PDF Halini indirmek için tıklayınız

Transkript

PDF Halini indirmek için tıklayınız
es-selâmü aleyküm ve rahmetullâh
Merhabalar efendim,
Âlemler nura gark oldu
Efendim doğduğu gece
Asırlar önce O’nun doğduğu gece anlam
kazandı aslında kâinat. Mana cûş u
hurûşa geldi. Bütün mevcûdât secde etti aziz Ruhâniyetine elest
bezminde olduğu gibi…
Şirkin, küfrün, cehâletin… beli
kırıldı mübarek nefesiyle. Dumura uğradı gönül gözlerini
kör edenler, idraklerini perdeleyenler, yetimi itip-kakan,
fakiri hor gören, mazluma zulmeden kan içiciler.
Ve
Aşk, mahabbet, akıl, izan ve intizam hâkim oldu
enfüste ve âfakta…
Ne kadar da,
Kitâb’ının ve bedii sözlerinin tesiri, o günkü gibi ser
taç olsa da duru gönüllerde,
Hasen ü Hüseyn’le yaşadı enin teessürü ümmet
Kerbelâ’da.
Muharrem…
Telaffuzu bile mü’mini alır götürür, gark eder hüzne, kedere, derde.
Girizgâhın verdiği sevinç ve hüzün aslında yüce
Yaradan’ın insan için değişmez bir takdirdir.
Efendimiz aleyhisselâm’ın dünyayı teşrifi münasebetiyle manaya talip olan, bir
mürşid-i kâmile “lâ”sız teslim olan,
nefsini arındıran, içindeki şirk putlarını kırabilen kurtuluşa ermiştir,
sevinmek hakkıdır.
Kıymetli üstatların Rızây-ı Bârî
kokan gül endamlı kalemleri, Mevlânâ’nın ney inleyişindeki kastını bir nebze de olsa sunmaya çalıştı siz değerli okurlarımıza…
Nice Hakk âşıkları; bir sesten, nefesten, harften, nesneden, küçük bir işaretten olmuşsa vâsıl ilallâh,
Bizimki de bir umut, kendi kandilimizi
yakamasak da...
Sonraki sayıda buluşmak ümidiyle,
Cenâb-ı Hakk’a emanet olunuz.
vesselâm…
İçindekiler
Hoşgörünün Sınırları
Prof. Dr. Ali AKYÜZ / 8
Sûfîlerden Esintiler… / 11
Tasavvufî Şiirler
Tufan DOĞAN / 12
Lale (Lala) Camii
Abdülkâdir ATEŞ / 16
Zikrullâh’ın Feyz ve Bereketleri
Abdullah Demircioğlu / 3
Ey Rabbim! Sanki Ben İbrahim’im
Zülcenâheyn / 18
Ankâzâde Köstendilî Halîl Efendi’nin
Tûti İhsan Efendi’ye Mektubu (28) / 20
Galata Mevlevihânesi
Mustafa ÖZDAMAR / 23
Kalbin Mâhiyeti
Abdülkâdir GEYLÂNÎ (k.s) / 24
Muharrem Orucu ve Aşûre Günü
Şaban Keseci / 26
Ahlâk ve Âdâb
Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ/ 6
Mevlid-i Nebî
Dr. Yunus AKYÜREK / 28
Devlet Adamı Kriterleri
Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL / 30
On Dört Asır Evvel
Mehmet Akif ERSOY / 34
Dünyevîleşmek Yahut Sekülerleşmek
Prof. Dr. Mustafa KARA / 35
Gerçek Yûnus Emre
H. İbrahim DURGUTLUOĞLU/13
Mesneviden
Mürşid-Mürid-İlâhî Aşk / 37
Hikmet Damlaları
Derleyen: Mürsel SIRADAĞ / 38
Ana, Biz Dilenci Değiliz; Senin Oğullarınız!
Hazırlayan: Edibali KARABIYIK / 39
Anadolu Selçuklu Dönemi, Müslim-Gayr-i Müslim İlişkileri
Prof. Dr. Mehmet ŞEKER / 40
Kıssadan Hisseler
Derleyen: Oktay YETİŞKİN / 42
Zelzeleye Çare Bulundu (mu)?
Zülcenâheyn/ 27
Temizleme Yolları
Ö. Nasûhî BİLMEN / 44
Kitap Tanıtımı / 48
Yayın Türü: Yaygın Süreli • [email protected] / www.zuhurdergisi.com • Değirmen Yayınları Adına Sahibi: Hamdi
SARIYILDIZ • Yazı İşleri Müdürü: Dr. Yunus AKYÜREK • Grafik Tasarım: Furkan Selçuk ERTARGİN • İstanbul İrtibat Bürosu:
Fevzipaşa Cd. 233/2 Fatih – İstanbul - Tel: 0533 474 70 26 • Temsilcilikler: Bursa-05377875848 / Eskişehir-05365865067 /
Antalya-05364922417 / Kayseri-05444600030 Yurt Dışı-0032488808541 • Baskı: Erkam Matbaası
zikrullâh
feyz ve bereketleri
ın
Avrupa İlahiyat Fakültesi Rektörü, Abdullah DEMİRCİOĞLU
Yaratıkların en üstünü, Rabbü’l-Âlemî’nin medh u
senâsına lâyık insan şüphesiz ki âhir zaman Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’dır.
Kendisinin iki defa kalbi, ilâhî emir gereği yıkanmış,
temizlenmiş ve nur ile doldurulmuştur. Göğsünün
yarılma olayı da ayrıcalığı olan bir lütuftur, Allah’ın
bir ikramıdır. Bunun gibi, özel koruma altında bulundurulması, ağaçların kendisine selâm vermesi, çocukluğunda O’nu bulutların gölgelemesi… anlayan
için ne muazzam bir olay ve O’nun, Allah katında ne
kadar ulvî bir yeri olduğunu ortaya koymaktadır.
“Biz, seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ,
21/107)
O’nun indallâh ne büyük bir makamı ihraz ettiğini ve
Makâm-ı Mahmûd’un tek sahibi olduğunu âyet ortaya koyuyor. O’nun yüce şahsiyetine sadece bunlar değil daha başka âyet ve hadisler de şahadet etmektedir.
Burada Mi‘râc olayındaki mucizevî hâdiseler, Burak, Kudüsü Şerîf ’e gidiş, orada bütün peygamberlere, Cebrail de dâhil olmak üzere imam oluş, yedi
kat göklere çıkışı, oradaki olan hâdisât, Cenâb-ı Al-
3
“Belânın en şiddetlileri onlara gelmiştir. Sonra
da derece derece başkalarına geliyordu.” (Tirmizî,
lah ile konuşması, O’na (
Necm, 53/8-9) yakın olması, cennet-cehennemin kendisine gösterilmesi ve bunların akabinde tekrar dönüşü o Peygamberin kadr u kıymetini göstermektedir.
Zühd/57; İbn Mâce, Fiten/23)
Bunları çoğaltmak mümkündür. O halde her
mü’mine düşen, dünyasını ihmal etmemek olduğu
gibi âhiretini de dünyada iken kazanmaktır. Nasibini
dünyadan unutmayacaksın. (Kasas, 28/77)
Böyle olmasına rağmen asla kulluktan geri kalmamış, emrolunduğu şekilde dosdoğru olmuş (Hûd,
11/112), ayaklarına kara sular ininceye kadar da namaz kılmıştır. Günlük tevbesini, zikr u tesbihâtını
asla ihmal etmemiştir. Hz. Âişe annemizin ifade buyurdukları gibi,
İşte bu durum biraz daha ince, sâliklerin, müridlerin
kısacası İslâm’ın da içinde olan sûfî meşreb yoldur.
Cenâb-ı Allah kimseye takat getiremeyeceği yükü
yüklememiştir. Peygamber için bile, “Kur’ân’ı biz
sana zahmet, meşakkat çekesin diye indirmedik!”
(Tâhâ, 20/1) buyrulmuştur. Böyle iken, ibadet eden zevcine Hz. Âişe kıyamayarak,
“Her zaman Cenâb-ı Allah’ı zikreder olmuştur.”
(Buhârî, Hayz/7, Ezan/19; Müslim, Hayz/30; Tirmizî, Tahâre/11;
İbn Mâce, Tahâre/11; İbn Hanbel, VI, 70, 103-178; Sünen-i Ebu
Dâvûd Terceme ve Şerhi, 1/40)
“Niçin kendini bu kadar zorluyorsun?” deyince:
Kendisine ikram olunan nimetlere şükür ve hamd etmiştir. Bu hususta sahâbîleri teşvik etmiş, kul olarak
dünyanın imtihan, âhiretin de mükâfat ve mücâzat
yeri olduğunu apaçık ortaya koymuştur.
“
/ Ben, Rabbimin şükredici kulu olmayayım mı?” (Buhârî, Teheccüd/6; Müslim,
Kitâbü Sıfati’l-Müsâfirîne ve Kasrihim/18) diyerek cevap vermiştir.
Cenâb-ı Allah, O’nun geçmiş-gelecek günâhlarını
affetmiş olduğu halde (Fetih, 48/1-2) ve O’nun yüksek
ahlâk üzere (Kalem, 68/4) olduğunu bildirmiş olduğu
halde kulluğuna kulluk, ibadetine ibadet, namazlarına namaz katarak O’nun rızasını aramıştır. Bu hususta O’nun mübarek ağızlarından bir dua, bir âcizlik
ve teslimiyet ifadesi olarak dökülen:
Hâlbuki O’nun konumu apaçık ortada idi. Resûldü,
günahları affedilmişti, cennet ayakları altına serilmişti. Fakat O, ibadetten dolayı ayakları patlamış,
dizlerine kara kara sular inmiş bir vaziyette idi.
O halde bir onlara bir de bizlere bakalım, ne haldeyiz görelim. Onları örnek alalım ve yolumuza devam edelim. Çünkü hilkatimizden gaye budur. Hiçbir kimsenin O’nun koyduğu esaslara itiraz etme salahiyeti ve yetkisi de yoktur. Cenâb-ı Allah; “Cinleri ve insanları ancak kendisine ibadet etsinler diye”
(Zâriyât, 51/56) yaratmıştır.
“Ben, Seni övmeye kâdir değilim, Sen kendini övdüğün gibisin.” (Müslim, Salât/222; Ebû Dâvûd, Salât/148) buyurmuş ve her hususta örnek olduğu gibi bunda da
ümmetine örnek olup yol göstermiştir.
Burada şunu tekrar tekrar hatırlatmakta fayda vardır
ki, hem müslüman dinî ve amelî akidelerini mutlaka
öğrenmelidir. Bunun için yetkili bir din âliminden
veya ilmihal, akâid veya fıkıh kitaplarından istifade
etmelidir. Böylece seyr u sülûk yolu kendisine daha
da uygun ve kolay hale gelecek, zikir ve tesbihâtının
mânâ ve ehemmiyetini kavrayacaktır. Bu hususta
daha iyi şuurlanacaktır.
Şurası muhakkaktır ki, yollarını şaşırmış insanlara zaman zaman gönderilmiş Hakk elçilerinin işleri o kadar da kolay değildi. İçlerinde dövülenler,
öldürülenler, kendileriyle alay edilenler, yerlerinden yurtlarından edilenler, kendilerinden akla hayale gelmeyecek şekilde istek ve arzuda bulunulanlar olmuştur. Çünkü böyle oluş bir nevi onların kaderleriydi.
Dünya işleri ve âhiret ameli ölçülü bir şekilde yürü4
tülürken, bağlısı bulunduğu kapıya ayrı bir itina göstermelidir. Öğreticisinden aldığı emaneti, ona verdiği sözü gerektiği gibi yerine getirmelidir. Bilmelidir ki o söz, meşâyihten meşâyihe, oradan Resûlü
Kibriyâ’ya kadar uzanır.
ğildir. Asr-ı Saâdet’ten itibaren birçok sûfîler, mürşidler, sâliklerine yol gösterip hocalık etmişler, nefsin tezkiyesi hususunda tavsiyelerde bulunmuşlardır. Nefsin makamları, evrâdiyeler, zikir ve tesbihlerin hepsi tasavvufî ıstılâhlardan sayılmıştır.
“
/ Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir.” (Fetih, 48/10)
Bir de, “Allah ile kul arasına kimse giremez” sözü
vardır. Kanaatimce bu da yanış anlaşılmış ve başkalarına da yanlış anlatılmıştır.
Bu yolda meşakkat var, çile vardır. Bunlara katlanmak ve asla sızlanmamak da esastır. Çünkü belâlar,
musibetler derece derece, kademe kademe gelir. Geçmiş ve yakın tarih bunların örnekleriyle doludur.
Kıyâmete kadar da bu böyle devam edecektir. Tarihe baktığımız zaman gerçek sûfîlerin, zikir erbâbının
dine çok iyi hizmetler ettiklerini görürüz.
Şöyle ki; her şeyde bir vesile, yani sebep ve çare aranır. Boyumuzdan yüksek bir ağaçtan meyveyi alıp
yememiz zordur. Bazen de mümkün değildir. Bize o
meyveyi uzanıp yediren bir merdiven, vesileden başka bir şey değildir.
Duada vesileye sarılır, Allah katında iyi şahsiyetlerle dua ederiz. Resûlullâh’ı vesile kılarız ki dualarımız
kabul olunsun. Bunun dine muhalif bir yönü yoktur.
Şirk de addolunamaz. Kur’ân’da ve Sünnet’te bunun
delilleri vardır.
“Bir lokma, bir hırka” anlayışı sûfîliğin prensipleri
içine sığmaz. Bu söz, öte âlem için daha fazla hazırlıklı olun, anlamındadır. Yoksa aile efradını ihtiyaç
içinde bırak, çalışma, başkalarına muhtaç olarak el
aç, dilen anlamında değildir. Bunlar dinin de emirlerine muhalif olan durumlardır.
Geçmiş milletler, azılı düşmanlarla savaşmak durumunda kalıp sıkıştıklarında:
Âhiret yurdu ebedîdir. Sâlik, bu âlemde yüksek makamlara güvenle, azimle, sabır ve tevekkülle çalışan
bahtiyar kimsedir. İhlâslı, itikadı düzgün, ameli uygundur. Gösterişten, sahtekârlıktan uzaktır.
“Âhir zamanda göndereceğin peygamber hürmetine bize yardım et!” (Bakara, 2/89; Kurtubî, II, 27; el-Vâhidî,
Esbâbü’n-Nüzûl, s.31) diye dua edip, muzaffer olanlardan
tutun da, iyi amellerini öne çıkarıp vesile kılan, dua
eden, yalvaran nebevî haberlere kadar her şey vardır.
Özellikle burada şunu da önemle hatırlatmak icap
eder ki, maalesef bu mübarek yol kirletilmiş bozulmuş ve sahtekârlar türemiştir. Korsan meşâyihler
mevcuttur. Bu sebeple, gerçek bir mürşid-i kâmil
bulmak, onun taht-ı terbiyesine “gassal elindeki
meyyit gibi” teslim olmak ve seyr-i sülûkünü ikmal
etmek akıllıca bir iştir.
İşte bundan dolayı, bu anlamda en büyük mürşid
Resûlullâh’tır. İnsanlığın hidayetine vesile ve sebep
olmuştur.
Kaldı ki Cenâb-ı Allah bile,
“
yınız.” (Mâide, 5/35)
“Akıllı olan, nefsini hesaba çekip ölümden sonrası için iyi amel yapandır.” (Tirmizî, Kıyâmet/26; İbn Mâce,
/ O’na gidecek vesileler ara-
Yine inananlara emrederek,
Zühd, 31)
“
/ Sâdıklarla (doğrularla)
beraber olunuz.” (Tevbe, 9/119) buyurmuştur.
Bu yolla nefsini tezkiye ve tebrie etmek, verilen evrâd
ve ezkâra devam etmektir. Zâhir ilminin nasıl öğreticileri, üstatları, âlimleri varsa, bâtın ilminin de yetiştiricileri vardır. Bu noktada mutlaka bir mürşide
bağlı olmanın şart olmadığını söylemek doğru de-
Gerçi Taraf-ı İlâhî’den kendilerine ikram olunarak,
nefsin mertebelerini geçenler olmuştur. Bu da ortadadır, inkâr olunamaz. Ama böyle nasibdârların
adetlerinin az olduğu görülür.
5
Ahlâk
ve
Âdâb
Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ
Âdâb, edep kelimesinin çoğulu olup, her çeşit hatadan sakınmaya ilişkin bilgidir. (Tarifat) Yani, her çeşit hatayı bilmek ve bundan sakınmaktır.
sela, sefere çıkmadan önce helalleşmek, vedalaşmak, iyi arkadaş seçmek, besmele ve dua ile yola
çıkmak, erken yola çıkmak, günün serin saatlerinde
yolculuk yapmak, kafileden uzaklaşmamak, binek
Her hata, kusur ve kabahat değildir. Onun için kusur, kabahat, suç, günah ve haram niteliğinde olmayan hatalar edep/âdâb kavramının kapsamına
girer. Âdâbın kapsamı ahlâkı içerir ama ondan daha
geniştir. Her ahlâk edeptir ama her edep ahlâk değildir. Kapsamı daha geniş olduğundan genellikle
ahlâk, âdâb çerçevesinde sunulmuştur.
hayvanlara iyi bakmak ve benzeri hususlar, seferin
âdâbındandır. Bu tür âdâb, evrensel olmayabilir, değişebilir, bunlara uyulmaması günah ve ahlâksızlık
sayılmayabilir.
Edep adı verilen kurallar, insanların işlerini kolaylaştırmak ve toplum düzenini sağlamak için konulmuştur. Toplum değiştikçe bunların bir bölümü ta-
İslâm’da, her çeşit sosyal ilişkiler, bir kurala bağlanmış ve bunlara da “âdâb” denilmiştir. Yemek yeme
âdâbı, evlilik âdâbı, sohbet âdâbı, yolculuk âdâbı,
öğretmenlik âdâbı, öğrencilik âdâbı vs. gibi. Me-
mamen veya kısmen değişebilir. Hayvanlarla yolculuk yapıldığı bir dönemde tespit edilen âdâb, motorlu araçlarla yolculuk yapıldığı bir dönemde, baş6
ka türlü olabilir. Âdâb-ı muâşeret, edep ve erkân
denilen bu tür kurallar, temel ahlâk ilkelerinin tamamlayıcı ve bütünleyici unsurları olarak da kabul
edilebilir.
fer, ilişkilerde mürüvvet/adamlık esas alındı. Adamlık da ortadan kalkınca, hayâ/utanma esas alındı.
Sonra hayâ kalmadı. Bu defa insanlar arası ilişkilere,
talep ve korku (menfaat temin etmek ümidi, zarara uğrama endişesi) egemen oldu” (Kuşeyri, Risale 455)
Muâşeret, âdâb ve nezaket kuralları, toplumdan
topluma değiştiği gibi, aynı toplumda, zamana
göre de değişebilir. Mesela, bir zamanda edebe aykırı sayılan erkeklerin başı açık gezmeleri, başka bir
zamanda ve mekânda edebe aykırı sayılmayabilir.
Âdâb, çeşitli kültürlere ve medeniyetlere göre de
değişir.
Cerirî, İslâm’ın ilk üç asrında, ahlâk alanında görülen değişimleri böyle özetlemiştir. Bu tespit eksik olabilir ama temelde doğrudur. Ahlâk alanında, bu ve benzeri değişiklikler görülmüştür. Fütüvvet ehli, ahiler, melâmet ehli, kalenderler, çeşitli tarikatlara mensup mutasavvıflar, fakihler, muhaddisler, hukemâlar farklı ahlâkî eğilimlere ve ahlâk felsefelerine sahip olmuşlardır. Bunların ahlâk anlayışları
da zamanla farklı şekiller göstermiştir.
Âdâb ve terbiye, çoğu zaman ahlâkla özdeşleştirilmiş, edepsizlik ve terbiyesizlik, ahlâksızlık şeklinde
anlaşılmıştır. Aslında, âdâb ahlâkla iç içedir ama ondan farklı bir şeydir. Din, temel ahlâk ilkelerine bağlı kalmayı farz, bunlara aykırı davranmayı haram sayarken, âdâba uymayı tavsiye etmekle yetinir ve
bunun da belli bir şekli üzerinde ısrar etmez. Âdâb,
tamamıyla örf ve âdetler çerçevesinde oluşur ve
toplumun kabulüne bağlıdır. Ama gelenekçilik zaman zaman âdâbı, ilahî emirler ve hükümler şeklinde algılamıştır.
İslâm ülkelerinin, Batı’nın etki alanına girmeleri,
yeni bir takım ahlâk şekillerinin ortaya çıkmasına
sebep olmuştur. Görev ahlâkı deontoloji (Kant), evrimci etik (H. Spencer), pragmatizm (R. Barton), özgür etik (J.P. Sartre), yararcılık, utilitarian (E. G. Moor,
R. Rashdall), erekli etik, teleolojik etik, püriten etik,
seküler/laik ahlâk immoralizm vs. gibi.
Bu tür ahlâk felsefeleriyle ilgili akımlar neticesinde;
iyi Müslüman, kâmil mü’min ve inançlı adam gibi
ahlâkî tiplerin yerini laik adam, liberal adam, sosyal
demokrat, medenî-uygar insan, aydın kişi gibi tipler almıştır.
İslâm toplumlarında, tarih boyunca çeşitli ahlâk
rüzgârları esmiştir. İlk müslümanlarda dinî, hukukî
ve ahlâkî hükümler bir ve aynı şeylerdi. Hiç bir ayırım yapmadan, Kur’an ve sahih hadisleri uygulamak, Hz. Peygamberi örnek almak, onların temel
hedefi idi. Bununla beraber, örfün belirlediği iyi
davranışlara sahip olmak, kötülerinden kaçınmak
da, önem verdikleri bir şeydi. Zaten bunu, onlardan
Kur’ân istiyordu. Daha sonraki dönemlerde bazı
müslümanlar zühdün, bazıları tasavvufun, bazıları da felsefenin, hikmetin cazibesine kapıldılar. Diğer bazıları da geleneksel ahlâkı titizlikle ve harfiyen sürdürdüler. Bu arada çeşitli kültürlerin ve kadim medeniyetlerin etkisiyle, belli temel ahlâk ilkelerini öne çıkaran ahlâk anlayışları da görüldü.
