteren bir minyatür de yoktur.
II. Mahmud Arife Tahtı’nda.
İSTASYON
25
TARİHTEN
Işıltısıyla padişahı gölgede bırakan at
3
Türkler için önemli olan at, Osmanlı
sarayında mücevherli takımlarla
donatılırdı. Hatta atların da padişahlar
gibi sorguçları olur, değerli koşumlar, Raht
Hazinesi’nde saklanırdı. Padişah atlarının
koşumları göz alır, bazen padişahın giyim kuşamını gölgede bırakırdı. III. Murad’ın
cuma selamlığını izleyen Stephan
Gerlach, anılarında: “Padişah,
evimizin önünden geçerek camiye
gitti. Gayet sade kırmızı
ve beyaz ipekten yapılma
bir elbise giymişti. Oysa
atı çok süslüydü ve eyerinin arkası firuzelerle
bezenmişti…” diyor.
II. Osman’ı çok
II. Osman ve murassa
koşumlu atı.
Murassa tören
matarası.
Üç ayaklı zümrüt küpeler
2
Sultan I. Ahmed, bir şiirinde kandilleri
caminin üç ayaklı küpelerine benzetir:
“Köşe köşe üç ayaklı küpe gibi sarkar/
Cami’in hak bu ki mengûşına benzer kandil…”
Buradaki ayak kelimesi, sallantılı küpelerin bugün avize denilen parçalarını gösterir.
Hazine kayıtlarında 10 ayaklı küpe bile
vardır. Levnî’nin (18.
yüzyıl) giyinen kadın
figüründe, üç ayaklı
bir zümrüt küpe
görürüz. Hazine’de
bulunan, elmas ve
zümrütlerin yarım
çiçek biçiminde dizilerek
oluşturduğu küpeler, bugün olduğu
26
İSTASYON
gibi eski çağlarda da en sevilen takılar
arasındaydı. Küpeler, bir harem kadınının vazgeçilmez süsüydü. Bunların
değeri, kadının saygınlığını işaret
ediyordu. Kösem Valide Sultan sarayda
vahşi biçimde öldürüldüğünde, katiller kulaklarını yırtarak küpelerini de almışlardı;
Claes Ralamb Seyahatnamesi’nde
anlatıldığına göre sözde bu
küpeleri Kösem’e eşi I. Ahmed
yıllar önce “Kahire’nin bir yıllık
geliriyle” almıştı.
Elmaslı-zümrütlü saray küpesi.
sevdiği Süslü (veya sisli) Kır adlı, murassa
koşumlu atında gösteren ünlü minyatürü
yakından incelendiğinde de atın padişahtan
daha süslü olduğu görülür. Oysa bu genç padişah tahttan indirilip ölüme götürülürken bir
yük beygirine bindirilecekti. O trajik sahneyi
gösteren gravürle bu minyatür arasındaki
tezat çarpıcıdır. Osmanlıların mücevherli at
koşumları o kadar ünlüydü ki, yabancı saraylara yollanan hediyelerin başında gelirdi. 17. yüzyılda Çar Aleksey
Mihayloviç’e hediye olarak gönderilen, içi sırmalı kadife kaplı, zümrüt
yeşili mineyle hareketlendirilmiş
lale motifli altından üzengiler,
bugün Moskova’da Kremlin
Sarayı Müzesi’nde bulunuyor.
Kaşıkçı
Elması’nın efsanesi
Zümrütlü Lâle motifli üzengi.
Hünkârın suyu altın matarada
4
Zümrüt küpeli
harem kadını.
At sırtında uzun süre gitmek, her
an savaşmaya hazır olmak, Asya
Türklerinin özelliğiydi. Bu yaşantıda
su matarasının önemini söylemeye gerek yok.
O zamanlar at terkisine bağlanan mataralar
deriden yapılırmış. Yüzyıllar geçer, yaşantılar değişir, ama gelenek ölmez. Hünkârın
suyunun konduğu, artık bir dünya imparatorunun altın matarasıdır ve değerli taşlarla
bezelidir. Ama yassı gövde biçimini korur.
16. yüzyıldan itibaren padişahların altın
mataraları vardır. Nakkaş Osman’ın
Hünernâme’sinde törende taşınan
böyle bir matara var. Padişahın
suyunu arkasındaki Çuhadar Ağa
taşırdı.
Hazine’deki mataralardan
özellikle biri, 16. yüzyılın bütün
haşmetini yansıtır. Altın üzerine
zümrüt ve yakut işlenmiş bu eşsiz
matarada, kabartma, gömme-kakma işlemeler, kalemkâr tekniğinde
hatayi çiçekler ve yapraklar, motif içinde motifler, göz kamaştırır. Yassı mataranın
Kaşıkçı
elmasından
sorgucuyla I.
Abdülhamid.
iki yanında, ağzında inci tutan küçük ejderha
başlarından birine mataranın ağırlığı (640 dirhem); Diğer tarafa “tecdid” sözcüğü yazılmış.
Bu, eserin bir yenilemeden geçtiğini gösterir.
Matara taşıyan çuhadar ağa (solda arkada).
5
Saray hazinesinin bu ünlü parçası
86 karatlık elmasın, IV. Mehmed
zamanında saraya girdiği sanılıyor.
I. Abdülhamid’in (1774-1789) sorgucunda
görülen ünlü elmasın saraya 1770’ten
önce geldiği kesindir. Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın
Zubde-i Vekaiyat’ta
anlattığına göre
bir yaymacı,
Eğrikapı’da
bulduğu
bu elması
üç kaşık
karşılığı
kaşıkçıya,
o da 10
akçeye bir
kuyumcuya
satar. Elmas
olduğu anlaşılır.
Olay Veziriazam Mustafa
Paşa’ya kadar gider. Bir başka hikayeye
göre Madras Mihracesi’nden alınan elması,
Napoléon’un annesi satmıştır ancak bu, I.
Abdülhamid’in portresinde, elmas padişahın sorgucunda görüldüğünden asılsızdır.
Armudî elması çevreleyen 49 iri pırlanta,
sonradan eklenmiştir.
İSTASYON
27
TARİHTEN
III. Selim’in
meşhur tesbihi
Zümrütlü inci tespih.
7
Serçe parmaklarında
yüzükleriyle III. Mustafa.
Osmanlı padişah resimlerinin en
ilginçlerinden biri olan III. Selim’in
Konstantin Kapudağlı tarafından
1803’de yapılmış portresinde, padişah,
gündelik yaşamında görülür. Ressam,
hünkârın elindeki tespihi de bütün ayrıntılarıyla yansıtmıştır. Bu tespih halen Topkapı Sarayı Hazinesi’ndedir ve Konstantin
Kapıdağlı’nın ünlü resminin ne kadar
gerçekçi olduğunu kanıtlar. 40 santim
uzunluğundaki tespihin imamesi üç parça
zümrüt ve iki iri inciden oluşur. Tesbihin
nişaneleri de zümrüttendir, püsküllerin
ucu da damla biçimli tuşlarla sonlanır.
İnci tespih, her dönemde makbul bir armağan olagelmiştir. Ceşmizâde Tarihi’nde
anlatıldığına göre, Ramazan’da padişahın
huzurunda yapıldığı için Huzur Dersleri
denen Kuran tefsiri meclislerinde “gevher
sübha” denilen değerli taşlardan yapılma
tespihler çekilirmiş. Kimi padişahlar, gündelik yaşamlarında şahane tespihlerini yanlarında
bulundururlarmış. Örneğin II. Abdülhamid, yeşim taşından tespihini her zaman
cebinde taşırmış.
Hazine-i hümayunda pekçok değerli tespih
bulunuyor. 1878 tarihli sayım defterlerine
baktığımızda, zümrüt, inci, mercan, yeşim,
kehribar, akik ve sandal ağacından 74 tespihin
kayıtlı olduğunu görüyoruz. Cezayir dayılarının, eyalet valilerinin saraya gönderdikleri
hediyeler arasında değerli tesbihler de
bulunurmuş.
III. Selim’in ünlü inci
tespihi.
Zenginlik emaresi olağanüstü kemerler
8
Osmanlıların 500 yıllık mührü
6
Her hükümdar için kendisinin ve
babasının ismini içeren dört mühür
hazırlanır; bunlardan biri padişahta
(mühr-ü hümayûn) diğer üç vekalet yüzüğü
sadrazamda, hasodabaşında ve Haremin
Şefi Kethûda kadında bulunurdu. Padişahlar,
genellikle dört köşe zümrüt mühür yüzüğü
tercih ederlerdi. III. Mustafa örneğinde
olduğu gibi, serçe parmaklarına takılan
bu yüzükler minyatür ve resimlere de
yansır. Yavuz Sultan Selim’in siyah
taşlı altın mühür yüzüğünün ise Osmanlı Hazinesi için özel bir önemi
vardı. Hazine kethüdası, Enderun
Hazinesi’nin dış kapısını bununla
mühürlerdi. I. Selim Tebriz ve Mısır
seferlerinden dönüşünde hazineyi
ganimetle doldurduktan sonra bu
mührün kullanılmasını şöyle vasiyet
28
İSTASYON
etmişti: “Benim altunla doldurduğum hazineyi
bundan sonra gelenlerden her kim mangır ile
doldurursa hazine anın mührüyle mühürlensin
ve illa benim mührümle mühürlenmeye devam
olunsun.” Sonraki padişahlar, hazine varlığını
daha yüksek düzeye ulaştıramadıklarından bu
vasiyet imparatorluğun sonuna
kadar tutuldu.
Levnî’nin
çizimiyle kemerli, sorguçlu
rakkase.
Lâle motifli tokalı saraylı kemeri.
Kemer, hem kadın hem erkek giysisinin
vazgeçilmez bir parçasıydı. Nakkaş
Levnî’nin 18. yüzyıla ait ünlü rakseden
kadın figüründeki kemer ve kemer tokası,
başlıbaşına birer takıdır. Kemer kadının belini
daha ince, yahut minyatürdeki gibi göbeğini
daha dolgun gösterirmiş. Padişah ve vezirlerin
kıyafetlerini de zengin kemerler tamamlıyordu. Takanın vücuduna uyması için, kemerler
paftalar halinde tasarlanırdı. Hazinedeki sedef
üzerine yakut ve firuze kakmalı ve fildişi kemer
paftaları, kemerlerin gerektiğinde bozularak
değiştirildiğini, paftaların yeni kumaşlara tutturulmak üzere saklandığını gösterir.
Kemer tokası ise başlı başına bir
takıydı. Örnekte gördüğümüz
kemerin tokasındaki lale
motifi, gümüş tellerle işlenmiş, inciler ve renkli
taşlarla bezenmiş. Kemerler, aynı zamanda
zenginliğin de emaresiydi. Wratislaw, 16. yüzyılda bir paşanın evinden çalınan elmas, yakut,
firuze ve mercanlı murassa kemerlerin yüksek
değerini masal gibi anlatır. Padişah türbelerinde de sorguçların yanı sıra sandukaların
üzerine murassa kemerler sarılırdı. Padişahın
ödüllendirdiği kişilere hil’at giydirilir, mücevher
kemer bağlanırdı.
Kanunî, bir beytinde Tanrı’ya şöyle seslenmiş:
“Kimine verdin bihişt (cennet) ü hil’at ü tâc ü
kemer/ Kiminin yerin(i) cehennem menzilin(i)
nâr eyledin.” Gezgin Thevenot, 17. yüzyıl kadınlarını tanımlarken: “Dolamalarını giyer, bellerine yaldızlı gümüş veya paftalarının üzerine
mücevherler kakılmış bir kuşak sarar; arasına
küçük bir hançer sokarlar…” diyor.
Mühür yüzük.
İSTASYON
29
OTOMOBİL
Röportaj: Sema Uludağ Fotoğraflar: Mustafa Kızıl
G
YAZI: PINAR DENİZER
Bugün artık gelecektir
Otomobil sektörünün önemli isimlerinden ve NTV’deki Saffet’in Garajı
programının yapımcılarından Saffet Üçüncü, otomotiv sektörünün bugününü ve
geleceğini dergimiz okurları için değerlendirdi.
30
İSTASYON
“Saffet’in Garajı”,
bundan neredeyse
20 yıl önce açıldı.
Son birkaç yıldır ise
NTV’de yayınlanan
ve mekânla aynı adı
taşıyan programların
bir kısmı burada
çekiliyor.
eniş kitleler onu NTV’de yayınlanan “Saffet’in Garajı” adlı programla tanısa bile uzun yıllardır otomobil sektörünün içinde Saffet Üçüncü. Merakı
otomobillerle sınırlı da değil üstelik. Binek araçlardan motosikletlere kadar tüm motorlu araçlara yönelik
özel bir ilgisi ve bu ilgiyi besleyen bilgisi var. Bu da kendisini, özellikle gazeteciler nezdinde, sektörle ilgili gelişmelere yönelik bilgisinden yararlanılacak kişilerin başına yerleştiriyor. Malum 2013 geride kaldı. Yeni yılın son günlerinde,
hem 2013’ü değerlendirmesi hem de yeni yılda ve gelecekte
sektörde bizleri bekleyen yenilikleri paylaşması için Saffet’in
Garajı’na gittik. Sağ olsun Üçüncü, bizim talebimizi geri çevirmedi. Biz kendisinin yoğun programının bir parçası olduk, o bize dev bir sektörün bugünü ve geleceğine yönelik
kocaman bir dünyanın kapılarını araladı.
2013 otomobil sektörü için nasıl geçti ve 2014 öngörüleriniz nelerdir?
2013’te Türkiye otomobil sektöründeki gelişmeler, tam da
beklediğim gibi oldu. Ufak tefek sapmaları dikkate almazsak imalatçılar ve ithalatçılar dâhil herkes hedeflediği noktaya ulaştı. Fakat 2014 için aynı durum söz konusu değil.
Avrupa’da yaşanan krizi, Amerika’daki durumu göz önünde
bulundurduğumuzda, ben imalat ve ithalatçıların yerinde
olsam çok daha tedbirli olurdum. Türkiye’deki ekonomik
durum çok farklı elbette, ama dış parametreler bir şekilde
bizi de etkiyor. 2013 iyi geçmiş olabilir, ama bu kimseyi yanıltmasın. Otomobillerin çoğu ithal… Piyasadaki dalgalanmalar ve Euro’daki yükseliş, sektöre de yansıyacak, otomobil
fiyatları istenilen düzeyde olmayacak, dolayısıyla ciddi problemler oluşturacaktır. Vergilerin düşürülmesi, küçük motorlu araçların gelmesi rahatlatıcı olabilir. Katıldığımız uluslararası fuarlarda satışlardaki daralmayı görüyoruz. Bu sadece
binek değil, tüm motorlu araçlar için geçerli olan bir durum.
Avrupa ve Amerika’da satışlarda yaşanan daralmanın ArGe’ye yapılan yatırımları etkilemediğini, Ar-Ge çalışmalarının tüm hızıyla devam ettiğini görüyoruz…
Tabii ki devam edecekler. Son derece akıllıca yürütülen bir
İSTASYON
31
OTOMOBİL
strateji bu, çünkü bu alana yatırım yapanların hemen hepsi
global ve iç pazarı olduğu kadar dış pazarı da önemseyen
firmalar. Asya ülkelerinde, özellikle Çin ve Hindistan’da
hareketlenmeler var. Keza Güney Amerika’da da... Global
firmalar, bu ülkelere çok yüksek adette ürün satıyorlar. Avrupa ve Amerika’da kriz var diye yeni model yapmamaları
söz konusu olamaz. Global anlamda çizgiyi bir seviyede tutabilmek için yeni tasarımlar yapmak zorundalar.
Yenilikler sadece tasarım konusunda gerçekleşmiyor…
Haklısınız, sektörde büyük bir değişim yaşanıyor. Turbo
motorlarla birlikte motorlar küçülüyor; yakıt tüketiminde
ve karbon emisyon değerlerinde ciddi azalmalar sağlanıyor.
Yasal düzlemde öyle değerler talep ediliyor ki, tek başına içten yanmalı motorların bu değerleri karşılaması mümkün
değil. İşin içine elektrikli, yani hibrid otomobiller giriyor.
Fuarlarda yeni modellerden ziyade, hibrid otomobilin yükselişi ilgimi çekiyor. Hemen her markanın hibrid çözümleri
var ve bu otomobillerin bir önceki modellerine göre yakıt
tüketimi yüzde 40, karbon emisyon değerleri ise yüzde 4050 daha aşağıda. Elektrik motorunun otomobile girmesiyle
beraber, radikal değişimler yaşanıyor. Elektrikli motorun
kullanılması otomobilin ekipmanında; klimasında, direksiyonunda önemli aşama kaydedilmesini sağlıyor. Bunlardan
biri güvenlik... Elektrik motorlar, software’i kontrol ederek
otomobilin bazı şartlara uyum göstermesine aracılık ediyor.
Hidrolik direksiyon eskiden motordan pompayla beslenirdi, şimdiyse elektrik motoruyla besleniyor. Elektrik motorda sürücü gazdan ayağını çektiğinde enerji kazanlığı için
motora hiç yük olmuyor, bu da yakıt tüketimini ve emisyonları ciddi şekilde azaltıyor.
Bu gelişmeleri, alternatif yakıt kaynakları geliştirmek için
atılmış önemli bir adım olarak nitelendirebilir miyiz?
Tabii… Alternatif yakıt, fuarlarda benim en çok dikkat
ettiğim unsur. Alternatif yakıt konusunda elektrikli otomobiller önlenemez bir yükselişte. Bir iki yıl içinde değilse bile, 15-20 yıl sonra, elektrikli otomobiller hayatımızda
ciddi biçimde yer alacak. Çünkü içten yanmalı bir motorun
verimliliği yüzde 30-35 civarında, o da yeniyse. Elektrikli
bir motorun verimliliğiyse yüzde 95’in üzerinde...
Arada büyük bir verimlilik farkı var.
İçten yanmalı bir motorda verdiğimiz enerjinin yüzde 60’ından fazlasını kullanamazken elektrikli bir
motorda verdiğimiz enerjinin neredeyse tamamını harekete çevirebiliyoruz.
Bunun bazı handikapları var; örneğin
elektrikli motoru beslemek için pil gerekiyor. 200 kilometrelik bir menzil için
300 kilogramlık lityum bazlı pillerin
olması lazım. Buralardaki sıkıntılar
aşıldığında, elektrikli otomobillerin
gelecekte çok önemli olacağı kesin.
Zaten 2015-2016’da gelecek regülasyonlarla, birçok firma sadece içten yanmalı motorlarla yasal talimatları yerine getiremeyecek. Dolayısıyla
32
İSTASYON
hibrid önümüzdeki dönemde bu regülasyonları karşılayacak bir sistem olarak karşımıza çıkacak.
Otomobillerdeki ağırlığın azaltılması için yoğun çalışmalar
yürütülürken elektrikli motorlar için gerekli pillerin 300
kilogram olması sorun yaratmayacak mı?
Bu güzel ve çok önemli bir soru. Aslında firmalar dengeyi
sağlamış durumdalar. Bazı otomobillere baktığınızda karbon fiberden yapıldığını görürsünüz. Karbon fibere, eskiden yarış otomobillerinde rastlardık; standart otomobillerde karbon fiber ya hiç olmaz ya da estetik görünüm sağlayan
parçalarda kullanılırdı. Şimdiyse günlük hayat için tasarlanan otomobillerde de karbon fiber tercih ediliyor. Bunun
tek amacı, pilin yarattığı ağırlığı, otomobilin ağırlığını azaltarak telafi etmek. Pilin ağırlığının dezavantajını gidermeye
yönelik diğer bir çalışma da playing hibrid otomobiller. Küçük bir pil grubu olan ve 50 kilometrelim menzile sahip playing hibridleri de şarj edebiliyorsunuz. Daha küçük, daha
hafif, yaklaşık 60-70 kiloluk playing hibrid ile 50 kilometre
yol alabiliyorsunuz, ardından devreye içten yanmalı motorlar giriyor. Sözünü ettiğimiz otomobillerin hemen hepsi
sıfırdan imal ediliyor, dolayısıyla ağırlık, daha tasarım aşamasında ön planda tutuluyor. Ağırlığın azaltılması, yakıt
tüketimini ve karbon salımını etkiliyor.
Elektrikli motorlar akla şarj dolum istasyonlarını getiriyor.
Türkiye’de bu alanda yapılan çalışmalar var mı?
İthalat yapan firmaların çoğunun elektrikli motora sahip modeli var. Ayrıca Türkiye’de de elektrikli otomobiller, örneğin Renault’un Clio modeli bu şekilde üretiliyor.
Dolayısıyla devletin şarj istasyonları yapması gerekiyor.
İspanya’da, İtalya’da otoparklarda bile aracınızı
şarj edebileceğiniz noktalar var. Hatta hibrid
araç kullanımını teşvik etmek için birtakım
uygulamalar bile başlatıldı. Örneğin bazı
yerlerde otomobili ücret ödemeksizin şarj
edebiliyorsunuz. Vergi teşvikleri de söz
konusu ki, bu Türkiye için de
geçerli bir durum. Elektrikli otomobil için vergi
avantajı varken belediyenin veya ilgili kurumların şarj istasyonları
yaparak halkı teşvik
etmesi gerek. Ancak
insanların elektrikli
otomobillere yönelik
bazı korkuları var;
menzil konusunda
hâlâ endişe duyuyorlar.
İnsanlar korkularında haklı değil
mi, zira menzil
ciddi bir sorun?
