İlgili dosyayı indirmek için tıklayın - İletişim Fakültesi
Transkript
İlgili dosyayı indirmek için tıklayın - İletişim Fakültesi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006 Boş sayfa G. Ü. İ. F. adına sahibi Sorumlu yazı işleri müdürü Editör Prof. Dr. Kadri Yamaç Prof. Dr. Korkmaz Alemdar Prof. Dr. İrfan Erdoğan Yardımcı editörler Araş. Gör. Aytül Tamer Dokt. Öğr. Esra Keloğlu-İşler Doç. Dr. Gamze Y. Özdemir Yrd. Doç. Dr. Cem Yaşın Araş. Gör. Özge Güven Gazi Üniversitesi Selçuk Üniversitesi Gazi Üniversitesi Gazi Üniversitesi Gazi Üniversitesi Yayın kurulu Prof. Dr. Levent Kılıç Prof. Dr. Bayram Kaya Prof. Dr. Merih Zıllıoğlu Prof. Dr. Sacide Vural Prof. Dr. N. Gürkan Pazarcı Prof. Dr. Seçil Büker Doç. Dr. Nazife Güngör Prof. Dr. Peyami Çelikcan Prof. Dr. Raşit Kaya Prof. Dr. Dan Schiller Prof. Dr. Vincent Mosco Prof. Dr. Stuart Ewen Anadolu Üniversitesi Ankara Üniversitesi Galatasaray Üniversitesi Gazi Üniversitesi Gazi Üniversitesi Gazi Üniversitesi Gazi Üniversitesi Maltepe Üniversitesi ODTÜ University of Illinois, USA Queen’s University, Canada CUNY, USA Kapak ve sayfa tasarımı İrfan Erdoğan ISSN: 1302-146x Copyright © Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. Tüm hakları saklıdır Yayın ve türü: Yılda iki kez basılan hakemli, yaygın, süreli bir dergidir. Yönetim merkezi ve adresi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara Tel: 90 312 212 6495 Fax: 0 312 212 1832 e-mail: [email protected] Yayın tarihi: 2 Ocak 2007 Basım yeri: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, Emek, Ankara. Dergi Politikası 1983 yılından beri “İletişim” başlığıyla çıkan İletişim Dergisi iletişim kuram ve araştırmalarına odaklanan bir sosyal bilimler dergisidir. Dergi farklı kuramsal yaklaşımlara ve inceleme yönelimlerine açık bir karaktere sahiptir; Türkiye ve dünyada iletişim konularının akademik tartışması için bir forum oluşturur; iletişim alanında kuramsal ve yöntem bilimsel olarak zengin bilgi kazanımı ve gelişmesine katkıda bulunarak toplumsal bağlamda faydalı bilginin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Journal’s Policy The Journal of Communication Theory and Research, launched in 1983 and formerly published under the title Communication, is a social sciences journal focusing upon theory and research on communication. The journal is dedicated to present competing theoretical approaches and study orientations; to developing a forum for the scholarly discussion of communication issues in Turkey and around the world in order to further the field; to expand the frontiers of knowledge by contributing to the literature on communication; to perform its role in the development of theoretically and methodologically enriched multidisciplinary body of knowledge on communication. Makale Sunumu Makale göndermek isteyenler kesinlikle web sayfasındaki makale ve diğer yazıları sunma koşullarını okumalıdır. Makalenin bir kopyası PC word formatında hazırlanmalı ve “[email protected]” adresine bir niyet mektubuna eklenerek gönderilmelidir. Editör makaleyi okuduktan sonra ya değerlendirmeleri için iki hakeme gönderir ya da değişiklik önerileriyle yazara geri yollar. Yazar, isterse yaptığı değişıkliklerle makaleyi göndererek süreci yeniden başlatabilir. Makelenin formatı kesinlikle Dergi’nin belirlediği kurallara uymalıdır. Submissions Manuscripts submitted for publication consideration should be sent in digital form. Digital copy of a manuscript and inquiries of an editorial nature should be e-mailed to ([email protected]). Please insure that the digital version of the submission is virus-free and created in PC Word format. The manuscript should be double-spaced; references and formatting should follow the style guidelines of the APA (5th ed.). Please find the further information in the web page of the journal. Editörün Notu Kitle iletişimi pratiklerinin doğasıyla ilgili etik konusu, yoğun bir şekilde işlenen ve akademik ve toplumsal gündemde daima kalan konulardan biridir. Etikle ilgili olarak herkesin daima bir söyleyeceği olmuştur. Benim ve benzeri düşüncede olanların bu konudaki söyledikleri ve söyleyecekleri daima egemen çıkar yapılarının belirlediği düşüncenin ve ana akım yaklaşımların kurduğu çerçevenin dışında olmuştur ve olacaktır. Bunun önde gelen nedeni asla “karşı olmak” veya “eleştirmek” değildir: Farklılık, insan faaliyeti ve bu faaliyetin örgütlü doğası ve ilişkilerinden hareket ederek konuyu ele almaktan kaynaklanmaktadır. Toplantılarda etik konusunun bu şekilde ele alınmasına, ne yazık ki, çok ender rastlanır. Bu nedenin de itici güç olduğu diğer önemli nedenlerle, Korkmaz Alemdar’ın bu konudaki belirleyici ilgisi ve benim bazen Korkmaz Alemdar’ı (ve bazen kendimi de) rahatsız edecek biçimde “bir şeyi alışılagelenin dışında, sunulmayanı da ekleyerek sunma” merakım ile birlikte, Medya ve Etik konusunu işleme fikri ortaya çıktı. Fikir UNESCO’ya taşındı ve UNESCO’da Arsın Aydınuraz ve Refik Erduran başta olmak üzere herkesin ilgi ve desteğiyle gelişti. Ardından TUBİTAK’ın bilimsel girişime katkısı geldi. Böylece bu üç kurumun desteğiyle ULUSLARARASI MEDYA ve ETİK sempozyumu gerçekleşti. Bu uluslararası Sempozyuma Afrika’dan, Asya’dan, Avustralya’dan, Avrupa’dan ve Kuzey Amerika’dan 40’a yakın akademisyen, gazeteci, sivil toplum örgütü temsilcisi katıldı. Konuşulan ve tartışılan konuların iletişim alanındaki önemi, konuşmacıların ve ilgilenenlerin bu sempozyumda konuşulan ve tartışılanların yayınlanması gerektiğini tekrar tekrar belirtmeleri, bizi sempozyumda sunulanları ve tartışmaları Türkiye’deki İletişim camiasıyla paylaşmamız gerektiği düşüncesine götürdü. Dolayısıyla, İletişim dergimizin bu sayısını Medya ve Etik konusuna ayırdık. Derginin makaleler bölümüne sempozyumdaki sunumlar yerleştirildi. Bunu yaparken, önce etiğin ne olduğunu, ve medya ve etik arasındaki bağı irdeleyen eleştirel bir giriş yapıldı. Böylece, etik konusu ve medya ve etik bağı, yaygın anlatıların çerçevesini kırarak sunuldu ve okuyucuya bu konuda geniş bir perspektif sunmayı amaçlayan sempozyumun konuşmalarının daha iyi anlaşılması için bir temel oluşturulmaya çalışıldı. Bunu takiben, oturumlardaki sunumlar konuşma sırasına göre verildi. Dan Schiller, Ümit Atabek ve Vincent Mosco’nun etiği toplumsal üretim tarzı ve üretim ilişkileri içine yerleştiren konuşmalarıyla başlayan sunumlar, diğer konuşmacıların medyada etik sorunları hakkındaki sunumlarıyla tamamlandı. Sunumların akademik makale biçiminde olanları “sunum-makale” ve olmayanları da “sunum” başlığı altında hem Türkçe hem de sunum diliyle yayınlandı. Bu sayının özel doğası nedeniyle, sunumların biçimsel yapısında derginin politikasına uymayan farklılıklar olmasına izin verildi. Derginin Forum bölümü üç alt bölüme ayrıldı. Birinci alt-bölümde açılış konuşmaları sunuldu. İkincisinde, oturum başkanlarının sözleri verildi. Bunu, sorulan sorular, verilen yanıtlar ve tartışmalar takip etti. Son alt-bölümde ise, toplantının değerlendirilmesi ve “sonuç bildirgesi” önerisi sunuldu. Okuyanların büyük çoğunluğu içerikte sunulanları okuyarak bir şeyler öğrenmek isteyen iyi niyetli okuyuculardır. Bazıları da “şurada cümle hatası yapmış, şurada alıntıya referans vermemiş, tercümede şurada yanlış yapmış, şu kavramı doğru kullanmayı bile bilmiyor” gibi şikayetler üreten ve karalama kampanyasının bir parçası olan “kötü niyetli okuyuculardır.” Elbette en kötüleri de, okumayanlar ve habisliklerinden kudurdukları için inşa ettikleri kıskançlık, yalan, iftira ve baskı dünyasında, örneğin, bu dergiden tezlerinde veya ödevlerinde alıntı yapan öğrencileri “bu ismi burada görmeyeceğim, çıkart!” diye ezeceklerdir. Bu ezme, üniversitelerde yerleşmiş bazı rütbeli cahillerin, bilmek isteyene, bilgiye ve bilginin yayılmasına karşı düşmanlığını anlatır. Üniversiteleri dedikoduhaneye ve ticarethaneye çeviren, okumayan ve dolayısıyla okutmayan bu cahiller, ne yazık ki, kendileri gibi tembel, bilgiye ve bilene düşman insanlar yetiştirmektedir. Yetiştirdikleri kişiler, örneğin doktora yeterlilik ve doçentlik sınavlarında, alanlarıyla ilgili en temel bilgileri bilmedikleri, bilimsel yöntemler hakkında doğru bilgiden yoksun oldukları halde, kendilerini cahilleştirerek yetiştirenlerin karşılıklı çıkara dayanan dayanışması sonucu, üniversitelerde kadro almakta, bilmedikleri yöntemle araştırma yapmakta, bilmedikleri konuda dersler vermekte ve gerikalmışlığın yeniden-üretimini sürdürmektedir. Amacımız, varlığını ya “düşünüyorum, o halde varım” derken ezberlediği klişeleri sıralayarak egemenlik kuranların ya da “tüketiyorum, o halde varım” diyerek tüketici-sahiplikte nicel çokluğu ve gösteriş yarışında üstünlüğü elde edebilmek için önüne gelen herkesi ve her şeyi kendi çıkarı için kullananların baskın olduğu dünyada, kendini ve dışını soruşturan, kendini ve insanı seven vicdanlı insanların insanlığı geliştirme çabasına katkıda bulunmaktır. İrfan Erdoğan Sayı 23 Yaz-Güz 2006 BAŞLARKEN İrfan Erdoğan Medya ve etik: eleştirel bir giriş ............................................................ 1 SUNUMLAR Dan Schiller İletişim ve kriz: enformasyona dayalı kapitalizm ve kontrol devleti......................... 27 Communications and the crisis: informationalized capitalism and the control state .......................... 41 Ümit Atabek Türkiye’de bilgi iletişim teknolojileri: Bir etik tartışma alanı olarak yazılım korsanlığı ................................. 55 Vincent Mosco Bilgi endüstrilerinde emeğin yöndeşmesi ........................................... 63 Labour convergence in the knowledge ındustries ............................... 81 Hıfzı Topuz Alternatifler üzerine .......................................................................... 101 ii İçindekiler Diomansi Bombote M. Diomansi Bombote'nin İletişim sentezi ....................................... 107 Synthese de la communication de M. Diomansi Bombote................ 113 Robert Beckett İletişim etiği ve enformasyon: küresel dünyanın vatandaşları kendileri için düşünüyor ............... 117 Communication ethics & information: global citizens thinking for themselves ......................................... 135 Yehiel Hilik Limor Gazetecilik ve ek iş: uluslararası 242 etik ilkenin karşılaştırması .................................. 151 Journalism and moonlighting: an ınternational comparison of 242 codes of ethics ...................... 161 Raphael Cohen-Almagor Mahremiyetin sınırları: yararlı ayrımlar ............................................ 175 The bounds of privacy: helpful distinctions ...................................... 187 Ian Richards Felaket haberciliği, güven ve etik...................................................... 199 Marcello Foa Görünmez tehlike: Spin doktorları medya etik kurallarını nasıl atlarlar? .................... 205 The ınvisible threat: how spin doctors bypass media ethics rules .................................. 211 Mehmet Yüksel Modernleşme,Toplumsal Yaşamın Hukuksallaşması ve Etik ........... 217 Süleyman İrvan "Gazetecilik etiği" dersi çerçevesinde etik sorunlara akademik yaklaşımlar ............................................. 233 İçindekiler FORUM Forum hakkında İrfan Erdoğan ............................................................................ 247 Açılış konuşmaları Tuba Ongun .............................................................................. 249 Arsın Aydınuraz ....................................................................... 250 Oturum başkanlarının konuşmaları Hıfzı Topuz .............................................................................. 257 Korkmaz Alemdar .................................................................... 259 Refik Erduran ........................................................................... 262 İrfan Erdoğan ........................................................................... 264 Soru, yanıt ve tartışmalar: birinci Gün İrfan Erdoğan ............................................................................ 265 Raphael Cohen-Almagor........................................................... 266 Dan Schiller............................................................................... 267 Vincent Mosco .......................................................................... 269 İbrahim Bilici ............................................................................ 270 Dan Schiller............................................................................... 271 Esra Keloğlu-İşler ..................................................................... 272 Vincent Mosco .......................................................................... 272 Dan Schiller............................................................................... 274 Ümit Atabek .............................................................................. 274 Vincent Mosco .......................................................................... 275 Boris Novasardiyan ................................................................... 276 Babacan Taşdemir ..................................................................... 277 Aytaç Yıldız .............................................................................. 277 Diomansi Bombote ................................................................... 278 Konca Yumlu ............................................................................ 279 Yüksel Akkaya .......................................................................... 280 iii iv İçindekiler Vincent Mosco .......................................................................... 281 Ümit Atabek .............................................................................. 282 Emre Aygen .............................................................................. 283 Refik Erduran ............................................................................ 284 Hülya Eraslan ............................................................................ 284 Boris Novasardian ..................................................................... 284 Ümit Atabek .............................................................................. 285 Boris Novasardian ..................................................................... 285 Refik Erduran ............................................................................ 286 Raphael Cohen-Armagor .......................................................... 286 Vincent Mosco .......................................................................... 287 Bayram kaya ............................................................................. 288 Soru, yanıt ve tartışmalar: ikinci Gün İrfan Erdoğan ............................................................................ 289 Bayram Kaya............................................................................. 291 Ahmet Akgül ............................................................................ 292 Aytaç Yıldız ............................................................................. 294 İrfan Erdoğan ........................................................................... 295 Süleyman İrvan ........................................................................ 297 Nermin Gedik ............................................................................ 297 İrfan Erdoğan ............................................................................ 298 Süleyman İrvan ........................................................................ 299 Raphael Cohen-Almagor ........................................................... 299 Marcello Foa ............................................................................ 299 İrfan Erdoğan ............................................................................ 300 Mustafa Kılıç............................................................................. 300 Marcello Foa ............................................................................ 301 İrfan Erdoğan ............................................................................ 302 Mehmet Yüksel ......................................................................... 302 Biterken Toplantının değerlendirmesi ve “sonuç bildirgesi” önerisi ....... 303 Katılımcılar ............................................................................... 307 İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 1-26 Başlarken Medya ve etik: eleştirel bir giriş1 İrfan Erdoğan Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Özet: Bu makale etik kavramını ve medya pratikleri ve etik bağını alışılagelen açıklamaların ötesinde ele alıp irdelemek, böylece, hem genel olarak etik konusunun hem de bu sayıda sunulanların daha geniş bir yelpazeden anlamlandırılmasına katkıda bulunmak için hazırlandı. Makale için kullanılan gerekli veriler var olan kayıtlı/yazılı bilgi birikimine başvurularak toplandı ve değerlendirildi. Önce etik felsefe içinde ele alınarak eleştirel olarak konumlandırıldı. Ardından, medya ve etik bağı yine eleştirel bir şekilde açıklandı. Anahtar kelimeler: Etik, törebilim, medya, medya etiği, gazetecilik etiği Media and ethics: a critical introduction Abstract: This article was designed to discuss the concept of ethics and the relationship between media and ethics beyond the prevailing explanations and approaches, thus, to make contributions for better understanding of the ethics issues and other presentations in this issue of the journal. Necessary information for the preparation of the article was collected by means of using written documents about the subject under discussion. The article started with critically positioning ethics in philosophy, and then, media and ethics issues were discussed in a critical perspective. Keywords: Ethics, media ethics, professional ethics, journalism ethics 1 Eleştirel kavramı, negatif bir yükle yüklenmiştir; aslında eleştirel demek, doğrunun, iyinin, haklının ve gerçeğin yerini alan sahteye, yanlışa, kötüye ve haksıza harşı doğru, iyi, haklı ve gerçek olanı sunmaktır; normallik ve vicdanlılık taslayanların anormalliğine ve vicdansızlığına karşı, normali ve vicdanı savunmaktır. 2 İrfan Erdoğan Bir CIA ajanından pragmatik etik: Yaşadığımız dünya ahlakı olmayan bir dünya. Bu dünya çok güç ve az güç, fazla mal ve az mal, fazla güvenlik ve az güvenlik dünyasıdır; savaşın final ahlaksızlık olduğu bir dünya. Milletler kaçınılmaz olarak şu deyişe kendilerini verirler: Kötü olmak ölmekten daha iyidir. Bu dünyada Amerika’nın dış politikası pragmatik olmuştur ve böyle devam edecektir (Rositzke, 1988: 206). Liberal demokrat Karl Marks’dan basında sansür ve etik:2 Ahlaklı devlet, devletin üyeleri devletin bir organına veya hükümetine karşı gelse bile, devletin görüşünü ikinci plana alır. Fakat bir organın kendini siyasal muhakemenin ve siyasal erdemin tek ve biricik sahibi olarak düşündüğü bir toplum, kökeninde halka karşı olan ve, dolayısıyla, onların karşıtlığının evrensel olmasını, normal düşüncesini, bir hizipçinin kötü vicdanı sayan bir hükümet, Niyet Yasalarını, Öç Yasalarını icat eder. Niyet Yasaları vefasızlığa ve etiksel olmayan materyalist devlet anlayışına dayanır. Bu yasalar kötü vicdanın düşüncesiz bir protestosudur (Marks, 1842:99). GİRİŞ Televizyonlarda, sinemalarda, okullarda, kitaplarda, dergilerde ve “etik sempozyumlarında” yüceltilen ahlakın ve bununla kirletilmiş vicdanın doğası bir CIA şefi olan Rositzke’nin yukarıda sunulan sözüyle özetlenebilir. Bu sözle, meşru gösterilen bir dayanak verilerek, ahlaksal ikilem hissedenler varsa, onların vicdanen rahatlamaları sağlanmakta ve ahlaksızın ahlakı toplumsal ve evrensel ahlak yapılmaktadır. Çok doğru görünen bu sözler, ABD’nin dünyanın her yerinde açık ve gizli kirli faaliyetlerini haklı çıkartır ve ülkelerin yönetici sınıflarının ülke içindeki baskı ve sindirme politikalarını 2 Karl Marks’ın bu düşünceleri liberal çoğulcu burjuva düşünce tarzıyla tümüyle örtüşmektedir. “Nasıl olur? Örtüşemez! Bu, Marksizme ihanettir! Materyalist değil!” diyerek bilime ve bilmeye hakaret edelim mi? Ayrıca, Marks asla maddeye tapmayı savunmadı. Hep insanın birey olmasını, bireyin özgürlüğünü savundu. Ama, Eric Fromm’ın (1961) 50 yıl önce belirttiği Marks hakkında cahilce ifadeler ve çarpıtmalar, post-modern uydurularla süslenerek günümüzde hala sürmektedir. Eleştirel Bir Giriş 3 meşrulaştırır. Bu meşrulaştıran anlatıya, Amerikan pragmatizm düşüncesine dayandırılan politikanın ahlakı denir. Bu dünyada, insan olmanın, ahlakın, insan haklarının, etiğin, doğrunun ve yanlışın, haklının ve haksızın, iyinin ve kötünün, değerlinin ve değersizin ne olduğu, dostların ve düşmanların kimler olduğu, model olarak alınacakların kimleri içereceği ve sorunların nasıl çözüleceği ile ilgili tanımlamalar, ne yazık ki, ahlak satan ahlaksızlar, Irak örneğinde olduğu gibi insan hakları şampiyonluğu yapan insan kasapları, etiği patolojik etik olanlar, doğruyu yanlış ve yanlışı doğru olarak gösterenler, iyiyi kötü ve kötüyü iyi yapanlar, öznel ihtiraslarının belirlediği hasta vicdan ve değerlere sahip olanlar, çarpık ruhlu insanımsıları gençlere model olarak gösteren insanımsılar tarafından yapılmaktadır (Erdoğan, 2006: 128). En yüksek seviyede hipokrasinin egemen olduğu, gerçeğin giysilerini çalıp giyen sahtenin imajlarla doğruluk ve dürüstlük tasladığı, vatanının maddi ve manevi değerlerini parça parça satanların vatanperverlik satışı yaptığı ve kendi öznel soygunlarını sürdürmek yolunda doğruyu söyleyenleri öldürtmek için meşrulaştırılmış cinayet işlemeye hazır potansiyel katiller yaratıp beslediği bu örgütlü egemenlikte, “en yüce etiğe sahiplik iddia eden bu insanımsıların” vatanı, milleti, doğruyu, iyiyi, onuru, haysiyeti ve her türlü değerli şeyleri temsil etmesi oldukça normaldir. Shakespeare’in dediği gibi güçlünün sesi ne kadar cırtlak çıkarsa çıksın (ne kadar kötü, yanlış, etikten yoksun olursa olsun), orkestraya hakimdir. Karl Marks, yukarıda sunulan deyişinde, bu cırtlak hakimiyetin insana ve insan özgürlüğüne aykırı olduğunu vurguluyor. En eski imparatorluklardan beri insanların bilinçlerini biçimlendirme ve dolayısıyla davranışlarını yönlendirme işi, nicel olarak artan ve nitel olarak mükemmelleştirilen strateji ve taktiklerle yürütülmektedir. Materyal üretim tarzı ve ilişkilerinin oluşturduğu (örgütlenmiş güç ve çıkar ilişkilerinin oluşturduğu) dünya, kurulan meşrulaştırılmış baskı, boyunsunma, sindirme ve zorunlu katılma yolları, insanların bilişlerine sürekli bir şekilde işlenen imal edilmiş imajlarla, hayallerle ve sahte gerçeklerle desteklenmektedir. Bu destekleme işini yapan örgütlü yapıların başında, sunumlarının içerikleriyle kitle iletişimi ve eğitim kurumları gelmektedir. Kitle iletişimi medyası, küresel pazarın çıkarını destekleyen ve kitle üretim teknolojilerinin ürünlerini beyinsizce satın alma ve kullanmayı marifet sanan “zeka yapısını” (bilişleri gösteriş ve gösteri/teşhir seviyesinde dondurmayı) üretmede kullanılan bilinç yönetimi araçlarıdır. Bu araçları kullanarak yapılan günlük üretimler yoluyla, küresel pazarın çıkarları insanlığın çıkarları üzerine oturtulur ve sosyal 4 İrfan Erdoğan sorumluluk dahil her şey bu pazarın öznel çıkarlarına göre tanımlanır. Elbette, köleliğin, sahtenin, yanlışın, ahlaksızlığın ve yalanın egemen olduğu yerde, aynı zamanda “etik” konusu da önem kazanır: Toplumda bir şeyin belirmesi için temel olarak ona gereksinim duyulması gerekir. Elbette bu gereksinimi de herkes duymaz veya duymayabilir. Etik (erdem ve ahlak) için gereksinim duyma ve onun üzerinde konuşma ancak erdemsizlik, ahlaksızlık ve kötülük olarak nitelenecek üretim ve ilişki tarzının olması ve bu durumdan rahatsızlık duyulması ile oluşur ve gelişir. Bu oluşum aynı zamanda ahlaksızlığı üretenlerin de kendi ahlakını (ahlaksızlığını) korumak için ahlaka sahip çıkmasını, ahlakı da kendilerinin mülkiyetine ve güç ve kontrol alanı içine almasını (gasp etmesini) ortaya çıkartır. Bu yolla hem ahlakı kendilerine mal ederler hem de yeniden tanımlayarak ahlaksızlığı ahlak yaparlar: Birçok teorilerin, alt ve alt yaklaşımların olmasının nedenlerinden biri de budur. Aynı zamanda bu yolla, örneğin medyayı biliş üretim ve destekleme araçları olarak kullananlar ve sözcüleri, “biz elitist değiliz, demokratız; biz halka istediğini veriyoruz” gibi meşrulaştırıcı söylemler yoluyla kendi pratiklerinin etiksel doğasıyla ilgili sorumluluktan kendilerini arındırırlar. Bu savunu eğitim sisteminde de yapılır: Özellikle üniversite seviyesindeki eğitimde “medya ve etik” konusu derslerde ve akademik faaliyetlerde üzerinde durulan önemli konulardan biri yapılır. Diğer örgütlü siyasal, ekonomik ve kültürel güç yapıları da bu meşrulaştırma üretimine, çıkar hesaplarına paralel olarak çeşitli tarz ve yollarla katılırlar. Etik komisyonları, etik kurulları, etik toplantıları, etik sempozyumları, etik söyleşileri ve etik çalışmaları yapılır; medya etik cemiyetleri/dernekleri kurulur; etikle ilgili kararlar alınır; etik ilkeleri saptanır; etik kuralları konur; medyaya ilkeli ve etikli yayın ödülleri verilir. Böylece, binlerce yıldır sürdürülen biliş yönetimine devam edilir. Medya örneğiyle verilen bu açıklamadan da anlaşılacağı gibi, örgütlü pratiklerle gereksinimler karşılanırken aynı zamanda gereksinimler de doğar. Etik gereksinimi çıktığında, etik kavramı üzerindeki mülkiyet kısa zamanda veya belli bir mücadele sonucu el değiştirir: Düşünsel üretim ve dağıtım olanaklarını ve gücünü ellerinde tutanların, dolayısıyla etik kavramının ve etik gereksiniminin çıkmasına neden olanların ellerine geçer. Güçlü yanlış güçsüz doğruyu gasp eder ve kendi yönetiminin bir parçası yapar. Böylece, teolojik günlük dille, şeytan şeytanlığını yaparken, aynı zamanda Şeytanlığın kötülüklerinden bahseder, Anadolu kültürel pratiklerinden (kötü gelenekler, erkek egemenliği, kadın dövme, çocuk dövme, töre cinayeti, muska yazma) ve İstanbul Eleştirel Bir Giriş 5 Cehenneminden (tinerci çocuklar, E5 otoyolundaki hayat kadınları, kaza yapan sarhoş sürücüler, dükkan soyan gençler, kapkaççılar) bireysel şeytanlar gösterir ve şeytanlığa karşı tedbirler önerilir ve etik ilkeler geliştirir. Bu bilinç yönetimi o denli güçlüdür ki, örneğin medya ve etik toplantılarında medyanın üretim tarzı ve ilişkileri veya toplumsal üretim tarzı ve ilişkileri asla “etik” konusu olarak akla gelmez, ele alınmaz, asla etik ile ilişkilendirilmez, istense de ilişkilendirilemez. Sendikasızlaşmanın, asgari ücretin, fazla mesai ödememenin, haftada altı gün 70 saat çalıştırmanın, kötü iş koşullarının, özlüce üretim tarzı ve ilişkilerinin “etikle” bağını kurabilmek için bilişlerin ve vicdanların farklı bir şekilde biçimlendirilmesi gerekir. Elbette ahlak, hırsızlık, yalan, kandırma, dolandırma, haksızlık, moral, dürüstlük, doğruluk, haklılık vb ile ilgili kararlar ve uygulamalar etik konusudur. Fakat medya ve etik, tüm bunların kitle iletişim yoluyla milyonlarca insana gönderilen paketlenmiş ürünlerde nasıl ele alındığı ve nasıl işlendiğiyle ilgilidir. Yukarıda sunulan açıklamalardan hareket ederek, bu makalede birbiriyle bağıntılı birkaç konusal amaç gerçekleştirilmeye çalışıldı: Yukarıdaki anlatıdan da açıkça görüleceği gibi etik kavramı egemen/popüler etik anlayışından farklı olarak ele alınıp derlendirildi; bu değerlendirme bağlamında medya ve etik konusu irdelendi ve derginin bu sayısında ele alınan medya ve etik sempozyumundaki sunumlar için eleştirel bir başlangıç yazısı oluşturuldu. Bu çerçevede, önce, iletişim alanında etiğin felsefedeki yeriyle ilgili bilgi verilmesi gereğinden hareketle, mümkün olduğu kadar az irdelemelerle etik (töre bilim veya ahlak bilim) yaklaşımları, alandaki yazılı kaynaklardan faydalanılarak, açıklandı. Ardından medya pratikleri ve etik konusu irdelendi. ETİK TEORİLERİ Etik erdemin felsefi incelenmesidir. Etik araştırma alanına verilen isimdir; ahlaklılık veya erdem ise araştırmanın nesnesinin/konusunun ismidir. Erdem belli bir yer ve zamanda belli bir grupta, cemaatte veya toplumda kabul edilebilir davranış kodlarıdır. Birbiriyle ilişkili birkaç kod türü vardır: (a) Yasal: Yasal kodlar belli bir grupta minimum kabul edilebilir davranışı temsil ederler. (b) Ahlak/erdem kodları: Bu kodlar daha geniş davranışsal kontrol takımlarıdır. Toplum genellikle bu kodların ihlaline karşı, bir yasanın ihlalindekinden daha 6 İrfan Erdoğan toleranslıdır. (c) Görgü kodları: Toplumun çok daha geniş davranışsal beklentilerini temsil eden kodlardır (örneğin kibarlık, centilmenlik gibi). Tüm bu kodlar toplumda insanların davranışlarını kontrol etmek için vardır. Etikle uğraşanlar şu ve benzeri sorulara yanıt ararlar: (a) Ahlakın dayanakları nelerdir: Neden insanlar bir davranışı doğru ve diğerini yanlış, birini yapılabilir diğerini yapılmaması gerekir diye düşünmektedir? Ahlaksal önsezilerimizin kaynağı nedir? (b) Ahlaksal önsezilerimizi sistematik olarak haklı çıkartabilir miyiz? Hangi eylemler gerçekte doğru, yanlış ve izin verilebilir; onların doğru veya yanlış olduğunu nasıl biliyoruz? (c) Ahlak kodları/kuralları nesnel mi yoksa görece mi? (d) Ahlakın dili nasıl çalışır? Örneğin, doğru ve yanlış gibi kelimeler ne anlama gelir? Bu dört soru töre/etik bilimin temelini, ana sorunsallarını oluşturur. Etik (ahlak ve erdem) belli zaman ve yerde yaşayan bir grup, cemaat veya toplumda kabul edilebilir olan davranış kodlarını ifade eder. Felsefenin alt dalı olan etik iki ana dala sahiptir: (a) Normatif etik: Erdemli yaşamın nasıl olması gerektiğini belirten kodlardır. Normatif etik teorisi ahlaksal kodların sistemli açıklanması ve haklı çıkarılması ile ilgilenir. Normatif etik yukarıdaki ilk iki soruyu ele alır; ahlaksal önsezilerimizin kaynağı ve haklı çıkarılması ile ilgilenir: Ahlaklı yaşamın nasıl yaşanması gerektiğini anlatır. (b) Normatif olmayan etik: moral sistemlerin mantığının ve dilinin sistemli incelenmesidir; ahlak sistemlerinin nesnelliğinin sistemli incelenmesidir. Erdemli yaşamın nasıl olmasıyla ilgilenmez (Şekil 1). Etik Normatif Normatif olmayan Teleolojik Betimleyicilik Deontolojik Metaetik Erdem Şekil 1. Temel etik teorileri Eleştirel Bir Giriş 7 Normatif etik üç gruba ayrılır: (a) teleolojik etik (consequentialism); (b) deontolojik etik: (c) Erdem etik. Teleolojik kavramı, sonuçlar hakkında rasyonel düşünme anlamına gelir. Teleolojik etik anlayışına göre, bir eylemin sonucu, onun ahlaksal statüsünü belirler (Şekil 2). Teleolojik etik Benlikçilik Hazcılık Faydacılık Eylem Kural Şekil 2. Temel Teleolojik etik yaklaşımları Dolayısıyla, sonuç kullanılan yolları ve araçları meşrulaştırır; eğer eylemin sonucuyla iyi gelirse, bu eylem doğrudur. Elbette burada ilk akla gelen sorular: İyi sonuç nedir? Kim buna nasıl karar verir? Bu iyi sonuç kimin için iyi sonuç? Bu sorulara yanıt farklı biçimlerde verilmiştir. “İyi” sonuç “alınan zevk” ile eşleştirilmiştir. Kimin için sorusuna birey ve çoğunluk yanıtı verilmiştir. Etiksel egoistler, hedonistler ve faydacılar ahlaksal sorumlulukların iyi sonuçlar tarafından belirlendiği konusunda hemfikirdirler, fakat neyin iyi sonuç olduğu hakkında aynı fikre sahip değildirler. Etik sorunu tartışmalarında, etiğin “iyi sonuçlar” ile ilişkilendirilmesi bir tesadüf değildir. Böylece, etiği belirleyen “iyi sonuç” amacı ve araçları soruşturmaya gerek duymadan meşrulaştırır. Teleologlar geleneksel olarak “iyi” sonuç konusunu, birbiriyle ilişkili, fakat üç ayrı teoriyle açıklamıştır: Etiksel egotizm/benlikçilik: bana mutluluk veren, benim için iyi olan, doğrudur. Bireysel etiksel egotizme göre, “ben daima kendime en fazla mutluluğu elde edecek şekilde eylemde bulunmalıyım.” Evrensel etiksel egotizme göre, “herkes kendine en fazla mutluluk sağlayacak biçimde eylemde bulunmalıdır.” Hedonizm /hazcılık: Bana en fazla zevk/haz veren, doğrudur. 8 İrfan Erdoğan Faydacılık: En fazla sayıdaki insan için mutluluk/zevk getiren doğrudur (Dolayısıyla, popüler kültürel ürünler büyük çoğunluğa mutluluk/doyum getirdiği için, doğrudur; Çoğunluğun veya genel toplumun çıkarı/ mutluluğu/ rahatlığı için “en iyi komünistin veya en iyi Yahudi’nin ya da en iyi A’nın ölü olması doğrudur; Savaş filmlerinde yapılan da bu etiksel bağlamda doğrudur). Eylem Faydacılığı görüşüne göre, etik faydacı ilkeyi karşılayan eylemleri değerlendirmelidir. Kural Faydacılığına göre, faydacı prensipleri karşılamak için yapılmış kaideler üzerine odaklanılmalıdır. Faydacı düşünceye göre, Kantçı eylemin (nedenin, amacın) ahlaksallığıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Kant için, eylemin erdemsel/ahlaksal değeri, doğru nedene/amaca (ki o da görevdir) bağlıdır. Dolayısıyla, görev ahlaksal değerin tanımlayıcısıdır. Bu da görevi belirleyen gücün doğruluğunu getirir. İkinci tür normatif etik teori deontolojik etiktir: Normatif değerlendirmeler, bir yükümlülüğü veya görevi ortaya çıkaran bir eylemin kendinde olan karakterinde yatar (Şekil 3). Deontolojik Eylem Etik Kural Etik Durumsal İlahi emir Varoluşçuluk Kantçılık Şekil 3. Temel deontolojik yaklaşımlar Bu yaklaşım, eylemin sonucu iyi/faydalı olsun veya olmasın fark etmez, bir eylemin doğruluğu üzerine odaklanır: İyilik ahlaksal zorunlulukları/ yükümlülükleri idrak etme ve karşılama yeteneğimizde yatar. Kant kesinlikle etikte doğru olmayana hiçbir koşulda yer vermez. Kant’ın “kategorisel zorunluluklar” olarak nitelediği bu evrensel yasada “istisnasız, doğru amaçlı görev” vardır: Örneğin, bu görev doğruyu söylemektir: yalan daima yanlıştır. Deontoloji iki ana akıma sahiptir: Durumsal etik anlayışı ve varoluşçuluğu içeren Deontolojik eylem teorileri ve kategorisel kaçınılmazlık/zorunluluk ve İlahi Emir yaklaşımlarını içeren Deontolojik Kural teorisi. Eleştirel Bir Giriş 9 Üçüncü tür normatif etik kuramı “erdem Etik” kuramıdır. Yukarıdaki teoriler etiksel davranış ile ilgilenmişlerdir. Üzerinde durulan temel sorular “bir eylemin iyiyi mi veya kötüyü mü ortaya çıkaracağı” veya “belli bir şeyi yapmak doğru mu yoksa yanlış mı” üzerinde toplanmaktadır. Doğu filozofları ve bazı Yunan filozofları etik konusunu kişinin karakteri, iç doğası, kalbinin nasıl olduğu noktasından ele alırlar. Erdem Etik, iyiliği veya doğruluğu tanımlama yerine, karakterin gelişmesi üzerinde durur ve mutluluğu insanların en yüksek amacı olarak düşünürler. Bu kuramda doğruluk eylemin kendisi veya sonucu tarafından değil, aktörün (kişinin) karakteri tarafından belirlenir. Bu etiğin Yunan/Batı türünü, örneğin Aristo her iki yöndeki aşırılıktan kaçınan “orta yol erdem” ile açıklar. Örneğin yalan söyleme ile “her şeyi olduğu gibi söyleme” arasında “doğru olan sözler” söylemek; yani aşırıya kaçmadan orta yolu seçmek. Dikkat edilirse, bu da, erdem adı altında, aynı zamanda, boyunsunuyu, doğruyu veya yalanı ikna edilebilir yoldan sunmayı, tutuculuğu, retoriksel/söylemsel hipokrasiyi besler ve destekler. Martin Buber etik konusunu moral kodlar yerine insanlar arası ilişkide aramıştır. Ona göre, etiğin özü insanlar arası gerçek diyalogun olmasıdır. İnsanlar araç değildir, sonuçtur. Bizim etiksel sorumluluğumuz şeyleri kullanma ve insana değer vermedir; insanları kullanma ve şeylere değer verme değil. Buber’in etik anlayışında, insanlar birbiri üzerinde olumlu imajlar yaratma ve sürdürme ile uğraşmazlar; “gerçek,” bireyin diğerleriyle şeffaf ilişkisinden çıkar gelir. Etik/töre bilimin ikinci ana teorik yaklaşımı normatif olmayan teorileri içerir. Normatif olmayan teoriler metaetik ve betimleyicilik üzerinde dururlar (Şekil 4) Normatif olmayan Betimleyicilik Objektivizm Görececilik Şekil 4. Normatif olmayan Teoriler Metaetik İdrakcilik Salıkvericilik Duygusalcılık 10 İrfan Erdoğan Betimleyicilik “ahlaksal ilkeler dünyanın nesnel özelliği midir yoksa kişiye, kültüre ve türlere göre midir?” sorusuna yanıt arayarak, ahlaksal prensiplerin ontolojik (varoluş) durumunu inceler. Bu sorunun ilk bölümünü destekleyenler, evrensel etik ilkeleri üzerinde duranlar objektivist ve ikinci bölümünü, evrensel ahlak prensipleri olmadığı varsayımını, destekleyenler ise relativist (göreselci, görececi) olarak isimlendirilir. Sübjektivist görececilikte birim birey olmaktadır ki bu hem herhangi bir eleştiri olasılığını ve eleştirinin geçerliliğini ve anlamlılığını ortadan kaldırır hem de sonunda ahlakın hiçbir anlama gelmediğiyle sonuçlanır. “Herkesin kendine göre, doğrusu vardır; doğru veya gerçek tek değildir, herkese göre değişir; tek veya birkaç değil, sonsuz anlamlandırma vardır; herkes kendine özgü anlamlandırma/çözümleme yapar” gibi ifadeler böyledir. Konvensiyonelist görececilerde ise görecelikte ölçüt cemaatin/ toplumun genel anlaşmasıdır. Bu anlayış da örgütlü bir egemenliğin çıkarının ahlak kodları olarak sunulmasını getirir; farklı olana izin vermez; fakat hiç değilse, yapısal bir gerçeğin ifadesi olarak anlamlıdır. Metaetik yaklaşımları dilin ve normatif etiksel sistemlerdeki mantıksal ilişkilerin felsefi incelemesini yaparlar. Bunlardan Cognitivist (idrakçilik) grubuna düşenlere göre ahlaksal dil semantiksel olarak zengindir. Naturalistlere göre, dil semantik olarak zengin olan dil iyilik ve doğruluk gibi natural olmayan temel karakterlere sahiptir. Dolayısıyla ahlaksal dili anlayabilmek için ahlaksal önsezilerimizi kullanmalıyız veya özel aydınlanmaya veya özel açıklamalara/vahiye/ilahi açıklamaya, mağarada Hz. Musa’ya veya Hz. Muhammed’e Tanrının verdikleri “bilgilere, açıklamalara” dayanmalıyız. İdrakcilik/cognitivist görüşlerin aksine, salıkvericilik ve duygulandırıcılık yaklaşımlarına göre, ahlaksal dil özünde anlamsızdır; çünkü ahlaksal göstergeler/işaretler kavrama sağlayan ve idrak ettiren içeriğe sahip değildir. Duygusalcılık yaklaşıma göre, moral önermeler insanın bir eyleme veya davranışa karşı duygusal yanıtını ifade etmek veya başkalarında benzer reaksiyonları ortaya çıkartmak amacını taşır. Salıkvericilere göre, ahlaksal dil sadece (yap veya yapma gibi) emir/zorunluluk biçimidir. Eleştirel Bir Giriş 11 TEORİ, PRATİK, MEDYA PRATİĞİ VE MEDYA ETİĞİ İster etik ister başka tür teori olsun fark etmez, bir teorinin en önde gelen amacı açıklamak istediğini açıklayabilmektir. Dolayısıyla, birçok etik kuramları olmasının tüm durumlara uygulanabilecek etiksel standartların ne denli zor olduğuna işaret ettiğini söylemek alakasız ve geçersiz bir argümandır. Bazı kuramcıların standart koymanın imkansız olduğunu belirtmesi ve çözüm olarak belli bağlam içinde standartlarla ilgili kararların verilmesi gerektiği iddiası da bir o kadar geçersizdir. Açıkladığını veya açıklamak istediğini açıklayamadığını söyleyerek yakınan kuramcı, bu işten vazgeçmelidir, çünkü teorinin amacı, etikle ilgili olarak olası en doğru, geçerli ve güvenilir açıklamayı yapmaktır. Baskıcı ücret politikaları altında olan veya medya sahipliğinin öznel çıkarlarını her pahaya savunmaya soyunan bir gazetecinin etiğinin egemen doğası bu üretim ilişkileri içinde belirlenmiştir: Gazetecinin aynı anda ücretli kölelik koşulunu yeniden üretmesi ve bu koşulu sağlayan koşulu da yeniden üretmesi “ekonomik geliri/karı en verimli biçimde gerçekleştiren üretim yapmasını zorunlu kılar. En genel ve kaba şekliyle bu, medyanın ekonomik politiğidir. Medyanın veya gazetecinin etiği bu ekonomik politiğin etiğidir. Daha basit bir deyişle, pazar payını tutmak ve mümkünse genişletmek için okuyucunun/izleyicinin tercihi olmak, dikkatini ve ilgisini çekmek çabasıyla yapılanlara bakıldığında, orada medyayı yönetenlerin neyi nasıl düşündüğü ve neden ve nasıl yaptığıyla ilgili önemli göstergeler ve ipuçları görülür; bu göstergeler aynı zamanda medyayı yönetenlerin etiğini (medya etiğini) anlatır. Dikkat edilirse, bunun bir diğer anlamı da, örneğin güven gibi düşünsel ve tekelleşme gibi ekonomik kavramların kendileri kendiliğinden etiği veya etik sorununu (veya etiksiz davranışı) hecelemezler. Örneğin, sahte imajlara ve biliş yönetimine dayanarak sağlanan güven ile etik arasındaki ilişki böyledir. Etik endüstriyel pratikler bağlamında ele alındığında, konu ilişkinin doğruluğuna indirgenir. Dolayısıyla, bir grubu veya bireyi yöneten ilişki prensipleri olarak etik tanımı profesyonelin pratiği araştırma, ölçme ve karar verme birimi olarak ele alınarak yapılır. Bu nedenle, çoğu derslerde, toplantılarda, makalelerde, kitaplardaki sunumlarda “profesyonel etik nedir?” sorusuna yanıt verilir. Bu profesyonel soruya en profesyonel örgütlerden birinin The American Association for the Advancement of Science cemiyetinin tanımı en tipik örnek olarak verilebilir: Profesyonel etik bilim adamlarının birbiriyle ve öğrenciler, müşteriler, araştırma konuları, işverenler vb dahil 12 İrfan Erdoğan diğer ilgililerle olan ilişkisindeki doğruları ve sorumlulukları belirlemeyi amaçlayan prensipleri kapsar. Diğer endüstriyel pratiklerde olduğu gibi, medya pratiklerinde de etik, yukarıdaki cümledeki öznenin yerine gazeteci, televizyoncu, muhabir yerleştirilerek yapılır. Bu durumda bir faaliyet olup bittikten sonra, eğer gerekiyorsa, etik konusu gündeme getirilir. Örneğin televizyonda sürekli cinsellik ve teşhir kullanılması sonucunda bazı insanlar bunu etik sorunu olarak gündeme getirirler. Mecliste etik komiteleri belli olaylar olduktan sonra kurulur. İnternet ile birlikte, bu tür reaktif etik anlayışı ve uygulamaları özel hayatı koruma, aşırma, korsanlık, telif hakkı, açık seçiklik, sansür, gizlilik vb tartışmalarla çok daha önem kazanır: bilişten geçerek durdurma ve bunun yasal cezalandırma yollarıyla desteklenmesi. Medya ve etikte ideolojik biçimlendirmeler Bir taraftan uluslar arası ve ulus içi ilişkilerde ve bu ilişkilerin haber olarak ve temsili sunumlarında öznel çıkarlar gerçekleştirilirken ve bu gerçekleştirmeyle ilgili çoğu sahte imajlar yaratılırken, aynı zamanda, aynı kişiler ve/veya akademideki ve medyadaki savunucuları çeşitli örgütlü mekanlarda aynı çerçeve içinde dönen etik dersleri verirler ve etik tartışması yaparlar. Bunlar ansiklopediler, dergiler ve kitaplarda da yansıtılır. The Encyclopedia Britannica, sanki yaşamı seçme özgür bir tercihmiş gibi, sanki mutluluk ve bilgi birbiriyle zıt iki şeymiş gibi, sanki iyi olan ile dürüst olma birbiriyle uyuşmuyormuş gibi, sanki mutluluğu amaçlarsak bilgi kaybına uğrarmışız ve bilgiden olurmuşuz gibi, etik ile ilgili açıklamasını şöyle yapıyor: Nasıl yaşamalıyız? Mutluluğu mu yoksa bilgiyi mi amaçlamalıyız? Eğer mutluluğu seçersek, kendimizin mi yoksa herkesin mutluluğu mu olacak? İyi bir dava için dürüst olmamak doğru mu? Yalan söyleme kötülüğü önlüyor veya iyi bir şey yapmayı mı getiriyor?3 Dünyanın diğer yerlerinde insanlar açlıktan ölürken, zenginlik içinde yaşamayı haklı çıkartabilir miyiz? 3 O zaman, yalan söyleyebilirsin ve bunda bir etik sorunu yoktur; İyi şey ne? Örneğin kârını artırmadır, zararı önlemedir; “kapanıyoruz, büyük indirim var” veya “% 30 indirim var” diyerek, satışı artırmadır. Bu tür örnekler çok ender verilir, çünkü pazar etiğini bu tür değerlendirmek özgürlük, demokrasi, serbest ticaret ilkesine aykırıdır. Arıca pazar güçleri seni bu nedenle cebinden vurabilir. Pazar zehir üretir (örneğin sigara) ve bu etik konusu olmaz; etiksel ve davranışsal sorumluluk tüketici/kullanıcı birey üzerine yüklenilir. Özlüce, bu tür etikte daha en başta etiksel ciddi sorun var bu sorun da, örneğin, örgütlü güç yapıları ve ilişkileri ile doğrunun, gerçeğin, haklının, iyinin vb tanımlanması arasındaki belirleyici bağdır: Bunları kimin nasıl ne amaç ve sonuçlarla tanımladığı ve yeniden tanımladığıdır. Eleştirel Bir Giriş 13 Dikkat edilirse, zaten bu, soruyla haklı çıkartılıyor, çünkü birinin zenginliğiyle, diğerinin açlığı arasındaki nedensellik bağı kopartılıyor; birileri fakir, çünkü şanssız, tembel, beceriksiz, yeteneksiz; birileri zengin çünkü şanslı, tanrının “yürü kulum” dediği çalışkan ve yetenekli kişi. Birilerinin zenginliğinin diğer birilerinin fakirliği arasında bağ yokmuş gibi, sahte bir dünya gerçeği sunuluyor. “Gelişmişin gelişmesinin” aslında “azgelişmişliğin geliştirilmesinin” bir sonucu olduğu bir kenara itiliyor. Batının zenginliğinin Güneyin ve Doğunun doğrudan, dolaylı ve yeni sömürgecilik yoluyla “yoksun ve yoksul bırakmanın geliştirilmesinin” sonucu olduğu gizleniyor. Cehalet beslenerek ve cehalete bilgiçlik taslattırılarak ”gerçek ve gerçeği söyleyenler” düşman ilan ediliyor ve hatta öldürülüyor. Bunu ilan edenler aynı zamanda etik konuşuyor ve etik ilkelerini ve etikli ilişki kurma standartlarını da belirliyor: “Bu iş yerinde asgari ücret ödenir” ilkesi gibi meşrulaştırılmış haksızlık ve adaletsizlik soruşturulmuyor; “İyi ve dürüst bir esnaf, sanayici veya iş adamı gibi” iş yapma ilkeleri ile belirlenen etik kuralları üzerinde tartışılıyor. Bu da elbette birileri için çok verimli bir tartışmadır. Desteklemediğimiz bir savaş için askere alınırsak, yasayı çiğnemeli miyiz? Bu soruya da verilecek yanıt (birkaç vatan haini ve etikle uğraşanlar arasında belli bir yaklaşımı benimseyenler dışında!), “hayır” yanıtıdır, çünkü yasayı çiğnemek gibi ciddi bir karardan bahsediyoruz. Yasa meşrudur, herkes için ve her şey için doğruyu ve iyiyi temsil eder; dolayısıyla, tercih bu yönde olursa, doğru ve geçerli, dolayısıyla, etikli bir tercih olacaktır. Aksi durumda, yasayı ve etiği belirleyenler ve yayanların çalıştırdıkları ve çalıştırmadıkları “iyi inançlılar veya vatanı sevenler” tarafından, bu tür karar veren kişiler cezalandırılacaktır bir şekilde. Dolayısıyla, etik konusu, aynı zamanda, özgür bireylerin özgür bir şekilde, mantıksal nedensellik bağları kullanarak özgürce karar verip uyguladığı veya uygulamadığı bir konu değildir; var olan örgütlü materyal ve düşünsel üretim tarzı ve ilişkilerinin, eleştiriyor görünse veya olsa bile, bütünleşik bir parçasıdır; o tarzın ve ilişkilerin, o tarza ve ilişkilere belli amaçlar ve sonuçlarla karşılık veren bir sonucudur/ürünüdür. O tarzın ve ilişkilerin sonucu/ürünü olarak aynı zamanda kendini var eden içinde kendini ve var edeni yeniden üreten örgütlü yapıların (üniversiteler, medya, cemiyetler ve derneklerin) işlevsel parçasıdır. Dolayısıyla, etik yoluyla birileri eleştirerek ve yücelterek gücün ve güç uygulamasının meşrulaştırıcı propagandasını, halkla ilişkilerini, pazarlamasını ve promosyonunu yapar. 14 İrfan Erdoğan Felsefenin bir dalı olan etik yukarıdaki sorulardan da çıkartılabileceği gibi, insan faaliyetinin doğru veya yanlış olduğuna karar veren standartlar ve nihai değerin doğası üzerinde durur. Etikle ilgili farklı yaklaşımlar olarak sunulan gruplandırmalarda kullanılan temel varsayımlar veya kavramlar, faydacılık kavramı gibi, burjuva siyasal ekonomisinin varsayımları ve kavramlarının etik diline dönüştürülmüş şeklinden başka bir şey değildir.4 Nasıl ki, tarih boyu insan topluluklarında ekonomik ve siyasal yönetim için çeşitli işlevsel mekanizmalar ve uygulamalar geliştirilmişse, bu mekanizmalar ve uygulamalar ile ilgili “etik anlatılar” da geliştirilmiştir. Bu anlatılar felsefenin etik dalı altında çeşitli etik yaklaşımları/teorileri olarak gruplandırılırlar. Nasıl ki sosyoloji veya epistemoloji denildiğinde, Batının burjuva bilimi ve burjuva bilgi kuramı akla geliyorsa, etik denildiğinde de idealist felsefenin giderek uzmanlık alanları içine ayrılmış bir dalı akla gelir. Etik konusunda burjuva toplumunun karakterine en uygun olan yaklaşım faydacılıktır (utilitarianism). Batı felsefesinde, faydacılığın, etiksel egotism (benlikçilik) olarak başlangıcı çok eskidir. Her ikisinde de etiksel karar vermede temel dayanak davranışın sonucunun ne olduğudur. Etiksel egotizme göre, herkes kendi çıkarını düşünmelidir; dolayısıyla, bu teoride etiksel sistemin sınırı bireyi içerir. İyi yaşam mümkün olduğu kadar zevk alınan yaşamdır: Ye, iç ve mutlu ol. Bu hedonist anlayışta, etik günümüz klasik kapitalist anlayışa oldukça uygundur: Yakalanmadıkça, hırsızlık yapabilirsin. Epicurus’a göre, akıllı bir insan yakalanma riski yoksa yalan söylemeye hazırdır. Thomas Hobbes, aynı paralelde görüş sunmuştur. Adam Smith’in teorisi de, aynı etik anlayışına dayanan, her bireyin kendi çıkarı peşinde koştuğu, kendi çıkarını gerçekleştirdiği ve bunun önünde engel konmaması gerektiği görüşü üzerinde kurulmuştur. Jeremy Bentham ve John Stuart Mill bu zevk egotizmini, günümüz küresel pazarının da yaydığı, daha kapsamlı olan faydacılık görüşüne dönüştürdü. Bu faydacılığın etiğinde, aynı zamanda, sen bir kişiyi, o cezayı hak etmese veya o ceza çok fazla bile olsa, genelin iyiliği için kurban edersin. Yani, sonuç aracı ve yapılanı meşrulaştırır. Bu anlayışlarda, bir eylemin (eylemi yapan için) sonucuna bakarak iyi veya kötü 4 Editörün notu: Benzer dönüştürmeyi sosyal psikoloji, sosyoloji ve siyaset bilimiyle ilgili kuramlarda da görürüz. Siyasal ekonominin dili sosyolojinin, sosyal psikolojinin, siyaset biliminin diline dönüştürülmektedir. Bu dönüştürme, örneğin kültürel incelemelerde, sosyal bilimlerin dili mistikleştiren kavramlarla anlamsız dönüştürmelere uğratılmaktadır. Eleştirel Bir Giriş 15 olduğuna karar verilmektedir. Önemli olan sonuçtur. Bobby McFerrin’s 20. yüzyılın sonlarının ruhunu yakalayan “Üzülme, mutlu ol” (don’t worry, be happy) ile özetlediği benlikçi/faydacı tavsiye Grammy Ödülü aldı. Günümüzde reklamların büyük çoğunluğu fiziksel fayda sağlamayı insanın amacı yapmaktadır: En değerli kankan (arkadaşın) Kanki’dir, çünkü Kanki alelade bir bisküvi değildir; ortasında çikolata olan iki bisküvidir. Sevgilini trene bindirip yolcu ettikten hemen sonra onu gizlice başkasıyla kandırırsın. O başkası sana şahane zevk veren Kankidir, çikolatadır, dondurmadır (herhangi bir popüler yiyecek, içecek veya giyecektir). Yiyemediğin, içemediğin veya giyemediğin ve sana fiziksel doyum sağlamayan arkadaş veya sevgili ne işe yarar ki! Elbette, en yakın arkadaşın Kanki’yi karnın aç olduğu için, karnını doyurmak için yemezsin; ayrıca öyle alelade ısırarak ve çiğneyerek de yenilmez: Hiçbir ilişkiden almadığın seksüel zevki alarak (alıyor gibi yaparak) ve bunu da teşhir ederek yersin. Böylece, benlikçi fiziksel fayda seksüel zevk ve gösteriş kültürünün teşhirciliğinin sağladığı doyumla zirveye çıkartılır. Trene bindirip yolladığın sevgilin ile satın aldığın ve arzu ettiğin şekilde yediğin ve sana en yüksek zevki veren kankan Kanki arasında ne tür tercih yapmalısın? Tercihi yaptın zaten: Kullandın bitti, trene bindirip gönderirken bile sabırsızlıkla Kanki’yi özlüyorsun. Epicirus’ten şimdiye kadar gelen bu tür etik anlayışını sunanlar, aynı anlayış çerçevesinde ele alınırsa, bilinçli bir şekilde kendi çıkarını sağlama peşindedir; genelin çıkarını sağlama değil. Egotist zevk prensibi veya bireysel fayda üzerine kurulu etik anlayışında, zevkin ortadan kalktığı an, faaliyet de durur: Erkek parkta kızın yanında borsadaki durumu düşünüyor. Kız borsadan zevk aramıyor; kız için zevk yok orada, o parkta, o anda. Mutsuzca “gidelim” diyor. ”Her koyun kendi bacağından asılır” anlayışındaki bencillik, dayanışma yoksunluğu, bahanecilik ve duyarsızlık da bu tür anlayışı destekler. Kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerinin etiği, örneğin mülk edinme, sahiplik, satın alma, materyal zenginlik elde etme, maliyeti düşürme ve kârı artırma gibi sermayenin ihtiyaçlarını gidermeyle ilgilidir. Aynı etik çok çalışma, tutumluluk, motivasyon ve işine bağlılık ile çalışanların (serbest kölelerin) ihtiyaçlarını karşılamayla da ilgilidir. Aynı etik, aynı zamanda, yukarıda örnekleri verilen satın alma, kullanma ve tüketmeden geçerek zevk ve fayda sağlamayı insanın varlığının amacı yapmayla ilgilidir. Bu ve benzeri çerçevelerde kurulan inşalar yoluyla, iyi bilinç ve erdem zenginliği düşüncesi üzerinde durulur. 16 İrfan Erdoğan Binlerce yıldır insanlar üzerinde uygulanan bu tür ve benzeri işlemeler, hep yönetilenlerin üzerinde kullanılan ve yönetilenlerin uyduğu, kalplerinde, vicdanlarında ve düşüncelerinde taşıdıkları, dolayısıyla, ezme ve ezilmeye istekle katılmalarını sağlayan araçlardır. Bu katılmanın en hunhar yanı da, insanın kendi kendisini ve kendi gibileri bazı sakat ahlak, erdem, inanç ve doğrularla ezmesi, acı çekmesi ve acı çektirmesi olmuştur: Örneğin, istediğin an, istediğin biriyle dostça veya daha yakın ilişkiye girememenin getirdiği engellenmişliği, istediğin zaman istediğin yerde satın alacağın ve tüketeceğin bir malla karşılayabilirsin. Cosmopolitan gibi dergilerde promosyonu yapılan “kadın özgürlüğü” insan ilişkisinde araya endüstriyel çıkarları gerçekleştiren tüketimi yerleştiren, asgari ücreti garantiye alan ve değeri satın alma ve kullanıp atmaya indirgeyen “pazar özgürlüğüdür.” Yöneten ekonomik ve siyasal güç sahipleri için etik, kendi çıkarlarının belirlediği çerçeve içinde meşrulaştırılan ve kullanılandır. Dolayısıyla, etiğin konusunu ve içeriksel doğasını belirleyen, toplumsal üretim tarzı ve ilişkileri dışından oluşup gelen ilahi, üstün, nesnel, herkesin iyiliğini ve çıkarını düşünen, bağımsız ve yüce bir varlık veya güç değildir. Örneğin, Adam Smith’in Moral Felsefe çalışmasından Ulusların Zenginliği’ne gelmesi ve siyasal ekonomiyi etiğin nesnel bilimi olarak görmesi, Adam Smith’in yapıtının doğasına bakıldığında, bilinçli olarak kapitalist pazar çıkarına uygun bir etiğin, dolayısıyla insan, toplum ve ilişki değerlendirmesi anlayışının inşa edildiği görülür. Bu tür geçersiz nesnelleştirme ve evrenselleştirmeyi Batı’nın idealist filozoflarında yaygın bir şekilde görürüz. Hegel’in ölümünden sonra, özellikle 1840’lardan beri etik konusu bilimsel bilgiden iyice soyutlandı, koparıldı ve bireysel yorumlama, vicdan, his, duygu, düşünce, karar alanına taşındı. Aynı anda kilisenin egemenliği dışına taşınan bilim de kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri içinde hızla güç yapılarının parçası olmaya başladı. Bilimde kompartımanlaşmayla (uzmanlaşma adı altında gelen ve nicel olarak artan iş bölümüyle) sadece etik ile bilgi, siyasal ekonomi ile etik vb arasındaki bağ kopartılmadı, aynı zamanda ortaya çıkan veya yaratılan bilim alanları ve alt alanlarla bilim içi ve bilimler arası bağ da kopartıldı. Daha kötüsü, bu bölünme endüstriyel faaliyet türlerine uygun bir şekilde oluşturuldu ve üniversitelerde ve özel laboratuarlarda yapılan bilimin doğası endüstriyel çıkarların doğasına uygun bir şekilde biçimlendirilmeye başlandı. Böylece bir zamanlar teolojik çıkarlar için üretilen ve dağıtılan bilim ve etiği, şimdi kapitalist çıkarlar için yapılmaya başlandı. Eleştirel Bir Giriş 17 Bilgiden ve üretimden soyutlanan etikçiler (araştırmacılar, bilimciler), sanki dışarıdan bir gözlemci, denetleyici, yüksek standartları getirici veya arayıcıymış gibi, üretim, dağıtım ve tüketim pratiklerine dışarıdan geliyormuş gibi kendine ve dışına bakmaya başladılar. Bu pratiklerin örgütlü insan üretim biçimiyle ilgili özüne ve var oluş doğasına hiç ilgi göstermeksizin, pratiğin sonuçlarının etiksel anlamları veya dilinin semantik yapısı ile ilgilenmeye başladılar. Etiksel amaçlar da “herkes için iyi, doğru, haklı, dürüst vb pratikler” olarak belirlendi. Bu belirlemenin karakterini (neye ve kime hizmet ettiğini) daha somut bir şekilde ortaya koymak için, çok az üzerinde durulan önemli konulardan biri örnek verilebilir: Asgari ücret politikasının etiğinin oluşum ve gelişim doğası asla soruşturulmaz, soruşturulması gereksiz görülür ve yanlış olduğu duygusu/düşüncesi verilir: Ücret politikasını belirleyen serbest pazardır ve serbest pazar doğallaştırılmıştır; normalleştirilmiştir; evrensel gerçek ve evrensel doğru olarak sunulmuştur; soruşturma ve soruşturanlar gayrimeşrulaştırılmıştır. Asgari ücret politikası soruşturulmaz, ama zorunlu kalındığında asgari ücretin belli sektörlerde veya belli yerlerde azlığı üzerinde tartışmalar sunulur veya asgari ücret ödemeyerek yasaları ve etik kurallarını çiğneyen bir şirketin yöneticisi kınanarak ele alınır. Yönetenler kapitalist ekonominin çıkar mantığıyla belirlenen etik ile düşünür, hisseder ve yaşarken; yönetilenler de kapitalist çıkar mantığına işlevsel olan emek, çalışma, boş zaman harcama (dinlenme ve eğlenme) pratiklerine uygun etik ile (duygular, inançlar, bilişler ile) donatılır. Birinci grubun etiği sadece kendisi için işlevselken (faydalıyken), ikinci grubun etiği daha çok birinci grup için işlevsel karakter taşımaktadır. İkinci gruptaki geniş insan nüfusu arasında bunun böyle olması için binlerce yıldır biliş ve bilinç yönetimi mekanizmaları kurulmuş ve yolları geliştirilmiş ve kullanılmaktadır. En büyük korkulardan biri elbette, insanlar arasında insan değerine dayanan etiğin egemen olması ve insanların bu etiğe göre günlük yaşamlarını düzenlemeye başlamasıdır; çünkü böyle olduğunda, bu tür etik ve anlayışla, geniş insan kitleleri kendi tarihini kendisi için yapmaya başladığında, imparatorluklar çökmeye başlar. Bu tür etiğin olma olasılığı var elbette, fakat egemenlik olasılığı çok azdır, çünkü egemen düşünceleri, ne yazık ki, belirleyen insanın nasıl hissettiği değil, bu hissettiğini de önemli ölçüde belirleyen, neyi nasıl yaptığıdır. Dolayısıyla, değişim olasılığı neyin nasıl yapıldığıyla ilişkili egemenlik ve mücadele koşuluyla birlikte gelir. 18 İrfan Erdoğan Sözlü ve yazılı gelenek: söz/mesaj ve etik Yazıdan önce, insan ve mesajı aynı mekan ve zamanda üretiliyordu. Sözlü gelenekte, sözü söyleyen oradadır. Zaman ve mekanda birlik vardır. Konuşan, öyküleyen ve dinleyen o yer ve mekandadır. Gerçekler ve imajlar doğrudan deneyim ve ilişkilerden geçerek oluşturulur. Egemenlik, yine meşrulaştırılmış kaba güce dayanarak ve doğaüstü metafizik anlatılar yoluyla gücü destekleyen örgütlü bilinç ve davranış yönetimiyle perçinlenir ve sürdürülür. Yazıyla egemen ve egemenlik altındakinin yönetme-yönetilme ilişkisi yazılı kurallar, yönetmelikler, yazılı direktifler kullanılarak düzenlenmeye ve yürütülmeye başlandı. Köle efendisini göremez ve hatta tanıyamaz oldu. Onun yerini, onun adına onun çıkarlarını gerçekleştiren ve örgütleri/şirketleri yürüten yönetici denen dolgun ücretli köleler doldurmaya başladı. Böylece köle her gün onu ezen yeni düşmanıyla tanıştı: Kendisi ve kendi gibiler. Taşıyıcı araç üzerine kaydetme gerektiren yazıyla birlikte, egemenliğin yazma ve okumayla desteklenmesi için bilginin üretimi ve dağıtımının kontrolu gereksinimi çıktı. Aynı zamanda, okuma sembolleri mantıklı olarak manipüle etmeyi getirdiği, nedensellik bağları kurup sonuçlar çıkartmayı desteklediği için, egemenliği soruşturan insanın artmasını da getirdi. Dolayısıyla, okuyan insan tehlikeli insandır. Bu soruna en modern çözümün ne olduğunu bulmak için herhangi bir kitapçıya gidip raflara, “bestseller” veya “en çok satan” kitaplara bakmak yeterlidir. Yazıyla, yazar ve ürünü birbirinden ayrıldı: Yazar, ürün ve okuyucu arasında zamansal ve mekansal farklılıklar doğdu. Yazıda okuyucu yazarla yazısından geçerek tanışır ve yazarın bundan haberi bile olmaz. Üründen bu tür yabancılaşmaya, kapitalizmde, yazara verilen telif ücreti yoluyla yazarın ürettiği ürün kapitalistin emtiası olduğunda yeni bir yabancılaşma eklendi. Yazıyı ve ardından elektronik kayıt etmeyi kullanan kapitalist sahiplik ile insanı gerçeğinden, mesajından ve ürününden ayırt etme arttı. Gerçek, mesaj ve ürün zaman ve yer bakımından kaynağından koparıldı ve mekaniksel olarak manipüle etme (değiştirme, dönüştürme ve çoğaltma) olasılığı ortaya çıktı. Bununla birlikte, sahilik ve gerçeklik konusunda şüpheler ve dolayısıyla yeni etik konuları önem kazandı. Bu da kaçınılmaz olarak, şüpheleri ortadan kaldırmayı amaçlayan sahte sahiliği, gerçekliği, etik ve erdemi pazarlayan ve sahteyi sahi gösteren inşaları yapan oluşumları (bilinç yönetimini, propagandayı, psikolojik savaşı, profesyonel halkla ilişkileri, reklamcılığı) yükseltti. Eleştirel Bir Giriş 19 İnsanın kendi ürününden yabancılaşmasına, kendi düşüncesi ile kendi yaptığı arasında oluşan/oluşturulan gediğin uçuruma dönmesi eklendi: 21. yüzyılın günlük örgütlü yaşamı, “söylenen” ile “yapılan” arasındaki örtüşmeme ile karakterini kazanır (lütfen sorunu örgütsüz yer ve zamanda bireyler arası mesaj alışverişine veya ilişkiye indirgemeyelim, çünkü bireyler arası ilişkiler örgütlü yer ve zamanda, çıkar ve güç ilişkileri içinde olur), Söylenen ile yapılan arasındaki fark (yalan ve aldatma) elbette yeni değil. Yeni olan, örneğin, modern iletişim araçlarıyla sunulan imaj ile olay/gerçek arasındaki uyumsuzluğun çok ciddi bir şekilde artışıdır. K işinin deneyimine dayanan gerçekler, medya tarafından sunulan paketlenmiş gerçeklerle etkilenerek şekillendirilmektedir. Çoğu kez insanların bilgisi yetersiz olduğu için, bu boşluk yorumlarla, klişelerle, genelleştirmelerle, basitleştirilmiş sonuç ve çözümlerle doldurulmaktadır. Düşünce farklılıkları aynı zamanda yorum farklılıklarıdır. Yorum farklılıklarının kaynağı ise, egemen iddiaların aksine, enformasyon bolluğu veya azlığı değil, ilişkisel üretim bağlamının özelliklerinde insanın aldığı yer, güç, amaç ve çıkar farklılıklarıdır. Özellikle, bu bağlam örgütlü amaçların gerçekleştirilmesi amacını içerirse, o zaman iletişim planlı ve programlı olarak yürütülen üretim ilişkileri içinde anlam bulur. Örgütlü amaçlara hizmet eden iletişimle (örneğin reklamcılık ve turizmi teşvik faaliyetleriyle), eylem gerektiren dışsal durumu kontrol etme sağlanmaya çalışılır. Bu bağlamda etik, örgütlü amaç ve faaliyetler tarafından tanımlanır. Bu tür iletişim ve etikte (a) mekan ve zaman örgütlenir ve amaca göre ayarlanır; (b) insan emeğinin, enerjisinin ve gereksinimlerinin tayini, (c) bütçe ve diğer finans tahsisi, (d) teknolojik ve doğal kaynakların tahsisi ve (e) bütün bunların örgütsel gereksinimler için entegrasyonu örgütsel amaca göre biçimlendirilir. Bu biçimlendirmeyle gelen iletişim ve etikte, reklamcılar, propagandacılar ve PR uzmanları tarafından yorumlama, gerçekler bükülerek ve temel dürtüler gıdıklanarak yapılır. Bu yapışın etiği kitle iletişimi ve ticari iletişim etiğidir ve birçok eleştiriye açıktır. Bu biçimlendirmeye bilim yapanlar da katıldığında, bilimin, temsili iletişim olarak nitelediği etiğin yerini de ticari etik alır. Bu biçimlendirme, siyasal iletişim adı altında reklamcılar, halkla ilişkiler firmaları ve propaganda uzmanları tarafından seçim kampanyaları düzenleme, seçim araştırmaları yapma, imaj yaratma işiyle, etik siyasal pazarlama biçiminin etiğine dönüşür. Bütün bu biçimlendirmeler sonucu, egemenlik sağlanır ve yürütülürken, aynı zamanda etik ve güven sorunları da hızla artar. 20 İrfan Erdoğan İletişim, dil ve etik İletişim, dil ve etiğin kullanımı, insanlar arası “paylaşma” ve sosyal düzeni sağlama çerçevesinde ele alınır. İletişim, ancak ilişki kurabilmek için gerekli “iletişim yapabilme olanaklarına ve koşullarına” sahiplikle olur. Bunların başında da “düşünebilme ve karar verebilme yeteneği ve bu yeteneği kullanabileceği koşulların varlığı gelir. Birbiriyle ilişkideki insanlar aynı anda kendi kendileriyle iletişimde bulunurlar. Hem kendi hem de diğerleriyle ilişkisinde neyi nasıl ve ne için yaptığını, kullandığı dilin özelliği belirlemez; belli örgütlü yer ve zamandaki çıkar ve güç ilişkilerinin doğası belirler. Halil Gibran’a göre bir gerçeği oluşturmak için iki kişi gerekir. Birisi o gerçeği söyler ve diğeri ona inanır. Bir gerçek üzerinde uyuşma, basit bir konuşmada bile ”inanmamanın” askıya alınmasını gerektirir. Benzer şekilde, bir savaş, barış, sevgi ve nefreti beslemek için ve inanmamanın askıya alınması için de, en az iki yan gerekir. Gibran’ın söylediği, ilişkisel gerçektir. Bu gerçeği biz, diğeriyle olan örgütlü yer zaman ve amaçlar içindeki ilişkimizde hem kendimiz hem diğeri hem BİZ hem de isteyerek veya istemeyerek ONLAR için sürekli yeniden-üretiriz. İlişkisel olan ve olmayan gerçeği yeniden üretmek için, her zaman iki kişiye gereksinim yoktur. Aslında, bir gerçeği oluşturmak için bir kişi yeterlidir. O kişi ancak bir insan grubu, cemaati veya toplumu içinde kişidir, kendi başınadır veya diğerleriyledir. Dağ başındaki yalnız bir kişi, evinde yatağına uzanmış dinlenen biri veya iş yerinde çalışarak üretime katılan biri de kendi ve dışıyla olan ilişkileriyle kendisinin ve diğerinin gerçeklerini oluşturur. Kendini içinde bulduğu sosyal koşullarda diğerleri kişiye konuşurken ve kendisi de diğerleriyle konuşurken, aynı zamanda, her kişi kendisine konuşur ve kendi inanır. Dolayısıyla, örgütlü yapılar ve güç ilişkileri içinde, kişinin kendisinden ve kişiler arasından geçerek biçimlendirilen ve sürdürülen gerçeklerde inanma veya inanmamanın hangisi etikli/ahlaklı hangisi etiksiz/ahlaksızdır? Dikkat edilirse, farklı temellerden hareket edince, etik, iletişim ve dil bağı özel şekiller almaya başlar. Örneğin konuşmayı/ürünü, etiği veya aracı hareket noktası olarak ele alarak kurulan nedensellik bağlarında, etik ve iletişim, ilişkinin merkezine oturtulur ve insan merkezden edilir; ilgi insandan uzaklaşır, insanla ilgili olana insansız olarak odaklanır. İletişimde bir ilişkinin başlatılması, yürütülmesi veya sonlandırılması ancak gerekli olan etkinliklerin yapılmasıyla gerçekleştirilebilir. Bu etkinlik bir konuşma olabileceği gibi, herhangi bir üretim sürecinin gereğini yerine Eleştirel Bir Giriş 21 getirme (örneğin makineyi çalıştırma, düğme dikme, parça yerleştirme) olabilir. İletişimle bireysel bilinç ve vicdan olarak beliren bireyin gerçeği ile, bu bireyin de içinde olduğu ve bireyin gerçeğini de taşıyan sosyal gerçek diyalektik olarak uzlaşabilir veya çatışabilir. Uzlaşma fikir birliğiyle, istekle veya zorunluluk nedeniyle katılma, tek taraflı veya karşılıklı vazgeçmeler ile olabilir. Bunun önemli anlamlarından biri de şudur: İletişimin ve ilişkinin etiği evrensel ilkelerle gelen evrensel gerçekler tarafından belirlenmez; etiği belirleyen ilişkinin doğasıdır. Dil ve etikte olduğu gibi, iletişimde de etik konusu “uygun iletişim” olarak özetlenebilecek, belli güç mücadelesinin dinamik bir sonucu olarak birileri tarafından belirlenmiş ve tanımlanmış değerler ve ilkeler çerçevesi içine sıkıştırılır. Örneğin, geçmişte erdemli ve ahlaklı olarak kabul gören etkili iletişim davranışı, bir grubun hayatta kalmasını garantileyen faaliyetleri desteklemeye hizmet ederdi. Şimdi günlük yaşamda iletişimin önemli bir kısmı, insanın veya örgütün kendisi hakkında, sosyal çevre ve üretilen ve tüketilen ürünler hakkında “kabul edilebilir imajları yaratmaya” hizmet etmektedir. Bu tür insan ve iletişim etiği, belli siyasal, ekonomik ve kültürel pazar çıkarlarına uygun düşünce, duygu ve davranış biçimleri yaratma görevini yapan manipüle edilmiş bir karakter taşır. Egemen pratiklerin teorik açıklamaları da doğal olarak o pratiklerin doğasını ve etiğini meşrulaştıracaktır. Örneğin, iletişim mühendisliğinden çıkıp gelen iletişim teorisi (Shannon ve Weaver modeli, enformasyon teorisi) hangi makinenin kullanıldığına, kimin tarafından kullanıldığına, neyin ne için yapıldığına, mesajın anlamsal veya ideolojik içeriğine bakmaz; önemli olan etkili bir şekilde kullanılmasıdır. Dolayısıyla iletişim/enformasyon teorisi, aracı etkili biçimde kullanmayla ilgilenir. Fakat araçla yapılan üretimin ne gibi sonuçlar veya amaçlara sahip olduğu, kimin çıkarına örgütlendiği, ne tür riskler ve ödüller taşıdığı, risk ve ödül dağıtımının doğasının ne olduğu ve bunlarla ilgili etik konuları üzerinde durmaz. Durmaz, öncelikle çünkü teorisyenlere ve pratisyenlere parayı veren örgütlü yapı onlardan bunu istememektedir. Bunu onlardan istediğinde de örgütlü çıkarların çerçeveleri çizilir ve bu çerçevelerin içi yapısal çıkarlara işlevsel olan destekleyici ve eleştirel açıklamalarla doldurulur. 22 İrfan Erdoğan Dil ve etik Etik kuramlarında veya herhangi bir kuramda dilin belirleyiciliği (örneğin dil dışında gerçek olmadığı ve insanı dilin biçimlendirdiği) egemen anlatı olarak sunulduğunda, kaçınılmaz olarak diğer ideolojik görevsel uydurular ön plana geçer: Bunların günümüzde önde gelenleri etik ve ahlak gibi kavramlardır. Bu kavramlar seks, ahlak, şiddet gibi diğer ilişkisel kavramlarla birleştirilerek kötü ve uygunsuz dil betimlemeleri yapılır. Bu betimlemelerden geçerek, örneğin televizyon programlarındaki ve filmlerdeki çok daha ciddi içerik yükleri bir kenara itilip, etik ve ahlak kıstaslarıyla yasaklama ve kontrol yoluna gidilir (örneğin Murphy, 1998; Ringold, 1998; Calhoun ve Oliverio, 1999; Cavanagh, 2000). Böylece dilsel belirleyicilikle gelen bir ideolojik yapı, kendine uygun bir diğer yapıyla (etikle) desteklenip, tamamlanmaya çalışılır. Bu sırada, elbette, egemen üretim biçimi ve ilişkileri etik tartışmaları arasında rahatça kendini sürdürmeye devam eder. Hatta “çok duyarlı özel şirketler” tarafından desteklenen etik toplantıları ve sempozyumları yapılır, etik kitapları basılır. Halkla ilişkiler, tanıtım, promosyon, reklam adı altında “özü saklayan biçimi paketleme veya biçimi öz yapma” faaliyetleriyle bilinçleri şekillendirme işi sürdürülürken, örneğin, halkla ilişkiler okulları ve halkla ilişkiler cemiyetleri, bu imajla pazarlama işini, “halkla ilişkilerde etik” ilkelerini sunarak ve çeşitli faaliyetlerde bulunarak halkla ilişkilerin halkla ilişkilerini ve propagandasını yaparlar. Bu yapılırken, halkla ilişkilerde sorun ve çözümler, faaliyetin örgütlü çıkar ilişkileri doğasından hareket edilerek değil, faaliyetin önceden betimlenmiş ve kurgulanmış amaçlarından ve etik ilkelerinden hareket ederek sunulur. Böylece, amaçlı olarak biçimlendirilmiş dil ve iletişim yoluyla, örgütlü ilişkilerle yaratılmış bir dünyanın programlanmış söylemiyle sistem satışı yapılır. Burada, dilin belirleyiciliği satışın başarısıyla sınırlıdır ve belirlenen de ilişkinin doğası değil “ilişkinin doğası hakkında” olandır. Bu, “ilişkinin doğası hakkında olan,” ilişkinin nasıl olduğunu değiştirmez. Onun yerine “etik” tartışmaları ve ilkeleriyle değerlendirmeler yapılır. Etik ilkeleri ise kapitalist pazarda en başarılı olanların çalışma biçimlerinin (örneğin New York Times gazetesinin, AP’nin veya büyük tekellerin) ve Türkiye gibi ülkelerde ise Amerika’daki cemiyetlerin etik ilkeleridir. Eleştirel Bir Giriş 23 Medya etik politikası ve çözümleri Örgütlü çıkarları gerçekleştirmeye çalışanlar günlük pratikleri sırasında daima zorunlu kaldıkları veya zorunlu hissettikleri veya hissettirildiklerinde, kendilerine en işlevsel olan çözüm yollarının getirilmesi için çaba gösterirler. Bu çabada birincil amaç kendileri için işlevsel olan pratikleri, daha verimli bir alternatif gelmedikçe, asla değiştirmemek; eğer değiştirme yolunda baskı çok ise, değiştirdiği imajını vermek, fakat gene değiştirmemek; serbest teşebbüs ve özgürlük gibi kalkanları kullanarak, sorumluluğu, dolayısıyla çözümü başkasına (çoğu kez güçsüz bireylere) yüklemektir. Yasal zorunluluk ve uygulamadan kaçılamadığı durumunda (örneğin televizyonların RTÜK kararlarına uymasında; gazetelerin tekzipleri basmasında) bile, direnme çeşitli biçimde sürdürülür. Diğer endüstriyel pratiklerde bulunan işlevsel çözümleri medya endüstrisi de kopyalar. Etikle ilgili bu taklit çözüm “etik kodları” icat etme biçimindedir. Sahtenin ve gerçeği bükmenin yolları burada da uygulanır: Etik kodlar çalışan profesyonellerin uyması için konur. Hiçbir etik kodda işin örgütleniş biçiminin getirdiği koşullar hedef olarak alınmaz. Hedef, serbest köleler kitlesinin bilişlerini işleme işinde sermayenin kullandığı ücretli serbest kölelerdir ki bu kişiler (kendilerini kendileriyle özdeştirme yerine BİZ diye medya sermayesiyle özdeştirseler bile) her zaman harcanabilir ve yerlerine başkaları ikame edilebilir. Medya pratiklerinde etikle ilgili önde gelen sorunların başında doğruluk; nesnellik; yansızlık ve denge; doğru temsil; uyduru, gündem saptırma (haber olmayan haberler verme, haber düzenleme gibi), gerçeklik; kaynakların dürüstlüğü, geçerliliği ve uygunluğu; aynı görüntüyü durmadan tekrar tekrar sunma; “biraz sonra” gibi oltalarla kandırma, ortak ve olası çıkar bağı olan güçlerle iyi ilişkiler kurup onları iyi temsil etmek, yasal haklara, kişi haklarına uymamak gelmektedir. Bunlar standartlaşmış ve bu standartlara yenileri eklenen medya pratikleridir ve dolayısıyla medya etiğidir. Dolayısıyla, bu etik ve pratik standartları kuran ve geliştirenler, her tür farklı standartları da kurabilecek bilgi ve yeteneğe büyük olasılıkla sahiptirler. Medya etiğiyle ilgili çözüm olarak, örneğin ABD’de “News Councils” denen örgütlenmeye gidilmiştir, fakat haber örgütlerinden destek bulamadıkları için, başarısız olmuşlardır. 24 İrfan Erdoğan Ombudsmanlık da işlevselliği medyayı sosyal sorumluluk yönünde etkilemekten çok medya pratiklerini meşrulaştırma görevini, istese de istemese de yapan, bir yapıdır. Artan rekabet medyadaki etik sorunlarının, özellikle eğlence ve haber adı altında sunulan nicel çöplüğün bolluğu için gerekçe olarak verilir; rekabet, teorik olarak, tam aksine nicel çöplüğü ortadan kaldıran ve nitel zenginliği kuran bir karaktere sahiptir. Sorun rekabet değil, rekabetin nicel çöplüğü üretme yarışı biçiminde şekillendirilmesi ve yürütülmesindedir. Sorun Anadolu insanının bu nicel çoklukla dolu çöplüğü sevdiği değil; Anadolu insanının televizyonda ve basında çöplükten başka bir şey bulamadığı, çöplüğün medya içeriğini üretenler tarafından yoğun bir şekilde üretilip insanların buna alıştırıldığıdır. Bu durum, medyayla ilgili en ciddi etik ve sosyal sorumluluk sorunlarından biridir. Medya (televizyon, gazete, dergi, sinema, radyo, müzik endüstrisi vb) sahipleri, medyayı yönetenler, günlük haberleri yapanlardan paparazi programlarına kadar her tür içeriği oluşturan kişiler Anadolu kültürünü, geleneğini, duygusunu, düşüncesini ve vicdanını kirlettikleri için sorumlu tutulmalıdır. Bu sorumluluk da, “akıllı işaretler” ve “aktif izleyicinin” sorumluluğu teziyle insanlara hakaret ederek ve endüstrileri her tür pisliği ve çöplüğü üretmede “serbest rekabet” ve “serbest teşebbüs” ilkeleriyle sorumluluktan kurtaran sahtekarlılarla ve, örneğin, RTÜK’e yasal zorunlulukla “izleyici araştırması” diye reytinge benzer araştırmalar yaptırmayla asla gerçekleştirilemez. Etik aynı zamanda “gönüllü, kendi rızasına dayanan insan davranışı” varsayımını da içerir. Medya gibi örgütlü bir yapıda üretim yapan medya profesyonelleri için pratiklerinin doğasını şekillendirmede gönüllülük, en iyi şekliyle, kendini sahibi sanan veya sahibinin sesi olmayı en iyi biçimde başarmaya çalışanlar için bile, aslında anlamsız bir iddia, duygu ve düşüncedir: Kendi materyal koşullarını yeniden üretme olanaklarından yoksun bırakılan serbest kölelerin birkaçının kendi görece yüksek ücretine ve çalışma durumuna bakarak özgürlük taslaması, sahte BİZliklerden geçerek gönüllü ve rızayla katılma düşleriyle dolması ve kendini köleleştirenin yarattığı koşulları savunması, aslında, üzücü ve aynı zamanda kendisi ve kendi gibileri için çok tehlikeli bir insanlık durumunu anlatır. Bu insanlık durumunda, örneğin, “güvercinler” yerler. Eleştirel Bir Giriş 25 SONUÇ 19. yüzyıldan beri medya pratikleriyle ilgili olarak ve özellikle sansasyonel gazeteciliğin çıkışıyla birlikte, medyada etik konusu da toplumsal gündeme gelmiş ve tartışmalara yol açmıştır. Medyada etik tartışmasının eleştirel olanında hedef, medyayı yönetenler ve biçimlendirenler olduğundan, onlar da kendilerine uygun savunma yolları ve çözümler geliştirmişlerdir. Bu savunma yolları ve işlevsel çözümler “etiksel karar verme” olarak sunulur. Bu sunumlara bakıldığında, hem bir ülke içinde hem de uluslararasında herkes tarafından kabul edilen ve uyulan bir standartlar ilkesi olmadığı görülür. Aynı zamanda, medyada etik konusuyla ilgili olarak medya profesyonellerini, akademisyenleri, kamu güçlerini, ilgili halkı, çeşitli baskı gruplarını (şimdi sivil toplum örgütlerini), aileleri vb grupları içeren tartışmalar sunulur. Medya’nın sorumluluk anlayışı ve sorumluluk pratiklerindeki dengenin özellikle yeni-liberal politikalarla iyice bozulması ve özel çıkarların en seviyesiz bir şekilde temsiline kadar giden haber, enformasyon ve eğlence olarak nitelenen sunumlar sonucunda, son yıllarda, yeni bir döneme girildi. Bu dönemde, bir taraftan sosyal sorumluluk günlük egemen pratiklerde ortadan kaldırılırken, sanki bu ortadan kaldırma yokmuş gibi, örneğin, otokontrol demokratik çözüm olarak sunulmaktadır. Bu sunum yapılırken, medya sunumlarının var olan karakterinin aslında bu otokontrolün bir sonucu olduğu bir kenara itilmektedir; yani yapılanla otokontrol arasında bağ kopartılmakta ve ardından bu bağla ilişkisi olmayan sahte gündemlerle meşrulaştırıcı tartışmalar yapılmaktadır. Medya ve etik konusunda sosyal bilimlerle uğraşanların yaklaşımları birkaç kategori içine yerleştirilebilir: (a) umurunda bile olmadığı için ilgilenmeyenler; (b) özel şirketlerle ve kurumlarla araştırma vb çıkar ilişkisinde olduğu için savunanlar; (c) özel şirketlerle ve kurumlarla araştırma vb çıkar ilişkisinde olduğu için ilgilenmeyenler; (d) ilgilenip savunanlar; (e) ilgilenip savunan ve ilkeler ve öneriler getirenler; (f) ilgilenip çeşitli çerçevelerde eleştirenler. Bu yaklaşımların her biri etik bağlamında ele alınıp irdelenebilir. Fakat öncelikle irdelenmesi gerekenlerin başında etik üzerinde dersler veren, konuşan, konferanslar veren ve makaleler yazanların arasında “bilimsel ihmal” kategorisinde olanlardır. Bu kategoride olanları en azından ikiye ayırabiliriz: (a) bilgi yetersizliği ve özenle yapmama nedeniyle ortaya çıkan yanlış bilgilendirme: Bu durumda bilim adamı hem bizi hem de kendini farkında olmadan kandırmaktadır. ve (b) farkında olarak yanlış bilgilendirme: 26 İrfan Erdoğan örneğin reyting ile sorumluyken, reyting bilgileriyle oynayarak, sonuçları farklı gösterme; yoksulluk araştırması yaparken soruları ve seçenekleri bilinçli olarak yönlendirici bir şekilde hazırlama; aşırma/plagiarism; korsanlık, aldatma. Enformasyonun “infotainment” ve reklamın “infomercial” yapıldığı sahtenin ve yalanın gerçek ve dürüstlük olarak satıldığı bir ortamda etikten çok daha ciddi ve güçlü bir şekilde bahsetmek ve etiğin siyasal ekonomisi ile siyasal ekonominin etiğini birlikte ele almak gerekmektedir. Derginin bu sayısında, uluslararası akademisyenler ve uzmanlar tarafından sunulan bilgiler, bu makaledeki tartışmalar ışığında da değerlendirilirse, medya ve etik konusunu alışılagelmişin dışında kavrama ve düşünme gibi çok daha ufuk açıcı ve geniş perspektif kazandırıcı bir olasılık elde edilmiş olunur. KAYNAKÇA Belsey, A. and R. Chadwick (Der.) (1998) Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar. (Çev. N. Türkoğlu) İstanbul: Ayrıntı. Bertrand, Claude-Jean (2004) Medya Etiği. Ankara: BYEGM. Calhoun, Charles H.; Oliverio, Mary Ellen (1999) Self-assessment of your ethics environment. The CPA Journal, 69 (1): 54-55 Cavanagh, Gerald G. (2000) Political counterbalance and personal values: ethics and responsibility in a global economy. Business Ethics Quarterly, 10 (1): 43-51 Cevizci, Ahmet (2002) Etiğe Giriş. İstanbul: Paradigma. Changeux, Jean-Pierre (Ed.) (2000) Etiğin Doğal Kökenleri (Çev. N.Acar), Ankara: Mavi Ada. Erdoğan, İrfan (2006) Kurtlar Vadisi Irak: Esli-göçebe Kabil’in Yenı-emperyalist Habil’den Öç Alışı. İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, 22, Kış-Bahar, 71-136. Fromm, Eric (1961) Marx’s Concept of men. New York: Frederick Ungar. Marks, Karl (1842) Remarks on the latest Prussian sensorship instruction. İçinde: Karl Marks (1974) On freedom of the press and censorship (Çev. Padover, S. P.). New York: McGraw-Hill. s. 89-106. Mosco, Vincent (1996) Political economy of communication. London: Sage. Murphy, Patrick E. (1998) Ethics in advertising: review, analysis, and suggestions. Journal of Public Policy & Marketing, 17 (2):.316-19. Ringold, Debra Jones (1998) A comment on the Pontifical Council for Social Communications' Ethics in advertising. Journal of Public Policy & Marketing, 17 (2): 332-335. Rositzke, H. (1988) The CIA’s secret operations: Espionage, counterespıonage and covert action. New Jersey: Westview Press. Society of Professional Journalists: Code of Ethics. Http://www.spj.org/ethics/ index.htm. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 27-40 Sunum - makale İletişim ve kriz: enformasyona dayalı kapitalizm ve kontrol devleti 1 Dan Schiller University of Illinois at Urbana-Champaign Özet: Bu makale kapitalizmin insan, toplum, bilgi toplumu, toplum gelişmesi, uygarlaşma, demokratikleşme ve etik gibi kavramlaştırmalarla önde gelen varsayımlarının gerçek yaşam pratikleri ışığında irdelemekte ve gerçeğin egemen açıklamalardan çok farklı olduğunu, aslında kapitalist sistemin ABD’de ve dünyadaki uygulamalarının insan ve toplum için kriz yarattığını belirtmektedir. Makale demokratik kendi kendine yönetimde ABD sisteminin egemen uygulamalarının istenmeyen bir kriz yarattığı kuramsal varsayımını destekleyen bir bir tartışma sunmaktadır. Bu bağlamda krizlerin sonuçları demokratik kendi kendine yönetimle ilişkili etik uygulamaları güçsüzleştirmektedir. Engelleyen baskılar ve karşıtlıklar kamusal enformasyon akışını sağlayan görevliler ve denetimciler için rutin hale gelmiştir. Resmi politikalara “eklemlenmemeyi” tercih eden muhabirlere ABD yönetim birimleri gözdağı vermekte ve rahatsız etmektedir. Tekelleşen basın daima kara odaklanır ve otodenetimi taahhüt eder; ama aynı zamanda da haber sunmayı azaltarak, haber sütunlarının boyutunu küçültüp reklamlara öncelik verir. Kapitalist birikimin karakterindeki büyük dönüşümler, tamamlayıcıları olan anti-demokratik baskıları kullanmaktadır. Denetim önlemleri sadece kriz yönetimi amacıyla değil aynı zamanda ekonomi politiğin yeniden gündeme gelmiş bir alanının içinde ortak bir kar elde etme amacını korumak için de yenilenmektedir. Enformasyonun düzenlenmesindeki krizin bizatihi kendisi direnci kışkırtırken, politik ekonomiye hakim olan kriz giderek daha da görünür hale gelmektedir. Demokratik kendi kendine yönetimin etiği için, egemen kurumlar tarafından benimsenen küçük görme tutumunu etkisizleştirmeye çalıştıkça ve farklı bir enformasyon toplumu için mücadele ettikçe farklı girişimlerin politik olarak birleşmeye başlayacağını umut ediyoruz. Anahtar kelimeler: kapitalist etik, medya etiği, sansür, enformasyon kontrolü 1 Çev. Araş. Grv. Aytül Tamer (Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü) ve Esra Keloğlu İşler (Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Ens. Doktora Öğrencisi. 28 Dan Schiller Ana akım söylem, gelişmekte olan enformasyon toplumunun, kurumlarımızı insanileştirdiğini ve daha demokratik bir düzeni başlattığını otuz yıldır dile getirmektedir.2 Gerçek ise farklıdır: ABD enformasyon düzenleme sisteminin bizatihi kendisi, demokratik kendi kendine yönetimde, saklı derin anlamlar ile etik uygulamaların içinde istenmeyen bir kriz yaratmaktadır. Bu olumsuz iddianın kanıtı nedir? 1. Mevcut sosyalizmin yıkılışı, küresel bir uyuma yol açmamıştır. Kapitalizme yönelik seçeneklerin alanı daraldıkça ve dağıldıkça, tam aksine kapitalizm içindeki bunalımlar ve zorlanmalar da yeniden görünür hale gelmiştir. Böylece, eski ekonomik felaket yeniden ortaya çıkmıştır. Yeniden uyanan kapitalistler arası rekabet, aşırı üretimin istikrasızlığı durumuna neden olmuştur.3 Mevcut piyasa üretilen tüm otomobilleri içine alamazken, hala yeni otomobil fabrikaları inşa edilmeye devam edilmektedir. Buna rağmen, bu durum gitgide genelleşir ve müzmin bir hal alırken, kar sıkıntısı ve hatta büyük bir ekonomik krize doğru bir eğilim gelişmektedir. Bunun cezasını kim çekecektir? Bu ceza kime verilebilir? Ticari ve mali dengesizlikler ve yüksek teknoloji spekülasyonlarındaki büyük dalgalanmalar, hızla ulusötesileşen kapitalizmi istikrarsızlaştırırken, bu soruların cevapları şiddetle acillik kazanmaktadır.4 Elit kesim tarafından diğerlerinin üstüne yüklenen işler, bu kökleşmiş işlevsizliklerinin zararlı etkileri hem uluslararası hem de ulusal açıdan görünmektedir. Tarihçiler, ABD’nin üç politik kaygısından hangisinin Irak’taki savaş konusunda öncelikli neden olduğu hakkında anlaşmazlığa düşebilirler: bölgesel güç dengesini yeniden kurma girişimi; yavaş yavaş azalmakta olan enerji stokları için garantili bir erişime karar vermek; ya da tırmanışta olan kapitalistler arası rekabet ve ekonomik dengesizliklere cevap bulma çabası. Bu faktörlerden üçü de hayati öneme sahiptir, fakat üçüncüsü diğerlerinden ayrılmalıdır. Tırmanışta olan ticari dengesizlikler ve bütçe açıklarından 2 Daniel Bell, The Coming of the Postindustrial Society. New York: Basic Books, 1973. Sert bir yorum için bkz. Vincent Mosco, The Digital Sublime. Cambridge: MIT Press, 2004. 3 Robert Brenner, The Boom and the Bubble. New York: Verso, 2002. 4 Gabriel Kolko, “Weapons of Mass Financial Destruction,” Le Monde Diplomatique Ekim 2006: 1-3; Claudio Borio, “Monetary and Prudential Policies at a Crossroads? New Challenges in the New Century,” Bank for International Settlements, BIS Working Papers 216, Eylül 2006. İletişim ve Kriz 29 kaynaklanan ABD savunmasızlığının gitgide artması, bölgenin enerji kaynakları için uluslararası erişim konusunda ABD’nin kararını hızlandırmıştır5. Başlıca amaç, yaygın ABD egemenliğinin temelini destekleyen kaynaktan çıkan petrol zengini ülkelerin (ve muhtemelen, olası rakip sponsorların) girişimlerini önceden satın almak olmuştur. Irak’taki çöküntü, üstdüzey siyasetçiler arasında bile, giderek büyüyen bir şüphe ile dile getiriliyor, fakat Orta Doğu ve Orta Asya’yı kuşatma stratejisi, ABD askeri üsleriyle birlikte, kesinlikle yerinde duruyor.6 ABD’nin ulusal koşulları nelerdir? Günümüzde her ulus, elitler tarafından ulus-ötesi sermaye birikimi yapısını desteklemek için kendi yerel sosyal ve politik ilişkilerini yeniden düzenleme görevi ile yükümlü tutulur.7 ABD’de, sosyalist muhaliflerin alt edilmesi, işçi sendikalarının gücünün zayıflatılması, sermayenin hareketinin artırılması, suç ortaklığı yapan holdingleşmiş medya ve politik açıdan iyi organize olmuş sağ kesim ile, elitler ulusal çoğunluğa ayrıcalık vermediler. ABD şirketlerinin karları kırk yıldır en yüksek değerlere ulaşınca, işçi sınıfının yaşam standartlarına, işçi haklarına, emeklilik sistemine, okullara, çevre koşullarına, sağlık sigortası sistemine ve kamusal sağlığa karşı sürekli olarak saldırı yapılmıştır.8 Ülke dışındaki savaşlar ve içerideki sert (ekonomik) koşullar enformasyon düzeni sistemine zarar vermiştir. Propaganda ve ideolojik güdümleme, gözetim ve diğer tüm denetim tedbirleri tarihsel olarak doruk noktasına ulaşmıştır. Bu enformasyon denetiminin başlıca amacı, tahminen maddileştirilecek ve böylece, gerileyen politikaları takip etmesi için pazar sisteminin çıkarlarının serbest kalmasını sağlayacak ekonomik, politik, çevre ve halk sağlıyla ilgili krizleri idare etmek ve yönünü değiştirmektir. Bu bağlamda krizlerin sonuçları demokratik kendi kendine yönetimle ilişki halinde olan etik uygulamaları güçsüzleştirmektedir. 2. Engelleyen baskılar ve karşıtlıklar, kamusal enformasyon akışını temin eden “demokrasinin oksijenini” sağlamak için çalışan görevliler ve 5 Uzlaşımcı bir bakış açısı için bkz. Noam Chomsky, “Beyond the Ballot,” CounterPunch 2005. 6 Chalmers Johnson, The Sorrows of Empire. New York: 2004. 7 Jerry Harris, “Globalization and Class Struggle in Germany,” Nature, Society, and Thought, Vol. 18 No. 3 (2005): 394. 8 Francesco Guerrara and David Wighton, “US Set for Record Run of Profits,” Financial Times, 5 Temmuz 2006: 15. 30 Dan Schiller denetimciler için rutin hale gelmiştir.9 Resmi politikalara “eklemlenmemeyi” tercih eden (özellikle sert misilleme ile karşılaşan El-Cezire başta olmak üzere yabancı haber ajansları tarafından çalıştırılan) muhabirleri ABD yönetim birimleri gözdağı vermekte ve rahatsız etmektedir.10 Hükümet yetkilileri, kamusal söylemi sistematik yanlış enformasyon ile kirletmek için, bireysel çalışan muhabirlere ve halkla ilişkiler şirketlerine üstü örtülü ödemeler yapmaktadırlar.11 Kütüphanecilere kullanıcı kayıtlarını polis güçlerine teslim etmeleri için gizlice emir verilmiştir.12 Akademisyen bilgisayar mühendisleri ve matematikçiler, bilimsel konferanslarda algoritmanın şifrelenmesi konusunda araştırmalarını sunmaları için yasal eylemlerle korkutulmaktadırlar.13 Farklı idari görevler için, otorite özel üstlenicilere taşeron olarak verildikçe, federal ve eyalet bilgi edinme hakkı yasaları atlanmış ve kamunun enformasyona erişimi tekrar daraltılmıştır. (Özellikle göze çarpan bir örnek, kar amacı gütmeyen bir Kaliforniya şirketi olan Tahsis Edilen İsimler ve Numaralar İnternet Şirketi’nin (Internet Corporation for Assigned Names and Numbers) ABD Ticaret Bakanlığı’na verileri rapor etmesidir.14) Her zamankinden daha çok tekelleşmiş olan basın şirketleri, habere ayrılan yeri azaltırken, kâr üzerine odaklanmakta ve oto-kontrol ile meşgul olmaktadır: Öte yandan, 9 Robert W. McChesney, Rich Media, Poor Democracy: Communication Politics in Dubious Times. New York: New Press, 2000; John E. Buschman, Dismantling the Public Sphere: Situating and Sustaining Librarianship in the Age of the New Public Philosophy. Libraries Unlimited, 2003. 10 Gazetecilerin gizli kaynaklara erişmesini engellemek için girişimlerde bulunan hükümet görünüşe göre New York Times, Washington Post, ABC News gibi önemli haber örgütlerinden edilen telefonların izlerini takip etmek için Patriot Act’teki terröristlere karşı hazırlanmış olan bir düzenleme kullanıyor. Democracy Now, “Freedom of the Press Under Attack,” 16 Mayıs 2006, erişim 18 Mayıs 2006 http://www.democracynow.org/article.pl?sid=06/05/16/145201 11 James Bamford, “The Man Who Sold the War,” Rolling Stone 2005 http://www.rollingstone.com/politics/story/_/id/8798997 erişim 20 Kasım 2005; Abby Doodnough, “U.S. Paid 10 Journalists For Anti-Castro Reports,” New York Times, 9 Eylül 2006: A9; “Another Contract for Company that Planted News in Iraq,” NewYork Times 28 Eylül 2006: A14. 12 Leigh S. Estabrook, Public Libraries and Civil Liberties: A Profession Divided. Urbana: Library Research Center, 2002. 13 Siva Vaidhyanathan, The Anarchist in the Library. New York: Perseus Publishing, 2004: 145. 