vı. tıpta insan bilimleri kongresi - Hacettepe Üniversitesi Tıp Eğitimi

Transkript

vı. tıpta insan bilimleri kongresi - Hacettepe Üniversitesi Tıp Eğitimi
VI. TIPTA İNSAN BİLİMLERİ
KONGRESİ
ÖZET KİTABI
Kongre Onursal Başkanları
Prof.Dr. Uğur Erdener
Kongre Başkanları
Prof.Dr. Serhat Ünal
Prof.Dr. Canan Akyüz
Kongre Sekreteri
Doç.Dr. Melih Elçin
Düzenleme Kurulu
Yrd.Doç.Dr. Orhan Odabaşı
Öğr.Gör. Arif Onan
Öğr.Gör.Dr. Sevgi Turan
Arş.Gör. Umut Arıöz
Arş.Gör. Bilge Başusta
Afiş Tasarım
Dr. Seyfi Durmaz
Dr. Filiz Akbıyık
Dr. Ali Akdoğan
Dr. Bülent Akdoğan
Dr. Meltem Akkaş Camkurt
Dr. Sercan Aksoy
Dr. Ali Emre Aksu
Dr. Salih Aksu
Dr. Canan Akyüz
Dr. Yasemin Alanay
Dr. Şule Apraş Bilgen
Dr. Dilek Aslan
Dr. Enver Atalar
Dr. Pergin Atilla
Dr. Şevkat Bahar Özvarış
Dr. Burak Bal
Dr. Ferhun Balkancı
Dr. Mustafa Berker
Dr. Aytekin Besim
Dr. Mustafa Cengiz
Dr. Edip Güvenç Çekiç
Dr. Hamdi Çelik
Dr. Nesrin Çilingiroğlu
Dr. Selçuk Dağdelen
Dr. Gökhan Demirkıran
Dr. Günnur Dikmen
Dr. Ali Dursun
Dr. Bahar Doğan
Dr. Saniye Ekinci
Dr. Gonca Elçin
Dr. Melih Elçin
Dr. Mine Erbil
Dr. Yunus Erdem
Dr. İsmail Aydın Erden
Dr. Koray Ergünay
Dr. A. Mert Ertunç
Dr. Özgen Eser
Dr. İbrahim Esinler
Dr. Ersin Fadıllıoğlu
Dr. Şafak Güçer
Dr. Levent Mert Günay
Dr. Figen Gürakan
Dr. Mürvet Hayran
Dr. Nuray Kanbur
Dr. Ateş Kara
Dr. Rana Karabudak
Dr. İsmail Karabulut
Dr. Derya Karakoç
Dr. Heves Karagöz
Dr. Tevfik Karagöz
Dr. Bayram Kaymak
Dr. Alpaslan Kılıçaslan
Dr. Gülnihal Kulaksız
Dr. Çetin Kocaefe
Dr. İncilay Lay
Dr. Salih Marangoz
Dr. M. Cem Mocan
Dr. Sevda Müftüoğlu
Dr. Gülay Nurlu
Dr. Berna Oğuz
Dr. Hakan Oruçkaptan
Dr. Nüket Örnek Büken
Dr. Fatih Özaltın
Dr. Levent Özçakar
Dr. Uğur Özçelik
Dr. Yasemin Özdemir
Dr. Necla Özer
Dr. Gökhan Özyiğit
Dr. Özgür Özyüncü
Dr. Almila Gulsun Pamuk
Dr. Berna Pehlivantürk
Dr. Bora Peynircioğlu
Dr. Cansın Saçkesen
Dr. Sarp Saraç
Dr. Zeynep Sarıbaş
Dr. İskender Sayek
Dr. Nilgün Sayınalp
Dr. Beril Talim
Dr. Gonca Tatar
Dr. Murat Tuncel
Dr. Ömrüm Uzun
Dr. Akın Üzümcügil
Dr. Elif Anıl Yağcıoğlu
Dr. Ebru Yalçın
Dr. Mahmut Yardım
Dr. Mustafa Yılmaz
Dr. Şule Yiğit
Dr. Işın Pınar Zarakolu
VI. TIPTA İNSAN BİLİMLERİ KONGRESİ
PROGRAM
12 MAYIS 2010
09:00-10:30
Açılış Töreni (M Salonu)
A1. “Kongre Başlarken”
Prof.Dr. Serhat Ünal
A2. “İyi Hekimlik Uygulamalarında 5 Yıl” Ödül Töreni
A3. “İnsan Bilimleri, Etik ve Tıp Eğitimi”
Prof.Dr. Yaman Örs
10:30-11:00
Ara
11:00-12:00
Sözlü Sunumlar-I
B1. Tıp ve Tarih (Yeşil Salon)
Oturum Başkanları: Prof.Dr. Şule Yiğit
Çağhan Tönge (Dönem III)
B1.1 Ve Tıbba Kadın Eli Değer...
Ekim Helhel, Şule Gül, Tuba Ceviz, Selim Deniz
B1.2 Kılık Değiştiren Ölüm
Betül Deniz, Bilge Ada, Gökçen İlçioğlu, Metehan Gündem
B1.3 Dünya Tarihini Değiştiren Vitamin
Mustafa Balcı, Abdullah Fatih Demirci, Sinan Köse, Hüseyin Koşak
B1.4 Reçetelerimize Neler Oluyor?
Aysu Sinem Koç, Burçak Aydın, Ece Erbağcı, Neslihan Demirel
B1.5 Ceset Hırsızlığı
Merve Aksoy, Yiğit Çay, Hamide Özge Çizmeci, Efe Cem Erdat
B1.6 Emirle İyileşmeyen Yaralar ve Ölen Bebekler
Mustafa Akşar, Egzon Audullahi, Engin Demirayak
12:00-13:30
Öğle Arası
13:30-15:00
Sözlü Sunumlar-II
B2. Tıp ve İnsan (Yeşil Salon)
Oturum Başkanları: Prof.Dr. Şafak Güçer
Merve Özcan (Dönem II)
B2.1
Kaç Eşliyiz?
Ahmet Alp Karakaşlı, Azad Duman, Emre Cem Esen, Osman Sayın
B2.2
Taşıyıcı Annelik
Ebru Kurt
B2.3
Peki Ya Biz Hastayı Tedavi Etmek İstemiyorsak?
Cem Çöteli, Ahmet Faruk Yüksel, Gülizar Porhan
B2.4
Genetik Tanıklar
Murat Baştopçu, Dicle Canoruç, Ilgın Akbıyık, Zeynep Dayıcan
B2.5
Tıp Öğrencisi Gözüyle Sağlıkta Dönüşüm Programı
Gökçe Naz Küçükbaş, Olgu Erkin Çınar, Ceyhun Çağlar, Mahdi Houssein Deepak Raj Pant
B2.6
Birkaç İyi Adam
Hanife Küçükyıldız, Canan Ersoy, Muhammed Çağrı Külekçi, Zeynep Karabacak
B2.7
Hasta İçin Bürokrasi Eşittir Korku mudur?
Cihan Yeşiloğlu, Damla Ünal, Tareq Asi Muhammed Jaiteh
B2.8
Toplumsal Patoloji: Bekaret
Hilal Yağar, ÖzgecanYılmaz, Faruk Pekgül, Mehmet Tekden
15:00-15:15
Ara
15:15-17:00
Sözlü Sunumlar-III
B3. Tıp ve İnsan (Yeşil Salon)
Oturum Başkanları: Prof.Dr. Nükhet Örnek Büken
İltürk Özdoğan (Dönem I)
B3.1 Ne Kadar Farkındayız?
Çağhan Tönge, Ahmet Olgun, Recep Yılmaz, Ali Keleş
B3.2 Kendimize Doğrulttuğumuz Silah
Orçun Ortaköylü, H.Rengin Güvenç, Yusuf Canavar
B3.3 Tıp Eğitiminde Kangurular
Erdem Yusuf Çamırcı, İhsan Çetin, Yusuf Ziya Güven, Emrah Yılmaz
B3.4 Hacettepe’nin Tepesine Giden Yol
Mevlüt Doğrutürk, Elif Arslanoğlu, Enes Çakmakkaya
B3.5 Bir “Tıp”çının Yaşam Döngüsü; Ara Konak: Hacettepe
Fatih Aktoz, Gül Sema Can, Rauf Hamid, Emmanuel Mills
B3.6 Memnun musunuz?
Mahmut Onur Kültüroğlu, Gökçen Memiş, Eyüp Yüksekal, Mücahit Koçoğlu
B3.7 Hekimlerin Organ Bağışı Bilincinin Oluşturulmasında Tıp Eğitiminin Yeterliliği
Ferhat Keser, Naime Gül Demirel, Nuray Öztürk, Taha Yusuf Kuzan
B3.8 Engelleri Kaldırın!
Ahmet Soykurt, Özlem Çimen, Zeynep Gül Şimşek
B3.9 Psikiyatrik Hastalara Dünyadaki Bakış
Seray BILDIR, Elif BAYRAM, Cemal SEYHUN, Sadiqe OSMANLI
13 MAYIS 2010
10:00-11:00
Sözlü Sunumlar-IV
C1. Tıp ve Sanat (Yeşil Salon)
Oturum Başkanları: Prof.Dr. Figen Gürakan
Aysu Sinem Koç (Dönem II)
C1.1 Mozart Etkisi
Abdullah Yıldırım, Büşra Fırlatan, Görkem Yavaş, Ömer Uludağ
C1.2 FTD ve Yaratıcı Beyin
Aybike Korkmaz, Hatice Merve Abuş, Ömer Faruk Solğun
C1.3 Müziğin Bebekler Üzerindeki Etkileri
Muhsin Özgün Öztürk, Mahmut Erkan Arslan, Şükran Demirbaş
C1.4 Cerrahi ve Sanat
Damla Özyürek, Gül Nihal Güler, Kelim Naimi, Murat Kiracı
C1.5 Hastalıkların Sanatçılardaki Dışa Vurumu
Merve Turan, Neslihan Turan, Meltem Yıldız, Benie de Dieu Bonzene Sahar, Sardar M. Rasekh
11:00-11:15
Yanılmalara Açılan Pencere: Gözler
İlknur Yılmaz, Hacer Gözde Gül, Zeynep Türkmen, Oğuzer Usta
Ara
11:15-12:15
Sözlü Sunumlar-V
C1.6 C2. Tıp ve Sanat (Yeşil Salon)
Oturum Başkanları: Prof.Dr. Şevkat Bahar Özvarış
Azad Duman (Dönem III)
C2.1 C2.2 C2.3 C2.4 C2.5 C2.6 Müziğin İnsan Psikolojisine Etkileri
Sıla Özdemir, Mert Derigöz, Emre Aybakır, Abdullah Ersan Hafalır
Türkiye’de ve Dünya’da Medikal İllüstrasyon
Rıfat Bezirci, Cengiz Demir, Pınar Akkuş
Sanatçıların Geleceğin Tıbbına Bakış Açıları
Nevinur Kökavcı, Azad Özdemir, Mustafa Cem Yılmaz, Yiğit Güleryüz
Yeşilçam Sinemasından Tıp Bilimine Parmak Isırtan Kesitler
Onat Yetim, Arda Küçükgüvenoğlu
Tıbbın Türkülere Yansıması
Merve Genç, Gökçen Cesur, Hüseyin Çivici, Mustafa Yalçın
İçimize Yolculuk
Emine Feyza Uzuner, Selahattin Biçer, Buğra İpek, Abdülkadir Tekin
12:15-13:30
Öğle Arası
13:30-14:45
Sözlü Sunumlar-VI
C3. Tıp ve Sanat (Yeşil Salon)
Oturum Başkanları: Prof.Dr. Mürvet Hayran
Cem Çöteli (Dönem III)
Sanata Hastalıklı Bakışlar
Ekin Süt, Tuğba Meliha Fatma Ercan, Sümeyra Nur Gürler
C3.2 Çöpte Açan Çiçekler
Vedat Menderes Özçiftci, Esma Cihan, Elif Ermiş, Mehmet Davutoğlu
C3.3. Minik Sanatçıların Gözüyle Tıp
Ali Teoman, Evren Sencer, Yalın Şahin, Batuhan Bahadır
C3.4 Milyon Dolarlık Hatalar
Miraç Guran, Beyza Karafilik, Mustafa Özcan, Hatice Köseoğlu, Abdülkerim Şahin
C3.5 alSANATıp
Adil Güzel, Çisil Erkan, Hilal Hacıömeroğlu, Seda Bostan
C3.6
Çizgi Dünyasında Tıp Ögeleri
Barış Boyraz, Eralp Kubilay, Hatice Güney, Merve Yağmur
C3.7
Sadece Doktor Değiller
Orhan Erboğa, Erman Mercan, Oğuz Poyrazoğlu
C3.1 14:45-15:30
Poster Tartışmaları
15:30-16:15
Dinleti: “İki Nefes Bir Öykü”
M. Şenol Akın
8
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Fatih Aktoz
Kamile Akyol
Özlenur Cesur
Erdem Yusuf Çamırcı
Azad Duman
Ahmet Gürcan
Emre Kaymakçı
Fatma Yekta Ürkmez
16:15-17:15
Ödül Töreni (Yeşil Salon)
17:30-19:00
Kongre Yemeği (Öğretim Üyeleri Kafeteryası)
Gün Boyu:
Posterler (Fuaye)
Sözlü Sunumlar
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Tıp ve Sanat
Müziğin Bebekler Üzerindeki Etkileri
Muhsin Özgün ÖZTÜRK, Mahmut Erkam ARSLAN, Şükran DEMİRBAŞ
Müzik insanların çok uzun süredir çeşitli amaçlarla kullandıkları önemli bir
yardımcısıdır. Kullanım amaçları; rahatlamak, kendini iyi hissetmek, kendini
müzikte bulmak,kimi zamanda dansa eşlik etmek olan müziğin bundan daha
fazlasını da verebildiği görülmektedir. Son 15 yılda müziğin geliştirici etkisiyle
ilgili yapılan çalışmalar; önemli sonuçlar vermekte ve müziğin belki de en önemli
özelliğini insanlığa sunmaktadır: Zihinsel ve bedensel gelişim.Beyin gelişiminin
%80’inin 3 yaşına kadar tamamlandığı düşünüldüğünde gerek fetal dönemde
gerekse bebeklik döneminde müzik gelişiminin etkisi önemli paya sahiptir. Bu
yüzden bilim adamları bu geliştirici etkiyi saptayabilmek için birçok çalışmalar
yapmışlardır. Kısacası, doğumdan üç ay öncesinden itibaren bebeğe klasik müzik
dinletmek onun zihinsel, duygusal, fiziksel ve sosyal gelişimini olumlu yönde
etkilemekte, bilişsel zekânın, kulak ve dilin gelişimine yardımcı olmaktadır. Aileler
yavaş, sessiz bir ninni ile fazla hareketli yada çok sık ağlayan bir bebeği yatıştırabilir.
Mozart Etkisi
Abdullah YILDIRIM, Büşra FIRLATAN, Görkem YAVAŞ, Ömer ULUDAĞ
Amacımız,Tıp dünyasında tedavilerin sadece ilaçlarla olmayacağını, sanatın
en önemli kollarından biri olan müziğin de bu amaçla kullanılabileceğini
göstermek;müzikle tedavide uygulanan yöntemleri, gelinen son noktayı ve
bu tedavi yöntemlerinin başarısını sizlerle paylaşmaktır. Müzik duygularınızı
etkileyebilir: mutlu, huzurlu, yaratıcı, umutlu, heyecanlı, güçlü, inançlı ve cesur
kılabilir. Fakat müziğin tüm bunların ötesinde bir gücü daha vardır. Belli başlı sesler,
tonlar ve ritimler, özellikle Mozart’ın müziği zihni açar, yaratıcılığı geliştirir ve
bedeni iyileştirir. İşte bu duruma Mozart Etkisi adı verilir. Müziğin akıl hastalıkları
tedavisindeki rolünü araştıran bilim adamları, Mozart’ın müziğinin akneden
Alzheimer’a, çok sayıda hastalığın tedavisinde, öteki bestecilerin eserlerinden
daha etkili olduğu ileri sürülüyor. Çocuklarda öğrenim ve dikkat bozuklukları,hiperaktivite ve ruhsal bozuklukların tedavisinde Mozart müziği etkin bir rol oynuyor.
Müziğin İnsan Psikolojisine Etkileri
Sıla ÖZDEMİR, Mert DERİGÖZ, Emre AYBAKIR,
Abdullah Ersan HAFALIR
*Yapılan deneylerde görülmüş ki bebek, müzikte araya giren yanlış notaları ayırt
edebilmektedir. Zatorre de müziğin sağ mı yoksa sol beyin işlevi olarak mı işlendiği
sorusunun, zaten doğru bir soru olmadığı görüşünde. ‘Gerçek’ müziği dinlemenin,
aslında duygularıyla, belleğiyle, çözümlemeleriyle, beynin neredeyse tümünü
ele geçirdiğinden de pek kuşkusu yok. Harvard Üniversitesi’nde müzik üzerine
yürüttüğü araştırmaların yanı sıra müzisyenliğiyle de tanınan Mark Tramo’ysa,
beyinde belirli bir müzik merkezi olmadığına inanan bir diğer araştırmacı.
Normalde müzik dinlerken ayağınızla veya başınızla tempo tuttuğunuzda, ya da
müziğe dansla eşlik ettiğinizde beyninizdeki motor korteksin etkinleşmesi doğal
bir sonuç.Ama biri size kendinizi tutmanızı ve kıpırdamamanızı söylese, siz de ona
uysanız bile motor korteksiniz oralı olmuyor. Yani siz dursanız da motor korteksiniz
dansa devam ediyor! Düzenli müzik eğitimi sözel bellekte uzun dönemli gelişmeyi
tetiklemektedir. Bu, müzisyenlerin beyinlerinde sözel bellekten sorumlu bölgenin
daha büyük olduğunu gösteren eski bulgularla da örtüşüyor. Bilim adamları
müziğin evrimsel bir uyum mekanizması olduğu konusunda düşünmektedir.
Tıbbın Türkülere Yansıması
Merve GENÇ, Gökçen CESUR, Hüseyin ÇİVİCİ, Mustafa YALÇIN
Yüzyıllar boyunca insanlar bildiklerini, hissettiklerini, gördüklerini kısaca tüm
yaşantılarını sanatla ifade etmiş ve sanatla ölümsüz kılmışlardır. Toplumumuzda
ise bunun en çarpıcı örnekleri türkülerimiz olmuştur. Türküler kültürümüzü,
geçmişimizi anlatan önemli kaynaklardandır. Konusunu hayatın içinden alır ve
hastalıklar, ölümler hayatın ta kendisidir. Bu nedenle tıbbın türkülere yansımasını
incelemek istedik. Yöntem olarak;çeşitli türküleri ve hikayelerini internetten
araştırarak bunlardaki tıbbı ilgilendiren parçaları incelemeyi seçtik
11
Çöpte Açan Çiçekler
Vedat Menderes ÖZÇİFTCİ, Esma CİHAN, Elif ERMİŞ,
Mehmet DAVUTOĞLU
İlk metal gruplarının şeytanın notalarına el atmasından bu yana epey uzun zaman
geçti fakat metal kültürü hala gözde. Eski fanlar işin peşini bırakmadılar ve bir o
kadar yenisi de bu kültürün içine girmekte. Peki ama bu kadar dışlanan, kategorize
edilen ve hor görülen bir kültür nasıl olur da bunca zıt tepkiye rağmen ayakta
kalır? Tüm bu olumsuzluklara zıt bakışlara rağmen metal dinleyicisi neden kendini
bu kültürün içine atar ve popüler kültürün tabiriyle ne olurda yoldan sapar ?
Cevap bekleyen en temel sorular bunlardır. Metal müziği aktif olarak icra eden
profesyonel müzisyenlerin biyografilerini incelendiğimizde hemen hemen hepsinin
geçmişinde kırılma dönemleri yaşayan bireyler oldukları göze çarpmaktadır. Kimi
müzisyenlerin çok genç yaşta aile bireylerinden veya sevdiklerinden birinin kaybıyla
sarsıldığı, kimisinin maddi ya da manevi olarak eksik sosyal çevrelerde yetişmiş
olduğu gibi ortak geçmiş yaşamdaki mutsuzluklardan söz etmek mümkündür. Öte
yandan dinleyici profilini incelendiğimizde bu ve benzer yaşanmışların bu müziğe
başlama da önemli bir etken olabileceği gözükmektedir. Sonuçta aslında kırılma
olarak tanımladığımız durum ruhsal travmatik yaşantının kendisidir. Bu noktadan
hareketle; dinleyici ya da müzisyen kitlesinin içinde yer alan bireyler arasında
önemsenecek derecede herhangi bir travma sonrasında bu müziğe başlama,
ilgisinde artma ya da kendini ifade aracı olarak bu kültürün tercih edilmesi gibi
durumların gözükmesi sonucuna varabiliriz. Travmadan sonra kişide olumsuz ruhsal
sonuçların olumlularla birlikte ortaya çıkması olasıdır. Burada da genel kanının
aksine metalin bireyleri umutsuzluğa sürüklemesi, depresyon tetikleyicisi olması
gibi kanıların aksine bireyde travmaların yarattığı olumsuz ruhsal sonuçlardan
güçlenerek ve değişerek çıkma yani post-traumatic growth olarak tanımlanan
durumu sağladığı gözümektedir. Genelde müziğin üretilmesi, özelde heavy metalin
çıkış ve yaygınlaşması bunun bir örneği olabilir.
Sanata Hastalıklı Bakışlar
Ekin SÜT, Tuğba Meliha Fatma ERCAN, Sümeyra Nur GÜRLER
Sanatçılar ve Hastalık Karşısındaki Duruşları… Bizler; Sanatçının hayata ve sanata
bakış acısının hastalık sonrasında ne denli değiştiğini araştırma çabasındayız.
Toplumun belki de en duyarlı kesimi: Sanatçılar.. Peki onlar için sağlık ne kadar
önemli? Hastalık onları nasıl etkiliyor? Eserlerine yansıyor mu? Hastalığın zor bir
süreç olduğunu biliyoruz ve bunun hayata etkisinin nasıl olduğunu hayatlarını,
duygularını ürüne dönüştürmüş insanlar; sanatçılar aracılığıyla anlamak
istiyoruz. Hastalık ve hastalığın sanatçılar üzerindeki psikolojik etkilerini hastalık
geçirmiş sanatçıları,hayatlarını ve eserlerini inceleyerek araştırmak isteğiyle bu
projeyi ortaya koyduk. Daha önce hastalık geçirmiş, hastalığından önce ve sonra
çalışmalarına devam etmiş sanatçıların hastalığa bakış açılarını ve tepkilerini
eserlerindeki değişimi göz önüne alarak inceledik. Bunun için hastalık geçirmiş
sanatçıları araştırmaya başladık. Öncelikle hastalık geçirmiş sanatçıları ve onların
hayatlarını araştırmaya başladık. Daha sonra hastalıktan önceki ve sonraki
eserlerini,hayata bakış açılarını,yaptıklarını ve söylediklerini inceleyip önceki
eserleriyle karşılaştırdık.
FTD ve Yaratıcı Beyin
Aybike KORKMAZ, Hatice Merve ABUŞ, Ömer Faruk SOLĞUN
Bardağa dolu tarafından bakabilmek, bu hastalık için yeterli olsa gerek.
Frontotemporal demansta, sadece yeti kayıpları değil, hastalığın beraberinde
getirdiği kazanımlar da önemlidir.Bu demansta, frontal ve anteriyor temporal
korteks ağırlıkla etkilenir. FTD’nin bir özelliği olan sağ paryetal lobun korunması
ise demans zemininde görsel yaratıcılığın ortaya çıkmasında önemli bir etkendir.
Böyle yaratıcılığı olan bireylerin çoğunda FTD’nin temporal varyantı olan
semantik demans(SD) vardır. SD’de sonradan sanata karşı ilgi geliştirilen bireyler
tanımlanmıştır. Görsel ürünler tipik olarak gerçekçi ve izlenimci özellik taşır. Kusursuz,
renkli ve kompulsif resimler görülebilir. FTD’de sağlam kalan beyin bölgelerinin
incelenmesi bu tip demansların anlaşılmasına olanak sağladığı gibi, sanatsal
yaratıcılığında anlaşılmasını kolaylaştırır. Kısaca FTD, bizden çok önemli şeyler
götürürken küçük ama önemli bir hediyeyi (YARATICI BEYİN) bırakan hastalıktır.
12
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
İçimize Yolculuk
Emine Feyza UZUNER, Selahattin BİÇER, Buğra İPEK,
Abdülkadir TEKİN
Türünün ilk örneklerinden olan Body Worlds sergisi plastinasyon tekniği ile
kadavraları adeta zamanda dondurup insan vücudunun derisinin altındakilerin
gizemini anatominin yardımıyla gösteren bir sergidir. Bu serginin tartışmaya çok
açık olsada,sergilenenin insan vücudunun kendisi olması ve insan vücudunun çoğu
insanın daha önce görmediği şekliyle göstermesinden dolayı ilgimizi çekti ve sergi
hakkında araştırma yapmaya başladık. Literatür taramaları yaparak,arama motorları
kullanarak plastinasyon tekniğinden bu serginin sanatsal değerine kadar görsel veya
yazılı birçok bilgiye ulaştık.Hacettepe Ünv Anatomi bölümünden hocamıza danışarak
plastinasyon tekniği hakkında yakından bilgialdık ve birçok kaynağa ulaştık.
Hacettepe Ünv Dönem 1 tıp öğrencilerine uygulanmak üzere bir anket hazırladık.
Bu anket öğrencilerin sergi hakkındaki genel düşüncelerini ve serginin sanatsal
değerinin dönem bir öğrencilerinin gözünden ölçmeyi amaçlamaktadır. Ayrıca
anketteki soruların bir kısmı sunumuzu dinledikten önce bir kısmı ise dinledikten
sonra cevaplandırılmak üzere hazırlanmıştır. Bu yöntemle sunumumuzun insanların
sergi hakkındaki düşünceleri üzerindeki etkisini ve sergi hakkındaki düşüncelerin
bilgilendikten sonra hangi yöne doğru değiştini ölçmeyi amaçladık.
hakkında ne düşündüklerini öğrenmek istedik. Bu amaçla resim, müzik, heykel,
edebiyat gibi farklı sanat dallarında uğraş veren sanatçılarla görüştük. Onların
düşüncelerini derledik. Tıp bilimindeki etik olguya nasıl baktıklarını öğrendik.
Gelecekte hekimlik uygulamalarında nasıl değişiklikler olabileceğini tartıştık. Tıp
bilimiyle sanat dalları arasında bağlantı kurmalarını ve bu bağlantılardan yola
çıkarak tıp biliminin mevcut sanatsal yönlerini tartıştık. Kendi sanatsal yaşamları ile
tıp bilimi arasında herhangi bir etkileşim olup olmadığını öğrendik.
Hastalıkların Sanatçılardaki Dışa Vurumu
Merve TURAN, Neslihan TURAN, Meltem YILDIZ,
Benie de Dieu BONZENE, Sahar Sardar M. RASEKH
projenin asıl amacı çocukların tıp algısını anlamaktır. bu amaçla çocuklardan resim
yapmaları istenmiş ve çocukların hastane doktor hemşire ambulans deyince ne
hayal ettikleri anlaşılmaya çalışılmıştır. ayrıntılı analiz henüz tamamlanmamıştır
ancak yaptırılan resimler sonucunda genel olarak; -çocukların en çok dikkatini
çeken şeyin ambulans olduğu, -doktoru ve hemşireyi mutlu, hastayı ve hasta
yakınlarını mutsuz çizdikleri, -hastanenin nasıl bir yer olduğunu bildikleri,
-bazılarının ameliyathaneyi bile bildiği, sonucuna varılmıştır.
1-Peyami Safa ; dokuz yaşında iken sağ elinin ekleminde kemik hastalığının
başlaması, on üç yaşında iken de hayatını kazanmak zorunda kalması nedeniyle
düzenli okul öğrenimi göremedi ve kendi kendini yetiştirdi. Ama geçirdiği hastalığı
asla unutamadı. Hiç şikayet edemeyeceği bir hediye de verdi ona. Çünkü geçirdiği
bu hastalık, edebiyat dalında çok güzel eserler vermesinde büyük bir etken olmuştu.
2-Füreya, verem teşhisi ile genç yaşta hastahaneye yatırılır. Hastalığı ilerlemeye
devam edince İsviçre’deki bir hastahanee yatar. Tedavi devam ederken ressam
olan teyzesinin yönlendirmesi ile kendisini sanatın (seramik) içinde bulur. Bu sanat,
hastalığı boyunca kendisine en iyi arkadaş olacaktır. 3-Edward Munch annesini
1868 yılında verem hastalığından kaybetti.Ardından 1877 yılında kız kardeşi
Sophie’yi de aynı hastalıktan kaybeden Edward çocukluğunda ve gençlik yıllarında
yaşadığı bu ölüm korkusundan hayatı boyunca kurtulamadı.Ünlü resmi olan “Çığlık”
(1893) modern insanın ruhsal acılarının simgesi haline geldi. Ailesinde karşılaştığı
bu hastalıklar ona bu şekilde geri dönüyordu. Kullanılan renkler ve deformasyonun
bir ifade aracı olarak böylesine yoğun şekilde kullanıldığı ilk modern başyapıt olma
özelliğini kazandı. 4-Beethoven, 1798 yılında işitme problemleri yaşamaya başladı.
Bu tarihten itibaren 21 yıl boyunca hiç kimseyle iletişim kurmadı. Ancak 1819 yılına
gelindiğinde yazarak insanlarla diyalog kurmaya başladı. 21 yıl boyunca çekilen
yalnızlık çok derin acılar yaşamasına neden oldu. Beethoven bütün senfonilerini
işitme problemi yaşamaya başladıktan sonra bestelemesi de dikkate değer
bir olaydır. 5-Van Gogh, ömrünün son dönemlerinde psikolojik rahatsızlıklarla
boğuşmuştur.Hayatının son on yılı boyunca yaklaşık 900 suluboya/yağlıboya resim
ve 1100 karakalem çalışma üretmiş, en meşhur eserlerini ise ömrünün son iki
yılında yapmıştır. Görülen o ki; geçirdiği bu ruhsal bunalımlar, Van Gogh’un sanatçı
kimliğini kamçılamıştır.
Çizgi Dünyasında Tıp Ögeleri
Yanılmalara Açılan Pencere: Gözler
Projemiz, daha çok sosyal bir konuyu -çizgi dünyasında karşılaştığımız tıp ögelerinianlatmaktadır. Çocukluğumuzdan bu yana çevremizde hep bu dünyadan parçalar
var, çizgi diziler, sinema filmleri, karikatürler, animasyonlar... O kadar geniş bir
dünya ki bu hemen hemen hayatın her konusunu içeren türleri var. İşte, bu kadar
geniş alanda sağlık kavramı kadar hayatla iç içe olan bir kavramın bulunmaması
imkansız. Çizgi dizilerde doktorlukla, hastanelerle ilgili alt mesajlar, bir hastanın
anılarını anlatan karikatür kitapları, animasyonlarda tıp dünyasına bakış açısı...
Biz grup olarak, bu geniş dünyada bir araştırma yaparak geçmişten bugüne
çizgi ‘dünyasının’ tıp ‘dünyasına’ bakış açısını gözlemledik. Bu projeyle birlikte
aslında farkında olmadan ‘sağlık’ kavramına daha çocukluktan beri bir bakış açısı
geliştirdiğimizi ve belki de bilinçaltımızda bunlardan birçok iz taşıdığımızı fark ettik.
Gözlerimiz hayata bakar.Ağaçlara,kuşlara,sevgiliye,farklılıklara ve ayrıntılara...Ve
her bakışta belki bir yanılma var.Farkedemediğimiz farklılıklar ve yanıldığımız
ayrıntılar olur çoğu zaman.Ve bir sanat harikası olan gözlerimiz,sanatla buluşur
bu yanılgılarla. Çeşitli sanat dallarında özellikle resim(MC Escher gözlerimizin
fizyolojisi ve beynimizin nörolojik algısıyla ilgilidir.Göz yanılmalarına neden olan
mekanizmaların başında gözümüzün kör noktası ve beynimizin iki gözden gelen
görüntüleri birleştirme mekanizması geliyor.ayrıca derinlik algısı,uzaklık algısı ve
üç boyutlu algılama mekanizmaları da kullanılan doğal sistemlerdir.Şizofreni gibi
bazı hastalıklarda ise bu yanılmalara karşı direnç mekanizmaları görülmektedir.
Gözlerimiz ve beynimizin doğal algılama mekanizmalarının kullanılmasıyla
hazırlanan sanat harikalarını incelemeye hazır mısınız?
Türkiyede ve Dünyada Medikal İllüstrasyon
Adil GÜZEL, Çisil ERKAN, Hilal HACIÖMEROĞLU, Seda BOSTAN
Cerrahi ve Sanat
Damla ÖZYÜREK, Gül NİHAL, Güler Kelim NAİMİ, Murat KİRACI
Projemizde tıp ve sanatın Hipokrat’dan beri olan tüm ilişkisini inceledikten sonra
çalışmamızı cerrahi ve sanat alanında yoğunlaştırdık.Projemiz cerrahi ve sanat
bileşkesinin en güzel örneği olan Şerafeddin Sabuncuoğlu’nun eserlerini içeriyor.
Bizim amacımız bu projede cerrahi ve sanatın benzerliğini vurgulamak.
Minik Sanatçıların Gözüyle Tıp
Ali TEOMAN, Evren SENCER, Yalın ŞAHİN, Batuhan BAHADIR
Barış BOYRAZ, Eralp KUBİLAY, Hatice GÜNEY, Merve YAĞMUR
Rıfat BEZİRCİ, Cengiz DEMİR, Pınar AKKUŞ
Türkiyede eksikliği sıkça hissedilen medikal illüstrasyon konusunu dünü ve
bugünüyle ele aldık. Dünyada adını duyurmuş medikal illüstratörlerin çalışmalarını
ele aldığımız bu projede medikal illüstrasyonun faydalarını ve tıp eğitimindeki yerini
incelemeye çalıştık.Tıbbın nasıl bir sanat öğesi haline dönüştüğü ve bu iki alanın
aslında birbiriyle ne kadar içiçe olduğu bu projeyle yeniden gözler önüne serildi.
Sanatçıların Geleceğin Tıbbına Bakış Açıları
Nevinur KÖKAVCI, Azad ÖZDEMİR, Mustafa Cem YILMAZ,
Yiğit GÜLERYÜZ
Yaşamı boyunca bir çok olaya tanık olmuş ve bu olaylardan yararlanarak
gelecek hakkında öngörüde bulunabilen sanatçıların, deneyimlerininden ve
yaratıcılıklarından faydalanarak günümüz ve geleceğin tıbbı, hekimlik uygulamaları
İlknur YILMAZ, Hacer GÖZDE, Gül Zeynep TÜRKMEN, Oğuzer USTA
alSANATıp
Yıllardır sanat sanat için midir sanat toplum için midir diye düşünüp durduk.
Son noktayı koyuyoruz, “Sanat tıp içindir”.Sanatın pek çok alanında etkisini
bırakan tıp son zamanlarda mizahta ve sinemada da etkilerini hissettirmiştir..
Tıp eğitimi,doktorlar ve hastane anıları pek çok komedyen, karikatürist,film,
dizi ve eğlence programının konusu olmuştur.Bu projede amacımız tıpla ilgili
güldürü unsuru taşıyan, tıpa farklı açılardan yaklaşan video ve karikatürlerden
yararlanarak;çeşitli komedyenlerin ve sanatçıların, sizlere sunmaktır. Bu çalışma
sırasında gördük ki tıp içinde bulundurduğu zorlukların yanısıra sahip olduğu
meslek gruplarının ilgisini çekmektedir. Biz de bu projemizle sanatçıların tıpa farklı
bakış açılarını yansıtmaya çalıştık. Ve tıp öğrenimi sürecinin ve çalışma hayatının bu
şekilde yansıtılması da bizler için motivasyon kaynağı olmuştur.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Milyon Dolarlık Hatalar
Miraç GURAN, Beyza KARAFİLİK, Mustafa ÖZCAN, Hatice KÖSEOĞLU,
Abdülkerim ŞAHİN
Dev bütçelerle çekilen film ve dizileri dikkatle izlediğimizde birçok hatayla
karşılaşıyoruz. Gerek Hollywood filmlerinde gerek Türk filmlerinde bu hatalar
karşımıza çıkıyor. Türk sinemasının Malkoçoğlu serisinde Cüneyt Arkın’ın atıyla
dörtnala koşarken arka planda elektrik direklerinin görülmesi, Bizans askeriyle
dövüşürken kolunda saatinin olması, uzay filmlerinde uzay araçlarının ses çıkarması
bu hataların sadece birkaçıdır. Milyon dolarlık film ve dizilerde yapılan bu hataların
bir bölümünde de tıbbi yanlışlar yer almaktadır. Film ve dizilerde bu sahneleri yanlış
şekilde gören insanlar etkilenip acil bir durum esnasında istenmeyen olaylara sebep
olabilir… Üzerinde durduğumuz tıbbi hatalar gibi yanlış örnekleri hayatlarında
uygulamak durumunda kalırlarsa istenmeyen durumlarla karşılaşacaklardır. Bizler
doktor adayları olarak bu hataların yapılmamasını sağlayarak koruma görevimizi
tam olarak yerine getirmek istemekteyiz.
Sadece Doktor Değilleer(!)
Orhan ERBOĞA, Erman MERCAN, Oğuz POYRAZOĞLU
Biz bu projede tarihten ve sinema dünyasından belirlediğimiz bazı doktor ve aynı
zamanda seri katil, cani ve hatta yamyam olan kişileri tanıtıp bunların doktor
olmasına rağmen neden bu kadar kötü olduğunu psikolojik tahliller yaparak
anlamaya çalıştık.Burda bizim asıl yapmak istediğimiz bu kişilikleri tanıtıp
aslında biz doktorlarla onlar arasında ne kadar benzerliklerin bulunduğuna dikkat
çekmektir. Bunlar tarihten Jesef Mengele nazi toplama kampında insanlar üzerinde
sadistlik ve iğrenç deneyler yapmış bir doktordur. Gerçek hayatta ki yaşamış diğer
şahsiyet ise kesinleşmiş rakamlar göz önüne alındığında 218 cinayetle tarihin en çok
insan öldürmüş seri katili, ingiliz doktor Harold Shipman’dır. Sinema gibi bir sakinlik
ve hissizlikte kurbanlarını kesip biçen Dexter.Diğeri ise müthiş beyefendi, gurme,
aşçı, psikiyatr, antropolog, müzikolog, rönesans tarihçisi, yamyam ve aynı zamanda
doktor olan ve The Silence of the Lambs, Red Dragon ve Hannibal filmleriyle bilinen
Dr. Hannibal Lecter’dır.
13
Tıp ve Tarih
Ve Tıbba Kadın Eli Değer...
Ekim HELHEL, Şule GÜL, Tuba CEVİZ, Selim DENİZ
1922 yılında on genç kadının tıp fakültesine girişiyle başlar her şey... Türkiye’de
kız ğrencilerin tıp fakültesine girdiği yıllarda Avrupa ve Kuzey Amerika’daki bazı
üniversitelerin ya tamamına ya da bazı fakültelerinde kız öğrencilerin öğrenim
göremediği, ders ve seminerleri izleyebilenlerin de diploma sınavlarına kabul
edilmediği göz önünde tutulursa bu olayın önemi daha iyi anlaşılır. Her ne kadar
dönemin koşulları işlerini kolaylaştırsa da hiçbir şey altın tepside sunulmaz kadın
doktor adaylarına. Tıp fakültesinin ilk kız öğrencileri 1928’de stajlarını tamamlayıp
diplomalarını alırlar fakat erkeklerle eşit eğitim görmelerine rağmen resmi
görevlere kabul edilmezler ve ihtisas kadrolarına kabullerine izin verilmez. Ancak
1929’da Dr.Sabiha Süleyman Sayın bir kadın hekim olarak ilk maaşlı kadroyu alabilir.
Ve yıllar içinde kadınlar pek çok ilki gerçekleştirir. Karşılaştıkları tüm zorluklara
rağmen...
Kılık Değiştiren Ölüm
Betül DENİZ, Bilge ADA, Gökçen İLÇİOĞLU, Metehan GÜNDEM
İlk çağlardaki insanlar tıbbi bilgileri yeterli olmadığından hastalıklarla baş
edemiyorlardı. Bu yüzden en basit hastalıklarda dahi doğru ve gerekli tedavi
yapılamadığı için ölüm oranları yüksekti. Yıllar geçtikçe insanoğlu sosyal bir varlık
haline geldi ve çevresindeki erken ölümlerin sebeplerini sorgulamaya başladı.
Böylece insanları iyileştirmekle görevli olan şifacılar ortaya çıktı ve tıbbın ilk
temelleri atılmış oldu. Tıp bilimi yüzyıllar geçtikçe ilerledi. Tıbbi bilgi arttı, tedavi
yöntemleri gelişti. Geçmişte insanların ölümüne sebep olan pek çok hastalığın
tedavisi bulundu. Buna karşılık değişen doğal dengeler, sanayileşme, kentlerde
nüfusun artması gibi pek çok nedenden dolayı yeni hastalıklar baş gösterdi. Önceden
insanlar tifo ve veba gibi hastalıklardan ölürken, günümüzde bunların yerini
kanser ve kardiyovasküler hastalıklar aldı. Sonuçta artan tıbbi bilgi ve gelişen onca
tedavi yöntemine rağmen, ölüm hala başka kılıklarla da olsa karşımıza çıkmaya
devam ediyor ve bundan sonra da devam edecek.Ölümün tarihteki bu yolculuğunu
izlerken; çağlar boyu büyük kitlesel ölümlere yol açan influenza, HIV, tifo, sıtma,
kara veba, çiçek hastalıklarının tarihi ve coğrafi özelliklerini inceledik. Bunların
yaptığı pandemilere ve ölüm oranlarına baktık. Günümüzde en sık karşılaşılan
ve ölüme sebebiyet veren hastalıkları saptadık. Son olarak da gelecekteki ölüm
oranı muhtemelen yüksek olacak hastalıklar ve geçmişteki büyük pandemilerin
tekrarlanma olasılığı üzerine araştırmalarımıza dayanarak tahminler yürüttük.
Dünya Tarihini Değiştiren Vitamin
Mustafa BALCI, Abdullah Fatih DEMİRCİ, Sinan KÖSE, Hüseyin KOŞAK
Bu projede c vitamininin ilk ne zaman bulunduğunu, eksikliğinde neler
olabileceğinin ilk ne zaman fark edildiğini ve bilimsel anlamda ne zaman gün
ışığına çıkarıldığını araştırdık. En önemlisi c vitamini eksikliğinin dünya tarihini
nasıl değiştirdiğini araştırdık. Örneğin Haçlı seferleri sırasında askerlerin c vitamini
dolayısıyla yaralarının çok geç zamanda iyileşmesiyle savaşta Hristiyan tarafına
olumsuz yansımıştır. Bir başka örnek Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan
Mehmet başka kıtaların bulunması için birçok denizcisini sefere yollamıştır ancak
c vitamini eksikliği nedeniyle derilerinde olan bozulmalar ve kollojen sentezindeki
bozulmalar baş gösterdiği için hiçbir adamı geri dönememiştir.Bir başka örnek
Osmanlı Devletinin Kırım’da çok büyük yara aldığı Kırım Savaşı’nı kaybetmesinin
önemli nedenlerinden bir tanesi de bu yüzdendir. Askerlerine gerekli yiyecek temin
edilemediğinden bu durum savaşı kaybetmelerinde önemli rol oynamaktadır.
Ayrıca Kristof kollomb ve arkadaşları açık denizde yol alırken buldukları adada
bazı yiyecekler yiyerek bu tür belirtilerden kurtulunca adaya Curacao (Türkçesi
deva) adını vermişlerdir. Bütün bu olanlar c vitamininin dünya seyrini nasıl
değiştirebileceğini gözler önüne sermektedir.Ayrıca bunun gibi birçok olay
yaşanmıştır tarihte.C vitamininin eksikliklerinin bilinmesine rağmen c vitamininin
bilimsel anlamda bulunuşu 1911 yılında olmuştur.
Reçetelerimize Neler Oluyor?
Aysu Sinem KOÇ, Burçak AYDIN, Ece ERBAĞCI, Neslihan DEMİREL
-Ben sizin sıralarınızda ders alırken bu ilaç reçetelerde ilk sıradaydı, şimdi adını
söylemekten bile utanıyoruz yan etkileri yüzünden… -Biz asistanken derdik
14
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
ki “ asit yoksa ülser de yoktur”, o sırada Avustralya’ da bir patolog çoktan bu
yargıyı kırmıştı bile… - Biz size şimdi gelip bunları anlatıyoruz ama iki yıl sonra
hepsi zaten değişecek… Tıp dünyasında yer alan herkes için aslında hiç şaşkınlık
yaratmayan bu cümlelerin özne ve nesneleri siz bu satırları okuyorken bile
değişmiş olabilir.Artık adı bile anılmayan o ilaç tekrar başka bir hastalık tedavisinde
kullanılmaya başlanabilir ya da iki yıl sonra değişen bilgiler bize on yıl önce terk
ettiğimiz bilgileri hatırlatabilir!Peki bizler tıp fakültesi öğrencileri ve geleceğin
doktorları, bilim insanları olarak böyle hızla değişen ve kendi içinde tekerrür
etmeyen dinamik tıp tedavi tarihinin ne kadar farkındayız? Bize öğretilen tedavi
yöntemlerini kullanacağımız zaman, reçetelere o adını sık sık duyduğumuz ilaçları
yazarken kendimizi, bilgimizi sorgulayacak
Ceset Hırsızlığı
Merve AKSOY, Yiğit ÇAY, Hamide Özge ÇİZMECİ, Efe Cem ERDAT
Bilinen ilk ceset hırsızlığı olayı 1319’da Bologna’da yaşandı ve 4 tıp öğrencisi
tutuklandı.15. yyda İtalya’da diseksiyon yasal kontrol altına alındı ve yılda genel
katılımlı 2 kadavra incelemesiyle sınırlandırıldı. Anatominin Yükselişi Leonardo
Da Vinci Anatomide detaylı çizimleriyle ilham perisi oldu. Floransa’da idam edilen
insanların cesetlerini nehirden ve yeni kazılan mezarlardan çalıyor, üzerinde
diseksiyon yapıyor, kokmaya başlayınca da tekrar nehre bırakıyordu. Mahalleye
kimse onun yüzünden yaklaşamıyordu. Venedik’e yerleştiğinde Venedik hükümeti
ona gerekli kadavraları sağlamaya başladı. Ama yine de o tepki çekmemek için
anatomi çizimlerini iyi bir şekilde sakladı. Hatta o kadar iyi sakladı ki 300 yıl sonra
bulunabildi. Detaylı anatomik incelemeler sayesinde insan vücudunun çalışmasının
anatomik prensiplerini de ortaya koydu. Andreas Vesallius Kadavra üzerinde
çalışmalarıyla ünlendi. Bu çalışmaları için gerekli cesetleri geceleri darağacından
çalıyordu. Bu yüzden Fransa’dan kovuldu. Fransa’dan kovulması pek etkili olmadı.
Ceset çalmaya ve incelemeye devam etti. Hatta bir seferinde darağacından bir
ceset çalarken düştü ve kalçasını kırdı. De Humani Corporis Fabrica eserini yazarak
Galen’in yaptığı gibi hayvanlar üzerinde yapılan çalışmaların insanlar için yeterli
olmadığını kanıtlayarak, Galen’in yazdıklarını dogma olarak kabul eden herkese
uyarıda bulundu: Eğitim için gereken kadavra ihtiyacının artması ve İngiltere’de
VIII. Henry’nin eğitim için sadece 4 kadavraya kadar izin vermesi ceset hırsızlığını
arttırdı. O dönemde tıbbi çalışmaların ve eğitimin büyük kısmı İngiltere’de
yoğunlaşmış ve öğrenci sayısı gitgide artmıştı. Öğrencilerden profesörlere kadar
hemen her tıpla ilgilenen insan ceset hırsızlığına başlamıştı. Zamanla ihtiyacın daha
da artması ceset hırsızlığını profesyonel bir meslek haline getirdi ve kadavra satarak
üniversitelerden para alan insanların ortaya çıkmasına neden oldu.
Emirle İyileşmeyen Yaralar ve Ölen Bebekler
Mustafa AKŞAR, Egzon AUDULLAHİ, Engin DEMİRAYAK
Kosova’da bağımsızlık savaşına katılan doktorların gözünden hekimliğe bakışı
konu aldığımız çalışmamızda dönemin karanlık yanlarını aydınlatmak amaçlı yazılı
kaynaklar ile Egzon Audullahi tarafından yapılan videolu röportajlar kullandık.
Görsel içerikli kaynaklarla zenginleştirilen konumuzda savaş dönemi ve sonrasında
hekimlik yapan meslektaşlarımızın yaşadığı sıkıntıları kendi ağızlarından dinledik.
Kosova’nın savaştan nasıl etkilendiğini, sağlık sisteminin bu dönemde ne halde
olduğunu ve dönem sonrası yaşanan gelişmeleri belgesel tadında aktarmaya
çalıştık.
Tıp ve İnsan
Kaç Eşliyiz?