Hibrid’teki konsepti iyi anlamak
da, 700 kilometreye yakın menzil çıkarıyor. Bu da hibrid’in
menzil sıkıntısını ortadan kaldırabilecek bir çözüm. Kore’de
ve Japonya’da deneme mahiyetinde de olsa sistem kullanılıyor. Tüm bunların yanında elektrikli otomobilleri destekleyecek kompresör sistemleri var. Gazdan ayağınızı çektiğinizde bir kompresörü gazla doldurup sonra gaza bastığınızda otomobilin hareketinde onu kullanacak şekilde tasarlanmış. İçten yanmalı motora destek olarak yüzde 40-50’ye
yakın yakıt tasarrufu mümkün. Onun dışında yoğunluğu
çok yüksek solar paneller üzerinde çalışılıyor. Otomobilin
dış gövdesini bu panellerden yaparak, enerji kazanımı sağlayıp elektrikli motorda bunun değerlendirilmesi söz konusu. Söylediklerimin ütopik değil, elektrik ağırlıklı ulaşımın
ön plana çıkacağı bir gelecek bizi bekliyor.
tüvtürk’ün desteklediği ve üç araçla içinde yer
aldığı; 20 ülkeden 111 takım, 666 yarışçı ve 333
aracın mücadele ettiği allgaeu-orient rally’e
bizzat katılan saffet üçüncü, programında
dostluk ve barış rallisi olarak da bilinen bu
organizasyona geniş yer ayırmıştı.
gerekiyor. Şehirlerde müthiş bir emisyon salımı var. Bir gün
içinde binlerce araç trafiğe çıkıyor, kilometrede 150-200
gram karbondioksit salımı oluşuyor. Dolayısıyla soluduğumuz havada ciddi sıkıntılar var. Elektrikli otomobiller, şehir
içinde kullanılsın diye yapılıyor. Bir araştırma yapsak, İstanbul’daki araçların yüzde 80’inin, günde 50 kilometrenin
altında yol yaptığını görürüz.
Geleceğe yönelik atılan adımların diğerleri neler?
Alternatif enerji konusunda ciddi arayışlar var. Hidrojen de
bunlardan biri. Elektrikli olmasına rağmen elektriği aküden
değil, fuel cell dediğimiz yakıt hücresinden alan otomobiller
var. Bu otomobiller bazı ülkelerde kullanılmaya başlandı
bile. Oradaki prensip şu: Yakıt hücresine sahip otomobillerde tanklar var, hidrojen bu tanklara menzilin uzun olabilmesi için yüksek basınçta, 700 barda basılıyor. Bu da
yaklaşık 5, 6 kilograma tekabül ediyor. Hidrojen havadaki
oksijenle buluşup su oluştururken belli bir enerji ortaya çıkıyor ve bu da otomobilin elektrik motorunda kullanılıyor.
Sistemin en büyük avantajı pilden daha hafif olması… Bir
diğer avantajı ise şarja ihtiyaç duymaması, hidrojen verdiğiniz sürece elektrik üretebilmesi. Bir otomobilin iki tankına,
yaklaşık 700 barda yaklaşık 6 kilogram hidrojen bastığınız-
Gelecekle ilgili sık telaffuz edilen konulardan biri de sürücüsüz otomobiller…
Evet, o da hayata geçmiş durumda. Aslında şaşırmamak
gerek, çünkü otomobil içindeki ayrı ayrı bölümler, bizim
bilgimiz dâhilinde olmasa bile birbiriyle iletişim halindeler.
Otomobilin üzerindeki sensörlerle sürücünün ne istediği algılanarak mükemmel bir çekiş sağlanabiliyor ya da çizgileri
kontrol eden line assist sistemi söz konusu. Bunun gibi birçok özellik var. Geriye sadece dışarıdaki olayları otomobile
anlatabilmek kalıyor. İnsan gözüyle görüp kulağıyla duyarak bir tepki veriyor. Aslında bunu bir kamera ya da kızılötesi kamera, radar gibi algılayıcı sistemlerle gerçekleştirmek
mümkün ve bunu gerçekleştirdiler zaten. Ama yolun belli
bir standartta olması lazım. Otomobiller yol, diğer araçlar,
yayalar gibi dışarıdaki parametreleri algılayıp iç sistemlerle
haberleştirmeyi başardığında iş bitmiş, otomatik sürüş gerçekleşmiş demektir. Şu anda bu da var. Hem Japonya’da
hem Avrupa’da, biz bunu kullandık. Böylesi bir durumda
kullandık kelimesi de anlam ifade etmiyor tabii, refakat ettik. Sistemi geliştiren mühendislerle konuştuğumda, bunun
şu an bile devreye girebileceğini söylüyorlar. Fakat çevre
şartlarının uygun olması gerekiyor.
Peki, o zaman sürüş keyfini ve iyi sürücüyü nasıl anlayacağız? Bu tanımlarının tekrar yapılması mı gerekecek?
Hayır, gerekmeyecek. Çünkü her insanda sürüş keyfi diye
bir duygu yok. Otomobilleri ulaşım aracı olarak görüyor,
hatta yoğun trafikte bulunmak bile istemiyor. Hâlbuki
otomatik sürüş olsa, sürücü kendine ayırması gereken
vakti trafikte değerlendirebilir. Otomobil kendi kendine
gidiyorsa trafiğe dikkat kesilmesine de gerek kalmayabilir.
Gelecekteki sistemler üzerine konuşuyoruz, ama sürücüsüz
araçlar günümüzde bile var. Deneme aşamasında ve henüz
uygulanmaya alınmıyor.
Uygulanmaya alınmamasının politik nedenleri olabilir mi?
Olabilir elbette. Sürücüsüz otomobil birçok sektörü çok
derinden etkileyecektir. Aslında elektrikli sistemlerle ilgili
de politik birtakım kaygılar var. Lityum iyon piller mesela.
Dünyada lityum üreticisi üç ülke bulunuyor ve buna sahip
olmayan ülkeler lityum iyon pillerin gelişmesini istemez,
hidrojeni desteklerler. Ama şu an için temel neden çevre
koşullarının oluşmaması. Çünkü bu çok güvenli bir sistem...
İSTASYON
33
SPOR
İ
kinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrası… 1940’lı
yılların sonu... Yer, ekonomik buhran nedeniyle zor günler geçiren insanların yaşadığı Roma…
O insanlardan biri olan Antonio Ricci, uzun süre
sonra bir iş bulur. Bu işle evine, çocuğuna ekmek
götürecek, geçimlerini sağlayacaktır. İşin olmazsa olamazı da üzerine atlayıp her yere özgürce seyahat ettiği
bisikletidir. Ancak terslikler yakasını bırakmaz, daha
işe başladığı ilk hafta bisikleti çalınır. Polise başvurur,
ama gerekli ilgiyi göremez; hatta bisikleti kendilerinin
bulmaları gerektiği cevabını alır. Sonra da 10 yaşındaki oğluyla birlikte Roma sokaklarını arşınlamaya, bisikletini aramaya başlar...
Umut, inanç ve yitiriliş üçgeninde insana dair en
güzel filmlerden biri olan “Bisiklet Hırsızları”nın konusu kısaca böyle… Filmin sinema tarihinde özel bir
yere sahip olduğu da aşikâr. Toplumsal ve farklı insan
hallerine ışık tutan yanı bir yana, bisiklete addettiği
önem de azımsanacak gibi değil. İnsan-bisiklet ilişkisi üzerine kurulan filmlere verilecek tek örnek “Bisiklet Hırsızları” değil elbette. Gerek Türk, gerekse dünya
sinemasından birçok yapımda karşılaşılabilir bu araçla. Zira bisiklet, var olduğu günden bu yana insan zihninde özgürlükle, bağımsız hareket edebilmekle eşdeğer tutulmuştur. Belki de bu nedenle yaşı iki ya da üçe
erişen veya karnesini iyi notlarla dolu çocuklar,
bisikletle ödüllendirilir.
Bugün dünyada milyonlarca tutkunu olan,
adına dernekler ve federasyonlar kurulan, yarışlar düzenlenen bisikletin tarihçesi hakkındaki bilgiler muhtelif.
Kimi kaynaklar motorsuz, iki tekerlekli, pedallı bu araçların ilkel
1800’lü yılların başlarında insanlar,
pedallardan yoksun bisikleti daha ziyade
yürüme bandı olarak kullanıyorlardı.
atalarının Çin’de, 12’nci yüzyılda ortaya çıktığını belirtirken, kimileri bisiklete dair gerçek çizimlerin ilk kez
Leonardo da Vinci tarafından 1492’de yapıldığını belirtir. Bunlar, doğruluğu üzerinde tartışmalar yürütülebilecek savlar. Ama 1791 yılında, Fransa’da, iki tekerlekli bir oyuncak hayal eden Kont Sivrac’ın, bu hayali
gerçekleştirmek üzere attığı adımların bisiklet tarihçesinde özel bir yeri var. Bisikletin de tıpkı diğer birçok
ürün gibi tek bir mucidin eseri olmadığı, zaman içinde farklı kişi ve kurumların yaptığı eklemelerle bugüne kadar geldiği düşünülürse, Sivrac’ın bu girişiminin
bir nevi “ilk adım” olduğunu söylemek mümkün. Pedalı olmayan, dolayısıyla üzerine oturan kişinin adımlarıyla ilerleyen, bugünden bakıldığında biraz acayip
görünen bu alete “celerifere” adı verildi. Bir sonraki
adımsa yine bir Fransızın, Baron von Drais’in öncülüğünde atıldı. Sivrac’ın iki tekerlekli aracı üzerine gidon
ve sele yerleştiren Baron, geliştirdiği aracı “Laufmaschine / Koşu Makinası” olarak adlandırdı. Fakat bu
isim yerine icadın Baron’a ait olduğunu belirten “Draisienne / Drais’in” adı daha popüler hale geldi. Drais
1817 yılında icadını 14 kilometre boyunca kullandı ve
bir yıl sonra da Paris’te sergiledi. Önceleri halk arasında büyük tedirginlik yaratan Draisienne’ler, bir süre
sonra o kadar moda oldu ki, bir anda başka ülkelerde de benzerleri yapılmaya başlandı.
BABA OĞUL
KUTSAL MICHAUX’LAR
Bisikletin tek bir kişinin
buluşu olmadığını, günümüze gelene kadar birçok kişi tarafından geliştirildiğini
belirtmiştik.
Tarihçesine bakıldığında
Fransızların bu konudaki
çabaları, saygıyı hak ede-
YAZI: Yosun Akverdi
İlk olarak 1700’lü yılların sonlarında varlığını gösteren bisikletler,
tarihçesi boyunca birçok evreden geçerek, değişime uğrayarak
günümüze kadar ulaştı. Değişmeyen tek şey ise insana
hissettirdiği özgürlük duygusu oldu.
34
İSTASYON
İSTASYON
35
SPOR
cek nitelikte zira Draisienne’lerden sonra bisikletin bisiklet olabilmesi için çalışmalar yapan baba oğul da bir
Fransız. Pierre ve Ernest Michaux’dan söz ediyoruz. Baba
oğul Michaux’lar, 1861’de, Baron von Drais’lerin icadı
Draisienne’in ön tekerlek göbeğine pedal takma düşüncesini ürettiklerinde, bunun kendi isimlerini tarihe geçirecek bir fikir olduğunu bilemezlerdi kuşkusuz. Tekerlek
göbeğine pedal takma fikri, gerçek bisikletin ortaya çıkmasını sağladı, çünkü artık, aracı sürerken insan enerjisinden düzgün biçimde yararlanma imkânı da elde edilmişti.
İşte bu gelişme, Avrupa’nın her yerinde ‘bisiklet hastalığının’ ortaya çıkmasına neden oldu. Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre Michaux’ların “Velo” adını verdikleri
bu araç İskoçya’ya Velocipede ismiyle girdi ve büyük ilgi
gördü. Öyle ki, kimi politikacılar, düzenledikleri kampanyalara dahi bu ismi verdiler. Aradan sadece iki üç yıl geçmişti ki, baba oğul Michaux’lar geliştirdikleri ürünün bu
derece beğenilmesinden ticari gelir elde etmek amacıyla
Velo fabrikası kurdular. O yıl 142, bir sonraki yılsa 400
Velo’nun yapıldığı Michaux Company, 200 işçinin ekmek kapısı oldu. Velo’lara yönelik ilgiye kayıtsız kalamayan Fransız hükümeti bir süre sonra Savunma Bakanlığı
aracılığıyla üretime destek verdi.
Günümüzde yeni çıkan bir ürün, eğer büyük firmaların markası altındaysa, aynı anda tüm dünyaya yayılabiliyor. İletişim ve bilgi teknolojilerinin süratle geliştiği global dünyada, ilgi gören bir ürünü, gelişmişlik düzeyi ne
olursa olsun tüm ülkelerde bulmak mümkün. Ama konumuz bisiklet ve sözünü ettiğimiz 1800’lü yılların ortası... Bisikletin kaderi Fransa’da çizilmiş ve özellikle Avrupa ülkelerinde bisiklet hastalığı vukuu bulmuş olsa bile,
üretimin kıtaya yayılması için zaman gerekiyordu. Örneğin İngiltere’de Velocipede üretimine 1865 yılında başlandı. Coventry Dikiş Makineleri Şirketi, bir süre sonra
Bisiklet hayatın jokeridir
İSTASYON
ile bir çalışma yaptık. Pilot sekiz hatta, otobüslerin
neklerin kurulmasına da vesile oldu. Bunlardan biri
önüne bisiklet taşıyıcı monte edildi. Taşıyıcılarla
olan Bisikletliler Derneği, 2008’den bu yana faaliyet
bisiklet sürücüleri kendilerini güvende hissedecekler,
gösteriyor. Bisiklet kullanımının teşvik edilmemesine
dik yokuşları, riskli uzun mesafeleri otobüsle kolayca
ve yolların bu aracı kullanmaya uygun olmamasına
geçebilecekler ve en önemlisi bisikletim arıza yapar-
karşı birtakım çalışmalar yapmak gerektiğini dü-
sa eve nasıl dönerim kaygıları olmayacak.
için. Tabii bu arada Birleşmiş Milletler ile iklim de-
şünen bir grup bisiklet tutkunu tarafından kurulan
Derneği’in çalışmalarıyla ilgili bilgi almak üzere Baş-
Türkiye’deki bisiklet kullanımını nasıl değerlen-
ğişikliğiyle ilgili projemiz oldu, pilot bir toplu konut
kan Murat Suyabatmaz’a yöneltiyoruz sorularımızı.
diriyorsunuz?
alanında trafik eğitim pisti inşa ettik, 6 bin çocuğa
Ülkemizde bisiklet kullanıcı sayısı oldukça iyi. Ancak
trafik eğitimi verdik. Okula bisikletle gidilmesini
Derneğinizin kurulduğundan bu yana bisiklet kul-
trafikte güvenli ayrı yollar olmadığından için pek çok
teşvik eden proje yaptık.
lanımını sevdirmek ve yayınlaştırmak konusunda
kişi endişeye kapılarak bisiklet kullanamıyor.
Kamu ve özel kuruluşlarla yürüttüğünüz projeler-
kaydettiği mesafeyi öğrenebilir miyiz?
Pek çok konuda başarılar sağladık. Çevre ve Şe-
Bisiklet severlerin rahatça hareket etmesi için
le ilgili bilgi alabilir miyiz?
hircilik Bakanlığı’yla yaptığımız işbirliği sonucunda
atılması gereken temel adımlar neler?
Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler ile çeşitli projeler
Bisiklet Çevre kanunun 8. Maddesi teşvik kapsamına
Üç önemli adım var. Öncelikle bisiklet kültürünü
gerçekleştirdik. Türkiye’deki hemen hemen tüm ba-
alındı. Bakanlık artık “Devlet çevreyi koruyan yatı-
arttırıcı halkla ilişkiler çalışması yapılmalı ve motorlu
kanlıklarla çeşitli projeleri hayata geçirdik. Sağlık Ba-
rımları destekler” maddesi kapsamında ulaşım odak-
taşıtlar sürücülerinin trafikteki bisikletlilere saygılı
kanlığı ile obeziteyle mücadele, Ulaştırma, Denizcilik
lı bisiklet yolu projelerinin yüzde 45’ini karşılıyor.
davranması sağlanmalı. Bu durum daha çok kişiyi bi-
ve Haberleşme Bakanlığı’yla alternatif ulaşım, Çevre
Bu kapsamda 64 belediye, 5 ila 10 milyon TL teşvik
siklete yönelteceği için trafik rahatlayacaktır. İkincisi
Bakanlığı’yla karbon salımını azaltmak, Enerji Bakan-
alıyor. Bakanlık son olarak özel ve rezerv toplu konut
güvenli bisiklet yolları ve park sistemleri yapılmalı.
lığı ile petrol tasarrufu sağlamak, Turizm Bakanlığı
alanlarında bisiklet yolu zorunluluğu getirdi. Diğer
Üçüncü adım ise bu altyapının toplu taşıma ve sosyal
ile sürdürülebilir turizm konularında çalışmalar
bir önemli gelişmeyse Milli Eğitim Bakanlığı ile yap-
donatılarla entegre edilmesidir.
yaptık. Bununla birlikte sivil toplum kuruluşlarıyla
da işbirliği içindeyiz. Başta Kardiyoloji Derneği, GEA
tığımız çalışma sonunda ortaya çıktı ve bisiklet orta
Bisiklet, mevsim
gözetmeksizin
kullanabileceğiniz
bir araç. Biraz dikkat
ve kontrol sayesinde
kar üzerinde bisiklet
kullanmanın keyfine
diyecek yok.
36
Türkiye’de hayli tutkunu bulunan bisiklet, çeşitli der-
halk arasında “sarsak” adıyla anılacak demir telli tahta tekerleklerden oluşan aracı üretmeye başladı.
Bundan sonraki on yıl boyunca üretilen Velocipede’lerde sistem çok basit şekilde işliyordu. Pedalın bir döngüsü tekerleri ancak bir kez döndürebiliyor, dolayısıyla çok
fazla efor sarf edilmesine rağmen çok az yol alınabiliyordu. Velocipede’nin geliştirilmesi için çalışmalar yapanlar,
ön tekerleğin çapının büyümesi halinde hızın da artacağı fikrini ortaya attılar. Ve ön tekerin çapını 75 santimden 162 santime çıkarıp arka tekerin çapını 30 santimetreye kadar düşürdüler. Bugün çoğumuzun fotoğraflarda
benzerine rastladığı, bir örneği bu sayfalarda da yayınlanan önü kocaman, arkası ise kısa orantısız bisikletler,
işte böyle bir kararın ardından yollarda boy göstermeye
başladı. Bu modeldeki tek sorun görüntüsünün son derece komik olması değildi, kullanımı da hayli zordu. Bu
Velocipede’ye binmek için bisiklet kullanmayı bilmek yetmiyor, aynı zamanda da çok uzun boylu olmak gerekiyordu. Kısa boylular bu durumda ne mi yaptı? Kadro üzerindeki pedallara yerleştirilen ayna dişlisiyle arka tekerleğin
göbeğine takılan rublenin icadına kadar, onlar üç tekerlekli Velocipede’ye binmek zorunda kaldılar. Her iki diş-
öğretimde müfredata alındı. Bisiklet 5, 6, 7 ve 8’inci
Avrupa Bisiklet Federasyonu ile işbirliği içindesi-
Arama Kurtarma, Diyabet Vakfı olmak üzere birçok
sınıflarda seçmeli ders olarak okutulacak ve gençler
niz. Bu işbirliğiyle gerçekleşen çalışmalar neler?
kurumla işbirliği içindeyiz. Kısacası bizler, toplumda
trafikte ilk taşıtları olacak olan bisikletle daha güvenli
Şu anda AB tam üyesi olmadığımız için maddi destek
farkındalık yaratarak bisikletin hayatın jokeri olduğu-
sürüş yapabilecekler. Son olarak İstanbul’da, İETT
alamıyoruz, ancak bilgi akışı çok daha değerli bizler
nu göstermeyi hedefleyen çalışmalar yapıyoruz.
bisiklet öyle bir tutku ki, adına dernekler ve
federasyonlar kuruluyor. hangi ülkede olursa
olsun kurumların ortak amacı, daha fazla kişiyi
bisiklete teşvik etmek...
linin zincir aracılığıyla birbirine bağlanması bisiklet tarihinde bir devrim olarak nitelendirildi, çünkü öndeki
büyük dişliyi pedal vasıtasıyla bir kez döndürmek, arkadaki dişlinin birkaç defa dönmesini, dolayısıyla bisikletin
daha hızlı hareket etmesini sağlıyordu.
Velocipede’deki değişim ve gelişim hızıyla, bu aracın
kendini gösterdiği yolların iyileştirilmesi birbirine paralel bir süreç izlemedi ne yazık ki. Çukurların, hendeklerin
bolca bulunduğu yollarda tahta tekerlekli bir araçla dolaşmak, sürücülere çoğu zaman zevkten ziyade eziyet gibi
geliyordu. 19’uncu yüzyılın tarih sahnesinden yavaş yavaş
çekilmeye başladığı dönemde, J. B. Dunlop adındaki bir
İskoç, önemli bir buluşa imza attı. Asıl mesleği veteriner-
lik olan Dunlop, oğlunun üç tekerlekli bisikletinde bir deney yaptı ve havalı lastiği bulan ilk insan olarak tarihteki
yerini aldı. Fakat sorunlar sona ermiş değildi, zira arka tekerlek ayna dişlisiyle birlikte dönerken pedalları da hareket ettiriyor, yokuş aşağı inerken bile pedal çevirmek gerekiyordu.