Batıdan gelen etkilerle üretilen bu tür ahlâk anlayışları kalıcı değil, geçicidir. Bir çeşit moda ahlâktır.
Kısa ömürlüdür. Ayrıca, dinî ahlâka ters olduktan
başka, çağlar boyu oluşmuş geleneksel ahlâka da
aykırı düştüğünden, toplumun tabanında ve alt
katmanlarında tutunamamıştır. Milli bünyeye ve
kimliğe de zıttır. Bununla beraber toplumun bazı
kesimlerinde, özellikle, kendini toplumun üst tabakası olarak görenler arasında kabul gördüğünden,
halk-aydınlar, yönetilenler-yönetenler şeklinde bir
ayrılığa hatta zıtlığa sebep olmaktadır. Sosyal bunalımın temelinde yatan etmenlerden biri, ahlâk konusundaki bu zıtlıktır.
Sûfî Ebu Muhammed Cerirî (ö. H.321) şöyle diyor:
“İlk nesil Müslümanlar arasındaki ilişkilerde, dini
hükümler esas alınmıştır. Sonra, din inceldi ve riayet edilmez oldu. Sonra, bu tür ilişkilerde vefa esas
alındı. Nihayet, vefakârlık da ortadan kalktı. Bu se-
Bu gün, İslâm toplumlarında görülen bunalımın temelinde yatan sebeplerin başında, ahlâk alanında
görülen perişanlık gelir.
7
Hoşgörünün
Sınırları
Prof. Dr. Ali AKYÜZ
“Onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız.” (Âl-i İmran,
denileştirilmek için gelmişlerdir. İslâm ve onun Peygamberi bunun için, birçok somut söz ve davranışla insanlığa örnek olmuş ve pek çok güzel miras bırakmıştır. Kim bilir, belki de “Ümmetin farklılığı ve
farkları kavrayıştaki ufku ve derinliği genişlemeye vesile ve gelişmeye elverişli bir rahmettir” anlayışı, böyle bir ufkun kazanılması ve İslâm’ı yorumlamadaki fikri esnekliğin, ilmiye sınıfı tarafından dillendirilmiş bir ifadesidir. Farklılıklar potansiyel suç
kaynağı değil, potansiyel güç kaynağıdır. Uzlaşma ve zıtlaşma/kutuplaşma kültürel bir nüanstır.
Kültür ondan çokça beslenir. Çünkü farkların beslediği düşünce dünyasından ve tecessüsten fikirler doğar ve gelişim başlar. Statükonun, aynılığın ve
tek tipçiliğin monotonluğundan da olsa olsa tembellik, durağanlık, şüphe, korku ve zulüm doğar.
3/119)
İletişim araçlarının gelişmesiyle sınırları genişleyen dünya aynı zamanda ilginç bir paradoksla özel
alanları daraltmaktadır. Çevreyle münasebetlerin
artması sebebiyle ortaya çıkan farklılıklar kendini
hissettirmektedir. Bu farklar karşısında oluşan tavırlar, bir etki-tepki biçiminde taraflara yansımaktadır.
Farklı olmanın ortaya çıkaracağı olumsuz etki ve
gerginlikleri asgariye indirebilmek ve farklılıkların
daha iyi ve mükemmele ulaşmak için insan zihninde açacağı yeni ufuklar için bir vesile olduğunu düşünmek, kâinatı kuşatan bir sevgiyle ve gönülle onlara yaklaşabilmekle ancak mümkündür. İşte o zaman, farklılıkları yok edilmesi gereken bir bölünme
ve parçalanmanın ayak sesleri gibi değil de, farklı
karakter ve kabiliyette olan kişilerin hayatı algılama
ve yaşama biçimleri olarak görürüz.
Ne renklerinden, ne inançlarından, ne giyim kuşamlarından, ne de kendi hür iradeleriyle benimsediği kişisel tercihleri ve başka sebeplerden dolayı
insanlara müdahale edilemez ve hiçbir sebeple zulüm reva görülemez. İnsan olmanın getirdiği temel
haklar müdahale kabul etmez ve dokunulmazdır.
Zaten her yönüyle kendine özgü, tamamen birbirinden farklı olduğumuz gerçeği bir fıtrat kanunudur. Bu bilinçle bakıldığında farklılıklar değil, tam
aksine tek tip ve aynılıklarımız yadırganabilir. Zira
her varlık, özünde tek ve yektir. O; hiç kimseye benzemeyen, eşi ve benzeri olmayan yüce Yaratıcı’nın
harika yaratması ve eseridir. O, ilahî bir nefha ve
soluktur.
Hz. Peygamber’in devr-i saadetinde, adalete dayalı hukuk zemininde herkesin kendini istediği gibi
tanımladığı bir sosyal sözleşme ve herkesin güven
duyduğu bir toplumsal yapı oluşturulmuştur. Fikri örgüsünü Kur’ân’ın belirlediği bir sosyal oluşum
herkes gibi Peygamberi de sorumlu tutmaktaydı.
Kimsenin zorla değiştirilmesine müsaade etmeyen
bir sosyo-politik ve sosyo-kültürel doku teşekkül
ettirilmişti. Dokunulmazlıkların olmadığı bir mesuliyetle herkesin uymak zorunda olduğu bir doku…
İnsanoğlunun tanıyıp bilmediği şeylere karşı nefreti ve vahşeti, terbiye edilmesi ve medenileştirilmesi gereken bedevî yönüdür. Peygamberler de zaten, onların mevcut bu bedevî/ilkel yönlerini me-
8
Gönderiliş hikmeti, insanlığa merhamet olan bir
Peygamberin, engin müsamahasına verilecek pek
çok örnek vardır. Ancak onu yine en güzel tavsif eden ve tanımlayan yüce Yaratıcı’nın şu ezeli ve
ebedi beyanıdır: “Bu Kitâb’a inanmazlarsa ve bu
yüzden helak olurlarsa, arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.” (Kehf, 18/6),
“Resûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!” (Şu‘arâ, 26/3) Hz. Peygamber yaşadığı dönemler itibariyle yahudi, hıristiyan
ve diğer inanç mensuplarıyla sosyal münasebetler
nokta-i nazarında insanlığa pek çok erdem öğretmiştir.
İnsan olma asgarî müşterekini yakalamak, daha
ötesi “Yaratılanı hoş gör, Yaradan’dan ötürü” anlayışınca yaratılanları sevgiyle kucaklamak,
Kâinatın ahenk ve düzeninden sorumlu insan olma
anlayışıyla aksaklık ve kusurların suçlusu olarak
kendini sorgulayan, başkalarını bağlayan sorumlu
ve duyarlı davranış,
İnsanın iç dünyasıyla çelişki ve çatışmalı yaşamasına razı olmayan sevgi ve merhamet dolu bir yaklaşım içinde olmak, hoşgörülü olmak…
Hoşgörü, bir yaklaşım ve tavırdır.
Hoşgörü, ufku dar olanla, ufku geniş olanın farkıdır.
Dünyada farklı dinlerin ve mensuplarının hiçbir
asimilasyon gayesi/politikası gütmeden ahenk ve
uyumla bir arada yaşadığına dair tarihi örnekler
aranırsa, İslâm’ın ve Müslümanların hâkimiyetinin
olduğu bölgelerden başka bir yer bulunamayacaktır. Bu anlamda İslâm’ın farklı düşünce ve inançlara
hiçbir tehdit ve tehlike gerekçesi üretmeden asimilasyon niyeti asla gözetmeden, sonuna kadar “diğer/başkası” tanımı yapması, ona farklılıkların çoğaldığı dünyada ciddi bir şans tanımaktadır. Diğer
din mensuplarının hâkimiyetinde olan yerlerden ne
yazık ki, engizisyon ve soykırım sesleri gelecektir.
İnanmazsanız üstünde gezdiğiniz toprağa bir kazma vurun! Altından neler fışkıracak, ne âh-ı eninler,
ne feryatlar yükselecek göreceksiniz.
Hoşgörü, güzele yaklaşım ve değişimi teşvik eden
sevgi dolu bir bakıştır.
Başkalarının istediği gibi değil, kendi olma vakarıdır hoşgörü.
Kendi olma çabasına ve vakarına karşı çıkanlara öfkeyle asılan, farklılıklarına rağmen beraberlikten
mutluluk duyan toplumun, gülümseyen çehresidir
hoşgörü.
Başkası olma riyakârlığına, kendi olma samimiyetini
tercih eden vakarlı insanlara top yekûn alkış tutabilme kadirşinaslığıdır hoşgörü.
Başkası ya da kendi olma, mücadelesinde “kendi
olma” tercihini haykıranların çığlıklarıdır hoşgörü.
İslâm’ın ve Müslümanların özgüveninden kaynaklanan bu engin müsamaha ve hoşgörüsünü yüce Yaratıcı, “Siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz bütün kitaplara inanırsınız, onlar ise sizinle karşılaştıklarında, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının
uçlarını ısırırlar.” (Âl-i İmrân, 3/118) ifadesiyle, acısıyla tatlısıyla Ehl-i Kitâb ve İslâm diyalogunun taraflarına dair eğilimin tarihi ve gelecek açısından panoramasını çok veciz biçimde çizmektedir. Erdemler kolay elde edilmiyor. Alın teri olmadan, güçlüklere göğüs germeden erdemlere ulaşmak mümkün
olmuyor. Olsa da mirasyedi gibi, kıymeti bilinmediğinden çabucak terk edip gidiyor.
Farklı da olsanız beraber yaşamaya mecbur olduğunuz dünyada, mecbur olma, katlanma anlayışını
geçip, beraberlikten mutluluk duymanın adı ve adresidir hoşgörü.
“Lâ edrî/Bilmiyorum” duyarsızlığı ve boş vermişliğine mukabil “Düşünüyorum, öyleyse varım” anlayışıyla kendini ve benini hissedenlere, kendi olma
samimiyetini gösterenlere toplumsal saygı duruşudur hoşgörü.
Başkaları istedi diye değişmek veya riyakârlık yapıp
değiştiğini göstermek değil, kendi olma vakarını taşıyanlara şiirsel bir övgüdür hoşgörü.
“Dinde zorlama yoktur”, bir başka ifadeyle “İnsanın, kendini istediği gibi tanımlama hürriyeti müdahale kabul etmez” anlayışını; dünyayı yaşanılabilir kılan bu anlayışı yok etmeye çalışanlara öfkedir
hoşgörü.
Toplumsal barış ve huzurlu bir dünya için esas olan
yine de hoşgörü ve müsamahadır. Hoşgörü, kendine saygı duymaktır. Kendine saygı insanı yüceltmektir. İnsanı yüceltmekse, bahanesiz her şart ve
durumda insanî erdemleri savunmak ve sahip çıkmaktır. Engin ve vakarlı olmalı...
Her değer gibi insanlığın ortak ve hayatî bir değer
olan sevgi ve hoşgörü de riyakârlıktan, ikiyüzlülük9
ten, en çok da hoşgörüsüzlerin ağzındaki istismar
ve pespayelikten kurtarılıp muhtevasıyla yüceltildiğinde hoşgörüdür. O takdirde bir can suyu misali şahsiyetli, vakarlı ve kendi gibi olanların yaşadığı
bir topluma hayat iksiridir, hoşgörü.
“Onları aranızdaki ortak değer ve asgari müşterekleriniz olan değerlere sahip çıkmaya çağır; Allah’tan
başkasına tapmayın, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, kiminiz kiminizi ilahlaştırmasın. Eğer kabul etmezlerse o takdirde ısrar edip tartışmayın. Siz, Müslüman olduğunuzu ve bu değerlere tek başınıza da
olsanız sahip çıkacağınızı söyleyin.” (Âl-i İmrân, 3/64)
Herkesin kendini dilediği gibi tanımlama anlayışını
bir inanç prensibi olarak kabullenen ve hiç kimseyi zorla değiştirmek gibi bir tavrı inanç esaslarıyla
bağdaştıramayan “beni” de başkaları asla değiştiremeyecek…
“Ehl-i kitâbın sizinle Hz. İbrahim’in yahudi ve hıristiyan olduğuna dair tartışmasına aldırmayın. Bu konuda sizinle neden tartışırlar ki? Tevrat ve İncil ondan sonra indirildi. Öyle olunca nasıl olup da Hz. İbrahim Yahudi ya da hıristiyan oluyor ki? İşte bunlar
böyle! Hadi bildikleri konularda tartışmaya giriyorlar neyse? Bilmedikleri konularda da aynı şeyi yapıyorlar. Allah en iyi bilir. İbrahim ne Yahudi ne de hıristiyan ne de müşrikti. O, tam anlamıyla, dosdoğru
bir müslümandı.” (Âl-i İmrân, 3/65-67)
Hoşgörü dalkavuklarının beni, kendileri yapma isteklerine karşı ben onlardan –iyiye mükemmele
ulaşmaları temennilerimle beraber- sadece kendileri gibi olmalarını istiyorum. Onlar benden kendilerine benzemem konusunda isteklerine hoşgörü
ve anlayış beklerken, ben onlardan kendim olma
arzuma hoşgörü bekliyorum.
Ruhumla bedenimle bir bütün olarak, Rabbimin istediği mükemmele doğru tekâmülün dışında değişmeyecek ve kendim kalacağım.
“Hem dikkat edin, ehl-i kitabın bazıları sizi yolunuzdan alıkoymak ve sizi sapkınlığa götürmek ister. Ancak onlar sadece kendilerini şaşkınlığa götürürler
de farkına bile varmazlar.” (Âl-i İmrân, 3/69)
Ruhaniyetine büyük saygı duyduğum Mevlânâ’nın
güzel sözü şiarınız olmalı:
“Ey ehl-i kitâb! Bildiğiniz halde niçin Allah’ın ayetlerini inkâr ediyor, eğriyi doğruya karıştırıyor ve bile
bile gerçekleri gizliyorsunuz?” (Âl-i İmrân, 3/70-71)
Ya olduğun gibi görün
Ya göründüğün gibi ol
“Ey Peygamber! Eğer ehl-i kitâb barıştan yana olursa sen de savaştan uzak dur. Barıştan yana ol!” (Enfâl,
Yani;
8/61)
KENDİN OL!
“Yahudileri Allah’a verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyle lanetledik ve kalplerini kaskatı eyledik. Onlar kitaplarını tahrif ve tağyir ederler. Pek azı hariç
onlardan daima ihanet görürsün. Ancak sen yine de
onları bağışla! İhanetlerine aldırış etme! Allah iyilik
edenleri sever.” (Mâide, 5/13)
İnsanî erdem ve faziletler manzumesi olan Kur’ân’ı
Kerim’de hoşgörü uzlaşma ve sosyal sözleşme ile ilgili örnek şahsiyet Hz. Peygamber’e şu bilgi ve emirler verilmektedir:
“Münafıklarla, Yahudilerin küfür içinde koşuşturmaları seni üzmesin! Onlar belli ki, hep yalana kulak verirler ve durmadan haram yerler. Yalan haber
yayarlar. Ancak sen onlar arasında adaletle hüküm
ver. Çünkü Allah adaletle davrananları sever.” (Mâide,
“Mü’minler, kıyamet ve dirilişe inanmayanları bağışlasınlar. Zira Allah herkesi yaptığına göre cezalandıracaktır. İyi iş yapanın faydası kendine, kötü iş yapanın da zararı yine kendinedir. Herkes Allah’a döndürülecek ve yaptıklarının hesabını verecektir.” (Câsiye,
5/41-42)
45/14)
“Kim sapıklıkta ise merhameti çok olan Allah ona
mühlet versin! Belki doğru yola erer. Ancak zamanı geldiğinde, azabı gördüklerinde kimin kötü durumda olduğu ortaya çıkacak ve herkes makam ve
mevkiini öğrenecektir.” (Meryem, 19/75)
“Yahudi ve hıristiyanlara, Allah’a teslim olup olmadıklarını sor. Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok, eğer reddederlerse, sana düşen sadece ve sadece tebliğ edip duyurmaktır. Allah her şeyi görüp bilmektedir.” (Âl-i İmrân, 3/20)
10
Ebû Osman Nişâburî kuddûse sirruh
(298/910)
İçimden, ‘Kapısının eşiğinde bir kuyu kazsam, içine
girsem ve emir vermedikçe çukurdan çıkmasam’
dedim. Bu halimi gören Ebû Hafs beni kendisine
yaklaştırdı ve has dostları arasına aldı.”
Derler ki:
Dünyada dördüncüsü olmayan üç kişi vardır.
Nişabur’da Ebû Osman, Bağdat’ta Cüneyd, Şam’da
Ebû Abdullah bin Cellâ.
Ebû Osman der ki:
Sûfî zâhidlerden Ebû Osman Said b. İsmail Hirî
Nişabur’da ikâmet ederdi. Aslen Rey’li idi. Şah Şucâ
Kirmanı ve Yahya b. Muaz Râzî’nin sohbetinde
bulunmuş, sonra bildiklerini dinletmek için Şah
Kirmânî ile birlikte Ebû Hafs Haddad’ı ziyaret için
Nişabur’a gelmiş. Ebû Hafs’dan icazetname almış ve
kızı ile evlenmiş, kayınpederinden sonra otuz küsur
sene yaşamış ve 298/910 senesinde vefat etmişti.
“Kırk seneden beridir Allah Teâlâ’nın beni içinde
bulundurduğu herhangi bir hâlden hoşnutsuz
olmadım, bir halden başka bir hale nakledince de
gazaplanmadım” (rızâ halini muhafaza ettim).
Ebû Osman ölüm yatağında iken hali değişti ve
bayıldı. Babasının ruhunu teslim ettiğini zanneden
oğlu Ebû Bekir üzüntüsünden gömleğini parçaladı.
Bunun üzerine Ebû Osman gözünü açtı ve:
Ebû Osman der ki:
“Yavrucuğum, bu hareketin zahir itibariyle sünnete
aykırıdır, bâtınî itibariyle de riya alâmetidir” dedi.
“Şu dört şey bir adamın kalbinde eşit olmadıkça o
kimsenin imanı kemâl bulmaz: Men‘-atâ, izzet-zillet”
(bir ihsana nail olma veya ihsanın engellenmesi,
izzetli olmakla zelil olmak hali yekdiğerine müsavi
olmalı).
Ebû Osman der ki:
“Allah’la sohbet (ve dostluk); güzel edeb, korku ve
murakabe hâlini devam ettirmekle olur. Rasûlullah
(s.a.s) ile sohbet sünnetine tâbi olmak ve zahirî ilme
dört elle sarılmakla olur. Allah Teâlâ’nın evliyası ile
sohbet; hürmet ve hizmet esasına dayanır. Ev halkı
ile sohbet iyi ahlâkla olur. Dostlarla sohbet, günah
olmamak şartıyla onlara daima müjdeler vermek ve
güler yüz göstermekle olur.”
Ebû Osman demiştir ki:
“Gençliğimde bir müddet Ebû Hafs’ın sohbetinde
bulundum. Bir keresinde beni meclisinden kovmuş
ve ‘Yanımda oturma!’ demişti. Yerimden kalktım,
arkamı ona çevirmeden, yüzüm yüzüne baka baka
geri geri gittim, beni görmeyecek kadar uzaklaştım.
Kuşeyrî Risâlesi
11
tasavvufî
şiirler
Tufan DOĞAN
Tasavvufun menşeini teşkil eden Aleyhissalâtü
Vesselâm Efendimiz, aynı zamanda tasavvufî şiirlerin de membaıdır.
lah. Çünkü bu Na‘tları yazmak, Peygamber aşkı gerektirir.
Hazreti Allah’a bir şiir aracılığıyla tazarruda bulunmak aşk ister. Mevlânâ hazretlerinin de buyurduğu
gibi:
Nasıl ki Ehl-i Sûfî, Peygamber Efendimizin çardağı
altındaki yünden elbise giyen Ashâb-ı Güzîn’den ilhamını alıyorsa, İslâm şairleri, özellikle de sûfî şairler
de Abdullah bin Revâha’dan, Ka‘b bin Mâliklerden,
Hassân bin Sâbitlerden şiir geleneğini alıp bize
ulaştırmaktadırlar.
“Aşkı yoksa o kişi yok olsun…”
Zamanımıza ışık tutan meşâyıhtan Abdullah
Efendi’nin buyurduğu gibi:
“Aşkın varsa gidersin, Ravza’ya yüz sürersin…”
Şiir sözü, kökte Arapçaya dayanır. Sözlükte; bir şeyin inceliklerini bilmek, sezerek vâkıf olmak, ahenkli ve güzel söz söylemek manasına gelir. (İslâm Ansik-
Burada aşk kelimesini iyi anlamak gerekir.
Aşk kelimesi literatürde; şiddetli ve aşırı sevgi, bir
kimsenin tamamen kendisini sevdiğine vermesi,
sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona
düşkün olması (İslâm Ansiklopedisi, c.4, s.11) manasına
gelir.
lopedisi, c.39, s.144)
Şair de; nesne ve olaylara bilerek ve sezerek vâkıf
olan, ölçülü ve ahenkli söz söyleyen kişiye denir.
(İslâm Ansiklopedisi, c.38, s.298)
Bazı sûfî şairlerin tulû‘atı diğer şairlerin doğadan,
insandan esinlenerek yazdıkları şiirleriyle karıştırılmamalıdır. Bizim buradaki çalışmamız daha çok bir
tasavvuf şairinin hissini yansıtan bir şiiri ele alıp o
konuda âcizane bir analiz yaparak anlamına vâkıf
olmak, olacaktır. Yoksa şairi ya başkası medhetmiştir veya şiirinde kendisi hissedip vâkıf olduklarını
dillendirip yazıya dökmüş ve böylece bilinmek istemiştir. İnşallah ileride her yazımızda bir şairi ve şiirini yazıp konuya biraz ışık tutmak istiyoruz.