Ahmet Alp KARAKAŞLI, Azad DUMAN, Emre Cem ESEN, Osman SAYIN
İnsanın cinsel ve sosyal yönlerden monogamik mi yoksa poligamik mi olduğuna
dair antropoloji ve genetik bilimlerinin bakış açılarını karşılaştırmak amacıyla
yaptığımız projede; iki disiplinden de bu konuda yapılmış araştırmaları ve bilimsel
makaleleri inceleyip derleyerek, ortak bir görüş ortaya koymak istedik. Bu sebeple
antropologlar veya genetikçiler tarafından oluşturulan bilimsel yayınları ayrı ayrı
inceledik. Bu konuda uzman kişilerin yardımını da alarak konu hakkında çıkarımlar
yaptık. Konunun sosyal yönünü de göz önünde bulundurarak bu konudaki güncel
haberlerden de faydalandık. Yaptığımız çalışmalarla; değişik görüşler ortaya
konulmakla beraber cinsel ve sosyal davranışın her zaman örtüşmediğini ve bu
konuda antropoloji ve genetik biliminin çoğu yerde aslında benzer görüşlere sahip
olduğunu gördük. Ayrıca bundan sonraki çalışmalarda konunun sosyolojik olarak da
incelenmesini uygun görüyoruz.
Taşıyı Annelik
Ebru KURT, Ali NEBİOĞLU, Zahit TAŞ (Mersin Üniversitesi Tıp Fak.)
Son günlerde oldukça gündemde olan taşıyıcı annelik; birçok ülke tarafından
tartışılmakla birlikte bazı ülkeler tarafından yasallaştırılmış durumda.Etik
bulmadığı için reddeden çoğu insan ise aslında yeterli bilgiye sahip değil.Biz
de bu projeyle taşıyıcı anneliğin biyolojik, psikolojik, hukuki ve etik yönlerini
ortaya koymak istedik. Taşıyıcı annelik; uterus veya ovaryumları hamileliğe engel
teşkil eden bayanların çocuk sahibi olabilmek için başvurdukları bir yöntemdir.
İki şekilde uygulanmaktadır: -Uterustaki bir sorun nedeniyle hamilelik sürecini
tamamlayamayan bayanlarda; çiftlerden alınan üreme hücreleri döllendirilerek
çocuğun gelişimini tamamlayabileceği başka bir rahme sevkedilir.
-Uterusla birlikte ovaryumlar da çalışmıyorsa; yumurta üretimi
gerçekleşemeyeceğinden, babanın spermi ve üçüncü bir şahıstan alınan yumurta
döllendirilerek yine taşıyıcı anneye nakledilir. Fakat ikinci yöntemde çocuğun
anneye genetik ve tıbbi bir aitliği bulunmadığından, iki taraf için de ciddi sorunlar
ortaya çıkabileceği için pek tercih edilmemektedir. Taşıyıcı anne olabilmek için;
menapoza girmiş dahi olsa sağlıklı bir rahme sahip olmak yeterli.Bununla birlikte
bebek annenin yaşadığı travmalardan etkilenebilmekte, bulaşıcı hastalığı varsa
enfeksiyon kapabilmekte ve alkol, sigara gibi kötü etkenlerden gelişimini anormal
tamamlayabilmektedir.Bu yüzden taşıyıcı anne seçiminde maddi manevi birçok
noktaya dikkat edilmektedir.Fakat bunların dışında bebeğe herhangi bir kalıtımsal
özellik aktarımı söz konusu değildir.Çünkü bebek anneden sadece metabolik
ihtiyaçlarını karşılamaktadır.
Yasal olan ülkelerde; anlaşmalar geçerli sayılıp çocuk anlaşmalı evlat edinme
yoluyla veya doğrudan anne-babaya teslim edilmektedir.Fakat yasal değilse; çocuk
taşıyıcı anneden ancak anlaşmalı evlat edinme yoluyla alınmakta ve sözleşmeler
hükümsüz sayılmaktadır.Türkiye’de ise yasalarda boşluklar görülmekle birlikte,
henüz yeni bir düzenleme yapılmadığından yasak bir uygulamadır.
Devlet kontrolünde ve son çare olarak görüldüğü takdirde, bu yöntemle birçok
insana yardım edilebileceği kanaatindeyiz.
Peki Ya Biz Hastayı Tedavi Etmek İstemiyorsak?
Cem ÇÖTELİ, Ahmet Faruk YÜKSEL, Gülizar PORHAN
İnsanlık tarihi boyunca bireylerin hasta olması doğal olarak hekimlerin ortaya
çıkmasına sebep olmuştur. Hekim ve hasta arasındaki ilişki de dolayısıyla insanlık
tarihi kadar eskiye dayanmaktadır. Günümüzde bu karşılıklı ilişkide daha çok “hasta
hakları” gündemi meşgul ederken, söz konusu bu haklardan da “hastanın hekim
seçme hakkı” şüphesiz ki en başta gelen tartışma konularından birisidir. “Hastanın
hekim seçme hakkı” bu kadar fazla tartışılırken biz de grup üyeleri olarak “Peki
ya biz hastayı tedavi etmek istemiyorsak?” sorusunu sorma gereği duyduk. Biz bu
projede, bu soru çerçevesinde hekimin hastaya karşı sorumluluklarını incelemeyi,
bu sorumlulukların sınırlarını çizmeyi, yani hangi şartlarda hekimin de hastasını
seçebileceğini saptamayı ve “hekimin de hastayı seçmesi” hakkında tıp öğrencileri
ve hekimlerin görüşlerini örnek vakalar üzerinden almayı amaçladık. Elde ettiğimiz
veriler ışığında da “olması gereken” teorik ile hekimlerin ve hekim adaylarının
uyguladıkları ve/veya uygulamayı düşündükleri pratiği karşılaştırdık.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
15
Genetik Tanıklar
Toplumsal Patoloji: Bekaret
Moleküler biyolojideki gelişmelerin sonucunda genetik analizler kalıtsal
bozuklukların tayini, göçlerin takibi gibi konuların yanında babalık testleri, kimlik
saptamaları, GDO’ların patentleri gibi alanlarda da hukuksal önem kazanmıştır.
Bardak, gözlük, suç aleti, insan kalıntıları gibi delillerden çok küçük miktarlarda
DNA’nın olay yerinden toplanmasıyla davaları ve araştırmaları aydınlatan yüksek
güvenirlikli sonuçlar elde edilebilmektedir. Tabi ki genetik analizler yapılırken,
delillerin uygun taşınması, korunması gibi teknik ve anne karnında babalık testi
yapılması gibi etik sorunlar da ortaya çıkmaktadır. Ne olursa olsun genetik analizin
tıpa getirileri göz ardı edilemez. Bu yöntemler tıbbın çeşitli basit vakalarında
kullanıldığı gibi tarihsel önemi olan olayların aydınlatılmasında, işin içinden
çıkılmasının zor göründüğü birçok durumda çözümde önemli bir yer bulmaktadır.
Bu sayede Romanov ailesinin bulunamamış iki çocuğu, soyundan gelmiş insanlar su
yüzüne çıkarılmıştır. Bunlar gibi çeşitli önemli konunun aydınlatılmasında genetik
analizin yerinin incelenmesi ve anlaşılması önemlidir
Günümüzde ülkemizde ve doğu toplumlarında tabu haline gelmiş bekaret kavramı
büyük bir önem taşımaktadır. Bu yüzden tamamen kapalı olması durumu dışında
herhangi bir patolojisi veya hastalığı bulunmayan kızlık zarına(hymen) toplumsal
alanda birçok anlamlar yüklenmektedir. Bu yüklenen anlamlarla hasta hekim
ilişkisindeki gizlilik, hastanın onamını alma gibi ilkeler göz ardı edilmektedir. Kızlık
zarı incelenmesi ile çoğunluğunu adölesan yaştaki bireylerin oluşturduğu kişilere
psiko-sosyal olarak da şiddet uygulanmaktadır. Hekimin amacı insan sağlığını
korumak ve hastalıklarının iyileştirilmesini sağlamaktır. Halbuki adli sebepler
dışında kızlık zarı incelemesinin yapılması hekimlerin bu amacın dışına çıkmasına
sebep olmaktadır. Bu projenin amacı kızlık zarı ve kızlık zarı incelenmesi üzerine
oluşması gereken etik yaklaşımları belirlemek ve yorumlamak, hukuksal olarak da
bu konu hakkında hekimleri ve hekim adaylarını bilgilendirmektir.
Tıp Öğrencisi Gözüyle Sağlıkta Dönüşüm Programı
Ne kadar farkındayız? Tıp eğitimi sadece dersten mi ibaret? Hekimlik ve doktorluk
arasındaki fark nedir? Neden etiği öğrenmeliyiz? Hastalar müşteri midir?
Toplumdaki doktorların ne kadarı meslek ahlakına önem veriyor? Bu projemizde,
bu ve buna benzer birçok sorudan yola çıkarak, işin özünde bulunan, ilk sorulması
gereken sorunun cevabını bulmak için bir çalışma gerçekleştirdik. Tıp eğitimimiz
yeterli mi, mezun olduğumuzda hastalar hakkında doğru karar verme yetisine sahip
olacak mıyız? Hazırladığımız vaka üzerinden sorduğumuz etik analizi çalışmasında,
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencilerinin %17’si, durum hakkında yeterli
bilgiye sahip olmadığını belirtiyor. Diğer veriler mi? O zaman yaptığımız bu
çalışmaya bir göz atın.
Murat BAŞTOPÇU, Dicle CANORUÇ, Ilgın AKBIYIK, Zeynep DAYICAN
Gökçe Naz KÜÇÜKBAŞ, Olgu Erkin ÇINAR, Ceyhun ÇAĞLAR,
Mahdi HOUSSEİN, Deepak Raj PANT
Sağlıkta Dönüşüm Programı(SDP), Sağlık Bakanlığı tarafından sağlık hizmetinin
ve tıp eğitiminin kalitesini artırmak üzere oluşturulmuş bir reform programıdır.
SDP’nin sağlık hizmetini güçlendirmek için üç temel uygulaması aile hekimliği,
performans sistemi ve paket fiyat uygulamasıdır. Günümüzde SDP’yle ilgili yapılmış
çalışmalar arasında tıp öğrencilerinin SDP hakkındaki görüşlerini yansıtan bir
çalışma yoktur. Bu nedenle projemizde, kliniğe henüz geçmemiş ve hem tıp eğitimi
hem de sağlık hizmeti hakkında en çok bilgi birikimi olduğunu düşündüğümüz
Dönem III tıp fakültesi öğrencilerine, SDP’nin sağlık hizmeti ve tıp eğitimine
olan etkisine dair görüşleri sorulmuştur. Araştırmamızda, 98 adetHÜTF dönem
III öğrencisine, SDP’nin etkileri hakkındaki görüşleri anket aracılığıyla sorulmuş
ve sonuçların değerlendirilmesinde SPSS programından yararlanılmıştır. Anket
sonuçlarına göre öğrenciler SDP’nin sağlık hizmetine ve tıp eğitimine olan etkisini
sırasıyla %63 ve %56 çoğunlukla olumsuz bulmuştur. Aynı zamanda öğrenciler
SDP’nin üç temel başlığı olan aile hekimliğinin, paket fiyat uygulamasının ve
performans sisteminin sağlık hizmetine olan etkisini sırasıyla %78, %63 ve %70
çoğunlukla olumsuz bulmuştur. Sonuç olarak, HÜTF dönem III öğrencileri, SDP’nin
tıp eğitimi ve sağlık hizmeti üzerinde olumsuz bir etki yaratacağını ve sağlık
hizmetinin belirtilen üç temel uygulama tarafından olumsuz etkileneceğini
düşünmektedirler.
Birkaç İyi Adam
Hanife KÜÇÜKYILDIZ, Canan ERSOY, Muhammed Çağrı KÜLEKÇİ,
Zeynep KARABACAK
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde sürekli karşılaştığımız, hepimizin gördüğü
ama çoğumuzun hakkında fazla bir şey bilmediği ve merak ettiği çalışanları
var.Onları daha yakından tanımak ve onların gözünden tıp fakültesine ve tıp
öğrenciliğine bakmak istiyoruz. Bu sayede onların bize bakışlarını, bizler hakkındaki
düşüncelerini öğrenebileceğimizi, yıllar içindeki tıp fakültesi ve tıp öğrencesi
profilindeki değişimi onların gözünden görebileceğimizi düşünüyoruz.
Hasta İçin Bürokrasi Eşittir Korku Mudur?
Cihan YEŞİLOĞLU, Damla ÜNAL, Tareq ASİ, Muhammed JAİTEH
Bürokrasi Devlet idaresinde bir işi yapabilmek için alınması gereken izin, onay, imza
ve uyulması gereken kurallar bütünüdür. Bürokratik işlemler düzenin sağlanması
için kaçınılmaz olsa da artan iş gücü ihtiyacı, zaman ve para kaybının yanında
sağlığımız için de bir tehdit oluştumaktadır. Kişilerin bürokrasiden korkularının
somut örneklerini gösterebilmek için bu işin en yakınında bulunan tıp öğrencilerine
yaptığımız anket sonucu tıp öğrencilerinin dahi bürokrasiden korkarak, sağlıkları
söz konusuyken bile, hastaneye gitmekten çekindikleri sonucuna ulaştık. Bu
projede, insanları sağlıklarından vazgeçmeye dahi iten bu işlemlerin neler
olduğunu belirtmek tıp doktor adaylarının ve tıp doktorlarının bu konuda
bilinçlenerek hastaya yaklaşımını yeniden gözden geçirmesini sağlamaktır.
Hilal YAĞAR, Özgecan YILMAZ, Faruk PEKGÜL, Mehmet TEKDEN
Ne Kadar Farkındayız?
Çağhan TÖNGE, Ahmet OLGUN, Recep YILMAZ, Ali KELEŞ
Kendimize Doğrulttuğumuz Silah
Orçun ORTAKÖYLÜ, H.Rengin GÜVENÇ, Yusuf CANAVAR
Antibiyotik kullanımında ihmaller, temel olarak mikroorganizmalarda antibiyotik
direncine neden olmaktadır. Bu direnç gelişiminde doktorların, hastaların ve
sağlık politikalarındaki hataların büyük payı olmasıyla birlikte antibiyotiklerin
hatalı kullanımı sadece bununla sınırlı değildir. Hayvancılık sanayiinde, özellikle
değineceğimiz üzere tavukçulukta antibiyotiklerin hatalı kullanımı hem
hayvanlarda hem de hayvanlardan elde edilen ürünleri tüketen insanlarda
antibiyotik direnci tablosuna neden olmaktadır. Bunun sonucunda hayvanların
yaşam kalitesi düşmekte, yaşam süresi kısalmaktadır ve bunları tüketen
insanlarla toplumun sağlık kalitesi düşmektedir. Bu projede amacımız, antibiyotik
kullanımında ihmaller hakkında; özellikle antibiyotiği son kullanıcısına ulaştıran
eczane sahibi eczacıların görüşlerinin alınması ve bu görüşlerle bu konuda
yayınlanmış bilimsel makalelerin karşılaştırarak tartışılmasıdır. Yöntem geniş bir
alanda rastgele seçilmiş eczanelere uygulanmıştır.
“Tıp Eğitiminde Kangurular”
Erdem Yusuf ÇAMIRCI, İhsan ÇETİN, Yusuf Ziya GÜVEN,
Emrah YILMAZ
Tıp eğitimi şüphesiz ülkemizde ve dünyada kabul edilen en zorlu eğitimlerden birisi.
Bu zorlu süreç hakkındaki yorumlar ve önyargılar giderek yaygınlaşıyor. Halk arasında
geçen “Tıp çok zor olacak, her şeyi ezberleyeceksin…” “her şeyi ezberliyor musunuz?”
tümceleri bunlara birkaç örnek. Belki de bunlar; tıp eğimi hayatı boyunca her
öğrencinin defalarca tekrarladığı ve eğitimi boyunca derinine irdelenmesi gereken
en önemli olgular. Sonuçları öğrencileri daha öğrencilik hayatlarında düşünsel hatta
fiziksel yıkımlara uğratan süreçleri başlatabilen ve tıp eğitimini bırakmaya yönelten
“küçük” felaketler. Eğitim, öğrenilen bilgiler unutulduktan sonra geriye kalan şeydir.
Tıp eğitimi denince akla gelen ilk şey ise ezberlemek... Peki şu sorunun yanıtını
verebiliyor muyuz? “Tıp fakültesinde neyi ezberliyoruz?” Tıp eğitimi gibi insan
hayatı üzerinde dünyanın en önemli eğitimi olan bu süreç “unutmak için çalışmayı”
betimleyen “ezber” üzerine mi olmalı? Bunun yanıtını birçok tıp eğitimi gönüllüsü
elbette hayır olarak verecek ve ezbere yönelik eğitimin azaltılması konusunda
hemfikir olacaktır. İşte bu aşamada ilk soru büyük önem kazanıyor: “Tıp fakültesinde
neyi ezberliyoruz?” Bizler dönem 3 öğrencileri olarak bu sorunun yanıtlarından
birisini araştırıyoruz. Yani “Tıp Dili”. “Anlaşılamayan; yeni karşılaşılan herhangi bir
süreci, eylemi, durumu ya da nesneyi tanımlayan on binlerce tıp terimi…” Üzerine
düşünülmesi gereken yer burası oluyor. “Tıp eğitiminde tıp dilinin öğrenciler
16
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
üzerindeki etkisinin araştırılması ile eğitim sürecinde dil odaklı sorunların giderilerek
etkin, nitelikli, ezberden uzak, daha verimli eğitim almak için çözüm önerileri
üretmeyi kendimize projemizde görev edindik” Hacettepe tıp fakültesi öğrencileri ve
öğretim üyelerinin görüşleri anketlerimizde toplanıyor. Türk Dil Kurumu Tıp Terimleri
Çeviri Kurulu ve TÜBA (Türkiye Ulusal Bilimler Akademisi)Bilim Terimleri Çeviri Kurulu
ile ortak gerçekleşiyor. Sonuçlarını hep beraber paylaşıp, çözüm üzerine “harekete
geçmek” elimize. Bu proje ise öğrenciler olarak kendi eğitim dilimiz hakkındaki
“düzeltilemezler” hakkında ilk adımlarımız... Şunu soruyoruz: “Tıp dilimizdeki
kangular etrafımızı daha fazla sarmadan önlemimizi alabilecekmiyiz? *Kanguru:
Bundan yüzyıl önce Avustralya kangurusunu gören bir İngiliz koloni üyesi bir
Avustralya yerlisine “Bu nedir?” diye sormuş. “Kangroo” diye yanıtlamış yerli. İngiliz
hayvanın bir resmini çizmiş, ülkesine gittiğinde de onu anlatmış, “Kanguru”yu… Ve
tüm dünya onu “Kanguru” olarak tanıdı. Bir süre sonra yerlilerini incelemeye giden
bir dil bilimci yerlilerin bu hayvan için başka bir sözcük kullandığını duyar ve sorar:
“Kangroo nedir?”. “Kangroo” yerli dilinde “Seni anlamıyorum.” anlamına gelmektedir!
HacetTEPE’nin Tepesine Giden Yol
Mevlüt DOĞRUTÜRK, Elif ARSLANOĞLU, Enes ÇAKMAKKAYA
Tıp fakültesi öğrencileri olarak, hepimiz, tıp eğitimine başladığımız ilk günden
itibaren, mezun olduğumuzda ne yapmak istediğimizi düşünmüşüzdür. Kimimiz
belirli alanlarda ihtisas yapıp uzmanlaşmak, kimimiz de akademik hayatın içinde
yer alıp, öğretim üyesi olmak istemektedir. Geleceğimizi yönlendirecek olan
bu kararı verirken, aslında tıp fakültelerinin öncelikli ilk üç amacından ­eğitim,
araştırma, hizmet- hangisiyle daha çok ilgileneceğimizi de belirlemiş oluyoruz. Bu
noktada sorun şu ki, arkadaşlarımızın sadece bir kısmı -özellikle akademik hayatı
hedefleyenler- bu konuda gerekli araştırmayı yapıp, önünde duran ve kendisinin
şekil vereceği bu yolda ne yapması gerektiğini bilmektedir. Bu konuda şimdiye
kadar Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencileriyle, sonuçları paylaşılmış
somut bir çalışma olmadığından; akademik hayat, çoğumuz için bilinmeyen bir
dünyadır. Amacımız; Türkiye’nin en iyi tıp fakültesinde okuyan geleceğin doktorları
bizler için “akademik hayat” sürecinde araştırmak; Hacettepe’de öğretim üyesi
olma şartları, avantajları, dezavantajlarını öğrenmek ve öğrenci arkadaşlarımızın
bu konuda yeterli bilgi sahibi olmasını sağlamaktır.
Bir “Tıp”çının Yaşam Döngüsü; Ara Konak: Hacettepe
Fatih AKTOZ, Gül Sema CAN, Rauf HAMİD, Emmanuel MILLS
Üniversite gençliği içerisinde bambaşka bir yere sahip olan biz tıp fakültesi
öğrencilerinin dertleri, sıkıntıları hiç bitmez.Bazen abartıya kaçsa da bu
veryansınlar anlamlıdır. Çünkü ne hayaller kurup beklediğimiz “gençlik yılları”
kütüphanelerde, çalışma salonlarında, masa başlarında geçmektedir. Bu kadar
emek vermesine rağmen kimsenin gözüne giremeyen tıp öğrencisini de anlamak
gerekir. Bir döngüye giren hayatımız temel ihtiyaçlardan ibaret hale gelirken
yaptığımız garip davranışlar da insanın özüne dönüşününün(bakınız: evrim teorisi)
bir ispatıdır. Arkadaşına “Günaydın” demeden “Komiteden kaç aldın?” diyen hekim
adayı da aslında kötü talihinin (bakınız: büyük umutlarla Hacettepe Tıp Fakültesi’ne
girmek) bir kurbanıdır. Bu durumda “o”nu suçlamak en kolayıdır. Biz; “o”nun bu
zorlu dünyada ayakta kalmak için verdiği savaşı, fotoğraflarımızla bir belgesel
tadında işlemek istedik.
Memnun Musunuz?
Mahmut Onur KÜLTÜROĞLU, Gökçen MEMİŞ, Eyüp YÜKSEKAL,
Mücahit KOÇOĞLU
Üniversitemize gelen hastaların memnuniyet düzeyleri ne seviyedeydi? Ne kadarı,
nelerden memnun, nelerden şikayetçiydi? Tekrardan hastanemize gelirler miydi?
Ve tüm bunlar yaş, cinsiyet, eğitim durumu gibi değişkenlere ne derece bağlıydı?
İşte bu sorularla başladık projemize. Özeleştiri yapmaktı amacımız. Türkiye’nin
en iyi üniversite hastanesine başvuran hastalar burada nelerle karşılaşıyor, neleri
beğeniyor, nelerden yakınıyorlardı? Tüm bu soruların cevapları içinse hastanemize
başvuran 300 hastaya anket uyguladık. Onlara hastanemizdeki doktorlar, diğer
sağlık personelleri ve sekreterler hakkında sorular sorduk. Bunların yanında
hastanemiz fiziki koşullarını da sorgulayarak hastaların düşüncelerini aldık. Elde
edilen verileri grafiklendirerek sunuma uygun bir şekle getirdik. Eğer sizde bu
soruların cevaplarını merak ediyor ve hastanemizin hastalarda bıraktığı izlenimi
öğrenmek istiyorsanız Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi’nde bizleri izleyebilirsiniz!
Hekimlerin Organ Bağışı Bilincinin Oluşturulmasında
Tıp Eğitiminin Yeterliliği
Ferhat KESER, Naime Gül DEMİREL, Nuray ÖZTÜRK,
Taha Yusuf KUZAN
Organ bağışı, yaşam süresini ve kalitesini arttıran bir tedavi yaklaşımı olmakla
birlikte, ülkemizde oldukça az sayıda vakaya uygulanabilmektedir. Organ naklinin
uygulayıcısı olan hekimler beyin ölümü kavramını iyi bilmezse, acılı bazen de
öfkeli olan hasta yakınlarının organ bağışlaması mümkün olmaz.Bu çalışma ile
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde (HÜTF) organ bağışı konusunda verilen
eğitimin yeterliliğini saptamayı amaçladık. Organ bağışı konusundaki anket soruları,
herhangi bir eğitim almamış 100 Dönem 1(D1) öğrencisi ile tıp fakültesi eğitimini
tamamlamak üzere olan 100 Dönem 6(D6) öğrencisi tarafından cevaplandırıldı.
Verilerin analizi SPSS 17.0 paket programında yapılmıştır. Kategorik değişkenler
yüzde olarak ifade edilmiştir. D1 öğrencilerinin %64’ü, D6 öğrencilerinin %90’ı
beyin ölümü konusundaki bilgilerini yeterli bulmaktadır. Bununla birlikte beyin
ölümünün geriye dönebilir olduğunu düşünenlerin veya kararsız olanların oranı
D1 öğrencilerinde %54, D6 öğrencilerinde %27’dir.D6 öğrencilerinin %80’i
1-4 saat teorik eğitim aldıklarını söylemekle beraber, eğitim alanların %53’ü
kendi organlarını bağışlamayı düşünmemektedir. D1 öğrencilerinin %12’si, D6
öğrencilerin %10’u organ bağışında bulunduklarını belirtmişlerdir. D1 ve D6
öğrencilerinin %20’si yakınlarında beyin ölümü gerçekleşirse yakınlarının
organlarını bağışlamayı düşünmemektedir. Tartışma: HÜTF öğrencilerine beyin
ölümü ve organ nakli konusunda verilen 1-4 saat teorik eğitimin yetersiz olduğu
görülmektedir. Bu eğitim, D6 öğrencilerinin kendi ve yakınlarının organlarını bağış
oranını arttırmamıştır. D6 öğrencilerin %27’si hala beyin ölümünün geriye dönebilir
olabileceğini düşünmektedir. Ülkemizde yapılan organ nakil sayısını arttırabilmek
için, öncelikle anlatıcı, yayıcı, ikna edici ve uygulayıcı olan hekimlerin katılımı
sağlanmalıdır. Bu nedenle de tıp fakültesinde verilen eğitimin süresi ve kalitesi
arttırılmalıdır.
Engelleri Kaldırın!
Ahmet SOYKURT, Özlem ÇİMEN, Zeynep Gül ŞİMŞEK
Toplumumuzun eksik kalan yanlarından biri olduğunu düşündüğümüz “zihinsel
engellilere yaklaşım ve zihinsel engellilerin sosyal hayattaki yeri” ana fikrinden
yola çıkarak zihinsel engellilerin sosyal hayatta yapabilirliklerini incelediğimiz
projemizde, zihinsel engellilerin eğitim gördüğü ve çalıştığı pek çok kurumu
yerinde ziyaret ettik. Sosyal hayatta aslında kendilerine şans verildiğinde ne gibi
başarılara imza attıklarına şahit olduk ve bu gözlemlerimizi sizinle paylaşmayı
amaçladık. Yeterli maddi ve manevi destek sağlandığında, hayatın her alanında
“Ben de varım!” diyebilmeleri aslında çok da zor değil… Bir kapı açın, ve “Engelleri
Kaldırın!”
Psikiyatrik Hastalara Dünyadaki Bakış
Seray BILDIR, Elif BAYRAM, Cemal SEYHUN, Sadiqe OSMANLI
Muvafak aytek grubu Ruhsal hastalığı olanların damgalanması kökeni, tarihin
derinliklerinde saklı olan, insanlık tarihinin güçsüzlük ve bilgisizlik dönemlerinde,
bu belirtilerin açıklanamadığı ve korkuya kapıldığı zamanları kapsar. Damgalama
kuramının öncüsü Amerikalı sosyolog Goffman damgalamayı, “damgalanan
bireye daha az değer verme davranışı, bu etiketi taşıyan insanların daha az
istenebilir ve neredeyse insan gibi algılanmaması” olarak tarif etmiştir Ayırımcılık
toplumdaki kişi ya da grupların diğerlerini damga ve önyargı nedeniyle bazı hak ve
menfaatlerden yoksun bırakmasıdır. Böylece damga, bazen en az hastalığın kendisi
kadar tehlikeli olmaktadır. Damgalanan ruhsal hastalığı olan birey ve aileleri
tedavi tercihini yapmaktansa evde soyutlanmayı tercih eder hale gelmişlerdir. Bu
nedenle var olan damgalama ile mücadele bir tedavi kadar etkili olup, hasta ve
ailelerin yaşam sürecini olumlu kılmaktadır. Nazi Almanyasında 1939-1945 yılları
arası altı yıl içerisinde 180 bin psikiyatrik hasta, psikiyatristlerin gözetiminde
öldürülmüştür Ruhsal hastalığa yönelik damgalamadan bahseden yayınlarda
özellikle şizofreni daha ön saflarda yer almıştır. Sağlık çalışanlarının şizofreni
hastalarına yönelik tutumlarını değerlendiren çalışmalar incelendiğinde; sağlık
profesyonellerinin tutumlarının da genel halkın sahip olduğu tutumlar gibi olduğu
görülmektedir. Dünya Psikiyatri Birliği (World Psychiatric Association- WPA) ruh
sağlığının korunması ve sürdürülmesi, ruhsal hastalıkların önlenmesi, ruhsal
sorunu olan bireylerin bakım standartlarının sağlanması ve geliştirilmesini
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
hedefleyen bir birliktir. Dünyada 1960 yılından itibaren yaşanan toplumsal olumsuz
değişiklikler, psikiyatride olumsuz davranışların artmasına neden oldu. Madrid
deklerasyonu ile birlikte WPA hedefleri doğrultusunda kötü gidişe dur demek
için eğitim programları düzenlenmeye başlandı. Bu doğrultuda 1996-1999 yılları
arasında gerçekleştirilen “schizophrenia: open the doors” başlıklı damgalama ile
mücadele eğitim programı büyük yankı uyandırdıToplam 18 ülke bu programa
dahil oldu (Avusturya, Brezilya, Kanada, Şili, Mısır, Almanya, Yunanistan, Hindistan,
İtalya, Japonya, Fas, Polonya, Romanya, Slovekya, İspanya, Türkiye, Amerika ve
İngiltere) Damgalama bu hastalıklara ayrılan kaynak miktarını sınırlamakta, ev ve
iş bulma, toplumsal etkileşim sorunlarını ağırlaştırmaktadır.Damgalama karşıtı
çalışmalarda öncelikle toplumda var olan yanlış inanç ve bilgileri değiştirmeye
çalışmak uygun bir yaklaşımdır.Damgalama ile mücadelede; kişilerarası, toplumsal,
endüstriyel, yönetsel, hükümet politikalarını da içine alan bir önlem uygulaması
ile gerçekleştirilmelidir. Bu uygulamalarda hasta merkezli yaklaşımın hedef grup
çalışmaları ile yürütülmesi önerilmektedir .
17
Posterler
Alan Adı
Dönem
Sayfa
Edebiyat (Öykü, Roman, Şiir)
DI
21
Müzik
DI
23
Resim, Heykel
DI
25
Sahne Sanatları
DI
29
Sinema
DI
30
Tarih
DII
32
Arkeoloji
DII
41
Antropoloji
DIII
41
Teknoloji
DIII
42
Sosyoloji
DIII
43
Etik
DIII
49
Hukuk
DIII
51
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Tıp ve Edebiyat
Tıp İçin Neleri Feda Edersiniz?
Işıl GÖĞEM, İmren Ümit AKPINAR, Kerem ENSARİOĞLU
Faust’un Mephisto ile yaptığı antlaşma sonucu kendi ruhunu satıp,mutlak bilgi elde
etmiştir. Her ne kadar bu elde ettiği bilgiyi amaçları doğrultusunda kullanmamış
olsa da,başlangıçta tıp ve bilim için yaptığı fedakarlık küçümsenemez. Diğer Faust
versiyonları benzer antlaşmalara ve benzer sonuçlara sahiptir. Örneğin Guilty
Gear adlı oyundaki Faust karakteri benzer bir antlaşmayı cerrahi yeteneklilik için
yapmış,fakat antlaşma şartlarına uymayınca bu yetenekleri ondan alınmıştır. Asla
gerçekten sahip olmadığı yeteneklerden övündüğü ve kendisinin bunlar olmadan
bile başarılı olduğunu düşünmesi, hastasını kaybetmesine sebep olmuş, bunun
sonucu olarak bunalıma girmiştir. Yorum: Tıp, her zaman fedakarlık gerektirir. Bu
fedakarlık bazen zaman,bazen gençlik,bazen ihtiyaçlara mal olur. Faust karakteri
fedakarlıkların en üstünü yapmış,amacına ulaşamamasına rağmen, niyeti ve
fikri her zaman tıpa ve bilime hizmet olmuştur. Fedakarlık kavramı konusundaki
çalışmalarda, gerçek kişilikler olduğu kadar kurgudan da yararlanılmalıdır.
Şüphesizdir ki,gerçek insanların ve doktorların yaptığı fedakarlıklar üstündür,
ancak edebiyatta işlenen fedakarlık kavramının insanlar üzerindeki etkisi de
küçümsenemez ve insanların duygularına ulaşılabilirlik konusunda kitaplar ile
yarışabilen başka bir şeyden söz edilemez.
Tıp Öğrencilerinin Sanatsal Yönelimleri
Muhammed Said BEŞLER, İlkay Şamil BEYDİLLİ, Arif SAVCI
Tıp fakültesi öğrencilerinin ders çalışma süreci dışındaki sanatsal yönelimleri yüz
yüze anket yapılarak araştırıldı. Elde edilen veriler ışığında tıp öğrencisinin sanatsal
profili çizildi.
Fıkralarda Doktorlar
Buram ÖZTÜRK, Enes KARAMAN, Abdurrahim KAR
Fıkralarda doktorların gelir düzeyinin yüksek olmasına değinilmiş ve bu durum
mizahi bir şekilde işlenmiştir.Doktorların hastaları bilgilendirirken bilimsel bir dil
kullanması sonucu ortaya çıkan iletişim sorunlarına ve bunun neticesinde tedavinin
yanlış uygulanmasına veya hiç uygulanamamasına sebep olduğu vurgulanmıştır.
Ayrıca doktorların reçeteleri okunaklı bir şekilde yazmaması fıkralarda yoğun bir
şekilde eleştiri ve mizah konusu olmuştur.
Doktorlar da Okur, Ama Neyi?
Bulut AYYUB, Hasan KUZU, Büşra GÖKER, Ayşegül DEMİRSU
Daha önceki senelerde doktorların izlediği filmler üzerine bir araştırma yapılmış.
Biz de doktorların okuduğu edebi kitaplar üzerine bir araştırma yapacağız.
Araştırmamızı anket üzerinden yapmayı planlıyoruz. Araştırma alanımız Hacettepe
Üniversitesi Hastanesi olacak. Hocalarımıza kitaplarla ilgili sorular yönelteceğiz ve
bulduğumuz sonuçları derleyip, arkadaşlarımızla paylaşacağız.
Halk Şairlerinin Doktorlara Bakış Açısı
Nurullah YUCA, Muhammet Hakan GEREKLİ,
Muhammed Ali KARATAŞ, Tevfik Mehmet ÜNSAL,
Baraa EL DANCACHLI
Projenin gerçekleştirilmesindeki amaç,içten gelen samimane duyguların yer aldığı
bir sanat olan şiirin penceresinden doktorlara bakmak ve Türk halk kültüründen
yola çıkarak Türk halkının hekimlere olan bakış açısını yansıtmaktır.Halk şairlerinin
halka daha yakın olmaları ve duygularını daha açık şekillerde ifade etmeleri de
projede geniş yer tutmalarına neden olacaktır. Hekimin halka ve hastalarına karşı
tutumunun halk tarafından nasıl karşılandığını şiirlerde aramayı amaçlamaktayız.
Bunun içinde halk şiirlerini iyi bir kaynak olarak görmekteyiz. Projenin amacını
kısaca özetleyecek olursak; Türk milleti, daima hekimleri gözlerinde çok önemli bir
yere koymuştur. Ayrıca tüm insanların hekimlerden bir beklentisi vardır. Hekimler
de halkın gözündeki yerine yakışır ve onların beklentilerine cevap verecek durumda
olmalıdırlar.
21
Epilepsinin Yazarlar Üzerindeki Olumlu Etkisi ve Bu
Yazarların Epilepsi Hastalığının Özelliklerini
Hatice KOÇ, Sezgin YENİ, Canan CAKA, Mehtap ALTUNTAŞ
Epilepsinin yaratıcılık üzerinde çok büyük etkisi olduğu ve çok ünlü epileptik
yazarların nöbetleri sırasında hissettiklerini karakterlerine yansıttıkları öğrenildi.
Bu araştırmamız sayesinde epilepsi ve bazı yazarlar hakkında yeni şeyler öğrendik.
Yeni araştırmalarımızla projemizi geli,ştirmeyi hedefliyoruz
Son Dönem Batı Edebiyatında Tıp Algısının Zamanla
Değişimi
Mesut TANKO, Şevket Onur YOLALAN, Erkay UZUN
Edebiyat ve tıp sanıldığı kadar farklı değildir. İkisinin konusu da insandır ve insanı her
yönüyle tanıma arayışı içindedirler. Edebiyat ve tıpın kesiştiği birçok nokta da vardır.
Doktor olan yazar ve şairler, hastalıklarıyla ilhamı bulan edebiyatçılar, kitaplardan
etkilenip doktor olmaya karar veren öğrenciler vb. Bizim projemizin konusu ise
edebiyatın bakışıyla tıp: Edebiyat tıpla ne kadar ilişkilidir? Edebiyat insanların
hekimlikle ilgili düşüncelerini değiştirebilir mi? Edebiyatın dönüştürücü gücü tıp için
de geçerli midir? Hekimlik algısı zaman içinde nasıl değişti? Kurumsallaşmış tıpın
sosyal ve kültürel alanlardaki gücü ve belirleyiciliği var mıdır? Tıbbın gelişen bilim
ve teknolojiyle değişimi edebiyatın tıbba bakışını zamanla nasıl değiştirmiştir? Tıbbı
edebiyat için çekici kılan onun öylümle içiçeliğimidir? Teknolojiye giderek bağımlı
hale gelen tıbbın vaadi iyi bir yaşam mıdır, iyi bir ölüm müdür, gibi sorulara cevaplar
aradık. İlkel şamanlardan modern tıbba geçişte edebiyat iyi bir gözlemci olmuştur.
Edebiyatın tıp algısını anlayarak, yapacağımız işi daha iyi tanır, hekimliğin sadece
bir meslek olmadığını bilip, etikle estetetikle varoluşsal problemlerle ilişkisini
çözebiliriz.Hedefimiz gelişen teknolojiyle değişen tıp ve doktor algısının edebiyata
yansıyışı ve zamanla değişimini anlamak.Bu yüzden batı edebiyatına yöneldik.
Tıbbın ve pozitif bilimlerin aydınlanmayla en hızlı geliştiği coğrafyaya.Bilim ve
teknolojinin hızlı gelişiminden faydalanan tıp 18. yy dan günümüze sürekli değişmiş
ve ilerlemiştir. Bunun topluma yansımasını görmek ve tıp algısının nasıl değiştiğini
izlemek,roman ve öykülerin, doktorları ve tıbbı ele alışının zamanla değişimini
izlemekle mümkündür. 18. yy da tıp henüz bağımsız bir bilim değildir. Felsefeden
dinden ‘büyücülerden’ etkilenmektedir.Doktorların çalışmalarında hastaneler ikinci
plandadır. Rousseau’nun, Voltaire’in, Le Sage, Montequieu ve birçok edebiyatçının
kitaplarında doktorlar geneldelde eleştiri konusudur. 19.yy da modern tıp giderek
gelişmiştir.Hastalıkların bakteriyel sebeplerinin bulunması hastalıkların bulaşmasına
engel olacak yöntemler geliştirilmiştir: anestezi, asepsi, antisepsinin bulunuşu...
Edebiyatçılar ise daha umutludur.Charles Dickens, Gogol, Kierkegaard,Nietzsche,
Çehov un eleştirileri ve önerileri vardır.Doktor para ilşkisi ise hala sorgulanmaktadır.
20.yy da ise Camus Kafka Saramago Orwell Marquez Susan Santog gibi edebiyatçılar
ilgi çekici olurken bazen metafor olarak hastalılar kullanılmış bazen de sistem
eleştirisi yapılmıştır. Romanlarda tıbbın ele alınışı daha yöntemli ve çeşitlidir.Veba
da Rieux umutsuz ama direngen, Körlük’te kör olan göz doktoru çaresiz, Kolera
Günlerin’de Aşk da otoriter özgüvenli, Bir Taşra Hekimi’nde tersine otoritesiz ve
çekingen, Fakirler Nasıl Ölür de kayıtsız ve insan sevgisinden uzak doktorlarla
karşılaştık. Tıbbın değişim ve gelişiminin izlerini edebiyatın yaratıcı yöntemleriyle
izleyerek, günümüzü doğru şekilde okuyabilir, geleceğin tıbbını kurgulayabilir ve
daha adil ve gelişkin bir tıp sistemi yaratabiliriz.
“Tıp”a Edebi Yaklaşım
Ece AKYOL, Emre EMEKLİ, Emre Onur BAL, Musa ÖZTÜRK
Doktor ve hasta ilişkisinde her şey anamnezle başlar ya tıpta. Anımsama ve
anlatmayla yani… Sözcüğün en geniş anlamıyla bir “öykü” oluşur her karşılaşmada.
“Acı çeken” ile “tedavi eden” arasındaki ilişkinin temel taşını oluşturur bu metin.
Belirtiler, izler ve göstergeler peşindedir doktor… Her ne kadar bir sanat yapıtı
oluşturmak değilse de amaç, bir insanı tanımaya, neden-sonuç ilişkilerini bulmaya
ve hastalığı belirmeye yöneliktir çabaları. Hastanın yaşı, cinsiyeti, alışkanlıkları,
yaşam koşulları, ailesi, ilişkileri vb. üstüne toplanan bilgilerle bir portre çizilir.
Nesnel biçimde değerlendirilen tüm bu bilgiler de “yazı” ile saptanır. Ve bir portre
çizilir hekimin gözünde. Bu süreç edebiyatçının yaptığının aynısıdır aslında.Amaç
insan sağlığı ve mutluluğudur;aradaki tek fark ise sanat kaygısıdır. Aslında insan
bedeni sanatın temelidir. Estetik felsefesinin en güçlü ismi olan Schopenhauer’un
“Beden, hakikate açılan yegâne dar kapıdır” sözleri bu olgunun en gerçekçi
açıklamalarından biridir. Bir hakikatse,en iyi sözlerle anlatılır. Toplumda en geniş
kitleye ulaşan, kamuoyu oluşturma gücü en yüksek olan sanat dalının edebiyat
olduğu da göz önüne alındığında edebiyatla uğraşan hekimlerin mesleklerini nasıl
22
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
tanıttıklarının ya da hekim olmayıp hekimlerin yaşantı ve birikimlerini konu alan
eserler veren edebiyatçıların konuya ilişkin fikir ve yönlendirmelerinin büyük önem
taşıdığı anlaşılmaktadır. Çalışmamız sırasında bir hekim olan ve Anton Çehov gibi
“Tıp eşim,edebiyatsa metresimdir.” görüşünü savunan yazarlar ile hekim olmayıp
konuyla ilgili yazan yazarlar sınflandırmasının yanısıra Türk edebiyatı ve yabancı
edebiyat karşılaştırılarak hekim-hasta ilişkilerine ilişkin evrensel bir bakış açısı
kazandırmak ve bu görüşlerin okuyucular üzerindeki etkileri temel alınarak bu
ilişkiyi düzenlemeye ilşkin yeni fikirlere yol açmak amaçlanmıstır
Dr. Faik Çelik’in “Çağdaş Türk Tıp Şiirleri” Adlı Eserine
Dayanarak Hekimlere Bakışın İncelenmesi
Şadiye Hande SOYER, Ersel TURAN, Kübra CANASLAN,
Sayed Hekmatllah HEKMAT
Tıp yaşamla iç içe, hekimler ve hastalar yaşamın birer parçaları.., böyle olunca da
tıp ve hekimler sanatla yan yana.Hekimlikte mesleki teorik ve pratik ön planda
görülmekte ise de, hekimlik farklı etik, ahlaki ve vicdani ve tabii ki insani yönleriyle
gerçekten farklı bir meslektir.Hekimlikteki “ustalık”, hastasının veya kendinden
yardım isteyen insanların duygu ve düşüncelerini, acılarını ve beklentilerini
anladığı ölçüde o hekimde anlam kazanır .Bunun için hekim duyarlı olmalıdır, bu
duyarlılığa giden en sağlam yollardan birisi edebiyat, en kestirmesi de “şiir”dir.
Dr. Füsun Sayek’in Türk Tabipleri Birliği adına yazdığı bir yazıda da söz ettiği gibi:
““Şiir yaşamdan çıkar” Eğer şiir gerçekten yaşamdan çıkmışsa, yaşam da sağlıksa,
yaşam ve sağlıkla toplumcu köprüyü kurabilen şairlere ve bu köprünün temel
elemanlarından olan sağlıkçılara bu güzel şiirleri toplu halde ulaştırmak anlamlı.”Biz
de bu anlamlı çabaya biraz da olsa katkıda bulunmak için şairlerin, toplumun; tıpa
ve hekimlere bakışını incelemek istedik.
Beyin Hastalıklarının Sanata Etkisi
Sabri Engin ALTINTOP, Mustafa Altay TEKEŞ, Onur IRAK,
Mehmet DİLER
Beyinde bazı hastalıkların yetenekleri bozmayacak alanlarda ortaya çıkması
halinde, eserlere olumlu katkı sağlayabileceği, dünya çapında bazı sanatçıların
nörolojik veya psikiyatrik rahatsızlıklarını yaratımlarında kullanarak, ünlü
yapıtları meydana getirebildikleri görüldü. Özellikle bipolar bozuklukların manik
dönemlerinde uykularının azaldığı, çalışma sürelerinin arttığı, renklerin, coşkuların,
tutkuların arttığı gözlemlenmiş.
Değeri Anlaşılamamış Bir Osmanlı Aydını: Beşir Fuad
Murathan ÇELİK, Ekin Yiğit KÖROĞLU, Yusuf Barış GÜLEÇ
Bu projede Beşir Fuad’ın tıp alanındaki ilginç fikirlerini irdeledik. Pek çok farklı
alandaki kişisel görüşlerini temel alarak deneysel intiharının nedenlerini saptamaya
çalıştık. Vardığımız sonuç her ne kadar bir tahminden öte gidemese de Beşir Fuad’ın,
yaşadığı dönemde kendine has bir kişilik olduğunu ortaya koyması yönünden ilgi
çekici olmuştur denilebilir.
Divan Edebiyatında Tıp
Harun KARAAĞAÇ, Yunus TETİK, Raji HASAN
Bu çalışmamızda divan edebiyatının tıp, doktor, hasta ve tedavi şekilleri hakkında
yazılan beyitlerini araştırdık ve buldugumuz beyitleri yorumladık. Eski yaşamdaki
tıp ve sağlık kavramlarını günümüz tedavi yöntemleri ve hasta hekim ilişkileriyle
karşılaştırdık. Ve benzerlik ve farklılıkları sunduk.
Doktorlarda Okur Ama Neyi?
Büşra GÖKER, Bulut AYYUB, Hasan KUZU, Ayşegül DEMİRSU
Projenin konusu: Hepimizin bilinçaltında doktorların ulaşılamaz, çok yoğun ve
çalışkan insanlar oldukları kanısı vardır. Doktorların yaşayış şekilleri ve hayat
düzenleri diğer insanların hep ilgisini çekmiştir.
Projenin amacı: Doktorlarla ilgili insanların akıllarını kurcalayan bir takım sorular
her zaman varola gelmiştir.’Doktorlar kendilerine vakit ayırabiliyorlar mı? Kitap
okumaya ne kadar vakit ayırabiliyorlar? Hangi tür kitaplar okurlar? Doktorlarla
yaptığımız anket sonucu yanıt bekleyen bu soruların cevaplarını bulduk.
Edebiyat ve Müzik Penceresinden Tıbba Bir Bakış
Ali Rıza KEKLİKCİ, Bayram ALKAN, Kasım YAKUT
Tıp ve sanat... Her ne kadar uzak gibi görünseler de, dikkatli gözler tarafından
incelendğinde bir bağlantının olabileceğini ortaya çıkarmak ve paylaşmak için
projeyi seçtik. Tıbbın edebiyat ve müziğe yansımalarını incelemek, kültürümüz
içinde bu bilim dalının ayak izlerini takip ederek toplum gözündeki yerini belirlemek
amacıyla bu projeyi benimsedik. Türkülerimizde,şiiirlerimizde anonim sözlü, yazılı
ve müzik ürünlerimizde tıbbın, hekimliğin, hastalığın yansımalarını farketmek ve
farkettirebilmek için bu konuyu seçtik.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Tıp ve Müzik
Müzikle Tedavi’nin Evrimsel Psikolojik İncelemesi
Şiyar Bahadır DEVLET, Burak BAYKAM, Muhammet Ali EKŞİ,
Mustafa Emre BULUT
Profesor Martin Sereno, Profesor George A. Miller’ın çalışmaları ve doğadan bir
kaç örnek eşliğinde (Güney Avustralya Lir Kuşu gibi) müziğin memeli dünyasındaki
yerinin incelenerek, müzikle tedavi olgusunun psikolojik temellerinin gözlenmesi ve
bu temel üzerinde, müzikle tedavi’nin gerçekliğinin incelenmesi adına bir kontrollü,
double blind deney önerisinin yapılması.
Tıp ve Müzik
Furkan ÇETİN, Gökhan YAVAŞ, Ozan ÜNLÜ
Tarihin Anadolu medeniyetlerinde de müziğin tedavi amacıyla kullanıldığı
bilinmektedir. Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinde de müzik tedavi amacıyla
kullanılmıştır. Anadolunun çeşitli bölgelerinde ve illerinde bu amaçla kurulmuş
birçok darüşşifa bulunmaktadır. Bizde yaşadığımız toprakların bize mirası olan bu
tedavi yöntemini projemizde incelemek istedik.
Sessizliğin Sesi
Hakan SELÇUK, Şeyma MERİÇ, Merve AÇIK, Burak ÇAĞLARSU
Konumuz sağır müzisyenler. En eskisi ve bilineni Ludvig Van Beethoven’dır.