1900’de arka göbeğe kurulan bir düzenek sayesinde bu
sorunun da üstesinden gelindi, ve böylece Velocipede’ler
aşağı yukarı bugünkü görünümüne kavuştu. Değişen sadece teknik yapı değildi, o tarihten sonra neredeyse 40 yıl
boyunca Velocipede ismiyle anılan bu araca bisiklet denilmeye başlandı. Latince çift anlamına gelen “bi” kelimesi ile Yunanca tekerlek ya da daire anlamına gelen
“kukos” kelimelerinin birleşmesiyle oluşan bisiklet, doğduğu andan bugüne birçok evreden geçti. Adı dâhil hemen her şeyi değişti. Değişmeyen şey ise teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, otomobiller ne vadederse etsin bu
araca duyulan tutku oldu. Bu öyle bir tutku ki, bugün bile
kapısının önünden çalınan bisikletini bulabilmek için sokakları arşınlayan insanlara rastlayabilirsiniz. Tıpkı Vittorio De Sica’nın “Bisiklet Hırsızları” filminde Lamberto
Maggiorani’nin canlandırdığı Antonio Ricci gibi.
İSTASYON
37
TEKNO HAYAT
Akıllı ve Giyilebilir:
Başka Bir Arzunuz?
Bundan 20 yıl önce Wi-Fi bağlantı noktalarını gösteren t-shirt’ün olabileceğine kim
ihtimal verirdi? Ama oldu. Artık spor yaparken nabzı ölçen ceketten USB’li güneş
gözlüğüne, sensörlü çoraplara kadar birçok ürünü giyebilmemiz mümkün.
YAZI: Bahar Kader
D
ouglas Adams, 1977 yılında yazdığı Otostopçunun Galaksi Rehberi romanında, Babil balığından bahseder.
Bu fantastik sarıbalık o kadar maharetlidir ki, kitabın
kahramanlarından Arthur Dent’in fantastik uzay yolculuğundaki kurtarıcılarından biri olur. Dent’in kulağının
içine yerleştirdiği Babil balığı, kâinatta konuşulan tüm dilleri kullanıcının anlayacağı dile çevirip bu bilgiyi beyin dalgalarıyla iletmek gibi bir meziyete sahiptir. Adams’ın olağanüstü
hayal gücünden doğan Babil balığı, herkesin sahip olmak isteyebileceği bir tasarım ve kurgulandığı dönem için hayli fütüristik. Ancak Babil balığı günümüz için imkânsız değil.
90’lı yıllarda bizlere milenyum çağını müjdeleyen biliminsanları da hayallerimizi zorlayan ve merak uyandıran benzer
teknolojilerden bahsediyorlardı. Hazırlandıkları yeni teknoloji çağında akıllı tasarımlar hayatımızı kolaylaştırmakla
kalmayacak, hızlanan dünyanın parçası olmamızı sağlayacak
oyuncaklar, yeni kurdukları evrenin başrol oyuncuları olacaktı. Doğrusu sözlerini tuttu biliminsanları; bilim kurgu filmlerinde karşımıza çıkan onlarca teknolojik oyuncak gündelik
hayatımıza ardı ardına katılmaya başladı. Günümüz dünyasında artık teknolojinin taşınabilir olması değil, giyilebilir ve
vücudumuzun bir parçası gibi duranı makbul. Bilim kurgu
38
İSTASYON
aracılığıyla yıllardır hazırlandığımız teknolojik devrimi kabullenmekte zorlanmadık. Hantal, işlevinin gerisinde kalmış ve
hayatımızı hızlandırmayan teknolojiye artık elimiz gitmiyor.
Bisiklet yarışlarına tutkun sporseverler, bisikletçilerin göğüs kafesine taktığı nabız ölçer olmadan yarışa başlamadığını
iyi bilirler. Bu akıllı alet GPS ile sporcunun bilgilerini takım
aracında bulunan bilgisayara ilettir ve takım antrenörü de
bisikletçinin kondisyonuna göre performansını yönlendirir.
Nabız ölçen, sporcuyu uyaran bu tip giyilebilir teknolojik
araçlar kullanıma girdiği ilk günden itibaren bize göz kırptı.
Elit sporcular üzerinden dünyamıza girip normalleşen bu
teknoloji artık deyim yerindeyse eskidi. Çünkü talep ettik
ve hızla kullanımı daha pratik olanı üretildi. Kısa süre önce
Amerikalı bir şirket, bu alanda devrim niteliği taşıyan yeni
bir ürün geliştirip tanıttı. Akıllı çorap adını verdikleri ürün,
sporcunun adımlarını sayıp hızını ölçmekle kalmıyor yaktığı
kaloriyi de hesaplayıp bilgisayara veri olarak aktarıyor. Üstelik kirlenince makinada yıkanabiliyor. Giyilebilir teknolojinin
ayaklarımızın altında ufalanmadan işlevini yerine getirdiğini
görmek manidar olduğu gibi, her birimizi işini bilen birer
antrenör seviyesine getirmesi de şaşırtıcı. Vücudumuzu gerçek anlamıyla tanıdığımız gibi ihtiyaçlarımızı, hatalarımızı ve
eksiklerimizi kendimiz ölçüyoruz. Farkındalığımızın artmasının biliminsanlarının işlerini kolaylaştırdığı aşikâr. Akıllı
telefonları, sosyal ağlara bağlanmanın en kestirme aracı olarak görme tembelliğinden vazgeçip gerçekten akıllıca kullanmaya başladığımızda, yine giyilebilir teknolojinin nimetleri
ufkumuzu aydınlatıyor. Hepimizin karşılaştığı sorunlardan
biri olan uykusuzluk akıllı bir bileklikle artık sorun olmaktan
çıkmak üzere. Dışı silikonla kaplı bu bilekliğin içinde vücut
saatinin nasıl işlediğini veri olarak depolayan bir sistem mevcut… Alet uykuya dalış anından başlayarak, rüyaya dalma ve
uyanma aşamalarını tek tek kaydediyor. Uykunun hafiflemeye başladığı sabah saatlerinde vücudumuza titreşim vererek
günün en verimli olacağımız saatinde bizi tedirgin etmeden
uyandırıyor. Uyandığınızda yaptığımız işlemse çok basit; aleti akıllı telefonumuza takarak verileri aktarıyoruz ve bir gece
önceki tüm uyku düzenimizi ekranda görüyoruz. Uyku sorunları olanlar bu aşamadan sonra kendilerini rahatsız eden
bulgularla da yüzleşiyor. Bilekliğin tek numarası bu değil
üstelik. Gün içerisinde kaç adım attığınızdan tutun nabız ve
performans dengenizi kadar birçok şeyi hesaplıyor. Anlayacağınız hayatını yoluna sokmak isteyenler için artık bahaneler
tükendi, giyilebilir teknoloji gerçekleri önünüze seriyor.
Yürüyen hafıza hayatı kaydediyor
Bazılarımız, her anımızı kaydetmeyi seviyoruz. Giyilebilir teknoloji sosyal ağlarla beraber gündelik yaşam evrenimizi değiştiren bu alışkanlık için de bir çözüm üretti. Kibrit kutusu
büyüklüğündeki yürüyen hafızayı kıyafetinizin üzerine takıyorsunuz ve 5 megapiksellik fotoğraf kareleri olarak kaydettiğiniz görüntüler GPS ile çekildikleri yerlere göre belli bir düzende bilgisayarınızda depolanıyor. Alın size hatıralar denizi,
üstelik zahmetsiz ve akıllıca.
Giyilebilir teknoloji emekleme aşamasındayken biliminsanları öncelikle işlevine kafa yordular. Teknolojinin amacına
uygun hizmet etmesi ve fayda sağlaması önemliydi. Temel
atıldıktan sonra estetik ve tasarım kaygıları vücut buldu. ArGe için harcanan dev bütçelerin şık ve satın almayı teşvik edecek ambalajlara ihtiyacı doğdu. Günümüzde akıllı ve giyilebilir teknolojiler kişinin tasarım zevkini gıdıklamıyorsa yaşama
şansının olduğunu söylemek güç. Geçmişte sadece biliminsanlarına yatırım yapan çok uluslu dev teknoloji şirketleri, nicedir tasarımcılar, modacılar, trend ölçerler ve focus gruplarla
olan işbirliğini sürekli daha üst seviyelere taşıma gayretinde.
Hava durumuna göre kendini güncelleyen kumaşlar, tabanı
kendiliğinden zemine göre uyumlanan ayakkabıların hayal
olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Yeni dünyada hız
tek güç ve kimsenin zaman kaybetmek gibi bir lüksü yok. Gün
içinde nabzınızı, kan basıncınızı ölçüp, vücudunuzda meydana gelen ani değişimleri tespit eden Intimacy isimli kadın
elbiseleri, sadece sağlığınızı düşünmüyor. Vücutta meydana
gelen ani değişimlere göre karşınızdaki kişiden hoşlandığınızı tespit ederse kostüm şeffaflaşıyor. Bu kadar hıza kimin
ihtiyacı olduğu bilinmez ama, üretildiğine göre mutlaka bir
taliplisi çıkacaktır. Şov dünyası da bu parıltıdan payını almayı
iyi bildi. Sahneye adımını attığında üzerine yıldız tozu serpilmiş gibi bir büyü bırakan LED elbiseler, mahir tasarımcıların
elinden çıktığından beri moda dünyası farklı ivme kazandı.
Vücut ısısına göre farklı renkler yayan bu elbiseler gösteri
dünyasını cilalamakla kalmadı, giyilebilir teknolojinin tasarımla kişiselleşen dünyasına yeni bir pencere açtı. İster tüm
vücudunuzda LED’le ışıldayın isterse pantolonunuz sadece
bir paçasında, o artık sizin imzanız.
Giyilebilir teknolojinin sağlıkla yolunun kesişmesi belki
de tüm bu sürecin en sevindirici kısmı. Geçtiğimiz günlerde
yürümeye yardımcı olan bir aletin tanıtımı felçli hastalar için
yeni bir umut kaynağı oldu. Kalça hareketinin yönünü sensörlerle tespit eden robotik alet harekete geçiyor ve yürümeye
yardımcı oluyor. Üstelik daha öncesinde önerilen diğer çözümlere göre daha küçük, hafif, pratik ve giyilebilir.
Babil balığının düşünü kuran Douglas Adams’ı bu veriler
ışığında anmamak mümkün değil. Bizleri çok eğlenceli bir
uzay yolculuğuna çıkarmakla kalmadı, hayallerimizin gerçek
olabileceğine de inandırdı. Güzel olan şu ki; bilim insanları da
bu hayalle ortak oldu.
Saat olarak da
kullanılabilen cep
telefonları, spor
yaparken nabzımızı
ölçerek GPS ile
bilgisayarımıza
aktaran vital ceketler,
USB güneş gözlüğü,
Hüseyin Çağlayan gibi
büyük bir modacının
koleksiyonuna girmiş
LED elbiseler. Bunlar
teknolojinin vardığı
en son noktanın
göstergeleri. Buradan
yola çıkarak gelecekte
teknolojinin hayatımızı
nasıl şekillendireceği
sorusuna verilecek
yanıtlar, fazla
hayalgücü
gerektirmeyecektir.
İSTASYON
39
YEME-İÇME
Kullanılan malzemenin taze, doğal ve kaliteli
olması; yoğuranın bileğinde güç, yüreğinde sabır
bulunması, lezzetli bir çiğköfte için yeterli…
ra da söz, diğer bir ifadeyle sohbet gelir. Yazıdan ziyade sözlü
anlatımın hâkim olduğu bizim gibi Doğu kültürlerinde, sözle yemeğin kimi zaman birini beslediği de görülür ki, buna
verilebilecek en iyi örnek kısaca “sıra” adı verilen sıra geceleridir. Kapıları kadınlara kapalı olan; yemek, içmek, sohbet etmek ve eğlenmek üzere tertiplenen bu gecelerin vazgeçilmezi çiğköftedir. Her ne kadar eğlence amacıyla düzenlense ve
hiçbir yazılı kuralı bulunmasa bile, yüzyıllardır var olan ritüelin muhafaza edildiği, başka bir ifadeyle belli bir disiplin
ve hiyerarşinin varlığını son derece yoğun hissettirdiği sıra gecelerinde çiğköfte yoğurmak, herkesin harcı değildir. Bileğin
kuvvetli, yüreğin ve bedenin temiz olması ön koşuldur; bir de o
tepsinin başına oturacak kişinin lezzetten çok iyi anlaması gerekir. Aksi takdirde, sıra gecesine katılanların “yuvarlak köftesine
benzemiş” eleştirisine muhatap
Rivayet o ki, Nemrut’un Hz. İbrahim’i yakmak
için civardaki tüm odunları toplaması, yörede
yaşayan halkı yemek pişiremez hale getirir.
Bunun üzerine bir avcı, ceylan etinden bir
parça alır ve bir taşın üzerinde tokmakla eti
dövmeye başlar. Ardından da dövülmüş eti
bulgur, biber ve tuzla karıştırarak yoğurur...
İşte bu, çiğköftenin doğmasına vesile olur.
YAZI: Biray Anıl Birer
G
eçmiş kültürlerden kalan en büyük değerin, tarihi eserler olduğunu düşünürüz çoğu zaman. Doğrudur, zira
çeşitli medeniyetlerin geride bıraktıkları, yaşadıkları
döneme ilişkin birçok ipucu sunar. Dahası insanlık tarihinin geçirdiği evrelerin anlaşılmasında önemli rol oynar. Sadece arkeologlar değil, toplumbilimciler için de önemli bir kaynaktır tarihi eserler.
Peki ya yemekler; onların da bir tarihçesi yok mu? Onlar da
birer tarihi esermişçesine korunup kollanmamalı mı? Her gün
masamıza gelen bir yemek, salt içindeki malzemesinden ve kendisini yapan ellerin maharetinden mi ibaret? Üzerinde hiç düşünmeksizin damağımızı şenlendirmesi ve tabii yaşamsal ihtiyacımızı giderebilmesi için ağzımıza atıverdiğimiz yemekler,
birkaç saat önce pişmiş olsa bile, binlerce yıllık bir serüvenin
ardından gelmemiş midir o masaya? Ağıza atılan lokmaların,
farklı farklı medeniyetlerin ve dahi adı anılmayan mucitlerin
eserleri olmadığı söylenebilir mi?
Misal çiğköfte… Bu topraklarıda yaşayan herkes için bir kültürün simgesi haline gelen, tarihçesi milattan önceki yıllara kadar dayanan çiğköftenin dönemin koşullarıyla ve kuşkusuz pratik zekânın eseri olarak ortaya çıkmadığını kim iddia edebilir
ki… Bugün sadece Güney ve Doğu Anadolu bölgelerinde değil,
Batı’da ikamet eden binlerce kişinin, adından tabiri caizse “hürmetle” söz ettiği çiğköftenin yaradılışıyla ilgili rivayetler bir hayli
fazla… Ancak bunlardan biri daha çok ilgi görüyor ve söz ne zaman çiğköfteden açılsa, bu hikâye dudaklardan dökülüveriyor.
Hikâye, Kommagene Krallığı’nın hüküm sürdüğü yıllar-
40
İSTASYON
Kimilerine göre
limon, çiğköftenin
‘tadını kaçıran’
bir unsur. Ama
çiğköftenin
limonla yan yana
durmasının bile
damağa değilse
de göz zevkine iyi
geldiği bir gerçek.
da geçiyor. Rivayet bu ya, Urfa ve Adıyaman yöresinde eski bir medeniyetin
hükümdarı Kral Nemrut, büyük bir
sorunla karşı karşıyadır. Zira bütün putlarını kıran Hz. İbrahim,
onu tek tanrıya, Allah’a inanmaya davet etmiştir. Nemrut için
bu, davetten öte kendisine, inandığı tüm değerlere açılan bir savaştır ve bu savaşa karşılık vermek
gerekir. Ona göre Hz. İbrahim derhal cezalandırılmalı, büyük bir ateşte yakılarak ortadan kaldırılmalıdır.
Nemrut’un bu kararıyla birlikte krallıktaki tüm odunlar toplanır. Yemek pişirmek için dahi olsa evlerde ateş yakılması kesinlikle yasaklanır.
Durumdan habersiz bir avcı, avladığı geyik ve yanında bir misafirle birlikte evine döner; eşinden, geyiğin
etini bir güzel pişirmesini, konuğu için mükellef bir sofra hazırlamasını ister. Ancak ülkedeki genel yasak, bu isteğin gerçekleşmesini engeller. Duruma çare bulmak isteyen avcı, geyiğin sağ
arka budundan yağsız bir parça koparır. Kopardığı parçayı bir
taşın üzerine yerleştirir ve eline aldığı taşla eti ince ince döver.
Dövülen et, bulgur, tuz ve biberle iyice yoğurur. İşte günümüzde deneyenin bir kez daha yemek istediği çiğköfte, bu hikâyeyle
birlikte doğar. Rivayet doğruysa eğer, bugün adı sanı bilinmeyen bu avcının en büyük avının geyikler değil, çiğköfte olduğu
söylenebilir.
Kulağınıza çalınmıştır; eskiler, “önce taam, sonra kelam”
der. Günümüz Türkçesiyle ifade edersek önce yemek, son-
bu yiyeceği satan ve neredeyse her köşe başında rastlayabileceğiniz dükkânlar derdinize deva olamayacaktır. Zira onlar her ne
kadar “içinde çok az acı var” dese de, acıya alışık olmayan damaklar için bu bile fazla. Doğduğu topraklarda küçük bir çocuğun bile ağızına attığı balmış gibi keyifle yediği çiğköfte, birçok
insan için dakikalar süren bir işkenceye dönüşebilir. O nedenle de önce küçük bir ısırıkla başlamak, yarattığı etkiye göre yenip yenmeyeceğine karar vermek çok önemli. Karar verilmesi
gereken başka unsurlar da var. Çiğköftenin Doğu’da olduğu gibi
Batı’da ilgi görmesi, ardı ardına küçük dükkânların açılmasına
vesile olurken, “merdiven altı” adı verilen ve sağlık koşullarına
riayet edilmeksizin yapılan üretimin artmasına da yol açtı. Merdiven altı üretim, kendini daha ziyade bu lezzete adını veren çiğ
etin insan sağlığı için uygun olmadığını düşünenlere özel olarak
hazırlanan etsiz çiğköftede gösterdi. Türk Standartları Enstitüsü (TSE) de söz konusu durumun önüne geçebilmek amacıyla
çiğköfte üretiminde bazı kriterler belirledi. Buna göre, çiğköftenin ana malzemesi olan bulgurun şişmesini, böylece maliyetin azalmasını sağlayan suyun ya hiç kullanılmaması ya da çok
az miktarda kullanılması koşulu getirildi. Üreticilerin maliyetleri düşürmek için uyguladığı bir diğer yöntem de çiğköftenin
malzemesine patates ve katkı maddesi katmaktı ki, bu tamamen yasaklandı. Gelelim iyi bir çiğköftenin nasıl olması gerektiğine. Kullanılan malzemenin taze, doğal ve kaliteli olması; yoğuran elin bileğindeki güç, yüreğinde ise sabır olması lezzetli bir
çiğköfte için yeterli aslında. Bir de hemen her mutfakta bulunan robotların bu işe dâhil edilmemesi gerekiyor ki, lezzet katmerleşsin. Yiyenler, iyi bir çiğköfteyi, ağızlarına attıkları lokmanın damaklarına yapışıp yapışmamasıyla ayırt edebilirler. Eğer
yapışmıyorsa, gönül rahatlığıyla yemeğe yiyebilirler.
Çiğköftenin tarihçesi ve günümüz mutfağındaki yeri böyle. Satırlarımızın başında müzelerde sergilenmese, yurtiçinden ve dışından gelenlere cam fanuslar içinde takdim edilmese de yemeklerin aslında tarihi birer eser olduğuna dem vurmuş, bir
ülkenin mutfağı ne kadar gelişmişse, kültürü de o kadar renkli,
o kadar zengindir demiştik. Şimdi, bu topraklar üzerinde doğan
ve ülkenin dört bir tarafında aynı ilgiyi gören çiğköftenin tarihi
değerler arasında olmadığını kim söyleyebilir ki…
Bunları biliyor muydunuz?
olur ki, bu çiğköfte yapan kişi için hakaret
demektir. İşte bu nedenle her sıranın bir köfte yoğurucusu ve bir de onun yardımcısı vardır. Sohbetin sonuna yaklaşıldığında çiğköfte yoğuran kişiyle yardımcısı, başka bir odaya geçerek malzemeyi yoğurmaya başlar. Ve
sohbet tükenip dağılma zamanına ramak kala dağıtılan çiğköftenin lezzeti, o gece yaşanan tüm diğer şeylerle birlikte akıllara kazınır.
Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun bütün yemekleri gibi, çiğköfte de acısıyla meşhur. Bu özelliğini, Urfa’nın dillere destan isotundan ve acı biber salçasından alıyor. Eğer, acıyla aranızda mesafeli bir ilişki varsa, ama yine de çiğköfte yemek istiyorsanız,
• Çiğköftenin yapımı aşamasında su kullanılmaz. Sadece el
terlemesin diye buz ile yoğurulur.
• İyi bir çiğköfte damağa yapışmaz.
• Yapımında kullanılan bulgur mideye zarar vermez.
• Harcındaki cevizin kolesterolü düşürdüğüne inanılır.
• Şişmanlatmaz. Makul ölçülerde yenildiği takdirde tabii…
• Kimilerine göre çiğköfte, kardeşi kısırla karıştırılmamalı
ve üzerine kesinlikle limon sıkılmamalı ya da nar ekşisi
dökülmemeli. Kendi adına Türkiye çapında birçok çiğköfte
ve lahmacun salonu bulunan İbrahim Tatlıses’in bu görüşe
katılmadığını, aksine çiğköftenin içine konan nar ekşisinin
kanseri engelleyen özellikler taşıdığını belirten açıklamalar
yaptığını da hatırlatalım.