Tasavvuftaki karşılığı; Muhabbet ve Hub’dur.
Nasıl ki Na‘t-i Şerîf yazan şairler, Resûlullâh’ı medh
u senâ ederek ondan şefaat istiyorlarsa; bizlerde bir
şairi dillendirerek onların şefaatine nail oluruz inşal-
Burada girizgâhımızı yaptıktan sonra inşallah geniş
bir çalışma gerektiren şiir incelememizi bir diğer yazımıza bırakıyoruz.
(İslâm
Ansiklopedisi, c.4, s.11)
Bu manaları içeren tasavvufî şiirleri araştırmayı,
bunları konu başlığı yapmayı, bu vesileyle hem tarihi, hem edebî ve hem de mana yönünden sizlere
bir pencere açmayı düşünüyoruz.
Belki bizler şiir yazamayız ama bu şekilde bizlere manevi bir bereket ulaşır ve bu şekilde rahmet-i
Rahmân’a kavuşuruz.
12
Gerçek Yûnus Emre
Tarih boyunca iyi-kötü, hayır-şer mücadelesi süregelmiştir. İyiler kendi saflarını, kötüler de kendi saflarını doldurmaya, kuvvetlendirmeye çalışmışlardır. Bizler mü’minler olarak daima iyilik ve hayrı yaşayıp yaşatılmasına gayret etmeliyiz. Bakara suresinin 148. ayetinde:
şairlerinden biri olan Yunus Emre’nin hayatı ve kimliğine dair hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Yunus’un bazı mısralarından, 1273’de Konya’da
Hakk’a vuslat eden, tasavvuf edebiyatının büyük ustası, büyük veli ve âlim Mevlana Celaleddin
Rumî (k.s) ile karşılaştığı anlaşılmaktadır; buradan
da Yunus’un 1240’larda ya da daha geç bir tarihte
doğduğu sonucu çıkarılabilir. Bilinen hususlar onun
Risaletü’n-Nushıyye adlı eserini H. 707 (M. 1308) yılında yazmış olması ve H. 720 (1321) tarihinde vefat etmesidir. Böylece Yunus Emre XIII. yüzyılın ikinci yarısıyla XIV. yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır. Bu
çağ, Selçukluların sonu ile Osman Gazi devrelerine
rastlamaktadır. Yunus Emre’nin şiirlerinde bu tarihlerin doğru olduğunu gösteren ipuçları bulunmakta; şair, çağdaş olarak Mevlânâ Celaleddin, Ahmet
Fakıh, Geyikli Baba’dan bahsetmektedir. Köyünde
çiftçilikle uğraşır iken zamanın irfan yolu rehberlerinden Hacı Bektâş-ı Veli Hz.lerine ve O’nun emri ile
son mürşidi Tabduk Emre Hz.lerine varışı ve O’nun
gönül pınarından kana kana içişi; sonrasında da bu
feyzi şiir lisanı ile insanlığa anlatışı... Uzun bir nefs
mücadelesi dönemi ve ham iken pişerek yanış... İşte
Yunus Emre’miz...
“Herkesin yöneldiği bir yönü, tutumu vardır. O
halde ey mü’minler, siz de hayır işlerine koşunuz, bu hususta yarışınız. Nerede olursanız olunuz, sonunda Allah hepinizi bir araya getirir.
Şüphesiz ki Allah, her şeye kadirdir, O’nun gücünün yetmeyeceği hiçbir şey yoktur.” buyrulur.
Hayırdan uzak duran gün gelir şerre düşer. Çünkü
iyilikler insanı kötü işlerden koruyan bir zırh gibidir.
Abdestli insan huzurludur, çünkü abdest bir nurdur. Zikreden insan ferahtır çünkü “Dikkat ediniz
kalbler ancak Allah’ı zikirle, anmakla huzur bulur, rahata kavuşur” (Ra‘d sûresi 28. ayet) buyrulmuştur.
Hadis-i Şerifte Sevgili Peygamberimiz (s.a.s): “elHayru kesîrun ve kalîlün fâilühû / Hayır çoktur,
işleyeni azdır” ve “Din hayırhâhlıktır (herkes için
hayır dilemektir).” (Tecrîd-i Sarîh) buyurmuştur. Çünkü iyilik sahipleri asla unutulmaz, hayırla anılır, kötülük sahipleri de zararları ile hatırlanır. “el-Birru
lâ yeblâ / İyilik eskimez, yani iyilik sahibi daima
hayırla yâd olunur.” (en-Nebhânî, el-Fethu’l-Kebîr, I, 490)
hadis-i şerifine uymak için elden gelen gayreti göstermemiz, hayır işlerde gayret etmemiz bize en yakışan davranıştır.
Türk tasavvuf şairlerinin tartışmasız öncüsü olan ve
Türk’ün İslâm’a bakışını Türk dilinin tüm sadelik ve
güzelliğiyle ortaya koyan Yunus Emre, sevgiyi yaşam hedefi haline getirmiş örnek bir insandır. Yaklaşık 700 yıldır Türk milleti tarafından dilden dile aktarılmış, ilahilere söz olmuş, yer yer atasözü misali
dilden dile dolaşmış mısralarıyla Yunus Emre, Türk
kültür ve medeniyetinin oluşumuna büyük katkılar
sağlamış bir gönül adamıdır.
Hayır yollarında bazı muhterem kişiler ihlasları, sevgileri, ilim ve irfanları sebebiyle Hakk Teala (c.c) tarafından öne çıkmışlar ve tanınmışlardır. Bunlardan biri de büyük ârif ve veli, yanık âşık Yûnus Emre
Hz.leridir. Bilinen dervişlik hikâyesi, Tabduk Emre’ye
varışı ve meşhur hizmeti başlı başına bir konudur.
Kısaca değinip devam etmekte fayda var.
Yunus’un Düşünce Dünyası
Yunus Emre yalnızca tasavvufla, dinle ilgili konularda, genellikle coşkun, zaman zaman da öğretici şiirler yazmıştır. Konuları bu çerçevenin dışına pek çıkmaz. Ama soyut bir dünya kurarak değil de, yaşadığı somut, maddi dünyanın kavramlarıyla yazdığı
için, şiirleri aydınlık, sıcak, daha önemlisi, çağımızın
insanına, öbür dünya özlemiyle yanmayan, Allah’a
kavuşmak gibi bir sorunu bulunmayan insanlara da cana yakın gelen, şaşırtıcı bir gözlem ve an-
Yunus Emre’nin Hayatı (1238-1328)
Türk milletinin yetiştirdiği en büyük tasavvuf erlerinden ve Türk dili ve edebiyatı tarihinin en büyük
14
latım gücüyle yüklü şiirlerdir. Dinsel konularda yazıp böylesine yaşamın içinde kalabilen, apaydınlık
olabilen başka şair yoktur. Bunda tasavvufun getirdiği hoşgörünün, bağışlama, sevgi gücünün büyük
etkisi bulunduğu bir gerçektir. Ama burada unutulmaması gereken ince bir nokta vardır ki bu da zulüm, kin, öfke, şeytanlık, gurur, kibir vs. gibi her türlü bencil ve kötü duyguların hoş karşılanmadığı da
Yunus’umuzun şiirlerinde görülmektedir. O sadece kişiye değil kötülüğe düşmandır. Kötü insan gün
gelir kötülüğü bırakır diye merhamet ve hoşgörü ile
nasihat ve tavsiyeleri vardır.
Hakk’tan görünüp, Yunus Emre postuyla görünen
kuzu kılıklı kurtlar mıdır dersiniz?
Söylesin Yunus; kendi dilinden kendini anlatsın...
Çalap nurdan yaratmış,
Canını Muhammed’in.
Âleme rahmet saçmış,
Adını Muhammed’in.
Muhammed bir denizdir,
Âlemi tutup durur.
Adımız miskindir bizim,
Düşmanımız kindir bizim.
Biz kimseye kin tutmayız,
Kamu âlem birdir bize.
Yetmiş bindir peygamber,
Bizim Olmayan Yûnus
Allah’ın Kur’ân’da bildirdiği hükümler demek olan
şeriata can u gönülden bağlıdır.
Gölünde Muhammed’in. (s.a.s)
Sevgili Peygamberine böylesine âşık ve bağlı bir
zattır Bizim Yunus...
Zamanımızda; bir gönül ehli, İslâm’a sımsıkı bağlı,
mutasavvıf olan bir Yunus Emre’den çok; farklı bir
mezheptenmiş gibi tanıtılan, şiirlerindeki konular göz ardı edilen, sevgi olsun da yanında ne olursa olsun (!) anlayışına sahip, herkesi sever, her şeyi
sever, diyalog ustası (!) bir insan portresi çizilmektedir. Böyle bir Yunus yaşamışsa, Tabduk Emre’nin
irşad dairesinde yetişmiş, nefsini terbiye için 25
sene tekkeye Elif gibi düpdüzgün odunlar taşımış
Bizim gerçek Derviş Yunus Emre’miz olmadığı apaçıktır.
Şeriat, tarikat yoldur varana,
Hakikat, marifet, andan içeri.
İslâmsız tasavvuf olamayacağını, tasavvufun
İslâm’ın özü olduğunu söyler Bizim Yunus...
Şimdi bu örnekler çoğaltılınca Yunus Emre’mizin
her şiirinin Kur’ân ve Hadis, olduğu apaçık görülmektedir. Hani nerede “içelim, semah edelim, coşalım her şeyi sevelim, kafiri, vs.yi hoş görelim” (!)
diyen Yunus Emre, nerede? O Yunus kimindir bilinmez ama gerçek Yunus; ârif, âşık, derviş Yunus Emre
Hz.leridir.
Bizim Yûnus
Hakk’tan başka kimse bilmez,
Kâfir, Müslüman kimdiğin.
Durmuş marifet söyler,
Ben kılarım namazımı,
Erene Yunus Emre’m.
Hak geçirdiyse nazımı.
Yol eriyle yoldadır,
Yolsuza yoldaş değil.
diyen bir Yunus Emre var... İslâm dinine son derece
bağlı, gereklerini yerine getiren bir kişi… Ve bu kişinin İslâm potası içinde aşkla yanıp söylediği şiirleri, insanî aşk gibi anlayıp, anlatıp, böyle bir tefekkür denizi insanı kılıf olarak kullanıp, İslâm’a ters,
Müslümana düşman bir grup da var. Bunlar suret-i
Yunus Emre kendi yolunda olmayan, yoluna uymayanlara yoldaş değildir, kendi izinde yürüyenlerin
arkadaşıdır, dostudur.
Vesselâm...
15
Lale (Lala) Camii
Abdülkâdir ATEŞ
Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimizin rûhaniyetinin manevî toplantı idare eylediği Camii Şerîf…
Caminin ahşap minberi ağaç oyma tekniği ile yapılmış olup, Selçuklu ağaç işçiliğinin en güzel örneklerinden birisidir. Taklit kündekâri olan bu minberin
üzerinde Âyetü’l Kürsî yazılıdır.
“Lala Paşa Camii” veya “Lale Camii” olarak bilinmektedir. Tipik bir Selçuklu dönemi eseridir.
Orijinal mihrap günümüze gelememiş, ancak sonradan aslına uygun olarak yenilenmiştir.
Kiçikapı Meydanı’nın hemen güneyinde, Kayseri lisesinin güney doğusunda bulunmaktadır. İnşa tarihi hakkında kesin ve aydınlatıcı bir bilgi yoktur. Halk
arasında “Lale Camii” olarak bilinmekle beraber, tarihi kayıtlarda “Lala Musluhiddin Camii” olarak geçer.
Geç Osmanlı dönemine ait minaresi, kare kaide
üzerinde yuvarlak kaideli ve tek şerefelidir.
Caminin doğu tarafına bir türbe, kuzey tarafına da
bir hamam eklenmiştir.
Bu mübarek mekân, günümüzde ibadete açık tutulmaktadır.
Ahmed Nazif Efendi, Mirât-ı Kayseriyye (Kayseri’nin
Aynası) adlı eserinde caminin bir ismini de “Lala
Muhlisiddin Paşa Camii” olarak zikretmiştir.
Manevî Bir Toplantı / Meclis-i Rûhâniye
Mimarî özellikleri itibariyle tipik bir Selçuklu dönemi eseri olan caminin 13. yüzyılda inşa edildiği sanılmaktadır.
Bu Cami-i Şerif’te, bir gece Peygamberler Sultanı
(a.s) Efendimizin evliyâ-i kirâm ile manen/rûhanî
olarak toplanıp meclis kurdukları bilinmektedir. Bu
mümkündür çünkü onlar ruhanî hayat ile diridirler.
Çeşitli tarihlerde onarım görerek günümüze ulaşmıştır. Ahmed Nazif Efendi, camiin 1239 (M.1823)
ve 1273 (M.1856) tarihlerinde bir ölçüde tamir edildiğini, hayli vakıf gelirinin bulunduğunu, bitişiğinde bir sıbyan mektebi ve bir çeşmesinin bulunduğunu belirtmektedir. Çeşme bugün hala ayaktadır,
sıbyan mektebi ise yok olmuştur.
Bu konuda pek çok eserde evliyanın hayatta olanları ya da ölüm ötesi hayata intikal etmiş olanlarının bazı zamanlarda izn-i İlâhî ile bir araya geldikleri
zikredilir. Genelde zamanın tasarruf ehli velisi, yani
Kutbu toplantıya başkanlık eder.
829 metrekare olan cami, dikdörtgen planlı olup,
ilk yapılışında üzeri toprak damlı idi. Sonradan ibadet mekânının üzerine büyük ölçekli bir kubbe inşa
edilmiştir. Ayrıca kalın sütunlar üzerinde tonozlarla
tamamlanmış bir tavana sahiptir.
Buluştukları yer malum değildir fakat bir hikmete
binaen Lale Camii bu toplantıya ev sahipliği etmekle meşhur olmuştur. Rasûlullah (s.a.s) Efendimizin
böyle bir toplantıya bizzat başkanlık etmesi harikulade bir hadisedir. Nitekim Cami içindeki Osmanlı
16
döneminde konulmuş kitabede de bu husus belirtilmiştir. Osmanlıcadan çevirisinde aynen şu ifadeler yer almaktadır.
“Burada Fahr-i Risâlet Meâb Efendimizin bir meclis-i
rûhaniyeye riyâset buyurdukları mütevâtiren
mervîdir.”
Günümüz Türkçesine aktarırsak:
“Bu mekânda Peygamber (s.a.s) Efendimizin ruhanî
bir toplantıya başkanlık eyledikleri, çok sağlam bir
şekilde rivayet edilmiştir.”
Daha başka harikulade hadiselerin de meydana
geldiği, canlı şahitleri ile halen anlatılmaktadır.
Restorasyon yapılırken yanında bulunan türbe restorasyona alınmamıştır. Burada yatan zat birkaç
gece bu mahallenin muhtarının rüyasına girer ve
türbenin de onarılmasını ister. Hatta türbe duvarlarının sıvalarının altında türbeyle ilgili bir yazı olduğunu da bildirir. Bunun üzerine harekete geçen
muhtar konuyu ilgililere bildirir. Türbe duvarlarının
iç kısmında sonradan yapılmış olan sıva kaldırılır ve
gerçekten bir yazı olduğu ortaya çıkar. Bunun üzerine türbe de onarıma alınır.
Lale Camii ya da Lala Camii olarak ta bilinen bu güzide mekânın maneviyatı çok yüksektir. İçinde her
camide olanın dışında daha başka ruhanî bir koku
ve hava mevcuttur.
Camii bakımsız kalmış olması yönüyle yetkililerin
ve hayır sahiplerinin ilgisini beklemektedir.
Yolunuz Evliyâ diyarı Kayseri’ye uğrarsa, Lale
Camii’ne uğrayıp iki rek‘at namaz kılıp, kendiniz ve
cümle mü’minler için dua ve niyazda bulunsanız
gayet güzel ve hoş olmaz mı?
17
Ey Rabbim!
Sanki Ben İbrahim’im
Zülcenâheyn
Hz. İbrahim’im ben,
Bu üniversite.
Kâbe’de duvarları yükseltiyorum
Aç yolumuzu ey Allah’ım!
Oğlu İsmail’le,
Seni tanımayanlar tanısınlar,
Ve yalvarıyorum Rabbime;
Seni anlamayanlar anlasınlar,
Bu ıssız çölde,
Ve o yüce divanda, hesapta
Ot bitmez kervan geçmez yerde,
Kolayca kurtulsunlar.
Kuşlar bile uçmuyor göklerde…
Hem bu dünyada, hem de âhirette
Burayı kim ziyaret eder, diye düşünüyorum.
Huzur bulsunlar.
O’na iltica ediyor ve diyorum.
Bunlar bizim dualarımız,
Birden bire kalkıyor perde,
Sana layık değil belki
Duyuyorum Rabbimin hitabını sanki;
Âminlerimiz.
Sen Kubeys dağına çık, bağır!
Belki günahkârdır
Çağırmak senden, işittirmek benden
Şu dillerimiz.
Diyen Allah’ım!
Belki tam dua edemiyor
Ne olur,
Şu gönüllerimiz.
Şu iman ıssızlığı olan yerde,
Belki hakkı tutup kaldırmıyor
Şu şehirde, şu Gent’te
Bu ellerimiz.
Kurduğumuz İslâm Üniversitesini,
Sonsuzluk, sonsuzluk ebed âlemin,
Sen yükselt her yerde.
Bize iyilikler ver,
Sana âşık olan âşıklar,
Güzellikler ver,
Koşarak gelsinler ve öğrensinler.
Rabbu’l-Âlemîn!
Nasıl ki Endülüs’te, Kurtuba’da
Bir çıtırtı duydum ta uzaklardan,
Senin ismin yücelmişti,
Bir zikir işittim şu yapraklardan,
Yücesin, Rahmet sahibisin,
Rabbim bizi mahrum bırakma,
Bu içten dualarımızı
Uzak kılma tesbihini, zikrini
Bırakma yerde!
Şu dudaklardan!
Yerde de kabul görsün, göklerde de.
Kirlendi dünya
Kurtuluşu olsun insanlığın
Günahkâr insanlarla,
18
Bilinsin sadece dünya değil,
İşlemeyecek, işlemeyecek, işlemeyecek
Hava kirlendi,
Hüküm Allah’ındır,
Sular kirlendi,
Mülk de Allah’ın…
Toprak kirlendi,
Var mı bir kimse, bir şey diyecek!
Lokma kirlendi,
Ey küfür, ey zulüm!
İnsanlık kirlendi…
Ey akan kanlar,
Analarından tertemiz doğan
Bekle sonunu!
Masum yavrular büyüyünce,
Doğuyor,
Bu kirlilikleri temizleyecekler.
Yeniden nurlu ufuklar.
İştiyakla beklendi
Doğacak nurlu güneşi bekliyor,
Gözler yollarda,
Şu KARANLIKLAR.
Mehdî ufuklarda,
Adım adım İsâ inecek.
İsâ göklerden emir bekliyor.
Toprak kirlendi,
Esmer tenli kıvırcık saçlı,
Hava kirlendi,
Sanki banyodan yeni çıkmış gibi
Ve sadece insanlar demiyorum,
Saçları ıslak, pırıl pırıl
Bütün canlılar zehirlendi.
Ve dolgun vücuduyla,
İşte dünyayı bu zehirlerden temizleyecek
Yüzleri ışıl ışıl…
Bir el lazım,
Deccali yere serecek
Bir dil lazım,
Bir vuruşuyla,
Bir kalb lazım…
Sonra da savaşlar,
EĞER İSTERSEN,
Melhame-i Kübrâ olacak
Bu el, senin elindir.
Mehdî ve İsâ, ehl-i küfürle
Bu dil, senin dilindir.
Onlar savacak,
Bu kalb, senin kalbindir.
Tam kırk yıl bu dünyada
Sonunda ne olacak?
Kalacak.
Lütfu Rahman doğacak,
İsâ, İsâ deyip geçmeyin,
Sevap hanen akan sevaplarla
Geleceğini bekleyin.
Dopdolu olacak.
Ötelerden veren haber
Herkes ettiğini,
Peygamber,
Herkes ektiğini
İsâ’nın gelişini,
Bulacak.
Onun inişini,
Ve göklerden çağıran Allah,
Gözler önüne serer.
Bu elleri, dilleri, gönülleri
O gelince putlar kırılacak,
Cennetine koyacak.
Şaraplar dökülecek,
“İrci‘î ilâ Rabbiki” hitabı
Hınzırlar öldürülecek,
Senin olacak.
Bu dünyada tam kırk yıl
Sen de, siz de, sizler gibi olanlar da,
Hüküm sürecek.
O cennetlerde
Ateş, su, toprak ve hava
Ebedî kalacak.
Onun emrine verilecek.
İşte bunun için tut elimi beraber gidelim!
Her türlü teknoloji
Bu İslâm üniversitesini kıyamete kadar
Ve silahlar
Beraber götürelim.
19
Ankâzâde Köstendilî Halîl Efendi’nin
Tûti İhsan Efendi’ye Mektubu (28)
Muhterem İhsan Efendi oğlum,
men o mecliste hazır olur. Allah’ın lanetinde olan
şeytan bile anıldığında hemencecik orada bitiveriyorsa Allah Teâlâ’nın kabz-ı rahmânında ve ikramında olan velîler niye intikal etmesin? İşte bu kadarcık
söz bunu kabul etmeyen münkirlere kâfi gelir. Hz,
Ömer (r.a) üç aylık mesafedeki komutanına sesleniyor ve o kumandan da Ömer Efendimizin sesini duyuyor. İşte aynı sır bu halin vârisleri arasında cereyan etmektedir, vesselâm.
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize ve
gönlü sizinle beraber bulunan kardeşlerimizin üzerine olsun.