Beethoven ileri yaşlarda duyu kaybına uğradığında bile beste yapmaya devam
eder ve ömrünün son deminde yazdığı 9. senfoni bu durumun doruk noktasıdır.
Bilindiği üzere 9. senfoni biter, artık çalınacaktır. Beethoven eseri dinlemek (daha
doğrusu izlemek) üzere yerini alır. Eser bittiğinde büyük bir alkış kopar salonda
ama Beethoven eserin bittiğini ancak orkestra şefinin hareketinden anlar. Sonra
en öndeki yerinden ayağa kalkar ve seyircilere bakar. Herkes ayakta çılgınlar gibi
alkışlamaktadır. Sahneye şefin yanına çıkarırlar, selamını verip doğrulduğunda
ağlamaktadır Beethoven. Eserin ilk sahneleşinden bir kaç yıl sonra 10. senfonisini
bitiremeden hayata veda eder. Beethoven gibi tüm senfoni orkestrasını beyninde
canlandırıp, duyup, koca bir senfoniyi yazmak herkesin yapabileceği bir şey değil;
ancak vurmalı çalgılarda durum farklı. Titreşimleri hissetmek ve ritmi yakalayıp
enstrümanını çalmak bir nebze daha akla yatıyor. Bunun örnekleri şöyle ; Yakın
dönemin önemli sağır müzisyenlerinden Evelyn Glennie var. Glennie 12 yaşında
sağır olmuş bir perküsyonist. Sahneye çıplak ayakla çıkma sebebi imaj değil. Glennie
titreşimleri çıplak ayaklarıyla daha iyi alır, ritmi yakalar ve müziğini yapar. Sanatçının
1989’da en iyi oda müziği dalında Grammy’si var. 1800’ün üstünde vurmalı çalgısı
olduğu gibi 15 farklı üniversiteden doktoraları olan başarılı bir sanatçıdır. İşitme
temelde özel bir dokunma şeklidir. Ses basitçe, kulak tarafından toplanan ve elektrik
sinyallerine dönüştükten sonra beyin tarafından yorumlanan titreşen havadır. İşitme
duyusu bunu yapabilen tek duyu değildir, dokunma duyusu da bunu sağlayabilir.
Eğer yolun kenarında duruyorsanız ve büyük bir kamyon geçiyorsa, titreşimi işitir
misiniz, hisseder misiniz? Cevap, her ikisi de. Çok düşük frekanslı titreşimde kulak
yetersiz kalmaya başlar ve vücudun geri kalan bölgelerinin dokunma duyusu devreye
girer. Bir nedenle, gerçekte aynı şey olmalarına rağmen, sesi işitme ile titreşimi
hissetmeyi birbirinden ayırırız. Sağırlık işitememek değildir, yanlızca kulaklarda
bir sorun var demektir. Tamamen sağır olan biri bile sesleri işitebilir, hissedebilir.
Bir de keman virtüözü Chris Buck var sağır müzisyenlerden. 14 yıl boyunca beyin
tümörü tedavisinde aldığı radyasyon nedeniyle duyu kaybına uğrayan Buck
kemanı bırakmadığı gibi keman öğretmenliği de yapmış. Kısa kısa diğerlerine
bakacak olursak: 1924’de ölen Gabriel Fauré besteci, organist, piyanist ve öğretmen
kimliğiyle öne çıkan sağır müzisyenlerden. Alman besteci Robert Franz var sonra,
1892’de ölmüş. 12 yaşında tamamen sağır olmuş başka bir müzisyense şarkı yazarı,
piyanist ve şarkıcı Johnnie Ray. 1951’den 1962’ye kadar üretmiş, müzik yapmış,
çalmış söylemiş bu adam. Sağır bir Fin’li Rapçi var bu arada, adı Marko “Signmark”
Vuoriheimo. Sağır bir ailenin çocuğu olan “Singmark” şarkılarını söylerken işaret
dilini de kullanıyor. Bu durum rapçilerin el hareketlerine çok uygun aslında. Bedřich
Smetana ise Beethoven gibi 50 yaşında sağır olmuş Çek besteci.
Sanat Terapisi
Mehmet ŞAHDALAMAN, Sibel KONCA, Zekrullah ZİYAI,
Merve Şeyma PARMAK
Sanatla tedavi,sanatın eğitim ve tedavide kullanılmasıdır.Sanat,sanat öğeleri,sanat
23
nesneleri,sanatsal eylemler,sanatsal dışavurumla ifade gibi sanata ilişkin
çağırışımlar yanında eğitim öğretim ve tedavi gibi insan yetiştirme ve gelişimsel
alanın çağrışımları da akla gelir. İçe atılmış yaşantılar ve fiziksel engellerin vermiş
olduğu hasar dışa vurulamazsa ruh sağlığı risk altındadır. Sanat bu riske karşı
koruyucu işlev görür. Gerek sanat eğitimcisi gerek terapist bireyin iç dünyasını
duygu ve düşünce, davranışını tanımak, gelişimi ve süreci kolaylaştırır ve
hızlandırır. Ayrıca yıllar boyu çözülemeyen birçok sağlık sorununun çeşitli sanatsal
çalışmalar,terapiler eşliğinde aşılabildiği görülmüştür.
Sanatın Hekimlerin Mesleksel Yetilerine Etkisi
Esra KESKİN, Tuğba GÜNGÖR Yeşim SİPARİŞ Özge Aydın
hekimlik mesleğinde sanatın etkisini gözlemek istedik. Biz sanatla uğraşan
hekimlerin mesleklerindeki başarısı diğer meslektaşlarndan farkı..bunları çeşitli
röportajlarla ve makalelerle ortaya koymaya çalışacağız.
Müzik ve Ruh Sağlığı
Tushar KUNWAR, Ahmet Birkan KARAMAN,
Ahmet Yasir ALTUNBULAK, Jamila Kazimi, Baktazh RAHİMİ
Müzik insanın bütün beyni kullanarak yaptığı çok az aktivitelerinden biridir. Müzik
dil öğrenmek, hafızayı geliştirmek ve dikkati odaklanmak için faydalı olmakla birlikte
vücudun fiziksel koordinasyon ve gelişmesi için de önemlidir. Yakında Finlandiya’da
stroke hastaları üzerinde yapılan araştırmada hiç müzik dinlemeyen ya da masallar
yüksek sesle söyleyerek okuyan hastalardan bile müzik dinleyen hastaların
hafızalarında gelişmesi ve daha dikkatli olmaları gözlenmiş. Müzik zekayı, öğrenmeyi
ve İQ’yu geliştirir. Çocuklar üzerinde yapılan bir çalışma sonucu müziğin aşağıdaki
alanlarda yardımcı olduğu göründü: Okuma ve edebiyat yetenekleri. Düşünme
ve neden verebilme yetenekleri matematik zekası yani matemmatik soruları
çözebilme Duygusal zekası eskiden sadece klasik müziğin faydalı olduğu düşünüldü
ama son zamanlarda yapılan araştırmalar kişinin sevdiği herhangi tür müziğin o
kişiye olumlu etki yarattığını öne sürüyor. Beat pattern dakikada 60 olan Mozart ve
Baroque müziği ardı arda sol ve sağ beyni aktive eder. Beynin bu kısmı öğrenmek ve
bilgilerin kaydetmesi ile ilgilidir. Müzik dinleyerek okumakta okuduğumuz bilgileri
sol kısmı aktive ederken müzik sağ kısmı aktive eder. Bu da beynin iki tarafını da
aynı anda kullanmamızı sağlar. Bunun yanı sıra müzik aleti çalmak gibi beyinin
hem sol hem sağ kısmını kullanan aktiviteler beynin bilgileri daha iyi işletmesini
sağlar. Ayrıca müzik ile beraber okuduğumuz bilgileri aynı müziği tekrar ederek
kolayca hatırlayabiliriz. Ama öğrenmek yada hafızaya katkıda bulunmak için müziğin
kelimesiz olması gerekir. Yoksa biz okuduğumuz bilgilerin yerine o şarkının sözleri
hatırlayacağız. Müzik uykuyu getirir İmsomnia hastalar üzerinde yapılan araştırma
göstermiş ki müzik uyumadan önce 45 dakika müzik dinleyenler rahat dolu uykuya
dalabilir. Frekansı az olan müzik sempatik sinir sisteminin aktivitesini, stresi kan
basıncını, kalp atış hızını ve solunum hızını düşürür. Bu da genelde klasik müziklerdir.
Müzik stresi nasıl düşürür? • Kasların gevşemesini sağlayarak • Yoga gibi etkileri
yaratarak • Olumsuz duyguları önleyerek.
Müzik Yeteneği ve Genetik
Hasan Can HASTÜRK, Demet ALBAYRAK, Barış SEVİNÇ
Yakın geçmişteki birtakım ünlü klasik sanatçı ve bestecilerin anne veya babalarının
da müzikle ilgilenip ilgilenmediklerini araştırıldı. Bu kişilerin ailelerinin müzikle
ilgilerine dayanarak müzik yeteneğinin genetik özellikleri hakkında yorum yapıldı.
Türklerde Müzikle Tedavi
Muhammet Ali AYDEMİR, Oğuzhan KATAR, Fatih GÖK, Ahmet ÇELİK
Müzikal seslerin ve melodilerin fizyolojik ve psikolojik etkilerini çeşitli ruhsal
bozukluklara göre ayarlamak suretiyle, düzenli bir yöntem altında yapılan tedavi
şekline “müzikle tedavi” tedavi denmektedir. Bu tedavi şeklinin pek çok kullanım
alanı vardır: psikolojik sorunların giderilmesi, sosyal ilişkilerin geliştirilmesi,
özgüven duygusunun geliştirilmesi, fiziksel fonksiyonların geliştirilmesi gibi pek
çok tedavide müzikle tedaviden yararlanılır. Müzkle tedavi yöntemi, kökeni çok
eskilere dayanan bir metoddur. Dünyanın pek çok yerindeki pek çok medeniyet
tarafından ilkel veya bilinçli olarak kullanılmış, günümüze kadar da geçerliliğini
korumuştur. Müzikle tedavinin bilimsel yönden araştırılmasına ilk olarak 2. Dünya
Savaşından sonra Amerika’da başlanılmıştır. 1947 yılında ise müzik, Michigan
Devlet Hastanesi’nde tedavi metodları arasında yerini almıştır. Müzik, sanat
24
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
dalları içerisinde insanı en çok etkileyen sanat dalıdır. Bu yüzden sanatsal tedavi
yolları arasında en çok tercih edilenidir. Tıp biliminin alt dalları olan onkoloji,
nöroloji, kardiyoloji, pediatri gibi alanlarda karşılaşılan vakalarda müziğin yardımcı
tedavi olarak uygulanması olumlu sonuçlar vermektedir. Örneğin, Avusturya
Meidling Klinik’te çalışmakta olan Dr. Gerhard Kadir Tuçek, komadaki ve yoğun
bakımdaki hastalara günde yaklaşık 20-30 dakika Klasik Türk Müziği veya Klasik
Batı Müziği dinletilmesi sonucunda, hastaların kımıldatamadıkları organlarını
kımıldatabildiklerini görmüştür. Bunun dışında madde bağımlılığının çözülmesinde,
tümörlerle mücadelede, psikolojik bozuklukların tedavisinde müziğin olumlu
etkisi kanıtlanmıştır. Bütün bu gelişmelere rağmen müzikle tedavide açığa
kavuşturulması gereken pek çok nokta vardır. Bunlar: insan fizyolojisinde müziğin
etkilerinin net olarak gösterilmesi, müziğin hangi tedavilerde ne kadar etkili
olduğunun belirlenmesi gibi konulardır.
Ressamların akromotopsi, ihmal sendromu gibi durumlardan nasıl etkilendiği, sağ
veya sol beyin hasarı sonrası sanatsal tarzlarının nasıl değişebildiğim gösteren
çok sayıda olgu çalışması vardır. Frontotemporal demans olgularında görsel ve
müzik alanında daha önce var olmayan becerilerin gelişebildiği bildirilmiştir.
Ravel gibi bazı sanatçıların müzikal yeteneklerinin beyin hastalıkları veya demans
gibi durumlardan etkilenmeleri söz konusu olmuştur. Sinirbilim insana en özgü
bilişsel yeteneklerden biri olan sanatsal yaratıcılık konusundaki gizemi bir ölçüde
aydınlatmak potansiyelini taşır gözükmektedir.
Müziğin İnsan Psikolojisi Üzerindeki Etkisi
Gökhan GÜL, Onur DEMİRTAŞ, Sinan ÖCALAN
İnsanların müziğe verdiği tepkilerin tıbbi olarak eleştirilmesi, araştırılıp insanlara
nasıl faydalı olacağı hakkında fikir sahibi olunması
Müziğin Zihinsel Engelliler Üzerindeki Etkisi
Heavy Metal Müzikte Doktorlar
müziğin beyin bölümlerinin bazılarının gelişiminde etkisi büyüktür. Biz de müziğin
bu etkisini araştırdık ve ileride müzikle tedavinin ilerletilebileceğini düşünüyoruz
ayrıca müzikle terapi de yapılmaktadır.
Bu projede heavy metal müziğin doktorlara bakış açısı inceleme altına alınacaktır.
Örnek şarkılar sunulacak, sözler üzerinden konu açıklanmaya çalışılacaktır.
Müzikle Tedavi
Özden KAYA, Merve POSTALCIOĞLU, Özge YETGİNOĞLU, Nazlı ŞENER
Gülay AKSAK, Emel ÇOLAK, Mehmet COŞKUN, Ömer Faruk YÜCE
Ozan ÜNLÜ, Hüseyin Gökhan YAVAŞ, Furkan ÇETİN
Bu projemizde müziğin özellikle psikolojik olmak üzere çeşitli hastalıklarda
tedavi amaçlı kullanımını araştırdık. Müziğin psikoloji ve fizyolojideki etkilerini
göstermeye çalıştık. Geçmiş zamanlarda müziğin tedavi amaçlı kullanıldığını ve
çeşitli bilim adamlarının bu konudaki çalışmaları hakkında bilgiler bulduk. Müzikle
tedavinin stratejilerini belirlemeye ve bu tedavinin uygulamasını yetişkinler ve
çocuklar arasındaki farklara değinerek anlatmaya çalıştık.
Müzik Aletlerinin Çalan Kişiler Üzerindeki Fiziksel
Etkileri
Helin CEREN KÖSE, Ramis ÇATALBAŞ, Emre KUDU, Ayşe GÜREL
Müzik aletlerinin onları çalan kişiler üzerinde bazı olumsuz fiziksel etkilere yol açtığı
tespit edilmiştir. Bu fiziksel etkiler genellikle üflemeli çalgılar çalanlarda gırtlak ve
ses telleri; çello, piyano gibi oturarak çalınan aletlerde sırt ve bel; keman çalanlarda
ise boyun ve omuz sorunları şeklinde gözlenmiştir. Bizim projemiz de bu sorunların
sebepleri ve önlenmesi üzerine. Bu sorunların ve bu sorunların tedavi yöntemlerinin
belirlenmesi müzisyenlerin sağlığı açısından faydalı olacaktır. Çünkü sanat, ancak
sağlıklı bir şekilde yapılırsa insana mutluluk verebilir.
Hadi Anne, Biraz Müzik Dinleyelim!
Ahmet ÇÖPÜR, Mustafa Burak TUNÇ, Adem KUZU,
Doğukan Anıl TUTAL
Projemizde müziğin bebeğin gelişimine olan etkisini incelemek istedik. Müziğin
anne karnında ve yeni doğan bebeklere olan olumlu etkilerinin kavramak istedik.
Bu amaçla internet üzerinden makale ve bilgi taraması yaptık. Pubmed’ten ve
google dan bulabildiğimiz bilgileri derlemeye çalıştık. Yaptığımız bu çalışmalarda
müziğin bebeğe birçok alanda olumlu etki gösterdiğini gördük. Kısaca saymak
gerekirse; müzik, bebeğin görsel zekasına, matematiğine ve başka yetilerine olumlu
etkiler bıraktığı yapılan çalışmalardan anlaşılmıştır. Müziğin bilinçli bir şekilde
kullanılmasıyla bebeğe olumlu etkiler bırakacağını düşünüyoruz. Bu düşünce,
Projemizin çıkış noktası oldu.
Sanat ve Psikiyatri İlişkisi
Mert ASLAN, Seda CAYMAZ, Dilara KIYAK
Sanatsal ve yaratıcı eylem diğer tüm insan etkinlikleri gibi beynin bir ürünüdür.
Son yıllarda sinirbilimlerdeki kimi gelişmeler sanatsal ve yaratıcı eylemin nöronal
temellerini ortaya koyabilme umudumuzu artırmıştır. Yaratıcı eylem, sanatçılar,
düşünce adamları, bazı toplum önderleri ve bilim adamları arasında sık görülür.
Ama sanatsal yaratıcılık söz konusu olunca, işin içine estetik kavramı girer. Semir
Zeki ve bazı diğer araştırmacılar son zamanlarda ilgilerini estetik kavramının
ve soyutlamanın beyindeki karşılığına yöneltmiştirler. Beynin neyi, nasıl güzel
bulduğunu araştırmayı hedefleyen bu araştırmacılar, bu çalışmaları nöroestetik adı
altında toplamaktadırlar. Görsel bilgi işleme ve anlamamıza olanak sağlamaktadır.
Yusuf ÖZAY, Meriç BAYRAM, Ümit GÖKDERE
Otizmden Diğer Birçok Hastalığa Kadar İlaç: Müzik
Projemiz otistik insanlar üzerinde müziği kullanarak yapılan çalışmaların
incelenmesi ve etkilerinin araştırılmasına yönelik bir çalışmadır.
Müziğin Tıpta Kullanımı
Anıl KAYA, Görkem ABDİKAN, Kadir ÇİÇEK, Salih GÜNEY
Müzik uzun yıllardan beri tıpta etkin olarak kullanılmaktadır. Eski Türk Devletleri ve
Osmanlı Devleti’nde de müziğin farklı makamları farklı tedavilerde kullanılmıştır.
Bizim amacımız bu tedavi yönteminin daha da yaygınlaşmasını sağlamak.
The Effect of Music on Brain and Mind
Abedalluh Ahmet ABDELJABAR, Hazma M.Z. SALAYMA, Nadin
MOHAMAD
Brain is the central part for the human process and it is the manager for all other
parts, whereas music is a world wild phenomena . so as student we are trying to
connect both of them in this project to reach the knowledge and to get benefit for
farther use. Many important researches are taking place widely about the music
and its effects on the body in general and the brain and mind specifically and it
shows that the music will have an important role in the medical life . Our aim is to
find out the relationship between the health and music and the effect of the music
on the brain and mind and mood.
Music for the Lungs
Belal F.K. RABAH, Mohammed YAMİN, Mustafa ALSHAIKH
The aim of this project was to show the importance of musical therapy to the
human health, and also dangers that could be caused by music. So we did some
research on how music affects the lungs in both good and bad ways. Chronic
obstructive pulmonary disease (COPD) is an umbrella term used to describe airflow
obstruction that is associated mainly with emphysema and chronic bronchitis.
Emphysema causes irreversible lung damage by weakening and breaking the air
sacs within the lungs. As a result, elasticity of the lung tissue is lost, causing airways
to collapse and obstruction of airflow to occur. So to help cope with it we use the
harmonica which helps people who have COPD cope and breathe better. As for loud
music it can be very dangerous causing some disease. Loud music can cause what
is called Pneumothorax. Doctors think that the intense pulses of low frequency,
high frequency cause the lungs to rupture. Other than that we can use music in the
identification of some disease depending on different sounds emitted by the lungs
which are: Wheezes(Sibilant), Stridor, Wheezes (Sonorous), Fine Crackles, Coarse
Crackles, Bronchovesicular Breath Sound, Bronchial Breath Sound.To conclude, the
lungs and the music are correlated and have alot in common since music is used for
the healing, diagnosis and unfortunately may cause damage to the lungs.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Tıp ve Resim Heykel
Yaşamak İçin Öldürmek
Kitap Kapakları Tasarımında Nörolojinin ve Psikolojinin
Kullanılması
Bir sinema filminden yola çıkarak klonlamanın etikliğini ve dolayısıyla sanatın
etkisini incelemek.
Büşra BAYRAMOĞLU, Eylem Şerife KAYMAZ, İbrahim KAMEL,
Mesut Fidan
kitap kapakları tasarlanırken dikkat edilecek hususlar nelerdir? kendi kitaplarının
kapaklarını kendisi tasarlayan ulm üniversitesi nöroloji uzmanı manfred spitzerin de
kitap kapaklarından örnekler verdik. bu kapakları tasarlarken nelere dikkat ettiğini
nelerden yararlandığını anlamaya çalıştık. kitap kapaklarının insan psikolojisi
üstünde nasıl bir etkiye sahip olduğunu gördük.
FTD ve Yaratıcı Beyin
Aybike KORKMAZ, Hatice Merve ABUŞ, Ömer Faruk SOLĞUN
Bardağa dolu tarafından bakabilmek, bu hastalık için yeterli olsa gerek.
Frontotemporal demansta, sadece yeti kayıpları değil, hastalığın beraberinde
getirdiği kazanımlar da önemlidir. Bu demansta, frontal ve anteriyor temporal
korteks ağırlıkla etkilenir. FTD’nin bir özelliği olan sağ paryetal lobun korunması ise
demans zemininde görsel yaratıcılığın ortaya çıkmasında önemli bir etkendir.Böyle
yaratıcılığı olan bireylerin çoğunda FTD’nin temporal varyantı olan semantik demans
(SD) vardır. SD’de sonradan sanata karşı ilgi geliştirilen bireyler tanımlanmıştır.
Görsel ürünler tipik olarak gerçekçi ve izlenimci özellik taşır. Kusursuz, renkli ve
kompulsif resimler görülebilir. FTD’de sağlam kalan beyin bölgelerinin incelenmesi
bu tip demansların anlaşılmasına olanak sağladığı gibi, sanatsal yaratıcılığında
anlaşılmasını kolaylaştırır. Kısaca FTD, bizden çok önemli şeyler götürürken küçük
ama önemli bir hediyeyi (YARATICI BEYİN) bırakan hastalıktır.
Görmeden Gören Beynin Sırrı
İltürk ÖZDOĞAN, Burhan KALIN, Mehmet Fatih ATAK, Shuja NAZARI
Geçirdiği genetik mutasyon sonucu doğuştan gözleri olmayan ve çizdiği resimlerle
insanları kendine hayran bırakan ressam Eşref Armağan’ın beyin fonksiyonları ile
ilgili yapılan araştırmaları inceleyerek; görmeyen insanların çizebilmesi mümkün
olmayan bu resimleri nasıl çizdiğini; ayrıca sadece görsel girdi varlığında görsel
beyinde saklanabileceği ve ancak görebilen insanların kağıda dökebileceği
düşünülen perspektifi resimlerinde nasıl kullanabildiğini araştırmaya çalıştık.
Kanserli Sanat
Fehmin HAKVERDIYEV, Arzu Hazal AYDIN, Gizem KAVAK
Biz «Tıp ve Sanat» genel başlığı altında sanatın tıbba, tıbbın da sanata etkisini
incelemek amacıyla «Kanser ve tıp» konusunu ele alıyoruz.Bilindiği gibi pek çok
yönden tıbbın sanata yansıması, sanatla hastalıkların tedavisinin mümkün olduğu
ispatlanmıştır. Biz de bu fikirleri deslemek amacıyla, kanseri konu alan sanat
eserlerinden yola çıkarak kanserin sanata nasıl yansıdığını, niye sanatla kanserin
anlatılmak istendiğini inceliyoruz. Ayrıca sanatla anlatılan kanserin topluma
nasıl etki ettiğini, bu etkinin nasıl sonuçlar doğurduğunu ve bu konuda yapılan
ve yapılması gerekenleri anlatacağız. Sunum içerisinde düşüncelerini göze alarak
değerlendirmeler yapacağız. Sanatla anlatılan kanserin insanlara etkisini açıklamak
için de TUVALDE RESİM YARIŞMASI(kanserli hastalar ve yakınlarıın yapmış olduğu
resimler)ndan seçtiğimiz resimleri ve KIZ KARDEŞİMİN HİKAYESİ adlı filmi konu alan
anket sonuçlarından faydalanacağız(anketi kendimiz yaptık).Son olarak ta neden
kanseri konu olarak seçtiğimizi açıklayacağız.
Geçmişten Geleceğe Çizgi Filmlerin Çocuk Ruh ve Beden
Sağlığına Etkileri
Mert ATMACA, Ezgi UYSAL, Ali Cem KÜÇÜKDAĞLI
Projemizin ana teması çizgi filmler ve bunun çocukların ruh ve beden sağlık gelişimi
üzerindeki etkileridir. Sunumumuzda genel olarak çevredeki izlenimlerimiz, istatiksel
veriler ve farklı örneklerle kişisel düşüncelerimiz öncülüğünde birşeyleri anlatmaya
çalışacağız. Kimi zaman olumlu durumların yanında,olumsuz yanlarını öne sürerek
farklılık ve benzerliklerini gösterip çocuk sağlığının major ve minör etkenlerini ortaya
çıkartacağız. Projemizde hocalarımızla konuşarak onlarında bilgi ve deneyimlerinde
yararlandık. Böylece etkili bir sunum oluşturabileceğimize inanıyoruz. Proje tanımı
açısında bir araştırmanın yanında araştırma değerlendirmesi niteliğinde olup salt
bilgilendirme ve örneklendirmeli bir yöntem izlemektedir.
25
Hasan BAŞ, Elif ACAR, Bilge Nur MUSMAL
Tıp Eğitiminde Sanatsal Etkinliklerin Yeri ve Önemi
Hasan Burak RASTGELDİ, Tevhide Sıla SAĞAN, Mehmet Ali CULHA,
Hilal ERDOĞAN
Projemiz tıp eğitimi boyunca öğrencilerin sanatsal konularda daha etkin
olabilmeleri için yapılabilecek iyileştirmeleri belirlemektir. Araştırmamızın temeli
anketlerden oluşmaktadır. Böylece konunun merkezindeki çoğunluğun görüşlerini
öğrenerek daha etkili sonuçlara ulaşmayı planlıyoruz. Projenin sonunda da elde
edilen görüşlerin ışığında öğrencilere daha sanatsal bir tıp eğitimi sunulabilmesi
için gerekenler belirlenmiş olacaktır.
Hastalığa Kafa Tutan Sanatçılar
Meryem KOCATÜRK, Kübra ÖZSOY, Lokman KIRAN, Yusuf YILMAZ
Hastalıklarına kafa tutan, kendi rahatsızlıklarını sanatlarında bir engel olarak
görmeyen ve bunu sanattaki başarılarıyla da bize açıkça gösteren kişileri
inceleyeceğiz. Beethoven’ın sağırlığı güzel besteler yapmasına engel olamamıştır,
J.S.Bach ileri devrelerindeki körlüğüne rağmen müzikle uğraşmaya devam etmiştir,
Sarah Bernard’ın kesik ayağı onu sahnelerden uzaklaştıramamıştır, Aşık Veysel
Şatıroğlu görememesine rağmen saz çalmaya ve şarkılar yazıp söylemeye devam
etmiştir, Eşref Armağan doğuştan kör olmasına rağmen hiç görmediği nesneleri
büyük bir başarıyla resmetmiştir. Rahatsızlıkları veya kusurları bu kişilerin
sanatlarında doruğa çıkmalarına engel olamamıştır. Bu sanatçılar herkes için güzel
birer örnektir. Hastalıklarımızla, kusurlarımızla barışık olabiliriz. Hastalıkların
insanlar üzerinde oluşturduğu karamsar etkiyi biraz olsun uzaklaştırıp hastalara
farklı pencereler açabilmeye biz hekim adaylarınında katkısı bulunabilir. Hekim
adaylarının ve hekimlerimizin bu sanatçı örnekleri hakkında bilgi sahibi olması
hastaya yaklaşımında fark yaratacaktır.
Benim Bedenim Ama Kardeşimin Yaşaması İçin
Özge YAMANKILIÇ, Zişan ULU, Erol Can ULUKUŞ,
Abdallah S.A.ALFGQAHAA
Bir hayatın devamı için daha başlamadan her yönüyle diğeri için uyarlanmış
başka bir hayat… Ne olacağı, nasıl hissedeceği hiç düşünülmeden sadece
vücudu kullanılmak amacıyla dünyaya getirilmiş bir çocuk… Küçük yaşta hasta
olmamasına rağmen sayısız ameliyat,nakil ve operasyon geçiren, iğneler vurulan
minik bir kız çocuğu bu kadar işlemi sadece hasta olan ablasını tekrar yaşama
bağlamak için geçiriyor… Akut promiyelositik lösemi olma ihtimali bulunan
ablasına mükemmel bir doku uyumu sağlayan alojenik bir donör olan Anna,bir süre
sonra sırf ablasının yaşamı için dünyaya getirildiğinin farkına varıyor ve bu durum
karşısında ruhsal sorunlar yaşamaya başlıyor… En sonunda ciddi bir karar alarak
ailesine karşı vücudunun kullanım haklarını alabilmek için dava açıyor…
Günümüzde bu amaç doğrultusunda birçok çocuk düşünülmeksizin dünyaya
getiriliyor. Ebeveynler doğru veya yanlış olduğunu tartmadan hasta çocukları
uğruna sağlıklı çocuklarını bir sürü işleme tabi tutuyorlar. Bu işlemlerin çocuklarına
ne gibi zararları olacağını,çocuklarında nasıl hasarlara yol açacağını göz önünde
bulundurmuyorlar. Oysa bunlar vücudu kullanılmak üzere tasarlanan çocuktaciddi
ruhsal problemlere neden oluyor.Üzerinde ciddiyetle durulması gereken nokta da
bu ruhsal çöküntüler. Ailelerin bu konuda her iki çocuğunun da sağlığını göz etmesi
ve buna göre uygun bir karar alması gerekmektedir.
İnsanların bu ciddi durumun farkına varmasına ve yaşananlara tanık olmasına “Kız
Kardeşimin Hikayesi” filmi yardımcı olacaktır.Gerçek hayattan bir kesit olan bu
film,böyle bir yaşamın içinde olanların yaşantısına, çocukları için böyle bir yaşam
kaynağı seçmeyi düşünen ailelere de ilerde yaşanabilcek sorunlar adına bir ayna
görevi görecektir…
Tıbbi Simgelerin Sanata Yansımaları
Ebru SEÇİLMİŞ, Mustafa Atılgan GÜÇ, Ayşe Nur DALLI
Uluslararası olarak kabul görmüş tıp simgesi ve içerdiği figürler geçmişten
günümüze kadar resim, heykel, edebiyat gibi birçok alanda kendini göstermiştir. Bu
projede amacımız, mitolojik kaynaklı olan bu simgelerin taşıdığı temel anlamları ve
çeşitli sanat eserlerindeki yerleşimlerini incelemektir.
26
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Resim Terapisi
Hande BALTACI, Berk HAZIR, Mustafa NUHUT, Burak YÜRÜK
Toplum içerisinde kendisini ifade etmekte zorlanan, paylaşamayan, ikili ilişkilerde
zayıf olan; alkol ve madde bağımlılığı olan, ruh sağlığı bozuk olan ve bunun gibi
bir çok sorunu olan kişilere belirli bir süre bireysel terapi uygulanır, ardından resim
terapisi grup ortamında devam ettirilir. Resim terapisi bir anlamda rahatlamayı
sağlıyor. İnsanlar kendi kendine, güzel olmuş kötü olmuş farketmeden kendilerini
anlatan eserler meydana getiriyorlar. Dünyadan ve onun bütün iyi kötü yanlarından
uzak, kendilerini, iyiyi ve kötünüyü arıyorlar.Resim terapisi resim ve psikolojinin
birleştiği noktadır.Resim terapisi alanı bir yandan karanlık çağa kadar temellerini
taşırken, bir yandan da psikolojinin bir alt dalı olarak bilimsel anlamda ilerlemesini
sürdürmektedir. Ülkemizde de yavaş yavaş resimle terapi artmaktadır.Hatta Uludağ
Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı tarafından düzenlenen bir eğitim
programı vardır : “sanatla terapi ve yaratıcılık”. Sadece resim değil bir çok sanat
dalıyla tedavi yollarının öğretildiği bir eğitim programıdır. Sonuç olarak resimle
terapi bu tip sorunları olan insanları tedavi etmede önemli bir yoldur. Ülkemizde de
önemi anlaşılmaya başlanmış ve bununla ilgili çalışmalar başlamıştır.
İnsanda Estetik
Ahmet Mitat BOZÜYÜK Erdost YILDIZ, İlkyaz ZEYBEK, Salim TECE
Her insan bir sanat eseridir. Tıp da insanları en derinden inceleyen bilim dalı.
Tıpta da mutlaka sanat olmalı bu nedenle. İşte bundan bahsedeceğiz. Tıptaki
sanattan, estetik cerrahiden. Bir çok insan şuna buna benzemek istiyorum diye
geliyorlar. Botox, silikon, burun ve çene müdahaleleri... Ancak çok önemli bir şeyi
kaybediyorlar; gerçek güzelliklerini ve eşsizliklerini. Başta estetik cerrahlar olmak
üzere doktorlara sorduk:”Nedir insanı ‘güzel’ yapan?”
Altın Oran ve Burun Estetiği
Ruken YILMAZ, Kürşad GÜREŞÇİ, Ali DEMİRYORGAN
Heykelde kullanılan oranlar ve bunun burun estetiğine uygulanması
Engellerini Sanatla Aşanlar
Ezgi AYDIN, Funda Ekin KUTLAY, Gizem Olgu KORKMAZ,
Semanur ÖZSAN
Sanat terapisi, duygularını yansıtmakta güçlük çeken bireylerin düşüncelerini
sembollerle, imajlarla, çizimlerle, renklerle ya da resim gibi tekniklerle duygu
ve düşüncelerinin dışa vurumudur. Sanatla kendini ifade etmenin oldukça eski
bir tarihçesi vardır. Sanat terapisi, sanat yapma sürecinin tedavi edici ve hayat
değiştirici bir etkisi olduğu düşüncesini temel alır ve güçlü bir iletişim biçimine
aracılık eder. Biz de projemizde bu konuyu temel alarak engelli çocuklarda bir
tedavi yöntemi olarak uygulanan sanat terapisinin etkilerini inceledik. Yaptığımız
araştırma, inceleme ve değerlendirmelerle bu olumlu etkiyi göstermek ve sanat
terapisinin önemine farkındalık kazandırmak istedik. Projemizin öncelikli amacı
sanat terapisinin zihinsel ve bedensel engelli çocuklara sağladığı katkıları örneklere
ve çalışmalara dayanarak ortaya koymaktır. Bunun yanında sanat terapisinin
ne ölçüde etkili olduğu, hangi sanat dallarının daha etkili olduğu, tedavi öncesi
ve sonrası çocukları inceleyerek elde edilen kazanımları derledik. Sanat terapisi
çocukların saklı kalmış yaratıcılıklarını ortaya çıkarır. İşitme engelli çocuklarda,
sanat dış dünyayla aralarında bağlantı oluşturur. Konuşma yeteneği de az olan
bu çocuklarda aynı zamanda dile aralarında bir bağlantı kurar. Genelde resim
yoluyla duygularını, korkularını dışa vururlar. Görme engelli çocuklar bu yöntemle
büyük ilerleme kaydetmektedirler. Özellikle dokunma duyularını kullanarak hem
yaratıcılıklarını geliştiriyorlar hem de bu yeteneklerini hayatlarına yansıtıyorlar.
Böylece çalışma sürecini ve duygularını kontrol etmede gelişme göstermişlerdir.
Estetik olan materyali seçmişler ve böylece bu yönlerini de geliştirmişlerdir.
Duygusal bozuklukları olan çocuklarla yapılan çalışmalar sonucu sosyal ve
duygusal problemlerini büyük ölçüde yenmişlerdir. Özellikle tiyatral yöntemler
etkili olmuştur. Otistik çocukların söze dökülemediği için içlerine attıkları, birikmiş
yaşantı izleri, anıları, öfkeleri vardır. Yaşıtları kendilerini ifade edebilirken otistik
çocuklar duygularını kontrol edemezler. Sanat terapisiyle bu tür çocukların
duygularını kontrol ederek kendilerini ifade etmeleri sağlanmıştır. Yaptığımız
araştırmalar ve incelediğimiz çalışmalar sonucu yaptığımız değerlendirmelerle
engelli çocukların sanat terapisiyle elde ettikleri kazanımları belirledik. Sanat
terapisiyle çocuklar, duygularını kontrol edebilmeyi öğrenmiş, terapi sırasında ve
sonucunda kendilerini rahatça ifade edebilmiş ve bunu eğlenerek yapmışlardır.
Üretici faaliyetleri gelişmiş, materyal ve alet kullanma becerileri artmıştır. Fiziksel
sınırlarını eliştirmişlerdir. Yaşamlarını organize edebilme becerisi kazanmışlardır.
Görüldüğü gibi sanat terapisi çocuklarda özellikle engelli çocuklarda olumlu birçok
etkiye sahiptir. Bu terapiyle bu tür çocuklar diğer çocuklarla aralarındaki farklılıkları
kaldırmışlardır. Bu terapi yöntemi dünya da bir çok merkezde uygulanmaktadır
ve terapist yetiştiren birçok eğitim kuruluşu mevcuttur. Ne yazık ki ülkemizde bu
durum istenilen düzeyde değil. Ama bu eksikliği gidermek için üniversitelerde
bölümler açılmakta ve sanat terapi merkezlerinin sayıları artmaktadır.
Psikolojinizi Tasarlayın
Elif İpek İPEKOĞLU, Nur Betül BAŞTUĞ, Sevtap ARSLAN
Ruh sağlığı günümüzde önemi oldukça iyi anlaşılmış konulardandır. Bu önemin
anlaşılmış olması ne yazık ki ruh sağlığımızı etkileyen faktörlere önem vermemizi
sağlamamıştır. İnsanlar günümüzde belli başlı bazı faktörler dışındaki faktörlerin
ruh sağlıkları üzerindeki etkilerini görmezden geliyorlar. Bu faktörlerden biri de
içinde bulunulan ortamın tasarımı. Bu konuda renklerle ilgili çalışmaların yapılmış
olması insanların bu gerçeği görmelerine yardımcı olmuş olsa da insanları sadece
renkler üzerine odaklanmak gibi yanlış bir davranışa da yöneltmiştir. Elbette ki
renkler psikolojimiz üzerinde önemli etkiye sahiptir ama bu diğer faktörlerin (evin
arazisinin seçimi, eşyaların yerleşimi…) de psikolojimiz üzerinde etkili olduğu
gerçeğini değiştirmiyor. Biz de bu gerçekten yola çıkarak ortam tasarımının insan
psikolojisine etkilerini göstermeyi amaçladık.
Minyatürlerde Osmanlı ve İslam Tıbbı
Bayram GEYİK, Ahmet YAZICI, İdris MİNTAŞ
Minyatürler, İslam da resim yasak olduğundan sürekli gelişmiş, farklı amaçlarla
kullanılmıştır. Bir kullanımı da tıp alanında olmuştur. Minyatürler tıp alanında, tıp
bilgilerini kalıcı kılmak, tedavi yöntemlerini göstermek amacıyla kullanılmıştır.
Bunun en güzel örneklerini, Osmanlı zamanında yaşamış o dönemin en büyük
hekimlerinden biri Şerafettin Sabuncuoğlu’nun Cerrahat’ül Hanniye eserinde
bulmaktayız. Projede çeşitli araştırmalar yaparak bulduğumuz minyatürleri bir
sunuda sergiledik.
Akıl Hastalıklarının Teşhisinde Resim
Fulya YAPRAK, Ali TAHERİ NEDA D.İ. AHMED ALSHEİKH, Pınar YILMAZ
Hastaların iç dünyalarından gönderilmiş işaretler ve hastalıklarıyla ilgili ipuçlarıyla
dolu resimler. Onlar, kendilerini bir şekilde yaptıkları tablolar ile ifade etmeye
çalışmışlar. Özellikle hastaların atak dönemlerinde yaşadığı iç dünya ile dış dünyanın
farklılaşması çok net biçimde görülebilir. Türkiye Psikiyatri Derneği İzmir Şubesi
Başkanı Prof. Dr. Köksal Alptekin de resim çizen hastaların tablolarına bakarak
ne durumda olduklarını; yani iyileşiyorlar mı yoksa hastalık hali devam ediyor
mu, iç dünyası karmaşık mı, düşünceleri bozulmaya başlamış mı, görebildiklerini
vurguluyor.Hastalar çizimlerinde en çok göz objesini kullanmış. Uzmanlar bu
duruma “Göz onları iç dünya ile dış dünyalarının bir aynası gibidir ve dış dünya
tarafından sürekli gözetlendiklerini düşündükleri için gözü çok kullanmışlardır.”
yorumu yapıyorlar. Resimlerde doğa manzaraları, karmaşık semboller dışında
portre çalışmaları da yoğunlukta. Kendi portrelerinin yanı sıra hayallerindeki
sevgililerinin, düşmanlarının yüzlerini de çokça resmettiklerini görüyoruz. Ve ne
gariptir ki portreler genellikle ortadan ikiye ayrılmış şekilde çizilmiş. Kendilerini
ağaç ya da kuş olarak çizenler de var. İşte tüm bu işaretlere ve ipuçlarına bakılarak
hastalıklarının seyriyle ilgili bilgi sahibi olunabiliyor. Çünkü onlar bir anlamda
kendilerini çizimleriyle ifade ediyorlar ve insanların kendilerini anlamaları için de
kapı açıyorlar. İşte bundan dolayı ki bu resimleri iyi okumak gerekiyor. Güleryüz’e
göre bu resimler üzerinde derinlemesine durulursa ve hastalar takip edilirse çok
önemli veriler bulunabilir.
Onları Ressam Yapan Hastalıkları mıydı?
Aylin GARİP, Sarper KARATAYLI, Armağan KESKİN
Migren, katarakt ve şizofreni sadece günümüzün sorunu değil, yıllardır
hayatımızdalar. Birçoğumuzun işini gücünü, günlük yaşamını bazen gayet
ciddi aksatan bu hastalıklar, dehaların eserlerini yaratmalarını engelleyemedi.
Biz projemizde bu hastalıklardan kataraktın ressamlara ve tablolarına etkisini
araştıracağız.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Artistik Anatomi
Rıza Mert ÇETİK, Oğuzhan DEMİR, Mustafa Erdem ARSLAN
Bizim projemiz, tıp ile sanat arasındaki ilişkiyi, anatomi bilimi üzerinden
kurmaktadır. Resim ve heykel gibi insan figürü üzerinde çalışan sanat dallarının,
anatomi biliminden ne şekilde faydalandıklarını; bu ilişkinin tarihçesini ve çeşitli
örneklerini açıklamaya çalıştık. Projemizin, tıp-sanat ilişkisini güzel bir görsellik
eşliğinde oldukça iyi açıklayabileceğine inanıyorum.
Sanat ve Otizm
Eray UZUNOĞLU, Ahmet MİRZA, Yaprak Özüm ÜNSAL,
Ömer Furkan ERBAY
Sanatsal yolla herhangi bir terapi yönteminin amacı, estetik yönün yaşanması
ve ortaya çıkabilmesi için güvenli ve yargılamayan bir ortamın oluşturulmasıdır.
Sanatsal etkinlik, etkin şekilde bir nesne ile uğraşmayı, gelişime; renklerin,
kokuların ve dokuların duyulara; genel sürecin ise fiziksel koordinasyona yararı
olduğu varsayılır. Böylece, hem estetik farkındalığın, hem de çeşitli becerilerin
gelişmesi beklenir. Sanatın, bireyi cesaretlendirerek, onu teşvik ederek iletişim
yolunu açacak olması beklenir. Tanınmış otistik sanatçılar; Alonzo Clemons,
Amerikan Clay heykeltraş Tony De Blois, Amerikan müzisyen Leslie Lemke, Amerikan
müzisyen Jonathan Lerman, Amerikan sanatçı Thristan Mendoza, Filipinli marimba
dahisi Derek Paravicini, kör Britanyalı müzisyen James Henry Pullen, Britanyalı
hünerli marangoz Matt Savage, Amerikalı jazz dahisi Henriett Seth-F., Macar
bilgin, şair, yazar ve sanatçı Daniel Tammet, Britanyalı savant Stephen Wiltshire,
İngiliz mimar sanatçı Richard Wawro, İskoç sanatçı olmakla beraber,bu sanatçılar
arasından,Stephen Wiltshire Jonathan Lerman,Alonzo Clemons,Leslie Lemke,
James Henry Pullen gibi sanatçıların eserlerindeki otizm etkilerini rahatlıkla
gözlemleyebiliyoruz. Çalışmalarımız sırasında, sanatın otizm tedavisindeki
etkilerinin ve otistik bireylerdeki sanat ruhunun araştırılması üzerine fazlaca
gidilmediğini gözlemledik. Yaptığımız araştırmalarda,otizm ile sanat arasında
doğrudan kanıtlanmış bir ilişkiye rastlayamadık. Ancak; sanatın otizmde tedavi
yöntemi olarak fazlaca kullanıldığını öğrendik. Bunun da otistik bireylerde sanata
olan eğilimde bir etkisi olabileceği de bir bakış açısı.
Estetik Cerrahide Altın Oranla Gelen Güzellik
Zehra ARSLAN, Bahar ARSLAN, Doruk ATMACA
Güzellik yüzyıllar öncesine dayalı, sürekli değişip gelişen ve hepimizin etkilendiği
bir kavramdır. Bedenimizdeki güzel görünümü açıklayabildiğimiz oran olan
“Altın Oran” tarih boyunca çoğu sanatçı tarafından kullanılmış ve bu sanatçılar
göze güzel gelen eserler ortaya çıkarmışlardır.Günümüzde insanların zihninde
oluşan genel güzellik anlayışının aksine her insanın kendine has ölçüleriyle altın
oranı bulabileceği gerçeği,güzellik amaçlı başvurulan “Estetik Cerrahi” sinde
kullanılmaktadır.Altın oran doğuştan her insanda olmayacağından insanlar
cerrahiye başvurur ve estetik cerrahide kullanılan yöntemlerin çeşitlilği altın
oran prensibine dayandığında hasta hayal ettiğinden daha güzel bir görünüme
kavuşacaktır.
‘’Çizmeseydim Deli Olacaktım’’- Karikatürlerde Doktorlar
Neslihan KELEŞ, Hazal ŞİMŞEK, Melisa ADEMAGIÇ, Gökçen NAİLER
Projemiz; hekimlik mesleğinin, karikatüristlerin mizah anlayışıyla incelenmesini
içermektedir. Kimi zaman hastalarımızın, kimi zaman hekimlerimizin karşılaştığı
pek çok zorluğu, güldürürken düşündürmektedir. Bu amaçla günümüz sorunlarını
da içeren pek çok karikatür derlenmiştir.
Işığı Parmaklarıyla Bulanlar
Öznur EGE, Emine Müleyke YÜKSELEN, Mine Merve YILMAZ
Çevremizde olup bitenleri algılamanın ve algıladıklarımızı yorumlayıp dışa
vurmanın insan doğasındaki yeri vazgeçilmezdir. Duyu organlarımız, algılama
işlevini görme, duyma, dokunma gibi farklı açılardan yerine getirirken; dışavurum
sanatsal etkinliklerle gerçekleştirilmektedir. Görmek ve resim yapmak algılamayla
dışavurumun uyumlu bir birlikteliği olarak göze çarpsa da görmeyenlerin
oluşturduğu eserler “görsel algılama için mutlaka gözlere ihtiyaç olduğu”
düşüncesini ortadan kaldırıyor. Peki görsel algılama görsel sanatlar eğitimiyle
geliştirilebilir mi? Bu soruya cevap bulabilmek için doğuştan görmeyen ve resim
dersi alan, doğuştan görmeyen ve resim dersi almayan, hiç görme problemi
olmayan sekizinci sınıf düzeyindeki onar öğrenciye çizim yaptırıldı. Çizim
27
yaptırılırken hareketli ­hareketsiz algısı, perspektif algı ve gölgelendirme özellikleri
dikkate alındı. Sonuçlar daha önceki çalışmaları destekler nitelikte olmakla birlikte
resim dersi alan doğuştan görme özürlü öğrencilerde her üç çizimi de doğru yapan
öğrenciler çıkarken, bu durum resim dersi almayan öğrenciler için mümkün olmadı.
Doğru çizim oranının hiç görme problemi olmayanlarda en yüksek, doğuştan
görmeyen ve resim dersi almayan grupta en düşük değerde olduğu tespit edildi.
Böylece, görme özürlü öğrencilere verilecek görsel sanatlar eğitiminin onların
dünyayı daha somut bir şekilde algılamalarına yardımcı olacağını söyleyebiliriz.
Dünyayı Parmaklarıyla Gören Adam
Serhat SEKMEK, Zeynep Sezgi ERDAL, Merve BERBER, Levent DOĞAN
Tıpta da sanatta da gelişmenin bir sınırı yoktur. İki alanda da şu an olağanüstü gibi
görünen olaylar insan faktörünün değişik yönlerden katkılarıyla bir gün gerçek olur.
Projemizde de bu ortak noktadan yola çıkarak, tıp ve sanat arasındaki ilişkiyi çok
uygun bir örnekle açıklamak istiyoruz
Tıp ve Heykel
Ezgi Yağız ERTUNA, Hudaifa ALNAHARİ
Projede tıp ve heykel sanatı arasındaki ilişki incelenmektedir. Geçmişten günümüze
gelen; tıp alanında (özellikle anatomi dalında) kullanılan bal mumu heykeller
bulunmaktadır. Balmumu heykeller maketlerden farklı olarak kadavra yapısına
daha yakındır ve plastik maketlerden daha gerçekçidir. Balmumu heykeller ayrıca
özel tıbbi durumları (doğum anı gibi) da sergilemek için kullanılır.