İSTASYON
41
SAĞLIK
Su hakkında
bİldİğİnİz her şey
yanlış (mı?)
Yararlı mı,
zararlı mı?
n Auckland Üniversite araştırmacıları
tarafından 4 binden fazla kişinin
katılımıyla gerçekleştirilen ve
sonuçları Lancet tıp dergisinde
yayınlanan bir makale, özellikle sağlık
sektörünün mensuplarının dikkatini
bir kez daha vitaminlere, özellikle
de D vitaminine çevirmesine vesile
oldu. Makalede, sağlıklı kişilerin
takviye D vitamini almasının kemik
erimesinin önüne geçen bir unsur
olmadığı yazıyordu. Yeni Zelandalı
araştırma ekibinin 2012 Temmuz’una
kadar İngiltere, ABD, Avustralya,
Hollanda, Finlandiya ve Norveç’te
yürüttüğü çalışmalarda, deneklerden
iki yıl boyunca takviye D vitamini
almaları istendi. D vitamini alan
sağlıklı kişilerin bundan herhangi
bir yarar sağlamadığı görülse bile,
kalça eklemleri yakınındaki femur
boynu kemik yoğunluğunda küçük,
fakat istatistiksel olarak anlamlı bir
artış bulundu. Bazı ülkelerde sağlık
bakanlıkları tarafından özellikle
çocuklar ve yaşlılar için önerilen D
vitamini, daha ziyade güneş yoluyla
temin edilebiliyor. Yağlı balık,
yumurta ve kahvaltılık tahıllarda
da bulunabilen bu vitaminin aşırı
tüketiminin kalsiyum birikimine yol
açabileceği, dolayısıyla böbreklere
zarar vereceği de iddialar arasında
yer alıyor.
42
İSTASYON
n Bir an düşünün; çocukluğunuzdan itibaren vücudunuzun
suya duyduğu ihtiyaçla ilgili kaç yazı okudunuz. Veya bir
kimyager değilseniz, içinde adını daha önce hiç duymadığınız
minerallerin bulunduğunu iddia eden kaç su reklamını
izlediniz? Günde en az sekiz bardak su içmenin böbrek taşı
oluşumunu engellenmesinden tutun da cilde iyi gelmesine
kadar sayısız faydası olduğuna dair kaç uzman dinlediniz?
Ancak Avustralyalı spor bilimcileri tarafından yapılan ve
sonuçları Britsh Journal of Sports Medicine dergisinde
yayınlanan bir araştırma, suyla ilgili bugüne kadar
anlatılan her şeyin üzerine sünger çekmemizi gerektiriyor.
Araştırmalarının temelini vücudun susuz kalmasının
sporcu performansını nasıl etkilediği üzerine inşa eden
spor bilimciler, deneylerini bir grup bisikletçiyle yaptılar ve
onları terleyerek vücut ağırlıklarının yüzde 3’ünü kaybedene
kadar çalıştırdılar. Ardından egzersizi üç ayrı bölüme
ayırdılar. İlk bölümde bisikletçiler, egzersizlerini su içmeden
gerçekleştirdiler. İkinci bölümde sporcular, kaybettiklerinden
daha düşük bir seviyede, yüzde 2 oranında; son bölümdeyse
kaybettikleri oranda su içtiler. Sporcuların psikolojik olarak
etkilenmesi için araştırmacılar, suyu damardan zerk ettiler
ve her üç bölümde de performansta bir değişiklik olmadı.
İşte bu araştırma günde sekiz bardak yerine “susayınca
iç” hareketinin de parçası oldu. Hareketin amacı fazla su
içerek ölümle neticelenebilecek hiponatremiyi, yani kandaki
sodyumun aşırı düşmesinin önüne geçmek. Görünen o ki,
vücut su kaybına görece dayanıklı, ama azıcık su fazlası bile
tehlikeli sonuçlar yaratabiliyor.
Sağlıklı uçuşlar
dİlerİz
Hassasiyet
hasta ediyor
Avustralyalı spor bilimcilerinin
yaptığı araştırma, bizleri suyla ilgili
ezberimizi bozmaya değilse de
bildiklerimizi sorgulamaya yöneltiyor.
Zira bu araştırma su tüketiminin
sporcu performansını etkileyen bir
unsur olmadığını ortaya çıkardı.
İkinci dil bunamayı geciktiriyor
n “Bir lisan, bir insan” sözü boşa değil. Anadili dışında ikinci bir dili konuşabilmek, insana birçok imkân tanıyor. Bu
satırların oluşmasını sağlayansa dil bilmenin kazandırdığı kültürel zenginlik değil, sağlığa faydaları. Zira biliminsanlarının
yaptığı bir araştırma, dil bilmenin bunamayı geciktirdiğini ortaya çıkardı. İskoçya’daki Edinburgh Üniversitesi ile
Hindistan’daki
Nizam Tıp Bilimleri
Enstitüsü tarafından
gerçekleştirilen araştırma
kapsamında 650 hastayla
görüşüldü. Dil bilmeyle
ilgili bugüne kadar
yapılan en geniş çalışma
olma özelliğine sahip bu
araştırma sonucunda,
dil bilenlerin vasküler,
Alzheimen ve beynin
ön kısmının alt kısımla
birleştiği frontotemporal
bölgede meydana
gelen bunamalara
daha geç yakalandığı
ortaya çıktı. Buna neden
olarak da farklı dilleri
oluşturan farklı seslerin,
sözcüklerin, kavramların,
dilbilgisi yapılarının
doğal bir beyin eğitimi
sağlaması gösterildi.
n İşini mükemmel
yapmak için çaba sarf
etmek, başta kurulan
ilişkiler olmak üzere
birçok konuya hassasiyet
göstermek aslında hiç
de olumsuz bir özellik
değil. Ancak bu iki
özellik kişiyi fena halde
hasta etmeye yetiyor.
Mükemmeliyetçilerin,
işkoliklerin, çevresindeki
gelişmelerden çok
çabuk etkilenenlerin
yakalandığı bu hastalığın
adı, fibromiyalji. Belirtileri
ise daha ziyade enseden
başlayıp başa doğru
yayılan ağrılar, boyun,
bel ve kalça ağrısı,
ağrıyla birlikte ortaya
çıkan yanma ve sızlama
hissi, melankolik ruh
hali, bitkinlik ve uyku
bozukluğu, uyandıktan
sonra vücutta tutukluk ve
genel yorgunluk. Hastalık
daha ziyade orta yaşlı
ve üzerindeki kadınlarda
kendini gösteriyor.
Uzmanlar, fibromiyaljinin
belirtilerinin, birçok
hastalığın habercisi
olabileceğini, ayrımın
laboratuvar testleri ve
doktor muayenesinin
ardından ortaya çıktığını
belirtiyorlar. Tam tanıya
varılabilmesi içinse
doktorun hastayı çok iyi
dinlemesi, tedavi içinse
kişiye özel bir program
hazırlanması gerekiyor.
Uçuşa başlamadan önce ve uçuş esnasında
alınacak birkaç küçük önlem, bu yolculuğu
kabusa döndüren kulak tıkanıklığını
engelleyebilir.
n Gelişen ulaşım olanakları
sayesinde seyahat etmek artık
çok kolaylaştı. Varılacak yere
en kolay ve en çabuk şekilde
gitmekse hızın hüküm sürdüğü
bu yüzyılda kaçınılmaz hale
geldi. Çabuk ve konforlu ulaşımın
en pratik yolu, uçakla seyahat
etmek… Ancak uçakla seyahatin
de birtakım dezavantajları var.
Bunlardan biri ve belki de en
önemlisi, birçok kişide görülen
kulak tıkanıklığı. Uçağın inişi
sırasında kulak boşluğundaki basıncın hızla düşmesi, bu soruna
neden oluyor. Beraberinde de işitme kaybı, baş dönmesi ve kulak
ağrısı gibi sorunlar baş gösteriyor. Uzmanlar, uçuş öncesinde
ve uçuş sırasında alınacak birkaç basit önlemin, sorunun önüne
geçmesinde rol oynayabileceği görüşünü savunuyorlar. Üst
solunum yolu enfeksiyonu varken ya da kulaktaki kirlilik oranı
yüksekken uçuş yapmamak; doktora danışarak uçağa binmeden
ve inişe geçmeden 30-45 dakika önce burun açıcı sprey ya da hap
kullanmak; sakız çiğnemek, şeker emmek ve esneme hareketi
yaparak östaki borusunu açmaya çalışmak; alkol ve aşırı kafein
kullanımından kaçınıp bol su tüketmek; uçak inerken kulaklıkları
çıkarmak; iniş sırasında uyanık olmak bu önlemler arasında. Kulak
iç ve dış basıncının dengelenmesini sağlayan, östaki borusunu açan
Valsalva hareketi de uygulanabilecek yöntemlerden biri. Bunun
için burun deliklerinizi parmaklarınızla kapatıp ağızdan hafif bir
nefes alabilir, ardından ağızınızı da kapalı tutup aldığınız nefesin
genzinizden kulağınıza doğru gitmesini sağlayabilirsiniz.
Tereyağı,
margarine karşı
n Uçsuz bucaksız bir derya
beslenme alanı... Sağlıklı
yaşamı önemsediği için
hangi besinleri tüketmesi
gerekenleri merak edenleri
şaşkına çevirecek kadar
zor bir alan üstelik. Zira
yumurta örneğinde olduğu
gibi, bir gün vücuda büyük
zararlar verebileceği
belirtilen bir besin, kısa
süre sonra aslında çok
yararlı addedilebiliyor.
Benzer bir durum tereyağı
için de geçerli. Hekimler
neredeyse yarım yüzyıldır,
tereyağının zararlı
olduğunu söylediler.
Ancak İngiltere’nin önde
gelen kardiyologlarından
Aseem Malhotra, British
Medical Journal’de
yayınlanan makalesinde,
bu savda gerçeklik payı
olmadığını iddia ediyor.
Düşük kalorili olduğu
belirtilen margarinler
yerine, tereyağını tercih
etmesi gerektiğinin belirten
Malhotra, kalp ve damar
sağlığını korumanın
yolunun zeytinyağı, balık,
et, sebze ve meyveden
oluşan Akdeniz diyetinden
geçtiğinin altını çiziyor.
Down sendromu
tarihe karışabilir
n Anne ve babadan gelen 23 çift kromozomdan
21’inci kromozomun kendini eşlemesi; diğer bir
ifadeyle 46 yerine 47 kromozomun oluşması Down
sendromu adı verilen rahatsızlığa neden oluyor. Bu
yıllardır bilinen bir durum. Yeni olansa uzmanların
çabaları sonucunda ek kromozomun devre dışı
bırakılması. Amerikalı biliminsanlarının yaptıkları
çalışmalar, çözümü neredeyse imkânsız görünen
bir sorunu daha ortadan kaldıracak gibi görünüyor.
Zira Massachusetts Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde
görev yapan araştırmacıların yaptığı ve sonuçları
Nature adlı tıp dergisinde yayınlanan çalışma fazla
genin devre dışı bırakılmasına yönelik çalışmada
başarı sağlandı. Bu da başta Down sendromu olmak
üzere birçok genetik hastalığın önüne geçilebileceği
anlamına geliyor. Ancak araştırmacılar henüz
yolun başında olduğu için bir süre daha beklemek
gerekiyor.
İSTASYON
43
SAĞLIK
sının da eşlik ettiği dispepsi vakalarında, bazen
öncelikle proton-pompa inhibitörü (PPI-Asid
baskılayıcı ilaçlar) reçete ediliyor ve takipte
hastanın yakınmalarında gerileme olabiliyor.
Göğüs yanmasının belirgin olmadığı dispepsi
vakalarındaysa yakınmalar PPI ile gerilemiyor.
Helicobacter pylori enfeksiyonu varlığı, invaziv
veya non invaziv yöntemlerle araştırılıyor ve
varlığı kanıtlandığında uygun tedaviler veriliyor. Dispeptik yakınmalara sebep olan mide
ülseri, Hpylori tedavisiyle iyileşirken fonksiyonel dispepi yakınmaları tam olarak gerilemiyor. Kısacası araştırma yapılmamış dispepsilerin hepsi fonksiyonel dispepsi değil. Daha önce
araştırmaları yapılmış ve dispepsi yakınmaları
devam eden hastalardaysa safra kesesi patolojileri de akla getiriliyor. Mide motilitesine bağlı
problemler düşünülerek (gastroparezi) hastaların mide boşaltım zamanları da inceleniyor.
Çalışanı,
çalıştırmayan
hastalık:
Dispepsi
SÖYLEŞİ: SEMA ULUDAĞ
Dispepsi, hastalıktan ziyade semptom olarak
görülüyor. Siz dispepsiyi nasıl tanımlarsınız?
Gerçekten, dispepsi ile ortak anlamda olduğu
düşünülerek onun yerine kullanılan birçok
semptom grubu ve hastalık ismi var. Hastalar
arasında daha ziyade hazımsızlık ya da sindirim güçlüğü olarak tanımlanıyor. Bu sebeple birçok hasta, dispepsi tanısını anlamakta
güçlük çekiyor. Gastroduodenal’den, yani üst
gastrointestinal bölgeden kaynaklandığı düşünülen dispepsi, farklı sebeplere bağlı gelişmesiyle bir sendrom olarak da tanımlanabiliyor.
Bu semptomlara sebep olabilecek organik
sistemik ve metabolik bir sebep bulunursa
buna organik dispepsi, hiçbir şey saptanmazsa
fonksiyonel dispepsi deniyor. Tetkiklerle organik bir sebep bulunmamışsa ve en az son altı
aydır, yemek sonrası hissedilen, rahatsızlık veren şişkinlik, dolgunluk, bulantı ve erken doyma (yemek sonrası huzursuzluk / rahatsızlık
sendromu) veya mide ağrısı ve mide yanması
şikâyetlerinden biri veya daha fazlası yaşanıyorsa dispepsiden şüpheleniliyor.
Dispepsi, sindirim sistemiyle ilgili diğer hastalıklardan nasıl ayrılır?
Dispepsi şikâyetiyle ilk kez hekime başvuran
44
İSTASYON
Yemek sonrası hissedilen şişkinlik, dolgunluk, bulantı,
mide ağrısı ya da mide yanması gibi şikâyetlerin
dispepsiye işaret edebileceğini belirten Acıbadem Fulya
Hastanesi Gastroenteroloji Uzmanı Dr. Özdal Ersoy, düzenli
ve sağlıklı beslenmenin, stresten uzak durmanın ve spor
yapmanın tedavi sürecinde etkili olduğunu belirtiyor.
hastaya yaklaşımla daha önceden dispepsi
sebepleri araştırılmış hastaya yaklaşım farklı.
Eğer bir hasta ilk kez dispepsi yakınmasıyla
hekime başvurduysa, öncelikle bunun sade-
Acıbadem
Fulya Hastanesi
Gastroenteroloji
Uzmanı Dr. Özdal
Ersoy, dispepsinin
erişkin hastalığı
olduğunu ancak
değişen beslenme
alışkanlıkları
nedeniyle gençlerde
de görüldüğünü
belirtiyor.
ce üst sindirim sistemiyle ilgili olup olmadığı
araştırılıyor. Kabızlık, ishal, karın ağrısı gibi
alt sindirim sistemine ait yakınmaların varlığı,
dispepsi tanısından uzaklaştırıyor. Açıklanmamış kilo kaybı ve iştahsızlık, tekrarlayan
kusmalar, ilerleyici tarzda disfaji-yutma güçlüğü, gastrointestinal kanama gibi herhangi
bir organik hastalığın habercisi olabilecek
alarm yakınmalar sorgulanıyor. Alarm yakınmalar varsa ve hastanın yaşı ilerlemişse vakit
kaybetmeden gastroduodenoskopi yapılıyor
ve H.Pylori enfeksiyonu araştırılıyor. Hastaya
ağrı kesici tarzda ilaçlar ve aspirin kullanıp kullanmadığı soruluyor. Bu ilaçların kullanımı,
ülser ya da gastrit gibi mide kaynaklı tanıları
daha çok düşündürüyor. Reflü semptomlarının olup olmadığı araştırılıyor. Göğüs yanma-
Dispepsi genetik bir hastalık mıdır? Hastalığa
neden olan etkenleri nasıl öğreniyorsunuz?
Dispepsiye yol açan organik sebepler muhtelif. Bu sebepler; gastroduodenoskopi, batın
ultrasonografisi, çeşitli kan tetkikleri gibi sık
kullanılan tanı yöntemleriyle öğrenilebileceği
gibi, bazı vakalarda daha az sıklıkla kullanılan
mide-boşaltım sintigrafisi, batın tomografileri, detaylı ve özellikli kan tetkiklerine de ihtiyaç duyulabilir. Ailesel fonksiyonel dispepsi
vakaları ve dispepsi ile ilişkilendirilmiş gen
polimorfizmleri saptanmış olsa da genetik rol
henüz netlik kazanmadı.
Dispepsinin diğer sindirim sistemi hastalıklarıyla bağlantısı var mı?
Dispepsinin diğer sindirim sistemi hastalıklarıyla yakın ilişkisi var. Gastroözofageal reflü
hastalığı, peptik ülser, safra kesesi taşları veya
safra kesesi fonksiyon bozuklukları, H.pylori
enfeksiyonunun sebep olduğu gastrit gibi hastalıklar, sıklıkla dispepsiye sebep oluyor. Bunlar dışında sindirim sitemine ait malign hastalıklar (mide kanseri, pankreas kanseri gibi),
kabızlık, safra yolları hastalıkları ve pankreas
hastalıkları dispepsiye neden olabiliyor. Midenin hareketlerini bozan bazı hastalıklarda da
dispepsi sıklıkla görülüyor.
Bu sorunla gelen hastalardan yola çıkarak,
daha ziyade hangi yaş aralığında görüldüğünü
söyleyebilir misiniz?
Dispepsi erişkin yaş grubunda çok yaygın.
Gastroenteroloji polikliniğine başvuran hastaların yüzde 20-25’inde dispepsi yakınmaları
var. Ancak stres faktörünün yoğun olduğu veya
yeme alışkanlıklarının değiştiği üniversite öğrenci grubunda ya da yeni iş hayatına başlamış
Yağlı ve baharatlı yemekler, hazır meyve suları ve gazlı
içecekler, pastörize süt ve süt ürünleri, kahve ve alkol
tüketimi dispepsi şikâyetlerini yoğunlaştıran nedenler.
genç erişkinlerde de dispepsi vakalarının arttığı gözleniyor.
İnsanları eskiye oranla hareketsiz kılan modern çalışma ortamlarının oranın yükselmesine etkisi nedir?
Beslenme alışkanlıklarında ve diyette görülen
değişimin dispepsi yakınmalarını ortaya çıkarmakta tetikleyici rol aldığı kesin. Günümüzde,
daha ziyade büyük şehirlerde, ev dışındaki
mekânlarda yemek yeme alışkanlığı fazlalaştı.
Özellikle yağlı ve baharatlı yemeklerin, hazır
meyve suları ve gazlı içeceklerin, pastörize süt
ve süt ürünlerinin, kahve ve alkol tüketimin
artmasının, dispepsi şikâyetlerinin de yoğunlaştırdığı düşünülüyor. Bu hastalığa yakalanan
ve yakalanmayan kişiler arasında belirgin diyetsel veya yaşam tarzı farklılıkları bulunuyor.
Ancak fonksiyonel dispepsisi olan kişilerin,
sindirim sistemlerinde belirgin hassasiyet olduğu; midelerinin, mide içindeki gıdaya karşı
uyumunun bozulduğu veya aşırı hassaslaştığı
gözlemleniyor. Yağlı gıdaların bu hassasiyeti daha da artırdığı ve özellikle
tokluktaki şikâyetleri tetiklediği
biliniyor. Hareketsizliğin ve
sonucunda oluşan kilo alımının da sindirim sistemi
üzerinde negatif etkisi
var, ancak yine de
günümüzde, yaşam tarzının ve
diyet faktörlerinin dispepsi
sıklığını artırdığına dair net
kanıtlar içeren geniş çaplı çalışmalar bulunmuyor.
Dispepsi semptomlarına yakalanan kişilerin, çalışma hayatları nasıl etkileniyor?
Dispepsi olan kişilerin günlük yaşam kaliteleri,
olmayanlara göre oldukça düşük. Yakınmalar
genellikle yemekle ilgili olduğu için bu kişiler
ya yemek yemekten çekiniyor ya da daha seçici
olmaya başlıyorlar. Sosyal çevrelerinde de bazen bu sebeple dışlanabiliyorlar. Yakınmaları
çok sık veya şiddetli olan kişilerse sıklıkla hekime gitmek zorunda kalıyorlar. Sık sık hekime
ya da hastaneye başvurma, ileri tetkikleri yaptırmak amacıyla zaman ayırma, kişiyi hem iş
hayatında ve hem de maddi olarak da sıkıntıya
sokabiliyor. Ayrıca yoğun iş temposu ve yemek
düzeni sağlıksız olan dispepsili hastalar, verilen
ilaçları düzenli kullanıp diyetlerine gereken
önemi gösterme şansına sahip olamıyorlar.
Hastalığa yakalananların, hayatlarını kolaylaştırmak için iş yerlerinde bireysel olarak almaları gereken tedbirler nelerdir?
Bu kişilere mümkünse yanlarında kendi yemeklerini götürmelerini, belli tür gıdaları tüketmelerini, belli gıdalardan uzak durmalarını
öneriyoruz. Çay, kahve tüketimlerini azaltmalarını istiyoruz. İş ortamındaki yoğunluk ve
stresle de baş etmek için gereken tıbbi veya
sosyal destekleri almalarını salık veriyoruz. İşyerinde aralıklı egzersiz yapmalarını ve mümkün olduğu kadar yemek saatlerine özen göstermelerini söylüyoruz.