14 Alasdair Roberts, Blacked Out: Government Secrecy in the Information Age. Cambridge University Press, 2006: 159. İletişim ve Kriz 31 öndegelen gazeteler gazetenin boyutunu küçültmeyi ve reklama daha büyük yer ayırmayı planlarken, ABD basın endüstrisindeki çalışanların sayısı 1990 ile 2004 yılları arasında %18 oranında azalmıştır.15 Mesleki erozyon tehlikesine vurgu yapan Reporters Without Borders/Sınır Tanımayan Gazeteciler, basın özgürlüğü açısından 2006’da ABD’nin dünya listesinde 53ncü sırada -2005’tekinin dokuz sıra altında- olduğunu belirtmişlerdir.16 Demokratik süreçlere yönelik aşağılama kurumsallaştırılmaktadır. İki partinin, polis-devlet gücünün sürekliliğini gerçekleştirmeye giden sinsice adlandırılmış ABD Vatanseverlik yasasının (Patriot Act) ivediklikle kabul ettiğini –ve yeniden yetkilendirdiği- görüyoruz.17 ABD NSA (Ulusal Güvenlik Konseyi) tarafından yurtiçi telekomunikasyonun ağlarının yetki almadan elektronik olarak izlendiği bildirilmiştir.18 Daha az bilinen bir örnek ise ABD 15 Mark Crispin Miller, “The Death of News,” The Nation, 3 Temmuz 2006, http://www.thenation.com/doc/20060703/crispinmiller erişim 6 Ekim 2006; “Who Killed the Newspaper?” The Economist, 26 Ağustos 2006: 9; Katharine Q. Seelye, “Times to Reduce Page Size And Close a Plant in 2008,” New York Times 18 Temmuz 2006: C5; Richard Waters, “Hold the Front Page – For Advertising Space,” Financial Times 8 Ağustos 2006: 4; ayrıca bkz. James R. Compton, The Integrated News Spectacle: A Political Economy of Cultural Performance. New York: Peter Lang, 2004; Eric Klinenberg, “U.S.: Here Isn’t The News,” Le Monde Diplomatique Ekim 2005; Adam Jones, “Costly Kiosk: How French Dailies Are Struggling to Retain Their Savoir Faire,” Financial Times 1 Ağustos 2006: 9. 16 Reporters Without Borders, Worldwide Press Freedom Index 2006, erişim 24 Ekim 2006, http://www.rsf.org/article.php3?id_article=19388 17 Nancy Chang, Silencing Political Dissent. New York: Seven Stories, 2002; James X. Dempsey and David Cole, Terrorism and the Constitution. Washington, D.C.: First Amendment Foundation, Ocak 2002: 151-71. 18 “U.S. Eavesdropping Is Allowed To Continue During Appeal,” New York Times, 5 Ekim 2006: A23. 1970’lerin ortalarında ABD Senatosu, “1952–1974 yılları arasında National Security Agency (Ulusal Güvenlik Konseyi)’nin istihbarat çalışmaları sırasında, iş, sanat ve -bazı Kongre üyeleri de dahil- politika çevrelerinin önde gelen isimlerini de kapsayan 75.000 Amerikalı hakkında National Security Agency bilgi toplamış” olunduğunu buldu. Greg Lipscomb, “Private and Public Defenses Against Soviet Interception of U.S. Telecommunications: Problems and Policy Points,” Harvard Program on Information Resources Policy Working Paper W-78-6, Nisan 1978: 15, alıntı yapılan kaynak U.S. Senate, Supplementary Detailed Staff Reports on Intelligence Activities and the Rights of Americans. Final Report of the Selected Committee to Study Governmental Operations with Respect to Intelligence Activities. Book III. Washington, D.C., 1978: 778. Bu şatafatlı tarihi okumak için bkz. Patrick Radden Keefe, Chatter: Uncovering The Echelon Surveillance Network And the Secret World of Global Eavesdropping. New York: Random House, 2006. 32 Dan Schiller başsavcısına göre, Başkan Bush, şahsi olarak, Adalet Bakanlığı’nın etik birimini, yurtiçi casusluk programının onaylanmasında hükümet avukatlarının oynadığı rolün incelenmesi konusunda engellemiştir.19 İlk kez 1953’de yasal olarak kabul edilen “devletin gizlilik hakkı”, yargının enformasyonu kamu gözünden saklamak için saldırganca yeniden mevzilendirilmiştir.20 Federal İletişim Komisyonu Başkanı, komisyon çalışanları tarafından hazırlanan bir çalışma taslağın bütün kopyalarının yok edilmesi emrini verdiği belirtilmektedir. Bu çalışma, medya sahipliği alanında büyük şirketlerin birleşmesi ile oluşan tekelleşmenin, yerel televizyon haber sunumuna zarar verebileceğini ileri sürmektedir. 21 Siyasal manipülasyonu kolaylaştırmakta kullanılan korkunun üretimi ticari medya kültürüne ve haberlere nüfuz etmektedir.22 “Terör savaşı” ne mekansal ne de zamansal sınırlara saygı göstermezken, bazen “işbirliği” olarak maskelenen enformasyona dayalı denetimler uluslararası olarak da tasarlanmaktadır.23 1980’lerde, Başkan Carter’ın, Intelsat yoluyla uluslararası telekomünikasyonunu kesmekle İran’ı tehdit ettiği söylenmektedir.24 ABD yönetiminin internet domain/alan isim sisteminin yönetimini ele geçirmesi, 19 Neil A. Lewis, “Bush Blocked Ethics Inquiry, Official Says,” New York Times 19 Temmuz 2006: A14. 20 Louis Fisher, In The Name of National Security: Unchecked Presidential Power and the Reynolds Case. Lawrence: University Press of Kansas, 2006. 21 John Dunbar, “Lawyer Says FCC Ordered Study Destroyed,” Associated Press 15 Eylül 2006. Yukarıda belirttiğim gibi, 2004’de 16,5 milyar dolarlık bir kültür endüstrisi holdingi olarak biçimlendirilen NBC Universal’in yeni bütçesini çok küçültmek için kendisini yeniden konumlandırarak yeni dijital medyayı kendi çıkarına kullanmayı planladığı rapor edilmiştir. Brooks Barnes, “NBC Universal to Slash Costs In News, Prime-Time Programs,” Wall Street Journal, 19 Ekim 2006: A1. 22 David L. Altheide, Terrorism and the Politics of Fear. Lanham: AltaMira Press, 2006; Cultural Studies Vol. 20, No. 4/5, Temmuz-Eylül 2006. 23 Philip S. Golub, “The Will to Undemocratic Power,” Le Monde Diplomatique, Eylül 2006, http://mondediplo.com/2006/09/08democracy. Muhafazakar politika uzmanı James Q. Wilson’nın belirttiği gibi, “Terör savaşı…..benim hayatım boyunca olduğu gibi çocuklarımın hayatı boyunca da sürecektir.” Wilson, “PreEmptive Surveillance,” Wall Street Journal 21 Ağustos 2006: A10. Newt Gingrich, ABD Temsilciler Meclisi’nin eski sözcüsü, Kongre’den “III. Dünya Savaşı’na girdiğimizi onaylayan bir yasanın geçmesi gerektiğini” köşe yasızında dile getirmektedir. Newt Gingrich, “Bush and Lincoln,” Wall Street Journal 7 Eylül 2006: A20. 24 Oswald H. Ganley-Gladys D. Ganley, To Inform or To Control? The New Communications Networks. New York: McGraw-Hill, 1982: 46. İletişim ve Kriz 33 1997-8’de (Başkan Clinton yönetimi sırasında) iletişime erişimi reddeden ABD’nin tek taraflı eylem korkularını canlandırmıştır. Bu korkuları ICANN ve ABD Ticaret Bakanlığı arasında yakın zamanlarda yeniden yapılan anlaşma bile hafifletememiştir.25 Bir diğer etkin inisiyatif, büyük bir ölçüde içeriği düzeltilen -“Bilgi Yönetme Haritası” olarak adlandırılan- 2003 Savunma Bakanlığı belgesinin gizliliğinin ortadan kalkması ile yüzeye çıktı. Bu raporda, BBC’ye göre “interneti anlamak düşmanın savunma sistemini çözmekle eşit gibi görünmekte” ve siber saldırılar ve “internet ile mücadele” için elektronik savaş tedbirleri tasavvur edilmektedir.26 Bu belgenin iki özelliği oldukça dikkate değerdir. Birincisi, spectruma dayalı sistem alanının tamamını hedeflemekte, “ABD ordusu yeryüzündeki her telefonu, her net bağlantılı bilgisayarı, her radar sistemini kontrolü altında tutabileceği bir gücü araştırmaktadır.” İkincisi, “yabancı dinleyiciler için hazırlanmış enformasyonun giderek ülke içi dinleyicimiz tarafından tüketilmesinden” dolayı, - Amerikan İç Savaşı’ndan itibaren ilk kez Amerika kıtası askeri operasyonlara sahne olarak kullanılmakta- propaganda faaliyetleri kasıtlı olarak ABD halkını kapsamaktadır.27 2001’den bu yana ABD’nin, Orta Doğu’da yayın yapan radyo ve televizyon yayıncılarının yıllık 50.000 saatini, maddi olarak desteklemesi rastlantısal değildir .28 Tüm bu örnekler, yavaş bir biçimde, enformasyon üstünlüğünün sistematik olarak geliştirilmesine ve sömürüsüne dayanan yeni bir “internet ağı merkezli savaş” ekseni oluşturmak için ABD ordusunun stratejisinin devam edegelen dönüşümü ile uyumludur.29 25 National Research Council, Committee on Internet Navigation and the Domain Name System, Signposts in Cyberspace: The Domain Name System and Internet Navigation. Prepublication Copy. Washington, D.C.: National Academies Press, 2005, 5-46; ICANN, “New Agreement Means Greater Independence in Managing the Internet’s System of Unique Identifiers,” 29 Eylül 2006, erişim 9 Ekim 2006, http://www.icann.org/announcements/announcement-29sep06.htm; Milton Mueller, “ICANN’s New MoU: Old Wine in a New Bottle,” 30 Eylül 2006, www.internetgovernance.org/news.html#ICANNoldwine _093006 26 Adam Brookes, “US Plans to ‘fight the net’ revealed,” BBC News 27 Ocak 2006, erişim 1 Şubat 2006, http://news.bbc.co.uk/2/hi/americas/ 4655196.stm 27 Robert Block-Jay Solomon, “Pentagon Steps Up Intelligence Efforts Inside U.S. Borders,” Wall Street Journal, 27 Nisan 2006: A1. 28 Lauren Etter, “Five Years After 9/11: How Have Things Changed?” Wall Street Journal, 9-10 Eylül 2006: A6. 29 Peter Dombrowski-Eugene Gholz, Buying Military Transformation: Technological Innovation and the Defense Industry. New York: Columbia University Press, 2006: 8-12 and 84-110. 34 Dan Schiller 3. Daha kapsamlı bir denetim devleti oluşturmaya yönelik faaliyetler bugünün enformasyon kısıtlama politikasını açıklamak için yeterli olabilir. Ancak hikâye burada bitmemektedir, çünkü kapitalist sermaye birikiminin karakterindeki büyük dönüşümler, tamamlayıcı anti-demokratik baskıları kullanmaktadır. Bunu daha netleştirmek için enformasyonu emtialaştırmanın karmaşık sürecine kısaca bir göz atmamız gerekmektedir. Uzun zamandır iletişim ve enformasyon, refah tarım, madencilik ve imalat gibi yaratma kaynakları başka yerlerde olan politik ekonomiye gerekli olan yardımcı unsur olarak varolmuştur. Emtialaştırma, işçiliği ücretlendirerek ve kar arayışı içerisindeki işlemlerle üretim ve mübadelenin eski biçimleri ile yer değiştirmiş ve bu önce öteki ülkelerde yayılmıştır. Yüzyıllar önce, iletişim ve enformasyon zaman zaman kar amaçlı, temelde ekonomik olarak marjinal ve bölgesel olarak sınırlanmış sermaye birikimlerinin alanı olmuştur. Ancak 19. yüzyılda, emtialaştırma yayılmaya başlamıştır. Bu değişimin altında, uluslararası pazarın büyümesi, iletişim ve enformasyon emtialarının üretimi, işlenmesi, depolanması ve dağıtımına ilişkin olarak başarılı teknolojik icatlar yatmaktadır. Karar değişiklikleri, ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası yirmi yıllık dönem içerisinde başlayabilmiştir. Benim “hızlandırılmış emtialaştırma” olarak adlandırdığım “Piramitleştirme süreci” yoluyla kapitalizmin merkezi, yaygın enformasyon ve kültürel üretim alanlarını kuşatmak için genişletilmiştir.30 Bu tarihi dönüşümün üç niteliği üzerinde durulmayı hak etmektedir. İlki, daha önceki teknolojik sınırların aşılmasıyla, emtialaştırma dijital mikroelektronik alanında sürekli büyüyen müşterek bir kurumun üzerine oluşturulmuş ve inşa edilmiştir. Bu bağlamda, sermaye, üretim ile kültürel ve enformasyon kaynaklarının sirkülasyonunu, yeni kar yapıcı birikim bölgeleri içine dönüşümü için mücadeleler başlatabilirdi. Daha önce hükümet, okullar, üniversiteler, müzeler ve kütüphaneler tarafından oluşturulan çok büyük ölçekli kamusal enformasyonun kar yapma amacıyla, sermaye tarafından ele geçirilme çabaları bir dizi önemli çatışmaya neden olur. İkincisi, enformasyonun emtialaştırması aynı şekilde ülke devletler ve koloni imparatorluklar tarafından empoze edilen öncelikli uzamsal limitler yoluyla patlak verir. Neoliberal politikaların yükselişiyle birlikte, emtialaşmanın alanı 30 Başka bir yerde bu emtialaştırma eğilimini kuşatmayı açıklamaya başlamıştım: Bkz. Dan Schiller, How To Think About Information. Urbana: University of Illinois Pres, 2007 yılında basılacak. İletişim ve Kriz 35 hızlı bir şekilde uluslararası şirketler aracılığı ile genişlemiş, Sovyet sosyalizminin çöküşü ve Çin'in piyasayı parsellemesi ile en sonunda gerçek anlamıyla küresel olmuştur. Üçüncüsü, iletişim ve enformasyon içerikli iş yapma eğiliminin ölçeği de bütünüyle sanayileşmedir: bütün ekonomik sektörlere uzanır ve sadece arz yönünde değil ayrıca talep tarafında da ortak kullanıcılar arasında yer alır. Bu konuda Microsoft gibi Wal-Mart da önemli bir rol üstlenmiştir. Bunlar birleştikçe, bu değişimler kapitalist politik ekonomiyi yeni bir gelişim döngüsüne sürüklemiştir. İletişim ve enformasyon böylece artık “sadece” ideolojik alanda işlememekte, ayrıca daha geniş ölçekte kapitalizmin doğrudan tekrar-üretimi için ekonomik girdilerde de işlemektedir. Kendileri için kar yapmanın temel merkezi haline gelmişlerdir. İşte tam burada “enformasyon” olarak ilan edilen gizli anlam yatmaktadır. Filmler ve bilgisayar oyunları ve TV programları, müzik kayıtları, fotoğraflar ve haberler ayrıca telefon konuşmaları muhasebe ve kelime işlemci programlar ve biyomedikal ve genetik materyaller gibi dijital biçime dönüştürülebilen veya soyutlanabilen her şey kuşatılmıştır. Buna ek olarak söz konusu tamamen farklı enformasyon akımlarının üretimi, işlenmesi ve değişimi için kullanılan bilgisayar donanım ve programları da yer almaktadır. Amerikan sermayeli şirketler bu hızlandırılmış emtialaştırma sürecine öncülük etmişlerdir. Bazıları bu yolda acı çekip yolda kalmış ancak Microsoft, Cisco, Intel, Google, Yahoo, eBay, Pfizer, Monsanto ve diğer yüksek teknoloji güçleri gibiler küresel pazar liderliğinin keyfini yaşamaktadırlar. Amerikan şirketleri uzun süredir emtialaştırma sürecinde kesintilere uğratıldılarsa da Amerikan hükümeti bu sürekli genişleyen uluslararası birikim bölgesinde sermayenin hükmetmesinde öncülüğünü sürdürmektedir. Bilhassa, devlet birimleri sermayenin daha çok kuşatan, izleme, tesis etme ve özel mülkiyet gibi enformasyonu koruma uygulamalarını idare etme ihtiyaçlarını savunmaktadır. 4. Bu bağlamda, günümüzün antidemokratik eğilimi belirli bir tarihsel özgüllüğü açıklar: Denetim önlemleri sadece kriz yönetimi amacıyla değil aynı zamanda ekonomi politiğin yeniden gündeme gelmiş bir alanının içinde ortak bir kar elde etme amacını korumak için de yenilenmektedir. Bu nedenle, 1998'de Michael Perelman'ın da belirttiği gibi, “enformasyon ekonomisinin 36 Dan Schiller polis güçleri şimdiye kadar gördüğümüz bütün güçlerden daha güçlü olacaklardır”.31 Bir taraftan, telif, patent ve marka haklarının elde tutulmasını sağlayan uluslararası kanunları yaymak için yıllardır sistematik şekilde çalışan ve genellikle başarılı olan ABD`nin çabaları, diğer taraftan ABD'nin kendi içinde Millenyum Dijital Telif Hakkı Sözleşmesi’ni korumak için kullanılan sistemleri tuzağa düşürebilecek teknolojinin kullanımını ve sirkülâsyonunu suç sayması; “fikri mülkiyet” alanını büyük ölçüde genişletmiştir. Devletin koruyucu şemsiyesi altında, şirketler enformasyon sirkülâsyonunda tamamen yeni bir kontrol seviyesi oluşturmak için dijital haklar yönetimi teknolojisi oluşturmaktadırlar.32 Mal sahipliği için internet dağıtım kanallarının, paylaşılan enformasyonun kar esaslı formlarının önlenmesi amaçlanmaktadır. İçerik endüstrileri olarak adlandırılanlar ürünlerini telif hakkı, kontrat ve dijital kilit ile üçlü mühürlü veri kaynağı halinde sunmak için bir analistin de ifade ettiği gibi “sızıntı korumalı” satış ve teslimat sistemleri oluşturma niyetindedirler. Böylece, erişimi, kullanımı ve fikirlerin ve ifadelerin akışını sürekli olarak kontrol edebilirler. 33 Şirketler, tüketiciler ve çalışanlara karşı yeni enformasyon izleme ve düzenleme şekillerini de yönetmektedirler. Amerikan Yönetim Derneği tarafından yapılan şirket uygulamalarına ilişkin anket, örneklenen şirketlerin dörtte üçünün internet kullandığı, %55'inin e-mail depolayıp tekrar gözden geçirdiği, %51'inin video ile izlemeyi kullandığı ve %22'sinin telefon görüşmesi kaydettiği bilgisini vermiştir.34 Gerekli program ve donanımları tedarik etmek; EMC, Cisco, Microsoft ve IBM gibi birçok büyük ileri teknoloji şirketlerinden oluşan bir “sıcak pazar” haline gelen yeni bir güvenlik endüstrisidir.35 Benzer şekilde, biometriği, radyo frekansı tanımlama 31 Michael Perelman, Class Warfare in the Information Age. New York: St. Martin’s Press, 1998: 80-82. 32 Michael Godwin, “Digital Rights Management: A Guide for Librarians,” OITP Technology Policy Brief. American Library Association Office for Information Technology Policy, Ocak 2006, erişim 15 Mayıs 2006, www.ala.org. 33 Siva Vaidhyanathan, The Anarchist in the Library. New York: Perseus Publishing 2004: 52-3. 34 Phred Dvorak ve Vauhini Vara, “At Many Companies, Hunt for Leakers Expands Arsenal of Monitoring Tactics,” Wall Street Journal 11 Eylül 2006: B1, B3. 35 Charles Forelle and Vauhini Vara, “IBM to Bulk Up in Internet Security,” Wall Street Journal, 24 Ağustos 2006: B3. İletişim ve Kriz 37 etiketleri, diğer otomatik tanımlama biçimleri ve veri tutmayı sundukları için 'şirketler yeni teknolojinin kullanılması ile artarak polis kuvvetleri haline gelmektedir.36 Belirti olarak, şirket hassas enformasyon sızıntısı böylece Financial Times'ın "etik olarak şüpheli araştırma taktikleri" olarak adlandırılan, sadece yürütme organları birimleri tarafından değil, HewlettPackard gibi büyük şirketler tarafından da, muhabirlerin telefon kayıtlarını elde etmek ve bütün bir yıl boyunca yalnızca bir gazeteciyi izlemek için ücretli olarak özel araştırmacıların çalıştırılmasına yol açmaktadır.37 Veri toplama38, erişim denetimi, sistem bütünlüğü, şifreleme, denetim ve izleme, yapılanma düzenlemesi ve sağlaması ortak kullanıcılar tarafından zararsız hatta iyi olarak sunulmaktadır.39 Fakat bu teknolojiler aslında merkezi mülki denetimin büyük ölçüde genişletti.40 Enformasyonun özel bir mal olarak yükselişi aynı zamanda devlet birimleri ve iş dünyası arasında daha sıkı ilişkilerin başlangıcıdır, bu eğilimde "terör savaşı" retorik kılıf sağladığı için yeniden etiketlenen özel veri üzerindeki herhangi bir saldırıya izin verilmesi söz konusudur. 11 Eylül saldırılarından kısa bir süre sonra senatör Sam Brownback (Kansas) "terörizm savaşı, geniş anlamda, enformasyon savaşıdır"41 iddiasında bulunmuştur. Bir 36 Preemptive Media, “Surveillance Creep! New Manifestations of Data Surveillance at the Beginning of the Twenty-First Century,” Radical History Review Spring 2006 (95): 80; Kelly Gates, “Biometrics and Access Control in the Digital Age,” NACLA Report on the Americas, Mart/Nisan 2006: 35-40. 37 Kevin Allison, “HP Inquiry Finds Evidence Other Companies Used ‘Spy’ Methods,” Financial Times, 30 Eylül-1 Kasım 2006: 1; “Nine Journalists’ Phone Records Targeted in H-P Probe of Leaks,” Wall Street Journal, 8 Eylül 2006: A13; Pui-Wing Tam, “A Reporter’s Story: How H-P Kept Tabs On Me for a Year,” Wall Street Journal, 19 Kasım 2006: A1, A17. 38 Robert O’Harrow, No Place to Hide. New York: Free Press, 2005; Walter M. Brasch, “Fool’s Gold in the Nation’s Data-Mining Programs,” Social Science Computer Review 23 (4) Kış 2005: 401-28. 39 U.S. Government Accountability Office, “Technology Assessment: Cybersecurity for Critical Infrastructure Protection,” GAO-04-321, 28 Mayıs 2004, Özet; U.S. Government Accountability Office, “Critical Infrastructure Protection: Department of Homeland Security Faces Challenges in Fulfilling Cybersecurity Responsibilities,” den alıntılanmıştır. GAO-05-434, 26 Mayıs 2005, İkisinin de erişimi 3 Haziran 2005, www.gao.gov 40 Siva Vaidhyanathan, The Anarchist in the Library. New York: Perseus Publishing, 2004: 89. 41 Marjorie Valbrun, “Senate Votes Overwhelmingly To Pass Border-Security Bill,” Wall Street Journal, 19 Nisan 2002: A5. 38 Dan Schiller önceki yasaklamaları atlayarak, devlet birimleri ve şirketler büyüyen elektronik veri havuzunu kişilerin gündelik e-postalarından42 geçerek rutin olarak erişmekte ve seçerek paylaşmaktadırlar. Federal, eyalet ve yerel polis güçleri tarafından müşteri verileri için Time AOL birimi sahasından yılda yaklaşık olarak 12,000 istek yapılmaktadır; AOL çalışanları günde 24 saat çalışarak bu tip isteklere ve bu amaca hizmet eden çağrı merkezine bilgi sağlamaktadırlar.43 Genellikle Google'ın Çin devlet sansürcüleri ile olan işbirliği rapor edilmiştir ancak ABD gibi Google da "gayri resmi olarak hukuki icra birimleriyle çalışma geleneğindedir, kişilerin kendi isteklerini gösteren bir belge olmaksızın kimlik tespit bilgilerinin izini sürme işinde çalıştıklarını" kabul etmemektedir.44 2005’te Amerika’nın en üst düzey yönetimini temsil eden 160 genel müdürden oluşan bir grup, sağlıklı bir internet alt yapısını güçlendirmek için hükümete çağrıda bulundu.45 2006 Şubatında Yurt Güvenliği (Department of Homeland Security) Bakanlığı, yedi farklı kurulu seviyesinde Intel, Microsoft, Symantec, Verisign ve diğer şirketlerin beraberce katılmasıyla bunlara ek olarak İngiltere, Avusturya, Yeni Zelanda ve Kanada hükümetlerinden de 42 Robert O’Harrow, Jr., No Place To Hide. New York: Free Press, 2005; ve Alasdair Roberts, Blacked Out: Government Secrecy in the Information Age. Cambridge University Press, 2006. Bu girişimler anlamlı tanıtıma razı olmaktadır birkaç benzer vaka için bkz: Riva Richmond, “Network Giants Join Campaign To Beef Up Security of Systems,” Wall Street Journal, 27 October 2004: B2B; Riva Richmond, “Job of Guarding Web Is Shifting To the Network’s Infrastructure,” Wall Street Journal, 19 Mayıs 2005: B4; Li Yuan, “Companies Face System Attacks From Inside, Too,” Wall Street Journal, 1 Haziran 2005: B1, B4; Robert Block, “In Terrorism Fight, Government Finds a Surprising Ally: FedEx,” Wall Street Journal, 26 Mayıs 2005: A1, A5; Gary Fields, “Ten-Digit Truth Check,” Wall Street Journal, 7 Haziran 2005: B1, B6; David Pringle, “Security Woes Don’t Slow Reed’s Push Into Data Collection,” Wall Street Journal, 3 Haziran 2005: C1, C4; 43 Robert Block, “Requests for Corporate Data Multiply,” Wall Street Journal, 20 Mayıs 2006: A4. 44 John Battelle’dan aktarılmıştır, The Search: How Google and Its Rivals Rewrote the Rules of Business and Transformed our Culture. New York: Portfolio, 2005: 203. 45 İş dünyası yuvarlak masası, “Essential Steps to Strengthen America’s Cyber Terrorism Preparedness,” Haziran 2006, www.businessroundtable.org/ publications İletişim ve Kriz 39 gelen temsilcilerle bir simüle edilmiş siber saldırısına karşı koordinasyon mekanizmalarını ve buna karşı yanıtı test etmek için ilk "tam ölçekli siber güvenlik uygulaması" -"Siber fırtına"- yürütmüştür. 46 Kabaca, "kamu ve özel sektör arasında etkin ilişki" olarak kavramlaştırılarak açıklanan ve kurulan siber altyapının korunması olduğu apaçık bir öncelik olmuştur. 47 5. Son fakat can alıcı noktaya geldik: Şirket-devletin aciliyetlerini yönetmek ya da enformasyonu özel bir mal gibi güvenlik içine almak yollarından hangisini tutacağı konusunda kesinlik yoktur. Eğilim yekpare olmadığı için, her biri önemli kurumsallaşmış karmaşıklıklarla kendini gösterirken, kendi birleşmeleri bile teminat vermekten uzak, her ikisi içinde aynı şekilde pürüzlü ve sorunludur. Gerçi, ABD'de gerçek ve resmi demokrasi arasındaki gedik hızla açılmaktadır,48 fakat açıkça otoriter toplumların özelliğini gösteren kamu ve özel gücün tümüyle kaynaşmasına şahit olduğumuzu iddia etmek yanlış olacaktır.49 En önemlisi, enformasyonun düzenlenmesindeki krizin bizatihi kendisi direnci kışkırtırken politik ekonomiye egemen olan kriz giderek daha da görünür hale gelmektedir. 20 az gelişmiş ülkenin ulusun oluşturduğu örgüt "WTO'nun kendi neoliberal amaçlarının yerine getirilmesini hızla ilerletmek kudretinin sonunun geldiğini" Immanuel Wallerstein, 2003 başında Cancun'da, bilhassa bunların telif hakları ve patentlere50 ait olduğunu vurgulamaktadır. Farklı ülkelerdeki çiftçiler, tohumların ve fidanların yeniden ekilmesi ve kullanılmasına getirilen sınırlamalara direnmeye başlamışlardır51; aynı zamanda, yerli halkın yerel bitki örtüsünün tibbi özellikleri hakkındaki enformasyonun şirketler tarafından çalınmasına karşı mücadeleler 46 Anne Broache, “Homeland Security Wraps Up First Mock Cyberattack,” C/net News.com 27 Şubat 2006, http://news.com.com/Homeland+Security+ wrps+up+first+mock+cyberattack/2100-73493-6028082.html 47 Philip E. Auerswald, Lewis M. Branscomb, Todd M. La Porte, and Erwann O. Michel-Kerjan, (Eds.), Seeds of Disaster, Roots of Response: How Private Action Can Reduce Public Vulnerability. New York: Cambridge University Press, 2006: xv. 48 Golub, “The Will to Undemocratic Power.” 49 Robert A. Brady, The Spirit and Structure of German Fascism. New York: 1939. 50 Immanuel Wallerstein, “The Curve of American Power,” New Left Review 40, Temmuz-Ağustos 2006: 7. 51 Siva Vaidhyanathan, Anarchist in the Library. New York: Perseus, 2004: 89. 40 Dan Schiller verilmektedir. Bunlar karşıtlığın tek kanıtı değildir. Yasalarca kontrol edilmeyen yüksek-teknolojik elektronik üretim, sosyal adalet için ısrarlı talepleri ortaya çıkarmıştır. 52 Farklı bir cephede, "pek çok ulus ABD'nin bütün dünyada temel internet politikalarını oluşturmasının derin bir adaletsizlik" olduğunu düşünmektedir.53 ABD yürütme organının internet üzerindeki kontrolünü değiştirmek için internet yönetim mekanizmalarında daha fazla uluslararasılaşma talepleri seslendirilmeye başlanmıştır. Protestolar, kamu hizmetleri ilkeleri üzerindeki kazanç sağlayan şirket zorunluluklarına karşı devam etmektedir (mesela; arama işlemlerinde eşit muamele etme ve mülkiyetin olmaması gibi). Google gibi başlıca çevrimiçi arama motorlarının yapılanmasında – bunun gibi arama motorlarında kimi zaman yeni ve iyileşitirilmiş teknik kurulum54 ile ABD kültürel emperyalizminin sağlandığı görülmektedir. Demokratik kendi kendine yönetimin etiği için, egemen kurumlar tarafından benimsenen küçük görme tutumunu etkisizleştirmeye çalıştıkça ve farklı bir enformasyon toplumu için mücadele ettikçe politik olarak farklı girişimlerin birleşmeye başlayacağını umut ediyoruz. 52 Örneğin, bkz. Ted Smith, David A. Sonnenfeld ve David Naguib Pellow, Challenging The Chip: Labor Rights and Environmental Justice in the Global Electronics Industry. Philadelphia: Temple University Press, 2006. 53 Goldsmith and Wu, Who Controls The Internet?: 171. 54 Jen-Noel Jeanneney, Google and the Myth of Universal Knowledge. Chicago: University of Chicago Press, 2007. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 41-54 Presentation Article Communications and the crisis: informationalized capitalism and the control state Dan Schiller University of Illinois at Urbana-Champaign Abstract: This article presents a discussion supporting the theoretical assumption that the dominant practices of the U.S. system are contributing to an unacknowledged crisis in democratic self-governance. For the ethical practices associated with democratic self-governance, the results have been debilitating. Disabling pressures and constraints have become routine for the caretakers and guardians of public information. U.S. executive branch agencies harass and intimidate reporters who elect not to “embed” with official policies. An ever-more concentrated corporate press fixates on profit and engages in self-censorship while cutting back on news reporting, reducing newspaper size and to giving still greater preferment to advertisement. Profound mutations in the character of capitalist accumulation are exerting complementary antidemocratic pressures. Control measures are being innovated not only for purposes of crisis management, but also to protect corporate profit-taking within a newly elevated area of the political economy. The crisis in information provision itself is provoking resistance as its dominative political economy becomes more explicit. We may hope that disparate initiatives will begin to be unified politically, as we work to neutralize the contempt held by dominant institutions for the ethics of democratic self-governance, and struggle to make a different (information) society. Keywords: Ethics, journalism ethics, capitalist ethics, political economy, media ethics, communication control 42 Dan Schiller For thirty years, mainstream discourse has trumpeted that an evolving information society is about to humanize our institutions and inaugurate a more democratic order.1 The reality is different: the U.S. system of information provision itself is contributing to an unacknowledged crisis in democratic self-governance, with profound implications for ethical practice. What is the evidence for this unhappy assertion? 1. The collapse of existing socialism did not lead to global harmony. As alternatives to capitalism narrowed and collapsed, rather, stresses and strains reappeared within capitalism. Indeed, an old economic scourge has been reawakened. Resurgent inter-capitalist competition has induced a destabilizing condition of overproduction.2 When existing markets are unable to absorb all the automobiles that are being produced, and yet new automobile plants continue to be built, and when this circumstance becomes increasingly generalized and chronic, there develops a secular tendency to profit-squeezes, even to full-fledged economic crisis. Who will absorb the resulting punishment? Who can be made to? As trade and financial imbalances and a spectacular surge in high-tech speculation further destabilize a rapidly transnationalizing capitalism, these questions acquire sharpening urgency.3 Efforts by elites to offload onto others the hurtful effects of these deepseated dysfunctions are apparent both internationally and domestically. Historians may dispute which of three U.S. policy concerns is primarily responsible for the War on Iraq: an attempt to remake the regional balance of power; a fixation on guaranteeing access to dwindling energy stocks; or an endeavor to respond to mounting inter-capitalist rivalry and economic instability. All three factors are vital, but the third should be singled out. Increased U.S. vulnerability stemming from mounting trade imbalances and budget deficits has escalated U.S. resolve to broker the terms of international 1 Daniel Bell, The Coming of the Postindustrial Society. New York: Basic Books, 1973. For incisive commentary see Vincent Mosco, The Digital Sublime. Cambridge: MIT Press, 2004. 2 Robert Brenner, The Boom and the Bubble. New York: Verso, 2002. 3 Gabriel Kolko, “Weapons of Mass Financial Destruction,” Le Monde diplomatique October 2006: 1-3; Claudio Borio, “Monetary and Prudential Policies at a Crossroads? New Challenges in the New Century,” Bank for International Settlements, BIS Working Papers 216, September 2006. Communications and the Crisis 43 access to the region’s energy resources.4 The key aim has been to preempt attempts by oil-rich nations (and, perhaps, any prospective rival sponsors) to bolt from the dollar-denominated order that helps underpin the wider U.S. hegemony. The debacle in Iraq is prompting growing doubt, even among top policymakers - but the strategy of ringing the Middle East and Central Asia with U.S. military bases remains firmly in place. 5 What of the domestic U.S. context? Each nation today is charged by elites with the task of re-arranging its local social and political relations to accommodate an emerging transnational structure of accumulation.6 In the U.S., with socialist adversaries overcome, trade union power fractured, capital mobility enhanced, complicit corporate media, and politically well-organized right wing, elites are not disposed to grant concessions to the domestic majority. As U.S. corporate profits hit 40-year highs,7 continual assaults are waged against working people’s living standards, labor rights, pension systems, schools, environmental conditions, medical care and public health. Wars abroad and austerity at home also have taken a toll on the system of information provision. Propaganda and ideological manipulation, surveillance, and other top-down control measures have reached a historical highpoint. A primary purpose of this information clampdown is to deflect, contain, and manage the economic, political, environmental, and public health crises that will predictably materialize – so that the market system’s beneficiaries may remain free to pursue these regressive policies. For the ethical practices associated with democratic self-governance, the results have been debilitating. 2. Disabling pressures and constraints have become routine for the caretakers and guardians of public information, those whose work is to supply 4 See for a concordant treatment Noam Chomsky, “Beyond the Ballot,” CounterPunch 2005. 5 Chalmers Johnson, The Sorrows of Empire. New York: 2004. 6 Jerry Harris, “Globalization and Class Struggle in Germany,” Nature, Society, and Thought, Vol. 18 No. 3 (2005): 394. 7 Francesco Guerrara and David Wighton, “US Set for Record Run of Profits,” Financial Times 5 July 2006: 15. 44 Dan Schiller “democracy’s oxygen.”8 U.S. executive branch agencies harass and intimidate reporters who elect not to “embed” with official policies (journalists employed by foreign news agencies, notably Al Jazeera, face harsher retaliation).9 Government officials make covert payments to individual reporters, and to PR companies, to pollute public discourse with systematic misinformation.10 Librarians are covertly ordered to turn over patron records to police agencies.11 Academic computer scientists and mathematicians are threatened with legal action for presenting research on encryption algorithms at scholarly conferences.12 As authority for various governmental functions is outsourced to private contractors, federal and state disclosure laws are bypassed, and public access to information again is reduced. (One especially noteworthy instance pertains to the Internet Corporation for Assigned Names and Numbers, a nonprofit California corporation that reports to the U.S. Department of Commerce.13) An ever-more concentrated corporate press fixates on profit and engages in self-censorship while cutting back on news reporting: the number of people employed in the U.S. newspaper industry fell by 18% between 1990 and 2004, while leading journals plan to reduce 8 Robert W. McChesney, Rich Media, Poor Democracy: Communication Politics in Dubious Times. New York: New Press, 2000; John E. Buschman, Dismantling the Public Sphere: Situating and Sustaining Librarianship in the Age of the New Public Philosophy. Libraries Unlimited, 2003. 9 Attempting to suppress reporters’ access to confidential sources, the government is apparently using a provision in the PATRIOT Act aimed against terrorists to track phone numbers dialed from major news organizations such as the New York Times, the Washington Post, and ABC News. Democracy Now, “Freedom of the Press Under Attack,” 16 May 2006, retrieved 18 May 2006 from http://www. democracynow.org/article.pl?sid=06/05/16/145201 10 James Bamford, “The Man Who Sold the War,” Rolling Stone 2005 at http://www.rollingstone.com/politics/story/_/id/8798997 retrieved 20 November 2005; Abby Doodnough, “U.S. Paid 10 Journalists For Anti-Castro Reports,” New York Times 9 September 2006: A9; “Another Contract for Company that Planted News in Iraq,” NYT 28 September 2006: A14. 11 Leigh S. Estabrook, Public Libraries and Civil Liberties: A Profession Divided. Urbana: Library Research Center, 2002. 12 Siva Vaidhyanathan, The Anarchist in the Library. New York: Perseus Publishing, 2004: 145. 13 Alasdair Roberts, Blacked Out: Government Secrecy in the Information Age. Cambridge University Press, 2006: 159. Communications and the Crisis 45 newspaper size and to give still greater preferment to advertisement.14 Reporters Without Borders, noting an “alarming” erosion, in 2006 ranked the United States 53d among nations – down nine places since 2005 - in terms of press freedom.15 Contempt for democratic procedures is being institutionalized. We have seen summary bipartisan passage – and reauthorization - of the cynically named USA Patriot Act, which goes far to actualize permanent police-state powers.16 Warrant-less electronic monitoring of domestic telecommunications by the U.S. National Security Agency has been (belatedly) reported17; less well-known is that according to the U.S. Attorney General, President Bush 14 Mark Crispin Miller, “The Death of News,” The Nation 3 July 2006 at http://www.thenation.com/doc/20060703/crispinmiller accessed 6 October 2006; “Who Killed the Newspaper?” The Economist 26 August 2006: 9; Katharine Q. Seelye, “Times to Reduce Page Size And Close a Plant in 2008,” NYT 18 July 2006: C5; Richard Waters, “Hold the Front Page – For Advertising Space,” FT 8 August 2006: 4; see also James R. Compton, The Integrated News Spectacle: A Political Economy of Cultural Performance. New York: Peter Lang, 2004; Eric Klinenberg, “U.S.: Here Isn’t The News,” Le Monde diplomatique October 2005; Adam Jones, “Costly Kiosk: How French Dailies Are Struggling to Retain Their Savoir Faire,” FT 1 August 2006: 9. 15 Reporters Without Borders, Worldwide Press Freedom Index 2006, retrieved 24 October 2006 at http://www.rsf.org/article.php3?id_article=19388 16 Nancy Chang, Silencing Political Dissent. New York: Seven Stories, 2002; James X. Dempsey and David Cole, Terrorism and the Constitution. Washington, D.C.: First Amendment Foundation, January 2002: 151-71. 17 “U.S. Eavesdropping Is Allowed To Continue During Appeal,” NYT 5 October 2006: A23. During the mid-1970s the U.S. Senate found “that in the course of NSA’s intelligence work between 1952 and 1974, NSA collected records on 75,000 Americans, including ‘…many prominent Americans in business, the performing arts, and politics, including member of Congress.’” Greg Lipscomb, “Private and Public Defenses Against Soviet Interception of U.S. Telecommunications: Problems and Policy Points,” Harvard Program on Information Resources Policy Working Paper W-78-6, April 1978: 15, quoting U.S. Senate, Supplementary Detailed Staff Reports on Intelligence Activities and the Rights of Americans. Final Report of the Selected Committee to Study Governmental Operations with Respect to Intelligence Activities. Book III. Washington, D.C., 1978: 778. For this tawdry history, Patrick Radden Keefe, Chatter: Uncovering The Echelon Surveillance Network And the Secret World of Global Eavesdropping. New York: Random House, 2006. 46 Dan Schiller himself personally blocked the Justice Department’s ethics unit “from examining the role played by government lawyers in approving” this domestic spying program.18 A so-called “state secret privilege,” first upheld by the judiciary in 1953, is being aggressively redeployed to withhold executive branch information from public view.19 The Chairman of the Federal Communications Commission is reported to have ordered the destruction of all copies of a draft study by Commission staff – a study suggesting that greater corporate concentration of media ownership would hurt local TV news coverage.20 The production of fear permeates commercial media culture and news, in particular - fear that is being used politically to enable easier manipulation from above.21 Sometimes masked as “cooperation,” information-based controls are also being projected internationally, as the “war on terror” respects neither spatial nor temporal boundaries.22 As far back as 1980, President Carter is said to have threatened Iran with a cut-off of international telecommunications via Intelsat.23 The US Executive 18 19 20 21 22 23 Neil A. Lewis, “Bush Blocked Ethics Inquiry, Official Says,” NYT 19 July 2006: A14. Louis Fisher, In The Name of National Security: Unchecked Presidential Power and the Reynolds Case. Lawrence: University Press of Kansas, 2006. John Dunbar, “Lawyer Says FCC Ordered Study Destroyed,” Associated Press 15 September 2006. As I write, it is reported that NBC Universal, a $16.5 billion culture industry conglomerate formed in 2004, plans to slash its news budget as it repositions itself to exploit new digital media. Brooks Barnes, “NBC Universal to Slash Costs In News, Prime-Time Programs,” Wall Sreet Journal 19 October 2006: A1. David L. Altheide, Terrorism and the Politics of Fear. Lanham: AltaMira Press, 2006; Cultural Studies Vol. 20, No. 4/5, July-September 2006. Philip S. Golub, “The Will to Undemocratic Power,” Le Monde diplomatique, September 2006, at http://mondediplo.com/2006/09/08democracy . According to longtime conservative policy pundit James Q. Wilson, “The war on terror….will last through my lifetime and that of my children.” Wilson, “Pre-Emptive Surveillance,” WSJ 21 August 2006: A10. Newt Gingrich, former speaker of the U.S. House of Representatives, editorializes that Congress “should pass an act that recognizes that we are entering World War III…” Newt Gingrich, “Bush and Lincoln,” WSJ 7 September 2006: A20. Oswald H. Ganley and Gladys D. Ganley, To Inform or To Control? The New Communications Networks. New York: McGraw-Hill, 1982: 46. Communications and the Crisis 47 Branch’s takeover of the Internet domain name system in 1997-8 (under President Clinton) renewed fears of unilateral U.S. action to deny access to communications – fears that the recently renegotiated agreement between ICANN and the U.S. Department of Commerce does not alleviate.24 Another far-reaching initiative surfaced with the declassification of a heavily redacted 2003 Defense Department document - a so-called “Information Operations Roadmap” – which, according to the BBC, “seems to see the Internet as being equivalent to an enemy weapons system” and envisions cyber-attack and electronic warfare measures with which to “fight the net.”25 Two features of this document are noteworthy. First, targeting the entire range of spectrumdependent systems, “The US military seeks the capability to knock out every telephone, every networked computer, every radar system on the planet.” Second, because "Information intended for foreign audiences…is increasingly consumed by our domestic audience," the propaganda effort deliberately encompasses the U.S. public – in keeping with policies which, for the first time since the U.S. Civil War, treat the continental U.S. as a theater of military operations.26 Not coincidentally, the U.S. annually sponsors 50,000 hours of television and radio broadcasts to the broader Middle East, up fourfold since 2001.27 All this is loosely consonant with the ongoing transformation of U.S. military strategy to make its new pivot “network- 24 National Research Council, Committee on Internet Navigation and the Domain Name System, Signposts in Cyberspace: The Domain Name System and Internet Navigation. Prepublication Copy. Washington, D.C.: National Academies Press, 2005, 5-46; ICANN, “New Agreement Means Greater Independence in Managing the Internet’s System of Unique Identifiers,” released 29 September 2006, accessed 9 October 2006 at http://www.icann.org/ announcements/announcement-29sep06.htm Milton Mueller, “ICANN’s New MoU: Old Wine in a New Bottle,” 30 September 2006 at www.internetgovernance.org/news.html#ICANNoldwine_093006 “Icann Wins Renewal of U.S. Contract To Help Manage Net,” WSJ 17 August 2006: B4. 25 Adam Brookes, “US Plans to ‘fight the net’ revealed,” BBC News 27 January 2006, retrieved 1 February 2006 at http://news.bbc.co.uk/2/hi/americas/4655196.stm 26 Robert Block and Jay Solomon, “Pentagon Steps Up Intelligence Efforts Inside U.S. Borders,” WSJ 27 April 2006: A1. 27 Lauren Etter, “Five Years After 9/11: How Have Things Changed?” WSJ 9-10 September 2006: A6. 48 Dan Schiller centric warfare”: the systematic cultivation and exploitation of information superiority.28 3. Moves to institute a more comprehensive control state may be sufficient to account for today’s information clampdown. But the story doesn’t end here, because profound mutations in the character of capitalist accumulation are exerting complementary antidemocratic pressures. To clarify this we must briefly turn to the complex process of information commodification. For a long time, communications and information existed as necessary adjuncts to a political economy whose generative sources of wealth-creation lay mainly elsewhere, in agriculture, mining, and manufacturing. Commodification, whereby waged labor and profit-seeking transactions supplant other historical forms of production and exchange, swept through these other realms first. Communications and information did become sites of sporadic profit-based accumulation centuries ago - but on an economically marginal and territorially limited basis. During the 19th century, however, commodification began to expand. Behind this change lay the growth of the international market, and successive technological innovations for producing, processing, storing, and distributing communications and information commodities. Only during the post-World War Two decades, however, did decisive alterations commence. Via a pyramiding process that I call accelerated commodification, capitalism’s heartland was enlarged to encompass great swaths of informational and cultural production.29 Three attributes of this historical transformation merit emphasis. First, transcending previous technological limits, commodification both engendered and built upon an increasingly comprehensive common foundation in digital microelectronics. On this basis, capital could initiate struggles to transform the production and circulation of cultural and informational resources into new zones of profit-making accumulation. One key set of battles stemmed from capital’s efforts to take over for profit-making purposes enormous stocks 28 29 Peter Dombrowski and Eugene Gholz, Buying Military Transformation: Technological Innovation and the Defense Industry. New York: Columbia University Press, 2006: 8-12 and 84-110. Elsewhere, I have begun to explicate this enveloping commodification trend. See Dan Schiller, How To Think About Information. Urbana: University of Illinois Press, 2007 in press. Communications and the Crisis 49 of public information, which previously were produced by government, schools and universities, museums, and libraries. Second, information commodification likewise burst through prior spatial limits imposed by nation-states and colonial empires. With the rise of neoliberal policies, the territory of commodification was rapidly extended by and around transnational corporations and, with the fall of Soviet socialism and the embrace of the market by China, it became at last truly global. Third, the scale of the trend to make a business of communications and information is also pan-industrial: it stretches across every economic sector, and not only on the supply side, but also among corporate users on the demand side. Wal-Mart as well as Microsoft has played a potent role. As they cumulated, these changes propelled the capitalist political economy into a new developmental cycle. Communications and information thus no longer “merely” operate in the ideological sphere but, as well, function directly as economic inputs to reproduce capitalism on an expanded scale. In their own right, they have become a principal site of profitmaking. Herein lies the hidden import of the heralded “information economy.” Encompassed is anything that can be transformed or abstracted into digital form - and much else besides: films and computer games and TV programs, musical recordings, photographs, and news stories, but also telephone calls, accounting and word-processing programs, and biomedical and genetic materials. Included, too, are both the hardware and software used to produce, process, and exchange these once-disparate information streams. U.S.-based corporations have spearheaded this process of accelerated commodification. Some have been sacrificed along the way, but others – think of Microsoft, Cisco, Intel, Google, Yahoo!, eBay, Pfizer, Monsanto and other high-tech powers – enjoy global market leadership. Although U.S. companies have long since ceased to circumscribe the commodification process, the U.S. Government continues to spearhead capital’s dominance over this stillexpanding transnational site of accumulation. Notably, state agencies are championing capital’s need to institute more encompassing surveillance and policing practices as means of guarding information as private property. 50 Dan Schiller 4. Today’s antidemocratic tendency therefore divulges a defining historical specificity: Control measures are being innovated not only for purposes of crisis management, but also to protect corporate profit-taking within a newly elevated area of the political economy. For this reason, as Michael Perelman anticipated in 1998, “the police powers of the information economy will be stronger than anything we have yet experienced.”30 On one hand, after decades of systematic and broadly successful U.S. effort to broaden and extend international laws governing copyrights, patents and trademarks, within the U.S. itself the Digital Millennium Copyright Act has criminalized the use or circulation of technology that can circumvent systems used to “protect” this now greatly enlarged realm of “intellectual property.” Under the state’s sheltering umbrella, companies are deploying digital rights management technology to establish a wholly new level of control over the circulation of information.31 The goal is to preempt Internet distribution channels for proprietary, profit-based forms of information sharing. The so-called content industries are intent on creating what one analyst calls “a ‘leak-proof’ sales and delivery system, so that they can offer all their products as streams of data triple-sealed by copyright, contract, and digital locks. Then they can control access, use, and ultimately the flow of ideas and expression.”32 Companies also are directing new forms of information monitoring and management against both consumers and employees. A survey of corporate practices by the American Management Association revealed that threequarters of sampled companies monitored Internet usage; 55% stored and reviewed email; 51% used video surveillance; and 22% recorded telephone calls.33 Supplying the requisite hardware and software is a new “security industry” which has become a “hot market” comprised of some of the largest 30 Michael Perelman, Class Warfare in the Information Age. New York: St. Martin’s Press, 1998: 80-82. 31 Michael Godwin, “Digital Rights Management: A Guide for Librarians,” OITP Technology Policy Brief. American Library Association Office for Information Technology Policy, January 2006, retrieved 15 May 2006 at www.ala.org 32 Siva Vaidhyanathan, The Anarchist in the Library. New York: Perseus Publishing 2004: 52-3. 33 Phred Dvorak and Vauhini Vara, “At Many Companies, Hunt for Leakers Expands Arsenal of Monitoring Tactics,” WSJ 11 September 2006: B1, B3. Communications and the Crisis 51 high-tech corporations: EMC, Cisco, Microsoft, IBM.34 In consequence, “corporations are increasingly becoming policing forces through the use of new technologies,” as they introduce biometrics, radio frequency identification tags, and other forms of automatic identification and data capture.35 Symptomatically, leaks of sensitive corporate information now prompt what the Financial Times calls “ethically questionable investigative tactics” not only by executive branch agencies, but also by large companies such as Hewlett-Packard – which hired private investigators to obtain reporters’ phone records and monitored at least one journalist for an entire year.36 Arcane technologies for data-mining, 37 access control, system integrity, cryptography, audit and monitoring, configuration management and assurance are presented by corporate users as innocuous, even benign.38 But these technologies actually extend the sweep of centralized proprietary control.39 The elevation of information as private property is also opening venues for tighter collaboration between state agencies and corporate businesses – in 34 Charles Forelle and Vauhini Vara, “IBM to Bulk Up in Internet Security,” WSJ 24 Augujst 2006: B3. 35 Preemptive Media, “Surveillance Creep! New Manifestations of Data Surveillance at the Beginning of the Twenty-First Century,” Radical History Review Spring 2006 (95): 80; Kelly Gates, “Biometrics and Access Control in the Digital Age,” NACLA Report on the Americas, March/April 2006: 35-40. 36 Kevin Allison, “HP Inquiry Finds Evidence Other Companies Used ‘Spy’ Methods,” FT 30 September-1 October 2006: 1; “Nine Journalists’ Phone Records Targeted in H-P Probe of Leaks,” WSJ 8 September 2006: A13; PuiWing Tam, “A Reporter’s Story: How H-P Kept Tabs On Me for a Year,” WSJ 19 October 2006: A1, A17. 37 Robert O’Harrow, No Place to Hide. New York: Free Press, 2005; Walter M. Brasch, “Fool’s Gold in the Nation’s Data-Mining Programs,” Social Science Computer Review 23 (4) Winter 2005: 401-28. 38 U.S. Government Accountability Office, “Technology Assessment: Cybersecurity for Critical Infrastructure Protection,” GAO-04-321, 28 May 2004, Abstract; quote from U.S. Government Accountability Office, “Critical Infrastructure Protection: Department of Homeland Security Faces Challenges in Fulfilling Cybersecurity Responsibilities,” GAO-05-434, 26 May 2005, Abstract. Both retrieved 3 June 2005 from www.gao.gov 39 Siva Vaidhyanathan, The Anarchist in the Library. New York: Perseus Publishing, 2004: 89. 52 Dan Schiller a trend for which the “war on terror” provides rhetorical cover by allowing any incursion on proprietary data to be relabeled. “[T]he war on terrorism is, in large part, a war of information,”40 asserted Republican Senator Sam Brownback (Kansas) soon after the September 11 attacks. Overstepping prior restraints, state agencies and corporations routinely access and selectively share rapidly growing pools of electronic data to track individuals through their daily rounds.41 Time Warner’s AOL unit fields nearly 12,000 requests a year by federal, state, and local police agencies for customer data; AOL employees work 24 hours a day handling such queries and maintain a dedicated hotline for this purpose.42 Google’s cooperation with Chinese state censors has been widely reported, but in the United States as well Google reputedly “works in an informal fashion with law enforcement agencies, tracking down personally identifiable information for authorities without notification to the person involved.”43 In 2005, the Business Roundtable – a group of 160 CEOs representing the top echelons of corporate America – called on government to “fortify the Internet and the infrastructure that supports Internet health.”44 In February 2006, the Department of Homeland Security, joined by seven other cabinet 40 Marjorie Valbrun, “Senate Votes Overwhelmingly To Pass Border-Security Bill,” WSJ 19 April 2002: A5. 41 Robert O’Harrow, Jr., No Place To Hide. New York: Free Press, 2005; and Alasdair Roberts, Blacked Out: Government Secrecy in the Information Age. Cambridge University Press, 2006. These initiatives have been accorded significant publicity; for a few recent instances, see Riva Richmond, “Network Giants Join Campaign To Beef Up Security of Systems,” WSJ 27 October 2004: B2B; Riva Richmond, “Job of Guarding Web Is Shifting To the Network’s Infrastructure,” WSJ 19 May 2005: B4; Li Yuan, “Companies Face System Attacks From Inside, Too,” WSJ 1 June 2005: B1, B4; Robert Block, “In Terrorism Fight, Government Finds a Surprising Ally: FedEx,” WSJ 26 May 2005: A1, A5; Gary Fields, “Ten-Digit Truth Check,” WSJ 7 June 2005: B1, B6; David Pringle, “Security Woes Don’t Slow Reed’s Push Into Data Collection,” WSJ 3 June 2005: C1, C4; 42 Robert Block, “Requests for Corporate Data Multiply,” WSJ 20 May 2006: A4. 43 Quote from John Battelle, The Search: How Google and Its Rivals Rewrote the Rules of Business and Transformed our Culture. New York: Portfolio, 2005: 203. 44 Business Roundtable, “Essential Steps to Strengthen America’s Cyber Terrorism Preparedness,” June 2006, at www.businessroundtable.org/publications Communications and the Crisis 53 level departments alongside Intel, Microsoft, Symantec, Verisign and other companies, as well as representatives of the governments of the UK, Australia, New Zealand and Canada, staged the first “full-scale cyber security exercise” – “Cyber Storm” – to test response and coordination mechanisms to a simulated cyber attack.45 Defining and instituting what is blandly termed “an effective relationship between the public and private sectors” to guard the cyber-infrastructure has become an explicit priority.46 5. A final point is, however, crucial: there is no certainty that the corporate state will succeed either in managing emergencies or in securing information as private property. Neither trend is monolithic; each shows considerable institutional complexity while, far from assured, their coalescence is likewise both uneven and problematic. Although the gap between real and formal democracy in the U.S. is rapidly widening,47 furthermore, it would be incorrect to claim that we are witnessing a wholesale fusion of public and private power, such as that which typifies overtly authoritarian societies.48 Most important, finally, the crisis in information provision itself is provoking resistance as its dominative political economy becomes more explicit. Immanuel Wallerstein underlines that, beginning in 2003 at Cancun, the organization of a group of 20 less-developed nations “effectively end[ed] the ability of the WTO to press forward in implementing its neoliberal objectives,” notably, those pertaining to copyrights and patents.49 Farmers located in different countries have begun to “resist limits on the use and replantation of seeds and plants”50; battles are also brewing over corporate ripoffs of indigenous peoples’ knowledge of the medicinal properties of local 45 Anne Broache, “Homeland Security Wraps Up First Mock Cyberattack,” C/net News.com 27 February 2006, at http://news.com.com/Homeland+Security+ wrps+up+first+mock+cyberattack/2100-73493-6028082.html 46 Philip E. Auerswald, Lewis M. Branscomb, Todd M. La Porte, and Erwann O. Michel-Kerjan, (Eds.), Seeds of Disaster, Roots of Response: How Private Action Can Reduce Public Vulnerability. New York: Cambridge University Press, 2006: xv. 47 Golub, “The Will to Undemocratic Power.” 48 Robert A. Brady, The Spirit and Structure of German Fascism. New York: 1939. 49 Immanuel Wallerstein, “The Curve of American Power,” New Left Review 40, JulyAugust 2006: 7. 50 Siva Vaidhyanathan, Anarchist in the Library. New York: Perseus, 2004: 89. 54 Dan Schiller flora. By no means are these the only evidences of opposition. Environmental and occupational hazards created by unregulated high-tech electronics manufacturing have sparked insistent demands for social justice. 51 On still a different front “many nations view it as deeply unfair for the United States to set basic Internet policy for the whole world”52; demands are being voiced to replace control over the Internet by the U.S. Executive Branch with a more internationalized mechanism of Internet governance. Protests are also being waged against the primacy of corporate-commercial imperatives over public service principles (e.g., nondiscrimination and nonproprietary search procedures) in structuring major online search services like Google – search services which are, to boot, sometimes seen as supplying U.S. cultural imperialism with a new and improved technical foundation.53 We may hope that these disparate initiatives will begin to be unified politically, as we work to neutralize the contempt held by dominant institutions for the ethics of democratic self-governance, and struggle to make a different (information) society. 51 For example, see Ted Smith, David A. Sonnenfeld and David Naguib Pellow, Challenging The Chip: Labor Rights and Environmental Justice in the Global Electronics Industry. Philadelphia: Temple University Press, 2006. 52 Goldsmith and Wu, Who Controls The Internet?: 171. 53 Jen-Noel Jeanneney, Google and the Myth of Universal Knowledge. Chicago: University of Chicago Press, 2007. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 55-62 Sunum - Makale Türkiye’de bilgi iletişim teknolojileri: bir etik tartışma alanı olarak yazılım korsanlığı Ümit Atabek Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Özet: Bu çalışmada, Türkiye’nin Bilgi İletişim Teknolojileri parametreleri (BİT) ele alınarak mevcut durum değerlendirildi ve bu bağlamda ihmal edilen sosyal maliyetler konusu üzerinde duruldu. Bunu takiben, Türkiye’nin BİT parametrelerinden biri olarak yazılım alanında, bazı kesimlerce etik açıdan tartışılan ve korsanlık diye etiketlenen pratik, siyasal-ekonomi bağlamıyla ele alındı ve bu örnek çerçevesinde etik konularının aslında bir siyasal ekonomi bağlamının olduğu açıklandı. Anahtar kelimeler: Bilgi İletişim Teknolojileri, etik, korsanlık, siyasal ekonomi ICTs in Turkey: Software piracy as an ethical discussion field Abstract: This study evaluated the existing situation on the parameters of Information and Communication Technologies in Turkey and explored the neglected issue of social costs. Then, the practice, which is labeled as piracy and discussed by some circles in terms of ethics, was studied from the political-economy perspective and explained that ethics has a political economy context. Keywords: ICT, ethics, piracy, political economy Bilgi İletişim Teknolojileri (BİT) üzerine yapılacak niceliksel bir değerlendirme, Türkiye’nin bu alanda önemli başarılar elde etmiş ve bölgesindeki ülkelere kıyasal oldukça iyi durumda olduğunu ortaya çıkaracaktır.1 Bu tür değerlendirmelerin yalnızca niceliksel bir açıdan 1 Burada bilgi sözcüğünü İngilizce information karşılığında kullanıyoruz. Dolayısıyla BİT kısaltması global/egemen söylemin yaygınca kullandığı ve literatürde de benimsenen ICT (Information and Communication Technologies) kısaltması karşılığındadır. Ancak bu kavramasallaştırma “veri” – “enformasyon” – “bilgi” kavramları arasındaki kapsam, içerik ve karmaşıklık boyutlarını içeren hiyerarşiyi göz ardı etmektedir. 56 Ümit Atabek yapılmasının eleştirilecek bir çok yönü olsa da, global/hakim BİT söyleminin politika yapıcılarını ve akademik literatürü niceliksel bir yaklaşıma teşvik ediyor olmasını göz ardı etmemeliyiz. Bu nedenle, Türkiye’nin BİT açısından niceliksel konumunun global/hakim söylem tarafından alkışlanması ve başarılı bir örnek olarak gösterilmesi anlaşılabilir bir durumdur. Bu çalışmada önce, Türkiye’nin BİT parametrelerini ele alarak mevcut durumu değerlendireceğim ve bu başarının bazı dile getirilmeyen sosyal maliyetlerini ortaya koymaya çalışacağım. İkinci olarak ise, Türkiye’nin BİT parametrelerinden biri olarak yazılım alanında, bazı kesimlerce etik açıdan tartışılan ve korsanlık diye etiketlenen olguyu ekonomi politik bağlamıyla ele alacağım ve bu örnek çerçevesinde etik konuların bir ekonomi politik bağlamının olduğunu savunacağım. Türkiye’nin BİT ile ilgili niceliksel değerleri genellikle dünya ortalamasının üzerindedir. Bu durum bir gelişmişlik göstergesi olarak değerlendirilebileceği gibi, global/hakim söylemin ne kadar BİT harcaması yaparsa o kadar gelişeceği söylemini sıkı bir şekilde takip ettiği olarak da yorumlanabilir. 1960’ların iletişim ile kalkınma arasındaki ilişkiyi dile getiren yaklaşım yerini bugün, BİT harcamaları arttıkça gelişmişlik düzeyinin yükseleceği söylemine bırakmış görünüyor. Bu iki görüş arasındaki temel fark, ikincisinin niceliksel değerlere vurgu yapmasıdır. Bu nedenle global/hakim söylemin temel parametresi harcamalardır. Yine bu nedenle global/hakim söylem, piyasa odaklı bir BİT paradigmadır. Bu değişimin bir diğer görünümü de iletişim ve gelişme konusunda gündemin UNESCO’dan, giderek Uluslararası Telekomünikasyon Birliği’ne (ITU) kaymasıdır. Ancak 2000’lerden itibaren UNESCO’nun “Herkes İçin İletişim” programı gibi girişimlerle yeniden gündemi belirleme çabası içine girdiği gözlenmektedir. Türkiye’nin temel BİT parametrelerini şu şekilde özetleyebiliriz: 1. GSMH içinde BİT harcamalarının payı açısından Türkiye Avrupa ortalamasının önündedir. Türkiye’nin GSMH içinde BİT harcamalarının payı 1992’de % 2.6 iken 2000 yılında bu pay % 8.6’ya çıkmıştır.2 Bu oran Avrupa için % 5.5’tir. Hanelerin toplam tüketim harcamaları içinde haberleşme harcamalarının oranı 1994’de % 1.8’den 2002’de % 4.5 düzeyine çıkmıştır (Yükseler: 2003, s. 11). Türkiye’deki BİT pazarı değerinin yıllık artış hızı % 15 civarındadır. Bu oran 2005 yılında Avrupa Birliği için % 3.6, tüm Avrupa 2 Bu oran Dünya Bankası’na göre 2000 yılında % 7.9, 2004 yılında % 7.3’tür .(World Bank: 2006a). Yazılım korsanlığı 57 için % 3.7, dünya ortalaması ise % 4.6’dır (EITO, 2006). 2005 yılında 18.7 milyar dolar olan Türkiye’deki BİT pazarının değerinin % 21’lik bir artışla 2006 itibarıyla 22 milyar ABD doları bulması beklenmektedir. 2. Türkiye, bölgesinde en çok doğrudan yayın uyduculuğu (DBS) alanında en yüksek kapasiteye sahiptir. Yakın zamana kadar iki değişik geostationary konumda (42 derece Doğu ve 31.3 derece doğu) üç Türksat uydusunu işleten Türkiye, Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya, Balkanlara, Orta Doğu’ya ve Kafkaslara uzanan çok geniş ve stratejik önemi yüksek bir kapsama alanına sahiptir. Türksat uyduları ile bugün, Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya iki yönlü sayısal iletim hem olanaklı hem de ekonomiktir. Uzunca bir süre kapasitelerinin altında kullanılan bu uydular, Türksat 1B’nin erken dolan ömrü nedeniyle devre dışı kalması ve yeni fiyat politikası çerçevesinde yerel kanallardan gelen talep artışı nedeniyle artık normal kapasitelerde kullanılmaktadır (Atabek, 2006). 2007 içinde yeni bir uydunun yörüngeye yerleştirilmesi için adımlar atılmıştır. 3. Türkiye’nin internetle tanışması Nisan 1993’te 64 Kbs’lık bir ODTÜNSF hattının TÜBİTAK desteğiyle kamusal kullanıma açılmasıyla başlamıştır (Özgit ve Çağıltay: 1996). Daha önceki Earn, Bitnet ve TÜVAKA deneyimleri de düşünüldüğünde Türkiye bu alanda da bölgesinde öncü ülkelerdendir. Türkiye’nin bugünkü toplam yurt dışı kapasitesi Ekim 2006 itibarıyla 34 + 34 Gbsdir; bu değer birçok balkan ülkesinin toplam kapasitesinden daha yüksektir. Ancak nüfusun yüksekliği nedeniyle internet kullanıcıları oranı % 27 ile Avrupa ortalamasının (% 38.2) altında dünya ortalamasının (% 16.7) üstündedir. İnternetle ilgili çarpıcı bir başka veri ise Türkiye’de internetin yaygınlaşma hızıdır. İnternet Türkiye’de 2000/2006 arasında % 700 büyümüştür, bu dönem için dünya ortalaması ise % 200’dür. Kişisel bilgisayar (PC) kullanım oranı bakımından ise Türkiye % 25’lik bir yaygınlık oranına sahiptir. Bu oran 18.5 milyon kişisel bilgisayar kullanıcısı demektir. Kişisel bilgisayar pazarı ortalama 900 bin PC’dir ve yaklaşık 4 milyon dolarlık bir büyüklüğe sahiptir. 4. Türkiye 1980’lerdeki politikalarının bir sonucu olarak bugün % 27’lik sabit telefon yaygınlık kapasitesiyle (Telekomünikasyon Kurumu: 2005, s. 16) dünya ortalamasının (% 19) üzerindedir. Mobil teknolojilere 1986’daki araç telefonu (NMT) deneyimi ile adım atan Türkiye (Atabek: 2001, s. 66), 1994’de başladığı GSM deneyiminde bugün üç operatörle % 67’lik bir 58 Ümit Atabek yaygınlaşma oranına sahiptir. Bu oranın da 2006’da % 35 civarında olan dünya ortalamasının üzerinde olduğunu tahmin ediyoruz. .Bu BİT parametreleri, bölgesindeki diğer ülkelerle kıyaslandığında Türkiye’nin oldukça gelişmiş olduğu görülmektedir. Ancak bu gelişmenin bazı maliyetlerini tartışmak zorunluluğu bulunmaktadır. BİT altyapısıyla taşınan, iletilen ve toplumsallaşma süreçlerine katkıda bulunulan içeriğin niteliksel yönü ayrıca bir araştırma konusudur. Türkiye’nin bu bakımdan çok da iyi bir görünümle karşı karşıya olmadığı ortadadır. Sadece yüzeysel bir değerlendirmeyle bile örneğin, Eylül 2006 başında Türksat uyduları üzerinde yayın yapan 134 televizyon kanalının günde ürettiği toplam 3216 saatlik içeriğin yaklaşık yalnızca % 9’unun (290 saat) haber, kültür-sanat ve diğer bilgisel içerik olduğunu saptayarak, yüksek teknolojinin her zaman yüksek seviyeli bir içeriği garantilemediğini söyleyebiliriz. Ancak biz burada söz konusu teknolojik gelişmişliğin ekonomi politik maliyeti üzerinde duracağız. Bu maliyet elektronik sanayinde giderek düşen ücretler, artan kayıt dışı emek ve büyüyen dış ticaret açığıdır. Bu durumu analiz edebilmek için Türkiye’nin BİT alanındaki dış ticaretine ayrıntılarıyla bakmalıyız. Tablo 1. 2000-2005 yılları arasında Türkiye’nin BİT dış ticaret durumunu göstermektedir. Tablo 1 Türkiye’nin BİT dış ticareti Toplam BİT İhracat İthalat 2000 1,391 6,577 2005 4,445 10,835 Elektronik Komponentler 2000 2005 63 131 1,146 2,3093 Tüketici Elektroniği 2000 2005 873 3,083 523 1,056 Kaynak: TUİK ve TESİD Tablonun incelenmesinden de görüleceği üzere Türkiye toplam BİT dış ticaretinde önemli ölçüde açık vermektedir. 2005 yılında dış ticaret açığı 42 milyar dolar olmuştur. 2006 yılında bu rakamın 60 milyarı aşması beklenmektedir. Giderek ithalata bağımlı hale gelen bir ihracat stratejisi Türkiye’nin ulusal ekonomisine değil, kendisine girdi satan dış dünyaya büyüme ivmesi vermektedir (BSB, 2006: 33-34). 100 birimlik mal ihracatı için ortalama yüzde 66 dolayındaki ithal girdi gerekmektedir. Türkiye’nin dış ticaret açığının en önemli kaleminin petrol ve diğer enerji kaynaklarına ilişkin 3 Bu değer 2004 yılı ithalatıdır. Yazılım korsanlığı 59 dış ticareti olduğu bilinmektedir. Ancak imalat sanayinde de önemli ölçüde dış ticaret açığı bulunmaktadır. BİT dış ticareti de Türkiye’nin toplam dış ticaretine önemli ölçüde etki yapmaktadır. Örneğin, 2001 yılında radyotelevizyon cihazları imalatında dış ticaret açığı toplam dış ticaretin % 10.26’sı idi (Yükseler ve Türkan: 2006: 28). 2004 dış ticaret verilerine göre, 100 birimlik ihracat için elektronik sanayinde 77 birimlik ithalat gerekmektedir (BSB, 2006: 35). Bu açığın nereden geldiği ve nasıl işlediği yine Tablo 1’de görülmektedir. Türkiye önemli ölçüde tüketici elektroniği ürünü ihraç etmektedir.4 Tüketici elektroniği kalemi televizyon, radyo alıcı cihazları ile dvd-vcd-kaset gibi ses-görüntü elektroniği cihazlarını kapsar. 2005 yılı itibariyle Avrupa Birliği içinde Türkiye menşeli renkli televizyonlarının pazar payı % 55’e ulaşmıştır (DEİK, 2006: 7). Bu alanda “dünya markası” olarak tanınan belirli sayıdaki Türk firmasının bu ihracatı önemli ölçüde gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır. Ancak bu başarının arkasındaki diğer verileri göz önüne aldığımızda bazı sorunların olduğu görülecektir. Tabloda da görüldüğü gibi, tüketici elektroniğinde elde edilen ihracat gelirinin büyük kısmı elektronik komponentleri ithalatı ile kaybedilmektedir. Transistor, entegre devre, diyot, kapasitör vb. aktif ve pasif komponentler tüketici elektroniği imalatında çok önemlidir. Bunlar olmadan örneğin televizyon alıcısı imal edilemez. Türkiye çoğunlukla Avrupa’ya ve Orta Asya’ya yönelik tüketici elektroniği ihracatını Uzakdoğu menşeli komponentleri ithal ederek sürdürebilmektedir. Bu durumda Türkiye elde ettiği gelirin önemli bir bölümünü dış dünyaya vermektedir. Hatta tüketim elektroniği ithalatını da dahil edersek, bu süreçten hiçbir kazanç sağlamamaktadır. Bu durum iki şekilde finanse edilebilir: 1. Bu sektörde tekelleşme eğilimi çok yüksektir ve az ayıda firma pazarı kontrol etmektedir. 2001 yılında, televizyon ve radyo alıcıları, ses ve görüntü kaydeden veya üreten teçhizat ve bunlarla ilgili araçların imalatı sektöründe CR4=98.64 ile yüksek bir yoğunlaşma oranı vardı (DİE, 2006). Bu oran, imalat sanayindeki en yüksek yoğunlaşma oranlarındandır. “Dünya markası” olarak bilinen belirli sayıdaki firma üretimin büyük çoğunluğunu kontrol etmektedir. Sayıları otuza yaklaşan küçük firmalar ise bir çeşit taşeronluk işlevi görmektedirler. Bunun dolaylı bir sonucu ise kayıt dışı istihdamdır. 4 Tüketici elektroniği dışında da önemli bir dış ticaret açığı öz konusudur. Özellikle cep telefonu yaygınlığının [çılgınlığının] yol açtığı ve telekomünikasyon cihazları sektöründe gözlenen açığın toplumsal faydası/maliyeti ayrıca tartışılmalıdır. 60 Ümit Atabek Kayıt dışı istihdam genel olarak imalat sanayinde % 21 dolaylarındadır (Güloğlu, 2006: 29). 2. Bu sektörde işçi ücretleri çok düşüktür ve giderek de düşmektedir. Emek maliyeti Türkiye’de genel olarak çok düşüktür. İmalat sanayi için maliyet 2004 yılında % 27’dir. İspanya için bu maliyet 2004 yılında % 68’dir (World Bank, 2006: 22). 1997-2005 döneminde radyo-tv cihazları imalatında çalışanların reel ücreti % 6.6 düşmüştür ki bu düşüş tüm imalat sanayi içindeki en büyük düşüştür (Yükseler ve Türkan, 2006: 45). Radyo-televizyon ve haberleşme cihazları özel sektör imalatında işçi ücretleri reel endeksi 1997=100 iken 2005 için endeks 56.6 olmuştur ve bu tüm imalat sanayindeki en kötü gerilemeye işaret eder (TÜİK, 2006). Görüldüğü gibi, Türkiye’nin BİT başarısının ihracatla ilgili bölümü tekelleşme, kayıt dışı istihdam ve düşük ücret sorunlarını doğuruyor. Bu sorunlar Türkiye için önemli sosyal sorunlardır ve iletişim etiği tartışılırken göz ardı edilmemelidir. Her etik konunun bir ekonomi politik bağlamı vardır. Bu yaklaşımın, göreli bir etik konumu olduğunu kabul ediyoruz; bu konum teknolojinin toplumsal [ekonomik ve politik] ilişkilerden bağımsız bir değişken olmadığı konumuyla da uyumludur. Dolayısıyla burada, etik konuların, ekonomi politik bir perspektiften değerlendirildiğinde farklı ekonomik ve politik konumlara göre farklı yönleriyle görülebileceğini savunuyoruz. Buna bir örnek olarak da, iletişim etiği konusunda sıkça tartışılan korsanlık konusunu ele alacağız. “Korsan” yakıştırması fikri mülkiyet tartışmalarının bir sonucudur. Tıpkı mal ticaretindeki korsanlığa benzer şekilde fikir ticaretinde de bir korsanlıktan söz edilir hale gelmiştir. Fikri mülkiyet konusu başlangıçta bir Birleşmiş Milletler uzman kuruluşu olarak görev yapan Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü’nün (WIPO) kontrolünde gelişmiş ancak, sonraları global dünya düzeninin idamesini sağlayan Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi ABD güdümündeki örgütlerce ısrarla önerilen Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Sözleşmesi (TRIPS) ile uluslar-üstü takibin olağan olduğu bir hale gelmiştir. 1994’den itibaren TRIPS kurallarını iç hukuk kuralı haline getirmeye zorlanan ülkelerde, fikri haklar düzenlemeleri artık, fikirlerin ya da eserlerin gerçek sahiplerinin haklarının değil, daha çok bu fikirleri ya da eserleri satan, onlara sözleşmelerle ve patentlerle sahip olan global şirketlerin haklarının korunması anlamına geliyordu. Yazılım korsanlığı 61 Fikrin mülkiyeti olabilir mi sorusunu cesaretle sormalıyız. Bugün global/hakim söylemin etkisindeki toplumsal yapılarda bu soru şüphesiz ki tedirginlik yaratacaktır, mülkiyetin doğal bir sonuç olduğuna yönelik inanış, fikri mülkiyete de taşınacaktır. Ancak kabul emeliyiz ki her fikir, kendisinden önceki fikirlerden beslenir ve bu görüşün “fikir üretenlerce” yadsıması olanaksızdır. Smiers’in (2004: 57) “… önceki şiirler olmaksızın yaratılmış bir şiir düşünülebilir mi?” sorusu bu bağlamda anlam kazanır. Himanen’in (2005) “… Kendi ürettiği bütün bilgiyi gizleyip, başka herkesin ürettiği bilgiyi almak, etik bir açmaz getirir. Bu açmaz, ürünlerin büyük kısmı değerini öncesindeki araştırmadan aldığı için, bilgi çağının ilerlemesiyle daha da beter bir hal alır.” (s. 70-71) değerlendirmesi, niçin fikri mülkiyet uygulamalarının özellikle günümüzdeki halinin etik olmayan sonuçlar doğurduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Son yıllarda, tüm yazılım rutinlerinin patentlerle korunması girişimine karşı ciddi karşı çıkışlar kamuoyunda dile getirilmeye başlandı. Bu girişim, tüm yazılımları şirketlerin kontrolüne sokacak, yeni yazılım gelişimini “neredeyse bütünüyle ortadan kaldıracak” bir yeni fikri haklar tehdidi olarak algılandı ve fikri haklar konusunun kamuoyunda yaygın şekilde sorgulanmasına neden oldu. Fikri haklar tartışmasının global/hakim söylemdeki yansıması, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri korsanlıkla suçlaması olmaktadır. Örneğin gelişmiş ülkelerin 2003 yılı içindeki kayıplarının sadece müzik sanayi için 4.5 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir ve Türkiye % 10-24 oranında korsanlığa sahne olan ülke olarak ikinci grupta yer almaktadır. (IFPI, 2004). Türkiye’ye yönelik korsanlık suçlamaları yeni yapılan WTO/TRIPS uyumlu düzenlemelere karşın sürmektedir. Hem AB hem de ABD resmi belgelerinde bu konuyla ilgili bir bölüm mutlaka yer almaktadır. Gelişmiş ülkelerin Türkiye’de tüm fikri mülkiyet ticareti kayıplarının 2004 yılı için 187 milyon dolar düzeyinde olduğu tahmin edilmektedir (IIPA, 2005). Gelişmiş ülkelerdeki elektronik kayıt ve müzik sanayinin “mp3 indirmenin komünizmi davet etmek” anlamına geldiği yönündeki afişli halkla ilişkiler kampanyaları, global/egemen söylemin korsanlık konusunu hangi politik [etik] bağlamda ele aldığını göstermektedir. Türkiye’deki yazılım sektörü büyük ölçüde yoğunlaşmış ve pazarın % 51’i ikisi yabancı üç şirketin kontrolündedir (Özcivelek ve Zontul, 2004: 12). Yasal durumu tartışmalı uluslar ötesi bir dernek [sivil toplum örgütü] statüsündeki İş Yazılımları Biriliği’nin (BSA), toplumu etik davranmaya davet eden girişimlerinin ekonomi politik bağlamı 62 Ümit Atabek işte milyonlarca dolarlık bu pazardır. Ancak asıl etik sorun, toplumsal bir bağlamda üretilen fikrin/bilginin şirket mülkiyetine geçmesiyle, giderek eğitimin kamusal niteliğinin tehdit edilir hale gelmesinde ve yeni fikirlerin/bilgilerin kontrol altına alınmak istenmesindedir. KAYNAKÇA Atabek Ü. (2001), İletişim ve Teknoloji: Yeni Olanaklar Yeni Sorunlar, Seçkin Yayınları, Ankara. Atabek Ü. (2006), “Global Uydu Pazarında Yeni Yönelimler", Uluslararası İletişim Sempozyumu: Küreselleşme ve Yeni Medya Politikaları, Girne Amerikan Üniversitesi, 4-5 Mayıs 2006 Girne KKTC. BSB (2006), Bağımsız Sosyal Bilimciler 2006 Yılı Raporu: IMF Gözetiminde On Uzun Yıl, 1998-2008, www.bagimsizsosyalbilimciler.org (1.9.2006) DEİK (2006), Electronics and ICT in Turkey: Business and Investment Environment in Turkey. DİE (2006), 2001 Yılı Türkiye İmalat Sanayinde Yoğunlaşma, http://www.die.gov.tr/ TURKISH/SONIST/IMALATYOG/270804h.htm (1.9.2006) EITO (2006), European Information Technology Observatory 2006 Report. Güloğlu T. (2005), Türkiye’de Kayıt Dışı İstihdam Gerçeğine Bir Bakış, http://digitalcommons.ilr.cornell.edu/intlvf/9 (1.9.2006). Himanen, P. (2005), Hacker Etiği: İş Hayatına Yıkıcı Bir Yaklaşım, Ayrıntı, İstanbul. IFPI (2004), The Recording Industry 2004 Commercial Piracy Report. IIPA (2005), International Intellectual Property Alliance Special 301 Report: Turkey. Özcivelek R. Ve Zontul H. (2004), Insigths into the ICT Industry in Turkey. IPTS. Özgit A. ve Çağıltay K. (1996), Türkiye’de Internet: Dünü, Bugünü Yarını, http://www.cc.metu.edu.tr/~kursat/papers/inet-tr/internet-tr.html (1.9.2006) Simers, J. (2004), “Telif Haklarının Kaldırılmasına İlişkin Savunma: Fikri Mülkiyet Hırsızlıktır”, Hukuk ve Adalet, Yıl: 1, Sayı: 4. Telekomünikasyon Kurumu (2005), 2005 Faaliyet Raporu, Ankara, www.tk.gov.tr TÜİK (2006), Dönemler İtibariyle İmalat Sanayi Üretimde Çalışılan Saat Başına Reel Ücret Endeksi, www.tuik.gov.tr (1.9.2006). World Bank (2006a). ICT at A Glance: Turkey. http://devdata.worldbank.org/ ict/tur_ict.pdf World Bank (2006b), Turkey Labor Market Study. http://siteresources.worldbank.org/ INTTURKEY/Resources/361616-1144320150009/Labor_Study.pdf Yükseler Z. (2003), 2002 Hane Halkı Bütçe Anketi: Gelir Dağılımı ve Tüketim Harcamalarına İlişkin Sonuçların Değerlendirilmesi, Türkiye Ekonomi Kurumu. Yükseler Z. ve Türkan E. (2006), Türkiye’nin Üretim ve Dış Ticaret Yapısında Dönüşüm: Küresel Yönelimler ve Yansımalar, TÜSİAD-Koç Üniversitesi, Ekonomik Araştırma Forumu, http://eaf.ku.edu.tr/calisma_raporlari (1.9.2006). İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 63-80 Sunum - Makale Bilgi endüstrilerinde emeğin yöndeşmesi1 Vincent Mosco Canada Research Chair in Communication and Society Professor of Sociology Queen’s University Kingston, Canada [email protected] Özet: Bu makale, yoğunlaşmaların arttığı ve yeni iletişim ve enformasyon teknolojileri ile küresel medyanın yaygınlaştığı günümüzde, Kuzey Amerikalı bilgi işçileri örneğinden hareket ederek, emeğin verdiği mücadele ve aradığı yeni yollar üzerinde durmaktadır. Küreselleşmenin kendini yeniden üretebilmesi için gerekli düşünceleri üreten ve dağıtan iletişim sektöründe, böyle bir gelişmenin olduğu ve önemi tartışıldı. Bunu yaparken, enformasyon ve iletişimin üretim ve dağıtımını yapanların kendi çıkarlarını ve toplumda demokratik iletişim sistemini amaçlayanların çıkarlarını savunmak için örgütlenme hakları üzerinde tartışma sundu. Anahtar kelimeler: Bilgi emekçileri, etik, siyasal ekonomi, sendikalaşma 1 Çeviren: Doç. Dr. Gamze Yücesan-Özdemir 64 Vincent Mosco Farklı disiplinler ve farklı yaklaşımlar doğrultusunda yapılan araştırmalar, modern ekonomide enformasyon ve bilgi emeğinin önemini göstermiştir (Dyer-Witheford, 1999; Huws, 2003; Terranova, 2004). Sendikal hareketin zayıfladığı, şirket yoğunlaşmalarının arttığı ve yeni iletişim ve enformasyon teknolojileri ile küresel medyanın yükseldiği bir dönemde, Kuzey Amerikalı bilgi işçileri emeğin mücadelesini arttırmak için yeni yollar aramaya başladılar. Özellikle, küreselleşmeyi mümkün kılan ekipmanlara sahip ve küreselleşmenin kendini yeniden üretebilmesi için gerekli düşünceleri üreten ve dağıtan iletişim sektöründe böyle bir gelişmeden bahsedebiliriz. Bu çalışma, oldukça önemli bir etik konu üzerinde yoğunlaşıyor: Enformasyon ve iletişimin üretim ve dağıtımını yapanların kendi çıkarlarını ve toplumda demokratik iletişim sistemini amaçlayanların çıkarlarını savunmak için örgütlenme hakları. Bir yaklaşım, sendikalar arası birleşmeleri amaçlamak olabilir. Sendikalar arası birleşme, sendikaların, üyelerinin istihdam edildiği şirketlerin yolundan giderek yeniden yapılanmasıdır. Enformasyon ve iletişim endüstrilerini de kapsayan ve sendikalar arası yöndeşme ve birleşmelerin değeri üzerine odaklanmış hatırı sayılır miktarda araştırmalar bulunmaktadır (Batstone, 1984; Katz, 1997; Stone, 2004). Yöndeşmiş sendikalar, Amerika Enformasyon İşçileri (CWA) ya da Kanada İletişim, Enerji ve Kağıt İşçileri (CEP), önceleri bağımsız olan ama şimdi çapraz-medya şirketlerinin parçası olan endüstrilerdeki – gazetecilik, telekomünikasyon, haberleşme – işçileri biraraya getirmişlerdir. Bu sendikalar, yalnızca işverenle sınırların bulanıklaşmasını değil; aynı zamanda dijital teknoloji ile bir zamanlar farklı olan işlerin sınırlarının bulanıklaşmasının da farkındadırlar. Emeğin yöndeşmesi, teknoloji ve firma odaklı yöndeşmeye etkili bir cevap ve iletişimde kamusal çıkarı sağlamak için bir fırsat olarak değerlendirilmektedir (McKercher, 2002; Swift, 2003; Bahr, 1998). İkinci bir yaklaşım, geleneksel bir sendikaya katılmayanlara ulaşmayı hedefleyen geleneksel-olmayan işçi örgütleri yaratmaktır. Bu tür örgütlenmeler, işçilere, ailelerine ya da bulundukları topluluklara bazı hizmetler ve destekler sağlamaktadırlar ama toplu pazarlığa dahil olmamaktadırlar. Kuzey Amerika’da, bu tür örgütlenmelere özellikle yüksek teknoloji alanlarında rastlanmaktadır (Stone, 2004; Kline, Dyer-Witheford ve de Peuter, 2003; van Jaarsveld, 2004). Sendika yöndeşmesinde ve yeni işçi örgütlenmelerinde, bilgi sektörü işçileri, Emeğin Yöndeşmesi 65 her zaman başarılı olamasalar da, demokratik iletişimin aşınmasına meydan okumakta ve demokratik iletişimin emeği de içerecek şekilde genişletilmesinin potansiyellerini aramaktadırlar. Çağrı merkezi çalışanları, üniversite profesörleri ve gazeteciler, oldukça az ortak noktaları olmalarına rağmen, bilgi endüstrisinde önemli yere sahiptirler. Bu sektör üzerine araştırma ve tartışma, İkinci Dünya Savaşı`nın hemen ardından sosyal bilimcilerin tarım ve sanayi sektörleri dışında artan istihdamı ve iş olanaklarını fark etmeleri ile başlamıştır. İlk yıllarda, akademisyenlerin ilgisi enformasyon sektörünün ekonomik bir güç olarak büyümesini ölçecek göstergeler geliştirmek üzerine yoğunlaşmıştır. Machlup (1962), ekonominin bileşenleri olarak veri ve enformasyonun genişlemesini tartışan liderler arasındadır ve Porat (1977), çalışmalarını, birincil (tarım) ve ikincil (sanayi) sektörlere dayanan bir ekonomiden üçüncül(hizmetler) ve dördüncül (enformasyon) sektörlere dayanan bir ekonomiye geçişi belgelendirmeye dayandırmıştır. Fakat, ne Machlup ne de Porat, Daniel Bell(1973)’in teorik çözümlemesine benzer bir biçimde, bu dönüşümün siyasi, toplumsal ve kültürel boyutlarına ilgi göstermişlerdir. Bell’e göre, yalnızca veri ve enformasyonda bir genişleme ve istihdam kategorilerinde bir kayma deneyimlemiyoruz. Daha ziyade, kapitalist toplumun doğasındaki dönüşümün ilk yıllarını yaşıyoruz. Yaklaşık iki yüzyıldır, kapitalizmde yönetici ve/veya yönlendirici kapitalist sınıfı sanayiciler ve finansçılar oluşturuyordu. Bugün, teknolojiye ve özellikle enformasyonun üretim ve dağıtımına dayanan bir toplumun yükselişiyle karşı karşıyayız. Bell, vasıflı bilimsel-teknik işçilerden oluşan bir bilgi sınıfının yükselişini ve post-endüstriyel kapitalizmin liderliğine yöneldiğini belirtmektedir. Bu toplum, yalnızca daha demokratik olmakla kalmayacak, aynı zamanda gücün geleneksel olandan bilimsel-teknik bilgiye geçişini gösterecektir. Bilgi işçileri, ekonomik gelişmenin yükselişine ve tarihi ideolojilerin düşüşüne sahne olacak bu yeni post-endüstriyel toplumunda, iktidar ve yönetici olacaklardır. Bell’e göre, teknik algoritmaların ve bilgitabanlı göstergelerin yönetime geleceği bu dönemde, kamu politikası üzerine siyasi mücadeleler azalacaktır. Bu toplumda da gerilimlerin olacağı açıktır ama bu gerilimler ideolojik değil teknik olacaktır. Ciddi bir bölünme, ekonomik ve siyasi alanların dışında olacaktır. Bell (1976), daha sonra yazdığı ve daha karanlık olan kitabında, tüketici hedonizmi ve rasyonel olmayan inançlara yönelmiş bir kültürü, post-endüstriyel toplum için olası bir iç tehdit 66 Vincent Mosco olarak görmektedir. Görünüşte zıt eğilimlerin –materyalizm ve karşı-kültürkesişmesi post-endüstriyelizmin temellerini tehdit edicidir; zira bu iki zıt eğilim, toplumu ayakta tutacak teknik rasyonalite için gerekli desteği tehdit etmektedir. Diğerleri için ise, post-endüstriyelizmi, kültürel noktaları dışarıda bırakarak, kendi içinde ilerleyici olarak görmeme noktasına gelmek çok uzun zaman almamıştır. Herbert Schiller (1973)’e göre, post-endüstriyelizm, ulusötesi medya ve iletişimin, Amerikan değerlerini, askeri ve emperyalist tutkuları da içeren, destekleyerek yükselişini ve artan tekelci piyasa gücü ile alternatifleri yok edişini ifade eder. Harry Braverman (1973)’e göre, hizmet ve bilgi işlerinde çalışan işçilerin büyük bir bölümü için, emek, daha önceleri sanayi sektöründe gerçekleşen montaj hattına benzer bir biçimde, vasıfsızlaşmaktadır. Bilgi işinin maddi olmayan özelliği dikkate alınırsa, endüstriyel döneme göre uygulama ve planlamanın ayrılması ve planlamanın egemen sınıfta toplanması daha kolay gözükmektedir. Bell, Braverman ve Shiller’in konu üzerine tezler ürettikleri 1973’lerden bugüne yoğun bir tartışma devam etmektedir; ama bazı noktalarda anlaşma sağlanmıştır: Sanayi’den bilgi sektörüne geçiş, gelişmiş toplumlarda yaşanmıştır ve gelişmekte olan ülkelerde yaşanmaya başlanmıştır. Sanayi ve tarım için gerekli bilginin önemini herkes kabul etmektedir. Fakat, bugünkü farklılık, enformasyon, iletişim ve bilginin üretim ve dağıtımı için gerekli iş miktarının her geçen gün artmasıdır. Ayrıca, mesleki hiyerarşi içerisinde dinamik süreç - vasıfsızlaşma, vasıflanma ve yeniden-vasıflanma - üzerinde de anlaşmaya varılmıştır. Farklı zamanlarda ve farklı sektörlerde bu süreçlerin biri ya da diğeri belirleyici olmaktadır ve emek süreci bu sürecin tekilliğine indirgenemez (Barley ve Kunda, 2004; Brint, 2001; Powell ve Snellman, 2004). Diğer yandan, firmaların işleri vasıfsızlaştırdıkları ya da işleri otomatik sistemlerle yer değiştirerek tümüyle ortadan kaldırdıkları üzerinde de bir görüş birliği vardır. Bu daha çok kadınlar tarafından yapılan işler için geçerlidir (Huws, 2003). Vasıfsızlaşma ya da işleri ortadan kaldırma mümkün değilse; firmalar aynı amaca ya işleri ülke içinde ucuz ücretli bölgelere ya da ülke dışına taşıyarak ulaşmaktadırlar. Özellikle bilgi işlerinin uzun mesafelerce hareket ettirilmesi önemli miktarda maddi şeylere ihtiyaç duymamakta (ör. çağrı merkezleri ve yazılım mühendisliği gibi) ve üretim süreci, teknolojik gelişme yılları içinde maliyetleri gittikçe düşen küresel telekomünikasyon sistemlerinden önemli ölçüde yararlanmaktadırlar. Bu Emeğin Yöndeşmesi 67 süreç, örneğin bir Amerikan şirketinin, Çin’de veri giriş işçilerini, Kanada’da çağrı merkezi çalışanlarını ya da Hindistan’da program yazımcılarını istihdam etme olanağı sağlamaktadır. Bu süreç, iş çevresi ve emek arasında 1950’ler ve 60’larda kurulan toplumsal sözleşmeyi (iyi ücretler ve sosyal haklara dayanan güvenceli işler), öncelikle iş çevresine lehine dönüştüren iş çevresi-güdümlü neo-liberal gündemin genişlemesi ile ilgilidir. Çünkü dışarıya iş verme, emeği ve sendikaları koruyan sosyal politikalara da saldıran geniş iş çevresi gündeminin bir parçasıdır. Dolayısıyla, çalışanlar için başarılı bir müdafaa gerçekleştirmek oldukça zor gözükmektedir (Economic Policy Institute, 2004). Diğer yandan, dışarıya iş verme, antimonilerden azade değildir. Bilgi ve enformasyon sektörlerinde dışarıya iş vermenin büyük bir bölümü gelişmiş ülkeler içinde gerçekleşmektedir; örneğin, Kanada, Kuzey Hollywood olmuştur ve İrlanda, vasıflı işgücünden yararlanmaya devam etmektedir. Ayrıca, Hindistan düşük ücretli bilgi emeğinin kaynağını oluştururken, önemli firmaları, örneğin ICICI, Tata, Infosys ve Wipro, dışarıya iş verme endüstrisinde lider konumda yer almaktadırlar. Bu firmaların Kuzey Amerika’daki faaliyetleri ise mekanın ve kültürün önemli olduğunun altını çizmektedir. Sonuç olarak, işçi örgütlerinin direnişi büyümektedir; bu gerçeklik ise, bilgi ve enformasyon sektörlerinde yöndeşik sendikalar ve işçi örgütlerinin genişlemesi için önemli bir nedendir (Elmer ve Gasher, 2005; Mosco, 2006). Diğer yandan, Kuzey Amerika’da sendika üyeliği üzerine veriler ise direnişin büyüdüğünü görmek isteyenleri cesaretlendirir nitelikte değildir. 