Grey’s Anatomy
Mustafa YILDIZ, Kübra DEMİR, Halil İbrahim BİLİR,
Nazmi Gökhan ÜNVER
İnsan vücudunun mükemmel yapısı asırlarca sanatçılara ilham kaynağı olmuştur.
Çoğu ressam çalışmalarında insanın anatomik yapısından faydalanmıştır. Günümüz
ressamlarından Alex Grey de bir çok ressam gibi anatomiden yararlanmıştır. Daha
çocukken canlıların iç yapısına meraklı olan Alex Grey’in anatomiye bakış açısı
alışılagelmişin bir hayli dışındadır. Grey, insan vücudunu sadece eti ve kemiğiyle
değil ruhuyla, zihniyle bir bütün olarak algılamıştır. Buradan hareketle 5 yıl boyunca
Harvard Tıp Fakültesi’nde, morglarda kadavralar üzerine çalışmalar yapmış ve insan
anatomisini en ince ayrıntısına kadar öğrenmiştir. İnsan ruhunun resmini çizmeye
öncelikle insan vücudunu tanımaktan başlamıştır. Yaşamın doğal süreçleri olan
olguları “ Progress of the Soul” adı altında en güzel şekilde resmetmiştir. İnsanın
kendisini evrenden bağımsız göremeyeceğini savunan Alex Grey bireyi sadece
fiziksel ya da zihinsel bir boyutun değil; daha öte, aşkın bir boyutun parçası olarak
görür. Yüzeysel olanın altındakini, ruhun betimlenebileceğini göstermek amacıyla
“Sacred Mirrors” adlı çalışmasını hazırlamıştır. Biz de bu projemizle Alex Grey’in
hayat felsefesini ve anatomiye bakış açısını biraz olsun yansıtabilmeyi amaçladık.
Goya’nın Doktoruna Minneti
Selimcan YIRTIMCI, Koray DURMAZ, Mustafa GÜLMEN
Zaragoza’lı bir yaldız ustasının oğlu olan Goya,en büyük İspanyol ressamlarından
biridir.Ne var ki 1792de geçirdiği ciddi bir hastalık sonucu tamamıyla sağır olan
sanatçı derin bir umutsuzluğa kapılmış, içine düştüğü karamsarlık hissi eserlerinde
işlediği konulara yansımış.1819da 73 yaşında çok ciddi birhastalığa yakalanmış ve
ölüme çok yaklaşmış. Dr Arrieta bu sıkıntılı dönemimde ona yardımcı olan ve ilerleyen
zamanlarda daha iyi hissetmesini sağlayan doktoru ve arkadaşıdır.Self-Portrait
With Dr Arrieta isimli resim,Goya’nın hayatını kurtardığı için Dr Arrieta’ya karşı olan
bir şükran borcu niteliğindedir.Dr Arrieta’nın hastalıktan dolayı bitap düşmüş olan
İspanyol ressama bir bardak içerisinde ilaç vererek onu iyileştirmeye çabaladığını
betimleyen resim oldukça dokunaklıdır. Resmin altında ise şu ifadeler bulunur: ‘Goya
1819 yılının sonlarındaki kısa ve tehlikeli hastalığı süresince, onun hayatını kurtaran
arkadaşı Arrieta’ya ilgisi ve becerisi sebebiyle teşekkür eder. 1820 yılında çizilmiştir’
Karikatür Penceresinden Tıp
Fatma TOPAL, Özgün GÖZÜBÜYÜK, Neslihan UNUR,
İbtisam MOHAMMAD
Projemiz, çeşitli karükatiristlerin ve karikatür yayınlarının tıptaki öğrencilik ve
doktorluk hayatına bakış açısını, eleştirel ve mizahi yönden değerlendirmeyi
içermektedir.
28
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Hastanelerdeki Sanat Eserlerinin Sağlık Üzerine Etkisi
Ham Sanat
Projemiz ile hastanelerdeki sanat eserlerinin, hastalar üzerinde olumlu ya da
olumsuz etkilerini inceleyeceğiz. Personelin bundan olumlu ya da olumsuz
etkilenmesini ve bunu gerekli bulup bulmadıklarını göreceğiz. Hastanelerin tercih
edilmesinde içerisinde bulunan sanat eserleri katkı sağlıyor mu araştıracağız.
Bu sanat akımı antisosyallerin, kişilik bozukluğu olanların sanatla kazandırmaya
çalışılmasıdır. Yapılan resimlerin değerlendirilmesi ile öğrenilmeye çalışılmakta ve
ayrıca onun sosyalleşmesi sağlanılmaktadır.
Mert KÖROĞLU, Kaan YAVUZ, Büşra Nur ÖZLÜ, Mustafa ALTUN
Tıptan Karikatüre Yansıyanlar
Elif Seray KAVAK, Fatma YAŞAR, Bayram GÜVENÇ
Biraz gerek tıbbın zorluğu ve Türkiye’de karşılaşılan sağlık sorunları karikatürlere
yansımıştır. Biz de bu katikatürlerden oluşan yer yer bizim yorumlarımızın da
olduğu bir proje hazırladık. Herkesin bildiği karikatüristlerden Yiğit Özgür, Selçuk
Erdem, Erdil Yaşaroğlu ‘ndan yararlandık. Eğlenceli bir proje olduğunu düşünüyoruz.
Tıp ve Sanatın Buluşma Noktası: Estetik Cerrahi
Mustafa Nail ÇALICIOĞLU, Sultan GÜLBAHÇE, Yunus Emre İNCE,
Fatih ÖZEL, SEDA TANYERİ
Estetik cerrahinin sadece ameliyatlardan, kesip biçmekten ibaret bir tıp dalı
değil, aynı zamanda güzele ulaşmayı hedefleyen adeta bir sanat dalı olduğunu
göstermektir.
Altın Oranın Tıbba Bakışı
Gökçe Sultan TÜZÜN, Özge KAYA, Rahime DURAN, Sıla ÖKSÜZ
Altın oran, doğada sayısız canlının ve cansızın şeklinde ve yapısında bulunan
özel bir orandır. Doğada bir bütünün parçaları arasında gözlemlenen, yüzyıllarca
sanat ve mimaride uygulanmış, uyum açısından en yetkin boyutları verdiği
sanılan geometrik ve sayısal bir oran bağıntısıdır.Bizim amacımız ise,sanatçılara
estetik ameliyat geçirmiş insanların resimlerini göstererek altın orana uyanların
daha estetik olduğunu saptamak ve sanatın insan vücuduna ve tıbba yaklaşımını
araştırmak .
Çocukların Hayal Gücünün Tıp Çemberi İçerisindeki ve
Dışındaki Yürüyüş Yolu
Fadime ERDOĞAN, Görkem Ece ÖZENİR, Gözde AYVA, Yama AHMADİ,
Nilüfer SAVURMUŞ
Belirli bir yaş grubundaki çocuklara hastane ve doktorlarla ilgili resimler çizdirildi.
Aynı uygulama hastanede yataklı hasta olan çocuklara da yaptırıldı.Bu iki uygulama
karşılaştırıldı.Geliştime noktasında da iki grup çocuğa birlikte aynı uygulamayı
yaptırmayı planladık.Yapılan resimlerde kullanılan renkler ve şekillerden yola
çıkılarak sonuçlara varıldı.Yorumlar yapıldı.
2.Beyazıt’ın Edirne’ye Hediyesi: 2. Beyazıt Külliyesi
Beyza SEZER, Betül SOMUNCU, Burak ŞEKER, Adem ÖZDEMİR
2. Beyazıd külliyesi’nin içinde 1488’den beri yer alan hastane, 400 yıl aralıksız
hastalara hizmet vererek ruh ve akıl hastalarının müzik, su sesi ve güzel kokularla
tedavi edilmesini sağlamıştır. 1997’den beri ise Trakya Üniversitesi tarafından müze
olarak kulanılmaktadır. Türkiye’nin bu şekilde düzenlenmiş tek sağlık müzesidir. Bu
nedenle 500 yıllık tarihe sahip bu yapıyı araştırmak istedik.
Karikatüristlerin Gözünden Tıp ve Hekim
Erensu BAYSAK, Cansu AYHAN, Alper Tuna GÜVEN
Karikatüristler tıp ve hekimler hakkında ne düşünüyor, bu düşüncelerini mizah
dergilerine nasıl aktarıyor, okuyucularda ne gibi düşünceler uyandırıyor sorularına
cevap aradığımız bu projede tüm bu sorularımıza cevap bulabildik.
Renk ve İnsana Psikolojik Etkileri
Alper Adil ÇETİNKAYA, Halid Esad YAVAŞ, Ahmet ÇULCU, Merve GÖKÇE
Renklerin insana psikolojik, fiziksel ve fizyolojik bir çok etkisi vardır. Renkler bu
yönleriyle insanların ilgisini çekmiş ve çeşitli araştırmalara konu olmuştur. Sarı
üzerinde yapılan deneyler başta olmak üzere çeşitli araştırmalar yapılmıştır.
Renkleri sıcak ve soğuk diye katagorize edip, istatistiksel verileri de kullanarak
renklerin insanlarda oluşturduğu bir çok etki projemize konu olmaktadır.
Kudret Lütfü AKAR, Mustafa GENÇ, Harun BAYRAK,
Yasin İlkay SEVER
Tıp ve Resim
Gizem Tuğçe GÜZ, Elif GÜRKAN, Hatice Kübra ÖZSOY, İlbilge GÜNDÜZ,
Kübra TOPUK
Psikolojik tanıda çocukların sözel olarak ifade edemedikleri duygularına, iç
dünyalarına inebilmek; psiko-pedagojik açıdan çocuğu tanımak; zeka, kişilik ve
yakın çevre özelliklerini anlayabilmek için; sözcüklerinden daha güçlü bir anlatım
aracıdır resim. Bir çocuk için doğru veya güzel çizme endişesi yoktur resim yaparken,
gördüklerinin değil, bildiklerinin resimlerini yapar. Her fırça darbesi, her çizgide
biraz daha yaklaşırız onlara. Biraz daha inebilmek için onların dünyasına 12
yaşın gözünden görmeyi denedik ailelerini, yaşamlarını ve hayallerini… Onlara
kendilerini en iyi ifade edebilecekleri bir yol sunduk, resim yaptırdık, ailelerini
çizmelerini istedik onlardan. Babasını kaybeden küçük bir kızın evindeki kocaman
boşluk ve boş çizdiği babasının koltuğu veya aile içi şiddet gören bir çocuğun
ailesinin ellerini ve gözlerini kocaman ve kıpkırmızı çizmesi… Onlar çizgilerle bir
yol sundu bize, biz o kapıdan girerek çizgilerini izledik…
Mona Lisa’nın Hastalıkları
Dilhan KARACA, Hanife ÖZKAN, Savaş ÖZDEMİR, Selman CANDAN
Bir eser sayesinde eserin yapıldığı zamandaki hastalıkları öğrenebiliriz. Onların
belirtilerine ulaşabiliriz. Bu belirtilerden yola çıkarak resmedilen kişinin çeşitli
hastalıklarına ulaşılabilir, hastalığın durumuna göre genelleme yapılabilir. Bu
konuyla ilgili çeşitli çalışmalar yapılmış, eserler üzerindeki hastalık eserleri
araştırılmış. Biz de bu eser üzerinden çıkan özellikleri genel olarak yansıtıp bu
hastalıkların özelliklerini vermek istedik. Bulgularımız, kişideki herhangi bir
hastalığın resim üzerine yansıtılabildiği ve bunların araştırılarak kişi hakkında
bilgiler elde edilebileceğini göstermektedir. Bundan sonra diğer eserler de
araştırılarak insanlarda, toplumda o zaman tanımlanamayan ama şimdi bilinen
hastalıkların izlerine ulaşılabilir. Ne zaman, hangi tarihler arasında, ne tür
hastalıklar görülmüş bu soruların cevabına ulaşılabilir. Biz de projemizde temel
olarak Mona Lisa eserini gözlemleyerek ksantelazma ve lipom hastalıklarına ulaştık.
Bu hastalıklar hakkında bilgiler verdik. Ksantelazma hastalığından yola çıkarak
resmi çizilen kişide ailesel hiperlipidemi olma olasılığını göz önünde bulundurduk.
Biz bu projemizde temel araştırma yöntemini kullandık. Araştırmamız bilgileri
derleyerek, seçilen olguyu açıklama ve yorumlama aşamalarını içermektedir.
Araştırdığımız konu hakkında ön araştırma yapıp, bunun sonucunda ulaşmak
istediğimiz konuyla ilgili kaynakları derleyip üzerine düşüncelerimizi ekleyeceğiz.
Sanat ve Tıbbın İçiçeliği
Betül ATİLA, Bilge BAYER, Işıl GENEL
Leonardo Da Vinci, figür eskizleri üzerinde çalışırken; hareketler konusunda çizim
için dış gözlemleri yeterli görmemiş ve gerçeğe en yakın çizimleri yapabilmek
için vücudun içini de görmesi gerektiğine karar vermiştir. Kemiklerin, kasların
ve eklemlerin birbiriyle ilişkisini anlamaya çalışması, onu anatomi alanına
itmiştir. Anatomi araştırmalarına çok vakit ayırması, bu alana olan ilgisinin açık
bir ifadesi niteliğindedir. Yaptığı araştırmalar sadece kendi sanatsal gelişimine
katkı sağlamanın ötesinde evrensel bir boyut kazanmıştır. Sanatın yanı sıra tıbbın
gelişimine de çok büyük katkılar sağlamıştır. Anne karnındaki bebek çizimi için bir
insan kadavrasına disseksiyon yapmayıp, inekleri inceleyerek, oradan elde ettiği
sonuçları insan anatomisine uyarlaması da Leonardo Da Vinci’nin bir çalışmasının
ürünüdür. Omurganın “çift s” formunu ilk tanımlayan kişi olmasının yanısıra,
anatomi alanındaki çalışmalarının yazılı tarihteki ilk robot tasarımına öncülük
etmesi de başarısının en önemli ispatıdır. Da Vinci’nin çizimlerinden yola çıkan
bir cerrahın, kalp kapakçıkları üzerinde çalışıp, yeni bir yöntem geliştirerek bir
çok hastayı bu yöntemle tedavi etmesi de; yaptığı çalışmaların hala geçerliliğini
koruduğunun en büyük kanıtı sayılmalıdır. Tüm dünyanın, çok büyük bir sanatsal
yetenek gözüyle baktığı ünlü ressam Leonardo Da Vinci, hiç kuşkusuz ki tıbbın
gelişmesine de çok büyük katkı sağlamış bir sanatçıdır. Leonardo Da Vinci, yaptığı
tüm bu çalışmalarıyla bize sanat ve tıbbın içiçeliğini açıkça vurgulamıştır.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Resimli Maskeler
Tıp ve Sahne Sanatları
Özellikle onkoloji servisindeki çocukların maske kullandığını gözönünde
bulundurarak pediatrik onkoloji servisine gittik. Oradaki psikologlarla ve pediatrik
cerrahindeki psikologlarla görüştük.Onkoloji servisinde 7 yaşında bir hastanın
annesine ‘Çocuğunuzun gerçekten bu konuda rahatsız olduğu bir durum var mı?
Maske takarken zorluk çıkarıyor mu? Eğer biz böyle bir proje yaparsak sizce faydalı
olur mu?’ gibi sorular yönelterek gerçkete böyle bir sorunıun var olduğunu ve
projemizin hasta yakınlarınca onay gördüğünü tespit ettik. Biyokimya anabilim
dalındaki hocalarımıza maskeleri boyamamnın sağlığa zararlı etkilerinin olup
olmayacağını sorduk ve bilgi aldık. Daha sonra Onkoloji servisine giderek çocuklara
hayallerindeki maskenin resimlerini çizmelerini istedik.B u resimleri maskeye
aktarıp her çocuğa kendi çizdiği maskeyi verip onların maskeleri severek takmalarını
sağlamayı düşünüyoruz.
Down Sendromu ve Sanat
Sevda KANAT, Ömer VURAL, Ferhat YILDIRIM
29
Abdülkadir BAŞDAŞ, Ahmet ORUÇ, Rıyaz Abdool RAHEEM,
Özkan ZÜHRE, Mustafa ÇAĞRI
Projeyle insanlara down sendromluların iyi eğitildiklerinde sanatta ne kadar ileri
gidebileceğini göstermeyi hedefliyoruz.
Hekim Gözüyle Semazenler
Gökhan YILMAZ, İlkay BAŞARAN, Kerem KENARLI, Fatma Sıla SOY
Bu projede amaç; semazenlerin başlarının neden dönmediğini açıklamaktır.
Semazenlerde, sema çalışmalarına başladıkları ilk günlerde bulantı kusma gibi
semptomlar görülmektedir. Fakat yaklaşık bir hafta sonra bu vestibüler semptomlar
yatışmaktadır ve semazenlerin hergün yaptıkları çalışmalar sayesinde semazenlerde
baş dönmesi hiç olmamaktadır. Denge; vestibüler sistem,vizüel sistem ve
propriyoseptif sistemin uyumlu bir şekilde çalışmasıyla sağlanmaktadır.Semazenler
dönerken başlarına düşey ekseni dik bir pozisyon vererek yatay düzeydeki hareketi
algılamazlar.Dolayısıyla bu eksende yapılan dönme eylemi onlarda baş dönmesi
yapmaz.Baş dönmesi aslında gerçek bir hastalık değildir. Anormal bir duruma karşı
verilen normal bir cevaptır. Dengenin sağlanmasında rol oynayan merkezlerden
herhangi birinde sorun olması ise vertigoya yol açar. Taşıt tutmasının bulguları ve
baş dönmesi, merkezi sinir sistemine diğer sistemlerden zıt mesajlar geldiğinde
ortaya çıkmaktadır.Sema yapan kişi stres atmış,rahatlamış ve ruhen hafiflemiş
olur.İşte bu nedenden dolayı sema aynı zamanda ruhi tedavi aracıdır.Sonuç olarak;
semazenlerin yaptıkları alıştırmalar vestibüler sistemi sürekli uyararak yapılan
çalışmalar sırasında ortaya çıkan vestibüler semptomları yok etmektedir. Ayrıca
diyetle aldıkları besinlere dikkat etmeleri ve kendilerini ruhsal açıdan motive
etmeleri semazenlerin sağlıklı bireyler olmaları açısından önemlidir.
Alzheimer’a Sanat Darbesi
Mehmet TENDİR, Enes VEZİROĞLU, Ali ORHAN, Hakan İNCEBAY
Alzheimer hastalığı, günlük yaşamsal aktivitelerde azalma ve bilişsel yeteneklerde
bozulma ile karakterize, nöropsikiyatrik semptomların ve davranış değişikliklerinin
eşlik ettiği nörodejenaratif bir hastalıktır. Çok dikkat çekici, erken semptomlardan
biri hafıza kaybıdır. Bu hafıza kaybı, geçmiş hafızanın korunduğu, hastalığın
ilerlemesi ile birlikte sıklıkla telaffuz edilmeye başlanan küçük unutkanlıkların
başlaması şeklindedir.Bu hastalığı Alois Alzheimer bulmuştur. Alzheimer
hastalığı için kesin bir sağaltım yoktur, bu yüzden bu hastalığa yakalananların
tedavisinde birincil hedefler, kognisyonu ve saldırganlık düzelterek yaşam
kalitelerini iyileştirmek ve işlevsel performanslarını en yüksek düzeye çıkarmaktır.
Alzheimer hastalığı ilerleyici ve geri dönüşsüzdür, ama belirtileri bir süreliğine
geciktirebilir, hatta iyileştirebilir. Bundan yola çıkarak sanatın insan psikolojisi
ve fizyolojisi üzerindeki etkileri de dikkate alarak alzheimer tedavsinde sanatın
nasıl kullanıldığını ve kullanılabileceğini araştırma konusu yaptık. Bu doğrultuda
bazı verilere ulaştık. Dünya genelinde baktığımızda New York Sanat galerisinin
hastalara kapılarını açtığını öğrendik.Türkiye’de ise Ege Üniversitesi’nde hastalara
müzik dinletisi yapıldığını da öğrendik. Sanat dallarının ayrı ayrı Alzheimer’a
etkisini incelersek ; -Resim, hafızayı güçlendirip yorumlama kabiliyetini arttırıyor.
Resimle uygulanan tedavide hem hastalıkta yavaşlama oluyor hem de hasta sosyal
yönden hayattan kopmuyor. -Müzik,çocukluk müzikleri dinletilerek hastalara kendi
hafızalarında gezintiye çıkma şansı verilmiş oluyor. Böylece unutkanlık önlenmiş
oluyor. Müzikle uygulanan tedavide hem hastalık gerileme sürecine girmiş hem de
hastaların insanlarla iletişim bir nevi düzeltilmiş oluyor.
Sema Gösterilerinin Tıbbi Açıdan İncelenmesi
Merve SAGUŞ, Ezgi GÜNGÖRDÜ, Tuba Naciye DOĞAN
Bugüne kadar sadece bir ibadet şekli olarak değerlendirilen sema ayinleri bilimsel
bir temelde incelenirse bu mucizevi dansın tıbbi olarak nasıl mümkün olabildiği ve
semazenlerin vücut kontrolü, denge üzerindeki yetilerinin gelişmişliğinin nedenleri
mantıklı bir temelde açıklanabilir. Bu bulgular göz önünde bulundurularak otomobil
ve deniz tutması, bulantı gibi vestibüler semptomlar, psikoterapi, meşguliyet
sema hakkında biraz bilgi verelim: Bilindiği gibi sema’ mevlevi dervişlerinin
mûsikî nağmeleri eşliğinde vecde gelerek (kendinden geçiş) yaptıkları dönme
hareketidir. Bu raksı yapanlara semâ’zen adı verilir. Başdönmesi, bulantı, kusma
30
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
gibi semptomlar ortaya çıkmadan sema edilebilmesi ancak belirli disiplin altında
eğitimle mümkün olmaktadır. Bu eğitimin incelenmesi sema’yı anlayabilmek için
büyük önem taşımaktadır. Meşk olarak adlandırılan sema eğitimi, meşk tahtası
denen yaklaşık bir metrekarelik bir tahta üzerinde yapılan egzersizlerle başlar. Bu
tahtanın orta kısmında yuvarlak bir çivi vardır ve üzerine tuz dökülür.Tuz, meşk
esnasında ayağın rahatça kaymasını sağladığı gibi, ayak epidermisinin ülserasyon
sonucu yara olmasını da engeller. Sema eğitimi alacak olan kişi sol ayağının baş
parmağıyla ikinci parmağı arasına çiviyi alır. Sağ kolu üstte olacak şekilde kollarını
göğsünün üstünde çapraz bir şekilde bağlar.Daha sonra çark adı verilen hareketine
başlar. Çark atmak,yani sağ ayağı kaldırıp sola doğru atarak yere basmak hızlı bir
şekilde yapılınca bu hareket fark edilmez, sadece sabit olan sol ayak görülür. Bu
yüzden Mevlevilerin tek ayak üstünde döndüğü zannedilir. Sema çalışmasına ilk
başlandığı günlerde böşdönmesi, bulantı, kusma gibi vestibüler semptomlar sıkça
görülür. Yaklaşık bir haftada semptomlar yatışmaktadır. Bütün sır semazenlerin
dönerken başlarını hafif eğmelerinde yatıyor. Sema yaparken başa 20-25 derecelik
bir eğim verilir ve bu eğim iç kulaktaki denge sirküler kanallarının eşit derecede
uyarılmasını sağlıyor. Bu durumu Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof. Yöndemli yaptığı araştırmalara göre şöyle açıklıyor. Semazenler Tennure
adı verilen kumaştan bir elbise giyer. Etek biçimindeki dönerken açılan bu elbise
kumaş ile yer arasında bir potansiyel enerji oluşturur. Ayrıca dönme sırasında
açılan kumaş bir merkez kaç kuvveti kazandırır. Sema yapmadan önce abdest
alınırken su vücuttaki negatif enerjiyi alır. Yer yüzeyindeki + yüklerin çekimi
engellenir. Sema yapmadan önce abdest alınmadığında ve tennure giyilmedğinde
denge kaybı artıyor. Bütün bu açıklamaların baş dönmesiyle ilgisine gelince biz
döndüğümüz zaman başımız kendi etrafında daire çizecek şekilde dönmez. Dönüş
hızı sıfır olan sol orta kulak zarıdır. Biz ve enerji aynı yönde döndüğü için bi hiza
söz konusudur. Konuşulan bütün semâzenler, en dalgalı deniz yolculuklarında bile
başdönmesi, bulantı-kusma olmadığını ifade etmişlerdir. Sema sadece bir fizik
faaliyet, beden eğitimi şekli olarak düşünülse bile, performans üzerine son derece
belirgin tesir ettiği gözlenir. Hacettepe ve Selçuk Tıp Fakültelerinde gerçekleştirilen
araştırmalarda, semazenlerde serum lipid, kolestrol ve trigliseridleri normal
seviyelerde olduğu ve hiçbirinde hipertansiyon şikâyeti olmadığı gözlenmiştir. Çark
atma, kol açma, direk tutma, çark atarak yürüme ve düz hat üzerinde sağa-sola
sapmadan ilerleme şeklinde yapılan hareketler, vestibüler sistemi değerlendirmek
için günümüzde kullanılan metodlara şaşılacak derecede benzemektedir.
Tıp ve Sinema
Sinema ve Dizilerdeki Doktor Karakterleriyle Gerçek
Hayattaki Doktorların Karşılaştırılması ve Hasta
Orijinal ismi ‘My Sisters’ Keeper’ olan film üzerinden yapacağımız projede, filmde
ele alınan konudan ve filmde bu konunun işlenişinden bahsedeceğiz. Filmde kemik
iliği kanseri olan çocuklarına donör olması için bir çocuk daha yapan bir ailenin
hikayesi anlatılmaktadır. Donör çocuk küçük yaşlardan itibaren bir çok operasyon
geçiriyor ve belli bir yaşa geldikten sonra bu durumdan olumsuz etkilenmeye
başlayarak ailesini dava ederek bu durumu engellemek istiyor. Bizim projedeki
amacımız böylesine tehlikeli ve önemli geçen tıbbi sahneleri hocalarımıza
danışarak, verilen bilgilerin doğruluğunu araştırdık.
Elif Tuğçe ÜNALAN, Buğu BULAT, Gamze SABAN, Emre ÇİÇEKYURT
Hastalara dizilerde ve sinemada gözlemlediği doktor karakterleriyle gerçek hayatta
karşılaştıkları doktorları karşılaştırabilecekleri sorular tarafımızca hazırlanan bir
anket ile yöneltildi. Bu sorularda doktorları güvenilirlik, bilgi, birikim, insancıl
özellikler açısından 1’den 5’e kadar olan bir kıstasta değerlendirilmesi istendi. Ayrıca
ideal doktor özelliklerini tanımlayabilecekleri açık uçlu bir soru yöneltildi.
Psikodrama: Psikoloji+Tiyatro
Enise İrem İNCESOY, Yasin Şahin OĞUZ, Nidal A. M. KITTANA,
Muhammed Enes BİNGÖL
Tanıdık gelmedi mi? O halde yakından bakma zamanı! Psikodrama nedir, nereden
çıkmıştır, nasıl bir yöntemdir, ülkemizdeki durumu nedir? Psikodrama, anlaşılacağı
üzere, psikolojik tedavide tiyatroyu kullanan bir felsefe ve kuramlar bütünü.
Jacob Levy Moreno’nun 20. yüzyılın başlarında oluşturduğu bu yöntem ilerleyen
zamanlarda psikanalistler ve Geştalt terapistlerinin katkılarıyla gelişmiştir. Üç
sözcük yetecektir aslında psikodramayı açıklamaya: yaratıcılık, spontanlık ve eylem.
Yani psikodrama ile kişiler bir grup içerisinde yaratıcılıklarını spontan bir şekilde
eyleme dökerek ilişkilerini ve kendi iç dünyalarını ciddi anlamda gözden geçirme
şansını yakalayarak farkındalıklarını artırır ve ilgili sorunlara çözümler oluşturmayı
başarırlar. Birçok tekniği, safhası ve uygulama yöntemi olan psikodrama ülkemizde
1974’te uygulanmaya başlamıştır. O günden bugüne birçok eğitim grupları
başlamış, çeşitli dernekler kurulmuş ve kongreler düzenlenmiştir. Günümüzde
psikoterapi; sadece bir tedavi yöntemi olarak değil eğitim, sağlık, endüstri gibi
alanlarda kişisel gelişim amaçlı uygulanması biçiminde karşımıza çıkmaktadır.
Sinema ve Psikiyatrik Hastalıklar
Övgü BIÇKICI, Nimet Gülşah ŞAHAN, Aslı URUNCA
Şimdiye kadar yüzlerce filmde akıl hastalıkları işlendi ve bu filmlerden onlarcası
büyük gişe başarılarına imza attı.Oyuncu ve yönetmenlerine birçok ödül kazandıran
bu filmler toplumu doğru yönlendirmede de ödül törenlerinde olduğu kadar başarılı
mıydı?Sinema salonlarını dolduran ve film yapımcılarına büyük paralar kazandıran
seyirciler filmlerden nasıl etkileniyordu?Araştırmalarımızı vizyonda olduğu
dönemde büyük ses getiren filmlerde yoğunlaştırdık.Sonuçlar gösterdi ki filmlerin
bazıları akıl hastalıklarını ustaca,bilimsel yardımlarla,gerçeklerle işlemişken,bazıları
ise ne yazık ki toplumun akıl hastalıklarına ve akıl hastalarına bakış açısını olumsuz
yönde etkilemiştir.Filmlerin baştan sona yanlış ya da baştan sona doğru olduğunu
söylemek güç olsa da danışman ışığında yapılan filmlerin çoğunlukla olumlu etki
bıraktığı,doğru bilgilendirdiği su götürmez bir gerçektir.
Yaşam Boyu Kahkaha
Hulusi Can KARPUZCU, Volkan İĞDİR, Emre ALP
Sağlık sistemini iyileştirmek, değişik bir davranış ve yönetim tarzı uygulanması
için ihtiyaç duyulan şey, filmde işlenen şekilde olduğu gibi hem hastaları hem de
doktorları heyecanlandıracak, rahatlatacak çözümler bulmak ve tıbbı bir iş sektörü
olmaktan çıkararak insanlığın hizmetine sunmaktır. Bu filmde anlatılanların gerçek
hayatta var olan Hunter Campbell “Patch” Adams’ın öyküsünden uyarlanarak
aktarıldığı düşünülürse; neden olmasın?
Medicine and Cinema
Rıham MOHAMAD, Letta Leah HISKIA, Mert GEBELEK
How medicine is adapted to cinema; various examples of shows and movies that are
about or relating to medicine; different views and implications concerning these
productions.
Film Yapımcılarının Bakış Açısından Tıbbi Tedaviye
Zorlanmak/Donör Çocuk Sahibi Olmak
Mustafa GÜLLÜEV, Anıl ÇOLAKLAR, Muhammed AKBOLAT,
Mehmet BAĞLIOĞLU
Tıp ve Diziler
Burak ÇINKIL, Hilmi ALKAN, Ferhad ÖZER, Fatih Yunus EMRE
Tıp ve dizinin birbirinden bağımsız olması düşünülemez. Diziler kendilerini
izletebilmek için tıbı bir araç olarak kullanıyor. Çünkü insanlar tıptan etkileniyor.
Yeşilçamdan Tıp Dünyasına Parmak Isırtacak Kesitler
Onat YETİM, Arda KÜÇÜKGÜVENOĞLU
Yeşilçamdan kesitler sunarak insanları eğlendirirken düşündürmeyi amaçlıyoruz.
Gregory HOUSE, MD – Tıp ve Sosyoloji
Emir BASKOVSKİ, Hatice ÇOŞKUN, İzatullah JALALZAI,
Yusra M. ALHELO
Deha iyi bir hekim olmaya yeterli mi? Bizim görüşümüze göre – hayır.
Hastanelerdeki bu soru House M. D. isimli dizide öne çıkarılmıştir. Amacımız;
hekimliğin sadece teoriyi bilmek ve bunu pratikte uygulamak olmadığını, insancıl
bir şekilde yaklaşarak insanları tedavi etmek olduğunu göstermektir.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
31
Lorenzonun Yağının İnsana Öğrettikleri
Cinayet mi Merhamet mi
Tıp konusunda herhangi bir bilgisi olmayan Lorenzo’nun anne ve babası çocuklarına
ADL teşhisi konması ve 2-3 yıl ömür biçildiğini öğrenmeleriyle beraber bu hastalığa
karşı mücadeleye başlarlar. Bu süreç dahilinde anne ve baba kütüphanelerdeki
çoğu tıp kitabını araştırır ve bu hastalık hakkında edindiği bilgileri birçok doktor
karşısında açıklama fırsatı bulur ve doktorların da yardımıyla bir tedavi süreci başlar
ve Lorenzo kurtulur
“Bir yaşama mal olan özgürlük özgürlük değildir.” “Bir özgürlüğe mal olan yaşam
da yaşam değildir.” Bunlar 28 yıl boyunca tetraplejik olarak yaşamış Ramon
Sampedro’nun sözleri. Oldukça hayat dolu bir gençken geçirdiği talihsiz kaza
sonucu yatağa mahkum olan Sampedro “bu şekilde yaşamanın onursuz bir şey
olduğunu” düşünmektedir. Bu yüzden hayatına son vermek ister ancak bunu kendi
kendine yapamadığı için birinin yardımı gerekmektedir.İsteği yetkili makamlarca
kabul görmeyince başladığı büyük mücadele zamanla inanılmaz kitleleri etkiler.
Alejandro Amenabar’ın “İçimdeki Deniz” adlı filmi Ramon Sampedro’nun gerçek
hayat hikayesini konu alan ve büyük mücadelesini objektif bakış açısıyla işleyen
bir film. Bizim bu projedeki amacımız ise “İçimdeki Deniz” filminden yola çıkarak
yıllardır tartışılagelen ötanazi konusunu derinlemesine incelemek ve ötanazi
hakkındaki tüm görüşleri tarafsız bir şekilde ortaya koymaktır. Bu çalışmamız
sırasında başta Ramon Sampedro’nun büyük kitleleri etkileyen hayatı ve fikirleri
olmak üzere ötanazi ile ilgili tüm görüşleri derinlemesine inceledik. Konu hakkında
çeşitli makaleler ve yazılar okuduk. Elde ettiğimiz verilerle her iki ucun görüşünü
de yansıtmaya çalıştık. Peki sizce doğru cevap hangisi? Ötanazi cinayet mi yoksa
merhamet mi?
Muhammet Fatih ERTAŞ, Erayb TUNCE, A.Kadir DALGA,
Ramazan ASLANPARÇASI
Bilinçaltına Yerleşen Kareler
Mehmet Nur YILDIRIM, Cem Çaylı BAHADIR, Orkun ÖZBAY,
Ebubekir ERAVŞAR
Bilinçaltı kareler kavramı 1950’li yıllarda Amerika’da ortaya çıktı. James Vicary
adlı reklamcılık uzmanı, sinema salonlarında yaptığı bir deney sonucu patlamış
mısır ve kola satışlarının arttığını iddia etti. Bu deneyde film perdede oynarken,
saliselik görüntüler halinde ‘patlamış mısır ye’ ve ‘kola iç’ sloganları çıkıyordu.
Seyirci bu sloganları bilinciyle algılayamadığı halde, bilinçaltına hitap eden bu
sloganlar sayesinde kola satışlarının yüzde 18.1, patlamış mısır satışlarının ise yüzde
57.7 arttığı iddia edildi. Bilinçaltı reklamları Amerika ve İngiltere gibi ülkelerde
yasaklandı. Daha sonraları bu alan genişledi. Reklamcılıkta ve propagandacılıkta
kullanılmaya başlandı. Çeşitli resim, müzik sinemalar aracılığıyla bu mesajlar
bilinçaltını etkilemek üzere kullanıldı. Biz de bunların bizim hayatımızda ne kadar
etkili olduğunu bilincimizi ne kadar, özellikle nasıl etkilediğini araştırmaya çalıştık.
Bunları araştırırken bu konu hakkında yazılmış makaleleri, tezleri ve yürürlükte olan
yasaları kaynak aldık. Kullanılan tekniğin reklam ve propagandacılık dışında bireysel
eğitimde kullanılabilir olduğunu düşünüyoruz.
Bilim Kurgu Eserleri ve Tıp
Semik COŞAN, Yekta Onur ARDAĞ, Aybüke COŞKUN,
Meva Hazal PEKUZ
Bilim kurgu eserleri, daha çok filmleri ile tıp arasındaki etkileşim incelenmiş ve
hayal olarak ortaya çıkan bilim kurgu eserlerinin gerçek olarak karşımıza çıkışı
işlenmiştir. Bugün bilimkurgu olarak hayal edilen şeyler ilerleyen dönemlerde
bilimsel gerçekler olaraak karşımıza çıkacaktır.
Sinema Gözüyle Hastalık
Ercan ERTAŞ, Selen KANTARCI, Gizem NERMİNER
Film senaryolarında hasta veya sakat insan figürünün sıklıkla yer aldığı ve bu
figürün senaryoya güç kattığı; bu konunun genelde filmin dramatik yönünü
pekiştirmesi açısından, bazen de izleyicilere ders vermek amacıyla tercih edildiği;
bu hastalık unsurunun başarıyla yerleştirildiği filmlerin hem sanatsal değer
bakımından, hem de hasılat değeri bakımından başarıya ulaşabileceği anlaşıldı.
Şov Dünyasında “Küçük Boyluluk”
Merve KARABOĞA, Fuad HÜSEYİNLİ, Şükrü Mert BAŞPINAR
Hepimiz görürüz onları... Yolda, otobüste bazen de televizyonda karşılaşırız
onlarla. Kimden mi bahsediyorum? ‘Küçük boylu insanlardan’ Böyle denmesini
tercih ediyor onlar. Cüce denmesi incitiyor onları. Ama küçük boylu olmaktan da
kompleks duymuyorlar. Peki bizim onlara bakımışız nasıl? İlk başta cüce diyerek
incitiyoruz onları. Sonrasında da böyle oldukları için acıyoruz onlara. Peki televizyon
dünyasındaki “küçük boylu insanlar” cüceler onlara olan bakışımızı değiştirebiliyor
mu? Yaptığımız ankete göre, aslına bakarsanız evet onlar bu işi gayet de güzel
yapıyorlar. Pek çok kişinin yapamadağı işi televizyonda yapabiliyorlar. Onlarda her
şeyi başarabileceklerini, aslında bizim sandığımız gibi olmadıklarını kanıtlıyorlar..
Ötenazi Eşiği
Fahrettin YILDIZ, Gökçen ÇÖNDÜ, Hakan GÜDÜCÜ
Ötenazi ile ilgili iki filmi inceledik filmlerde insanların uğraştıkları sanatsal
faaliyetlerin yaşadıkları kısıtlı hayata bakışlarını değiştirip değiştirmediğini
inceledik.
Büşra KOÇALİ, Pelin TÜTÜNCÜOĞLU, Safi KOLKIRAN, Adilet
DZDOLDOSHBEKOV
32
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Tıp ve Tarih
Tarihteki En İlginç Hastalıklar
Tıp Ve Bayezit Külliyesi
Burak KEKLİKÇİOĞLU, Tuğçe ATASEVEN, Hazel Ezgi KAYA
Tıp tarihi, insanlık tarihinin gelişimine bağlı olarak tıp ve sağlık alandaki gelişmeler,
tarih boyunca tıptaki uygulamalar, yaklaşımlar, buluşlar, hekim ve sağlık kurumları,
tıbbi gereçlerle ilgili bilgi sahibi olmamızı sağlar. Tıp tarihinde karşılaşılan çok
ilginç hastalıklar vardır. Haberlerde dinlediğimiz, gazetelerde okuduğumuz
bazen dünyanın bir ucunda bazen de yakınımızda ve görülme ihtimali düşük
olan bu hastalıklar mutlaka ilginizi çekmiştir. Bu hastalıklar tarihte ilk nerede ve
nasıl görüldü? Kimler tarafından ve nasıl teşhis edildi? Tedavileri bulundu mu ve
üzerinde yapılan araştırmalar var mı? Bu hastalıkların görülmesindeki etken ne idi?
Çevre mi, yoksa genetik mi? Şu an bize çok uzak gelen bu hastalıklar belki bir gün
karşımıza çıkacaktır…Üzerinde araştırma yaptığımız hastalıklar; Polyglandular
addison hastalığı,Resesif sempatik sinir hastalığı,Trimethylaminuri,Morgellons
hastalığı,Harlequin ichthyosis, Porfiri, Su alerjisi. Amacımız ; sayısız hastalıklar
arasından seçilen bu en ilginç hastalıkları insanlara tanıtmak ve yeni bir bakış açısı
kazandırmaktır.
Yaptığımız çalışmalar ile bayezid külliyesi’nin yapılış amacı,bölümleri,yapıldığı
tarihte ne amaçla kullanıldığı,külliyede uygulanan tedavi yöntemlerinin haricinde
günümüzde müze olarak kullanılması ve tıp ile uğraşan böyle bir yapının
günümüzde sanatın özünü yansıtan bir müze olması...
Deli Derken
Özge MIHCI, Safiye KIZIŞAR
Delilik nedir?Nasıl tedavi edilir?Bütün bu soruların çağlar boyu her toplumda cevabı
aranmıştır. insanlara karşı davranışlar, tedavi şekilleri değişiklikler göstermiş; bu
insanlar kimi zaman dışlanılmış kimi zaman da el üstünde tutulmuştur.Deliliğin bir
hastalık olup olmadığı üzerine düşünülmüştür.Tüm soruların yanıtlarını araştırmak
ve benzerliklerle farklılıkları ortaya koymak için çalışmalarımıza koyulduk.
Değişik inanç tarzları ve kültür farklılığı olan birkaç ülkeyi araştırdık.Edindiğimiz
bilgilere göre toplumlar arasındaki farklılıklar yaklaşımları ve tedavi şekillerini de
etkilemiştir.Örneğin Hristiyan toplumlar delilik konusunda şeytanı suçlarken;Arap
toplumunun cini suçladığını görüyoruz.Bununla beraber çok büyük benzerlikler de
görülmektedir.Örneğin;Birçok toplumda deliliğin humoral teoriye göre 4 sıvının
dengede olmamasına ya da doğaüstü güçlerin etkisiyle olduğuna inanılmaktadır.
Yunan toplumunda histerinin kadın rahminin yarattığı buhran olarak,aynı zamanda
seksüel doyumsuzluğunun bir sonucu olarak düşünülmüştür.Hatta bunun yarattığı
korkudan dolayı toplumdaki homoseksüelliğin arttığı görülmüştür.Bilim geliştikçe
yaklaşımların daha bilimsel olduğunu görüyoruz.Bununla beraber toplumun
gelişmişlik düzeyinin de bu bakış açısını etkilediğini tüm gelişmelere rağmen eski
inanışlarında varlığı sürdürdüğünü görmekteyiz.Tüm bunlarla beraber insan ruhunu
tedavi etmeyi amaçlarken aslında onu yaftalama biçimimizden dolayı ciddi hasarlar
verip,tek sorunu diğerleri gibi olmamak olan insanlara suçlu muamelesi yapıp
sanki hastalığı onun kabahatiymiş gibi davranmaktan geri durmamaktayız.Bizim
amacımız tüm benzerlik ve farklılıkları göz önüne koyarak değişmeyen tek yargının
bu önyargılı yaklaşım olduğunu göstermektir.
Düşünceyi Görselliğe Kavusturan İşaret Dilinin Tarihi
Tuba KARAKUŞ, Esin GÖZCÜ, Hafza Feyza ÖZER
Binlerce yıl, birçok toplumda işitme engellilerin topluma tehlikeli olduğuna
inanılarak çok zor şartlarda yaşamaya mahkum edilmiş, hatta birçok ülkede bu
kişiler akıl hastanelerine kapatılmış veya çoğu kez öldürülerek onlardan kurtulma
yoluna gidilmiştir. Fakat diğer engelliler gibi bugün birçok modern ülkede işitme
engellilere, onların bu zorluklarına yardımcı olmak için birçok eğitim kurumları
geliştirilerek toplumdaki diğer insanlar gibi yaşama haklarına kavuşturulması
başarılmıştır. Bu başarılardan birisi de işaret dili (“sign language”) dediğimiz bir
çeşit alfabenin geliştirilerek iletişimin sağlanabilmesidir. İşaret dili, parmaklar, yüz
ve dudak hareketleri ile vücut hareketleri ve bunların kombinasyonları kullanılarak
insanlar arasında iletişimi sağlayan bir işaret dili alfabesidir.İşitmeyen kişilerin
eğitimine ilişkin ilk yazılı kaynak Markides’e göre ; M.S. 700 yıllarına ait olup,
Hagulstad piskoposunun sağır ve dilsiz bir gence konuşma öğretmesinden söz
eder.16. asırda İtalyan hekimi Jerome Cordan zor olmakla beraber sağır ve dilsizlerin
eğitilebileceğini iddia etmiştir. 16. asır İspanyasında sağırların eğitimi Benedik’te
rahip olan Pedro Pance De Le’on tarafından yapılmıştır. Tarihte sağırlarla uğraşan ilk
öğretmen olarak kabul edilir. Diğer bir Benedikli rahip Juan Pablo Bonet sağırların
eğitimine ait ilk bilinen ders kitabını yayınlamıştır. Oxford’da okul müdürü olan
George Dalgarno 1680 de ilk defa komple parmakla konuşma alfabesini icat etti.
18. yüzyılda sağırlar eğitimine büyük önem verilerek okullar açılmaya başlandı.
Fransa da ilk sağırlar okulu 1755 de Paris yakınlarında,bir papaz olan Abbe de l’epee
tarafından açıldı.19. ve 20. yüzyıl işitme özürlülerin eğitiminde büyük gelişmelerin
yaşandığı çağlardır. Eğitime mümkün olan en küçük yaşta başlamanın yararları
açık olarak ortaya çıkmıştır. Okul öncesi eğitim yaygın hale getirilmiştir. Çocuklarla
birlikte velilerin eğitimine de önem verilmiştir.
Ebru DEMİR, Tuğba AKTÜRK, Fatma ÇAĞLAYAN
Tarihte Epilepsiye Bakış Açısı
Atilla Hikmet ÇİLENGİR, Vedat ÖZTÜRK, Ahmad ELTURK,
Ali Erman KILLI
Epilepsi, merkezi sinir sistemi nöronlarının tümünün ya da bir kısmının kontrolsüz,
ani ve aşırı deşarjlarına bağlı olarak değişik şiddetlerde nöbetlerin geçirildiği bir
hastalıktır. Epilepsi tarih boyunca insanların dikkatini çekmiştir ve hakkında birçok
yorumda bulunulmuştur. İlk olarak insanın içine kötü bir ruhun girdiği düşünülmüş
ancak zaman içinde bu görüş terk edilmiş ve epilepsinin beyinden kaynaklanan
bir hastalık olduğu görüşüne varılmıştır. Hipokrat, Galen, İbn-i Sina gibi tarihteki
önemli bilim adamları da bu konu hakkında yorumlarda bulunmuştur. Bizim de bu
projeyi hazırlamamızdaki amacımız, tarih boyunca ilgi çeken ve üzerinde birçok
araştırma yapılan bu hastalığa tarihteki bakış açısını ortaya koymaktır.
Organ Nakli ve Geçmişten Günümüze Gelişimi
Sibel KAPLAN, Mustafa ARMAĞAN, Yasin HAYDAROĞLU
Organ bağışı, bir insanın organlarının bir kısmını veya tamamını, henüz sağlıklı
iken, beyin ölümünün ardından başka insanlarda yararlanılmak üzere bağışlaması
işlemidir.Tarihçesi milattan öncelere kadar uzanan organ bağışı işleminin yeni
tarihi 17. yüzyıla kadar uzanıyor.Bu yüzyılda ilk olarak deri nakliyle başlayan bu
işlemin gelişim sürecini ; 1883 yılında zarar görmüş iç organların nakli ile ilgili
denemeler yapılışı izedi.Daha sonra bu gelişmeyi Carrel’in doku uyuşmazlığını
keşfetmesi takip etti.Geliştirdiği damarları dikme tekniğini doku ve organ naklinde
uygulamaya geçirmesiyle Carrel 1912 yılında Nobel ödülü aldı. 1944 yılında
Hollandalı Willem Kolff tarafından “Diyalizatör” ismi verilen yapay bir böbrek
geliştirildi. Böbrek hastaları bu mekanik böbrek yardımı ile hayatta kalabiliyorlardı.