Hangi durumlarda ilaç tedavisi uygulanır?
İlaç, tedavinin olmazsa olmazı mıdır?
Helicobacter pylori varlığında veya şüphesinde
bakteriyi yok etme amaçlı antibiyotikli tedavi
rejimleri öneriyoruz. Peptik ülser ya da gastriti varlığında
veya mide asidinin arttığı durumlardaysa,
hastalara
mide
asidi baskılayıcı
ilaçları veriyoruz.
Mide hareketlerinde yavaşlama söz konusu
olduğunda, sindirim sisteminin
hareketlerini artıran
ilaçları reçete ediyoruz.
Kısacası, ilaç önermediğimiz dispepsi hasta sayısı çok az.
Bu semptoma yakalanmamak veya yakalandıktan sonra tedavi sürecini hızlandırmak için
kişi neler yapmalı?
Dispepsi tanısı alan hastanın kendisine rahatsızlık veren özellikli gıdalardan uzak durması,
hekimi tarafından verilen tedavileri aksatmaması gerekiyor. Verilen tedaviden fayda görmemesi durumunda, hasta tekrar hekimine
başvurmalı. Düzenli ve sağlıklı beslenme, spor
yapmak, stres faktörlerini en aza indirgemeye çalışmak da dispepsi tedavisi için oldukça
önemli faktörler.
İSTASYON
45
UZMAN GÖZÜYLE
Araçlarda kullanılan LPG - CNG yakıt sistemleri
LPG ya da CNG’nin, araçlarda alternatif yakıt olarak kullanılanılması gün geçtikçe yaygınlaşıyor.
Araç yakıt sisteminin alternatif yakıttan yararlanabilecek şekilde düzenlenmesini ve yeni tesisatın
kullanılmasında dikkat edilmesi gereken hususları Teknik Eğitmenimiz Hakan Burçin Uluçay anlattı.
L
PG ile CNG, “Liquid
Petroleum Gas / Likit Petrol
Gazı” ve “Compressed Natural
Gas / Sıkıştırılmış Doğal Gaz”
kelimelerinin kısaltılmalarıdır.
Kısa süre öncesine kadar
LPG sadece birtakım sanayi
işletmelerinde kullanılıyordu.
Doğalgazın sanayide
değerlendirilmeye başlanması
sürece farklı bir bakış açısı kazandırdı. Katı ve sıvı yakıtlara
alternatif; taşınması, depolanması, kullanımı kolay bu ürün
kül ve cüruf gibi atıklar çıkarmıyordu. Daha da önemlisi
emisyon değerleri açısından doğa dostuydu. Bu nedenle
de hastanelerin, konutların, enerji üretim tesislerinin
yanı sıra araçlarda da kullanılmaya başladı. LPG, propan,
bütan ve izobütan gibi yanıcı gazların karışımından oluşan
bir gaz. Türkiye’de yüzde 30 propan, yüzde 70 bütan
gazlarının karışımıyla oluşturulsa bile, soğuk ülkelerde
DOLUM AĞZI
bu oran yarı yarıya seviyelerinde
gerçekleştiriliyor. LPG’yi kapalı
bir kapta sıvı halde saklayabilmek
için atmosfer basıncının beş katı
civarında (yaklaşık 5 bar) basınca
ihtiyaç var. Doğalgazın depolama
kapasitesini artırmak içinse
CNG’nin 200-300 bara kadar
sıkıştırılması gerekiyor. Bir litre sıvı
LPG, gaza dönüştüğünde, normal
şartlarda yaklaşık 250 litre hacme ulaşıyor. LPG doğalgazın
aksine havadan yaklaşık iki kat ağır olduğu için sızıntı
durumunda birikerek çöküyor. Gaz kaçağının
hemen anlaşılması amacıyla, LPG rafinerilerde
kokarcalarda da (üstte) bulunan etil merkaptanla
kokulandırılıyor. LPG kolay alev alan bir gaz, daha da
önemlisi çevre sıcaklığında havayla patlayıcı karışım
oluşturuyor. Kısa süreli de olsa aşırı dozda solumak ölümle
sonuçlanan boğulmalara yol açabiliyor.
LPG veya CNG sitemlerinde kulanılan bazı parçalar şunlar.
-Regülatör,
-LPG Enjektörü,
-LPG Valfi,
-Benzin Valfi,
-LPG Tankı,
-Multi Valf,
-LPG Dolum Ağzı,
-LPG Tank Şamandırası,
-Mikser,
-Gaz Filtresi,
-LPG Boruları,
-LPG Anahtarı ve kabloları,
-LPG tankı.
Enjeksiyonlu sistemlerde kullanılan Electronic Control Unit (ECU), enjeksiyon
hatları (rail) ve enjektörler karbüratörlü sistemlerde kullanılmıyor. Bu iki
sistem arasındaki en önemli farklardan biri de LPG’yi sıvı halden gaz hale
dönüştüren regülatörlerin yapısında ortaya çıkıyor. Karbüratörlü sistemlerde
mekanik / vakumlu regülatörler bulunurken enjeksiyonlu sistemlerde
elektronik kontrollü regülatörler kullanılmaktadır.
LPG veya CNG kullanımı için araçlara monte edilen donanımın aracın
mevcut yakıt sistemiyle uyumlu olması gerekiyor. Bu nedenle araçlara
karbüratörlü ya da enjeksiyonlu yakıt sistemlerine uygun LPG veya CNG
donanımları montajı yapılıyor.
LPG / CNG SİSTEMİ EKİPMANLARINDAN
BAZILARI VE ÖZELLİKLERİ
LPG / CNG SİSTEMİNİN BAZI PARÇALARI
SİLİNDİRİK TANK
LPG / CNG sistemi türleri
ENJEKTÖR VE BAĞLANTI HORTUMLARI
ENJEKTÖR
LPG veya CNG’nin depolanması için yüksek basınca ve darbeye karşı
dayanıklı malzemeden üretilmiş tanklar kullanılır. Tank üzerinde e
veya E onayı (ECER 67) olması gerekir. Silindirik, simit, eliptik, ikiz ve
ikili olmak üzere beş çeşit LPG tankı var ve yaygın olarak silindirik LPG
tankı kullanılır. Silindirik LPG tankı, bir sehpa ve en az iki bağlama
kuşağıyla birlikte araç gövdesine emniyetli bir şekilde sabitlenir.
Burada önemli olan kuşaklarla tank arasında izalasyonun olmasıdır.
Tank üzerindeki etikette cinsi (LPG veya CNG), markası, tipi, seri
numarası, imal ay ve yılı bilgileri bulunur. Bu bilgiler tank üzerinden
okunarak muayene sistemine kayıt edilir, bilgilerden herhangi birinin
tespit edilememesi kusur olarak değerlendirilir. LPG ve CNG tanklarının
kullanım süresi 10 yıldır. Tankların kullanım sürelerinin aşılmış olması
da kusur olarak nitelendirilir. Multivalf ve bağlantılarının içinde
bulunduğu koruma kutusu, olası
gaz kaçaklarının havalandırma
boruları aracılığıyla bagaj
içerisinden araç dışına tahliye
edilmesini sağlar. Bu nedenle
multivalf koruma kutusunun,
havalandırma hortumlarının,
hortum kelepçelerinin
LPG TESİSATI PARÇA ÖRNEKLERİ sağlamlığının sürekli kontrol
edilmesi gerekir. LPG dolum ağzı
sabit ve tamamen sızdırmaz olmalı, kendi ekseni etrafında dönmemeli
ve kesinlikle aracın dışında, atmosfere açık bir yere montajı
yapılmalıdır. Dolum ağzı bagaj içerisine veya doğrudan atmosfere açık
olmayan bir alana kesinlikle yerleştirilemez. Aracın kabini dışında
olması şartıyla tampon altına veya gizli bir alana yerleştirilebilir.
İSTASYON
2A
her şey sisteme kayıtlı
Elektronik regülatörler (2 A)
selenoid valf ile kumanda edilirken
mekanik regülatörler (2 B) vakumla
kumanda edilir. Regülatörler
üzerinde bulunan markası, cinsi (LPG
veya CNG regülatörü), tipi ve seri
numarası bilgileri. araç muayenesi
sırasında sisteme kaydediliyor.
Bu bilgilerden herhangi birinin
tespit edilememesi kusur olarak
değerlendiriliyor.
2B
MULTİ VALF
KORUMA KUTUSU
gaz sızdırmazlık unsuru
LPG valflerinin, hortumlarıyla bağlantı noktalarının
birleşim yerlerinin sızdırmazlığı, muayene
sırasında gaz kaçak kontrol cihazıyla kontrol edilir.
Donanımın sağlamlığı ve uygun serilip serilmediği,
yakıt hortumlarının egzoz tesisatına yakın olup
olmadığı, gaz sızdırmazlık raporunun mevcudiyeti
ve uygunluğu gibi hususlar da muayene kapsamında
değerlendirilir.
SEHPA
KUŞAK
46
CNG sisteminin monte edilmesi
ETİKET
İSTASYON
47
SOSYAL MEDYA
Küçük İşletmeler
ve sosyal medya
n Facebook’un ilkokul arkadaşlarımızı bulduğumuz alan olduğu günler, artık geride kaldı. Global markaların hemen hepsi, çeşitli sosyal medya platformlarında yer
edinmekle kalmayıp bu dünyanın tam da
kalbine girmiş durumdalar. Bununla birlikte, her gün daha fazla sayıda işletme, sosyal medyaya uyum sağlamak için kapsamlı
bir dönüşüm süreci için adım atıyor.
Geçtiğimiz günlerde Techcrunch’a
açıklama yapan Facebook, 25 milyon küçük işletmeden 1 milyonunun, sosyal ağ
üzerinde aktif olduğunu belirtti. Sosyal
medyada etkili bir şekilde yer alan küçük
işletmeler, gelişmelerini, ürün lansmanlarını, araştırmalarını ve anket faaliyetlerini
bu sayede gerçekleştiriyorlar. Müşterilerle
iletişim ve etkileşimin yanı sıra promosyon
ve satış şansının geleneksel pazarlama
araçlarına göre daha ucuz ve hızlı olması
gibi etkenler de bu mecranın cazibesini artıran unsurlar. Söz konusu durumdan yola
çıkarak küçük işletmelerin faydalanabileceği platformlara kısaca göz atalım.
Facebook sayfasında yapılacak gönderiler sayesinde, müşterilerinizin neleri beğenip, neleri beğenmediklerini görebilir,
hatta onların görüşlerini alabilirsiniz.
Twitter, 140 karakterle sınırlı, dolayısıyla bu mecrada kısa ve net paylaşımlar
yapılmalı. Etkileşimi artırmak ve bağ kurmak amacıyla küçük yarışmalar da düzenlenebilir, zira Twitter yarışmaları markayla
hayranlar arasında etkin bir bağ oluştu-
48
İSTASYON
ruyor.
Bloglar, ürün veya hizmeti anlatma
aracı olarak iyi bir mecra. Ülkemizde her
ne kadar yaygın olmasa bile blog kültürü,
yurtdışında çoğu markanın sosyal medya stratejisinin tam merkezinde bulunuyor. Blogda, işletmenizin hizmetlerini, faaliyetlerini ya da ürünlerini, 140 karakter
sınırı olmaksızın detaylı bir şekilde yayınlayabilirsiniz.
Foursquare, özellikle sosyal medyayı etkin kullanan işletmeler için faydalı bir
konum tabanlı sosyal ağ olarak karşımıza çıkıyor.
“Facebook’un profesyonel hali” diye
de tabir edilen LinkedIn’deyse şirketinizin
haberlerini, etkinliklerini profesyonel çevrenizle buluşturabilirsiniz.
Adobe’nin geçtiğimiz günlerde yayınladığı araştırmaya göre, sosyal medya pazarlaması, önümüzdeki üç senenin en
önemli pazarlama alanı olacak. Tıpkı büyük markalar gibi küçük işletmeler de gelir ve müşteri tabanını artırmak için sosyal
medya trendlerini kullanarak varlıklarını hissettirebilirler. Küçük işletmeler, profesyonel destekle yapılacak sosyal medya
ölçümleri sonucunda belirleyecekleri net
ve samimi stratejileriyle geleceğin pazarlama aracından etkili bir şekilde yararlanabilirler.
Tuna Kabadayı, Sosyal Medya
Uzmanı, Likeable Istanbul
Mesajlaşmanın yeni adı:
Snapchat
2014’te sosyal
medyada ne olacak?
n Son günlerin çok konuşulan konularından Snapchat, mobil mesajlaşma uygulamaları arasında en farklı olanı belki de. Program sayesinde
mesajınızı gönderirken bir fotoğraf çekiyorsunuz, sonra dilerseniz bu fotoğrafı süsleyebiliyor, üzerinde çizim yapabiliyor veya yazı yazabiliyorsunuz. Hatta video bile çekebiliyorsunuz. Programın kilit noktası, karşı
tarafın fotoğrafı maksimum 10 saniye görebilmesi veya videoyu sadece
bir kere seyredebilmesi. Görünen fotoğrafları kaydederseniz, karşı taraf
bundan haberdar oluyor.
Facebook’un Snapchat’i 3 milyar Dolar’a satın alma girişimi, genç
kitleyi farklı yollardan elde tutma amacından kaynaklanıyor olabilir. Snapchat’te günde 400 milyondan fazla fotoğraf paylaşılıyor.
Gelen son verilere göre dev sosyal ağ Facebook’a günde ortalama
350 milyon, Instagram’a ise 50 milyon fotoğraf yükleniyor. Bu da kısa
sürede Snapchat’in Facebook ve
Instagram’ı solladığı anlamına geliyor.
23 yaşındaki CEO Evan Spiegel’in, henüz hiç gelir elde etmemiş üç
yıllık şirketi için yapılan 3 milyar Dolar’lık teklifi reddetmesi çılgınlık olarak algılansa bile, önümüzdeki günlerde “Snapchat” ve “Pazarlama” kelimelerini aynı cümle içinde daha çok göreceğiz.
n 2013 yılıyla birlikte küçük ve büyük birçok organi-
Devir, #selfie devri
n Bugüne kadar sosyal medyayla hayatımıza yeni yeni kelimeler, terimler, kullanımlar girdi ve tüm bu sözcükler günlük hayatımızda kendilerine bir yer edindi. Dünyada yaşayan herkes, belki de bu sayede daha
fazla ortak sözcük kullanmaya başladı. Sosyal medyanın globalleşmeye
en belirgin katkılarından biri de bu sözcükler olsa gerek.
Yakın zamanda, bu sözcüklerden biri yeni bir anlam kazandı. Oxford
Sözlüğü’nün “2013 Yılın Sözcüğü” seçimi, sosyal medyanın hayatımızdaki önemini bir kez daha kanıtladı: Selfie.
Selfie, kişinin cep telefonuyla kendi fotoğrafını çekmesi anlamına
geliyor. İlk kez 2002 yılında Avustralya’daki bir forumda telaffuz edilen
kelimenin, sadece 2013 yılındaki kullanımı yüzde 17 bin artmış. Özellikle
Twitter ve Instagram’daki Selfie kullanımını gözden kaçırmayan Oxford
da bu fırsatı değerlendirerek selfie’yi yılın sözcüğü olarak belirlemiş.
Ünlüler, oyuncular, şarkıcılar hatta Amerikan Başkanı’nın eşi bile
selfie’ler paylaşırken, siz hâlâ bu sosyal medya trendinden uzak mı kaldınız? Hemen şimdi akıllı telefonunuzun ön kamerasını açın ve gülümseyin! Güzel bir Instagram
efektiyle ilk selfie’niz hazır. Hashtag eklemeyi
de unutmayın: #selfie.
Süzet Halki,
Sosyal Medya Uzmanı,
Likeable Istanbul
PInterest’le artık pIn’lere
yer ekleyebiliyoruz
n Bir geliri olmamasına rağmen değeri 3,8 milyar
Dolar’ı bulan Pinterest, yeni bir özellikle karşımızda.
Kendi blogunda üyelerinin her gün yaklaşık 1,5 milyon yeri pin’lediğinden bahseden şirket, Pinterest
üzerinde 750 milyon konum “pin”i olduğunu belirtti. Bu da böyle bir özelliğe hâlihazırda talep olduğunu gösteriyor.
Web, iOS ve Android için aynı anda piyasaya sürülen bu özellik için, Foursquare, Stamen ve
MapBox’tan harita desteği alan Pinterest, aynı zamanda Airbnb, Yelp ve TripAdvisor’dan da yapılandırılmış veri desteği alıyor.
Yeni eklenen bu yer özelliğiyle kullanıcılar, panolarına interaktif bir harita ekleyebilecek, akıllı telefonlarından bu haritaya bakabilecek, hareket halindeyken, harita üzerinde yollarını bulmak için bile
kullanabilecekler. Yer “pin”leri aynı zamanda adres
ve telefon numarası gibi detayları da içeriyor.
Kendi yer panosunu hazırlamak isteyenler, yeni
oluşturdukları ya da önceden var olan panolarını değiştirmek istediklerinde, harita ekle seçeneğini tıklıyorlar. Bu işlemden sonra, yeni ve daha önceden var olan yer “pin”lerinin haritalarını çıkarmış
oluyorlar. Oldukça basit ve kullanım kolaylığı olan
bir işlem… Büyük turizm şirketleri ve oteller özelliği
çoktan kullanmaya başladı ve olumlu geri dönüş aldıklarını belirtti. Peki, bu yeni özellik sadece turizm
sektöründeki işletmeler için mi işe yarayacak?
Hayır. Yerel ve küçük işletmelerin de kolaylıkla faydalanabileceği bu özellik, mağaza içi trafiğini
de artırabilir. Burada önemli olan kullanıcıların sizi
bu “yer pini” özelliğiyle bulabilmelerini sağlamak.
Müşterilerinizin sizin mağazanızı kendi panolarındaki haritalarda “pin”lemiş olmaları gerekiyor. Bunun
için müşterileri buna yönlendirecek alternatif çözümler bulmak faydalı olacaktır.
Spotify’da marka olmak
n Uzun zamandır beklenen Spotify, artık Türkiye’de. Gençler arasında oldukça popüler olan Spotify, kesintisiz
müzik hizmeti veriyor. Tüm şarkıları online olarak dinleyebiliyor, kendi listelerinizi oluşturabiliyor ve diğer üyeleri takip edebiliyorsunuz. Bu sayede arkadaşlarınızın ne dinlediğini de öğrenebiliyorsunuz. Ayrıca premium
üyelik seçeneğiyle offline olarak ve mobil cihazlardan da şarkılara ulaşmak mümkün.
Uygulamanın müzik tarzlarına göre radyolarının bulunması, istediğiniz tarzda müzikleri sürekli olarak dinlemenizi sağlıyor. Kısacası Spotify için odak noktası müzik olan bir sosyal ağ diyebiliriz. Böyle olunca markalar da
bu fırsatı kaçırmıyor ve çeşitli Spotify reklam uygulamaları gerçekleştiriyor. Yurtdışında Spotify ile entegre pek çok
kampanyaya rastlamak mümkün.
Önümüzdeki dönemde, özellikle otomobil markalarının öne çıktığı alanda birçok yaratıcı uygulama gerçekleştirmek olası görünüyor. Müzik tarzlarına göre hedeflemeler veya interaktif uygulamalar Spotify’ı ön plana taşıyacak.
Önümüzdeki günlerde ülkemizde de ne gibi çalışmalar gerçekleşecek, hep birlikte göreceğiz.
Sosyal medya sayfaları
ve
zasyon, sosyal medyanın markalar üzerindeki önem
ve etkisini anladı; birçoğu hâlâ sosyal medyayla gelen
bu sorumluluğu taşımaya çalışıyor. Yediden yetmişe
herkesin rahatlıkla söz sahibi olabildiği, hatta belki de
kendi küçük toplumunu yarattığı bu pazarlama kolunda işletmeler, doğru strateji, hedefleme ve iletişimle
geleceklerini belirliyorlar. Bu nedenledir ki, önümüzdeki yıllarda organizasyonlar, sosyal medya için büyük bütçeler ayıracaklar. Sürekli yenilenen; farkındalığın artmasıyla rekabet ortamının da oluştuğu bu dijital
dünyada, arzu edilen geri dönüşe erişebilmek, marka imajına katkı sağlamak, rekabet üstünlüğü yarışını
kazanabilmek için hangi yeni trendlerin takip edilmesi
gerektiği akıllara takılan sorulardan biri. Dünyada internet kullanıcı sayısı 2,7 milyar, bu da dünya nüfusunun yüzde 39’una tekabül ediyor. Her gün çeşitli platformlarda varolan bu nüfus, paylaşılan bilgiyi, son
derece hızlı tüketiyor. Bu nedenle paylaşılan içerik ilk
etapta büyük önem taşıyor. Araştırmalara göre görsel
içeren paylaşımlar, metinlere göre bin kat daha etkili.
Görseller akıla kalıp, uzun süre etki sağlayacağından,
sadece “etkili” değil, kesinlikle “gerekli” bir yöntem.
Jeffbullas.com’dan edinilen bilgilere göre 2013 yılında Facebook, Twitter ve Google+ üzerinde görsel paylaşımı birinci sırada geliyor. Aynı zamanda tamamen görsel ortamı olan Pinterest’te yüzde 88 gibi
bir büyüme söz konusu. Ancak doğru zamanda, doğru kitleye ulaşmayan içerikler etkisini elbette yitirecek.