2005 yılında, ABD’de ücretli ve maaşlı işçilerin yüzde 12.5’i sendika üyesidir. ABD’deki Çalışma Bakanlığı’nın Çalışma İstatistiklerine göre, 2003’te yüzde 12.9 olan oran, 2004’te yüzde 12.7’e düşmüştür. Sendika üyeliği 1983’teki yüzde 20.1’lik orandan hızlı bir düşüş yaşamıştır. Özel sektör üyeliği ise yüzde 7.8’dir ve kamu çalışanları için olan yüzde 36.5’lik oranla karşılaştırıldığında, oldukça düşüktür. 2004 yılında, iki meslek grubu – eğitim ve kütüphane ve koruyucu hizmetler – sırasıyla yüzde 38.5 ve yüzde 37 ile en yüksek sendikalaşma oranına sahiptir. İlk grup çalışanlar bilgi endüstrisinde bulunmaktadır ve hızla büyüyen bir sektörde sendikalaşma potansiyeli için iyi bir göstergeye sahiptir (U.S. Bureau of Labor Statistics, 2006). Kanada’da durum görece daha iyidir; 2004’te yüzde 30.4 olan oran, 2005’te 30.7’e yükselmiştir (Bédard, 2005). 2004 yılı hükümet raporlarına 68 Vincent Mosco göre, kamu sektöründe çalışanların yüzde 72’si ve özel sektörde çalışanların yüzde 18’i sendika üyesidir. Diğer yandan, Kanada’da, 1990’da yüzde 35 olan sendika üyeliği bir düşüş göstermektedir (Statistics Canada, 2004). Bu oranları tarihsel bir süreç içinde değerlendirmeliyiz; sendikalaşma, 1920’lerde düşük oranlardadır, 1930’larda bir yükseliş yaşamış ve 1950’lerin başlarına kadar bu oranlar korunabilmiştir. 1932 yılının sonlarında, Amerikan İktisat Birliği’nde bir konuşma yapan Amerikalı çalışma iktisatçısı, Amerikan Emek Federasyonu’nun, üyelerinin yüzde 40’ını kaybettiğini ve teknolojik gelişmelerin sendikal hareketin eski gücünü kazanmasını imkansız kıldığını belirtmiştir (Clawson, 2003). Diğer yandan, sendikalaşma oranları düşerken, gerçek sendika üye sayısı, ABD ve Kanada’da işgücünün artmasına paralel olarak artmaktadır. ABD ve Kanada’da sendikalar daha çok üyeye sahipken; sendikalaşma oranı düşmeye devam etmektedir. Bilim adamları/kadınları ve sendikacılar arasında bilgi ekonomisi işçileri için ciddi problemler olduğu konusuda fikir birliği vardır. Problemi çözmek yönünde birşeyler yapabilmek için iki strateji ile karşı karşıyayız. ABD ve Kanada’da varolan sendikalar kaynaklarını daha iyi kullanabilmek ve harekete geçirebilmek için bir birleşme stratejisi benimsemelidirler. Bu, özellikle bilgi ve iletişim sektörleri için geçerlidir. Bu stratejiyi anlayabilmek ve bilgi ve medya sektörüne nasıl uygulanabileceğini kurgulayabilmek için, yöndeşme kavramını tekrar değerlendirmek gerekmektedir. Yöndeşme, iletişim endüstrisinin medya, telekomünikasyon ve enformasyon sektörlerinde yaşanan en önemli gelişmelerden birisidir. Genelde, bu endüstrilerdeki teknolojilerin ve kurumların entegrasyonunu tanımlamaktadır; daha özelde ise bu endüstrilerin kullandığı araçların entegrasyonunu ve bu araçlar eliyle ürettikleri ve dağıttıkları bilgilerin entegrasyonunu tanımlamaktadır (Babe, 1996; McKercher, 2002; Winseck, 1998). Bilgisayarların ve telekomünikasyonların entegrasyonu düşünüldüğünde, internet, bu teknolojik yöndeşmenin ikonik bir örneğini oluşturmaktadır. Bu tür bir yöndeşme, daha önce ayrı olan endüstrilerin, elektronik bilgi ve iletişim hizmetlerinin sağlandığı ortak bir alana yöndeşmeleri ile ilgilidir. Teknolojinin toplumsal ilişkilerinde yaşananlar doğrultusunda, 19. ve 20. yüzyıllarda yapılan kurumsal ve düzenleyici anlaşmalar, medyayı birbirini oldukça dışlayan alanlara bölmüş ve yazılı basın, elektronik medya, telekomünikasyon ve enformasyon hizmetleri arasında ve bu farklı alanlardaki emek süreci örgütlenmeleri ve sendikal Emeğin Yöndeşmesi 69 örgütlenmeler arasında kalın duvarlar örmüştür. Bugün, özel iletişim firmalarının gücü, bu duvarları yıkmakta, bu sektörleri birbirinden ayıran özellikleri ortadan kaldırmakta ve büyük bir elektronik enformasyon ve iletişim hizmetleri alanı yaratmaktadır. Yöndeşme, yeni hardware sistemleri yaratan teknolojilerin karşılıklı etkileşimine ve yeni düzey hizmetlerin, Wi-Fi ve Wi-Max sistemlerinin kablosuz ağı gibi, yaratılmasına imkan vermektedir. Hardware yöndeşmesi, audio, video ve/veya veri dağıtımında farklılaşmayan bir ortak dijital dilin ortaya çıkması ve tüm iletişimin, elektronik iletişimin nicelik ve niteliğini arttıran bir ortak dile indirgenmesiyle gelişmiştir. Dijitalleşme, analog tekniklere dayalı elektronik iletişime göre iletme hızında ve esnekliğinde önemli kazanımlar sağlayan teknolojik avantajlara sahiptir (Longstaff, 2002). Fakat, dijitalleşme, gittikçe artan bir metalaşma sürecinde, diğer bir deyişle, tüm ürün ve hizmetlerin piyasaya aktarıldığı bir süreçte, gerçekleşmektedir. Bir yandan, meta formunun genişlemesi, dijitalleşmeyi kimin yönlendireceği ve nasıl kullanılacağı yönelik bir arkaplanı yaratırken; diğer yandan, dijitalleşme, bilgi ve eğlencenin metalaşma sürecini arttırmakta, iletişim ürünleri için olan piyasaları çoğaltmakta, bilginin üretim ve dağıtımındaki emeğin metalaşmasını derinleştirmekte ve elektronik iletişimi kullanan seyirci piyasasını da genişletmektedir (Mosco, 1996). Şirketler, kurumsal yöndeşmeler yaratarak teknolojik yöndeşmenin avantajlarından yararlanmaktadırlar. Bu gelişme, bilgi ve endüstri sektöründe yaşanan birleşmelerde gözlemlenebilir (Mosco, 2004; Nichols ve McChesney, 2005; Schiller, 1999). Yöndeşme, ürünleri ve hizmetleri birleştirme, çapraz promosyon yapma, daha önce ayrı olan eğlence ya da haber alanlarında çapraz pazarlama yapma ve geniş bir medya için çapraz üretim yapma gibi avantajlardan yararlanmak isteyen şirketleri bir araya getirmektedir. Kolektif yöndeşme, kendiliğinden, bir başarıyı garantilememektedir. Kısa vadede, firmaların bekledikleri sinerjileri, örneğin yazılı basın ve görsel basın kültürlerini entegre etmek gibi, yaratmamaktadır. Aynı zamanda, izleyiciye cazip gelmeyen içerikler üretmeleri de mümkündür. Bu gerçeklikler, AT&T, Bell Canada Enterprises ve AOL Time Warner gibi birleşen firmaların yaşadığı zorlukları açıklamak için de kullanılabilir. Gerçekte, Wall Street Journal’a göre, Time Warner’ın üst düzey yetkilileri “sinerji”lerden değil; “yakınlıklar”dan konuşmaktadırlar (Karnitschnig, 2006). Ayrıca, dijitalleşme, kendisi kusursuz bir süreç değildir ve gelişmesi teknik sorunlarla 70 Vincent Mosco yavaşlatmıştır. Teknolojik ve kurumsal yöndeşme süreci için diğer önemli bir tökezleme alanı ise hukuksal ve resmi düzenlemelerdir. Teknolojik ve kurumsal yöndeşme, ayrı teknolojilere dayanan ayrı endüstriler için oluşturulmuş düzenleyici politikalar açısından çok ciddi problemler ortaya çıkarmıştır. Fakat bunlar, yöndeşmenin başarısız olduğu anlamına gelmekten ziyade yükselen bir trend içinde dönemsel düşüşler yaratan kısa vadeli problemler olarak düşünülmelidir. Büyük üniteler, rekabetçi baskıları sınırlandırarak, çevrelerini çok daha iyi denetleyebilmektedirler. Yöndeşme, yalnızca teknolojik, siyasi ve örgütsel bir süreç değildir. Ayrıca, bilgisayar iletişiminin, teknolojiyi, siyaseti ve toplumu nasıl devrimci dönüşümlere uğrattığı yolunda bir hikaye ve/veya mit mevcuttur. Bu görüş, teknolojinin tarihin, coğrafyanın ve siyasetin sonunu yarattığı biçiminde ortaya atılan büyük görüşün bir parçasıdır (Mosco, 2004). Dolayısıyla, yöndeşme, yalnızca teknoloji ve örgütte yaşanan değişiklikleri açıklayan bir kavramdan ötede daha çok şey ifade etmektedir. Bu kavram, Nicholas Negroponte’nin deyişi ile bizi “dijital olmayı öğreneceğimiz” bir “atomlar dünyasına” yönelten ütopik bir söylemin parçasıdır (Negroponte, 1996). Bu görüş, iletişimde kamusal çıkarı yoketmeyi, gözetim pratiklerini arttırmayı ve iletişim ve bilginin üretim ve dağıtımını bir kaç firmanın denetimine bırakmayı rasyonalleştirmek için kullanılmaktadır. Yöndeşmenin mit olduğunu söylemek yanlış olduğu anlamına gelmez. Mitler, ampirik gerçeklikleri alır ve bu ampirik gerçeklikleri, ampirik kanıtlar tarafından doğrulanmamış dönüştürücü toplumsal ve kültürel sonuçlar atfederek genişletirler. Siyasi ve kültürel bir süreç olarak yöndeşme, demokratik iletişimi destekleyenler, bilgi, enformasyon ve eğlencenin biçim ve içeriğindeki farklılaşmadan yana olanlar ve medyaya evrensel ve eşit ulaşımı savunanlar arasında karamsarlık yaratmaktadır (Artz ve Kamalipour, 2003; Herman ve Chomsky, 2002; Winter, 2005). Fakat sendika yöndeşmesi, iyimserlik için önemli zeminler hazırlamaktadır. ABD’de, bir çok medya sendikası - the International Typographical Workers Union (ITU), the Newspaper Guild ve the National Association of Broadcast Employees and Technicians (NABET) – Amerika İletişim İşçileri (CWA) (Communications Workers of America)’ne katılmışlardır. CWA, yöndeşik bir sendika modeli olarak ya da CWA’nın deyişiyle “enformasyon çağının sendikası” olarak, telekomünikasyon, görsel medya, kablolu TV, gazetecilik, basım, elektronik üretim ile havayolları müşteri hizmetleri, kamu Emeğin Yöndeşmesi 71 hizmeti, sağlık, eğitim ve diğer alanlardaki işçileri temsil etmektedir. CWA’nın en önemli işverenleri arasında AT&T, GTE, the Regional Bell telephone companies, Lucent Technologies/Bell Labs, the NBC ve ABC television networks, the Canadian Broadcasting Corporation (CBC) firmaları bulunmaktadır. Ayrıca önemli gazeteler de, the New York Times, Wall Street Journal ve the Washington Post gibi, CWA’nın işverenleri arasındadır. Kanada’da, İletişim, Enerji ve Kağıt İşçileri Sendikası (CEP) (the Communications, Energy and Paperworkers Union) da, aynı çizgiyi izlemektedir. CEP, ITU, Newspaper Guild ve Canadian NABET ile birleşmiştir. Üyeleri kağıt sektöründe, telefon şirketlerinde, gazetelerde ve radyo ve televizyon şirketlerinde çalışmaktadır. Üyeleri, grafik sanatçıları, otel işçileri, bilgisayar programcıları, kamyon şoförleri ve hemşireler olarak istihdam edilmektedir. Ayrıca, British Columbia’da telefon işçilerini tarihsel olarak temsil eden, Telekomünikasyon İşçileri Sendikası (TWU) (the Telecommunications Workers Union), ülkenin diğer yerlerindeki telekomünikasyon işçilerine de ulaşmaya çalışmaktadır; çünkü Kanada’da emeği düzenleyici kuruluş, CIRB, teknolojik ve endüstriyel yöndeşmenin en iyi yöndeşik bir sendika ile temsil edilebileceğini açıklamıştır. Sendikalar, çoğu noktada, mücadelelerini üyelerinin haklarını korumak adına savunmacı olarak tanımlamaktadırlar. Fakat emeğin yöndeşmesini de, işlerin doğasında yaşanan ve gittikçe artan yöndeşmenin yaratacağı sinerjiden yararlanmak için önemli bir adım olarak görmektedirler (Bahr, 1998). Bu sendikalar, yöndeşik elektronik hizmetler alanı için üretim yapan işçileri temsil gücü elde ederek; örgütlenme, pazarlık etme ve siyasi bir program geliştirme için önemli fırsatlar elde ettiklerini düşünmektedirler. İşin özünde, yöndeşik teknolojiler ve yöndeşik şirketler, bilgi endüstrisindeki işçileri biraraya getirmektedirler (McKercher, 2002). Bu strateji, her zaman başarılı olmamıştır. Örneğin, gün geçtikçe entegre olan video ve film endüstrilerine karşı mücadele etmenin anahtarlarında biri her iki sektörü de temsil eden sendikaların, örneğin işverenlerin Disney ve Fox’un işçilerini denetlemek için birleşmiş güç kullanmaları gibi, birleşmeleridir. Birleşmiş işgücü olmadan, bu şirketler, aynı televizyon programı ya da aynı filmin farklı kullanımlarından yaratılan gelirlerin nasıl paylaşılacağı üzerine sözleşme maddelerini dikte ettirebilirler. Bu sektörde, sendika yöndeşmesi, Amerikan Televizyon ve Radyo Sanatçıları Federasyonu (AFTRA) (the American Federation of Television and Radio Artists) ve Ekran 72 Vincent Mosco Sanatçıları Derneği (SAG) (the Screen Actors Guild) ’nin birleşmesinden geçmektedir. Bunu gerçekleştirmek için çabalar, 1999’da ve 2003’te, küçük oy farklarıyla, sonuçsuz kalmıştır (McKercher ve Mosco, yayımlanacak). Kanada’da, ülkenin önde gelen telekomünikasyon sendikaları arasında güçlü bağlar kurma çabaları da çok başarılı olamamıştır. İletişim Sendikaları Ulusal Birliği (the National Association of Communication Unions)’nin kurulması, the CEP ve Telekomünikasyon İşçileri Sendikası (TWU)(the Telecommunications Workers Union) arasında formal federatif bağlar yaratmıştır. Fakat, CEP’in radikal tarihi (1981’de bir grev sırasında Vancouver’de telefon hatlarına el koymuşlardır) ve TWU’nun yöndeşik sendika fikrine mesafeli durması, bu iki sendikanın yakın bir çalışma içinde olmasını engellemiştir (Mosco ve McKercher, 2006). Yöndeşme, aynı zamanda, sınırlar ötesi sorunlar da yaratmaktadır. Örneğin CBC işçilerinin deneyimlerinde olduğu gibi, pazarlığı kolaylaştırmak için CIRB, tüm sendikaların birleşmesini istemiştir. Bu zamandan önce, CBC’nin gazetecileri CWA’nın, teknisyenleri ise CEP’in üyeleri idi. Bu, Kanada’nın ulusal yayıncısında çalışanların bir bölümünün bir Amerikan sendikasının, diğerlerinin ise bir Kanada sendikasının üyesi olduğu anlamına geliyordu. Üyeler, oy kullanılırken, büyük CWA ile birleşmeye ve Kanada ulusal kamu yayıncılığında çalışanların tümünün bir Amerikan sendikası üyesi olmasına karar verdiler. Hiç şüphesiz ki; bu tür sınırlar ötesi yöndeşmeler, Ağustos 2005’te tıkanan görüşmelerde CBC işçilerinin yönetim karşısında sürpriz başarısına katkı sağlayarak, çok önemli ve gerekli olduklarını kanıtlamışlardır. Bu örnek, farklı bilgi işçilerininin, örneğin gazeteciler ve teknisyenler, bir arada çalışma ve güçlü bir sendika yardımıyla mücadele etme çabalarını göstermiştir (Mosco ve McKercher, 2006). Bu örnek, aynı zamanda göstermiştir ki; Kanada dışından bir iletişim çalışanları sendikası, emeğin çıkarları mücadelesi ile kamusal iletişim sisteminin ayakta kalma mücadelesini birbirine eklemleyerek, Kanada’da kamuoyu desteğini kazanmıştır. 2005 yılında ABD’de birleşme konusu, gündemin sıcak konularından birisidir. 2004 genel seçimlerindeki Cumhuriyetçilerin büyük zaferi ve sendikalaşma oranında sürekli düşüşler sonrası, ABD’nin en büyük sendikalarından biri olan AFL-CIO, eğer federasyon yeni birleşmelerin ve örgütsel değişimlerin önünü açarsa, bu sürece büyük bir eylemle cevap vereceklerini tehditkar bir biçimde açıkladı. ABD’nin hızla büyüyen Emeğin Yöndeşmesi 73 sendikası, Hizmet Çalışanları Uluslararası Sendikası (SEIU) (the Service Employees International Union), federasyondan bazı sendika üyelerini konsolite etmesini ve kendi araştırma ve politik faaliyetlerinden tabanın örgütlenmesine bütçe ayırmasını talep etti. Bu noktada, SEIU, Teamster Sendikası tarafından da desteklendi. AFL-CIO bir uzlaşma önerdi ama başarılı olamadı ve birçok sendika, federasyondan ayrılarak Kazanmak için Değişim (Change to Win) koalisyonunu kurdular. 5.4 milyon üyeden oluşan bu yeni koalisyon, sendikal örgütlenmeye ivme kazandırmayı amaçlamaktaydı. Bu büyük kopmaya cevap olarak, AFL-CIO, sektörü koordine etmek için sanat, eğlence, medya ve telekomünikasyon endüstrilerinde örgütlü yaklaşık on sendikadan oluşan bir komite kurdu. Komite’nin amacı, teknolojik değişimler ve kurumsal yoğunlaşma ile şekillenen endüstride emeğin gücünü örgütlemek ve bu gücü, endüstrilerde kamu çıkarı için mücadeleye yöneltmekti. Yöndeşme, bu örnekte görüldüğü gibi, bir örgütün üyelerini bir arada tutmada başarısızlığına karşı bir cevap olarak da düşünülebilir. Kuzey Amerika sendikaları arasında birleşmelerin önemi ve ciddiyetinin kavranması için ne kadar süre gerektiği konusu için net bir cevap vermek zor gözükmektedir. Acaba bir yüzyıl önce Emeğin Silahşörleri (Knights of Labor) ya da Dünyanın Sanayi İşçileri (Industrial Workers of the World) fikri ile gayet populer olan Bir Büyük Sendika fikri geri mi gelecektir? Son otuz yıldır sürekli geriye giden toplumun önemli bir bölümünü güçlendirecek bir yurttaşlık hareketini canlandırabilir ve toplumun demokratikleşmesine katkıda bulunabilir mi? Emek için yeni bir başlangıç mı yoksa son nefes mi? Bu soruları yanıtlamak için henüz çok erken. Diğer yandan, bu gelişmenin önemi üzerine farklı yaklaşımları değerlendirmek oldukça önemlidir. Bir yandan, işçi sendikalarının yöndeşmesi, güç ve bürokraside merkezileşmeyi arttıracaktır; dolayısıyla sendika liderlerinin tabanla yakın ilişkileri zedelenecektir. Aslında, Kuzey Amerika dışından deneyimler cesaretlendirici gözükmemektedir. Örneğin, 1990’larda Avustralya emek hareketi sendika sayısını azaltmayı başardı; fakat sendika üyeliğindeki erozyonun önüne geçemedi. Sendika yöndeşmesi, sendika demokrasisini sendika kartelleri karşısında feda etmek anlamına mı geliyor? Diğer yandan, yöndeşme, sendikaların pazarlık gücünü, son otuz yıldır büyük firmalarda yoğunlaşan gücü sınırlandırarak, arttırıyor. Bu görüşü desteklemek için, CWA’nın kablosuz telekomünikasyon işçilerini örgütlemedeki ve CBC’deki teknik ve hava personelinin haklarını 74 Vincent Mosco savunmadaki başarısına bakılabilir. Ayrıca, birleşmeler, sendikaların, bazen kendi içlerinden birinin dar çıkarları ile çelişebilecek kadar geniş toplumsal ve siyasi faaliyetler içinde yeralmalarının önünü açıyor. Örneğin, Swift (2003), CEP’in, bir yöndeşik sendika örneği olarak, yöndeşik enformasyon endüstrisine açıldıktan bu yana, Kanada’da medya sektöründe yoğunlaşmaya ya da medyada yabancı sermaye sahipliğine karşı mücadele gibi oldukça önemli politika alanlarına dahil olduğunu belirtiyor. Ayrıca, CEP Saskatchewan bölgesinde kamu telekomünikasyonu ve Ontario’da kamu hidro-gücünü sürdürmeye dönük lobiciliğin ön saflarında yer almaktadır. Ayrıca, yöndeşik sendikanın avantajlarından biri de üyelerinden bazılarının dar çıkarlarının ötesine geçebilmektir. CEP enerji işçilerini kapsasa da, yeşil gazların artışını sınırlandırmak yönünde tümüyle Kyoto Accords’u desteklemektedir. Diğer yandan, güçlü üretici Abititi’ye karşı kağıt işçilerinin haklarını koruyabilmiştir; çünkü birleşme, CEP’e, enerji ve telekomünikasyon sektöründeki üyelerin grev fonlarından yararlanma imkanı sağlamıştır. Ayrıca Quebec Dayanışma Fonu (Quebec Solidarity Fund) yaratacak kaynakları vardır ve bu fon gerileyen Quebec kağıt fabrikalarına yatırım yapmaya olanak vererek, onların kapanmasını engellemiştir. Dahası, CEP büyük ölçüde antiküreselleşme hareketine katılmış ve CEP, İnsanlık Fonu (Humanity Fund) yardımı ile Meksika’da ve tüm Latin Amerika’da sendikalaşmayı desteklemiştir. Bununla birlikte, Kiss ve Mosco (2005) tarafından işyerinde gözetime dönük sendikal stratejiler üzerine yürütülen bir araştırma, bilgi işçileri sendikalarının, özellikle CEP gibi yöndeşik sendikaların, işçilere toplu sözleşmelerde en iyi koruma koşulları sağladığını göstermektedir. Fakat, yöndeşik sendikaların bilgi, enformasyon ve iletişim sektörlerinde farklı işçileri bir araya mı getirdiği yoksa birbirine benzemez işçilerin federasyonları mı olduğu çok açık ve net değildir. Kuzey Amerika’daki örgütlü emeğin krizine ikinci bir cevap ise; işçilere formal toplu iş sözleşmeleri hakkını içermeden fayda sağlayan işçi birliklerini ya da işçi hareketini örgütlemektir. Bu örgütlenme biçimi, sendikal örgütlenmenin oldukça zor olduğu yüksek teknoloji sektörü için özellikle geçerlidir. Quebec Çoklumedya Çalışanları Birliği (Association des Travailleurs du Multimedia du Quebec) gibi bazı Kanada girişimleri olsa da, bu girişimler yeterli destek görememişlerdir. Bu konuda, ABD, Kanada’dan daha çok örneğe sahiptir. İşçi birlikleri, geleneksel sendikal tarafından örgütlenmesi zor olan yarı-zamanlı çalışanlar için de oldukça önemlidir. Bu Emeğin Yöndeşmesi 75 birlikler, Kaliforniya’daki Silicon Vadisi için de geçerlidir; zira bu Vadi’de çalışanların yaklaşık yüzde 40’ı tipik olmayan istihdam içindedir. Microsoft’un toprakları olan Pacific Northwest’te sürekligeç (permatemp) gibi bir kavram ortaya çıkmıştır. Bu kavram, sürekli geçici işçi, tüm gün ama saat-ücretli çalışan ve fazla mesai ya da diğer hiçbir haktan yararlanamayan işçileri kapsamaktadır. Bu tür birliklerin temel amacı, çok hareketli olan işgücüne taşınabilir yararlar sağlamaktır: ömürboyu staj, iş değiştirme, bireysel işçilere yol gösterme, işçilere bilginin ulaşmasını sağlama ve sağlık hizmetlerine ulaşamayanlara sağlık hizmetleri sunma. Ayrıca, bu birlikler, teknoloji-yoğun işlerin düşük ücretli ülkelere kaydırılması gibi tartışmalı konularda da taraf olmaktadırlar. Bu tür birliklerin iki farklı biçimine bilgi sektöründe rastlanmaktadır: teknoloji-yoğun işçileri örgütleyenler ve içerik üretenleri örgütleyenler. Birincisi için en lider örnek, belki de, WashTech’tir. WashTech, Seattle yüksek teknoloji endüstrisinde, ücretler ve sosyal haklar konusunda hukuki mücadelede başarılı olan ama geçici işçi kategorisinde oldukları için hakları şirket tarafından tanınmayan Microsoft’un sürekligeçicileri tarafından CWA’nın arka bahçesi olarak kurulmuştur (Brophy, 2006; van Jaarsveld, 2004). Yüksek teknoloji endüstrisinde yaşanan zorlukların en büyüklerinden biri ise, işçilerin yüksek teknoloji firmaları tarafından değil; bu firmalara işçi sağlayan Manpower gibi firmalar tarafından istihdam edilmiş olmalarıdır. Fakat, WashTech’in oluşmasını sağlayan Microsoft’un sürekligeçici kategorine karşı siyasi gücünü kullanmasıydı. Hukuki mücadale süreci ve CWA’nın yol gösterici tavrı yeterli sayıda Microsoft çalışanının WashTech’i kurmasına neden oldu. WashTech, daha iyi ücretler, sağlık koşulları, dinlenme, emeklilik koşulları ve işyeri eğitimi isteyen programcıları, web tasarımcılarını, sistem analistlerini ve mühendisleri bünyesinde toplamaktadır. Microsoft’a yasal bir karşı çıkış göstermekle birlikte; WashTech üyeleri, teknik vasıflarını kullanarak çalışanların performansları ile ilgili gizli bir Microsoft veritabanını ele geçirmişler ve üyelere dağıtmışlardır. 2001 tarihine kadar uzanan ve firmanın gizli tutmaya çalıştığı yüksek software mühendisliğini Hintli firmalara “dışarıya iş verme” biçiminde yapılandırma yönünde belgeler de WashTech tarafından ele geçirilmiştir. WashTech Microsoft’ta başarılı olmuştur ve bu başarının ardında Değişen İşgücü Merkezi (the Center for a Changing Workforce) ve onun internet sitesi techsunite.Org’un da önemli 76 Vincent Mosco desteği vardır. WashTech, asıl başarıyı diğer bilgi sektörü işçilerine ulaşarak yakalamayı amaçlamıştır. Amazon.com’un işçilerini örgütleme çabasında başarısız olmuş ama Cingular Wireless’in işçilerini örgütlemede başarılı olmuştur. Bugün, WashTech, teknoloji işlerinin Hindistan ve Çin gibi ülkelere verilmesine karşı bir mücadele yürütmektedir. Ayrıca, bazı devlet yetkililerini, hükümetin teknolojik işlerinin, başka ülkelere yaptırılmaması konusunda ikna etmede başarılı olmuşlardır. Alliance @ IBM de CWA tarafından kurulmuştur ve WashTech gibi IBM şirketinde geçici işçi kategorisinde çalışanların haklarını savunmak amacını taşımaktadır. Şirket, işyerinde zehirli kimyasallar konusunda gerekli özeni göstermemiştir ve Alliance, mahkemelerde ve hukuksal süreçte, işyerinde mesleki sağlık ve güvenlik koşullarının uygulanması için aktif mücadele vermiştir. Ayrıca, Manpower ve IBM’deki işçilerin formal temsiliyetini elde etmek konusunda da başarı kazanmıştır. Mühendislerle işçi hareketini birlikte düşünmek pek alışılmadık bir durumdur, fakat the Profesyonel Mühendislik Çalışanları Topluluğu (SPEEA) (Society of Professional Engineering Employees in Aerospace), Boeing’te yönetimi bu şekilde düşünmek zorunda bırakmıştır. Topluluk, 2000 yılında, bu devasa işverene karşı Amerikan tarihinin en büyük beyaz yakalı çalışanlar grevini gerçekleştirmiştir. Gerçekte, SPEEA örneği, bilgi işinin farklı örgütlenme biçimlerine açık olduğunu düşünenler için ilginçtir; çünkü başarılarının önemli bir bölümü e-posta ve web kullanımına dayanmaktadır. Örneğin, topluluk, 2000 yılında Boeing’e karşı grev için tüm ev e-posta adreslerine ulaşmayı başarmıştır. Veritabanının en etkin kullanımına örnek ise, SPEEA, yaklaşık 500 kişiye e-posta yoluyla 6 saat içinde ulaşarak, Boeing yöneticilerinin yerel bir otelde açıklanmamış, gizli bir toplantı yaptıklarını duyurmuştur. Yüksek teknoloji işçilerinin, dikkate değer, farklı örgütlenme çabaları da mevcuttur. Sistem İdarecileri Derneği (Systems Administrators Guilds) ABD’de (İngiltere’de ve Avusturya’da) bilgisayar işçilerini örgütlemek ve tartışmalı konulara müdahale edebilmek için kurulmuştur. İşçi birlikleri, içerik üreticileri arasında da oldukça rağbet görmektedir. Bugün Çalışmak (Working Today), Silikon Vadisi gibi yüksek teknoloji patlamasıyla bilinen New York’ta, kendi hesabına çalışan, danışman, sözleşmeli işçi ve geçici işçileri temsil eden bir gruptur. Üyelerine temel sağlık sigortası sağlamakta özellikle çok başarılı olmuştur. Grafik Sanatçıları Birliği (The Graphic Artists Guild) ise, çalışma koşullarını iyileştirmek ve Emeğin Yöndeşmesi 77 telif hakkı, vergilendirme ve diğer önemli konulardaki tartışmalara dahil olabilmek için bir araya gelmiş web yaratıcıları ve tasarımcılardan oluşmaktadır. Yaratıcıların Federasyonu (The Creator’s Federation), kendi hesabına çalışan yazarları temsil etmektedir. Federasyon, kendi hesabına çalışan yazarların çalışmalarını veritabanına koymadan önce yazarların onayını gerektiren bir davayı kazanarak ünlenmiştir. Ayrıca, ABD’deki Ulusal Yazarlar Sendikası (the National Writers’ Union), 5000’den fazla üyesine model sözleşmeler sağlamakta, yayıncılarla pazarlıklar konusunda yol göstermekte ve güvencesiz insanlara faydalar sağlamaktadır. Tüm bu örgütler, telif hakkı konusundaki tartışmalarda oldukça aktif biçimde yer almaktadırlar. Yüksek teknoloji alanında yükselen işçi birliklerinin ardındaki en önemli neden geleneksel sendikaların örgütlenmede başarılı olamamış olmalarıdır. Diğer yandan, eski sendikalarda bazı başarılar elde etmişlerdir. Örneğin, Birleşik Yiyecek ve Ticaret İşçileri (the United Food and Commercial Workers), on-line hizmet sağlayan Peabody’s ve Albrittons gibi süpermarketlerde çalışanları örgütlemişlerdir. Ayrıca, AFL-CIO, sendika üyesi olan ve olmayanları siyasi ve hukuksal mücadelede işbirliğine götürecek bazı birliktelikler, örneğin Çalışan Amerika (Working Amerika) gibi, kurmakta başarı elde etmiştir. Kurucularından, Karen Nussbaum, 1980’lerde Dokuz’dan Beşe (Nine to Five) isimli bir grup kurarak, kadın ofis çalışanlarının ilk örgütünü yaratmıştır. Hizmet Çalışanları Uluslararası Sendikası (The Service Employees International Union), purpleocean.org isimli bir on-line üyelik örgütü yaratmışlardır; amaç ise sendikanın bakış açısını genişletmek ve işyeri dışında sosyal adalet aktivizmine dahil olmaktır. Aynı sendika yöndeşmesinde olduğu gibi, örgütlü emeğin karşı karşıya olduğu krizi aşmada işçi birliklerinin ne kadar başarılı olacağı konusu da belirsizdir. Bir yandan, yeni teknolojiyi kullanarak işçilere ulaşan yeni bir sendikal form yaratmaktadırlar. İşçi hareketine, bir sendikanın parçası olmayı özellikle istemeyenleri eklemlemektedirler. Ayrıca, gittikçe artan hareketlilik içinde toplu sözleşmenin çok da fazla bir şey ifade etmediğini belirtmektedirler. İşçi birlikleri, yaratıcıların kendi emeklerine karşı kendi haklarını savunacakları ve iletişim ve enformasyon içeriğine müdahalede hükümetin sorumluluklarını hatırlatan bir platform oluşturmaktadırlar. Ama aynı zamanda, kimileri, bu yeni birliklerin gelecek için çok çok ufak bir umut taşıdıklarını savlayabilir. İşçi birlikleri, toplu sözleşmeye dahil olmadıkları için, ücretler ve çalışma koşulları konularında çok az kazanım 78 Vincent Mosco sağlayabilmektedirler. Bunlar büyüyen bilgi sektöründe örgütlenemeyen sendikaların başarısızlık nedenlerine kanıt olarak ortaya atılabilir ve bu işler, geleceğin işleri ise, geleneksel sendikacılık için fazla umut vaat etmiyorlar. İşçi birlikleri, işçi hareketini yeniden inşa etmek için yeni bir başlangıç olarak görülebilirler, belki de eski modeli yeniden keşfederler ama örgütlü emeğin son nefesinden biraz daha fazlasına sahiptirler. Mülakatlara ve yazılı belgelere dayanarak, bu çalışma, Kuzey Amerikalı işçilerin yöndeşik bilgi ve iletişim endüstrilerinde yaşananlara ilişkin cevaplarını inceledi. Bir yandan, geleneksel sendikalar, bir zamanlar ayrı tanımlanan sektörlerdeki, gazetecilik, yayıncılık, telekomünikasyon, enformasyon teknoloji ve/veya elektronik hizmetler gibi, işçileri bir araya getirerek ve kendi yöndeşmelerini yaratarak sürece cevap vermektedirler. Alternatif olarak, bilgi endüstrisindeki diğer işçiler, teknik ve yaratıcı profesyoneller, toplu sözleşme süreci olmadan üyelerine faydalar sağlayabilecek işçi birliklerinin yeni formlarını deneyimlemektedirler. Araştırmamız, bu gelişmelerin önemli kazanımlar sağladığı yolunda kanıtlar içermektedir. CBC’nin zaferi, teknik ve hava personelini bir araya getirme ve emeğe dair önemli bir tartışmada kamu desteğini alma gibi noktalarda çok önemlidir. Fakat tüm bunlar, Kuzey Amerika’da emeğin düşüşünün önüne geçememiştir. Araştırmamızdaki bir sonraki adım ise emeğin yöndeşmesi sürecini ve işçi birliklerinin oluşumunu uluslararası alanda incelemek olacaktır. Daha net olarak, Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (International Federation of Journalists), Uluslararası Sendikal Ağ (the Union Network International) gibi örgütleri ve de Hindistan’da İletişim Teknolojileri Profesyonel Forumu (IT Professional’s Forum), Yeni Sendika İnisiyatifi (the New Trade Union Initiative) ve İletişim Teknolojileri ve Bağlı Hizmetler Profesyonelleri Sendikası (UNITES) (the Union for Information Technology & Enabled Services Professionals) gibi işçi birliklerini inceleyeceğimiz bir projeye başlamak üzereyiz. Kuzey Amerika işçi hareketindeki gelişmeler, özellikle bilgi ve iletişim sektörlerinde, hiç şüphesiz ilginç ve önemlidir. Fakat, eğer emek değişen uluslararası işbölümüne başarılı bir cevap üretecekse; bu cevap küresel ölçekte yeni yöndeşme formları ile olmalıdır. Küresel emek federasyonlarını, yeni işçi birliklerini ve karşılıklı ilişkilerini incelemek, emeğin küresel bilgi ekonomisine meydan okuma ve demokratik enformasyon toplumunu savunma gücünü saptamak için oldukça yaşamsaldır. Emeğin Yöndeşmesi 79 KAYNAKÇA Artz, L. ve Kamalipour, Y. R. (Eds.) (2003), The Globalization of Corporate Media Hegemony. Albany: State University of New York Press. Babe, R. E. (1996), “Convergence and the new technologies,” Dorland, M. (Ed.), The Cultural Industries in Canada içinde, Toronto: Lorimer, pp. 283-307. Bahr, M. (1998), From the Telegraph to the Internet, Washington, D.C.: National Press Books. Barley, S. R. ve Kunda, G. (2004), Gurus, Hired Guns, and Warm Bodies: Itinerant Experts in a Knowledge Economy, Princeton, NJ: Princeton University Press. Batstone, E. (1984), Working Order: Workplace Industrial Relations over Two Decades, Oxford: Basil Blackwell. Bell, D. (1973), The Coming of a Post-Industrial Society, New York: Basic. Bell, D. (1976), The Cultural Contradictions of Capitalism. New York: Basic. Bédard, M. (2005), “Union membership in Canada”, Ottawa: Human Resources and Skills Development Canada, Labour Program, January 1. Braverman, H. (1973), Labor and Monopoly Capital, New York: Monthly Review. Brint, S. (2001), “Professionals and the knowledge economy: Rethinking the theory of postindustrial Society”, Current Sociology, Vol 49 No. 4, pp. 101-132. Brophy, E. (2006), “System error: Labour precarity and collective organizing at Microsoft”, Canadian Journal of Communication, Vol 31 No 3, pp. Clawson, D. (2003), “Is Labor on the edge of a new upsurge”, Labor Notes, September 2. Dyer-Witheford, N. (1999), Cyber-Marx: Cycles and Circuits of Struggle in High Technology Capitalism, Urbana and Chicago: University of Illinois Press. Economic Policy Institute (2004), Offshoring, Washington, D.C.: Economic Policy Institute, Available http://www.epinet.org/content.cfm/issueguide_offshoring Elmer, G. ve Gasher, M. (Eds.) (2005), Contracting Out Hollywood: Runaway Productions and Foreign Location Shooting, Lanham, MD: Rowman and Littlefield. Herman, E. S. ve Chomsky, N. (2002), Manufacturing Consent, New York: Pantheon. Huws, U. (2003), The Making of a Cybertariat: Virtual Work in a Real World, New York: Monthly Review Press. Karnitschnig, M. (2006), “Time Warner stops pushing synergy”, The Wall Street Journal, June 2. www.post-gazette.com [June 3 2006]. Katz, H. C. (ed.) (1997), Telecommunications: Restructuring Work and Employment Relations Worldwide, Ithaca, NY: ILR Press. Kiss, S. ve Mosco, V. (2005), Trade union protection Of workers’ privacy: A content analysis of English and French-language collective agreements in Canada, Canadian Journal of Communication, Vol 30 No 4, pp. 549-564. Kline, S., Dyer-Witheford, N. ve de Peuter, G. (2003), Digital Play: The Interaction of Technology, Culture and Marketing, Montreal: McGill-Queen’s Press. Longstaff, P. F. (2002), The Communication Toolkit, Cambridge, MA: MIT Press. 80 Vincent Mosco Machlup, F. (1962), The Production and Distribution of Knowledge in the United States, Princeton, NJ: Princeton University Press. McKercher, C. (2002), Newsworkers Unite: Labor, Convergence and North American Newspapers, Lanham, Maryland: Rowman and Littlefield. McKercher, C. ve Mosco, V. (2006), “Divided they stand: Hollywood unions in the Information Age”, Work Organization, Labour and Globalisation, yayımlanacak. Mosco, V. (1996), The Political Economy of Communication, London: Sage. Mosco, V. (2004), The Digital Sublime: Myth, Power, and Cyberspace, Cambridge, MA: MIT Press. Mosco, V. (2006), “Knowledge workers in the global economy: Antimonies of outsourcing”, Social Identities, Vol 12, No 6, pp. 771-790. Mosco, V. ve McKercher, C. (2006), “Convergence bites back”, Canadian Journal of Communication, Vol 31 No 3, pp. 733-751. Negroponte, N. (1996), Being Digital, Cambridge, MA: MIT Press. Nichols, J. ve McChesney, R. W. (2005), Tragedy and Farce: How the American Media Sell Wars, Spin Elections, and Destroy Democracy, New York: The New Press. Porat, M.U. (1977), The Information Economy, Washington, DC: Office of Telecommunications, Department of Commerce. Powell, W. W. ve Snellman, K. (2004), “The knowledge economy”, Annual Review of Sociology, Vol 30, pp. 199-220. Schiller, D. (1999), Digital Capitalism, Cambridge, MA: MIT Press. Schiller, H. I. (1973), The Mind Managers, Boston: Beacon. Statistics Canada (2004), “Study: The union movement in transition”, The Daily, August 31. Stone, K. (2004), From Widgets to Digits: Employment Regulation for the Changing Workplace, Cambridge: Cambridge University Press. Swift, J. (2003), Walking the Union Walk, Ottawa: Communication Energy and Paperworkers Union of Canada. Terranova, T. (2004), Network Culture: Politics for the Information Age, London: Pluto. U.S. Bureau of Labor Statistics (2006), Union Members in 2005, Washington, D.C.: Bureau of Labor Statistics. Van Jaarsveld, D. D. (2004), “Collective representation among high-tech workers at Microsoft and beyond: Lessons from WashTech/CWA,” Industrial Relations, Vol 43, No 2, pp.364-385. Winseck, D. (1998), Reconvergence: A Political Economy of Telecommunications, Hampton, NJ: Hampton Press Winter, J. (2005), Lies the Media Tell Us, Montreal: Black Rose Press. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 81-100 Presentation Article Labour convergence in the knowledge ındustries Vincent Mosco Canada Research Chair in Communication and Society Professor of Sociology Queen’s University, Kingston, Canada [email protected] Abstract: This paper addresses a central ethical issue: the right of those who produce and distribute communication and information to organize collectively to defend their interests and the interests of those who aspire to a democratic communication system in society. Keywords: Knowledge workers, ethics, political economy, labor unions Research from a variety of perspectives has demonstrated the importance of information and communication labour in the modern economy (DyerWitheford, 1999; Huws, 2003; Terranova, 2004). In an era characterized by declining trade union penetration, increasing corporate concentration, and the rise of global conglomerates that feed into – and are fed by – the spread of new communication and information technology, North American knowledge workers have begun to explore new ways to increase labour’s power. This is especially the case in the communication sector, which provides the 82 Vincent Mosco equipment that makes globalization possible, and the production and distribution of the ideas that make it work. This paper addresses a central ethical issue: the right of those who produce and distribute communication and information to organize collectively to defend their interests and the interests of those who aspire to a democratic communication system in society One approach is to pursue trade union mergers, designed strategically to restructure labour unions along much the same lines as the corporations that employ their members. There is considerable research on the value of merger or convergence among trade unions, including in the communication and information industries (Batstone, 1984; Katz, 1997; Stone, 2004). Convergent unions like the Communications Workers of America (CWA) or the Communications, Energy and Paperworkers Union of Canada (CEP) bring together workers in what were once independent industries – newspapers, telecommunications, sound recording, broadcasting – but now are part of cross-media conglomerates. These unions also recognize that it is not just the boundaries between employers that have become blurred; the boundaries between what were once distinct forms of work have also been obscured through the spread of digital technology. Labour convergence, therefore, is seen as an appropriate response to technological and corporate convergence and an opportunity to advance the public interest in communication (McKercher, 2002; Swift, 2003; Bahr, 1998). A second approach is to create non-traditional worker organizations, which draw into the labour movement people who cannot or will not join a traditional trade union. Such groups provide a range of services and support for workers, their families and their communities but do not engage in collective bargaining. In North America, they are particularly prominent in the high-technology area (Stone, 2004; Kline, Dyer-Witheford and de Peuter, 2003; van Jaarsveld, 2004). In both union convergence and new worker organizations, knowledge sector workers are demonstrating that, although not always successful, they remain strong enough to challenge the erosion of democratic communication and, moreover, demonstrate the potential to enlarge it to include labour. Call centre employees, university professors, and journalists have very little in common but do share important places in the knowledge industries. Analysis and debate about this sector began in earnest shortly after World War II when scholars noticed growth in the number of njobs outside the agricultural and manufacturing sectors. In the early years, the academic Knowledge Industries 83 emphasis was on developing measures to track the growth of the information sector as an economic force. Machlup (1962) was among the leaders in charting the expansion of the data and information components of the economy and Porat (1977) built on this work to document the shift from an economy based on the primary (agriculture) and secondary (manufacturing) sectors to one rooted in services (tertiary) and information (quaternary) occupations. Neither Machlup nor Porat addressed the political, social, and cultural implications of this transformation in anything approaching the theoretical sophistication of Daniel Bell (1973). According to Bell, we were not only experiencing expansion in data and information, nor merely a shift in the major occupational categories. Rather, we were in the early years of a transformation in the nature of capitalist society. Capitalism had been governed for two centuries by industrialists and their financiers who comprised the capitalist class. Now, with the rise of a society dependent on technology and particularly on the production and distribution of information, Bell maintained that a new class of leaders, a genuine knowledge class of well-trained scientific-technical workers was rising to prominence and ultimately to leadership of a post-industrial capitalism. Such a society would not necessarily be more democratic, but it did portend a shift in power from its traditional base in family inheritance to technical and scientific knowledge. The ranks of knowledge workers, chosen by merit, would literally power and manage this new post-industrial economy, leading to steady economic growth and the decline of historic ideologies. Political battles over public policy, Bell maintained, would diminish as technical algorithms and knowledge-based measures, would come to govern. There would no doubt be tensions in such a society, but these would be technical and not ideological. The only potential for serious division lay outside the economic and political spheres. As Bell (1976) would argue in his next far darker book, the only significant internal threat to post-industrial society was a culture sinking deeper into consumer hedonism and irrational beliefs. The conjunction of two seeming opposites - materialism and counterculture - threatened the foundation of post-industrialism because they challenged the delayed gratification and support for technical rationality that were required to maintain it. It did not take long for others to conclude that, cultural issues aside, postindustrialism itself was not inherently progressive. For Herbert Schiller 84 Vincent Mosco (1973), post-industrialism meant the rise of transnational media and communication businesses that would pump out support for American values, including its military and imperial ambitions, and eliminate alternatives through increasingly concentrated market power. According to Harry Braverman (1973), for the vast majority of workers in the service, retail, and knowledge professions, labour would be as regimented and ultimately deskilled, as their predecessors were in the era of assembly line manufacturing. Indeed, given the immateriality of knowledge work, it would be easier than in the industrial era to separate conception from execution, and to concentrate the power of conception (e.g., design and management) in a dominant class. There has been widespread debate ever since Bell, Braverman, and Schiller addressed these issues in 1973, but there is some agreement in key areas, including that a shift has occurred in developed societies, and that one is beginning in some less developed ones, from manufacturing to knowledge work. Yes, people agree, there was and still is considerable knowledge required in much of manufacturing as well as in agricultural work. But the difference today is that an increasing amount of work is taken up with the production and distribution of information, communication, and knowledge. Furthermore, there is agreement that a dynamic process of de-skilling, upskilling and re-skilling is taking place in the occupational hierarchy. At different times and in different sectors one or another of these processes predominates but the labour process, most concur, cannot be reduced to the singularity of one process (Barley and Kunda, 2004; Brint, 2001; Powell and Snellman, 2004). Nevertheless, there is also agreement that companies have benefited from reducing the skill component of jobs or eliminating jobs entirely and replacing them with automated systems. This especially applies to jobs traditionally filled by women (Huws, 2003). Where deskilling or job elimination is not possible, companies have accomplished the same objective by moving jobs to low wage areas within a country or by shipping them abroad. Since knowledge work typically does not require moving material things over long distances (e.g. call centres and software engineering contain little or no bulk), the production process requires the use of global telecommunications systems whose costs have been declining over years of technological development. This process, of outsourcing, enables, for example, an American company to use data entry workers in China, call centre employees in Canada, and software programmers in India and incur a Knowledge Industries 85 fraction of the costs of employing workers in the United States. This process is by and large an extension of the general predominance of a business-led neo-liberal agenda that has transformed the business-labour social contract of the 1950s and 60s (guaranteed jobs at a living wage with a package of benefits) to a business-first agenda that, in the name of productivity, has made jobs, wages, and certainly benefits, far from a guarantee in today’s developed societies. Because outsourcing is part of a wider business agenda which has also attacked the social policy instruments that protected labour and trade unions, it has been all the more difficult for working people to mount a successful defense (Economic Policy Institute, 2004). Nevertheless, outsourcing is not without its antimonies. A large share of outsourcing in the knowledge and communication sectors is contained within the developed world where, for example, Canada has become Hollywood North and Ireland continues to benefit from its skilled workforce and wage premium. Moreover, although India is a major source of low wage knowledge labour, its major companies such as ICICI, Tata, Infosys, and Wipro are taking a leading role in the outsourcing industry. Their activities in North America suggest that place still matters and that culture counts. Finally, resistance is growing from labour organizations and that is one reason why the expansion of convergent unions and worker associations in the knowledge and communication sectors is particularly important (Elmer and Gasher, 2005; Mosco, 2006). However, the data on general trade union membership in North America are not encouraging for those who would like to see this resistance expand. In 2005, 12.5 percent of wage and salary workers in the U.S. were trade union members. According to the U.S. Department of Labor’s Bureau of Labor Statistics, this was down from 12.9 percent in 2003 and 12.7 in 2004. The union membership rate has steadily declined from a high of 20.1 percent in 1983, the first year for which comparable union data are available. The figures for private sector members are even lower, about 7.8 percent, compared to 36.5 percent of government workers. Two occupational groups— education, training, and library occupations, on the one hand, and protective service occupations on the other—had the highest unionization rates in 2004, at about 38.5 and 37 percent respectively. The first group of workers is centrally located in the knowledge industry and represents one indication that there is potential for union growth in this rapidly expanding sector (U.S. 86 Vincent Mosco Bureau of Labor Statistics, 2006). The situation is marginally better in Canada where, in 2005, 30.7 percent of workers were union members, an increase from 30.4 percent in 2004 (Bédard, 2005). According to a 2004 government report, 72 percent of Canadian public sector workers and 18 percent of employees in the private sector were union members. However, union density is also down in Canada from the 35 percent of workers who were union members in 1990 (Statistics Canada, 2004). Admittedly, we need to place these numbers in historical context because union density rates were at these low levels in the 1920s only to bounce up to highs in the 1930s that were maintained into the early 1950s. As late as 1932, an eminent American labor economist, speaking to a meeting of the American Economics Association, reflected on the American Federation of Labor’s loss of 40 percent of its members and pronounced that technological change made it nearly impossible for the union movement to regain its earlier strength (Clawson, 2003). Furthermore, although union density is declining, the absolute number of union members is growing with overall expansion of the workforces in both the United States and Canada. While it is the case that the United States and Canada have more unionized workers than ever before, density rates continue to decline and there is general agreement among scholars and trade unionists themselves that workers in the knowledge economy face serious problems. Two strategies stand out for doing something to rectify the problem. Established trade unions in the United States and Canada have adopted a merger strategy to better mobilize and concentrate resources. This has especially been the case in the knowledge and communication sectors. In order to understand this strategy, as it applies to the knowledge and media sector, it is useful to consider the concept of convergence. Convergence is one of the central developments taking place across the media, telecommunications and information sectors of the communications industry. Generally speaking, it refers to the integration of technologies, arenas and institutions in these industries and more specifically to the integration of the devices that these industries use and to the information they process, distribute and exchange over and through these devices (Babe, 1996; McKercher, 2002; Winseck, 1998). By integrating computers and telecommunications, the internet is now an iconic example of technological convergence. This form of convergence is linked to, and partly responsible Knowledge Industries 87 for, the convergence of once separate industries into a common arena providing electronic information and communication services. Differences in the social relations of technology, including corporate and regulatory arrangements negotiated in the 19th and 20th centuries that divided up the media into fields of mutually exclusive dominance, once erected thick walls between print media, electronic media, telecommunications, and information services and between the labour process and trade union structure in those industries. Now, owing largely to the power of private communication companies, the walls are breaking down, eliminating many of the distinctive features that divided these separate industries and creating one large electronic information and communication services arena. Convergence has enabled the interconnection of technologies to create new systems of hardware and new levels of service, such as wireless networking in Wi-Fi and Wi-Max systems. Hardware convergence has been greatly advanced with the development of a common digital language that does not distinguish among audio, video or data transmission, reducing all communication to one language that provides a manifold increase in the quantity and quality of electronic communication. Digitization has the technological advantage of providing enormous gains in transmission speed and flexibility over earlier forms of electronic communication, which were largely reliant on analog techniques (Longstaff, 2002). But digitization takes place in the context of, and greatly expands, the process of commodification, or the transformation of what amounts to a resource into a marketable product or service. On the one hand, the expansion of the commodity form provides the context for who leads the process of digitization and for how it is applied. On the other hand, digitization is used to expand the commodification of information and entertainment, specifically to enlarge markets in communication products, deepen the commodification of labour involved in the production, distribution and exchange of communication, and expand markets in the audiences that receive and make use of electronic communication (Mosco, 1996). Companies are taking advantage of technological convergence by creating corporate or institutional convergence. This is embodied in the scope of merger and acquisition activity that is most prominent within the knowledge and media industry, though not limited to this sector (Mosco, 2004; Nichols and McChesney, 2005; Schiller, 1999). Convergence is bringing together 88 Vincent Mosco communication firms seeking to take advantage of opportunities to integrate products and services, to cross-promote and cross-market in previously separate spheres like entertainment and news, and to cross-produce content for a range of media. Corporate convergence does not, in and of itself, guarantee success. In the short run, it sometimes does not produce the synergies that companies anticipate, such as integrating the cultures of the print newsroom and the broadcasting station. It also sometimes results in content that cannot attract audiences. These facts help to explain the difficulties experienced by convergent media firms like AT&T, Bell Canada Enterprises and AOL Time Warner. Indeed, according to the Wall Street Journal, Time Warner executives no longer talk about “synergies” but about “adjacencies” (Karnitschnig, 2006). Moreover, digitization itself is not a flawless process and technical problems do slow its development. Another stumbling block in the process of technological and institutional convergence is the state of government regulation. Technological and institutional convergence have raised fundamental problems for regulatory policies that were established for discrete industries based on discrete technologies. But these may be short-term problems, which can result in cyclical declines over the course of a secular trend, rather than as evidence that convergence has failed. Large units enable businesses to better control their environments, limiting competitive pressures even as they benefit by developing internal market competition among divisions. Convergence is not just a technological, political and organizational process. It is also a myth or a story about how computer communication is revolutionizing technology, politics, and society. As such it is part of a sublime vision that, in its strongest form, envisions the technology creating the conditions for the end of history, the end of geography, and the end of politics (Mosco, 2004). Convergence is therefore more than just a term to describe an ostensible change in technology and organization. It is part of a utopian discourse that aims to lead us from the course materiality of, in Nicholas Negroponte’s terms, “the world of atoms,” so that we can “learn to be digital” (Negroponte, 1996). This affirmative vision is used to rationalize eliminating the public interest principle in communication, tightening surveillance practices, and the growing control of a handful of companies over the production and distribution of communication and information. To say that convergence is a myth is not to imply that it is false. Rather, myths take a Knowledge Industries 89 basic empirical reality and enlarge it by attributing transformative social and cultural consequences that are not currently justified by empirical evidence. Convergence, as both a political and cultural process, creates considerable pessimism among those who support democratic communication, diversity in the form and content of knowledge, information and entertainment, and universal and equitable access to media (Artz and Kamalipour, 2003; Herman and Chomsky, 2002; Winter, 2005). But the growth of trade union convergence is creating some grounds for optimism. In the United States, a range of media unions -- the International Typographical Workers Union (ITU), the Newspaper Guild, and the National Association of Broadcast Employees and Technicians (NABET) -- have joined the Communications Workers of America (CWA). The model of a convergent union (or what the CWA likes to call itself “a trade union for the information age”) the CWA represents workers employed in telecommunications, broadcasting, cable TV, newspaper and wire service journalism, publishing, electronics and general manufacturing, as well as airline customer service, government service, health care, education and other fields. Among the major employers of CWA members are AT&T, GTE, the Regional Bell telephone companies, Lucent Technologies/Bell Labs, the NBC and ABC television networks, the Canadian Broadcasting Corporation (CBC), and major newspapers such as the New York Times, Wall Street Journal and the Washington Post. In Canada, the Communications, Energy and Paperworkers Union (CEP) has pursued a similar pattern. It has merged with many of the Canadian units from the ITU, Canadian units from the Newspaper Guild, and Canadian NABET. Its members work in pulp and paper mills, telephone companies, newspapers, radio and television. They are also employed as graphic artists, hotel workers, computer programmers, truck drivers and nurses. Furthermore, the Telecommunications Workers Union (TWU), which historically represented telephone workers in British Columbia, was able to extend its jurisdiction over telecommunications workers in other parts of the country because the Canadian labour regulatory body, the CIRB, determined that technological and industry convergence was best represented by one converged union. To a degree, the unions see these actions as defensive, or as ways of protecting their members. But significantly, they also see labour convergence as an attempt to take advantage of synergies brought about by growing 90 Vincent Mosco convergence in the nature of their work (Bahr, 1998). Since these unions represent workers who are increasingly involved in producing for converging electronic information services arena, they see improved opportunities for organizing, for bargaining, and for advancing a political program. In essence, converging technologies and converging companies have led workers to come together across the knowledge industry (McKercher, 2002). This strategy has not always been successful. For example, one of the keys to mobilizing against the increasingly integrated video and film industries, encompassing mainly television and Hollywood, is to merge unions representing both sectors, just as companies like Disney and Fox have used their merged power to control their respective workers. For example, without a unified workforce, these companies can dictate the terms of contracts on how revenues from multiple uses of the same television program or film, are to be divided. Specifically, trade union convergence in this sector would mean bringing together AFTRA, the American Federation of Television and Radio Artists, and SAG, the Screen Actors Guild. But attempts to accomplish this have failed, most recently in 1999 and 2003, in very close votes (McKercher and Mosco, forthcoming). In Canada, attempts to build closer ties among its major telecommunications unions have also not been particularly successful. Setting up the National Association of Communication Unions created formal federation links between the CEP and the Telecommunications Workers Union. But perhaps because the latter has a history of radicalism (it once took over the telephone exchanges of Vancouver during a strike action in 1981) and because the TWU has eschewed the convergent union idea, the two unions have not worked closely together (Mosco and McKercher, 2006). Convergence also creates cross-border difficulties, as workers at the CBC experienced when, to facilitate bargaining, the CIRB ordered its unions to merge. Prior to this time the CBC’s journalists had been members of the CWA (which won the right of representation when it merged with the Newspaper Guild) and its technicians were part of the CEP. This meant that some employees with Canada’s national broadcaster were members of an American union while others were members of a Canadian union. In the ensuing vote, members decided to join the larger CWA making all the employees at Canada’s national public broadcaster part of an American union. Nevertheless, this form of cross-border convergence has proven to be very Knowledge Industries 91 useful, contributing significantly to the surprising success of CBC workers against its management which locked them out in August 2005. This case demonstrated the ability of different types of knowledge workers, e.g. journalists and technicians, to work together and maintain solidarity with the help of a strong union, even though that union is based in another country (Mosco and McKercher, 2006). It also demonstrated the ability of a communication workers union, even one based outside of Canada, win the support of the Canadian public by connecting their specific labour concerns (full time secure jobs at good pay with limited contracting out) to the survival of public communication systems in Canada. In 2005, the merger issue heated up in the United States when, in the wake of the big Republican victory in the 2004 general election and continued decline in union density rates, one of the major unions in the AFL-CIO threatened to pull out unless the federation permitted significant new mergers and other organizational changes. Specifically, the fastest growing major union in the United States, the Service Employees International Union (SEIU), demanded that the federation consolidate several of its member unions and shift funding from its own research and political activity to grass roots organizing. Holding out the threat of withdrawal, the SEIU was backed by the powerful Teamsters Union. The AFL-CIO proposed a compromise but was not successful and several unions left the federation to form their own Change to Win Coalition comprising 5.4 million members committed to stepped-up union organizing. Partly in response to this major defection, the AFL-CIO set up an industry co-ordinating committee made up of ten unions covering the arts, entertainment, media and telecommunications industries. The committee’s goal is to build labour power in the industries that have been rocked by corporate concentration and technological change and to use that power to fight for the public interest in their industries. Convergence, therefore, may also be a response to the failure of an organization to maintain its membership. It is uncertain just how far the urge to merge or the convergence movement will take North American trade unions. Will it bring back the idea of One Big Union, once popular a century ago with the Knights of Labor and Industrial Workers of the World? Can it expand democracy and citizen engagement by empowering a segment of society that has declined over the past three decades? Is it a genuine new start for labour or a last gasp? It is too 92 Vincent Mosco early to answer these questions. But it is useful to consider different perspectives on the significance of this development. On the one hand, labour union convergence increases the centralization of power and of bureaucracy, thereby making it less likely that union leadership can maintain close contact with the rank-and-file membership. Indeed the evidence from outside North America is not encouraging. For example, in the 1990s the Australian labour movement succeeded in halving the number of its unions, but this did not stop the erosion of union density. Does trade union convergence mean sacrificing union democracy for various forms of cartel unionism? On the other hand, convergence does give unions greater clout in collective bargaining, thereby diminishing the power that has been concentrated in big companies over the past three decades. To support this view, one can point to the CWA’s success in organizing wireless telecommunication workers and in defending technical and on-air staff at the CBC. Moreover, mergers allow unions to be more involved in a wide array of social and political activities that might even conflict with the narrow interests of one of its constituents. For example, Swift (2003) cites the CEP as a case in point of a converged communication union that has been more deeply involved in major policy issues since it expanded over the converged information industries including the struggle to limit media concentration in Canada, as well as in the fight against lifting restrictions on foreign ownership of Canadian media. The CEP has been in the forefront of lobbying to maintain public telecommunications in the province of Saskatchewan and public hydropower in Ontario. Moreover, one of the advantages of a converged union is its ability to rise above the narrow interests of some of its members. So even though the CEP represents energy workers, it is fully behind the Kyoto Accords to limit the expansion of greenhouse gasses. Furthermore, it was able to stand up for its paper workers against the powerful wood products company Abitibi because convergence permitted the CEP to draw from the strike funds of its energy and communication industry members. It also has the resources to create a Quebec Solidarity Fund that permitted it to invest in declining Quebec paper mills and keep them from closing. Furthermore, the CEP has been extensively involved in the anti-globalization movement and in supporting unionization in Mexico and throughout Latin America with the help of the CEP Humanity Fund. Additionally, research conducted by Kiss Knowledge Industries 93 and Mosco (2005) on what unions are doing about surveillance in the workplace has demonstrated that knowledge worker unions, especially convergent unions like the CEP, provide the best protections for workers in their collective agreements. Nevertheless, it is not entirely clear whether converged unions are genuinely bringing together different kinds of workers in the knowledge, information and communication sectors, such as newsworkers and telephone operators, or are merely federations of dissimilar employees. A second response to the crisis in North American organized labour is the formation of worker associations or worker movements that provide benefits to workers without formally negotiating collective agreements. These have been especially prominent in the high tech sector where union organizing has been especially difficult. They are more evident in the United States than in Canada, though there have been some Canadian initiatives such as the Association des Travailleurs du Multimedia du Quebec, but these have not received substantial support. Worker associations are also more prominent among part-time permanent workers who are difficult to organize by traditional unions because they typically work for an employment agency, not the high tech company itself. These associations are prominent in California’s Silicon Valley where fully 40 percent of workers are employed in nonstandard ways and in Microsoft’s territory in the Pacific Northwest which gave rise to the term “Permatemp” or permanent temporary worker, so named because they work full time but on hourly contracts that contain practically no benefits or overtime pay. Among the specific goals of these associations are portable benefits for a highly mobile workforce, lifelong training, job placement, providing assistance to individual workers, dissemination of information to workers and offering health care plans to workers who are not eligible for employer paid benefits. But they also aspire to introduce public service principles into relevant policy debates such as the difficult issue of outsourcing technology-intensive jobs to low wage nations. Two types of such associations feature significantly in the knowledge sector, those that represent technology-intensive workers and those that primarily produce content. Perhaps the leading example and model of the former is WashTech, an offshoot of the CWA in the Seattle high tech industry formed by disgruntled Microsoft permatemps who were successful in a legal action against the company for salary and benefits denied them because they 94 Vincent Mosco were placed in the temporary worker category (Brophy, 2006; van Jaarsveld, 2004). One of the biggest difficulties workers face in the high tech industry is that many of them do not formally work for the high tech company itself but for companies like Manpower which provide high tech firms with workers. Nevertheless, what helped forge WashTech was Microsoft’s use of its political power to create the permatemps category thereby denying a large group of otherwise full time employees the salary and benefits that would go to recognized full time workers. The lawsuit and the assistance of the CWA helped to galvanize a sufficient number of Microsoft workers to form WashTech. WashTech includes programmers, editors, web designers, systems analysts, proofers, testers and engineers who aim to win higher pay, health benefits, vacation, access to retirement plans, discounted stock options, and workplace training. In addition to taking legal action against Microsoft, WashTech members have used their technical skills to unearth a secret Microsoft database on employee performance and distribute it to members. It also found contract documents dating back to 2001 cementing deals to outsource high-end software architecture to Indian firms that the company hoped to keep secret. WashTech has been successful at Microsoft, helped by its association with research advocacy groups such at the Center for a Changing Workforce and its online site Techsunite.Org which provides information and online organizing for high tech workers. But it has at best enjoyed mixed success in expanding to other knowledge sector workers. It tried but failed to organize disgruntled workers at the online bookseller Amazon.com but did succeed in organizing workers at Cingular wireless. Today WashTech is especially involved in fighting the outsourcing of tech jobs to places like India and China and has been successful in convincing some state legislators to stop outsourcing government tech work. Alliance @ IBM was also formed by the CWA and, like WashTech, fought to win benefits that were initially denied to workers in the loosely defined temporary category from its employer, in this case, IBM. The company has been notorious for the concerns about toxic chemicals in the workplace and Alliance has been particularly active in fighting to bring public service principles to occupational safety and health cases before the courts. It has also been successful in winning some formal representation for workers at both Manpower and IBM. Knowledge Industries 95 It is unusual to think of engineers and the labour movement in the same sentence but the Society of Professional Engineering Employees in Aerospace (SPEEA) has made it necessary for the management at Boeing to do so because in 2000 the Society led the largest white collar strike in U.S. history against the giant manufacturer. Indeed what makes the SPEEA particularly interesting to those who believe that knowledge work offers the potential for new forms of organizing is that much of their success was influenced by use of email and the web. For example, the union managed to collect home e-mail addresses while building a communications network for their strike against Boeing in 2000. In perhaps the most effective use of its database, SPEEA was able to generate a picket line of 500 people in six hours by e-mail alone, to disrupt an unannounced meeting of the Boeing board of directors in a local hotel. There are other noteworthy high tech worker association organizing efforts as well. Systems Administrators Guilds have been set up in the U.S. (and in the U.K. and Australia as well) to organize computer workers and intervene in public policy debates. Worker associations are also increasingly prominent among content producers. Working Today is an advocacy group representing independent workers including freelancers, consultants, temps, and contingent workers based in New York, in the area known during the high tech boom as Silicon Alley. It has been particularly successful in providing basic health insurance to members. The Graphic Artists Guild represents web creators, illustrators, designers who come together to improve working conditions and intervene in the policy process dealing with copyright, taxation and other important policy issues. The Creator’s Federation represents freelance writers and is credited with winning an important case requiring publishers to receive freelancers’ approval before putting their work on a database. Additionally, the National Writers’ Union in the United States boasts over 5000 members for whom it provides model contracts, advice on bargaining with publishers and benefits for people without insurance. All of these organizations have been active in public policy debates about copyright or who owns and controls their work. One of the primary reasons for the rise of worker associations in the high tech field is that established trade unions have simply not been successful in their organizing drives. Nevertheless, some of the old line unions did meet with some success in the heyday of the dotcom boom when unions like the United Food and Commercial Workers successfully organized dotcom 96 Vincent Mosco workers in the online delivery services of supermarkets like Peabody’s and Albrittons. Moreover, the AFL-CIO has been successful in building community affiliates like Working America combining union and non-union members who pledge to cooperate with unions in political and legislative campaigns. Its founding director is Karen Nussbaum who created the first organization of women office workers in the 1980s with a group called Nine to Five. The Service Employees International Union has also created an online membership organization called purpleocean.org in an effort to expand the union’s scope and influence beyond the workplace by engaging in social justice activism. As with trade union convergence, there is uncertainty over the likely success of worker associations in responding to the crisis facing organized labour. On the one hand, they provide a new form of unionism that makes use of new technology to reach workers who have little experience with unions. They bring into the labour movement people who do not necessarily want to be part of a trade union and represent a recognition that formal collective agreements do not mean as much in a world of accelerating mobility. Worker associations also provide a platform for defending the rights of creators to their own work and the responsibilities of government to ensure the widest possible access to communication and information content. But one can also make the argument that the new associations are providing little hope for the future. Since they are by and large not directly involved in collective bargaining, worker associations offer few, if any, guarantees for wages and working conditions. They are arguably evidence of the failure to organize unions in the rapidly growing knowledge sector and since these jobs embody the workplace of the future, they do not offer much hope for genuine trade unionism. Worker associations may provide a new start toward rebuilding the labour movement, perhaps by reinventing the old guild model, but they may also represent little more than organized labour’s last gasp. Drawing on documentary evidence and interviews, this paper examined the response of North American workers in the converging knowledge and communication industries. On the one hand, traditional unions have reacted with their own form of convergence, bringing together workers across the once separate sectors of journalism, broadcasting, telecommunications, information technology and electronic services. Alternatively, other workers in the knowledge industry, including both technical and creative Knowledge Industries 97 professionals, are experimenting with new forms of worker association that provide benefits for members without necessarily engaging in formal collective bargaining. Our research has provided evidence that these developments have produced some genuine achievements, include a victory at the Canadian Broadcasting Corporation that demonstrated the ability to bring together technical and on-air personnel and to advance the public interest in a major labour dispute. But these actions have not yet stemmed the tide of labour’s decline in North America. The next step in our research is to examine the process of labour convergence and worker association formation into the international arena. Specifically, we are about to begin a project that will look at organizations like the International Federation of Journalists, the Union Network International, and workers associations in India like the IT Professional’s Forum, the New Trade Union Initiative, and UNITES (the Union for Information Technology & Enabled Services Professionals). Developments in the North American labour movement, especially in the knowledge and communication sectors, are no doubt interesting, and potentially significant. But if labour is to respond successfully to the changing international division of labour then it must respond with new forms of convergence at the global level. Examining the state of global labour federations, new worker associations, and their relationships is therefore essential to determine if labour is able to meet the challenges of a global knowledge economy and to assert the ethical right to mobilize in defense of a democratic information society. Reference List Artz, L. and Kamalipour, Y. R. (Eds.) (2003), The Globalization of Corporate Media Hegemony. Albany: State University of New York Press. Babe, R. E. (1996), “Convergence and the new technologies,” in Dorland, M. (Ed.), The Cultural Industries in Canada, Toronto: Lorimer, pp. 283-307. Bahr, M. (1998), From the Telegraph to the Internet, Washington, D.C.: National Press Books. Barley, S. R. and Kunda, G. (2004), Gurus, Hired Guns, and Warm Bodies: Itinerant Experts in a Knowledge Economy, Princeton, NJ: Princeton University Press. Batstone, E. (1984), Working Order: Workplace Industrial Relations over Two Decades, Oxford: Basil Blackwell. 98 Vincent Mosco Bell, D. (1973), The Coming of a Post-Industrial Society, New York: Basic. Bell, D. (1976), The Cultural Contradictions of Capitalism. New York: Basic. Bédard, M. (2005), “Union membership in Canada”, Ottawa: Human Resources and Skills Development Canada, Labour Program, January 1. Braverman, H. (1973), Labor and Monopoly Capital, New York: Monthly Review. Brint, S. (2001), “Professionals and the knowledge economy: Rethinking the theory of postindustrial Society”, Current Sociology, Vol 49 No. 4, pp. 101-132. Brophy, E. (2006), “System error: Labour precarity and collective organizing at Microsoft”, Canadian Journal of Communication, Vol 31 No 3, pp. Clawson, D. (2003), “Is Labor on the edge of a new upsurge”, Labor Notes, September 2. Dyer-Witheford, N. (1999), Cyber-Marx: Cycles and Circuits of Struggle in High Technology Capitalism, Urbana and Chicago: University of Illinois Press. Economic Policy Institute (2004), Offshoring, Washington, D.C.: Economic Policy Institute, Available http://www.epinet.org/content.cfm/issueguide_offshoring Elmer, G. and Gasher, M. (Eds.) (2005), Contracting Out Hollywood: Runaway Productions and Foreign Location Shooting, Lanham, MD: Rowman and Littlefield. Herman, E. S. and Chomsky, N. (2002), Manufacturing Consent, New York: Pantheon. Huws, U. (2003), The Making of a Cybertariat: Virtual Work in a Real World, New York: Monthly Review Press. Karnitschnig, M. (2006), “Time Warner stops pushing synergy”, The Wall Street Journal, June 2. Reprinted in the Pittsburgh Post-Gazette.com. Available www.post-gazette.com [June 3 2006]. Katz, H. C. (ed.) (1997), Telecommunications: Restructuring Work and Employment Relations Worldwide, Ithaca, NY: ILR Press. Kiss, S. and Mosco, V. (2005), Trade union protection Of workers’ privacy: A content analysis of English and French-language collective agreements in Canada, Canadian Journal of Communication, Vol 30 No 4, pp. 549-564. Kline, S., Dyer-Witheford, N. and de Peuter, G. (2003), Digital Play: The Interaction of Technology, Culture and Marketing, Montreal: McGill-Queen’s Press. Longstaff, P. F. (2002), The Communication Toolkit, Cambridge, MA: MIT Press. Machlup, F. (1962), The Production and Distribution of Knowledge in the United States, Princeton, NJ: Princeton University Press. McKercher, C. (2002), Newsworkers Unite: Labor, Convergence and North American Newspapers, Lanham, Maryland: Rowman and Littlefield. McKercher, C. and Mosco, V. (2006), “Divided they stand: Hollywood unions in the Information Age”, Work Organization, Labour and Globalisation, forthcoming. Mosco, V. (1996), The Political Economy of Communication, London: Sage. Mosco, V. (2004), The Digital Sublime: Myth, Power, and Cyberspace, Cambridge, MA: MIT Press. Knowledge Industries 99 Mosco, V. (2006), “Knowledge workers in the global economy: Antimonies of outsourcing”, Social Identities, Vol 12, No 6, pp. 771-790. Mosco, V. and McKercher, C. (2006), “Convergence bites back”, Canadian Journal of Communication, Vol 31 No 3, pp. 733-751. Negroponte, N. (1996), Being Digital, Cambridge, MA: MIT Press. Nichols, J. and McChesney, R. W. (2005), Tragedy and Farce: How the American Media Sell Wars, Spin Elections, and Destroy Democracy, New York: The New Press. Porat, M.U. (1977), The Information Economy, Washington, DC: Office of Telecommunications, Department of Commerce. Powell, W. W. and Snellman, K. (2004), “The knowledge economy”, Annual Review of Sociology, Vol 30, pp. 199-220. Schiller, D. (1999), Digital Capitalism, Cambridge, MA: MIT Press. Schiller, H. I. (1973), The Mind Managers, Boston: Beacon. Statistics Canada (2004), “Study: The union movement in transition”, The Daily, August 31. Stone, K. (2004), From Widgets to Digits: Employment Regulation for the Changing Workplace, Cambridge: Cambridge University Press. Swift, J. (2003), Walking the Union Walk, Ottawa: Communication Energy and Paperworkers Union of Canada. Terranova, T. (2004), Network Culture: Politics for the Information Age, London: Pluto. U.S. Bureau of Labor Statistics (2006), Union Members in 2005, Washington, D.C.: Bureau of Labor Statistics. Van Jaarsveld, D. D. (2004), “Collective representation among high-tech workers at Microsoft and beyond: Lessons from WashTech/CWA,” Industrial Relations, Vol 43, No 2, pp.364-385. Winseck, D. (1998), Reconvergence: A Political Economy of Telecommunications, Hampton, NJ: Hampton Press Winter, J. (2005), Lies the Media Tell Us, Montreal: Black Rose Press. 100 Vincent Mosco İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 101-106 Sunum Alternatifler üzerine Hıfzı Topuz Gazeteci, yazar Bir zamanlar insanlar medyanın dördüncü güç olduğuna inanıyorlardı, yani medya, yasa koyucu, yönetim, yargı gücünün yanında bir dördüncü güç olarak ortaya çıkıyordu ve medyanın tam bir yansızlık içinde, yürütme yargılama, yasama organlarını eleştirebileceği sanılıyordu. Büyük sermayenin, patronların, partilerin, bankaların, holdinglerin, kiliselerin ve tarikatların baskısı altında kalmadan görüşlerini açıklayabileceği sanılıyordu. Daha Birinci Dünya Savaşı öncesindeki yıllarda bu işin böyle olmadığı anlaşıldı. Ve insanlar düş kırıklığına uğradı medya dördüncü güç değilmiş. Burada medyanın gazetecilerin onurunu korumak için bazı girişimler oldu. Her ülkede gazeteciler türlü sorunlarla karşılaştılar, başları derde girdi. İkinci Dünya Savaşı`ndan sonra ise teknolojik gelişmeler ışığında, iletişim devrimi ile, medya yeni bir güç kazandı, etkileri arttı ama inandırıcılığını yitirdi. Böyle böyle bugünlere geldik. Bugün dünyada bir milyar kişi internet kullanıyor. Cep telefonu kullananların sayısı, iki milyarı geçti. Yeryüzünde insanların üçte ikisi birbirleriyle cep telefonlarıyla haberleşiyorlar. İnternette uzun yıllar İngilizce'nin egemenliği vardı, bugün İngilizce`nin oranı üçte iki onu Çince, İspanyolca, Rusça, Fransızca, Portekizce ve Korece izliyor. Globalleşme karşıtı örgütler, kişiler internet aracılığıyla birbirleriyle haberleşebiliyorlar. Bu yalnız bir örgüt konusu değil ama bütün bilgilerini, bu araçla birbirlerine aktarabiliyorlar. Amerika'da seçimlerde adaylar, interneti kullanıyorlar daha çok. İletişim araştırmacısı Manuel Castells'e göre, Güney Kore'de, Filipinler'de, Ukrayna'da, Tayland'da, Nepal'de, Ekvator'da, Fransa'da, İspanya'da son zamanlardaki başkaldırı olaylarında internet kullanıldı ve insanlar cep telefonlarıyla olayları birbirlerine duyurdular. Cep telefonları aynı zamanda bir protesto aracı olarak kullanılıyor ve bu araçta gittikçe gelişiyor. İtalya'nın Bologna kentinde kurulan Orfeo TVgibi başka yerlerde de böyle özgür televizyonlar var, radyolar var, Paris'te Zaléa TV, 102 Hıfzı Topuz Barcelona'da Occupen las Onlas, Buenos Aires'te TV Piqueteros bunun gibi bir takım örgütler kuruluyor bunlar alternatif örgütler. Böylece internet ve cep telefonu kullananlar, kendi aralarında, kişisel kitle iletişim şebekelerini yaratıyorlar. Yani eskiden yalnızca kitleseldi şimdi kişisel kitle iletişim şebekeleri kuruluyor. Bunlar böyle birbirleriyle haberleşiyor ve bu önem kazanıyor. Bunun örnekleri sms, bloglar, skype gibi internet şebekeleri, peer to peer gibi örgütler, bunlar birbirleriyle kolayca bilgi aktarabiliyorlar. 2006 Ocak ayında dünyada 26 milyon blog varmış, bu sayı altı ay sonra otuz yedi milyona yükseldi. Dünyada her saniyede bir blog kuruluyor yani günde 50.000 blog yani yılda otuz milyon blog kuruluyor. Blog sayısı altı ayda ikiye katlanıyor. Son yıllarda Türkiye'de bunun örneklerini gördük siz benden daha iyi bilirsiniz. Ekşi sözlük gibi örgütler ortaya çıktı. Türkçe blog yayın yapan şebekeler de kuruldu. Böylece insanlar yeni bir arayıştan yeni bir takım formüller buldular. Blog teknik bilgi aramadan, gerekmeden insanların kendi istedikleri şeyleri istedikleri biçimde yazarak birbirlerine oluşturdukları bir şey bu önemli bir şey büyük medyaya alternatifler çıkmış oluyor. Yani bunlarda bir gelişme var alternatif arayışları gittikçe güçleniyor. Bunların yanı sıra dünya'da özellikle Fransa'da medya rasathaneleri kuruldu bunlara "observatoire des médias" deniliyor. Yalnız bu rasathaneler değil bunun yanı sıra, haberlerin çarpıtılmasına karşı vatandaşlar derneği, gazeteciler vatandaşlar derneği, haber tartışma programları gibi örgütler kuruluyor programlar hazırlanıyor. Ve internette de bunlara benzer şebekeler oluşturuluyor. Yani böylece bir protesto eylemi var bütün dünyada. Nereden kaynaklanıyor bu bir defa, devlet baskısından. Ama her yerde değil tabi devlet baskısı bazı yerlerde yok, bazı yerlerde var, bazı yerlerde göreceli, gazetelerin, radyoların ve televizyonların bazı haberleri hiç vermemeleri, yahutta yanlış yansıtmaları gerginlik yaratıyor. Bunların her ülkede boyuna örneklerini görüyoruz ve medya baskı altında kalıyor. Bazı olaylardan hiç söz edemiyorlar. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde, Şili'de Guatemala'da, Kolombiya'da, Pakistan'da, Tayland'da, Filipinlerde, Arap ülkelerinde Ortadoğu'da ve bizde, bunun çeşitli örneklerini gördük. Gazeteciler duydukları olayları yansıtamadılar. Afganistan olayları bir takım baskılarla bütün dünyaya doğru dürüst iletilemedi. Irak olayları aynı vaziyette, medya Amerika'da demin de arkadaşların söylediği gibi, hükümetin baskısı altında çalıştı. Fox news tam bir propaganda aracı oldu. Amerikalılar Irak'a saldırırlarken, Irak'ta gizli silahlardan söz ediyorlardı, kitle imha silahlarından Alternatifler Üzerine 103 söz ediyorlardı. Bunların olmadığı açıklandı ama açıklandıktan bir yıl sonra, gazeteler, bazı yazarlar hala Irak'taki silahlardan söz etmeye devam ettiler. Yani öyle bir etkilemiş oluyor ki medya insanları, doğru olmadığı anlaşılmasına rağmen devam ediyorlar insanlar yazmaya niye? Yani inandırıcılığını yitiriyor. Washington Post, New York Times gibi gazeteler her gün bu haberleri verdiler sonra bunların doğru olmadığı anlaşılınca, özür diler gibi bazı yazılar yazdılar ama halk doğrunun nerede olduğunu pek anlayamadı. Lübnan'da buna benzer olaylar yaşandı, savaş ilan edildi adeta peki insanlar doğru bilgi aldılar mı bu konularda. Hiç sanmıyorum. Demokratik medyanın, demokratik medya etiğinin, gazetecilik etiğinin görevi bu mu, gerektirdiği şey bu mu? Demek ki böyle bir baskı var, devletten gelen bir baskı var. Sonra patronların özel çıkarları var, patronların özel çıkarları denince, patronların eskiden yalnızca kendileri söz konusuydu, bugün patronların arkalarındaki holdinglerin baskısı var. Holdinglerin baskısıyla gazeteci duyduğunu, düşündüğünü yazamıyor ve gazete patronlarından biri diyor ki, Serge d'Assault Fransa'da meşhur, silah sanayinin başında, "ben, gazetemde bütün işletmelerimin en iyi bir biçimde değerlendirilmesinden yanayım. Bazı haberler bize yarardan çok zarar verebilirler. Böyle bir durum ülkemize zarar verebilir" Gazete, şirkete zarar verdiğinde ülkesine zarar vermiş oluyor. Liberal anlayış bu. Bunun dışında reklamcıların baskısı var bir takım baskılar var, dinsel baskılar var, yerine göre ülkesine göre değişik çapta rol oynuyor bunlar. İnsanlar bunları protesto etmeye kalktılar. Neleri protesto etmekle başladılar; medyada yoğunlaşmaları, tekelleşmeleri, arkasından haberlerin kirlenmesini, Fransa'da "la prostituation des nouvelles" deniliyor. Finans pazarları kültürünü protesto ettiler. Reklam kirlenmesini, "pollution de l'espace public" protesto ettiler. Enformasyonun magazin haberleri içinde yok olmasını protesto ettiler. Böyle bir duruma geldi birdenbire medya, demek ki görevlerinden kendi etiğinden çok uzaklaşmış, ve başka bir biçim almış. Egemen medya bunları görmezden geliyordu. Medya holdinglerinin görüşüne göre, bütün kötülüklerin başını başka yerlerde aramak lazımdı medyanın yapısında değil. Bu durum medyadaki kötülüklere karşın, insanların örgütlenmesine yol açtı. Medyanın bu durumu var, bu durumu yaşadıkları halde gazetecilere anlatamıyorlar, okuyucu bazı şeyler seziyor ama bunun nedenlerini bilemiyor, bir şeyler yapmak gerekliydi. Üver Monteri le Monde'un kurucusu vaktiyle şöyle demişti: "olaylar kutsaldır, düşünce 104 Hıfzı Topuz özgürdür." Şimdi öyle bir şey yok, kutsal olaylar da gazetelere yansımıyor, özgür düşünceler de yansımıyor, yahutta yansıyor ama çeşitli baskılar altında. Ama gazetecilerin yakın zamanlara kadar yakın zaman derken İkinci Dünya savaşı`na kadar izledikleri politika bu değildi. Le Monde Diplomatique'in patronu, Ignacio Ramonet, "haber almak üretici biliştir, çaba gösterilmeden olmaz, bu iş gerçek bir entelektüel seferberliği gerektirir." Demokrasilerde vatandaş, zamanının, parasının ve dikkatinin bir bölümünü buna ayırır. Enformasyon çağdaş eğlence furyasının bir parçası sayılamaz, bir parçası değildir, habercilik eleştirel bir meslektir ve amacı vatandaşı oluşturmaktır. Yani gazeteci yapacağı işlerin bilincinde olmalı ve medyadaki, kötülükleri önlemek için bir şeyler yapmalıdır. Peki gazeteci bunları yaparken ne gibi tepkilerle karşılaşıyor? Hükümetin baskısı, patronun baskısı, bir takım grupların baskısı, İbagnez diye bir Fransız gazetecisi var, bir kitabında diyor ki; "Liberal dünyada tilki de özgürdür tavuklarda ama özgür tilki tavukları yer, kendi özgürlüğüne dayanarak tavukları yer öbürleri de özgür özgür ölürler". Bugün de öyle halk özgür, medya özgür peki kim kimi yiyor? Yani güçlerde ve olasılıklarda eşitlik olmayınca, o zaman özgürlük lafta kalıyor. Fransa'da sosyalist partinin sözcülerinden Jules Grey, son seçimlerde bazı medya organlarını eleştirdiği için kendisini bir daha ekrana çıkarmadılar, sesini duyuramadı. Zeynep Atikkan, kitabında Irak olaylarından, Afganistan olaylarından çeşitli örnekler veriyor. Bazı atıflar yapmış. Erroll Pinter "Irak'ın işgali bir eşkiyalıktır, uluslar arası hukuk kurallarını hiçe sayan bir devlet terörüdür. İşgal arka arkaya yalanlar ile medyayı, halkı aldatarak düzenlenen keyfi bir askeri harekettir." Amerika'da bunları söyleyenler de oluyor, doğru görenler çıkıyor. Yine Pensylvania Üniversitesindeki bir toplantıda, bir İngiliz akademisyen şöyle demiş: "Dünyaya CNN'in penceresinden bakmayın biraz da The Guardian okuyun dünyanın Amerika'ya nasıl baktığını göreceksiniz; sorgulamayı öğrenin.” Ne oldu bu savaş sırasında? İnsanlar Amerika'da yuttular bu olayları, sonra birdenbire aydınlandılar bir de baktılar ki, dünya, resmi yayın organlarının ve Amerika'nın, yayınlattığı duyurduğu gibi değilmiş; başka olaylar yaşanıyormuş. Medya Amerikan halkını uzun yıllar böyle eğitmiş ama sonsuza kadar da uyutmak mümkün olmuyor tabii ki. Montesqieu ne demiş "korku, despotların silahıdır." Demek ki iyi yönetebilmek için korkutmak lazım, korkuyu yaratmak lazım baskıyla yönetebilmek için. Medya, korkuyu yaratıyor, besliyor ve bunları okumaktan bıkıyor insanlar ve başka şey arayışına geçiyor. Alternatifler Üzerine 105 Bir Amerikan köşe yazarı şöyle demiş :"İnsan seks ve yatak odası dedikoduları yazmak zorunda kalınca, kendisiyle övünemiyor eve dönünce çocuğumla paylaşabileceğim konular değil bunlar." Irak ve savaşlar hakkında fazla durmak istemiyorum; bununla ilgili sayısız örnek var. Fransa'da Jean Luc bir kitap çıkardı geçenlerde, "Information Responsable" isminde. O da uzun uzun bunlara örnekler veriyor ve medyanın nasıl soysuzlaştığını kokuştuğunu gösteriyor. Sosyolog Pierre Bourdieu'ye göre, iletişimde en korkunç şey heyecan verici ve olağanüstü haberlerin araştırılmasıdır. Eskiler bu gibi haberleri, spor basının ve cinayet haberlerini yayan gazetelere bırakırlardı. Şimdi öyle değil bütün medya bunlarla dolu, cinayet haberleriyle seks haberleriyle, rezaletlerle; bütün medyada bunların egemenliği var. Okuyucu ne televizyondan ne basından doğru dürüst haber alamıyor. Televizyonlar ne oldu? Eskiden, kamusal televizyon diye bir şey vardı bizde TRT bunun örneğiydi. Bizdeki TRT özel televizyonlarla boy ölçüşüyor, reyting yarışına giriyor ve reklam alabilmek için kalitesini düşürüyor. Kaliteyi ve doğru haberi arayan insanlar bunları bulamıyorlar. Biz UNESCO'da yıllar boyu, uluslar arası etik kurallarının saptırılması, ve onlara saygı gösterilmesi için çalıştık, yenik düştük savaşı global magazinciler kazandı. Bizim programlarımızı, projelerimizi torpillediler. UNESCO programlarında artık medyada ahlak kuralları yer almıyor. Albert Bayer bundan 60 sene evvel "gazeteciliği amacı, doğru haber vermek, düşünceleri savunmak, insanlığın ilerlemesine hizmet etmektir" demiş. Bugün, öyle bir şey var mı? Bugün eğlence ve uyutmak, dikkatleri başka yere çekmek var. Yani politik programlar giderek azalıyor, kültür programları azalıyor; bunu sürdürebilenler çok az. Dünyada bu soysuzlaşmaya karşı, bu kokuşmaya karşı bir takım hareketler başladı. Bu konuyu işleyen bir yığın kitap basıldı. Geçenlerde Paris'te beş kitap aldım beşi de bu konudaydı. "Medyanın ölümü", "merhum kamusal televizyon" gibi isimlerle kitaplar aldım. Fransa'da aklı başında düşünür insanlar medyanın bu hale geldiğini görüyorlar ve buna karşı bir takım önlemler almaya gidiyorlar. İlk eylem Fransa'da galiba Actimed, "Action Critique Médias" diye bir örgüt, bir derneğin kurulması oldu daha sonra işleri geliştirdiler, arkasından demin adını andığım rasathane, 2002 yılında, porto allegre'de toplanan globalleşmeye karşı örgütler, medyanın ne kadar yanlı haber verdiğini vurguladılar ve bunun için önlem alınmasını bir şeyler yapılmasını önerdiler. Bunun arkasından Paris'te bir sosyal forum düzenlendi bu sosyal forumda da, "Observatoire des Médias" diye bir örgütün 106 Hıfzı Topuz kurulması kararlaştırıldı. Bu medya kuruldu bir yıl sonra, "Observatoire nationale des Médias" diye yerel bir örgüt kuruldu. Bunlar bugün çalışıyorlar, bültenler yayınlıyorlar ve baskı altında kalan medyanın vermediği haberleri veriyorlar; ama yalnız o değil, eleştiriler yapıyorlar, medyaya eleştirel gözle bakılıyorlar. Bu rasathanelere kimler katılıyor? Bir defa gazeteciler, tarafsız gazeteciler, okuyucu, dinleyici, izleyici temsilcileri, ama patron temsilcileri değil, bir takım üniversite temsilcileri… bunlardan oluşuyor. Şimdi artık medyaya dünyada “dur” demesini bilen örgütler var, insanlar var. Bu konu özellikle baskı altında kalan ülkelerde çok önemli. Medyanın özgürlüğü kesinlikle demokrasinin temeli olan kolektif anlatım özgürlüğü değil. Bu hakkın güçlü bir azınlığın eline geçmesine karşı koymak gerekir. Hak var ama bu hak küçük bir azınlığın elindeyse buna karşı koymak gerekli. Bu yalnızca bir etik sorunu değil bu bozulmanın ve kokuşmuşluğun temeli haberlerin ekonomik baskılar altında kalmasından ve yeni sömürgecilik anlayışından ve globalleşmeden kaynaklanıyor. Globalleşme medyada bu çöküntüyü yaratıyor bunun içinde herhalde harekete geçmek lazım. Basın konseyleri bir şikayet olursa onu inceliyorlar, rasathanenin, gözlem merkezlerinin yerini almıyor, kağıt üzerinde bir konuyu inceliyor, oysa benim ele aldığım bu rasathane konusu çok daha geniş ölçekli, dünyaya, medyaya genel bir bakış. Medya konseyleri bunu yapamıyorlar, zaten onların yürütme gücü de yok yürütme gücü de şart değil ama seslerini de duyuramıyorlar. Bir de ombudsmanlar var, bunlar bir gazetedeki haksızlığa, yanlışlıklara karşı gönderilen şeyleri inceliyor karar veriyor. Medyatörler var onlar da aynı şeyi yapıyorlar. Geniş çapta bir sosyal ve siyasal sorun buna karşı ne yapmak lazım? Harekete geçmek lazım bir şeyler yapmak lazım. Biz İletişim Araştırmaları Derneği olarak, bu konuyu geçen ay İstanbul'da ele aldık, ben birkaç yerde konuşma yaptım. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti de bize katıldı, beraber yapalım dediler, etti iki, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi etti üç, İstanbul Üniversitesi aşağı yukarı, Galatasaray, Lefke Kıbrıs, Doğuş Üniversitesi beraber yapalım dedi. Bakın herkes, bu konuda çalışmak istiyor. Bizim bir araya gelmemiz birlikte çalışmamız lazım. Ankara'da, İzmir'de, İstanbul'da bir takım teşkilatlanmalar olur bunlar aralarında haberleşir ve ortak bir şeyler çıkarabilirler. Alternatif arayışlar içinde bu rasathanelerin oynayabileceği bir takım roller var. Bir taraftan internetten haberleşmek, bir taraftan blog şebekeleri, bir tarafta alternatif medyalar ama bunların üzerinde böyle bir rasathanenin yararlı olabileceğini düşünüyoruz. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 107-112 Sunum M. Diomansi Bombote'nin iletişim sentezi1 Diomansi Bombote Journalist, Mali Etik: Bir eylemin taşıdığı değerin yargısını oluşturan kurallar ve ilkeler topluluğudur. Etik bir vizyon, bir yönlendirme, bir yol bir doğrultudur… Deontoloji (Meslek Ahlakı): Bir mesleği yöneten kurallar ve sorumluluklar topluluğudur, uyulması gereken tarifeler/reçeteler/usuller, davranış kuralları, uygulanması gereken kurallardır. Etik, herkesin en son kertede, kendi vicdanını değerlendirmesiyle ortaya çıkan tutumdur. Ahlak, bir toplumun kendini tanımlarken içinden çıkıp geldiği kültüre, inanışlara, yaşam koşullarına ve bağlama göre toplumun ihtiyaçları doğrultusunda değişen davranış kuralları setidir. Etik kişinin davranışlarının, düzenleyen yegane yoldur. Geleneksel ahlak yeniden düzenlenebilir bir yapıda değildir; hatta bu yeniden düzenlenebilir yapıya aykırıdır. Kendisini kuran dışsal gücün adına (Tanrı, Doğa, Vatan vb.), kişilerin davranışlarını "yapılması gereken vazifeler" koyarak iyiye ulaşmak ve kötüden kaçınmak üzere düzenler. O halde, etiğin her insanoğlu için eğitimle, kültürle kazanılan ilkeler olduğunu iddia edebiliriz. Yani insanların eğitim ve kültürden geçerek çeşitli ilkeleri, ahlak kavramını, moral değerleri edindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu koşullar altında etik üzerinde herkes tarafından kabul edilen mutlak bir uzlaşma olmadığı söylenebilir. Elbette ki iyi ve kötü hakkında belirli 1 Çev. Esra İlkay Keloğlu İşler, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Öğrencisi 108 Diomansi Bombote malumatlar var ve bunlar insanın davranışlarını etkilemekte, insanın yapması gereken vazifelerini iyi olan lehine davranış olarak düzenlemesidir. Afrikalı bir gazeteci şu saptamada bulunmuştur: "Yasa ve deontolojinin işlevsiz kaldığı durumlarda son çare etiktir" Gazetecilik özellikle de internet gibi yeni iletişim teknolojileri nedeniyle giderek artan bir şekilde kendi gelişmesinde derin bir dönüşme süreci içindedir. O halde, gazetecinin kendisinin de "siber gazeteci olarak" mesleğin dönüşmesinde önemli bir rolü yok mudur? Bunun nedeni de çok büyük deontolojik sorunları taşıma riskiyle bile olsa gazetecinin giderek daha hızlı ve çok daha hızlı haber verme durumunda kalması yatmaktadır. Eğer kendimize hoşgörüyle bakmayı bir yana bırakırsak, acaba kendimizle ilgili hangi gerçekleri fark edeceğiz? Genellikle inançlarımız hakkında fazlaca emin değil miyiz? Peki ya sebeplerimiz ne olacak? Biz insanların en temel doğasında aynı zamanda günaha eğilim, içgüdüler, yükümlülük ve sorumluluklarımızı ihmal etme isteği bulunmuyor mu? Bu durumda, insani doğamızın karmaşıklığı, hesaplamaları, tutkuları, hırsları gazetecileri, göreceliliğe, mükemmel olmamaya, belki de bir ölçüde belirli bir kırılmaya sevk ederek kuvvetli karmaşıklıkların doğmasına sebep oluyor. Böylece kamusuna ilettiği haberlerde bir önyargı taşıdığı görülüyor. Etik ve etiğin gerekçesi, gazetecinin haberi işlemesindeki sorumluluğunun anlamını aydınlatmaya yöneliktir. Deontoloji adı altında gerekli pragmatik hükümlerin toplamıdır. Doğal olarak, benimsenen tutum, gazetecinin ifa ettiği etkinliğin sosyolojik bağlamına bağlıdır. Bu konuya Afrika'daki durum örnek olarak gösterilebilir. Demokratik kültür halen konuyu etkileyen pek çok unsur arasında en önemlilerinden biri olarak kalmaktadır. Bütün dünyadaki gazeteciler temelde aynı kurallara bağlı kalsalar da aynı tekniklerle aynı haberi işleseler de, durum kültürel intikal seviyesinden öteye geçmemektedir ve demokrasi anlamında gazetecinin halkına karşı tavrını büyük oranda belirlemektedir. Afrika'da gazeteciler ve izleyiciler arasındaki bu anlaşmazlıkların nedenlerinden birisi de bu demokratik evrimledir/dönüşümledir. "Oyunun kuralları” her yerde aynı şekilde anlaşılmamaktadır. Mesleki formasyon seviyesi haber pratisyenleri için genellikle yetersizdir. Sosyal ilişkilerin sonsuza uzadığı yaşam tarzlarında görülen "topluluk-egemen" (komünokrasi) ilişki biçimi genellikle çatışmanın nedenini açıklamaktadır. Bombote’nin Sentezi 109 Batı Afrika'da son on yıl içinde, (yirmi kadar ülkede) farklı nedenlerle iki yüzün üzerinde dava kayıtlara girdi: Nedenleri onurun incinmesi, insanın özlük haklarına saygısızlık, iftira ve benzerleri olarak çok çeşitlidir. Bütün bu vakaların büyük bir çoğunluğunda, titrek ve korkak politik sorumlular gerçek nedendi ve basın suçlarının cezalandırılmaması bugün hala Afrikalı gazetecilerin seferberliği önünde başlıca nedenlerden birini oluşturmaktadır. Etiğe daha uygun bir deontolojiye ve gazetecilik ahlakına sıkı sıkıya sarılma kaygısı, Afrika ülkelerinin büyük bir çoğunluğunda kendini hissettirir. Böylece de kendi kendini düzenleyici mekanizmaların gerekliliği ortaya konulur. Uluslararası Gazetecilik Federasyonu gibi örgütlenmeler buna benzer araçların vücuda getirilmesine çok fazla katkıda bulunmuştur. Elbette ki bazı etikle ilgilenen kadroların mesleğe etik kurallar koyma çabaları vardır. Bu kuralların işletilmesi kimi zaman bir teminat niteliğindedir, çünkü varlıklarının suçluların pek de hoşuna gittiği söylenemez. Kendi kendine düzenlemeler (auto regulation), tüzüğe uygun düzenlemeler ve yasal hükümlerin yanı sıra gazetecilik mesleğini icra etme koşullarını düzenlemek ve güvenliğe kavuşturmak üzere giderek daha fazla Afrikalı kamu kesimi yöneticisi çalışmalara başlamaktadır. Medyanın tamamen gelişmesi için, olgunlaşmış demokratik kültürün sonucu olan bir ortam gereklidir. Bu da yükümlülüklerinden ve medeni haklarından haberdar olan bilinçli vatandaşları gerektirir. O halde, medya ürünlerinin tüketicisi konumundaki kişilerin bireysel olarak örgütlenmenin gerekliliği konusunda bilinçli, ama aynı zamanda medyanın gücüne rağmen bunu kolektif olarak yapabilecek insanlar olmaları ideal durumdur. Bu şekilde, kendi hakları olan dürüst, doğru sözlü ve tam bir enformasyonu harekete geçirmeye katkıda bulunabilirler. Bildiğiniz gibi ben Malili bir gazeteciyim. Babam duvarcı ustasıydı ben de onun gibi duvarcı ustası olacaktım. Birazcıkta tesadüfle okula gittim. Bunun hangi koşullarda olduğunu açıklamama gerek yok ancak pek çok Afrika'lının benimle aynı durumda olduğunu söyleyeyim. Okula gitmek bizim için bir şans. Bu şans bize aynı zamanda da belli sorumluluklar yüklemektedir. Bu sorumluluklar aşırı derecede ağırdır ve çok önemlidir. Bir kere zirveye gelindiğinde, örneğin devlet yönetimindeysek kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi çok çabuk unutabiliriz ne yazık ki. Elbette ki toplumumuza bakarak bizlerin de aracı olmadığımızı göz önünde bulunduruyorum. Eğer ailem yükü üzerine almasaydı okulda bir sene bile 110 Diomansi Bombote geçiremezdim, burs sayesinde, köylülerin çabaları sayesinde buraya kadar gelebildim ve doktora eğitimi yaptım. Görüldüğü gibi burada da bir etik şekli var. Etik bir varoluş tarzıdır. Davranma biçimidir. Kişinin kendi vicdanıdır. Etik tanımlanamaz, yaşanır ve hissedilir. Belirli bir çıraklık döneminden sonra nasıl bir insan olacağımız ortaya çıkar. Bizim kişiliğimizi biçimlendiren bir dizi unsurlar vardır; bu da temeli oluşturur. O küçük yaşlarda nasıl bir insan olacağımıza benzemeye başlarız, belirli değerlere sahip bir insan olarak kişiliğimiz gelişir, bazense bazı şeyleri unuturuz. Hiçbir şekilde unutmayın ki insanın içindeki hayvan yukarıda bahsettiğim gibi bazı durumlarda uyanır. Hepimizin içinde belirli bir anda, acılı olaylarda ummadığımız kadar hızla ortaya çıkabilen bir hayvan uyanabilir. Bugün burada birbirimize gösterdiğimiz medeniyet bir şeyleri gizliyor olabilir mi? Etik'in tanımına hiçbir zaman kesinlikle ulaşılamaz Bu geliştirilen, kültürle öğrenilen bir şeydir. Gazetecinin, iletişimcinin trajedisi belirli şekilde bir yetersizlik, bir kibirden, kendisini yeryüzünün tam ortasında hissetmesinden kaynaklanır. Bir düşünürün de dediği gibi: Yeterli olması için, yeterli olmak yetmez. Gazeteci olma işi biraz korkutucu bir meslektir. Etik değerlerini dile getirip duruyoruz. Etiğin tanımını biliyorsunuz ama, izin verirseniz, ben size oldukça basit yeni bir tanım önereceğim: Etik bizim toplumla ilişkimizi belirleyen kuralların, ilkelerin toplamıdır. Bu benim varoluş tarzımdır, diğer mesleklerde deontolojide birleşmek mümkündür. Deontoloji ise, mesleğimizi daha iyi bir yere getirmek için konulmuş davranış kuralları, kaideler, değerlerdir. Peki aradaki fark nedir? Siz de deontoloji ve etik arasındaki farkı biliyor musunuz? Deontoloji ahlaktır; o halde, ahlak nedir? Ahlak pek çok alanın kaynağıdır. Müslümanlar için Kuran'ın dedikleri ahlakın temelini oluşturur. Bu ahlak anlayışına göre yaşamaya çalışırlar. O halde, bizim seçme hakkımızın olmadığı, dışarıdan verilen, kabul ettirilen şeylerdir. İnananlar, eğer bir Tanrıya inanıyorlarsa, eğer Müslümanlarsa soru sormazlar onlara kabul ettirilen kurallara boyun eğerler. Gazetecilik etiği buna biraz benzer ama etik ise böyle bir şey değildir çünkü Etik kişiseldir, etik kültürel bağlamda bir kişiden diğerine değişir. Etik mesleki vicdan değildir pek çok unsura göre değişebilir ama benim için olumlu olan şey bir başkası için olumsuz olabilir. Bu durumları hepiniz biliyorsunuzdur. Burada Türkiye'de Müslümanlık dini var Mali'de de bu din var temelde aynı ilkeleri sahip olsalar da her iki gruba göre de etik aynı şey değildir. Bu bir bireyden diğerine değişen bir şeydir. Size kendi kültürümden birkaç örnek vermeye Bombote’nin Sentezi 111 çalışayı. Ben ölürsem benim küçük erkek kardeşimin benim karımla yada karılarımla (bizde iki eş alma hakkı var benim olmasa da) evlenme hakkı var. Başka bir toplumda bu hoş karşılanmayabilir peki bizde neden var? Ekonomik meşrulaştırmalar var, çocuğun korunması var, aile birliğinin sağlanması var. Ama eğer küçük kardeşim "ben kardeşimin karısıyla evlenmem" derse bütün tamamen günah, yada bizim ülkemizde bir başka toplulukta bunun tam tersi bir durum var. Mesleğin uygulanmasında da belirlenmiş kurallar ilkeler var. Teorik olarak bulunduğumuz salon gibi yerlerde onları tanımlamak çok kolay. Bir politikacının dediği gibi "saf ve temizsiniz çünkü saf ve temiz olmama olanağına sahip değilsiniz". Her şeyden önce insanız, zaman zaman gazetecilerin de insan olduğunu, egoları olduğunu, hassasiyetleri olduğunu, kuşkuları olduğunu, kompleksleri olduğunu unutuyor muyuz? Bir kadın uğruna ihanet edebilirim, politik bir nedenle ihanet edebilirim, ailem için özellikle de ailem tehlike altında ise ihanet edebilirim. Aile konusuna gelince bir örnek vermek isterim. Dakar’daki gazetecilik okulunda ders verirken okula girmek isteyen pek çok aday vardı. Ben de sınav düzenlettim. Beni yetiştiren teyzemin kızı da bu sınava girecekti. Herkes bu işe çok sevindi “hiç sorun olmayacak ne de olsa Diomansi orada, problem olmaz” dendi ancak kız sınavı başaramadı. Tahmin bile edemeyeceğiniz bir zorluk/şiddet başladı, son derece zalimce “kızın başaramadığını çünkü benim kıskançlık nedeniyle onu başarısız ettiğimi, oysa onun başarısız olmasının olanaksız olduğunu” söylemeye başladılar. Benim ailevi bağlarla ilgilenmediğimi iyi biri olmadığımı söylediler. Şimdi bir başka örneği anlatacağım. Bir arkadaşım pasaport ve kimlik kartları bölümünde müdür, benim de orada olduğum sırada yanına bir kadın geldi kızı ile beraber kız epeyce yaşlıydı ve kendinden çok genç biriyle evlenmek istiyordu bu nedenle yaşını 2,3, 5 sene küçük gösteren kimlik kartı çıkartılmasını rica ettiler. Arkadaşım onu bir saniye bile küçük gösteremeyeceğini söyleyerek eğlendi. Ancak bu durum büyük bir çoğunluk için bir kolaylık size gerçeği söyleyeyim Avrupa’da futbol oynayan pek çok Afrikalının gerçek yaşını öğrenmek için on sene eklemelisiniz. Bu onların vicdanında bir problem yaratmamaktadır sonuçların ne olacağına ilişkin kendilerine soru sormamaktadırlar kendilerinin kötü bir şey yaptığına ilişkin bir hisleri yoktur. Belki de bunun vahşilik olduğunu söyleyenler çıkacaktır ama hayır onların vahşi olduğunu söylemek o kadar değil. Bu sadece değer ölçeğiyle, kriter ölçeğiyle ilgili bir sorun. O kültürde değerlerin nasıl değerlendirildiğiyle ilgili, bizler bize tamamen yabancı bir gelişme sistemi 112 Diomansi Bombote içine itilmiş olduğumuz ve onunla bütünleşemediğimiz için böyle referanslar var. Gazetecilik pratiğin de de belli bir sınırda yalan söyleme söz konusu, bu kadarı bir sorun yaratmıyor çünkü kötü bir şey yaptıklarını düşünmüyorlar, sonuçları üzerinde durmuyorlar. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 113-116 Presentation Synthese de la communication de M. Diomansi Bombote. Diomansi Bombote Journalist, Mali Ethique: ensemble l’ensemble des principes et règles qui fondent le jugement de valeur porté sur un acte. L’éthique, c’est une vision, une orientation, une voie, une direction… Déontologie: ensemble des règles et des devoirs qui régissent une profession, des recettes à respecter, des préceptes, des instructions à appliquer. L’Ethique c'est la conduite de chacun relevant ultimement de sa seule conscience. La Morale est un ensemble de règles de conduite, de relations sociales qu'une société se définit et qui changent selon la culture, les croyances, les conditions de vie et les besoins de la société (le contexte). L'éthique est un mode (le seul) de régulation des comportements de l'individu. La morale traditionnelle est hété-régulatoire. Au nom d'une autorité extérieure qui la fonde (Dieu, la Nature, la Patrie etc.), elle régule les comportements en imposant aux individus des "devoirs" pour faire le bien et éviter le mal". On peut alors soutenir que l’éthique est l’affaire de chaque homme qui, par son éducation, sa culture, a acquis des principes, une morale, des valeurs… ou ne les a pas acquis. Dans ces conditions on peut dire qu’il n’y a certainement pas de consensus absolu autour de l’éthique. Il s’agit d’une science du bien et du mal qui soumet la conduite de l’homme à des règles (devoirs) en vue du bien. « Quand la loi et la déontologie sont inopérantes, 114 Diomansi Bombote c’est l’éthique qui constitue l’ultime recours à partir duquel le choix se fait » constate un journaliste africain. Le journalisme, de plus en plus, est en profonde mutation du fait de son développement, notamment à cause des nouvelles techniques de communication, en particulier l’Internet. Du coup, c’est le métier même de journaliste qui se transforme, les « cyberjournalistes » ayant à leur disposition d’énormes possibilités pour informer plus et plus rapidement, avec toutefois le risque de soulever de graves problèmes déontologiques. En fait, si on veut vraiment se regarder en face sans complaisance, quelle image apercevons-nous de nous-même ? Ne sommes-nous pas souvent trop sûrs de nos certitudes, de nos droits ? De nos raisons ? N’avons-nous pas la tentation, la propension, la vanité de négliger nos obligations, nos exigences ? Dans ces conditions, la complexité de la nature humaine, ses calculs, ses ambitions, expose le journaliste à la relativité, à l’imperfection, à une certaine situation de fragilité qui, forcément, engendre des ambiguïtés lesquelles, à leur tout, portent préjudice à l’information offerte à son public. L’éthique et son corollaire, l’ensemble des dispositions pragmatiques nécessaires à son expression sous la forme de la déontologie, sont destinés à éclairer le sens de la responsabilité du journaliste dans le traitement de l’information. Le comportement à adopter est naturellement lié au contexte sociologique dans lequel le journaliste exerce son activité. Ce contexte, en Afrique, est marqué par plusieurs facteurs au nombre desquels le plus important reste la culture démocratique. Si tous les journalistes du monde entier sont soumis aux mêmes principes de base, aux mêmes techniques de traitement de l’information, il n’en demeure pas moins que le niveau dévolution culturelle, en termes de démocratie, détermine grandement l’attitude du journaliste face à son public. En Afrique les frictions entre le journaliste et son audience sont à l’aune de cette évolution démocratique. Les règles du « jeu » ne sont pas comprises de la même façon de part et d’autre. Le niveau de formation professionnelle souvent insuffisant des praticiens de l’information, le mode de vie « communaucratique » où les liens sociaux sont extensibles à l’infini, expliquent souvent les rapports conflictuels. Au cours des dix dernières années en Afrique de l’ouest (une vingtaine de pays), on a enregistré plus de 200 procès aux motifs divers : atteintes à la Synthese de Bombote 115 dignité, non respect de la personne humaine, diffamation, etc. Dans la majorité des cas, ces procès sont le fait de responsables politiques frileux et la dépénalisation des délits de presse constitue aujourd’hui un motif majeur de mobilisation des journalistes africains. Le souci de coller à une déontologie plus conforme à l’éthique et à la morale du journaliste fait ressentir de plus dans la plupart des pays africains la nécessité de mettre en place des mécanismes d’autorégulation. Les organisations professionnelles internationales comme la Fédération internationale des journalistes, ont beaucoup contribué à la mise en place de tels instruments. Il s’agit en quelque sorte de cadres moraux destinés à relever les manquements aux règles morales de la profession. Leur fonctionnement est parfois sujet à caution parce que les décisions prononcées ne sont pas toujours du goût des coupables. A côté de dispositions d’autorégulation d’autres dispositions réglementaires et légales pour harmoniser et sécuriser les conditions d’exercice de la profession de journaliste sont de plus en plus initiées par les administrations publiques africaines. Pour s’épanouir pleinement les médias ont besoin d’un environnement mur marqué par une culture démocratique conséquente. Cela implique des citoyens avertis et conscients de leurs obligations et de leurs droits civiques. L’idéal serait donc que les consommateurs des produits médiatiques soient conscients de la nécessité se s’organiser, individuellement, mais aussi collectivement pour faire pendant à la toute puissance des médias. De la sorte ils pourront contribuer à promouvoir leur droit à une information honnête, véridique et complète. 116 Diomansi Bombote İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 117-134 Sunum - Makale İletişim etiği ve enformasyon: küresel dünyanın vatandaşları kendileri için düşünüyorlar 1 Robert Beckett The Institute of Communication Ethics, U.K. Postgraduate research, Radbaud University at Nijmegen, Netherlands. Özet: Enformasyon teknolojisi, değişimi, insanlar tarafından daha önce hiç oluşturulmamış bir ölçekte küreselleştirmekte ve yerelleştirmektedir. Enformasyonun insanlar ve kurumlar üzerindeki etkisi, psikolojik ve sosyal istikrarın derin ve istikrarsız temel veçheleridir. Bu istikrarsızlıkla ilişkili olan ve sınırlı kaynakları ele geçirmek amacıyla hiç durmaksızın devam eden rekabet olgusu üzerine kurulu ekonomik sistemimiz ise, küresel sürdürülebilirlik endişelerinin gündeme getirdiği bir meydan okumayla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu gelişmelere karşı verilmesi gereken cevap ise, hem ahlâki hem de enformasyonel gerçekliğin açık bir biçimde sergilenmesini sağlayan ve insanların, başlamış olan değişim sürecine katılmalarını mümkün kılan iletişim etiği disiplininin içinde yatmaktadır. İletişim Etiği Enstitüsü tarafından desteklenen ve türünün tek örneği niteliğini taşıyan bir enformasyonel sistem, enformasyon karmaşasını dile getirmek için elverişli bir araç sunmaktadır. Anahtar Kelimeler: Enformasyon, iletişim, etik, karar, sistemler Enformasyon-İletişim Teknolojisi (EİT), insan davranışlarını ve bilebilme potansiyelini (knowledgebility) farklılaştırmaktadır. Oluşum halindeki bu yeni bilgi paradigmasına gerekli karşılığı verebilmek içinse, hem konuşmacı, hem de dinleyiciler tarafından eşit bir biçimde paylaşılan farklı yeteneklere, anlayışlara ve yöntemlere gereksinim duyulmaktadır. Yeni iletişim etiği 1 Çev. Arş. Gör. A. Ersoy Kontacı, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı 118 Robert Beckett disiplini, aracılanmış gerçeklik olgusunun yeni dinamik koşullarını da dikkate almak suretiyle, bireysel/kolektif karar alma süreçlerinde kullanılabilecek eleştirel bir pusula işlevini görme imkânını sunmaktadır. Bugüne kadar kabul görmüş enformasyon üretim/değerlendirme tekniklerini ve iletişim etiği prensipleriyle desteklenen medya ve grafik tekniklerini kullanmak suretiyle, ahlâk temelli insanî iletişim becerilerini güçlendirmek ve bunların bir an önce teknolojik sistemlerle yakınlaşmasını sağlamak mümkün görünmektedir. Dolayısıyla iletişim etiği; “enformasyon çağında bireysel ve kolektif enformasyon oluşturma pratikleri açısından anahtar bir disiplin” haline gelmektedir. 1. EIT Tarafından Yönlendirilen Değişim Bireysel refahı anlamaya yönelik sosyal-ahlâk bir sorgulama, enformasyon çağı açısından potansiyel olarak faydalı bir görünüm arz etmektedir. Bu sorgulama, teknolojinin hem olumlu hem de olumsuz anlamda sahip olduğu imkânları doğal bir veri olarak kabul eden, enformasyonel değişimin altında yatan varsayımlara, ön koşullara ve ahlâk anlayışına karşı bir meydan okumayı ve özellikle de, insanların sistematik manüplasyon (Habermas 1989, Lyotard 1979, Innis 1972) biçimlerine karşı korunmasını öneren söylemler üreten bir sorgulama olacaktır. McLuhan’s (1964) “ortalama” ile olan ilgisi, iletişimsel/enformasyonel sorunu eleştirel bir biçimde amaçlara (mesajlara) yönelik bir sorun olmaktan çıkarıp, araçlara (medyaya) yönelik bir sorun haline dönüştürmekte ve bu süreçte insanların aracılık işlevinin “enformasyonel her yerdeliği”nin bozucu etkilerini ortaya çıkarmaktadır. Eğer, bilim insanlarının ve teknoloji uzmanlarının da gittikçe daha çok hak verdiği üzere, statik bir evren (universe) yerine enerjik bir çoklu evrenler dizisinde (multiverse) yaşıyorsak; yaklaşmakta olan enformasyon çağında insan aklına ve bilgi üretimine yönelik imaların derin ve sürekli bir görünüm arz etmeye devam edeceğinden kuşku yoktur (Kaku 1996, Boisot 1996). Örneğin, mülkiyetin, her an yeniden üretilebilir, transfer edilebilir ve potansiyel olarak geniş ölçüde refah yaratabilir veya bunu azaltabilir nitelikteki enformasyonun içine yerleştiği bir durumda; dijital enformasyon konumuna indirgenmiş olan paranın nasıl olup da bir iktidar aracı olarak kullanıldığına ve birbiriyle bağlantılı küresel topluluklara hizmet ettiğine ilişkin genel ahlakî soruların yöneltilmesi, pekâlâ mümkündür. Enformasyonel dünyada ciddi bir biçimde modası geçmiş hale gelen Küresel Dünyanın Vatandaşları 119 davranışların, rekabetçi, korumacı ve saldırgan bir ticarileştirmenin ve piyasalaştırmanın geleneksel pratikleri tarafından cesaretlendirilmeye devam edilmesi halinde; bu durum, tüketim çağından enformasyon çağına geçişi potansiyel olarak yavaşlatacaktır. Endüstri sonrası toplumlarda enformasyonalizm, giderek artan sayıda enformasyon ile alternatif medya ve mesaj iletim imkânlarının hızlı bir biçimde üremesiyle tanımlanmaktadır (Castells, 1996). Enformasyonel değişim, kendisini, insanların anılan bu fazlalaşmaya verdikleri tepkilerde, belirsizlikten kaynaklanan bazı gerilimlerde ve bireyler, topluluklar ve hatta Mcluhan’ın ülkesizleştirilmiş ve mekansızlaştırılmış global köyünün tüm bölgelerinde ortaya çıkan istikrarsızlıklarda hissettirmektedir (Zengotita 2005). Foucault, söylemsel gerçek üzerine kurduğu, akılcılığın insancıl nedensellik varsayımlarının üstesinden gelen dilin ve söylemin analizin merkezi olduğunu kabul ettiği ciddi bir analizi kullanarak, insan düşüncesi ile eyleminin geçici ve süreksiz doğasına göndermeler yapmak suretiyle, bu gerilimi birbiriyle bağıntılı olan psikolojik ve metodolojik anlamda bir post modern zorluk olarak sunmaktadır (Foucault 1969, Shotter 2002). Sosyal bilimlerdeki bu “dile dönüş,” söylemsel (discursive) nitelikteki ve dil tarafından aracılık edilen bu yeni bilginin, insanın psikolojik ve toplumsal koşullarına, insanî bilim ve teknoloji gelenekleri tarafından üretilen ve değişmeyen biçimler halinde sunulan kesinliklere nazaran çok daha yatkın olduğunu teslim etmek suretiyle, kesinliğin çöküşüne tekabül etmektedir (Wittgenstein 1968, Austin 1962, Popper 1968). Lyotard’a göre (1979) tarihsel hilekârlıklardan arındırılmış bir bilgi edinme ve değerlendirme süreci, görmezden gelinmesi mümkün olmayan bir ahlâki ödevdir; böyle bir eylemin en temel amacı, ahlakîdir, “Bilgi, artık bir özne değildir, öznenin hizmetindedir: (tüyler ürpertici olmasına rağmen) tek meşruiyet kaynağı, ahlâkın gerçeklik haline gelmesine imkân tanımasıdır” (s. 36). Enformasyon çağında anlam aramak için, anlamı ahlâki sınırlar içinde aramalıyız; aksi takdirde, makine benzeri bir düşünme biçiminin nihilistik bilimselliği içinde, insaniyetin alçalıp bozulmasına tanıklık etmek zorunda kalmamız kaçınılmaz olacaktır (Ellul 1964, Huxley 1934). Lyotard’ın “büyük anlatılarının” artık hâkim konumda olmadığı ve “her şeyin tehlikeli olduğu” bir noktada (s. 343), Foucault (1984) enformasyonel dünyayı tartışmaya açmaktadır. Bireysel tartışmalı gerçekliği vurgulamak suretiyle enformasyonalizmin etkisi üzerine yeni bir yöntemsel sorgulama önerisini dile getiren Foucault, kendilerini etik 120 Robert Beckett kavramlarla “arkeolojistler” olarak çerçevelendiren bilgi araştırmacılarını ve sorgulayıcıları söylemin içine yeniden yerleştirmektedir (Foucault 1969, Rainbow 1994). Konuyla ilgili bir argümanında Foucault (1988), post modern aklın psikolojisini “eğer post modern soyağacı tümüyle kendi bilgisini dikkate alıyorsa; o zaman, bilinen bu ‘kendilik’, tekil, birleşik bir tamlık ve bir bütünlük olmaktan ziyade; karmaşık, yaygın, serkeş ve kırılgan bir hal almaktadır” sözleriyle tanımlamaktadır (s. 36 -7). Foucault ve post yapısalcı eleştirinin gözünde, insan potansiyelinin giderek artan bir biçimde farkına varılması; insanların, geleneksel akıl anlatılarında genellikle küçümsenen yollarla ilham bulduklarını ve faaliyete geçtiklerini ortaya koyarak, insani duyguları, hisleri ve insanın sosyal güdülerini yeniden aktif hale getirmektedir. Foucault (1973) söylemden (discourse) arındırılmış bir insan potansiyelini şu sınırlar çerçevesinde tanımlamaktadır: “akılların tek bir ve aynı etkileşimi sonucunda, bilginin alanı haline gelmesi gereken ve bilimin bir nesnesi olamayacak olan bir varlık” (s. 336-7). Habermas, bireyi bir “homme”, insanı da bir “citoyen” olmaktan öte, bir “etik varlık” şeklinde tanımlamak suretiyle, bu yorumu post modern ahlâk alanından doğrulamaktadır (s. 128). Etik kapsamında yer alan sosyal sözleşme teorisinden hareketle düşünce geliştirenler için Liberal felsefe, devleti, insanlara, karşılıklı eşit sorumluluklarını belirlemelerine yarayan ve kazuist bir içtihat hukuku çerçevesinde, büyük zorlukların ardından rafine hale getirilebilen bir takım haklar bahşeden bir yapı olarak tanımlamaktadır. Bunun karşı kutbunda ise post yapısal eleştiri, usulî ve hukukî indirgemeciliği merkezden eden bir karşı-söylemi dile getirmektedir. Bu konuda Habermas’la aynı görüşleri paylaşan İngiliz Filozof Mary Warnock (1998), hukukî hakların, diğer tüm haklar gibi, daha derin bir şeyler üzerine temellendirildiğini ifade etmektedir: “eğer haklar yasal olmaktan ziyade ahlakî iseler ve onları bahşeden yasa bir ahlakî yasa ise, haklar söylemini kullanma gerekliliği ortadan kalkıyor gibi görünmektedir… Bu, hiçbir hukukî vurgu olmaksızın, ahlak söyleminin kendisinin devreye sokulması demektir” (s. 63). Öyleyse enformasyonel görev, insanların hangi durumlarda yeni enformasyonel gerçekliklerden yararlanabildiklerini ve hangi durumlarda geleneksel düşünce ve aracılık kapılarının ahlâki neticeleri sınırlamak amacıyla söz konusu bilgi akışını kestiklerini ve bu tarz etkilerin nasıl olup da ortadan kaldırılabileceğini ortaya çıkarmak olarak belirginleşmektedir. Küresel Dünyanın Vatandaşları 121 1.1 Yeni Medya ve “Yeni” Enformasyon Einsteinci relatiflik ışığında insan bilgisinin yeniden tanımlanışı, zamanın kritik bir bilimsel değişken olarak ortaya çıkışı ve maddenin enerji olarak yeniden tanımlanışı, doğa bilimlerinde ve sosyal bilimlerde kabul gören pek çok varsayımın sorgulanmasına yol açmıştır. Hem insan hem de madde bilimleri artık “statik – madde” diyalektiğinin, görece, dönüşlü ve otoriter anlaşmalara karşı potansiyel olarak çok daha dayanıklı bir sosyal alan olan “dinamik – enerji” diyalizi ile yer değiştirdiğini kabul etmektedir (Boisot 1995, Baudrillard 1981). İletişim araştırmaları açısından, hem insani hem de teknik nodüllere vücut veren bu yer değiştirme, “maddi değerler” üzerine odaklanarak analog prensipler kullanan arayışları bir tarafa bırakmakta ve bunların yerine diyalektik prensipleri, başka bir ifadeyle “enformasyonel değerleri” koymaktadır (Masuda 1981). Baudrillard’a göre (1981): “Sorgulama altında olan şey; tüm geleneksel nedensellikler dünyasıdır: perspektivist determinist tarz, aktif, eleştirel tarz ve analitik tarz – başka bir ifadeyle; neden ve sonuç arasındaki, aktif ve pasif arasındaki, özne ve nesne arasındaki, amaç ve araçlar arasındaki ayrımlar… gerçeğin ve bir yok oluş noktası olarak anlamın ufku ile birlikte.” (s. 30) Castells (1996) yeni iletişim teknolojilerinin zaman algımızı değiştirdiği ve endüstri sonrası gerçeklik hakkındaki en bilinen kesinliklere karşı bir meydan okumayı gündeme getirdiği kanısını paylaşmaktadır. “Zaman, yeni iletişim sistemi içinde silinmektedir… Akışkanlıklar uzayı ve zamansız zaman, yeni bir kültürün maddi temelleridir… gerçek sanallık kültürünün” (s. 375). Dördüncü ve Beşinci boyut bilimsel devrimler (Kaku 1994, Buckminster Fuller 1975), salt birer bilimsel devrim olmanın çok daha ötesinde anlamlara sahiptir; bunlar, yansımalarını teknolojide bulan ve karşılığında, bilginin taşıdığı görecelik, dönüşlülük ve dinamik eleştirel pazarlık sürecinin sonucu olma özelliklerini bir kez daha vurgulamak suretiyle, dile özgü değerler üzerine inşa edilen bilişsel devrimleri başlatan toplumsal devrimlerdir. Baudrillard da (1981), yeni enformasyonel-bilim paradigmasının içine yerleşmiş değişimden emin görünmektedir: ‘Komut, sinyal, tepki, mesaj’: tüm bunlar, “şey”leri bizim için anlaşılabilir kılmaya teşebbüs etmektedirler, fakat belki kıyas yoluyla, bir vektörün yazı vasıtasıyla yeniden kopyalanması yoluyla veya hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir boyutun çözümlenmesi yoluyla – aslında bu andan itibaren, gerçek manada bir ‘boyut’ bile yoktur karşımızda, veya belki de bu (Einstinci 122 Robert Beckett relativism kuramında uzayın ve zamanın farklı kutuplarını yutan boyut olarak tarif edilen) dördüncü boyuttur” (s.31). Kırık ve parçalı post modern söylemlerde değerler, dinamik dilbilimsel değerlerin içine yerleştirilmiş durumdadırlar ve ahlâki değerlerin, güvene, sırdaşlığa, bütünlüğe ve sorumluluğa yönelik enformasyonel gereksinimler ile yeniden ilişkilendirilmek suretiyle yeni anlamlar yüklendiği insan birliklerinin bağlantılarını tanımlamak ve tarif etmek için kullanılabilirler. Veya Bauman’ın da (1993) belirttiği üzere: “İnsan aklının sınırlarıyla ölçülen uzaysal mesafelerin ortadan kaldırılması (…) ahlâki sorumluluğun sınırları tarafından ölçümlenen ahlâki sınırların ortadan kaldırılmasıyla denkleştirilmiş değildir; fakat böyle bir denkleştirmeye ihtiyaç bulunmaktadır. Öyleyse sorun, bütün bunların ne şekilde başarılabileceğidir, tabi eğer başarılabilecekse ?” (s. 219) İnsan ortaklıklarının, örneğin bir coğrafi yakınlık dolayısıyla değil, ama çıkar gruplarının parçası olma şeklinde belirlendiği ve giderek artan bir oranda görsel hale gelen bir dünyada, adalet/adaletsizlik ve hakkaniyet/önyargı gibi usulî diyalektikler, soysal alanda sezilen normatif gerilimler ile sürekli meydan okumalar ve sınavlarla karşı karşıya bulunan enformasyon-iletişim değerlerini tanımlamaktadır. Geleneksel kurumlar tarafından sunulan ve kusursuz olduğu düşünülen çözümler ile ve Batı rasyonalizminin şimdilerde açığa çıkarılan kendini beğenmişliğinin ardından, küresel insanlık, pek çok zorlu soruna küresel/yerel çözümler üretebilmek için yeni araçlara gereksinim duymaktadır. Psikolojik ve bilimsel olarak konuşmak gerekirse, küresel enformasyon çağında, eşit ölçülerde kesinlik ve ihtimam yaratabilmek amacıyla, bilgi oluşturmak ve değiş tokuş etmek için hem katılımcılara hem de katılımcı olmayanlara güvenilir araçlar sunacak yeni düşünme biçimlerine gereksinim duyulmaktadır. İşte bu gereksinimdir ki; yeni bir iletişimsel-enformasyonel etik önerisine biçilen yeni rolün altında yatan hayati teorik arka plânı oluşturmaktadır. 1.2 İnsanlar Üzerindeki Etkiler Yeniden ayarlanmış ve aracılanmış bir kamusal alanda, küresel adalet hususu özellikle vurgulanmaktadır. Yeni ve oldukça etkili sürdürülebilirlik söylemi, konuya yeni entegre olmaya başlayan toplumsal, çevresel ve ekonomik bilimler tarafından en üst düzeyde yüklenmiş enformasyon bilgisinin doğumunu saptamaktadır (Elkington 1997). Küresel çaptaki insan Küresel Dünyanın Vatandaşları 123 etkinliklerinin üzerine yapılan hesaplar, çok da uzak olmayan bir gelecekte, insan ırkının kendisinden bile büyük bir uygarlık krizinin kapımızı çalmak üzere olduğunu savlamaktadır (Monbiot 2003, Suzuki and Dressel 1999). Önceden kâğıt hızında yayılmakta olan bilginin rolü, şimdi ışık hızlarında seyreden dünya çağında bilgi nodülü ağlarına eklemlenmiş bulunmaktadır. Bilgi akışları, insan eyleminin enformasyon alanları boyunca uzanan, iletilen komutlara anında cevap veren ve görünüşte, sürdürülebilir kalkınma koşullarına uygun olarak insanlığın ve eko sistemin devamını sağlamayı amaçlayan bilgisayar sistemleri içine yerleşmiş durumdadır. Enformasyon çağı hassasiyetlerinin endüstri çağının hegemonyasını yakalayıp yakalayamayacağı yönündeki sorular varlığını sürdüredursun; Castells (1996), sürdürülebilirlik meselesi açısından liderlik kurumunun önemine dikkat çekmektedir: “Bir yanda sayıca az bazı ülkelerde ve şehirlerde kümelenmiş, göreceli olarak küçük, eğitimli ve varlıklı seçkinler (…) siyasî katılım ve enformasyon gibi sıra dışı araçlara sahip bir biçimde gerçek manada vatandaşlık sıfatını taşırlarken; diğer yanda dünyanın ve söz konusu ülkelerin eğitimsiz ve geleceği karartılmış kitleleri, aynı Klasik Yunan’da demokrasinin doğuş dönemlerindeki köleler ve barbarlar gibi yeni demokratik çekirdekten dışlanmış olarak yaşamaya mahkûm edilmektedirler.” Sosyal adalet, yalnızca en güçlü olanların hayatta kalmasıyla (bugünün sosyal sistemlerinde halen tesiri olan bir yaklaşım) gerçekleşmiş olmaz. Prigogine’nin eş-evrim prensibi gibi bir takım alternatif doğal seleksiyon yöntemlerinin varlığına rağmen, sosyal adalet, hâlihazırda risk altında bulunan geniş ve yoksun bırakılmış halk yığınlarının kendi kaderlerini belirleyebilmelerini icap ettirmektedir. Küresel nüfusun beşte üçü (ki bu rakamsal bölünme, aynı zamanda bir sosyal bölünmeye de tekabül etmektedir), halen küresel ekonomik sistemden büyük ölçüde dışlanmış haldedir ve rekabetçi - bencil davranışların dünyanın devamı için arz ettiği büyük tehlikeye karşın ekonomik sistemin hâkim prensibi olarak kalmaya devam eden kaynak rekabetinin neden olduğu yakın tehlikeye maruz bulunmaktadırlar. 21 yüzyılın içinde yol alındıkça ve gelişmekte olan ülkeler büyümeye devam ettikçe, onlar da “birinci sınıftaki yolcularla” aynı hizmeti görmeyi, aynı ölçüde tüketim yapabilmeyi talep edeceklerdir ve bu da, dünyadaki kaynakların ve bilimsel topluluğun karşılayamayacağı bir talep olacaktır. Bu bağlamda, İklim Değişikliği konusunda toplanan 124 Robert Beckett Hükümetlerarası Panel, krizin kapımızı çalmak üzere olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: “Aşağıda imzası bulunan bizler, dünya bilimsel topluluğunun kıdemli üyeleri, tüm insanlığı yaklaşmakta olan tehlike hakkında uyarıyoruz. Eğer muazzam bir insani sefaletten sakınmak ve yaşadığımız gezegen üzerinde bulunan küresel evimizin geri dönüşü imkânsız bir biçimde tahrip edilmesinin önüne geçmek istiyorsak, Dünya’yı ve üzerindeki yaşamı yönlendirme biçimimizde büyük bir değişikliğe gitmemiz kaçınılmazdır (Kasım 1992).” Türlerin devamının sağlanması için yapılması gereken büyük sistem değişikliklerinin, çeşitli bölünmüşlüklerin ve çözülmesi olanaksız gibi görünen maddi sorunların pençesinde kıvranan bir dünyada ve Birinci-Dünya olarak anılan ülkelerin iki milyarlık nüfusu için bile karşılanması olanaksız derecede pahalı bir ekonomik tüketim modeliyle gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği sorusu, bulunması çok güç bir seri cevaba gereksinim duyan bir sorudur. Acaba yönetim hakkı, kendi varlıklarının devamı üzerinde karar alabilmelerini sağlamak amacıyla, en küçük topluluklara dâhi tanınacak mıdır? Acaba ulus-devletler, kontrol edilmemesi halinde, öyle demokratik prensipler için falan değil; ama su, toprak ve yiyecek için yaşanması kaçınılmaz olan binlerce savaşı engellemek üzere, kendi çıkarları üzerindeki boğucu hâkimiyetlerini azaltabilecekler midir? Acaba zengin ve ayrıcalıklı Birinci-Dünya, varlıkları Birinci-Dünya’daki aşırı tüketim ve kirlilik nedeniyle ve yine buradan kaynaklanan yok olma tehlikesi tarafından tehdit edilen milyarlarca insana makul bir denge sağlayabilmek amacıyla, kendi tüketimini azaltabilecek midir? Enformasyon ve iletişim, milyarlarca dünya vatandaşını dünyadaki yaşamı sürdürmek için gerekli olan kaynaklar üzerinde birbirine bağlamak için bulunabilecek tüm çözümlerin merkezinde yatmaktadır. Bunun sonucu olarak da enformasyon bütünlüğü, bireysel yarar ve genel yararın 7 gün 24 saat üzerinden gerçek zamanlı olarak pazarlık konusu edildiği bir ortamda, hem bilimsel hem de genel algılama için bir gerilim noktası teşkil etmektedir. Küresel Dünyanın Vatandaşları 125 1.3 İletişim Etiği Sosyal bilimlerin insanlığın refahı ile ilgili mülahazaları üzerinde temellendirilmiş bir teorik/pratik perspektif olan iletişim etiği, daha dinamik hale gelmiş bir enformasyon ortamında bireysel ve toplu karar alma süreçlerinde kullanılabilecek bir ahlaki pusula işlevi görmeyi önermektedir (Christinas 1997, Mackau ve Arnett 1997). Bu disiplin, insanî mülahazalara ve toplumsal aktörler arasında gerçekleşen iletişimsel ilişkilere öncelik atfetmekte ve adalet/hakkaniyet, ihtimam/ilgi, iyi/kötü ve erdem/ödev gibi “gerilimli konular” ile ilgilenmektedir. Christinas’a göre (1997) böyle bir yaklaşım, tartışmayı, evrensel akla ayrıcalıklı erişim noktasından, insan ilişkileri üzerine kurulan yorumsamayı (hermeneutic) bir ödev noktasına taşımaktadır. Eğer yorumsamacı alan dile ait ise ve dil de topluluğun matrisi ise; o zaman insan bağları mantık veya eylem içinde değil, ama “hermenia” içinde ortak anlamları keşfetme yoluyla inşa edilmektedir (s. 11). İnsan iletişiminin karakteri, insanların sahip olduğu konuşma yetisinin çok ötesine geçer ve yazılı, basılı, elektronik ve dijital seri üretim (ICE 2005) aşamalarına yükselirken karşımıza çıkan soru; insanî değerlerin, bütün bu yükselen teknolojik âlemler tarafından gündeme getirilen tehditlerden koruması bağlamında, insanlık âlemini ne şekilde ayrıcalıklı ve dokunulmaz kılacağımız sorusu olmaktadır (Gilligan 1982, Edgar 1997). Bu bağlamda, bilgi ve enformasyon kaynakları arasındaki farklılaşma, ana görevi olan topluluklar oluşturma ve bunların devamını sağlama ödevine odaklanmayı engelleyerek, toplulukları istikrarsızlaştıran ve anlamın ufalanmasına yol açan sistematik bilgi pratiklerine karşı çıkmaktadır. Her bir medya; internet ortamının, teşhir edici içerikleriyle web günlüklerinin, çok sık rastlanan kimlik hırsızlığı olgusunun, CCTV’nin veya elektronik oylamalar gibi normatif yeniden üretim süreçlerinin içine gömülü sorular tarafından açığa çıkarılan kendi ahlâki anlam/alanlarına sahip bulunmaktadır (Bynum ve Rogerson 2005). İletişim etiği açısından karar alma noktasındaki karmaşa, bilgisayar/televizyon/radyo/basın/telefon (ICE 2003) tarafından, insan aklını karıştıran ve sosyal sözleşmenin var ettiği istikrarı bozan bir süreçte tetiklenerek enformasyonun ortaya çıkışını geometrik sıçramalar şeklinde dramatik oranlarda hızlandıran 7/24’lük dinamik bir enformasyon ortamının bulunduğu çoklu bir yakınsak/ıraksak medyasfer içinde fark edilebilmektedir. Hala modern-öncesi dönemden kalma varsayımlar üzerine inşa edilmiş 126 Robert Beckett epistemolojik ve teorik modellerden çıkarsanan ahlâki bir söyleme inanmaya devam eden iletişim toplulukları bize, sosyal normları –muhtemelen, seçmiş oldukları nesnelerle aynı düzeye indirgeme amacını güden dikkatli bir çabanın ardından– yeniden üreten kurumların ve medyanın sıklıkla öne çıkardığı taleplere rağmen, enformasyonel bilimler ve ilişkili bilgi alanları için mutlak bir “gözden geçirilmiş ahlâk” ihtiyacın ortaya çıkmış olduğunu göstermektedir. Bu durum, çeşitlilik ve aykırı görüşler problemlerinin açığa çıkarılması ve dışlanmış grupların enformasyon ve bilgi üretimine geniş bir meşruiyet sağlayan mekanizmaların içine sürekli bir biçimde dâhil edilmeleri ve buraya kabullerinin sağlanması için gerekli olan usulleri hayata geçirecek bir iletişim etiğine duyulan ihtiyacı gözler önüne sermektedir. Jürgen Habermas ve Karl Otto Apel, bu disiplin için anahtar niteliği taşıyan bir temel olarak kabul edilen bir akademik diyalogu geliştirmiş olmalarına karşın, uygulamalı bir disiplin olarak iletişim etiği, sosyal bilimlerin (dilbilim, psikoloji, felsefe, sosyoloji, antropoloji (ICE 2002) yöntem ve teorilerinden yararlanmaya devam etmektedir (McCarthy 1996). Sözü edilen bu diyalog, Apel’in, antropolojik bir topluluktaki tüm insanları, iletişime yönelik insanî yeti aracılığıyla birbirlerine bağlayarak konumlandırdığı “iletişim topluluğu” anlayışını ortaya atmaktadır (Apel 1972). İletişim topluluğu, düşük bir temsil profiline sahip olan ve hatta bazı durumlarda varlıkları bile inkar edilen ve iletişim hakları, bir kez daha dışlanmaları ihtimali bulunan “insan yapımı” hukuk kurallarından değil, ama toplulukla olan ahlâki ilişkilerinden çıkarsanan grupların (ırk/din/etnik/bedensel engel ICE 2003) unutulmuş seslerini ve değerlerini içermektedir (Warnock op.cit.). Habermas’ın geniş kabul gören “söylem etiği”, Shotter’in ikinci bilişsel devrim olarak adlandırdığı (Shotter 2002) bu topluluk içinde yaşanan bir toplu “dile dönüşü” resmetmektedir. Bu, ortak ahlâk üzerine inşa edilen iletişim pratiği ile; herkesin kullanabileceği, derlenip toparlanmış etik değerlendirmeler için gereken temelleri sağlamaktadır. İletişimin geniş bir yorumu, ki Bateson Grubu tarafından yapılan bir tanımdır bu: “yalnızca konuşma değil, tüm davranışlar iletişimdir ve iletişim – kişilik dışı bir biçime bürünen iletişimsel davranışlar bile – davranışları etkiler” yaklaşımını gündeme getirmektedir (Watzlawick vd. s. 22). Bu yorum, insan ahlâkının –bir davranış veçhesi olarak– tüm insanlık kültürüne, gelenek ve adetlerine içkin olduğunu açığa çıkarmaktadır (Hinduizm, Konfüçyüs Dini, Taoculuk, Budizm, Hıristiyanlık, İslâm ICE 2004). Tüm bu Küresel Dünyanın Vatandaşları 127 dinler, zaman zaman rekabet haline olan farklı yorum biçimlerine rağmen, insan ahlâkı üzerine yapılacak çalışmaların merkezini temsil etmektedirler (Russell 1926). Burada “denetlenmiş ahlâk” olarak kullanılan etik (ICE 2001), Kant’ın “ahlâkın metafiziği” hakkındaki tanımına denk düşmektedir. Bununla birlikte, post modern enformasyonalizmle uyum içinde kalan etik, “şeref duygusu için şeref kuralları”ndan (Bourdieu 1977:12) bir adım uzaklaşmayı önermektedir. Rabinow’a göre “tam da düşüncenin verili bir unsur olmayıp bir eylem olması ve deneyimle desteklenerek düşünce tarafından formüle edilen davranışların da etik davranışlar olması nedeniyledir ki”, enformasyonel deneyimin etik davranışların başlangıç noktasını temsil ettiği bu dünyada, etiğin açıklanması da dinamik bir nitelik arz etmektedir (Rabinow 1994:xxxv). Benzer şekilde, iletişimsel etiğin içinde yer alan dengenin detaylı bir incelemesini takiben, Benhabib de (1992) bu disiplini ahlâk temelli bir sosyal pazarlık süreci veya “bir ahlâki meşrulaştırma teorisi” olarak tanımlamaktadır (s. 73). Benhabib’in ortaya attığı iletişim etiği türünde de (1992), yazar, sosyal söylemin anlamlı yapıtaşlarını tanımlamak ve bunlar üzerinde pazarlık yapmak için gerekli olan bir ortak perspektife duyulan ihtiyacı vurgulamak suretiyle, Habermas’ın izinden gitmektedir: “Pratik söylemlerin, ahlaki tartışma alanını önceden teorik olarak tanımlamıyor oluşu ve insanların, akıl yürütme süreçlerine adım atarken günlük bağlılıklarından ve inançlarından soyutlanmak zorunda olmayışları nedeniyledir ki; pratik söylemler evreninde yalnızca adalete ilişkin sorunların değil ama insanların iyi yaşam düşlerine ilişkin konuların da yer almasını ve söyleme ilişkin ön varsayımlarımızın çeşitli meydan okumalarla karşılaşmasını engelleyemeyiz” (s. 74). Benhabib, Antik Yunan diyaloğunun çift boyutlarını, yine Yunanlılar’dan miras kalan ve Batı felsefesinin ortaya attığı temel sorularda ifadesini bulan tanınmış bir diyalektik (doğru ve iyi) içindeki bir ahlaki sorgulama ile bir arada resmetmektedir. [Plato, Devlet, VI. Kitap, Plato Sempozyum, (211c-d), Aristo, Eudemian Ethics, böl. 8 (1217b.25-34)]. Bilginin tartışmalı doğası, “doğru ve iyi”ye ilişkin etik sorularda görünür hale gelmekte ve aynı zamanda, iletişimsel analizin karmaşıklık katmanlarına içkin bulunmaktadır. Bu durum, bilginin prensiplerin üzerinde anlaşmaktan bile öncelikli bir konuma sahiptir – zira somut ahlâk, şu soruların içinde saklıdır: Sen kimsin? Benden ne istiyorsun? Beni ne şekilde incitebilirsin? Bu ayrım çerçevesinde, bilginin/enformasyonel sözleşmenin konumu, ahlak üzerine yapılan 128 Robert Beckett anlaşmaya göre ikinci plânda kalmaktadır. İkincil anlaşmazlıklar, enformasyon elde etme ve bunları işleme yönündeki eşsiz insanî yeteneklerle alâkalıdır. Bu durum, insan söylemlerinde/ilişkilerinde ve dilsel terimler, tanımlar ve kültürel kabuller arasındaki çözülemez “anlam boşluğu”nu, bir ölçüde de olsa açıklamaktadır (Wittgenstein 1968, Bakhtin 1981). Nietzche, “iktidar arzusu” ile “iyi ve kötünün ötesi”ni bir sosyal anlaşma için kilit aktörler olarak öne çıkarmak ve ahlak kurallarını, savunulabilir nitelikte olanı meşrulaştırma işlevine indirgemek suretiyle, ahlâki kategorinin sorgulanmasına yol açmıştır (Nietzsche 1973). Bu tez uyarınca bireysel öncelikler, ahlaktan yoksun, toplumdan soyutlanmış ve kendi bireysel çıkarını, hedeflediği rasyonel amaçlara ulaşabilmek için geçerli tek yol olarak kutsayan bir “Süpermen”in doğumuna yol açmaktadır. Diyalektik argümana sadık kalan Platonik ideal, etik kavramını “ilk felsefe” olarak konumlandırmakta ve “iyi”yi hayatın özü olarak algılamaktadır. Levinas (1999) ve Habermas (1996) ahlak değerlerinin gerçek birer biçimi olmasa bile, bunların antropolojik insan ilişkilerinin/dilinin ve dahası, hukuk, siyaset, din ve ticaret gibi toplumsal sözleşmelerin içinde gömülü olduklarını ortaya koyarak, kuşkucu argümanı dile getirmişlerdir (ICE 2002). Etik çalışmalarını topluca bir değerlendirecek olursak, tüm insan davranışlarının ahlâka ilişkin bir içeriğe sahip olduğu ortaya çıkmaktadır: giydiğimiz giysiler, yediğimiz yiyecekler, yaşadığımız yerler ve yaptığımız iş. Pratik olarak, her etiksel yargı için iki sorun kritik öneme sahiptir: a) bireyin ahlâksal sağlığının özgün koşullarının nasıl tanımlanacağı ve ayırt edileceği; yani “yorumsamacı görev” ve b) paylaşılan değerlerden birbirleriyle rekabet içindeki perspektif çokluğunun nasıl tercüme edileceği; başka bir ifadeyle “anlaşma görevi”. İletişim etiği, insanların kendi toplumsal ahlâki hayatlarıyla; oydaşma ihtilaf, işbirliği - rekabet, kişisel - toplumsal, idealist - yararcı ve/veya evrensel - göreceli taleple nasıl ilişkiler kurduğu ile ilgilenmektedir. İşte, herkes tarafından anlaşılmak ve birlikte çalışabilmek üzere, yukarıda anılan tüm bu analizleri ortaya koyan iletişim etiği, bir yandan problemlerin çözümüne ve anlaşmazlıkların giderilmesine şeffaf ve söylemsel bir yaklaşımın önünü açmakta; diğer yandan da bireysel başarının büyük toplumsal iyiliklerin bir kazanımı olduğunu (en azından, toplumdaki diğerlerinin zararına elde edilmemişse) vurgulamak suretiyle, ortak anlaşmanın erdeminin, çoğu zaman bireysel başarının zaaflarından ödün verilmek suretiyle ortaya çıktığını ortaya koymaktadır. Küresel Dünyanın Vatandaşları 129 1.4 Teorinin Konferans Konusuna Uygulanması Aşağıda görülen iletişimsel ilişkiler modeli (PMOGI/2001), İletişim Etiği Enstitüsü tarafından, iletişimsel ilişkilerdeki gerilim noktalarını açığa çıkarmak amacıyla kullanılmaktadır. Model, iletişimsel beceriler içinde bulunan insan ilişkilerindeki “değerlerin incelenmesini” (etik) mümkün kılmaktadır. Bakış açısı teorisini (MacKau & Arnett 1997) kullanmak suretiyle, anılan model, insan ilişkilerini, davranışlarını ve iletişimini, “bakış açım, görüş açımdır” kuralına uygun bir biçimde ve birbirleriyle olan pratikahlâki ilişkileri çerçevesinde konumlandırmaktadır. siyasî kişilerarası İletişimsel İlişkilerdeki medya Söylem Grup örgüt Şekil. PMOGI İletişimsel İlişkiler Modeli PMOGI modeli, farklı çıkarların, dillerin ve iktidarların insanların iletişim kurma yollarını nasıl etkilediğini saptamakta ve iletişim teorilerinin en başta gelen prensiplerinden birinin; “hiçbir iletişim, söz konusu iletişim meydana geldiği seviyede gerçekten tarif edilemez ve incelenemez” diyen prensibin (Wilden 1972, s. 113) doğrulamasını yapmaktadır. Modelden çıkarılabilecek ilk sonuç; modelin boyutlarından herhangi birinin harekete geçirilmesi halinde, insan iletişimlerinin, sistemdeki diğer gruplar tarafından ciddi bir biçimde kısıtlanabileceğidir. Model, bakış açıları arasındaki diyalektik gerilimlerin (25) muntazam bir serisini sergilemektedir Örneğin, organizasyon-medya bakış açısı, ancak medya-örgüt bakış açısını takiben anlaşılabilir; ilki örgütsel biçimlerin/konuların medya biçimleri/konuları üzerindeki hâkimiyetini, ikincisi ise, medya bağlantılarının örgütsel bağlantılar üzerinde hâkimiyetini vurgulamaktadır. Bu gerilimlerin üzerine inşa edilen ve medya-medya ile örgüt- örgüt bakış açılarında bulunan Robert Beckett 130 “çift kat diyalektik” ilişkiler ise, aynı değer içinde yer alan alternatif sistemler arasındaki (The Guardian ile The Daily Mail arasındaki veya The Cooperative Bank ile Goldman Sachs arasındaki) gerilimi yansıtmaktadır. Örgüt – Medya Medya – Örgüt Medya – Medya Örgüt – Örgüt Tüm PMOGI modeli, meselelerin bir anahtarını elde edebilmek için vurgulanabilecek olan bir standart tablo formülünde gösterilmiştir. Bu bağlamda, aşağıdaki örnekte medya - örgüt “iletişimsel ilişkileri” vurgulanmış bulunmaktadır. Siyasî Medya Örgüt Grup Kişilerarası Siyasî Siyasî Medya Siyasî Örgüt - siyasî Grup – Siyasî Kişilerarası Siyasî Siyasî Medya Medya Medya Örgüt Medya Örgüt – Medya Kişilerarası Medya Siyasî Örgüt Medya Örgüt Örgüt - Örgüt Grup Örgüt Kişilerarası Örgüt Siyasî – Grup Medya Grup Örgüt - Grup Grup – Grup Kişilerarası Grup Siyasî Kişilerarası Medya Kişilerarası Örgüt Kişilerarası Grup Kişilerarası Kişilerarası Kişilerarası Şekil. PMOGI diyalektiği (Medya – Örgüt İlişkileri vurgulanmaktadır) 1.5 Enformasyon ve İletişim Etiği Bu çalışma, değişen enformasyonel çoklu evren dizisi ile yeni bir iletişimsel “bilinç” arasında bir bağlantının var olduğunu iddia etmektedir. Paylaşılan bir insani ahlâk ve ortak iletişim pratikleri, küresel değişimin uçsuz bucaksız gerekliliklerine bir yanıt bulmak için kullanılabilir. Herkes tarafından eşit bir biçimde paylaşılan iletişim kurma yeteneğinin, sürdürülebilirlik çağındaki her bir bireyin, grubun, organizasyonun ve topluluğun hayatta kalabilirliğini mümkün olan en yüksek seviyeye çıkarmak Küresel Dünyanın Vatandaşları 131 amacıyla, eşitlikçi ve adil bir biçimde dizginlenme si gerekmektedir. PMOGI iletişimsel modeli, incelenebilir nitelikteki değerlerle donatılmış tüm medyanın ve örgütlerin, içinde yaşamayı öğrenmek zorunda olduğumuz enformasyon çağı ekolojisinin bir parçası olduğunu öne sürmektedir. KAYNAKÇA Apel, Karl-Otto. (1972 [1980]) The a priori of the communication community and the foundation of ethics; The problem of a rational foundation of ethics in the scientific age. In Towards a Transformation of Philosophy (Trans., G. Adley & D. Frisby p.p. 225-300) [The International Library of Phenomenology and Moral Sciences]. London: Routeledge & Kegan Paul. Austin, J. L. (1962), How to do Things with Words. Oxford. Oxford University Press. Barnes, J. (1997) (edit) The Complete Works of Aristotle. Vol.1 and Vol 2. Boston. Princeton University Press. Barney, D. ( 2004) The Network Society. Cambridge. Polity. Bakhtin, M.M,1981. The Dialogic Imagination. Edit. Emerson, C. & Holquist,M. Austin,. University of Texas Press Benhabib, S. 1992. Situating the Self: Gender, Community and Postmodernism in Contemporary Ethics. New York. Routledge. Buber, M. 1973. Between Man And Man. Trans. Gregor Smith, R. London. Collins. Baudrillard, J. (1983b) In the Shadow of the Silent Majorities… Or the End of the Social. New York. Semiotexte. Baudrillard J. (1981) For A Critique Of The Political Economy Of The Sign. (Trans) With An Introduction by C. Levin. St. Louis, Mo. Telos Press. Bauman, Z. (1993) Postmodern Ethics. Oxford. Blackwell. Benhabib,S. (1992) Situating the Self: Gender, Community and Postmodernism in Contemporary Ethics. New York Routledge. Boisot M. (1995) Information Space: A Framework for Learning in Organizations, Institutions and Culture. London. Routledge. Bourdieu, Pierre (1977). Outline of a Theory of Practice. Cambridge. Cambridge University Press. Buber, M. (1970) I and thou. Charles Scribner and Sons. New York. Buckminster-Fuller, R (1975) Synergetics: Explorations in the Geometry of Thinking. In Colaboration with E.J. Applewhite. Bynum T. W., Rogerson, S. (2004) Computer Ethics And Professional Responsibility. (eds.) Oxford. Blackwell Publishing. Bynum, T. W. Rogerson, S. (Eds) Global Information Ethics, special edition of Science and Engineering Ethics, Vol 2 No 2, 1996:135-162. Rogerson, S., Bynum, T.W., (1995) Cyberspace: The Ethical Frontier, The Times Higher Education Supplement, No 1179, 9 June, p iv. 132 Robert Beckett Castells, M. (1996) The Rise of the Network Society. Vol 1. Oxford. Blackwell. Castells, M. (1997) The Power of Identity. Vol. 2. Oxford. Blackwell. Christians, C and Traber, M (1997). Communication Ethics and Universal Values. London. Sage Publications. Cooper, J, M. 1997. Plato Complete Works. Indianapolis, Indiana. Hackett Publishing Edgar, S., L. (1997) Morality and Machines; perspectives in computer ethics. London, Jones and Barnett Publishers. Elkington, J. (1997) Cannibals With Forks: The Triple Bottom Line Of 21st Century Business. Oxford. Capstone. Ellul, J. (1964) The Technological Society. Translated by J. Wilkinson. New York: Vintage. Ellul, Jacques. (1965) Propaganda: The Formation of Men’s Attitudes. New York: Vintage Books-Random House. Evans C (1979) The Mighty Micro: The Impact of the Computer Revolution, Victor Gollancz Ltd, London. Foucault, M. (1994) Critique And Power: Recasting The Foucault/Habermas Debate. (Edit) M.Kelly. Cambridge, Mass: MIT Press. Foucault, M. (1988 [1965]) Madness And Civilization : A History Of Insanity In The Age Of Reason / (Trans.) Richard Howard. New York. Vintage Books. Foucault, M. (1975 [1973] The Birth Of The Clinic : An Archaeology Of Medical Perception. (trans) A. M. Sheridan Smith. New York. Vintage Books. Foucault, Michel (1970[1966]) The Order Of Things: An Archaeology of the Human Sciences. London. Tavistock Publications. Foucault, M (1969) The Archaeology of Knowledge. (trans) A. Sheridan. New York. Pantheon. Fukuyama, F. (1995).Trust, The Social Virtues and the Creation of Prosperity. London. Hamish Hamilton. Gadamer, H-G. (1993 [1975]) Truth and Method. 2nd Revised Edition. (trans) J. Weinsheimer and D. G. Marshall. London. Sheed and Ward. Gadamer, H-G. (1980) Dialogue and Dialectic. Trans. P. Christopher Smith. New Haven, London. Yale University Press. Gilligan, C. (1982) In A Different Voice : Psychological Theory And Women's Development. Cambridge, Mass. Harvard University Press. Habermas, Jürgen (1989 [62]) The Structural Transformation of the Public Sphere: A Inquiry Into A Category Of Bourgeois Society. (trans) Jurgen Burger and Frederick Lawrence. Cambridge. Polity Press. Habermas, J. 1976. Communication and the Evolution of Society. London. Heinemann. Habermas, J. 1984. The Theory of Communicative Action, Reasons and the Rationalization of Society. Vol. I. Trans. McCarthy, T. Cambridge. Polity. Küresel Dünyanın Vatandaşları 133 Habermas, J. 1987. The Theory of Communiactive Action, Lifeworld and System. A Critique of Functionalist Reason. Vol. II. Trans. McCarthy, T. Cambridge. Polity. Habermas, J. (1979) Communication and the Evolution of Society (trans. T. McCarthy), London: Heinemann. Habermas, J. (1996) inThe Cambridge Companion to Nietzsche ed. Bernd Magnus and Kathleen Higgins.Cambridge. Cambridge University Press, 403 pp Huang J and Fox M S (2004) Uncertainty in Knowledge Provenance. Proceedings of the 1st European Semantic Web Symposium, Heraklion, Greece, May 2004, Springer Lecture Notes in Computer Science. Huxley, A. (1932) Brave New World. London. Chatto & Windus. Innis, H. A. (1972) Empire and Communications. Toronto. University of Toronto Press. Kaku, M (1994) Hyperspace: A Scientific Odyssey Through Parallel Universes, Time Warps, And The Tenth Dimension / Illustrations By Robert O'Keefe. New York. Oxford University Press. Levinas, E. (1999) Alterity And Transcendence. (Trans.) Michael B. Smith. New York. Columbia University Press. Lyotard, Francois (1982[1979]) The Postmodern Condition: A Report on Knowledge. (trans) Geoff Bennington and Brian Massumi. Minneapolis. University of Minnesota Press. Makau, R. Arnett, C. (1997) Communication Ethics & Diversity. Illinois. University of Illinois Press. Masuda, Y. 1981. The Information Society as Post-Industrial Society. Washington, DC: World Future Society McCarthy, T. 1996. The Critical Theory of Jürgen Habermas. Boston. MIT Press. McLuhan, M. (1964) Understanding Media: The Extensions of Man. New York. Mentor. Monbiot, G. (2003) The Age Of Consent: A Manifesto For A New World Order. London. Flamingo. Moor, James, H. ‘What is Computer Ethics?’ Metaphilosophy 16, no. 4 (October 1985), 266-275 Mandke, V V and Nayar M K (2004) Beyond Quality: the Information Integrity Imperative, Total Quality Management and Business Excellence, Volume 15, Numbers 5-6 / July-August, pp 645–654. McRobb, S. and Rogerson, S. Are They Really Listening? An investigation into published online privacy policies, Information Technology and People, Volume 17, Number 4, pp442-461, 2004. Munford, Lewis. (1970) The Pentagon of Power. New York. Harcourt Brace Jovanovich. Nietzsche, F. (1973) Beyond Good And Evil : Prelude To A Philosophy Of The Future. Trans. With An Introduction And Commentary By R.J. Holling 134 Robert Beckett Harmondsworth. Penguin. Popper, Karl R. (1968[1935]) The Logic of Scientific Discovery. London. Hutchinson. Porat, M. U. 1977. The Information Economy: Definition and Measurement. Vol. Washington DC: US Department of Commerce/Office of Telecommunication. Nicolis, G., Prigogine I. (1977) Self-Organization In Nonequilibrium Systems : From Dissipative Structures To Order Through Fluctuation. New York.Wiley. Rabinow, P. (1994) Michel Foucault: Essential Works of Foucault 1954-84: Ethics Vol.1. London. Penguin Books. Shotter, J. (1993) Conversational Realities: constructing life through language. London. Sage. Suzuki, D., Dressel, H. (1999) From Naked Ape to Superspecies. Sydney. Allen & Unwin. Toffler A. (1970) Future Shock. New York: Bantam Books. Warnock, M. (1998) An Intelligent Person's Guide To Ethics. London. Duckworth. Watzlawick, P., Helmick Beavin, J., Jackson, D.D. (1967) Pragmatics Of Human Communication : A Study Of Interactional Patterns, Pathologies, And Paradoxes. New York. Norton. Wilden, A. (1972) System and Structure: Essays in Communication And Exchange. London. Tavistock. Wittgenstein, L. (1968) Philosophical Investigations. Oxford. Basil Blackwell Zengotita, T. (2005) Mediated: How the Media Shapes Your World and the Way You Live in It. London. Bloomsbury Web Siteleri World Scientists Warning to Humanity. November 1992. http://deoxy.org/ sciwarn.htm 9 accessed 10.10.2006. Nielsen J. (2003) Web guru fights info pollution, BBC News Online, October 13 at http://news.bbc.co.uk/2/hi/technology/3171376.stm on 24/10/2006 İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 135-150 Sunum - Makale Communication ethics & information: Global citizens thinking for themselves Robert Beckett The Institute of Communication Ethics, U.K. Postgraduate research, Radbaud University at Nijmegen, Netherlands. Abstract: Information-communication technology (ICT) is changing human behaviour and knowledgability. To successfully address a new knowledge paradigm, requires different capabilities, understanding and methods, equally for actors and audiences. A new discipline of communication ethics offers a critical/creative moral compass for individual/collective decision-making, taking into account new dynamic conditions for shared/mediated reality. Using accepted knowledge creation/evaluation techniques, media and graphic techniques underpinned with principles of communication ethics, it is possible to promote morally founded human communication skills and their immediate convergence with technological systems. Communication ethics thereby becomes ‘a key discipline for individual and collective knowledge formation for an age of information.’ Keywords: information, communication, ethics, decision, systems Presentation summary (for translation) 1 Information technology globalises and localises change on a scale never engineered by humans before. 2 Effects of information on people and institutions are profound and destabilise fundamental aspects of psychological and social stability. 3 Related to this destabilisation is the threat posed by our economic system, founded in competition for limited resources, now challenged by global sustainability assessments. 136 Robert Beckett 4 A necessary response is located in the discipline of communication ethics, enabling the open presentation of both moral and informational reality and allowing people to participate in the changes underway. 5 A unique informational system, sponsored by the Institute of Communication Ethics, offers a means to address information complexity. 1. Change driven by ICT A social moral enquiry to investigate individual well-being is potentially useful for the information age. It is an enquiry that takes for granted both the positive and negative possibilities of technology, offering a discourse to challenge the assumptions, pre-conditions and morality underlying informational change and particularly to protect people from forms of systematic manipulation (Habermas 1989, Lyotard 1979, Innis 1972). McLuhan’s (1964) concern with the ‘medium’, critically alters the communicative/informational question from one of ends (messages) to one of means (media) and in the process recognises the distorting effect of informational ubiquity on human agency. If, as scientists and technologists increasingly agree, we live in an energetic multiverse rather than a static universe, the implications for human reason and knowledge creation, in an emerging age of information, are profound and on-going (Kaku 1996, Boisot 1996). For instance, where property resides in information that is instantly reproducible, instantly transferable and potentially wealth creating or detracting on a vast scale, general moral questions can be applied to how money reduced to digital information is used as power, and serves new interconnected global communities? Whether traditional practices of competitive, protective and aggressive commercialisation and marketisation encourage behaviours that are essentially outmoded in the informational world; potentially slowing a move away from the age of consumption, towards an age of information. In post-industrial societies, informationalism is defined by increasing quantities of information and the proliferation of alternative media and messages(Castells 1996). Informational change is signified in the human reaction to such proliferation, in some of the uncertainty stress and destabilisation experienced by individuals communities and even whole regions of McLuhan’s de-territorialised, de-spatialised ‘global village.’(Zengotita 2005) Foucault casts this tension as the postmodern difficulty both in Küresel Dünyanın Vatandaşları 137 psychological and methodological terms, relating one to the other, through an influential analysis founded in discursive reality and where language and discourse are considered the centre of dialysis/analysis overcoming rationalist assumptions of humanist reason, through a recognition of the impermanence and transitory nature of human thought and action (Foucault 1969, Shotter 2002). In the social sciences, the ‘turn to language’ reflects this breakdown of certainty, recognising that new discursive and linguistically mediated knowledge is closer to human psychological and social conditions than certainties manufactured by humanist traditions of science and knowledge contained in unchanging forms (Wittgenstein 1968, Austin 1962, Popper 1968). For Lyotard (1979), knowledge acquisition and evaluation, freed from historic artifice is irreparably a moral task, its very purpose is moral, ‘Knowledge is no longer the subject, but in the service of the subject: its only legitimacy (though it is formidable) is the fact that it allows morality to become reality.’ (p. 36). To look for meaning in the information age we must first search for meaning within moral boundaries, or face the degradation of humanness in the nihilistic scientism of machine-like thought (Ellul 1964, Huxley 1934). Foucault (1984) discusses the informational world, where Lyotard’s famous ‘master narratives’ no longer hold sway and where ‘everything is dangerous.’(p. 343). Proposing a new methodological investigation into the impact of informationalism emphasising individual discursive reality, Foucault re-situates knowledge investigators, who frame themselves in ethical terms as ‘archaeologists’ and enquirers into discourse, (Foucault 1969, Rabinow 1994). In a related argument, Foucault (1988) describes the psychology of the postmodern mind, ‘If the postmodern genealogy counts at all as self knowledge then the self that is thereby known turns out to be not single, unified complete and whole, but complex, disseminated, fractious and fragile.’ (p. 36-7) For Foucault and the poststructuralist critique, increasing recognition of human potential, reactivates the value of emotions, feelings and human social motivations, recognising that people are inspired and engaged in ways often reduced in traditional narratives of reason. Foucault (1973) describes subjective human potential freed from discourses that limit, ‘a being who, by one and the same interplay of reasons, must be a positive domain of knowledge and cannot be an object of science.’ (p. 336-7). Habermas (1989) confirms this from the postmodern moral domain, defining the individual as ‘homme,’ human as 138 Robert Beckett ‘ethical being, rather than ‘citoyen,’ human as state citizen (p. 128). For those arguing from the social contractarian tradition within ethics, Liberal thought defines the State as conferring rights on people, which are then used to define co-equal legal responsibilities, refined agonistically in casuist case law. Against this, poststructural critique produces a powerful counter-discourse that decentres procedural and legal reductionism. Mary Warnock (1998) the British philosopher concurs with Habermas, that legal rights, like all others, are founded on something more profound, ‘…if the rights are moral not legal, and if the law conferring them is a moral law, the necessity for using the language of rights seems to disappear…This would be to adopt the language of morality itself, with no quasi legal implications.’ (p. 63). The informational task is therefore to identify where people are served by new informational realities and where traditional structures of thought and agency, including the law, impede the flow of information in order to reduce moral outcomes and how such affects can be ameliorated. 1.1 New media and “new” information The redefinition of human knowledge in light of Einsteinian relativity, the emergence of time as a critical scientific variable and the redefinition of matter as energy has called into question many assumptions in the natural and social sciences. Both human and material science now recognise that a, ‘static-matter’ dialectic is replaced by a ‘dynamic-energy’ dialysis, in the human sciences presenting a contingent, reflexive social domain, potentially far less susceptible to authoritative agreement (Boisot 1995, Baudrillard 1981). For communication enquiry, embodying both human/technical nodes, this moves the search using analogue principles concentrating on ‘material values’ and replaces these with dialectical principles, or ‘informational values’ (Masuda 1981). For Baudrillard (1981), It is the whole traditional world of causality that is in question: the perspectival, determinist mode, the “active,” critical mode, the analytic mode – the distinction between cause and effect, between active and passive, between subject and object, between the ends and the means…with the horizon of the real and of meaning as the vanishing point. (p. 30) Castells (1996) agrees that new communication technologies alter our perception of time and challenge fundamental certainties about post-industrial reality, ‘Time is erased in the new communication system…The space of flows and timeless time are the material foundations of a new culture…the Küresel Dünyanın Vatandaşları 139 culture of real virtuality.’ (p. 375). The 4th and 5th dimensional scientific revolution (Kaku 1994, Buckminster Fuller 1975) is more than a scientific revolution, it is a social revolution mirrored in technology, in turn releasing a cognitive revolution founded in linguistic values, reemphasising knowledge as contingent, reflexive and the outcome of dynamic critical/creative negotiation. Baudrillard (1981) is certain of the change involved in the new informationalscience paradigm: “Order, signal, impulse, message”: all of these attempt to render the thing intelligible to us, but by analogy, re-transcribing in terms of inscription, of a vector, of decoding, a dimension of which we know nothing – it is no longer even a “dimension,” or perhaps it is the fourth (which is defined, however in Einsteinian relativity by the absorption of the distinct poles of space and time. (p. 31) In fractured and fragmented postmodern discourses, normative moral values are contained in dynamic linguistic values, and can be used to define and describe the concerns of human association, where moral values are given a new meaning and definition by being re-connected with informational requirements for trust, confidence, integrity and responsibility, or as Bauman (1993) states: The cancelling of spatial distance as measured by the reach of human action…has not been matched by the cancellation of moral distance, measured by the reach of moral responsibility, but it should be so matched. The question is, how can this be done, if at all? (p. 219) In an increasingly virtual world, where human association is often dictated by interest group; rather than for example geographic community; procedural dialectics such as justice/injustice, fairness/prejudice identify normative tensions implicit in the social domain, information-communication values liable to be challenged and tested continuously. With the conceit of Western rationalism now exposed and solutions imposed by traditional institutions found wanting, global humanity requires new means to find satisfactory local/global alternatives to many intractable issues. Psychologically and scientifically, the global information age requires new ways of thinking to produce certainty and care in equal measure, offering both participants and non-participants the means to build and exchange knowledge that can be trusted. Such is the crucial theoretical background to the proposed role of a new communicational-informational ethics. 140 Robert Beckett 1.2 Impact on people In a recalibrated and remediated public sphere, global justice is highlighted. The powerful new discourse of sustainability identifies the emergent knowledge of information super-charged by newly integrating social, environmental, economic sciences (Elkington 1997). Calculating the impact of human activity globally, suggests a crisis of civilization that may not be long overtaking the human race itself (Monbiot 2003, Suzuki and Dressel 1999). The role of knowledge previously disseminated at paper speeds, is now linked to a worldwide network of knowledge nodes flowing at light speeds. Flows of information are located in computing systems that respond electronically across the information domains of human activity, ostensibly to ensure human and eco-system survivability under conditions of sustainable development. While questions remain whether information age sensibilities will overtake industrial age hegemony. Castells (1996) identifies the problem of leadership for the issue of sustainability: while a relatively small, educated and affluent elite in a few countries and cities …have access to an extraordinary tool of information and political participation, actually enhancing citizenship, the uneducated, switched off masses of the world, and of the country, would remain excluded from the new democratic core, as were slaves and barbarians at the onset of democracy in classical Greece. Social justice requires not only survival of the fittest, a Darwinian principle that remains potent in social systems today. Despite alternative models of natural selection, such as Prigogine’s principle of co-evolution (Nicholas and Prigogine 1977), social justice requires self-management by huge, deprived populations presently at substantial risk. Three fifths of the global population are still largely detached from the global economic system (the digital divide emphasises the social divide) and are immediately threatened by competition for resources that remain the dominant principle of economic organisation, despite the dangers posed by competitive and selfserving behaviours to world survival. As the 21st century matures and developing countries grow, they too will expect to consume at First World levels, an increase that the world’s resources and indeed its scientific community cannot guarantee. In 1992, the Intergovernmental Panel on Climate Change made it clear that a crisis was at hand; Küresel Dünyanın Vatandaşları 141 We the undersigned, senior members of the world’s scientific community, hereby warn all humanity of what lies ahead. A great change in our stewardship of the Earth and the life on it is required if vast human misery is to be avoided and our global home on this planet is not to be irretrievably mutilated. (November 1992) Whether the massive system changes necessary to ensure species survival are in fact possible, in a world racked by division and apparently irresolvable material concerns, using a model of economic consumption that is impossibly expensive, even for the two billion members of the so-called First World, is a question with a variety of mostly difficult answers. Will governance be adapted to the smallest communities, thereby enabling people to make decisions about their own survivability? Can nation states reduce the stranglehold of self-interest that if not checked, will see a thousand wars start up, not over principles of democracy, but water, land and food? Can the rich and privileged First World reduce their consumption in order to offer a balance to the billions of people whose existence is threatened by First-World over-consumption, pollution and engineered extinction? Information and communication lie at the centre of any solution that connects billions of world citizens along with the resources necessary to sustain life on earth. Information integrity is thus a crucial tension point both for science and general understanding, information where self interest and common interest are transparently negotiated in 24/7 real time. 1.3 Communication ethics Communication ethics is a theoretical/practical perspective founded in social science concerns with human well-being, offering a moral compass for individual/collective decision making in a more dynamic information environment (Christians 1997, Mackau & Arnett 1997). It prioritises human concerns and communicative interaction, moving between actors in social relations, and concerned with ‘tension issues’ of justice/fairness, care/concern, good/right virtue/duty etc. According to Christians (1997) this moves the debate from one of privileged access to universal reason, to an interpretive (Gk. hermeneutic) task founded in human relation: If the interpretative domain is lingual, and if language is the matrix of community, then human bonds are not constituted in reason or action but through finding common meaning in hermenia. (p.11) 142 Robert Beckett While the character of human communication has advanced beyond speech to include forms of writing, printing, electric and digital reproduction (ICE 2005) the question becomes one of how to privilege the human realm, in a sense protecting human values against the distortions imposed by these other, increasingly technological realms (Gilligan 1982, Edgar 1997). In this case, differentiating between knowledge and sources of information that distract from the central task of building and maintaining communities, against systematic knowledge practices that destabilise communities and disaggregate meaning. Each of the media have their own moral significance/domain, signified by questions embedded in their normative reproduction, such as those posed by the internet; revealing issues of blogging, flaming, identity theft, CCTV, or electronic voting (Bynum and Rogerson 2005). For communication ethics, complexity in decision making can be recognised in the multi convergent/divergent mediasphere - where computer/television/radio/press/phone ICE 2003) activate a 24/7 dynamic information environment, accelerating the emergence of information in dramatic geometric progressions, in the process unsettling the human mind and destabilising the social contract. With informational communities still relying on a moral discourse drawn from epistemological and theoretical models built up under pre-modern assumptions - and despite the often preferred claims of institutions and media that reproduce social norms, arguably after careful reduction in line with selected objects - there appears to have emerged an absolute requirement for a revised morality for informational sciences and related knowledge domains. This explains the need for a communication ethics that both reveals the problems of diversity and heterodoxy and enables procedures for continuous inclusion/reclusion of excluded groups, in mechanisms that give widespread legitimacy to information and knowledge creation. As an applied discipline, communication ethics draws from the methods and theories of the social sciences (linguistics, psychology, philosophy, sociology, anthropology ICE 2002), although Jürgen Habermas and Karl Otto Apel are credited with an academic dialogue acknowledged as a key foundation for the discipline (McCarthy 1996). This dialogue introduced Apel’s concept of the ‘community of communication’ situating all people in an anthropological community linked by the human ability to communicate (Apel 1972). The communication community includes the forgotten voices Küresel Dünyanın Vatandaşları 143 and values of under-represented and sometimes unrecognised groups (gender/religious/ethnic/disability ICE 2003) whose right to communicate is implied in their moral relations to the community, not the ‘man-made’ legal rights from where they might be excluded (Warnock op.cit.)The widely disseminated ‘discourse ethics’ of Habermas’ draws together the ‘turn to language’ with this community, in what Shotter refers to as a second cognitive revolution (Shotter 2002). This provides a foundation for a practice of communication founded in common morality and codified ethical evaluations that all can use. Defining communication broadly, in a definition by the Bateson Group (1967) ‘ …all behaviour, not only speech, is communication, and communication – even the communicational cues in an impersonal context – affects behaviour.’ (Watzlawick et al p. 22) reveals that human morality - as an aspect of behaviour - is contained in all human culture, tradition and customs. The major religions (Hinduism, Confucianism, Taoism, Buddhism, Christianity, Islam ICE 2004) each represent centres for the study of human morality despite their sometimes competing interpretation (Russell 1926). Ethics, defined here as ‘examined values’ (ICE 2001) reflects Kant’s definition of the ‘metaphysics of morals’. However, in keeping with postmodern informationalism, ethics suggest a move away from ‘rules of honour to the sense of honour’ (Bourdieu 1977:12) For Rabinow, the explanation of ethics is a dynamic one where informational experience is the start of ethical action ‘Precisely because thought is not a given, thought is an action; and actions arising from experience and formed by thought are ethical ones.’ (Rabinow 1994:xxxv). Likewise, Benhabib (1992) makes a detailed examination of the balance in communicative ethics describing the discipline as a theory of social negotiation founded in morality or ‘… a theory of moral justification.’ (p.73) In Benhabib’s (1992) version of communication ethics she follows Habermas by identifying the need for a common perspective to identify and negotiate the meaningful elements of social discourse: ‘Since practical discourses do not theoretically predefine the domain of moral debate and since individuals do not have to abstract from their everyday attachments and beliefs when they begin argumentation, we cannot preclude that it will be not only matters of justice but those of the good life as well that will become thematized in practical discourses, or that the presuppositions of discourse themselves will be challenged.’ (p.74) 144 Robert Beckett Benhabib draws together the twin dimensions of Ancient Athenian dialogue with moral enquiry in the well known dialectic, the right and the good, inherited from the Greeks and presented in the founding questions of Western philosophy [Plato, Republic Book VI, Plato Symposium, (211c-d), Aristotle, Eudemian Ethics, Ch. 8 (1217b.25-34)]. The contested nature of knowledge appears in ethical questions of ‘the right and the good’ and is also embedded in levels of complexity in the communicative analysis, requiring consideration even before the principles of knowledge are agreed - the concrete moral, ‘goodwill’, is inscribed in such questions as: Who are you? What do you want from me? How might you hurt me? In this distinction, the nature of knowledge/informational agreement is in fact secondary to an ontomoral agreement. Secondary disputes relate to unique human sense information and processing abilities. This explains, in some sense, the irresolvable ‘meaning gap’ that exists in human discourse/relations and between linguistic terms, definitions and cultural assumptions.(Wittgenstein 1968, Bakhtin 1981). Nietzsche put, the moral category under question, emphasising ‘will to power’, ‘beyond good and evil’, as key determinants for social agreement, with morals reduced to justifying the defensible (Nietzsche 1973) In this thesis. Individual primacy leads to the ‘superman’ dislocated from society devoid of morality, justifying his own self-interest as the only means of achieving rational ends. Taking the dialectical argument, the Platonic ideal sets ethics as ‘first philosophy’, ‘considering good as life essence. Levinas (1999) and Habermas (1996) have addressed the sceptical argument, demonstrating that while morals may not possess actual form – they are embodied in anthropological human relations/language, and are embedded in social agreements such as the law, politics, religion, and commerce (ICE 2002). Taking up study of ethics, it becomes apparent that all human action has an onto-moral content: the clothes we wear, the food we eat, the place we live, the work we do. Practically, two problems are critical for each ethical judgement; a) how to describe and separate the unique conditions of individual moral well-being, the ‘interpretive task’ and b) how to translate the multitude of competing perspectives from shared values, the ‘agreement task’. Communication ethics is concerned with how people communicate their social moral lives, agreements/disagreements, consensus/dissensus, cooperation/competition, personal/social, ideal/pragmatic and/or Küresel Dünyanın Vatandaşları 145 universal/relative claims. By presenting these analyses for all to understand and work with, communication ethics encourages a transparent, discursive approach to problem solving and dispute resolution, understanding the virtue of common agreement is often compromised by the vice of individual success, while noting that individual success is the achievement of great social goods, at least when not achieved at the expense of others. 1.4 Applied to the conference theme The model of communicative relations (PMOGI/2001) below is used by the Institute of Communication Ethics to reveal tensions in communicative relations. The model enables the ‘examination of values’ (ethics) within human relationships founded in communicative competence. Using standpoint theory (MacKau & Arnett 1997), it situates human relationships, behaviour and communication in practical-moral relation to one another, where ‘my standpoint is my viewpoint.’ The PMOGI model identifies how different interests, language and powers affect the way people communicate and keeps true to one of communication theories overriding principles, stated by Wilden (1972) as ‘…no communication can be properly defined or examined at the level at which the communication occurs.’(p.113 ) political interpersonal Domains of discourse in communicative relations group organisation Fig. The PMOGI model of communicative relations media Robert Beckett 146 The first lesson drawn from the model is that human communication may be seriously curtailed by other groups if any of the dimensions of the model are activated: political, media, organisation, group or personal interests may each interfere with communication. The model sets out a formal set of dialectical tensions (25) between the standpoints. For instance, the tension between the organisation-media standpoint can only be understood as alternate to the media-organisation standpoint, the former emphasising the predominance of organisational form/issues over media form/issues and the latter emphasising media concerns over organisational concerns. Built into these tensions are the ‘double dialectical’ relations held in the media-media standpoint and the organisation-organisation standpoint, displaying tension between alternative systems of the same value – The Guardian vs. The Daily Mail, or, The Co-operative Bank vs. Goldman Sachs. Organisation - media Media – organization Media - media organisation- organization Fig. Four dialectical standpoints in PMOGI relations The full PMOGI model is contained in a standard table formula, which can be highlighted to create a key of issues, for instance in the example below where the media-organisation ‘communicative relations’ are emphasised. Political media organisation group interpersonal politicalpolitical mediapolitical mediamedia organisationpolitical grouppolitical interpersonalpolitical organisationmedia groupmedia interpersonalmedia mediaorganisation organisationorganisation grouporganisation interpersonalorganisation mediagroup organisationgroup group-group interpersonalgroup politicalmedia Politicalorganisation politicalgroup Fig. PMOGI dialectics including emphasis on media-organisation relations Küresel Dünyanın Vatandaşları 147 1.5 Information and communication ethics This paper argues a link exists between the changed informational multiverse and the need for a new communicative ‘conscience’. A shared human morality and common practices of communication can be used to address the immense requirement for global change. Communicative competence, shared by all, needs to be harnessed in equitable and judicious ways to maximise the survival of each individual, group, organisation and community in an age of sustainability. The PMOGI relational model suggests that all media and all organisations, invested with values that can be examined, are part of the ecology of the information age in which we must learn to live. References Apel, Karl-Otto. (1972 [1980]) The a priori of the communication community and the foundation of ethics; The problem of a rational foundation of ethics in the scientific age. In Towards a Transformation of Philosophy (Trans., G. Adley & D. Frisby p.p. 225-300) [The International Library of Phenomenology and Moral Sciences]. London: Routeledge & Kegan Paul. Austin, J. L. (1962), How to do Things with Words. Oxford. Oxford University Press. Barnes, J. (1997) (edit) The Complete Works of Aristotle. Vol.1 and Vol 2. Boston. Princeton University Press. Barney, D. ( 2004) The Network Society. Cambridge. Polity. Bakhtin, M.M,1981. The Dialogic Imagination. Edit. Emerson, C. & Holquist,M. Austin,. University of Texas Press Benhabib, S. 1992. Situating the Self: Gender, Community and Postmodernism in Contemporary Ethics. New York. Routledge. Buber, M. 1973. Between Man And Man. Trans. Gregor Smith, R. London. Collins. Baudrillard, J. (1983b) In the Shadow of the Silent Majorities… Or the End of the Social. New York. Semiotexte. Baudrillard J. (1981) For A Critique Of The Political Economy Of The Sign. (Trans) With An Introduction by C. Levin. St. Louis, Mo. Telos Press. Bauman, Z. (1993) Postmodern Ethics. Oxford. Blackwell. Benhabib,S. (1992) Situating the Self: Gender, Community and Postmodernism in Contemporary Ethics. New York Routledge. Boisot M. (1995) Information Space: A Framework for Learning in Organizations, Institutions and Culture. London. Routledge. Bourdieu, Pierre (1977). Outline of a Theory of Practice. Cambridge. Cambridge University Press. Buber, M. (1970) I and thou. Charles Scribner and Sons. New York. 148 Robert Beckett Buckminster-Fuller, R (1975) Synergetics: Explorations in the Geometry of Thinking. In Colaboration with E.J. Applewhite. Bynum T. W., Rogerson, S. (2004) Computer Ethics And Professional Responsibility. (eds.) Oxford. Blackwell Publishing. Bynum, T. W. Rogerson, S. (Eds) Global Information Ethics, special edition of Science and Engineering Ethics, Vol 2 No 2, 1996:135-162. Rogerson, S., Bynum, T.W., (1995) Cyberspace: The Ethical Frontier, The Times Higher Education Supplement, No 1179, 9 June, p iv. Castells, M. (1996) The Rise of the Network Society. Vol 1. Oxford. Blackwell. Castells, M. (1997) The Power of Identity. Vol. 2. Oxford. Blackwell. Christians, C and Traber, M (1997). Communication Ethics and Universal Values. London. Sage Publications. Cooper, J, M. 1997. Plato Complete Works. Indianapolis, Indiana. Hackett Publishing Company. Edgar, S., L. (1997) Morality and Machines; perspectives in computer ethics. London, Jones and Barnett Publishers. Elkington, J. (1997) Cannibals With Forks: The Triple Bottom Line Of 21st Century Business. Oxford. Capstone. Ellul, J. (1964) The Technological Society. Translated by J. Wilkinson. New York: Vintage. Ellul, Jacques. (1965) Propaganda: The Formation of Men’s Attitudes. New York: Vintage Books-Random House. Evans C (1979) The Mighty Micro: The Impact of the Computer Revolution, Victor Gollancz Ltd, London. Foucault, M. (1994) Critique And Power: Recasting The Foucault/Habermas Debate. (Edit) M.Kelly. Cambridge, Mass: MIT Press. Foucault, M. (1988 [1965]) Madness And Civilization : A History Of Insanity In The Age Of Reason / (Trans.) Richard Howard. New York. Vintage Books. Foucault, M. (1975 [1973] The Birth Of The Clinic : An Archaeology Of Medical Perception. (trans) A. M. Sheridan Smith. New York. Vintage Books. Foucault, Michel (1970[1966]) The Order Of Things: An Archaeology of the Human Sciences. London. Tavistock Publications. Foucault, M (1969) The Archaeology of Knowledge. (trans) A. Sheridan. New York. Pantheon. Fukuyama, F. (1995).Trust, The Social Virtues and the Creation of Prosperity. London. Hamish Hamilton. Gadamer, H-G. (1993 [1975]) Truth and Method. 2nd Revised Edition. (trans) J. Weinsheimer and D. G. Marshall. London. Sheed and Ward. Gadamer, H-G. (1980) Dialogue and Dialectic. Trans. P. Christopher Smith. New Haven, London. Yale University Press. Gilligan, C. (1982) In A Different Voice : Psychological Theory And Women's Development. Cambridge, Mass. Harvard University Press. Küresel Dünyanın Vatandaşları 149 Habermas, Jürgen (1989 [62]) The Structural Transformation of the Public Sphere: A Inquiry Into A Category Of Bourgeois Society. (trans) Jurgen Burger and Frederick Lawrence. Cambridge. Polity Press. Habermas, J. 1976. Communication and the Evolution of Society. London. Heinemann. Habermas, J. 1984. The Theory of Communicative Action, Reasons and the Rationalization of Society. Vol. I. Trans. McCarthy, T. Cambridge. Polity. Habermas, J. 1987. The Theory of Communiactive Action, Lifeworld and System. A Critique of Functionalist Reason. Vol. II. Trans. McCarthy, T. Cambridge. Polity. Habermas, J. (1979) Communication and the Evolution of Society (trans. T. McCarthy), London: Heinemann. Habermas, J. (1996) inThe Cambridge Companion to Nietzsche ed. Bernd Magnus and Kathleen Higgins.Cambridge. Cambridge University Press, 403 pp Huang J and Fox M S (2004) Uncertainty in Knowledge Provenance. Proceedings of the 1st European Semantic Web Symposium, Heraklion, Greece, May 2004, Springer Lecture Notes in Computer Science. Huxley, A. (1932) Brave New World. London. Chatto & Windus. Innis, H. A. (1972) Empire and Communications. Toronto. University of Toronto Press. Kaku, M (1994) Hyperspace: A Scientific Odyssey Through Parallel Universes, Time Warps, And The Tenth Dimension / Illustrations By Robert O'Keefe. New York. Oxford University Press. Levinas, E. (1999) Alterity And Transcendence. (Trans.) Michael B. Smith. New York. Columbia University Press. Lyotard, Francois (1982[1979]) The Postmodern Condition: A Report on Knowledge. (trans) Geoff Bennington and Brian Massumi. Minneapolis. University of Minnesota Press. Makau, R. Arnett, C. (1997) Communication Ethics & Diversity. Illinois. University of Illinois Press. Masuda, Y. 1981. The Information Society as Post-Industrial Society. Washington, DC: World Future Society McCarthy, T. 1996. The Critical Theory of Jürgen Habermas. Boston. MIT Press. McLuhan, M. (1964) Understanding Media: The Extensions of Man. New York. Mentor. Monbiot, G. (2003) The Age Of Consent: A Manifesto For A New World Order. London. Flamingo. Moor, James, H. ‘What is Computer Ethics?’ Metaphilosophy 16, no. 4 (October 1985), 266-275 Mandke, V V and Nayar M K (2004) Beyond Quality: the Information Integrity Imperative, Total Quality Management and Business Excellence, Volume 15, Numbers 5-6 / July-August, pp 645–654. 150 Robert Beckett McRobb, S. and Rogerson, S. Are They Really Listening? An investigation into published online privacy policies, Information Technology and People, Volume 17, Number 4, pp442-461, 2004. Munford, Lewis. (1970) The Pentagon of Power. New York. Harcourt Brace Jovanovich. Nietzsche, F. (1973) Beyond Good And Evil : Prelude To A Philosophy Of The Future. Trans. With An Introduction And Commentary By R.J. Holling Harmondsworth. Penguin. Popper, Karl R. (1968[1935]) The Logic of Scientific Discovery. London. Hutchinson. Porat, M. U. 1977. The Information Economy: Definition and Measurement. Vol. Washington DC: US Department of Commerce/Office of Telecommunication. Nicolis, G., Prigogine I. (1977) Self-Organization In Nonequilibrium Systems : From Dissipative Structures To Order Through Fluctuation. New York.Wiley. Rabinow, P. (1994) Michel Foucault: Essential Works of Foucault 1954-84: Ethics Vol.1. London. Penguin Books. Shotter, J. (1993) Conversational Realities: constructing life through language. London. Sage. Suzuki, D., Dressel, H. (1999) From Naked Ape To Superspecies. Sydney. Allen and Unwin. Toffler A. (1970) Future Shock. New York: Bantam Books. Warnock, M. (1998) An Intelligent Person's Guide To Ethics. London. Duckworth. Watzlawick, P., Helmick Beavin, J., Jackson, D.D. (1967) Pragmatics Of Human Communication : A Study Of Interactional Patterns, Pathologies, And Paradoxes. New York. Norton. Wilden, A. (1972) System and Structure: Essays in Communication And Exchange. London. Tavistock. Wittgenstein, L. (1968) Philosophical Investigations. Oxford. Basil Blackwell Zengotita, T. (2005) Mediated: How the Media Shapes Your World and the Way You Live in It. London. Bloomsbury websites World Scientists Warning to Humanity. November 1992. http://deoxy.org/ sciwarn.htm 9 accessed 10.10.2006. Nielsen J. (2003) Web guru fights info pollution, BBC News Online, October 13 at http://news.bbc.co.uk/2/hi/technology/3171376.stm on 24/10/2006 İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 151-160 Sunum - Makale Gazetecilik ve ek iş: uluslararası 242 etik ilkenin karşılaştırması1 Yehiel Hilik Limor Prof. Dr., Chair and Director, School of Communication Ariel College, Ariel, Israel Özet: Gazetecilik ilkelerine göre gazeteciler, menfaat çatışması yaratan durumlardan mutlaka kaçınmalıdır. Bu ilkeler, çalışanlar ve işverenler olarak tüm gazeteciler arasında olduğu gibi siyasal kurumların dahil oldukları, medya ve toplum arasında devam edegelen karşılıklı etkileşim yoluyla geliştirilir ve biçimlendirilir. Mesleki bakış açısından, gazetecilerden meslek onurunu zedeleyebilecek işlerden uzak durmaları beklenir. Etik ilkeler, gazetecilik örgütleri tarafından, gazetecilik “bilinci” olarak ifade edilen mesleki değerleri ve kuralları belirtmek için kullanılır. Nasıl oluyor da etik ilkeler ek iş ve/veya uğraş düşüncesi ile ilişkilendirilebiliyor? Her ek iş ister istemez bir menfaat çatışmasının öğesi olur mu? İş saatleri dışında gerçekleştirilen gönüllü etkinlikler de ek iş olarak görülebilir mi? Ek iş ve etkinlikler hakkındaki etik kavramların incelendiği araştırmamız, 94 ülkenin medyasında başvurulan 242 ilkenin uluslararası karşılaştırılmasını içeren bir çalışmadır. Çalışma üç konu üzerine odaklanmaktadır: birincisi, etik ilkeler ek iş konusuna değinmekte midir? Değiniyorsa, nasıl? İkincisi, jeo-politik ve jeo-ekonomik özelliklere göre konunun ele alınma şeklinde farklılıklar var mıdır? Üçüncüsü, etik ilkeleri oluşturan kurumların türlerinden kaynaklanan farklılıklar görülmekte midir? Anahtar Kelimeler: Gazetecilik, ek iş, gazetecilik etiği, uluslararası etik ilkeler Bugün sunacağım bildirim, gazetecilik mesleğinin doğruluk ve dürüstlük gibi ilkelerini tehlikeye sokabilecek, oldukça sıkça görülen bir olay üzerine odaklanacaktır. Bu, gazetecilerin “ek iş” yapmalarıdır ki İngilizcede “moonlightings” olarak da adlandırılır. Çalışmamda, gazetecilik bilinci olarak kabul edilen etik ilkeler, bu olayı doğuran öğeleri incelemek için kullanılmıştır. 1 Çev. Aytül Tamer, Araş.Grv., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü 152 Yehiel Hilik Limor İki yıl önce, ünlü köşe yazarı James Glassman, Washington Post’da yayınlanan makalesinde “yeni büyük Amerikan skandalı” hakkında uyarıda bulundu. Glassman, “politikacıları ya a işadamlarını değil gazetecileri kapsayan” bu skandalın çok kazançlı çıkar grupları tarafından kışkırtıldığını dile getirdi. Glassman, skandal henüz tam patlak vermediği halde, kendi işleri yerine ek işten yüklü miktarlarda para kazanan Amerikalı gazetecilerin sıklıkla duyulmaya başlandığını belirtiyor. Başka bir yazar ek işi “gazetecilik işinde büyük paralar kazanmanın anahtarı” olarak adlandırmaktadır. Bu problem yalnızca ABD’de görülmemektedir. Örneğin Hırvat Gazeteciler Sendikası ulusal medyanın, ek iş yapan gazetecilerin oldukça yaygınlaşması sebebiyle, çarpıcı bir şekilde bozulduğunu iddia etmektedir. Pakistan’da muhabir olarak çalışan casuslar ve hükümet ajanlığını ek iş olarak yapan gazeteciler olduğu yazılmaktadır. Zambia hakkındaki raporlar göstermektedir ki öğretmenler, üniversite okutmanları, muhasebeciler, gazeteciler ve doktorların tamamı ek iş yapmaktadırlar. Yugoslavya’da ise gazetecilerin neredeyse yarısının ek işte çalıştıkları dile getirilmektedir. Irak’taki savaş süresince, Ürdünlü gazetecilerin ek iş olarak rüşvet verilmesinde aracılık yaptıkları rapor edilmiştir. Bu gazeteciler 200$ ücret karşılığında aracılık ettikleri kişiler için akademide, orduda ve hükümette işlerin yürümesini, kapıların açılmasını sağlayacaklardı. Gazetecilik ilkelerine göre gazeteciler, kamuya sadık kalabilmek için menfaat çatışması yaratan durumlardan mutlaka kaçınmalıdır. Bu ilkeler, çalışanlar ve işverenler olarak tüm gazeteciler arasında olduğu gibi siyasal kurumların dahil oldukları, medya ve toplum arasında devam edegelen karşılıklı etkileşim yoluyla geliştirilir ve biçimlendirilir. Aynı zamanda, mesleki bakış açısından, gazetecilerden meslek onurunu zedeleyebilecek işlerden uzak durmaları beklenir. Etik ilkeler, gazetecilik örgütleri tarafından, gazetecilik “bilinci” olarak ifade edilen mesleki değerleri ve kuralları belirtmek için kullanılır. Bu nedenle medya personelinin başvuracağı ‘yapılacaklar ve yapılmayacakları’ belirlemede faydalı bir araçtır. Sonra nasıl oluyor da etik ilkeler ek iş ve/veya uğraş düşüncesi ile ilişkilendirilebiliyor? Her ek iş ister istemez bir menfaat çatışmasını gerektirir mi? İş saatleri dışında gerçekleştirilen gönüllü etkinlikler de ek iş olarak görülebilir mi? Ve ek iş olarak yapılan siyasal etkinlikler hakkında ne düşüneceğiz? Gazetecilik ve Ek İş 153 Ek iş ve etkinlikler hakkındaki etik kavramların incelendiği araştırmamız, 94 ülkenin medyasında başvurulan 242 ilkenin uluslararası karşılaştırılmasını içeren bir çalışmadır. Tartışmalar üç konu üzerine odaklanmaktadır: birincisi, etik ilkeler ek iş konusuna değinmekte midir? Değiniyorsa, nasıl? İkincisi, jeo-politik ve jeo-ekonomik özelliklere göre konunun ele alınma şeklinde farklılıklar var mıdır? Üçüncüsü, etik ilkeleri oluşturan kurumların türlerinden kaynaklanan farklılıklar görülmekte midir? İlk önce ek iş kavramını açıklamalıyız. Çalışmamızda, bu terim hem ücretli hem de gönüllülük esaslı işlere atfen kullanılmaktadır. Etik açıdan bu iki iş türü arasında önemli benzerlikler vardır. Örneğin, gazeteciler herhangi bir ekonomik getirisi olamayan yine de tanıtım, şöhret, sosyal ilişkiler ve sosyal kabul ve benzeri şekildeki faydalar sağlayan etkinliklerin içinde yer alabilirler. Ek iş sadece menfaat çatışmasına neden olan bir konu demek değildir. Fakat yaygın bir uygulama olmasına rağmen literatürde oldukça az yer alan ek iş konusunun özel bir dikkatle ele alınıp, incelenmesi ve tartışmaya açılması gerekmektedir. Kuramsal temel Gazeteciler arasında ek iş tartışmaları en azından iki temel kuramsal yaklaşımı yansıtmaktadır: felsefi etik ve mesleki değer. Etik, yaklaşımların ve ilkelerin farklılığı için yol hazırlarken, profesyonellik standart gerektirir. Etik, kültürel ve siyasi olarak bağımlıdır, bu yüzden gazetecilik ve medyanın toplum karşısında farklı etiksel yaklaşımlar ve ilkeler oluşturması beklenir. Batı dünyasında bile, etik üzerinde uzlaşmış bir felsefe ekolü yoktur. Filozoflar arasında süregelen etik tartışmaları bu gerçeği yansıtmaktadır. Gazeteciliklerinin yanı sıra, gazeteciler farklı ek iş/faaliyetlerle, örneğin siyasi çalışmalar, reklamcılık ve halkla ilişkilerde pozisyonlar, eğitim gibi faaliyetlerle meşgul olmayı seçebilirler. Değişik ek iş faaliyetleri birbirinden oldukça farklı iken, hepsi bütünüyle menfaat çatışması için potansiyele sahiptirler. Kamu güveni medyanın yüksek çıkarı olduğuna göre, gazeteciler gerçek veya sezgi olsun bu tür çatışmalardan kaçınmayı amaçlamalıdırlar. Black, Steele ve Barney bu durumu şöyle açıklıyorlar: “Bağımsızlık ilkesi, gazetecilere şirketlerden veya dürüstlüklerini tehlikeye atabilecekleri veya güvenirliliklerini zedeleyebilecekleri faaliyetlerden uzak kalmaları için çağrıda bulunur. Eğer gazeteciliğin temel yükümlülüklerini getirme, doğruyu araştırma ve mümkün olduğunca bütünüyle yazabilmede etkili olacaklarsa, bu ilkeyi onurlu bir şekilde yerine 154 Yehiel Hilik Limor getirmek bireysel çalışan bağımsız gazeteciler ve haber örgütleri için bu bir zorunluluktur.” Çatışan menfaatler ve gazetecileri kapsayan etik ilkeler, kurumsal ve toplumsal değerlerde farklılıklar üzerinden benzeşmektedir veya onlara dayanmaktadırlar. Örneğin, reklam ajansı için çalışan bir gazeteci, kamuya yönelik tarafsız bir tavır içinde yazma sorumluluğunu tehlikeye atar çünkü reklam ajansında tüketicinin ilgisini arttırmaya mecburdur. Bununla birlikte, soruna yönelik çare ekonomik çevreye dayanıyor olabilir. Batı ülkelerinde, temelde yatan çatışma, mesleki çıkar ile bir işte çalışma bireysel hakkı arasında yer almaktadır. Birçok gazetecinin maaşının oldukça düşük olduğu üçüncü dünya ülkelerinde mesleki menfaat ile ailesi için masaya yemek koymaya çalışan bağımsız gazetecilerin temel sorumlulukları çatışma halinde olabilir. Ekonomik sıkıntı ayrıca gazetecileri en yüksek parayı verene kalemlerini satma durumuna getirmiştir. Örneğin, bazı Afrika ülkelerinde “masanın üstünde veya altındaki az miktarda para, istenen (ya da ısmarlanan) yazının yazılmasını garanti etmektedir. Mesleki –normatif yaklaşım Mesleki açıdan, etik ilkeler kültürler ve toplumlar üzerinden standardlaştırılmalıdır. Örneğin doktorlar, kültürel özelliklere bakmaksızın, insan yaşamını kurtarmak için verilen sözü paylaşmaktadırlar. Eğer gazetecilik bir meslek ise, “ek iş”i ve gazetecileri ilgilendiren ilkelerin en azından toplum ile biraz uyum içinde olmaları beklenir. Gazetecilik mesleği, bu gruba ait üyelerin, toplumun çoğundan ve özellikle müşterilerinden, belli çalışma alanlarının doğası hakkında daha iyi enformasyonlara sahip olmalarını dile getirir. Bu temel düşünceden türeyen taleplerin en az ikisi, mesleğin kendisinin ve toplumun gereksinimlerinin ne olduğunu ortaya koyar. Hughes’ın tanımına göre bunlar güvenilirlik ve biriciklik-özelliğidir. Mesleki güvenilirlik, özerklik konusunda profesyonel kararlılık gösterebilmek için de esastır. Dan Schiller’in de dahil olduğu araştırmacılar, gazeteciliğin bir meslek mi yoksa yarı-meslek ya da sadece bir uğraş mı olduğu sorusunun cevabını bulmak için uzun zaman uğraştılar. Sosyolojik ve teorik bir anlaşma olmamasına rağmen, dünya üzerindeki etik kodların büyük bölümünde, gazeteciliğin uygulamada kendisini bir meslek ya da en azından yarı-meslek olarak gördüğü ileri sürülür. Dolayısıyla, gazeteciler çıkar çatışması olarak yorumlanabilecek herhangi bir faaliyetten mutlaka kaçınmalıdırlar. Diğer bir Gazetecilik ve Ek İş 155 açıdan, eğer gazetecilik bir meslek değil, bu işi yapmak isteyen herkesin meşgul olabileceği sadece bir uğraş ise niçin medya çalışanları mesleki tutum ve etik ilkelere sadık kalmaya, mesleki sorumluluklarını ispat etmeye mecburdurlar? Mesleki sorumluluklar, gazetecilerin ek işlerini sınırlandırmak için en azından iki neden ortaya atar: (1) İstenen, gazetecilerin tüm zamanlarını kendi işlerine ayırmalarıdır. Abbot’un da belirttiği gibi “meslekler, insanlar yapma gereği gördükleri (ya da yapmaya ihtiyaç duydukları) bir şeyi tüm zamanlı yapmaya başladıklarında meydana gelir. (2) Bir mesleğin biricikliği ve onun diğer uğraşlardan ayırımı, onun özel toplumsal konumunu ve toplum içindeki hiyerarşik ilişkilerinin, kamu ve diğer uğraşlarının sürmesini sağlar. Medya etik ilkeleri Birçok meslekte olduğu gibi, medya kurumları ve çalışanları, meslek içinde belli standart ölçütleri korumak için, güven vermek için geleneksel araçlar olarak etik ilkeleri kullanırlar. Etik ilkeler, hem medya kurumları içindekilere hem de dışındakilere -esasen kamu ve yetkili kişiler demektir-, seslenir. Yapılması ve özellikle yapılmaması gereken profesyonel faaliyetler toplamı olan ilkeler, değerlendirme için onaylanmış ek iş de dahil olmak üzere farklı konulara ilişkin mesleki değerler mihenk olarak hizmet ederler. Bu noktada, medya kurumlarının farklı türlerde etik ilkeleri meydana getirdikleri vurgulanmalıdır. Bazıları medya organizasyonları (gazete, radyo istasyonları ve televizyon) tarafından oluşturulur; bazıları da gazeteciler birliği ve basın-haber konseyleri gibi medya ile ilişkili olmayan kurumlardır. Bazı ilkeler yerel, bazıları ulusal ve bazıları uluslararasıdır. Bazı ilkeler gazeteciler tarafından meydana getirilmiş, diğerleri ise gazeteciler ve kamu temsilcilerinin bir araya gelmesi sonucu oluşturulmuştur. Aynı zamanda, gazeteciler ve medya patronları tarafından yaratılmış ilkeler de mevcuttur. Farklı ilkelerin hem ilkelerin ortaya çıkmasını sağlayan toplumun jeopolitik özelliklerini yansıtacağı hem de gazeteciler ve işverenleri/patronlar arasındaki ilişkiyi yansıtacağı beklenir. Araştırma soruları Çalışmamızın özünde üç soru yer almaktadır: (1) Gazetecilik etik ilkeleri ek iş konusuna yönelik bir içeriğe sahip midir? Sahipse nasıl? Yehiel Hilik Limor 156 (2) Jeo-politik ve jeo-ekonomik farklılıklar ile ek iş konusundaki farklı yaklaşımlar arasında bir ilişki kurulabilir mi? (3) Etik ilkeleri biçimlendiren örgütlerin/kurumların türlerine göre yaklaşımlarda da farklılıklar görülüyor mu? YÖNTEM Çalışmamızda 94 ülkedeki, basın konseyleri, medya holdingleri, medya örgütleri ve basın meslek örgütleri ve radyo-televizyon habercileri tarafından başvurulan/kullanılan/uygulanan 242 etik ilke incelenmiştir. İlkeler dört parametreye göre sınıflandırılmıştır: coğrafi konum, basın özgürlüğünün seviyesi (Freedom House Report esas alınmıştır), kişi başına düşen ortalama gelir (Dünya Bankası Raporu) ve etik ilkeleri biçimlendirenuygulayan kuruluşların türleri. Sadece ulusal kuruluşların etik ilkeleri coğrafi bölge, basın özgürlüğü ve ekonomik seviyeye göre sınıflandırılmıştır, çünkü çoğunlukla bağımsız örgütlerin biçimlendirdiği etik ilkeleri uygulayan medya grupları ABD’dendir. Gazeteciler tarafından yapılan ek işlerin sınıflandırması ilk önce bütün ilkelerin incelendiği niteliksel bir çalışmaya dayanarak gerçekleştirildi. İlkeler, maddi bir karşılığı olan veya olmayan tüm ek işleri yedi temel kategoride, ele almaktadır: a. Gazetecinin asıl işinin haricinde medyada yaptığı ek iş; b. Halkla ilişkiler; c. Reklamcılık; d. Hükümet ve hükümet birimlerinde iş; e. Siyasi bir parti veya ideolojik bir örgütte iş; f. Ders verme veya kitap yazma; g. Dernekler veya kamu kurumları yararına iş. Her bir kategori için, farklı sınırlamalar olduğu kaydedildi: 1. Tümden yasak; 2. sınırlı izin, çıkar çatışması içermeyecek; 3. Sınırlı izin; 4. tamamen serbest. BULGULAR Araştırma sorularına göre: 1. Gazetecilik etik ilkeleri ek iş konusuna yönelik bir içeriğe sahip midir? Sahipse nasıl? 242 ilkenin incelemesi sonucunda sadece yarısının ek iş konusunda bir içeriğe sahip olduğu görülmüştür. İlkelerin büyük bölümü (% 26) siyasi faaliyetlere yönelik bir kapsamdadır ve genel olarak (% 21) çıkar çatışmasına yol açabilecek bütün işler yasaklanmıştır. Genellikle, etik ilkeler, sıklıkla ikinci iş ve etkinliklerin yasak oldukları bağlamında içeriklerinde ek işe yer vermektedirler. Bütünün %21’ine tekabül eden, 50 etik ilke, gazetecilik Gazetecilik ve Ek İş 157 faaliyetleri ile bir çıkar çatışması meydana getirebilecek herhangi bir ek işin tamamen yasaklanmasını içermektedir. En kapsamlı yasak hükümet birimlerinde çalışma konusundadır. 30 etik ilkenin (%12) hiçbir şekilde hükümet birimlerinde çalışmak için izin vermemektedir. Bu kodların %74’ü hükümet birimlerinin yararına yapılacak faaliyetler konusunda oldukça geniş kapsamlı bir yasağı gazetecilere kabul ettirmiştir. Diğer %26’lık kısım ise eğer gazetecinin faaliyetinde herhangi bir çıkar çatışmasının olmadığı koşullarda hükümet birimlerinde çalışmaya izin vermektedir. 2. Jeo-politik ve jeo-ekonomik farklılıklar ile ek iş konusundaki farklı yaklaşımlar arasında bir ilişki kurulabilir mi? Coğrafi konumlarına göre sınıflandırılan ulusal etik ilkeler, en çok dikkat çeken ek iş olayının Doğu Avrupa ülkelerinde görüldüğünü göstermektedir. Bu bölgedeki 25 etik ilkenin %68’si ek iş konusu ile ilişkili bir içeriğe sahiptir. %58 ile ikinci sırada olan Kuzey Amerika’yı %54 ile Afrika ve %52 ile Batı Avrupa izlemektedir. Asya, Orta Doğu, Latin Amerika ve Pasifik bölgesinde oldukça az sayıda etik ilke ek iş konusunda bir açılıma sahiptir. İlkeler, ülkelerin basın özgürlüğü ve ekonomik seviyelerine göre sınıflandırıldığı zaman, anlamlı ya da mantıklı bir açıklama getirebilecek hiçbir farklılık görülmemiştir. 3. Etik ilkeleri biçimlendiren örgütlerin/kurumların türlerine göre yaklaşımlarda da farklılıklar görülüyor mu? En dikkat çekici konu, gazeteler, zincirler ve benzerleri için uygulanan ilkelerde karşılaşılabilir (bu kategoride yer alan ilkelerin %86’sı, gazetecilik etiğinin ulusal kodlarının % 43’ü ile karşılaştırılmıştır). TARTIŞMA Veriler gösteriyor ki etik ilkelerin yaklaşık yarısı ek iş konusuna atıfta bulunuyor. Bu durum ek iş konusunun gazetecilik etiğinin kenarda kalmış bir yönü olmadığının işaretidir, fakat konu dünyanın her tarafındaki mesleki örgütlerin kaygılarından biridir. Öte yandan, ilkelerin diğer yarısının ise konuyu tamamen göz ardı ettiği de bir gerçektir. Bu bulgular nasıl açıklanabilir? Konu üzerine neredeyse hiçbir çalışmanın olmayışı nedeniyle, bu çalışmada iki alternatif ve tamamlayıcı açıklama ileri sürülmektedir: 1. Bazı ülkelerde ek iş problemi yok, çünkü hakim görüşe göre gazeteciler kökleşmiş ve kabul edilmiş asıl işlerinin dışında herhangi bir ek iş yapamayacaklarından etik ilkelerde ek iş konusuna değinmeye gerek duyulmamıştır. 158 Yehiel Hilik Limor 2. Bazı ülkelerde hakim olan sosyal ve mesleki değerler bağlamında gazetecilerin asıl işlerinin yanı sıra yaptıkları ek işin bir zararı olmayacağı kabul edilmektedir. Bu ülkelerin bazılarında ekonomik koşullar gazetecileri ek iş yapmaya mecbur kılmaktadır –ki gazeteciyi çevreleyen toplumun bu olaya rıza göstermesi hayatın bir gerçeğidir. En kapsamlı yasak hükümet birimlerinde çalışma konusundadır. 30 etik ilkenin (%12) hiçbiri hükümet biriminde çalışmak için izin vermemektedir. Bu kodların %74’ü hükümet birikiminin yararına yapılacak faaliyetler konusunda oldukça geniş kapsamlı bir yasağı gazetecilere kabul ettirmiştir. Diğer %26’lık kısım ise eğer gazetecinin faaliyetinde herhangi bir çıkar çatışmasının olmadığı koşullarda hükümet biriminde çalışmaya izin vermektedir. Tüm ilkelerin sadece yaklaşık %10’u diğer medyada (televizyon, radyo, reklamcılık vb.) ek iş yapan gazeteciler konusuna yer ayırmaktadır. Hiçbir çıkar çatışmasının olmadığı koşullarda ek işe izin verilmektedir. Sadece 16 etik ilkede (yaklaşık % 7) ek iş konusuna ders verme ve öğretmenlik olarak değinilmektedir. Azınlık denebilecek kadar az sayıda ilkede ek işe tamamen izin verilirken, geri kalan birkaç ilkede gazeteciye değişik sınırlamalar getirilmektedir. İncelenen 50 ilke (%21), gazetecilik faaliyetleri ile bir çıkar çatışması meydana getirebilecek herhangi bir ek işin tamamen yasaklanmasını içermektedir. İsrail gazetecilik etik ilkelerinden bir örnek teşkil etmesi bağlamında konu ile ilgili kısmı aktarmak istiyorum: “Hiçbir gazete veya gazeteci kendisini, gazete veya gazeteci olarak yükümlülükleri ve diğer uğraşıları arasında oluşabilecek şüpheli bir çıkar çatışması konumuna sokmamalıdır.” Reklamcılık ve halka ilişkiler alanında gösterilen sınırlı ilgiyi ancak derinlemesine bir alan araştırması açıklayabileceği halde, üç alternatif açıklama üzerinde durulabilinir: 1. Bu konularla ilgilenmek hemen hemen evrensel olarak tabu olarak kabul edilir. Bu varsayım, bahsi geçen konunun gazete ve yayıncılık etik ilkelerinin sadece %12’sinde (çoğunluğu Kuzey Amerika’da) ve ulusal ilkelerin %11’inde (Kuzey Amerika’da) yer aldığını ortaya koyan incelememiz tarafından doğrulanmaktadır. Diğer bir açıdan, konunun Doğu ve Batı Avrupa’da ve Afrika’daki etik ilkelerde kapladığı alanın genişliği, sorun ile uğraşmak için bir girişimde bulunulduğunun kanıtı olarak ele alınabilir. Gazetecilik ve Ek İş 159 2. Reklamcılık ve halkla ilişkiler işleri açıkça ve kesinlikle yasaklanmış değildir, fakat her medya kuruluşunun kendi fikir ve politikalarına göre ele aldıkları çıkar çatışması konusu ile pür dikkat ilgilenilmelidir. 3. Bu tür işlerde herhangi bir sınırlama konmamıştır. Bu tür faaliyetler gazeteciler için yasak olarak düşünülmez. Coğrafi konumlarına göre sınıflandırılan ulusal etik ilkeler göstermektedir ki en çok dikkat çeken ek iş olayı Doğu Avrupa ülkelerinde görülmektedir. Bu durum birbiriyle alakalı iki açıklamayı getirmektedir: 1. Komünist rejimden demokratik devletlere dönüşen ve dolayısıyla piyasa ekonomisine geçen bu ülkelerdeki ekonomik koşullar, gazetecilerin asıl işlerinin dışında ek gelir için uğraşılarının artmasını teşvik ettiği için sorumludurlar. Bu nedenle, gazeteciler bunu yapmaktan caydırılmalıdır. 2. Bu ülkeler açık bir şekilde, gazetecilik açısından mesleki değerleri ve inançları teşvik eden ve bu nedenle de gazetecilerin ek işini sınırlandıran Batı standartlarını benimsemek için çabalıyorlar. Ulusal gazetecilik etik ilkelerinde, gazetecilerin ek işlerine verilen dikkat, mevcut standartların ulusal ve siyasal sınırları aşarak ifade edildiğini göstermektedir. Bu iddiayı mesleki basın standartlarının büyük ölçüde ABD’de üretilmiş olması güçlendirmektedir. Diğer bir açıdan, bu durum Batı değerlerinin hegemonyası ve hatta bazı kültürel sömürgecilik manifestoları hakkındaki tezleri de desteklemektedir. Afrika kaynaklı ilkeler bu bağlamda bir örnek teşkil etmektedir: Afrika ülkelerindeki gazeteciler düşük ücret almakta ve genel olarak maddi açıdan da garantili olmayan işlerde çalışmaktadırlar. Bu nedenle ek iş konusundaki yasaklar ve sınırlamalar sahte bağlılıklara dönüşmekte, gazeteciler kendilerini ilkelere riayet edemez konumda bulmaktadırlar. Ayrıca, gelişmiş ülkelerin etik ilkelerinin dayandığı liberal Batı felsefesi, bireylerin kendilerine ve topluma karşı olan sorumlulukları ile sosyal-ideolojik düşünceyi vurgularken sosyal sorumluluk modelinin tininde, Afrika ülkelerinin topluma yönelik vaatleri üzerinden çatışmaktadır. Doğu Avrupa ilkelerinin üçte biri, gazeteciliğin yanı sıra hükümette pozisyon sahibi olunmasına değinmektedir. Gazetecilerin muhtemelen komünist rejim ve onun güvenlik örgütünün ajanı olarak hizmet verdiği geçmiş günlerin hatıraları silme girişimlerindedir. Etik ilkeleri biçimlendiren kurumların türlerine göre, değişik konulardaki etik ilkelerin tarzlarının analizi, gazetelerin ve zincirlerin (=ülke çapında 160 Yehiel Hilik Limor birçok gazete-dergi firmasına sahip tekeller) ilkelerinin ek iş konusu ile diğer örgütlerden daha çok ilgilendiklerini göstermektedir. Genelleştirirsek, üstelik gazetelerin ve zincirlerin ilkeleri diğerlerinden daha sınırlayıcı yükümlülükler getirmektedir. Bu incelemenin temel açıklaması, medya kuruluşlarındaki çalışan-işveren ilişkisine uygulanabilirliği yani, sınırlamaların sonuçları etik sistemi değil, örgütsel ihtiyaçlardan, özellikle güvenilirliğin geliştirilmesi ve genellikle düşünülen ekonomik amaçlardan ortaya çıkmaktadır. SONUÇ Bulgularımız gösteriyor ki gazetecilik, kendi etik ilkelerinden geçerek, ek iş hakkında katı ve kesin kurallar iddia etmez. İncelenen ilkelerin sadece yarısı bu konuya yer vermektedir. Bunlar arasında ek iş konusunda açık bir tanım yapan oldukça nadirdir. Ulusal örgütlerin sadece %43’ü konuyu ele alır ya da ek iş hakkında bir sınırlama koyar. Bununla birlikte, en mantıklı ve yaygın ek iş tanımı, gazeteler ve zincirler gibi başlıca medya örgütleri tarafından verilmektedir. Bu medya örgütlerinin gazetecilik etiğinin ve gazetecilik tutumunun doğruluğunun yeni savunucusu olduğu anlamına mı gelir? Muhtemelen hayır. Tabii ki etik uğruna değil, tamamen gelirlerin artması ile ilişkili olan güvenilirliği, saygınlığı ve kamunun güveni oluşturacak mekanizmayı oluşturmak için, kar-güdümlü medyayı ve sahiplerinin etik uygulamalarını desteklemeler ironiktir. Paradoksal olarak, serbest pazarın bir ürünü olan kargüdümlü örgütler, çalışanlarının iş-uğraş özgürlüğünü sınırlandırırlar. Gazetecilik örgütleri arasında genel ve net bir ek iş tanımı olmayışı, özellikle “yapılacaklar ve yapılmayacaklar”, gazetecilik ve diğer uğraşlar arasında şeffaf olmayan sınırlar yaratır. Bu durum gazetecilerin “döner kapıdan” kolayca girmelerini ve çıkmalarını açıklamaktadır. Bu “kapı” siyaset, halkla ilişkiler ve reklamcılık gibi bir çok uğraş ve alan için açıktır. Akademik açıdan, gazetecilik ve ek iş konusu karşılaştırmalı ve kültürel çalışmalar üzerinden daha geniş araştırmaları gerektirmektedir. Gazetecilik açısından, etik ilkelerin ve uygulamaların, örneğin gazetecilerin başka bir iş için bir süreliğine olsa bile, mesleği bırakmaya karar verdiklerinde, “soğuma periyodunun” tekrardan gözden geçirilmesi gerekebilir. KAYNAKÇA2 2 Kaynakça İngilizce bölümünde verildi. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 161-174 Presentation Article Journalism and moonlighting: An international comparison of 242 codes of ethics Yehiel Hilik Limor Chair and Director, School of Communication Ariel College, Ariel, Israel Abstract: According to journalistic norms journalists must avoid situations that create a conflict of interests. Those norms are developed and shaped via a continuous interaction between media and society, including the political institution, as well as between journalists as employees and their employers. From a professional point of view, journalists are expected to avoid any deed which may disrespect the profession. Codes of ethics are used by journalistic organizations to express their professional norms and values, which are perceived as the “conscience” of journalism. How do codes of ethics relate to the idea of additional jobs and/or occupations for journalists? Does every additional job necessarily entail a conflict of interests? Is volunteer activity outside working hours also considered “moonlighting?”Our study, that seeks to examine ethical conceptions regarding additional work and activity, is an international comparative study examining 242 codes of ethics applied by the media in 94 countries. Discussions focus on three issues: First, do codes of ethics address the issue of additional work, and if so, how? Second, are there differences in the ways the issue is addressed according to geo-political and geo-economic characteristics? And, third, are there differences according to type of organization for which a given code was formulated? Keywords: Journalism, additional work/ moonlighting, journalism ethic, international codes of ethics 162 Yehiel Hilik Limor My lecture today will focus on a widely practiced phenomenon which may endanger journalistic integrity. I mean journalists’ additional work, in many cases nicknamed "moonlightings". Codes of ethics, perceived as the "conscious" of journalism, were used to examine attitudes towards the phenomenon ------A couple of years ago, a celebrated columnist, James Glassman, published an article in the Washington Post in which he warned of the “next great American scandal.” Glassman went on to claim that the scandal “will involve not politicians, not corporate executives, but journalists,” sparked by highly lucrative side interests. He claimed that while the scandal had not yet broken out, one often hears of American journalists who earn large sums of money – not from their journalistic pursuits but from moonlighting. One writer even called moonlighting “the key to earning big bucks in business journalism.” The problem is not unique to the United States. The Croatian Journalists Union, for example, maintained that “the nation’s media is dramatically deteriorating, as ‘moonlighting’ by journalists continues to be widespread”. In Pakistan, it was reported that there are “many spies doubling as reporters, and journalists moonlighting as government agents”. Reports from Zambia indicate that “teachers, university lecturers, accountants, bookkeepers, journalists and doctors are all moonlighting”, and in Yugoslavia, it is said that about half the journalists are moonlighting. During the war in Iraq, it was reported that “Jordanian journalists are moonlighting as ‘fixers.’ For a US $200 fee, they will help open doors to their contacts in the government, the military and the academia”. According to journalistic norms journalists must avoid situations that create a conflict of interests, whether actual or merely perceived, in order to remain loyal to their major stakeholder: the public. Those norms are developed and shaped via a continuous interaction between media and society, including the political institution, as well as between journalists as employees and their employers. Furthermore, from a professional point of view, journalists are expected to avoid any deed which may disrespect the profession. Codes of ethics are used by journalistic organizations to express their professional norms and values, which are perceived as the “conscience” of journalism, and therefore constitute a useful means of assessing the dos and don’ts applying to media personnel. How, then, do codes of ethics relate to the Journalism and Moonlighting 163 idea of additional jobs and/or occupations for journalists? Does every additional job necessarily entail a conflict of interests? Is volunteer activity outside working hours also considered “moonlighting?” And what about political activity? Our study, that seeks to examine ethical conceptions regarding additional work and activity, is an international comparative study examining 242 codes of ethics applied by the media in 94 countries. Discussions focus on three issues: First, do codes of ethics address the issue of additional work, and if so, how? Second, are there differences in the ways the issue is addressed according to geo-political and geo-economic characteristics? And, third, are there differences according to type of organization for which a given code was formulated. We have first to explain the general expressions additional work or moonlighting. Those terms as used in our study, refer to both paid and volunteer work. From the ethical point of view there is considerable resemblance between the two types of work, as journalists may engage in activities that bear no financial recompense yet still provide other types of benefits such as publicity, social recognition, social ties and the like. Additional work is not the only issue that may cause conflicts of interests. However, it is a world wide practice with little attention in literature, and therefore deserves a special discussion. The theoretical background The discussion of moonlighting among journalists should reflect at least two fundamental theoretical perspectives: The philosophical-ethical and the professional-normative. While ethics paves the way for variety of approaches and principles, professionalism demands standardization. Ethics is culturally and politically dependent, and therefore journalism and media are expected to form different ethical approaches and principles across societies. Even in the western world, there is no one agreed philosophical school. The continuing ethical debates among philosophers reflects this reality. Beside their journalistic Journalists may choose to engage in a variety of additional activities, such as political engagements, advertising and public relations positions, educational as well as celebrity-type activities as 164 Yehiel Hilik Limor interviews. While the different additional jobs activities are different from each other, they all contain a potential for conflict of interests. As public trust is the supreme interest of the media, they aspire to avoid such conflicts, whether real or perceived. As Black, Steele and Barney stated: The principle of independence calls on journalists to remain free of associations or activities that may compromise their integrity or damage their credibility. It is essential for individual journalists and news organizations to honor that principle if they are to be effective in fulfilling the primary obligation of journalism, seeking truth and reporting is as fully as possible.” The conflicted interests and the ethical way to address them, may be the similar over differences in institutional and cultural norm, or depend on them. For example, journalist who work for advertising agency may jeopardizes its commitment to the public to report in an unbiased manner, because of its obligation to promote the interests of its customers in the advertising agency. However, the way to address the problem can be dependent on the economic environment. In western countries the underlying conflict may be between the professional interest and the individual right for occupation, in third world counties, where many journalists’ salaries are very low, and the professional interest may conflict with the very basic commitment of the individual journalist to put food on the table for his family. Economic distress is also liable to lead journalists to sell their services to the highest bidder. Such is the case, for example, in some African countries, where – if to quote one report “a small sum of money, on or under the table, will guarantee favorable coverage”. The professional-normative approach. From a professional standpoint, norms should be standardized over cultures and societies. Physicians, for example, share a commitment to save human life, regardless cultural characteristics. If journalism is a profession, norms regarding moonlightings and journalists are expected to show at least some coherence across societies. A profession declares that its members know better than society at large and its clients in particular, about the nature of certain spheres of activity. At least two of the demands derived from this basic statement justify what the Journalism and Moonlighting 165 profession requires of itself and of society, if we do follow Hughes's definition: Exclusivity and credibility. Professional credibility is also the basis for a profession’s insistence on autonomy. Research scholars (including Dan Schiller) have long wrestled with the fascinating question of whether journalism is a profession, a semi-profession or perhaps only an occupation. Regardless the lack of sociological-theoretical agreement, widespread of codes of ethics around the world, suggests that in practice journalism perceives itself as a profession or at least semi-profession. Consequently, journalists must avoid any activity liable to be interpreted as a conflict of interests. On the other hand, if journalism is not a profession but merely an occupation in which anyone who desires to do so may engage, why are media personnel obliged to adhere to professional behavioral and ethical codes and to demonstrate professional responsibility? Professional commitment, both internal and external, gives rise to at least two reasons for limiting professionals' additional work: (1). A demand that professionals devote all their time to their work. As Abbot stated: “Professions begin when people start doing full time the thing that needs doing”. (2). Exclusivity of a profession and its isolation from other occupations preserves its special social status and the hierarchical relations among it, the public and other occupations. Mass media codes of ethics Like in many professions, media organizations and personnel, use codes of ethics as a conventional means for expressing their credo, as well as to maintain a certain normative standards within the profession. Code of ethics, thus, address both within the media institution and outside it, means mainly the public and the authorities. The codes, a collection of dos and [primarily] don’ts of professional activity, may thus serve as a yardstick for assessing accepted professional norms regarding various issues, including moonlighting. It should be noted that the media institution produces varies types of codes of ethics. Some, are issued by media organizations (newspapers, radio stations, televisions, etc.), some by non-media organizations, such as journalists unions, and press or news councils. Some codes are local, some Yehiel Hilik Limor 166 national and some international. Some codes are formulated by journalists, others by journalists and public representatives together, while there are also codes created by journalists and media owners. The variety of codes is expected to reflect both the geo-political characteristics of societies in which codes are formulated as well as the relations between journalists and their employers. Research questions Three questions lie at the core of our study: (1) Do codes of journalistic ethics address the issue of additional work – and if so, how? (2) Do the different approaches towards additional work differ over geopolitical and geoeconomic differences? (3) Are there differences in approach according to type of organization for which a given code was formulated? METHODOLOGY Our study examined, at previously noted, 242 codes of ethics applying to press councils, media conglomerates, media organizations and professional organizations of press and broadcast journalists in 94 countries. Codes were classified according to four parameters: Geographic location, degree of freedom of the press (based on the Freedom House Report), average per capita income (i.e. economic level in the given state; according to the World Bank Report) and type of organization. Only the codes of national organizations were classified by geographic region, freedom of the press and economic level because most individual organization codes apply to media outlets in the United States. Classification of moonlighting or additional works performed by journalists was made based on a preliminary qualitative study, where all codes were examined. Codes have addressed a variety of additional work, with or without financial remuneration, of seven basic categories: a. Additional work for the media that is not part of the journalist’s full-time job; b. Public relations; c. Advertising; d. Government and government agency work; e. Political party or ideological organization work; f. Lecturing or writing books; g. Work on behalf of the community or public organizations. Journalism and Moonlighting 167 For each category, different restrictions were recorded: 1. Total ban; 2. Limited permission: not if involves conflict of interests, 3. Limited permission, and 4. Blanket permission. FINDINGS The first research question was: Do codes of journalistic ethics address the issue of additional work – and if so, how? Analysis of the 242 codes revealed that only about half of them relate to moonlighting (table 1). The codes mainly address political activities (26%) and ban in general all work that may be conducive to conflict of interests (21%). Overall, Codes of ethics often addresses secondary jobs and activities by banning them (table 2). 50 codes, 21% of the total, include a general ban on any outside work that engenders a conflict of interest with journalistic activity or is liable to do so. The most comprehensive ban of all refers to government agency work, as mentioned in 30 codes (12% of the total), none of which offers blanket permission to do so. Some 74% of these codes impose a sweeping prohibition on journalists’ activity on behalf of government agencies, while another 26% permit it on condition that there is no conflict of interests with journalistic activity. Also 63% of codes ban moonlighting in advertising and 52% in public relations. Of codes that address political activities, 47% of codes ban it while 47% allow it as long as it does not create conflict of interests. With regarding to community volunteering work and working in other media outlets, codes that address those issues typically permit it as long as it does not create conflict of interests. The second research question was: Do the different approaches towards additional work differ over geopolitical and geo-economic differences? Classification of all national codes by geographic location reveals that the most attention paid to moonlighting may be found in Eastern European countries: 68% of 25 codes in this region were found to relate to the issue (table 2). North America is in second place (58%), followed by Africa (54%) and Western Europe (52%). In Asia, the Middle East, Latin America and the Pacific Rim, only in a handful of counties codes of ethics have addressed the issue. Yehiel Hilik Limor 168 No meaningful or coherent differences were found when codes were classified based on countries’ level of freedom of press and economic level. The third research question was: Are there differences in approach according to type of organization for which a given code was formulated? The most attention to the subject may be found in codes for newspapers and chains (86% of all codes in this category, as compared with only 43% of national codes of journalistic ethics). DISCUSSION The data shows that about half codes of ethics address additional work, or moonlighting, indicating that the issue is not some marginal aspect of journalistic ethics but rather one of concern to the professional community throughout the world. On the other hand, it is also true that half the codes ignore the issue altogether. How can these findings be explained? Due to the lack of literature on the issue, two alternative and complementary explanations are suggested: (1) Some countries have no moonlighting problem because the prevailing conception declaring that journalists may not perform any additional work outside their regular jobs is so well-rooted and accepted that there is no need to mention the issue in codes of ethics. (2) The social and professional norms prevailing in certain countries perceive no harm in journalists’ working at outside jobs besides their regular ones. Economic conditions in some of these countries compel journalists to moonlight – a fact of life to which the surrounding society appears reconciled. The most comprehensive ban of all refers to government agency work, as mentioned in 30 codes (12% of the total), none of which offers blanket permission to do so. Some 74% of these codes impose a sweeping prohibition on journalists’ activity on behalf of government agencies, while another 26% permit it on condition that there is no conflict of interests with journalistic activity. Only about 10% of all codes consider the matter of journalists who moonlight for other media. All permit it on condition that there are no conflicts of interests. Only 16 codes (about 7% of the total) deal with Journalism and Moonlighting 169 additional works as giving lectures and teaching; a minority permits it outright and the remainder imposes various constraints. Note that 50 codes, 21% of the total, include a general ban on any outside work that engenders a conflict of interest with journalistic activity or is liable to do so. The following clause – from the Israel’s code of journalistic ethics is an example: No newspapers or journalists shall put themselves into a position in which there is a suspicion of conflict of interests between their obligations as newspapers and journalists and any other interest. While only an in depth field research would explain the limited attention accorded to advertising and public relations, three alternative explanations should be considered: (1) Engaging in such occupations is recognized almost universally as taboo. This assumption is corroborated by the observation that the subject is mentioned only in 12% of the codes newspapers and broadcasting system codes (most of them North American) and 11% of the national ones in North America. On the other hand, extensive coverage of the issue in Eastern and Western European and African codes may indicate an attempt to deal with a real problem. (2) Advertising and public relations work are not expressly absolutely forbidden, but must be regarded with all due attention to the “conflict of interests” issue that each media organization translates according to its own conceptions and policies. (3) No restrictions whatsoever are imposed on work of this type, which means that such activities are not considered as prohibited for journalists. . The classification of all national codes based geographic location shows a relatively high attention to moonlightings in code from eastern European countries. This may have two interrelated explanations: (1) Economic conditions in these countries, that are in transition from communist regimes to democratic states with a market economy, are liable to encourage journalists to seek additional income outside their regular jobs. Hence they should be deterred from doing so. 170 Yehiel Hilik Limor (2) These countries seek to adopt overtly Western norms that encourage a professional ethos for journalism and thus to limit journalists’ additional jobs. Attention to journalists’ moonlighting in national codes of journalistic ethics indicates that the declared norms expressed therein cross national and political borders, reinforcing the claim that professional press norms are largely “made in USA.” On the other hand, it also buttresses contentions regarding the hegemony of Western values and even some manifestations of cultural colonialism. Codes originating in Africa provide an example: Journalists in African countries receive low salaries and are largely financially insecure, turning prohibitions and constraints on additional work into lip service only, as the journalists find themselves unable to abide by these rulings. Moreover, the liberal-Western philosophy on which the codes of developed countries are based emphasize the responsibility of individuals to themselves and to society, a social-ideological conception that conflicts with African countries’ on commitment to society in the spirit of the “social responsibility” model. About a third of the Eastern European codes address holding governmental position in addition to the journalistic one, possibly in an attempt to expunge memories of the past, when journalists served as agents of communist regimes and their security services. Analysis of the attitudes of ethical codes to various issues according to type of organization for which the codes were formulated reveals that codes of newspapers and chains deal with moonlighting more than those of other organizations. By generalizing, moreover, they also impose more constraints than the other codes. The principal explanation for this observation is the applicability of employer-employee relationships in media organizations, meaning that the resulting constraints are not derived exclusively from the ethical system but also from organizational needs, particularly cultivation of credibility, usually with financial objectives in mind. SUMMARY AND CONCLUSIONS Findings show that journalism, via its codes of ethics, do not allege clear and strict rules regarding additional works. Only half of the codes address the issues; when it is addressed, there is rarely a clear definition of the issue. Only 43% of national organizations address the issue or put any limitation related to additional work. However, the most coherent and widely spread Journalism and Moonlighting 171 definition of moonlighting is given by media organizations, mainly newspapers and chains. Does it mean that media organizations became the new defender of journalism ethics and the journalistic proper behavior? Probably not. Ironically, profit-driven media organizations and their owners promote ethical practices, not necessarily for the sake of ethics itself, but as a mechanism to establish credibility, respectability and public trust, all contribute to revenues. Paradoxically, the profit-driven organizations, product of the free market, restrain the freedom of occupation of their employees. The lack of a clear and common definition of moonlighting among journalists' organizations, especially the dos and don'ts, creates a blurred boundaries between journalism and other occupations and it might explain the ease for journalists to step in and out the "revolving door." The "door" is open to and from many occupations and fields, including politics, public relations, and advertising. From the academic point of view the issue of journalism and additional work deserve further research including comparative, cross cultural studies. From the journalistic point of view, it might require reconsideration of ethical norms and practices, for example requiring a "chilling period" when journalist decides to give up journalism, even for a while, for another occupation. REFERENCES Abrahamson, M. (1967). The Professional in the Organization. Chicago: Rand McNally. Allison, M. (1986). A Literature Review of Approaches to the Professionalism of Journalists. Journal of Mass Media Studies, 1(2), 5-19. Berkowitz, D. & Limor, Y. (2003). "Professional Confidence and Situational Ethics: Assessing the Social-professional Dialectic in Journalistic Ethics-Decisions". Journalism & Mass Communication Quarterly, 80(4), 783-801. Bertrand, C.J. (2000). Media Ethics & Accountability Systems. New Brunswick, NJ: Transaction. Black, J., Steele, B.& Barney, R. (1995). Doing Ethics in Journalists. Boston: Paramount. Boode, W. (1972). Community within Community: The Professions. In: R.M. Pavalko (Ed.), Sociological Perspectives on Occupations (pp. 17-25). Itasca, Ill.: F.E . Peacock. 172 Yehiel Hilik Limor Broddason, T. (1994). The Sacred Side of Professional Journalism, European Journal of Communication, 9, 227-248. Bruun, L. (ed.) (1979). Professional Codes in Journalism. Vienna: International Organization of Journalists. CIA Factbook (2003). Retrieved June 2003 from www.cia.gov/publications/factbook. Cooper, T. (1990). Comparative International Media Ethics, Journal of Mass Media Ethics, 5(1), 3-14. Christians, C.G., Rotzoll, K.B. & Fackler, M. (1983). Media Ethics: Cases and Moral Reasoning. New York, N.Y.: Longman. Croatian Media Situation Deteriorating, Warns Journalists' Union (2002). IJNet. Retrieved June 15, 2003, from http://www.ijnet.org/Archive/2002/11/113627.html. Day, L.A. (1991). Ethics in Media Communications: Cases and Controversies, Belmont, CA: Wadsworth. Erickson, J. (1995). Here Are Some Of The Ways Business Journalism's Wealthiest Members Earned Their Income Last Year. TJFR , 9(5). Retrieved June, 15, 2003 from http://www.tjfr.com/secure/archive1995/0395moonlighting915.htm . Freedom of the Press 2003 (2003). New York: The Freedom House. Retrieved June 15, 2003 from http://www.Freedomhouse.org . Freidson, E. (1994). Professionalism Reborn – Theory, Prophecy and Policy, Chicago: University of Chicago. Glassman, J. K. (March 28, 1995). Scandal Watch: Journalists, Beware. Washington Post, p. A17. Greenwood, E. (1972). Attributes of a Profession. In: R.M. Pavalko (Ed.), Sociological Perspectives on Occupations (pp. 3-16). Itasca, Illinois: F.E. Peacock. Hafez, K. (2002). Journalism Ethics Revised: A comparison of Ethics Codes in Europe, North Africa, the Middle East, and Muslim Asia, Political Communication , 19, 225-250. Hallin, D. (1992). The passing of 'High Modernism' of American Journalism. Journal of Communication, 42(3), 14-25. Herman, E.S. and Chomsky, N. (1988). Manufacturing Consent. New York: Pantheon. Hughes, E.C. (1971). The Sociological Eye, Chicago: Aldine-Atherton. Hulteng, J.L. (1981). Playing it Straight. Chester, CT: Old Chester Road. Jensen, J.V. (1997). Ethical Issues in the Communication Process, Mahwah, NJ: Lawrence Erlbaum. Jones, C.J. (1980). Mass Media Codes of Ethics and Councils: A Comparative International Study on Professional Standards. Paris: UNESCO. Karatnychy, A. (2002). Nations in Transit 2002: A Mixed Picture of Change. Retrieved January 15, 2004, from http://www.freedomhouse.org/research/ nattransit.htm. Journalism and Moonlighting 173 Kasoma, F.P. (1994). Journalism Ethics in Africa. Nairobi: Creda Press. Laitila, T. (1995). Journalists Codes of Ethics in Europe, European Journal of Communication, 10 (4), 527-544. Mann, R. (2003). Zakazukha. Haayin Hashviit 42, 44-45. (Hebrew) McChesney, R.W. (1999). Rich Media Poor Democracies. Il: University of Illinois Press, McManus, J.H. (1994). Market-Driven Journalism. Thousands Oaks, CA; Sage. McQuail, D. (1994). Mass Communication Theory (3rd ed.). London: Sage. Mosco, V. (1996). The Political Economy of Communication. London: Sage. Mukeredzi, T. (2003). Zimbabwe Moonlighting. African News Bulletin, 450. Retrieved June 15, 2003, from http://www.peacelink.it/anb-bie/nr450/e08.html. Nyamnjoh, F.B. (2000). West Africa: Unprofessional and Unethical Journalism. In: M. Kunczik (Ed.), Ethics in Journalism : A Reader on Their Perception in the Third World . Retrieved January 19, 2004, from http://library.fes.de/fulltext/iez/ 00710toc.htm Patterson, P. & Wilkins, L. (2002). Media Ethics: Issues and Cases. New York, N.Y: McGraw-Hill. Pereira, D. (2003). Cash rolling in for enterprising Arabs. The Straits Times. Retrieved June 15, 2003, from http://straitstimes.asia1.com.sg/iraqwar/story/ 0,4395,179705,00.html. Sarwar, B. (2000). Press Vulnerable under Sword of Martial Law. Asia Times OnLine. Retrieved June 15, 2003 from http://www.atimes.com/media/ BB29Ce01.html. Schudson, M. (1978). Discovering the News. New York: Basic Books. --- (1990). Origins of the Ideal of Objectivity in the Professions. New York: Garland. Schiller, D. (1979). An Historical Approach to Objectivity and Professionalism in American News Reporting. Journal of Communication, 29(4), 46-57. Situation in the Trade is Drastically Bad (2002). Media Center Belgrade. Retrieved June 15, 2003, from http://www.yumediacenter.com/english/dogadjaji/2002/ 9/d110902e.html. Son, T. (2002). Leaks: How do Codes of Ethics Address Them?, Journal of Mass Media Ethics, 17(2), 155-173. The World Bank (2002). World Developmental Indicators. pp. 12-14. Washington, DC: The World Bank. Tuchman, G. (1973). Making News by Doing Work: Routinizing the Unexpected. American Journal of Sociology, 79(1), 111-131. Underwood, D. (1993). When MBAs Rule the Newsroom. New York: Columbia University Press. Weaver, D.H. (1998). The Global Journalist. Cresskill, NJ: Hampton Press. 174 Yehiel Hilik Limor İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 175-186 Sunum - Makale Mahremiyetin sınırları: yararlı ayrımlar1,2 Raphael Cohen-Almagor University of Haifa, Israel Özet: Mahremiyet, genel olarak, meraklı ve izinsiz giren toplumun taleplerine karşı bireylerce savunulan bir değer, gözlemden yalıtım olarak anlaşılır. Bizim en önemlı değerlerimizle, kendini ifade etmeye ve seçmeye muktedir bağımsız bir ahlaklı özne olmanın ne demek olduğu anlayışımızla yakından bağıntılıdır. Haber, eğlence ve özel öyküler kamu seyri olunca, bireysel yaşamlar istenmeyen tanıtımın acımasızca parlayan ışıklarına tutulur. İhlalin sınırlarını belirlerken, çocuk ve yetişkin, kamu kişileri ve alelade yurttaşlar, spot ışıkları altında yaşamayı seçen insanlar ve kamu forumuna tökezleyerek ya da kamusal önem taşıyan bir şey yapmalarından dolayı düşen alelade yurttaşlar arasında fark yapılmaktadır. Anahtar kelimeler: Mahremiyet, etik, medya, bireysel özgürlük GİRİŞ Bu deneme, mahremiyet konusunu incelemektedir. Haberler eğlence haline geldiğinde ve özel hikayeler kamusal seyretmeye, bireysel yaşamlar amansızca istenmeyen aleniyetin göz kamaştırıcı ilgisine maruz kalabilirler. İzinsiz girmenin sınırlarını çizerken çocuklar ve yetişkinler; kamusal figürlerle sıradan yurttaşlar; kamuoyunun ilgisi önünde yaşamayı seçmiş insanlarla kamusal alana hata sonucu düşmüş insanlar arasında ayrım yaptım. 1 Bu makalenin başka bir versiyonu Communication Law Review, Vol. 6, Issue 1 (2006), pp. 47-72’de yayınlanmıştır. 2 Çev. Zeynep Gültekin Akçay, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi 176 Raphael Cohen-Almagor İfade özgürlüğüne yönelik geniş hoşgörü sağlayacak liberal eğilimi gerektiği gibi takdir ederek, aynı zamanda toleransın kapsamını emretme gereksinimini de kabul etmeliyiz. Kamunun bilme hakkı kavramıyla doldurulan ve güçlendirilen özgür ifade etme ve özgür basın hakkı, yeterli gerekçe olmadan bireysel mahremiyeti ihlal etmeyi kapsamamaktadır.3 Medya, kamunun gözünde bir miktar inandırıcılık sahibi olabilmek için bazı sosyal sorumluluk standartları benimsemelidir.4 Gerçekten de İsrail’de Temel Yasa (Anayasa, Basic law) Bölüm 7: İnsan Onuru ve Özgürlük (1992) “(a) Herkesin mahremiyet ve yakınlık kurma hakkı vardır. (b) Buna rıza göstermeyen bir kişinin özel emlakine girilemez. (c) Kişinin özel emlaki, vücudu veya kişisel eşyaları üzerinde arama yapılamaz. (d) Kişinin konuşmalarının veya yazılarının veya kayıtlarının gizliliği ihlal edilemez”5 diye ifade etmektedir. Mahremiyet “Mahremiyet” terimi felsefi, siyasal ve yasal tartışmalarda olduğu kadar günlük dilde de sıkça kullanılır, ama terimin tek bir tanımı veya analizi veya anlamı yoktur. Mahremiyet kavramının, çeşitli kültürlerde nasıl geniş bir biçimde değerlendirildiğine ve korunduğuna ilişkin sosyolojik ve antropolojik tartışmalarda geniş tarihi kökleri vardır. Üstelik terimin, en dikkat çekicisi 3 . See Section 8 of the Canadian Charter of Rights and Freedoms, and Article 17 of the International Covenant on Civil and Political Rights: “No one shall be subjected to arbitrary or unlawful interference with his privacy, family, home or correspondence, nor to unlawful attacks on his honour and reputation.” U.N.T.S. No. 14668, Vol. 999 (1976). 4 . Cf. Commission on Freedom of the Press (Hutchins Commission), A Free and Responsible Press (Chicago: University of Chicago Press, 1947); Robert W. McChesney and John C. Nerone (eds.), Last Rights:: Revisiting Four Theories of the Press (Urbana and Chicago: University of Illinois Press, 1995), esp. pp. 77-124. See also Dan Caspi, "On Media and Politics: Between Enlightened Authoritarianism and Social Responsibility,” in R. Cohen-Almagor (ed.), Israeli Democracy at the Crossroads (London: Routledge, 2005): 23-38. 5 . The Basic Law: Human Dignity and Freedom (5752 - 1992). Passed by the Knesset on 21st Adar, 5754 (March 9, 1994); http://www.mfa.gov.il/MFA/ MFAArchive/1990_1999/1992/3/Basic%20Law-%20Human%20Dignity%20 and%20Liberty-. Mahremiyetin Sınırları 177 Aristo’nun devlet (polis) ile aile ve ev hayatıyla ilişkilendirilen özel arasındaki ayrımı olan iyi bilinen felsefi tartışmalarda tarihi kökenleri vardır.6 Mahremiyet, yaygın bir biçimde gözlemlenebilirlikten yalıtım, meraklı ve izinsiz giren bir toplumun taleplerine karşı bireyler tarafından üzerinde durulan bir değer olarak anlaşılmaktadır.7 En derin değerlerimizle, özyansıtmaya ve seçime muktedir özerk bir manevi/ahlaki aracı anlamına gelen anlayışımızla yakından ilişkilendirilmektedir. Bunun ihlali bireyselliğe hakaret ve kişisel onura yönelik aleni bir aşağılamadır.8 Avishai Margalit, insan onuruna yaraşır bir toplumun kurumlarının kişisel mahremiyete tecavüz etmemesi gerektiğini ileri sürmüştür.9 Onur olarak mahremiyet, mahremiyeti tam olarak paylaşılan ve ortak olan toplumsal hayatın yanları içine yerleştirmektedir. Mahremiyeti ihlal etmek, sakatlığa neden olmaktadır; çünkü biz kendi kimliğimizin ve öz-saygımızın zaruri ön koşulları olarak ortak normları tecrübe etmek üzere sosyalleşmişizdir.10 Bununla birlikte, birisi bugünün gazetesini, özellikle de bulvar gazetelerini açtığında, diğerinin çok özel yönlerini ilgilendiren pek çok detay okuyabilir. Medya ve eğlence arasında güçlü bir bağ vardır. Bir sonuç olarak, genelde medya ve özelde sansasyonel medya; toplumsal, kültürel, bilimsel ve siyasal meseleleri analiz etme pahasına özel meselelere girmeyi tercih etmektedir. Dedikoduya ve bir haberleri popülerleştirme eğilimine tanık olmaktayız ve tüm dünyadaki bulvar gazeteleri mahremiyete izinsiz girme olaylarında uzmanlaşmıştır. Geniş sansasyonel hikayeler çok fazla yer almakta, siyaset hakkındaki tartışmaları dışarıya sürmektedirler. Haberlerin bilgi-eğlence (infotainment) haline geldiği ve özel yaşamlara izinsiz girmenin yaygın bir olgu olduğu çağda yaşıyoruz. Modern medyanın özelliklerinden birisi de izinsiz giriciliğidir. Bugünün dünyasında, 6 . "Privacy", in Stanford Encyclopedia of Philosophy, http://plato.stanford.edu/ archives/sum2002/entries/privacy/ 7 . Robert C. Post, "The Social Foundations of Privacy: Community and Self in the Common Law Tort," California Law Review, Vol. 77 (October 1989): 957. 8 . Amitai Etzioni, The Limits of Privacy (New York: Basic Books, 1999), p. 191. James Q. Whitman argues that privacy is an aspect of personal dignity within the continental tradition. See his "The Two Western Cultures of Privacy: Dignity versus Liberty," Yale Law Journal, Vol. 113 (April 2004). 9 . Avishai Margalit, The Decent Society (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1996), p. 201. 10 . Robert C. Post, "Three Concepts of Privacy", Georgetown Law Journal, Vol. 89 (June 2001): 2094. 178 Raphael Cohen-Almagor demokrasilerin liderleri ve ünlüler sürekli bir biçimde izlenmekte, hatta takip edilmektedirler. Siyasal liderler ve kamusal figürler, her hareketlerinin gözlenmesinin olası olduğu bir medya köpüğünde yaşamaktadırlar. Bunların kamusal yüzleri neredeyse hiçbir zaman TAKLİT EDİLEMEZ ve özel yaşamları merhametsizce istenmeyen aleniyetin göz kamaştırıcı ilgisine maruz kalabilir. Yetişkinler vs. Çocuklar Medya, çocukların mahremiyetine, çoğu kez yetişkinlerin mahremiyetinden çok daha fazla saygı gösterilir. İsrail’de dedikodu sütunları, ünlüler ve kamusal figürler hakkında haber yazma konusunda bazı etik standartlar benimsemişlerdir. Çocukların kamusal sahnenin dışında bırakılması ve mahremiyetlerinin korunması gerektiğine inanarak hiçbir zaman bunların çocukları hakkında haber vermezler. Çocuklar, halkın korunan bir sınıfı olarak algılanır ve sonuç olarak medyanın onların mahremiyetini ihlal etmesi için sağlam gerekçelendirmeler gerekir. Gerçekten de çocuklar, yetişkinlerden daha tehlikelere açık ve duyarlıdırlar. Bu, medyanın çocuklar hakkındaki hikayeleri haber vermediği demek değildir. Elbette vermektedir. Çocuklara fena muamele edilmesi kamu çıkarına değildir. Medya, zayıf üçüncü kişileri/tarafları koruma sorumluluğunu üstüne almaktadır. Çocukların davranışları haber hikayesi olarak algılanırsa, çocukların da fotoğrafları çekilecektir. Savaşlarda ve diğer düşmanlıklarda yer alan çocuklar sık sık TV-Radyo yayınlarında görünmektedir. Örneğin silahlı askerlere taş atan Filistinli çocukların, iyi bir nedenle, fotoğrafları çekilmektedir. Kamuoyu, çocukların cephe hattında, silahlı adamlarla taşlarla dövüştüklerini bilmelidir. Bu tür fotoğraflar; kamuoyunu Filistinlilerin kararlılığı, iki taraf arasındaki güç dengesi, çatışmanın her iki tarafının çocukların savaş alanında kullanılmalarına ilişkin gösterdikleri duyarlılık (veya bunun yokluğu) hakkında bilgilendirir. Medya; Golyat’a karşı Davut hikayelerini sever ve bu tür durumlarda bir fotoğraf bin kelimeden daha iyidir. Ve elbette mahremiyet ihlali sorunu yersizdir. Çocuklar gösterilmek istemektedirler ve düşmanca olayları yöneten Filistinli liderler böyle fotoğrafların çekilmesine ve yayınlanmasına çok isteklidirler. İsrail tankına taş atan bir çocuğu gösteren bir fotoğraf, Filistin propagandasına ve ulusal çıkarına hizmet etmektedir. Mahremiyetin Sınırları 179 Kamusal Figürler vs. Sıradan Vatandaşlar Kamusal figürlerle sıradan vatandaşlar arasında ayrım yapma gereksinimi duymaktayız. Kamusal figürler, kendi mahremiyetlerine medyanın tecavüz etmesine karşı daha hassaslardır. Sıradan vatandaşlar çoğu kez kamunun ilgisi dışındadırlar ve bu yüzden, genel olarak konuşursak, medyanın dikkatini çekmezler. Ünlüleri haber yaparken, bilgi kaynakları ve gazetecilik uygulaması arasındaki yakın ilişkinin doğallaştırılması ve normalleştirilmesi gerçekleşmektedir. Başka bir deyişle, Paparazilik, üretilmiş editoryal içerik bakımından tanıtım, yüceltme ve gazeteciliğin yakınsaması için temel yerlerden birisidir.11 Ünlü profilleri aracılığıyla, eğlencenin kapsamı muazzam şekilde genişlemiş ve bilgi ve haber vermenin önemli bir öğesi olmuştur. Bugünlerde, bu olguyu hiç kimse zengin faaliyetlerinin sadece bazıları ve ünlü profilinin küçük bir parçası sayılacak olursa aşk ilişkileri, reality TV şovu, yetişkin videosu, “açılışlar”daki sürekli görünürlüğü, spor oyunları ve moda şovlarıyla Paris Hilton’dan daha iyi temsil etmemektedir. 12 Hilton, Prenses Diana’nın 1997’de ölmesinin yarattığı boşluğa girmiştir. Bunu belirtirken, bazı nezaket standartları korunmalıdır. Yıllar boyunca, medyanın bazı organları bazı ölü ünlülerin hayatta olduklarını iddia ederek sağlıksız bir üslup sergilemişlerdir (en önemli örnekler Elvis Presley13 ve Marilyn Monroe’dur14). Kabaca, hayatta olan ve futbol oynayan bilinen bir ünlünün aslında öldüğünü iddia ederek de kendilerini aşmışlardır. Defalarca Paul McCartney’in Kasım 1966’da Londra dışında bir trafik kazasında 11 P. David Marshall, "Intimately Intertwined in the Most Public Way: Celebrity and Journalism", in Stuart Allan (ed.), Journalism: Critical Issues (Berkshire: Open University Press, 2005), p. 28. 12 . P. David Marshall, "Intimately Intertwined in the Most Public Way: Celebrity and Journalism", in Stuart Allan (ed.), Journalism: Critical Issues (Berkshire: Open University Press, 2005), p. 28. 13 . James Mennie, "They love him tender; Quebecers more likely to believe Elvis Presley's still alive, poll says," The Gazette (Montreal, Quebec) (November 1, 1991), p. A7; Jon Stock, "Making a mint by keeping Elvis alive; Can any serious investigator honestly believe Elvis Presley is still alive?," South China Morning Post (Hong Kong) (August 16, 1992), p. 4; "Special: Some people are desperate to prove that Elvis Presley is still alive," The Advertiser (March 26, 1992). 14 . Ian Haysom, "Marilyn Monroe is alive and well," Ottawa Citizen (September 7, 1996), p. B5. See also Lea Frydman, "Elvis death hoax," http://www. elvispresleynews. com/article1045.html 180 Raphael Cohen-Almagor öldüğünü ve çok gizemli şartlar altında gizlice bir eşiyle/dublörüyle değiştirildiğini iddia etmişlerdir. 15 İsrail askeri radyosu Galei Zahal, 20 yıldan fazla bir süre bu iddiayı ileri süren müzik uzmanları Yoav Kutner’in sunduğu şovları durmadan yayınlamıştır. Bu yanlış iddia, Kutner’in kariyerine olumsuz bir etkide bulunmamıştır. Muhtemelen tam tersi doğrudur: Kutner, etkili/sözü geçen bir müzik ünlüsü olarak saygı görmüştür/kabul edilmiştir.16 Hatta “Paul McCartney Ölü” programı için kendisine ödül bile verilmiştir (IDF Radyosu, 1978). 17 McCartney’in bir ailesinin olması ve şarkı üretip konserler düzenlemesinin önemi yoktu. Dedikodu, Beatles ile ilişkilendirilen kült hikayelerden biri haline gelmiştir. Her zaman McCartney’in kendisinin bunun hakkında ne düşündüğünü merak etmişimdir. Aslında öldüğüne ve bir taklitçinin (kendisi) yerini aldığı ve McCartney’in ününü sömürdüğüne dair iddialar hakkında nasıl hissediyordur? 1997 yazında İngiliz basınındaki kıdemli bir editörle iletişim kurdum ve onun aracılığıyla Sir Paul’den bir yanıt istedim. Bir süre sonra, editör, Sir Paul’un bu konu üzerinde yorum yapmak istemediğini söyleyerek bana geri döndü. Belki de bu hikaye onun lehineydi, onu yaşarken tam anlamıyla yaşamdan daha büyük bir tür efsane yapıyordu. Görünüşte sahte bir taklitçi olarak nitelenmeyi saldırı olarak kabul etmiyordu. Diğer ünlüler bu tür bir fikri (innovation) değişik bir biçimde karşılayabilirlerdi. Kamusal figürler, herhangi bir olayda, medyayla uğraşmada sıradan vatandaşlardan çok daha fazla deneyime sahiptirler ve hikayeyi kendi yanlarından sunmak, memnuniyetlerini veya memnuniyetsizliklerini dile getirmek ve iddialara ve dedikoduya yanıt vermek için erişim elde edebilirler. 15 . J Marks, "No, No, No, Paul McCartney is not dead," New York Times (November 2, 1969), p. D13; "Beatle spokesman calls rumor of McCartney's death 'rubbish'," New York Times (October 22, 1969), p. 8; J. Phillips. "McCartney 'death' rumors," Washington Post (October 22, 1969), p. B1; "McCartney Ballad: 'So Long Paul'," Washington Post (November 1, 1969), p. C6. 16 . http://he.wikipedia.org/wiki/%D7%99%D7%95%D7%90%D7%91_%D7%A7% D 7%95%D7%98%D7%A0%D7%A8; 17 . http://web.sadna.co.il/icexcellence2/website/topbar/advisory.html and http://he. wikipedia.org/wiki/%D7%99%D7%95%D7%90%D7%91_%D7%A7%D7%95%D 7%98%D7%A0%D7%A8; http://web.sadna.co.il/icexcellence2/website/topbar/advisory.html Mahremiyetin Sınırları 181 18 Bu, hayatta olmaları şartıyla geçerlidir. 19 Ocak 2004’te, Avustralya kriket anttenörü ve medya kişiliği David Hookes’un19 10 bin insanın katıldığı ve televizyonun yayınladığı cenazesinde, radyo spikeri Derryn Hinch dinleyicilere Hookes ve eşinin önceki yıl ayrıldıklarını söylemiş ve “şu anda sevdiği için ıstırap çeken” başka bir kadın olduğunu eklemiştir.20 Bu tür anlarda, medya profesyonellerinin acıya saygı göstermeleri, ölenin ailesine ve eşin ve çocukların mahremiyetlerine saygı göstermeleri ve aile ilişkilerine ucuz dedikoducu, kaçamak bir yolla izinsiz gereksiz biçimde girmemeleri beklenebilir. Şimdi başka bir soruya dönelim: Medyanın, bu sorunlar, onların işlerini ve ofislerini doğrudan ilgilendirmediğinde, kamu görevlilerinin özel sorunlarına girmeye hakkı olup olmadığına. Örneğin eğer eşler arası namus ve evlilik içinde dürüstlük gibi aile değerleri için vaizlik yapmakla bilinen ve saygı duyulan bir kamusal figür eşine ihanet ederken yakalanırsa medyanın haberi açıklama ve konuyu kamuoyunun dikkati önüne getirme hakkı olacaktır. Kamunun, aile değerleri hakkında çok güzel sözlerle konuşan kişinin evde bu değerleri benimsemediğini bilmeye hakkı vardır. Kamusal figür, ününü başka düzlemlerde, aile yaşamıyla ilgisiz düzlemlerde yaptıysa ve özel yaşamını yürütüşü onun kamusal görevlerini etkilemiyorsa sorun farklıdır. Popüler basının çoğu muhtemelen kamunun bilme hakkı adına hikayeyi basacakken, BROADSHEET gazetelerin çoğu sadakatsizlik hikayesine yer vermeyecektir. BROADSHEET gazetelerin çoğu; kendisine en yakın kişiyi, eşini, aldatan bir kişinin kendisinin kişisel olarak daha az içinde olduğu konularda da hile yapacağı savını geçerli olarak değerlendirmeyeceklerdir. 18 The Sydney Morning Herald code of ethics states: "Staff will strike a balance between the right of the public to information and the right of individuals to privacy. They will recognise that private individuals have a greater right to protect information about themselves than do public officials and others who hold or seek power, influence or attention. They shall not exploit the vulnerable or those ignorant of media practices." See http://smh.com.au/articles/2003/07 /23/1058853117909.html 19 Cf. http://en.wikipedia.org/wiki/David_Hookes; http://news.bbc.co.uk/sport1/hi/ cricket/ 3408473.stm 20 . Martin Hirst and Roger Patching, Journalism Ethics: Arguments and Cases (Melbourne: Oxford University Press, 2005), p. 176. See also Ibid, p. 203 on the media coverage of Hookes' tragic death. 182 Raphael Cohen-Almagor İlginç bir şekilde, İsrail medyası sadakatsizlik hikayelerine çok güç maruz kalır. Yatak odalarının sınırlarının dokunulmadan kalması gerektiğine inanırlar. Olsa olsa, eşini aldatan kocayı belirli bir biçimde tanımlamadan, bu tür ilişkiler hakkında ipucu verirler. 1990’lar boyunca kamusal hale gelmiş tek sadakatsizlik hikayesi, Benjamin Netanyahu ile bağlantılıydı ve bu olayın detayları da prime-time bir kamusal televizyon yayınında bizzat Netanyahu tarafından açığa vuruldu.21 Bu olayda, medya hikayeyi anlatma meşruiyetini Netanyahu’nun önlerinden yürümemesinden almıştır, çünkü kendisi aile hayatını kamusal gözün (public eye) önüne getirmekte tereddüt etmemiştir. Karısı Sarah ve sonradan da çocukları, Netanya’nun çabaları sayesinde çok kamusal dikkat çekmiştir. Bununla birlikte, benim tahminim medyanın politikacıların benzer ilişkilerine yaptığı gibi (örneğin Shimon Peres, David Levy ve Haim Ramon), evlilik dışı ilişki hakkında en fazla ipucu vermiş olduğudur. Medya, anlatımlarında ve hikayelerinde asla açık olmamıştır. Sadakatsizlik eylemleri (partnerler aynı cinsiyetten olduklarında hikaye daha sulu olsa da çiftin cinsiyeti ne olursa olsun) yalanlara başvurulmasını gerektirir ve bunlar örtbas etmeleri ve görevi kötüye kullanmaları gerektirebilir. Halkın bır kısmının –hatta küçük bir kısmının—anlamlı addettiği bu tür iddialar hakkındaki enformasyonlar sunulmalıdır. Bir siyasal adayın evlilikte kandırma durumu hakkında enformasyon isteyen bir kişi, demokraside kamu kurumuna seçilmenin doğası ve nitelikleri, bu kişisel tercihin zina yapana önemi kadar, ona önemlidir, diyen olarak anlaşılmalıdır.22 Bu sadece bir merak meselesi değildir. Alkol de uyuşturucular gibi bir kişinin kararını etkileyebilir ve insanlar, temsilcilerinin, kişinin ince kararlar verebilme kabiliyetini bulanıklaştıran belirli içkilere ve/veya uyuşturuculara karşı zayıf bir yanının olduğunun bilincinde olmalıdır. Üstelik bazı insanlar, birisini sorumlu bir pozisyona seçmeden veya aday göstermeden önce bu tür bir alışkanlık hakkında bilgi sahibi olmak isteyebilirler. Pek çok insanın, bu tür alışkanlıkları bizzat araştırmak için zamanı ve enerjisi yoktur ve medyanın elde ettikten sonra bu 21 Shubert Spero, "Bibi's 'personal problem'," Jerusalem Post (January 19, 1993), p. 6; See also http://www.jewishsf.com/content/2-0-/module/displaystory/story_id/ 4041/ edition_id/72/format/html/displaystory.html 22 Cf. Frederick Schauer, "Can Public Figures Have Private Lives?," in Ellen Frankel Paul, Fred D. Miller Jr. and Jeffrey Paul (eds.), The Right to Privacy (New York: Cambridge University Press, 2000): 293-309. Mahremiyetin Sınırları 183 bilgiyi kamuya sunacağına güvenir. Çoğu insan, risk almayı ve bir kriz anında temsilcisinin sarhoş olduğunu keşfetmeyi sevmez. Daha sonra çok geç olabilir. Bu bağlamda, İsrail’in eski cumhurbaşkanı Ezer Weizman, 1967 Altı Gün Savaşı’ndan uzun yıllar sonra o dönemin genelkurmay başkanı Yitzhak Rabin’in savaşın arifesinde çöktüğünü ve kendisinin yerini almasını istediğini açıklamıştır. Weizman o sıralarda onun vekilidir. Reddetmiş, Rabin kendisini toplamış ve İsrail ordusunu zafere taşımıştır. Daha sonradan Rabin’in bir içki sorunu olduğu da kamusal hale gelmiştir.23 İsrail kamuoyu, tüm bunları geleceği belirleyen 1967 savaşının çıkışından önce ve Rabin daha da yüksek pozisyonlara seçilmeden önce bilmeyi hak ediyordu. Yine de her şeyin ilgili/uygun olduğu genelleştirmesinden sakınmak isterim. Bazı sınırların konulması gereklidir. Mahremiyetin sınırlarını kararlaştırmada önemli bir faktör, memurun/görevlinin eylemlerinin politik/sosyal süreç üzerindeki sonuçlarıdır. Yukarıda işaret edilen örneklerde, sadakatsizlik ve bağımlılık sorunlarında, bu türden davranışlar memurun/görevlinin uygulamalarını ve onun görev yapma kabiliyetini etkileyebilir. Üçüncü örnek kamu görevlisinin potansiyel çıkar nedeniyle ilişkilerinde şerefini tehlikeye düşüren eylemlemleri ilgilidir. Ezer Weizman, İsrail’in cumhurbaşkanıyken, uzun yıllar boyunca, Weizman ailesini desteklemek isteyen milyoner bir arkadaş olan Edouard Seroussi’den önemli meblağlarda para aldığı anlatılmıştır. Sorun, eğer böyle bir şey varsa, Weizman’ın karşılığında ne verdiğini ve cumhurbaşkanına karşı rüşvete karıştığı temelindeki suçlamaların soruşturulup soruşturulmamasını araştırması için Başsavcı Elyakim Rubinstein’ın önüne getirilmiştir. Rubinstein davayı kapatmaya karar vermiştir. Rubinstein, muhtemelen doğru kararı vermiştir. Gerçekten de Weizman, iş arkadaşına karşılık olarak herhangi bir fayda sağlamamış olabilir. Yine de bu davranış sorgulanabilirdir ve kamunun kesinlikle cumhurbaşkanı ve zengin işadamı arasındaki özel ilişkiler hakkında bilgilendirilme hakkı vardı.24 23 Ezer Weizman, On Eagles' Wings (New York: Macmillan, 1976), pp. 211-212. Weizman told me this story in detail in a lengthy private interview about the Six Day War in 1986. Rabin declined the invitation for interview 24 Edna Arbel, "Weizman should resign," The Jerusalem Post (February 16, 2000), p. 8; http://www.knesset.gov.il/lexicon/eng/weitzman_ez_eng.htm . I invited Attorney General Elyakim Rubinstein to comment on the issue but he declined. 