Böylelikle de organ nakli çalışmaları sırasında diyaliz keşfedilmiş oldu. İlk başarılı
böbrek transplantasyonu, 1954 yılında Şikago ‘da Joseph Murray tarafından
yapıldı. Jean Dausset Paris ‘de Human Leukocyte Antigen -System (HLA - System)’i
buldu. Jean Dausset, bağışıklık sisteminin kendisinin veya yabancıların organ ve
dokularına tepki göstermesi ile genetik kalıtımlar arasındaki bağlantıyı buldu. Bu
buluşu ile organ naklinda en temel sorun olan doku uyuşmazlığına ışık tutarak
büyük bir gelişme kaydetti. 1967 yılında Christian Barnard tarafından ilk kalp
nakli gerçekleştirildi.Bu yıllarda ard arda yapılan nakil denemeleri başarısızlıkla
sonuçlanmasına karşın gelecek çalışmalara ışık tuttu. 1985 yılında dünyada ilk defa
tüm bir akciğerin transplantasyonu Joel Cooper tarafından gerçekleştirildi.Rudolf
Pichlmayr tarafından 1988 yılında bir ölüden alınan karaciğer ile transplantasyon
gerçekleştirildi. Aynı yıl ince bağırsak transplantasyonu Eberhard Deltz tarafından
gerçekleştirildi. 1998 yılında David Sutherland, yaşayan bir organ bağışcısından
alınan bir parça ile pankreas transplantasyonunu gerçekleştirdi. Bu tarihlerden
sonra hızlı bir gelişim süreciyle birlikte şu ana kadar tüm dünyada yaklaşık yarım
milyon böbrek nakli gerçekleştirilmiştir. Organ naklinin katedilen gelişmelerle
tüm dünyada uygulanabilir hale gelmesi ve hayat kurtarıcı özelliği organ bağışının
önem ve gerekliliğini ön plana çıkarmıştır.Bu konuda ülkelerde yasal düzenlemeler
geliştirilmiştir.Ama dünya genelinde organ bağışı henüz yeterli seviyede değildir.Bu
konuda halkı bilinçlendirme yolunda devletler eğitim kapsamında çeşitli önlemler
almalı ve düzenlenecek çeşitli seminerlerle de bu bilinç geliştirilmelidir.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Asklepios - Yunan Mitolojisi’nde Sağlık ve Hekimlik
Tanrısı
Gökçen BÜYÜKBAŞ, Deniz ÇEKİÇ, Mohannad BANNOURA
Tıbbın ve Sağlığın Tanrısı Asklepios, Apollon’un oğludur. Tıbbın simgesi olan
yılanlı asanın sahibidir. Hekimlik eğitimini yarı insan yarı at olan Kheiron’dan alır.
Asklepion’da yaşamış ve o çevredeki halka sağlık hizmeti vermiştir. Asklepios,
Gorgo canavarının şifalı kanını ölüleri diriltmek için kullanmıştır. Ancak insanların
ölümsüz olma fikrinden hoşlanmayan Zeus tarafından, başına bir şimşek fırlatılarak
öldürülmüştür.
Mezopotamya Tıbbı
Taner SEZGİN, Ersu ÇELEBİ, Deniz ŞAHİN
Mezopotamya uygarlıkları hastalıkları tedavi etmek için bilimsel yöntemler yanında
büyü de kullanılmaktaydı.Hekim, bir taraftan tıbbi ilaçları uygularken diğer taraftan
da elde edeceği muhtemel başarıyı önceden görmek için kehanete başvurmaktaydı.
Bu yüzden Mezopotamya tıbbı, büyü ve kehaneti de içine almaktadır.Bizim
amacımız mesleğimizin bu coğrafyada nasıl icra edildiğini görmek ve hastalara
uygulanan tedavi yöntemlerini öğrenmek. Ayrıca doktorların geçmişte hastaya
nasıl yaklaştıkları, ilk reçeteler ve ilaçlar konumuz dahilindedir. Geçmişteki tıbbin
günümüzdekiyle hangi noktalarda benzer hangi noktalarda farklı olduğunu
ve Mezopotamya doktorlarının günümüzdeki hastalıklardan hangilerini teşhis
edebildiklerini öğrenmek amaçlarımız arasındadır. Bunun sonucunda Mezopotamya
dan günümüze kadar korunmuş bilgilerin ve yöntemlerin olup olmadığını
görebilmeyi amaçlıyoruz.
“Kocakarı” Tıbbı
Samet TAŞKIN, Ahmet Sefa YETER, Muzaffer REHA, Ümütlü OMRAN,
H.Q. MARAQA
Geçmişten günümüze tıpta tanı koyma ve tedavi yöntemleri oldukça değişmiş,
gelişmiştir. Eskiden insanların kulaktan dolma bilgilerle uyguladıkları “kocakarı”
yöntemleri kimi zaman amacına ulaşmış kimi zaman ise yetersiz kalmış, herhangi
bir etkiye sahip olamamış veya uygulayana ciddi zararlar vermiştir. Bu projede
bu yöntemlerden bazıları incelenmiş ve bu incelenen yöntemlerin bir kısmının
günümüzde uygulanan modern tıbbın temelini oluşturdukları görülmüş bir kısmının
ise hurafeden ileri gidemedikleri anlaşılmıştır. Mesela söğüt ağacı yaprağının ağrı
kesici özelliğinin askorbik asitten kaynaklandığının anlaşılmasıyla geleneksel bir
yöntemin bilimsel boyutu açıklanmış oldu. Bu ve bunun gibi örneklerle birlikte
bilimsel olarak hiçbir geçerliliği olmayan yöntemler de ortaya çıkarıldı.
Abbasiler Döneminde Tıp
Sinem AKKASAR, Salah DUHAİR, Mahmoud SHAHEEN,
Emmanuel AWAMBERG
Abbasiler Dönemi İslam tarihinin gelişiminde önemli bir yere sahiptir. Gerek tıp
kitaplarından yapılan çevirilerle, kurulan hastaneleriyle ve gerekse tıp alanında
yetişmiş bilim insanlarıyla İslam medeniyetine çok büyük katkılar sağlamıştır. Biz de
yapmış olduğumuz bu projede Abbasiler çalışmaların Avrupa’da ne gibi gelişmelere
katkıda bulunduğunu araştırdık. Bu dönemin en önemli temsilcileri İbni Sina, El
Razi ve Huneyn bin İshak’tır. Ayrıca Abbasiler döneminde tıbbi nebevinin etkileri de
gözlenmektedir.
Antik Çağda Tıp Aletleri
Özgür UMAY, Muhammed TABASHİ
Antik çağ tıp aletleri ile günümüz tıp aletlerini karşılaştırarak zamanla tıbbın nasıl
bir süreçten geçtiğini ve nelerin değiştiği, geliştiğini görmek mümkün olmaktadır.
Modern zamanlar öncesindeki tedavi yöntemleri çoğunlukla can acıtıyordu.
Hastalıklar hakkında bilinenler azdı ve tedavi yöntemleri de oldukça ilkeldi. İlkel
de olsa tıp tarihine ışık tutan bu aletler şimdi bilim müzelerinde sergileniyor. Tarih
boyunca genel olarak hekimler cerrahîye pek ilgi duymamışlar ve hatta cerrahî
tedavinin gerekli olduğu durumlarda bile, ilaçla tedaviyi tercih etmişlerdir. Bunun
sebebi cerrahî müdahalede hayatî tehlikenin çok yüksek olması ve bu tehlikeyi
asgariye indirecek ve ameliyatı kolaylaştıracak bazı teknik imkanların bulunmasıdır.
Bu tip imkanların oluşması için, yani antibiyotik, analjezik, antiseptiklerin ve
bunların yanı sıra anatomi bilgisinin yeterince gelişmesi için 19. yüzyılı beklemek
gerekecektir. Antik Çağ’da tıp esas itibariyle dört sıvının(kan, balgam, sarı safra,
33
kara safra) dengesine dayanan teori üzerine kurulmuştur. Bu teoriye göre dört sıvı
vücutta denge halinde, belli bir oranda bulunmakta ve bu oranın bozulmasıyla da
hastalıklar ortaya çıkmaktadır. Hastalıkların tedavisi, dört sıvının tekrar ahenkli
hale gelmesi ile mümkündür. Bunu sağlamak içinde bir takım aletler kullanılmıştır.
Aletler genelde bronz olup demir, bakır, çelik, fildişi ve tahta olanlarıda mevcuttur.
Özellikle demirin toprak altında oksitlenmesi günümüze ulaşan demir tıp aleti
sayısını azaltmıştır. Bulunan eserlerin eserlerin çoğu bronzdur. Bu eserlerde koter,
kemik elevatörü, spatül sonda, kaşık sonda, cucurbitula(kan alma kabı), kemik
forsepsi ve vaginal spekulumu örnek gösterebiliriz. Hippokrates, Celcus, Galen
ve Soranus gibi antik çağ hekimlerinin metinlerinde aletler hakkında verdikleri
bilgiler ve aletlerin kulnım şekilleri bulunmaktadır. Şerafettin Sabuncuoğlu’nun
Cerrahiyetül Hüniyye isimli kitabında da bazı tıp aletlerinin kullanımları ile bilgi
ve çizimler bulunmaktadır. Biz de projemizde Prof.Dr. Erdoğan Yalav hocamızla
röportaj yaptık ve tıp aletleri ile ilgili koleksiyonunu sergilediği sergisini gezip
notlar aldık. İnsanoğlu, pek çok konuda olduğu gibi sağlık konusunda da deneyerek,
gözlemleyerek, hatta üzülerek ve sevinerek karşılaştığı ve çözümlediği problemleri
kendisinden sonraki nesillere ulaştırarak bugüne varmıştır.
Gen Tedavisinin Dünü, Bugünü, Yarını...
Derya YUMUŞAK, Medi ŞAHİN, Özlem DOĞAN, Hazal Fatma ERDOĞAN
Gen tedavisi; kalıtsal hastalıkları tedavi etmek amacıyla, genlerin, DNA ve RNA
moleküllerinin, insan hücrelerine transfer işlemini içeren bir tedavi yöntemidir.
İnsanda gen tedavisiyle ilgili ilk klinik deneme 1990’da pediatrist genetikçi olan
W. French Anderson tarafından yapıldı.1990’dan 1999’a kadar klinik gen tedavisi
denemelerinin sayısında hızlı bir artış gözlendi. Malesef 1999 ve 2002 yıllarında
gerçekleştirilen iki klinik gen tedavisi denemesinde hastalarda beklenmeyen
yan etkilerin görülmesi üzerine denemeler sekteye uğradı. Gen tedavisi klinik
deneme sayısı açısından durağan bir döneme girdi. Ancak son yıllarda katedilen
yol ve klinik denemelerden elde edilen başarılar sayesinde 2003 sonrasında yıllık
onaylanan klinik gen tedavisi denemelerinin sayısında tekrar bir artış gerçekleşti.
Son gelişmeler ışığında gen tedavisinin artık başlangıçta kendisinden beklenileni
vermeye başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun yanında, gen tedavisinin pek
çok genetik hastalıkta halen tek çözüm yolu olduğunu, uygulamanın rutin hale
dönüştürülebilmesi için daha çok çalışma yapmamız gerektiğini hiçbir zaman
unutmamalıyız .
Geçmişten Bugüne Diabetes Mellitus ve İnsülin
Sevdenur TOKER, Erol İŞYAR, Hakan TAŞKIRAN, Yusuf ÖZTÜRK
Şeker hastalığı diye bilinen diabetes mellitus hastalığının tarihi çok eski yıllara
dayanmaktadır. Hatta o kadar eski ki antik çağlardan beri ciddi bir sağlık problemi
olarak görülen şeker hastalığı ile ilgili ilk kayıtlar M.Ö. 1550 yıllarına ait olan Ebers
papirüslerinde dahi yer almaktadır. Eksikliği veya yokluğunda şeker hastalığına
yol açan insülin hormonunun keşfi ise şeker hastalığının aksine daha çok yeni
denilebilir. Üzerinde uzun yıllardır yoğun çalışmalar yapılmasına ve bulunmasından
elde edilmesine kadar pek çok noktada çok önemli gelişmeler yaşanmış olmasına
rağmen hala bu esrarengiz hormon hakkındaki çalışmalar son sürat devam
etmektedir. Biz projemizde ilginç, zorlu ve uzun uğraşlar sonucu hakkında bilgiler
elde edilen insülinin bulunması, elde edilmesi, incelenmesi ve üretilmeye çalışılması
aşamalarında nelerin yaşandığı, bu aşamalarda iki kez Nobel ödülü kazandıran
gelişmeleri, şeker hastalığıyla beraber insülinin bu yüzyılda hala bilinemeyen ve
aydınlatılmaya çalışılan noktaları ve bu konuda çağımızda bizleri nelerin beklediği
konularını ele aldık.
Akşemseddin ve Tıp
Ahmet EKEN, Musab Medeni ZORLU, Mehmet Kasım KARAÇÖL
Tıp ile ilgili Türkçe yazdığı Maddet-ül Hayat’ta geçen “Hastalıkların insanlarda
birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana
bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat
canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” cümlesi ile ilk mikrop teorilerinden birini ortaya
atmıştır. Onun bu açıklamaları yaptığı dönem, mikropları ilk olarak tanıtan
İtalyan hekim Fracastor’dan yaklaşık 100 sene öncedir. Pasteur’un teknik
aletlerle Akşemseddin’den dört asır sonra, kesin olarak ulaştığı neticeyi dünyada
ilk olarak haber veren kişi olduğu düşünülmektedir. Aynı zamanda ilk kanser
araştırmacılarından olan Akşemseddin, o devirde seratan denilen bu hastalıkla çok
34
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
uğraştı. Sadrazam Çandarlı Halil Paşanın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi
etti. Sultan II. Murat ve II. Mehmet’e çok yakın olan Akşemseddin, yaptığı ilaçlarla
saray ve çevresinde birçok hastayı iyileştirmesiyle bilinmektedir. Ayrıca hangi
hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve
formüller ortaya koymuştur.
Kesitsel Görüntüleme Tekniklerinin Tarihçesi
Hülya YILDIRIM, İbrahim KAPLAN, Batuhan BAŞPINAR,
Mehmet VURAL
Bu projeyi yapmaktaki amacımız kesitsel görüntüleme tekniklerinin tarihsel
gelişimi ve diğer bilim dallarının bu sürece olan katkılarının incelenmesidir. Literatür
tarama sonucunda edinilen bilgilere göre kesitsel görüntüleme metodu 20.yüzyılla
beraber matematik ve fizik alanındaki gelişmelerle gündeme gelmiştir. Analog
tomografiyle başlayan bu yolculuk Dünya Savaşlarında denizaltılarda kullanılan
askeri teknolojinin ışığında geliştirilen sonografi ile yeni bir boyut kazanmıştır.
Analog tomografi tekniği gelişen bilgisayar teknolojisiyle birleştirilmiş, bilgisayarlı
tomografi kavramı ortaya çıkmıştır. 1970’lerden itibaren kliniklerde kullanılmaya
başlanan bilgisayarlı tomografi günümüzde hekimlerin vazgeçilmez yardımcısıdır.
Bilgisayarlı tomografiye göre daha sonra geliştirilmeye başlanan Manyetik
Rezonans Görüntüleme (MRI) 1970lerde canlı örneklerden alınan ilk görüntülerle
tıbbi görüntüleme tekniklerinde yeni bir çığır açmıştır. Bütün bu gelişmeler olurken,
1986 da National Library of Medicine öncülüğünde “Visible Human Project”
başlatılmış ve insan vücuduna ait kesitsel görüntülerin yer aldığı bir veritabanı
oluşturulmuştur. Kendini sürekli yenileyen ve tıbba katkıları artarak devam eden
görüntüleme alanı tıp dünyasının vazgeçilmez bir parçasıdır.
Türkiyede Aşı
Hakan Abdullah ÖZGÜL, Faruk Kemal BENİ, Ömür Burak ADIGÜZEL,
Selmin ZIK
Tarihteki ilk aşının M.Ö. 590 Yılında çinde çiçek hastalağından korunmak için
yapıldığı bilinmektedir. Modern aşı 1798 yılında Edward Jenner tarafından
başlatılmış ve günümüze kadar dev adımlarla ilerlemiştir. Ülkemizde 1800’ lerde
Jenner tipi uygulamalar başlamıştır. 1884’te Pasteur Enstitüsünde ilk kuduz aşısı
geliştirilmiş ve ilk kez bir insan üzerinde denenmiştir. 1887’ de Eersaadet Daülkelp
ve Bakteriyoloji Ameliyathanesi kurulmuştur. Kuduz aşısı sadece bu kurumda 3 yıl
sonra üretilebilmiştir. Çiçek aşısı ve difteri serumu da bu topraklarda üretilmiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’ nda ilk kez tifüs aşısı üretilmiştir. 1920-1921 Yıllarında
telkihhanede üretilen çiçek aşısı Fransız, İngiliz ve Amerikalılara ihraç edilmiştir.
Cumhuriyet döneminde aşı ve serum üretimi Merkez Hıfzısıhha Enstitüsünde
toplanmıştır. Difteri, tetanoz, kuduz, çiçek, pinemökok aşısı üretilmiştir. 1950
yılında ulusal influanza merkezi DSÖ tarafından tescil edilmiştir. Şu an aşı
gereksinimini karşılamak için sağlık bakanlığı her yıl 13 milyon dolar ödemektedir.
Bu Türkiye’ de kullanılan aşının sadece yüzde 60’ı için ödediğimiz paradır. Yeni bir
aşı üretim tesisi kurulmasının maaliyeti bir defaya mahsus 40 milyon dolar olacaktır.
Bu durumda neden kendi aşımızı biz üretmiyoruz..
Kız Kulesi’nde Karantina mı Var?
Gökhan GÖZÜN, Hasan ŞAHİN, Orhan Ali ÖZKAN, Mehmet Fatih ORUÇ
1831’de İstanbul’da baş gösteren kolera salgını üzerine Karadeniz’den gelen
gemilere İstinye Körfezi’nde, İslam ve Osmanlı gemileri için de Rumeli Feneri
yakınındaki koyda karantina uygulamalarının başlatılmasına karar verilmiştir. Kız
Kulesi’nin karantina hastanesi olarak kullanımı ise önce 1830-1831’de İstanbul’da
görülen kolera salgını sırasındadır. Bu salgında hastane, Karatodori Paşa
yönetiminde idi. Daha sonra 1836-1837 yılında görülen ve 20-30 bin kişinin öldüğü
veba salgını sırasında hastaların bir kısmı burada kurulan mat’un hastanesinde
tecrit edilmişlerdir. İstanbul’daki karantinahaneleri askerler korumuş, üstün hizmet
edenlere madalyalar verilmiştir. Salgın sonrasında da Akdeniz ve Karadeniz’den
gelen gemiler Serviburnu, Kuleli ve Kız Kulesi’nde muayene edilmiş, muayene
sonucunda yalnızca hasta olmayanlara İstanbul’a giriş izni verilmiştir. Sonuçta
bu tedbirlerin yararı görülmüş ve salgınların önü alınmıştır. Kız Kulesi tarihte bir
karantina yeri olarak önemli bir konuma sahiptir. Özellikle boğazdan geçecek olan
gemiler için kontrol ve muayene noktası olmuştur. Çeşitli hastalıkların tedavisi için
ev sahipliği yapmıştır.
Nobel Reçetesi
Ece AĞTAŞ, Mehmet Batu ERTAN, Yasemin KAPUCU
1901’den beri verilen Nobel Ödülleri bilim ve kültür dünyasının en prestijli ödülüdür.
Fizik, kimya, tıp, barış, ekonomi ve edebiyat alanlarında verilmekte olan bu
ödüllerin sahipleri alanlarında dünyanın en başarılı, en zeki, en yetenekli kişileridir.
Peki tıp alanında Nobel ödülü alanların ortak özellikleri ve çalışmaları hakkında
yeterince bilgi sahibi miyiz? Emil von Behring’in serum tedavisini bulmasıyla
başlayan bu süreçte Pavlov’un köpeğine, Fleming’in meşhur penisilinine, insülinin
bulunmasına, MRI’ın hayatımıza girişine, son olarak da yaşlanmanın önüne geçecek
telomerlerin sırrının çözülmesine tanık olduk ve bunlar ilerde tanık olacaklarımızın
sadece bir başlangıcı… Projemizde günümüze kadar verilmiş Nobel tıp ödüllerini
incelemeyi amaçladık, böylece geçmişten bugüne tıptaki gelişmeleri takip ederek,
ödüllerin hangi alanlarda verildiği, çalışmaların daha çok hangi ülkelerde yapıldığı,
kazanan bilim adamlarının ortak özelliklerinin neler olduğu sorularına cevap aradık.
Bulduğumuz cevaplarla bir nevi Nobel kazanma reçetesi oluşturmaya çalıştık. Kim
bilir belki bu reçeteyi kullanan genç Türk bilim insanları ülkemize de bir Nobel ödülü
getirir.
Tıp ve Hukuku Birleştiren Nokta
Betül YAVUZASLANOĞLU, Merve BAKALİ, Nuriye Tuğçe ÖZBİLGİÇ,
Cihan ETGÜL
Adli Tıp suçlunun toplum düzenine uymayan eylemlerini, bu eylemler neticesinde
meydana gelen olaylarla (Yaralama, ölüm, zehirleme, v.s.) suçlu kimliği tayini,
ceza sorumluluğunu, medeni ehliyetini tıpsal bakımdan inceleyen bir bilim
dalıdır. Dünyada ilk olarak adli tıbbı ilgilendiren bilgilere Babil’deki Hammurabi
Kanunları(M.Ö 1400)nın içinde rastlanmaktadır. Ayrıca Eski Mısır, Hindistan, Çin,
İran, Yunanistan ve Roma’dan günümüze ulaşabilen belgeler mevcuttur. Bunun
dışında Bizans döneminde Justinian Kanunu’nda (M.S. 483-565) adli tıpla ilgili
olarak birçok hüküm bulunmaktadır. Türkiye’de ise tarihi, Hitit yazıtlarına kadar
ulaşmakla birlikte, ilk modern adli tıp çalışmaları Mektebi Tıbbiye-i Şahane’nin
kurulmasıyla başlamıştır. Projemizde bu temel bilgilerin yanı sıra, adli tıbbın
gelişmesinde etkili olan medeniyetler ve bu medeniyetlerin oluşturdukları
tıp hukukuyla ilgili kanunlar ve adli tıbba katkıda bulunan önemli isimler yer
almaktadır.
Biyolojik Silahlar ve Savaşlar
Hanife Ezgi YILMAZER, Ahmet KAPLAN, Gökhan EMİROĞLU
İnsanoğlunun üretme,şaheserler meydana getirme yeteneği olduğu gibi belki
bundan daha fazla tahrip yeteneği var. Çünkü tahrip etmek,yapmaktan daha
kolaydır... Yapılan keşiflerin pek çoğu doğru amaçlarla kullanıldığında insanlara
hizmet verirken,bilimsel güç yanlış ellere geçtiğinde,yanlış amaçlarla kullanıldığında
tahribata neden olmaktadır...Biyolojik savaş canlılarda hasara neden olmak veya
öldürmek amacıyla,biyolojik maddelerin kullanılması demektir.Biyolojik savaş yeni
bir durum değildir.Tarihte ilk kez Kafka limanında Cenevizlilere karşı biyolojik silah
kullanılmıştır.Veba etkeni taşıyan pireleri barındıran ölü fareleri mancıklarla kale
üzerinden şehre atmışlardır. Ayrıca tarih boyunca biyolojik silahlar suikastlardada
kullanılmıştır...Biyolojik silahlar, üretim kolaylığı,sadece organizmaya zarar
vermesi,kısa sürede ve kolayca yayılması gibi nedenlerle pek çok ülkenin dikkatini
çekmiştir. Bu konuda araştırmalar yapılmıştır, ülkeler yarışma içerisine girmişlerdir
ve en sonunda biyolojik silahların geliştirilmemesi,kullanılmaması,temin edilmemesi
için 1972’de Cenevre’de uluslararası bir toplantı yapılmıştır. Mikroorganizmaların pek
çoğundan insanoğluna hizmet edecekleri yönde yararlanmak mümkünken, biyolojik
silahlar birçok masum insanın ölümüne sebep olmuştur...
Biyolojik Silahların Tarihçesi
Kemal SARUHAN, Ozan YAR, Ömer Faruk TURAN
Biyolojik silahlar; bakteri, virüs gibi biyolojik materyaller kullanılarak hazırlanan
kitle imha silahlarıdır.Peki bu silahlar günümüze kadar nasıl bir gelişim gösterdi?
MÖ 300lü yıllarda içme sularına hayvan leşlerini atma şeklinde olurken günümüzde
daha farklı gibi görünse de aslında aynı temele dayanmaktadır. Sağlık sektörünün
bu kadar gelişim gösterdiği bir dönemde acaba ne kadar güvendeyiz? Bir hiç
üzerinden şimdiki konumuna gelen insanoğlu hala bu silahlara karşı çaresiz
kalmaktadır. Tarih boyunca yüzlerce biyolojik silahtan milyonlarca insan hayatını
kaybetti. Ama bu silahları kullanan da bunlardan zarar gören de insandı ve bütün
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
bunların sebebi insanoğlunun duyarsızlığıdır. Projemizle farkındalık yaratmak
istedik. Böylece bu silahlar kullanılmadan önce iki kez düşünülecek.
Anestezinin Tarihsel Gelişimi
Evrim Burcu TURAN, Begüm KILIÇ, Burak KAYA, Mehmet Eren GÜNER
Bu hikaye oldukça dramatik bir hikaye olup şu anda gelinen nokta pek çok
deneyimin ve ayrı ayrı kazanılmış ortaya çıkan ağrı ve şok cerrahinin gelişmesini
yavaşlatmıştır. Bu yüzden tıp dünyası ağrıyı yok edecek maddeler aramıştır. Her ne
kadar anestezi ilk kez Birleşik Devletler’de keşfedilmiş ve cerrahinin kullanımına
sunulmuşsa da, uyuşturucu, narkotik ve analjezik ajanlar ve afyon türevleri binlerce
yıldır zaten kullanılmaktaydı. Ayrıca alkole yüzyıllardır vücut yüzeyinde veya
kemikler üzerinde gerçekleştirilecek cerrahi prosedürlere müsaade edecek şekilde
hastayı ağrıya duyarsız yapması için başvuruluyordu. Batın ameliyatları, sezaryen
de dahil, çeşitli zamanlarda ve yerlerde zaten gerçekleştirilmekteydi. Ancak vücut
boşluklarına ve iç organ sistemlerine sistematik olarak girilmesi hastanın uzun
süreli operatif menevralara dayanacak kadar derin ve güvenli bir uykuya dalması
sağlanana kadar mümkün olmadı. 1772de Joseph Priestley güldürme gazı olarak
bilinen nitröz oksit gazını buldu. Humphry Davy güldürme gazının anestezik
etkilerini keşfetti. Nitröz oksitin kullanılması anestezinin başlangıcı olarak kabul
edilir. İlk başlarda kullanılan anesteziğin bir gaz maskesi üzerine damlatılmasından
ibaret olan açık metodun yerini zamanla kapalı sistemler aldı. Solunum üzerinde
tam bir hakimiyet kurulmasını sağlayan endotrakeal anestezi geliştirildi.
Günümüzde halen inhalasyon anesteziklerinde ve intravenöz ajanlarda anestetiğin
aranmasına devam edilmektedir.
Biz Tıp Tarihine Ne Kadar İlgiliyiz?
Osman Alper ARSLAN, Emel YERLİ, Mertcan ERZİNCAN
Tıp tarihine ne kadar ilgiliyiz ? Zamanımızın ne kadarını tarihe ayırıyoruz ? Tıp ve
tarih konusu kapsamında hazırlanan projemizde, tıp öğrencilerinin tarih üzerine
ilgilerini ölçme doğrultusunda hazırlanmış anket çalışması yaptık. Amacımız farklı
dönemlerde tıp fakültesi öğrencilerine, genel kültür düzeyinde sayılabilecek sorular
yönelterek, onların kendi meslekleriyle ilgili tarih konularına, deontolojiye ne
kadar ilgili olduklarını ortaya koymaktı. Proje kapsamında gerek soruların niteliği,
gerekse yapılacak kişi sayısı, dönem sayısı belirlemede biyoistatistik bölümünün
rehberliğiyle hareket ettik. Oluşturulan anketi tıp fakülteleri öğrencilerine
uyguladık ve daha sonra elde edilen sonuçlar istatistiksel yöntemlerle inceledik.
Ortaya çıkan sonuçlarsa oldukça ilginç.
Ölümcül Yalnızlık
Mustafa EKİCİ, Uğur GÜLPER, Hamdullah Cem KAÇMAZ
Günümüzde domuz gribi gibi ölüm riski yüksek bulaşıcı hastalıkların yurt dışından
gelişine karşı termal kamera gibi teknolojik yöntemlerle teşhis ve korunma
konusundaki çalışmalar hız kazanıyor. Osmanlı İmparatorluğu döneminde bulaşıcı
hastalıklarla mücadele için karantina adası oluşturulmuştur. Kurulduğu dönemin
en modern dezenfeksiyon sistemleriyle donatılmıştır. Karantina sayesinde, bulaşıcı
hastalıklar tecrit edilerek yayılması önlenmiştir. Padişah Abdülmecit tarafından
Fransızlara yaptırılan ada 1865 ile 1950 yılları arasında faaliyet göstermiştir.O
yıllarda kullanılan buhar kazanları ve elbiselerin koyulduğu dezenfekte makineleri
bile küçük bir tadilatla çalışabilir durumdadır.Adanın kara bağlantısını sağlayan
yol ise Büyük İskender zamanında yaptırılmıştır. Biz de bu projeyle tarihin karanlık
denizinde sular altında kalmış karantina adası ve onun bir taraftan ölümcül yalnızlık
sunan bir taraftan da hayata can veren fonksiyonunu araştırmak istedik.
Günümüz Tıbbında Geçmişin İzleri
Halil UZUNDAL, Olgun BİNGÖL, Gökhan YIRGIN
Amacımız geleceğimize ışık tutmak için geçmişimizde iz bırakan değerli
hekimlerimizin yaptıkları çalışmaların ve hayatlarının kısaca hatırlanması.. Bu
amaçla da Osmanlı Döneminde yetişimiş ve isimleri günümüze kadar ulaşmış seçkin
hekimlerin katkı sağladığı bilimsel konuları günümüz koşullarıyla kıyaslayarak
değerlendirilmesine katkıda bulunmak. Aynı zamanda dönemin hekimlerinin
o günkü koşullarda tıp dünyasına yapmış oldukları katkıları hangi koşullarda
yetiştiklerini göz önüne alarak değerlendirmek.
35
Genetik Biliminin Dünyada ve Türkiye’de Tarihsel
Gelişimi
Aycan BÖLÜK, Betül KIRŞAVOĞLU, Rudına CENGU,
Mandukhaı DUNGEE
Dünyada hayatın başladığı kabul edilen 4.6 milyar yıl önce,
DNA(deoksiribonükleikasit) yaşamın hücresel metabolik aktivasyonlarını ortaya
koyan genetik yapı olarak hizmet etmiştir. “Gen” terimi 1900. yıllara kadar
kullanılmamasına rağmen genin fonksiyonu ile olan araştırma 1800 lü yıllarda
başlamıştır. Gregor Mendel, Avusturyalı din adamı, manastırının bahçesinde yıllarca
çalışıp, farklı bezelye çeşitlerini melezlemiştir. 1884 yılında Mendel öldüğü zaman
çalışmasının değerini kimse bilmiyordu. Mendel’in bulduğu faktör veya kalıtım
ünitelerini gen olduğu 1900 yıllara kadar anlaşılamadı. 1900 yıllarda Mendelin
çalışmalarının yeniden keşfinden sonra genin doğası hakkında büyük bir bilgi
patlaması olmuştur. Biyoloji alanında çalışan bilim adamları, hücredeki çekirdek ve
kromozomun önemi üzerinde durdular. Çünkü gözlemlerde, kromozomlar yumurta
ve polen/spermi oluşturmak üzere mayoz esnasında sayısını yarıya indiriyor ve
sadece bölünme sırasında görülüyordu. Bu sebeple DNA moleküllerinin nasıl
faaliyete geçerek organizmaları ürettiklerini anlamak için birçok çaba sarf edildi.
Amerikalı James Watson ve İngiliz Francis Crick birkaç biyolog araştırmacıyla 1953
yılında DNA nın çift heliks yapısını incelediler. DNA kavramı yaşamın geleneksel dili
olduğu bakterilerde, mantarlarda, bitki ve hayvanlarda yapılan çalışmalarla ortaya
konuldu. Yaşayan organizmalar arasında yer alan bu ilişki biyoteknoloji ve genetik
mühendislik biliminin gelişimine neden olmuştur. Mühendislik teknolojisi, bitki
ve hayvanları geliştirmek için yaşayan diğer organizmaları ve canlıların kısımlarını
kullanmıştır. Genetik bilimi, Türkiye’de gelişimi oldukça yenidir. Çalışmalar, 1950
yıllarında sonra sitogenetik, biyometri, populasyon genetiği, mutasyon genetiği
alanında başlamıştır. 1978 yıllarında genetik sahasında çalışanlar biraraya gelmek
için faaliyetlerde bulunmuşlar ancak faaliyet devam etmemiştir. Çalışmalar TÜBİTAK
desteğiyle sürmekte olup, Üniversitelerde dış ülkelere görevlendirilen elemanların
1985 yıllarından sonra dönerek yeni teknikleri uygulamalarıyla sitegenetik ve
moleküler genetik sahasında ilerlemeler olmuştur. Bu arada Üniversiteler kendi
bünyelerinde merkez laboratuvarları kurma yoluna gitmişlerdir. Son zamanlarda
RFLP, RAPD, PCR, in-situ melezleme, ısozyme, PAGE gibi metodlar DNA ve proteinler
üzerinde uygulanmaktadır. Çalışmalarda yeni tekniklerin bulunmasından ziyade
metodların pratiğe uygulanması ağırlık kazanmıştır.
İnsanlığın Gizemi: Beyin
Tolgahan KAYA, İskender Arda NACAR, Esin APAYDIN, Büşra ÖZEY
Ortalama ağırlığı 1,4 kg olan ve insanı diğer türlerden farklı yapan insan
beyni, kelimenin tam anlamıyla gizemli bir organ. İnsan beyni çok gelişmiş bir
telefon santrali ya da bilgisayara benzetiliyor. Bunun da ötesinde, en gelişmiş
bilgisayardan çok daha karmaşık bir yapıya sahip olduğu ve daha hızlı çalıştığı
düşünülüyor. Beynin nasıl çalıştığı, duyguların nasıl oluştuğu, hafıza ve öğrenmenin
mekanizmaları tam olarak bilinmiyor. M.Ö 4000’li yıllarda Sümer yazıtlarıyla
başlayan beynin tarihi günümüze kadar gelen süreç içerisinde birçok ilginç olaya
ve kilometre taşlarına tanıklık etmiştir. Biz de bu tarihi serüven içerisinde yaşanan
ilklerden ilginizi çekebileceğini düşündüklerimize araştırmamızda yer verdik.
Geçmişten Günümüze Mikroskop
Ahmad EL DANDACHLİ, Sabri ŞİROLU, Vahit ÜNAL
Projemizde, şu an birçok alanda kullanmakta olduğumuz mikroskopların
bulunuşunu ve tarihsel gelişimini araştırdık. İlk mikroskopların gelişimini,
günümüzde kullanılan mikroskopları ve bu sürece katkıda bulunan bilim adamlarını
araştırmalarımızda bulabilirsiniz.
Dünden Bugüne Cüzzam
Burhanettin Burak YURT, Elif Özge ÇINAR, Kübra KILINÇ,
Ulkar SHAMKHALOVA
Bu çalışmada geçmişten günümüze kadar cüzzam hastalığına toplumun bakışı
ve cüzzam hastalarının toplumdaki yerini görebilme üzerinde durulmuştur. Bu
konuyu pek çok roman ve sinema yazarı da ele almış, cüzzamın toplum gözündeki
yerini kimi zaman sert eleştirilerle vurgulamıştır. Bilim insanları da cüzzamlıları
topluma kazandırmayı amaçlayan birçok çalışmada bulunmuştur.Yaptığımız bu
çalışmayla başta tıp fakültesi öğrencileri olmak üzere topluma; geçmişte toplumsal
36
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
olarak, özellikle hasta insanlara (dış görünüşü olumsuz yönde etkileyen hastalıkları
nedeniyle) yapılan önyargı kökenli yanlışları,cüzzam hastalığı/hastaları üzerinden
gösterebilmeyi amaçlıyoruz.Cüzzam hastalığı geçmişte uzun yıllar boyunca
yadırganan bir hastalık olmasına ve cüzzamlıların toplumdan dışlanmasına rağmen
gelişen bilim ve toplumun modernleşen düşünce sistemiyle artık bu durum
değişmeye başlamıştır.Bu durumdaki insanlara sahip çıkan dernek ve benzeri
kuruluşlara verilen önemle yaşadıkları sorunları en aza indirmede atılan adımlar
hızlandırılabilir.
Evlat Edinilmeyi Bekleyen Hastalıklar
Sıla SOYLU, Funda DANDIL, Ali Can KARAKUYU, Ahmed ZAYED
Hastalıklara karşı verdiği savaş, insanoğlunun hayatta kalma mücadelesinin
önemli bir bölümünü oluşturuyor. Bugün bilim ve teknolojideki gelişmeler
sayesinde geçmişe oranla çok daha fazla hastalığı yenebiliyoruz. Ancak yine de
çaresi bulunamamış pek çok hastalık var. Bu size ürkütücü geliyorsa daha kötüsünü
söyleyelim: Çok ender rastlandığı için çaresi (pek de) aranmamış hastalıklar... Fakat
kötümserliğe de kapılmıyoruz, çünkü insanlık pek çok konuda olduğu gibi şimdiye
kadar büyük ölçüde ihmal ettiği bu “öksüz hastalıklar” konusunda da bilinçlenmeye
başlıyor. Biz de insanlığın belleği olan tarihin ışığında bu bilinçlenmeye katkıda
bulunmak istedik… Aslında “öksüz hastalık” tanımı iki ayrı hastalık grubu için
kullanılıyor. Bunlardan biri nadir hastalıklar, diğeri ise ihmal edilmiş hastalıklar.
Nadir hastalıklar genel nüfusta görülme oranı düşük olan hastalıkları ifade ediyor.
İhmal edilmiş hastalıklar ise gelişmekte olan ülkelerde yaygın olarak görülüyor,
ancak bu ülkeler de bu hastalıklarla mücadele edebilecek sosyoekonomik
yeterlilikte olmayabiliyor. Gelişmiş ülkelerdeki ilaç endüstrisi ise bu ülkeleri kârlı
bir pazar olarak görmediği için bu hastalıklara odaklanmıyor. Nadir hastalıkların
her biri nadir görülse de aslında toplamda etkiledikleri insan sayısı hiç de az değil.
Biz de öksüz hastalıklar nedir konusunda farkındalık sağlayıp, bunlardan biri olan
ALS(Amyotrofik lateral skleroz) nin tarihsel gelişimini inceleyeceğiz.
Spectacular Miracle...Childbirth
Ayşe Ece ÇALI, Canan TİAMBENG, Rawda ZENATİ, Nilgün OKTAR
Have you ever wondered where modern techniques of child birth have originated
from? As a group, we were curious about the development of some of the most
common methods of parturition (child labor) throughout the ages. Hence, we aimed
to do research on the history of Cesarean section (C-section), water birth and Lamaze.
Cesarean section is believed to be a method for giving birth since ancient times,
particularly in Greek mythology as well as in ancient Hindu, Egyptian and Roman
cultures. However, this was only practiced when the mother was near death, which
then became a very common method today due to the development of antiseptics,
anesthetics and modern surgical techniques. Water birth began in the late 1960’s
as the practice of immersing newly-born infants in warm water in order to mitigate
the effects of any possible birth trauma that could occur during the transition from
the womb to the outside world. This method was then practiced in the United
States by women giving birth at home, which was soon introduced to midwives
and obstetricians in the hospitals and birth centers. Lamaze was introduced in 1951
by Dr. Fernand Lamaze as a method used during childbirth in France. This method
became known as “the Lamaze method” which consists of childbirth education
classes, relaxation, breathing techniques and continuous emotional support from the
father and a specially trained ancient times, new methods have been invented and
developed to improve the conditions of child birth.
Katil Kim?
Ali SEZGİN, Kamuran AYDIN, Ceren IRMAK, Mehmet Emre PEKER
Adli Tıp denince akla ilk otopsi gelir. Otopsi ise ölüm nedenini anlamak için yapılan
tıbbi incelemedir. Mesela MÖ 44 yılında Julie Cesar suikast sonucu öldürüldüğünde,
o sıralarda Roma’ da uzman hekim olarak görev yapmakta olan Antistius cesedi
muayene ederek, 23 bıçak yarası olup, bunlardan birinin göğüs duvarında birinci
ve ikinci kaburga arasından girerek ölümü meydana getirdiğini ortaya koymuştur.
Otopsi Adli Tıp’ın kullandığı yöntemlerden sadece bir tanesidir. Hukuki meseleleri
aydınlatmak, en temel ve ilk akla gelen manasıyla “Katil kim?” sorusunun cevabını
bulmak için tıp bilgisine ihtiyaç duyulmasıyla Adli Tıp doğmuş ve günümüze kadar
gelişerek gelmiştir. Bu projedeki amacımız Adli Tıp uygulamalarının geçmişten
günümüze nasıl bir değişim ve gelişim geçirdiğini göstermektir.
Ötenazinin Tarihçesi
Burak YOĞURTÇUOĞLU, Ali Burak BOSTAN, Yunus Emre HASKILIÇ,
Asaad KASABASHİ
Eutanasia sözcüğü Grekçe’den gelmektedir. Eu: İyi, güzel; Thanatosis: Ölüm
anlamındadır. Romalı tarihçi Suetonius “Euthanasis” sözcüğünü ilk kullanan
yazardır. Antik Yunan’da özellikle asillerin hasta bir beden içinde görünmesinin
alçaltıcı olduğu düşüncesi, ötenazinin uygulanmasındaki en önemli etken olmuştur.
Antik çağın aksine, Hristiyanlığın yaygınlaşmasıyla birlikte ötenazi uygulama alanını
kaybetmiş, bu durum Reform ve Rönesans hareketlerinin ortaya çıkmasına kadar
devam etmiştir. Dönemin batı dünyasında, ötenazinin fazla uygulanmamasının
nedenleri arasında, devletlerin yaptırım gücü ve insanların hissettikleri Tanrı
korkusu gösterilebilir. Pek çok Avrupa ülkesinde ötenazinin sözlüklere girdiği
dönem 17. yüzyıl olarak görülmektedir. Yirminci yüzyıllın ilk yarısında ötenaziye izin
veren çeşitli kanun çıkarma girişimleri başarısızlığa uğrarken, aynı yüzyıllın ikinci
yarısından sonra kimi devletler kanun yapma yoluyla ötenaziye onay vermişlerdir.
1980’li yıllardan itibaren Hollanda’da hem aktif hem de pasif ötenazi, A.B.D.’de
ise sadece pasif ötenaziye izin verilmeye başlanmıştır. Son yıllarda ise Hollanda
ve Belçika ötenaziyi hukuka uygun hale getiren yasalar çıkarmışlardır. Ancak
ötenazinin uygulanabilirliği etik açıdan tartışılmakta olduğundan ülkemizde
ötenaziye izin veren bir yasa bulunmamaktadır.
Acil Tıbbın Tarihi
Salih EMRE, Salah HSSO, Engin Zafer TERZİ, Ahmet TEZCAN
Acil Tıp, kişilerin sağlık sorunlarında ölümleri ve kalıcı sakatlıklarının önlenmesinde
gerekli olan hızlı müdahale ve hızlı karar vermeyi içeren bir bilimdir. Akut
hastalıklarda ve yaralanmalarda eğitilmiş hekimler, hastanın sürekli hazır ve uygun
stabilizasyonunu, değerlendirilmesini, tedavisi ve yönlendirilmesini sağlamak
için çalışır. Acil tıp hem acil servislerde hem de hastane öncesi verilen hizmetleri
kapsamaktadır.Acil Tıp sürekli ve hastanın talebine göre devam eden bir bakımdır.
Bugün bildiğimiz anlamdaki acil servisler ve acil tıbbi hizmetlerin başlangıcı
1960 yıllarda başlar. İlk olarak ABD’de ayrı bir uzmanlık dalı olarak ortaya çıkması
nedeniyle dünyadaki gelişimi ABD’deki gelişimine paralel olmuştur. 1993 yılına
kadar Türkiye acil tıp sistemi içinde “gelişmemiş ülkeler” arasında görülüyordu.
Türkiye’de acil tıbbın gelişimi gerçek anlamda 1990 yılında İzmir Dokuz Eylül
Üniversitesi’nin (DEÜ) daveti ile Türkiye’ ye gelen ABD’ li bir Acil Tıp Uzmanı olan Dr.
John Fowler’ın DEÜ Hastanesi Acil Servisi’nde çalışmaya başlaması ile oldu. Dr. John
Fowler’ ın etkin çabaları sonucu 1993 yılında acil tıp uzmanlığı ayrı bir uzmanlık
dalı olarak kabul edildi ve aynı yıl Türkiye’de iki acil tıp anabilim dalı kuruldu (Dokuz
Eylül Üniversitesi ve Fırat Üniversitesi).
Firavunun Laneti
Aslı ALKAN, Şebnem ŞAKAR, Gizem Pınar SUN, Emine ERİŞMEN
Tutank Amon. Eski Mısır’ın en genç yaşta ölen firavunu. M.Ö. 1334-1315 yılları
arasında yaşamış firavunu lahitine yerleştirenler, onu akıllara durgunluk veren
bir savunma mekanizmasıyla kuşatmışlardı. Henüz 9 yaşındayken tahta geçip 19
yaşında ölümüyle tahttan inen firavunun mezarı ölümünden binlerce yıl sonra,
1922’de büyük bir tantanayla açılır. İngiliz arkeolog Howard Carter, Tutank Amon’un
mezarına girip duvardaki hiyerogliflere göz attığında şu cümleyi okuyacaktır:
“Ölüm, firavunların huzurunu bozanı kanatlarla katledecektir”. Binlerce yıl
kapalı kalan mezarın açılmasından kısa süre sonra, kazıya katılan en az üç düzine
araştırmacı ard arda hayatlarını kaybederler. İlk teşhis “kan zehirlenmesi”dir.
Arkeoloji dünyası uluslararası kamuoyunda hızla yayılmaya başlayan “lanet”
söylentilerini ısrarla reddeder, fakat beklenmedik ölümlere mantıklı bir açıklama da
getiremez. Firavunun mezarıyla bir şekilde teması olanların ani ölümleri, sonraki
günler ve haftalarda da şaşırtıcı bir sıklıkla devam eder. Bazı araştırmacılar -Carter
gibi- kazı sonrasında çok ağır ateşli hastalıklar geçirir; ancak ölümü yenerek normal
hayatlarına devam ederler. Yapılan çalışmalarda mezar odasıyla herhangi bir şekilde
teması olan insanların ciğerlerinde özel bir mantar hastalığının geliştiği fark edilir.
Vücuda girdikten sonra yüksek ateşe yol açan Aspergillus flavus adlı bu mantar,
kişinin solunum sistemini kilitliyor ve boğularak ölmesine yol açıyor. Uzun süre
uykuda kaldıktan sonra gerekli ortam oluştuğunda tekrar ve daha etkin bir biçimde
geri dönebiliyor. Hastalığın etkili olmasındaki en önemli nokta ise; bu mantarın
hastalığa ilk yakalananlarda önce hafif belirtiler göstermesi ve bu sırada başka
canlılara da yayılması, ve ardından şiddetli belirtilerle ölüme yol açmasıdır.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Gevher Nesibe Darüşşifası
Oğuzhan YÜRÜK, Mehmet Akif TÜRKER, Muhammet ERGÜL,
Gökhan SARIKIR
Anadolu’da yapılmış tıp medreseleri içinde en seçkini ve en erken tarihlisi; Gevher
Nesibe Sultan Tıp Medresesi ve Darüşşifası’dır.Fakat bu önemli yapıtın tıbba katkıları
pek bilinmemektedir.Kayseri’de bulunan bu tarihi yapıt sadece tıp okulu şeklinde
değil,hamamı ve diğer üniteleri ile bir tıp kompleksi şeklinde planlanmıştır.İlk
kurulduğunda kadrosunda iki hekim,bir cerrah,bir göz hekimi,bir eczacı ve bir
idareci bulunduran bu darüşşifanın; yapılan tarihi araştırmalar neticesinde tıp ve
eczacılık bilimine önemli katkılarının bulunduğu ortaya çıkmıştır.
Tarihteki İlk Obsesif Kompulsif: Howard Hughes
Betül Nur ALTUNTAŞ, Aylin GÜNGÖR, Büşra GÖRMEZ
Çağımızda psikolojik hastalıklardan muzdarip olanların sayısı epeyce artmıştır.
İnsanların yaşamını oldukça etkileyen ve kurtulmak istedikleri hastalıklardan
biri de obsesif kompulsif bozukluklardır. Obsesyon irade dışı gelişen saplantılar,
kovulamayan tekrarlayıcı düşünceler ; kompulsiyon ise bu saplantılı düşünceleri
kovmak için irade dışı yinelenen hareketlerdir. Hastalar çoğu zaman; yapılan
etkinliğin asıl amacını unutturacak derecede ayrıntılar ile uğraşı ve işin bitirilmesini
zorlaştıran mükemmeliyetçilik gösterirler. Peki tarihte keşfedilen ilk obsesif
kompulsif kimdir? Projemizde Howard Hughes, onun ilginç hikayesi konu alınarak;
yaptığı filmler ve yaşam tarzı üzerinden bu hastalığın keşfi anlatılacaktır.
Atatürk’ün Üniversite Reformu ve Tıp Alanına Etkileri
Sinan Murat BOZ, Burcu ERTÜTEN, Ş.Şeyma KARAYILAN,
Serkan SUYABAK
Türk gençliğinin milli bilince sahip ve modern kültürlü olarak yetişmesini amaçlayan
Atatürk, 1933 yılında ‘‘Üniversite Reformu’’ nu gerçekleştirmiştir. Bu reformla
birlikte gerek İstanbul’da gerek Ankara’da ve ilerleyen yıllarda diğer illerde
birbiri ardına üniversiteler açılmış, bu dönemde laboratuarlar ve kütüphaneler
geliştirilmiş Türkiye dünya literatürü ile tanışmaya başlamış Avrupa’yı etkileyen
yeni fikir akımları yurt dışından gelen hocalar yoluyla ve dönemin Türk hocalarının
da katkılarıyla Türkiye’ye girmiş,bilimin pek çok alanında gelişmeler yaşanmıştır.