İhsan Efendi oğlum,
Evliyanın sözlerine kibâr-ı kelâm denir. Velîler peygambere vâris olan zâtlardır. Binâenaleyh onlar,
zuhûr etmedikçe ve gönüllerine ilhâmât havale
olunmadıkça mümkün mertebe söz sarf etmezler.
Konuştukları zaman da bir sebebe binâen konuşur,
hele hele sohbet açtıklarında yahut hitap ettiklerinde muhakkak emr-i manevî ve zevk-i ilâhî ile kelâm
ederler. Evliyâullahın isimlerini bilmek, en azından
tarîkinin silsilesinde bulunan ve cümle tarikat ehlinin gönül silsilesinde mevcut olan velî zâtların ismini bilmek zât-ı âliniz için elzemdir. Evvelce zikrolundu, evliyâullahın ruhları, isimleri anıldığı demde
bundan haberdar kılınır, zikredildikleri meclise ilâhî
rahmetle ve nurla nüzûl ederler.
Pek kıymetli İhsan Efendi oğlum,
Efendimiz (sav)’i Medine-i Münevvere’de, evinde
misafir eden mihmândâr-ı Resûlullah Hz. Hâlid Ebâ
Eyyûb el-Ensarî ve yine Efendimiz’in “Ne güzel kumandandır!’ diye müjdelediği Fâtih Sultan Mehmed Han Efendimiz’in makamları gözümde tütüyor. İstanbul’da yaşayan insanlar ne kadar şanslı! Her sokakta, her semtte velîler makam tutmuş.
Pîr Hüsameddîn-i Uşşakî, Pîr İsmail-i Rûmî, Pîr Sümbül Sinan, Pîr Musa Musluhiddîn Merkez Efendi,
Seyyîd Nizam Hazretleri, Pîr Mehmed Emîn Tokadî,
Pîr Abdulehâd en-Nûr-i Sivasî, Pîr Ümmî Sinan, Pîr
Muhammed Nasûhî, Bayramî ricâlinden Pîr Himmet Efendi ve Şazeliyye, Bedeviyye, Rıfaiyye ve
Nakşibendiyye’nin birçok meşayihi bu güzel beldede medfundur. Bu mübarek belde-i tayyibeye şöyle bir nazar eylesen “Lâ ilâhe illallah Muhammedür Rasûlullâh” kelime-i tayyibesini aşikâre görürsün. Yeryüzünde Müslüman şehri olduğunu bu kadar bâriz vaziyette gösteren başka bir şehir yoktur
dersem mübalağa etmiş olmam. Şehrin caddelerini
ve sokaklarını dolaşan insanlar bile Cenâb-ı Hakk’ın
rahmetine ve zikrine, muhakkak bir şekilde nail olu-
Şeyhim, sultânım; fakîre şöyle tarif ederdi: Oğlum, uyuyan kuşları bilirsin, boyunlarını kanatlarının altına doğru sokar, öylece tünerler. Seslendiğin vakit hemen başlarını kaldırır, dikkat kesilirler.
İşte evliyâullah hazerâtının ruhaniyetleri de böyledir. İsimleri anıldığı vakit hemen başlarını kaldırır,
o meclislere ruhen intikal ederler. Tabiî ki bu sözler manevî zevki olan kalbi uyanıklar içindir. Derdimiz münkiri ikrara getirmek değildir amma hiç
böyle şey olur mu, diyenlere küçük bir îkazım var.
Şeytan -şerrinden Allah’a sığınırız- ismi zikredildiğinde yahut onunla alakalı bir fiil işlendiğinde he-
20
verirler. Zikretmeden, Fâtiha okumadan burada yaşamak nerdeyse mümkün değildir. Semâlarında “Allahu Ekber” sesi, zemininde de şehit kanları vardır.
İşte İstanbul’un “Dersaâdet ve Âsitâne” olarak şöhret bulması boşuna değildir.
Kebîr’dir- Halvetîlere, Edirnekapusu’ndaki Kâriye
Câmii ricâl-i Nakşiyye’ye havale edilmiş. Bunun gibi
birçok sokak ve caddelere mescidler inşa edilmiş.
Şerîat üzere bina olunan o mescidlere tarikat ehli
sûfiler tayin edilmiş.
Seyyah İhsan Efendi oğlum,
İstanbul hakkında çok güzel
bir menkıbe var. Mademki yeri
geldi, hem rahmete hem de
ecdadımızı hayırla yâd etmeye vesile olur inşâallah. Fâtih
Sultan Hazretleri İstanbul’u
fethettikten sonra hocası
Akşemseddîn-i Velî’ye:
“Bu fetih bize müyesser oldu
lâkin merak ediyorum tekrar küffar eline geçmesi mukadder mi yahut bu beldenin
Müslümanların elinden çıkmaması için nasıl tedbir alalım?”
diye sormuş. Hacı Bayram-ı
Velî Hazretleri’nin halîfesi olan
Akşemseddîn-i Velî Hazretleri bu meseleyi Cemâleddîn-i
Halvetî Hazretleri’ne havale
etmiş.
“Beraberce
gidelim,
Hz.
Şeyh’ten bunu suâl edelim.”
demiş. Hz. Şeyh Cemâleddîn
Aksarayî Halvetî, Fâtih Sultan
Efendimizin bu sorusunu izn-i
ilâhî ile şöyle cevaplamış:
İstanbul’da yaşayan insanlar ne kadar şanslı! Her sokakta, her semtte velîler makam tutmuş. Pîr Hüsameddîn-i
Uşşakî, Pîr İsmail-i Rûmî,
Pîr Sümbül Sinan, Pîr
Musa Musluhiddîn Merkez Efendi, Seyyîd Nizam Hazretleri, Pîr Mehmed Emîn Tokadî, Pîr
Abdulehâd en-Nûr-i
Sivasî, Pîr Ümmî Sinan,
Pîr Muhammed Nasûhî,
Bayramî ricâlinden Pîr
Himmet Efendi ve Şazeliyye, Bedeviyye, Rıfaiyye ve
Nakşibendiyye’nin birçok
meşayihi bu güzel beldede medfundur. Bu mübarek belde-i tayyibeye şöyle bir nazar eylesen “Lâ
ilâhe illallah Muhammedür Rasûlullâh” kelime-i
tayyibesini aşikâre görürsün.
“Ey oğul, bu belde-i tayyibenin
(güzel beldenin, İstanbul’un)
kıyamet sabahına kadar küffâr
eline geçmesini istemiyorsan
öyle bir nizam kur ki, her gün
yetmiş bin kelime-i tevhîd bu
mübarek beldenin semâlarına
yükselsin. İşte o zaman düşman istilasından emin
olur.” Hemen bunun üzerine Sultan Fâtih Mehmed
Han, zikir halakalarının bulunduğu yerler ikame eylemiş. Meselâ Ayasofya Câmii -ki diğer adı “Câmi-i
Bundan dolayı İhsan Efendi oğlum, yeryüzünde en çok
câmi, mescid, tekke ve zâviye
olan şehir İstanbul’dur. Hatırıma gelmişken şunu da arz
edeyim:
Sultan Fâtih, Cemâleddîn-i
Halvetî Hazretleri’ne hürmeten şehrin bir semtine “Aksaray” ismini ve bir mahallesine de “Sofular” ismini vermiştir. İnşâallah ziyaret ettiğinde Fâtiha ve dualarını bu
mekânlarda bol bol yaparsın.
Bir velîyi göçtükten sonra ziyaret etmek, hal-i hayatında elini
öpmekten farksızdır.
“Görenedir görene, köre nedir köre ne…”
Cenâb-ı Hakk ziyaretlerini şimdiden kabul buyursun.
İstanbul’daki bir mühim makam da şehrin yani sur içinin
en yüksek mahalli Edirnekapı civarında Hz. Pîr Nureddîn
Cerrahî Efendimiz’in kabridir.
Bu zât pîrimiz Ramazaneddîn-i
Mahfî Hazretleri’nin yolundan gelen çok büyük bir zâttır.
Hakkında muhtasar malumât
yerinde olacaktır. Zîrâ bu zât
hâtemü’l-mûctehidîn’dir. Tabiî
şimdi bunu da anlatmak lâzım.
İhsan Efendi oğlum,
Hâtemü’l-evliyâ ile, hâtemü’l-müctehidîn ayrı mefhumlardır. Hâtemü’l-evliyâ kişinin velayet makamının nihayetinde olması manasına gelir. Yani her-
21
kesin kendine göre bir manevî kabiliyeti vardır. Bu
manevî kabiliyet nisbetinde de velayet derecesi
vardır. Velâyet derecesinin nihayeti nübüvvet makamının başlangıcıdır. Hiçbir velî, nebî olamaz; muhaldir. Fakat velîler muhakkak nebîlerin ve bilhassa
Nebiyy-i Zîşan Efendimiz’in bir cihetten vârisidirler.
Velîler nebilerden feyiz alır, ümmetin velîleri tâbi
oldukları peygamberin feyzinden hissedar olurlar. Dolayısıyla birden fazla velî hâtemü’l-velâyet
makamına çıkabilir. Amma hâtemü’l-müctehidîn,
tarîkatta içtihad eden pîrlerin sonuncusu demektir. Yani bu pirden sonra ehl-i tarikata yeni esmâ nizamı yahut evrâd tertibi verilmeyeceğine işarettir.
Bu hazretin, Efendimiz (s.a.v) ile acayip benzerlikleri vardır. Şöyle ki:
evliyânın tarîkleri bir su kaynağının muslukları gibi
yani şadırvanın çeşmeleri gibi, demiş idim. Kişi meşrebi ve mizacına göre bu kaynaklardan feyz almalı. Bu büyük zâtların bulunması ümmet-i Muhammed için rahmettir ve çok büyük zenginliktir. Yoksa
falanca pîr büyük, filanca pîr ondan küçük, benim
şeyhim keramet sahibi, seninkinden daha âli gibi
sözleri ancak câhil-cühelâ söylerdir. Azîzler bu sözlerden ve bu sözleri sarf eden kişilerden beridirler.
Hangi Hakk kapısı olursa olsun, ihlâs ile diz çöküp o kapıdan ilâhî rahmeti kana kana almak
lâzımdır. Derviş başkasıyla uğraşmaz, samimiyetle bir kapıya bende/köle olur.
Böylece cümle pîrânın feyzinden azamî müstefîd
olur. Allah için birbirini seven iki kişiye bile Cenâb-ı
Hakk rahmetini yağdırıyorsa hiç samimi dervişler
mahrum kalırlar mı? Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri’nin
buyurduğu gibi:
Efendimiz’in ism-i âlisi Muhammed, peder-i muhtereminin ismi Abdullah, vâlide-i ismet penâhlarının
ismi Âmine, refîka-i hür iffetlerinin ismi ise Hatice’dir.
Ayrıca velâdet-i mübarekeleri (mübarek doğumları) 12 Rebîu’l-Evvel isneyn gecesidir (Pazartesi).
Hâtemü’l-müctehidîn olan bu zât-ı âlinin de ismi
Muhammed, babasının adı Abdullah, vâlide-i muhteremelerinin adı Emine, zevce-i muhteremelerinin
adı Hatice’dir ve acayip ki veladetleri (doğumları) 12
Rebîu’l-Evvel İsneyn (Pazartesi) gecesidir.
“Allah bilir dervişlerin halini, vesselam…”
İlâhî Yâ Rabbî,
İsmini andığımız anamadığımız, cümle ehl-i îmânın
ruhlarını bizlerden hoşnud u razı eyle. Allah ve
Rasûl muhabbetini kalpten kalbe, akıtan her kim
varsa Efendimiz’in Livâü’l-Hamd’i altında hepsini
cem eyle. Allah için hizmet eden, Rasûlullah’a âşık
kullarınla kalplerimizi birleştirip Allah için birbirini
sevenlerden eyle.
Efendimiz (s.a.v) hâtemü’l-nebiyyîndir. Nebilerin sonuncusudur. Hazret-i Pîr, hâtemü’l-mûctehidîndir.
Yani tarîkatta ictihâd edenlerin sonuncusudur.
Bu sebepten dolayı kendisine pîrlerden manevî
emanetler verilmiştir. Hazret-i Abdulkâdir Geylânî
saç tekbirlenmesini, Pîr Ahmed er-Rıfaî salât-ı
kemâliyesini, Pîr Ahmed el-Bedevî Bedevî güllesini, Pîr İbrahim-i Dussûkî manevî terbiyesini, Pîr
Bahâüddîn-i Nakşibendî aşr-ı şerifi, Pîr Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî sikke-i şerîfelerini, Pîr Sümbül Sinan dalga tevhîdini, Pîr Azîz Mahmud Hüdaî kendisinden sonra gelen altıncı postnişînine emr-i
manevî ile bu hazrete mavi postunu ve daha birçok pîr manevî emanetlerinden bir veya birkaçını
bu mübarek zâta tevdi eylemiştir.
İlâhî yâ Rabbî,
Güzel evlâdım,
Hakkı hak görüp tâbi olmakla bizi rızıklandır. Bâtılı
bâtıl olarak görebilmek ve ondan kaçınabilmekle, rızkımıza mâni olacak ahvâlden bizi uzaklaştır.
Bizleri hakka ve hakîkate muttali eyle. Gafletten
halâs eyle. Hakk’a karşı âgah ve uyanık eyle. Cümle ihvan-ı yârânımızı gafletten îkaz eyle. Kabahatlerimizi afv ü setreyle. İçimizde ahlâk-ı rezile sahipleri var ise lütfen ve keremen hidayet eyle. Cümlemizi
ve cümle Ümmet-i Muhammed’i ıslah eyle. Âhir ve
akıbetlerimizi hayreyle.
Bu kubbe altında nice ehl-i hâl ve velâyet sahibi zâtlar mevcuttur. Hakk Teâlâ cümlesinin feyzinden hissedâr eylesin. Zât-ı âlinize ilk mektubumda
Sübhâne Rabbike Rabbi’l-izzeti ‘ammâ yasifûn ve
selâmün ‘ale’l-mürselîn ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’lâlemîn.
22
Galata Mevlevihânesi
Mustafa ÖZDAMAR
1492’de, Sultan Bayezid-ı Velî devrinde, Galata sırtlarındaki Theodore Manastırı’nın harabeleri üzerinde yeni bir bina yükseldi: Galata Mevlevîhanesi.
Mevlânâ’nın yedi iklim dört bucağa saldığı “gel” çağrısının çağlayanlarını şarıldatan bu
dergâhın ilk şeklini İskender Paşa yaptırmıştır (897/1492).
Çeşitli devirlerde, gönülleri evrenin derinliklerindeki cıvıltılara teşne/susamış aşk
akıllı insanlar tarafından onarılıp yenilenerek günümüze kadar getirilen Galata
Mevlevîhânesi; hem mescid hem de devran zikrinin mekânı olan bir semahane, derviş
hücreleri, harem dairesi, mutfak, çamaşırhane, kütüphane, çeşme, sebil ve hazireden
oluşan zarif bir manzume...
Ölü yapılar arasında diri ve canlı, cıvıl cıvıl bir mekân, asude bir köşe. İnsan kendisini burada coşkun bir sevgi çağlayanın altında hissediyor, ama dergâhın devrana kapatılmışlığının kekre burukluğunu da tatmadan edemiyor.
Bu araştırmayı yaparken, Galib Dede caddesinde, kendi yokuşlarında inip çıkarak avluya her girişimde, mekânın verdiği hazla dergâhın devrana kapatılmışlığının hüznü, iki
zıt duygunun hercümerci yüreğimi burkmuştur.
Bir edeb eğitimi için kurulmuştu bütün dergâhlar. Bunu herkes bilmektedir.
Bu amaçla devran kurulmuş, bu amaçla divana durulmuştu bu semâhânede.
Gelin, “Vahdet dükkânı Mesnevî”ye girelim de Mevlana’yı dinleyelim burada:
“Adalet nedir? Ağaçları sulamak. Zulüm? Dikene su vermek!”
Adalet, bir nimeti yerine koymaktır -haklılara haklarını, haksızlara müstahaklarını vererek her şeyi yerli yerince etmektir-, su emen her kökü sulamak değil!
Zulüm nedir? Bir şeyi, konmaması gereken yere koymak; aksi belaya kaynak olur ancak.
Allah’ın nimetini cana, akla ver; iç ağrısına uğramış, düğümlerle bağlanmış tabiate değil.
Gam savaşını bedenine yükle; o can çekişmeyi gönle, cana az ver.
Sürme kulağa çekilmez, gönül işi de bedenden istenmez.
Gönülsen; yürü, nazlan, horluk çekme! Bedensen; şeker yeme, şerbet içme, zehir tat!
Zehir bedene fayda verir, şekerse zarar... Bedenin yardımsız kalması daha iyidir.
Beden, cehennem odunudur, onu erit; bir başka dal bitirirse yürü, kes o dalı. Yoksa odun hamalı olur, odun hamalı... İki
dünyada da Ebu Leheb’e eş kesilir gidersin...
Her dergâhın genellikle bir devrân-ı mukâbele günü var, fakat Beyoğlu Galata Şahkulu Mahallesi Galib Dede Caddesi
284 ada 58 parsel sayılı Galata Mevlevîhânesi’nin iki; Salı ve Cuma!
Devrân olalı devrân erbâb-ı safânındır.
Galata Mevlevîhanesinin yirmi üçüncü şeyhi, şair Şeyh Galib fısıldıyor bunları:
Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır,
Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır.
23
Kalbin Mâhiyeti
Bu konuşma Cuma sabahı medresede yapıldı. Konuşma tarihi: Hicrî
12 Zilhicce 545 Milâdî 1150
Abdülkâdir GEYLÂNÎ (k.s)
Kalp pas tutunca sahibi anlar, gidermeye çalışırsa, pekâlâ. Aksi hâlde fena kararır. Peygamber (s.a.v)
Efendimiz’in emrettiği şekle geçilmediği takdirde, kalp fena hâlde paslanır ve bu pasın giderilmesi
imkânsız olur.
“Hayır, iki kelime üzerinde toplanmıştır: Allah’ın emrini yüce bilmek ve kullarına şefkat göstermek.”
Allah’ın emrini yüce bilmeyen yaratılmışlara şefkat
duyamaz, Allah’a yakın olamaz, rahmetinden nasip
alamaz.
Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ, Musa (a.s) Peygamber’e şöyle vahyetti:
“Muhakkak ki şu kalpler demirin paslandığı gibi
paslanır. Onların cilâsı, Kur’an okumak, ölümü
düşünmek ve zikir meclisinde hazır bulunmaktır.”
“Yâ Musa! Şefkat duygusu besle ki, Ben de sana rahmet nazarımla bakayım. Şefkat duygusuna sahip olana rahmetimi yağdırırım. Cennetime koyarım. Kalbinde merhamet duygusu taşıyana saadetler olsun.”
(Mu’cemü’l-Evsaî, VII, 454)
Kalbin kararmasına sebep olacak çok şeyler vardır:
Bütün ömrünüz çürüdü. “Yediler, yedik; giydiler, giydik; biz topladık, onlar topladı...” gibi laflarla ömrünüzü bitirdiniz.
İman nurundan uzak kalındığı için kararır.
Dünyayı sevdiği için kararır.
Kurtuluş yolunu arayan, nefsini haram olan şeylerden alsın. Şüpheli şeyleri bıraksın. Şehvet duygularını kalbinde taşımasın. Allah’ın emrini yerine getirmek
için nefsini sabırlı kılsın. Yasaklardan uzak dursun. Kader işlerine boyun eğsin.
Sakınmadan dünyaya abanan kimse, kalbini mutlaka karartır.
Bir kimse, kendisini dünyaya kaptırırsa kalbi kararır.
Sakınma duygusu da ölür. Haram demez, helâl demez, mal toplamaya başlar. Mal toplarken helâl veya
haram olduğuna önem vermeyince utanma duygusu da ölür. Ve murâkabe hâlinden mahrum olur.
Allah yolunun sadık yolcuları, Allah’a sabra alıştılar.
O’ndan ayrı kalmaya dayanamazlar. O’nun için ve
O’nun varlığında sabrettiler. O’nunla olabilmek için
her çeşit güçlüğe karşı durdular. O’na yakın olmayı
arzuladılar. Nefislerinin barınağını bıraktılar. Hevâ ve
tabiî isteklerini bir yana attılar.
Ey cemaat!
Peygamberinizi dinleyiniz. O’nun kelâmı ile kalbinize
cila vurunuz. Kalbinizin cila ilâcını size O haber verdi.
Sizden biri hasta olsa, doktoru ilâç tavsiye etse, kullanmadan şifa bulabilir mi? Bulamaz. İlâcı kullanmadığı süre hastalığı eksilmez, belki artar.
Onlar İslâm dinine sahip olurlar; Mevlâ’ya onunla varırlar. Yollarında önlerine âfet, belâ, musibet, gam, keder, açlık, susuzluk, çıplaklık ve her türlü sefalet çıkar.
Fakat onlar hiç birine önem vermeden yürür giderler.
Yollarından dönmeleri imkânsızdır. Bulundukları hâli
değiştiremezler. Onlar öncüdür. Yolları kesik değildir.
Kalbin ve kalıbın selâmetini buluncaya kadar hâlleri
yolculuktur, giderler, giderler...
Gizli ve açıkta Allah’ı kendinize yakın biliniz. O’nu, gözünüzün hedefi olarak tutunuz. O’nu görür gibi olunuz. Siz O’nu görmeseniz bile, O sizi görür.
Asıl Allah’ı zikir kalple olur. Kalbi ile Allah’ı zikreden,
Allah’ı zikretmiş olur. Kalbi bırakıp yalnız dille Allah’ı
zikreden, Allah’ı zikretmiş sayılmaz. Dil kalbin yavrusudur; yavru, anaya uyar.
Ey cemaat! Hakk Teâlâ ile karşılaşacağınızı biliniz; işlerinizi ona göre yapınız. O’nun karşısına çıkmadan
önce hayâ duygusuna sahip olunuz. İman sahibi önce
Allah’tan utanır, sonra da kullardan... Aksi hâlde dine
girmiş sayılmaz, iman tam olmaz. İman ölçülerini aşmış olur. İman sahibine, utanmaz olmak yaraşmaz.