Diğer yandan, Google+, önceleri istediği hedefe ulaşamasa da, 343 milyon kullanıcısıyla sosyal ağlar arasındaki yerini koruyor. Kullanıcı verilerine ulaşmaya
yönelik yaptıkları son optimizasyonlarla, bu platform
da olanlara önemli avantajlar sağlayarak hedef kitleye
erişebilmede birçok platformun önüne geçebilir. Video paylaşılan platformlara baktığımızda, her bir saatte toplam 100 saatlik video yüklenen YouTube, elbette
ki başı çekiyor. Sonradan eklenen Vine ve Instagram
da bu yarıştaki yerini aldı. Görünen o ki, 100 milyonun
üzerinde olan Vine ve Instagram tekil kullanıcı sayısı,
YouTube’un aylık 1 milyar tekil kullanıcı sayısına ulaşacak. Bu sonuç da, markaların video paylaşım sitelerine
vermesi gerektiği önemin altını çizmeye yeter. Facebook ve Twitter, 2014 yılında da platform olarak yine
başı çekecek, ancak alternatif içerik stratejileri ve yeni
platformlara uyum, markaların rakiplerinden sıyrılıp
zirveye daha çabuk ulaşmasında etkin rol
oynayacak.
Şebnem Kavcin, Sosyal
Medya Uzmanı,
Likeable Istanbul
tarafından hazırlanmıştır.
İSTASYON
49
OYUN
HAZIRLAYAN: RESUL BUKSUR
Mobİl oyunda mücadele sürüyor
Konsol oyunlarda firmalar rakiplerini geride bırakabilmek için bir yandan mevcut ürünlerine yeni özellikler
eklerken bir yandan da yeni oyunlar üzerine çalışıyorlar. Konsolda hal böyleyken mobil oyun üreticileri de boş
durmuyor elbette. İşte mobil oyun dünyasındaki son gelişmeler…
Konsol
savaşlarında
yenİ dönem
başladı
n İki dev konsol üreticisi Sony ve Microsoft, tanıtımlarını çok önce yaptıkları ürünlerini tüketicilerle buluşturdular.
Yılbaşı öncesi alışveriş sezonunu yakalayan firmalardan Sony, PlayStation 4’ü, 13 Aralık’ta Türkiye’de de satışa sundu.
Xbox One’ın Türkiye tarihi ise 2014’e kalmış görünüyor. Türkiye pazarını ciddiye aldığını gösteren Sony’nin, konsolun
yanı sıra dört özel oyunu da PS4 ile birlikte oyun tutkunlarının ilgisine mazhar olmayı bekliyor.
First-person shooter (FPS) türü aksiyon oyunu “Killzone: Shadow Fall” ve aksiyon platform oyunu Knack, PS4’ün
lansmanıyla aynı anda satışa sunulacak. “Killzone: Shadow Fall”, serinin altıncı oyunu ve 3’üncü
oyundan 30 sene sonrasında geçen olayları kurguluyor: Vektan ve Helghast ırkları, çok büyük bir
duvarla ayrılmış bir şehirde birlikte yaşarlar. Aralarında devam eden soğuk savaş, bir süre sonra
şiddetli bir çatışmaya dönüşür. Hikâye, bir ISA ajanı olan (The Interplanetary Strategic Alliance)
Lucas Kellan’ın etrafında şekillenir. Savaş, fütürist gezegen Vekta’yı içine çektiğinde, çok geçmeden
doğruyla yanlış arasındaki çizgi silinmeye başlar.
Barbie, Monster High, Fisher Price gibi çocukların
vazgeçilmez oyuncaklarını üreten Mattel Grubu’na ait
Scrabble, artık bilgisayar, cep telefonu ve tabletlerde
yerine aldı. Daha
önce Facebook’ta
sosyal oyun olarak
karşımıza çıkan
Scrabble’ı, bundan
böyle Android ve iOS
kullanıcıları da her
an oynayabilecek. Bu
keyifli oyunda en az
yedi harften oluşan
kelimeyi bularak
hediye kazanma
şansı yakalıyorsunuz.
Örneğin kelimeniz
Rizotto ise şık bir
restoranda bedava
yemek yeme şansı yakalayabiliyorsunuz. Ücretsiz
uygulamayla bunun gibi birçok hediye kazanmak
mümkün. /iOS, Android versiyonların ücretsiz olduğunu
da hatırlatalım.
n İçinizdeki menajeri çıkarın
Knack heyecanı
Aral, Warner Bros ile
anlaştı
n Türkiye’nin en büyük oyun
dağıtıcısı Aral, dünyanın en iyi oyun
yapımcıları arasında gösterilen ve
oyun pazarına büyük katkıda bulunan
Warner Bros. ile anlaşmaya vardığını
duyurdu. Anlaşmanın ardından Aral,
oyun dünyasının büyük sabırsızlıkla
beklediği Batman™: Arkham Origins,
Lego Marvel Super Heroes gibi ünlü
oyunları dünyayla aynı anda Türkiye
pazarına sunacağını belirtti. Warner
Bros.’un vazgeçilmez oyunları Kasım
ayından itibaren tüm mağazalarda
yer almaya başladı.
50
İSTASYON
n Sony Computer Entertainment stüdyolarının PS4 ile
aynı anda piyasaya süreceği diğer oyun Knack ise bir
tür aksiyon/platform oyunu. İlk kez bu yılın başında
PS4’ün lansman oyunlarından birisi olacağı duyurulan
Knack, geliştirici firma Japan Studios tarafından
tanınmış oyun direktörü Mark Cerny ile birlikte
tasarlandı. Oyunda türler arasındaki savaş, gitgide
yayılır. İnsanlar ve Goblinler hayatta kalma savaşı
verirler. Goblin ırkı, Gundahar isimli bir lider tarafından
yönlendirilirken, eski medeniyetler üzerine araştırma
yapan bir doktor, bir kalıntı bulur ve üstünde yapılan
birçok deney sonrasında ortaya gizemli güçleri olan ve
Knack adı verilen bir yaratık çıkar. Knack, etkileşimde
olduğu nesneleri, kendi vücudunda birleştirme yeteneğine
sahiptir ve üç insan boyutlarına ulaşabilir. Doktor, bu
Bunlar da var…
n Scrabble’a var mısın?
gizemli yaratığın, Goblinler’le yapılan savaşta önemli
bir rolü üstleneceğine inanmaktadır. Oyuncular, Knack’i
kontrol edecek ve keşfedecekleri bölümler boyunca,
nesneler veya objelerle etkileşim içerisinde olacakları
gibi birbirinden farklı ve zorlu seviyedeki bulmacaları
çözecekler. Oyun direktörü Mark Cerny, yapmış olduğu
bir açıklamada oynanışının, Crash Bandicoot, Katamari
Damacy ve biraz da God of War’a benzediğini söylüyor.
Devamı geliyor… Aralık ayındaki lansmandan sonra da heyecan bitmiyor. PS4’ün yine en çok beklenen oyunları arasında
gösterilen Drive Club Şubat ayında, Infamous: Second Son ise Mart 2014 tarihinde oyunseverlerle buluşacak. Her dört oyun
da, Türkçe dublaj ve altyazı seçenekleri ile 199 TL’den satışa çıkacak.
Oyun dünyasında önemli kategorilerden biri de, futbol.
Bu kategori içerisinde yer alan menajerlik oyunlarının
fanatikleri azımsanamayacak kadar çok. Menajerlik
oyunları PC ve konsoldan sonra şimdi de mobil
dünyadaki yerini alıyor. Top Eleven adındaki bu futbol
menajerlik oyunuyla kendi kadronuzu oluşturarak
takımınızı yönetiyorsunuz. Yine diğer menajerlik
oyunlarında olduğu
gibi, futbolcularınızı
hem taktik hem
de teknik anlamda
geliştirecek
aksiyonlar
alıyorsunuz. Takımınız
başarılı olursa,
yerel ve uluslararası
kupalarda top
koşturmaya hak
kazanıyorsunuz. Her
erkeğin gönlünde bir
teknik direktör yatar!
Siz de tekniğinizi
ücretsiz olarak
konuşturabilirsiniz.
Crack Your Screen
n Arkadaşlarınıza yapacağınız süper
bir şakaya veya her an ilgi çekmeye
ne dersiniz? Crack Your Screen adlı
ücretsiz oyunla ekranınızda “derin
çatlaklar” oluşturmanız mümkün.
Birçok hazır çatlak deseninin
bulunması ve Android’lerden
ücretsiz olarak indirilebilmesi de
çabası.
n Ava çıkan avlanır…
Deer Hunter 2014, adından da kolayca anlaşılabileceği
gibi bir avcılık oyunu bu... Önce bir silahlar, ardından
avlanma bölgenizi seçiyorsunuz. Geriye kalansa,
verilen görevde kaç tane gerekiyorsa o kadar hayvanı
avlamak. Görevinizi başarıyla tamamlarsanız, bir sonraki
göreve ilerlememiz için hiçbir neden yok. Tek dikkat
etmeniz gerekense cephanenizi dikkatli kullanmak.
Hayvanseverleri kızdırması kuvvetle muhtemel bu oyun,
Android’lerde ücretsiz olarak yer alıyor.
n Neyse halin,
çıksın falın…
Fala inanmayanları
bile çelişkiye
düşürecek nitelikler
barındırır kahve falı.
Ancak kahve falının
sadece fincandan
bakılabileceğini
sanıyor ve fala
bakmak için birine
ihtiyaç olduğunu
düşünüyorsanız,
yanılıyorsunuz. Zira
artık her derde deva
olan cep telefonları
bu alana da el attı.
Kahve falına bakacak birinin ne derece güç olduğunu
bilen uygulamacılar, cep telefonları için yeni bir sistem
geliştirdiler. Bu uygulamanın ilk aşamasında klasik
yöntemi uyguluyorsunuz. Yani önce kahvenizi için
kapatıyorsunuz.
Ardından fincanı açıp içinin fotoğrafını çekiyor ve
“neyse halim, çıksın falım” diyerek Kahve Falı sistemine
gönderiyorsunuz. Falınıza ait yorumlar bir saat
içinde size ulaşıyor. Bu uygulamayı ücretsiz olarak
telefonunuza indirebilseniz de fal için belli bir meblağ
ödemeniz gerekiyor..
Arabam.com
n Popüler otomobil ilan sitelerinden
Arabam.com artık aplikasyon
oldu. Arabam.com’un Android
uygulamasında 150 bini aşkın
ikinci el güncel otomobil ilanına
ulaşabiliyorsunuz. İlanı veren
kişinin adresini harita üzerinden
görebildiğiniz bu uygulamayı
Android’lerinizden ücretsiz olarak
indirebilirsiniz.
İSTASYON
51
SİNEMA-TV
Doğru tercİh hayat değİştİrİr
Umut, İnanç ve özgürlük
1995 yılında başladığı modellik kariyerini 2000’li yıllardan itibaren bitirip oyunculuğa adım atan ve son olarak Show TV’de
yayınlanan “Aşk, Ekmek, Hayaller” dizisinde izlediğimiz Burak Hakkı, yapılan tercihlerin hayatı belirlediğine inanıyor.
İnsanlık tarihinin en önemli isimlerinden Nelson Mandela’nın yaşamından uyarlanan
“Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol” filmi Şubat ayında vizyona girecek.
n “Hayat, yaptığınız tercihlerle ölçülür” diyor,
verdiği bir röportajda Burak Hakkı. Haksız sayılmaz,
zira hayat, yaptığınız tercihler doğrultusunda
şekilleniyor. İstanbul’un Anadolu Yakası’nda
doğup büyüyen Hakkı, günün birinde eline geçen
katalogdaki küçücük bir yazıyı okuyup harekete
geçmese, süregiden döngünün dışına çıkmayı tercih
etmese, bugünkü kadar ünlü olmazdı. Ve Vatikan’da
düzenlenen, Uluslararası Giuseppe Sciacca Ödülleri
kapsamındaki Sinema ve Tiyatro Ödülü’nü vermek
üzere Roma’ya davet edilmezdi. Kasım ayında
düzenlenen ödül törenine organizasyonun başkanı
Prof. Don Bruno Lima ve Yunanistanlı genel sekreteri
Vasiliki Bafataki tarafından davet edilen Burak
Hakkı, “Leningrad Kuşatması” başta olmak üzere
birçok yapımda rol alan Rus aktris Olga Sutulova’ya
ödülünü takdim etti. Onu Roma’ya, ödül vermeye
götüren sürecin tohumlarıysa yıllar önce atıldı…
Yukarıdaki satırlarda da belirttiğimiz gibi Burak
Hakkı için her şey, bir katalogdaki küçücük bir
notla başladı. Lisedeyken, hem okulun hem de
Nasaş’ın basketbol takımlarında oynayan, Nasaş’tan
ayrıldıktan sonra çeşitli kulüplerden gelen teklifleri
reddeden, İstanbul Üniversitesi’nde ekonometri
eğitimi alan, borsanın daha yeni yeni
gündeme geldiği yıllarda
Eminönü’ndeki
küçük
n O sadece Güney Afrika’nın değil,
20’nci yüzyılın ve belki de insanlık
tarihinin en önemli özgürlük
savaşçılarından biriydi. 95 yıllık
hayatının 27 yılını esaret altında
geçirdi. Boyun eğmedi, pişmanlık
duymadı. Güney Afrika’daki herkesin
rengine, ırkına, diline ve dinine
bakılmaksızın eşit haklara sahip olmasını ve demokratik
bir ülkede yaşamasını istiyordu. Ne gördüğü işkenceler ne
27 yıllık hapis hayatı onu bu düşüncesinden koparabildi.
Kararlı tutumu, hayata bağlılığı, içinde yeşerttiği umut
ve özgürlüğün bir gün mutlaka geleceğine dair inancı
sadece kendi kıtasında değil, dünyanın dört bir yanında
insanları harekete geçiren unsur oldu. İşte bu nedenledir
ki, 4 Aralık’ı 5 Aralık’a bağlayan gece hayata gözlerini
kapadığında dili, dini, ırkı, milleti ne olursa olsun
milyonlarca kişi aynı hüznü yaşadı.
Evet, Nelson Mandela’dan söz ediyoruz. Günümüzün
en büyük özgürlük savaşçısının gerçek yaşam öyküsünden
sinemaya uyarlanan “Mandela: Long Walk Freedom /
Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol” filmi, Mandela henüz
hayattayken bazı ülkelerde vizyona girdi. Dünya prömiyeri
Eylül ayında Toronto Film Festivali’nde gerçekleştirilen
film için Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack
Obama da Beyaz Saray’da bir resepsiyon düzenledi.
Bu özel gösterime ev sahipliği yapan Obama, filmin
başrol oyuncuları Idris Elba, Naomie Harris, yönetmen
“Küvet”in onarımı
tamamlandı
n Hollanda’nın başkenti Amsterdam, 17’nci
yüzyıldan kalma tarihi yapıları ve her yıl binlerce
turisti ağırlayan meydanlarıyla ünlü bir kent. Bir
de kültür ve sanata ev sahipliği yapan müzeleriyle
52
AKTİVİTE
İSTASYON
bir ofiste brokerlik yapan oyuncunun
katalogda gördüğü ibare şuydu: “Bu
katalog çekimlerinde Başak Gürsoy
Manken Ajansı’ndaki modeller
kullanılmıştır.”
Bir ajansla temasa geçebileceği
fikrine kapılan ve bu fikri
fiiliyata döken Hakkı, o günlerle
ilgili kendisine yöneltilen soruları,
“Seçildiğimde 23 yaşındaydım.
Babamın verdiği harçlıkla
geçiniyordum. Düşünün, biri
size iş teklif ediyor. Assos’ta
bir hafta çekim yapıyor ve
ödenen ücretle kendinize bir
otomobil alabiliyorsunuz. En
büyük isteğim otomobil sahibi
olmaktı, onu da ilk işimle elde
ettim,” diyerek yanıtlıyor.
Sonrasında teklifler üst üste
geliyor; modellik kariyeri
boyunca hem ulusal
hem uluslararası binin
üzerinde projede yer
alıyor.
Milenyum çağına
girdiğimizdeyse bu
kez küçük ekranda
boy göstermeye başlıyor Hakkı. Önce “Aşk Aynı
Adreste” adlı televizyon filmiyle seyirci karşısına
çıkıyor. Ardından sırasıyla “Zehirli Çiçek”,
“Günah”, “Paşalı”, “Kırık Ayna”, “Gurbet Kadını”
geliyor. Televizyon kariyerinde asıl dönüm
noktasını başrolünü Aslı Tandoğan ile paylaştığı
“Dudaktan Kalbe” dizisiyle yaşayan oyuncu,
geride bıraktığımız sezonda “Yer, Gök,
Aşk”ta oynamıştı.
Peki, ya bundan sonra…
Bundan sonraki proje
Show TV’de ekranlarında
yayınlanıyor. Hem
de Müjde Ar, Sinan
Tuzcuoğlu, Berna
Laçin gibi güçlü
oyuncularla. “Aşk,
Ekmek, Hayaller”
adını taşıyan
uyarlama yapımı
tercih etmesi, “Hayat,
yaptığınız tercihlerle
ölçülür” sözünü
düstur edinen Burak
Hakkı’nın kariyerine neler
kazandıracak, onu hangi
noktalara taşıyacak izleyip
hep beraber göreceğiz.
ziyaretçi kabul etmeye başladı. Yetmişli yıllarda
hayli ilgi gören, ancak sonraki yıllarda küçük
olması nedeniyle popülaritesini yitiren Stedelijik
Müzesi’nin restorasyonunu, çalışmalarıyla
kendi alanında hayli önemli bir yer edinen Sven
Andersson tarafından gerçekleştirdi. Kasimir
Malewitsch’in eserleriyle ün yapan müze, Robert
Rauschenberg, Jackson Pollock, Marlene Dumas
Mondrian ve De Kooning gibi empresyonistlerden
modern ve çağdaş sanatçılara kadar, geniş bir
sanat koleksiyonuna sahip.
Yeni haliyle müzeyi her yıl yarım milyon
tabii… Kentin Türkçeye “müze meydanı” olarak
sanatseverin gezmesi beklenirken, restorasyon
çevirebileceğimiz ve dahası Van Gogh Müzesi başta çalışmalarına Stedelijik ile aynı anda başlanan ve
olmak üzere birçok önemli yapının bulunduğu
2014 yılının Nisan ayında açılması planlanan Rijik
Museumplein bölgesi, bundan böyle çok daha
Müzesi’nin 2 milyondan fazla ziyaretçisinin olacağı
hareket kazanacak gibi görünüyor. Zira bembeyaz tahmin ediliyor. Sadece iki müzenin yaklaşık 2,5
ve küvete benzeyen görünümüyle kendisi de bir
milyon kişi tarafından gezilmesi, azımsanacak bir
sanat eseri olan Stedelijik Müzesi, sekiz yıl süren
rakam değil elbette. Kente kazandıraca ekonomik
restorasyon çalışmalarının ardından bir kez daha
değer de cabası...
Nice 125’lere NG
Yayıncalık tarihinin en uzun
soluklu üretimlerinden National
Geographic, 125’inci yılını kutladı.
Ülkemizde de hayli ilgi gören dergi,
okurların kişisel arşivinde özel bir
yer ediniyor.
n Yayıncılık dünyasında uzun
ömre sahip yayın sayısı, parmakla
gösterilecek kadar az ne yazık ki…
Kesintisiz olarak beş on yıl okurla
buluşan yayınlar şanslı sayılıyor.
Ancak bir dergi var ki, tam 125 yıldır
her ay dünyanın dört bir yanından
doğa, insan ve hayvanlarla ilgili
derlediği bilgiyi meraklılarına
ulaştırıyor: National Geographic
(NG).
1888 yılının Ekim ayında, bilim ve
uzay araştırmaları üzerine çalışan
National Geographic Society’nin
yayını olarak çıkan ve o ay
sadece 165 kişiye ulaşan NG’nin,
günümüzde tüm dünyada 60
milyondan fazla okuru bulunuyor.
Tüm yayıncılık sektörünün en
ikonik markası olma unvanını
taşıyan; 125 yıllık tarihinde
keşiflere, doğanın korunmasına,
bilimsel araştırmalara öncülük
eden derginin arşivinde 11,5
milyon adet fotoğraf bulunuyor.
2001’den itibaren Türkçe edisyonu
yayınlanan ve halen Doğuş Yayın
Grubu bünyesindeki çalışmalarla
okura ulaşan derginin, bundan
sonraki yıllarda da doğaya ve
insana değer veren, keşfetmeye
meraklı binlerce kişinin arşivinde
özel bir yer edineceğine kesin
gözüyle bakılıyor.
Justin Chadwick ve prodüktör Anant Singh’in yanı sıra
Mandela’nın kızları Zindzi ve Zenani Mandela’yı da
ağırladı. Türkiye’de 7 Şubat 2014’te gösterime girmesi
beklenen film, Mandela’nın çocukluğundan başlayarak
Güney Afrika’nın demokratik seçimlerle iş başına gelen
ilk başkanı olmasına kadarki süreci beyazperdeye taşıyor.
Filmde Mandela’yı canlandıran Idris Elba, Mandela’nın kızı Zindzi ve
Naomie Harris prömiyer öncesinde objektiflere poz verdiler.
Cinnet kalp atışını yükseltir!
n Yıl, 1980, aylardan Mayıs… Stephen King’in romanından
sinemaya uyarlanan “The Shining / Cinnet” filmi vizyona
giriyor. Yönetmen koltuğunda Amerikan sinemasının en
önemli isimlerinden Stanley Kubrick oturuyor.
Kamera önünde ise canlandırdığı onlarca
karakterde oyunculuktaki ustalığını
kanıtlayan Jack Nicholson var. Filmin
öyküsü ilk bakışta çok enteresan
değil aslında; Jack Torrance ve ailesi
Colorado’daki bir otele göz kulak
olmayı kabul eder. Kış ayları boyunca
kapalı kaldığı için otelde sadece
Torrance ailesi vardır. Medyumluk
yeteneği ve telepatik güçleri bulunan
ailenin küçük oğlu Danny, bir süre sonra
otelin perili olduğuna ve oteldeki ruhların
babasını yavaş yavaş ele geçirdiğine kanaat getirir.