184 Raphael Cohen-Almagor Kamusal önemli kişilere karşı halkın ilgisini çeken alelade vatandaşlar Bir diğer uygun ayrım, Paris Hilton ve Ezer Weizman gibi kamuoyunun dikkatleri üzerinde yaşamayı seçmiş kamusal figürler ile kamusal foruma yuvarlanan sıradan vatandaşlar arasındadır. Bazen insanlar kendi kontrollerinde olmayan durumlarda spot ışıkları içine girerler. Olumlu veya olumsuz bir kader eyleminin bir sonucu olarak yükselebilir ve kamuoyunun dikkatini çekebilirler. Örneğin bir kişi piyangoyu kazanabilir ve aniden geniş bir dikkat çekebilir. Kamu, kazanmadan önceki mali durumu ve tüm bu parayla ne yapmak niyetinde olduğu; önemli miktardaki paranın şanslı kişinin yaşamını nasıl etkileyeceği ile ilgilidir. Alternatif bir biçimde, kaderin insanlar üzerinde sert bir olumsuz etkisi de olabilir. İnsanlar bir suç veya terörist saldırıda kurban olabilirler veya trajik bir trafik kazasında yer alabilirler. İnsanlar, önemli bir kamusal eylem gerçekleştirdiklerinde de genel ilgiyi üzerlerinde toplayabilirler. Bu eylemler, bir aileyi yangından kurtarmak veya kamusal bir figürü tehlikeden kurtarmak gibi cesaretle ilgili eylemler olabilirler. Medya, bireyin kahramanca eylemini yayınlamalı fakat karışma hakkı kazandırmadık için yeterince ağır aynı güçteki çıkarlar olmadıkça kamu için hiçbir önemi olmayan kişinin özel yaşamına girmekten sakınmalıdır. Farklı koşullarda genel ilgiyi üzerinde toplayan bir birey örneğini ele alalım. Devlet Denetçi Ofisi (State Comptroller's Office, Maliye Bakanlığı) için çalışan bir muhasebeci ve amatör bir fotoğrafçı olan Ronnie Kempler, Rabin suikastini, Rabin’in vurulduğu otoparkı yukardan gören bir çatıdan görüntülemiştir. Kempler, neden bir otoparkı görüntülediği sorulduğunda gazeteye: “Tüm gün kötü bir şey olacağı duygusunu taşıdım. Havada bunaltı vardı. Belki de yedek kuvvetken (orduda) güvenlikle uğraştığımdan buna daha duyarlıyım.”25 Bandın satılmasından ve prime-time’da İsrail televizyonunda gösterilmesinden hemen sonra Kempler çok dikkat çekti. İnsanlar, Ronnie Kempler’in kim olduğunu ve onu 4 Kasım 1995’te beklediği yere neyin getirdiğini ve dikkatini neden suikastçi Yigal Amir üzerine odakladığı bilmek istediler. Kempler, daha önceden hiç kamuoyunun dikkatini çekmemiş sakin bir vatandaştı ve gerçekten bir gecede medyanın ilgisinin merkezi haline geldi. Pek çok medya kaynağı, kamerasıyla cinayet mahallinde bulunan 25 "Israeli TV broadcasts video of Rabin's assassination", CNN (December 19, 1995), http://edition.cnn.com/WORLD/9512/israel_rabin/ Mahremiyetin Sınırları 185 fotoğrafçı hakkındaki detayları kamuoyuna sunmak istedi. Kempler, özel yaşamını el değmemiş şekilde tutmak konusunda ısrar etti. En fazla, trajik 4 Kasım gecesine ait tarihi filmi neden çektiğini anlatmaya hazır ve istekliydi. Medya kamunun tarihi fotoğrafçının kim olduğunu bilme hakkı olduğunu düşünürken, Kempler fotoğrafçılık işi için özel yaşamının önemsiz olduğunu düşündü. Özel yaşamını koruma konusundaki ısrarı, suikastın ardından gelişen, Kepler’in bulunduğu yerde kamerasıyla ve bir nedenden dolayı beklediğini ve öyle ya da böyle Yitzhak Rabin suikastçısına yönelik büyük komploda yer aldığını iddia eden komplo teorilerine katkıda bulundu.26 Kempler, bu spekülasyonların ve iddiaların, özel yaşamını taciz eden medya önünde ifşa etmesi için yeterince güçlü gerekçeler oluşturduklarına ikna olmadı. SONUÇ Mahremiyet, çoğu zaman bireyler tarafından, meraklı ve tacizci bir toplumun taleplerine karşı ileri sürülen bir değer olarak anlaşılır. Bu yüzden, mahremiyetin, bireyci bir toplum düşüncesine dayandığı söylenir.27 Gerçekten de mahremiyet bir yanda ve kamu çıkarı ve meraklılık diğer yanda tedirgin yakın arkadaşlardır. Elbette medya için işini yapabilmek için belirli bir derecede şeffaflığa gereksinim vardır ve bazen izinsiz girme hak kazanmalıdır. Yukarıdaki tartışma, izinsiz girmenin sınırlarını çizmek için bazı yararlı ayrımlar sağlamakta ve haber yazmanın uygun hatlarına karar verirken, düşünme için bazı etik araçlar önermektedir. Sansayonalizm, infoeğlence, kepçeyle almak için hücum gazetecileri mahremiyeti ihlale itebilir ve, aslında, itmektedir. Özellikle popüler tabloidler, süpermarket gazeteleri ve röntgenci TV güncel ilişki şovları, satışlarını ve reytinglerini artırmaya yönelik aceleci arzularında bu şansız eğilimi desteklemektedirler. Son olarak, demokrasinin konutun mahremiyetini ve sükunetini korumakta bir çıkarı vardır. Bu çıkar, İsrail Yüksek Mahkemeleri’nce birkaç 26 See Barry Chamish, "The Conspiracy to Assassinate Yitzhak Rabin", at http://www.parascope.com/articles/0397/rabin_in.htm 27 Robert C. Post, "The Social Foundations of Privacy: Community and Self in the Common Law Tort", California Law Review, Vol. 77 (October 1989): 958. See also Ruth Gavison, "Privacy and the Limits of Law", Yale Law Journal, Vol. 89 (1980): 421-440 186 Raphael Cohen-Almagor kararda tanınmıştır.28 Medyanın göz alıcı/kamaştırıcı kameraları, konut dokunulmazlığının mahremiyetini korumalıdırlar. Kuşkusuz ortak kullanımda mahremiyetin temel bir anlamı da diğerlerinin dışlanabileceği özel bir alandır. Joel Feinberg’in açıkladığı gibi, genel mahremiyet kavramındaki kök düşünce, bireyin diğerlerinin girip giremeyeceği ve girecekse ne zaman, ne kadar süre için ve hangi koşullarla gireceğinin belirlenmesinde münhasır yetkisinin olduğu bir bölge veya alandır. Bu alan içinde, birey egemendir.29 Bu tür mekanların altında yatan saygının biçimleri, Erving Goffman tarafından “Bireyin Alanları” yapıtındaki denemesinde güzel bir şekilde gösterilmiştir. Goffman, bir alanı, bir bireyin “sahip olma, denetleme, kullanma veya satmaya yetkili” olduğunu iddia edebileceği bir “şeylerin alanı” veya “koruma” olarak tanımlamıştır.30 Alanlar, ayak-ölçüsü veya inç gibi yansız, nesnel ölçütlerle değil, fakat bunun yerine bağlamsal olarak tanımlanırlar. Sınırlarının toplumsal olarak belirlenmiş bir değişkenliği vardır ve yerel nüfus yoğunluğuna, girişimcinin amacına ve sosyal durumun niteliğine bağlıdır. Sosyal durum, yineliyorum, bireyleri onurlarından mahrum bırakmamalıdır. 28 H.C. (High Court of Justice) 456/73. Rabbi Kahane v. Southern District Police Commander (was not published); Shamgar J’.s judgment in F.H. 9/83. Military Court of Appeals v. Vaaknin, P.D. 42 (iii), 837, 851; H.C. 2481/93. Yoseph Dayan v. Police Chief District of Jerusalem 29 Joel Feinberg, Offense to Others (NY: Oxford University Press, 1985): 24. 30 Erving Goffman, "The Territories of the Self", in Relations in Public: Microstudies of the Public Order (1971), at 28-29. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 187-198 Presentation Article The bounds of privacy: helpful distinctions 1 Raphael Cohen-Almagor University of Haifa, Israel Abstract: Privacy is commonly understood as insulation from observability, a value asserted by individuals against the demands of a curious and intrusive society. It is intimately associated with our most profound values, our understanding of what it means to be an autonomous moral agent capable of self-reflection and choice. When news is becoming entertainment and private stories become public spectacle, individual lives can be mercilessly exposed to the glaring spotlight of unwanted publicity. In delineating the boundaries of intrusion, distinctions are made between children and adults; between public figures and ordinary citizens; between people who choose to live in the spotlights, and ordinary citizens who stumble into the public forum, either because fate played with them or because they did something of public significance. INTRODUCTION This essay probes the issue of privacy. When news is becoming entertainment and private stories become public spectacle, individual lives can be mercilessly exposed to the glaring spotlight of unwanted publicity. In delineating the boundaries of intrusion, I distinguish between children and adults; between public figures and ordinary citizens; between people who choose to live in the spotlights, and ordinary citizens who stumble into the public forum. 1 . Another version of this article appeared in Communication Law Review, Vol. 6, Issue 1 (2006), pp. 47-72. 188 Raphael Cohen-Almagor With due appreciation for the liberal inclination to provide wide latitude to freedom of expression, we must also acknowledge the need for prescribing the scope of tolerance. The right to free expression and free media, supplemented and strengthened by the concept of the public’s right to know, does not entail the freedom to invade individual privacy without ample justification.2 The media should adopt some social responsibility standards to retain some credibility in the eyes of the public.3 Indeed, in Israel Section 7 of The Basic Law: Human Dignity and Freedom (1992) states "(a) All persons have the right to privacy and to intimacy. (b) There shall be no entry into the private premises of a person who has not consented thereto. (c) No search shall be conducted on the private premises of a person, nor in the body or personal effects. (d) There shall be no violation of the confidentiality of conversation, or of the writings or records of a person.”4 Privacy The term “privacy” is used frequently in ordinary language as well as in philosophical, political and legal discussions, yet there is no single definition or analysis or meaning of the term. The concept of privacy has broad historical roots in sociological and anthropological discussions about how extensively it is valued and preserved in various cultures. Moreover, the concept has historical origins in well-known philosophical discussions, most notably Aristotle’s distinction between the public sphere of political activity, 2. See Section 8 of the Canadian Charter of Rights and Freedoms, and Article 17 of the International Covenant on Civil and Political Rights: “No one shall be subjected to arbitrary or unlawful interference with his privacy, family, home or correspondence, nor to unlawful attacks on his honour and reputation.” U.N.T.S. No. 14668, Vol. 999 (1976). 3 Cf. Commission on Freedom of the Press (Hutchins Commission), A Free and Responsible Press (Chicago: University of Chicago Press, 1947); Robert W. McChesney and John C. Nerone (eds.), Last Rights:: Revisiting Four Theories of the Press (Urbana and Chicago: University of Illinois Press, 1995), esp. pp. 77-124. See also Dan Caspi, "On Media and Politics: Between Enlightened Authoritarianism and Social Responsibility,” in R. Cohen-Almagor (ed.), Israeli Democracy at the Crossroads (London: Routledge, 2005): 23-38. 4. The Basic Law: Human Dignity and Freedom (5752 - 1992). Passed by the Knesset on 21st Adar, 5754 (March 9, 1994); http://www.mfa.gov.il/MFA/ MFAArchive/1990_1999/1992/3/Basic%20Law%20Human%20Dignity%20and%20Liberty-. Bounds of Privacy 189 the polis, and the private sphere associated with family and domestic life, the oikos.5 Privacy is commonly understood as insulation from observability, a value asserted by individuals against the demands of a curious and intrusive society.6 It is intimately associated with our most profound values, our understanding of what it means to be an autonomous moral agent capable of self-reflection and choice. Its violation is demeaning to individuality and an affront to personal dignity.7 Avishai Margalit asserted that the institutions of a decent society must not encroach upon personal privacy.8 Privacy as dignity locates privacy in precisely the aspects of social life that are shared and mutual. Invading privacy causes injury because we are socialized to experience common norms as essential prerequisites of our own identity and self-respect.9 However, when one opens today's newspapers, especially the tabloids, one could read many details that concern very private aspects of the other. There is a strong link between media and entertainment. As a result, the media at large, and the sensational media in particular, prefer to intrude on private matters at the expense of analyzing social, cultural, scientific and political matters. We witness gossip and a tendency to popularize the news, and the tabloids around the globe have specialized in incidents of intrusion on privacy. The large sensational narratives are taking so much space that they drive out discussion about politics. We are living in an age when news is becoming infotainment and intruding on private lives is a widespread phenomenon. One of the characteristics of the modern media is their intrusiveness. In today’s world the leaders of democracies and celebrities are continuously watched, even 5. "Privacy", in Stanford Encyclopedia of Philosophy, http://plato.stanford.edu/ archives/sum2002/entries/privacy/ 6 Robert C. Post, "The Social Foundations of Privacy: Community and Self in the Common Law Tort," California Law Review, Vol. 77 (October 1989): 957 7. Amitai Etzioni, The Limits of Privacy (New York: Basic Books, 1999), p. 191. James Q. Whitman argues that privacy is an aspect of personal dignity within the continental tradition. See his "The Two Western Cultures of Privacy: Dignity versus Liberty," Yale Law Journal, Vol. 113 (April 2004). 8. Avishai Margalit, The Decent Society (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1996), p. 201. 9 Robert C. Post, "Three Concepts of Privacy", Georgetown Law Journal, Vol. 89 (June 2001): 2094 190 Raphael Cohen-Almagor hounded. Political leaders and public figures live in a media bubble where their every move is likely to be observed. Their public faces can almost never be taken off, and their private lives can be mercilessly exposed to the glaring spotlight of unwanted publicity. Adults v. Children Privacy of children is usually respected far more by the media than the privacy of adults. In Israel, the gossip columns adopted some ethical standards in reporting about celebrities and public figures. They never report about their children, believing children should be left out of the public scene and their privacy should be maintained. Children are conceived as a protected class of people and consequently the media require substantive justifications to invade their privacy. Indeed, children are more vulnerable and sensitive than adults. This is not to say that the media do not report stories about children. Of course they do. Maltreatment of children is of public interest. The media take upon themselves to protect weak third parties. If the children’s conduct is conceived as news story, then children will also be photographed. Children who take part in wars and other hostilities appear often on the airwaves. For instance, Palestinian children who throw stones at armed soldiers are photographed, and with a good reason. The public should know that children are in the frontline, fighting against armed men with stones. Such photos inform the public of the Palestinian determination, of the balance of power between the two sides, of the sensitivity (or lack thereof) that both sides to the conflict show regarding the use of children in the battlefield. The media love David versus Goliath stories and, in such instances, one photo is better than a thousand words. And, of course, the issue of privacy invasion is irrelevant. The children want to be shown, and the Palestinian leaders who orchestrate the hostile events are quite eager to have such photos taken and published. A photo showing a child throwing stones at Israeli tank serves the Palestinian propaganda and national interest. Bounds of Privacy 191 Public Figures v. Ordinary Citizens We need to distinguish between public figures and ordinary citizens. Public figures are more susceptible to media invasion of their privacy. Ordinary citizens are usually of no interest to the public and therefore do not, generally speaking, attract media attention. With celebrity reporting, there has been a naturalization and normalization of the close connection between the sources of information and journalistic practice. In other words, celebrity journalism is one of the key locations for the convergence of publicity, promotion and journalism in terms of the generated editorial content.10 Through celebrity profiles, the coverage of entertainment has expanded massively and has become a major component of information and news reporting. Nowadays, it seems, no one represents this phenomenon better than Ms. Paris Hilton with her love affairs, reality TV show, adult video, constant appearance in "openings", sport games and fashion shows, to name just some of her rich activities and small part of her celebrity profile.11 Hilton entered into the lacuna created by the passing of Princess Diana in 1997. Having said that, some standards of decency should be kept. For many years some organs of the media have exhibited poor taste by speculating that some dead celebrities are alive (the most notable examples being Elvis Presley12 and Marilyn Monroe13). They excelled themselves by grossly claiming that one known celebrity, alive and kicking, had actually died. They 10 P. David Marshall, "Intimately Intertwined in the Most Public Way: Celebrity and Journalism", in Stuart Allan (ed.), Journalism: Critical Issues (Berkshire: Open University Press, 2005), p. 28. 11. See, for instance, http://www.cyberturf.com/freepictures/Hilton/ Paris.html. I googled her on December 4, 2005 and received no less than 30,400,000 results. The numbers grow each and every day as Hilton keeps journalists busy, and they are quite happy to be kept busy by her, as the public is happy to learn more juicy details about the young millionaire. 12 James Mennie, "They love him tender; Quebecers more likely to believe Elvis Presley's still alive, poll says," The Gazette (Montreal, Quebec) (November 1, 1991), p. A7; Jon Stock, "Making a mint by keeping Elvis alive; Can any serious investigator honestly believe Elvis Presley is still alive?," South China Morning Post (Hong Kong) (August 16, 1992), p. 4; "Special: Some people are desperate to prove that Elvis Presley is still alive," The Advertiser (March 26, 1992). 13 Ian Haysom, "Marilyn Monroe is alive and well," Ottawa Citizen (September 7, 1996), p. B5. See also Lea Frydman, "Elvis death hoax," http:// www.elvispresleynews.com/article1045.html 192 Raphael Cohen-Almagor repeatedly alleged that Paul McCartney died in an automobile accident outside of London in November 1966 and was secretly replaced under very mysterious circumstances by a double.14 The Israel military radio station, Galei Zahal, for more than two decades repeatedly ran shows hosted by their music expert, Yoav Kutner, who was making this claim. This false claim did not interfere negatively in Kutner's career. Possibly the opposite is true: Kutner is regarded as an influential music celebrity.15 He was even awarded prizes for his "Paul McCartney is Dead" program (IDF radio, 1978).16 It does not matter that McCartney has a family and continued to produce songs and to hold concerts. The tale has become one of the cult stories associated with the Beatles. I always wondered what McCartney himself thinks about this. How does he feel about the allegations that he actually died, and that an imitator (he himself) took his place and exploits McCartney’s reputation? In the summer of 1997 I had contacted a senior editor in the British press and through him asked Sir Paul for a response. After a while the editor returned to me, saying that Sir Paul has no interest in commenting on the issue. Maybe the story is for his advantage, making him some sort of a legend during his life time, literally greater than life. Apparently, he does not take offense being described as a phony imitator. Other celebrities might regard such an innovation differently. In any event, public figures have far more experience than ordinary citizens in dealing with the media, and could gain access to present their side of the story, to voice their content or discontent, and to respond to allegations J Marks, "No, No, No, Paul McCartney is not dead," New York Times (November 2, 1969), p. D13; "Beatle spokesman calls rumor of McCartney's death 'rubbish'," New York Times (October 22, 1969), p. 8; J. Phillips. "McCartney 'death' rumors," Washington Post (October 22, 1969), p. B1; "McCartney Ballad: 'So Long Paul'," Washington Post (November 1, 1969), p. C6. 15. http://he.wikipedia.org/wiki/%D7%99%D7%95%D7%90%D7%91_%D7 %A7%D7%95%D7%98%D7%A0%D7%A8; 16. http://web.sadna.co.il/icexcellence2/website/topbar/advisory.html; http:// he.wikipedia.org/wiki/%D7%99%D7%95%D7%90%D7%91_%D7%A7%D7 %95%D7%98%D7%A0%D7%A8; http://web.sadna.co.il/icexcellence2/website/ topbar/ advisory.html 14. Bounds of Privacy 193 and gossip.17 This is provided they are alive. On January 19, 2004, on the day of the funeral of the Australian cricket coach and media personality, David Hookes,18 a funeral that was attended by 10,000 people and broadcast on television, radio announcer Derryn Hinch told his audience that Hookes and his wife had separated the previous year and added that there was another woman "who is grieving for a loved one right now".19 In such moments one can expect media professionals to respect grief, respect the deceased's family, and personal privacy of the wife and children, and not to unnecessary intrude on family relationships in a cheap gossip, peeping way. Now let us turn to another question: Whether the media are entitled to intrude on private matters of public officials when these matters do not directly concern their work and office. If, for instance, a public figure known and respected for preaching family values, decency among couples and honesty in marriage, is found to be betraying his wife, the media have a right to break the news and bring the issue to public attention. The public is entitled to know that the person who spoke so eloquently about family values does not espouse those values at home. The issue is different when the public figure has made his reputation in other spheres, unrelated to his family life, and the conduct in his private life does not affect his public duties. Most broadsheet papers would not cover the infidelity story, while most of the popular press would probably publish the story in the name of public's right to know. Most broadsheet papers don't consider as valid the argument that if a person is betraying the closest person to him or her, i.e., the spouse, then that person might cheat also on other matters in which he or she is less personally involved. 17 The Sydney Morning Herald code of ethics states: "Staff will strike a balance between the right of the public to information and the right of individuals to privacy. They will recognise that private individuals have a greater right to protect information about themselves than do public officials and others who hold or seek power, influence or attention. They shall not exploit the vulnerable or those ignorant of media practices." See http://smh.com.au/articles/2003/07/23/ 1058853117909.html 18. Cf. http://en.wikipedia.org/wiki/David_Hookes; http://news.bbc.co.uk/ sport1/ hi/cricket/3408473.stm 19. Martin Hirst and Roger Patching, Journalism Ethics: Arguments and Cases (Melbourne: Oxford University Press, 2005), p. 176. See also Ibid, p. 203 on the media coverage of Hookes' tragic death. 194 Raphael Cohen-Almagor Interestingly, the Israeli media have hardly ever exposed infidelity stories. They believe that the confines of the bedroom should remain intact. At most, they hint about such affairs without specifically identifying the adulterer. The only infidelity affair that became public during the 1990s was connected with Benjamin Netanyahu, and the details of this episode were revealed by Netanyahu himself in a prime-time public television broadcast.20 On this occasion, the media had the legitimacy to tell the story, were Netanyahu not preceding them, because he himself did not hesitate to bring his own family to the public eye. His wife Sarah, and later on his children, received quite a lot of public attention, thanks to Netanyahu's efforts. My guess is, however, that the media would have at most hinted about the extra-marital affair, as they did with similar affairs of politicians (for instance, Shimon Peres, David Levy and Haim Ramon). The media were never explicit in their descriptions and stories. Acts of infidelity (whatever the gender of the couple involved, although when the partners belong to the same gender the story becomes juicier) necessitate resorting to lies, and these might necessitate cover ups and misconduct. Information about such allegations that some parts of the public - even a small part -- deems relevant, should be made available. The person who wishes to have information about a candidate's marital infidelity can be understood as saying that, in a democracy, the determination of the nature of a public office and its qualifications are as important to him or her as this personal preference is important to the adulterer.21 This is not a mere matter of curiosity. Alcohol, like drugs, might affect one's judgment and people should be aware that their representative has a soft spot for certain drinks and/or drugs that might cloud one's ability to make delicate decisions. Furthermore, some people would like to know about such a habit before electing or nominating someone for a responsible position. Many people don't have the time and energy to inquire about such habits themselves and they trust the media to disclose this information, upon obtaining it, to the public. Many people would 20. Shubert Spero, "Bibi's 'personal problem'," Jerusalem Post (January 19, 1993), p. 6; See also http://www.jewishsf.com/content/2-0-/module/displaystory/ story_id/4041/edition_id/72/format/html/displaystory.html 21. Cf. Frederick Schauer, "Can Public Figures Have Private Lives?," in Ellen Frankel Paul, Fred D. Miller Jr. and Jeffrey Paul (eds.), The Right to Privacy (New York: Cambridge University Press, 2000): 293-309. Bounds of Privacy 195 not like to take the risk and discover that their representative is drunk at a moment of crisis. Then it might be too late. In this context, former president of Israel, Ezer Weizman, disclosed many years after the 1967 Six Day War that the Chief of Staff at that time, Yitzhak Rabin, collapsed on the eve of the war and asked Weizman to replace him. Weizman was his deputy at the time. He refused, Rabin collected himself and led the Israeli army to victory. Later it also became public that Rabin had a drinking problem.22 The Israeli public deserved to know all this before the outbreak of the 1967 fateful war and before Rabin was elected to further high positions. Yet, I wish to refrain from the sweeping generalization that everything is relevant. Some boundaries need to be introduced. A major consideration in coming to decide the confines of privacy is the consequences of the official's action on the political/social process. In the examples pointed supra, infidelity, and addiction problems, those kinds of behaviour might affect the official's performances and his or her ability to function. A third example concerns the taking of actions that might compromise the conduct of a public official due to potential conflict of interests. When Ezer Weizman was the President of Israel it was reported that for many years he received substantial sums of money from Edouard Seroussi, a millionaire friend who wanted to support the Weizman family. The issue was brought before Attorney General Elyakim Rubinstein to investigate what, if anything, Weizman gave in return, and whether to pursue charges against the president on the grounds that bribery might have been involved. Rubinstein decided to close the case. Rubinstein had possibly made the right decision. It might indeed be that Weizman did not give his business friend any favors in return. Yet this conduct is questionable and the public certainly had the right to be informed about the special relationships between the president and the affluent businessman.23 22. Ezer Weizman, On Eagles' Wings (New York: Macmillan, 1976), pp. 211-212. Weizman told me this story in detail in a lengthy private interview about the Six Day War in 1986. Rabin declined the invitation for interview. 23. Edna Arbel, "Weizman should resign," The Jerusalem Post (February 16, 2000), p. 8; http://www.knesset.gov.il/lexicon/eng/weitzman_ez_eng.htm . I invited Attorney General Elyakim Rubinstein to comment on the issue but he declined. 196 Raphael Cohen-Almagor Public Figures v. Ordinary Citizens Who Stumble into the Limelight Another pertinent distinction is between public figures who choose to live in the spotlights, like Paris Hilton and Ezer Weizman, and ordinary citizens who stumble into the public forum. On occasion, people stumble unintentionally into the spotlight, under circumstances that are not under their control. They might rise and receive public attention as a result of an act of fate, positive or negative. For instance, a person may win the lottery and immediately receive wide notice. The public is interested to know his or her financial situation prior winning, and what does he or she intend to do with all the money; how will the substantial sum of money affect the lucky person's life. Alternatively, fate might have a drastic negative effect on people. People might become victims in a criminal or terrorist attack, or be involved in a tragic road accident. People might also stumble into the limelight because they commit a significant public act. These acts might be of bravery, like saving a family from a fire, or rescuing a public figure from danger. The media should publish the heroic deed of the individual but should refrain from intruding into his or her private life that is of no importance to the public unless there are countervailing interests weighty enough to warrant interference. Let us consider an example of an individual who stumbled into the limelight in different circumstances. Ronnie Kempler, an accountant for the State Comptroller's Office and amateur photographer, taped the Rabin assassination from a rooftop overlooking the parking lot where Rabin was shot. Asked why he taped the parking lot, Kempler told the newspaper: "The whole time I had the feeling that something bad would happen. There was anxiety in the air. Maybe because in the (army) reserves I deal in security, I am more sensitive to that."24 Immediately after the tape was sold and shown in prime time on Israeli television, Kempler gained a lot of attention. People wanted to know who was Ronnie Kempler, and what hat brought him to stand where he stood on November 4, 1995, and why he focused his attention on the assassin Yigal Amir. Kempler was a quiet citizen who never attracted public attention before, and literally overnight became the center of media concern. Many media outlets wanted to reveal to the public details about the 24. "Israeli TV broadcasts video of Rabin's assassination", CNN (December 19, 1995), http://edition.cnn.com/WORLD/9512/israel_rabin/ Bounds of Privacy 197 photographer who happened to be with his camera in the murder scene. Kempler insisted on keeping his private life intact. At most he was ready and willing to explain why he shot the historical film on the tragic night of November 4. While the media thought that the public has a right to know who the historic photographer was, Kempler thought that his private life was immaterial to the act of photography. His insistence on keeping his life private contributed to the conspiracy theories that flourished after the assassination, alleging that Kempler stood where he did, with his camera, for a reason, and that in some way or another took part in the grand conspiracy to assassin Yitzhak Rabin.25 Kempler remained unconvinced that those speculations and allegations constituted strong enough justifications to disclose his private life before the intruding media. CONCLUSION Privacy is commonly understood as a value asserted by individuals against the demands of a curious and intrusive society. Thus it is remarked that privacy rests upon an individualist concept of society.26 Indeed, privacy, on the one hand, and the public interest and curiosity, on the other, are uneasy bedfellows. Surely, for the media to do their job there is a need for a certain degree of transparency, and sometimes intrusion might be warranted. The above discussion provides some useful distinctions to delineate the boundaries of intrusion and offers some ethical tools for reflection in deciding the appropriate lines of reportage. Reality shows that sensationalism, infotainment, the rush for scoops might push and, indeed, do push journalists into gross breaches of privacy. Especially the popular tabloids, supermarket papers, and peeping TV current affairs shows boost this unfortunate tendency in their hasty desire to increase their sales and ratings. Finally, democracy has an interest in protecting the privacy and tranquility of the home. That interest was recognized by the Israeli Supreme Courts in 25. See Barry Chamish, "The Conspiracy to Assassinate Yitzhak Rabin", at http://www.parascope.com/articles/0397/rabin_in.htm 26 Robert C. Post, "The Social Foundations of Privacy: Community and Self in the Common Law Tort", California Law Review, Vol. 77 (October 1989): 958. See also Ruth Gavison, "Privacy and the Limits of Law", Yale Law Journal, Vol. 89 (1980): 421-440 198 Raphael Cohen-Almagor several decisions. 27 The glaring cameras of the media should keep the privacy of the home intact. Certainly in common usage a basic meaning of privacy is that of a private space from which others may be excluded. As Joel Feinberg explained, the root idea in the generic concept of privacy is that of a privileged territory or domain in which an individual person has the exclusive authority of determining whether another may enter, and if so, when and for how long, and under what conditions. Within this area, the individual person is sovereign.28 The forms of respect that underlie such spaces are well displayed by Erving Goffman in his essay on "The Territories of the Self". Goffman defines a territory as a "field of things" or a "preserve" to which an individual can claim "entitlement to possess, control, use, or dispose of." 29Territories are defined not by neutral, objective factors, like feet or inches, but instead are contextual. Their boundaries have a socially determined variability and depend upon local population density, purpose of the approacher, and character of the social occasion. The social occasion, I reiterate, should not strip individuals from their dignity. H.C. (High Court of Justice) 456/73. Rabbi Kahane v. Southern District Police Commander (was not published); Shamgar J’.s judgment in F.H. 9/83. Military Court of Appeals v. Vaaknin, P.D. 42 (iii), 837, 851; H.C. 2481/93. Yoseph Dayan v. Police Chief District of Jerusalem. 28. Joel Feinberg, Offense to Others (NY: Oxford University Press, 1985): 24. 29 Erving Goffman, "The Territories of the Self", in Relations in Public: Microstudies of the Public Order (1971), at 28-29. 27 İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 199-204 Sunum Felaket haberciliği, güven ve etik Ian Richards University of South Australia, Australia Avustralya’da benim geldiğim bölge, ülkenin güney kıyılarında bulunuyor. Adelaide’da 1,5 milyon kişi yaşıyor. Kent Melbourne ile Perth arasında yer alıyor. Yangın bu bölgede pek çok yeşil alanın ve ormanın yok olmasına neden oluyor. Bölgede sıcaklık zaman zaman 40 derecenin üzerine çıkıyor. Sıcak rüzgarlar esiyor. Bu da bazen sıcak nedeniyle, bazen de kasıtlı olarak çıkarılan yangınlara neden oluyor. Akademisyen olmadan önce uzun bir süre gazeteci olarak çalıştım. Ve bu tür yangınlardan biriyle ilk karşılaşmam genç bir gazeteciyken gerçekleşti. Bilgisayarımın başına geçmiş, kenti ziyaret eden bir ünlüyle yapılmış röportajı yazıya geçiriyordum. Birdenbire yazı işleri müdürü geldi, bana ve yanımdaki muhabirlere dönüp, “elinizdeki işleri hemen bırakın. Hepinizin dışarı çıkmasını ve son 50 yıldır bu bölgede meydana gelen en büyük doğal afetle ilgili haber yapmanızı istiyorum” dedi. Sözünü ettiği felaket bir orman yangınıydı. Sıradan bir orman yangını değildi, uzun zamandır gördüklerimizin en kötüsü ve etkilisiydi. Çayırlardan okaliptüs ağaçlarına, evlerden, barınaklara, Adelaide tepelerine ulaşıncaya kadar her şeyi yakıp yıkıyordu. İtfaiyecilerin dışında herkes bölgeden ayrılırken, yangına yaklaşmak oldukça korkutucuydu. Fotoğrafçı arkadaşım ve ben arka yollardan giderek, yangının bir kaç dakika önce geçtiği yerlerin yakınından geçiyorduk. Yanıp kül olan çiftliklerinden ayrılan insanlarla karşılaşıyorduk. Hepsi de yaralı da olsa kurtuldukları halde, şoktaydılar. Onlarla konuşurken, yanımızdan itfaiyeciler ve yangınla mücadele ekipleri geçiyordu. Yukarıda su dolu balonlar taşıyan helikopterlerin sesini duyuyorduk. Bu bir gazeteci için tehlikeli bir görevdi. Etrafta korkunç bir sıcaklık, duman ve kül bulutları vardı. Bunun yanı sıra, evler, ahırlar, sürüler yanıyordu. Bir kaç metre ötemizde, kısa bir süre önce yanmış büyük bir ağacın devrilmiş olduğu tozlu yollardan geçtiğimizi çok net hatırlıyorum. Neyse ki, 200 İan Richards bu ağaç arabamızın üzerine devrilmemişti, yoksa ölmüş olurduk. Buradan gelmek istediğim nokta şu, hiçbir gazeteci böyle bir felaketle yüz yüze gelip haber yapmak istemez. O zamana kadar ben de böyle bir olayla ilgili haber yazmamıştım ve yazacağımı da ummuyordum. Şansıma, bu tür bir çalışma için eğitimsiz ve hazırlıksız olmama karşın, olayı kazasız belasız atlattım. Bu yalnızca benim başıma gelen özel bir olay değil. Aramızda gazeteci olarak çalışanlar bilirler, pek çok gazeteci daha önce yapmadığı ve eğitimsiz olduğu halde felaketlerle ilgili haber yazmak durumundadır. Ancak, bu tür durumlarda başarısızlığa uğramak çok ciddi sonuçlar doğurabilir. ABD’deki DAT Merkezi gibi çeşitli grupların gösterdiği gibi, kriz ya da felaketlerle ilgili haber yapanları çeşitli tehlikeler beklemektedir ve bunları önlemek için pek çok şey yapılabilir. Gazetecileri bu tür durumlara hazırlamak için de çok şey yapılabilir. Tartışmamın merkezinde ‘felaket’ sözcüğü yer alacak. Çoğunuzun bildiği gibi, felaket, gazetecilikte soyut ve esnek bir kavramdır. Paul McCartney ile Heather Mills evliliğinin yıkılmasından, bir futbolcunun sakatlanmasına, açlığa ya da depreme kadar pek çok konuyu kapsar. Ben ise sözcüğü en ciddi anlamda kullanıyorum. Felaketin pek çok tanımı var, ancak en kullanışlısı İngiltere Uluslararası Kalkınma Bakanlığı tarafından geliştirilen karşılık: “hiç kimsenin, yardım almadan başa çıkamayacağı oranda gerçekleşen, insanların zarar görmesine, can kaybına ve maddi zarara neden olabilen, toplumu ve canlıları tehdit eden her türden olay”. Bu şekilde tanımlanabilecek felaketlerin sayısı ve boyutları artıyor. Ve bu tür felaketler yoksul ülkeleri ve insanları daha fazla etkiliyor. Her yıl dünyada meydana gelen doğal felaketler sonucu ortalama 60,000’den fazla insan ölüyor ve 250,000 insan etkileniyor. Bu tür olaylarla ilgili haber yazımı konusunda pek çok etik sorun bulunuyor. Bu sorunlar kabaca iki başlık altında gruplandırılabilir: Gazetecilerin kendi olanaklarıyla haber toplamasıyla ilgili olanlar ki, bu röportaj ve haberi ilgilendiriyor. Öte yanda ise, bu konudaki bilgilerin kamuoyuna nasıl suınulacağına ilişkin sorunlar var. Bu da haberin içeriğinin radyo, televizyon ya da gazetede nasıl sunulduğuyla ilintili. Pek çoğunuz bu başlıklar altında inceleyeceğimiz sorunlara aşinasınız. Örneğin, gazeteci felaketi yansıtan fotoğrafları nasıl kullanmalıdır? Halka ne kadar kan ya da acı göstermeliyiz? Birisi yaralandığında gazeteci ne yapmalı? Gazeteci tedavi mi etmeli, yardım çağırmaya mı koşmalı, yoksa işine devam etmeli? Bir diğer deyişle, gazeteci Felaket Haberciliği, Güven ve Etik 201 ne zaman gazeteci olmaktan çıkar ve başka biri olur? Gazeteciler hayatta kalanların acılarına ne ölçüde müdahil olmalı? Sevdikleri öldüğü ve bu tür durumlarla karşı karşıya kaldığı için, derin acı duyan insanların fotoğrafını yayınlamak uygun mudur? Hayatta kalanlarla yapılan röportajların, onlar ve haberi yapan gazeteciler üzerinde yarattığı etkiler nelerdir? Haber ekiplerinin etik yükümlülükleri nelerdir? Bunlar önemli sorular ve bu sorulara yanıt olarak yazılmış geniş bir literatür söz konusu. Ancak, felaket durumlarıyla ilgili olarak üzerinde daha az durulan ancak son derece önemli olan bir konu daha var. Bu da felaket ortamında gazetecilerin ve haber ekiplerinin bulunmasının yarattığı etki. Haber ekipleri felaket bölgesine ulaştıklarında ortaya çıkan bazı temel sorulara yanıt verilmesi gerekiyor. İşlerini nasıl sürdürecekler? Haberlerini merkeze nasıl gönderecekler? Merkez bürolarıyla nasıl iletişim kuracaklar? Ne yiyecekler, nerede kalacaklar? Bu durum, varlıkları zaten sınırlı olan yaşamsal kaynakların tükenmesine yol açacak mı? Toparlayacak olursak, gazeteciler durumun düzeltilmesine yardımcı olmak yerine engel mi olacaklar? Bu açıdan, Avustralyalı bir meslektaşım tarafından yürütülen bir araştırma oldukça aydınlatıcı. Scott Dalmond, 2004’te Endonezya’da meydana gelen Tsunami faciasını izleyen gazetecilerle mülakatlar yaptı. Bu son derece büyük bir felaketti ve hiç kuşkusuz uluslararası bir haber olayıydı. Binlerce ölü ve binlerce yaralı vardı. Yaralı pek çoğu hastaydı ve travma geçiriyorlardı. Acil tıbbi yardıma, gıdaya, barınağa ve diğer yardımlara gereksinim duyuyorlardı. Felaketin boyutları, medyada kapladığı yerle ölçülebilir. Reuters Haber Ajansı’na göre, felaketten iki ay sonra, yalnızca İngilizce yayınlanan gazetelerde olayla ilgili 35,000 haber yazılmıştı. Bir önceki yıl, en önemli 10 felaketle ilgili olarak yazılan haberlerin sayısı ise 33,620 idi. Doğal olarak, yüzlerce gazeteci bölgeye akın etti. Endonezya hükümeti basın mensuplarının özel bir izin belgesi edinmeleri zorunlu kılarak, durumu kontrol altına almaya çalıştı. Ancak, çok az gazeteci bu izin belgesini edindi. Hiç kuşkusuz muhabirlerin bildirmek durumunda oldukları durum korkunçtu. Yine de hiç kuşkusuz, çoğu muhabir kusursuz haberler geçti ve duruma uygun davranışlarda bulundu. Bunu belirtmem gerekiyor. Pek çoğu yaptıkları işe ve çalışmak zorunda oldukları dramatik koşullara hazırlıklıydı. Ancak çoğu da hazırlıksızdı. Çok sayıda yabancı gazeteci, ülkenin dilini bilmeden, yanlarında çevirmen olmadan bölgeye tek başlarına ulaştılar. 202 İan Richards Yanlarında para, dizüstü bilgisayar, uydu telefonu, gıda stoku ya da içme suyu bulunmuyordu. Bazı durumlarda deneyimsiz ve eğitimsiz gazeteciler son derece önemli doğal afetleri izlemekle görevlendiriliyor. Üniversite mezunu bir gazeteci, birkaç yıl önce bana bir şişe su, uyku tulumu ve kredi kartıyla bölgeye gönderildiğini anlattı. Elbette, felaket bölgesinde yabancı gazeteciler de dahil herkesin, su, yakacak ve elektrik gibi temel gereksinimleri var. Ayrıca, barınma olanaklarına ve haberlerini yazacakları bir mekana ihtiyaçları var. Felaketten kurtulanların, yardım görevlilerinin ve devlet yetkililerinin de benzer ihtiyaçları var. Yanlarında yeterli miktarda gıda malzemesi, ilaç ve su götürmeyenlerin, yardım kuruluşlarına başvurmaktan başka çareleri yoktu. Ellerindeki çok miktardaki parayla, bölgedeki insanların ödeyemeyeceği rakamları ödeyerek yiyecek ve meyve alma olanağına sahiptirler. Bir diğer deyişle, bölgedeki insanlar yiyecek almak isteseler de alamayacaklardı, çünkü satıcılar daha yüksek fiyat veren yabancılara satış yapmayı tercih ediyordu. Üzerinde fazla durulmayan bir nokta da, yerel gazetecilerin üzerindeki baskı. Pek çoğu travma sonrası stresten muzdaripti ve son derece olumsuz koşullar altında gazetelerini çıkarmaya çalışıyordu. Öte yandan, yabancı gazeteciler, üzerlerine daha fazla yük bindiriyordu, zira kendi haberlerini geçmek için yerel olanaklardan yararlanmak istiyorlardı. Özetleyecek olursak, bölgeye çok sayıda gazetecinin akın etmesi, sınırlı olan yiyecek, su, yakıt ve elektrik kaynaklarını etkiledi. Her ne kadar haber kuruluşlarının çoğu, doğal afetlerle ilgili haber yazımı konusunda kural ve düzenlemelere sahip olsa da, pek çoğunun bu tür yol göstericileri yok. Ve böylesi kurallardan yoksun olanlar, yardım çalışmalarını sekteye uğrattı, hayatta kalanların ellerindeki olanakları azalttı. Bu türden uygulamalar, dünyanın dört bir yanında profesyonel gazetecelik uygulamalarına etkide bulunuyor. Yukarıda anılan davranış biçimi, gazeteciliğin neden dünyanın pek çok yerinde güven kaybına uğradığını bir ölçüde açıklıyor. Gazetecilere duyulan güvenin azalması başka yerlerde de tartışıldı. Bu nedenle, gazeteciliğin bir sorunla karşı karşıya olduğunu söylemekle yetineceğim. Halkın gazetecilere olan güvenindeki azalma, gazetecilerin burada andığımıza benzer durumlardaki tavırlarından kaynaklanıyor. Başka bir deyişle, bu türden davranışlar halkın gazetecilere güven duymasını engelliyor. Bu önemli, çünkü gazeteciliğin pek çok alanında güven zorunlu bir öğe. Okuyucular, okuduklarına, yani gazetecilerin Felaket Haberciliği, Güven ve Etik 203 yazdıklarına güvenmek zorundalar. Gazeteciler ise, onlara doğru ve güvenilir bilgi sunmak için, haber kaynaklarına güvenmek zorunda. Haber kaynakları ise, görüşlerini doğru ve adil biçimde yansıtmak konusunda gazetecilere güven duymalı. Bazı durumlarda gerçek kimliklerinin gizleneceği konusunda güven duymalılar. Gazeteciler kendi meslektaşlarına, medya kuruluşlarına güven duyabilmeli. Bir diğer deyişle, felaket dönemlerinde insanlar, durumu zorlaştırmak yerine kolaylaştıracaklarına dair gazetecilere güven duymalılar. İlginçtir ki, etikli davranışın temelinde de güven yatıyor. Etik, gazetecilik açısından güven kavramı, bu tür durumlarda ikinci plana atılabiliyor ya da gözardı edilebiliyor. Kabaca, iki tarz güven üzerinde duruluyor: Birincisi, kamuoyunun demokratik açıdan kendi kendini idaresi için gereksinim duyduğu, haber ve bilgi sağlama konusunda gazetecilere duyduğu güven... İkincisi, genellikle etik kodlarını ve uygulamalarını da kapsayan gazeteciliğe ilişkin mesleki kurallarla bağlantılı güven... Kamuoyunun duyduğu güven, gazetecilik uygulamasının temellerini oluşturuyor. Bu aynı zamanda, gazetecilikle ilgili güncel tartışmaların da merkezinde yer alıyor. İkinci konu ise, tek tek gazeteciler ile haber kaynakları arasındaki güven meselesi. Burada genellikle üzerinde durulan nokta, haber kaynaklarının gazetecilere güvenebilmesi. Bir diğer deyişle, gazeteciler asla haber kaynaklarını açıklamamalı. Gazetecilikle üzerinde durulmayan başka güven ilişkileri de söz konusu. Sorun, ‘güven’ ile ne kastediliyor noktasında başlıyor. Sanırım herkes, üniversitedeki sınıf arkadaşları ya da iş arkadaşları arasındaki güvenin, karı koca arasında gelişen güvenden farklı olduğu konusunda birleşecektir. Benzer biçimde, gazeteciler de, haber kaynağı ile gazeteci arasındaki güvenin, meslektaşlar arasındaki güvenden farklı olduğunu teslim edeceklerdir. Tıpkı, okuyucu ile beğendiği gazete arasındaki güvenle, izleyici ile en sevdikleri televizyon spikeri arasındaki güvenin farklı olması gibi. Bir diğer deyişle, herhangi bir durumda var olan güven, kurulan ilişkinin doğasıyla ilişkilidir. Bu nedenle, gazeteciliğin temelinde ne tür güven ilişkilerinin yattığına, güven ilişkilerinin oynadığı role, geliştikleri ya da gelişemedikleri ortamlara ve güvensizlik ya da güveni kötüye kullanma gibi kavramlara bakmak önemlidir. Gazetecilik dışında yer alan literatüre baktığımızda, gazetecilikle ilişkili olduğunu düşündüğüm başka konularla karşılaşıyoruz. Örneğin, güven, davranışlardaki istikrara ya da tarafların ortak güdü ya da değerleri paylaşabilmesine de bağlıdır. 204 İan Richards Tsunami olayında, gazetecilerin olumlu davranışları, bazı kötü örnekler nedeniyle geri planda kaldı. Başka bir deyişle davranışlarda istikrar yoktu. Bölgede yaşayan insanlar, neden yemeklerini yiyen, sularını içen ve barınma olanaklarından yararlanan yabancılara güven duysun ki... Bir insan yalnızca kendine güven duyamaz. Güven karşılıklı ilişkiye dayanır. Endonezya örneğinde, gazeteciler bölgedeki insanların anlattıklarına, insanlar ise onların çıkarlarını düşünen gazetecilere güvenmek durumundaydı. Ancak, belirttiğimiz gibi, durum her zaman böyle olmadı. Başka insanlara ya da kurumlara karşı duyulan güvende, ilişki karşılıklı olmak durumunda değildir. Kısa sürede ortadan kaldırılabilmesine karşın, güven kısa vadeli bir mesele de değildir. Güven birden bire ortaya çıkmaz. Yine Endonezya örneğinde, tarafların bir güven ilişkisi oluşturabilmesi için zamana gereksinimleri vardı. Oysa, her seferinde yeterli zaman olmayabilir. Başka alanlarda, güven konusunda ortaya atılan soruların gazetecilikte de sorgulanması gerekir. Örneğin, güven hangi düzeyde yürür? Bir taraf diğerine güvenmeden önce belirli koşulların oluşması mı gereklidir? Öyleyse bu koşullar nelerdir? Güvensizlik ne anlama gelir? Güvende duygunun rolü nedir? Bu son nokta, felaket haberleriyle yakından ilişkili, çünkü bildiğiniz bu tür durumlarda derin ve yoğun duygular yaşanmaktadır. Ahlaklı bir yaşamda yer alabilmenin koşulu bilinçli davranmaktır. Bunun etkili olabilmesi için, vicdan azabı, merhamet, suçluluk gibi duygulara sahip olmamız gerekir. Felaket, gazetecilerin ahlaki duyguları yaşamasına neden olabilir. Ahlaki duygular, başkalarının acılarıyla ilişkili olan, merhamet, empati, acıma, lütuf içerir. Geleceğe dönük duygular, umut ve korku... Kişisel duygular, gurur ve pişmanlık, utanç, sıkıntı ve suçluluk... Bunlar, kişisel özelliklerimize bağlı, kişisel davranışlar geliştirdiğimiz duygulardır. Özlüce, bazı kuruluşlar felaketlerin haberleştirilmesi konusunda sağlam politikalar ve yaklaşımlar geliştirirken, bazıları ise oldukça geride kalmıştır. Yeterli bilgiye dayanmayan ve duruma özgü kısa vadeli yaklaşımlar, olayı izleyen gazeteciler için istenmeyen sorunlar doğurabilir. Bu tür yaklaşımlar felaketten kurtulanlar için de rahatsızlık yaratabilir. Aynı zamanda, kamuoyunun gazetecilere desteğini ve güvenini de zedeleyebilir. Bu nedenle, gazetecilikte güven kavramının nasıl işlediğini anlamak gerekir. Eğer bunu gerçekleştirebilirsek, felaket bölgelerine gönderilen gazetecilere, bu tür felaketlerden kurtulanlara yardımcı olabiliriz ve bütün dünyada gazeteciliği etkileyen güven kaybını önleyebiliriz. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 205-210 Sunum Görünmez tehlike: Spin doktorları medya etik kurallarını nasıl atlarlar?1 Marcello Foa Journalist, academic Universita della Svizzera İtaliana Co founder European Journalism Observatory, Lugano, Switzerland Özet: Bu sunum medyayı belli çıkarlar yönünde kullanmak için kurulan mekanizmalardan biri olan profesyonel halkla ilişkiler alanındaki gelişmelerden biri olan spin doktorluğunu ele almakta ve etik kurallarını bilinçli olarak çiğneyen spin doktorlarının gazetecilik için tehlikeli anlamları üzerinde durmaktadır. Medya ve etik gibi hassas bir konuyu gözden geçirmenin farklı yolları vardır. Bir gazetecinin algılayışıyla bir akademisyenin algılayışı genellikle birbiriyle uyuşmaz. Ben ilginç bir durum içerisindeyim. İtalya’da gazeteciyim ve Indro Montanelli -en iyi İtalyan gazeteci- ile çalışma ayrıcalığına sahibim; İsviçre’de de akademisyenim, İsviçre Lugano’daki Universita della Svizzera İtaliana’da Avrupa Gazetecilik Gözlemevi’nin kurucu ortağıyım. Aynı zamanda orada uluslararası gazetecilik dersleri de veriyorum. Gerçekte yarı İsveçli yarı İtalyanım. Akademik çalışmalarımda daima farklı bakış açılarından gerçeği görmeye, genel kanılardan kaçınmaya çalışırım. Örneğin gazeteciler kendilerini sistemin gözcüleri (watchdog) olarak tanımlamaktan hoşlanırlar. Bilgi çağındaki yaygın bir dogmaya göre, politikacılar medya tarafından tahakküm altına alınırlar. Fakat gerçekte biz sözde mediacracy (medyanın seçmenlerden daha etkili ve sözü geçer olduğu bir demokrasi türü) içinde miyiz? 1 Çeviren: Hülya Eraslan, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi 206 Marcello Foa Benim cevabım, hayır. Görünüşte medya çok fazla güce sahipken, gerçekte politikacıların kendi amaçları için medyanın üstünlüğünü nasıl kullanacağını öğrendikleri çok karışık bir gerçeklikte yaşıyoruz. Bunu nasıl yapıyorlar? Çok şaşırtıcı olmasa da iletişim uzmanlarını kullanarak yapıyorlar. Bu kaçınılmaz gidişin çok ciddi sonuçları var. Temel bir ayrımı göz önünde bulundurmak zorundayız: 1) Meşru teknikleri uygulamada doğru hareket eden danışman 2) Bilgi vermeyi değil de medya ve kamuoyunu manipüle etmeyi amaçlayan danışman. Ben onu “spin doctor” olarak tanımlayacağım. Dürüst iletişim uzmanı, kurumsal iletişim (kamu işleri) ile siyasal iletişim arasındaki sınırı bilir ve saygı duyar. Kurumsal iletişim tarafsız, güvenilir, gerçekçi olmalıdır: danışman hükümet adına konuşur ve olabildiğince yansız kabul edilir. Öte yandan siyasal iletişim, taraflı, partizan, yanlıdır; çünkü bu politikacıların ilgilerini, kararlarını ve fikirlerini savunmasının yoludur. Sınır görünmezdir; fakat çok önemlidir. Kusursuz bir demokraside politikacılar ve onların iletişimcileri, bu çizgiyi geçmemeye dikkat ederler. Kurumun saygınlığını her türlü çıkarın üstünde görürler. Fakat spin doktor bu çizgiyi silmeye eğilimlidir, çünkü politikacıların çıkarlarının her şeyin üzerinde olduğuna inanır. Bilgi çağında etiksel kaygıya yer olmadığına inanır ve çok şüpheci/sinik biri haline gelir. O eyleme geçtiğinde; haber yönetimi haber yönlendirmesine, şeffaflık aldatmacaya, etkileyici gündem gizli propagandaya ve doğruluk çarpıklığa dönüşür. Modern spin doktorluğu, 80’lerde Amerika’da Reagan yönetimi sırasında medyanın üstün gücüne karşı bir tepki olarak başladı. Vietnam Savaşı ve Watergate olayından sonra basın siyasi dünyanın gözünü gerçekten korkutabildi, basın sadece etkili bir gözcü değil, çoğu zaman fazla etkili bir dördüncü güçtü. Reagan, medyanın bir tür anında karşı çıkma gücüne sahip olduğunda, bir yönetimin ülkeyi yönetmesinin ve kamu çıkarını gözetmesinin imkansız olduğuna ikna edildi. Bu yüzden akıllı iletişim danışmanı Michael Deaver medya ile siyasi dünya arasında daha dengeli bir senaryoya ulaşmak için bu gidişatı düzeltmeye karar verdi. Fakat spin doktorlar, dengeleyici unsur olma yerine fazla etkili oldular, kendi çıkarları için yeni bir gizli çarpıklık yarattılar. Neden gizli? Çünkü kurumlar hala haberlerin ana kaynaklarıdır. Spin, gerçek ortaya çıkıncaya kadar onları çarpıtma, etraflarında dolaşma sanatıdır. Spin doktorluğu yapan kişiler, kurmaca hikayelerinin farkına varılıncaya Spin doktorları ve etik 207 kadar amaçlarına ulaşmış olurlar. Böylelikle, resmi ve siyasi kurumların halkla ilişkileri, çok güçlü ve tehlikeli bir araç haline gelir. Spin doktorları; • Enformasyon döngüsünü yöneten mekanizmalar hakkında mükemmel bilgidirler. • Kitleleri psikolojik olarak uygun duruma getirmek için sürüye uyma, korkuya başvurma, otoriteye başvurma, aşırı basitleştirme, sıradan konuları çekici hale getirmek, halktan biri, günah keçisi, stereo tip, hoşnutsuzluk yaratma gibi karmaşık teknikleri kullanarak çalışırlar. Sun Tzu’nun Savaş Sanatı adlı kitabında “eğer savaşı kazanmak istiyorsan düşmanını ve kendini iyi bilmek zorundasın” dersini bilenler çok zeki kişilerdir. Spin doktorlarının da gazetecileri tanıdıklarına kuşku yoktur. Stratejik bir üstünlük kazanırlar. Gazetecilerin nasıl haber seçtiklerini, her gün gazetecileri yeni bir hikaye ile nasıl besleyeceklerini bilirler. Şaşırtıcı taktikler (örtbas etme, yangına körükle gitme, kötü haberi saklama, kara para aklama) kullanarak bir hikayeden nasıl yararlanacaklarını bilirler. Beklentileri yönlendirirler. Lobi yönetirler, bazı gazetecilerle imtiyaz ilişkiler geliştirirken, bazılarına gözdağı verirler. Spin doktorları, modern medyanın zayıflıklarından yararlanmak için tasarlanmış en ileri halkla ilişkiler tekniklerini kullanırlar. Kapı tutucuların nasıl etkileneceğini, yüksek gazetecilik standartlarının nasıl atlatılacağını ya da kullanacağını bilirler. Anonim kaynaklardan haber sızdırmanın kötüye kullanılmasının sistematik hale geldiği, bunaltıcı bir enformasyon akışı denetiminin normal olduğu bir kültür yaratırlar. Bir mesajı olgusal kesinliğine aldırmadan yayarlar ve iyi seçilmiş cümleleri, ilgiyi başka yöne çekmek için stratejik olarak iyi hazırlanmış iddiaları, saptırmayı ve yanlış yönlendirmeyi kullanırlar. CIA-Gate mükemmel bir örnek. Gazeteci Matt Cooper (Time) ve özellikle Judith Miller (New York Times), Başkan Bush’un Irak’ta savaşa götüren gerekçesini eleştirdiğinden Büyükelçi Wilson’dan intikam almak için spin doktoru olarak kullanıldılar. Miller’ın Bush yönetiminde etkili ve ağzı sıkı olan kişilere ulaşma ayrıcalığı vardı. İyi bir fırsat yakaladı, ancak, onun karşısında üstünlük elde ettiler. Burada mekanizma nasıl çalıştı: Miller’e enformasyon sızdıracak bir kaynak kullanıldı. Miller, bu bilgiyi ikinci bir kaynaktan doğrulattı. Haber atlattı ve New York Times’ın editörü, Pulitzer ödülünü kazanan biri olduğu için ondan kaynaklarını açıklamasını istemedi. 208 Marcello Foa Onun hikayesi birinci sayfadan yayınlandı ve dünyada ses getirdi. Ama pek çok hikayesi “spin”di: birinci ve ikinci kaynak, onların en etkili ve en iyi bilinen ABD’li gazeteciyi kullanarak New York Times’ın birinci sayfasında uydurulmuş, yanlı bir hikaye yerleştirme stratejilerini koordine etti. Judith Miller durumun farkında mıydı? Bir suç ortağı mıydı yoksa inanılmaz derece de saf mıydı? “Sahtekar gazeteci” Beyaz Saray’da akredite edildi ve sahte tv video haber bildirileri uygulaması geçerli hale geldi. James Dale Guckert (1957) 2003-2005 yılları arasında, Talon News’ı temsilen Beyaz Saray muhabiri olarak Jeff Gannon takma adıyla çalıştı. Bir muhabir olarak nitelenecek profesyonel koşullara sahip olmamasına, hiçbir muhabirin onu tanımamasına rağmen, Guckert Beyaz Saray’da yapılan bilgilendirme toplantılarında rutin olarak boy göstermeye başladı, basın toplantılarında Başkan Bush’un favori gazetecilerinden biri haline geldi: her zaman soru sorma ayrıcalığı vardı. Fakat 26 Ocak 2005 tarihinde, Guckert Başkan George W. Bush’a Beyaz Saray’da görevli gazetecilerin de önceden planlanmış gibi arkadaşça saydıkları bir soru yöneltti. Meslektaşları onun kimliğinden şüphelendiler. Ve kısa süre içinde onun gerçek bir gazeteci olmadığı ve profesyonel geçmişinde “bulldog” takma adını kullanarak çeşitli eşcinsel eskort hizmeti veren websiteleriyle ilgisi olduğunu keşfettiler. O, basın toplantıları boyunca Bush’un spin doktorları tarafından bir set olarak kullanıldı. Beyaz Saray muhabirlerinin kendi aralarında bir Truva atı olduğunun farkına varmaları iki yıllarını aldı. Guckert, Talon News’den 8 Şubat 2005 tarihinde istifa etti. Guckert’in Beyaz Saray ve Cumhuriyetçi Parti ile olan ilişkisi hakkında sorular sorulmaya başlandı, fakat skandal çabuk unutuldu. Sahte video haber bildirileri, (VNRs genellikle, uydurma televizyon haberlerini anlatır.) Amerika’da Clinton yönetiminden beri yaygın olarak kullanılmaktadır. VNRs video klipleri geleneksel video kliplerinden ayırt edilemezler ve çoğu zaman televizyon istasyonlarında bu klipler edit edilmeden ve orijinal üreticileri ya da sponsorlarının kimlikleri belirtilmeden gösterilirler.2 Bunlar hazır-haber bölümleridir: gerçek gibi gözüken 90 saniyelik hikayelerdir, bazen gerçek bir gazeteci ile birlikte hazırlansa da sahtedirler. Halk gerçek gazetecilikle halkla ilişkiler arasındaki farkı 2 Spin doktorları ve VNRs ve kullanımıyla ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Erdoğan, İ. (2006) Teori ve Pratikte Halkla İlişkiler. Ankara: Erk. Spin doktorları ve etik 209 anlayamaz. Bu haber bölümleri, hükümet tarafından ve hükümet için hazırlanmış saf bir propagandadır. Spin doktorları gerçekten endişe verecek aşırı boyutlara ulaştı. Örneğin, halkla ilişkiler kampanyalarının gizli ve yoğun kullanımı, kurumsal çekler ve bilançoların ötesindedir. Amerikan hükümeti özel halkla ilişkiler ajanslarıyla birlikte faaliyetler için çok büyük miktarda paralar öderler. Bu bazen yasal ve yararlıdır; fakat bazen bu kampanyalar gizli politik amaçlar - bu tam bir bilinmezdir- için kullanılır. The Rendon Grup 1989’dan beri yönetimin içinde gizli bir güçtür, ancak genellikle demokratik denetime tabi değildir. Irak savaşı boyunca Pentagon’da Donald Rumsfeld için çalışan bazı halkla ilişkiler şirketleri, tamamen olay uydurdular: Saddam’ın heykelinin düşürülüşünü, Saddam’ın yakalanıp esir alınışını (Saddam fare deliğinde yaşamıyordu.), Jessica Lynch’in (asker olarak bir kahraman değildi) muhteşem kurtarılma operasyonunu sahnelediler. Spin çoğunlukla Anglo-saxon dünyasında çalıştı, ancak küreselleşme ile birlikte iletişim çağında, Kıta Avrupası’ndaki politikacılar da spin doktorların tekniklerini kullanmaya eğilimli hale geldiler. Bu durum İngiltere ya da Amerika’daki gibi tehlikeli olmayabilir, ancak Fransa, İtalya, Almanya ve İspanya gibi ülkelerde birkaç gösterge bulunabilir. Merkez sağ ve merkez sol koalisyonları için bu cazibeye karşı koymak zordur. Gerçekte spin doktorlar için sağ ya sol kanatların önemi yoktur. Bir demokraside hükümetlerin doğru bilgi sağlayacağı varsayılır. Kamu güveni bir değerdir ve sarsılmamalıdır. Gazeteciler spinlerin bu büyük gücünün etkisinin farkında mı? Üzülerek cevabım hayır. Gazeteciler son zamanlardaki profesyonel bilinçlerine rağmen hala spin doktorların gücünün farkında değiller. Bu, aynı zamanda modern medyanın zayıflığının bir parçasıdır. Gazeteciler Sun Tzu’nun öğretisini hala öğrenememişler: Spin doktorları gazetecileri tanıyorlar, ama gazeteciler spin doktorları yeteri kadar tanımıyorlar. Sonuç olarak, spin ve hükümetler çok tehlikeli bir karışımdır. Bu yanıltıcı tekniklerin yaygın kullanımının nihai bir sonucu vardır: kamuoyunun bıkkınlığı ve demokraside bir güven bunalımı. Spin doktorlar modern haber gurularıdır, büyücüleridir. Sistemi değiştirmek değil, onun saygınlığını korumak asıl önemli sorundur. Gazetecilerin yeni bir etik görevi vardır: Spin’le mücadele etmek. 210 Marcello Foa İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 211-216 Presentation The invisible threat: how spin doctors bypass media ethics rules Marcello Foa Journalist, academic Universita della Svizzera İtaliana Co founder European Journalism Observatory, Lugano, Switzerland Abstract: This presentation provides a discussion about the concept and role of spin doctors in politics of exerting influence on public sphare and organized action. It explains the nature of activities of spin doctors and warns about the danger of spin doctors on journalism. There are different way to examine a delicate topic like media and ethics. If you are a journalist your perception doesn’t usually fit with an academic’s perception. I’m in a peculiar situation: I’m a journalist in Italy and I had the privilege to work with Indro Montanelli – the best Italian journalist ever – but in Switzerland I am an academic, co-founder of the European journalism observatory at Università della Svizzera Italiana in Lugano (Switzerland), where I also teach international journalism. In fact I’m half Swiss and half Italian. In my academic research I always try to see reality from different perspectives, avoiding conventional wisdom. For instance: journalists like to portray themselves as the watchdogs of the system. According to a dogma widespread in our age - the information age! - politicians are dominated by the media. But are we truly in a so-called mediacracy (a democracy where the media are much more influential and effective than voters)? 212 Marcello Foa My answer is: no. We live in a more complex reality where the media apparently have a lot of power but where in fact politicians have learnt how to use the supremacy of the media for their own purposes. How do they do it? Using communication experts, which is not surprising at all. But this inevitable trend has had very serious implications. We must consider a fundamental distinction: 1) The consultant who acts correctly applying licit techniques 2) The consultant who aims not to inform but to manipulate the media and public opinion. I will describe him as a spin doctor. The correct communication expert knows and respects the boundary between institutional communication (Public affairs) and political communication. Institutional communication should be neutral, reliable, truthful: the consultant speaks on behalf of the State and is supposed to be as unbiased as possible. Political communication, on the other hand, is partial, partisan and biased, because this is the way politicians defend their interests and their decisions and opinions. The boundary is invisible but of crucial importance: in a sound democracy politicians and their communicators tend not to cross this line. They consider the respectability of institution above any interest. But the spin doctor tends to erase this boundary because he believes that politicians’ interests are above all. He believes that in the information age there is no room for ethical concerns and he becomes very cynical: when he acts, news management becomes news manipulation, transparency becomes deception, influencing news agenda becomes hidden propaganda, accuracy becomes distortion. Modern spin doctoring began in the eighties in the US during Reagan’s administration as a reaction to the superpower of the media. After the Vietnam War and Watergate, the press was really able to intimidate the political world, it was not only a very effective watchdog but the real Fourth power, sometimes too influential. Reagan was persuaded that it would be impossible for any Administration to run the country and to pursue public interests if media had a sort of instant veto power. So he decided, with smart communication consultants like Michael Deaver, to correct this trend to reach a more balanced scenario between the media and the political world. But spin Spin doctors and ethics 213 doctors have been too effective and instead of just balancing, they have created a new hidden distortion to their advantage. Why hidden? Because institutions are still the main sources of news. Spin is the art of twisting facts and turning them around until they appear in the ‘right’ light and until the story has the right ‘spin’ to please those who have commissioned it. So extreme PR for governamental and political institutions becomes a very powerful and dangerous tool. Spin doctors operate using: perfect knowledge of mechanisms that govern the information cycle sophisticated techniques for conditioning the masses psychologically: bandwagon, appeal to fear, appeal to authority, oversimplification, glittering generalities, common man, scapegoating, stereotyping, obtaining disapproval, etc. They are very clever people who know one of Sun Tzu’s lessons in The Art of War: “If you want to win the battle you must know your enemy and your self”. There is no doubt: spin doctors know journalists. They take advantage of their strategic privilege. They know how journalists select news, they know how to feed them with a new story every day. They know how to milk a story, using diversionary tactics (firebreaking, stoking the fire, burying bad news, laundering). They manage expectations. They manage the Lobby, creating privileged relations with some journalists, intimidating others. Spin doctors use some of the most advanced tactics from public relations designed to exploit the failings of the modern media. They know how to influence gatekeeping, how to bypass and exploit high journalistic standards (double check and balanced reporting). They have created a culture where the abuse of leaks through unnamed sources is systematic, where an oppressive information’s flaw control is normal. They promote a message regardless of its factual accuracy and they use well-designed phrases and strategicallycrafted arguments to distract, deceive and mislead. CIA-Gate is an excellent example. The journalists Matt Cooper (Time) and especially Judith Miller (New York Times) were used by spin doctors to get revenge against Ambassador Wilson for criticizing President Bush's rationale for going to war in Iraq. Miller had privileged access to the most secretive and influential people in the Bush administation. She seized the opportunity, but they took advantage of her. Here is how the mechanism 214 Marcello Foa worked: a source was used to leak information to Miller. She verified it with a second source (double check). She had the scoop and the editor of the New York Times did not ask her to disclose her sources as she was a Pulitzer prize winner. Her stories were published on the front page and received world echo. But many of these stories were “spin”: the first and the second source coordinated their strategy to plant an invented, biased story on the New York Time’s front page using the most influential and best-known US journalist. Was Judith Miller aware of it? Was she an accomplice or simply incredibly naïve? A “fake journalist”, was accredited at the White House, and the practice of fake tv video news releases became current. James Dale Guckert (1957) worked under the pseudonym of Jeff Gannon as a White House reporter between 2003 and 2005, representing Talon News. Although he did not have the professional requirements to qualify as a correspondent and although no other journalist knew him, Guckert routinely obtained daily passes to White House briefings, and became one of President Bush’s favourite journalists during press conferences: he always had the privilege to ask questions. But on January 26, 2005, he asked president George W. Bush a question that some in the press corps considered so friendly it might have been planted. His colleagues started to doubt his credentials and quickly discovered that he was not a real journalist and that his “professional” background included involvement with various homosexual escort service websites using “bulldog” as another pseudonym. He was used by Bush’s spin doctors as a firebreak during press conferences. It took two years for White House correspondents to realize they had a Trojan Horse among them. Guckert resigned from Talon News on February 8, 2005. Questions have arisen as to Guckert's relationship with the White House and with the Republican Party but the scandal was quickly forgotten. Fake tv video news releases (VNRs, often referred to as fake TV news) have been common in the US, since the Clinton administration. VNRs are video clips that are indistinguishable from traditional news clips and are sometimes screened unedited by television stations without the identification of the original producers or sponsors, in this particular case government agencies. These are ready-to-use tv news segments: 90-second stories, they look like real ones, sometimes with a real journalist, but they are faked. The Spin doctors and ethics 215 public cannot distinguish between true journalism and covered PR. It is pure propaganda from and for the government. Spin doctors reach extremes that are really worrying. For example, concerning secretive and intense use of PR companies beyond institutional checks and balances. The US government spends huge amounts of money on activities with private PR agencies as contractors. Sometimes this is legal and useful, but sometimes these companies are used for hidden political purposes and this is at least puzzling. The Rendon Group has, since 1989, “secret power” inside the Administration, but, often, without democratic controls. During the Iraq war some PR companies working for Donald Rumsfeld at the Pentagon simply invented events: the toppling of Saddam’s statue was staged, as were the details of Saddam’s capture (he was not living in a rat hole), and so was the spectacular operation to rescue Jessica Lynch (the soldier was not a hero). Spin worked mainly in the Anglo-saxon world, but as we live in a globalized world and in the age of communication, politicians in Continental Europe tend to use spin doctors’ techniques as well. The situation may not be as alarming as in the UK or the US, but several indicators in countries like France, Italy, Germany and Spain can be detected. It is a temptation hard to resist, both for center-right and center-left coalitions. In fact, spin is not is neither right- nor left-wing. But in a democracy governments are supposed to provide accurate information. Public trust is a value and should not be betrayed. Are journalists aware of spin’s enormous influence? The answer, sadly, is no: journalists are still not very aware of it, despite a recent awakening of their professional consciousness. This is also part of the failing of the modern media. Journalists have not learned Sun Tzu’s lessons: spin doctors know journalists, journalists do not know spin doctors (enough). In conclusion, spin and governments are a very dangerous combination. The widespread use of these misleading techniques has an ultimate result: disgust of public opinion and a crisis of trust in democracy. Spin doctors are the modern wizards of news. This is a crucial issue, not in order to change the system (these are the limits of no-global critiques), but in order to preserve its credibility. Journalists have a new ethical mission: counter the spin. 216 Marcello Foa İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 217-232 Sunum - Makale Modernleşme, toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik Mehmet Yüksel Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Özet: Toplumun gerek coğrafi olarak gerekse nüfus bakımından büyüdüğü, bireyler, gruplar ve sosyal tabakalar arasında çıkar, görüş ve inanç ayrılıklarıyla çelişkilerin ve çatışmaların yaşandığı, geleneksel cemaat yaşamının sağladığı güven ve dayanışma duygusunun zayıfladığı, giderek birbirini tanımayan veya çok az tanıyan insanların bir araya geldiği, toplumsal ilişkilerin yerel bağlamından koparak yeni bir zaman ve mekan bağlamına yerleştiği, sosyal ilişkilere ve davranışlara yön veren geleneksel değerlerin, normların ve standartların etkinliklerini kaybettiği modernleşme koşullarında insanlar, daha önce hiç aşina olmadıkları ilişkiler, olaylar, sorunlar ve risklerle yüz yüze gelmişlerdir. Böyle bir ortamda; doğal olarak, insan ilişkilerini çerçeveleyecek ve düzenleyecek farklı bir normlar ve simgeler sistemine ihtiyaç duyulacaktır. Kişisel bağlılıkların zayıfladığı, toplumsal ilişkilerin anonimleştiği böyle bir ortamda, toplumsal dayanışmaya, barışa, düzene ve istikrara katkıda bulunacak bir mekanizma olarak, diğer sosyal düzen kurallarının yanında, giderek artan ölçülerde insan eliyle yaratılan veya şekillenen modern hukuk ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeyle birlikte, geleneksel sosyal bütünleşme ve kontrol mekanizmalarının bıraktığı boşluğu, yazılı ve formel niteliği ağır basan kurallarıyla, prosedürleriyle ve mekanizmalarıyla modern hukuk doldurmaya çalışmıştır. Toplumsal yaşamın giderek artan ölçülerde önceden tasarlanmış ve insanın bilinçli müdahalesi ile şekillendirilmiş hukuki kodlar ve mekanizmalarla düzenlenmesi; bir yandan bireylerin kişisel özgürlük ve otonomilerini büyük ölçüde sınırlandırırken, diğer taraftan ahlaki değer ve normların oluşumunu güçleştirmektedir. Anahtar kelimeler: Hukuk devleti, etik, etik düzenlemeleri, kişisel özgürlük Modernisation, legalisation of social life and ethics Abstract: This article provides a discussion about the relationship of laws to society, modernizaton and ethics. It argues that legal regulations put limits on the personal freedom of individuals, but strenghtens formations of ethical norms and values. Keywords: Laws, civil society, ethics, ethical regulations, individual freedoms. 218 Mehmet Yüksel Günümüzde, bir taraftan hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti tartışmaları çerçevesinde daha üst düzeyde hukuki düzenleme ve hukuki koruma talepleri yükselirken; diğer yandan hukukun sosyal hayatta giderek artan ölçülerde etkinlik göstererek bireysel ve toplumsal yaşamı kuşatıyor hale gelmesi eleştirilerek daha az hukuk, daha çok adalet ve ahlâk yönünde görüş ve düşünceler dile getirildiği görülmektedir. Bu çalışmada; modernleşme sürecinde kapitalizm, modern devlet ve modern bilim anlayışıyla birlikte gelişen modern hukukun, toplumsal yaşamı giderek egemenliği altına alarak nasıl hukuksallaştırıp bürokratikleştirdiği ve bu hukuksallaştırma (juridification) sürecinin ahlaki duygu ve değerlerin gelişimini ne yönde etkilediği tartışılmaya çalışılacaktır. Yine bu çalışmada; modernleşme kavramı, genel olarak, ekonomik alanda kapitalizme ve endüstriyel gelişmeye, siyasal bakımdan ulus-devlete ve temsili demokrasiye, sosyal açıdan farklılaşmaya, işbölümüne ve uzmanlaşmaya, kültürel bağlamda bireyciliğe ve sekülerleşmeye dayanan bir değerler sistemine doğru giden süreci ifade etmek üzere kullanılacaktır. Etik kavramı ise, ahlâk kavramı ile eşanlamlı olarak kullanılacaktır. Bu anlamıyla etik, insanların toplum içindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen kurallar ile bu kuralların gerisindeki değerler bütününe göndermede bulunur (Yüksel, 2002a: 179-180). Hukuksallaşma kavramı ile, toplumda pozitif hukukun giderek genişleyip yaygınlaşması, yazılı hukukun yükselişi, gittikçe daha fazla sosyal ilişkinin hukuken düzenlenir ve yargılanır hale gelmesi, hukuki düzenlemelerin daha kapsamlı ve detaylı hale gelmesi ifade edilecektir. Modernleşmeyle birlikte sosyal yapı, giderek artan bir karmaşıklaşma ve farklılaşma ile karakterize olan bir değişim süreciyle, “geleneksel” olarak da adlandırılan, modern öncesi toplum yapısından ayrılmaya başlamıştır. Çalışmalarıyla klasik sosyolojik teorinin oluşumuna katkıda bulunmuş Marx, Durkheim ve Weber gibi düşünürler, bu değişimle yakından ilgilenmişlerdir. Marx, söz konusu değişimle, toplumsal yapının, feodalizmden kapitalizme; Durkheim, mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya; Weber ise, geleneksel otoriteden rasyonel-yasal temelli bürokratik otoriteye doğru evrimleştiğini ileri sürmüşlerdir (Yüksel, 2002b: 67). Modern toplumu geleneksel toplumdan ayıran temel özelliklerin, hızlı ve yoğun değişme ve bu değişmenin giderek bütün toplumsal ilişkileri ve sistemi kuşatarak kendine özgü kurumsal ve düşünsel yapılar geliştirmesi olduğu söylenebilir. Toplumun gerek coğrafi olarak gerekse nüfus bakımından Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik 219 büyüdüğü, bireyler, gruplar ve sosyal tabakalar arasında çıkar, görüş ve inanç ayrılıklarıyla çelişkilerin ve çatışmaların yaşandığı, geleneksel cemaat yaşamının sağladığı güven ve dayanışma duygusunun zayıfladığı, giderek birbirini tanımayan insanların bir araya geldiği, toplumsal ilişkilerin yerel bağlamından koparak yeni bir zaman ve mekan bağlamına yerleştiği, sosyal ilişkilere ve davranışlara yön veren geleneksel değerlerin, normların ve standartların etkinliklerini kaybetmeye başladığı modern toplum koşullarında; doğal olarak, toplumsal ilişkileri ve olayları düzenleyecek farklı bir normlar sistemine ihtiyaç duyulacaktır. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak toplumsal dayanışmaya, barışa, düzene ve istikrara katkıda bulunacak bir değerler, kurallar ve mekanizmalar bütünü olarak giderek artan ölçülerde insan eliyle yaratılan veya şekillenen modern hukuk ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeyle birlikte, geleneksel sosyal bütünleşme ve kontrol mekanizmalarının bıraktığı boşluğu, formel yazılı kurallarıyla, prosedürleriyle ve mekanizmalarıyla modern hukuk doldurmaya çalışmıştır (Yüksel, 2002b: 69-70). Kapitalizmin gelişimi sürecinde meta üretiminin ve ticaretinin giderek büyümesiyle kentlerdeki refah düzeyinin yükselmesi; güvenlik sağlayacak ve ekonomik taleplere yanıt verecek, öngörülebilirlik ve hesaplanabilirlik özelliklerine sahip yeni bir rasyonel hukuk düzeninin kurulmasını zorunlu kılmıştır (Kulcsar, 1992: 109). Weber’e göre, kapitalist düzenin belirleyici öğelerinden en önemli ikisi rasyonel hukuk ve işletme yapısıdır. Rasyonel kapitalizmin hesaplanabilir teknik iş araçlarına ihtiyacı olduğu kadar hesaplanabilir bir hukuka ve biçimsel kurallara göre işleyen bir işletme yapısına da ihtiyacı vardır (Weber, 1997: 17-24). Bu da ancak rasyonel bir hukuk temelinde işleyen bir bürokrasi eliyle gerçekleşebilir. Bürokrasiyi rasyonel yasal otoritenin cisimleşmesi olarak düşünen Weber için bürokratik örgütlenmenin diğer örgütlenme biçimlerine olan teknik üstünlüğü, makineyle yapılan üretimin mekanik nitelikte olmayan öteki üretim biçimlerine olan üstünlüğünün aynısıdır. Bürokratik yönetim; doğruluk, hız, kesinlik, dosya bilgisi, süreklilik, gizlilik, birlik ve bağımsızlık gibi öğelere dayanır. Modern bürokrasi; yasalar, tüzükler ve yönetmelikler gibi hukuki düzenlemeler tarafından belirlenmiş resmi yetki alanları ilkesine, bu yetki alanları arasında oluşturulmuş hiyerarşik altüst ilişkisine, bütün işlemlerin kayda geçirildiği yazılı belgelere, gerekli hizmetleri yürütecek belli düzeyde eğitim almış uzman elemanlara dayanır (Weber, 1986: 192-204). Akılcı bir sistem olarak bürokrasinin temel öğeleri; verimlilik, öngörülebilirlik ve denetlenebilirlik 220 Mehmet Yüksel olarak sıralanabilir. Bürokrasi, çok miktarda kırtasiye işi gerektiren çok sayıda görevi yerine getirmek için en verimli yapıdır. Bürokrasinin hesaplanabilirlik boyutu, performansı bir dizi sayılabilir göreve indirgemek anlamına gelir. İyi düzenlenmiş kural ve yönetmelikler sayesinde bürokrasiler, oldukça öngörülebilir şekilde çalışırlar. Bürokrasi, insanın yerine insansız teknoloji kullanarak insanlar üzerinde denetimi vurgular. Bürokrasinin neredeyse otomatik şekilde işleyişi, insanın muhakeme gücünün yerine kuralları, yönetmelikleri ve formel yapıları geçirme çabası olarak değerlendirilebilir. Çalışanlar, sınırlı sayıda iyi tanımlanmış görevleriyle ve aralarında gerçekleşen iş bölümüyle denetlenir (Ritzer, 1998: 49-50). Bu süreçte; mülkiyet ve miras hakkı ile sözleşme ve girişim özgürlüklerini güvenceye alarak, bireyin düşüncelerini, değerlerini, tutkularını ve duygularını dikkate almadan, onu soyut bir varlık olarak hak sahibi yapan ve herkese eşit şekilde uygulanan bir hukuk anlayışı ve sistemi gelişmeye başlamıştır. Weber’e göre, kapitalizmin bir sistem olarak gelişmesi, geleneksel otorite ile karizmatik otoritenin egemen olduğu toplumlarda değil; ancak hukuki otoritenin başat hale geldiği toplumlarda mümkün olabilir. Bu otorite biçiminin hakim olduğu yerlerde toplumsal ilişkilere ve davranışlara yön veren kurallar, belirli bir sistem içinde biçimsel ve akli verilere göre oluşturulur. Hukukun uygulanmasında akılcılık esastır. Karizmatik veya geleneksel otorite biçiminin egemen olduğu sosyal sistemlerdeki geleneğe dayalı, keyfi, mantık dışı nitelik taşıyabilen, özel çıkarlara bağlı olarak şekillenen yönetim anlayışının yerini; kişiselliğe, keyfiliğe ve subjektifliğe yer bırakmayan, objektif hukuk kurallarına ve prosedürlerine göre işleyen, yöneticilerin ve diğer kamu görevlilerinin yetenek ve bilgi esasına göre bu kurallara ve prosedürlere uygun şekilde göreve geldikleri veya görevden alındıkları bir yönetim sistemi alır (Öktem, 1994: 378-379). Feodalitede kilisenin tuttuğu yeri, kapitalizmle birlikte parlamento alırken; kilise hukukunun yerine parlamento hukuku geçmiştir ve bundan böyle hukuk, parlamento bünyelerinde insan eliyle daha fazla şekillenmeye başlamıştır. Bu şekilde gelişen hukuk, endüstri devrimiyle hızlanan ve yoğunlaşan sosyal ve ekonomik değişmelerle XIX. yüzyılda yeni bir ivme kazanmış ve sanayi toplumunun ihtiyaç duyduğu yeni hukuk alanları mantar gibi çoğalmış; iş hukuku, sosyal güvenlik hukuku, bölge ve şehir planlama hukuku, anti tekel hukuku ve çevre hukuku gibi yeni hukuk dalları ortaya çıkmıştır (Friedman, 1997: 52-56). Bu süreçte; feodalitenin parçalı devlet ve Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik 221 buna da bağlı dağınık hukuk yapısının yerini, egemen merkezi devlet yapısı ile hukukun birleştirilmesi ve yalınlaştırılması çabası almış, bireyleri sımsıkı saran yerel ilişkiler ve cemaat bağları çözülüp kent ekonomisinden ulusal ekonomiye geçilirken, hukuk dağınıklığından hukuk birliğine ve yargı birliğine geçiş bir zorunluluk halini almış, kısacası modern devlet hukukun en önemli kaynaklarından biri durumuna gelmiştir (Yüksel, 2001: 61). Modern devletle birlikte hukuk, yönetenlerin tasarımlı ve sınırsız iradelerinin ürünü olarak şekillenen kanun yapma faaliyetinin damgasını taşımaya başlamıştır. Başka bir deyişle, modern devlet aşamasına gelinceye kadar hiçbir hukuk sistemi, bir bütün olarak bu denli dizayn edilmemiştir. Daha önceleri, hukuki kodifikasyona yönelik çeşitli girişimler, mevcut hukuk kuralları bütününü sistematize etmekten, tamamlamaktan veya tutarsızlıklarını bertaraf etmekten daha fazlasını yapmamıştır. Mutlak monarşinin yükselişiyle başlayan dönemde hukuk, bilinçli bir insan faaliyetinin ürünü olmaya ve belli amaçlara ulaşmak için tasarlanan bir araç haline gelmeye başlamıştır (Hayek, 1994). Denebilir ki, modern biçimsel hukuk, Avrupa’da mutlakiyetin oluşumuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle, feodal prens ile burjuvazi arasındaki çekişmenin bir sonucu olarak şekillenmiştir. Bu dönemde prensin temel ilgi alanı, kendi kişisel ordusunu bir devlet ordusu haline getirerek ve bizzat kendi mali imkanlarını bir devlet bütçesi veya maliyesi olarak organize ederek merkezi otoritesini kurmaktı. Bu hedefe ulaşmak için, kendi prenslik askerinin ve mali kaynağının bir uzantısı olarak çok iyi yapılanmış bir bürokrasinin temellerini atmak zorundaydı. Bu ise, feodal yapıda karmaşık ve dağınık bir durumda bulunan hukukun, sistematik ve tutarlı bir kurallar ve standartlar bütününe dönüştürülmesini gerektirmekteydi. Bundan dolayıdır ki hukuk, boşluklardan ve çelişkilerden arındırılarak formel bir sistem olarak yeniden düzenlenmeliydi. Ancak bu sayede hukuk, gayri şahsi uygulamaya ve ilgili tüm alanları kapsamaya elverişli hale gelebilirdi (Gressner vd., 1996: 89). Ancak böyle bir hukuk sistemi, yeknesaklığı, öngörülebilirliği, hesaplanabilirliği, kesinliği ve belirliliği mümkün hale getirerek idari, mali, askeri ve yargısal bürokrasiyi yaratma kapasitesine sahip olabilirdi. Aydınlanma hareketiyle birlikte insan aklına ve bilgi sahibi insanlara atfedilen büyük önem, hukukun bilgili insanlar eliyle mükemmel bir şekilde yaratılabileceği anlayışına yol açmıştır. Aydınlanma projesine göre, akıl ve bilim yoluyla doğanın ve toplumun yasaları keşfedilebilecek ve bu sayede yapılacak hukuki düzenlemelerle toplumsal istikrar, güven ve barış ortamı 222 Mehmet Yüksel sağlanabilecek ve bu şekilde kurulacak düzen giderek mükemmelleşecektir. Böyle bir süreçte, geleneksel toplumsal yapıdaki dinsel önderlerin ve kahinlerin yerini hukukçular, kutsal sayılan metinlerin yerini ise mevzuat derlemeleri ve içtihat kitapları alacaktır. Aydınlanma düşünürleri, eski köhnemiş düzeni yıkıp aklın egemen olduğu bir düzeni kurmak bakımından kodifikasyonu veya kanunlaştırmayı uygun bir araç olarak görürler. Bu yaklaşımın temelinde ise giderek gelişen kapitalizm ile modern devlet yapısı vardır. Bir yandan gelişen kapitalizm, merkeziyetçi devlet yapısını ve bu yapı içinde keyfilikten uzaklaşmış, daha homojen ve bütünleşik bir hukuk sistemini empoze ederken; diğer yandan giderek güçlenen modern devlet, ulusal düzeyde hukuk birliğini sağlamaya çalışıyordu. Bütün bunlar ise, insan aklından kaynağını alan bir hukuki kodlaştırma faaliyetini zorunlu kılıyordu. Sonuçta da, akıl çağı olarak adlandırılan Aydınlanma çağı, bir hukuki kodifikasyon çağı haline geliyordu (Yüksel, 2002b: 116). Bauman (1996), Aydınlanmanın, birbiriyle yakından bağlantılı iki alanda gerçekleştirilmeye çalışılan bir uyguluma olduğunu ileri sürer: İlki, devletin gücünü ve iddialarını genişletmek, daha önce kilise tarafından yerine getirilen işlevi devlete aktararak; devleti, toplumsal düzenin yeniden üretimini planlama, tasarlama ve idare etme fonksiyonu çerçevesinde yeniden örgütlemekti. İkincisi ise, öğreten, eğitim ve idare eden konumundaki devletin, yönetimi altındaki insanların toplumsal yaşamını düzenleyebilmesi için gerekli toplumsal mekanizmaları bilinçli bir şekilde tasarlamaktı. Hayek (1994)’e göre, Aydınlanma dünyası, bir yandan insan aklını biçimselleştirip araçsallaştırırken; aynı şekilde hukuku da biçimsel ve araçsal bir karaktere büründürür. Buna göre hukuk, toplumu dizayn etme veya planlamanın bir aracı ve insan eliyle yaratılmış bilinçli bir tasarımın sonucu olarak değerlendirilir. Aydınlanma düşünürleri, akla verdikleri büyük önemden hareketle toplumsal yaşamla ilgili bütün gerçekliklerin akıl tarafından bilinebileceğine inandıklarından, karmaşık toplumsal ilişkiler alanının akıl ile analiz edilip akıl yoluyla yaratılan hukuk tarafından düzenlenebileceğini kabul ederler. Bu çerçevede hukuk, toplumun dışında ve üstünde yer alan ve bu niteliği ile topluma yön veren bir müessese olarak görülür. Modernleşme sürecinin yazılı, formel, rasyonel hukuku öne çıkarması, bir yandan pozitivist hukuk teorisine ilham kaynağı olurken; diğer taraftan söz konusu teoriden de destek alıyordu. Hukuki pozitivizm olarak da adlandırılan pozitivist hukuk akımının temelinde, Aydınlanma felsefesi ve modern bilim Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik 223 anlayışı ile şekillenen modern düşüncenin bulunduğu söylenebilir. Başka bir deyişle, pozitivist hukuk teorisinin gelişmesinde; gözlenebilir ve deney yoluyla incelenebilir olgulardan hareketle tümevarım yoluyla doğanın ve toplumun işleyişine yön veren genel yasalara ulaşılabileceğini varsayan pozitivist bilim anlayışı ile felsefi pozitivizmin önemli rol oynadığı ileri sürülebilir. Modern pozitivist yaklaşımda; hayaller, sezgiler, duygular, değerler ve anlam sistemleri, tamamen dışlanarak gözlem ve deney konusu yapılamayan olgular, bilimsel çalışmanın kapsamı dışında bırakılır. Buna göre, sadece somut varlığı olan, gözlem konusu yapılabilen olgular inceleme konusu yapılır. Yani, ahlâk ve adalet gibi soyut kavramlar üzerinde bilimin inşa edilemeyeceği düşünülür. Bu anlayış, hukuk alanında da yansımasını bularak, yalnızca tasarlanarak veya amaçlı olarak yaratılan hukuk gerçek hukuk olarak görülmüştür. Hukuku, ahlâk ve adaletten soyutlayan pozitivist hukuk teorisinin ünlü temsilcilerinden Hans Kelsen, bu anlayışın doğal bir sonucu olarak, “Hukuk bilimi bakış açısından Nazi yönetimi altındaki hukuk hukuktur. Buna esef edebiliriz, ama onun hukuk olduğunu inkar edemeyiz (Hayek, 1995: 85) diyebilmiştir. Böylece, hukuka, insan davranışlarına ve ilişkilerine genel bir çerçeve oluşturan sosyal bir olgu olarak değil de, siyasal otorite tarafından tasarlanmış, duygulardan ve değerlerden arındırılmış detaylı bir kurallar sistemi olarak bakan pozitivist hukuk anlayışının, insan yaşamına ve özgürlüğüne yönelik kapsamlı müdahalelerde bulunmaya açık kapı bıraktığı söylenebilir. Modernleşme sürecinde yasaların yapılması, yorumlanması, kanıtların yargı sürecinde değerlendirilmesi ve iddiaların dengelenerek hukuki sonuçlara varılması süreci, adalet, hakikat ve değer alanından uzaklaşmıştır. Böylece hukuk, bir yandan bireysel önyargılara dayalı kişisel ahlâk alanının kaygın zemininden uzak tutulurken; diğer yandan hukukun toplumun kolektif ahlâk değerlerinin bir ifadesi olduğu varsayılmış oluyordu. Hukukun bu anlamdaki ahlâkiliği ise, onun tutarlılığını korumak anlamına geliyordu. Bu ilke, Hans Kelsen ve H.L.A. Hart gibi düşünürlerin temsilcisi olduğu “hukuksal biçimselcilik” anlayışında cisimleşiyordu. Bu anlayışa göre hukuk, birbirine bağlı ve mantıksal tutarlılığı olan bir normlar sistemidir. Kısacası modern hukuk, ahlâki duygu ve değerleri kendi alanının dışında sayarak; hukuku sistematik bir kurallar ve formülasyonlar bütünü olarak görür (Connor, 2001: 89-92). Oysa günümüzde, hukukun tutarlılığı ve sistemli bir normlar bütünü olduğu görüşü ciddi şeklide sorgulanmaktadır. 