Hem utanmak, hem de dinin esaslarını yerine getir-
Öğüt verilen yerlere devam et. Kalp, öğüt dinlemeyi bırakınca körelir. Tevbenin hakikî manası Hakk’ı üstün görmek ve saygı duymaktır. Bu sebeple bazı büyükler, şöyle der:
24
mek icap eder. Onun esaslarını esirgemek her imanlıya düşen bir vazifedir. Her emir yerine getirilmelidir.
Allah yolundan sizi, şefkat duygunuz alıkoymasın.
den görmekte isen onun kulusun. Allah’tan görürsen
O’nun kulu olursun.
İmansız, bugün sıkıntı ve darlık ateşi içindedir. Yarın
cehennem azabına girecektir. Cehennem azabından
ancak ittikâ ve ihlâs sahibi muvahhidler kurtulur. Tevbe edenler selâmete ererler. Tevbeyi önce kalbinizle
yapınız, sonra dilinizle.
Peygamber’e (s.a.v) uyan, zırhını giyer, bütün güzelliğini alır. Gümüş bileziğini koluna takar. Kılıcını da alır.
Bir yandan sertlik, bir yandan da mülâyemet duygusu besler. Her çeşit güzelliğini Peygamber’in (s.a.v)
âdetinden alır. O’nun güzel huyları ile bezenir. Bunları yapmakla ruhunda şenlik duyar. Bu hâlleri ruhunda bulan, Peygamber’in tam ümmetinden olur.
O’nun vekili olur. Hakk kapısına davet eder. Zaman
gelir, ölürse yerine başkası gelir. Bu cins ümmet çok
azdır. Binde bir çıkar.
Tevbe bir kuvvettir. O her iyiliğin kalbi sayılır. Kendine göre kuvveti vardır. Tevbe yapıldığı zaman nefsin,
şeytanın, kötü arkadaşların saltanatı yıkılır; onlara harcanan kuvvet, gözüne ve kalbine gelir. Tevbe ile varlığın kuvvet bulur. İç âlemin temizlenir. İçtiğin su helâl
olur. Yediğin yemek pâk olur. Şüphe ve haram kokusundan uzak işler tutarsın. İşlerini ayık yaparsın. Alışını verişini doğru kılarsın; lütuf, kerem ve sevgi eli sana
iştiyakla uzanır. Bütün gayretini Mevlâ’ya yöneltirsin.
Âdet olan şeyler gider; yerine Allah kulluğu gelir. Masiyet kalkar, yerine itaat girer. Sonra her şeyin hakikatini anlamaya koyulursun. İslâm dininin icaplarını yerine getirirsin. Her amelini dinin şehadetiyle yaparsın.
Din emrinin hazır olmadığı yerde zındıklık başlar.
Kulları Hakk’a çağırmak ve onların cefasına tahammül etmek kolay değildir. Bu kolay olmayanı, o büyükler yapar. Kullardan gelen her çeşit ezâ ve cefaya
dayanırlar. Onlar, münafıkları yola getirmek için dıştan yüzlerine gülerler. Fâsık kişiler onlara güler, oyun
eder, kandırır. Kullar onlara ne yaparsa yapsın, tahammül ederler. Bütün gayeleri onları Hakk kapısına
götürmekten ibarettir.
Büyüklerin dediği gibi içi bozuklara, yalnız Allah yolcuları güler yüz gösterir. İrfan sahibi, fâsık kişiye güler. Fâsık adam, içini bilen yok sanır. Hâlbuki arif olan,
onun içindeki karanlığı bilir. Kalp gözünün karardığını ve hileli işlerinin çokluğunu anlar. Münafık ve
fâsıklar, işlerinin gizli kaldığını sanır, yanılırlar. Sanki kendilerinin bozukluğunu sezen yoktur. Bu hâlleri
onları çok yanıltır. Onların erenlere karşı saklı hâlleri
yoktur. Fâsık ve münafık olanı, her hâli gösterir. Elleri,
tenleri ve bakışları belli eder. İçte ve dışta, duruşlarında ve hareketlerinde onların ne olduğu kolay sezilir.
İyi hâli bulursan, fenâ derecesini bulursun. Fenâ, Hakk
(c.c) varlığında yok olmaktır. Yok olunca kötü huylar
gider, halkı görmez olursun. Dışın mahfuz olur. Kötülük görünmez. İç âlemin Hakk ile meşgul olur.
Kalbini düzelt, dünya bütün varlığı ile sana gelir. Sen
onda hoş kalırsın. Halk tümü ile sana uyar. Gelmiş ve
gelecek hiç bir şey sana zararlı olamaz, Mevlâ’nın kapısından seni alamaz. Çünkü sen, O’nunlasın. Yalnız
O’na dönmüş ve O’nun emirlerini gözetiyorsun. O’nun
Cemâl ve Celâl sıfatının tecellisini seyretmektesin.
Celâl tecellisini gördüğün zaman dağınık hâle gelirsin.
Cemâl tecellisine kavuşunca dağınık hâllerin toplanır.
Celâl sıfatı sezilince korkulur. Bu korku başka bir korkuya benzemez. Cemâl sıfatının tecellisini görünce de
bir şeyler ümit etmeye koyulursun. Celâl sıfatının büyük tecellisi seni yokluğa götürür. Cemâl sıfatı tecelli
edince yerinde sabit durur bir yere gitmek istemezsin.
Yazık ki, Allah yolcularından saklı iş tutacağınızı sanıyorsunuz. Ne zamana kadar ömrünüzü boş yere harcayacaksınız? Sizi, öbür âlemin iyilik kapılarına iletecek birini arayınız.
Ey öbür âlemden gafil kişiler, kendinize geliniz! Allah, en büyüktür. O’nun büyüklüğünü biliniz, işlerinizi O’na göre yürütünüz.
Ey kalpleri ölü olanlar!
Ve ey sebepleri ilâh olarak kabul edenler!
Ve ey etrafında toplanan kullara ve kuvvet sahiplerine tapanlar, siz ne hâl olacaksınız?
Bu anlatılanları tadanlara ne mutlu!
Ağalara ve bölge sultanlarına ibadet edenler, sonunuzu düşününüz. Onlar hiç bir yönü bilmezler; onları bırakın Allah’a dönün. Kârı ve zararı Allah’tan bilmeyen O’na kulluk edemez. Herhangi bir şeyi kim-
“Dünyada iyilik ver. Âhirette iyilik ver. Bizi ateş
azabından koru.” (el-Bakara, 2/201)
Allah’ım bize yakınlık taamını tattır, ülfet şarabını içir!
Âmin!
25
Muharrem Orucu ve Aşûre Günü
Şaban Keseci
Muharrem ayı, hicrî takvimin ilk ayıdır. 26 Kasım 2011
Cumartesi tarihi ise Muharrem’in birinci gününe tekabül etmektedir. Yani Efendiler Efendisi’nin (s.a.s),
Mekke’den Medine’ye hicretinin 1433. yıldönümü…
bir kısmı bu orucu tutmuş, bazı sahabîler de tutmamıştır. (Buhârî, Savm/69; Müslim, Sıyâm/113-126)
Bu ayda Hz. Âdem’in cennetten yeryüzüne indirilmesi,
Hz. Nuh’un (a.s) tufandan kurtulması,
İslâm tarihinde önemli bir yeri olan Muharrem ayının onuncu gününe “Aşûre Günü” denilir. Aşûre
günü 5 Aralık 2011 Pazartesi günüdür.
Hz. Musa (a.s) ve ona iman edenlerin Firavun’un
zulmünden kurtulmaları gibi insanlık tarihinde dönüm noktası sayılabilecek önemli bazı olayların
vuku bulduğu rivayet edilmektedir.
Bu günü bir öncesi ve sonrası ile oruçlu geçirmek
sünnettir. (Tirmizî, Savm/50)
Diğer taraftan bütün Müslümanları üzen, Peygamberimizin torunu Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit
edilmesi olayı da bu ayda vuku bulmuştur.
Hazreti Aişe validemizin bildirdiğine göre;
İslâm öncesinde Peygamberimiz (a.s) ve Mekke halkı “aşûre” günü oruç tutuyordu. Peygamberimiz
(a.s), Medine’ye geldiklerinde de bu orucu tutmaya
devam etti ve ashabının da tutmasını istedi. (Buhârî,
Bu acı olayın tasvibi mümkün değildir. Ancak tarihin belli bir kesitinde Hz. Hüseyin ile Peygamberimizin soyundan gelen bir kısım seçkin insanın etrafında oluşan üzücü olaylar, artık tarihe mal olmuştur.
Savm/69; Müslim, Sıyâm/128; Tirmizî, Savm/49)
Ramazan orucu farz kılındıktan sonra da Peygamberimiz (a.s) “aşûre orucunu” tutmuş ve:
Müslümanlara düşen görev, bu tür olayların tekrarlanmasını önleyecek bir bilinç ve anlayışa sahip olmak, kardeşlik, birlik ve beraberliği koruyabilmek
ve yüce Allah’ın:
“Ramazan orucundan sonra en fazîletli oruç,
Allah’ın ayı olan muharrem ayında tutulan
aşûre orucudur.” buyurmuştur. (Tirmizî, Savm/46; Müs-
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın ve parçalanıp bölünmeyin.” (Âl-i İmrân, 3/103)
emrine uyabilmektir.
lim, Savm/38; Ebû Dâvûd, Savm/56)
Peygamberimizin bu tavsiyesi üzerine sahabenin
26
Çare Bulundu (mu)?
Zülcenâheyn
Dünya üzerinde vukua gelen ve birçok insanın ölmesine, çok büyük zararlarına yol açan, hepimizin
korkup tir tir titrediği başta depremler olmak üzere,
rüzgâr ve benzeri olaylar karşısında insanoğlu acizdir.
Bazı müslümanlar idrakten yoksundur. Anlayan
müslümanlar da kendilerini dinleyen ihlâslı insanlara ulaşamazlar veya inkâr hastalığı içinde bulunanlar bunlara kulaklarını tıkarlar. Asla anlamak istemezler.
Tornado, hortum, tayfun ve adı ne olursa olsun,
Cenâb-ı Allah’ın kanunlarını hiçbir teknoloji durduramaz. Belki aldığı ufak çaplı önleyici tedbirlerle zararları biraz azaltılabilir.
Cenâb-ı Allah geçmiş milletlerden Âd ve Semûd
gibi kavimlerin kıssalarını haber verir. İnkârları, isyanları, günah işleyip tevbe etmemeleri ve yola gelmemeleri sebebiyle nasıl bir anda helak edildikleri,
yeryüzünden nasıl silindikleri anlatılır.
Teknolojinin yapamadığı bu önleyici tedbirlerin
hepsinden daha etkili ve tesirli iki yolu ben biliyorum.
Öyleleri vardır ki üzerlerine taş, kurbağa, bit... yağmış, bazıları da Cebrail’in sayhasıyla perişan edilmişler, ödleri parçalanarak yeryüzünden silinmişlerdir.
Bu iki yol dikkatlice ve titizlikle tatbik edildiği takdirde bu felaketlerden kurtuluruz.
Yoksa bütün servetler fedâ edilse, bu ortamda felaketlerden kurtulmak mümkün değildir.
Biz niçin Kur’ân okuruz? Sevap kazanmak için, Rabbimizle mükâleme etmek için.
Bunları veriyorum:
Ya sonra? İbret almak, emir ve yasaklarına uymak
için değil mi?
1. Cenâb-ı Allah’a iman, O’nun gönderdiklerine
iman ve onları gönülden kabul etme.
Evet öyledir ve öyle olmalıdır. Çünkü Rabbimiz buyurmuş:
2. Günahlara ‘dur’ deme ve bunlar için tevbe ve istiğfar etme.
“Kim sizden önce gelenlerin haberlerini öğrenmek
istiyorsa Kur’ân-ı Kerim’i okumalıdır.” (Ebû Hamid el-
20)
Bunlar aslında yeni şeyler değildir. Kur’ân’ın haber
verdikleridir. Bunların tarihi tâ Hz. Âdem’le başlar.
Fakat bir kısım insanlar inkâr eder.
Gazalî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, I/290; ez-Zerkeşî, el-Burhân, II/154)
es-selâmü aleyküm...
27
© Maxim_Kazmin - Fotolia.com
“Yaş ve kuru ne varsa hepsi bu kitapta mevcuttur.” (En‘âm, 6/59) Peygamberimiz buyurmuş:
Bu, bize Kur’ân-ı Kerim’in öğrettiği yoldur. Nûh
sûresinde Cenâb-ı Allah böyle buyuruyor. (Nûh, 71/5-
Mevlid-i Nebî
Dr. Yunus AKYÜREK
Mevlid, “doğmak” anlamına gelir. İhlâs sûresinde
geçen “O, doğmamış ve doğrulmamıştır…” kelimelerinden mastardır.
Bu gelenek günümüze kadar artarak süregelmiştir. Öyle ki şu anda yeryüzündeki müslümanlar,
her sene bu geceyi “Mevlid Kandili” olarak kutlamaktadır. Her yerde Mevlid kasîdeleri okunarak,
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hatırlanmaktadır.
Rasûl-i Müctebâ sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz’in dünyayı teşrifleri, önümüzdeki 3 Şubat Cuma’yı, 4 Şubat Cumartesi’ye bağlayan geceye rastlar.
İslâm âlimlerinden İmâm Celâlüddîn Abdurrahmân
bin Abdülmelik Kettânî der ki:
“Mevlid günü ve gecesi mübecceldir, yani şerefi,
kıymeti çoktur. Kendisine tâbi olanlar için kurtuluş
vesîlesi olan Resûlullah Efendimizin doğumu için
sevinmek, Cehennem azâbının azalmasına sebep
olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına sebep olur. Mevlid gününün fazileti Cuma günü gibidir. Cuma günü, Cehennem azâbının durdurulduğu hadîs-i şerîf ile bildirilmiştir. Bunun gibi, Mevlid gününde de azâb yapılmaz. Mevlid geceleri sevindiğini göstermeli, çok sadaka vermeli, davet olunan yerlere gitmelidir.”
Âlemler nura gark oldu
Muhammed doğduğu gece
Mü’min münafık fark oldu
Muhammed doğduğu gece
Aşkın nuru yere indi
Suyun rengi nura döndü
Hep susuzlar suya kandı
Ayrıca bu gece kaza namazları kılmalı, Kur’ân-ı
Kerîm okumalı, duâ, tevbe etmeli, hayır hasenat yapmalı, müslümanları sevindirmeli, bunların
sevâblarını ölülere de göndermelidir. Hülâsa; bu
gecelere tazim/saygı göstermelidir. Saygı göstermek ise günah işlememekle olur.
Muhammed doğduğu gece
Müslümanlar, Selâhaddin-i Eyyûbî’nin eniştesi Erbil sultânı, Ebû Sa’îd el-Muzaffer Kökbörî (11541232)’dir. O, her sene Efendimiz aleyhisselâm’ın
doğduğu hafta boyunca şenlikler düzenler, hastaları ziyaret eder, hastaları ücretsiz tedavi ettirir, bilgi
yarışmaları düzenler, yoksullara ve muhtaçlara yardımcı olurdu. İlim adamlarına çeşitli hediyeler verir, bu vesileyle başta Efendimizin hayatı olmak üzere Kur’ân-ı Kerîm ve diğer alanlarda halkın bilgilenmesini sağlardı.
Hâfız bin Cezerî hazretleri buyurdu ki:
“Ebû Leheb, rüyada görülüp ne hâlde olduğu sorulunca, ‘Kabir azâbı çekiyorum. Ancak her sene
Rebîulevvel ayının on ikinci gecesi azabım hafifliyor. İki parmağım arasından çıkan serin suyu emerek ferahlıyorum. Bu gece Resûlullah dünyaya ge-
28
lince, Süveybe ismindeki câriyem bana müjdelemişti. Ben de sevincimden onu âzad etmiş ve ona
sütannelik yapmasını emretmiştim. Bunun için azabım hafifliyor.” dedi.
Huri kızlar geldiler
Ebû Leheb gibi âyet-i kerîmeler ile zemmedilen azgın bir kâfirin, kutlu doğum münasebetiyle sevincinden birkaç iyilik yapması azabını hafifletiyor ise,
o yüce Peygamberin ümmeti olan bizler, eğer ki bu
geceyi hakkıyla değerlendirebilirsek Rabbimizin af,
rahmet ve mağfiret deryasına yelken açabiliriz.
Muhammed doğduğu gece
Kundağın bile sardılar
Muhammed’e yüz sürdüler
Gökten yere nur atıldı
Yediler kırka katıldı
Keşişler de dil tutuldu
Her şey O’nun hürmetine…
Muhammed doğduğu gece
Doğuran ana sevindi
Yunus derki, ey kardeşler
Ağlayan oğul avundu
Şad olsun cümle dervişler
Nice küffâr dine geldi
Secde etti dağlar taşlar
Muhammed doğduğu gece
Muhammed doğduğu gece…
29
Hz. Peygamber’in
DEVLET ADAMI
Kriterleri
Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL
Peygamber Efendimiz (s.a.s), devlet kademelerine
atama yaparken belli usûl ve kâideleri göz önünde bulundurmuştur. Bu konuyu maddeler halinde
açıklamaya çalışalım:
3. Hz. Peygamber, memurlarında İslâm düşüncesine samimiyetle bağlılık arardı. O’nun memurları, bir
İslâm idealisti idiler. Gittikleri yerlerde hizmet vermekte oldukları kişilere, her yönüyle örnek olmakta idiler. Nasıl ki, Hz. Muhammed (s.a.v.), ümmetin
bütünü için örnekse, memurları da bulundukları beldenin ahalisi için örnek olmalıydılar. Hiç kimse, memurun şahsında İslâm’a ve Hz. Peygamber’e
söz getirmemeliydi. Diğer bir ifadeyle hiçbir memur, icraatı ile Hz. Peygamber’e lâf getirmemeliydi. Peygamber adına yanlış uygulama yapmamalıydı, Peygamber’in verdiği yetkiyi kötüye kullanmamalıydı.
1. Hz. Peygamber, memurlarında kuvvetli iman, takva ve sâlih amel arıyordu. Buna göre onun memurları, Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarına titizlikle uyacaklardı; özü sözü bir, davranışı düşüncesini doğrular bir şahsiyet sahibi olacaklardı.
2. Hz. Peygamber, memurlarında ilmî dirayet arıyordu. Özellikle İslâm Hukuku (Fıkıh) alanında ihtisas sahibi olmalarına dikkat ediyordu. Kur’ân ve
Sünnet’in inceliklerine vakıf olmalarını arzu ediyordu. O’nun memurları arasında, cahil kimselere tesadüf edilmezdi. En azından İslâm’ın bütünü hakkında öz ve doğru bilgiye sahip bulunurlardı.
4. Hz. Peygamber, memurlarının halka karşı anlayışlı, sempatik, müjdeleyici, güler yüzlü ve hoşgörü
sahibi olmalarını arzu ediyordu. Böylece memurlar,
halkın işini günü gününe ve hızla yürütmekle kal-
30
mayıp, davranışlarıyla da örnek olacaklar, adeta bir
mürşid ve mübelliğ, bir öğretmen durumunda olacaklardı. Problemlerinin dirayetli, özü-sözü bir, vicdanlı, merhametli, şefkatli, sevimli devlet adamlarınca çözümlendiğini gören halkın, İslâm devletine
ve onun lideri olan Hz. Muhammed’e (s.a.v.) güvenleri artacak, sadakat ve bağlılıkları kuvvetlenecekti. O’nun bu konudaki talimatı şudur: “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!” (Buhârî, İlim/11; Müslim, Cihad/5)
7. Hz. Peygamber (s.a.v.), halk hizmetlerinde (valilik, zekât memurluğu vb.) görev almakta ısrar edip
hırs gösterenleri, istihdam etmiyordu. Bunun sebebi, memuriyeti bir dünyalık gibi görmeyi önlemek,
bu yolla kanunsuz kazanç peşinde koşulmasına engel olmak; kendisini dizginleyemeyen zayıf iradeli,
macera düşkünü kişileri de devlet kademelerinden
uzaklaştırmaktı. Buna dair pek çok hadîs-i şeriften
dördünü burada nakledelim:
“Kim ki, âmme (toplum, millet, memleket) ile ilgili bir iş ister de bunda ısrarla tama’ ederse (hırs
gösterirse), biz onu istihdam etmeyiz.” (Buhârî,
5. Hemen bu hadisten anladığımıza göre, Hz.
Peygamber’in memurlarında, bürokratik engeller
yoktur. Hz. Peygamber, milletin işini zorlaştıran, işleri kasıtlı olarak yavaşlatan, işi yürütmekle beraber
halka karşı sert davranan, hatır-gönül inciten devlet
memurlarına asla müsamaha etmezdi. Bir duası, bu
konuya ışık tutar:
İcâre/1; Müslim, İmâre/14; Şeyh Mansur Ali Nasıf, Tâc, çev. Bekir Sadak, III, 81)
Bu hadisin sebeb-i vürudu şudur: Ebû Mûsa elEş’arî (r.a.), iki amcaoğlu ile Rasûlullâh’ın huzuruna girmişti. İkisi de ısrarla, hırsla görev istiyorlardı.