Gelişmelerden en çok etkilenen alanlardan biri de tıp olmuştur. Projemizde,
Atatürk’ün üniversite reformuyla Türkiye’ ye gelen bilim adamlarının tıp alanında
yapmış olduğu yeniliklerin geçmişteki önemini ve günümüze yansımalarını ortaya
koymayı amaçlıyoruz. Türkiye’nin pencerelerini Batıya açmış ve ülkemizde evrensel
ölçülerde bilimsel çalışmalar yapılmasına katkıda bulunmuş bilim adamlarının
hayatlarını ve çalışmalarını ortaya koyarak günümüz modern tıbbının temellerinin
nasıl atıldığını göstermek istiyoruz.
Osmanlı’dan Cumhuriyete Tıp Kurumlarının Serüveni
Haydar KAYALI, Rashed EL ABED, Yavuz Emre PARLAR
Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne her alanda olduğu gibi tıp alanında da köklü
değişiklikler yaşanmıştır. Avrupa’da tıp alanında yaşanan gelişmelerden etkilenen
ve bu alanda gelişmeleri takip etmeye çalışan Osmanlı Devleti’nde temelleri
atılan tıp kurumlarının, modern Türkiye’nin kurulmasıyla beraber yurt çapında
sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması prensibiyle gelişmelerine önem verilmiştir.
Kurumların geçmişleri ve gelişim çizgilerinde hangi noktalardan geçtikleri,
günümüzdeki durumu belirleyen önemli parametrelerdendir. Geçmişte karşılaşılan
zorluklar,yapılmış doğru işler ve hatalar bugüne rehberlik etmede önemli işlev
görür.Ayrıca ülkemiz tıbbına katkı yapmış insanları hatırlatmak ve örnek alınacak rol
modeller önermek yeni nesillerin gelişiminde önem arz edecektir.
Savaşların Kaderini Değiştiren Salgın Hastalıklar
Furkan DONBALOĞLU, Oğuzhan KARAMAN, Mehmet ÇİFTÇİ,
Selkan AHMETOĞLU
Şüphesiz ki savaşlar tarihte çok önemli bir yere sahiptir.Geçmişimizi değiştiren ve
günümüze yön veren savaşlara biz de tıbbi açıdan yaklaştık.Örneğin; birçok insanın
hayatını kaybettiği 1. Dünya Savaşı’nda, İspanyol gribinin etkisi göz ardı edilemez.
Yine tarihte birçok kez, düşmanı savaş dışı bırakmak için kasıtlı çıkarılan hastalıklar
da olmuştur. Bu gibi ancak daha az bilinen ve daha ilginç örneklerle projemizi
hazırladık.
37
Şans Eseri Bir Nobel’den PET’e Galiye
Aylin TOLUNAY, Erkan Arda ABACI, Mustafa UYANIK
Wilhelm Conrad Röntgen, 8 Kasım 1895 günü laboratuarında çalışırken
gözlemlediği ilginç fenomenin, dünya bilimine neler kazandıracağını henüz kendisi
de bilmiyordu. 1890’lı yılların ortalarında çoğu araştırmacı gibi o da katot ışın
tüplerinde oluşan lüminesans olayını incelemekteydi.Bu deneyleri sonucunda mat
yüzeyden geçebilen yeni bir ışın tanımladı ve cebirde bilinmeyeni simgeleyen x
harfini kullanarak x ışını ismini verdi. Buluşunun 28 Aralık günü, Würzburg Tıbbi
Fizik Derneğine “Yeni bir ışın tipi ; Preliminer bildiri” başlıklı ilk yazısıyla bildirdi.
Dernekte yaptığı sunum 23 Ocak 1896’da gerçekleşti. Ne olduğu bilinmeyen bu
ışına X- ışını adı verildi ve sonraları Röntgen’in buluşuna atfen bu ışınlar Röntgen
ışınları olarak anılmaya başlandı. Çalışmaları sırasında eşi Bayan Röntgen’in ve
bildirisi sırasında ünlü Anatomist Albert van Köllicer’in bir fotoğraf kaseti üzerine
X - ışınları ile görüntülediği eller Türk-Yunan savaşında yani çok geniş bir coğrafyada
askerlerin vücudundaki kurşun ve şarapnel parçalarının yerlerinin belirlenmesinde
kullanılarak geliştirildi. X- ışınlarının bu kadar yaygın olarak kullanımının ve
geliştirilmesinin sebebi de, 1901’de Nobel ödülüne layık görülen Röntgen’in bu
buluşunun tüm insanlığın hizmetinde özgürce kullanılabilmesi için patent altına
alınmasını reddetmesiydi. Bu ışınlar tanı amaçlı kullanılırken ortaya çıkan biyolojik
etkiler bilim adamlarının dikkatini çekti. Zaman içinde, X-ışınlarının insan cildinde
eritem ve kuru ve ıslak deskuamasyona yol açtığı keşfedildi. Ayrıca epilasyonun
görülmesi ve uzun süreli uygulamalarda görülen ülser ve nekrozlar X- ışınlarının
cilt ve dokulardaki tahrip edici etkilerini ortaya koymaktaydı. Bir çok klinisyen
X-ışınlarını ve radyumu dermatolojide kullanmaya başladı. Yan etkilerine rağmen
günümüzde X-ışınları diagnostik amaçlı olarak, 1970’lerde EMI Ltd.’nin araştırma
laboratuarlarında Godfrey Hounsfield tarafından geliştirilen bilgisayarlı eksenel
tomografide ve daha yeni bir yöntem olan Pozitron Emisyon Tomografisi’nde (PET)
kullanılmaktadır.Biz de projemizde X ışınlarının basit el röntgenleriyle diagnostik
amaçlı başlayan macerasının, tarihsel süreç içinde PET gibi karmaşık tanı araçlarına
kadar ulaşması sürecini sizlerle paylaşmak istedik.
Tarihteki Pandemiler
Serdar BARAKLI, Ahmet AKÇAY, Mehmet Ali TÜZ, Berkan AKTUĞ
Uzak Doğu’dan kaynaklanan ve hala ölümlere neden olan kuş gribi salgının ardından
önce Meksika`da görülen ve bazı ülkelere de yayılan domuz gribi salgını büyük
korku yaratırken, salgın hastalıkların tarihsel süreçte toplumların bile ortadan
kalkmasına neden olduğu bilinmektedir. Sıtma, veba, frengi, çiçek, tifüs, kolera gibi
bulaşıcı ve salgın hastalıklar geçmişte büyük acıların yaşanmasına neden olmuştur.
Çeşitli kaynaklardaki bilgilere göre tarih boyunca milyonlarca insanın ölümüne
yol açan sıtmaparazitlerinin insanlık tarihinin başladığı zamandan beri var olduğu
biliniyor. Örneğin birçok düşünür tarafından insanlıkla birlikte var olduğuna inanılan
bir hastalık olarak nitelendirilirken antik Mısır, Çin ve Hindistan el yazmalarının
birçoğunda bu hastalıktan bahsediliyor olması dikkati çekiyor. Cüzzam hastalığının
kayıtların MÖ 600’lü yıllara ait olduğu belirtiliyor. Tifüs de önemli salgınlar
yapmıştır. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nda salgın hastalıklar
nedeniyle olan ölümlerde tifüsün en yüksek orana sahip olduğu görülmektedir.
Ayrıca İkinci Dünya Savaşı sırasında özellikle Alman tutsak kamplarında da yaygınlık
kazanmıştır. Çiçek hastalığı; 30 Yıl Savaşları sırasında Avrupa´da tam 60 milyon
insanı; 18. yüzyılda Avrupa hükümdarları da dahil olmak üzere 60 milyon insanı
öldürmüştür. Yalnızca 20. yüzyılda tahminen 300 milyon insan çiçek hastalığından
ölmüştür. Ama virüs tümden yok olmamış, dünya üzerinde iki noktada resmi
olarak çiçek virüsü depolanmıştır. Bu depolar Dünya SağlıkÖrgütü’nün (World
Health Organizaton [WHO]) yüksek güvenlikli laboratuvarlarıdır ve biri Birleşik
Devletlerde, diğeri ise Sibirya’dadır. Bazı hastalıkların izlerini şu an görmesek bile
hastalık etkenlerinin çeşitli yerlerde saklandığını bilmekteyiz. Bu da insanların
aklında biyolojik silah olarak kullanılabileceği şeklinde soru işareti bırakmaktadır.
Ayrıca bugünkü bilgiler ışığında bazı salgın ve ölümcül hastalıkların hala devam
ettiği gerçeğinden, tarihte yaşanan örneklerden elde edilen veriler ışığında çeşitli
önlemler geliştirmenin önemi görülmüştür.
Elmas Bir Gözdür Yürek...
Melike ARSLAN, Ezgi YILMAZ, Halit BACI
Tüm insanlık tarihi boyunca kalp, mucizevî bir organ olarak algılanmıştır.
Yeryüzündeki tüm kültür ve medeniyetlerde hayatın ve canlılığın kaynağı olduğu
38
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
kadar sevgi, dostluk, yardımseverlik, güven ve cesaretin simgesi olarak kabul
edilmiştir.Belki de tüm bu nedenlerden dolayı kalbe dokunulmamış; kutsal
görülerek açılması, cerrahisi imkânsız olarak görülmüştür. Başlangıcından 87 yıl
sonra insan hayatını idame ettirecek kadar ilerleme gösteren kalp cerrahisinin,
tıp tarihine girişinden sonra gelişimi büyük bir patlama göstermiştir. Sadece
yeni tekniklerin geliştirilmesini sağlamakla kalmamış aynı zamanda tıp ve
teknolojinin hemen her dalında yeni aşamaları da beraberinde getirmiştir. 21. yy.ın
başlangıcında olduğumuz bu zaman diliminde kalp cerrahisinin yolculuğunun
henüz tamamlanmadığını ve aksine yapay kalp ve minimal invaziv girişimlerin
olduğu yeni boyutlara doğru yol aldığını görmekteyiz.
Tıp Tarihinde Beş Yıldız
Emre LEVENTOĞLU, Melih AKYÜZ, Mustafa ANĞI, Ulaş Yalım UNCU
Bu projede tarih boyunca bilim insanlarının ve hekimlerin tıp bilimine yapmış
olduğu pek çok katkı arasından beş önemli buluş olan aşı, in vitro fertilizasyon
(IVF), insülin, aspirin ve elektrokardiyografi (EKG) seçilmiş ve bu buluşların kimler
tarafından nasıl gerçekleştirildiği anlatılmıştır. Bu proje ile günümüz tıp dünyasını
bugün sahip olduğu imkânları nasıl elde ettiğini düşünmeye yönlendirmek
amaçlanmış ve tıbba katkı sağlamanın önemi vurgulanmaya çalışılmıştır.
3H Sendromu “Hastayım,Hekimim,Haklıyım!”
Özge ZORLU, Mücahit ÜNAL, Abdullah Tarık ASLAN, Veli ÇETİNASLAN
Evrenden İnsana Dört Unsur Teorisi
Hatice Kübra PARLAR,Sümeyye KAMAOĞLU, Merve DENİZLİ, Ünal
KARACA
Evrenin temel maddesi ve nasıl oluştuğu konusunda tarih boyunca insanlar
tarafından ileri sürülmüş bir çok fikir bulunmaktadır.Doğa düşünürü Empedokles de
evrenin dört unsurdan(ateş,su,toprak,hava) oluştuğunu savunmuştur.Bu konunun
bizim ilgimizi çeken kısmını ise Hipokrat’ın bu teoriyi benimseyip insan bedenine
uygulaması oluşturmaktadır. Hipokrat vücutta kan, balgam, kara safra, sarı safra
olarak isimlendirilen dört sıvının bulunduğunu, yenilen, içilen gıdaların bu dört
sıvıya dönüştüğünü savunmuştur. Modern tıptaki homeostazis kavramına da
uygun olarak bu dört sıvının maksimum denge içinde olmasının sağlık için gerekli
olduğunu düşünmüştür.Hastalık tedavisini de bu teoriye dayandırmış, tedaviye;
drog, diyet, kan almak, lavman yapmak - boşaltım, kusturucu, idrar söktürücü
ilaçlar vermek gibi somut yöntemler sokmuştur.Ayrıca dört unsur teorisi İslam
tıbbında da İbn-i Sina tarafından işlenmiş, konuya değişik yorumlar getirilmiştir.Biz
de projemizde tıp tarihinde önemli bir yeri olduğunu düşündüğümüz bu konunun
ortaya çıkışını, dayanak noktalarını ve bunlardan yola çıkarak modern tıpla ne
ölçüde örtüştüğünü görmeyi amaçladık.Tıp tarihi açısından dört unsur teorisi
Doğu ve Batı tıbbında yaklaşık 2500 sene yürürlükte kalması, günümüzde ise bazı
yönleriyle halk tıbbında yaşamaya devam etmesi gibi nedenlerle her zaman ilgi
çekici bir konu olmaya devam edecek.
Hekimlik, tarihsel süreç boyunca tüm toplumlarda en saygın mesleklerden biri;
hekimler ise kendilerinden doğruluk, güvenilirlik ve insancıllık gibi iyi özelliklere
sahip olması beklenilen kişiler olmuşlardır. Süreç içerisinde, hastanın yatağının
başucunda yapılan tıbbi uygulamalar, hastanelere; hekim ise hastalarına yalnızca
bilim ve teknolojiyle hizmet verme eğilimine yönelmiştir. Bu durum ilerleyen
zamanda hekimlerin halktan kopmalarına neden olmakla birlikte hastaların hekime
saygı gösterme, talimat ve önerilerine koşulsuz ve sorgusuz uyma gibi tutumlarını
güçleştirmiştir. Zaman içinde tıp mesleği insanlara yardım etme güdüsünü
kaybetmeye başlamış ve hastalar bilimsel bilginin değerini bildikleri halde, verilen
bakım hizmetlerinden şikayet etmeye başlamışlardır. Geçmişten günümüze her
zaman için hekim ve hasta arasında eşit olmayan bir güç farklılığı var olmuştur.
Bu güç dengesizliğini kontrol etme sorumluluğu ise her zaman hekimde olmuştur.
Toplumsal yapısını babacıl tutum biçimlerinin belirlediği öteki ülkelerde olduğu
gibi, ülkemizde de hekim-hasta ilişkisinde hekim genellikle ilişkideki yetke öğesidir.
Oysaki hekimin, hastasının değerlerini dikkate alarak tedavi yöntemini seçmesi ve
olası riskler konusunda hastayı bilgilendirmesi kadar, hastanın da bu bilgileri talep
etmesi, kendi değerleri açısından en uygun olanı seçmesi ve bu süreçteki haklarını
bilerek, gerektiğinde talep etmesi “karşılıklı katılım” türünde bir ilişki için ön
koşuldur. Biz bu projeyle geçmişten günümüze hasta-hekim ilişkisinin hangi yönde
ve nasıl değiştiğini, bu değişimle birlikte ortaya çıkması kaçınılmaz olan hasta ve
hekim haklarının günümüze kadar ne yönde geliştiğini ortaya koyacağız.
Çağların Gizemli Dokunuşu: Refleksoloji
Hemodiyaliz: Geçmişten Bugüne
Gamze KURTULUŞ, Selin KAHRAMAN, Aysun YÜCEL, Hüseyin KAYA
Hakan KÜÇÜKER, Murat BAYAV, Orhan AYAN
Hemodiyaliz, böbrek yetmezliği durumunda hastaların kanında biriken üre,
kreatin gibi metabolik artıklar ve fazla suyun kandan ayrılması için kullanılan 3
yöntemden (peritonal diyaliz, böbrek nakli ve hemodiyaliz) biridir. Çözeltilerin yarı
geçirgen bir zar üzerinden difüzyonu ilkesine dayanmaktadır. Peki ama hemodiyaliz
makineleri nasıl bulundu, günümüze kadar ne gibi değişiklere uğradı? Hemodiyaliz
makinelerini kullanan birçok kişinin, bu konuyla ilgili çok az fikri bulunmaktadır.
Çok değil, bundan 50 yıl öncesine kadar böbrek yetmezliği olan hastaların yaşam
standartları çok düşüktü. Günümüzde, nefrolojinin de hızla gelişen bilimden
nasibini alması ve yeni tıbbi cihazların icadı sonucunda bu hastaların da günlük
hayatlarına normal şekilde devam edebilmeleri sağlanmaktadır. 1960’larda
kullanılan hemodiyaliz yöntemleri, günümüze kadar gelişen bilimden nasibini ne
ölçüde aldı, ne gibi değişiklikler geçirdi? Bu değişim, hastaların sağlık durumlarına
ve sosyal hayatlarına ne gibi faydalar sağladı? İşte bu sorular ve cevapları projemizin
konusunu oluşturmaktadır.
Alper ALNAK, Özlem Dilara AYDIN, Sümeyye KARASAKAL, Abdullah
SÜRÜCÜ
Yaklaşık on iki bin yıllık bir geçmişi olan refleksolojinin ilk uygulama yeri geleneksel
tıbbın doğuş ve uygulama yeri olan eski Çin ve Mısır’ dır. Modern tıbbın gelişimiyle
artık “complementery medicine (tamamlayıcı tıp)” sınıflamasına dahil olan
refleksoloji, ayaklarda bedenin tüm bölgelerine, organlarına ve sistemlerine karşılık
gelen refleks noktaları olduğu ve bu noktaların beden anatomisinin aynası olduğu
prensibine dayanan bir sanattır. Özel el ve parmak teknikleriyle refleks noktalarına
uygulanan baskı, stresin azalmasını sağlayarak bedende fizyolojik değişikliklere
yol açarak vücut fonksiyonlarının normale dönmesi ile insana rahatlama hissi
veren bir yöntemdir. Bu yöntem oldukça eski olup temel olarak eski insanların,
maymun türlerinin davranışlarını gözlemlemesi ve bundan esinlenmesiyle
ortaya çıkan bir tedavi yöntemidir. Zira bugün de, bir çok maymun türünün çeşitli
stres koşulları altında hem kendi hem diğer maymunların el ve ayak tabanlarını
ovuşturup kaşıdıkları bilimsel bir gerçektir. İnka ve Çin medeniyeti migren, bel
-boyun fıtığı gibi nörolojik hastalıklar başta olmak üzere tiroid disfonksiyonları ve
mide rahatsızlıkları gibi diğer hastalıklarda da bu yöntemi uygulamışlardır. Bunun
yanısıra refleksoloji terapisinin bireyi günlük stres ve anksiyeteden uzaklaştırıp
rahatlattığı bilinmektedir.
Anestezi ve Tarihçesi
Anestezi kelimesi eski Yunan’dan gelmektedir. “Aesthesia” “duyu”, “An” ise
olumsuzluk eki olan “siz”dir. Bu şekilde “Anesthesia” duyusuzluk, baska bir yorumla;
ağrısızlık yada ağrı duyusunun kaldırılması olarak özelleştirilebilir. İnsanlık tarihinin
yaşam mücadelesi içindeki en önemli kısmı fiziksel ağrıya karşı verdiği sürekli
cevaptır. Bu hikaye oldukça dramatik bir hikaye olup şu anda gelinen nokta pek çok
deneyimin ve ayrı ayrı kazanılmış zaferlerin tümüdür.
Onlar İmkansız Sözcüğünü Hiç Sevmediler
Göktürk GÜGÜNAĞAOĞLU, Yusuf Cihan DİRİM, Ahmet DEMİR
Projemizde tarihe damga vurmuş birkaç sporcuyu inceledik. Fakat bu sporcuların
farklı olmasını sağlayan bir şey vardı: Onlar, spor yapmalarına engel olan tıbbi
nedenlere rağmen branşlarında zirveye çıkmayı başarmışlardı. Bu projede “Azmin
zaferi” sözünü tam anlamıyla doğrulayan örnekler bulacaksınız. İnanıyoruz ki bu
inanılmaz sporcuların hayat hikayelerini okuduktan sonra; “imkansız”ın abartılı bir
sözcük olduğuna sizler de inanacaksınız.
“Piçhane”
Özlem BAYRAK, Marzia HAKIMI, Esra ÇOLAK
“1892 yılının İstanbul’unda ilk kez bir Viladethane açılır. Açan da Paris’te eğitimini
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
tamamlamış olan Besim Ömer Paşa’dır.”Açılır” dedik ama bu hiç de kolay olmaz.
1885’te de Vehbi Bey bir viladethane açma girişiminde bulunmuş ama saraydan izin
çıkmayınca tüm çalışmalar rafa kaldırılmıştı. Geçen 7 yıl içinde birçok kadın doğum
anında ölürken, bir o kadar da çocuk sakat kalır. Besim Ömer Paşa belli çevreler
tarafından hakarete uğrar, Cağaloğlu’ndaki evi taşlanır. Bunun nedeni PİÇHANE
kurmasıdır.”Hangi kadın gider oraya doğum yapar, elbette doğacak çocuğun babası
belli olmayan.” Böyle düşünür kimileri Besim Ömer Paşa’yı şeytan ilan ederler. Evet,
viladethane ‘doğumevi’ demektir ve onun kuruluşunda öncülük yapan Besim Ömer
Paşa da kadın doğum uzmanı olan bir biliminsanıdır.” Sunay Akın böyle bahsediyor
Anadolu’da kurulan ilk kadın doğum evinden. Bizim bu projede amacımız bu ülkede
bir kadın doğum evi açılırken bile ne kadar zorluk yaşandığı gerçeğini gözler önüne
sermektir.
Ayurveda
Tuğba POLAT, Alican GÜNEŞ, Oğuzhan TÜRKSAYAR, Ozan UYAN
Ayurveda veya Ayurvedik tıp Hindistan’ın alt kıtasında ortaya çıkan antik bir sağlık
sistemidir. Günümüzde Hindistan, Nepal, Sri Lanka’da uygulanmaktadır. Çin ve
Tibet tıp sistemleri üzerinde etkileri olmuştur. Konvansiyonel tıpta ilaçlar hastalığın
mikroorganizmalar gibi spesifik nedenlerini yök etmeye yönelik geliştirilirken
Ayurvedik tıpta hastalığın, bedenin hastalığa yönelik dayanıklılığını azaltan
bedensel ve zihinsel unsurlardaki dengesizlikten kaynaklandığına inanıldığından,
dengesizlik düzeltilerek bedenin savunma mekanizması bitkisel formüllerle
güçlendirilir.Ayurvedik tıbbın ana kavramlarının başında bedenin “doşa” denilen üç
ana tipe ayrılması gelir.. Bunlar; Vata, Pitta ve Kaffa’dır. Ayurvedik hekimler çeşitli
teşhis yöntemleriyle kişide hangi doşanın ağır bastığını tespit eder.
Mustafa Behçet Efendi’nin Tıp Dünyasındaki Yeri
Çağlar ÇETİN, Çağlar ÜSTÜN, Alihan KOKURCAN, Seyit Ali Murat ÇEKİL
Tıp dünyasına büyük yenilikler getirmiş olan Mustafa Behçet Efendi 1774 yılında
doğdu.Osmanlı saray hekimlerinden olan Mustafa Behçet Efendi, Tıbbiye’nin
kurulmasında emeği geçmiş, tıp ve tabiat bilimlerinin önemli eserlerinden
bazılarını Türkçe’ye çevirmiştir. Divan-ı Hümayûn katiplerinden Mehmed Emin
Şükühi Efendi’nin oğlu, Hekimbaşı Abdülhak Molla’nın ağabeyi, Abdülhak Hamid’in
büyük amcasıdır. Büyük bir ihtimalle Süleymaniye Tıp Medresesi’nde okuduktan ve
hekimlik deneyimi kazandıktan sonra, 1791’de Sinan Ağa Medresesi Müderrisliğine,
1796’da saray hekimliğine, 1803’te Padişah III. Selim’in hekimbaşlığına getirildi.
1807’de Padişah III. Selim’in tahttan indirilmesi üzerine bu görevine son verildiyse
de, on yıl sonra, Padişah II. Mahmud zamanında yeniden hekimbaşı yapıldı. Doğu
ve Batı dillerinden birçoğunu kendi çabasıyla öğrenen Mustafa Behçet Efendi, 18.
yüzyılın ünlü tabiat bilginlerinden Buffon’un “Genel ve Özel Tabiat Tarihi” adlı 44
ciltlik dev eserinin iki kitabını, Arap tarihçi Abdurrahman B. Hasan el-Ceberti’nin
Fransız işgali altındaki Mısır’ın birkaç yıllık tarihini günü gününe tutulmuş notlarla
anlatan eserini de Türkçe’ye kazandırmıştır. Bu arada, eski çağlardan kalma tedavi
yöntemleriyle ilaçlar derlemek amacıyla yazmaya başladığı ve ancak 850 sırrı
derleyebildiği “Bin Sır” adlı kitabı ölümü üzerine yarım kalmış, kardeşi Abdülhak
Molla’nın bitirmeye çalıştığı bu eseri tamamlayarak yayına hazırlayan, Abdülhak
Molla’nın oğlu Hayrullah Efendi olmuştur. 1834 yılında ölmüştür.
Tıp Bayramının Tarihçesine Farklı Bir Bakış
Çise TÜCCAR
Tıp fakültesine adım attığımızdan beri her birimiz ‘Tıp Bayramı’nın bir parçasıyız.
Ama bu gün hakkında ne kadar bilgiye sahibiz? İşte bu cümle projemizin çıkış
noktası oldu. Projemizde amaç; çağdaş tıbbın dönüm noktalarını,bunlarda payı
olan kişileri ve modern tıbbın gelişme kaydetmesi ile tıp bayramının kutlanması
arasındaki bağlantıyı incelemektir.Proje kapsamında Tıp Bayramının geçmişteki
gelişimini ve günümüzdeki önemini birlikte inceleyerek Tıp Bayramına farklı bir
bakış açısıyla yaklaşmaya çalıştık.
Transplantasyonda Yedek Oyuncu: Türkiye
Merve ÖZCAN, Caner COŞKUN, Sedat Can GÜNEY, Zeynep BAŞÇI
Ülkemizde organ bağışı bir tabu olarak görülmekte ve organ bağışı oranı ihtiyacı
karşılamamaktadır. Bunun gerekçesi ise halkımızın ve hatta doktorlarımızın yeterli
bilgi ve bilince sahip olmamasıdır. Biz de bu sorunun farkına vararak organ nakli
ve bağışına dikkat çekmek, bu konudaki farkındalığı ve bilinci artırmak amacıyla
39
bu konu üzerinde çalışmaya karar verdik. Çalışmalarımıza organ nakli tarihini
araştırarak başladık. Bizce tarihi süreci bilmek, bu konuda temelden bir bilgi
birikimine varmak farkındalık yaratmak amacıyla ilk ve temel adımdı. Ülkemizdeki
süreç ise üniversitemizde ilk transplantasyon ünitesini kuran ve ilk böbrek
transplantasyonunu yapan Prof. Dr. Mehmet Haberal ile başladı. Projemiz dahilinde
organ naklinin ülkemiz koşullarındaki teknik, sosyal ve yasal gelişimini araştırarak;
bu konuda attığımız adımları, başardıklarımızı ve başaramadıklarımızı inceledik.
Sonuç olarak, gelişmelere rağmen bu konuda katetmemiz gereken çok yol olduğunu
gördük ve buna yönelik birtakım çözüm önerileri sunduk
Bak Sen Şu Doktora
Atike Burçin TEFON, Döndü Nilay PENEZOĞLU, Büşra Döndü YAMAN,
Mustafa ODLUYURT
Tarih süresince çok ilkel koşullar altında bile birçok deney yapılmış ve günümüz
bilimsel çalışmaları bu eski deney ve çalışmaların birer meyvesi olmuştur. Günlük
hayatımızda bilimsel olarak bile değerlendirmediğimiz, internet sitelerinde
okuyup eğlendiğimiz çeşitli deneylerin aslında bilimsel açıdan birer eser olduğunu
göstermek ve aynı zamanda bu deneylerin tarihsel süreçte değişimlerini,
gelişimlerini sunmak amacıyla seçtiğimiz bazı örnekleri sizlerle paylaşmak istedik.
Zimbardo deneyi: Stanford Hapishane Deneyi, herhangi bir sadist eğilime ya
da psikolojik rahatsızlığa sahip olmayan sıradan insanların, hapishane gibi katı
kuralların ve disiplinin hakim olduğu bir ortama girmeleri durumunda birbirleri
ile ne türden ilişkiler geliştireceklerine odaklanıyordu. (1961-Yale Üniversitesi)
İkinci Dünya Savaşı deneyleri: Sünya savaşı döneminde Nazi doktorları toplama
kamplarında insanlar üzerinde bir çoğu kalıcı hasar bırakan hatta ölümle
sonuçlanan deneyler yaptılar. Bu deneyler gerek etkileri gerek yapılışları olsun hala
büyük yankı uyandırmaktadır.
Dünya’da ve Türkiye’de Uyku Çalışmalarının Tarihçesi
Esra MOUSTAFA, Selin AVLIYAOĞLU, Özge CİNDEMİR, Sümeyye AYKON
Hayatımızın yaklaşık üçte birlik bir bölümünü harcadığımız uykunun gizemini
çözmek için insanoğlu asırlar anlaşılmaya ve anlatılmaya çalışılmıştır.Uyku hakkında
bilinen ve tahmin edilen tüm özellikler uyku tanrısı Hipnoza atfedilmiştir.Tek
tanrılı dinlerde de uyku hakkında ilginç bilgiler mevcuttur. Bilim dünyasındaki
kayıtlarda bir çok büyük düşünür, Aristo, Hipokrat, Freud ve Pavlov uyku ve rüyanın
psikolojik ve fizyolojik temellerini açıklamaya çalışmıştır. Uykunun bazı uyaranlarla
geri döndürülebilen bir bilinçsizlik hali olduğu anlaşıldıktan sonra bilinç durumu
ve beyin elektrofizyolojisi ile ilgili çalışmalar hız kazandı.insan EEG sinin de ilk
kez Hans Berger tarafından çekilmesinden sonra gelişmeler çok hızlandı. Gerçek
anlamda uykuda gözlenen parametreler üzerinde çalışıldı. Sağlıklı uykunun sırları
çözülmeye başlandığında uyku bozukluklarındaki değişikliklerin kayıtları da merak
edilmeye başlandı. Gözlemlere dayanan bilgilerin bilimsel olarak değerlendirilmesi
aşamasına geçildi.
Beyaz Önlük ve Tarihçesi
Mevlüt APAYDIN, Tamer YOUNIS, Tevfik AŞGIN
‘Beyaz önlük’ hipertansiyonu, hastaların kan basıncının hastane ortamında
normalden daha yüksek bulunması durumuna verilen addır. Bu ve benzeri
adlandırmalarda da görüldüğü gibi beyaz önlük, hekimliğin ve sağlık hizmetlerinin
en önemli sembollerinden biridir. ‘Beyaz Önlük Giyme Töreni’yle başlayan
tıp eğitimimizin bir parçası olan bu kongreye, beyaz önlüğü ve tarihçesini
araştıracağımız bir projeyle katılmaya karar verdik. Bu geleneğin köklerinden
günümüze uzanışını, beyaz önlüğe yüklenen anlamlarla beraber araştırıp
irdeleyeceğiz.
Tıp Bayramı ve Tarihçesi
Ekin Zeynep ALTUN, Ceren TUFAN, Gözde KESKİN, Caner ÖZTÜRK
Ülkemiz tam anlmıyla bir ‘önemli gün ve haftalar’ cennetidir.işte bunca önemli
bir çok günle dolu takvim yaprakları arasında 14 Mart Türkiye’deki hekimler
için ayrılmış bir gündür. Tıbhane-i Amire’ nin kuruluş tarihi olan 14 Mart 1827
tarihine ithafen 14 Mart 1919’ da Darulfünün Tıp Fakültesi’ nde ilk Tıp Bayramı
kutlandı. 1921 yılında 14Mart 3. kez kutlanırken, 12 Mayıs 1400’de Yıldırım Beyazid
tarafından Bursa’da kurulan Osmanlı Devleti’nin ilk darüşşifasının kuruluş tarihini
başlangıç tarihi olarak kabul edenler de 12Mayıs ‘da bir program düzenlemişlerdi.
40
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Başlangıcı ister 14 Mart ister 12 Mayıs olarak kabul edilsin bu topraklarda süren
tıp eğitiminden geçen bizler, bizden önceki meslektaşlarımızın cephede canları
pahasına devam ettirdikleri tıp eğitimini daha iyi seviyelere getirmek için canla
başla çalışmalıyız.
Mumyacılık Tarihi
Mustafa Emre DUYGULU, A.Gözde ŞAKUL, A.Onur KILIÇ, Rıza ÖZBEK
Tarihçi Herodotos, Mısır’da bulunduğu sırada (M.Ö. 450) üç ayrı tipte mumyalama
gördüğünü yazar. Sonrasında Hellenistik devir tarihçisi Diodoros ve Romalı tarihçi
Strabon’da mumyacılıkla ilgili yararlı bilgiler vermiştir. Bu bilgiler ışığında yıllarca
çalışmalar yapılmış ancak hala bu gizemli efsane için kullanılan ecza malzemeleri
ve kimyasallar tam anlamıyla keşfedilememiştir. Peki nedir o yüzyıllarca korunup
günümüze şeklinden ufak kayıplarla gelebilen mumyaları bizim kadavralarımızdan
ayıran? Formalin yerine bitumen (zift, asfalt)kullanmış olmaları mı? Yoksa bundan
3000 yıl önce bile beyni burun deliklerinden çıkarmayı akıl edebilen mumyacıların,
organları vücuttan uzaklaştırıp “Kanopus” adını verdikleri küplere koymaları mı...
Mumyacılık tarihi tamamen çözülmeyi bekleyen bir sır, Mısır’da tıp bilimini de öyle.
Türk Tıbbında Öncü Kadın: Dr. Pakize İ. Tarzi
Tuna ÇELİK, Nihal YAMAN, Can YENER, Gizem Nil CEYLAN
Gerçek bir cumhuriyet kadınıydı… Hekimliğe adadığı hayatında hep ilklerin
kadını oldu: Türkiye’nin ilk bayan kadın doğum uzmanı ve ilk kadın doğum kliniği
kurucusu… İstanbul Boğaz’ını yüzerek geçen ilk kadın... İstanbul Soroptimis
Kulübü ve Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği’nin kurucularından… Ve bunun gibi
daha nicesiyle yaşamını dolu dolu ve insanlığa hizmet anlayışıyla geçiren Dr. Pakize
İ. Tarzi, doktorluğu ve meslekte başarının sırrını şu sözleriyle açıklıyordu: “İnsanları
sevmeyen, doğaya aşık olmayan, karşılık beklemeden kendinden vermeyi bilmeyen
hekim olmamalı… Bir hekim için önemli olan, moral yönünden doyuma ulaşmaktır.
Buna ulaşılmazsa, yaşamaktan hiç zevk alınamaz. Hekim önce hayatın yüceliğini
bilmek, hayata saygı duymak zorundadır. Benim mesleğimde kin, nefret, öç alma
gibi şeyler yoktur. Temel ilke insana yardımdır. Hekimlik; yardım isteyene hiçbir
biçimde sırtını çevirmeden, karşılık beklemeden, tam bir içtenlikle yardım etmeyi
ilke edinen, bundan sonsuz zevk alan kimselerin mesleğidir ve böyle olmalıdır.”
Anadoluda Şifacılık Tarihi
Barış YILDIZ, Leyla SERT, Osman OCAL, Murat DURAK
Anadolu’nun tarihin başlangıcından beri birçok medeniyete ev sahipliği yapmış
olması Anadoluyu tarihi açıdan incelemeyi her zaman ilginç kılmıştır. Coğrafi olarak
köprü konumunda olması da Anadolunun tarihi açıdan zengin olmasının farklı
bir sebebidir. Şifacılık da insanların toplum olarak yaşıyor olmalarından beri var
olan bir olgu. “Şifacı” şahıslar genelde toplumun dini inancıyla ilişkili olmuştur.
Bunlar hem din adamı hem de şifacıdırlar genellikle. Toplumlar evrimleşse bile eski
alışkanlıklarından vazgeçemezler. Bu şifacılık olgusunda da böyledir. En basitinden
ta binlerce yıl önce devam eden gelenek ilginç kılmaktadır.
Geçmişten Günümüze Tıp Aletleri
Gamze ZENGİN, Özen GÜL, Kandemir CENGAVER, Can BENLİOĞLU
Tıp bilimi ve dolayısıyla tıp aletleri insanoğlunun var oluş tarihinin en başlarından
itibaren günümüze kadar varlığını sürdürmektedir. Tabi ki bu varoluş, günümüzde,
başlangıçtaki haliyle göz önünde değildir. Asırlar boyunca tıp biliminin ilerleyiş
serüveninin içinde,tıp bilimine paralel olarak tıp aletleri de insanların sürekli
devam eden çabaları doğrultusunda inanılması güç gelişmelerle son derece ilkel
biçimlerinden şu anki hallerine gelmişlerdir. Bizim de bu projede amaçladığımız;
geçmişten günümüze tıp aletlerinin bu gelişimlerini yansıtmaktır.
Korkulan Hastalık Lepra
Elif DEMİRÖREN, Haluk Çağlar KARAKAYA, Kerime KÖFÜNYELİ,
Kutlay TAŞ, Ahmet BİLGİN
Asırlar boyu çok korkulan bir hastalık olan leprayla mücadele, tarihin pek çok
noktasında toplumun lepra hastasıyla mücadelesi biçimine dönüşmüştür. Lepralılar
geçtiğimiz yüzyıla kadar lanetlenmiş kimseler olarak kabul edilip toplumdan
dışlanmakta ve insanlık dışı muameleler görmekteydi. Lepra önyargısı pek çok
esere ve sinema yapıtına da konu olmuştur. Günümüzde kesin tedavisinin bilinmesi
ve bulaş yollarının önlenmesiyle lepra korkulacak bir hastalık olmaktan çıkmıştır.
Dr. Türkan Saylan, Che Guevara, Mahatma Gandhi gibi isimlerin katkıları lepra
önyargısıyla mücadele sürecine insanlık tarihinde önemli yer kazandırır.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Tıp ve Arkeoloji
Tıp ve Antropoloji
Trepanasyon
Anatominin Temel Taşı Kadavralar
Sedat ÇİÇEK, Abdurrahman İSAK, Muhammet Fatih ACEHAN,
İlyas Halil AYDIN
Baş delgi ameliyatı ya da tıp dilindeki adıyla trepanasyon kafatasında seçilen
bir bölgede, baş derisi kaldırıldıktan sonra bir parçanın belirli bir teknik ve amaç
doğrultusunda beyin ile dura matere zarar vermeden çıkarılıp alınması demektir.
Trepanasyonun amaçları arasında beyindeki kötü ruhun çıkartılması, gelenek haline
gelmiş olması, tıbbi müdahaleler (kafa travması gibi durumlarda) gösterilebilir.
Günümüzde olduğu gibi eski çağlarda da belirli uzman kişilerce bu kritik
ameliyatın gerçekleştirildiği tahmin edilmektedir. Trepanasyon çeşitli kültürlerde
rastlanması ve tarihsel bir geçmişi olması nedeniyle,aynı zamanda kültürel boyut
da içermektedir. Projemizde; trepanasyonun ne olduğunu, tekniklerini, kullanılan
aletleri, kimlerin yaptığını, amacını ve nerelerde görüldüğünü anlatmaya çalıştık.
Bunu yaparken de arkeolojik kazı verilerinden, bazı makalelerden ve bunlara ait
resimlerden yararlandık.
Papirüs’ten Textbook’a
İrem BOZKURT, Mert ERSAN, Tuğçe ERTÜRK, Tuba CİHANGİR
Dünyadaki ilk tıbbi textbookun jinekolojik hastalıklarla ilgili olup M.Ö. 1800 lü
yıllarda antik Mısır’da yazıldığını biliyor muydunuz? Flinders Petrie tarafından
1889’da keşfedilen Kahun Papirüs’ü ve bunun gibi pek çok papirüs günümüz
textbooklarının temelini oluşturmaktadır. Bu araştırmalar 19.yüzyılda arkeologlar
tarafından büyük ilgi görmüş, artan araştırmalarla bulgular çoğalmıştır. Biz
de “Papirüs’ten Textbook’a” adlı projemizle bu papirüsleri inceleyip günümüz
textbooklarını baz alarak dizin, dil ve terim kullanımı ve aynı zamanda bilimsellik
kategorilerinde kıyaslama yapıp; tıp literatürünün gelişimi ile ilgili sonuçlara
ulaştık. Bulunan bu tür eserlerin tıp tarihini aydınlatmadaki önemini kavrayarak
yeni gelişmelerin yanı sıra tarihin de bilginin gücünü artıracağını açıklamayı
amaçladık.
Firavun Lahitlerindeki Sır
Tuğba ULUDAĞ, Fatma BAL, Zeynep ŞAHİN
Tıp, hastalıkları iyileştirmek, hafifletmek veya önlemek amacıyla başvurulan
teknik ve bilimsel çalışmaların tümüdür. Tıp tarihi insanlığın varlığıyla başlar.
İnsanlar her çağda hastalarını iyileştirmek için çeşitli yöntemler kullanmışlardır.
Bazen denenen bu yöntemler işe yaramış ve çağlar boyunca aktarılıp geliştirilerek
günümüze kadar gelmiştir. Ama bazıları da var olduğu medeniyetle birlikte
tarihin karanlık sayfaları arasında kalmıştır.21. yüzyılda bile tarihin karanlık
sayfalarından çıkartamadığımız birçok konu vardır. Mısır varolduğu zamanın en
görkemli tıp ve eczacılık bilimine sahip bir medeniyettir.Ölümden sonraki yaşama
inandıkları için ölülerini hayatlarındaki her şeyleriyle birlikte gömüyorlardı.
Bedenlerin çürümesini engellemek için mumyalıyorlardı.Bu sayede insan
anatomisi ve hastalıların teşhisinde büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir. Mısır’da
her sınıfa dahil insan mumyalanırdı. Tanrı-kral firavunlar ise daha özel yöntemlerle
mumyalanarak servetleriyle birlikte lahitlere gömülürlerdi.1922’de Mısır’da
firavun Tuthankamon’un lahitinin bulunması bilim dünyasının dikkatini çekti.Son
dönemde yapılan çalışmalarda da anlaşıldı ki firavun mezarının laneti olarak bilinen
ve mezara giren kişilerin kısa sürede ölmesine sebep olan Aspergilus flavus türü
mantardır. Bu mantar günlük yaşamımızda da karşımıza çıkar. Fakat eski yapılarda,
kullanılmayan binalarda yani uygun ortam şartlarında ölümcül sonuçlar doğurur.
41
Merve GÜVENOĞLU, Hilal KALYONCU, Tülay TAN
Kadavra, tıp öğreniminde üzerinde çalışmak için hazırlanmış ölü insan vücududur.
Öğrencilerin insan vücudunu her yönüyle tanımasının amaçlandığı anatomi
dersinde kadavra üzerinde inceleme yapılamaması halinde ideal bir tıp eğitiminden
söz edilemez. Anatomi bilgisinden yoksun tıp adamları bir köstebeğe benzerler
ve belirsizlikler içinde karanlıkta çalışan elleriyle birçok mezarlar kazarlar.
Tıp eğitimindeki önemi bu kadar büyük olan kadavraların temininde büyük
sıkıntı çekilmektedir. Bu projeyi yapmadaki bu konu ile ilgili yaşanan sorunları
araştırmaktır.
“Adli Antropoloji”
Ceren Damla DURMAZ, Ayşe Bilge GÖZÜBÜYÜK, Ersin TAŞKIN
Adli antropoloji çeşitli yöntemlerle ölüm nedeni anlaşılamamış ya da kimliği tespit
edilememiş, tüm yumuşak dokularını kaybetmiş ve tamamen iskeletleşmiş adli
vakaların çözümünde rol oynar. Bizde Adli Antropologun ölüm nedeninin tespiti
ve kimliklendirme sürecinde izlediği yolları ve kullandığı teknikleri araştrdık.
Özellikle, kimliklendirmenin son aşaması olan “yeniden yüzlendirme” tekniğini
ayrıntılı olarak işledik ve tıp fakültesindeki arkadaşlarımıza da adli antropolojinin
ne olduğunu, adli antropologun ne yaptığını ve hangi teknikleri kullandıklarını
anlatmak istedik.
Ailenizin Kaçıncı Çocuğusunuz?
Zeynep BALIK, Nevin GÜLER, Esra ÇETİN, Seher KIZIL
Bireyin kişiliği, zekâsı ve başarısı daha hayata gözlerini açmadan belirlenir. İnsan
hayatının bu çok önemli yapıları genetik, yetiştirilme tarzı, yetiştirildiği çevre ve
daha birçok etmen tarafından etkilenir. Doğum sırası çok eskiden beri yapılan
çalışmalara konu olmuş ve çok çeşitli yönleri incelenmiş bir konudur.Doğum
sırasının çocukların zeka puanlarını tahmin etmede bir faktör olarak baktığımızda
çocuğun doğum sırası arttıkça zeka puanında bir düşüş görülür.Bu düşüş IQ
testinde 3 puanlık bir düşüştür.I.Q. testlerindeki üç puanlık fark çok görülmeyebilir.
Fakat bu B+ ile A- notları arasındaki fark gibidir.Bu fark bunun sadece anne
karnındaki ortama bağlı biyolojik etkilere değil, aile dinamiklerine bağlı olduğunu
da göstermektedir.Anne çocuk ilişkisi de doğum sırasının çocuğun gelişim
aşamalarında önemli rol oynadığını gösterir, buradaki en önemli faktörlerden birisi
annenin yaşıdır. Anne ilk çocuğunu doğurduğunda onunla arasındaki yaş farkı diğer
çocuklara oranla daha azdır. Bu yaş farkının azlığı ileriki yıllarda anne ile büyük
çocuğun iletişiminin diğer çocuklara oranla daha iyi olacağını gösterir. İlk doğanlar,
ebeveynlerinin bölünmemiş dikkati ile büyürler ve daha sonra kardeşleri olsa da
toplamda daha çok ilgiyle yetişirler. Bu da kelime haznesi ve mantık kabiliyetlerinin
zenginleşmesine yol açar. Ayrıca önlerindeki tek modelleri olan anne babalarını
dikkatle izler, onları örnek alıp onlarla özdeşleşirler.Dolayısıyla ilk çocukların,
daha sonra doğan kardeşlere kıyasla anne babaları memnun etmeye daha fazla
odaklandıkları görülür.Daha sonra doğan kardeşlerin ise ailelerin ilgisini çekebilmek
için ağabey veya ablalarında farklılaşma çabası ile daha başkaldıran, soysal
ilişkilerde daha kolay, ve radikal fikirlere daha açık, yaratıcı oldukları bulunmuştur.
Ancak bu bilinçaltı bir başkaldırıştır.Sonuç olarak ilk doğan çocukların daha fazla
otoriteye uyum sağlayan, kurallara uyan kişilikler sergilerken küçük kardeşlerin,
büyüklere nazaran daha maceracı bir hayat yasayıp sosyal etkinlikler, spor, müzik ve
tiyatro gibi başka alanlarda kendilerini geliştirdikleri görülür.Tüm bunlara rağmen
zekâ ve doğum sırası arasında birebir sebep sonuç ilişkisi kurulamamaktadır. Doğum
sırasının başka faktörlerle birleşmesiyle de bu sonuçlar değişebilmektedir.Doğum
sırasının karakter üzerine olan etkisi zeka üzerine olan etkisine daha baskındır,bu da
zeka gelişimini dolaylı olarak etkilemektedir.
Bizanslılar’ın Adli Paleodemografisi
Ahmed AHMEDOV, Didem KARA, Nasıf ORTAŞ
İskelet koleksiyonları (özellikle antik dönem kazılarından elde edilen iskeletler)
üzerinde yapılan antropolojik incelemeler ile iskeletin, ölüm sırasındaki yaşı,
boyu, fizik yapısı, cinsiyeti, ırkı, mesleği, alışkanlıkları, ölüm nedeni, ölüm zamanı,
kemik travmaları ve kemiklerin kaç iskelete ait olduğu gibi soruları yanıtlayarak
arkeolojiye, antik dönem insanının sosyal ve bireysel yaşamına ilişkin çok yeni
42
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
birçok yol gösterici bilgi verebilecek. Kemikler ve dişlerle ilgili verileri inceleyerek
modern cinayetleri çözen Adli Tıp, kullandığı bir çok tekniği artık antik dönem
yaşamına ilişkin çok sayıdaki soruları yanıtlanabilmek için kullanıyor. Adli osteolog
çalışmalarında kullandığı tekniklerle ölüm nedeni ve fiziksel bilgilerin yanında,
kişinin hayatta iken sahip olduğu biyolojik yapının tanımına, sosyoekonomik
durumuna ve beslenme özelliklerinin belirlenmesine kadar bir çok bilginin ortaya
çıkmasını sağlayabilecek.
Anadolu’nun Gen Haritası ve Bunun Tarihi Yapısı
Çağrı TURAN, Süleyman Ekrem ALBAYRAK, Faruk KOCA,
Necip Enis KAYA
Mitokondriyal DNA (mtDNA) çalışmaları son yıllarda oldukça önem kazanmıştır.
Çeşitli insan toplumlarının mtDNA’sındaki polimorfik bölgeler incelenerek
toplumlar arası ilişkiler, tarih boyunca süre gelen göç yollarının belirlenmesi
şeklinde çalışmalar yapılmaktadır. Bu projenin amacı Türk popülasyonundaki
mtDNA polimorfizmlerinin ortaya çıkarılması, diğer toplumlarda kullanılan haplotip
çalışmaları doğrultusunda Türk toplumundaki mtDNA haplotipinin belirlenmesi,
Orta Asya’da yaşayan insanların genetik farklılıklarının tarihi temellerinin
yansımalarını araştırma ve bu konuda çıkarımlarda bulunmak olmuştur.