224 Mehmet Yüksel Modernleşme sürecinde, neredeyse tüm toplumsal yaşam alanları bürokratikleşip akılcılaşır. Bu çerçevede; akılcılaştırılmış bürokratik işyerleri, eğitim kurumları, ceza ve ıslah evleri, tedavi yerleri, hastaneler, eğlence yerleri ve devasa medya kuruluşları gibi birçok yapı oluşur. Böylesine akılcılaştırılmış ortamlar, insan benliğinin sınırlandığı, duyguların denetlendiği, başka deyişle insanların insan gibi davranamadıkları yerlerdir. Hiyerarşik bürokratik bir yapıya sahip olan bu büyük örgütsel yapılarda, belli makamları işgal eden insanların formel prosedürlere ve yazılı kurallara dayalı belli görev ve sorumlulukları vardır. Bütün bunlar, hiç kuşkusuz, rasyonel, genel ve soyut nitelikteki hukuki kural ve mekanizmalar sayesinde gerçekleşir. Ancak, bütün bunlara rağmen, rasyonel hukuk temeli üzerinde yükselen bürokrasi dahil tüm akılcı sistemler, her zaman arzu edilen sonuçları veremez. Bu tür sistemler, insanın sezgiler, duygular ve değerler dünyasını dikkate almazlar. İşte bu durum, toplumsal gerçeklik ile hukuk ve bürokratik formel düzen arasında bir mesafenin bulunduğu anlamına gelir. Bu mesafenin açılmaya başladığı her yerde ise, biçimsel hukuk ve adalet sistemi sorgulanmaya başlar (Yüksel, 2002b: 92). Bugüne kadar, Aydınlanma düşüncesine ve serbest piyasa düzenine ilişkin başat liberal söylem, toplumsal yaşamın olağan bir parçası haline geldiğinden büyük kabul görüyordu. Başka bir deyişle, bunların yol açtığı sorunlar ve üzerinde temellendikleri varsayımlar sorgulanmıyordu. Ancak bundan böyle, liberal söylemin bireye ve kişisel iradeye yaptığı vurgu sorgulanmaktadır. Hukukun her yerde hazır ve nazır olduğu, ancak bu durumun ortaya çıkan haksızlıkları ve adaletsizlikleri ortadan kaldıramadığı görülmektedir. İdeal olan ile gerçek durum, hukuksal gerçek ile toplumsal gerçeklik, biçimsel adalet ile maddi anlamda adalet arasında derin bir uçurum bulunduğuna ilişkin bilinç giderek gelişmektedir (Silbey, 1997: 223). Bundan böyle, sadece yasa önünde eşit sayılmak, aynı kuralın benzer durumdaki tüm kişilere aynı biçimde uygulanması anlamına gelen biçimsel adalet anlayışı, insanları tatmin etmeye ve onların sadakatini sağlamaya yetmemektedir. Bu bağlamda hukuk, adalet ve ahlâk konusunda yeni görüş ve düşünceler ileri sürülmektedir. Postmodernistlere göre, modern hukuk sistemi, kanunların asıl maksadını araştıran hukukçularıyla, uzmanlarıyla ve bunların rasyonelleştirme çabalarıyla giderek kapalı bir sisteme dönüşmüştür. Bu kapalı sistem içinde hukuk, esneklikten ve insani deneyimlerden uzaklaşarak bürokratikleşmiştir. Hukuk pratiği de aşırı derecede biçimselleşerek, temel ilgisini yaşamın Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik 225 özünden ziyade sözüne kaydırmıştır. Yurttaşların hukuka ilişkin düşünce ve kanaatleri sistemden dışlanmıştır. Oysa insanlar, bir rasyonel hukuk kuralları setinden çok, komşularıyla, yakınlarıyla ve dostlarıyla, yani diğer insanlarla birlikte yaşarlar. Hukuku, bu süreçteki ilişki ve etkileşimleriyle şekillendirirler. Bu gerçeği dikkate almayan ve sürekli soyutlayan bir sistem içinde yasalar, adaletsiz bir niteliğe bürünür ve hukuk giderek güvenirliliğini kaybeder (Murphy, 2000: 124). Ahlâki ilkelerin, insan ilişkileri bağlamında gelişebileceğini ve bu ilkelerin insan yakınlığına sımsıkı bağlı olduğunu, insanlar arasındaki uzaklığın arttıkça ötekine karşı duyulan sorumluluğun azalacağını, ahlâki boyutun zayıflayacağını ve dolayısıyla ahlâk dışı eylemlerin yapılmasının kolaylaşacağını ileri süren Bauman’a göre; modern, akılcı, endüstriyel ve teknolojik bakımdan gelişmiş toplumda ahlâkî kayıtsızlığın önemi ve tehlikesi artmaktadır. Çünkü böyle bir toplumda; bilimin, teknolojinin ve bürokrasinin gelişimiyle birlikte insan eylemlerinin etkili olduğu mesafe giderek artmaktadır. Yakınlık ilkesiyle sınırlı olan ahlâksal dürtülerin görüş kapasitesi sınırlı kalırken, insan eylemlerinin etkili olduğu uzaklık ve dolayısıyla bunlardan etkilenebilecek insan sayısı artmaktadır. Başka bir deyişle, böyle bir toplumda insan eylemlerinin etkisi, ahlâkî görüş mesafesinin bittiği noktanın ötesine uzanmaktadır (Bauman, 1977:242). Hitler döneminde yaşanan Yahudi soykırımını (Holocaust) böyle bir perspektiften değerlendiren Bauman, bunu modernliğin bir sınanması olarak değerlendirir. Bauman’a göre, modern uygarlık olmaksızın Holocaust düşünülemez; çünkü, Holocaust’u düşünülebilir kılan modern uygarlığın akılcı dünyasıdır. Holocaust, bürokratik bir aygıt tarafından, yasalarla yetkilendirilmiş, statüleri ve rolleri yayalarla belirlenmiş görevliler eliyle, modern örgütlü bir toplumda gerçekleştirilmiştir. Bu yapılırken, detayları hukuk kurallarıyla en ince ayrıntılarına kadar saptanan bürokratik düzenlemelere ve prosedürlere uyulmuştur (Bauman, 1997:32-41). Başka bir deyişle, Nazi devleti, Yahudiliğe karşı giriştiği mücadelede modern devletlerin mantığını sonuna kadar götürmüştür. Yahudi soykırımı tesadüfî gerçekleşen, yinelenemez bir olay olarak görülemez. Modern toplum paradigmasının önemli öğelerinden biridir (Enriquez, 2004: 405-406). Modern toplum ve devlet paradigmasının ahlaki bakımdan nasıl bir sonuç doğurduğunu aşağıdaki alıntılarda özlü bir şekilde görmek mümkündür: 226 Mehmet Yüksel Nazi yönetiminin Dachau ve Auschwitz toplama kampları sorumlusu R. Hoess “Bir emre, bu emir ne olursa olsun, itaat etmeme fikri akıldan bile geçmezdi” diyebilmiştir (Enriquez, 2004:442). B. Bettelheim, R.Hoess hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Auschwitz’e komutan olarak atandığımda, sanki düzenli ve etkili bir şekilde bir fabrikayı yönetiyormuşçasına davranarak işlevlerini yetkili ve sözü geçen bir kişi gibi yerine getirmeye çalışır; bu fabrikanın amacının insanların yok edilmesi olması, tesadüfi bir şeydi. Hoess yalnızca fabrikanın işleyişinin mükemmelliğiyle ilgilenmişti (aktaran Enriquez, 2004: 442)”. Enriquez, yine bu bağlamda H. Arendt’in, Yahudi soykırımında rol oynamış Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann hakkındaki şu değerlendirmesini de aktarıyor: “Eichmann, ona babasını öldürme emri verilmiş olsaydı babasını öldüreceği konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmaz... Yapmış olduğu, yalnızca geriye dönük olarak bakıldığında bir suçtu ve her zaman yasaya saygılı bir yurttaş olmuştu, çünkü elinden geldiğince yerine getirdiği Hitler’in buyrukları III. Reich’ta yasa gücüne sahipti... Emirleri büyük bir özenle yerine getirmemiş olsaydı vicdan azabı duyacağını net bir şekilde hatırlıyordu (Enriquez, 2004: 441).” Yine Bauman’a göre, günümüzde sıkça dile getirilen “değer krizi” algısının temelinde, modernite projesi kapsamında yer alan “ahlâkileştirme projesi” ve buna bağlı olarak geliştirilen “fundamentalist etik” kavramı bulunmaktadır. Çünkü, fundamentalist bakış açısından; değerlerin çoğulluğu, seçeneklerin çeşitliliği, tercihlerin farklılığı başlı başına bir kötülük olarak görülür. Çoğulluk, çeşitlilik ve farklılığın başlı başına kötü olarak görülmesi, “ahlâkîleştirme projesi”nin öngördüğü tek ahlâkın ve biricik ahlâkî kodun sarsılmakta olduğu duygusuna yol açar ve “değer krizi” algısını güçlendirir. Modernitenin ahlâkîleştirme yaklaşımı, insanlara seçme hakkı vermeyerek, onların mevcut otoritelere ve bunların koyduğu kurallara itaat etmelerini öngörür. Modernite projesi çerçevesinde “etik yasa” yada kural koymaya dayalı böyle bir ahlâk anlayışının öne çıkarılması, bireysel ahlâkî sorumluluğu değil, daha güçlü olana itaati ve kurala uyma işgüzarlığını besler. Oysa ahlâkî değerlerin ve normların gelişmesi konusunda; özerk aktörlerin sorumluluklarına bakılmalıdır. Ahlâkî seçimler konusunda, bu aktörlerin başka kişi ve kuruluşlara devredemeyecekleri bir sorumlulukları olduğu gerçeğine dikkat edilmelidir. Özgürlük, özerklik, sorumluluk ve yargı gücü, ahlâkî benliğin vazgeçilmez özellikleri arasında yer alır. Bu özellikler, ancak Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik 227 bir değerler çokluğunda, bir seçimler yapabilme durumunda gelişip serpilebilirler (Bauman, 2000:157-159). Bauman, ahlâkı harekete geçiren faktörün, kesinlik, belirlilik ve düzenlilik değil, tam tersine “müphemlik” olduğunu düşünür. Buna göre, ahlâkın asıl sahnesi yüz yüze olma, ötekiyle yüz yüze bir karşılaşma alanıdır. Ahlâk, gelişebilmek için kodlara, kurallara, akıla veya bilgiye, teze ya da kanaate ihtiyaç duymaz. Ahlâk, bunların hepsinden öncedir (Bauman, 2005:216). Ahlâki değerlerin ve normların temelinde müphemlik değil de; her şeyi bilen insanlar olsaydı, aslında bu insanlar arasında kurallara ihtiyaç olmazdı. Başka bir deyişle, insanoğlu, belli bir eylemin bütün sonuçlarını bilemediği için davranış kurallarını geliştirmiştir. Sosyal davranış kuralları, özgül çıkarların korunmasıyla ilgili olmayıp, bütün özgül çıkar anlayışlarının kendilerine tabi olması gereken değerlerdir. Bu bağlamda ahlâk ve hukuk kurallarının özelliği, özgül eylemin bilinen sonuçlarından bağımsız, uyulması gereken kurallar niteliğin olmalarıdır (Hayek, 1995: 28-42). Oysa, gerek modern yasa koyucular, gerekse modern düşünürler, ahlâkı insan yaşamının doğal bir özelliği olarak değil de tasarlanması gereken bir şey olarak düşünürler. Bunun sonucu olarak; pratik düzeyde ahlâkî meselelere zora ve normlara dayalı düzenlemelerle yanıt vermeye çalıştılar. Teorik olarak ise mutlak ve evrensel alanı bulmaya çalıştılar (Bauman, 1998:14-15). Aydınlanmanın “ahlâkîliği temellendirme projesi”nde rol sahibi olan Kierkegaard, Kant, Hume, Diderot ve Smith gibi düşünürler, bazı konularda aralarındaki derin görüş farklılıklarına rağmen, ahlâk konusunda oldukça benzer bir yaklaşım sergilerler. Bu düşünürler ahlâkiliğin karakteri konusunda ve neyin ahlâkîliğin rasyonel temeli olması gerektiği konusunda büyük ölçüde fikir birliği içinde olmuşlardır. Bu düşünürlerin, sanki toplumsal ilişkilerden, insandan bağımsız ve soyut bir ahlâkî karakter varmış ve bunu rasyonel olarak temellendirmek mümkünmüş gibi bir ön kabulleri vardı. “İnsan doğası”nın özelliğinden hareketle, sanki değişmez, her yerde hazır ve nazır bir insan doğası varmış gibi düşünürler ve bağlamda ahlâk kurallarını da böylesi bir insan doğasına sahip varlıkların benimsemeleri gereken kurallar olarak görürler (MacIntyre, 2001:86). Solomon, “Adalet Tutkusu” adlı eserinde; adaletin bir duygu meselesi olduğunu ve bunun insandaki doğal dostluk hissinin işlenip gelişmesiyle ortaya çıktığını, insandaki adalet duygusunun en genel biçimiyle; “kendimize ve dünyadaki yerimize, sevdiğimiz veya yakınlık duyduğumuz kişilere, 228 Mehmet Yüksel dünyanın gidişatı ve dünyadaki algı sahibi canlıların kaderine gösterdiğimiz ilgiyle” başladığını belirtir. Başka bir deyişle, ilgi olmadan adalet de olmaz. “Adalet, dünyaya olan duygusal bağlılığımızla başlar, hayattan kopuk bir felsefi düşünce ya da yalnızca varsayımsal olan herhangi bir başka konumla değil. Solomon, ahlâkı, egemen etik düşüncenin tersine, “ahlâkî duygu kuramı”nın yeni bir versiyonu olarak ele alır. Solomon’a göre, ahlâk egemen etik düşüncenin savunduğu gibi, yalnızca bir akıl meselesi değil, aynı zamanda bir tutkular meselesidir. Kimi zaman iyi, kimi zaman da vahşileşen tutkuların kaynadığı bir kazandır. Duygu aklın karşıtı olmadığı gibi, adalet duygusu da duygudaşlığın karşıtı değildir. Tam tersine duygudaşlık adalet duygusu için gereklidir. Egemen etik anlayışta; “adalet soyut, biçimsel, resmi, hatta insanî olmaktan uzak bir hal almış, devletin duygulardan bağımsız ve yansız işlerinde kişisel duyguların yeri olmadığına karar verilmiş, bu kişisel duygular, “yalnızca” kişiyi ilgilendiren durumlar düzeyine indirgenmiştir (Solomon, 2004:246)”. Hukuku, içinde bulunduğu toplumsal sistem alanından soyutlayan, onun toplumsal sistemin diğer alt sistemleriyle ve toplumsal yapıyı oluşturan diğer faktörlerle etkileşimini görmezden gelen kartezyen rasyonilist yaklaşıma, Hayek tarafından ciddi eleştiriler yöneltilmiştir. Hayek’e göre, hukuk da dahil olmak üzere, toplumsal kurumların çoğu, ne icat edilmişlerdir, ne de önceden belirlenmiş belli amaçlar doğrultusunda yaratılmışlardır. Hayek, eleştirilerini temellendirirken; “yapma düzen” (taxis) ve “büyümüş düzen” veya “kendiliğinden oluşan düzen” (kozmos) kavramları arasında ayırım yapar: büyümüş düzenle, kendi kendini üreten veya kendiliğinden oluşan düzeni kasdederken; yapma düzenle, hukukun bir araç olarak kullanılması yoluyla yaratılan düzeni anlatır. Hayek’e göre, toplumsal hayatta, her zaman, bir ölçüde düzen, uyum, bütünlük ve devamlılık vardır; aksi halde, insan ilişkileri sürdürülemeyeceği gibi en temel insanî ihtiyaçlar da giderilemez. Sosyal teorinin varlık nedeni de büyümüş düzen veya kendiliğinden oluşan düzendir. Başka bir deyişle sosyal teori, pek çok insanın davranışının sonucu olarak ortaya çıkan, ancak insanın bilinçli tasarımının ürünü olmayan düzenli yapılar bulunduğunun keşfiyle başlamıştır. Diğer toplumsal kurumlar gibi hukuk da bir ölçüde kendiliğinden gelişmiştir. Nasıl ahlâk kuralları ve gelenekler, kendiliğinden evrimin ürünü iseler, hukuk kurallarının çoğu da böyledir. Yani, hukuk kurallarının sadece bir kısmı tasarımlı dizayn faaliyetlerinin bir sonucudur (Hayek, 1994:55-70). Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik 229 Hayek (1994), yukarıda yaptığı ayrımın (taxis-kozmos) bir benzerini hukuk alanında da yaparak; “oluşan kanun” (nomos) ile “yapılan kanun” (thesis) dan ve “âdil davranış kuralları” ile “organizasyon kuralları”ndan söz eder. Âdil davranış kurallarını “oluşan kanun” örneği olarak değerlendirirken, organizasyon kurallarını “yapılan kanun” örneği olarak görür. Bu çerçevede, tarihî süreç içerisinde bilinçli, amaçlı ve programlı insan müdahalesi olmaksızın toplumsal ilişki ve etkileşimlere bağlı olarak varlık kazanan kuralları ifade etmek üzere “adil davranış kuralları” tabirini kullanırken; parlâmentolar veya benzeri yasa koyucu organlar ve kişiler tarafından bilinçli ve amaçlı bir şekilde konulan kuralları anlatmak için “organizasyon kuralları” deyimine başvurur. “Özel hukuk” -ki Hayek ceza hukukunu da bu alana dahil eder- ile “kamu hukuku” arasında yaptığı ayırımı da buna dayandırır. Hayek, “kamu” sözcüğünü hükümet teşkilatıyla doğrudan ilgili alanları kapsar nitelikte kullanırken; “özel” kelimesini, özel menfaatler dışında, sivil toplum yaşamındaki oluşumları ifade etmek üzere kullanır. Bu bağlamda kamu hukukunu, hükümet teşkilatının hukuku veya organizasyon kuralları ile ilişkilendirirken; özel hukuku, toplumun kendiliğinden oluşan düzeninin hukuku olan âdil davranış kuralları ile bağlantılı düşünür. O’na göre toplumsal yaşam alanında; bir yandan tarihî süreçte kendiliğinden gelişen âdil davranış kurallarının varlığı, diğer yandan genellikle vatandaşlara çeşitli hizmetleri sağlamak için kurulmuş organizasyonların yönetimi söz konusudur. Esas olarak hükümet teşkilatını yöneten organizasyon kuralları, ister istemez toplumun kendiliğinden doğan düzeninin temelini oluşturan ve zaman içinde gelişen âdil davranış kurallarından farklı bir karakter taşır. Çünkü organizasyon kuralları, belli amaçlara ulaşmak üzere tasarlanmış olup, modern devletin giderek büyüyen yapısına göre şekillenir. Habermas, modernleşme sürecinde hukuk alanındaki artan rasyonalite olgusu üzerinde odaklaşır ve bu konudaki düşüncelerini özellikle “İletişimsel Eylem Kuramı” adlı eserinde temellendirir. Bu kuramında, öncelikle yaşam dünyası (life world) ile sosyal sistemler ya da sistem dünyası (system world) arasında ayrım yapar. Toplumsal yaşam dünyası, enter subjektif şekilde paylaşılan ve kültürel bilgi stokuna dayalı olan anlam yüklü sosyal etkileşim dünyasını ifade eder. Bu dünya, bireylerin ve grupların kendi kendini düzenleme alanı olup bireyler tarafından önceden farzedilen yorumlar ve anlamlar bütünü tarafından oluşturulur. Yaşam dünyası, nispeten yaygın olan geçmiş değer yargıları ve kanaatler ile biçimlenir. Bu değer yargıları ve 230 Mehmet Yüksel kanaatler, karşılıklı tanımaya dayalı olup rutin sosyal aktivitelerin gerçekleşmesine imkân verir (Anleu, 2000:48; Gorz, 2001;174). Sistem dünyası veya sosyal sistemler ise, kurumlar ve aygıtlar bütünü olarak toplumun işleyişinden doğan baskıların alanını anlatır. Habermas, modernleşme sürecinde sosyal sistemler ile toplumsal yaşam alanlarının farklılaştığını ileri sürer. Buna göre, sanat, bilim, ekonomi, siyaset, hukuk ve etik gibi alanlar, kendi mantığını ve rasyonel yaklaşımını geliştirerek gittikçe birbirinden bağımsızlaşan sistemler haline gelir. Toplumun giderek karmaşıklaşması ve farklılaşması, eşgüdümü gerçekleştirecek ve yönetimi mümkün kılacak aygıtların veya mekanizmaların geliştirilmesini gerektirir. Bunlar ise, ilişkilerin ve prosedürlerin gittikçe aşırılaşan biçimselleşmesine yol açar. Sonuçta kültürel dünya bütünlüğünü kaybeder (Gorz, 2001;174) Habermas, sosyal sistemler alanında özellikle ekonomi ile devlet ve bunların hukuk ile ilişkileri üzerinde durur. Modern toplumlarda, para ve siyasal güç bakımından kapitalist ekonomik sistem ve rasyonel devlet yapısı şeklinde bir farklılaşmanın ortaya çıktığını, bunların toplumsal yaşam dünyasıyla para ve siyasal güç kullanımının kurumsallaşması yoluyla bağlantılı hale geldiğini, bu bağlantının sağlanmasında ise hukukun önemli bir rol oynadığını düşünür (Tekeli, 1999:87). Ekonomi ve siyaset alanında para ve iktidar yoluyla koordine edilen eylem, toplumsal yaşam dünyasında gerçekleşen iletişimsel eylemden farklı bir nitelik taşır. Çünkü yaşam dünyası, amaçsal rasyonaliteyi değil; pratik aklı, ahlâkîliği, kişisel otonomiyi ve iletişimi vurgularken; sistem alanındaki eylem, yalnızca amaçsal rasyonaliteyi hedefler. Yaşam dünyası ile sistem dünyası çerçevesinde oluşan şema içinde hukuk, bir ortam ve araç olarak işlev görür (Anleu, 2000;49-50). Habermas (2001), hukukun, sadece yaşam dünyası ile sistem dünyası arasında bağlantı kurma bakımından değil; aynı zamanda yaşam dünyasının içsel kolonizasyonu açısından da önemli roller oynadığını düşünür. Hukukun toplum yaşamında giderek artan ağırlığını ifade etmek üzere “Juridification” kavramını kullanır ve bu kavram ile, hukuk yoluyla düzenlemeden önce gayri resmi şekilde düzenlenen toplumsal yaşam alanlarının giderek yazılı hale gelen pozitif hukuk normlarıyla düzenlenir hale gelmesini anlatmak ister. Habermas bununla çalışma hayatından aile ve eğitim hayatına kader toplumsal yaşam alanlarının nasıl hukuksallaştığını göstermeye, toplumsal yaşamın böylesine hukuksallaştırılmasının, toplumsal yaşam dünyasının iletişimsel yapısını nasıl zedelediğini, toplumsal yaşam alanına devletin hukuk Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik 231 sayesinde nasıl müdahale edebilir hale geldiğini, kısacası toplumsal yaşamın nasıl devlet egemenliği altına sokularak bürokratikleştirildiğini anlatmaya çalışır. Bunun ise, bireylerin otonomilerini ve özgürlüklerini sınırlandırarak sivil toplumun kolonileşmesine neden olduğunu düşünür. Sonuç olarak söylemek gerekirse; modernleşme ve küreselleşme sürecinde, gerek ulusal düzeyde, parti, sendika, vakıf, dernek, şirket, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları gibi, gerekse uluslarüstü düzeyde, çokuluslu şirketler, uluslararası örgütler, sivil toplum kuruluşları gibi, ulusdevlet yanında birçok aktörün hukuku yaratma ve şekillendirme sürecine giderek daha fazla katılır hale gelmeleri, toplumsal yaşam alanlarının ne denli hukuksallaştırıldığını göstermeye yetmektedir. Habermas deyişiyle formel hukuki düzenleme ve mekanizmalar toplumsal yaşam dünyasını kuşatıp çerçevelemektedir. Bu gelişmeler bağlamında insan yaşamının giderek artan ölçülerde gerek ulusal gerekse uluslarüstü düzeyde formel kural ve mekanizmalarla oldukça kapsamlı ve derin bir şekilde etkilenir duruma gelmesi; bir yandan bireylerin kişisel özgürlük ve otonomilerini büyük ölçüde sınırlandırırken, diğer taraftan ahlâkî değer ve normların oluşumunu zorlaştırmaktadır. Kısacası, kamusal yaşam içinde devlet yanında diğer örgütlü devasa hiyerarşik ve bürokratik yapıya sahip kuruluşların belirleyici bir rol oynar hale gelmeleri, insanların sosyal sorumluluk ve bireysel duyarlılık bilincinin zayıflamasına yol açmaktadır. KAYNAKÇA Anleu, Sharyn L. Roach (2000). Law and Social Change. London: Sage Publication. Bauman, Zygmunt (1996). Yasa Koyucular ile Yorumcular. Çev., Kemal Atakay. İstanbul: Metis Yayınları. Bauman, Zygmunt (1997). Modernite ve Holocaust. Çev., Suha Safhabiboğlu. İstanbul: Sarmal Yayınları. Bauman, Zygmunt (1998). Postmodern Etik. Çev., Alev Türker. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Bauman, Zygmunt (2000). Siyaset Arayışı. Çev., Tuncay Birkan. İstanbul: Metis Yayınları. Bauman, Zygmunt (2005). Bireyselleşmiş Toplum. Çev., Yavuz Alogan. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Connor, Steven (2001). Postmodernist Kültür. Çev., Doğan Şahiner. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 232 Mehmet Yüksel Enriquez, Eugène (2004). Sürüden Devlete: Toplumsal Bağ Üzerine Psikanalitik Deneme. Çev., Nilgün Tutal. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Friedman, Lawrance M. (1977). Law and Society. Nev Jersey: Pratice-Hall. Gorz, André (2001). Yaşadığımız Sefalet: Kurtuluş Çareleri Çev., Nilgün Tutal. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Gressner, Volkmar, vd. (1996). “Infroduction: The Basic Setting of Modern Formal Law”. European Legal Cultures. Volkmar Gressner, vd. (der.) İçinde Aldershot: Dortmouth Publishing. 89-103. Habermas, Jürgen (2001). İletişimsel Eylem Kuramı. Çev., Mustafa Tüzel. İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Hayek, Friedrich A. (1994). Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük: Kurallar ve Düzen. Çev., Atilla Yayla. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Hayek, Friedrich A. (1995). Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük: Sosyal Adalet Serabı. Çev., Mustafa Erdoğan. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Kulcsár, Kálmán (1992). Modernization and Law. Budapest: Akademiai Kiado. MacIntyre, Alasdair (2001). Erdem Peşinde. Çev., Muttalip Özcan. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Murphy, John W.(2000). Postmodern Analiz ve Postmodern Eleştiri. Çev., Hüsamettin Arslan. İstanbul: Paradigma Yayınları. Öktem, Niyazi (1994), “Max Weber.” İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası. LIV (1-4): 369-384. Ritzer, George (1998). Toplumun McDonadlaştırılması: Çağdaş Toplum Yaşamının Değişen Karakteri Üzerine Bir İnceleme. Çev., Şen Süer Kaya. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Silbey, Susan S. (1997). “Let Then Eat Cake: Globalization, Postmodern Colonialism, and the Possibilities of Justice”. Law and Society Review. 31 (2): 207-237. Solomon, Robert C. (2004). Adalet Tutkusu. Çev. Ertuğ Altınay. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Tekeli, İlhan (1999). Modernite Aşılırken Siyaset. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. Weber, Max (1986). Sosyoloji Yazıları. (der. H.H. Gert ve C. Wright Mills). Çev., Taha Parla. İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları. Weber, Max (1997). Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu. Çev., Zeynep Aruoba. İstanbul: Hil Yayınları. Yüksel, Mehmet (2001). Küreselleşme Ulusal Hukuk ve Türkiye. Ankara: Siyasal Kitabevi Yayını. Yüksel, Mehmet (2002a). “Modernleşme Bağlamında Hukuk ve Etik İlişkisine Sosyolojik Bir Bakış”. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi. 57 (1):177-197. Yüksel, Mehmet (2002b). Modernite Postmodernite ve Hukuk. Ankara: Siyasal Kitabevi Yayını. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 233-246 Sunum - Makale "Gazetecilik etiği" dersi çerçevesinde etik sorunlara akademik yaklaşımlar Süleyman İrvan Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Özet: Bu makale iletişim fakültelerindeki iletişim etiği derslerini incelemektedir. Bu amaçla önce medya etiği derslerinin tanımı ve içeriği üzerinde durulmakta ve ardından daha önce yapılmış araştırmalardan örnekler vererek etik derslerinin amaçları irdelenmektedir. Makale, bu bağlamda, iletişim fakülteleri müfredatında medya etiği dersinin en temel derslerden birisi olması gerektiği konusunda artık yaygın bir anlayış olduğunu, fakat ders içeriğinde nelerin bulunması ve bu dersin nasıl işlenmesi gerektiği konusunda fikir birliği olmadığını belirtmekte; medya etiği dersinin temel amaçlarının neler olması gerektiği konusunda eğitimcilerle ve öğrencilerin aynı görüşleri paylaşmadığını vurgulamaktadır. Anahtar kelimeler: Medya etiği dersleri, etik ders içerikleri, etik, medya etiği Academic approaches to ethics problems in Journalism ethics courses Abstract: This article studies the communication ethics courses at the communication faculties. It examines the description and content of the media ethics courses. Then, it scrutinizes the objectives of ethics courses by examining the related literature about the issue. It states that there is a widespread agreement about the necessity of ethics courses at the communication; however, there is no agreement on the content of the course. It also states that teachers and students do not agree on the objective of the course. Keywords: Communication ethics courses, ethics course content, ethics, media ethics 234 Süleyman İrvan GİRİŞ Bu bildiride, 1998 yılından günümüze kadar hem Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde hem de halen çalışmakta olduğum Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde aralıksız olarak verdiğim iletişim etiği dersleri çerçevesinde kendi deneyimlerimden hareketle akademinin neleri yapıp neleri yapamadığını, etik değerlere bağlı gazeteci yetiştirmede başarılı olup olunmadığını tartışmaya çalışacağım. MEDYA ETİĞİ DERSLERİNİN TANIMI VE İÇERİĞİ Bugün Türkiye’de 23, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde de 5 iletişim fakültesi eğitim vermektedir. Bu fakültelerin gazetecilik bölümü bulunanlarının tamamının ders programlarında çeşitli adlar altında gazetecilik etiği dersleri bulunmaktadır. Fakültelerin web sayfalarından edindiğim bilgiler doğrultusunda derslerin benzer biçimde tanımlandığını ve benzer ders içeriklerine yer verildiğini söyleyebilirim. Örneğin, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde verilmekte olan “iletişim etiği” dersinin içerik bilgileri şöyledir: “İletişim etiği kavramı; gazetecilikte, halkla ilişkilerde ve reklamcılıkta etik sorunlar ve çözüm önerileri; iletişim mesleklerinde özdenetim yöntemleri” (http://www.ilet.gazi.edu.tr/akts.htm, 21 Ekim 2006). Yine aynı sayfada derste ele alınacak konular da sıralanmıştır: “etik kavramı ve etik kuramları; iletişim etiği kavramı ve gelişmesi; özdenetim yöntemleri; gazetecilikte etik sorunlar ve etik kodları; gazetecilerin okuyucularına, haber kaynaklarına ve haberlerde yer alan kişilere karşı etik sorumlulukları; piyasadan kaynaklanan etik sorunlar; savaş ve çatışma dönemlerinde gazetecilik etiği; televizyon haberciliğinde etik sorunlar; halkla ilişkilerde etik sorunlar; reklamcılıkta etik sorunlar; sanal uzay ve etik; küresel gazetecilik etiği.” Okutulan dersin öğrenme çıktısı olarak da “gazetecilikte etik karar verme süreçlerinin uygulanmasını öğrenme ve etik bilinci kazanma” şeklinde belirlenmiştir. İkinci örnek Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okutulan “medya etiği” dersidir. Fakültenin web sayfasında verilen bilgide dersin amacı şöyle belirtilmiştir: “Bu dersin amacı, medya ve etik alanındaki temel tartışmaların günümüzdeki durumunu tarihsel, kavramsal ve kuramsal gelişimiyle birlikte anlatmaktır. Etik ilkelerin, ahlak yargıları ve hukuk yasalarından farkının ortaya konulmasıyla, ‘neden etik?’ sorusuna yanıt bulma denemelerine de derste yer verilecektir. Özellikle, günümüzde önem kazanan ve her türlü platformda tartışılmaya başlanan etik konusu, medyanın içinde yer aldığı Gazetecilik etiği dersi 235 siyasal sistemlerin dayattığı kurallar çerçevesinde irdelenecektir. Bu yapılırken, kavram kargaşasının yaşandığı ülkemizde, gelecekte doğrudan doğruya insanla ilgili meslek dallarında çalışacak olan öğrencilerin ‘etik yaşam’ ve ‘etik problem’ konusunda bilgi ve fikir sahibi olmaları bu dersin temel amacını oluşturmaktadır.” Derste ele alınan konu başlıkları arasında, ahlak ve etik kavramları arasındaki farklar; hukuk ve etik kavramları arasındaki farklar; kamunun bilme hakkı; tarafsızlık ve nesnellik; tabloidleşme; özel yaşam; medyada problematik alanlar; denetim ve özdenetim; reklam ve halkla ilişkilerde etik gibi başlıklar yer almaktadır. (www.ilef.ankara.edu.tr, 21.10.2006). Üçüncü örneği İstanbul’daki bir vakıf üniversitesinden vereceğim. Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesinde okutulan “iletişim etiği” dersinin web sayfasındaki açıklaması şöyledir: “Bu ders, medya ve iletişim öğrencilerine, toplumsal yaşamdaki iletişimciler olarak ortak ve genel bir etik geliştirmeleri olanağı sağlar. Bu ders, iletişim ve medyada uygulanan etik dersidir ve gazetecilik, halkla ilişkiler, reklamcılık ve yayını içine alan tüm kitle iletişimini kapsar” (www.yeditepe.edu.tr, 21.10.2006). Sayfada, derste ele alınan konular hakkında bir bilgi yer almamaktadır. Dördüncü örnek, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki Lefke Avrupa Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’nden. Bu fakültedeki gazetecilik bölümünde okutulan “medya etiği dersi fakültenin web sayfasında şöyle tanımlanmaktadır: “Etik kavramının doğuşu ve tarihsel perspektifi içinde, kitle iletişim araçlarının ahlaksal ve etik sorunları, özellikle Türkiye ve KKTC örneği ele alınarak işlenmektedir” (www.lau.edu.tr, 21.10.2006). Son örneği de kendi fakültemden, Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden vereceğim. Bu fakültede okutulan “gazetecilik etiği” başlıklı dersin tanımı şöyledir: “Bu ders, doğrudan doğruya gazetecilik pratiğiyle ilişkili etik sorunları irdelemeyi amaçlamaktadır. Derste, gazetecilerin günlük haber yapma süreçlerinde ortaya çıkan gerçek yaşam sorunlarına odaklanılmaktadır. Temel konu başlıkları şunlardır: ifade ve basın özgürlüğü; temel etik yaklaşımlar; gazetecilikte doğruluk ve nesnellik; kişilik hakları ve özel yaşam; haber kaynaklarıyla ilişkiler; çıkar çatışmaları; etik açıdan sorunlu habercilik yöntemleri; trajedileri haber yapma; çocukları haber yapma; kadınları haber yapma; dünyada gazetecilik meslek ilkeleri; hesap verme sistemleri olarak basın konseyleri ve okur temsilciliği” (http://fcms.emu.edu.tr/tr/Gazetecilik.htm, 21.10.2006). 236 Süleyman İrvan Beş farklı fakültede okutulan “iletişim etiği” derslerinin hem tanımlanması hem de işlenen konular bağlamında büyük benzerlikler taşıdığı görülmektedir. En ortak nokta, medyada yaşanan etik sorunlara odaklanılmasıdır. MEDYA ETİĞİ DERSLERİNİN AMAÇLARI Peki hemen hemen her iletişim fakültesinde verilen medya etiği derslerinin amacı nedir? Hem Türkiye’deki hem de dünyadaki örneklerden hareketle medya etiği derslerinin üç temel amacı gerçekleştirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Birinci amaç, öğrencilerde etik duyarlılık yaratmak ve etik sorunları tanımalarını sağlamaktır (Black, 2004: 6). Dersi alan öğrenciler etik sorun alanlarını tanımlayabilmeli; yasal olan ve etik olan arasındaki farkı görebilmeli, yasal olanın mutlaka etik de olmayabileceğini anlayabilmelidir. Medya etiği derslerinin ikinci amacı, öğrencilerin etik kararlar verebilme becerilerini geliştirmektir. Öğrenciler, derslerde, medyada yaşanan etik sorunları tartışarak etik açıdan doğru kararın ne olması gerektiği konusunda fikir yürütebilmelidirler. Bu bağlamda özellikle örnek olay çözümleme yöntemleri bu amacı gerçekleştirmede yardımcı olmaktadır. Medya etiği derslerinde örnek olay çözümlemeleri etkili bir öğretme yöntemi olarak tanımlanmaktadır (Borden, 1998; Brislin, 1997; Christians, Rotzoll, ve Fackler, 1983; Day, 2000; Patterson ve Wilkins, 2002; Whitehouse ve McPherson, 2002). Bu tür bir yaklaşımda öğrenciler medyada yaşanan gerçek etik sorunlarla yüz yüze gelmekte ve tartışılan örnek olayların nasıl çözümlenmesi gerektiğini tartışmaktadırlar (Meyers, 1990: 26). Böylece, geleceğin gazetecilerinin benzer sorunlarla karşılaştıklarında etik açıdan daha doğru kararlar verebilecekleri öngörülmektedir. Medya etiği dersinin üçüncü temel amacı, öğrencileri profesyonel mesleğe hazırlamaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için öğrencilere sadece yapılmış haberleri irdelemek yerine etik ilkelere uygun haberler yazdırmak gerekir. İletişim fakültelerinin öğrenci gazeteleri bu amaç için uygun bir araçtır. Gazetecilik etiği dersi 237 ÖRNEK OLAY ÇÖZÜMLEME YÖNTEMİ Medya etiği derslerinde Bivins'ten (1993) uyarlayarak kullandığım örnek olay çözümleme yöntemi beş aşamadan oluşmaktadır (İrvan, 2001) 1. Durum tanımı: Bir haber etik açıdan irdelenirken ilk olarak durum tanımı yapılması gerekir. Burada, "haberdeki etik sorun nedir" sorusu bize yol gösterecektir. Öğrencilerin bu noktada etik sorunları diğer sorunlardan ayırt edebilmeleri gerekmektedir. Bunun için, örnek olay çözümlemelerine başlamadan önce, temel etik sorun alanları konusunda öğrencilerin bilgilendirilmeleri gerekmektedir. 2. Etik yol: Herhangi bir etik kurama (buna felsefi yaklaşımlar da diyebiliriz) dayandırılmadan yapılan tartışmalar, öğrencilerin dersi almadan önceki düşüncelerini pekiştirmekten öteye gitmemektedir. Her öğrenci, şöyle ya da böyle kendi kararını haklılaştıracak bir gerekçe öne sürebilmektedir. Bu nedenle, etik yollar olarak nitelediğim bazı felsefi yaklaşımları öğrencilerin bilmeleri gerekmektedir. Çeşitli etik kuramlar arasında, özellikle Immanuel Kant'ın "görevci etiği"ni, John Stuart Mill'in "yararcı etiği"ni ve Aristo’nun önerdiği “orta yol”u işlevsel bulduğumu belirtmek isterim. Kant, bir davranışın etik açıdan doğruluğunu ya da yanlışlığını önceden belirlenmiş kurallara ve ilkelere göre değerlendirmemiz gerektiğini söylemektedir. Evrenselleştirilebilir kurallara göre eylemde bulunduğumuz takdirde davranışımız etik açıdan her koşulda doğru olacaktır. "Yalnızca, aynı zamanda evrensel bir yasa olmasını da isteyebileceğin bir düstura göre davran" şeklinde ifade edilen koşulsuz buyruk, Kant'ın görevci etik teorisinin özünü oluşturmaktadır (Billington, 1997: 176). Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, Kantçı etik anlayış, farklı sorunlarda karar verirken zaman zaman çatışmalara yol açabilmektedir. Örneğin, kaynağı açıklamayacağı sözünü veren bir muhabir, "verdiğin sözleri tut" ilkesine uygun davranırken, "her koşulda haber kaynağını açıkla" ilkesine aykırı hareket edecektir. Mill'in yararcı etik anlayışına göre ise bir eylemin doğruluk ya da yanlışlığını önceden belirleyemeyiz. Bunu belirleyebilmemiz için sonuçlara bakmamız gerekir. Eğer sonuçlar "en çok kişi için en büyük mutluluk"u sağlıyorsa eylem etik açıdan doğrudur (Christians, Rotzoll ve Fackler, 1983: 12-14; Merrill, 1997: 66; Billington, 1997: 198-199). Ancak, Mill'in mutluluktan kastettiği, bireysel değil toplumsal mutluluktur ve kesinlikle amaca ulaşmak için her yolu mübah sayan Makyavelist anlayışla karıştırılmaması gerekir. 238 Süleyman İrvan Aristo’nun etik anlayışı bize görevci ve yararcı etik anlayışlarını birleştirebilme fırsatı sunmaktadır ve diğer ikisine göre, daha gerçekçidir. Aristo, erdemli davranışın iki aşırı uç arasındaki en uygun nokta olduğunu söylemektedir (Christians, Rotzoll ve Fackler, 1983: 9). Bu etik anlayıştan hareketle, herhangi bir sorunda doğru etik kararı verirken hem ilkeleri hem de sonuçları göz önüne almamız gerektiğini söyleyebiliriz. 3. Etik ilkelerin belirlenmesi: Öğrencinin tercih edeceği etik yol, etik sorunu çözümlerken yardımcı olacak etik ilkelerin belirlenmesinde yol gösterecektir. Etik ilkeler konusunda öğrencilerin sayısız alternatifi vardır. Türkiye bağlamında, Basın Konseyi tarafından hazırlanan "Basın Meslek İlkeleri" ile Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından hazırlanan "Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi" yararlanılabilecek temel belgeler arasındadır. Ayrıca, çeşitli ülkelerin basın meslek örgütleri tarafından hazırlanmış etik ilkeler de yararlanılabilecek materyaller arasında sayılabilir. Örnek olay çözümlemelerini etik ilkelere dayandırarak gerçekleştirme, öğrencilerin bu ilkeleri içselleştirmelerini de kolaylaştırmaktadır. 4. Örnek olayın seçilen etik yol ve ilkeler bağlamında irdelenmesi: Bu aşamada öğrencilerin, örnek olayı ilkeler bağlamında değerlendirmeleri, verilmiş karardan ya da eylemden kimlerin zarar gördüğünü, bu kararın etik açıdan niçin yanlış ya da doğru olduğunu tüm ayrıntısıyla irdeleyebilmeleri beklenir. 5. Doğru davranışın belirlenmesi: Öğrencinin son aşamada "ben olsaydım ne yapardım" sorusuna yanıt oluşturacak bir gerekçe hazırlaması ve verdiği kararı savunması gerekmektedir. Bu evrede öğrencinin bir editör olarak değil de bir muhabir olarak konumlandırılmasının daha gerçekçi olacağı söylenebilir (Whitehouse ve McPherson, 2002: 233). DEĞERLENDİRME VE SONUÇ İletişim fakülteleri müfredatında medya etiği dersinin en temel derslerden birisi olması gerektiği konusunda artık yaygın bir anlayış oluşmuştur. Ancak bu ortak anlayış, medya etiği dersi içeriğinde nelerin bulunması ve bu dersin nasıl işlenmesi gerektiği sorusuyla aynı şey değildir. Kuşkusuz bu derste yaygın ve yerel medyadaki haberlerde sıklıkla karşılaşılan etik sorunlara dikkat çekilecektir. Ama aynı zamanda öğrencilere, karşılaşılan sorunların nasıl çözümlenmesi gerektiği konusunda bir anlayış da kazandırmak zorundayız. Bir medya etiği dersinin amacına ulaşabilmesi ve öğrencilerin 239 Gazetecilik etiği dersi tutumlarında uzun dönemli etkiye sahip olabilmesi, öğrencileri etik sorunlara karşı duyarlı hale getirebildiği ölçüde mümkündür (Meyers, 1990: 25). Ne var ki, medya etiği dersinin temel amaçlarının neler olması gerektiği konusunda eğitimciler ve öğrenciler aynı görüşleri paylaşmamaktadırlar. Lambeth, Christians ve Cole (1994) ile Braun (1999) tarafından yapılan araştırmalarda eğitimcilerle öğrencilerin dersten beklentilerinin çakışmadığı görülmektedir. Çizelge 1: Medya etiği dersinin amaçlarına ilişkin eğitimcilerin görüşleri Çok önemli % Önemli Önemsiz % Biraz önemli % Etik akıl yürütme becerilerini geliştirmek 75.0 22.6 2.4 - Medyada yaşanan etik sorunları irdelemek 50.6 40.2 6.7 1.2 Öğrencileri profesyonel mesleğe hazırlamak 41.5 47.6 9.1 1.2 38.4 45.1 13.4 2.4 32.3 46.3 18.9 1.8 18.3 50.0 25.0 6.7 Medya performansını sistemli biçimde değerlendirmek Irk, cinsiyet, toplumsal adalet konularını incelemek Klasik etik kuramlarını ele almak ve tartışmak % Kaynak: Lambeth, Christians ve Cole (1994). Öğrenciler açısından en önemli amaç olarak profesyonel mesleğe hazırlanma arzusu ön plana çıkarken; eğitimcilerin ilk sırada öğrencilerin etik akıl yürütme becerilerini geliştirmeye önem verdiklerini görüyoruz. 240 Süleyman İrvan Çizelge 2: Medya etiği dersinin amaçlarına ilişkin öğrencilerin görüşleri Çok önemli % Önemli % Biraz önemli % Önemsiz % Etik akıl yürütme becerilerini geliştirmek 26.0 48.1 22.1 3.9 Medyada yaşanan etik sorunları irdelemek 24.3 50.5 24.3 9.7 Öğrencileri profesyonel mesleğe hazırlamak 40.8 39.8 16.5 2.9 Medya Performansını sistemli biçimde değerlendirmek 16.5 63.1 18.4 1.9 Irk, cinsiyet, toplumsal adalet konularını incelemek 22.1 49.0 24.0 4.8 Klasik etik kuramlarını ele almak ve tartışmak 7.7 41.3 45.2 5.8 Kaynak: Braun (1999). Medya etiği dersinin, geleceğin gazetecilerinin yetiştirilmesi sürecinde yararlı olabilmesi için şu temel noktalar üzerinde durması gerekir (Lee ve Padgett, 2000: 33): 1. Gazetecilerin verdikleri gündelik haber kararları önemli oranda etik boyutlara sahip kararlardır. 2. Öğrenciler, inceledikleri haberlerdeki etik ikilemleri kolaylıkla farkedebilmelidirler. 3. Öğrenciler, karşılaştıkları etik sorunları çözüme kavuşturabilmelidirler. Erhan Eroğlu ve Nejdet Atabek (2004), Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi öğrencileri üzerine yaptıkları bir anket çalışmasında, öğrencilerin “iletişim etiği” dersine ilişkin görüşlerini incelemişlerdir. Bu çalışmanın bulgularına göre, ankete katılan öğrencilerin yüzde 51’i iletişim etiği dersinde mesleki sorumluluk bilincinin öğretildiğini; yüzde 65’i haber yazımında doğruluk ve dürüstlüğün öneminin vurgulandığını; yüzde 70’i haber kaynaklarına karşı duyarlı ve özenli olmanın öğretildiğini; yüzde 57’si iletişim etiği dersinin medyayı daha eleştirel bir gözle izlemeye katkı yaptığını belirtmişlerdir. Yine aynı çalışmada, bu dersi alanların medya çalışanlarına karşı, Ertuğrul Özkök’ün (2001) Hürriyet gazetesine yazdığı bir yazıda dile Gazetecilik etiği dersi 241 getirdiği “bu okullardan piyasa gerçeğine düşman öğrenciler mezun olur” şeklindeki eleştirisini haklı çıkaracak denli olumsuz değer yargıları geliştirdikleri de vurgulanmaktadır. Örneğin, ankete katılan öğrencilerin sadece yüzde 7’si gazetecilerin meslek etiği ilkelerine bağlı hareket ettiğini; sadece yüzde 12’si gazetecilerin mesleki sorumluluk bilincine sahip olduklarını; sadece yüzde 13’ü gazetecilerin toplumun beklentilerine karşı sorumlu hareket ettiklerini; ve sadece yüzde 10’u gazetecilerin haberlerinde doğruluk ve dürüstlük ilkelerine uygun davrandıklarını düşünmektedirler. Ancak, hemen belirtmeliyim ki, bizatihi gazetecilerin kendileri de etik ilkelere uygun habercilik yapılmadığı görüşünü yaygın bir şekilde paylaşmaktadırlar. Örneğin Kuzey Kıbrıs’taki 144 gazeteciye uyguladığım bir ankette, gazetecilerin sadece yüzde 38’i doğru ve nesnel haber aktarıldığını; sadece yüzde 42’si haber ve yorum ayrımı yapıldığını; sadece yüzde 37’si haberlerdeki yanlış bilgi ve hatalar için düzeltme yapıldığını; sadece yüzde 28’i temelsiz suçlamaların yayımlanmadığını; sadece yüzde 35’i suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur ilkesine uyulduğunu; sadece yüzde 29’u doğrulatılmamış haberlerin yayımlanmadığını; sadece yüzde 25’i haber kaynaklarına mesafeli yaklaşıldığını; sadece yüzde 38’i toplumlararası düşmanlıkları körükleyici yayınlardan kaçınıldığını düşünmektedirler (İrvan, 2006: 9). Yine, 2002 yılında Ankara’da hem gazeteciler hem de iletişim öğrencilerine uyguladığımız bir ankette benzer bulgular edinmiştik. Ankete Ankara İletişim ve Gazi İletişim fakültelerinden 153 öğrenci ile Ankara’da görev yapan 96 gazeteci katılmıştı. 242 Süleyman İrvan Öğrenci Gazeteci Çizelge 3. Kişisel düşüncenize göre, Türkiye'de medya ve gazeteciler aşağıdaki meslek ilkelerine ne kadar uygun davranmaktadır? Medyada doğru ve nesnel enformasyon aktarılmaktadır 1.95 2.32 Haber başlıkları metinleri yansıtmaktadır Haber ve yorum ayrımı yapılmaktadır Yanlış bilgi ve hatalar düzeltilmektedir Temelsiz suçlamalar yayımlanmamaktadır Haberde eleştirilen kişilere cevap hakkı verilmektedir Suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur ilkesine uyulmaktadır 2.77 2.13 2.36 1.86 2.49 2.75 2.37 2.01 2.06 2.32 1.73 1.92 1.63 1.70 2.37 1.78 Haberlerde ayrımcı ve cinsiyetçi dil kullanılmamaktadır Kişilerin özel yaşam haklarına saygı gösterilmektedir Gazeteciler kimlik gizleme, gizli kamera gibi tartışmalı habercilik yöntemlerinden uzak durmaktadırlar 1.74 1.87 Gazeteciler, yayımlanmaması kaydıyla verilen bilgileri yayımlamamaya özen göstermektedirler 2.44 2.42 Gazeteciler, gizli haber kaynaklarını açıklamama konusunda duyarlı davranmaktadırlar 2.94 3.22 Doğrulatılmamış haberler yayımlanmamaktadır 2.36 1.98 2.33 2.10 Cinayet, tecavüz gibi olaylarda mağdurların kimliklerinin gizlenmesine özen gösterilmektedir 2.05 2.05 Gazeteciler, ellerindeki bilgileri kişisel ya da kurumsal çıkarlar için kullanmamaktadırlar 1.79 2.10 Patrondan veya kurum dışından gelen baskıların haberleri etkilemesine izin verilmemektedir 1.71 1.75 Gazeteciler, haber kaynaklarıyla aralarında eleştirel bir mesafe koymaya özen göstermektedirler 2.16 2.25 Gazeteciler, haber kaynaklarından para, hediye vb. kabul etmemektedirler Not: Ağırlıklı ortalama puanlar alınırken, kesinlikle katılıyorum (5); katılıyorum (4); fikrim yok (3), katılmıyorum (2); kesinlikle katılmıyorum (1) olarak değerlendirilmiştir. 243 Gazetecilik etiği dersi Bu çizelgedeki veriler, öncelikle öğrencilerin gazetecilere oranla birçok konuda kısmen daha olumsuz görüşlere sahip olduklarını göstermekle birlikte, mesleği bizzat icra eden gazetecilerin de kendi mesleklerine yönelik eleştirel bir tutum geliştirdiklerini söyleyebiliriz. Hatta bazı konularda öğrencilerden bile daha fazla olumsuz değer yargılarına sahip oldukları görülmektedir. Örneğin, gazeteciler, yanlış bilgi ve hataların düzeltilmediğini, haberde eleştirilen kişilere cevap hakkı verilmediğini, suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur ilkesine uyulmadığını, gizli haber kaynaklarını açıklamama konusunda duyarlı davranılmadığını, haber kaynaklarından hediye kabul edildiğini düşünmektedirler. Son olarak, medya etiği derslerinin daha yararlı olabilmesi için birkaç öneri yapmak istiyorum. Birincisi, derslerde çok sayıda etik sorun alanı yerine en sorunlu görülen alanlar üzerine yoğunlaşılmalıdır. Bu noktada, özellikle basın konseyi ve basın şikayetleri komisyonu gibi özdenetim kurumlarına yapılan şikayet başvuruları dikkate alınabilir. Örneğin, dünyada en iyi işleyen özdenetim kurumu olarak nitelenebilecek İngiliz Basın Şikayetleri Komisyonu’na (PCC) 2005 yılında toplam 3654 şikayet ulaşmıştır. (http://www.pcc.org.uk/assets/111/PCC_Annual_Review2005.pdf) Aşağıdaki listede de görüleceği gibi, şikayetlerin büyük bir çoğunluğu haberlerde doğrulukla ilgilidir. Her ne kadar, “gazetecilik doğruyu söyleme mesleğidir” (Tılıç, 2003: 436) diye tanımlansa da, gerçek yaşamda gazetecilerin bu en önemli meslek ilkesine çok uygun hareket etmedikleri söylenebilir. 1. Doğruluk 2. Özel yaşama müdahale 3. Kederli ve şoka girmiş insanları rahatsız etme 4. Çocuklara ilişkin haberler 5. Haber kaynaklarını ve kişileri taciz etme 6. Ayrımcılık 7. Cevap hakkı tanıma 8. Zanlılara ilişkin haberler 9. Gizli dinleme ve kaydetme 10. Suçlulara bilgi için para ödeme 11. Finans gazeteciliğinde etik sorunlar 12. Gizli haber kaynakları %67.4 %12.5 % 5.2 % 3.4 % 2.9 % 2.7 % 2.3 % 1.3 % 0.9 % 0.5 % 0.4 % 0.4 244 Süleyman İrvan 13. Cinsel suçlara bulaşmış çocuklar 14. Cinsel saldırı kurbanları 15. Hastaneler 16. Tanıklara para ödeme % 0.1 - Türkiye’deki Basın Konseyine ise 2004 yılında 90, 2005 yılında 73 başvuru yapılmıştır. Bu başvurulara bakıldığında, şikayet konuları şöyle sıralanmaktadır: 1. Eleştiri sınırlarını aşan iftira (madde 4) 2. Haberlerin doğru olmayışı (madde 6) 3. Cevap hakkı vermeme (madde 16) 4. Gazeteci saygınlığına gölge düşüren yöntem (madde 12) 5. Şiddeti özendirme (madde 13) 6. Aşağılama, küçük düşürme (madde 1) 7. Zanlıları suçlu ilan etme (madde 9) 8. Suç sayılan eylemleri kişilere atfetme (madde 10) 9. Özel yaşama müdahale (madde 5) 10. Genel ahlak anlayışını incitme (madde 2) 11. Gazeteciliği özel çıkarlara alet etme (madde 3) 12. Saklı kalması kaydıyla verilen bilgiyi kullanma (m. 7) 13. İlan ve reklamı ayırmama (madde 14) 14. Kaynak belirtmeme (madde 8) %35 %32 %8 %7 %5 %3 %3 %3 %2 %1 %1 % 0 (1) % 0 (1) % 0 (1) Basın Konseyine yapılan şikayetlerin oranına bakıldığında, en çok, etik kodun 4. maddesinin ihlaline yönelik başvuru yapıldığını görüyoruz. Bu madde şöyledir: “Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan veya iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilemez.” Bunu, 6. maddenin ihlali izlemektedir. Bu maddeye göre, “soruşturulması gazetecilik olanakları içinde bulunan haberler, soruşturulmaksızın veya doğruluğundan emin olunmaksızın yayınlanamaz.” Bazı gazetelerde son yıllarda istihdam edilen okur temsilcilerinin kendi sayfalarında yer verdikleri eleştiriler de büyük oranda haberlerde doğruluk sorunu üzerine yoğunlaşmaktadır. Nejdet Atabek, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde 2001-2003 yılları arasında okur temsilcilerinin değerlendirmeye aldığı okur eleştirilerini incelediği çalışmasında, en çok eleştirinin Gazetecilik etiği dersi 245 haberlerdeki yanlışlıklara ilişkin olduğunu, bunu haberlerdeki etik sorunların izlediğini söylemektedir (Atabek, 2005: 117). Günümüzde okur temsilcisi bulunan gazete sayısı giderek artmaktadır. Halen Milliyet, Sabah, Hürriyet, Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinde okur temsilcisi bulunmaktadır. İkinci önerim, derslere gazeteci konukların davet edilmesidir. Böylece gazeteciler hangi koşullar altında bu haberleri yaptıklarını anlatabilirler ve öğrenciler sadece varsayımsal tahminler yapmaktan kurtulmuş olurlar. Üçüncü önerim, etik konuların sadece medya etiği dersi ile sınırlandırılmaması ve diğer mesleki derslerde de bu konulara yer verilmesidir. Böylece, öğrenciler örneğin haber toplama ve yazma dersinde etik ilkelere aykırı davranmanın bir bedeli olacağını deneyerek öğrenebilirler. Son olarak, etik ilkelere bağlı gazeteciliğin iyi gazetecilik önünde engel değil, tam aksine iyi gazeteciliğin güvencesi olduğu vurgulanmalı, etik ilkelerin sadece yapılmaması gerekenlerden ibaret olmadığının altı çizilmelidir. KAYNAKÇA Atabek, Nejdet (2005). “Readers’ representative in Turkish press: A research on Hurriyet and Milliyet newspapers,” 3rd International Symposium: Communication in the Millenium, Chapel Hill, US, 11-13 May. Billington, Ray (1997). Felsefeyi Yaşamak. Çev., Abdullah Yılmaz. Istanbul: Ayrıntı. Bivins, Thomas H. (1993). "A worksheet for ethics instruction and exercises in reason," Journalism Educator, Summer. Black, Jay (2004). “Tecahing and studying journalism ethics,” Quill, cilt 92, sayı 6, Ağustos. Borden, Sandra L. (1998). “Avoiding the pitfalls of case studies,” Journal of Mass Media Ethics, cilt 13, sayı 1, s. 5-13. Braun, Mark J. (1999). “Media Ethics Education: A Comparison of Student Responses,” Journal of Mass Media Ethics, cilt 14, sayı 3. Brislin, Tom (1997). “Case studies by numbers: Journalism ethics learning,” Journal of Mass Media Ethics, cilt 12, sayı 4, s. 221-226. Christians, Clifford, Kim B. Rotzoll ve Mark Fackler, (1983). Media Ethics: Cases and Moral Reasoning. New York: Longman. Day, Louis A. (2000). Ethics in Media Communications: Cases and Controversies. 3. bs. Belmont, CA: Wadsworth. 246 Süleyman İrvan Eroğlu, Erhan ve Nejdet Atabek (2004). “İletişim Fakültesi öğrencilerinin “etik eğitimi”ne ve “iletişim etiği”ne ilişkin görüşlerinin değerlendirilmesi,” Ethics in Communication: Culture, Community and Identity. International Conference in Communication and Media Studies, 5-7 Mayıs 2004, Gazimağusa, KKTC. İrvan, Süleyman (2001). “Medya etiği dersinin gazetecilerin eğitimindeki rolü,” Uluslararası İletişim Sempozyumu: Medyanın Manipülasyon Gücü. Eskişehir, 11-13 Nisan. İrvan, Süleyman (2006). “Kıbrıslı Türk gazetecilerin mesleki ve etik değerleri,” Küresel İletişim Dergisi, sayı 1, Bahar. http://globalmedia-tr.emu.edu.tr. Lambeth, E., C. Christians ve K. Cole (1994). “Role of media ethics course in the education of journalists,” Journalism Educator, cilt 49, sayı 3, s. 20-26. Lee, Byung ve George Padgett (2000). “Evaluating the Effectiveness of a Mass Media Ethics Course,” Journalism and Mass Communication Educator, Summer. Merrill, John C. (1997). Journalism Ethics: Philosophical Foundations for News Media. New York: St. Martin's Press. Meyers, Christopher (1990). "Bluprint of skills, concepts for media ethics course," Journalism Educator, Autumn. Özkök, Ertuğrul (2001). “Bir kokteylin perde arkası,” Hürriyet, 24 Mayıs. Patterson Philip ve L. Wilkins (2002). Media Ethics: Issues and Cases. 4. bs. New York: McGraw-Hill. Tılıç, L. Doğan (2003). “Sonuç yerine: 21. yüzyılda gazetecilik, yeni koşullar ve tehditler,” Türkiye’de Gazetecilik: Eleştirel Bir Yaklaşım, der. L. Doğan Tılıç. Ankara: ÇGD Yayınları. Whitehouse, Virginia ve James B. McPherson (2002). “Media ethics textbook case studies need new actors and new issues,” Journal of Mass Media Ethics, cilt 17, sayı 3, s. 226-234. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 247-248 Forum Forum hakkında İrfan Erdoğan Rara temporum felicitas, ubi quae velis sentire et quae sentias dicere licet.1 Tacitus “Forum: Medya ve Etik” bölümünde, sunumlar sonunda yapılan açıklamalar, sorular ve tartışmalara yer verildi. Bu amaçla, önce açılış konuşmaları sunuldu. Açılış konuşmaları alışılagelmiş sunumlardan çok farklı olarak, medya ve etik konusunu ele alıp oldukça aydınlatıcı ve sempozyumun daha en başında dinleyicilerin ilgisini çekici irdemelerle geldiler. Bu bağlamda iki konuşmacının, Gazi Üniversitesi Rektör yardımcısı Prof. Dr. Tuba Ongun ve UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Arsın Aydınuraz’ın açılış sunumları Forumun ilk bölümünde verildi. Açılış konuşmalarından sonra oturum başkanlarının açıklamalarına yer verildi; çünkü oturum başkanları hem oturumun açılışında hem de konuşmaların bitiminde bazı önemli konuları ve sorunları dile getirdiler. Bu bağlamda, Korkmaz Alemdar, Hıfzı Topuz, Refik Erduran ve İrfan Erdoğan önemli katkılarda bulundular. Sempozyumun önde gelen amaçlarından biri de, sadece soru ve yanıt değil, soru ve yanıtları da içeren bir tartışma ortamının yaratılmasıydı. Bu nedenle sempozyumun öğleden sonraki bölümleri herkesin katıldığı bir tür 1 Arzu ettiğini düşünebildiğin ve düşündüğünü söylediğin şanslı zamanlar enderdir. 248 Forum Hakkında genel panel tartışması yapılması için ayrıldı. Sempozyumun bu aşaması oldukça heyecanlı ve ilginç geçti. Sempozyumun oturumlar kadar heyecanlı ve faydalı parçasını oluşturan bu sorular, yanıtlar ve tartışmalar hem konuşmacıların hem de dinleyicilerin katkılarıyla okuyucunun üzerinde düşünmesi gereken konuları ve sorunları ele aldılar. Forumun bu bolumu oldukça önemli sorular, yanıtlar ve tartışmalardan oluşan bu aşamaya ayrıldı. Forumun bu bölümünde, Ege üniversitesinden, Akdeniz Üniversitesinden, Hacettepe Üniversitesinden, Orta Doğu, Teknik Üniversitesinden, Gazi Üniversitesinden, Selçuk Üniversitesinden ve Ankara Üniversitesinden değerli öğretim üyeleri, araştırma görevlileri, doktora, master ve lisans öğrencileri, Sivil Toplum Örgütleri ve Gazetecilik mesleği üyeleri önemli sorular sordular ve tartışma sundular. Derginin bu bölümünde sorular, konuşmalar, yanıtlar ve tartışmalarda söylenen her kelime kullanılmadı. Teşekkürlere, giriş cümlelerine, yarıda kalmış cümlelere ve anlamsız sözlere yer verilmedi. Gereksiz olan bazı örnek ve açıklamalar atlandı. Örneğin “ben bu konuya, etik konusu, şey yani etik konusunda” gibi karşılaşılan durumlarda, “etik konusunda” diye yazarak cümlelerde düzeltmeler ve kısaltmalar yapıldı. Dergimizin Forum bölümü sadece bir sunumla bitecek bir biçimde düşünülmedi. Aksine, bu bölüme Medya ve Etik konusunda veya önemli bulduğunuz herhangi bir konuda yazı gönderebilirsiniz. Bir akademik/bilimsel tartışmayı sürdürebilir ve/veya yeni bir tartışma açabilirsiniz. Böylece hem bazı önemli konular gündemde kalırken, gündeme taşınması gereken bazı diğerleri gündeme gelebilsin. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 249-249 Açılış konuşması Tuba Ongun (Gazi Üniversitesi Rektör yardımcısı) Bugün burada dünya gündemi açısından büyük önem taşıyan bir konunun tartışılacağı bir sempozyumda bir araya gelmiş bulunuyoruz: medya ve yayın etiği. Tarihin hiçbir döneminde medya günümüzdeki önemine, gücüne sahip olamamıştı. Bugün medya kamuoyunun oluşturulmasında, biçimlendirilmesinde ve yönlendirilmesinde hiçbir dönemde olmadığı kadar ciddi bir rol oynayabilmektedir. Uluslararası medya dediğimizde, çağrıştırdığı temel bir nokta şu: Uluslararası medya bir zamanlar çok uluslu şirketlerin, dev ekonomik güçlerin kontrolünde olan bir sektör. Bu uluslar arası tekeller küreselleşmenin de jeopolitiğini belirleyen ve aynı zamanda küreselleşmenin pilotajını ve işleyişini çizen, bunları gerçekleştiren dev kuruluşlar. İşte uluslar arası medya kuruluşları da bunların belli bir sektördeki uzantıları, parçaları. Medyanın kamuoyunu yaratmada, biçimlendirmede, yönlendirmede ne denli önemli bir rol oynadığını biz 1990’da ilk Körfez Savaşı`ndan bu yana birçok kere yaşadık, gördük. Bunlar üzerinde çok şeyler söylendi. Medyanın etik ilkeleri var. Etik aslında bir değerler felsefesi ve toplum tarafından kabul edilen ahlakı kuralların doğruluğunu sorgulamak da aslında etiğin bir görevi. Dolayısıyla, etik ilkeler ve kurallar da zaman içinde değişen şeyler. Medyanın belli bir etiği var. Uluslararası medyanın belki biraz daha da farklı etik ilkeler ve kurallara dayanması gerekiyor. Bu etik ilkeler ve kurallar neden günümüzde istediğimiz derecede geçerli olamıyor? Bunların geçerli kılınmasının insanlığa sağlayacağı yararlar nelerdir? Ne gibi olumsuzluklar ortadan kalkacaktır? Bunları geçerli kılabilmek için yapılacak şeyler nelerdir? Hepimize, herkese düşen görevler nelerdir? Sanıyorum bugün ve yarın devam edecek olan bu sempozyumda bütün bu konular enine boyuna konuşulacak, tartışılacaktır. 250 Forum: Medya ve Etik İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 250-256 Açılış konuşması Arsın Aydınuraz (UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı) UNESCO’nun kuruluş amacı, anayasasında da ifade edildiği gibi, ırk, cins, dil ve din ayırımı gözetmeksizin dünya halklarına tanıdığı adalete, hukuka, insan haklarına ve temel özgürlüklere evrensel saygıyı sağlamak için eğitim, bilim, kültür ve iletişim alanlarında uluslararası işbirliğini pekiştirerek barışın ve güvenliğin korunmasına katkıda bulunmaktır. İki büyük savaş sonrasında bu amaç doğrultusunda, mademki savaş insan beyninde filizleniyor, öyleyse savaşlara karşı siperler de insan beyninde biçimlenmelidir fikri öne çıkmıştır. Günümüzde iki büyük savaş gibi küresel bir savaş var mıdır? Hayır. Ancak daha vahşi, daha öldürücü bir başka savaş hüküm sürmektedir. Bu, günde 35 bin çocuğu sessizce öldüren bir savaştır: Fakirliğin savaşı. Fakirliğin estirdiği savaş. İki büyük savaş sonrası, savaş ve ardından soğuk savaşta başarılı olduğu söylenebilecek UNESCO bu yeni savaşa karşı donanımlı mıdır? Hazır mıdır? Çözümler için öneriler yapabilecek durumda mıdır? Buna birazdan başka bir doğrultudan bakacağız ama, bence temel soru bu. UNESCO üye ülkelerin eşitliğine dayanarak barışı tehdit eden unsurlara tam bir engelleme yapamasa da, olası küresel meydan okumaların uygarca tartışıldığı, formüle edildiği benzersiz bir ortamdır. Her düşüncenin, her görüşün özgürce tartışıldığı, herkesi içleyen bir entelektüel ortam. Bu, Türk UNESCO’su için de aynen geçerlidir. Bu durumda dünya nasıl? Buna biraz bakmamız gerekiyor. Dünya nüfusu ile başlayalım. Önümüzdeki 50 yılda dünya nüfusunun ikiye katlanarak 9,3 milyara ulaşacağı, yirmi birinci yüzyılın sonunda yaklaşık on milyarda kararlı hale geleceği, kırsal kesim kent Forum: Açılış Konuşmaları 251 nüfuslarının küresel düzeyde, 2006’da, yani bu yıl birbirine eşitleneceği, nüfus artışının düşük olduğu bölge ve ülkelerde kişi başına milli gelir artarken, fakirliğin azalacağı; Afrika ve Güney Asya’daki birçok ülkede fakirlik oranları düşerken, 2030 yılına kadar fakir nüfusun sayısal olarak artma eğiliminin süreceği beklenmektedir. Daha agresif biçimde süren fakirlikle savaşı tekrara hatırlayalım. Dünya toplumu ve ulusal gelişim çizgilerini etkileyen ve ana hatlarıyla piyasa güçleri tarafından sürdürülen küreselleşme süreçlerinin devam edeceğini bekliyoruz. Bunun sonucu olarak ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılık artacak. Bazı ülkelerin politikaları diğer bazı ülkeler üzerinde etkili olacak. Bunu şimdiden hissediyoruz. Hem de nasıl. Bunun sonucunda bu süreçlerden yararlananlar ile süreçten olumsuz etkilenenler arasında bir asimetri (dengesizlik) oluşacaktır. Asimetrinin giderilmesi ancak küreselleşmenin insanileştirilmesiyle mümkün olabilecektir. Geleneksel olarak ulusal hükümetlerin kontrolünde olan ulusal egemenlik anlayışı zayıflayacaktır. Bunun sonucu olarak güç kullanımı devletten devletler arası yapılanmalara kayacak ve bölgesel, alt-bölgesel dostluklar ve ortaklıklar oluşacaktır. Aslında bu ortaklıkların bir ölçüde estiğini hissetmiyor muyuz şimdiden? Bu durumda yeni ekonomik ve politik güçler sorusu akla geliyor? Yeni ekonomik ve politik güçlerin ortaya çıkacağı ve bunun sonucunda mevcut küresel politik ve ekonomik yapılar ve bağlantıların etkileneceği beklenmektedir. Çin’in 2050 yılında fakirliği kurutacağı, ortalama yaşam süresinin 80 yıla çıkacağı; Hindistan, Endonezya, Brezilya ve stratejik doğal kaynaklara sahip kimi ülkelerin güçleneceği; Doğu, Batı, Kuzey, Güney, gelişmiş, gelişmekte olan kategorik betimlemesinin anlamsız hale geleceği; yeni bölgesel alt örgütlenmeler ve yeni ekonomik blokların ortaya çıkacağı bu beklentiye örnek teşkil edebilir. Fakat hala ısrarla kuzey, güney doğu, batı ayrıştırmasının peşinde koşanlar var. Fakirliğe karşı savaşım öne çıkıyor tabiatıyla. Artan dünya nüfusu, yeni görünümler fakirliğe karşı savaşı daha belirgin hale getiriyor. Önümüzdeki yakın gelecekte, tüm bölgelerde fakirlikle savaşım, tabi bu bağlamda insanoğlunun insanlık görevi, bu konuda bazı gelişmeler 252 Forum: Medya ve Etik kaydedilecek, ancak istenilen düzeye erişilmediği anlaşılacaktır. Çin, Hindistan, Brezilya gibi yeni güçlenen ülkelerde bile, özellikle kırsal kesimde, fakirlik ve okuryazarlık problemiyle karşı karşıya kalan nüfus sayı olarak yine de yüksek değerde kalacaktır. Dünya bankası verilerine göre, 1993’de % 22 olan bu oran (1,2 milyon), 2001’de 1 milyon, 2015’de % 9’a iniyor (620 milyon). Ülkeiçi eşitsizlikler ve bölünmelere karşı savaşımlarda kararlı gelişmeler gerekecek. Afrika’nın sürekli ve özel ilgi gereksinimi sürecek. Hiç kuşku yok bunda. Eğitimde de sıkıntılar var. Eğitimdeki sıkıntıların özellikle Sahara Afrikası, Güney ve Doğu Asya ile Arap ülkelerinin bazı bölgelerinde sürmesi beklenmektedir. 2005’de 128 ülkenin % 60’ı temel ve orta öğretimde kız ve erkek eşitliği açısından başarısız, yani 1000 yıl hedefleri tutmayacak. Örneğin Hindistan’da her yıl 22 milyon, Bangladeş ve Pakistan’da her yıl 3,9 ve 3,4 milyon eğitime muhtaç yeni nüfus genel nüfus sayısına eklenecektir. İşsizlik sorunları da aynı. İşsizliğin düşük düzeyde olsa da azalacağı tahmin ediliyor. Ancak zengin ülkelerde eşitsizlik artacak. Küresel düzeyde, özellikle Asya ülkelerindeki gelişmeler nedeniyle ülkelerinde vasıfsız işçi ücretleri tüm ülkelerde azalacak. Enformasyon, iletişim teknolojilerinin yayılmasının da benzer bir etki yaratacağı beklenmektedir. Gelişmekte olan ülkelerdeki yeni iş olanakları gelişmiş ülkelere göre öne çıkınca, bu ülkelerde ekonomik milliyetçilik akımları başlayacak. Ülke içinde kırsal kesimden kentlere göç artacak ve çok sayıda yarı otonom mega kentler oluşacak. Kültürel çeşitlilik göçmenlerin ulusal ekonomilerdeki rol ve önemini tartışma konusu haline getirecek. Çevresel baskılarla göç olgusu gündemde yerini alıverecek. Çevre sorunlarının küresel boyutu, örneğin küresel ısınma, özellikle gelişmekte olan ülkelerde toprak, su, maden ve enerji kaynaklarıyla ilgili yeni anlaşmazlıkların ortaya çıkışı başlıyor. Küresel ısınma yüzünden kimi hastalıkların artışı, örneğin sıtma 2100 yılına kadar 50 milyondan 80 milyona çıkacak diyorlar. Bunlar projeksiyonlar tabi. Küresel ısınma ve su, insanlığı birbirine bağlayan karmaşık etkileşimler, insanoğlunun var oluşunun her tarafını etki yapan ve sürdürülebilir kalkınma ve var oluşun temeli olan su. Bilimsel ve Forum: Açılış Konuşmaları 253 teknolojik çözümler denkleminin sadece bir yanı. Diğer yan sürdürülebilir su yönetişimi, kültürel ve biyolojik çeşitlilik. Bu arada küresel felaketler var. Son zamanlarda tanıştığımız Tsunami. Depremler. Kozmik tehlikeler. Bunlara ek olarak insan eliyle bozulan ekosistemler. Meteorolojik şartlardaki uç değişiklikler. Teknolojik gelişmeler tarihte ilk kez insan kendi genetik yapısını değiştirmeyi başardı. Bambaşka yeni bir ufuk. Tehditler içeren. Bunlar bir sürü yeni sorun demek. Bilim ve teknoloji etiği, bioetik o kadar önemli ki artık kimden sperm alıp kimin yumurtasına koyuyorsunuz, hangi annenin karnında onu geliştiriyorsunuz, bu doğan çocuğun hukuki hakları neler: neler isteyecek yasal düzenlemeler sosyal bilimlerin bu konuda yavaş kalması acaba biraz hızlandırmayı gerektiriyor mu? Güvenlik sorunları çıkıyor karşımıza bu yeni dünyada. O kadar hareketlilik var ki kıtalar arasında. İnsan mal ve hizmetler bağlamında ülkeler ve kıtalar arasında hareketlilik. Hiç olmadık bir yerde insan çantasındaki sivrisinekle, derisindeki mikroplarla, bakterilerle geliyor hiç tanışık olmadığı yerlere. Yeni ortamlarda yeni potansiyel tehditler. Küresel düzeyde yeni salgın hastalıklar. Sağlık sorunları. Kuş gribi söz gelimi. Hiç de kumanda edemiyorsunuz. Gökten iniveriyor kümeslerimize. Sağlık krizleri. Küreselleşmenin kültürel çeşitlilik üzerine etkileri. Küreselleşme aslında bir homojinasyon demek. Ama bu arada kültürel çeşitliliğe yapıştık. Kültürel çeşitliliği teşvik ediyoruz. Kültürel çeşitliliği tanımaya heves ediyoruz. Ama küreselleşmenin homojinasyonu, bir yerde herkesi İngilizce konuşmaya itiyor. İnsanlar dillerini unutuyorlar. Dünyada 6000 lehçe ve dilden bahsediyorlar. Bunların % 96’sı dünya nüfusunun % 4’ü tarafından kullanılıyor. Burada, dilin nasıl korunacağı sorusu geliyor. Küresel güvenlikte bazı sorunlar var. Barışa ve uluslar arası güvenliğe karşı tehditler tabiyatıyla sürecek. Özellikle doğal kaynakların paylaşımıyla tetiklenen anlaşmazlıklar gündemde olacak. Yaşamıyor muyuz? Iraktaki petrol olayının kökünde ne var? Bunlardan etkilenen ülkelerde küresel tehdit başlıyor. Hepimizi etkiliyor. Birçok ülkede özellikle gençler arasında terör ve şiddet artıyor. Uzay ve siberuzayda yeni çatışma türleri söz konusu. Baskılanamayacak tarzda 254 Forum: Medya ve Etik küresel fanatik terör bekleniyor. Ayak seslerini duymaya başladık bile. Ülkeler arası organize suçlar var. İnsan ticareti trafiği, narkotik trafiği, narkoterörizm, çalıntı kültür varlıkları trafiği. Küresel sorun olarak yaşlılık da sorun olarak karşımızda. Yaşlı nüfusun artışı. Yani, sosyal güvenlik sistemine kadar güçlü olursa olsun, aslında yaşlı fakirlik denen sorunu gündeme getiriyor. Yetersiz sosyal güvenlik kapsamı bununla bağlantılı. Sivil toplum örgütlerinin artışı. Devlet, özel sektör, sivil toplum örgütleri yapısındaki değişiklikler var. Devlet sektörü dışındaki sektörler güçleniyor. Çokuluslu şirketler daha da güçleniyor. Tek konulu baskı grupları, konunun etrafında sadece kitlenmiş, başka hiçbir şey görmeyen baskı grupları. İnsan hakkı yönelimli sivil toplum örgütleri. İnternet aracılığıyla oluşan üyelik grupları. Gençlik grupları. Kadın grupları. Bunlar inanılmaz bir ses. Küresel dinler ve inançlar yükseliyor. Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın, yeni dinlerin ve mezheplerin artışını bekliyorlar. Etnik dilsel ve dinsel faktörlerle tetiklenen yeni gerilimler söz konusu. Bunlar diyalog demek. UNESCO’nun ana konusu, ana aygıtı diyalog demek. Çoğulculuğun ulusal düzeyde uygun bir biçimde topluma mal edilmesi gerekiyor bu nedenle. Bilgi ve iletişim devrimi, endüstri devrimiyle kıyaslanabilir bir devrim tabi bu. Bilgi ve iletişim devriminin gereği olan yeni sosyal ve yönetsel düzenlemeler söz konusu. Herkes buna ayak uydurmak durumunda. Ama bu yeni anlaşmazlıklar ve bölünmeler anlamına da geliyor. İfade özgürlüğü, sınır aşan bilgi akışı, sınırlar tanımayan bir akış ve bununla bağlantılı güvenlik. Pekiyi, o zaman UNESCO’nun temel hedefleri ne olacak? Fakirlikle mücadele en önde. UNESCO’nun kadın ve kızlar önceliği. Fakirliğin çok boyutlu oluşu ve eğitim, bilim, kültür ve iletişimin bu savaşıma katılma zorunluluğu. Kent nüfuslarının kontrolsüz artışı sorunu. Kentlinin ve kırsal fakirin gereksinimleri. İç ve dış göçler. Yetersiz eğitim alt yapısı. Bilimsel altyapı eksiklikleri. Kültür ve kültürel miras ile etkileşim. Kırsal yörelerin ihmali. Bunun için barış ve diyalogun güçlenmesini bekliyoruz. Giderek ne olacağı kestirilemeyen kararsız, bölünmüş hale gelen dünyada barışa katkı vermemiz lazım. Tüm düzeylerde diyalogun uluslar arası öneminin algılanmasından yararlanarak eğitim, kültür ve iletişim programlarını kullanmak Forum: Açılış Konuşmaları 255 gerekiyor. Bunun en önemli aygıtlarının sahibi sizlersiniz. Barış kültürünü tüm UNESCO programları aracılığıyla sürdürme eğilimi. Terörizmle savaş, kültürler ve uygarlıklar arasında diyaloglar, dinler ve inançlar arasında diyalog gerekiyor. Önümüzdeki dönemde UNESCO kültürel çeşitlilik evrensel bildirgesinin prensiplerini ve eylem planını etkin bir şekilde uygulamaya sokmalıdır. Kültürel ifadelerin çeşitliliğinin korunması ve güçlendirilmesi sözleşmesi bu bağlamda yürürlüğe girmek üzere. Bunun uygulanması uluslararası etkin bir kültürel aygıta dönüşmesi bekleniyor. Etik öne çıkıyor. Bu toplantının belli bir alana ait etik yaklaşımı zaten bunu irdeleyecek. Küreselleşme olgusunun ve bunun yönetiminin ortak değerlere dayalı etik bir destek olmadan gerçekleşmesinin imkansız olduğu çok açık. Bilim ve teknoloji etiği, biyoetik, yani sonuçlarını biraz kestirerek duyarlı ol diyor bilim adamına. Somut ve somut olmayan miras kavramlarına etik yaklaşımlar. Su etiği ve sizin alanınız. Bilgi toplumunun etik boyutları. Dünya zirvesi. Sürdürülebilir kalkınma ve barış için bilimin kullanımı kaçınılmaz. Bilimsel ve teknolojik bilgi paylaşımının insan güvenliği bağlamında sürdürülebilir kalkınma için kullanımı hükümetler arası bilimsel programlar ve networkler oluşturuyor. Teknoloji kullanımını teşvik etmek, ifade özgürlüğünü pekiştirmek, anlamlı ve duyarlı bir şekilde bilgiye erişimi herkes için sağlamak, dilsel çeşitliliği kollamak ve bilgisayar okuryazarlığını öne çıkarmak. Ben burada durmalıyım artık. İşte bunları irdeleyeceksiniz. Kolay gelsin. 256 Forum: Medya ve Etik İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 257-264 Oturum başkanları Hıfzı Topuz 1 Oturumu açış konuşması: Yanımda oturan iki konuşmacı; biliyorsunuz biri Dan Schiller. Dan Schiller’in yıllardan beri yazılarını okurum. Babasını ben çok severdim. Gerçek bir bilim adamıydı. Yazılarını hiç kaçırmazdım. Le Monde Diplomatic’te yazıları çıkardı. Ben onları hep kesip sakladım. Ölümüne çok üzüldüm. Dan’ın da buraya gelmesine çok sevindim. Sayın Atabek’le ilk kez karşılaşıyoruz galiba. Onunla da tanışmakla çok mutluyum. Bu toplantıda aranızda bulunan insanların birçoğuyla anılarım var bunların başında Dioması Bombote geliyor. UNESCO’da beraber çalıştık. Afrika’ya ilk 1960’da gittim. O yıllarda bir kırsal basın projesi ele alındı. Tahran’da bir eğitim konferansı toplanmıştı. 1970’de galiba. O toplantıda yerel bölgesel projelerin oluşturulmasına karar verildi. Bu projelerin amacı okul yazarlığı geliştirmekti. Okuryazarlığın eğitim hizmetinde kullanılmasını sağlamaktı. Bunun için de neler yapılması lazımdı. Radyo yeni yeni gelişiyordu Afrika’da. Zaten eski radyocular sömürgecilerdi. Ülkeler bağımsız olunca bütün radyo kadroları çekip gitti. Personel yoktu Afrika ülkelerinde. Basın. O da öyle. Birkaç yerel basın vardı ama ya Belçikalıların gazetesiydi ya Fransızların ya da İngilizlerin. Onlar da çekilince gazeteci kalmadı. Biz bir yandan UNESCO olarak o dönemde basını radyoyu geliştirmeye çalıştık, bir yandan da okuryazarlığı. Yani ikisi beraber yürüdü. Onun için de eğitsel radyo projeleri ortaya atıldı ve kırsal basın projeleri ortaya atıldı. Bunlar da yeni okuryazarlar için çıkartılacak gazetelerdi. Amacı şuydu: Bir gazete çıkartılsın, ama bunu meslekten gazeteciler 1 Birinci gün ilk oturumda başkanlık yapan Hıfzı Topuz’un oturumu açış konuşması ve oturum sırasında yaptığı açıklamalar. 258 Forum: Medya ve Etik çıkartmasınlar. Doğrudan doğruya oradaki muhtar, köy ihtiyar heyeti, başkanı, öğretmen, onlar çıkartsın ve okuma yazma bilenler de bu projeye katılsınlar. Sağlık memuru falan, böyle bir şey. Bu proje büyük yankı uyandırdı. Biz evvela bir Amerikalıyı gönderdik. Bu Amerikalı bültenler çıkartıyordu. O da herkesin anlayacağı bir şeyler değildi.2 Biz Afrika’da sondaj gezisine çıktık. Onun sonunda da ilk projenin Mali’de yapılmasına karar verdik. Yani, Bombote’nin ülkesinde. Bir kasabada Bambaraja bir gazete çıkartmaya karar verdik. Dediğim gibi, gazeteyi kendileri çıkartıyorlardı. Bizim kasabalılara hiçbir katkımız yoktu. Ama biz oraya uzman gönderdik. Nasıl çıkartılacak gazete, neler yazılacak. Bu gazete o zaman Afrika’da hadise oldu. Kara Afrika’da basın alanında bir bomba gibi patladı bu gazete. Niye? Çünkü halk, oradaki köylüler kendi sorunlarını yazıyorlardı. Yani eğitim sorunu, ilaç sorunu, tarım sorunu, sağlık sorunu. Bütün bunlar gündeme geliyordu. Halk kendisi yazıyordu bunları. Biri anlatıyor, biri yazıyor, böyle bir şey. Yönetim hükümete bağlı değil, tamamiyle bağımsızdı. Yani hükümetin dışında, bir gazete çıkıyor ve o gazeteyi halk çıkartıyor. Gazete dağıtılıyor, satılıyor. Bambaraca bir gazete. Gazetenin çıkması için büyük bir tören yapıldı. Ben de gittim açılışa. Bayram. Kafile halinde gazetenin çıkarıldığı kasabaya gittik. Sekiz on araba. Geçiyoruz köylerden. Biz oraya gitmeden evvel bir sene evvel galiba. Devlet başkanı Keyta devrilmişti. Yerine askeri bir rejim kuruldu. Ama Keyta oranın Ataürk’ü. Böyle sevilen bir adam. Kafileyi görünce, “yaşa Keyta” diye bağırıyorlardı. Keyta hapiste zavallı. Her 2 Açıklama: 1960’ın sonlarında ABD’nin, UNESCO’yu da kullanarak Afrika’da ve diğer yerlerde başlattığı medya ile eğitim programları başarısızlığa uğramıştı. Çözüm arandı ve ‘işlevsel eğitim’ programları başlatıldı. İşlevsel kavramı başarısızlık için bulunan anahtar kelimeydi: Başarısız olunmuştu, çünkü verilen eğitim halkın günlük yaşamından kopuk, yaşamında kullanmadığı, yaşamında işlevsel olmayan eğitimdi. İlk heyecandan hemen sonra katılım ortadan kalkmıştı. Hıfzı Topuz’un bahsettiği program bu işlevsel okuryazarlık politikası kapsamı içinde istisna olan bir örnektir. Bu da, ABD’nin, soğuk savaşla hızlandırdığı, bütün dünyada modernleşme, ulus kurma adı altında ekonomik pazara uygun olan bir siyasal yapı, yani bağımlılık ve yeni-sömürgeler yaratma faaliyetinin bütünleşik bir parçasıydı. Eğer Hıfzı Topuz’un dediği gibi bu olay 1970’de olduysa, o zamanlarda UNESCO ABD’nin dünya politikasında kullandığı bir organdı, 1990’dan beri olduğu gibi. Oturum Başkanlarının Konuşmaları 259 gittiğimiz yerde kurbanlar kestiler. Sonra o gazete ne oldu? On bin baskı yapıyordu. Dediğim gibi büyük yankı uyandırdı. Hükümet buna el koymak istedi. Kendisi çıkarmak istedi. Hükümet buna el koyunca, o zaman temeller koptu. Gazeteyi halk okumamaya başladı. Reddettiler gazeteyi okumayı. Gazete battı. Bu çok ilginç bir dönem. İlginç bir deneyim. Bir gazete çıkıyor; UNESCO’nun desteğiyle halk gazetesi çıkıyor. Halk çalışıyor. Devlet bakıyor ki bunun geniş etkileri var. Orada yolsuzluk sorunları gündeme geliyor, toprak dağıtımı, gübre dağıtımı, sağlık sorunu. Bunlar yazılınca hoşlanmadı hükümet. Kapatmaya kalktılar. Bu iş böylece kapandı. Ama Kibaru, haberu Arapça, haber demek Bambaraca, bir başlangıç oldu, bir örnek oldu. Birçok yerde buna benzer şeyler çıktı. Ama aynı temelleri var mıydı onların, sanmıyorum. Bunu örnek olarak gösteriyorum. Medya ile halkın ilişkisi, devletin baskısının canlı bir örneğiydi bu. O projeden sonra ben UNESCO’dan ayrıldım. Dan Schiller’in konuşması hakkında: Dan Schiller gayet öğretici bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın metnini uzun yıllar dosyalarımızda saklayacağız. Önemli bir belge olacak. Dan Schiller babasını aratmadığını bir kez daha kanıtlamış oldu. Ümit Atabek’in konuşması hakkında: Bilmediğim şeyler öğrendim ve bunları not ettim. İnşallah çıktığı zaman da saklarım. Korkmaz Alemdar 3 Oturumu açış konuşması: Dünyada ilginç gelişmeler oluyor. İkinci Dünya Savaşı bitimi kuşağı bu gelişmelerin tarihini yaşadı. Bu gelişmeler sona erdi. Yeni bir evreye girdik. Bu yeni evrede de çok öngörülemeyen, hatta sonuçları hiç kestirilemeyecek bazı konular da karşımıza çıkmaya başladı. Sabahki oturumda Profesör Schiller bunun hangi boyutlara ulaştığını söyledi. Ümit Atabek, Türkiye’yi ilgilendiren noktalarının altını çizdi. Yeni iletişim teknolojilerinin yarattığı ortam, durum, bir yandan gelişmiş 3 Birinci gün ikinci oturumda başkanlık yapan Korkmaz Alemdar’ın oturumu açış konuşması ve oturum sırasında yaptığı açıklamalar. 260 Forum: Medya ve Etik ülkeleri yeniden yapılandırıyor; kullandıkları kavramları, örgütlenme biçimlerini, zaman zaman değerlerini yeniden şekillendiriyor. Ama ondan daha önemli bir biçimde de, Güney ülkesi denen yakın zamanlarda, ya da kavram karışıklığı her zaman var, gelişmekte olan ülkeler lafı kullanılıyor ama işin özünde bu kavram da her zaman işe yarayan bir kavram, bu ülkelerde yarattığı sonuç ve durum çok daha vahim. Somut örnek vermek gerekirse, İkinci Dünya Savaşı biterken, ABD Soğuk Savaş dönemi başlangıcında dünyanın gelişmekte olan ülkelerine parasal yardım, teknoloji yardımı, insan gücü yardımı yaparken, bugün bunların tamamı sona erdi. ABD bütün bu ülkelerden yeni iletişim teknolojilerinin yardımıyla da kaynak transferinde bulunuyor. Bu yeni bir ilişki değil. Bu bilinmeyen bir durum da değil. Fakat bu ortaya çıkan durum sonuçları itibarıyla çok vahimdir. Şunun için vahim: gelişmekte olan ülkelerde yeni teknolojilerin getirdikleri kavramlar ve durumlar anlaşılamadan, onun üzerine inşa edilen sorunlar çözülmeden, yepyeni sorunlar, yepyeni durumlar ve hatta eşitsiz bir dünya sisteminin parçası olarak sömürünün devamını yaratan bir durum ortaya çıkıyor. Etik bunlardan bir tanesi. Etik tartışmaları dünyada çok eski olmakla birlikte, aslında bugün konuştuğumuz etik, özellikle medya etiğinin en büyük örneğini ABD oluşturuyor. Ombudsmanlık kurumunun medyada yangınlaşması da oradandır; meslek ilkelerinin gelişmesi de oradandır. Bütün bunların Türkiye gibi ülkelere yansıması da ne yazık ki içi boş kavramlar olarak gelmektedir; çünkü etik medya dünyasının gelişiminin somut dengelerinin ortaya koyduğu bir sonuçtur. Yoksa içi boş bir ahlak anlayışını ifade etmez. Gelişen ülkelerde bu dengeler, yani medya patronu, devlet ve gazeteci arasındaki ilişki uzun yıllar içinde karşılıklı çıkarları düşünerek korunduğu için, etik anlayışı da bunun sonucu olarak biçimlenmiştir. Ama bunlar ihraç edilmeye başlanınca, bu kavramları taşıyan teknolojiler kolaylıkla gelmekle birlikte, o teknolojinin taşıdığı içerik aynı kolaylıkla gelmemektedir. Bir küçük örnek. Gazete Osmanlı İmparatorluğu’na 19. yüzyılın ortasında gelmiştir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan azınlıkların ve Osmanlı İmparatorluğu’nda iş yapan şirketlerin haber ihtiyacını karşılamak o dönemde gazete sayesinde gerçekleştirildi. Oturum Başkanlarının Konuşmaları 261 Gazeteyi Osmanlı aydınları çok sevmiş ve benimsemiştir. 19. yüzyılın ortasından 20. yüzyılın başına kadar gazetemiz vardır, fakat 19. yüzyılda batı dünyasında egemen olan basın özgürlüğü anlayışı hala yerleşememiştir. Araçların gelmesi kolay, o araçların taşıdığı içeriğin yansıması kolay değil. Yeni iletişim teknolojilerinin kullanılması çok kolay. Olağanüstü olanaklar taşıyor. Çok çekici. Genç kuşaklara çok cazip geliyor ve kullanmaları da yaygın. Bütün uluslararası kuruluşlar bu teknolojileri destekliyor. Birleşmiş Milletler destekliyor. İki iletişim zirvesini örgütledi. Cenevre’de ve Tunus’da. Bu zirvelerin iki önemli mesajı varsa, bir tanesi: internet kullanımını yaygınlaştırın. İkincisi: kamunun elindeki bütün bilgi ve verileri internet ortamına koyun, herkes yararlansın. Buna karşılık, internet yönetimi konusunda söylenenlerin gerçekleşmesi çok zordur. Çünkü internet yönetimini tarafsız ve bağımsız bir örgüte bırakmayı önermektedir insanlar. Bu mümkün değil. Birleşmiş Milletler ve UNESCO teknolojinin girişini teşvik ediyor, destekliyor; ama teknolojinin beraberinde getirmesi gerektiği karşılıklı saygıyı, işbirliğini, ticarette kabul edilebilir dengelerin sağlanması kavramlarını bir kenara itiyor. Uluslararası örgütler etik konusunu çok destekliyor; ama etiğin yaptırımı yok. Etik bir meslek alanındaki kuralların o meslekteki insanlar tarafından kabul edilmesini ve kullanılmasını anlatan bütündür. Yaptırımını bulamazsınız. Yaptırımı olmayan alanları destekliyoruz. Ama asıl önemli konularda, toplumsal yapıları ilgilendiren konularda, yön verici, insanların tümünü aydınlatıcı ve işbirliğini kabul edilebilir bir biçime getiren düzenlemeyi sağlamak maalesef mümkün değil. Böylesine bir yaşam içindeyiz. Böylesine belirsizlikleri yoğun olan bir ortamdayız. Buradaki etik tartışmalarının da, bir boyutunu yakalamaya çalışırsak her halde dinleyenler de memnun olacak, çünkü Bombote az önce ‘güzel şeyler anlatıldı, etikten söz etmek pek mümkün olmadı’ dedi. Çünkü bizim planlamamız şuydu: çerçeveyi anlamak, değerlendirmek, sonra da onun içindeki ayrıntılara girmek. Vincent Mosco’nun konuşmasından sonra: Özellikle UNESCO politikalarına gönderme yapıyorum. UNESCO gibi köklü ve saygın bir kuruma bazı konularda görüş anlatmak zor. Fakat şimdi elimde Profesör Mosco’dan çok güzel bir alıntı var. Etik tek başına, eğer bugünkü anlaşıldığı şekilde anlaşılıyorsa, çok naif bir konu 262 Forum: Medya ve Etik dedi. Bunun biraz daha anlamlı kılacak, bunu biraz daha uygulanabilir ve gerçekten yararlı kılacak önlemlerin de aslında sadece bu toplantıda değil, çok daha geniş uluslararası platformlarda da konuşulması lazım. Gerçekleri göz ardı ederek, yani gazetecilerin kötü muameleye uğramasını yok sayarak, ya da onları sıradan bir adli olay gibi değerlendirerek, yeni iletişim teknolojilerinin yaygınlaşmasını tek ve en önemli konu olarak algılayan bir dünyada, kuşkusuz etik anlaşıldığı biçimde değil, yeni bir içerik kazandırılarak tartışılması gereken bir konudur. Hıfzı Topuz’un konuşmasından sonra: Hıfzı Topuz benim kafamı karıştırdı. Çünkü anlatmaya çalıştığım sorunun temel sıkıntısı da burada. 1960 yılından bu yana Türk gazetecileri etik ilkeleri konuşuyorlar, yerleştirmeye çalışıyorlar. Yapamadılar. 1987’de tekrar başladılar. Etik gazetecileri birleştirmesi gerekirken, Türk gazetecilerini böldü, parçaladı. Her biri ayrı etik ilkesi getirmeye çalıştı. Bunların hiç biri yerleşmedi. Gelenler kabul de görmedi. Tam tersine anlaşmazlık ve sürtüşme nedeni oldu. Şimdi Hıfzı Topuz etiği silelim diyor. Türk halkı gözlem evine sözcük olarak da çok alışık değil. Dürbünle uzaya bakmak, uzayın derinliklerini keşfetmek gibi bir geleneği de yok. Şimdi bunu ne amaçla nereye bakarak kullanacak diye de kafası karışacak. Sanıyorum o zaman önümüzdeki on yıl da gözlem evini konuşacağız, ama sayın Mosco’nun söylediği o özelliği hem UNESCO’ya hatırlatacağız hem de kendimize galiba. Bu bize özgü bir arayış niteliği sanıyorum hep devam edecek. Refik Erduran 4 Bugünkü konumuz biraz daha kapsamlı. Etik sorunlarının nasıl aşılacağını konuşmaya başlayacağız. Etik sorunlarının ne olduğunu yeterince saptayabildik mi bilmiyorum. Oldukça derin ve karışık bir konu olduğu için dün bir hayli uğraşıldı, bugün de uğraşmaya devam edeceğiz. Şimdi, medya endüstrisi deyimi var. Çok uygun bir deyim gerçekten. Endüstri durumunu almış. O halde, bütün dünyada ve 4 İkinci gün ilk oturumda başkanlık yapan Refik Erduran’ın açış konuşması ve oturum sırasında yaptığı açıklamalar Oturum Başkanlarının Konuşmaları 263 Türkiye’de bu duruma geldi. Endüstri dediniz mi işin içine ön planda para gelir. Para her şeye egemen mi değil mi? Zaten etiğin en önemli sorusu ve sorunu ilk başta burada çıkıyor. Somutlaştırmak için durumu, size bir örnek vereyim. Kısaca, yıllar önce her gün ben Milliyet’e yazı yazarken, Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı beni gazeteci sıfatıyla davet etti. Gittim oraya. Şoförlü bir otomobil verdiler. Bir mihmandar verdiler. İstediğinle konuşabilirsin, istediğin yere gidebilirsin dediler. Öyle de yaptık. Birçok insanla görüştüm orada. Biriyle çok yakın dost olduk. Çok sempatik bir zat. O günün koşullarında bile çok açık sözlüydü. Kendi ülkesindeki ve Sovyet bloğundaki bürokratik durumlardan yakınıyordu. Açık açık konuşuyordu. Pek kafadardık. Sonradan öğrendim ki adam oradaki istihbarat şeflerinden biriymiş. Dost olduk. Dünyanın orasında burasında karşılaştıkça konuştuk. Berlin duvarı yıkıldıktan ve Bulgaristan’daki rejim değiştikten sonra bir kopukluk oldu aramızda. Uzun yıllar kendisini hiç görmedim. Geçen senenin eylülünde telefonda karşıma çıktı. İstanbul’a gelmiş. Ben bir kitap yazdım, onu okumanı isterim dedi. Tamam dedim. Buluştuk. Verdiği kitabı okudum. Gayet ilginç bir kitap hakikaten. Bu dönemin iç yüzünü bir istihbaratçı gözüyle anlatıyor. Neler olmuş, neler bitmiş. O kesiminde dünyanın en ilginç gelen tarafı tabi bana Ağca olayı oldu. Biliyorsunuz Ağca papayı vurduğunda bunu Bulgarlar yaptırdı diye bir teori vardı. Bulgarların gerisinde belki Sovyetler vardır deniyordu. Adam kitabın büyük bir bölümünü buna ayırmış. Onu okudum. Serde gazetecilik olduğu için, hem de Abdi İpekçi ekolünden gelen bir gazeteci olduğum için, tek yanlı söylenen şeyler kabul edilmez, mutlaka a zamanın tabiriyle ‘check, double check’ yöntemi vardır. Araştırdım bir çok şeyleri. Bu adamın adı Dimo Stankof. Bu adamın söyledikleri ne dereceye kadar doğru baktım. Google’ı hatmettik. Verdiği isimlerin her birine bakarak. Ortaya müthiş bir tablo çıktı. Adamın ele aldığı konunun kapsamının çok daha dışında, geniş, batı medyasında bu Ağca olayı nasıl işlenmiş, ne olmuş. Kesin bir biçimde hiç tartışmaya yer bırakmayacak bir kesinlikle görülüyor. Batının en saygın yayın organları dahil olmak üzere, New York Times gibi, bazı medya mensupları para almışlar bir yerlerden; yazdıkları şey doğru mudur yanlış mıdır demeden gündeme 264 Forum: Medya ve Etik getirilmiş, bütün dünyaya yayılmış bir isim ön plana çıkıyor. Clare Sterling diye bir hanım var. Daha önce bu hanım “ben bu işe baktım inceledim, Bulgarların bu işle hiçbir ilgisi yoktur” derken, birden bire yüz seksen derece dönerek “bu işi Bulgarlar yaptı” diye bütün dünyayı dolaşmış, Türkiye’ye de gelmiş ve kitaplar yazmış. O kitaplardan alınan alıntılar da kanıt sayılarak işlene işlene o teori yerleşmiş. Durum bu. Onun için bu çirkin tabloyu hesaba katarak, onun üstüne giderek etik konularının düşünülmesi, tartışılması ve çözüm aranması çok yerinde bir şey, UNESCO’nun buna eğilmesi de çok uygun oldu bence. Bugün dört değerlik konuşmacımız var. Onların bu konudaki katkıları çok yararlı olacak. Rober Beckett’ın konuşmasından sonra: Toplantıya geç başladık. Mr Beckett etiğin zamanın kullanımıyla ilişkili olduğunu söyledi. Bu sabaha geç başladık, dolayısıyla etikli olmadık. İrfan Erdoğan 5 Marcello Foa’nın spin doktorları hakkındaki oldukça eleştirel sunumundan sonra: Zavallı spin doktorları! Gerçek taşlama keçileri! Haklı mıyım? Burada kendini savunacak hiçbir spin doktoru var mı? Bence, bir önemli noktayı kaçırıyoruz: Hepimiz burada değişen ölçüde spin doktoruyuz. Bir şey daha: Tango yapmak için iki kişi gerekir. Bir tarafta gazeteciler var. Diğer tarafta spin doktorları. Eğer gazeteciler tembelse, eğer gazeteciler paketlenmiş hazır haberi seviyorlarsa, eğer spin doktorlarıyla ortaklaşa çıkar ilişkileri içindeyseler, onlardan farklı ne bekleyebiliriz ki? Mehmet Yüksel’in etiğin yasal boyutuyla ilgili konuşmasından sonra: Adaletin gözü kördür. Merak ettiğim daima şuydu: Neden gözü kör? Gerçekleri kasıtlı olarak sakladığı, söylemediği, yansıtmadığı için mi? Bunları yaptığını görmemek için mi? 5 İkinci gün ikinci oturumda başkanlık yapan İrfan Erdoğan’ın oturum sırasında yaptığı açıklamalar. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 265-288 Tartışma Soru, yanıt ve tartışmalar: Birinci gün Tartışmada söz alanlar, sırasıyla: İrfan Erdoğan, Raphael CohenAlmagor, Dan Schiller, Vincent Mosco, İbrahim Bilici, Esra Kelogluİşler, Ümit Atabek, Boris Novasardiyan, Babacan Taşdemir, Aytaç Yıldız, Diomansi Bombote, Konca Yumlu, Yüksel Akkaya, Emre Aygen, Refik Erduran, Hülya Eraslan, Bayram Kaya. İrfan Erdoğan İlk soruyu ben soracağım. Konumuz medya ve etik konusu. Birkaç cümleyle birkaç arkadaşımız, “konuşmacılar konuştular fakat etik hakkında bir şey söylenmedi” dediler. Ben bunu duyduğum zaman, önce aklıma idealist felsefe geldi. Arkasından idealist felsefeye bağlı olarak gelen kuramsal yapılar geldi, bu kuramsal yapılara bağlı olarak gelen düşünce tarzı geldi ve bu düşünce tarzına bağlı olarak gelen etik anlayışı geldi. Dolayısıyla bu etik anlayışına göre, bu eleştiri doğru. Fakat benim anlayışıma göre bu etik anlayışı çok kısıtlı, tek yönlü ve oldukça amaçlı. Eğer biz konuyu idealist felsefeden başlayarak almazsak, eğer biz konuyu örneğin tarihsel materyalist felsefeden alırsak ve ona bağlı olarak gelen kuramsal yapılarla, onlardan hareketle, onların getirdiği dünya görüşüyle, onlara bağlı olarak gelen varsayımlarla, varsayımlara bağlı olarak gelen düşünce tarzı ve bu düşünce tarzına bağlı olarak gelen etik anlayışıyla alırsak, o zaman şunu görürüz: Schiller’in, Mosco’nun ve Ümit Atabek’in söylediği her kelime, her cümle her paragraf ve verilen her örnek doğrudan doğruya etikle ilişkilidir. Bunun üzerinde konuşacağız herhalde. Ben soru olmayan sorumla bitireyim bu işi: Etik denen bir şey var, bir kavram var. Bu kavram üretilmiş bir düşünsel ürün. Bu düşünsel ürünün bağlı olduğu bir üretim tarzı ve üretim ilişkileri var. Dolayısıyla bugünkü ilk 266 Forum: Medya ve Etik iki oturumda aradığımız şuydu: Bir teknolojik yapı var. Teknolojik yapı dediğimde ben toplumdan bahsediyorum. Bu yapıların kendine özgü üretim tarzı ve ilişkileri var ve bunların getirdiği etik anlatısı ve anlayışı var. Diğer bir deyimle, yapısal pratiklerle gelen gelen etik denen, ilişkiseli anlatan düşünsel şey var. Bazı arkadaşlarımız bu bağıntıyı kuramadılar. Çünkü bizde idealist felsefe egemen olduğu için, etik ahlaka indirgendiği, pratiğin ahlakına indirgendiği için, biz yanılıyoruz. Bu anlaşılmayanı biraz açıklarsak, etik ile örgütlü pratiğin üzerinde inşa edildiği üretim tarzı ve üretim ilişkileri bağ kurarsak, bence çok daha iyi olur.1 Raphael Cohen-Almagor Benim Prof. Schiller’e birden fazla sorum var. ABD’ye ilişkin, insan haklarıyla, ifade özgürlüğüyle ilgili oldukça karanlık bir tablo çizdiniz. Ancak, biz demokrasiden bahsediyoruz. Demokrasi dediğimizde halkın arzusundan bahsediyoruz demektir. Amerikan halkı şeyleri ne ölçüde sizin gibi görüyor? Bu bir farkında olma sorusudur. Bahsettiğiniz sorunların, ki bize George Orwell’in kabusunu hatırlatıyor, Amerikan halkı ne kadar farkındalar? Eğer Amerikan halkı farkındaysa, bunu ne ölçüde kabullenmek istiyorlar? Örneğin Yurtseverlik Yasası (Patriot Act), Amerikan kamuoyunun beğendiği bir düzenleme mi, yoksa karşı mı çıkıyorlar? Eğer Amerikan halkı sizin karşı olduğunuz durumu kabul ediyorsa, bu onların seçimi ve demokratiktir; sizinki demokrasiye karşıdır, eğer siz kendi görüşünüzü Amerikan halkına empoze etmeye çalışırsanız. İkinci konu, mahremiyet (özel hayatın gizliliği) konusudur. Güvenlik önceden önlem alınmasını gerektiren bir sorunken, iş yaşamında telefonların dinlenmesi ne anlama geliyor? Örneğin, bir telefon görüşmesi yapıyorsunuz ve birisi size bu görüşmenin dinlendiğini söylüyor. ve bu konu aslında güvenlik konusuyla ilişkili değildir. Güvenlik sadece bir bahane diyorsunuz. Sizinle bu konuda 1 Yanlış nedensellik bağlarının bilerek veya farkında olmadan kurulması yaygındır. Örneğin yoksulluk ile nüfus artışı ve eğitim arasında kurulan bağ sahte nedensellik bağıdır. Bir ülke içinde bireylerin eğitimsiz olması asla yoksulluğun nedeni değildir; yoksulluk ile eğitimsizlik ve çok çocuk yapma (nüfus artışı) birlikte vardır. Dolayısıyla, asıl nedeni üretimin, dağıtımın ve tüketimin doğasında aramak gerekir. Forum: Tartışma 267 aynı fikirdeyim, çünkü telefon konuşmalarını kaydetmenin güvenlikle hiçbir ilişkisi yoktur. Bu özel hayatın gizliliğinin korunması konusudur. Güvenlik bahanesiyle özel hayatı ihlal konusudur. Bu terörizm konusundan tamamiyle farklı bir konudur. Son olarak soru değil, bir şey söylemek istiyorum. Google’dan bahsettiniz. Aslında Google bazı etik standartları uygulamaktadır. Örneğin, Google arama motorunda, ilgili siteleri bulmak amacıyla, “Yahudi” sözcüğünü yazdığınızda, karşınıza çıkan en popüler site antisemitik bir site: Jewwatch. Google bu nedenle birçok Yahudi aktivistten ve örgütlerden şikayet aldı. Google durumu inceleyip bunun böyle olduğunu görünce, Yahudi kavramı yazıldığında bulunan sonuçların başına, Anti-semitic Jewwatch yerine Wikipedia’yi koydular; böylece, araştırma yapanlar Yahudi kavramını arayanların önce Wikipedia’dan bilgi almasını sağladılar. Bu etik prensiplerinin uygulaması örneğidir. Kamuoyu bundan haberdar olmayabilir, zira Google bunu ne ölçüde duyurdu bilmiyorum. Bunu Google’da çalışanlardan duydum. Umarım doğrudur. Son sorum ‘kaynağın kimliğini açıklama” ile ilgili olarak profesör Mosco’ya. Bir gazetecinin kaynağını açıklaması gereken bir durum var mı? İsrail’de bu soru devletin güvenliği konusunda İsrail’in içindeki 18 teröristle ilgili olarak ortaya çıktı. Bu durum kaynağın muhbirin kimliğini saklamasına istisna getirildi. Siz herhangi bir istisna düşünüyor musunuz? Dan Schiller İlk sorunda, benim demokratik olmadığımı ve Amerikan halkının demokratik olduğunu söylüyorsunuz. Bu, aslında, Amerikan halkını suçlama örneğidir. Beni suçladığınız kadar tatsız bir suçlama. Beni suçlamanız umurumda değil, fakat Amerikan halkını suçlamanızı etik bağlamında umursarım. Çünkü, bana göre, oradaki sorunda siz bir çeşit tartışma/düşünme nosyonu öneriyorsunuz; Amerikan halkının düşüncelerini sosyal güç yapısından özgür bir şekilde biçimlendirdiğini ve siyasal karara ulaştığını örtülü bir şekilde belirtiyorsunuz. Ben bu yaklaşımı kesinlikle reddediyorum. Bu doğru değil. Amerikan halkı, Türk halkı ve dünyadaki diğer halklar bulundukları yere göre belli 268 Forum: Medya ve Etik tarihsel koşullarda, belli güç ilişkileri içinde yaşamaktadır. Sorun sadece sahte, uyduruk, nefret dolu medya imajı sorunu değildir. Bunların hepsi var. Fakat, aynı zamanda, egemenlik kuran sosyal ilişkiler sorunudur. Ben sanmıyorum ki, soruyu sorma biçiminizden anlaşıldığı gibi, bu ilişkilerden kopartılarak başlayan teori gerçeği anlamamıza yardım edemez. Onun yerine, sadece var olan gerçekteki güç ile birlikte olma yolu olarak kullanılabilir. Ben bu görüşten tamamıyla farklı ve güçlü bir pozisyon almaktayım. Amerikan halkının gerçekte neye inandığı ve gerçekte ne istediğini sosyal bilimcinin yanıt verecek pozisyonunda olduğunu sanır insan, çünkü konunun birçok yanı binlerce kişi tarafından ele alınmaktadır, çünkü dünyanın birçok yerinden fazla çok daha iyi desteklenen sosyal bilim projeleri vardır. Amerikan sosyal bilimleri bunu yapmaz. Onun yerine, Amerikan sosyal bilimlerinin görevi gerçeği saklamaktır. Halkın sahip olduğu altta yatan anlayışlardan uzak tutmaktır. Halkın gerçekte neye inandığından bizi uzakta tutan her türlü biçimsel pratikler yapmaktır. Demokratik süreçlerin anları olarak kullanılan Anket/Poll sonuçlarını veya kelimeleri değiştirerek değiştirebilirsin. Fakat sorun bundan daha derine gider: Soruyu kim sormaktadır, kim kimin için soru sormaktadır. Güç ilişkileri bu süreç içinde yerleşmiştir. Kanımca, Amerikan halkının gerçekte ne bildiği, gerçekte inandığı ve gerçekte tercih ettiği birçok bağlamda muğlak olarak kalır. Anketlerin doğruluğunu yüzey değeriyle alırsam, Amerikan halkı Irak savaşına karşı olmaya başladı. Bu önemli bir değişimdir. Bunun derecesini ve ileride ne olacağını, belki de Amerikan seçimleri geldiğinde de göreceğiz. Özetlersek, Amerikan halkının ne yaptığı veya inanmadığı hakkında model tutmadan önce toplumu biçimlendiren güç ilişkilerini restore etmeliyiz. Çünkü ne olduğuna dair yeterli anlayışa sahip olduğumuzu sanmıyorum. 2001 yılından beri, sürekli olarak medyada korku işlenmektedir. Bu korku sadece teröristlere veya terörizme karşı yönetilmemektedir, aynı zamanda bu korku nereden geldiği belli olmayan Amtrack saldırılarından gelen korkudur, ne olduğu bilinmeyen kuş gribinden gelen korkudur, her şeyden gelen korkudur. Bu siyasal olarak, kültürel olarak manipüle edici korkuyu işlemede medya suç ortaklığı yapmaktadır. Forum: Tartışma 269 Ahmet Gürata Profesör Mosco, siz de yanıt vermek ister misiniz? Vincent Mosco Bu oldukça anlamlı bir açıklamaydı. Önce arkadaşım İrfan’ın etik görüşümüzü açıklamamız önerisine yanıt vereceğim. Sonra, kaynağı açıklama konusunda istisna (kaynağın gizliliğine istisna getirme) sorusunu yanıtlayacağım. Bunu şöyle yapacağım. Biri pratiksel etik, ikincisi kuramsal etik, üçüncü olarak da kaynağı açığa vurmadan bahsedeceğim. Pratiksel etikte, anlaşılması gereken en önemli şey her gün yüzlerce etiksel kararlar verdiğimizdir. Bunların farkında olmamız gerekir. İrfan kalkıp dergiyi göstererek makalenin kopyalarını yapacağını belirttiğinde, bu etiksel bir eylemdi. Bunu küçük bir eylem olarak düşünebiliriz, fakat bana göre çok anlamlı bir eylemdi. Dergiyi kopyalaması ve o makaleyi paylaşmak için ona katılmam, etiksel bir eylemdi. Ben bir adım daha ileri gideceğim: Eğer herhangi bir makaleyi elektronik/dijital olarak isterseniz, bana e-posta gönderin, ben size pdf dosyası olarak gönderirim. Böylece enformasyonu daha da yayabiliriz. Bu bir pratiksel etik örneğidir. Etiği kuramsal bağlamda da anlamamız gerekmektedir. Fakat biz bilinçli olarak veya bilinçsizce her gün yüzlerce kez nasıl etiksel kararlar verdiğimiz gerçeğini kaybetmemeliyiz. Kuramsal etiğe gelince, bence etiğin ne olmadığını anlamayla başlamak oldukça önemlidir. Neden? Çünkü etiğin ne olmadığını düşünmemizi savunan güçler çok güçlüdür. İki kaynak: birincisi konuşmamda belirttiğim kaynak. İkincisini şimdi açıklayacağım: Etiği tümüyle reddeden insanlar vardır. Dünyanın en meşhur bilim adamları. Örneğin sosyo biologis E. O. Wilson etiği, iş birliğine girmek için genlerimiz tarafından bize geçirilen, illüzyon olarak tanımlamıştır. Genetiğe göre tanımlanan etik bir illüzyondur. Etiğin karşı gelmemiz gereken ikinci boyutu, etiğin pratiksel ve siyasal dünyada sonuçsal olduğudur. Bu nedenle, eğer şiddete ve terörizme karşı savaşıyorsak, sonuçları/amaçları araçlardan önce düşünmeliyiz ve etiksel tartışmayı ortadan kaldırmalıyız. Dolayısıyla, belirlenmeyen bir gelecekte belli amaçları gerçekleştiriyorsa şiddet normaldir. Bunlar farkında olmamız gereken güçler. O zaman düşünsel bağlamda etik 270 Forum: Medya ve Etik nedir? Ben etiği İletişimin Siyasal Ekonomi kitabımda epistemoloji içinde açıkladım. Çoğu sosyal bilimler etiği sadece bir ekleme dışında reddeder. Bence etik metodolojimize ve epistemolojimize yerleştirilmelidir. Etik, moral felsefenin bir parçası, en geniş anlamıyla, bizim faaliyetlerimize kılavuzluk eden arzu edilebilir kavram olmalıdır. Araştırmamızı yaptığımızda etik, moral felsefe, kelimenin eleştirel anlamıyla gerçekçilikle ve dünyayı değiştirmeyi arayan praksis ile birlikte orada olmalıdır. Kaynağı paylaşma konusuna gelince, benim düşünceme göre, kaynağı açıklamada hiçbir istisna olmamalıdır. İstisna olmamasına neden, sadece somut tanımların olmadığı bir dünyada yaşamıyoruz, aynı zamanda kavramların ve yasaları siyasal olarak tanımlandığı bir dünyada yaşadığımızdır. Örneğin, terörist kavramını alalım. İsrail devleti teröristi tanımladığında ve teröristle savaşmak için gazetecinin kaynağını açıklamasını istediğinde, Kanada hükümetinin yaptığı gibi, bu teröristin kim olduğunu tanımlamada imtiyazlı pozisyonda olandır. Bazıları İsrail devletinin bir parçası veya tümünün terörist olduğunu ve terörist eylem yaptığını tartışacaktır. Bazıları Kanada devletinin terörist faaliyetlerde bulunduğunu ileri sürecektir. Terörizm kavramının tanımını ileri geri tartışabiliriz. Gerçek şu ki, kimin terörist olduğuyla ilgili kesin bir tanım olmaması nedeniyle, gazetecilere kaynaklarını açıklamasını istemek etikli ve moral/ahlaklı olmamadır. Kanada devletinin gazeteciyi eğer kaynağını açıklamazsa 10 yıl hapse atacağı tehdidi de etikli bir eylem değildir. Devlet tarafından ve diğer güçler tarafından yapılan bütün taleplerin kendisi temelde etiksel değildir, ahlaka aykırıdır ve medyayı ve bilgi emekçilerinin profesyonel standartlarını çiğner. İbrahim Bilici (Erciyes Üniversitesi, araştırma görevlisi) Schiller’e soruyorum. Microsoft ve Google gibi büyük firmalar var; onlar üretiyor ve biz de tüketiyoruz. Ürünleri almak zorundayız, çünkü başka alternatif yok. Örneğin Google iyi bir iş yapıyor. Çok az reklam var. O zaman bu kadar büyük yatırımda nasıl para kazanıyorlar? Schiller bize diğer hizmet vericilerin kullanıcıları denetlediğini, telefonların kaydedildiğini söyledi. O zaman ne yapabiliriz? Çözüm için ben ne yapabilirim? Hepimiz biliyoruz ki kapitalizm gerçektir, din Forum: Tartışma 271 kehanettir ve Marksizm ideolojidir. Kapitalizm gerçek ve onsuz edemeyiz. Sizin somut çözümünüz ne? Dan Schiller Dediklerinizi yeterince duyamadım. Umarım duyduklarım kadarıyla yanıtım yeterli olur. Bu tür sorunlara çözümü bireysel olarak düşündüğümüzde, daha baştan ciddi şekilde dezavantajlı durumuna düşeriz. Bunun anlamı hiç bir zaman bu şekilde düşünmememiz gerektiği değildir. Çoğu kez böyle sonuçlanır. Sorun hakkında düşünürüz; çaresizim deriz; Google ile müzakerede güçsüz olduğumuz açıktır. İlk yapılacak şeylerden biri gerçeğin önümüze getirdiği yeni mücadeleler için sosyal olarak ve siyasal olarak organize olmalıyız. Sorunun iki yanı var. Birincisinde, soruyu siyasal olarak sormak gerekir. Google’a sosyal sorumlulukları olduğunu söyleyebilecek yolları bulmamız gerekmektedir. ABD bağlamında, kamu hizmeti kurumusun diyebiliriz; demiryolları gibi, neo-liberalizmden ve özelleştirmenden önceki telefon kurumu gibi bir kamu kurumu olduğun için, seni yasal olarak düzenlemeliyiz; yasal olarak düzenleme yolu olarak, kütüphaneciler, bilgisayar uzmanları, çeşitli akademisyenler, gazeteciler gibi profesyonel enformasyon çalışanlarının ve diğer grupların temsilcilerinin birleşerek “arama algoritması için bizim kriterimiz şunları içerir; bakalım sen seninkini reklamları sıralama yerine insanların isteklerine göre yapmak için nasıl yeniden tasarlayacaksın” dediği bir forum inşa edilebilir. Bu birinci yan. İkinci yan, sorunu bunun ötesine genişletmektir; eğer internette arama olanağı için sosyal finans desteği gerekiyorsa, özel sermayenin finans desteğine neden gerek olsun ki. Özel sermaye var olan tek kaynak değil ki. Bu iki şey birbiriyle bağıntılıdır: Özel sermayeye internette yatırım yapma hakkını verince, hemen hemen otomatik olarak internet üzerinde güçlü kontrol olanağını vermekteyiz. Bu iki şeyi ilişkilendirmeliyiz; bu araç ve gereçleri satın alabilme ve farklı bir enformasyon toplumu geliştirebilme üzerinde düşünmeliyiz. Bunu ütopik olarak düşünmemeliyiz. Dünyanın başka yerlerinde, Avrupa’da bunu yapma çabaları olmaktadır. Örneğin dijital kütüphanelere ve bu kütüphanelerle gelen araştırma olanaklarına sahip olmak için devlet girişimleri ulusal 272 Forum: Medya ve Etik politika konusu olarak yapılmaktadır. Google yoluyla gelen kültürel emperyalizm korkusu nedeniyle bu yapılmaktadır. Esra Keloğlu-İşler (Selçuk Üniversitesi, doktora öğrencisi) Benim sorum Profesör Mosco’ya. Halkla ilişkiler etiğiyle ilgili soru sormak istiyorum. Halkla ilişkiler Amerika’da bir pratikten doğup, bir endüstri haline gelmiş bir sektör. Bu sektörde uygulamacılar örgütleniyorlar ve son derecede ideal etik kodları oluşturup yayıyorlar. Fakat bu kodların hiçbirinin uygulanmadığını, işlemediğini görüyoruz. Hepsinin uygulanması imkânsız kodlar olduğunu görüyoruz. Onun için, kâğıt üstünde sadece birer kural olarak kalıyorlar. Benim birbirine bağlantılı iki sorum var. Halkla ilişkilerde idealist olmayan bir etik mümkün mü? İkincisi ise, halkla ilişkiler etiğinde de, sizin söylediğiniz gibi örgütlenme veya ifade özgürlüğü gibi bir çözüm yolu getirmek mümkün mü? Vincent Mosco Çok akıllıca/düşünceli ve önemli bir soruydu. Halkla ilişkiler alanı oldukça ilginçtir ve özüyle gerçek dünya içinde yerleştirilmiş ve daima gerçek dünyanın sorunlarıyla uğraşmak zorunda olan insanları içerir. Halkla ilişkilerde etik kodları yerleştirme çabalarını alkışlıyorum. Gazeteciler ve eğitimcilerde olduğu gibi etik kodlarını uygulamanın zor olduğunu biliyorum. Bu sürekli bir mücadeledir. Kısmen çünkü, “neticede ne yapıyorsak onda yaptığımız yatırıma maksimum gelir sağlamamız gerekir” diyen bir etiksel kodu olan kapitalist dünyada yaşıyoruz. Bu kod ne kadar dar olursa olsun güçlü bir şekilde insanların ne yaptığını belirler. Temel olarak etik dünyadaki egemen süreçlere karşı direnmektir ve her direnmede olduğu gibi mücadele olacaktır. Bununla beraber, mümkün olduğu kadar sık ve güçlü bir şekilde katılmamıza değer bir mücadeledir. Neden? Çünkü temel olarak maksimum çıkar/profit üzerine kurulmuş bir dünya berbat, korkunç, kötü bir dünyadır. Dar bir dünyadır. İnsanları sanki pazar yerinde belli bir fiyata alabilecekleri, üretimin faktörleri gibi muamele eden bir dünyadır. Eğer insanların değerinin bundan daha fazla olduğuna Forum: Tartışma 273 inanıyorsak, o zaman etiksel prensipler kurmak/yerleştirmek zorundayız. Bu nedenle, yerleştirilmesi ne kadar zor olursa olsun ve ne kadar mücadele gerektirirse gerektirsin, insanlar etiksel sorumluluğu bu etiksel kodları yerleştirme ve bu kodlarla yaşamada etiksel sorumlulukla yükümlüdür. Praksisten çıkıp gelen bir alanın bir parçası olduğu için insanın savunmacı olmasına gerek yoktur. Çünkü sadece halkla ilişkiler değil, her alan praksisten çıkıp gelmiştir. Hakkında araştırma yapmak ve yazmak için yıllar harcadığım alan, siyasal ekonomi, birkaç yüzyıl önce kraliyet ailesinin kral evlerinin hesapları/muhasebesi hakkında akıllı insanların tavsiye verme pratiğinden çıkıp gelişti. Bu pratik faaliyetten ekonomi ve siyasal ekonomi çıkıp geldi. Hepimiz praksis içindeyiz, praksis içine yerleştirilmişiz. Enformasyon dünyasının siyasal dünya içinde yerleştirilmiş olduğunu anlamamız gerekir. Son olarak Google ve Google’ın etiksel faaliyeti üzerinde duracağım: Nefret gruplarıyla ilgili kararında, Googgle’ın örgütlü grupların siyasal baskılarına yanıt verdiği için kutlamalıyım. Bunu yapmak önemli. Fakat bu, enformasyonun siyasal süreçler içinde yarlaştırmış olduğunu kapalı bir şekilde kabul etmektir. Bu nedenle eğitimle, sendikacılıkla, sosyal hareketlerle veya globalleşme gibi önemli siyasal konuları öne getirmek isteyen hepimizi Google gibi iş dünyasına öncelikli olarak görünmemesini istediğimiz sitelerin görünmemesi, çıkarılması veya hiyerarşide aşağıya taşınması için siyasal baskı yapmaya teşvik ediyorum. Evet, Google’ı kutluyorum, ama siyasal eylem kararı aldıklarını da biliyorum, dolayısıyla siyasal eylemi bizim davamız için, yaptıklarını görmemiz gerekir. Bir Öğrenci (Halkla ilişkiler ve tanıtım 4, sınıf) Benim sorum etikle ilgili olacak, birçok konuşmacı etik konusunu gazetecileri ve gazete örgütlerinin birleşerek, bazı kişilere baskılar yaparak sonuçlanabileceğini söyledi. Bu doğrultuda, gene bazı konuşmacılarımız etiği kişisel, kişinin kendine özgü, kendi ahlakıyla ilgili olduğunu söyledi. Hem kişisel bir ahlak hem de birleşilmesi gereken bir ahlak. Mesela Türkiye’nin etiğiyle Amerika’nın ve Kanada’nın etiği birbirine uyuşacak mı veya uyuşabileceği bir ortam 274 Forum: Medya ve Etik var mı? Bunun için insanlar evrensel bir etik, özellikle iletişim alanında evrensel bir etik oluşturabilirler mi? Bunu Schiller’e, Mosco’ya ve Türkiye’den Ümit Atabek’e sormak istiyorum. Dan Schiller Burada biz çok özlü şeyleri konuşuyoruz. Harika bir şey. Bu tür karşılıklı iletişimi aylardır görmediğimi söyleyerek başlamalıyım. Bu nedenle çok mutluyum. Evrensel etik hakkında yüzyıllardan beri filozoflar arasında yoğun tartışmalar olmuştur. Evrensel etiğe sahip olmak hoş bir şey olurdu. İnsanlığın yüz yüze olduğu zor durum karşısında belki de gerekli bir şey. Bu amacı gerçekleştirmeye yardımda evrensel etik için siyasal talep de mümkün. Fakat bunun önünde çok fazla engel var. Yapmamız gereken belli bir ülkenin yurttaşı olmaktan daha çok insan olarak haklarımızda ısrar etmektir. Çünkü çoğu kez yurttaşlık ve milliyetçilik var olan güç ilişkilerine uygun siyasal sonuçlar üretmek için manipüle edilmektedir. Örgütlenmeden geçerek evrensel etiğin insanlığın günümüzde küresel boyutta olan sorunlarla mücadelede arzu edilebilirliliği ve gerekli olduğunda ısrar edebiliriz. O zaman, böyle bir evrensel platformun ve fikrin gerçekleşmesinin önünde duran engelleri ciddi bir şekilde belirlemeliyiz. Bunların göreceli olarak kolayca belirlenebilir. Bunların bazıları çok derine gidebilir; düşmanlık ve sosyal egemenlik gibi bazı sorunlar çözülmek için kuşaklar gerektirecektir. Günümüz koşulları altında, karamsar diyebilirsin, kötü anlarımda ben de karamsar diyorum, fakat insanlık tarihinde evrensel etiği gerçekleştirmede biz ilk atışa sahibiz. Ben umutluyum. Ümit Atabek Aslında soruyu sormaya neden olacak durum bence pek yoktu gibi ama soru bence çok önemli. Bay Bombote’nin dışında aslında kişisel boyutuna çok fazla değinen olmadı. Sanırım o da etiğin tarihsel perspektifi içinde biraz kişisel deneyimlerin de bir anlamı olduğundan bahsetti. Ama burada hepimizin etik konusunda en çok vurgu yaptığı nokta etiğin ekonomik politik bağlamıydı. Dolayısıyla soru gerçekten Forum: Tartışma 275 önemli. Yani ulusal boyuttaysa ne olacak? Ben profesör Mosco’nun önerisini çok hararetle destekliyorum. Çok önemli bir vurgu yaptı: örgütlenmeden etik olmaz. Hem de örgütlenmeyi de bilgi emekçileri/çalışanları diyerek biraz daha genişletmek ve hatta bazı çelişkileri de erteleyerek, bilgi çalışanları içinde yer alacak olan değişik farklı grupların arasındaki muhtemel sorunları da erteleyerek güçlü bir örgütlenme olmadan etik sorunuyla asla baş edilemeyeceğini vurguladı. Bunun ben çok önemli olduğunu düşünüyorum. Özellikle Türkiye açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de biliyorsunuz, çok değerli bir akademisyenimiz daha sonra bir medya patronu oldu. İletişim fakültesi hocalarını da “medyaya düşman yetiştiriyorsunuz” diye suçladı. Açıkça biliyoruz ki kendisinin en çok korktuğu şey etik değil, örgütlenmeydi. Kendisi hemen ilk icraat olarak basın sektöründeki bütün örgütlenmeleri, hatta en saf olanları dahi yerle bir ederek bu işi büyük bir başarıyla son verdi. Sonra kendisi basın konseyi gibi yine bir etik örgütlenmesi olan başka bir örgütlenmeye de tevessül etti. Gerçekten, ekonomik politik bağlamı tartışılmayan bir etik tartışması sade suya tirit olacaktır. Vincent Mosco Bu çok iyi bir soruydu. Basitçe diyalektik düşüncesinin anlamanı söyleyeceğim: Birey ile toplum arasında karşılıklı ilişki vardır. Sadece toplumda ya da sadece bireyde olan hiçbir şey yoktur. Benim gazeteci arkadaşım kaynağını açıklamadı, çünkü birey olarak, on yıl ceza yeme anlamına gelse bile etiksel prensibi ihlal etmeyeceğini söyleyecek etiksel anlayışa sahipti. Soru şu: Arkadaşım parçası olduğu organizasyonların etiksel ve erdemli desteği olmaksızın bunu yapabilecek miydi? Hepimiz katıldığımız sosyal grupları ve şebekeleri içimizde taşırız ve diyalektik olarak biz onları birey olarak etkilemeye devam ederiz. Dolayısıyla, evet, ben hem bireysel hem de sosyal etiğin olduğuna hem de ikisinin olmasının zorunlu olduğuna inanıyorum. İkisi olmazsa, birey ile toplum arasındaki ilişki nedeniyle, biz hiç birine sahip olmayız. 276 Forum: Medya ve Etik Boris Novasardiyan Soruya pratiksel açıdan yanıt vermeye çalışacağım. Bugünkü oturumda, gerçekten de medya ve etik konusunu çok geniş kapsamda ele aldık. Belli somut şeyler üzerinde de durmamız gerekmektedir. Geniş anlamda etik üç boyut içine bölünebilir: Birincisi iletişim endüstrisi içinde var olan ilişkiler. Yazılı kurallar olmadan ve önceden kabul edilmiş anlaşmalar olmadan, gazeteciler arasında etik vardır. Örneğin, bir gazeteci bir basın toplantısına geç kaldıysa ve önemli bazı enformasyonu kaçırdıysa, en azından benim ülkemde, gazeteciler bu enformasyonu paylaşırlar. Bir tür yazılı olmayan anlaşmaya göre, enformasyonu kaçıran gazeteci bu haberi diğerlerinden sonra gazetesine verecektir. Bu etik kuralı iletişim endüstrisinde vardır. Diğer etiksel kural da diğer medyayı eleştirmemedir. Sadece endüstriyi korumak, çalışma arkadaşını eleştirmemek, ona zarar vermemek. Bunun iyi olup olmadığını bilmiyorum. Bazen iyi bazen kötüdür. Medya etiğinin ikinci boyutu, değerler sistemdir. Bu bağlamda bireysel ahlaktan bahsediyoruz. Bu boyut aynı zamanda akademik dünyadaki pratiktir. Bu etik ne yazık ki medya profesyonellerinin pratiğini pek etkilemez. Üçüncü boyut mesleki etiksel kuralları garantiye alan etiktir. Bu bağlamda önemli bir otosansür (otodenetim) kavramıyla karşılaşırız. Otosansür meslek içinde belli etiğin olmasını garanti eden mekanizmalar olduğunu anlatır. Otosansür hakkında düşünürken kuramsal olarak evrensel etiksel prensipleri düşünürüz, çünkü onlar yazılı ve üzerinde anlaşılmış ve endüstri, meslek ve toplum arasındaki uzlaşmanın bir sonucudur. Bu elbette ideal olarak mümkündür; fakat oldukça önemlidir. Benim için problemli olan şey, üzerinde durulan zorluklar, sorunlar, mücadeleler hızla artmaktadır ve bunların negatif sonuçlarına karşı koruma geliştirmek için bazı mekanizmalar geliştirmek gerekmektedir. Bu nedenle ki, Profesör Schiller biraz “kıyametçi” (kötümser, apocalyptic). Bütün şansımızı yitirdiğimizi sanmıyorum. Otosansür sisteminin ve medya sorumluluk sisteminin (medyayı sorumlu tutma sisteminin) gelişmesi önemlidir. Forum: Tartışma 277 Babacan Taşdemir (ODTÜ, doktora öğrencisi) Doğru bir şekilde tespit edildiği üzere, örgütlenmenin gerekliliğinden bahsediliyor ve örgütlenme de vurgulanıyor. Ama Ümit hocamın da belirttiği gibi, tam da örgütlenme üzerine giden bir yapı söz konusu. Sürekli olarak piyasa mekanizmasının sıkıntılarından bahsediyoruz, firma mantığının gündelik yaşamımıza işleyişinden bahsediyoruz; tam bu firma mantığının medya endüstrisine sızmasından dolayı bir takım etik değerlerin aşınmasından bahsediyoruz. Ama diğer tarafta, karşımızda örgütlenme üzerine giden ve bunda yalnızca hukuki yollarla vesaire değil, bizzat silahlı gücüyle yapan bir sistem var. Bize birileri uzun süreden beri söylüyor ki biz şiddet hakkımızı devlete teslim ettik. Aslında ben şiddet hakkımı kimseye teslim etmiş değilim. Ama bu sistem, eğer siz örgütlenme veya aksi bir şey söylüyorsanız, sizin üzerinize sadece hukuki yollarla giden bir sistem değil, aynı zamanda silahlı gücüyle de giden bir sistem. Bir örnek vermek gerekirse, Irak’ta herhangi bir nükleer silah bulunmadığına dair bildiğini açıklayan bir gazeteci ya da devlet görevlisiydi, öldürüldü. Bu aslında Batılıların çok iyi yaptığı bir şey. Batılı devletler uyguladıkları zaman, şiddetin üstünü kapatmayı çok iyi beceriyorlar. Doğu’da devletlerin yapamadıkları şey şiddetlerini, kendi reklamlarını kendileri yapıyorlar. O zaman antidemokratik görünüyorlar. Doğu ve Batı arasında antidemokratiklik bence aynı düzeyde. Demek istediğim şu: biz örgütlenme üzerine vurgu yapıyoruz; diyalog üzerine vurgu yapıyoruz; enformasyon toplumu içerisinde emekçiler arasındaki iletişime vurgu yapıyoruz, ama diğer taraftan örgütlenme ciddi boyuta ulaştığı zaman şiddet uygulayan bir güç var, bir yapı var. Peki burada etiği nasıl sağlayacağız? Aytaç Yıldız (A. Ü. İletişim Fakültesi, doktora öğrencisi) Sayın Bombote’ye sormak istiyorum soruyu. Konuşurken, kendi kültürüne ait bir örneği burada çok rahat bir şekilde anlattı: Ölüm durumunda gelinin küçük kardeşle evlendirilmesi. Aslında bu bizde de olan bir şey. Güneydoğu’da hala olan bir şey. Aslında güzel olan bir şey, bir aydının kendi kültüründe olan bir şeyi başka bir ülkede çok rahat bir şekilde dile getirmesi. Bizde genelde aydınlar bunu yapmak yerine, utanç duyarlar böyle bir şeyden. Aydınlar bunun yerine susmayı 278 Forum: Medya ve Etik tercih ederler, kendi toplumunu anlama yerine, yanlış deyip görmemezlikten gelirler. Sayın Bombote’ye sormak istediğim şu: Profesör hocamla birlikte Ankara Üniversitesi’nde dört yıldır etik derslerine giriyoruz. Orada yaklaşık 140 öğrenci var. Dört yıldır hep şu sıkıntıyla karşı karşıya kalıyoruz. Öğrenciler etik ile ahlak arasındaki farkı yahut ta etikten ne anlaşılması gerektiğine dair farkı bir türlü dört yıldır hiçbir zaman anlayamadılar; bu bizim beceriksizliğimiz değil, yani o da olabilir ama, daha çok hakikaten ikna edici sorularla geliyorlar. Çünkü etik kavramının, mesela Türkiye’de bu kavramın, kavram olarak söylüyorum, temeli konusunda ciddi sorun var. Acaba sayın Bombote kendi ülkesinde de mesela, öğrencilerle bunları konuşurken, etiği tartışırlarken, onlardan da Avrupa’ya ait bir kavram olan, Aristo’dan bugüne o düşünceye ait bir kavram olan, bu etik tartışmaları arayışları, orada, kendi ülkesinde, acaba sayın Bombote bu tür itirazlarla karşılaşıyor mu? Yoksa bizim gördüğümüz Batı dışı bir toplum olarak Türkiye’ye ait bir şey mi? Bunu sormak isterim. Örneğin kaynak öneriyoruz, mesela, tabii ki Türkçe kaynak çoğu zaman, bu kaynaklar, Türkçeye çevrilen kaynaklar öğrenci bize gelip soru soruyor. Öğrenci buradaki etiği anlamadığını ve buradaki örneklerin Avrupa örnekleri olduğunu oranın tarihsel özgürlüklerini yansıttığını söylüyor. Buna bir şey diyemiyoruz biz. Örneğin ötekilik, komşuya saygı üzerine kurmuş ama, öteki dediği hep Yahudi komşum olarak algılandığı için, öğrenci gelip bunu bize derste gerçekten itiraz ediyor. Diyor ki “siz burada Levinas’ı okutuyorsunuz, ama ötekine saygı dediği, sorumluluk dediği, Yahudi ise komşunuza sorumluluk duygusu duyabilirsiniz diyor”. Burada biz öğrenci karşısındaki tartışmada ciddi şekilde sıkıntı duyuyoruz. Bombote kendi ülkesinde bu kavram etrafında iletişim öğrencileriyle konuşurken veya ders verirken, böyle bir sıkıntı yaşıyor mu? Bunu merak ettim. Diomansi Bombote Teşekkür ederim, ama sorduğunuz soruya yanıt elde edebilmeniz oldukça güç. Emin olmamakla beraber size konuşmama bakarak kendinizin bir cevap çıkarmanızı tavsiye edeceğim. Sanıyorum ki etik, eğer dini ele alırsak, verilmiş buyruklardır, dışarıdan gelir ve bize Forum: Tartışma 279 tartışılmaz olarak kabul ettirilir. Örneğin, ahlak, toplum tarafından sistemleştirilmiş değerlerin bütünüdür. Ahlaktan bahsettiğimizde ise gazetecilik ahlakından bahsetmek mümkündür. Bu ise gazetecilerin üzerinde anlaştığı ahlak reçeteleri, kuralları, normlarının kendisini meslek alanında o mesleğin en iyi şekilde yapılması ve uygulanması için deontoloji olarak göstermektedir. Etik aynı zamanda daha öteye giderek ahlak'ı da kapsamaktadır. Etik, ahlakın üzerindedir. Etik bir çerçeve, bir yön, bir yoldur. Bu yön, çerçeve, zorunlu olarak sosyal ve sosyolojik olan bir bağlamda tanımlanır, kültüreldir. Son olarak etik bireysel olmalıdır. Daha önce evrensel bir etikten bahsedip bahsedemeyeceğimiz sorulmuştu. Ben bu soruya hayır cevabını vermiyorum ama benim değerlendirmeme göre etik vicdandan çıkan bir şeydir. Benim mesleki vicdanım, tartışılmayacak en son noktadaki kurallardır. Bütün reçetelerin, bütün yasaların kendi görevlerini yapmasından sonra (çünkü kanunlar bireysel olarak yapılamaz ve pozitif hukuk ve kanunlar kişisel değildir) ve bunlara yapılabilecek olası bütün başvurulardan sonra elde kalan indirgenemez kurallar benim vicdanımdır ve etik tam da buraya hitap etmektedir. Açık oldum mu bilemiyorum ama özetlemeye çalıştım. Deontolojiyi gazetecilik, araştırmacılık vb. gibi pek çok meslekte bulmak mümkündür. Ancak etik bunların hepsinin üzerindedir ve kişinin kendi bireysel vicdanına kalmış bir şeydir. Felsefe de içerir ve tartışma, eklemleme olasılığı neredeyse sonsuza kadar gider. Bu benim yanıtım. Konca Yumlu (Prof. Dr., Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi) Benim sormak istediğim soru kısmen Ümit ve kısmen ODTÜ’lü arkadaşımız tarafından vurgulandı. Ama yine ben sayın Mosco’ya sormak istiyorum. Kendisi bize çok önemli bir kavramı tanıttı: Enformasyon emekçileri. Ve etik olmayan durumlar karşısında insanların, özellikle bilgi emekçilerinin dayanışmasını önerdi. Ancak gelişmekte olan ülkelerde dayanışma anlamında bir sorun var. İşsizlik, çalışma fırsatlarının çok fazla olmaması nedeniyle, emekçiler dayanışma anlamında hep geride kalıyorlar. Acaba Kanada’da bu engeller söz konusu mu? Bunun üstesinden nasıl gelinebilir? Belki de 280 Forum: Medya ve Etik yeni teknolojilerin dayanışma anlamında olumlu etikleri olacak, bu konuda ne düşünüyorsunuz. Yüksel Akkaya (Prof. Dr., Gazi üniversitesi İletişim Fakültesi) Ben de burada tam İrfan hocanın dediğini yapacağım. Soruyu soracağım, önce kendim yanıtını vereceğim. Üretim tarzı ve üretim ilişkilerinden söz ettiysek bunun adını koyalım. Kapitalist bir toplumda, kapitalist bir sistemde etikten söz etmek mümkün mü? Eğer üretim araçlarının bir kısmını medya oluşturuyorsa, medya kar etme araçlarıysa, kar alanlarının genişletildiği noktalardan biriyse, dolayısıyla burada bir sömürü ağı oluşturulmuşsa, kapitalist sistemi tahkim eden önemli araçlarsa, bu medyada etiği oluşturmak mümkün mü? Zira biliyoruz ki kapitalist sistem karları artırmak üzerine kurulmuştur; sömürüyü yükseltmek üzerine kurulmuştur; böylesi bir sistemde karları azaltacak, sistemi tahkim etmeyecek, dinamitleyecek bir takım kurallara sistem izin verir mi? Medya patronları izin verir mi? Burada karşımıza şöyle bir sorun çıkıyor: Medya sistemi tahkim edecek insanları seçmek zorundadır. O zaman bu seçilmiş insanlar için etik ne kadar anlamlı olacaktır? Olmayacak bir duaya amin mi diyoruz? Soru bu. Peki örgütlenme bunun sihirli çözüm yollarından bir tanesi olabilir ki? Ne yazık ki hayır. 1950’li yıllar, 1960’lı yıllar 1970’li yıllar (Amerika’yı ve Avrupa’yı saymazsak) dünyada sendikalaşmanın altın çağıdır. Ancak sendikacılığın en çok çürüdüğü, kokuştuğu bir dönemdir. Korporatis ilişkilerin kurulduğu, emekle sermaye arasındaki ilişkilerin akışkanlığının sağlandığı bir örgütlenme vardır orada. Yani sendikaların kendi felsefesine ihanet ettiği bir dönemdir. Kapitalist sisteme karşı kurulmuş olan sendikalar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist sistemle bütünleştirilmiştir. Böylesi bir dünyada, bu örgütler gerçekten de buna karşı çıkan örgütlenmeler olabilir mi? Peki, bütün bunların olabilmesi için demokrasi dediğimiz bir şeye ihtiyacımız varsa, neden demokrasiyi sıfatlı kullanır hale geldik, Halk demokrasisi vs vs dedik, bir de bugün katılımcı demokrasiden söz ediyoruz. Zaten demokrasinin özünde katılımcılık yok mudur? O zaman, etik, katılımcı demokrasi ve sosyal diyalog gibi uydurulan bu kavramlar kapitalist sistemi tahkim etmek ve uzatmak için bize sunulmuş birer uyuşturucu mudur? Forum: Tartışma 281 Vincent Mosco Çalışanlar ve örgütler hakkındaki sorulara yanıt vereceğim. Böyle bir dünyada insanların hayatlarını iyileştirmesi için ne tür bir gelecek potansiyeline sahibiz? Üç olası yanıt var; örgütlen, örgütlen, örgütlen. Bana umut veren çeşitli yollar gözlemledim. 1950’lerin formal sendikalaşma girişimlerinin ötesinde, birinci dünya ülkelerindeki işçiler ve örgütler gelişmekte olan dünyanın işçileriyle artan bir şekilde bir araya gelmektedir. Aynı zamanda, bilgi işçileri tarafından öncülük edilen yeni örgütlenme biçimleri görmekteyiz. Örneğin Microsoft ABD hükümetinin yardımıyla başarılı bir şekilde resmi sendikalaşmaya karşı savaşmaktadır. Microsoft çalışanlarının Redmont Washington’da yaptıkları: Aslında bir sendika olan bir İşçi Derneği kurdular. Bir bakıma daha güçlü, çünkü sendikalarla ilgili yasalara sınırlanmış değiller. WashTech denen bir organizasyon var. Birçok yeni işçi organizasyon biçimleri var. Elbette insan çok iyimser olamaz. Birlikte olmak daima işlemez. Bürokrasiler daima sorunlara sahiptir. Bu durum mücadele ve örgütlenme sorunudur. Özünde biz etiksel olmaya mahkumuz. Gerçekten de, hangi toplumda yaşarsak yaşayalım, düşünme ve var olma çerçevesini daraltmaya çalışan kapitalist dünya dahil, direneceğiz veya direnmediğimiz için suçlu hissedeceğiz veya bilincimiz bizi rahatsız edecektir. Biz en azından etiksel bir dünyanın olasılığını düşünmeye mahkumuz. Ve bunu yaparken, bazılarımız aktif olarak katılacağız. Profesörün şiddet karşısında etik sorunu konusunda değindiğine gelince, bu çok önemli bir nokta çünkü özellikle bu dünyadaki verili derecedeki şiddet ve sadece genlerimizin bir ürünü olduğumuz durumunda, etik için bir yer olmadığı söylenmektedir. Bunun bana söylediği her zamankinde çok daha fazla direnmeliyiz. Şiddetin seviyesi yükseldikçe, sosyobiyolog, genetik dürtülere karşılık veren aşağı seviyede hayvandan başka bir şey olmadığımızı bize iletmeye çalışırken, daha zengin insan olmak için direnmeliyiz. Sadece etik için yer var değil, aynı zamanda etik her zamankinden çok daha zorunludur. 282 Forum: Medya ve Etik Ümit Atabek Ben de bu karamsal tabloya yanıt vermek durumundayım herhalde; çünkü karamsarlık iyi bir şey değil. Ben biraz aydınlık gelecek bekliyorum en azından. Bu bireysel etik konusunu biraz yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Çok bireysel olduğunu sandığımız etik, aslında bize mahsus çok da bireysel değil. O da toplumsal koşullarla belirlenen bir durum. Dolayısıyla benim bireysel etiğim, benim gibi insanların etikleri aşağı yukarı bellidir. Buradaki bireysel etikle toplumsal direniş mekanizması olarak Prof. Mosco’nun söylediği etiğin arasındaki ilişkiler çok hassas ve üzerinde ayrıntılı düşünmemiz lazım. Elimizdeki tek enstrüman da örgütlenme. Tabi örgütlenme üzerine Yüksel hocamızın kaygıları çok haklı. Örgüt kelimesi de sihirli bir kelime olarak işimizi çok görmüyor; ama tek enstrümanımız bu. Dolayısıyla bu tür örgütlenmeleri; yeni alternatifleri de iyice gözden geçirerek bir yere varmamız gerekiyor. Çünkü başka enstrümanımız yok. Bu örgütler içinde biz etik konusunu bir direniş mekanizması olarak kullanabiliriz. Böyle bakıldığı zaman da pek karamsar tabloyla da karşılaşmamız gerektiğini ileri sürüyorum. Belki buna şunu hatırlatarak da desteklemek gerekir. Evet kapitalizmde tabi ki kapitalist etik yaygındır, hakimdir. Dolayısıyla hepimizin etiğini bir anlamda törpülemektedir ve hepimiz bu çıkmaz içinde de debelenip duruyoruz. Doğrudur, ama kapitalizm de unutmayalım ki bir zamanların devrimci toplumsal modelidir. Feodalizmi devirmiştir. Kapitalizmin de bir etiği vardır ve o etik de çok saygındır bazı yönlerinden bakıldığında, feodal etikle kıyaslandığında. Dolayısıyla bunları birbirinden çok ayrı şey olarak da görmemek her şeyde çok karamsar mekanizmalara atfetmemek gerekir. Aksi taktirde, zaten şu andaki global kapitalizmin çılgınlığı içinde erimiş kaybolmuş gideriz. Beki de bütün bunlara eklememiz gereken şey, gelecek tahayyülüyle ilgili olarak, bu tartışmaların nereye varacağıdır. Bunları ısrarla, çok ciddi olarak gündemde tutmamız, tartışmamız gerekiyor. Forum: Tartışma 283 Emre Aygen (gazeteci) 27 yıllık gazeteciyim. Bir gazetede prensip gereği yazdığım haberleri çalıştığım gazeteye vermek zorundayımdır. Gazeteye haber merkezine veririm. 24 saatte o haber gazetede yayınlanmadığı zaman, ben kendi mesleki yaşantımı risk altına alıp, ya bunu İsveç Radyosuna satardım ya da BBC’ye satardım; ya da Köln Radyosuna satardım. Yani esasında, uluslararası ortak bir basın meselesi her zaman vardı. 1985 öncesinde şöyle bir şey olurdu: Gazze’de bir olay olduğu zaman çıkan haberlerde 16 tane Musevi, 8 tane Hıristiyan öldü diye haber çıkardı. Türk gazetecisi olarak biz arardık ve o arada 32 tane de Müslüman ya da Arap ölmüştür. Arap’ın öldüğü o ajans haberinde yoktur. O günlerden bu günlere geliyoruz. Dünyada medyada etik olarak örgütlenme içinde olması için gösterilen çabalarına saygı duyuyorum. Ben de aynı şekilde sendikalarımız sona erdirilirken mesleğini sürdürmüş bir gazeteciyim. Profesör politik olduğunu söyledi. Evet, o politik olma hala devam etmekte. Bir öğrenci Ben de bir yorumda bulunacağım soru sormayacağım, belki arkadaşla paralel olacak, ama daha farklı bir tarzda söyleyeceğim. Etiğin kökeninde vicdan ve aklın koordinatlarını görebiliriz. Bugünkü dünyada vicdanın olmadığını, sadece aklın kaldığını düşünüyorum. Bu da kimin aklının olduğu sorusunu beraberinde getiriyor. Kendi ülkemiz için şunu söyleyebilirim: Son 15 yılda çok büyük değer kaybının yaşandığını düşünüyorum. Derslerde etiğin tartışılması sahte geliyordu bana. Çünkü ulaşılabilir bir şey olarak görmüyordum. Hala da görmüyorum ve şu anki koşullar içerisinde de etik tartışmalarını yapmayı yine çok da kıymetli bulamıyorum. Çünkü geçenlerde bir arkadaşım bana torpille işe girdiğinden bahsetti. Normalde ben ona, bunu söyleyen birine tepki gösterirdim, yapmamalıydın derdim. Ama şimdi onun başka çaresinin olmadığını biliyorum. Sevindim onun adına. Böyle bir ülkede bu tartışmaların ekonomik temelli olması da sevindirdi beni. 284 Forum: Medya ve Etik Refik Erduran Genç arkadaşların soruları çok hoşuma gidiyor. Ama bir tehlike görüyorum. Biraz sinikliğe kayma eğilimi var gibi. Kendileri kapitalizmi eleştiri yollu sorular soruyorlar. Hatırlatırım ki kapitalizmin alternatifinin doğuşu vicdandan gelir. Vicdan diye bir şey vardır. Dr. Schiller Kant’tan bahsetti. Kant’ın çok doğru bir şeyi vardır; onun diye felsefi bir kavramı vardır: Dünyada bazı şeyler tartışılmaz, vardır. Vicdan da vardır. Onun için korkmayın her zaman da olacak. Hülya Eraslan (Araştırma görevlisi, Gazi Üniversitesi iletişim Fakültesi) Benim Sorum Boris Novasardiyan’a. Ermenistan’daki Ermeni basınının etik uygulamaları, etik pratikleri hakkında bilgi verebilir misiniz? Boris Novasardiyan Önce çok kısaca kapitalizm ve etik konusu üzerinde duracağım. Etik aynı zamanda kaliteli ürün üreten teknolojinin bir parçasıdır. Kapitalist pazar sadece üretenlerden değil aynı zamanda tüketenlerden oluştuğu için, daima kalite ve etiksel ürün için talep olacaktır. İletişim bağlamında, bu en son enformasyondur, enformasyonda kalitedir. Elbette bu pazarda manipülasyon çok güçlü bir rol oynar. Eğer baba bütün medyanın veya medyanın çoğunun etikli olduğunu inanıp inanmadığımı sorarsanız, hayır derim, buna inanmıyorum. Eğer bana medya pazarında kaliteli ve etkili bir bölüm olup olmadığını sorarsanız, evet var derim; bu tur medya daima var olacaktır, çünkü tüketiciler bunu talep etmektedir. Pazarda rahatlık ve mutluluk arasında fark, ayırım olmalıdır. Kapitalist pazar size daima rahatlık satmayı dener. Fakat sizin mutluluğa ihtiyacınız vardır. Örneğin Rotterdam Üniversitesi’de mutluluğun ne olduğunu saptamaya çalışan bir araştırmacı olduğunu duydum. İnsanlık daima mutluluğun ne olduğunu, kaliteli ürünün, doğru enformasyonun ne olduğunu ne olduğunu bulmaya çalıştığı için, bu talep daima etikli ve kaliteli üretimiyle sonuçlanacaktır. İstanbul’daki Ermeni medyasına gelince, elbette (Ermenistan’daki medya ile İstanbul’daki Ermeni medyası) arasında Forum: Tartışma 285 büyük fark vardır, çünkü öncelikle benim ülkemdeki Ermeni medyası bağımsız bir ülkeye kıymet vermektedir. İstanbul’daki medya, TürkErmeni medyası, öncelikle küçük bir cemaate hizmet eder. Belli ahlaksal kuralların olduğu küçük bir cemaate hizmet ettiği için, etiksel bir ürün olmasını garantiye alan örgütlerin, kurumların veya otosansür sisteminin kurulmasına gerek yoktur. Ermenistan’da pazar geniş, elbette bu önemli bir konudur, fakat ne yazık ki bizim medyamızın etikli olduğunu övünerek söyleyemem. Bunun için birçok neden var. Belirttiğim gibi tarzında etiksel ürünlerin olmasını garantileyen bir sisteme sahip olmak için, üç ana oyuncu arasında bazı anlaşmaların olması gerekir: Endüstri, meslek ve toplum. Şimdi Ermenistan’da olan vahşi kapitalizm koşulu altındaki endüstri medyayı etikli yapmaya hiç ilgi duymamaktadır, çünkü onlar sadece nasıl para kazanacaklarını düşünmektedirler. “Biz para yatırdık, başka şeyi niye düşünelim ki” demektedirler. Gazeteciler Sovyet ideoloji ve yönetimi tarafından sınırlanan çok uzun deneyime sahipler. Şimdi onlar için otodenetim, etiksel kodlar ve sansür arasındaki farkı ayırt etmeleri çok zor. Dolayısıyla gazeteciler, her türlü sınırlamadan, her şeyden kaçınmaya çalışmaktadır. Kelimenin kaba anlamıyla özgür olmak istiyorlar. Toplum etikli medya isteyecek yeterince eğitime sahip değil. Çünkü toplum medyayı yönetimin (hükümetin) parçası olarak görmektedir. Bu da Sovyet geleneğinden gelmektedir. İnsanlar genellikle, “bir sonuç getirmeyecekse neden çürümüşlük hakkında yazıyorsunuz; O halde, yazmamalısınız; görevinizi başaramıyorsunuz” diyor. Dolayısıyla belirgin bir şekilde, yapıcı olmayan bir şekilde talep etmektedir. Bu nedenle kaliteli medya için ne yazık ki toplumdan yapıcı destek gelmemektedir. Ümit Atabek Sovyetler zamanındaki ve sonrasındaki Gazetecilik organizasyonu nasıl? 286 Forum: Medya ve Etik Boris Novasardiyan Sovyetler döneminde yönetim tarafından kurulmuş gazetecilik organizasyonları vardı. Gazetecilik birlikleri Komünist Parti Merkez Komitesi’nin ideolojik bölümünden farklı değildi. Aynı sistemin parçalarıydı. Şimdi, bazı gönüllü gazetecilik birlikleri çıkmaktadır. Bunların bazıları oldukça etkili; bazıları değil. Bunlar sadece sivil toplum kurumları ve farklı meslek örgütleri kurmada ilk çabalardır. Oldukça zor bir dönem. Henüz otodenetim alanına ayak basmadılar. Açıkladığım gibi, endüstri tarafından desteklenmeyen herhangi bir otodenetim ve sorumlu tutumla sistemi çok zor başarılı olabilir. Ülkemde endüstri hala bu tür şeylerin önemini tanımamaktadır. Refik Erduran Sadece bir dip not; fakat çok önemli bir dipnot. Bazı konular karışık. Bazı konuşmacılar kapitalizmin kendi etiğine sahip olduğunu söyledi. Bana göre, kapitalizm ve etik birbirine zıt iki kavram. Kapitalizm vicdanlı bir ideolojiye sahip olmadı. Kaba açgözlülük üzerine kurulmuş bir sistemdir. Başka bir şey değil. Kapitalizm “karşılıksız çek vermemelisin, bankadan kredi alırsan, geri ödemelisin” gibi kendi kurallarına sahiptir. Kurallar ve etik aynı şey değildir. Kapitalizmin başlangıçta devrimci olduğu söylendi. Hayır, devrim vicdan, düşünce ve amaç ima eder. Kapitalizm böyle şeylere sahip değildir. Kapitalizm belli bireysel çıkarlardan çıkıp geldi. Satmak için mallar üretmelisin. Satmazsan, batarsın. Bu etik değil, bu bencil çıkar. İnsanlığın bir bölümünde kapitalizme alternatif, kendini daha iyi yapmada, daha insan olmada vicdanlı/bilinçli çaba olarak doğdu. Gerekir. Raphael Cohen-Almagor Beş farklı ülkeden beş önemli panelistimiz var. Panelistleri evrensel etik konusunda düşüncelerini söylemeye davet ediyorum. Herkesin ülkesinde medya yoksulluğu nasıl ele almaktadır? Her ülkede medya cinayeti nasıl işlemektedir? Her ülkede medya suç ve yoksulluk Forum: Tartışma 287 arasındaki ilişkiyi nasıl ele almaktadır? Örneğin, yaşamak için (karnını doyurmak için) bir eve girip hırsızlık yapmayı nasıl ele almaktadır? Vincent Mosco Medya etik alanında araştırma yaparken somut bir şekilde medya sunumlarında etiğin nasıl uygulandığı yeterince üzerinde durulmayan önemli bir konudur. Eğer temel sosyal problem konuları varsa, bir anlamda kanıt pratiktedir. Gazeteler gerçekte ne yapıyorlar: Sunuyorlar mı? Sosyal problemlere, emek konularına geldiğinde medya nadiren bunları ele alır. Ele aldığında nasıl ele alır? İnsan olmanın ne anlama geldiğini destekleyen bir şekilde mi sunum yapar? Sunumu,sayfalarında reklam yapanlarla çeliştiğinde ne yapar? Bu konu aslında ciddi bir şekilde araştırılması gereken bir sorudur. Bununla araştırma yapmak için ilgilenen varsa, sizinle bu konuda konuşmak isterim. Bu bağlamda araştırmaya ihtiyacımız var. Bir öğrenci Benim sorum sayın Mosco’ya olacak. Türkiye’de gazetecilerin ekonomik ve sosyal statüsü hakkında bir doktora tezi yaptım. Bu çalışmanın sonunda ulaştığım sonuçlardan biri de şudur: Gazeteciler arasında da örgütlenme kültürüne karşı ve emek örgütlenmesine karşı küçümseyici bir bakış var. Acaba bu gözlemime katılırlar mı? Vincent Mosco Evet, bu konuda yazan meslekdaşım Dan Schiller bazı gazeteciler arasında tarihsel olarak oldukça bireyselci duyarlılıklar olduğu konusunda aynı fikirde olacaktır. Kısmen çünkü meslek bireysel yazar olmak isteyenleri de çekmektedir. Aynı zamanda profesyonel kültür tarafından ve çalıştıkları firmaların onlar üzerine uyguladığı baskılarla “imal edilmiş bireyci” vardır. Dolayısıyla, direniş var. Fakat bu görüşe ters düşen bir örnek vereyim: gazeteciler tarihte en iyi sendika örgütlenenleri olmuştur. Sendikalara girerler. Bazen isteksizce bunu yaparlar. Fakat işçi sendikası hareketinin parçası olmuşlardır. 288 Forum: Medya ve Etik Günümüzde gazetecilerin karşılaştığı zorluk “örgütlenecekler mi?” sorusu değil, bilgi emekçileri sendikasını kurmak için “kiminle birlikte öğütlenecekleri” sorusudur. Yani, bilgi emekçileri tekniker emekçilerle, matbaa emekçileriyle, kameraların gerisinde çalışanlarla birleşecekler mi? Yayıncılarla (radyo, tv emekçileriyle), telefon işçileriyle, ileri teknoloji işçileriyle birleşecekler mi? Gazetecilerin yüz yüze olduğu zorluklar bunlar bugün. Kuzey Amerika’da ve belli ölçüde Avrupa’da iyi kanıtlar var, çünkü durumları önemli ölçüde kötüleşti ve şimdi diğer işçilerle birleşmekten başka seçenekleri olmadığını hissetmekteler. Burada büyük potansiyel olduğunu düşünüyorum. 2 Bayram Kaya (Prof. Dr., Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi) Üniversitede hepimiz etikle uğraşıyoruz. Ama gerçeklerimiz farklı. Akademisyenlerin gerçeğiyle, Türkiye’de yaşananlar. Örgütlenme düzeyinde baktığımız zaman, yanlış kullanımlara veya ihlallere baktığımız zaman, öyle sanıyorum ki, gelişmiş ülkelerin örgütlenmeleri bizden çok daha ileri. Ama onların gerçeği farklı. Ama kesiştiğimiz noktalar da var. Buradan sonuçlar çıkmalı. Bizim akademik tartışmalarımızdan net bir şey ortaya çıkmaz. Nasıl örgütlenelim? Uluslararası alanda nasıl işbirlikleri kuralım? Kendi ülkemizde nasıl olsun bu? Bizim medyaya bakarsanız. Sendika budanmıştır. Kimse güvence içinde değildir. 2 Tartışma notu: Mosco’nun “bilgi çalışanları (knowledge workers) tanımına katılabilmek için, kitaplar ve kütüphaneler dahil popüler medyanın içeriğinin ne anlamda bilgiye sahip olduğu üzerinde çok iyi düşünmemiz gerekir. Gazetelerde ve televizyonda üretilen içerik cehaleti yeniden-üretmeyi sağlayan ve sürdüren yönetimsel bilgidir. Bu yönetimsel bilginin kime ne tür sonuçlar getirdiği üzerinde ciddi bir şekilde düşünmemiz gerekmektedir. Bu tür bilgi üreten bir endüstriyel yapının çalışanına bilgi çalışanı demek ne kadar doğrudur? Bilinç ve insanlığı iğfal şebekesinin çalışanlarının bilgi çalişanı olabilmesi için ürünlerin egemen içeriğinin günümüzdeki karakterini taşımaması gerekmez mi? İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 289-302 Tartışma Soru, yanıt ve tartışmalar: İkinci gün Tartışmada söz alanlar, sırasıyla: İrfan Erdoğan, Bayram Kaya, Ahmet Akgül, Aytaç Yıldız, Süleyman İrvan, Nermin Gedik, Raphael CohenAlmagor, Marcello Foa, Mustafa Kılıç, Mehmet Yüksel. İrfan Erdoğan Etiğin yanlış anlaşılması, yanlış yansıtılması. Bu kasıtlı olarak yapılıyor. Bu bilinç yönetiminin bir parçası. Etik dediğimizde insan yaşamından bahsediyoruz. İnsanın örgütlü yaşamını nasıl ürettiğinden, onu nasıl anlamlandırdığından ve onu nasıl değerlendirdiğinden bahsediyoruz. Dolayısıyla, biz etik hakkında konuşurken toplumdan bahsetmeliyiz. Toplumdaki örgütlü yapılardan bahsetmeliyiz. Örgütlü yapıların kendilerini nasıl yeniden ürettiğinden bahsetmeliyiz. Yoksa etiği sadece pratiğe indirgemek ve pratiği meşrulaştırmak doğru değil. Çoğu zaman böyle yapılıyor. Gerçek ile sahte yüzmeye gitmişler. Giyeceklerini derenin kenarında çıkartıp suya girmişler. Sahte sudan çıkmış ve gerçeğin giyeceklerini giyip gitmiş. Gerçek, sudan çıktığında bakmış ki oradaki giyecekler sahtenin. Giymemiş. Oradaki çalıların arasına gizlenmiş. Gizleniş o gizleniş. Bilmiyorum neden gizleniyor? Bilmiyorum neden çıplak olmaktan korkuyor? Biraz bunun üzerinde düşünürsek iyi olur. Günümüze geldiğimizde, bir gerçeklik kurulmuş ve kurulan bu gerçekliği de doğrunun giysisini giyen sahte kurmuş. Günümüzde, bu egemenlik en yüksek alçaklık seviyesine erişmiş: Hırsızlar, vurguncular, dolandırıcılar ülkeleri yönetiyor, haksız kazançla (haklı kazanç ne ki?) trilyonlar vuranlar okullar açıyor, eğitiyor, yardımseverlik örnekleri veriyor. Katiller “kurtarma, demokrasi ve 290 Forum: Medya ve Etik özgürlük operasyonu” yapıyor. Irak’ta “Operasyon Adam Smith” ile övünüyor. İnsan hakları şampiyonluğu yapan bu katiller asla ellerini kana bulamazlar, çünkü bu insan haklarına aykırıdır, etik ilkelerine uymaz, demokratik değildir; çünkü mideleri bunu kaldırmaz. Dolayısıyla ne yaparlar? İşçi sınıfının yarısını, diğer yarısını baskı altında tutmak ve gerektiğinde öldürtmek için kiralarlar. Bu kiralayan ve kiralanmış katillere güller atılıyor. Kölelik özgürlük olarak satılıyor ve kölelerin önemli bir kısmı satanlara tapıyor. İnsanların bilincini iğfal edenler, insanların isteğini, arzusunu dile getirdiğini iddia edip alkış topluyorlar. Örgütlü yapılardaki ilişkiler baskı, yalakalık, şantaj, sahtekarlık ve çalıp çırpmada ortaklıkla yürütülüyor. Bu alçalmış insanlık taslayan egemen insanımsılığın, böl ve yönet politikalarını gerçekleştirmek ve ekonomik, siyasal ve kültürel pazarın promosyonunu yapmak için kullanılan sayısız kılıflardan biri de etik kavramıdır. Egemen etik, gerçeğin yerini alan sahtenin, kendisinin olmayan ama kendisinin diye sunduğu klasik giysilerden biridir. Günümüzde insan hakları, demokrasi, özgürlük, kültür, empati ve etik gibi birçok nosyon bizim için değil, bize rağmen, bize karşı vardır. Bunlar bizim için sandığımız, fakat aslında ücretli kölelik sistemini yeniden üretmeye istekle katılmamızı sağlayan düşünsel mekanizmalardır. Bu kavramlar demokrasiyi, özgürlüğü, insan haklarını, kültürü, empatiyi ve etiği günlük örgütlü pratiklerinde kendi çıkarlarına uygun bir şekilde sürekli tanımlayan ve yeniden tanımlayanların kontrolü ve mülkiyeti altındadır. Egemen etik ve etikle ilgili akademik ve diğer girişimler büyük çoğunlukla toplumdaki egemen pratikleri meşrulaştırma araç ve yollarıdır. Etik ile ilgili eleştiriler ve çözüm önerileri çoğunlukla yerel ve küresel pazar yapılarının kontrollü alternatifleridir. Bu kontrollü alternatifler egemen pazarın materyal çıkar yapısı ve bu yapıyı destekleyen bilişsel yapıyı yeniden üretmek için vardırlar. Okullar kendilerini özgür ve bağımsız sanan maaşlı köleler tarafından bu tür yeniden üretimin yapıldığı en işlevsel yerlerden birisidir. Nasıl ki egemen pratikleri destekleyen etik varsa, bu pratiklere karşı mücadele edenlerin de etiği vardır. Evrensel gerçek olabilir ama, evrensel değer ve evrensel etik asla olamaz. Çünkü evrensel gerçek örgütlü insan faaliyetiyle ve bu faaliyetin öykülenen Forum: Tartışma 291 değer ve etiğiyle birlikte evrenselliğini yitirir. Bir gerçek pratiğe döküldüğü andan itibaren artık o, kültüreldir; artık orada evrensellikten bahsedemeyiz. Orada biz kültürden bahsederiz ya da kültürel emperyalizmden bahsederiz. Peynir gemileri ve kervanlar sözle, etikle, empatiyle, vücut diliyle yürümüyor. Sözün, etiğin ve empatinin işlevsel olarak kullanıldığı günlük örgütlü materyal ilişkilerle yürütülüyor. Bu durumun etiksel ve söylem (discursive) analizini yapınca, kervanın neden yürüdüğü ve itin neden ürüdüğü anlaşılmaz. Soru şu: bu anlaşılanın anlamı ve sonuçları ne? Bunları bilmemiz gerekir. Bu oturumda soru sormada açılışı ben yapmak istiyorum. Soru sormayacağım. bir şeyler söyleyeceğim ve ona karşı reaksiyon arzu ediyorum. Şöyle başlayalım. Özgür konuşmayla. Soyut özgürlükle başlayalım: Sen her istediğini yapabilirsin. Örneğin Donald Trump istediğini söyleyebilir. Sokaktaki bir insan da istediğini söyleyebilir. Her ikisi de özgür. Gerçekten özgürler mi? hayır, değiller. Özgürlüğün anlamı sadece örgütlü zaman, örgütlü yer ve örgütlü güç ilişkileri içinde özgürlükten bahsettiğimiz zaman anlam kazanır. İnsanlar konuşma özgürlüğünü kullanma araçlarına ve olanaklarına sahip olmadıkça, özgür konuşma kuralları getiren yasalar meşrulaştırma araçlarıdır. Aksi taktirde, özgürlüğün hiçbir anlamı yoktur. Şimdi Raphael Cohen-Almagor’un sunumuyla ilgili söyleyeceğim bir şeyler var. Rafael’in sunduğu çözümlerin hiçbiri gerçek ve geçerli çözümler değildir. Onlar çözüm olmayan mekaniksel çözümlerdir. Onlar yapısal sorunları, eylemleri ve düşünceleri ortadan kaldıramazlar. Bayram Kaya Bu oturumda da konuşmacılar etik anlatırken, işin kuramına girerken, hep Batı kaynaklı kavramlar kullandılar. Teorisyenleriyle ve yazarlarıyla birlikte tümüyle Batı kaynaklarını kullandılar. Batı kaynakları elbette ki önemli. Kullanacağız, ama ele alınış itibariyle, 600 yıllık dönemde, bin yıllık dönemde biz orada hiç yokuz. Osmanlı, Selçuklu yok. Felsefede yok. Etik tartışmalarında da yok. Yok mu acaba? Acaba doğru mu yapıyoruz? Pazarlamada yönetimde etik 292 Forum: Medya ve Etik kavramlarını, yönetimdeki etiği ben de derslerimde kullanıyorum. Ama niye oturtamıyoruz? Oturtamadığımızın nedeni, kendi kültüründen gelmiyor. Kendi kaynaklarından tanımlamıyoruz. Bunun için diyorum. Etik konusu Osmanlılarda da tartışıldı. Selçuklular’da da tartışıldı. Oralardan alıp kendimize ki en son İrfan hoca’nın da ifade ettiği de, eğer bir şey elimize geçmişse artık o yereldir, evrensel olmaz. Öyleyse, kendimizden çıkıp da bu incelemeleri yapmamış gerekiyor. Şimdi panelistlere ve konuşmacılara soruyorum: İfade ettiğiniz her şey, Batı yazarlarıylaydı, batı eliyleydi, batı kavramlarıylaydı. Acaba bizde bir şey yok mu? İrfan Erdoğan Bayram arkadaşıma bir şey hatırlatayım. Konuşmacıların çoğu, Bayram hocamızın sorusuna cevap verdi. Benim en son söylediğim de ona cevap oluyor. Biz eğer etiği doğru anlamak istiyorsak, o zaman etiği olduğu yerde, olduğu zamanda, örgütlü yapılar ve ilişkiler içinde incelemeliyiz. Örgütlü yapılar ve güç ilişkileri içinde incelememiz gerekir. Hocamız haklı. Türkiye’de hakikaten, batı çok, ama bu, egemenliğin bir yansımasıdır. Çünkü bilimi üreten Batı. Dolayısıyla, biz o egemenliğin bir parçasıyız; ama nasıl bir parçasıyız? Tüketen bir parçasıyız. Dolayısıyla, çözüm, tüketen parçası olmamak. Onun için bir şeyler yapmak. Ahmet Akgül (Toplumsal Etik Derneği başkanı) Ben etik sorunlarının terör sorunları kadar tehlikeli olduğunu yaşadım ve biliyorum. İki yıldır etik sorunlarının Türkiye’de ne denli bir konuma geldiğini gördüm. Bütün kurum ve kuruluşların, ahlaki sorundan hızla yoksun hale geldiğini gördüm. Onun için, ben bu konuya girdiğim için, yani böyle bir derneğe girdiğim için, mücadele ettiğim için, inanın ki çok ızdırap çekiyorum. Son günlerde yapılan kamuoyu yoklamaları ve manipülasyonla ilgili çok kısa bir şey söylemek istiyorum. Son aylarda yapılan anketlerin, bilimsellikten, doğruluktan uzak olduğunu düşünüyorum. Bunların medyada yayınlanmasının arka planındaki manipülasyonun, bazı siyasi partilerin Forum: Tartışma 293 amaçlarına hizmet ettiği düşüncesini taşıyorum. Bu kamuoyu yoklamalarıyla, kamuoyunu yönlendirme ve biçimlendirme gayesi güdüldüğünü düşünüyorum. Bu durumda anket uygulamalarına ve medyaya olan güvenin de sarsıldığını görüyorum. Örneğin, bir ay içinde siyasi partiler için yapılan anketlerde A partisinin oyları % 28 ile 39 arası, B partisinin oyları % 11 ile 17 arası, C partisinin oyları % 8 ile 14 arası, D partisinin oyları % 6 ile 12 arası, E partisinin % 3 il3 6 arası gösterilmektedir. Çeşitli araştırma firmalarca yapılan anket sonuçları zıt değerler içermektedir. Örneğin bir firma B partisinin oylarını baraj civarında gösterirken, diğer araştırma firması % 17 göstermektedir. Bu gibi sonuçlardan da anlaşılacağı gibi, yapılan araştırmalar gerçeği ve objektiflik kriterlerini yansıtmamaktadır. Basınımız etik değerlerden uzaklaşarak kaybettiği saygınlığını etik değerlere sarılarak kazanabilir. Toplumumuzun medyaya güvenebilmesi için, medya temsilcilerinin güven tesis edici çalışmalar yapması gerekir. Basının toplumu yönlendirme ve doğru bilgilendirmedeki önemi dikkate alınarak, yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü güç olarak kabul edilmiştir. Teknolojinin çok hızlı gelişmesi neticesinde medyanın önemi artarken, etik değerlerin korunması da gündeme gelmiştir. Medya güçlendikçe, toplumsal ve siyasal yaşamda söz sahibi olmak istemektedir. Bu bağlamda medya bir yandan kötülükleri açığa çıkartırken, diğer yandan etik ilkelere uymamaktadır. Ve biliyorsunuz, Türkiye’de üç tane holding medyayı yönetmektedir. Ülkemizde medyanın sermaye yapısı itibariyle kamu hizmeti gören ve kamu yararı gözetme konumundan çıkarak, kendi özel çıkarlarını koruma ve haberleri buna göre biçimlendirme aracı olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu durum kamuoyunun özgür oluşabilmesini ve demokrasinin gelişmesini engellemektedir. Hangi haberin ne maksatla yazıldığı da arka planda ne yaptığını düşünen okuyucu veya izleyicinin güveni iyice sarsılmış durumdadır. Bu güveni yeniden tesis etmek için gerek medya profesyonelleri ve gerekse medya kuruluşları tarafsızlık, açıklık, sadelik, kesinlik ve doğruluktan ödün vermemelidir. Ama maalesef bunu göremiyoruz. Biz iki yıldır mücadele ediyoruz. Geçen sene özellikle haftada bir faaliyet yaptık ama medya kör bir duvardı. 294 Forum: Medya ve Etik Aytaç Yıldız (A. Ü. İletişim Fakültesi, doktora öğrencisi) Etik derslerinde iki sıkıntı var. Birisi gerçekten vahşi kapitalizmden dolayı medya sektörü dediğimiz alan o kadar kötü ki, işsizlik, iletişim mezunları, Avrupa’da da burada da iş bulmak zorunda, bitirdiği zaman fakülteyi. O kadar vahşi bir sektör ki bu kapitalizm dediğimiz şey, piyasa anlamında; öğrenciye siz derste istediğiniz kadar etik kuralları gösterin, medya kuralları gösterin, öğrenci size şundan dolayı inanmıyor. “İyi de hocam diyor, ben yarın mezun olduğumda, çıktığımda” diyor, “ben patron bana editörüm, şu habere gideceksin. Şu mankeni kovalayacaksın, Tayyip Erdoğan’la veya Baykal’la ilgili ya da şunla ilgili şu haberi aleyhte veya lehte yapacaksın, öyle istiyorum, manşet böyle çıkacak” dediğinde, ben etik uğruna hayır demek şansım var mı? Sabah kapıya konacağımı bile bile böyle bir şey mümkün mu? Ya da bir halkla ilişkiler sektöründe, hiç mümkün mu? İnanıyor musunuz? Burada öğrenciye hak verip geçiyoruz.1 İrfan Erdoğan haklı, bu kadar vahşi bir sistemde ancak böyle olur. Ama buna şimdilik bir çözümümüz yok hiç birimizin. İkinci bir konu daha var. O da şu. Bayram hocanın söylediği konu: O zaman biz öğrencilere bunu söyleyemiyorsak, etikle ilgili, buna bir çözüm bulamıyorsak, o zaman ikinci şık kalıyor. Nedir bu derslerin verilmesindeki ikinci ihtimal? Öğrenciye sorumlulukla ilgili, etikle ilgili, onu o bilincin gelişmesine dair bir katkıda nasıl bulunabiliriz fakültesi bitirmeden? O zaman amaç bu olabilir. Sektör bu kadar vahşi olabilir ama biz onun bilincine nasıl katkıda bulunabiliriz? Fakat o zaman işte o sorun meydana çıkıyor, Bayram hocanın söylediği sorun. Siz Batı kaynaklı kavramları, sadece oranın uzun yıllar, yavaş yavaş beş yüz altı yüz yılda toplumsal dönüşümüyle yavaş yavaş içselleştirilen kavramlarını bir sabah getirip başka toplumun öğrencilerine sunduğunuz zaman, öğrenci kala kalıyor. İşte Mehmet 1 Forum için tartışma notu: İşte burada öğrenciye hak verip geçilmez. İşte burada, tarih boyu egemenliğin ne olduğunu, nasıl kurulup günlük pratiklerde nasıl yürütüldüğünü ve mücadelenin ne denli önemli, anlamlı, gerekli ve riskli olduğunu anlatmak gerekir. Bunu yapmak için de, iletişim alanında ”insanı metin gibi okuma” yerine, insanı örgütlü güç yapıları ve ilişkileri içinde anlamaya odaklanmak gerekir. Forum: Tartışma 295 Yüksel söyledi az önce. Örneğin Kant’ı nasıl temellendirdiğini anlattı. Peki bugün Kant’ın bu temellendirmesini, yani evrensel anlamda işte insan doğası böyledir, akılla, bunu bugün kim anlatıyor bize? Bilirsiniz Habermas anlatıyor. Evrensel pragmatizm, iletişimsel eylem teorisi. Sırf bundan dolayı Habermas ağır eleştiriler aldı. Boşa çıkartılan bir Kant önermesini yirminci yüzyılda bize yeniden sundun diye, en ağır eleştirileri Habermas aldı. Biz ne yapıyoruz? Buyurun Habermas’ın etik anlayışını tartışalım. Niye? Ya da Kant’ı tartışalım. Peki hiç mi, orada geçen, sonra sayın Erdoğan’a da, bir itirazım var, İrfan hocaya. Dedi ki, bilimi Batı ürettiği için, biz Batı egemenliğine mecbur kalıyoruz. Burada söz ettiğiniz şey… İrfan Erdoğan Öyle bir şey demedim. Ben orada egemenlik ve mücadeleden bahsettim. Bir üretim var. Biz üretimden bahsettiğimizde, yapısal ilişkilerden, insan ilişkilerinden bahsediyoruz. Biz orada egemenlik ve mücadeleden bahsediyoruz. O egemenlik ve mücadelede eğer biz yeni sömürge isek ve dolayısıyla bilimin ürününün tüketicisi isek, orada biz mücadele veren durumdayız. Dolayısıyla bilinçli bir şekilde mücadele vermemiz lazım; çünkü üreten Batı. Eğer üreten Batıysa, biz, ürünleri Batı üretiyor, biz bu ürünleri istemiyoruz diyebiliriz. Ama önemli olan, bunu diyebilmek için, onu üretmemiz lazım. İkincisi, senden ve bütün araştırma görevlilerinden ricam: İngilizce örgenin. Düşmanının dilini öğrenmen lazım. Düşmanının dilini bilmen lazım. Eğer sen düşmanının dilini bilmiyorsan, sen onla başarılı bir şekilde mücadele edemezsin. Dostunun da dilini bilmen lazım. Herhalde birisi biraz önce söylemişti: Dostunu kendine yakın tut, düşmanını daha yakın. Dolayısıyla, bunun anlamı: İngilizce öğrenin. Etikle ilgili, gidin, sadece hocanızın ne dediğine bakmayın, hocanızın verdiği kaynaklarla sınırlı kalmayın. Gidin bulabileceğiniz ne kadar kaynak varsa bulun ve okuyun. Kaynak bulurken de tek görüşü savunan kaynak bulmayın. Örneğin biraz önce bize Habermas örneği verdin. O örneği verirken kendinle çeliştin. Ne oluyor orada, Batıdan Habermas bir görüşle geliyor ve biz onu eleştiriyoruz. İşte bu güzel bir cevap değil mi, hem sana hem de bayram hocamıza? Bu güzel bir şey, böyle olması lazım. Belki az oluyor ama yapıyoruz. 296 Forum: Medya ve Etik Aytaç Yıldız Biri eleştirmiyor. Biz sadece tercüme edip okuyoruz, ya da İngilizce okuyoruz. İrfan Erdoğan Ben Habermas’ı en aşağı yirmi sayfa eleştirdim. Aytaç Yıldız Sevgili hocam, sizinkini de biliyorum ama söylemek istediğim şu: eğer burada konuştuğunuz Batının ürettiği bir bilimse, yani, bilim kavramından söz ediyorum ben, oysa etik dersinde söylenen şey, bizim anladığımız anlamda Batının ürettiği ve dayattığı bir bilim de değil. İrfan Erdoğan O zaman değiştirin. Aytaç Yıldız Doğruluk, haber konusu. Öğrenciye diyoruz ki: “Doğru olacaksın. Haber kaynağı yalansa, bunu yansıtamazsın” diyoruz. Biz doğru nedir sorusunu batının egemenliğindeki bilimle ne alakası var? Bu coğrafyada hiç mi doğru nedir, vicdan nedir sorusunun cevabı yüz yıllardır yok. Osmanlıda, Selçukluda. Niye bunlardan söz edilmez tek kelime. Doğruyu Foucault’da mı bulacağız? İrfan Erdoğan Edin, çocuklar. Bunlar gerçekten de çok önemli sorular. Bunun kökenlerini, benim bahsettiğim egemenliği ve mücadeleyi anlamaya çalışırken, örneğin Osmanlıların duraklama devrinden başlayarak Batı’ya sarılışında, aydınlarımızın, eğitimcilerimizin, eğitim politikalarını belirleyenlerin kendini ve kendinden olanı sevmeyen psikolojisinde, kendinin olmayan değerlerinde, bilişsel ve materyal çıkar yapılarında ararsak gerçeğe biraz daha yaklaşmış oluruz. Aytaç Yıldız Ben burada size katılıyorum hocam. Biz aynı şeyi söylüyoruz; ben burada size katılıyorum. Forum: Tartışma 297 İrfan Erdoğan: Anlıyorum. Ama edin çocuklar. Bunu yapmamız lazım, Senin söylemenin anlamı, demek ki bir mücadele veriyoruz. Şahane. Süleyman İrvan Çok kısa cevap vereceğim, hem bayram hocaya hem diğer arkadaşlara. Kant’ın etiği büyük ölçüde din temelli. Hangi dine bakarsanız hepsi aynı şeyi söylemiş. Ne diyor: Evrensel ilkeler. Din farklı bir şey söylemiyor. Bunu siz doğuda da bulabilirsiniz, batıda da. Dolayısıyla, niye bizim yerli kaynaklarımız kullanılmıyor demek doğru bir eleştiri değil. Yerli kaynaklar da kullanılır. Bayram hoca bize daha iyi karar verme mekanizması önerirse onu da kullanırız. İlla batılı bir şey kullanacağız diye bir şey yok. Medyada sorun var. Medyayla ilgili olarak iki şey söylenebilir. Birincisinde, medya etik davranmıyor denebilir. Bunu demek, medya etikli davranabilir demektir aslında. İkincisinde, medya etikli davranamıyor da denilebilir. Medya etikli davranamıyor dediğiniz andan itibaren artık etik tartışması yapmaya gerek yok. O zaman medyanın ekonomik yapılarına, güç ilişkilerine vb. girmek durumundasınızdır. Bu konferansın amacı bu değil diye düşünüyorum. Bütün bu üretim ilişkilerine, bütün bu güç ilişkilerine rağmen gazeteciler etik davranabilir. Gazetecilerin belli bir özerkliği var. Nermin Gedik (Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü, Araştırma görevlisi) Aristoteles der ki bir şeyin ne olduğunu bilmeksizin, o şey hakkında başka bir şeye yanıt vermek mümkün değildir. Burada iki gündür özellikle iki konu birbirine karışıyor. Birincisi, birtakım sorular etik nedir sorusuna verilecek yanıtla ilgiliyken, diğer birtakım sorular da doğrudan bir takım etik görüşlerine ilişkin eleştirilerle ilgili. Ben özellikle Mehmet Yüksel beye teşekkür etmek istiyorum çünkü konuşmasında en azından etikten ne anladığını, çünkü farklı şeyler anlaşıldığı kabulüyle bir ahlak olarak anlaşılıyor. İkincisi belli mesleki etik kodları, ahlak kodları olarak anlaşılıyor; veya üçüncüsü de felsefenin bir disiplini olarak anlaşılıyor. Şimdi, eğer her bir konuşmacı veya her bir soru soran hangi anlamda etikle ilgili sorduğunu veya bir 298 Forum: Medya ve Etik şeyler dile getirdiğini söyleseydi belki de bu karışıklıkların hiç biri yaşanmayacaktı. Süleyman beye bir eleştiri getirmek istiyorum, bilmiyorum, bir kaynaktan mı okudular, yoksa kendileri mi bu sonuca ulaştılar, Kuçuradi’nin etik anlayışını ilke etiği veya görev etiği altına soktular; ancak İonna hocanın bütün kitaplarında ve yazılarında göreceğimiz gibi etiğin bir ilkeler bütünü veya bir sistem getirmeye çalışan ilkeler olmadığını özellikle vurgular. Belki de onun için değer etiği adını vermek daha uygun olabilir. Nedir değer etiği veya İonna hocanın etiği nasıl bir şeydir diye bakacak olursak, özellikle ilkeler etiğinden çok ayrı bir şey olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü her tek durumda, bakın, felsefenin bir dalı olarak etik, belirli nesneler konusunda bilgi ortaya koyar. Ama günlük hayatta karşılaştığımız tek tek etik sorunlarla düşündüğümüzde, özellikle bir eylemimizin ya da verdiğimiz bir kararın etik olup olmadığı üzerine yoğunlaşmak istiyorsak veya böyle bir sonuca gideceksek, o zaman bizim nesnemizi doğru değerlendirmemiz gerektiğini söyler. Nesnemiz bir eylem olabilir, bir kişi olabilir, bir karar olabilir veya bir durum olabilir. İrfan Erdoğan Çok doğru dediğinize katılıyorum. Fakat buradaki herkesin etik hakkında bir bilgisi var. Dolayısıyla, etiğin tanımıyla başlamak pek doğru değil. Ama hangi etikten bahsedildiğinin söylenmesi lazım. Bir şeyi hatırlatmak isterim, o da şu: Bir bilimsel girişimde, ben buradaki sunumları bilimsel girişim olarak niteliyorum, bir bilimsel girişimde biz daima var olan bilginin üzerinden hareket ederek sunumumuzu yaparız, irdelememizi yaparız. Bunu yaparken, var olan bilginin tekrarı, kavramların tanımı, yinelenmesi anlamsızdır. Etiği tanımlayarak başlamak, ancak o tanım üzerinde bir tartışma yapılacaksa anlamlıdır. Örneğin burada bir kaç kişi etiğin ne olduğunu bilmiyorsa, birinin etiğin ne olduğunu bilmemesi, bilimsel girişimde etiğin ne olduğunu anlatması için bir gerekçe olamaz, çünkü bilimsel girişimde önemli olan bilgi birikiminin ne olduğudur ve bizim onun üzerinde ne kurduğumuzdur. Forum: Tartışma 299 Süleyman Irvan Ben Kuçuradi’den söz etmedim ama; Immanuel Kant’ın etiğinden söz ettim. Acaba orada yanlış bir anlama oldu mu diye onu düzeltmek istiyorum. Kuçuradi’nin söz ettiği değer etiğiyle, benim anlattığım Kant’ın sözünü ettiği görevselci etik arasında çok ciddi farklılık olmadığını da düşünüyorum. Rafael Cohen-Almagor Benim sorum Prof. Marcello Foe için. Spin doktorları hakkında. Çatışmaları sunmada artan bir şekilde gazeteler yerel gazetecileri kullanmaktadır. Yerel gazeteciyi kullanmada sorun, o öyküde taraf tutar, çatışmada yan tutar. Nesnel değildir. Nesnel olmadığı için, bazen gerçeği anlatır, fakat anı yakalamadığında, anı uydurur. Aldığım resimlerden biri tahrip edilmiş bir binanındı. Havadan vurulmuştu. Gazeteci durumun ne kadar gaddarca olduğunu göstermek ister. Bunun için bir “teddy bear” (oyuncak ayı) alır ve yıkıntılar arasına koyar. Bütün binaların tozla kaplı olduğunu görebiliyordunuz, fakat teddy bear tamamiyle temizdi. Resim uydurulmuştu. Bir resimde bir adam yıkık evinin önünde ağlıyordu. Bir diğer resimde ölü bir adam vardı. Ölü adam diğer resimde ağlayan adamdı. Aynı saat ve aynı yüzükten anlayabilirdiniz. Adam muhtemelen ölü değildi. Gazetelerin yerel gazeteciler kullanarak kendi spin doktorlarını yarattıklarını düşünmüyor musunuz? Marcello Foa Kesin olarak bilmiyorum. Ben mesleğimden gurur duymuyorum. Yerel gazetecilerin suçlu bulunup bulunamayacağını bilmiyorum. Genelleştiremem. Elbette sadece halka değil, aynı zamanda kendisine de karşı biraz daha nesnel ve dürüst olacak gazetecilere gereksinim var. Yaptığından kendini iyi hissettiğinde, muhtemelen doğru gazetecilik yapmışsın demektir. Her hangi bir anlamda ve herhangi bir koşulda haber atlatmayı (yalan söylemeyi) seçtiğinde, imajları değiştirirsin, resimleri değiştirirsin, fakat sonunda nasıl hissedersin bilmiyorum. İster 300 Forum: Medya ve Etik Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ol, ister Batı yanlısı veya Batıya karşı ol, kendinle dürüst olma duygusu, bir gazetecinin hissetmesi gereken en büyük etiksel duygudur. İrfan Erdoğan Nasıl hisstikleriyle ilgili bir not: Ben gazetecilerin kendi iletişim tarzından çok iyi tahmin edebiliyorum: Nasıl “atlattıklarını” anlatarak övünürlerdi. Atlatmak, sahte, uydurmak, günlük pratiğin egemen kültürü olduğunda, orada artık kötü hissetmek veya sorumlu hissetmek ortadan kalkar. O pratik normal iş yapış biçimi olduğu için, en başarılı gazeteci, en başarılı bir şekilde uydurandır, uyutandır, atlatandır. Hırsız hırsızlığını meşrulaştırmalıdır, yoksa hırsızlık yapamaz. Meşrulaştırarak, kendini çok iyi hisseder. Gazeteci yaptığını kendine ve etrafına haklı çıkartamazsa, yazamaz, sahteyi, uyduruyu inşa edemez. Sahteyi inşa etmek için, böyle yapılması gerektiğine kendini ikna etmelisin. Bir şey daha var. Spin doktorları her zaman yalan söylemezler. Onlar gerçeği yeniden inşa ederler. Bazıları uydurudur, dönüştürmedir, bazıları da değildir. En etkili olanları, uyduru olduğunu fark edemediklerimizdir. Mustafa Kılıç (Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi) Bir konunun biraz az vurgulandığını hissettim. Profesyonelleşme ile ilgili vurgunun yapılmadığını hissediyorum. Etik kavramından bahsediyorsak, bunu profesyonelleşme ile ilişkilendirmemiz gerekir. Profesyonelleşmeyle ilişkilendirdiğimiz zaman da meslek örgütleriyle ilişkilendirmemiz lazım. Çünkü sadece basında değil, örneğin bir tıp mesleğini konuşuyorsak, tabip odaları akla gelir. Tıp mesleğindeki insanlar o odaların denetiminde, gözetiminde faaliyetlerini sürdürüyorlar. Eğer aynı şeyi biz basında gerçekleştiremiyorsak, basın sektöründe, daha doğrusu bilgi işçileri dediğimiz kişilerin gerekir diye düşünüyorum. Mesela, deniyor ki, “ben gazeteci olarak işe başladığımda, gazete patronu bana şunu yap dediğinde ben onu yapmak zorundayım”. Zaten meslek örgütlerinin iki temel görevleri vardır. Forum: Tartışma 301 Birisi üyelerini bu tür baskılardan, meslek dışı baskılardan korumak. İkincisi de bu meslek grubu içinde meslek ilkeleri dışında faaliyet gösterenleri ortaya çıkartıp ayıklayacak mekanizmaları kurmak. Eğer meslek bunu kuramamışsa, bu tür sorunların daha çok tartışılacağını zannediyorum. Meslek örgütleri konusuna biraz daha vurgu yapılmalı. Marcello Foa Ben bir örnek vermek istiyorum. İtalya’da bizim Gazeteciler Birliğimiz var. Eğer gazeteci olmak istersen. Bir sınavı geçmen ve Corporatist Elit’in üyesi olman gerekir. Biz çok katı etik kurallara sahibiz. Fakat çalışmıyor. Etiksel olmayan tutumların yaygın olduğunu herkesin bildiği halde, örneğin Gazeteciler Birliği’nden etkili olmayan sadece birkaç karar çıkmıştır. Kuramsal olarak haklısın, fakat meslek örgütü olsa bile pratikte etiksel olma zor. Ben bunun olacağından çok şüpheliyim. Bir öğrenci (Gazi üniversitesi, Halkla ilişkiler bölümü 4. sınıf) Gazetecilik sektöründen gazetecilik eğitimi almadan gelenlerin ayıklanması çok önemli. Üniversite öğrencisi olarak dört yıllık bir eğitim alıyoruz. Bunun yanında bazı arkadaşlarımız lisans üstü eğitim alıyorlar, ama almış oldukları kuramsal çerçevede bu eğitimi, şu anda bulunan medya patronlarının elinde bulunan medyada birebir kullanamıyorlar. Bunda bence en büyük sorun, bizlerin veya medya yöneticilerinin siyasilere baskı yapıp bunun yasal düzenlenmesinin yapılması lazım. Bizim hocamız bize şunu söylemişti: Siz burada boşuna okumayın, çünkü bir tıpçı, bir hukukçu, bir sanatçı sizin önünüze geçip gazetede yazı yazabiliyor. Yani temel gazetecilik eğitimini almadan, etik konuları bilmeden, herhangi bir gazeteye gidip yazı yazabiliyor. Biz dört yıl eğitim alıyoruz, ama bu medyalarda yer alamıyoruz. Biz belli bir kanun çerçevesinde bunu düzenlersek, bizim önümüz biraz daha açılmış olur. 302 Forum: Medya ve Etik İrfan Erdoğan Güzel, Halil, haklısın, ama bir konuda sana bir şey söyleyeceğim. Bizdeki eğitimin kuramsal olduğu ve pratikle uyuşmadığı ile ilgili sözler cehaletin bilgiçlik taslamasıdır. Sana ve bize hep böyle öğretmişlerdir. Kuram ile pratik arasında sıkı bağ vardır. Kuram var olanı açıklamaktır. Kuram pratiği açıklayamıyorsa, geçersizdir. Bazı kuramlar pratiği meşrulaştırarak, yücelterek açıklar. Bazıları pratiğin doğru doğasını yakalamaya çalışır. Dolayısıyla, pratiğin olduğu yerde daima onun açıklayan kuramlar vardır. Kuram olmasa bile, insan daima yaptığını kendine ve dışına açıklar. Böylece ne yaptığını, nasıl yaptığını, neden yaptığını anlar ve anlatır. Yaptığının bilincine varır. Mehmet Yüksel Mustafa hocamıza ve Halil öğrencimize yanıt vermek istiyorum. Evet, bu kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, örneğin Türkiye Barolar Birliği, Türk Tabipler Birliği. Bu birliklerin kuruluş amacı da şudur: Kamu yaşamında ağırlığı olan, önemli olan meslek üyelerinin sosyal, ekonomik, kültürel haklarını savunmak; ama bence bundan daha önemlisi, bir meslek ahlakının ve bir meslek dayanışmasının gelişmesine katkıda bulunmak. Ben baro üzerinden örnek vermek istiyorum. Zaman zaman, Barolar Birliği Yüksek Disiplin Kurulu’nun verdiği kararları görürüz. Bu kararların her geçen gün giderek arttığını görürüz. Buna rağmen, disiplin cezası alan, disiplin soruşturmasına uğrayan avukat sayısı sürekli artıyor. Demek ki sorunun çözümünü sadece mesleki örgütlerden beklemek pek mümkün gözükmüyor. Öğrenci arkadaşımızın söylediğine gelince, o kanuni bir düzenleme gerekli dedi. Halbuki avukatlık yasası var, yeterli baroların oluşturduğu meslek kuralları ve ilkeleri vardır; ama buna rağmen disiplin soruşturmalarının sayısı da her geçen gün artıyor. Demek ki o zaman, kanuni çerçevenin dışındaki diğer sosyal, ekonomik ve kültürel değişkenlere bakmak gerektiğini söylemek istiyorum. İrfan Erdoğan: Herkese teşekkür ederim. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 303-306 Biterken Toplantının değerlendirmesi ve “Sonuç bildirgesi” önerisi İrfan Erdoğan Korkmaz Alemdar Sempozyumun amaçları 1980’li yıllardan itibaren uygulanan neo-liberal politikalar, medya ve etik konusunda varolan tartışmaları, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde dikkat çekici bir hale getirmiştir. Küreselleşmenin ivme kazanmasıyla, dünyanın yaşadığı sorunlar da küresel bir nitelik kazanmış ve çözüm arayışlarında iletişim etiği giderek genişleyen bir tartışma alanı olarak ortaya çıkmıştır. İletişimle ilgili temel kuruluşlardan biri olan UNESCO, iletişim etiği konusundaki tartışmalarla ilgilenmekte ve bu alanda varolan sorunları saptayarak çözüm üretecek düşünceler oluşturulmasına öncülük etmektedir. İletişim politikalarının belirlenmesinde büyük ölçüde etkin olan gelişmiş ülkeler, medya ve etik konusundaki tartışmalarda da belirleyici olurken, gelişmekte olan ülkeler gereksinimlerine uygun bir iletişim etiği tartışmasında yeterince seslerini duyuramamaktadır. Bu sempozyumla UNESCO, gelişmiş, azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin medya ve etik konusundaki yaklaşımlarını ortaya koyarak iletişim etiği alanındaki sorunların tartışılmasında bir platform oluşturmayı amaçlamıştır. Bu amaçla, UNESCO Türkiye Milli Komisyonu tarafından TÜBİTAK ve Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi işbirliği ile düzenlenen bu sempozyum, iletişim, toplum ve etik arasındaki bağların kuramsal ve uygulamaya dönük yönlerini ele aldı ve irdeledi. 304 Biterken: Değerlendirme Toplantı sonu değerlendirme UNESCO Türkiye Milli Komisyonu ve Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin işbirliğiyle 3-4 Kasım 2006 tarihlerinde Ankara’da “Uluslararası Medya ve Etik Sempozyumu” başlıklı bir etkinlik gerçekleştirildi. Toplantıya çok sayıda uluslararası bilim adamı ve sivil toplum temsilcisi konuşmacı olarak katıldı. Konuşmacılar “İletişim, Toplum ve Etik” “Teknoloji, İçerik, ve Etik Sorunları”, “Etik Sorunları Nasıl Aşılır: Medya Endüstrisi ve Sivil Toplum Kuruluşlarının Sorunları ve Çözüm Önerileri”, “Etik Sorunları Nasıl Ele Alınır?: Etik Sorunlara Akademik Yaklaşımlar” başlıklı dört oturumda bildirilerini sundular. Katılımcılar “Küresel ve Yerel Pazarlarda Etik” başlıklı panelde konuyu derinlemesine tartıştılar. “İletişim, Toplum ve Etik” başlığı altında gelişmiş, azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki medya ve etik tartışmaları ele alındı. Bu bağlamda, Türkiye, ABD ve çeşitli ülkelerdeki ekonomik, toplumsal, kültürel, teknolojik ve bilgisel yapının kapitalist sistemle birlikte günümüzdeki konumunun eleştirel bir saptaması yapıldı. Medya sistemleri dahil tüm endüstriyel yapıların baskı, propaganda ve diğer manipülasyon yollarıyla düşünsel ürünleri, profesyonel pratikleri, profesyonel iş ve etik anlayışını nasıl biçimlendirdiği ve kontrol altında tuttuğu üzerinde duruldu. ABD’de toplumu bilgilendirmek isteyenler için engellerin oluşturulduğu, resmi politikaya uymayanların cezalandırıldığı, kütüphanedeki kayıtların polise açılırken bilim adamlarının araştırmalarını sunmalarının ardından suçlanabildiği, bilgi aktarımında ciddi azalmalar ve yanlış bilgilendirmelerin olduğu vurgulandı. ABD’de basının otosansür uygulayarak haberleri egemen çevrelerin çıkarları doğrultusunda sunduğu söylenerek, reklamların haberlere oranla kapitalist sisteme hizmet etmek için varlığını daha rahat sürdürebildiği ifade edildi. ABD’nin teröre karşı zamansal ve uzamsal sınır tanımadığının, İran’ın uluslararası telekomünikasyonunu kesmekle tehdit edildiğinin ve ABD ordusunun dünyadaki iletişim radarlarını kontrol altına almaya çalıştığının altı çizilerek ABD’nin network odaklı bir savaş sistemi seçtiği vurgulandı. Enformasyon ve iletişimin 19. yüzyıl ile birlikte emtialaştırılarak uluslararası pazara yayıldığı ifade edildi. İkinci dünya savaşı sonrası “hızlandırılmış emtialaştırma” sürecinin etkin hale gelerek, Neo-liberal Medya ve Etik 305 politikaların devreye girişi, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Çin pazarının gelişiyle bu sürecin hız kazandığına vurgu yapıldı. İletişim ve bilgi sisteminin endüstriyel boyutuna dikkat çekilerek her ikisinin de kâr getiren bir süreç olduğunu belirtildi. Devlet ve özel şirketlerin işbirliğiyle sistemi denetim altında tutmaya çalıştıkları açıklandı. İnternet, siber güvenlik, Google gibi arama motorları, fikri mülkiyet hakları ihlalleri ve çözüm olasılıkları üzerinde duruldu. “Teknoloji, İçerik, ve Etik Sorunları” konusunda teknolojinin kendisinin “bilgi toplumunu” getiremeyeceği, teknolojinin doğurduğu sonuçların aslında araçların nasıl kullanıldığı, içeriğinin nasıl doldurulduğuyla ilişkili olduğu ve bu bağlamda da etik konusu dahil her konuda ciddi sorunlar olduğu tartışıldı. Türkiye’deki enformasyon ve iletişim teknolojileri, korsanlık ve etik irdelendi. Medyada, bilgiyi ortaya çıkarıp, geliştiren, dağıtan kişilerin “bilgi çalışanları” olduğu belirtilirken, “medya ve bilgi”, “mesaj nasıl verilir?”, “izler/dinler kitle kimdir?”, “üreticiler ve medya sistemi” bağlamında bilgiyi üretenlerin (bilgi çalışanlarının) çalışma koşullarını belirleyen haksız ve yanlış egemenliğe karşı mücadeleleri ve bunun çalışanlar arasındaki dayanışmada anlam ve sonuçları üzerine dikkat çekildi. Yöndeşmenin mitsel bir konu olduğu ve “emeğin yöndeşmesi” medya çalışanlarının, dernekler, sendikalar şeklinde örgütlenmesi olduğu vurgulandı. Ulusal güvenlik öne sürülerek bir gazetecinin kaynağını ifşa edip etmemesi üzerinde, birbirine karşıt olan farklı görüşler öne sürüldü. İçeriğin biçimlenmesi ve günümüzdeki karakteri, aslında holdinglerin baskısının, ve devletle şirketler ve şirketlerle şirketler arası çıkar bağlarının sonuçları olduğu tartışıldı. Haberlerin haber niteliğini yitirdiği, haber karakteritaşıyan haberin azaldığı, promosyon ve reklamların arttığı üzerinde duruldu. “Olaylar kutsaldır, düşünce özgürdür” ifadesinin artık geçerliliğini yitirdiği vurgulandı ve küreselleşmenin medyada çöküntü yarattığı belirtildi. Etiğin ne olduğu üzerinde farklı görüşler sunuldu. Bazıları etiği üretim tarzı ve ilişkileri, örgütlü baskı ve mücadele içinde ele alırken, diğer bazıları da etiğin bireyselliğine vurgu yaparak, kişinin vicdanına dayandığı belirtti. İnterneti insanların terör, ırkçılık, saldırganlık, şiddet ve pornografi için serbest bir şekilde kullanabildiklerine ilişkin eleştiriler sunuldu ve daha yararlı kullanım yolları tartışıldı. 306 Biterken: Değerlendirme Haber üretiminde profesyonel halka ilişkilerin gazeteciliğe kötü etkisi spin doktorlarının faaliyetlerinden hareket ederek açıklandı. Medyanın ve hükümetlerin normal koşullarda doğru bilgi vermekle yükümlü olduğu; fakat haberlerin “spin” doktorları tarafından nasıl yönlendirildiği Saddam’ın heykelinin yıkılışı üzerinden örneklerle belirtildi. Genel öneriler Toplantıda sunulanlar ve tartışmaların içeriğine bakıldığında, aşağıdaki genel önerilerin öne çıktığı görülür. Bu öneriler toplantı sonuç bildirgesi olarak da düşünülebilir: • Her toplumun kendine özgü bir etik anlayışı vardır. Bunun korunması, küreselleşmenin yol açtığı dönüşümlere oldu bitti gözüyle bakılmaması gerekir. • Etik konusu sadece uluslararası, toplumsal, kurumsal bağlamlarda değil, bireye indirgendiğinde bile, egemenlik ve mücadele ilişkilerinin doğası içinde ele alınmalıdır. Bu yapılmazsa, genellikle yapıldığı gibi, gerçek yerine, amaçlı olarak inşa edilmiş “sahte gerçeklerle” uğraşılır ve belli çıkarlara uygun sorunlar tartışılır ve çözümler sunulur. • İletişim endüstrisinde çalışma koşullarının düzeltilebilmesi ancak çalışanların örgütlenmesine ve dayanışmasına bağlıdır. Küreselleşmenin sermaye için yarattığı “tek pazar” emek için de düşünülmelidir. İletişim emekçilerinin dünya çapındaki birleşme koşulları belirlenmeli ve bu yönde çabalar artırılmalıdır. Bilgi çağı sendikası (gazeteciler, yayıncılar, iletişim ürünü üretiminde çalışan tüm emekçilerden) oluşturulmalıdır. • İletişim ürününün içeriğiyle ve etkisiyle ilgili olarak sorumluluğu kullanıcıya yükleyen anlayış ve çözüm biçimleri dikkatle irdelenip, üreticinin sorumluluğu göz ardı edilmemelidir. • “ClearNet social responsibility” üzerinde dikkatle durulmalıdır. • Daha iyi yaşamı sağlamada doğru ve güncel bilginin biçimlendirilmesi, dağıtımı ve kullanımı için gerekli olanaklardan insanlar mahrum edilmemelidir. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 307-308 Sempozyum Katılımcılar Sempozyumda tartışılması hedeflenen konular itibariyle üniversiteler, özel kuruluşlar, resmi kurum temsilcileri ve bazı ülkelerin UNESCO Milli Komisyonları bu sempozyuma davet edilmişlerdir. Davetli Konuşmacılar Prof. Dr. Tuba ONGUN Gazi Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Arsın AYDINURAZ UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Dan SCHILLER Illinois University, ABD Prof. Dr. Vincent MOSCO Queen’s University, Canada Prof. Dr. Marcello FOA Universita della Svizzera Italiana, Switzerland Robert BECKETT Communicatins Ethics Institute, England Diamonsi BOMBOTE Gazeteci, Mali Prof. Dr. Yehiel (Hilik) LIMOR School of Communication, Ariel College, Israel Dr. Raphael COHEN-ALMAGOR Haifa University, İsrael Assoc. Prof. Dr. Ian RICHARDS Sotuh Australia University, Australia 308 Prof. Dr. Ümit ATABEK Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi, Türkiye Doç. Dr. Süleyman İRVAN Doğu Akdeniz Üniversitesi, KKTC Dr. Hıfzı TOPUZ Yazar, Türkiye Doç. Dr. Mehmet YÜKSEL Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Türkiye Davet Edilen UNESCO Milli Komisyonları Madeleine VIVIANI Genel Sekreter İsviçre UNESCO Milli Komisyonu Rut CAREK Genel Sekreter Hırvatistan UNESCO Milli Komisyonu Seymur FATALIYEV Genel Sekreter Azerbaycan UNESCO Milli Komisyonu UNESCO Milli Komisyonları aracılığı ile davet edilen ülkeler Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, İran, İsrail, Makedonya, Ukrayna İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 309-309 Çağrı Sayı 25 Yaz-Güz 2007 Konulu Makalenizi bekliyoruz Son gönderme tarihi: Ağustos 1, 2007