Peygamber Efendimiz, az önce meâlini naklettiğimiz hadis-i şerifi bunun üzerine buyurdu ve istekli olan iki kişiyi görevlendirmedi, öte yandan hiç bir
istekte bulunmayan Ebû Mûsa el-Eş’arî Hazretlerini,
Yemen’e vali olarak görevlendirdi. (Bk. Müslim, M. Sofu-
“Allah’ım! Her kim, ümmetimin işinden bir şeyi
üzerine alır da onlara meşakkat verirse, sen de
ona meşakkat ver. Her kim de, ümmetimin işlerinden bir şeyi üzerine alıp onlara lütuf ve merhametle muamele ederse, sen de ona lütuf ve
merhametle muamele yap!” (Müslim, İmâre/19, Sofu-
oğlu Tercemesi, VI, 16)
“Bir devlet memuriyeti istemeyiniz; Zira senin
isteğin üzerine bu iş sana tevdi edilecek olursa, sen bu işteki kifayetsizliğinden/yetersizliğinden dolayı sorumlu tutulursun, böyle olmayıp da sen istemeksizin bu iş sana tevdi edilecek
olursa, yardıma eriştirilirsin.” (Müslim, İmâre/13; Ebû
oğlu Tercemesi, VI, 20)
Demek ki, Hz. Peygambere göre hizmet alanlarında
işler engelsiz yürüyecekti, bürokratik engeller şöyle
dursun, işlerin yavaşlatılması bile günahtı ve onun
memurları böyle bir günahtan kaçmak durumunda
idiler.
Dâvud, İmâre/2; Tâc, III, 80)
6. Rasûl-i Ekrem’e göre halk hizmetlerinin yürütülmesi, bir çeşit sosyal cihaddı. Memurlar da bunu yürüten inançlı, dirayetli, bilgili-becerikli, iyi davranış
sahibi, iyi niyetli kişilerdi. Hizmetini, bu duygu ve
düşüncelerle yerine getiren bir memur, aynı zamanda ibâdet sevabına erişiyordu. Çünkü Cenâb-ı Hak,
kullarının işlerini görüveren ve kolaylaştıran yetkililere, öteki dünyada kat kat mükâfat vaat ediyordu.
Zalim, kötü niyetli, işleri bile bile zorlaştıran, bozguncu, sevimsiz, merhametsiz kişiler ise, mükâfat
yerine ceza göreceklerdi. Onlar, bu durumda herhangi bir ibâdet sevabını alamadıkları gibi, günah
işlemiş de oluyorlardı.
Bu hadisi Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), Abdurrahman b. Semure (r.a.)’ye söylemiştir.
Ebû Zerr (r.a.), şöyle demiştir: “Ya Rasûlallâh! Beni
bir yere vali olarak tayin etmeyecek misin?” dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), eli ile arkama vurdu ve sonra: “Ey Ebû Zerr! Sen zayıf bir
adamsın, bir yerin valisi olmak, kıyamet gününde hüsran ve pişmanlıktır. Ancak hakkı ile o vazifeyi alan ve elindeki vazifeyi eksiksiz yapan
kimse, bu hüsran ve pişmanlıktan yakayı kurtarır” dedi. (Tâc, III, 81 vd. Müslim-Ebû Dâvûd’dan)
“...Emâret/resmî görev hususunda da insanların hayırlısı, böyle bir göreve gelmeden emâreti
31
hırsla istemeyen (fena gören) kişilerdir...” (Sahîh-i
“Emanet zayi edildi mi, kıyameti bekle!” buyurmuş, “Emaneti zayi etmek nasıl olur?” diye sorulunca da: “İş, ehil olmayana verildi mi, kıyameti bekle!” demiştir. (Sahîh-i Buhârî Tecrîd-i Sarîh Tercemesi,
Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IX, 215 vd. h. no: 1421)
Hadis-i şeriflerden açıkça anlaşıldığına göre Efendimiz (s.a.v.), ısrarla isteyeni değil, arzulu olmayan
I, 67, h. no: 54)
fakat vasıflı, liyakatli, takva sahibi kişileri görevlenYine Ebû Zerr Hazretlerinden naklolunduğuna göre
diriyordu. Takva sahibi ve âlim
Sevgili Peygamberimiz, emirlide olsa -Meselâ Ebû Zerr meğin “emânet” olduğunu belirtselesinde olduğu gibi- hizmet
Rasûl-i Ekrem’e göre halk
miş “Emanetin gereğini yeriyerinde otoriteyi sağlayabilehizmetlerinin
yürütülmene getirmeyenlerin, kıyamet
cek niteliklerden uzak olanlagününde küçük düşeceksi, bir çeşit sosyal cihadrı da görevlendirmiyordu. Şalerini (rezil olacaklarını) ve
yet bir kişi, kendi ısrarıyla bir
dı. Memurlar da bunu yüpişman olacaklarını...” ifade
göreve gelmişse güçlükle karrüten inançlı, dirayetli,
buyurmuştur. (Müslim, İmâre/16
şılaştığında yalnız kalacak, is(VI, 18)
bilgili-becerikli, iyi davrateği olmaksızın göreve getirilnış sahibi, iyi niyetli kişimişse Cenâb-ı Hakk ve O’nun
9. Hz. Peygamber (s.a.v.), istihkalplerini yönelttiği kişiler, öydam ettiği memurunun zarurî
lerdi. Hizmetini, bu duylelerine güçlükle karşılaştığınihtiyaçlarını devlet hazinesingu ve düşüncelerle yeden karşılıyor ve yetecek kada yardım edecekti. Yine Ebû
rine getiren bir memur,
dar da maaş veriyordu. Rasûl-i
Zerr hadisinden anlaşıldığına
aynı
zamanda
ibâdet
seEkrem Hazretleri, memurugöre, hakkıyla vazifesini yapana aile fertleriyle rahatça kabilecek olanların vali ve benvabına erişiyordu. Çünlabileceği bir mesken sağlıyor,
zeri görevlere gelmeleri esaskü Cenâb-ı Hak, kullarıyani konut problemini halleditır. Aksi halde yapamayacaknın
işlerini
görüveren
ve
yor, ev işlerine yardım edecek
ları bir vazifeye gelmek istebir hizmetçi için tahsisat ayırıkolaylaştıran
yetkililemeleri, vebalden başka bir şey
yor, işyerine gidip gelebilmesi
değildir.
re, öteki dünyada kat kat
için bir binit veriyordu.
mükâfat
vaat
ediyordu.
8. Hırs gösterenin, devlet ka10. Hz. Peygamber (s.a.v.), isteZalim, kötü niyetli, işleri
demelerinde istihdâm edilmeyeni değil, liyakatli olanı seçmesi durumu ile adam kayırbile bile zorlaştıran, bozmekle, seçtiğini de ekonomik
ma ya da iltimas denilen şey
guncu, sevimsiz, merhabakımdan tatmin etmekle rüşde önlenmiş oluyordu. Yani bir
vetin de önüne geçmiş oluyormetsiz kişiler ise, mükâfat
kimse, ne kadar arzu etse, hatdu. Çünkü O, memuruna sosyerine ceza göreceklerdi.
ta araya adam da koysa yine
yal bir refah temin ettikten
de istediği bir göreve geleOnlar, bu durumda hersonra alacağı her kuruşun “bir
meyecekti. Çünkü bu, hak etkusur, haddi tecavüz veya
hangi bir ibâdet sevabını
mediği bir görevdi. Şayet hak
hırsızlık sayılacağını...” beliralamadıkları gibi, günah
ettiği bir vazife ise, zaten aratiyordu. Devletin öngördüğü
işlemiş de oluyorlardı.
ya adam koymaya gerek yokmaaşın dışında, hizmeti yürütu. Nitekim bu anlamda, devtürken, ahaliden maddî bir şey
let idaresi ve devlet hizmetleri,
sağlamak şöyle dursun, görev
emanete benzetilmiştir. Ve İslâm “emânetin korunbaşında hediye kabulü bile yasaklanıyor, bunlar da
ması prensibini” getirmiştir. Bununla ilgili bir hadis
bir çeşit rüşvet sayılıyordu. Bu konuda Müslim’de
şöyledir:
kaydolunan İbn Lütbiyye olayı fevkalâde anlamlıdır:
32
Rasûlullâh (s.a.v.), Esed Kabilesinden İbn Lütbiyye
(r.a.) adlı kişiyi, zekât memuru tayin etmişti. Vazifesini tamamlayıp Medine’ye döndüğünde yanında
çok eşya getirdi ve:
berler, yüksek menziller üzerinde olacaklardır.
Bunlar kendi ahali ve idarelerinde bulunanlarla
ilgili hükümlerinde her zaman adalet ederler.”
“Şu, size ait verilmiş zekât malıdır, şunlar ise
bana hediye olarak verilmiştir” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, minbere çıkıp Cenâb-ı Hakka
hamd ü sena ettikten sonra şöyle buyurdu:
“Allah’ın, bir halk topluluğunu güdüp idare etmek vazifesini verdiği her kul, öleceği gün idare
ettiklerine aldatıp zulmetmiş olarak ölürse, Allah (c.c.), ona Cennetini muhakkak haram kılacaktır.” (Müslim, İmâre/21 (VI, 22 vd); Müslim, Zekât/91 (III, 222)
(Müslim, İmâre/18 (VI, 19)
“Nasıl oluyor da bizim göndermiş olduğumuz
bir vergi tahsildarı dönüp geliyor ve: ‘Bu size
aittir ve şu ise benimkidir’ diyebiliyor. O, anasının yahut babasının evinde oturup kalsaydı da
görseydi bakalım, kendisine herhangi bir hediye gelecek miydi?” (Müslim, İmâre/26-29)
13. Hz. Peygamber, memurlarının yüksek muhakeme gücüne, olayları iyi değerlendirme kabiliyetine, Kitâb ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı bilerek
ictihâd yapabilme kuvvetine sahip olmalarını arzu
ederdi. Yemen’e vali olarak gönderirken Muaz b. Cebel ile aralarında geçen konuşma, bu konuya açıklık getirmektedir.
Devlet malından bir iğne değerinde eşyayı bile zimmetine geçirenin büyük günah işlemiş olacağına dair
Sevgili Peygamberimizin şu uyarısını da nakledelim:
Hz. Peygamber, Muaz’ı uğurlarken, “Yeni bir mesele ile karşılaştığında nasıl hareket edeceğini” sormuş, o da “Allah’ın Kitâb’ına başvuracağını” bildirmişti. Hz. Peygamber’in, “Aradığın meselenin hükmünü onda bulamazsan ne yaparsın?” sorusuna “Rasûlullâh’ın Sünnet’ine başvururum” cevabını vermiş, “Şayet Sünnet’te de bulamazsan ne yaparsın?” sorusuna ise, Muaz (r.a.),
“İctihâd ederim” cevabını vermişti.
“Sizlerden her kimi bir işe tayin ettik de o da bir
iğne ve daha yukarı değerde bir şeyi bizden gizledi ise, bu meblağ, kıyamet günü onun getireceği bir hıyanet ve hırsızlık metaı olmuştur.” (Müslim, İmâre/30 (VI, 30)
11. Hz. Peygamber, memurlarının maslahata göre
gereken tedbirleri alabilecek ve içtimâî disiplini
ayakta tutabilecek ruh yapısına sahip olmalarını
arzu eder, zayıf olanları tayin etmezdi. Emirlik için
adı geçen Ebû Zerr’e (r.a.) söylediği söz bu açıdan
önemlidir.
Rasûl-i Ekrem Hazretleri, Muaz’ın meseleye bu tarz
bakışından çok hoşnut olmuş ve böyle bir valiye
sahip olduğu için Cenâb-ı Hakk’a hamd etmiştir.
(Tirmizî, Ahkâm/3; İbn Hanbel, Müsned, V, 230; Şiblî, Asr-ı Saâdet,
“Ey Ebû Zerr! Ben seni zayıf kalpli görüyorum.
Kendim için istediğim her hayır ve saâdeti, senin için de isterim. Böyle yufka yürekli olduğun
sürece, iki kişi söz konusu olsa bile sakın emir
olma, herhangi bir yetim malı idaresini de üzerine alma!” (Müslim, İmâre/17 (VI, 18)
I, 447 vd.d; Tâhirü’l-Mevlevî, Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, I, 124)
14. Hz. Peygamber, memurlarının hizmet alanlarında mesai arkadaşları ile iyi geçinmeleri hususunda
önemle durmuş, hizmette verimliliğin buna sıkı sıkıya bağlı olduğunu belirtmiştir.
12. Hz. Peygamber, memurlarının yüksek seviyede
sorumluluk duygusuna sahip olmalarını ve adaletten ayrılmamalarını tembih ederdi. Bu konuda üç
hadis nakledelim:
Said b. Ebî Dürre (r.a.)’den, babasının şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.), babam ile Hz. Muaz b.
Cebel’i Yemen’e gönderdi ve kendilerine: ‘Her
ikiniz de kolaylaştırın, güçleştirmeyin müjdeleyin, nefret ettirmeyin ve birbirinize uyun!’ dedi.”
“Haberiniz olsun ki, hepiniz çobansınız ve idareniz altındakilerden sorumlusunuz. İnsanlar üzerinde yönetici olan kişi, bir güdücüdür ve güttüğünden sorumludur...” (Müslim, İmâre/20 (VI, 21)
(Tâc, III, 102 (Buhârî-Müslim); IV, 705)
Bir başka rivayette de “...Birbirinize uyun, ihtilâfa
düşmeyin” kaydı vardır. (Tâc, IV, 705)
“Adalet edenler, Allah (c.c.) katında nurdan min-
33
On Dört Asır Evvel
On dört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lakin o ne hüsrandı ki; hissetmedi gözler,
Kaç bin senedir hâlbuki bekleşmedelerdi!
Neden görecekler, göremezlerdi tabii;
Bir kere, zuhur ettiği çöl, en sapa yerdi.
Bir kere de, mamure-i dünya, o zamanlar
Buhranlar içindeydi, bu günden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin,
Salgındı, bugün şarkı yıkan tefrika derdi.
Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi.
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma‘sum,
Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi.
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere rahmetti evet şer-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyeti, medyun O’na ferdi.
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşr et!
Mehmet Akif Ersoy
34
Dünyevîleşmek
Sekülerleşmek
Yahut
Prof. Dr. Mustafa KARA
Çağımız insanını mahveden en büyük bombanın
adı “sekülerizasyon”dur.
diye gözü dönen yahudiye bir şey söylemez oldu:
“Allah’ın olan Rabbi seveceksin ve bütün günler
onun tembihini ve onun kanunlarını, hükümlerini ve emirlerini tutacaksın.” (Tesniye/11)
Yani dünyevîleşmek. Yani âhireti yok saymak…
Uluslar arası sermayenin güçlenebilmesi ve dünyaya hâkim olabilmesi için bu şarttı. Ve gereği yapıldı. Dünya bütün şehvet, zinet ve cazibesiyle insana sunuldu. Şişman kedilerin cebinin dolması için
insanların cebinin boşaltılması gerekiyordu. Gereği yapıldı…
“Allah’ın Rabbini unutmaktan sakın! Ta ki yiyip
doyduğun ve iyi evler bina edip içinde oturduğun
ve sığırların ve sürülerin çoğaldığı ve her şeyin çoğaldığı zaman yüreğin yükselmesin. Ve ta ki yüreğinde benim için bu serveti yapan kendi kudretim
ve kuvvetli elimdir, demeyesin!” (Tesniye/9)
İnsanın dünyevîleşme tuzağına düşmesinin önündeki en büyük engel mukaddes kitaplar ve bu metinlerde yer alan uhrevîleşme esaslarıydı. Önce bu
mânianın ortadan kalkması gerekiyordu. Gereği yapıldı…
İncil’de yer alan şu cümleler para, sermaye, servet
ve şirketten başka bir şey bilmez, duymaz hale gelen hıristiyanlara da bir şey söylemez oldu.
“Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin ki,
orada güve ve pas yiyip bozar ve orada hırsızlar
delip girerler ve çalarlar. Fakat kendinize gökte
hazineler biriktirin ki orada ne güve ne de pas yiyip bozar ve hırsızlar orada ne delerler ne de çalarlar. Çünkü hazinen nerede ise yüreğin de orada olacaktır.” (Matta/6)
Bu ilâhî mesajlar, hor görüldü. Bu mesajları destekleyen anlayışlar “çağdışı” damgasıyla depoya kaldırıldı. “Yalan dünya” ifadesi ters yüz edildi.
“Öteki dünya masalı” üretildi.
Tevrat’ta yer alan şu ifadeler “sermaye, sermaye”
35
Dünyaya, paraya, mala-mülke, şan ve şatafata, şirket ve holdinge tapan insanlar ritüellerini günümüzde sekülarizasyonla taçlandırdılar.
Aziz dost,
Dünyanın ışıltı ve parıltısı gözlerimizi o derece kamaştırdı ki kendi kendimizi kandırmayı “din” haline
getirdik. Dünyanın geçiciliği ile yeme-içme, giyimkuşamda dengeli davranmayı anlatmak için kullanılan “Bir hırka bir lokma” sözü art niyetlilere malzeme oldu. Sözün esprisi yok edildi. Çünkü bu slogan,
dünyaya tapmayı engelleyen, tüketim toplumu olmanın önünü kesen bir tiryak/panzehir idi.
Âhiret inancına yönelik bu bombardıman o kadar
güçlü ve sürekli oldu ki dinî ikaz ve uyarıları inkâr
etmeyenler bile bunları seküler bir zihin gibi yorumlamaya ve anlamlandırmaya başladılar. Âyet ve
hadislerin içi boşaltılarak “reklam” unsuru haline getirildi. Vurgular dünyanın, sermayenin, üretimin lehine çevrildi.
Hayatî tehlikelerden habersiz, oyuncaklarına koşan
çocuklar gibiyiz. Oyuncakları için ağlayıp-sızlayan,
bağırıp çağıran sabîler gibiyiz.
Meselâ; “Çalışmak ibadettir”, “Kazanan Allah’ın sevgilisidir”, “Dünya, âhiretin tarlasıdır”, “Dünyadan nasibinin unutma!”
Niçin? Çünkü yüzümüzü “Sevgili”ye döndüremedik.
Cân-ı canân,
Yâri bulamayan da ağyara kul-köle olmaya
mahkûmdur.
Dünyevîleştirme projesinin aktörleri, reklam ve
propaganda ile kafalarımızı o derece iğfal ettiler ki,
âhiretin daha kalıcı ve cazibeli olduğuna dair mukaddes kitaplardaki cennet tasvirleri bir şey ifade
etmez hale geldi. Aleyhteki bütün sesler kısıldı, kısılmayanlar da duyulmaz hale geldi. Çünkü ses
aletleri gibi söz aletleri de onların elindeydi. Kimse patronların, fabrikaların aleyhinde konuşmamalıydı. Çünkü onlar birkaç bin işçi çalıştırıyorlardı. İş imkânı sunuyorlardı. Önemli mi insanı ve tabiatı tahrip etmesi? Önemli mi içme suyu havzalarını kirletmesi?
Görenler vech-i yâri, âlem-i ağyara bakmazlar
Bulanlar sohbet-i şâhı, der u divara bakmazlar
Bursevî tespitlerine devam ediyor. Daimî olan âhiret
yurdu için bu geçici dönemi iyi değerlendirmek ve
“Ölmeden önce ölmek” gerektiğini söylüyor:
Var, hayat-ı bakîye sarf eyle ömr-i fânîyi
Bu menhus çark böyle döndü durdu ve her gün
okuduğumuz halde şu âyet bize bir şey söylemez
oldu:
Ölmeyen ölmezden önden, olmadı manada sağ…
“Bilin ki ey insanlar! Bu dünya hayatı sadece bir
oyundan, geçici bir eğlence ve güzel bir gösteriden, birbirinizle büyüklük yarışına girişmenizden
ve daha çok servet ve çocuk sahibi olma hırsınızdan ibarettir. Bu dünyanın durumu hayat getiren
yağmurun hikâyesine benzer. Yağmurun yeşerttiği bitki, toprağı ekenlere sevinç verir. Ama sonra
kurur ve sen onun sarardığını görürsün. Sonunda
toprak haline gelir. Ama öteki dünyada insanın
durumu ile yahut Allah’ın bağışlayıcılığı ve hoşnutluğu… Çünkü bu dünya hayatı kendini kandırmanın zevkini tatmaktan başka bir şey değildir.” (Hadid, 57/20)
36
mesneviden
Mürşid-Mürid-İlâhî Aşk
Mürşid - Mürîd
nır! Sevgilisine kavuşmak için her şeyini feda eder.
Âşık için de Peygamber’in ve Allah’ın aşkı bundan
aşağı mıdır?
Bir tâlib, maksadına mürşidsiz erişemez.
Allah’ın seçkin kulları sırasına girmek için Allah ehlini aramak lazımdır. Yüce Allah bir kulunu seçip kendi varlığında yok ederse, bunun vasıtasıyla, dileklerde bulunanların dileğini de yerine getirir.
Âşıkla maşuk arasında tam bir teklifsizlik bulunması ne güzel şeydir!
İnsan her zaman göremediği, işitemediği ve düşünemediği bir şeye âşıktır. Mecnun Leyla’nın hayaline âşıktır. Mecazî bir sevginin hayali ona böyle bir
tesir yaparsa, gerçek Sevgili’nin aşığa kuvvet, kudret bağışlamasına hayret etmemek gerekir.
Yakîn sıfatı şeyh-i kâmildir, güzel ve doğru zanlar ise
onun müritleridir. Yakîn sahibi şeyh olursa o kâmil,
büyük ve âlemin en büyüğü, zamanın Mehdi’si olur.
Dervişler bir tek vücut hükmündedirler. Yani sâlikler
bir bütündürler.
Sûret aşkın fer’idir; çünkü aşk olmadan suretin değeri yoktur. Aşk, sureti meydana getirir.
Sülukta, bir şeyin gerçeğine olduğu gibi ermek,
yani her türlü şüpheden kurtulmak demek olan
yakîn de lazımdır. Üç derecedir: İlme’l-yakîn bilgiyle, ‘Ayne’l-yakîn görmekle, Hakka’l-yakîn ise oluşla
meydana gelir.
Allah aşkı ve muhabbeti her şeyin içinde vardır. İnsan kendisini yaratanı nasıl sevmeyebilir? Bu sevgi
onun özündedir; fakat bir takım engeller bunu duymasına mani olur. Her şeyin sonu O’na varır. Yani artık insan her şeyi Allah için sever, başkası için O’nun
talebinde bulunur ve bu aşk böylece Allah’ta nihayetlenirse, sonunda Allah’ın zatını da bulur.