Anadolu’nun tarih boyunca çeşitli uygarlıkların, ticaret ve göç yollarının üzerinde
yer aldığı düşünülürse sunulan bu çalışmada elde edilen bilgilerin önemli olduğu
açıktır. Mitokondriyal DNA (mtDNA) üzerindeki çalışmalar hem mitokondriyal
hastalıklara neden olan mutasyonların saptanması şeklinde hem de toplumlarda
mtDNA’sı üzerindeki polimorfik nükleotid dizilerinin araştırılmasına dayanan
toplumsal, arkeolojik çalışmalar şeklinde görülmektedir.Biz de etnik kökene yönelik
çalışma yaptığımızdan mitokondrial DNA üzerine yapılmış birçok makale taradık.
Ayrıca konuyla ilgili Y kromozom polimorfizmi üzerine yapılmış çalışmalardan
da faydalandık. Daha çok mitokondri üzerine yapılan çalışmalara yoğunlaşma ile
beraber 2 tür çalışmayı karşılaştırmalı olarak incelemeyi ihmal etmedik. Sonuçların
çok benzer nitelikte olması dikkatimizden kaçmadı. Ayrıca Nei’nin HSV 1 sekansına
göre yaptığı çalışma sonucunda çıkarılan popülasyon ağacında da görüldü ki Türk
Asya Popülasyonları, İngiliz ve Türkiyeliler bir kutbu; Avrupa popülasyonları ise
diğer kutbu oluşturuyorlar. Comas et al.(1998)’de de Türk popülasyonunun İngiliz
popülasyonuna Asya Türk popülasyonundan daha yakın genetik özellikler taşıdığını
rapor etmiştir. Bu muhtemelen seçilen örneklemden kaynaklanmıştır. Bize temel
kaynak oluşturan Standford çalışmasına göre ise Türklerin İngiliz popülasyonuna
diğer Avrupa ülke popülasyonlarından daha yakın olduğunu söyleyebiliriz.
Tıp ve Teknoloji
Fezaya Gittim
Öner İSKENDER, Kamranbay GASİMOV, Faiq
ALHAJABUHASAN
1932’de K. G. Jansky adındaki bir mühendisin rastlantı sonucu bulduğu uzaydan
gelen radyo yayınları, daha sonraki yıllarda radyoteleskopların doğmasına ve uzayın
derinliklerinin dinlenmesine, bu radyo yayınlarının kaynaklarının ve nedenlerinin
bulunmasına yol açtı. II. Dünya Savaşı sırasında Almanların geliştirdiği V-1 ve
V-2 füzeleri daha sonraki yıllarda uzayın keşfi için yapılacak çalışmalarda büyük
bir adım oldu. 1947-1956 yılları arasında özellikle ABD, uzay çalışmalarına büyük
hız verdi. Yapılan uzay uçuşu denemelerinin hiçbiri bir uzay aracını yörüngeye
oturtmayı başaramadı. Bu arada SSCB, 1957 yılında üç kademeli Vostok füzeleri
ile “Sputnik” adındaki ilk yapma uyduyu Dünya çevresinde yörüngeye oturtarak
uzay yarışında öne geçti. Uydulardan elde edilen uzay üzerine bilgiler, canlıların,
özellikle insanların uzayda yaşayabilmeleri için hangi koşulların yerine getirilmesi
gerektiğini ortaya koydu. Böylece uzay tıbbı doğdu ve gelişti. Uzayda ilk insan ise
12 Nisan 1961 tarihinde SSCB’nin uzaya gönderdiği Yuri Gagarin oldu. Bu arada,
insanların uzay boşluğuna yerleşmelerini sağlamak, uzayı uzaydan izlemek, Dünya
üzerinde haberleşme kolaylıkları sağlamak için binlerce uydu yörüngeye yerleştirildi
ya da uzayın boşluğuna fırlatıldı. Nihayet 1969 Temmuz’unda Ay’ın ABD’li
astronotlar tarafından fethedilmesi, uzay çalışmalarında en önemi adımlardan biri
oldu. Günümüzde uzay yarışı büyük bir hızla sürmektedir. Özellikle de Amerika ve
Rusya bu büyük yarışta amansız birer rakiptir.
Kim Bilir Belki De Çalar Saatlere İhtiyacımız Yoktur
Hadice YİĞİT, MOhammed Y.M.DARAGMA, Umutcan KAYIKÇI
Bu projedeki amacımız beynimizin ve vücudumuzun programının biyolojik saatler
tarafından yönetildiğini açıklamaktır. Yakın zamana kadar beynimizin hipotalamus
bölgesinde bulunan,yaklaşık 10.000 adet sinir hücresinin (SCN=Suprachiasmatic
Nücleus) vücut içindeki tüm iç saatleri yönettiği düşünülüyordu. Ancak 1900’lü
yılların ortalarında, canlılardaki sirkadien ritim dediğimiz biyolojik saatin 4 temel
gen tarafından yönetildiği ortaya çıktı. İşin ilginç yanı da bu genlerin sadece SCN’de
değil de vücudun hemen hemen tüm dokularında bulunması. Biyolojik saat genelde
24 saatlik ritimler halinde işliyor ve vücut saatimizi Dünya’nın kendi çevresinde
dönme hareketiyle ortaya çıkan aydınlık –karanlık döngüye göre ayarlıyor. Yazkış, sabah-akşam ayrımı dışında günün saatlerini de hisseden bu iç saatimiz, bir
kronometre gibi işliyor ve belirli bir etkinlik sırasındaki zaman aralıklarını ortaya
çıkarıyor. Günümüzde biyolojik saatin mekanizması, etkileyen parametreler
(hormon vs.), yaşlanmadaki rolü biliniyor. Acaba bilinmeyen noktalar da
aydınlatılırsa Parkinson, kanser, mevsimsel depresyon vb. hastalıkların tedavisinde
ve yaşlanmayı geciktirmede bir ümit olabilir mi?
GDO: Kim Haklı?
Selin SEVİNÇ, Friday Ellias CHITSONGA, Serkan YETER
İnsanoğlu doğayla yaşamaya alıştı önce, uyum sağladı. Zamanla tahılları
evcilleştirdi, hayvanları evcilleştirdi. Binlerce yıl geçti aradan, bu sürede doğayı
kendi lehine kullanmaya çalıştı ve bu çabasını günümüze de yansıttı biyoteknoloji
devrimini gerçekleştirerek. Bu devrim, genetik olarak değiştirilmiş bitkiler her
yararlı yenilik gibi yerleşti hayatımıza. Ne var ki çok geçmeden bu iyileştirme
çabalarının altından başka nedenler bitmeye, üstünden beklenmeyen sonuçlar
çıkmaya başladı. Bu duruma paralel olarak ulaşılabilir bilgi kaynaklarında gitgide
artan, önlenmesi zorlaşan bir bilgi kirliliği baş gösterdi. Başta ziraat, hukuk ve tıp
uzmanları olmak üzere konuyla ilgili uzmanlar, her geçen gün farklı argümanlarla
karşımızda beliriyor. Dünya ülkelerine baktığımızda birçok Avrupa Birliği ülkesi
mal ithali konusunda dahi sıfır tolerans politikası izlerken; ABD’nde ekili tarlaların
yüzde 90’ında GDO’lu tohum kullanılıyor. Gelişmelerin siyasi alt metni gündemden
düşmezken, ülkemizde çok kısa periyotlarla yönetmelikler çıkarılıyor, değiştiriliyor.
Amaçlananlar ilgilileri destek verme konusunda cezbediyor cezbetmesine; fakat
ekolojik, tıbbi, siyasi uyarılar ve çeşitli üniversitelerden deneyler, hangi noktada
durmamız gerektiğini uzunca düşündürüyor. Bu konuda her yönüyle haklı olan bir
taraf, gerçekten var mı?
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Seçilmiş Bebekler
Ecem CANTÜRK, Türkü ÇOBANOĞLU, Mehmet FATİH,
Kağan DEĞİRMENCİ, Erhan EKREN, Orhan EFE
Günümüzde, ilerleyen teknoloji ve genetik bilimindeki gelişmeler sayesinde gen
yapısı tasarlanmış embriyolar üretmek mümkün. Ailesel geçişli hastalıklar sebebiyle
sağlıklı çocuk sahibi olamayan insanlar bu gelişmeler sayesinde çocuk sahibi
olmaktalar. Burada kullanılan işlemlerin bütününe preimplantasyon genetik tanı
(pgt) diyoruz. Kullanılan yöntemlerin benzerleriyle bazı belirli gen dizilimlerine sahip
çocukların dünyaya gelmesi de mümkün kılınıyor. Kardeşleri için kökhücre,doku
veya organ donörü olarak tasarlanan bu çocukların embriyoları, birtakım genetik
ayıklama işlemleri ile hla tipi tam uyumlu olanlar arasından seçilip rahme transfer
ediliyor. Ancak yapılan bu yöntem birtakım etik tartışmaları da beraberinde getiriyor.
Cinsiyet tercihinin de yapılma ihtimali, doğacak tasarlanmış çocuğun sahip olduğu
haklar, bedeni üzerinde söz sahibi olma durumu bu etik tartışmalardan bazıları.
Kimi yasalarla düzenlemeler getirilmeye çalışılsa da yaptırım gücüne sahip değiller.
Dünya Sağlık Örgütü’nün PGT teknolojisinin donör çocuk üretiminde kullanılmasına
net bir yasak getirmemesi Avusturya, Amerika’da uygulama serbestken İngiltere’de
yasakların uygulanmasına, bu konuda bir birlik bulunmamasına sebep olmakta. Tüm
dünya da tartışılan bu konu önemi sebebiyle kitaplar ve filmlere de yansımakta.
Buna örnek olarak son dönemde çok ses getiren “Kızkardeşimin Hikayesi” filmini
verebiliriz.
43
Tıp ve Sosyoloji
Tıp ve Cinsiyetçilik
Efe Cumhur SEZGİN, Elif Melisa ÖNDER, Esra TEHMEN, Zeynep TÜREN
İki tip cinsiyetçilik vardır: toplumsal ve fiziksel. Toplumsal olanı, toplumun
cinsiyete yüklediği görevleri kapsarken; fiziksel cinsiyet kavramı doğuştan gelen
özelliklerimizi yansıtır. Toplumsal cinsiyetçiliğin her meslek alanını belli oranda
etkilediği aşikârdır. Türkiye’de sağlık alanında yaşadığımız ya da farkına vardığımız
cinsiyet ayrımcılığına çalışmamızda değinmek istedik. Erkeklere hemşirelik hakkının
daha yeni verilmesi ve Hacettepe Üniversitesi Hastanelerinde bayan jinekoloji
uzmanı bulunmaması bizi bu konuda araştırma yapmaya sevk etti. Özellikle tıp
alanında insanların cinsiyet bakımından değerlendirilmesi yerine, yapılan işin
değerine bakılması gerektiğini düşünüyoruz. Dolayısıyla bahsedilen durumlarda,
bize göre her iki cinse de aynı oranda mesleksel hak tanınmalıdır. Üniversitemizde
“kadın” kadın doğum uzmanlarına neden daha az kadro verildiğini, erkek
hemşirelerin mezun olup hastanelere geçişiyle, hastaların bir erkek tarafından
bakıma maruz kalmasının hastalarca nasıl karşılanacağını merak ediyoruz.
Projemizde tıpta cinsiyet ayrımcılığı konusunda bilgi vererek konu hakkında
farkındalık uyandırmaya çalışacağız.
Yüksek Ökçeler
Neşe Merve KARTAL, Seda KÖSE, Sinan GÖRGÜLÜ, Adna DURSUN
Amaç: Kadınların yaklaşık %59’u günde 1 ila 8 saat arasında değişen sürelerde
yüksek topuklu ayakkabı giymektedir. Uzun süre yüksek topuklu ayakkabı giymek
kas-iskelet sistemi üzerinde, özellikle alt ekstremite fonksiyonlarında tüm vücudu
etkileyecek olumsuz etkilere neden olabilmektedir. Bu sorunların tedavisinin
getirdiği maddi kaybın yanında çalışma hayatında da gün ve saat kayıpları
nedeniile verimsizliğe neden olmaktadır. Bu çalışmada Hacettepe Üniversitesi
Tıp Fakültesi üçüncü sınıfta (Türkçe) okuyan kız öğrencilerin uygunsuz ayakkabı
kullanım sıklığının ve buna bağlı gelişebilecek sorunlar hakkında bilgilendirilmesi
amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Hazırlanan bir anket formu üzerinden, tıp fakültesi
dekanlığından da izin alınarak 08.03.10 tarihinde toplam 75 kız öğrenciden veri
toplanmış, toplanan bu veriler SPSS 15.0 programı aracılığı ile değerlendirilmiştir.
Araştırmaya katılım yüzdesi sorun ağrı iken bu ağrı nedeni ile doktora başvuru
yapılmamaktadır. Ayak sağlığı ile ilgili doktora yapılan başvuruların başında
ise nasır ve yüzeyel dokularda his kaybı gelmektedir. Günlük ayakkabı giyim
alışkanlıklarına bakıldığı zaman ise; günlük kullanımda 0-0.9 cm aralığı daha
çok tercih edilirken, derecelendirilen diğer topuk yükseklikleri (1-3 cm arası,
3-5 cm arası) haftalık ve aylık sıklılarda belirgin bir farklılık oluşturmamaktadır.
Katılımcılardan % 10 u uygunsuz ayakkabı kullanımına bağlı gelişebilecek ayak
bel ve sırt ağrısı olmayacağını düşünürken, % 20 si ayakta olduğu gibi bel ve
sırtta da ağrı yapabileceğini ancak lumbar lordoz yapmayacağını düşünmektedir.
Katılımcılarda uygunsuz ayakkabı kullanımına bağlı en sık karşılaşılan sorunların
başında ağrı ve nasır oluşumu ile ayakkabı vurması gelmektedir. Dikkat çeken bir
diğer nokta ise katılımcıların çoğunun yılda birkaç kez de olsa 5 cm ve üzerinde
topuklu ayakkabı giydiklerini belirtmeleri olmuştur.”Niçin yüksek topuklu ayakkabı
giyiyosunuz?” sorusuna alınan cevaplardan önceliğin beğeni olduğu, beğeniyi ise
boy uzatmanın takip ettiği, özel gün ve gecelerde de yüksek topuklu ayakkabıların
öncelikli olarak tercih edildiği öğrenilmiştir. Yine elde edilen anket sonuçlarına
göre kadınların ayakkabı giyim alışkanlıklarında sağlıktan ziyade beğeni ve
görsel imaj daha ön planda gelmektedir. Öneriler: Kız öğrencilerin uzun süreli
uygunsuz ayakkabı kullanımında olabilecek sorunlar hakkında bilgilendirilmeye
gereksinimleri bulunmaktadır. Böylece toplum sağlığı açısından lumbar lordoz
gibi ciddi hastalıklar yada sırt ve bel ağrısı gibi günlük aktiviteye kısıtlama getiren,
çalışma hayatında gün ve saat kaybına yol açan bir takım sorunlar meydana
gelmeden önlenebilir.
Tıp Eğitiminde Nerdeyiz?
Berin İNAN, Dilan Ece GEYLAN, İrem İYİGÜN, Pelin ERTOP
Hekimlik, her toplumda saygı gösterilen gözde meslekler arasında yer almaktadır.
Tıp fakültelerine ve daha sonrasında uzmanlığa öğrenci seçerken dikkat edilen
belirli hususlar vardır. Bu projemizde tıp fakültelerine ve uzmanlık eğitimine
öğrenci seçerken ABD, İngiltere ve Türkiye’deki sistemleri inceledikve bunları
karşılaştırarak en ideal seçim kriterlerini ortaya koymaya çalıştık. Ülkemizdeki tıp
44
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
eğitimi, İngiltere’ye daha yakındır. ABD’de tıp eğitimi başvurusunda 2-3 senelik
lisans eğitimi (premed) diploması istenmektedir. İngiltere’de UKCAT, ABD’de MCAT
adında tıp eğitimine giriş sınavları bulunurken, ülkemizde tüm üniversitelere girişte
ortak olarak kullanılan YGS - LYS sınavları mevcuttur. Yabancı öğrenciler içinse,
diğer koşullara ek olarak; ABD’de 4 senelik bir lisans programı mezuniyeti, sosyal
aktiviteler ve projelerde faaliyet göstermiş olmaları, İngiltere’de ise mezun oldukları
okulun seviyesi ve lise diploma notları dikkate alınır. Uzmanlık programlarına
girişte ABD’de ECFMG ( USMLE, CSA, TOEFL) istenmekte, Türkiye’de ise yalnızca TUS
sınavının sonucu dikkate alınmaktadır. Ülkemizde 6 yıllık tıp eğitimi ve 300-600 iş
günü süren bir mecburi hizmetin ardından pratisyen hekim olarak +3 sene special
registrar), ABD’de ise 8 sene (3 sene premed+4 sene tıp eğitimi+1 sene intörnlük)
eğitim sürecinden geçmektedir. Ülkemizde çok yüksek oranlarda tercih edilen
uzmanlık eğitimi, İngiltere’de çok fazla tercih edilmemektedir. Eğitim sistemlerinin
dışında, sağlık harcamalarına ayrılan paylar da ülkeler arası farklılık göstermektedir.
(İngiltere %6.7, Türkiye %3.7) Ayrıca on bin kişi başına düşen hekim sayılarına
bakacak olursak; Türkiye’de 16, ABD’de 26, İngiltere’de 23 tür. Türkiye’de temel tıp
eğitimi süresinin kısa oluşu nedeniyle pratisyenliğin tercih edilmeyişi ve uzmanlığa
yönelim olması, ayrıca kişi başına düşen hekim sayısının düşük olması; tıp
sisteminin sorgulanması ve tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini göstermektedir.
Bu eksiklikler göz önüne alınarak sınav şekillerinin ve kriterlerinin geliştirilmesine
ihtiyaç vardır.
Dumansız Hava Sahası
Hasan MUTLU, Gökçen KAMIŞ, İsa Alptuğ KIRIK,
Abdullah Sencer KAYA
Günümüzde sigara en önemli halk sağlığı problemlerinin başında gelmektedir.
Özellikle ülkemizde sigara kullanımı ve sigaraya bağlı morbidite ve mortalite
oranları ciddi düzeylere ulaşmıştır. 2009 da yürürlüğe giren 4207 sayılı dumansız
hava sahası yasası ile sigara kullanımı bir ölçüde önlenmeye çalışılmıştır Sigarayı
bırakma yöntemlerini; hasta eğitimi, ters güdülenme, kendi kendini yönetme
ve izleme teknikleri, ani bırakma veya azaltma, klinikler ve gruplar, hipnoz,
akupunktur, hekim telkin veönerileri, 4207 sayılı yasanın kapsamı 19 Temmuz
2009 tarihinden itibaren genişletilmesi ile ülkemizdeki sigara kullanım oranı
ülke genelinde yüzde 10 azaldı. Tütün ve alkol piyasası denetleme ve düzenleme
kurulunun verilerine göre temmuz 2007 de 10 milyar 700 milyon adet sigara
tüketilen ülkemizde, temmuz 2008 de ise 10 milyar 180 milyona düştü. Ülkemizin
%99.4’ü tarafından desteklenen yasaya uyulma oranı da %95’ten fazladır. Bilinen
sigarayı bırakma yöntemlerinin geliştirilmesi ve bu yasanın getirileri ile ülkemizde
sigara kullanımı ciddi oranda azalırken, sigaranın zararları konusunda da halkımız
bilinçlenmiş olmaktadır. Sonuç olarak yasayı daha başarılı hale getirmek için
özellikle sağlık çalışanları arttırmak için sigara ile savaşmaya devam etmeliyiz.
Hekimlerin Toplumsal Konumları
Onur KIRAT, Ruba TAHİR, Ulaş KARAOĞLU
Toplumun oluşturduğu temel kurumlar içinde en önemlilerinden biri meslektir.
Meslek sahibi olmak sosyolojik açıdan çeşitli sonuçlar doğurur. Toplumda tanınan
bir meslek sahibi olmak üyelerine ekonomik, sosyal, politik ve yasal ayrıcalıklar
sağlayacağı gibi, birçok prestiji de beraberinde getirir. İnsanların toplumda
saygınlık sağlayacak rollere sahip olabilmesi için bireylerin belirli bir gelire sahip
olması önemlidir. Ancak gelir düzeyinin aynı olduğu rollerde de yaşam biçimi aynı
olmayabilir. Gelirin harcanış biçimine göre de yaşam tarzı farklı olabilir. Kişinin
sahip olduğu mesleğin sadece maddi kazanç sağladığı söylenemez. Çünkü insan
sadece para kazanmak için çalışmaz. Çalışarak bir şeyler elde etmesi sonucunda
haz duyar ki bu da kişi için manevi tatmin sağlar. Her mesleğin toplumdaki itibarı
büyük ölçüde farklı olduğu için meslek insanın sosyal statüsünü de büyük ölçüde
tayin eder. Meslekleri toplum hemen hemen görüş birliği ile derecelemektedir.
Derecelemenin dayandığı esaslar: Para,İnsanlığa edilen hizmet, Yapılan işin özel
mahiyeti,Bu işte aranan vasıflar olabilmektedir. İşte bu sorunlar ışığı altında bizde
doktorluk mesleğinin sosyal statüsünü projemizde işledik. Yaptığımız anketler
sonucunda da doktorların büyük çoğunluğunun bir hobiye sahip olduğunu, kültürel
faaliyetlere katıldıklarını, izledikleri televizyon programlarındaki seçiciliği, spor
faaliyetlerine katılımları ve gelir düzeylerini araştırdığımızda yaşayışlarının orta-üst
tabaka seviyesinde olmasına rağmen; üst tabakaya ait yaşam algıları ve toplumun
elit kesimiyle uyumlu bir hayat anlayışları olduğunu değerlendirdik.
Hasta Gözüyle Hacettepe
Yasin Maruf ERGEN, Abdülbaki GAYDAN, Mehmet Ramazan ÇELİK,
Pınar Burcu DOĞAN
Tıp fakültesinde aldığımız iyi hekimlik uygulamaları ve etik dersleri bünyesinde
hasta-hekim ilişkisinin nasıl olması gerektiği üzerine eğitimler aldık, aldığımız
eğitimlerin devamında pratik süreçlere dahil olduk. Biz de yaptığımız anket
çalışması ile Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri’nde görev yapan hekim
ve hocalarımızın hekim-hasta ilişkisine ne kadar riayet ettiğini göstermek istedik.
50 hasta üzerinde yaptığımız anket sonucunda hastaların genel olarak hekim
yaklaşımından memnun olduğunu ancak elde ettiğimiz verilere göre hastanemizde
bazı etik kuralların yeterince uygulanamadığını gördük. Bunun da başlıca sebebinin
hastanemizin hasta yükünün fazla olmasından kaynaklandığını hastalardan
öğrendik.
‘Aşı Olmalı Mıyım?’: Cutter Vakası Üzerinden Bir Bakış
Oğuzhan KAHRAMAN, Ayhan Işık ERDAL, Ecem ERGÜN
2009 yılı sonunda yaşadığımız domuz gribi pandemisi, tüm dünyanın etkili bir aşıya
ihtiyaç duymasına neden oldu. Ülkemizde de halkımızı tedirginlik ve merak içinde
bırakan bu pandeminin üstesinden gelme amaçlı çalışmalar yapıldı. Bu çalışmaların
en önemli kısmını da yeni piyasaya sürülmüş domuz gribi aşılarının yurtdışından
satın alınması oluşturdu. İnsanlar domuz gribi endişesiyle acil çıktı: ‘Bu aşılar ne
kadar güvenli?’. Bu soruya çeşitli uzmanlar ve uzman olmayan kişiler yanıt vermeye
çalıştı. Sonuç olarak halkımız korku nedeniyle aşılama çalışmalarına rağbet etmedi
ve satın alınan aşılar depolarda kaldı. Biz projemizde, yeni, domuz gribi gibi aşıların
güvenirliğinin, halka sunum şeklinin aşının başarısına etkisinin tarihteki örneklerine
bakarak değerlendirilmesini amaçlandık. M
­ ethod: ‘Tıbbi facia’ olarak anılan Cutter
Vakası ile ilgili literatür taranmış, konu ile ilgili bir kitaba ve NEJM’de bir makaleyi
ulaşılmıştır.
Her Takıntı, Bir Sıkıntı
Gülcan YÜCEL, Merve GÖRGÜLÜ, Aslı ÇANKAYA,
Merve İBRAHİMAĞAOĞLU, Mert ÖZSOY
Hepimize bir yerlerden tanıdık gelir; tırnak yemekten parmaklarını yara yapan
arkadaşlar,her an her şeyin simetrik durmasını isteyen tanıdıklar,acaba ocağı
açık unuttum mu kapıyı kilitledim mi diye sürekli şüphe içindeki komşular...
Takıntılar ya da tıbbi literatürde obsesyonlar, kişiyi rahatsız eden, tekrarlayıcı ve
zorlayıcı düşünceler, duygu veya dürtülerdir. Hastalık haline gelmişse psikiyatride
obsessif-kompülsif bozukluk olarak tanınır. Günlük hayatında; titizlik, tertiplilik,
kontrolcülük, kuralcılık gibi birçok zaman insana faydalı olabilen ’masumane’
takıntıları olan ve bunları senelerdir sürdüren birçok insan olduğu gibi bu
obsesyonlardan fiziksel ve ruhsal açıdan hayat kalitesi ciddi zarar görenlerin sayısı
hiç de az değildir. Biz projemizde, takıntılı davranışları çeşitleri ve sebepleriyle
araştırıp konuyla ilgili bilimsel veriler elde etmeyi amaçladık. Gerek anketimizle
gerekse uzmanlara danışarak konuya bir bakış açısı ve farkındalık getirmeye çalıştık.
Sonuç olarak insanların farkında bile olmadıkları çok çeşitli obsesyonları olduğunu,
farkında olanların bir çoğumun ise obsesif-kompülsif bozukluk düzeyinde bile
olsa hiç bir tıbbi yardım almadan hayatlarını sürdürdüklerini gördük. Her takıntı
hastalık değildir ama hastalık için psikiyatrik yardımların dışında ilaçlarla da tedavi
edilebilmektedir.
Onların Sadece Sevgileri Bulaşıcı
Deniz Can GÜVEN, Onur ENGİN, Duygu ERCAN
Otizm, sosyal ve iletişim becerilerinin oluşmasını etkileyen bir gelişim
bozukluğudur.Otizm hastalarının Down Sendromlu hastalar gibi ileri derecede
zeka geriliği yoktur.Otizm vakalarında davranış bozukluğu söz konusudur. Biz de
grup olarak toplumumuzda genel olarak yanlış anlaşılan bu hastalık hakkında tıp
fakültesi öğrencilerinin düşüncelerini öğrenmek istedik. Bunun için 10 soruluk
bir mini anket yaptık. Hedef kitlemiz 40 dönem 2 ve 60 dönem 3 öğrencisiydi.
Anket dönem 2 ve 3 amfilerindeki toplam 695 kişiden 100’üne uygulandı. Anketler
elden dağıtılıp toplandı. Anketimizin soruları otizmin sebebi, tedavisi, otistiklerin
konuşma becerileri ve otizmin cinsel istismarla ilişkisi üzerineydi. Anketimizin
sonucunda dönem 2 ve dönem 3 öğrencilerinin de toplumun genelindeki gibi bir
bilgi eksikliği içinde olduğunu gördük. Ayrıca dönem 2 ve dönem 3 öğrencileri
arasında sorulara verilen cevaplar açısından kayda değer bir farklılık görülmedi.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Örneğin doğru cevap verme yüzdesi dönem 2’lerde %34.75 iken dönem 3
öğrencilerinde bu oran %33.66 olarak bulundu. Bilgisi olmadığını söyleyenlerin
oranı ise dönem 2’lerde %26 iken dönem 3 öğrencilerinde %23.33 oldu. Bu anketle,
dönem 2 ve dönem 3 tıp öğrencileri arasında otizm farkındalığı açısından belirgin
bir fark bulunmadığı ve bu hastalığın daha iyi anlaşılabilmesi için ülke çapında
preklinik tıp fakültesi öğrencilerine yönelik dönem ayrımı yapılmadan geniş çaplı bir
bilgilendirme kampanyası yapılmasının gerekli olduğu sonucuna vardık.
Kendini Keşfetme Yolunda İnsanlık
Mustafa Çağrı YILDIZ, Melek YAMAN, Armağan ARAL,
Berkay MEVLANAOĞLU, Tigist SİNTAYO
Konumuz DNA’nın keşif aşamasında aktif rol alan insanlardan başlamakla birlikte
tarihi süreç içerisinde bu gelişime katkıda bulunan insanları ve onların bu süreçte
oynadıkları rolleri kapsamaktadır. Watson-Crick DNA modelinden bugüne
kaydedilen ilerleme gerçekten insanlığı hayran bırakacak durumdadır ve özellikle
yapılan çalışmaların tıp sahasında uygulamaya geçirilmesi, birçok hastalığın teşhis
ve tedavisinde aktif rol alıyor olması, kısa bir süre önceye kadar tedavisi mümkün
olmayan ölümcül olarak adlandırılan hastalıkların tedavisini mümkün kılmıştır. Bu
çalışmalar yapılırken zaman zaman sekteye uğramıştır. Fakat insanoğlunun azmi
sayesinde günümüzdeki noktaya gelmiş ve ilerlemeye devam etmektedir.
Raflarda Ne Var?
Emine YAZICI, Fadime KARA, Tuğba Nur TORUN, Deniz ATILGAN
Projenin amacı son üç yılda ruhsat alan ilaçların sınıflandırılması ve bu sınıflandırma
baz alınarak ilaç üretimini etik açıdan değerlendirmek. Gerekçe: ilaç firmalarının
özellikle hangi alanlarda ilaç piyasaya sürdüklerini ortaya koymak ve nedenlerini
yorumlamaktır. Gereç ve yöntem olarak:2007-2009 yılları arasında ruhsat alan
ilaçlar resmi gazete aracılığıyla öğrenilmiştir. Bu ilaçlar Vademecum İlaç Fihristine
göre sınıflandırılmıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda: analjezik, antibakteriyel
antibiyotik/ sentetik, antidepresan antimanikler, antienflamatuar(nonsteroid),
antihipertansif, antineoplastik, aşılar, demans tedavisi ilaçları, dermatolojikler,
nöroleptikler (antipsikotik, majör transkilizanlar), solunum yolu ilaçları, vitamin ve
minerallerin daha fazla üretildiği ve piyasaya sürüldüğü görülmüştür. Buradan yola
çıkarak, neredeyse her evde bu grup ilaçlardan birinin bulunduğu ve bu hastalıkların
daha sık olduğu, ilaç firmalarının da bu sebeplerden dolayı bu alanlara yatırım
yaptıkları varsayımında bulunabiliriz. Kaynak olarak: İEGM(İlaç Eczacılık Genel
Müdürlüğü) www.iegm.gov.tr, resmi gazete http://rega.basbakanlik. gov.tr/, ilaç
sınıflandırması için ilgili ilaç rehberi internet adresi http://www.turkmedikal.net/
vademecum/,HÜTF Sıhhiye Kütüphanesi’nden yararlanılmıştır.
Milgram Deneyleri ve Otoritenin İnsan Davranışları
Üzerine Etkisi
Mustafa Oktay ELUMAR, Barış ESEN, Onur İNAM
İnsanlık tarihi boyunca toplulukların güçlü bir otorite tarafından kendilerinden
yapılması istendikleri şeyleri yüksek bir oranda yerine getirdiği Milgram
deneylerinin sonuçları vasıtasıyla çarpıcı bir şekilde gözlemlendi. Biz de projemizde
insanların kendilerine birileri tarafından yapılması istenen şeyleri nasıl yaptıklarını
ve bunda otorite faktörünün etkili olup olmadığını araştırmayı planladık. Milgram
deneylerini örnek alarak rastgele seçtiğimiz sabit hatlı telefon numaraları ile
insanlara ulaştık ve insanları organ bağışı konusunda bilgilendirme toplantısına
çağırdık. Toplam 100 denek içinde 50 tanesi kendisini Hacettepe’de doktor olarak
tanıtan biri tarafından, diğer 50’si ise bir öğrenci tarafından arandı. Deneydeki diğer
faktör etkilerini azaltmak amacıyla tüm aramalar aynı kişi tarafından, aynı konuşma
metniyle yapıldı. Bütün denekler cumartesi günü 14.00 – 16.00 saatleri arasında
arandı. Doktorun aradığı 50 kişiden 33 tanesi çağrıyı kabul ederken, öğrencinin
yaptığı 50 çağrının sadece 20 tanesinden olumlu yanıt alındı. Doktorun aradığı
kişilerden 27’si erkekti ve 18 tanesi olumlu yanıt verirken, geriye kalan 23 kadından
ise 15 tanesi olumlu yanıt verdi. Öğrencinin aradığı kişilerden ise 23’ü erkekti ve 12
tanesi olumlu yanıt verdi. Geriye kalan 27 kadından ise 8 tanesi olumlu yanıt verdi.
Sonuç olarak sağlık kurumlarında otorite kullanımı her aşamada önemlidir.
45
Uzmanlık Eğitiminde Üniversite Hastanesi Mi? Eğitim
Araştırma Hastanesi Mi?
Mehmet POYRAZER, Necmettin AKTÜRK, Akbar HAJİYEV,
Hamidullah KHURAMİ
Uzmanlık eğitimi bir hekimin tıp hayatında lisans eğitimi kadar önemlidir. Hekimin
kendisine uygun uzmanlık alanı seçmesi kadar uzmanlık eğitimi aldığı hastane
de bir o kadar önemlidir. Uzmanlık eğitimi veren hastaneler iki başlık altında
toplanabilir. Üniversite hastaneleri ve Sağlık Bakanlığı’na bağlı eğitim araştırma
hastaneleri. Peki bu hastanelerin seçiminde hekimin tercihini belirleyen faktörler
nelerdir? Eğitim araştırma hastanelerinin ve üniversite hastanelerinin birbirlerine
göre artıları eksileri nelerdir? Tercihleri etkileyen major faktör nedir? Bunları
gözönünde bulundurduğumuzda major faktörün maddi hassasiyetler olduğu
anlaşılmaktadır. Eğitimin kalitesi ikinci planda kalmaktadır. Bu da ülkemizde
yetişen uzman hekimlerin yeterliliklerini sorgulamamıza neden olmaktadır.
Medyatik Tıp
Nazım COŞKUN, Osman Burak KAPLAN, Cansu Nermin ÖZTÜRK,
Murat ÇAĞAN
Televizyon, ulaşılması uzak olmayan birçok medya kanalı sayesinde çok geniş
kitlelere sağlık mesajları yayma potansiyeline sahiptir ve günümüzde bireyler boş
zaman aktivitelerini çoğunlukla televizyon seyrederek geçirmektedirler. Bu alanda
herhangi bir kontrol mekanizmasının bulunmaması, izleyenler açısından zaman
zaman yanlış hatta zararlı yönlendirmelere neden olabilmektedir. Bu araştırmada
görsel medyanın bireyler üzerine olan etkilerinin incelendiği verilerden yararlanarak
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 1 İngilizce Grubu öğrencilerinin konu
hakkındaki görüş ve yaklaşımlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın
verileri 9 Mart 2010 tarihinde, 10:30-11:30 saatleri arasında toplanmıştır. Kesitsel
tipte kurgulanmış olan araştırmada 183 kişilik bu grubun 161’ine ulaşılmış ve
katılım yüzdesi 87.9 olmuştur. Anket sonuçları SPSS programı ile değerlendirilmiştir.
Araştırma için izin Tıp Fakültesi Dekanlığı’ndan yazılı olarak alınmıştır. Çalışmada
gündüz kuşağında yer alan kadın programlarına katılan herhangi bir tıbbi ehliyeti
veya statüsü olmayan insanların tıbbi konularda çeşitli materyalleri pazarladıkları
ve yöntemler açıkladıkları görülmüştür. İlgili konularla yapılan araştırmada bu
materyallerin veya tekniklerin yüksek çoğunluğununfaydasının olmadığı kanaati
oluşmuştur. Katılımcıların %60’ı erkek, %40’ı kadındır. Öğrencilerin %57.1’i yurtta,
%22.4’ü evde kendisi, %20,5’i evde ailesiyle yaşamaktadır. Araştırmaya katılanların
%9.3’ü hiç televizyon izlemezken, %76.4’ü ara sıra, %14.3’ü sıklıkla izlemektedir.
Erkek öğrencilerin kız öğrencilere göre “show programı” izleme sıklığı istatistiksel
açıdan anlamlı olarak daha yüksek çıkmıştır. Bazı derslere katılmayan öğrencilerin
(%57.6), tüm derslere katılan öğrencilere göre (%18.2)düzenli olarak “show
programı” izleme sıklığı daha yüksek çıkmıştır. Anket sonuçları incelendiğinde
genel olarak katılımcıların ilgili programlardaki sağlık konulu tartışmalara bilinçli
ve araştırmacı bir bakış açısıyla yaklaştığı görülmüştür. Mevcut durumun devamı
ve toplumun bilinçlendirilmesi için bu konuda eğitim programları ve seminerler
düzenlemesi faydalı olacaktır. Medyanın kitlelere ulaşım gücü göz önüne
alındığında, ilgili programların daha sıkı kontrol mekanizmalarından geçirilmesi
daha uygun olacaktır. Ayrıca programların güvenilirliği açısından, programlara
konuşmacı olarak katılan sağlık çalışanlarının alanında yetkin olması daha yerinde
olacaktır.
Farklı Dünyaların Hastaları
Ayşegül EREN, Merve ERDEM, Saliha ERDEM,
Emine Özlem BOSTANCI, Ayşegül DEMİR
Gelişmemiş toplumlarda önlenebilir ve salgın hastalıklardan, yetersiz
beslenmeden, hijyenik olmayan yaşam koşullarından kaynaklanan sağlık
problemleri gözlenirken;gelişmiş toplumlarda obezite, hipertansiyon, diyabet
ve paralelinde gelişen hastalıkların daha sık görüldüğü bir gerçektir ve bunun
altında insanların yaşam standardının büyük payı olduğu aşikardır. Bununla ilgili
olarak sosyoekonomik düzeyleriyle farklılıklar gösteren toplumlarda morbidite
mortalite oranlarını karşılaştıran bilimsel çalışmalardan, makale ve istatistiklerden
yararlandık. İlaç firmalarının ticari kaygılarla fakir ülkelerde insidansı yüksek olan
hastalıklara yönelik ilaç araştırmalarına ve üretimine önem vermemesi,ayrıca
gelişmemiş ülkelerde tedaviye ulaşım imkanlarının oldukça kısıtlı olmasının da
önemli etkenlerden olduğunu gördük. Bu projeyle amacımız dünyadaki ekonomik
46
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
eşitsizlik sonucu toplumlarda sık görülen hastalıklar, hastaların tedavi olanakları
arasındaki eşitsizlik hakkında bilgi vermek ve insanların dikkatini çekmektir.
Farklı Bakış Açılarıyla Aile Hekimliği
Irmak KARACA, Ece ÖZDEMİR, Erdi ÖZDEMİR
Dünya da birçok ülkede uzun yıllardır uygulanmakta olan aile hekimliği, ülkemiz
gündemini de bir süredir oldukça meşgul etmektedir. Sağlık Bakanlığı’na göre
aile hekimliği uygulamasıyla birlikte hastane kapılarındaki kuyruklar bitecek,
birinci basamak sağlık hizmetleri tamamen ücretsiz olacak, hastaların doktora
ulaşmasındaki engeller aşılacaktır. Ancak başta Türk Tabipler Birliği olmak üzere,
meslek örgütleri ve birçok sağlık çalışanı durumun görünenden farklı olduğunu
savunmaktadır. Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi’nin yayınladığı bildiride
“Koruyucu sağlık hizmetleri temel alınarak, ekip anlayışıyla verilmesi gereken
birinci basamak sağlık hizmetleriyle ilişkisi olmayan aile hekimliği ülkemizin ihtiyacı
değildir. Sağlık ocaklarımızın geliştirilmesi gerekmektedir.” den söz edilmektedir.
Ayrıca aile hekimliği ihtisas programlarının yeni yeni geliştiriliyor olması ve bu
nedenle bu uygulamanın, kısa süreli eğitim sonucu pratisyen hekimler tarafından
üstlenilmesi uygulamanın yeterliliği hakkında soru işaretleri yaratmaktadır. Bu
durumda IMF güdümlü “Sağlıkta Dönüşüm Projesi” nin esas ayaklarından biri olan
aile hekimliğinin toplumun ne kadar yararına olacağı tartışmalıdır. Aile hekimliği,
Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı gibi ülkemizde şimdiye kadar çözülmemiş sağlık
sorunlarına çözüm bulacak bir rüya model mi yoksa doktoru işletmeciye, sağlığı
ise ticari bir araca dönüştüren piyasacı anlayışın bir ürünü mü? Projemizde aile
hekimliğini tüm yönleriyle ele alıp, ülkemizin ve doktorlarımızın geleceğinde
önemli rol oynayan bu kararlar siteminin faydaları ve zararları üzerinde cevaplar
bulmaya çalıştık.
Yabancı Dilde Eğitim Bizi Nasıl Etkiliyor?
Funda ÇOKTAŞ, Emre BİLGİN, Berkem BÜYÜKAKKUŞ,
Emine DEMİRYAPAN, Ebru EREN
Eğitimin temel aracı dildir. Etkili bir eğitim, dilin düzgün kullanımıyla mümkündür.
Biz hekimlik mesleğini seçtik ve toplumun sağlığı için mesleğini bütünüyle
kavrayarak, hatasız öğrenmesi gereken bireyleriz. Bunun için de etkili bir tıp
eğitimine ihtiyacımız var. Gerçekten bunu başarabiliyor muyuz? Mesleğimizi
anadilimiz dışında bir dille ‘tam olarak öğrenebilmek’ mümkün mü? Biz de bu
sorulardan yola çıkarak yabancı dilde eğitimin tıp öğrencilerini ve öğrenmelerini
nasıl etkilediğini araştırmaya karar verdik. Amacımız; yabancı dilde tıp eğitiminin
öğrenmeye etkisini araştırmak, olumlu ve olumsuz yönlerini tartışmaktır.
Projemizde,anket uygulama yöntemi kullanılmıştır. Yabancı dilde tıp eğitiminin
öğrenmeyeetkisini sorgulamak üzere hazırladığımız iki farklı anket Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi İngilizce Grubu öğrencilerine ve öğretim üyelerine
uygulanmıştır. Anket verileri uygun istatiksel yöntemlerle işlenip anket çalışması
sonlandırılmıştır.
Deney Tüpünde İnsan Yaratmak
Emre KAYMAKCI, Neşe DİKMEER, Yakup ÖZGÜNGÖR, Fatih TEKİN,
İdris GUELLAH
Projemizi hazırlarken tıbbın, hukukun ve toplumun IVF’e bakış açısını objektif
bir gözle değerlendirmeyi amaçladık.Bu amaç doğrultusunda “Bu yöntemler
eşlerden birinin infertil olduğu ailelerde mi uygulanabilir yoksa her başvuran aile
bu yöntemlerden yararlanabilmeli midir?”, “Genetik ayıklama ve cinsiyet seçimi
hangi durumlarda yapılabilir?”, “Donörlerin kimliği aileye ve çocuğa açıklanmalı
mıdır?”, “IVF, sperm bankaları ve taşıyıcı anneliğin toplumun sosyolojik yapısına ne
gibi etkileri vardır?” gibi sorulara yanıt aradık.Ayrıca bu yöntemle dünyaya gelen
çocukların topluma uyum sürecinde ne gibi zorluklarla karşılaştığını araştırmayı
planladık.Yaptığımız çalışmalar sonucunda bu konuda etik ve hukuki açıdan
cevaplanması gereken birçok soru bulunduğunu gördük.Elde ettiğimiz veriler
ışığında toplumun bilinçlendirilmeye, hukukun ise bazı düzenlemelere ihtiyaç
duyduğu sonucuna vardık.
Adli Vaka Damgası
Merve KOCAR, Orkun AYDIN, Alper TÜRKEL
Bu projede intiharın adli vaka olarak değerlendirilmesi ele alınmıştır.
İntihar,”insanın kendi kendisini cezalandırma veya kendisini kasıtlı olarak dünyadan
ayırmak için girişilen eylem” olarak tanımlanmakta ve “diğer bir deyimle insanın
yaşamına son vermek amacı ile yaptığı ve başarı ile sonuçlandırdığı patolojik
bir davranış” olarak yorumlanmaktadır. Bu projede intiharın hekim,insan ve
adli kurumlar açısından nasıl algılandığı, bu konuda neler yapıldığı, acil intihar
vakalarının sebeplerinin (araştırılmsı amaçlanmıştır.Yöntem olarak Hacettepe
Üniversitesi büyük acil polis kayıtlarının 01.07.2009 -30.12.2009 tarihleri arasında
incelenip sınıflandırılması ve bu konuda uzman kişilerle görüşülmesi sonucu
edinilen bilgiler kullanılmıştır. Araştırmalar sonucunda intihar edenlerin %77
sinin kadınlar, %23 ünün erkekler, %82 sinin ilaç intoksikasyonuyla, %10 unun
bilek kesisiyle, %8 inin yüksekten düşmeyle intihar ettiğiyle ilgili bulgular elde
edilmiştir.Ayrıca bu bu vakaların %36 sının hayati tehlikesi varken, % 64 ünün
hayati tehlikesi bulunmamaktadır.Kadınlarda bu kadar sık intiharın görülmesi ve
hayati tehlikenin düşük olması akla sekonder kazanımlar mı yoksa adli bir durum
mu sorularını getirmektedir. Erkeklerde ise; kadınlara göre ilaç intoksikasyonu
yüzdesi hada azken, bilek kesisi ve yüksekten düşme oranları daha fazladır. Bu
durum erkeklerle ilgili vücuduna zarar verme kararlılığı daha mı fazla yoksa adli
vaka olma olasılığı daha mı yüksek sorularını akla getirmektedir. Ayrıca intiharın
hukuki bir yaptırımının bulunmadığı ancak sebebinin araştırılması amaçlı hukuka
başvurulduğu ve hekimin acil bir duruma,””aydınlatılmış onamın” aksine, müdahale
gerekliliği, İnsan Hakları Bildirgesine göre insanın yaşama hakkı olduğu sonucuna
ulaşılmıştır.
Nazi Zulmünden Türkiyede Tıp Eğitimine
Ozancan BABAOĞLU, Ebubekir BAĞIŞ, Hasan Mervan AYTAÇ,
İzzet ERDAL
Nazi zulmünden kaçıp Türkiye’de bir çok üniversitede tıp alanında öğretim görevlisi
olarak çalışmış bilim adamlarının isimlerine ulaştık. Onların çalışmalarını inceleyip
değerlendirdik… Prof.Dr. Erich Frank:1940`lı yıllar. İkinci Dünya Savaşı tüm dünyada
büyük acılar yaratırken, bu cinnet yıllarını kendi kabuğuna çekilerek atlatmaya
çalışan ülkemizde 1934 Eylülü,Türk tıbbı için önemli bir zamandır. İleriyi görmekte
bir deha olan büyük önder Atatürk`ün emriyle 1933 yılında yapılan üniversite
reformundan hemen sonra,`Nazizm`in baskısı altında her an ölümlerini bekleyen
Musevi asıllı Alman bilim adamlarına, Türkiye`de açılmakta olan bu yeni üniversite
ve fakültelerden kucak açılmıştı.Bu hocalar arasında dönemin İç Hastalıkları alanında
en yetkin isimlerinden biri olan Prof.Dr. Erich Frank, Türk Hükümetinin davetini
kabul edip,İstanbul Üniversitesi 2`nci Dahiliye Kliniği Ordinaryüs Profesörlüğü`ne
atanmıştır.Prof.Dr. Erich Frank,ilk defa ağızdan alınan şeker düşürücülerin diyabet
alanında kullanılabileceğini göstermiştir. İlk defa ideal kan şekerinin 110 mg/dl
değerini aşmaması gerektiğini, `Balayı`döneminde bile tip 1 diyabetiklerin insulin
kullanmaya devam etmelerini söylemiştir ki, günümüz tıbbı bu noktaya ancak
çok yakında gelebilmiştir. Ülkemizde ilk kalp laboratuvarı, tüberküloz ve intaniye
servisi,dahiliye kliniğinde diyet koğuşu ve modern anlayışlı diyet mutfağını kuran
Frank Hoca,yalnızca muayene ve tahlil yöntemleriyle yetinmeyip,vaka üzerinde
geniş tartışma ve değerlendirme yaptıktan sonra sonuca ulaşan bir yaklaşım
şeklini yerleştirmeye çalışmıştır. Prof.Dr.Rudolf NİSSEN:Alman hekimi (Ntes-se
1896-İsviçre/Basel 1981).Berlin Üniversitesi’nde tıp öğrenimi gördükten sonra,aynı
üniversitede cerrahi profesörlüğü yapmakta olan Sauer-burch’un asistanlığını
üstlendi.Dünyada ilk kez pnömonektomi ameliyatında başarılı olması,göğüs cerrahisi
alanında kısa sürede ünlenmesine neden oldu, 1930’da Berlin Üniversitesi’nde
cerrahi profesörlüğüne getirildi. 1933’te Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesinden
sonra Yahudi kökenli bilim adamları üzerinde uygulamaya başladıkları baskıdan
kaçarak İstanbul’a geldi ve İstanbul Üniversitesi’nde cerrahi profesörü olarak göreve
başladı.Türkiye’ye gelecek yabancı hocalarla Türk Hükümeti arasında aracılık yaptı.
Cerrahpaşa’daki 1. Cerrahi Kliniği’nin yöneticiliğini üslenerek kliniğin elverişsiz
koşullarına karşın en yeni cerrahi tekniklerinin uygulanmasını başlattı. Özelikle karın
ve göğüs cerrahisinin temellerini attı.Bu arada yeni bir klinik binasının yapımı ve
donatımıyla ilgili girişimlerde bulundu. Ayrıca Türk cerrahisine yaptığı katkılardan
dolayı kendisine Hacettepe Üniversitesince onur doktorası da verildi.