Jack’in, otelin eski bakıcısı olan ve karısıyla birlikte iki kızını
da öldüren Grady’nin hayaletiyle karşılaşmasıyla birlikte
işler iyice karışır… Birçok sinema eleştirmeninin Stanley
Kubrick’in başyapıtı olduğunu düşündüğü film, korku ve
gerilim anlayışına farklı bir yorum kazandırıyor. Vizyona
girmesinin üzerinden 33 yıl geçmesine rağmen
“Cinnet”, izleyenlerin yüreğini ağzına
getirmeyi başarıyor. Bu, dayanağı
olmayan bir iddia değil; çünkü kısa
süre önce Play.com’un düzenlediği
anketle de filmin izleyici üzerindeki
etkisi kanıtlandı. Ankette en çok
korkulan filmi soran Psite, yaklaşık
10 bin kişiden “The Shining”, “The
Exorcist” ve “Nightmare on Elm
Street” yanıtını aldı. Site daha sonraki
aşamada en korkutucu film ve sahneleri
belirlemek üzere özel gösterim düzenledi.
İzleyicilerin en çok “The Shining”i izlerken kalp atışları
artarken, “Here’s Johnny” sahnesinde yüzde 28.21, ikizlerin
olduğu sahnedeyse yüzde 23.10 ritim artışı belirlendi.
İSTASYON
53
ÇOCUK
Dünyanın
en büyük
futbol
topunun
çapı
Garip
AMA
,
Gercek
15,66
metredir.
KANADA’DA
BİR
İNEK
BAZI AĞAÇ YILANLARI HAVADA İKİ OTOBÜS UZUNLUĞU KADAR SÜZÜLEBİLİR.
Bir
mucit
POLONYA’DA
BİR
BİNA
ERİYORMUŞ
GİBİ
GÖRÜNÜYOR.
gazlı içecekle
şarj olan
cep telefonu
icat etti.
KÖPEĞİNKİNDEN
100 KAT
SUALTI DAĞ
BİSİKLETİ YARIŞLARI
DÜZENLENİR.
BAZI
Japonya’da
ramen eriştesine
ithaf edilmiş bir müze var.
DİNOZORLARIN
KAFATASI
İNSAN
BOYUNDAYDI.
İSTASYON
dönüştü.
KOSTÜMÜ Gİ
YMİŞ
1,2
DÜNYA NÜFUSU
HER 12 YILDA BİR
YAKLAŞIK
ATLADI.
BİR MİLYAR
ARTIYOR.
PARAŞÜTLE
MİLYON
DOLARA
SATILDI.
KUŞLAR
YUVALARININ
Bir İngiliz
şirketi
BAZI
Geleneksel
Çin tıbbında
mandalina
kabuğu
ilaç
peynir
kokulu
parfüm
SICAKLIĞINI
ÖLÇMEK İÇİN
GAGALARINI
KULLANIR.
üretti.
olarak kullanılır.
ABD’NİN OREGON ŞEHRİNDE
BİR MANTAR
20 BİN
EVCİL HAYVANLARI
ARASINDA
GALLER’DE
GELİŞMİŞTİR.
54
BARBIE’NİN
SOMON
KOKU
ALMA DUYUSU
kırmızıya
NOEL BABA
KUZEY
KUTBU’NA
BİR ADAM
AŞAĞIDAKİ BİLGİLER
SENİ ŞAŞIRTACAK
BALIĞININ
Kanada’da
bir nehir
bir
keresinde
ASLAN,
basketbOL
SAHASI
KADAR YER
KAPLIYOR.
PAPAĞAN VeVe
ZÜRAFA
VARDIR.
TYRANNOSAURUS’UN
DiŞLERi
MUZ KADAR
UZUNDU.
BEBEKLERİN
AĞLAMALARI
FARKLI
DİLLERDE
FARKLI ŞEKİLDE
DUYULABİLİR.
Bu konu NatIonal GeographIc KIds Türkiye dergisinden alınmıştır, NG KIds abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59
İSTASYON
55
TÜVTÜRK
Yeni fikirler, yeni hedefler
Şile’de bulunan TÜVTÜRK Akademi,
11 Kasım Pazartesi günü hayli yoğundu, zira
tüm Türkiye’nin dört bir yanında bulunan iş
ortakları, “Fikir Paylaşım Toplantısı” nedeniyle
bir araya geldi. Bu toplantı, geçtiğimiz yıllarda
iki ayrı kentte, iki ayrı zaman diliminde organize
edilmişti. Bu yıl tek seferde ve tek bir yerde
düzenlenmesi, tüm iş ortaklarının aynı çatı
altında buluşmasına ve fikir alışverişinde
bulunmasına vesile oldu. Tüm iş ortaklarından
yaklaşık 70 kişinin katılımıyla gerçekleşen
toplantıda, TÜVTÜRK Genel Müdürü Kemal
Ören ve COO Aykut Özgülsün, yaptıkları
sunumlarla hem güncel gelişmeleri
hem de geleceğe yönelik planları
aktardılar.
Emniyet
ve jandarma
bilgilendirildi
Risk fazla,
muayene şart
İstatistikler, 2012 yılında 3 bine yakın traktör ve tarım aracı kazası olduğunu, 291 kişinin hayatını
kaybettiğini, 4 bin 284 kişinin yaralandığını ve bu tür kazalarda ölüm riskinin otomobillere oranla dört
kat fazla olduğunu gösteriyor. Teknik nedenlerse kazalarda önemli rol oynuyor. Traktörler ve tarım araçları,
teknik aksaklıklar nedeniyle diğer araçlara oranla beş kat daha fazla kaza yapıyor. Karayolu Trafik Güvenlik Stratejisi ve
Eylem Planı kapsamında yürütülen “Güvenli Traktör Kullanımı” projesi kapsamında oluşturulan istatistikler, durumun
ne derece ciddi olduğunu gözler önüne seriyor. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, traktör kazalarında en
önemli sürücü kusuru dönüş kurallarına uymamak, kavşak ve geçitlerde geçiş önceliğine riayet etmemek, aracın hızını
hava ve trafik durumuna göre ayarlamamak olarak belirlendi. Kazaların yarısından
fazlası (yüzde 66), traktördeki far ve ışık eksikliği, hareket aksamındaki kusurlar,
fren ve lastikle ilgili sorunlardan kaynaklanıyor. Bu veriler, TÜVTÜRK’ün
traktör muayenelerinde tespit ettiği kusurlarla da paralellik gösteriyor.
Türkiye’de 1 milyon 540 bin traktör bulunduğunu, muayeneye
gelmesi gereken traktör sayısının 440 bin olduğunu, ancak
bunlardan sadece 100 bininin muayeneye geldiğini, dolayısıyla
traktörlerin yaklaşık yüzde 80’inin muayenesiz trafiğe çıktığını
belirten TÜVTÜRK Genel Müdürü Kemal Ören, “Geçen yıl
muayeneye gelip de kalan traktörlerin tamamına yakını,
kusurlarını düzelterek muayeneden geçti. Yani on binlerce
traktör, trafiğe güvenli şekilde geri döndü. Araç
muayenesine zamanında gelen araç sayısı arttıkça,
traktör kazalarında ve buna
bağlı ölümlerde ciddi bir düşüş olacağına
inanıyorum” dedi.
İSTASYON
Güveni, kaliteyi, müşteri odaklılığını ve öğrenmeyi ön planda tutan bakış açısı ve etkili iletişimle Türkiye’nin dört bir yanında
hizmet veren; üstlendiği işlev nedeniyle otomotiv sektöründe önemli bir yere sahip olan TÜVTÜRK Muayene İstasyonları, 4-6
Ekim tarihlerinde tüm amirlerini bir araya getirdi. 81 ilden 200 istasyon amiri ve genel müdürlüğün ilgili birimlerinden gelen
temsilciler, Bodrum Rixos Premium Otel’de buluştu. 2013’te gerçekleştirilen faaliyetlerin ve 2014 hedeflerinin ele alındığı
buluşmada, açılış konuşmasını TÜVTÜRK Genel Müdürü Kemal Ören yaptı. TÜVTÜRK COO’su Aykut Özgülsün, İşletmeler
Müdürü Murat Özden ve Teknik Koordinasyon Yönetmeni Sinan Balkanlı’nın sunum yaptığı amirler buluşmasında, yıl içinde
düzenlenen sınavlarda başarılı olan amirlere ve başarılı istasyonlara ödülleri verildi. İzmir Bornova
İstasyonu’ndan Taner Mertcan, Denizli Merkez’den Mustafa Alver, Denizli Çivril’de Suat Ornaz,
Aydın Merkez’den Akın Toker ve Manisa Akhisar’dan Erdal Şeker sınavlarda başarı sağlayıp
ödüle hak kazanan amirler oldu. Amirler buluşmasındaki ödül gecesinde, “kanal
sayısına göre en düşük bekleme süresine sahip istasyon”, “muayene adedine
oranla hiç kaba davranış şikâyeti almamış istasyon”, “teknik bülten ve
direktiflere en çok katkı sağlayan istasyon”, “en çok teşekkür alan
istasyon”, “en az bulgu tespit edilen mobil ve istasyon”, “hiç
kaba davranış, bekleme süresi, muayene sonucuna itiraz
şikâyeti almamış istasyon” ve “sekiz aylık periyot
içerisinde hiç şikâyet almamış istasyon” özel
Akıllı Şehirler Kongresi kapsamında bulunan Trafik Kazaları Önleme
ödüle değer bulundu.
Sistemleri paneli, 14 Kasım’da gerçekleşti. Panele katılan TÜVTÜRK
İş Geliştirme ve MTY Müdürü Özcan Saka, “Periyodik Araç
Muayenesinin Trafik Güvenliğine Katkısı” başlıklı bir sunum yaptı.
Sunumunda TÜVTÜRK’ün bugüne kadar 30 milyona yakın araç
muayenesini yaptığına, bunlardan üçte birinin kusurlarını
ikinci muayenede giderdiklerine dikkat çeken Saka,
böylece 10 milyondan fazla aracın trafikte
tehlike potansiyeli oluşturmasının
önüne geçildiğini söyledi.
Akıllı şehirler kongresi
TÜVTÜRK, Ekim ve Kasım aylarında, Eskişehir, Afyon, Isparta, Bursa,
Adana, İçel ve Hatay’ı kapsayan bir dizi toplantı gerçekleştirdi. TÜVTÜRK
adına Emre Büyükkalfa, Alper Demirel, Bora Uzunoğlu, Aykut Özgülsün,
Murat Özden, Raşit Bayraktar ve Halim Dural’ın katıldığı, emniyet ve
jandarma birimlerini bilgilendirmeyi amaçlayan toplantılara ilgi yoğundu.
Bilgilendirme toplantılarında, TÜVTÜRK projesinin nasıl doğduğu,
yasal boyutları, ülke için taşıdığı önem, sahte muayene işlemleri, evrak
örnekleri, traktör ve motosikletlere yönelik uygulamalar, suça
ilişkin yasal mevzuatın işleyişiyle ilgili bilgiler aktarıldı.
Toplantılarda emniyet ve jandarma mensupları da
konuyla ilgili görüş ve önerilerini aktardı.
56
Bodrum’da tek ses
Liselerde trafik
eğitimi
İki yıl önce (2012) Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı,
Goodyear Lastikleri ve TÜVTÜRK arasında imzalanan protokolle hayata geçirilen Trafik
Gençlik Hareketi, 12’nci sınıf öğrencileri, servis sürücüleri ve velilerde, trafik güvenliği ve bireysel
sorumluluklara dair farkındalık oluşturmayı amaçlıyor. 2012-2013 eğitim öğretim yılında 10 ildeki 50
okulda 10 bin öğrenci, 20 bin veli ve 500 servis şoförü, bu eğitime dâhil edildi. Aynı yıl düzenlenen ve gördüğü
ilgi nedeniyle bu yıl daha geniş bir yapıyla gerçekleştirilmesi planlanan Trafik Olimpiyatları yarışmasında,
öğrencilerden trafik güvenliği konusunda iletişim kampanyaları tasarlamaları istendi. 2013-2014 eğitim-öğretim
yılının Ekim ayında öğretmenler, Kasım ayındaysa öğrenciler için özel eğitimler düzenlendi. Trafikte Gençlik
Hareketi’nde bu yıl ulaşılması hedeflenen kişi sayısı geçen yılkiyle aynı. Ancak bütün liselerin katılımına açık olan
Trafik Olimpiyatları sayesinde, rakamın çok daha üst seviyelere çıkması öngörülüyor.
ESG
politikası
yayımlandı
Evrensel olarak tanınan ve sürdürülebilir
gelişmenin en önemli ölçütlerinden olan Çevresel,
Sosyal ve Kurumsal Yönetişim (ESG) kriterleri,
TÜVTÜRK’te de bir yönetim politikası olarak
uygulamaya alındı. Bu kapsamda, doğaya ve
insana verdiği değeri ölçülebilir ve izlenebilir
hale getirmeyi vaat eden TÜVTÜRK, bu
yöndeki çalışmalarını farklı bir
boyuta taşımış oldu.
İSTASYON
57
TÜVTÜRK
tüvtürk, istanbul’da
stk’larla buluştu
TÜVTÜRK, periyodik araç muayenesinin önemini paylaşmak, muayene süreci hakkında
bilgi vermek, araç kullanıcılarının fikir ve önerilerini almak amacıyla yolcu taşımacılığı sektörü
temsilcilerini Tuzla Araç Muayene İstasyonu’nda misafir etti. TÜVTÜRK İletişim ve İş Geliştirme Direktörü
Koray Özcan, İş Geliştirme Müdürü Özcan Saka ve TÜVTÜRK İstanbul Direktörü Can Şiram, yolcu taşımacılığı
yapan araçlarla ilgili mevcut konuklarıyla durumu paylaştılar. Buna göre 2012 yılında 6 milyon 200 bin araç
muayeneden geçirildi. Ağır kusurlu olarak tespit edilen 2,1 milyon araç, ikinci muayede kusurlarını giderdiği için bu
araçların trafikte yaratabileceği tehlikenin de önüne geçilmiş oldu. Halen ağır ve hafif ticari araçların yüzde 20’lik
bölümünün muayeneye gelmediğine, bunun risk yarattığına dikkat çeken TÜVTÜRK yetkilileri, bir diğer
sorunun egzoz emisyon ölçümlerinde yaşandığını belirttiler. Koray Özcan konuyla ilgili konuşmasında,
“TÜVTÜRK, araç muayene konusunda tek yetkili kuruluş, egzoz gazı emisyon ölçümü ise TÜVTÜRK
dışında da yapılabiliyor. Ancak bazı yerlerde bu ölçüm uzman kişiler ve teknik yeterliliği olan cihazlarla
yapılmıyor. Hatta, ölçüm yapılmadan egzoz emisyon pulu satıldığı bile oluyor. Denetimlerde egzoz pulu
olsa bile, egzoz emisyon değerlerinin belirlenen limitleri aşması durumunda, 1689 TL para cezası söz
konusu. Bunun için de egzoz gazı emisyon ölçümü uzman noktalarda yaptırılmalı, ölçüm yaptırmadan
pul satın almaktan kaçınılmalı” dedi. Can Şiram ise buluşmanın önemine dair şunları söyledi: “Yolcu
taşımacılığı sektörünün temsilcilerinin, muayene konusunda düşüncelerini ve önerilerini almak bizim
için çok önemli. İlgili sivil toplum
kuruluşlarıyla bir çalışma yaparak,
yolcu ve toplu taşıma araçlarının
muayeneye gelmeden önce
daha iyi hazırlanabilmelerine
yönelik fikir alışverişinde
Karayolları Trafik Güvenliği Stratejisi ve Eylem Planı, 2020 yılına
bulunduk.”
kadar, trafikteki kazalardan kaynaklanan ölümleri yüzde 50 azaltmayı
planlıyor. Plan, tarım araçlarının daha güvenli kullanımı konusunda gerekli
tedbirlerin alınmasını da hedefliyor. Bu amaç doğrultusunda İçişleri
Bakanlığı, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, Milli Eğitim
Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin işbirliğiyle
hazırlanan “Tarım Araçlarının Güvenli Kullanımı Projesi” oluşturuldu.
Proje ilk olarak Konya’nın Altınekin, daha sonra da Manisa’nın Saruhanlı
ilçelerindeki toplantılarla tanıtıldı. Ülke genelinde yaygınlaştırılacak projeyle
güvenli sürüş tekniklerinin benimsetilmesi, tarım aracı sürücülerinin trafik
kuralları konusunda bilgilendirilmesi, doğru kullanımla tarımsal
işlerin güvenli yapılması ve kaza oranlarının azaltılması
amaçlanıyor. Projede TÜVTÜRK de gezici araç
muayene istasyonlarıyla yer alıyor.
Tarım araçları
tehdit olmasın
E-fatura
dönemi başladı
Türkiye’de 1 Eylül’den itibaren E-Fatura dönemi
başladı. TÜVTÜRK, yasal zorunluluğu bulunan uygulamaya
ilişkin çalışmalarını çok öncesinden başlattı ve kendi
sistemini, yeni döneme aktarabilmek, uygulama
yöntemlerini görüşebilmek üzere 6 Haziran’da Gelir İdaresi
Başkanlığı yetkilileriyle bir araya geldi. Ankara’da yapılan
görüşmenin ardından netleşen planın iş ortaklarıyla
paylaşılması için bir dizi toplantı düzenledi. İlk
toplantı Temmuz’da, ikinci toplantıysa 15
Kasım’da gerçekleşti.
58
İSTASYON
CITA’nın gündemi kalite
International Motor Vehicle Inspection Committee (CITA), birçok kurumu çatısı altında toplayan bir
organizasyon. Farklı çalışma grupları oluşturan bu organizasyon, araç muayene konusunu tüm dünyada
geliştirmeyi, sorunlara inovatif çözümler üretmeyi hedefliyor. TÜVTÜRK’ün dört yıldır üyesi olduğu
CITA’nın oluşturduğu çalışma gruplarından birinde “Muayene Sonuçları Standardizasyonu” ele alınıyor.
TÜVTÜRK Kurumsal Gelişim Direktörü Emre Büyükkalfa’nın içinde yer aldığı grup, 19-20 Kasım tarihlerinde
Almanya’nın Berlin kentinde toplanarak, TS EN ISO 17020 standardının araç muayene kuruluşlarında
uygulanmasını içeren kılavuz dokümanla ilgili çalışma yaptı. Araç muayene kuruluşlarındaki kalite ve
eğitim sistemleri üzerine de odaklanılan toplantıda Büyükkalfa, TÜVTÜRK Akademi’den, eğitim
süreçlerindeki gelişmelerden ve TÜVTÜRK’ün eğitime verdiği önemden söz etti. Böylece
CITA eksenli birçok platformda son yıllarda uluslararası Benchmark ve “en iyi
uygulama” olarak betimlenen TÜVTÜRK, eğitim vizyonunu uluslararası
takdir gören sistemler listesine ekledi.
Can Dostları Hareketi büyüyor
Trafikte Sorumluluk Hareketi altında faaliyet gösteren Can Dostları Hareketi, her
geçen gün biraz daha yaygınlaşıyor. İlk adımı, 2010’da Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı ve TÜVTÜRK arasında imzalanan
protokolle atılan projeyle bugüne kadar 296 ilkokula ulaşıldı. Bu okullarda 3 bin
200 öğretmene, 100 bin öğrenciye, 200 bin veliye ve 6 bin okul servisi şoförüne
eğitim verildi. 2013-2014 eğitim-öğretim yılı için çalışmalar, 2013 yılının
Haziran ayında başlatıldı. 89 okuldan 89 sınıf öğretmeninin katıldığı
seminerler, son derece başarılı geçti. Projeyle bu eğitimöğretim yılı sonunda 500 öğretmene, 15 bin öğrenciye,
30 bin veliye ve 700 servis şoförüne ulaşılması
hedefleniyor.
Akaryakıt
sektörü bir araya
geldi
Projeyle 500 öğretmene, 15 bin
öğrenciye, 30 bin veliye ve 700 servis
şoförüne ulaşılması amaçlanıyor.
TSH eğitimi devam
ediyor
Yaptığı projelerle toplumun farklı kesimlerinde trafik
konusunda farkındalık yaratmayı amaçlayan TÜVTÜRK, kendi
personelini de unutmuyor. Daha önce şirket çalışanlarına yönelik verilen
“Kurumsal Trafik Güvenliği Eğitimi”, Aralık ayında da devam etti. Henüz
eğitim almamış ya da işe yeni başlayan personelin TÜVTÜRK Trafikte
Güvenlik El Kitabı’na ilişkin daha fazla bilgi edinebilmesi amacıyla ve
Trafikte Sorumluluk Hareketi (TSH) kapsamında düzenlenen eğitim
Yrd. Doç. Dr. İdil Işık tarafından verildi. TÜVTÜRK’teki eğitimler bununla
sınırlı değil; şirket aracı kullanan personel için hazırlanan Defansif Sürüş
Teknikleri başlıklı eğitim de bunlardan biri. Auto-Drom tarafından verilen,
bir günü kapsayan eğitimde katılımcılara
teknik ve uygulamalı ders verildi.