Aşk
Ahiret de, Hakk da, dostluk ve muhabbet de gizlidir.
Bütün maddî ve manevî sevgi ve bağların hepsi,
gerçekte Allah’ı sevmek ve bilmektir.
Aslolan, sevmektir. İnsan kendisinde bu hissi duyunca, onu arttırmak için çalışmalıdır.
Gerçek aşığa aşktan başka her şey haramdır.
Vücutlarımız bir kovan gibidir; bu kovanın balı ve
mumu da ALLAH AŞKIDIR…
İnsan birine âşık olduğu zaman ne zilletlere katla37
hikmet damlaları
Derleyen: Mürsel SIRADAĞ
(Bulancak Eski Müftüsü)
* “Eğer gerçekten inanıyorsanız, EN ÜSTÜN SİZLERSİNİZ…” (Âl-i-İmrân, 3/139)
* “Kur’an okunmayan yerden bela eksik olmaz, Kur’ân okunan yere bela gelmez.”
* “Din kardeşinin yüzüne gülümsemen, sadakadır.” (Tirmizî, 1/36)
* “Ümmetin farklılığı ve farkları, kavrayıştaki ufku ve derinliği genişlemeye vesile ve gelişmeye elverişli bir rahmettir.”
* “Farklılıklar potansiyel suç kaynağı değil, potansiyel güç kaynağıdır.”
* “Başkalarını sevdiğimiz nispette sevilmeye layık oluruz.”
* “Batı eğitim düzeni; dine, ahlâka, şahsiyete ve dürüst insanlığa karşı kurulmuş bir komplodur.”
* “Üretmeden tüketen toplum, kendini tüketir.”
* Müslüman bir insan her işinde iki şeye dikkat etmelidir:
• Hz. Peygamber (a.s) olsa idi, bu işi yapar mıydı yapmaz mıydı?
• Ben bu işi yaparsam acaba sağımdaki melek mi solumdaki melek mi yazar?
* “Sırrını saklayan sırrına sultan olur, sırrını saklamayan sırrına kurban olur.”
* “Aklın ölümü fikirsizlikten, kalbin ölümü zikirsizliktendir.”
* “Asıl kahramanlık dünya imtihanını verip ebedi mutluluğa ermektir.”
* “Bir gönül yıkmak, Kâbe’yi yıkmaktan daha vahimdir.”
* “Aldatan, aslında aldanmıştır.”
* “Edep, güzel ahlak, ilimden önce gelir.”
* “Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir tüccar; kıyamet gününde nebiler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî,
Buyû‘/4)
* “Kendi içimiz nispetinde dışarısı güzeldir.”
* “Daima ümit verici, ufuk açıcı, problem çözücü, insanları sevindirici, ışık tutucu konuş ki hayra ve müjdeye eresin.”
* “Tamamı elde edilmeyenin tamamı terk edilmez.”
* “Allah ile aziz olanı, hiçbir sultan zelil edemez.”
* “Evlerimize ve işyerlerimize önce merhamet şebekeleri döşemeliyiz ki, huzurlu bir toplum olalım.”
* “Eskimiş fikirler paslanmış çivilere benzer. Söküp atmak çok güçtür.”
* “Dili doğru olmadıkça, kişinin kalbi doğru olmaz.”
* “Namaz kılmayanlar kâfir değildir, ama kâfirler namaz kılmaz.”
* “Karıncaya sormuşlar ‘Nereye?’ diye… ‘Uzaktaki sevgilime’ demiş. ‘Ulaşamazsın ki’ demişler, ‘Olsun, hiç olmazsa
yolunda ölürüm’ demiş.
38
Bir zamanlar bizim olan, endişeyle ve elemle andığımız Yemen sayısız gencimize mezar oldu. Yıllarca
“Gece bir ses geldi derinden derinden / Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden” diyen yaşmaklı kızlarımızın
yürekleri orada çarpardı.
Cihan biliyor ki hiçbir milletin evlâtları onların şartlarında, onlar gibi savaşmadı; destanların en dokunaklısını arkasında bırakmadı. Ne hazindir ki şimdi o ıssız
vadilerde, engin çöllerde ne mezar taşları ne de ziyaretçileri var…
Âdil ile Hüseyin…
Hüseyin, Âdil’in ağabeyi. Suriye’deki Dördüncü Ordunun emrinde Sina Çölü’nde savaşırken İngilizlerin kullandığı hardal gazından gözleri kör oldu. Kardeşi Âdil’in ise Yemen’de bir top mermisi sağ ayağını alıp götürdü.
larda Âdil kolundaki ağabeyi Hüseyin’in bir taşa, bir
ağaca çarpmamasına dikkat ederek koltuk değneklerini ileriye atıyor, bir takırtıyla yol alıyorlardı.
Birbirlerinden ve vatanlarından ayrı geçen on yıl
iki aylık bir süreden sonra Kahire’de “Heliopolis Esir
Kampı”nda karşılaştılar. İngilizler savaş sona erdiğinde esir Osmanlı askerlerini bu kampta toplamıştı. Uzun süren kamp hayatından sonra nihayet bir
gün memleketlerine dönme ümitleri gerçek oldu.
Bir sabah koğuşları dolaşan kamp yetkilileri “Önce
İskenderiye’ye oradan da vapurla memleketlerinize
gideceksiniz.”dedi.
“Ev sahibi burada değil.”
Bahçeye girdiklerinde, anneleri samanlığın merdivenlerine oturmuş Ekim ayının ikindi güneşinde yün
eğiriyordu. Pis partallar içinde bir körün, bir topalın
avludan içeriye girdiklerini görünce, onları dilenci
zannederek seslendi.
Âdil görünce onu tanımış, Hüseyin de sesini teşhis etmişti. Âdil ona bakıyordu; siyah başörtüsünün
sarmaladığı yüzünün çizgileri derinleşmiş, yanakları
çökmüş, ağzında diş kalmamıştı. Üzerindeki entariyi
de tanıdı; üç entarisinden biriydi, solmuş, iyice renk
değiştirmişti.
Günlerce süren vapur yolculuğuyla İzmir’e geldiler.
Pek çoklarıyla beraber Âdil ve Hüseyin de burada indiler. Her baktıkları yerde Yunan askeri görüyorlardı;
iskelede, yollarda sıkı kontrole tabi tutuluyorlar, esirlik belgelerini göstererek geçiyorlardı.
Ona doğru yürüyorlardı. Sesini yükseltti, sinirlendiğini de açıkça belli ediyordu.
“Ne arsız adamlarsınız! Ev sahibi yok diyorum, anlamıyor musunuz? Başka kapıya gidin. Bıktım sizlerden.”
Hüseyin, Âdil’in kolunu hiç bırakmıyordu; tren istasyonuna geldiler; Kadınhanı’ndan geçecek trene bindiler. Vagonlarda ana baba günü yaşanıyordu; kompartımanlar, koridorlar, tuvaletin önleri esaretten dönen, bir uzvunu kaybetmiş, bir deri, bir kemik kalmış
insanlarla tıklım tıklım doluydu. Âdil ile Hüseyin, koridorun bir kenarında yer bulup oturdular; acı bir düdük sesiyle takırtı başladı; herkes gibi onlar da uykuya dalıp dalıp çıkıyorlardı.
Hüseyin kendini tutamadı; kör gözlerinden iri yaşlar
fırlarken bulanık sesi zehirli bir ok gibi annesinin yüreğine saplantı.
“Ana biz dilenci değiliz; senin oğullarınız!...”
Anneleri yerinden fırladı; yüzünde çılgın bir kıyamet
koptu. Yüreğinden gelen sesi de acı ve merhamet
yüklüydü.
“Ne!... Hüseyin, Adil!... Hüseyin, Adil!...”
Kadınhanı istasyonunda indiler; ellerinde bavul, eşya,
hiçbir şey yoktu; üzerlerinde parça parça olmuş yırtık yerlerinden dizleri, baldırları dışarı fırlayan, kirden
renkleri tanınmaz hâle gelmiş asker elbiseleri, ayaklarında delik deşik olmuş çarıklar vardı.
Kucaklaştılar, anneleri onların yüzünü, kör gözlerini öpüyor, feryat figanla dökülen gözyaşları birbirine karışıyordu.
Ansiklopediler “Yemen’de ölen Türklerin sayısını tarih
bilmiyor, öğrenmekten de korkuyor” derlerken nesillerle süren dramımızı anlatıyorlar; fakat hiçbir dram
unutmak ve unutulmak kadar dramatik değildir…
Tatlı bir güneşin altında Kadınhanı seslerden, canlılıktan arınmış, sanki kabuğuna çekilmişti. Her yerde
bir fânilik göze çarpıyor, belli belirsiz bir rüzgâr sararmış yaprakları okşuyor, kimisini düşürüyordu. Mahallelerden geçip eve doğru giderlerken tozlu kaldırım-
(Mehmet Niyazi Beyefendinin “Ah!Yemen!...” isimli kitabından derlenmiştir.)
39
Anadolu Selçuklu Dönemi,
Müslim-Gayr-i Müslim İlişkileri
(Alıntı) Prof. Dr. Mehmet Şeker, Anadolu’da Bir Arada Yaşama Tecrübesi, s.79-85.
Türkiye Selçukluları devrinde, özellikle XIII. Yüzyıl
Anadolu’sunda İslâm-Türk medeniyetinin çok yüksek bir seviyeye eriştiği görülmektedir. Medreselerin yaygınlaşması, öğrenci sayısının gün geçtikçe
artmasına, Moğol istilâsı sonucu zaviyelerin açılması da şeyh ve müridlerin çoğalmasına imkân hazırlamıştır. Doğal olarak bu durum yerli halkın dikkat
ve ilgisini çekmiştir.
Bu anlayışla sadece müslümanlara seslenmeyen
Yûnus, çevresindeki diğer inanç sahiplerine de çağrıda bulunurken, hem müslümanları, hem de diğer din
mensuplarını birbirlerine saygılı olmaya davet etmiştir.
Yesevîliğin Anadolu’da şekillenen kolları olarak kabul edilen Bektaşîlik ve benzeri tarikâtlara mensup
dervişler hem Türklerin “ata”, “baba”ları idiler hem
de Anadolu’ya İslâmiyet’le birlikte Orta Asya örf ve
âdetlerini getiren kültür elçileri idiler. Hacı Bektâş-ı
Velî, Ahi Evran, Evhâdüdîn-i Kirmânî ve Sadreddîn-i
Konevî gibi mutasavvıflar da -Yûnus Emre ve
Mevlânâ çizgisinde- Anadolu’yu İslâmlaştırmada
üzerlerine düşen rolü hakkıyla oynamışlardır.
Bilhassa din farkı gözetmeden yoksullara, muhtaçlara, yolda kalmışlara ve hastalara yardım elini uzatan
mutasavvıflar ile Türkmen babaları İslâmlaştırma
faaliyetinde önemli bir rol üstlenmişlerdir.
Yetmiş iki millete kurban ol âşık isen
Konumuz bakımından bunlar arasında Mevlânâ
Celâleddin Rûmî üzerinde daha fazla durmak gerekir. Çünkü o, türlü din ve inanç mensuplarını; Allah, hayır ve insanlık fikirleri uğrunda birleştiren
yüksek şahsiyeti ile İslâmiyet’in de yayılmasına hizmet ediyordu. Bir gün Mevlânâ’yâ; şiir ve düşüncelerini bilgili müslümanlar bile zorlukla anlarken
aynı zamanda kendisini dinleyen gayr-i müslimlerin onun söylediklerinden ne zevk aldıkları sorulur. Buna Mevlânâ; onların Allah’a inandıkları yolları
ayrı da olsa gayenin bir olduğu, cevabını verir. Böylece, gayr-i müslimlerin Mevlânâ’nın sözlerinin özünü kavradıklarını anlatmak ister.
Tâ âşıklar safında imam olasın sâdık…
diyen Yûnus Emre’nin yaklaşımı bütün insanlara din
farkı gözetmeksizin aynı gözle bakmayı telkin ediyordu. Yûnus’a göre, ‘kâmil insan’ sülûk esnasında
çokluktan birliğe ulaşır veya bunun aksine, onun
deyişiyle “Vahdet ehli” her şeyde Allah’ı görmeye
yönelir:
Kiliseye dirsen girem, nâkûs (çan) dahî dirsen çalam
Âşıklara yoktur kalem senden yüzüm döndürmezem
Hıristiyanlar için kullanılan “tersâ”, Yûnus’un dilinde
ve hayatında yabancılık çekmeyen, dost bir ifade
kazanır ve Yûnus’un onlarla tanışıklığı vardır:
Özellikle Moğol istilâsı öncesi ve sonrasında
Anadolu’yu dolduran ilim adamları ile mutasavvıflar buraya büyük zenginlik kazandırmışlardır.
Anadolu’nun aydınlanmasında rol oynadıkları gibi,
müslümanların kendi dinlerinden olmasa bile farklı
din, mezhep ve tarîkât mensupları ile bir arada yaşayabileceklerini göstermişlerdir. Bu tutum ve davranışları ile geleceğe, altı yüz yıl sürecek Osmanlı kültürüne ve günümüz Türkiye’sine ışık tutmuş
olan bu münevver insanların Türkiye’nin geleceğine de örnek oldukları düşünülebilir. Genç kuşakların da bunun farkına varmaları umulur.
Tersâlar tapuya gelir hükm ısları zebûn olur
Tağlar taşlar secde kılur göriceğez dervişleri
Yûnus gibi âşıklar vahdet-i vücûda, her varlığın
Allah’ın kulu olduğuna inandıkları için, hiç kimsenin sahip olduğuna, devletine ta’n edip gülmezler, bilginlere karşı da inkârcı olmadıktan gibi,
tersâ(hıristiyan)nın haçına da karışmazlardı.
Bir kimsenin devletüne ta’n edüp biz gülmeyüz
Mevlânâ’nın ilmini ve şöhretini duyarak onu ziyaret için İstanbul’dan Konya’ya gelen bir râhibin
Ne münkirüz âlimlere ne tersânın haçındayız
40
Mevlânâ’nın önünde eğilerek verdiği selâmını,
Mevlânâ aynı şekilde mukâbele ederek alır. Rahip
bu selamlaşmayı tekrarlar durur. Mevlânâ da her
defasında aynı şekilde karşılık verir. Bunu üzerine
rahip: “Ey dinin sultânı! Benim gibi zavallı ve kirli birine gösterdiğin bu ne alçak gönüllülüktür?” der.
Mevlânâ da: “Ne mutlu o kimseye ki, Allah onu malla, güzellikle, şerefle ve saltanatla rızıklandırdı ve o
kimse de bu malı ile cömertlik etti, güzelliği ile iffet sahibi, şerefi ile alçak gönüllü ve saltanatı ile de
adalet sahibi oldu” hadisini buyuran bizim sultanımızdır. Allah’ın kullarına nasıl alçak gönüllülük göstermeyeyim ve niçin kendi küçüklüğümü belirtmeyeyim? Eğer bunu yapmazsam, neye ve kime yararım?” karşılığını verir. Bunun üzerine rahibin İslâm’a
geldiği ve Mevlânâ’nın müridi olduğu “Menâkıbu’lÂrifîn”de anlatılmaktadır.
lerini onun açık sözlerinden anladık ve kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin tabiat ve hareketlerini onda gördük. Siz müslümanlar, devrinin nasıl Muhammed’i olarak tanıyorsanız,
biz de onu zamanın Mûsâ’sı ve İsâ’sı olarak biliyoruz.
Siz nasıl onun muhibbi (dostu) iseniz, biz de bin şu
kadar misli daha çok onun kulu ve müridiyiz. Nitekim kendisi buyurmuştur:
Yetmiş iki millet, sırrını bizden dinler
Biz bir perdeden yüzlerce ses çıkaran bir neyiz...
Yûnus gibi aynı dille konuşan Mevlânâ da, aynı anlayışla geniş bir dinî müsamaha ve insanlık anlayışı ile sadece İslâmiyet’i anlatmakla yetinmiyor, aynı
zamanda farklı din mensupları ile bir arada yaşamanın nasıl olacağını da göstermiş oluyordu.
İbn Bîbî’nin “el-Evâmiru’l-Alâiyye”sinde; Anadolu’da
halkın beş dil konuştuğu ve bazı devlet ricâlinin
de bu beş dile vâkıf oldukları kesin bir dille belirtilmektedir. Bu dillerin muhtemelen Türkçeden başka
Rumca, Ermenice ve Süryanice ile birlikte büyük şehirlerde ve kültür merkezlerinde de Farsça olduğu
bazı tarihçiler tarafından ifade edilmiş bulunmaktadır. Bu dillerde konuşanların birbirlerini etkilemiş
olmaları muhakkaktır.
Aynı şekilde bir Ermeni kasapla da selâmlaşan, idam
edilmek suretiyle cezalandırılacak olan bir Rum
gencinin de affedilmesini sağlayan Mevlânâ’nın çeşitli din, mezhep ve tarikatlara mensup geniş bir
mürid kitlesi vardı. Hıristiyan rahipleri ile dostâne
münasebetlerde bulunuyor, hatta onların kilise ve
manastırlarını da ziyaret ediyordu. Yalnız hıristiyan
rahipleri ile değil, yahûdi hahamları ile de görüşen
Mevlânâ’ya, bir gün kendisiyle karşılaşan bir haham: “Bizim dinimiz mi yoksa sizin dininiz mi daha
iyidir?” diye sorar. Mevlânâ da: “Sizin dininiz” diye
cevap verir. Bunun üzerine yahûdi, müslüman olur.
Nitekim Mevlânâ, Rumca şiirler yazma ihtiyacı duymuştur. Türk diline Rumca kelimelerin girmiş olduğunu da görüyoruz. Bu etkileşimde Türklerin, Ermenice ve Rumca kelimeleri öğrenmiş olmaları yanında, Rumlarla Ermenilerin Türkçe öğrenme ihtiyacı
duymalarının rolü olduğu da düşünülebilir. Yazıya
geçmese bile günlük hayatta bu türlü karşılıklı kültürel alış-verişin olacağı muhakkaktır.
Böylece gayr-i müslimlere dostâne ve samimi yaklaşımları ile Selçuklu toplumunda, dinler arası münasebetleri samimi ilişkilere dönüştürmeye muvaffak olan Mevlânâ’nın cenazesine her din mensubunun iştirak etmiş olması da bu ilişkinin derecesini
göstermesi bakımından önemlidir. Nitekim cenazede; hıristıyanlardan, yahûdilerden, Araplardan,
Türklerden… türlü din ve millete mensup kimseler hazır bulunuyorlardı. Her biri kendi âdetleri veçhile kitapları ellerinde önden gidiyorlar, Zebur’dan,
Tevrat’tan, İncil’den âyetler okuyorlar ve hepsi birlikte feryâd ediyorlar, müslümanlar bunları sopa
ve kılıçla savamıyorlardı. Zira bu cemaat hiç çekinmiyordu. Büyük bir karışıklık oldu. Bu haber büyük
Sultan’a, Sâhib’e ve Pervane’ye erişti. Bunun üzerine onlar da papaz ve kiliselerin büyüklerini çağırıp
onlara: “Bu olayın (Mevlânâ’nın cenazesinin) sizinle
ne ilgisi vardır? Bu din pâdişâhı bizim başbuğumuz,
imamımız ve rehberimizdir” dediler. Onlar da: “Biz,
Mûsâ’nın, İsâ’nın, bütün peygamberlerin gerçeklik-
Ayrıca medenî ve fikrî seviyenin yükseldiği Selçuklu Anadolu’sunda musikî, semâ ve şiir gibi vasıtaları kullanan Mevlevîlik ile diğer tasavvuf zümreleri,
gayr-i müslimleri de etkisi altına almış, daha sonraları Osmanlı devrinde bile bu etki ile birçok gayr-i
müslim sanatkârın bu ortam içinde yetişme imkânı
buldukları görülmüştür. Özellikle müslüman erkeklerin hıristiyan kadınlarla evlenmeleri sonucunda Müslüman-Türk aile ve toplum hayatında hıristiyanlığın kültürel etkilerinin hissedildiği gibi; Rum,
Ermeni, Süryanî ve yahûdilerle de yukarıdaki örneklerde işaret edildiği gibi kültürümüzün izleri ve etkileri hissedilmiştir.
Aynı durum sivil ve dinî mimarî için de söz konusudur.
41
Kıssadan Hisseler
Derleyen: Oktay YETİŞKİN
Kırık Diş
bir zaviye edinmiş. O vakitler Beşiktaş ve Ortaköy,
birer küçük köy olup yolu izi belli değilmiş. Ulaşımı denizden olur, açıkta Barbaros’un gemileri durur, pazarda Rumca ve Ermenice konuşulur, camilerinden çok kiliseleri işlermiş. Yahya Efendi’nin Apostol isimli gemici bir komşusu varmış. Arazilerinin
birleştiği yerde kocaman bir asma, her ikisinin bahçelerine dallar vererek koyu gölgeler yayar, Yahya
Efendi de arkadaşları ve müritleriyle burada oturup
sohbetler edermiş. Gemici Apostol, bazı yaz ikindilerinde ürkek bakışlarla onları izler, bunların Allah
katında iyi kullar olduğuna hükmeder, bilhassa Yahya Efendi’den çok etkilenirmiş. Amma ki ne kendisi ona yaklaşmış, ne de ondan bir davet almış. Yalnız bir ara onun Trabzonlu olduğunu ve Sultan Süleyman ile Trabzon’da beraber büyüdüklerini, hatta
ikisinin sütkardeşi olduklarını işitmiş, o kadar.
Ebu Muhammed b. Numan b. Musa Hîrî, Hire’de
şunu anlatmıştı:
“Zunnûn Mısrî’ye ait şöyle bir hâl müşahede ettim:
Biri halktan, diğeri devlet memuru iki kişi kavga etmişler, halktan olan zat memura saldırarak dişini kırmış, bunu gören polis saldırganın yakasına yapışarak:
‘Hadi, seni valiye götüreceğim’ demiş. Yolda giderken Zunnûn’un bulunduğu semtten geçmişlerdi.