Tıp Eğitimi Modelleri
Merve ALTUNBAŞ, Merve İNCE, Zehra TEKİN
Tıp eğitiminin amacı tüm insanların sağlıklı yaşamalarını sağlamak için hekim
yetiştirmektir. Daha iyi hekimler yetiştirmek için tüm dünyada farklı eğitim
sistemleri kullanılmaktadır.Bunlar: 1. Klasik tıp eğitimi 2. Entegre tıp eğitimi 3.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Probleme dayalı tıp eğitimidir. Biz de projemizde Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Farmakoloji ve Klinik Farmakoloji Anabilim Dalı’ndan Emine Demirel Yılmaz’ın
“Tıp Eğitimi Sistemleri, Yöntemleri ve Tıp Fakültelerinin Sorumlulukları” isimli
makalesinden yola çıkarak, internetten yaptığımız araştırmaların ve TEBAD’daki
hocalarımızın yardımıyla tıp eğitiminde kullanılan yöntemlerin birbirlerine göre
üstünlüklerini ortaya koymaya çalıştık. On dokuzuncu yüzyıl öncesinde tıp eğitimi
“usta­çırak” ilişkisi şeklindedir.Zamanla öğrenci sayısının artmasıyla kalabalık bir
öğrenci topluluğuna ders anlatmaya dayanan “klasik tıp eğitimi” ortaya çıkmıştır.
Ama bu sistemde konular birbiriyle bağlantılı değildir ve ancak sene sonunda
öğrenci tarafından bütünleştirilebilmektedir.Bunun üzerine eksiklikleri gidermek
için ”entegre sistem” geliştirilmiş ve konuyla ilgili bilgiler bütün olarak verilmeye
başlanmıştır. Ancak bu sistemde de sınav bütün konulardan yapıldığı için öğrenciler
bazı konuları bilmeden de sınıfı geçebilmektedir. Zamanla tıptaki bilginin çok
artmasıyla öğrenciye bilgiye nasıl ulaşacağı ve onu nasıl kullanacağını öğretmeye
dayanan “probleme dayalı tıp eğitimi” ortaya çıkmıştır.Fakat bu sistemin iyi
birşekilde uygulanabilmesi için küçük gruplar olması ve eğiticilerin iyi eğitilmiş
olması gerekmektedir.Üç sistemde de çeşitli sorunların yaşanması hangisinin daha
etkili olduğu konusunda tartışmalara yol açmaktadır. Sistemler arasında başarı
olarak küçük farklar bulunsa da aynı tıp eğitimi sistemini uygulayan fakülteler
arasında başarı farkının olması bize hangi eğitim sisteminin uygulandığından çok o
sistemin nasıl uygulandığının önemli olduğunu göstermektedir.
Anadil ve Sağlık
Mehmet Budak AYTEK, Hüseyin ÇELİKSÖZ, Hamza ÇOBAN,
Yunus Emre DÜNDAR
Tıp eğitiminde, tanı koymak için en önemli basamak anamnez (öykü) almaktır.
Aynı dili konuşmayan hasta ve doktor arasındaki iletişim sorunundan dolayı uygun
anamnezin alınamamasını,bundan doğan hasta doktor gerginliğini,yanlış tanı
konulmasını ve bunun sonucu olarak yanlış tedaviyi vurgulamak. Yöntem
Bu konuda yapılmış çalışmaları; Boğaziçi üniversitesi TRICC çalışması,Türk Tabibler
birligi -SES birlikte düzenledigi Anadil ve Sağlık sempozyumu, kısa filmler,tıp
öğrenci tecrübeleri(tercüman), diğer ülkelerdeki modelleri anlatmak.
İnsanları başka bir dilde konuşmasının psikolojik etkileri.Ülkemiz ve benzer
durumdaki ülkerlerdeki durumları anlatmak. Sonuç Anadilinde konuşamama
kaynaklı, iletişimsizlik sonucu oluşan saglık sorunlarını bütünsel olarak ele olmak.
Yapılan çalışmalar,tecruübeler,araştırmalar temelinde çözüm önerileri sunmak..
İstismarın Çocukları
Fırat BALUKEN, Fikriye Gözde BAYRAK, Esra AYDIN
Çocuk istismarı dünyanın birçok bölgesinde bilim literatüründe yer alan bir konudur.
Ancak, çocuk istismarı çeşitli toplumlarda ve kültürlerde farklı şekilde algılanmakta
ve tanımlanmaktadır. Kültür, bir toplumun inanç ve davranışlarının birikimidir.
Ayrıca, genel olarak kabul edilen çocuğun bakımı ve büyütülmesi prensiplerini
ortaya çıkaran bir alt yapıdır. Bu nedenle ailelerin çocuklarına karşı davranışları
farklı olabilmektedir. Bu durum yapılan davranışın normal, ihmal veya istismar
olarak değerlendirilmesinde farklılıklara yol açmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün
(DSÖ) 1999’da yaptığı tanıma göre, “Çocuk İstismarı (Child abuse) veya çocuğa
karşı kötü muamele; sorumluluk, güven ve yetenek ile ilgili genel durumunda
çocuğun sağlığına, yaşamına, gelişimine ve değerine zarar verebilen, fiziksel ve/
veya emosyonel kötü davranışı, cinsel istismarı, ihmali, her türlü ticari çıkar için
çocuğun kullanılmasını içeren her türlü davranışlardır.” Bir başka deyişle çocuk
istismarı, kendinden en az 6 yaş büyük bir yetişkin, toplum veya ülkesi tarafından
çocuğun sağlığını ve fiziksel gelişimini olumsuz yönde etkileyecek şekilde bilerek
veya bilmeyerek yapılan davranışlardır. Bu davranışların mutlaka çocuk tarafından
algılanması veya yetişkin tarafından bilinçli olarak yapılması şart değildir. Çocuk
ölümleri ile ilgili sınıflandırmada farklılıklar olmasına karşın, genel olarak kabul
edilen istismar nedeniyle olan ölümlerin resmi kayıtlardakilerden daha fazla
olduğudur. En önemli ölüm nedenleri içerisinde başa yapılan darbeler gelmekte
olup, bunu karın bölgesine yapılan darbeler izlemektedir. Son yıllarda Türkiye’de
çocuk istismarına olan ilgi ve farkındalık, yeterli olmamakla birlikte artmaktadır. Bu
projenin amacı çocuk istismarını ve tiplerini tanıtmak, risk faktörleri ve istatistiksel
bilgileri analiz etmek, toplumun ve sağlık çalışanlarının konuya dikkatini çekmektir.
Bu konuda yapılmış istatistikler, hastane ve hoca verileri incelenmiş ve projeye hazır
hale getirilmiştir.
47
Sağlıkta Dönüşüm: Ne Kadar Haberdarız?
Meltem AKGÜL, Murat AKCİVAN, Fatma Nur ARSLAN, Sena AKSOY
Sağlıkta Dönüşüm Projesi, yaklaşık beç yıldan beridir aşama aşama uygulanan
ve büyük bir çoğunluğu uygulamaya geçmiş bir hükümet projesidir. Türkiye de
sağlık konusundaki onca açmaz ve karmaşanın çözümlenmesi için getirilen ancak
bu sorunun direkt muhatabı olan hekim ve hastaların,son zamanlarda gündeme
getirilene kadar pek de haberdar olmadığı bu proje ile hekimlere verilen ve daha çok
hekimlerden alınan haklar,kuşkusuz biz hekim adaylarının gelecekleri konusunda
derin şüphelere düşmemize neden olmakta. Sağlıkta Dönüşüm Programının üç
temel bileşeni vardır. Bunlar; sağlık ve sosyal güvenlik kurumlarının tek çatı altında
toplanması, aile hekimliği ve genel sağlık sigortasıdır. Maalesef bu kapsamda, sağlık
hizmetleri devletin karşılaması karşılıksız sağlaması gereken bir hak olmaktan
çıkarak sigorta priminin ödenmesi üzerinden doktorlarca sunulan ücretli bir hizmet
konumuna düşmüş bulunmaktadır. Hekimliğe yıllarını,özverisini,emeğini vermiş
onca doktorla hastası arasına daha fazla girmesine yol açılan maddi çıkar çatışması
tehlikesinin yanı sıra,özel sigorta sistemi ile gelecekte tıbbi konularda bilgisi
olmayan insanların da hekimlerin kararlarında söz hakkına sahip olma durumu,
başlı başına etik bir sorun olarak ileriki yıllarda karşımıza çıkacağa benziyor.
Projemiz çerçevesinde yaptığımız araştırmamızda, fakültemiz öğrencilerinin,medya
tarafından da konunun gündeme gelmesi ile,yasadan haberdar ve getirilerinin
farkında olduğunu gördük. Çalışma saatlerinin artırılması,a ile hekimliğinin içeriği
vb. birçok konuda yenilik getirmekte olan yasanın bilinirliğini araştırdığımız
projemiz, hekim adaylarının gelecekleri konusunda düşünmeleri ve ne şartlarda
şekilleneceğini anlamaları açısından da yararlı bir proje olmuştur.
Tıp’tan Usandıran Seçim
Mehmet KIŞ, Süleyman KAYA, Harun MANKIR,
Mehmet KARAKURUMER
Amacımız son yıllarda iyice rant elde eden ve tıp öğrencilerinin hayatında
vazgeçilmez yere sahip olan tıpta uzmanlık sınavı dersanelerini incelemek.
Bildiğimiz gibi günümüzde bir çok doktor adayı hasta yerine TUS kitaplarını tercih
etmekte. Bu durumun gelecekte bizi nasıl etkileyeceğini göreceğiz. Tıp fakültesinin
6 sene boyunca sunduğu eğitim acaba yeterli değil mi? Bunu tam olarak bilemeyiz
ama bildiğimiz şey birileri bunun üzerinden büyük bir rant sağlamakta..
Ülkemizde Doktorlara Bakış Açısının Tarihsel Değişimi
Muhammed İbrahim AKPINAR, Şuayyip ALKIŞ, Yakup ALPAY,
Furkan Bahadır ALPTEKİN
Doktorluk, tüm dünyada olduğuı gibi ülkemizde de saygın bir meslek.İnsanların
doktorlara karşı teveccühü, saygısı yadsınamaz bir gerçek. Herkes ailesinde bir
doktor bulunsun ister. Tıbbın bütün bu ayrıcalıklarını bizler de tıp fakültesini
kazandığımız günden beri yaşıyoruz. Peki,doktor olmanın getirdiği bu ayrıcalıklı
konum hala aynı şekilde devam ediyor mu? Son on yıllarda toplumumuzun
hekimliğe bakış açısı nasıl değişti ve bu değişimde rol oynayan etmenler nelerdir?
’Doktorluk’ mesleğinin marka değerini artıran ve azaltan etmenler nelerdir?
Biz projemizde belli bir yaşın üstündeki vatandaşlarla ve doktorlarla yaptığımız
anketler ve birebir röportajlarla, bu süreçte toplumsal yapıda değişimin, tıbbın
ilerlemesinin, doktor profilindeki değişimin, hastanelerdeki fiziki koşulların tıbba
olan bakış açısını nasıl etkilediğini irdelemeye çalıştık.
Gen+Etik=Genetik
Ertuğrul Çağrı BÖLEK, Erinç EVRENSEL, Mehmet ÖZKAN, Özge ÖZER
Bizim bu projede amacımız, tıp ve biyolojideki gelişmelerle paralel olarak ilerleme
gösteren genetik biliminin özellikle sağlık alanındaki giderek yaygınlaşan
kullanımının getirdiği etik sorunları incelemektir. İlerleyen genetik bilimi
hekimlerin bu alan hakkında hem bilgi sahibi olmasını hem de yasal sorumlulukları
doğru uygulayabilmesini gerektirmektedir. Biz de bu çalışmamızda belli başlı sık
karşılaşılan sorunları ele alarak geniş olan konuyu özetlemeye çalıştık. Bunlardan
bazıları, “Genetik taramasında Huntington Koresi saptanan bir kızın babasına
genetik sonuçlar açıklanmalı mıdır (Bilgilerin Gizliliği)? “ veya “Genetik özellikleri
seçilerek gebeliği düzenlenen embriyoların işlemlerinde hangi hususlara dikkat
edilmelidir(Akondroplazili ebeveynlerin çocuklarının da uygun ortam gerekçesiyle
bu genetik kusurla dünyaya gelmesini istemesi) (Preimplantasyon tanısı ve embriyo
48
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
seçimi)?” olarak sıralanabilir. Bu gibi sorunlar sebebiyledir ki, genetik çalışmalara
hukuki olarak belirli sınırlamalar getirilmekte, bu noktada hastaların da onamının
alınması gerekmekte ve hastaların rızası ön plana çıkmaktadır. Sonuç olarak gelişen
genetik ilerlemelerin beraberinde getirdiği etik sorunlara günümüzde belli bir
çözüm getirilemediği gibi, gelecekte de bir süre bu problemlerle meşgul olunacak
gibi görünmektedir. Biz de bu şekilde geleceğin hekim adaylarını bu sorunun varlığı
hakkında bir nebze de olsa bilgi sahibi etmek istedik.
Tüccarlaşan Doktorlar
Ayşe Nur UZUNER, Cihan TÜRKER, İlkay Nur CAN
Hekimlik tarih boyu tüm toplumlarda saygın bir meslek olagelmiştir. Hekim
yardımsever, dürüst, güvenilir, özverili ve idealist bir kişi olarak algılanmıştır.
Peki, bir hekimin esas amacı ve görevi ne olmalıdır? Bir hekimin öncelikli
görevi, hastalıkları önlemeye ve bilimsel gerekleri yerine getirerek hastalıkları
iyileştirmeye çalışarak insanın yaşamını ve sağlığını korumaktır. (TTB meslek
etiği kuralları madde–5) Hekimin öncelikli görevi hastalarının sağlığı olmasına
rağmen, esas amacını maddi kazançları olarak gören ve hastalarına da bu
yönde davranan hekimler ‘tüccarlaşan’ doktorlardır. Bu gün dünyanın birçok
ülkesinde ve bizim ülkemizde de ‘tüccarlaşan doktorlar’ mevcuttur. Buna hekimin
organ ticareti yapması, ilaç yolsuzluklarına ortak olması, ilaçlara hastalık icat
etmesi, parayla sahte rapor yazması gibi birçok durum örnek verilebilir. İşte biz
öncelikle ‘tüccarlaşan’ hekimliğin ne olduğunu, hekimlerin neden tüccarlaştığını,
hekimin kişiliğinin yanı sıra sağlık sistemi ve yasaların hekimin tüccarlaşmasına
etkilerinin neler olduğunu, bu tür etik dışı hekim tutumlarının sonuçlarını ve
hasta­hekim ilişkisini nasıl etkilediğini ve bu tür tutumların önüne geçmek için
neler yapılabileceğini araştırdık. Bu konuda anket yaparak dönem–3 tıp fakültesi
öğrencilerinin görüşlerini aldık. Amacımız bu tür etik dışı hekim tutumlarının önüne
geçebilmek için bu konuda tıp fakültesi öğrencilerini en iyi şekilde bilgilendirmektir.
Bana Hemcinsim Baksın
Seçil BABUÇCUOĞLU, Şerife DÜLGER, İlknur GÜNDEŞ,
Neziha Özlem GÜNBULUT
Ülkemizde hastalar doktor tercihinde iyi olması yanısıra cinsiyet kavramını da göz
önünde bulundurmaktadır. Hatta yaptığımız röportajlar sonucunda en ön sırada
bile yer aldığını görmüş bulunmaktayız. Biz hastaların gözünden bu durumun
sebeplerini araştırmaya karar verdik. Ne gibi durumların bu seçimde etkili olduğunu
araştıracağız. Eğitim düzeyi, aile, çevre vs. gibi etkenlerin seçimde ne kadar etkili
olduğunu inceleyeceğiz.
Marmara Depremi ve Akut Böbrek Yetmezliği
Ümran ŞENYER, Yakup DERİN, Aykut ÇELİK
Merkezi Gölcük olan 7.4 şiddetindeki Marmara Depremi Cumhuriyet tarihimizin
en ağır felaketlerinden biriydi ve Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi rakamlarına
göre 17,480 kişinin ölümüne ve 43,953 kişinin de yaralanmasına yol açmıştı.
Depremden birkaç gün sonra deprem bölgesinden gelen haberler ile karşılaştığımız
felaketin boyutları ortaya çıkmaya başladı. Yüzlerce yaralının çeşitli hastanelerin
acil servislerini doldurması çok fazla sayıda akut böbrek yetersizlikli hastanın
tedavisinin gündeme geldiğine işaret ediyordu. Depremden sağ kurtarılan
vatandaşlarımızın yaklaşık %40’ı Crush Sendromu’yla karşı karşıyaydı. Crush
Sendromu terimi ile travmaların yol açtığı rabdomiyolize bağlı olarak cerrahi
ve medikal zeminde gelişen pek çok belirti ve bulgu (örneğin; hipovolemik
şok, akut böbrek yetersizliği, hiperpotasemi,kalp yetersizliği, solunum
yetersizliği,infeksiyonlar vb.) içeren bir tablo kastedilir. Afetzedelerimizde
crush sendromu uzun süre enkaz altında kalmalarına bağlı olarak gelişmişti
ve ağırlıklı olarak ekstremitelerinin enkaz altında kalması; baş ve gövdenin
fazla etkilenmemesi nedeniyle yaşamlarını idame ettirebilmişlerdi. Batın ve
göğüs bölgesi enkaz altında kalanlar ise muhtemelen çok daha erken dönemde
enkaz altında kardiyorespiratuar, iskemik, vb. sorunlar nedeniyle yaşamlarını
yitirmişlerdi. Marmara depreminde bu duruma karşı tıbbi olarak nasıl müdahele
edilmişti,ne kadar yeterli olmuştu, deprem kuşağında bir ülkede yaşıyor olmamız
itibariyle önümüzdeki İstanbul depremi gibi olası felaketlere ne kadar hazırlıklıyız,
depremden sonraki ayrı bir trajik tablo olan Crush Sendromunu ne kadar tanıyoruz,
bunları öğrenmek istedik.
Estetik Psikoz
Özlem IRAK, Gizem KAVAL, Hüseyin Adil ÖNER, Ekin TUNÇELİ
Güzel olma sevdası yıllar öncesinden beri hep var olmuştur. Pürüzsüz bir cilt için
yapılan süt banyoları, değiştirilen saç renkleri, yüz ve vücut makyajlarıyla başlayan
güzellik yolculuğu bugün kulak, burun, meme gibi organ değişikliğine kadar
gitmiştir. Hepimizin bildiği gibi estetik ameliyat, bir hastayı güzelleştirmek ya da
görünümünü düzeltmek amacıyla yapılan cerrahi müdahaledir. Yani insanlar uzuv
kopması gibi zorunlu olayların yanı sıra, vücutlarının beğenmedikleri yerlerini
değiştirmek için, sırf güzellik uğruna bıçak altına yatmaktadırlar. Bu operasyonların
psikolojik temelleri olduğu kadar, psikolojik yansımaları da vardır. Estetikle
değiştirilen yalnızca görünüş müdür yoksa amaç psikolojiyi mi düzeltmektir? Ya da
ameliyat olan kişilerin hayattaki başarıları gerçekten bir artış göstermekte midir?
Belki de sorulması gereken görünüşünden mutsuz olan kaç kişiyi, bu görünüş
değişikliğinin ne kadar mutlu edebileceğidir. Projemizde estetik ve psikolojinin bu
yakın ilişkisi üzerinde durduk. Birbirlerinin sebep ve aynı zamanda sonucu olan bu
iki durumun bağlantısını daha yakından incelemeye çalıştık.
Gerçek Yüzünüzde Gizli
Erhan UZUN, Ahmet USTA, Ayşe METE, Özge ŞEN
İnsanların neden ve nasıl yalan söylediklerini,bazılarının bu konuda başarılı olurken
neden diğerlerinin olamadığını,kimileri yalanı sezmekte yeteneksizken,kimilerinin
ne kadar yetenekli olduğunu,aldatmada hangi belirtilerin güvenilir olduğunu
ve hangilerinin olmadığını inceledik.Araştırmalar sonucu elde ettiğimiz veriler
ses tonu,beden dili ve özellikle yüz ifadelerinin o kişinin yalan söylediğini işaret
edebileceğini öğrendik.Mikroifadeler denilen ve insanın yüzünde saniyenin beşte
biri kadar süre kalan yüz avcılarının en iyi ipucu olmuştur.Yargıçlar,polisler ve bu
konuda eğitilmiş kişiler normal bir insanın genellikle pek dikkat çekmeyen ama
dünyanın son 20 yıldır epey önem verdiği bu konuya dikkat çekmek istedik.
Doktor-Hasta İlişkisinde Cinsiyetin Yeri
Dilek MENTEŞOĞLU, Güldeniz TAŞ, Birsen ÖZTÜRK
Hekimlik mesleğine başlarken din, milliyet, cinsiyet, ırk ve parti farklarının
görevimiz ile vicdanımız arasına girmesine izin vermeyeceğimize dair ettiğimiz
yemindeki bir kelime, günümüz tıbbi mesleklerin en başta gelen tartışma
konularından birine yol açar: cinsiyet. Hekimin temel görevi insanların yararına
çalışmaktır. Bir doktor kişisel düşüncelerini hastasının sağlığından üstün tutamaz.
Doktorun birincil niteliği sağlık görevlisi olmasıdır, bir cinsiyete mensup insan
olması değil. Bu noktadan hareketle denilebilir ki hekimlik cinsler üstü bir
meslektir. Tıpkı bunun gibi hastanın kadını erkeği olmaz. Ayrıca sağlık hizmetinden
yararlanma, bireyin doğumdan ölüme kadar gereksinim duyduğu bir süreçtir.
Bu süreçte birey, belli dönemlerde ve belli aralıklarla doktorla karşı karşıya
gelebilmekte ve bu hizmetten yaralanma durumunda kalabilmektedir. Ancak
sağlık hizmeti alımı sürecindeki doktor hasta ilişkisinde bazı iletişimsel sorunların
yaşandığı da yadsınamaz bir gerçektir. Bu yüzden projemiz, başta cinsiyetin hekim
hasta ilişkisinde etkisini incelemek ve bunun yanında bu hassas iletişimin birçok
bileşeninin de olduğunu ve bunlara aynı özenle dikkat edildiği takdirde etkili, her iki
tarafı da tatmin edici bir görüşme olabileceğini neden ve sonuçlarıyla sorgulamayı
amaçlamaktadır. Toplumun geleneksel yapısının bu sorunlara zemin hazırladığı göz
önüne alındığında, eğer bireyin yetiştirilme şekli ve eğitimi bu eşitsizlik düşüncesini
ortadan kaldıracak şekilde sağlanırsa cinsiyet ayrımının hasta-hekim ilişkisindeki
olumsuz etkisi ortadan kalkabilecektir.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Tıp ve Etik
Aydınlatılmış Onam
Şeyda BOZKURT, Turgay POLAT, Metecan KARAHASAN, Seid ALİ
Aydınlatılmış onam,iyi hekimlik uygulaması önkoşullarından biridir ve tıp etiğinin
temel ilkelerinden özerklik ilkesine dayanmaktadır.Aydınlatılmış onam süreci
de;hastanın kendisine uygulanacak herhangi bir tıbbi işleme onay verebilmesi
ya da reddedebilmesi için yeterince bilgilendirilmesi,aldığı bilgi üzerine
düşünmesi,özgür seçimine dayalı kararını vermesi sürecidir.Sağlık hukukunun ana
unsuru olan bu konunun ne anlama geldiği halen hekimlerce ve hastalarca yeterince
anlaşılamamıştır.Biz de geleceğin hekimleri olarak bu konuyu daha iyi anlamak ve
anlatmak amacıyla bu çalışmayı yapmaya karar verdik. Yasal ve tıp etiği bağlamında
aydınlatılmış onam,görevlerin paylaşımı ve onamı kimlerin alması gerektiği,çocuk
hastalardan ve psikiyatri hastalarından almada farklılıklar gibi konuları araştırdık.
Ayrıca bu konuyla ilgili Türkiyede yapılmış 3 farklı çalışmayı inceledik.
Tıbbi Etik Yoksa Tıbbi Atık Mı?
Sinem GİRGİN, Tuncay GÖKÇEN, Recep KAR
Tıp fakültelerinde tıp öğrencilerine tıbbi etik dersleri veren ve tıbbi etik uzmanı
yetiştiren akademisyenler isyan içinde, çünkü Türkiye’de yetiştirilecek tıp uzmanları
listesinden 19 Haziran 2002 tarihinde yürürlüğe giren kanunla Tıbbi Etik Uzmanlığı
çıkarıldı. Doktorların ihtisas yapacakları dallar tespit edilirken 43 tane uzmanlık
dalı ve yan dallarla beraber 81 tane uzmanlık dalı kabul edildi, bir tek Tıbbi Etik
Uzmanlığı kaldırıldı. Bizim de bu projedeki amacımız Tıbbi Etik Uzmanlığı’nın
kaldırılmasının sebeplerini incelemek ve bu durumun sonuçlarını uzmanların
görüşleri doğrultusunda değerlendirmek.
Ötenazi
M.Akif CİLA, Mükremin ÇITIR, İbrahim AYLAK,
M. Ali Fayıs ALTAMIMI
Tıbbın tarihinden beri tartışılan bir konu olan ötenazinin farklı bakış açılarıyla
ve farklı yönleriyle araştırılması ve dinleyicilerimizin yada gözlemcilerimizin
bilgilendirilmesini amaçladık. 1) Genelhatlarıyla Ötenazi -Tanımı -Tarihçesi
-Ötenaziyle ilişkin ayırımlar .Aktif ötenazi-Pasif ötenazi .İradi ötenazi –Pasif
ötenazi .Dar anlamda ötenazi-Geniş anlamda ötenazi-En geniş anlamda ötenazi
.Kazai ötenazi-Medikal ötenazi- Yasal ötenazi -Tıbbi etik açısından ötenazi -Dinler
açısından ötenazi 2) Hukuki Açıdan Ötenazi -Farklı devletlerin ötenazi algısı -Türk
hukukunda ötenazi.
Açlık Grevlerinde Tıp Etiği
Mehmet GÖKÇEK, Mehmet Afşin KARAOĞLAN, Ahmet GÜNER
Projemiz tartışmalı bir konu üzerine aydınlatma amacı taşımaktadır: açlık
grevleri ve ölüm oruçları.Kimi zaman çeşitli sebeplerle insanlar kendilerine zarar
vermek istemekteler. Biz de konuyu tıp ne diyor başlığı altında inceleyeceğiz.
Daha önce birçok kere gündeme gelmiş ve bazı ülkeler bu konu hakkında çeşitli
kurallar koymuş ve girişimlerde bulunmuşlardır. Malta Bildirgesi ve Tokyo
Bildirgesi ve bu konu hakkında yapılan çok sayıdaki araştırma bize bu konunun
çok eski tarihlerden beri tartışıldığı hakkında bilgi vermiştir.Bunun gibi farklı
durumlarla karşılaştığımızda olayın ne tarafında duracağımız ve nereye kadar
müdahale edeceğimizi, insanın kendine zarar vermek istemesi halinde bizim
sorumluluklarımızın ne olduğunu düşündürmeyi amaçlamaktayız.
Euthanasıa
Asem EL-ABED, Hilwah AHMAD FARİD, Zarifi Alaa-Eddin KAMARİ
In this project we are hoping to get and show a better key ideas about what people
think about an important issue in our human ancient and recent life,which is
“EUTHANASIA”. This joint between two states; being alive suffering (living wills)
or giving decisions to die. Because we know nowadays that this issue is becoming
important increasingly with the presence of new malignant and untreatable
diseases that are very difficult to live with. And we will be discussing why some
people agree and some disagree with that and what they based on to prove thier
point of views. Simply euthanasia is a delibelerate killing of aperson for the benefit
of that person. We are aiming to define euthanasia in details with mentioning
the types of it. We based mainly to get our information about this project on the
49
internet (like BBC, wikipedia,...etc) and some e-books, some articles and magazines
from both countries that agree and disagree. Moreover we are trying to get some
info from people who had experience about that, probably from some hospitals or
through the internet .
Hastalar Haklı, Peki Ya Hekimler?
Mesut ÖZTÜRK, Emre Yağız SAYACI, Cem ŞİMŞEK, Tolga ZEYDANLI,
Fatih Çağrı SARIKAYA
Günümüzde hasta- hekim ilişkisi hâlâ en çok üzerinde fikir yürütülen ve
tartışılan konulardan biridir. Bu ilişkinin önemli bir bölümünü de hasta hakları
oluşturmaktadır. Hastaların özgürce hekim seçme, hekimi tarafından belirlenen
tedavi şeklini uygulamayı reddetme, mahremiyetine ve gizliliğine saygı gösterilmesi
gibi pek çok hakkı var. Acaba hekimlerin de hakları var mı? Varsa ne gibi haklar
bunlar? Hasta hakları kadar geniş bir yelpazede mi? Peki bu çift taraflı ilişkide neden
sadece bir tarafın haklarından bahsedilmekte? Hasta ve hekim hakları bir çeşit
çatışma içerisinde mi? Yoksa hasta haklarının yanında hekim hakları bir öneme
sahip değil mi? Bütün bu sorulardan yola çıkarak hekim hakları odaklı bir proje
çalışması yaptık. Hekim haklarının hukuktaki yerini, hangi şartlarda uygulandığını,
hasta haklarıyla olan ilişkisini, hangi merciler tarafından korunduğunu araştırdık.
Hekim haklarının hekimin sorumluluklarıyla ne derece bağlantılı olduğunu, nerede
öne geçtiğini, nerede geri planda kaldığını yansıtmaya çalıştık. .
İntersex Olgularda Medikal ve Etik Problemler
Erhan YILMAZ, Mehmet SAĞLAM
Seksüel farklılaşma bozuklukları, yenidoğanda en sık eksternal genital organların
anormal görünümüyle ortaya çıkar. Tıbbi, psikolojik ve sosyal komplikasyonları olan,
bazı hallerde acil müdahaleyi gerektiren ve tanının hızlı bir şekilde belirlenmesinin
gerektiği acil bir durumdur. İntersex vakaların tedavisinin yönetilmesi
multidisipliner bir çalışmayı ve etik problemleri de beraberinde getirmektedir.
Bu projedeki amacımız hastalığın tedavi karmaşasının ve oluşan etik ve medikal
problemlerin nasıl önüne geçilebileceğini araştırmak ve uygun tedavi için nelere
dikkat edilmesi gerektiğini belirlemekti. Araştırma sırasında öncelikle hastalığın
tanımının iyi yapılması amacıyla akademik olarak kabul görmüş kaynakları taradık.
Sonrasında bu konuda yayınlanmış makaleleri ve vaka takdimlerini inceledik.
Karşılaşılan problemleri 3 temel başlık altında topladık. Bunlar; çocuğun iyi bir
olgunlukta yetiştirilmesi sorunu, çocuk ve adolesanların haklarını önde tutarak
onların hür iradeleriyle karara katılmalarını sağlama sorunu ve aile ve çocuk
arasında oluşan problemlerdir. Haklar, ihtiyaçlar ve ilgilerle sınırları çizilmiş olan bu
durumda dengeyi sağlamak için kullanılabilecek 9 öneriyi toparlamaya çalıştık.
Ölüm Kararı
Aslı BİLGE, Perihan ALADAĞ, Burcu ULAŞ
DNR (do not resuscitate) “Beni Resüsite Etme” talimatı, akut bir kardiyak veya
respiratuvar bir hastalık ortaya çıktığında hiçbir kardiyopulmoner resüsitasyon
girişiminde bulunulmaması olarak tanımlanmıştır. Kardiyopulmoner resüsitasyon
dünyanın her yerinde çok yaygın olarak uygulanmaktadır. Bu uygulamanın
hangi şartlarda uygulanabilir olduğu hangi şartlarda uygulanmaması gerektiği
soruları daha sık sorulmaya başlanmıstır. Bu konuda en önemli sorumlulukları
hekimler, hastalar, hasta yakınları, hasta vekilleri ve hukukçular üstlenmiştir. Biz de
yaptığımız bu projede DNR talimatları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaya ve
hastaların sahip oldukları bu haklarını, hastaların ve doktorların açısından hukuki ve
etik değerler çerçevesinde incelemeye çalıştık.
Adli Tıptaki Hukuki Çıkmazlar
Yunus Emre ŞENTÜRK, Mert SEÇER, Yasin SAYAR, Umut SUADİYE
Günümüzdeki dünya üzerinde yapılan adli tıp uygulamalarının ve teşhislerinin
hukuki olarak incelenerek alınan kararlar bu uygulamalar doğrultusunda veriliyor.
Bu işlemlerde alınan kararlar veya ulaşılan sonuçlar taraflar arasında veya kendisinin
doğru olduğuna kesin gözle bakan taraf için çok tatminkar olmuyor. Günümüzde
buna benzer birçok örnek görmekteyiz. Bu olgular medyaya çok fazla yansıyıp ülke
geneli tartışmalar ve ikilemler oluşturuyor. Bu olguları değerlendirmenin bu proje
için tatminkar bir sebep olduğunu düşünüyoruz.
50
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Etik Olmayan Kazanımlar
Klonlama ve Etik
Bugün en sıklıkla kullandığımız antibiyotiklerden, anatomi bilgimize temel
oluşturan bazı büyük anatomi atlaslarına kadar tıp ve ve başka bir çok bilimdeki
keşfi, İkinci Dünya Savaşı sırasında bazı devletlerin etik kurallarını gözetmeksizin
yaptığı deneylere borçluyuz. Şimdi pek çok hayat kurtaran bu buluşların kullanımı,
sadece etik olarak düşündürücü değil, aynı zamanda gelecekte yapılacak etiğe
aykırı bazı çalışmalara da potansiyel bir koruyucu kılıftır. Bunun da ötesinde,
bugün tıptaki seviyemizin borçlu olduğu çalışmaları etik olarak kabul etmemiz
bir istikrarsızlık doğurmaktadır. Bu soruları çözmek için yakın tıp tarihinde
söz konusu deneyler kınanırken sonuçlarının nasıl kullanıldığını, elde edilen
bilgilerin yolculuğunu ve yasal tanınmasını araştırdık. Çalışmamızda tarihi verilere
dayandık ve yazılı kaynaklara başvurduk. Bu çalışmayla Tıp Fakültesi öğrencilerini
bu konuda bilgilendirmeyi, daha sonra ve dolayısıyla daha yanlış bir zamanda
düşünebilecekleri soruları onlara şimdiden sordurmayı ve onları kendi meslek
hayatlarındaki etik kararlar konusunda daha bilinçli kılmayı amaçladık.
Genetik mühendisliğin ve tıp teknolojilerinin oldukça hızlı ilerlediği günümüzde,
klonlama çalışmaları önemli yere sahiptir. Etik olarak çok tartışılan bu konu
felsefe, roman, sinema gibi bir çok alanda da işlenmiştir. Şu ana kadar hayvanlarda
denenmiş bu yöntemi biz daha çok paramedikal açıdan inceleyeceğiz. Çeşitli
alanlarda faydalı olacağı düşülen klonlama yönteminin insan üzerinde
uygulanmasının olası faydaları ve zararları konusu ortaya konulacaktır. Ortaya
çıkabilecek problemler etik açıdan değerlendirilecektir.
Meltem KOCA, Hilal NALCI, Fatma NAZLI, Emir KALYONCU
Naziler Döneminde Yapılan Tıbbi Deneylere Etiksel
Yaklaşım
İrfan BİNİCİER, Muhammed EL HASAN, Erkan KALAFAT
II. Dünya Savaşı sırasında, bir grup Alman doktor toplama kamplarındaki binlerce
esir üzerinde, onların rızasını almaksızın acı veren ve genellikle ölümle sonuçlanan
deneyler yaptı. Üçüncü Reich Dönemi’nde yürütülen etik dışı tıbbî deneyler üç
kategoriye ayrılabilir. İlk kategori Mihver ordularının askerî personelinin sağ
kalmasını kolaylaştırmayı hedefleyen deneylerden oluşur. Dachau’da, Alman Hava
Kuvvetleri’nden ve Alman Havacılık Deney Enstitüsü’nden doktorlar düşük irtifa
odalarını kullanarak, zarar gören uçaklardan personelin atlayabileceği üst sınırı
bulmak için yüksek irtifa deneyleri yaptı. Bilim adamları hipotermi için etkili bir
tedavi yöntemi bulmak amacıyla esirleri kullanarak sözde dondurma deneyleri
yürüttü. Ayrıca deniz suyunun içilebilmesine ilişkin çeşitli yöntemleri denemek için
de esirlerden faydalandılar. İkinci kategori ise, Alman askerî ve işgalci personelinin
sahada karşılaştıkları yaralanma ve hastalıklara çare bulmak için ilaçların ve tedavi
yöntemlerinin geliştirilmesi ve denenmesini kapsıyordu. Alman toplama kampları
Sachsenhausen, Dachau, Natzweiler, Buchenwald ve Nuengamma’da, biliminsanları
sıtma, tifüs, tüberküloz, sarı humma ve bulaşıcı hepatit de ve sera deneyleri
yaptı. Ravensbrueck kampı kemik greflemesi deneyleri ve kısa zaman önce
geliştirilen sülfa (sülfanilamid) ilaçlarının etkinliğinin denendiği yerdi. Natzweiler
ve Sachsenhausen’de ise, esirler olası antidotların test etmek adına fosgen ve
zehirli hardal gazına maruz bırakıldı. Tıbbî deneylerin üçüncü kategorisi ise Nazi
dünya görüşünün ırkî ve ideolojik öğretilerini ilerletmek için yapıldı. Bu deneylerin
en ünlüsü, Auschwitz’deki Josef Mengele’nin yaptığı deneydir. Mengele ikizler
üzerinde tıbbî deneyler yürütmüştür. Ayrıca Werner Fishcher’in Sachsenhausen’de
yaptığı gibi, farklı “ırkların” bulaşıcı hastalıklara nasıl tepki verdiğini belirlemek için
Roman (Çingeneler) üzerinde serolojik deneyler yaptı. Strasbourg Universitesi’nden
August Hirt’in araştırması da “Yahudilerin ırksal anlamda aşağılık” olduğu gerçeğini
ortaya koymayı hedefledi. Nazilerin ırkla ilgili hedeflerinde ilerleme kaydetmeyi
amaçlayan diğer korkunç deneyler ise öncelikle Auschwitz ve Ravensbrueck’te
yapılan bir dizi kısırlaştırma deneyidir. Bu kamplarda bilim adamları esirlerin
üzerinde Yahudilerin, Romanların ve Nazilerin ırksal ya da genetik açılardan
istenmediğine kanaat getirdiği diğer grupların etkin ve masrafsız bir şekilde toplu
kısırlaştırılmasını sağlamak amacıyla birçok yöntem denedi. Projemizde hem bu
dönemde yapılan deneyleri hem de yakın tarihimizde olan daha birçok tıbbi yanlışa
etiksel açıdan ele aldık.
Tıpta Gönüllü Denekliğin Etiği
Meltem Ece ÖZCAN, Burcu ÖZATA, Aslı MELEK, Ömer ÖZSARAÇ,
Meryem TEHMEN
Projemizde tıptaki araştırmalara gönüllü olarak katılan kişilere uygulanan
prosedürleri etik açıdan inceledik. Araştırmalara katılan deneklerin katılma
amaçlarını, uygulanan deney sırasındaki durumlarını ve deney sonrası görüşlerini
araştırdık. Tıpta gönüllü deneklerin haklarının korunması için oluşturulmuş Helsinki
Bildirgesi ve diğer yasaları, ayrıca aydınlatılmış onamı irdeledik. Tıp biliminin
ilerlemesi ve gelişmesi için temeltaşı olan gönüllü denekliğin, deneklerin hakları
gözetilerek hangi etik şartlar altında yapıldığını gördük.
Sancar Alp OVALI, Mehmet Tolgahan ÖRMECİ, Mustafa ÇETİN
Türkiye Klinik Deney Cenneti ‘’Mi?’’
Merve SOYSAL, Berrak BARUTCU, Mesut ÇETİN
Bu yılki Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi kapsamında ‘’Tıp ve İnsan’’ başlığını seçtik
ve bu başlık altında günümüzde oldukça tartışılan etik konusu üzerinde çalışmaya
karar verdik.Ülkemizde ve dünyada son yıllarda klinik deneylerle ilgili yapılan
yasal düzenlemelerin, Türkiye’yi dev ilaç şirketleri için klinik deney cenneti haline
dönüştürdüğü iddialarından yola çıkarak proje çalışmamızı yaptık.Ülkemizdeki
ilaç deneklerinin durumunu ve gönüllülük oranlarını ortaya koyan çalışmalardan
esinlendik. Amacımız; Türkiye ve dünyada klinik deneylerin nasıl yapıldığını
anlamak,Türkiye’de bu konudaki yönetmelik ve uygulanan politikayı incelemek,
uygulanan politikanın vatandaşlarımızın sağlığı üzerinde olumsuz etkilerinin
olup olmadığını araştırmak, klinik deneylere katılan insanların sosyoekonomik
düzeylerini ortaya koymak ve elde ettiğimiz verileri diğer ülkelerdeki klinik
çalışmalarla karşılaştırmak,aralarındaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koymaktır.
Projenin uygulanması sırasında veri toplamada; konuyla ilgili yazılmış makalelerin
bulunduğu dergilerden,internetten,hukuk kitaplarından,gazete arşivlerindeki
haberlerden ve konuyla ilgili uzman görüşlerinden yararlanıldı. Sağlık Bakanlığı,
hazırlıklarını tamamladığı ‘Beşerî Tıbbî Ürünlerin Klinik Araştırmaları Hakkında
Yönetmelik’ ile ilaç ve tedaviye dair klinik araştırmaların önündeki bürokratik
engelleri kaldırarak ülkeye bu alanlarda, özellikle ilaç Ar­Ge’sinde yabancı yatırım
çekmeyi planlamaktadır.Yabancı firmalar ise ilaç araştırmalarında madde
bağımlılığı ve alkol tüketiminin düşük olduğu ülkemizi tercih etmek istemekte ve
vatandaşların haklarını yeterince gözetmediğini düşündüğümüz yönetmelikse
bu firmaların amaçlarını gerçekleştirmede kolaylık sağlamaktadır. Klinik deney
cenneti olduğunu düşündüğümüz Türkiye bulduğumuz verilere göre;sanılanın
aksine yapılan araştırma sayısı ve nüfusa oranı bakımından geri plandadır.Ancak şu
da bir gerçektir ki; ülkemizdeki ekonomik koşullar ve ilaç şirketlerinin Türkiye’deki
yönetmelik açıklarından yararlanma istekleri, ülkemizdeki araştırma sayısını
son birkaç yılda olağandışı arttırmıştır. Ülkemizdeki klinik deneylerdeki gönüllü
sayısının oranının artıyor oluşu gerçeğinin sosyoekonomik ve kültürel nedenlerini
saptamak amacıyla gönüllü deneklerle anket çalışması yapılabilir. Yönetmeliklerle
ilgili düzenlemeler ve bilgilendirmeler için sivil toplum örgütleri ve Türk Eczacılar
Birliği çeşitli çalışmalar yapabilir,Sağlık Bakanlığı’nı bu yönde uyarabilir.
VI. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2010
Özet Kitabı
Tıp ve Hukuk
Bütün Gün mü?
Ceren DURMAZ, Yağmur BAYINDIR, Serdar CEYLAN, Alp Buğra BAŞAT
Tam Gün Yasası, geçmişte ülkemizde benzer uygulamaları olan bir yasadır. Benzer
yasalar çeşitli zamanlarda çıkartılmış ancak ömürleri uzun süreli olamamıştır.
Avrupa ülkeleri ve Amerika’da da sağlık sektöründe çalışma saatleri ve koşulları
yasalarla belirlenmiş, ancak bu ülkelerdeki yapılanmalar, ülkemizde yürürlüğe giren
yasadan oldukça farklıdır. Amacımız, bu deneyimlerden yola çıkarak, incelemiş
olduğumuz Tam Gün Yasası’nın uzun ve kısa dönemdeki sonuçlarını inceleyerek tıp
öğrencilerinde farkındalık yaratmaktır.
Hekimlik Eğitimimizde Hasta Haklarını Ne Kadar
Öğreniyoruz?
Mustafa Şenol AKIN, Begüm Bahar BAŞOĞLU, Eren VURGUN,
Havva YEŞİLDAĞLI
Bir hekim bir hastaya ne zaman müdahale etmeli? Acaba hekim hastanın her
isterdiğini yerine getirmeli midir? Peki ya hekim hastanın üzerinde her türlü
protokolü uygulayabilir mi? Bizler tıp fakültemizde ve Ankara’daki önde gelen tıp
fakültelerindeki arkadaşlarımıza yaptığımız anket sonucunda bu konuda hekim
adaylarının ne kadar bilinçlendiğini gözler önüne sermek istedik. Anketimizde
“onsekiz yaşından küçük bir çocuğa müdahale”, “hekimin hastaya uygulayacağı
protokol öncesi izni”, “kürtajda hekimin yapması gerekenler” ve “organ bağışı ne
gibi durumlarda yapılmalı” konularına yönelik sorular sorduk. Dönem I ve Dönem VI
daki arkadaşlarımıza uyguladığımız anketlerle altı senelik bu zorlu eğitimin hasta
hakları açısından bir farkındalık yaratıp yaratmadığını ölçtük. Acaba tıp fakülteleri
hekimleri tıp eğitiminin yanında hekimleri ileride zor duruma düşürebilecek yasalar
hakkında ne kadar iyi eğitebiliyor?
Kim Haklı? Kimin Hakkı?
Ömer KOMAÇ, Selin KESTEL, Merve GÜNER
Amacımız, ileride meslek yaşamımızda karşılaşabileceğimiz sorunları şimdiden
görmek ve bunlara karşı önlem almak. Hekim ve hasta hakları konusunda yeterli
bilgiye sahip olup, daha bilinçli ve yeterli hekimler olabilmek. Bu projede, geleceğin
hekimleri olarak öncelikle kendi haklarımızı öğrenmeyi amaçladık. Hekimlerin
kendi haklarını bilmemesi ve duyarsız olması nedeniyle meslek yaşamında en sık
karşılaştığı sorunları/olguları irdelemeyi amaçladık. ‘Bugün biz neler yapabiliriz?’e
yanıt verebilmeyi amaçladık. Ayrıca hastaların hakkına saygılı olabilmek ve
hastalarımıza karşı sorumluluklarımızı yerine getirebilmek ve yeterli hekimler
olabilmek için, hasta hakları hakkında bilgi sahibi olmak da amaçlarımızın
arasındadır. Bu sebeple projemizde hasta haklarının nasıl ortaya çıktığından
bugüne kadar olan gelişimine kadar, aynı zamanda biz hekimleri ilgilendiren
malpraktis yasasından, malpraktis konusunda en çok sorun yaşayan tıp uzmanlıkları
ve sebeplerine kadar geniş bir yelpazede projemizi sunmayı amaçlamaktayız.
Ötenaziyi Hukuk ve İnançta İrdeleyelim
Omar Khouja AHMAD, Tuğçe TAŞKINDERE, Onur ÖKMEN
Ötenazi sorununun toplumların hukuk ve inançlarının farklılığı hatta bu konudaki
bireysel fikir çatışmaları sonucunda doğurduğu etik probleminin temellerini
ele almak istiyoruz. -Bu projede amacımız Dünyanın her yerinde ötenazi çok
tartışılan bir konu olmasına rağmen Türkiye de halen bu konu üzerinde verimli
bir tartışmanın olmayışını gündeme getirmek istiyoruz. -Bu konuda hacettepe
tıp fakültesi öğrencileri katılması ile bizim tarafımızdan yapılan anket sonuçlarını
sunacağız . -Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bir Olgu üzerinden yapılan
anket sonuçlarını sunacağız. -ötenazi sözlüğü tanımı yapacağız . -hukuki açıdan
ötenazi olarak, ötenazi suç saymayan devletlerde (ABD,Belçika ve Hollanda ….gibi
ülkelerde ) ötenazi uygulanması için yasal olma koşulları,tarihi ve ötenazi ile ilgili
düzenlenen kanunlarını sunacağız . -Türk kanununda ötenazi ile ilgili maddeyi
göstereceğiz . -Son olarak inanç ve dinlerde (Hıristiyanlık,İslamiyet ve diğer dinlerde
) ötenaziye bakışı göstereceğiz
51
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Sağlık Personelini ve
Özellikle Hekimleri
Kamile AKYOL, Özlenur CESUR, Eda OTMAN, Fatma AKSOY
Türkiye Cumhuriyeti devleti bünyesinde görev yapmakta olan her hekim; görev
ve sorumluluk bilinciyle hareket etmeli, hak ve özgürlüklerini bilmeli, meslek
yaşamında kendisini ilgilendiren, yönlendiren, bazı hallerde kısıtlayan ve sınırlarını
belirleyen, şu anda geçerliliği bulunan eski (657 nolu kanun) ve yeni (5947 nolu
kanun) yasaları bilmelidir. Gerekçemiz; tüm sağlık personelinin ve adaylarının, hak
ve sorumluluklarını yasalarca çizilen sınır dâhilinde bilmesidir.

Benzer belgeler

ııı. tıpta insan bilimleri kongresi - Hacettepe Üniversitesi Tıp Eğitimi

ııı. tıpta insan bilimleri kongresi - Hacettepe Üniversitesi Tıp Eğitimi Dr. Bora Peynircioğlu Dr. Cansın Saçkesen Dr. Sarp Saraç Dr. Zeynep Sarıbaş Dr. İskender Sayek Dr. Nilgün Sayınalp Dr. Beril Talim Dr. Gonca Tatar Dr. Murat Tuncel Dr. Ömrüm Uzun Dr. Akın Üzümcügil...

Detaylı