Trafik Güvenliği Platformu Akaryakıt Sektörü Komitesi, 29 Kasım’da akaryakıt sektörünün
temsilcileriyle Polis Eğitim ve Kongre Merkezi’nde buluştu. Akaryakıt Sektörü Komitesi tarafından
düzenlenen toplantı, ülke genelindeki kampanyaları koordine eden Trafik Güvenliği Platformu
tarafın yürütülen faaliyetlere ortak bir dil ve vizyon kazandırılmasını, kampanyaların etkinliğinin
artırılmasına yönelik yol haritasını oluşturmasını amaçlıyordu. Trafik Güvenliği Platformu’nun temel
faaliyetlerinden iç denetim prosedürlerinin oluşturularak, tüm iş dünyasına yaygınlaştırılması ve
firmaların bünyesinde trafik kurallarına uyan örnek sürücü kitlesinin oluşturulması anlamında
ilk adım olması açısından son derece önemli olan toplantıya Bilim, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı,
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ile Enerji Piyasası Düzenleme Kurumundan yetkilileri;
PETDER, ADER, AKADER dernekleri ve sektörde faaliyet gösteren şirketlerin temsilcilerinin yanı
sıra TÜVTÜRK de katıldı. Trafik güvenliğinde yeni açılımlar
oluşturmak; sürdürülebilir çözümler üretmek üzere sosyal
sorumluluk projeleri ve kampanyalar geliştirilmek; tehlikeli
madde ve sıvı taşımacılığı yapan sürücüler başta
olmak üzere şirket çalışanlarının trafik kurallarına
uymasını standart hale getirmek; kurallara
uyulmasını teşvik edecek iç denetim
prosedürlerini geliştirmek ele alınan
konular arasındaydı.
İSTASYON
59
ENGLISH SUMMARY
500 year-old sparkle
of a world power
Jewelry is more precious when it comes with palaces and sultans.
There are unlimited kinds of objects and jewelry in the treasury of
Topkapı Palace. Gül İrepoğlu studied this treasure and wrote the
book “Ottoman Palace Jewelry”.
A
fter Anatolian
beyliks turned
into an empire;
gold, silver and
colorful gemstones with all their glitter
came along. It was time for
glory now. Bejeweled ceremonial objects took their
place in the palace. Jewelry
became an essential element
of the sultans’, his harem’s and statesmen’s clothing; jewelry-making became
a brilliant branch of art. The jewelry that
entered into the Imperial Treasury as a
war booty or gift, and that was bought is
currently displayed in the Topkapı Palace
Museum. Most of these objects are covered
with precious gemstones such as diamond,
emerald, ruby, garnet, chalchuite, sapphire, topaz, chrysotile, crystallized quartz,
jade, coral, lapis, onyx, and large and small
pearls. Ivory, mother of pearl, ebony, horn,
fish teeth, and even parrot beak was also
used in jewelry-making.
Jewelry and precious gemstones were
not only ornaments. There are common
beliefs about this in the books of gemstones. For example: Emerald prevents
epilepsy and plague; venomous animals
don’t come near to those who wear emerald; fire doesn’t burn those who wear ruby.
Ottoman jewelry-makers worked on
jewelry with methods such as inlaying,
scraping, engraving, niello, filigree, granulation, formwork, wickerwork, gilding, glazing, and an aging method called
firuzekârî. With embossing, engraving
and inlaying methods, they meticulously
put Ottoman-style patterns on the surfac-
60
İSTASYON
es covered with hatayîs (a special Turkish motif with flowers
and leaves), rumi motif, curly
branches, daggers and Chinese
clouds. What dazzled the most
were not the gemstones but the
whole processed object or the
jewelry. Some of the objects in
Topkapi Palace Treasury were
used during ceremonies, and
some were used in daily life.
Royalty symbols such as throne and pendant; religious or writing objects such as
Kur’an and book volumes, Kur’an covers,
writing sets, inkwell, inkpot, tool holder,
rıhdan (a box to keep a special sand that
dries ink), end grain, scissors, sharpener,
paper cutter, reading desk, and rosary;
eating and drinking objects such as water bottle, pitcher, decanter, ewer, plate,
spoon, bowl, salt-shaker, cup, metal cup
holder, censer, rose water flask, and sherbet cup; personal belongings such as crib,
cover, pillow, bundle, chandelier, oil lamp,
candle holder, mirror, hair comb, pouch
and watch; war objects such as sword,
dagger, gaddâre (a special type of sword),
machete, mace, poniard, pommel, rapier,
spear, shield, quiver, arms rack, powder
flask, gun, and rifle; horse-riding objects
such as harness, horse chest protector,
stirrup, and whip; medical objects such
as surgical set, pincer, and razor; hookah,
reed flute, chess set, wand, paper fan, mosquito net, umbrella, walking stick; more
contemporary objects like glasses… All of
them are parts of the Ottoman palace jewelry culture. They all represent the life, traditions, and ceremonies; they all reflect the
details of centuries.
The four-leg throne that came from
Mevlevihane’s atelier
1
It can be said that Sultan Ahmed I (16031617) was the most religious sultan. He
died in 1617, at the age of 27, in 9 June
1617, five months after Ahmediye Mosque (Blue
Mosque), which was built by Sedefkâr Mehmed
Ağa by his command, was opened to worship
in Atmeydani (Hippodrome) across Hagia
Sophia. His big heritage to Ottoman civilization
is the mosque, and his heirloom in the palace
treasury is Arife Throne, the most delicate and
elegant throne of the palace, probably a work of
Sedefkâr Mehmed Ağa again. A splendid example of Turkish art of mother-of-pearl, this fourleg throne has a swinging oval pendant covered
with emeralds, rubies and chrysotile gemstones
and its ring is tied with a pear-shaped emerald
ornament and a fringe.
On this unique throne, of which backrest,
pediment and steps reflect excellent work of
mother-of-pearl on tortoise shell, Sultan Ahmed
and his successor sat on holiday eves (arife)
during greetings in Privy Chamber (Has Oda).
That’s why it was called ‘Arife Throne’ in the palace. It is learned from the scripture on its dome
that it was made for Sultan Ahmed in Istanbul,
but the name of the artisan was not written.
There is also no miniature that depicts Ahmed I
sitting on the throne.
Mahmud II on Arife Throne.
İSTASYON
61
ENGLISH SUMMARY
The horse that overshadowed the sultan
with his glitter
3
An important figure for Turks, horses
were adorned with jeweled sets. They
even had crests like sultans’, and
precious harnesses were kept in Harness Treasury. Sultans’ horses’ harnesses were glamorous; and they even overshadowed the sultans’
clothing. In his memoirs, Stephan
Gerlach, who watched Murad III’s cuma selamlığı (a
ritual of sultans’ going to
pray on Fridays),
he says “The sultan went to the
mosque passing
by our house.
He was
II. Osman his horse with
bejeweled harness.
Bejeweled ritual
canteen.
Three-leg emerald earrings
2
62
İSTASYON
The sultan’s water is in a gold canteen
4
A harem woman
with emerald
earrings
Sultan I. Ahmed, in one his poems, compares oil lamps to a mosque’s three-leg
earrings: “Köşe köşe üç ayaklı küpe gibi
sarkar / Cami’in hak bu ki mengûşına benzer
kandil…” (Hangs like three-leg earrings / The
lamp looks like the earrings of the
mosque). Here the word ‘leg’ corresponds to the pieces of
earrings that are called
‘dangle’ today. In the
treasury records,
there are earrings
with even 10 legs. In
Levnî’s (18th century)
dressing woman figure,
we see three-leg emerald earrings.
The stirrup with emeralds
and tulip motif.
Made with diamonds and emeralds in a
row shaped like a half flower, earrings
were one of most popular jewelry in
old ages like they are today. Earrings
were an essential ornament for a woman
in harem. What they were worth pointed
at the woman’s prestige. When Kösem
Valide Sultan was murdered brutally
in the palace, the murderers
took her earrings by ripping her
earlobes. According to the Claes
Ralamb Travel Book, her husband Ahmed I bought those
earrings for Kösem years
ago with ‘one-year income
of Cairo’.
wearing a simple dress made with red and
white silk. However, his horse was very fancy
and the back of its saddle was covered with
turquoise…” When we take a close look at
the famous miniature that depicts Osman II
on his favorite horse called Süslü (or sisli)
Kır with bejeweled harness, it is obvious that
the horse looks more jeweled that the sultan.
However, this young sultan was to be sent to
death on a pack horse. The difference between
the gravure that depicts that tragic scene and
this miniature is striking. Bejeweled horse harnesses of the Ottomans were so famous that it
was one of the primary gifts that were sent to
the foreign palaces. Sent to the Tsar Aleksey
Mikhailovich as a gift in the 17th century; the
golden stirrups with tulip motifs, of which
inside part is covered with brocade
velvet fabric, and spiced up with
emerald green enamel, is on display
in Moscow at Kremlin Palace Museum.
Travelling for a long time on a horse
and being always ready to battle were
characteristics of Asian Turks. It goes
without saying that in such a life style a water
canteen is crucial. Back then, the canteens
that were attached to the horse pillion were
made with leather. Centuries pass, lifestyles
change, but traditions don’t die. What carried
the sultan’s water was now a world emperor’s
gold canteen and was covered with precious
gemstones. But it kept its flat shape.
Since the 16th century, the sultans
had gold canteens. We can see
such a canteen in Nakkaş Osman’s
Hünernâme. The sultan’s water
was being carried by his helper
Çuhadar Ağa.
Especially one of the canteens in the Treasury reflects
all the glory of the 16th century.
Processed on gold with emerald
and ruby, this unique canteen has eye
catching handiwork such as embossing,
inlaying, hatayi flowers and leaves in kalem-
kâr technique and motifs in motifs. On two sides
of the flat canteen, there is a dragon that keeps
pearls in its mouth, and on the dragon’s one
head written the weight of the canteen (640
drachmae); on the other side written ‘tecdid’
(novation). This means that the work had been
through a renewal.
Çuhadar ağa carrying canteen (left, at the back).
The legend of the
Spoonmaker’s
Diamond
5
It is thought that this famous piece
of the palace treasury, the 86-carat
diamond, came to the palace during
the reign of Mehmed IV. Having been seen
on the crest of Abdülhamid I (1774-1789),
the famous diamond definitely came to
the palace before 1770. According to the
Provincial Treasurer Sarı Mehmet
Pasha in his book Zubde-i Vekaiyat,
a fisherman sold this diamond
he found in Eğrikapı to a
spoonmaker in return
for three spoons,
then the spoonmaker sold it to
a jewelry-maker in return
for 10 coins. It
turned out to
be a diamond.
The incident
was heard
by the Grand
Vizier Mustafa Pasha.
According to another story,
Napoléon’s mother sold the diamond,
which had been bought from Madras Maharajah; however, this story is ungrounded
because the diamond is seen on the sultan’s crest in Abdülhamid I’s portrait. The
49 old-mine cut diamonds surrounding the
pear-shape diamond were added later.
İSTASYON
63
ENGLISH SUMMARY
The taste brought into being by cruelty
TÜVTÜRK news
Rumor has it that after Nimrod picked up all the wood in the surroundings to burn up Prophet Abraham,
the local people became unable to cook. That decision lead to the birth of çiğköfte. . Written by: Biray Anıl Birer
One voice in Bodrum
W
ith a history dating back to the BC, çiğköfte is
now mentioned respectfully not only in South
and East Anatolia but also in the West; and
there are many rumors about how it was created… But
one of them is more popular.
The story is set during the years when the Kingdom of Commagene reigned. Rumor has it that
the King Nimrod had a big problem because
Prophet Abraham, who smashed all the
idols, invited him to believe in the only
God, Allah. For Nimrod, it was more
than an invitation; it was a war declared
against all the principles he believed in.
According to him, Abraham was to be
punished right away and destroyed by
a big fire. On Nimrod’s command, all the
wood in the kingdom was collected. Lighting
a fire at the houses, even for cooking, was strictly prohibited.
Ignorant of the situation, a hunter came home with a
deer he hunted and a guest along with him. He asked his
wife to prepare a sumptuous dining table. However, the
prohibition prevented his wish from coming true. Trying
to find a solution, the hunter broke off a fatless price from
the deer’s leg. He put the piece on a stone and pounded it
finely with a stone. The pounded meat was kneaded properly with bulghur, salt and pepper. That is how the story
64
İSTASYON
of çiğköfte, which everyone wants to eat at least a second
time today, was born.
In Eastern Cultures, oral narrative tradition is dominant rather than written one; and sometimes we can see
sayings and food nourish each other. The best example
is ‘sıra nights’ called sıra. Organized to drink, eat, chat
and have fun, these nights can not be imagined without çiğköfte. Not everyone can knead çiğköfte during sıra
nights. Having a strong wrist and clean heart and body is
prerequisite; and one more thing: one who will sit by that
tray should know about taste. That’s why every sıra has a
çiğköfte kneader, and his helper. When the chat is almost
over, the kneader and his helper goes into another room
and starts to knead the ingredients. Therefore, the taste of
çiğköfte, served towards the end of the night, is imprinted
on the memory along with everything.
Like all the dishes of Southeast and Eastern Anatolia,
çiğköfte is famously hot. That’s because it involves legendary isot (preserved red pepper) of Urfa and hot red
pepper paste. If you keep hot food at your arms length,
but still want to eat çiğköfte, the shops that sell this food
on almost every corner won’t do. Eaten like honey by even
a small kid on the land where it was born, çiğköfte might
turn into a torture for many people. Therefore, to start off
with a small bite and then decide to eat or not based on its
effect is very important.
There are other aspects to decide on. Çiğköfte
has become popular in the West and many
shops have been opened as a result; but
illicit manufacturing that does not
follow health regulations also increased. Illicit manufacturing revealed itself rather in the meatless çiğköfte prepared specially
for those who think raw meat is
not good for human health. Turkish Standards Institution (TSE)
determined some criteria in çiğköfte
manufacturing to take measure. Accordingly, the water used to make bulghur (main ingredient of meatless çiğköfte)
swell to keep down the cost would be either not used
at all or just a little. Another method the manufacturers
apply to keep down the cost is to add potato and preservatives to çiğköfte; and this was banned altogether. To what
extent the criteria of TSE is followed is open to question.
Therefore, those who want to protect their health and enjoy the real taste of çiğköfte should prefer certified places.
n Having an important position in automotive sector
due to its undertaken function, along with a perspective
of prioritizing trust, quality, customer orientation and
learning; TÜVTÜRK inspection stations, providing services in all over Turkey brought together all the station
leaders in Oct, 4-6. 200 station leaders from 81 provinces
and representatives from the relevant units of headquarters met in Bodrum Rixos Premium Hotel. At the meeting which the activities carried out in 2013 and targets of
2014 were discussed, CEO Kemal Ören made the opening speech. In leaders meeting where COO of TÜVTÜRK
Aykut Özgülsün, Entities Management Manager Murat
Özden and Technical Coordination Supervisor Sinan Balkanlı made presentations, awards were given to the leaders who were successful in the examination held during
the year and to the thriving stations. Taner Mertcan
from İzmir Bornova Station, Mustafa Alver from Denizli Merkez, Suat Ornaz from Denizli Çivril, Akın Toker
from Aydın Merkez and Erdal Şeker from Manisa Akhisar who have achieved success were the leaders granted
with award. On the award ceremony categories “the sta-
tion having the lowest waiting period according to number of lane”, “the station in proportion to inspection
number that received no complaints by any means”, “the station contributed the most to
technical bulletins and directives”, “the station appreciated most”, “mobile and the
station detected findings the
least”, “the station got no complain on the result of inspection,
no rude behavior and waiting period”, “the station not received any
complaints in 8 months-period”
were regarded with special award.
New ideas, new targets
n TÜVTÜRK Academy in Şile was considerably busy on
November 11st. The business associates from all around
Turkey come together on the occasion of “Idea Sharing
Meeting” on that day. This meeting was organized in two
different cities and timeframes in recent years. This year, to
be held in one place at one time contributed all business associates to meet and exchange ideas under the same roof. In
the meeting held with the participation of about 70 people
from all business associates, TÜVTÜRK CEO Kemal Ören
and COO Aykut Özgülsün conveyed current developments
and future plans with their presentations.
The risk is higher than
expected, periodical
inspection is a must
n Statistics indicate that about 3000 tractors and agricultural vehicle accidents happened, 291 people were killed and
4284 people were injured in 2012. These kinds of accidents
show that the risk of death is 4 times higher than automobile. As for technical reasons, they play a significant role in accidents. Due to the technical breakdowns, tractors and agricultural vehicles have a cidents 5 times more than the other
vehicles. The statistics within the scope of “Safe Tractor Driving” which is a part of Highway Traffic Safety Strategy and
Action Plan reveal how serious the situation is. According to
the General D rectorate of Security data, the most important mistakes made by drivers are not following the takeover
rules, not abiding by right of way, not adjusting the vehicle’s
speed according to weather and traffic condition. More than
half of the accidents (66 percent) stems from the lack o light
and beam, defects in power, steering and suspension unit,
brake and tire-related problems. The data shows parallelism with problems identified in TÜVTÜRK’s tractor inspections. TÜVTÜRK CEO Kemal Ören indicated that there are
1,540,000 tractors in Turkey, 440,000 of them should be examined but only 100,000 tractors were inspected and that’s
why 80% of the tractors were in traffic without inspection.
He said: “Almost all the tractors that were inspected last year
have corrected their failures. It means ten thousand tractors
went back to traffic safely. When the number of tractors increases more and more, I believe there will be a downfall in
tractor accidents and in the death rates related to that.”
İSTASYON
65
ENGLISH SUMMARY
TÜVTÜRK news
TÜVTÜRK met NGOs ın
Istanbul
n TÜVTÜRK has put mass transportation sector represen-
tatives up to share the importance of periodical vehicle inspection along with giving information about the process of
inspection and getting opinions of them in Tuzla Vehicle
Inspection Station. TÜVTÜRK Communication and Business Development Director Koray Özcan, Business Development and CRM Manager Özcan Saka and TÜVTÜRK
İstanbul Director Can Şiram shared the current situation about the vehicles that transport passengers with their
guests. According to this, in 2012 6 million 200 thousand
vehicles were inspected. Since 2.1 million defected vehicles
rectified their failures, the danger these vehicles would create has been prevented. Still 20% of heavy and light commercial vehicles have not been inspected. TÜVTÜRK authorized officers drew attention to the risks of this situation
and stated that another problem exists in the measurement
of exhaust emission. Regarding this matter Koray Özcan:
“TÜVTÜRK is the only authorized establishment in vehicle inspection, yet the measurement of exhaust gas emission can be done apart from TÜVTÜRK. However we know
Fuel Oıl Companıes Came
Together
n Traffic Safety Platform Fuel Oil Committee met with rep-
resentatives of fuel oil sector at Police Education and Convention Center in November 29. The meeting which was held by
Fuel Oil Sector Committee aimed at creating a common language and a vision to the activities conducted by Traffic Safety Platform that coordinates the campaign across the country.
The meeting was extremely important. It was the first step of
creating internal audit procedures, which is one of the main
activities of Traffic Safety Platform, and making them becoming widespread in business world and creating example drivers within firms who observe traffic rules. Ministry of Science,
Industry and Technology, Mini try of Transport, Maritime
Affairs and Communications, officials from Energy Market
Regulatory Authority, PETDER, ADEA, AKADER a sociations and representatives of companies operating in the sector
participated in the meeting as well as TÜVTÜRK. To constitute new deve opments in traffic safety; to develop social responsibility projects and campaigns for producing sustainable solutions; to make employees - pa ticularly drivers who
transport hazardous substances and liquids - follow the traffic rules; to develop internal audit procedures which promote
employees to follow the rules were among the topics discussed
in the meeting.
Hıgh Qualıty ıs on the
CITA’s agenda
n International Motor Vehicle Inspection Committee (CITA)
that sometimes this measurement is not done by experts
and devices that have technical competence. Moreover, exhaust emission stamp could be sold without measuring. Although there is exhaust stamp, if the exhaust emission measure exceeds the determined limits, there will be a fine worth
1689 TL. Therefore the exhaust gas measurement should be
done in professional facilities and without doing measurement exhaust stamp should not be bought.” Can Şiram talked about the importance of the meeting: “It’s important for
us to obtain ideas and opinions of representatives of passenger transportation about vehicle inspection. By conducting a
study with nongovernmental organizations, we exchanged
ideas about preparing the passenger and public transportation vehicles better before coming to inspection.”
66
İSTASYON
is an organization gathering many establishments under the
same roof. By creating different study groups, this organization aims at developing vehicle inspection all around the
world and producing innovative solutions. TÜVTÜRK has
been a member of this committee for four years. In one of the
study groups, “Examination Results Standardization” was discussed. The group which TÜVTÜRK Corporate Development
Director Emre Büyükkalfa took part gathered in Berlin, Germany on November 19 and 20 and worked on guidance documents containing the implementation of TS EN ISO 17020
standard in the vehicle inspection. In the meeting that also focused on quality and education system in vehicle inspection
organizations, Mr. Büyükkalfa mentioned TÜVTÜRK Academy, the developments in their education processes and how
TÜVTÜRK gives importance to education. Thus, TÜVTÜRK
described as an international benchmark and “the best practice” by many CITA-oriented platforms, added its education
vision to the list of systems which is internationally acclaimed.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K

Benzer belgeler

Sayı 7 - TüvTürk

Sayı 7 - TüvTürk Şirket haberleri, organizasyonlar, projeler…

Detaylı

Sayı 12 - TüvTürk

Sayı 12 - TüvTürk Şirket haberleri, organizasyonlar, projeler…

Detaylı

Sayı 10 - TüvTürk

Sayı 10 - TüvTürk Şirket haberleri, organizasyonlar, projeler…

Detaylı

Sayı 15 - TüvTürk

Sayı 15 - TüvTürk Şirket haberleri, organizasyonlar, projeler…

Detaylı