Halk:
‘Şurada bir şeyh var, ona çıkın, ihtilâfınızı o halleder’
deyince taraflar Zunnûn’un yanına çıkmışlar ve başlarından geçen hadiseyi ona anlatmışlardı. Zunnûn
kırılan dişi almış, tükürüğü ile ıslatmış, dişi kırılan
adamın ağzına ve eski yerine takmış, sonra dudaklarını kıpırdatarak dua etmiş, Allah Teâlâ’nın izni ile
diş yerine yerleşmişti. Dişi kırılan zat ağzını açıyor
kapatıyor ve bütün dişlerinin birbirine eşit olduğunu görüyordu.”
Apostol, her zamanki gibi uzun bir sefere çıkmış.
Bu sefer rotası Rize taraflarını gösteriyormuş. Dönerken Trabzon açıklarında şiddetli bir fırtınaya yakalanmış. Dalgalar gittikçe büyümeye, gemisi gıcırdamaya, seren sallanmaya başlamış. Apostol bir
yandan gemisini, bir yandan mürettebatı ve hamulesini düşünürken diğer yandan hanımı ve çocukları gözünün önüne geliyormuş. Pek öyle koyu bir
Hıristiyan da sayılmazmış. Allah’a inanırmış, o kadar. Allah’a el açacakmış ama ne diyeceğini bilemiyormuş. Gözleri, uzaktan silueti görünen Trabzon’a
“İmdat!” der gibi bakarken birden Trabzonlu olan
Yahya Efendi gözünün önüne gelivermiş. Apostol
ellerini açıp şöyle demiş:
Apostol’un Şarabı ve Yahya Efendi
İstanbul’da, Yıldız Parkı’nın sahil girişinin hemen
yanından çıkan küçük sokak sizi Yahya Efendi
Türbesi’ne götürür. Zarif mezar taşlarıyla koyu servilerin birbirlerine sırtlarını dayayıp zamanı eledikleri müşrif ve müşerref bir mekândır burası. Taşlık yolu
geçip de içeriye girdiğinizde Yahya Efendi’nin heybetli sandukasının ayakucunda küçük bir sandukaya rastlarsınız. Yahya Efendi’nin sadık müritlerinden
Ali Efendi, nam-ı diğer Apostol Efendi yatar burada.
“Ey Yüce Allah! Senden ne, nasıl istenir bilmem.
Ama beni çoluk çocuğuma kavuştur, malımı mülkümü bana bağışla. Bunu da komşum olan o adam
için yap. Çünkü sanıyorum ki onu seviyorsun.”
Rivayet odur ki Yahya Efendi, sütkardeşi Sultan Süleyman Kanuni tahta çıktıktan sonra İstanbul’da
oturmamış, Beşiktaş-Ortaköy civarında kendisine
42
Apostol duayı tamamladığı sırada dalgalar sanki
yağ olup erimişler. Apostol’un içi içine sığmaz olmuş. Tayfalarına bahşişler vermiş. Sakladığı şarapların en yıllanmışlarından iki fıçıyı getirtip güvertede kutlamaya başlamış. İlk fıçının dibini bulduğunda aklına yine Yahya Efendi düşmüş. Önünde duran
ikinci fıçıya bakmış ve “Bu değerli şarabı ona hediye
götürmeliyim” deyip eğlenceyi dağıtmış. Yolculuk
bittiğinde Apostol, Yahya Efendi’yi asmanın altında
dostlarıyla oturur bulmuş. Hal hatır sorduktan sonra adamlarından birine taşıttığı fıçıyı önlerine koymuş ve daldırmış maşrapayı:
“Sen lanetli iblissin. İlk geldiğin andan beri seni tanıyorum” buyurdu.
Şeytan:
“Ey Sultânü’l-Muhakkikin! Sizin kadar yüksek dereceye ulaşan başka bir büyük zat tanımıyorum. Yirmi senedir size hiçbir isteğimi yaptırmaya muvaffak
olamadım, dedi.
“Defol melun! Şimdi de beni kendini beğenme hastalığına düşürerek mahvetmek mi istiyorsun! Yirmi
senede yapamadığını yirmi saniyede mi yapacaksın? Yıkıl karşımdan! diye haykırdı.
“Buyurunuz Efendi! Mahzenimin en leziz şarabıdır,
sizin için ta Gürcistan’dan getirdim. İçip safalanınız.”
Kırklara, Nasıl Karıştı?
Bir seveni anlatmıştır:
Yahya Efendi kendisine uzatılan maşrapayı almış ve
çevresindekilerin hayret dolu bakışları arasında kafasına dikivermiş. Teşekkür etmeyi de unutmamış:
İlk görüşmemizde Ahmet Ağa aynı Yunus gibi çok
güzel şiirler okudu, adeta kendinden geçti. Ben
edebiyat hocalığı yaptığım için şaşırdım bu coşkunluk karşısında. Daha sonraki zamanlarda tek başıma
onu ziyarete gitmeye başladım. Bir defasında yalnızca ikimizin bulunduğu ortamda ona,
“Dediğin kadar varmış Apostol Efendi! Teşekkür
ederim; şimdi de arkadaşlarım tadına baksın; ne
dersin!”
Apostol, adamlarından bardak getirmelerini söylemiş. Sunulan doluları ellerinde tutan adamlar birbirine bakıyorlarmış. Sonra Yahya Efendi başıyla içmelerini işaret etmiş. Bir de bakmışlar ki içtikleri buz gibi bir nar şerbeti. Sırayla teşekkür etmişler:
“Ahmet Ağa, sen bu hali nasıl elde ettin?” dedim.
Ahmet Ağa:
“Bende bir hal yok, ben ümmî bir çobanım” dedi.
Kendisine:
“Pekâlâ imiş. Böyle nar şerbeti İstanbul’da bile bulunmaz!”
“Ama zaman zaman siz, ‘Göreve çağırıyorlar.’ diyerek çıkıp gidiyorsunuz, sizi göremiyoruz” deyince,
anlatmak zorunda kaldı:
“Nefis, nefis! Hiç böyle güzel nar şerbeti içmemiştim!”
“Seferberlik zamanında Gazze’de savaşıyorduk.
Düşman bizi muhasara altına aldı. Bir hafta boyunca ne su, ne yiyecek bulabildik. Daha sonra yardım
ulaştı, kazanlar kaynamaya başladı. Yemek dağıttılar bize. Bir ekmeğin içine tahin koymuşlardı. Ben
ekmeği ısırdım, bir lokma ağzıma aldım. O sırada
karşımda, bir deri bir kemik kalmış bir köpek gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Biraz ekmek bölüp ona
attım. Yanımdakiler:
Apostol şaşkın, perişan, aklı başından gitmiş, adamlarına bağırıyormuş:
“Yanlış fıçıyı getirip beni mahcup ettiniz, o yıllanmış
şarap fıçısını getirin çabuk!”
Yahya Efendi araya girmiş:
“Hayır, Apostol Efendi, yanlışlık yok. Onlar doğru fıçıyı getirdiler. Lakin senin şarap şu meclise girebilmek için nar şerbetine dönüştü.
‘Ahmet delilik etme, ye yemeğini’ dediler. Ancak benim gönlüm bu hale elvermedi. Bir lokma kendim
yedim, bir lokma köpeğe verdim.
Yirmi Saniyede!
Şeytan hizmetçi kılığına girmiş ve yirmi sene
Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri’nin yanına gidip gelmişti. Fakat bir türlü gönlüne vesvese vermeye, ona istediklerini yaptırmaya muvaffak olamamıştı. Bir gün:
Gece uykuya dalınca Peygamber Efendimiz (s.a.s)
teşrif ettiler, sırtımı sıvazlayıp:
‘Ahmet, evladım! Ben seni sevdim.’ buyurdular.
Daha sonra uyandığımda Peygamber Efendimize
(s.a.s) karşı büyük bir aşk başladı içimde. O günden
beri bu haldeyim.”
“Ey Üstad! Yoksa siz benim kim olduğumu biliyor
musunuz?” dedi.
Hazreti Cüneyd:
43
Temizleme
Yolları
Ö. Nasûhî BİLMEN
Eşyayı temizlemek için -cinslerine göre- değişik yollar vardır. Su ile yıkamak ve kaynatmak en önemlileridir. Diğerleri; silmek, kazımak, ovalamak ve yakmak suretiyle temizlemedir. Sırasıyla ele almak gerekirse:
yıkanması gerekmez. Eğer pisliğin rengi, bulaştığı
yerden kaybolmayacak halde ise o eşya, kendisinden bembeyaz su akıncaya kadar yıkanır. Pis boya
ile boyanmış elbise ve kaplar gibi...
Görülemeyen bir pisliğin bulaşmış olduğu eşya, bir
kap içine konarak üç kez yıkanır ve her defasında
sıkılmakla temiz olur. Sıkmak, yıkayıcının kuvvetine
göre olur. Son sıkmada, hiç su damlamayacak şekilde sıkmak gerekir. Böylece hem yıkanan şey; hem
yıkayıcının eli hem de kullanılan kap temizlenmiş
olur. Başka başka kaplarda pis eşya yıkanmış olursa,
birinci kap üç kez, ikinci kap iki kez ve üçüncü kap
da bir kez yıkanmakla temizlenmiş olur.
1. Su İle Yıkayarak Temizleme
Hades (hükmen necaset) denilen abdestsizlik, cünüplük ile hayız ve nifas halleri, her çeşit temiz mutlak sularla giderilir. Bu sulardan bulunmayınca abdestsizlik gibi hades halleri teyemmümle giderilir.
Hubus (hakikî necaset) denilen pislikler de temiz
olan mutlak ve mukayyed sularla temizlenir.
Köpeğin yaladığı bir kap da, üç kez yıkanmakla temizlenir. Bununla beraber pis şeyin koku ve tadı
kalmamalıdır. Ancak kokusunun giderilmesi mümkün olmazsa, o zaman koku eserinin bulunması bağışlanır.
Örnek: Maddî bir pislik, yağmur, dere ve deniz sularıyla giderilebildiği gibi, çiçek suları ile meyve
ve sebzelerden çıkan sularla ve içinde nohut veya
mercimek gibi şeyler ıslatılmış sularla da giderilebilir. Fakat temiz olmayan sularla, yağlı ve yapışkan
sıvılarla, akıcılık ve incelik vasfını kaybeden sularla
pislikler giderilmez.
Pis olan bir şeyi su ile yıkamak hususunda akar su,
durgun su ile kap içinde yıkamak veya kap içinde yıkamamak bakımından bir fark yoktur. Yeter
ki su berrak bir duruma gelsin. Bu yıkamada sıcak
su veya sabun gibi temizleyici maddelerin kullanılması şart değildir, güçlük olmadığı zaman bunların
kullanılması tercih edilir.
Görünür halde olan pislikler, izleri (renk, koku ve
maddeleri) giderilinceye kadar su ile yıkamakla temiz olurlar. Bir defa yıkamakla tamamen pislik giderilmiş olursa, sahih olan görüşe göre, bir daha
44
3. Ateşe Sokmak Yolu İle Temizleme
Pis olan bir kına ile boyanan bir organ üç kez yıkanmakla temiz olur. Kınanın organ üzerinde kalan rengi bir zarar vermez. Bir organa değen kan ve
benzeri bir maddeyi üç kez yalayıp tükürmekle izi
giderilmiş olursa, hem organ ve hem de yalayanın
ağzı temiz olur.
Pis su verilen bir bıçağın hem içi, hem de dışı pis
olur. Bu durumda onun dışı yıkanmakla veya temiz
bir bezle silinmekle temizlenir. Artık o bıçakla karpuz ve et gibi yiyecekler kesilip yenebilir. Fakat bu
halde bıçağın sadece dışı temiz olduğundan üzerinde onu taşıyanın namazı sahih olmaz; çünkü iç
kısmı pistir. İç kısmının temizlenmesi için ateşin içine konur ve üç kez veya bir kez ona temiz su verilir.
Görülmeyen bir pislik, bedenin veya çamaşırın hangi tarafına dokunmuş olduğu bilinmez yahut unutulmuş olursa, o bedenin veya çamaşırın bir tarafı
yıkanınca, sahih olan görüşe göre, her tarafı temizlenmiş sayılır. Fakat bedenin veya çamaşırın tümünü yıkamak daha uygun düşer.
Boğazlanmış bir hayvanın kellesi üzerinde veya
herhangi bir maden parçası üzerinde bulunan kanlar, ateşe sokulup kaybolmakla o şeyler temizlenmiş olur.
Üzerinde necaset veya meni bulan kimse, bunun
ne zaman bulaştığını bilemezse, necaset için son
abdest bozduğu, meni için de son uyku uyuduğu
zamandan itibaren kılmış olduğu namazları tekrar
kılar.
İçlerine yaş pislik dokunmuş olan fırınlar ve tandırlar, içlerinde yanan ateşle temizlenmiş olurlar. Artık
onlarda ekmek pişirilebilir.
Bir çeşmenin su boruları pislenmiş olsa, içinde akacak temiz su ile borularda necasetin izi kalmadığı
anlaşıldığı anda temizlenmiş olur.
4. Silmek Yolu İle Temizleme
Bıçak, cam, abanos, cilalı tahta, düz mermer ve tepsi gibi şeyler, kuru veya yaş pislikle kirlenirlerse, yaş
bir bezle veya süngerle veya toprakla veya yaprak
benzeri bir şeyle silinirler de pisliğin izi kalmadığına kanaat getirilirse bunlar temizlenmiş olur. Buna
göre kana bulaşmış sonra da temiz bir bezle veya
toprakla tamamen silinmiş olan bıçağın veya kılıcın
taşınması ile namaz bozulmaz.
2. Suda Kaynatma İle Temizleme
İçine pis bir şey karışan ve yüzeyi 65 metre kareden
küçük olan süt, pekmez ve bal gibi sıvı şeyler, asıl
miktarlarına düşünceye kadar temiz su ile kaynatılır. Üçüncü ameliye yapılmakla bunlar temizlenmiş
olur. Çünkü böyle yapmakla temiz olmayan şeyin
aslında bir değişiklik meydana gelir.
5. Kazımak ve Ovalamak Yolu İle Temizleme
Usulüne göre boğazlandıktan sonra, henüz bağırsakları çıkarılmadan, tüylerini yolmak için kaynar suya atılmış olan tavuk ve benzeri hayvan pislenmiş olur; artık temizlenmez. Çünkü pis suyu içine çekmiş olur. Onun için böyle bir hayvan kesildikten sonra, üzerindeki akar kanını, hem de içini çıkardıktan ve yıkadıktan sonra kaynar suya atmalıdır. İşkembe de yıkanıp temizlenmeden önce kaynar suya atılırsa bir daha temiz olmaz. Fakat henüz
kaynar hale gelmemiş suya atılıp çıkarılırsa, temiz
su ile yıkanarak temizlenmiş olur. Kaynar suyu içine
daha çekmeden hemen sudan çıkarılırsa yine yalnız
yıkamakla temiz olur.
Pisliği emmeyecek bir halde olan mest ve ayakkabı
benzeri şeylere, hayvan tersi gibi görünür bir necaset dokununca su ile temizlenebilir. Ayrıca bıçak ve
benzeri şeylerle kazımakla ve yere sürüp ovalamakla da temizlenir. Fakat idrar gibi görünmeyen necaseti ancak yıkamakla temizlemek mümkündür. Elbiseye ve bedene dokunan pisliği de kazımak veya
toprağa sürmek yeterli değildir, bunu yıkamak gerekir.
İnsanların kurumuş olan menileri ovalamakla temizlenebilir.
Dokunmuş olduğu elbise astarlı olsa da, yine ova-
45
lamak yeterlidir. Fakat yaş halde olan meniyi mutlaka su ile yıkamak gerekir. Bununla beraber elbiseye
dokunup kurumuş olan bir meni, ovalanmakla temizlendikten sonra, o elbise ile namaz kılınabilirse
de o yer sonra ıslanmış olsa, sahih kabul edilen görüşe göre pislik hali geri döner; onu tekrar kurutup
ovalamak veya yıkamak gerekir.
münde olur. Fakat gelen suyun havuz altından akıp
gitmesi yeterli değildir. Pis olan bir kuyunun suyu
çekilip kaybolunca o kuyu temizlenmiş olur. Bundan sonra gelen suyu pis olmaz. Çünkü giden pislik artık geri dönmez.
8. Hal Değişme (İstihâle) Yolu ile Temizleme
Pislenen bir çukur veya kuyu, artık pisliğin bulaşmadığı inancına varılıncaya kadar çevresinden kazınmakla temiz olur.
Pis olan bir madde temiz olan bir madde haline dönüşürse temiz olur. Örnek: Bir merkep veya bir domuz, diri veya ölü olarak tuzlaya düşüp de tuz haline gelse temiz sayılır.
6. Kurumak ve Toprak Sermekle Temizleme
Yine bir yığın gübre toprak kesilse, tezek yanıp kül
olsa, şarap sirkeye dönse, misk ahusunun kanı miske dönse bunlar temizlenmiş olurlar. Pis bir toprak
altüst edilmekle, pis bir zeytinyağı sabun haline getirilmekle temizlenmiş olur.
Yeryüzü ve yeryüzünde temelli olan herhangi bir
şey pislenince kuruyarak temizlenir. Şöyle ki: Pis
olan bir yer parçası, güneş, rüzgâr ve ateşle kuruyup üzerindeki pisliğin izi kalmazsa, temizlenmiş olur. Böyle bir yer üzerinde namaz kılınabilir, fakat bu toprakla teyemmüm yapılamaz. Çünkü böyle bir toprak temiz ise de temizleyici değildir.
Yerde sabit bulunan ot, ağaç, döşenmiş taş, tuğla
ve kiremit benzeri şeyler de bunlara dokunan pisliğin izi kalmamak üzere kurumakla temizlenmiş
olur. Fakat yerde sabit olmayıp koparılmış veya çıkarılmış bulunan otlar, ağaçlar, taşlar, tuğlalar, kerpiçler ve benzeri şeyler, kendilerinde pislik eseri kalmadığı inancına varıncaya kadar su ile yıkanmakla
temizlenirler; kurumakla temiz sayılmazlar. Ancak
cilalı olmayan sert ve katı olan taşlar, yerden ayrılmış olsalar bile, kurumakla temizlenirler; değirmen
taşları gibi. Çünkü bunlar pisliği içlerine çektiğinden yeryüzü hükmündedirler.
Bir şıra veya şarap, içine herhangi bir pislik düşüp
dağıldıktan sonra sirke yapılmakla temizlenmiş olmaz. Bunların içine fare düşmesi de aynıdır.
Yine pis olan bir süt, peynir yapılmakla veya pis bir
buğday öğütülmekle veya unundan ekmek yapmakla, pis bir susamdan yağ çıkarılmakla temiz olmaz. Çünkü bunlarda hal değişikliği yoktur.
9. Bazı Davranışlar Yolu İle Temizleme
Harmanda dövülen buğday ve arpa gibi yiyeceklerin bilinmeyen bir miktarı hayvanın kaşanması ile
pislendikten sonra, o pis miktarına eşit veya daha
ziyade ondan çıkarılsa, geri kalan temiz sayılır. Çünkü bunun bütününde temizlik asıldır ve muhakkaktır. Temiz olmayan miktarın hangi kısımda kaldığı
da şüphelidir, bilinmemektedir. Asıl olan temizlik,
şüphe ile kaybolmaz. Böyle bir buğday ve benzeri
şeyler bölüşülmekle veya kısmen yıkanmakla da temizlenmiş olur.
Pis olan bir yer parçası, pisliğin izi kalmayıncaya kadar üzerine su akıtılmakla veya pisliğin kokusu kalmayacak derecede üzerine temiz toprak sermekle
temizlenir.
7. Suyun Akması veya Kaybolması Yolu İle Temizleme
Yarısından azı veya bilinmeyen bir miktarı pis olan
bir pamuk yığını hallaç tarafından tamamen atılınca temizlenmiş olur; fakat çoğunluğu pis ise temizlenmez.
İçine pislik düşmüş olan küçük bir su, bir havuz ve
su dolu bir hamam kurnası, bir taraftan veya üstündeki musluktan temiz su gelip akıp gitmekle, pisliğin eseri kalmamışsa temiz olur. Bu bir akar su hük46
10. Boğazlama ve Tabaklama Yolu İle Temizleme
İstibrâ usulü her insanın bünyesine göre değişiktir.
Bekleyerek, biraz yürüyerek, ayakları hareket ettirerek ve öksürerek yapılır. İdrarın kesildiğine kanaat
hâsıl olunca, istincâ (su ile yıkama) yapılır. Çünkü idrar yaşlığın bulunması, idrarın damlaması gibi abdestin sıhhatine engeldir.
Domuzdan başka herhangi bir hayvanın derisi, meşru şekilde boğazlanmakla temiz olur. Böyle bir hayvan derisi üzerine namaz kılınabilir. Etine
gelince: Eğer eti yenen hayvanlardan ise eti de temiz olur. Fakat eti yenmeyen hayvanlardan ise sahih olan görüşe göre, eti temiz olmaz. Böyle bir etten 3 gr. kadar bir kimsenin üzerinde bulunsa, onun
namazı sahih olmaz. Boğazlanmasıyla eti temiz sayılsa bile yenmesi caiz olmaz. Çünkü her temiz olan
şeyin yenmesi gerekmez.
İstincâ’da temizliğe fazla dikkat edip idrar ve benzeri
pislik eseri bırakmamaya “İstinkâ” denir. İstincâ’dan
sonra ayağa kalkmadan temiz bir bez parçası ile
veya sol el ile kurulanmalıdır. Böylece temizlik için
kullanılan suyun kalıntılarını gidermeye çalışmalıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
Domuzdan başka her hayvanın derisi tabaklanmakla da temiz olur.
“İdrardan çok korununuz; çünkü kabrin bütün
azabı ondandır.”
Tabak yapılmakla posteki/seccadelerde olan pis
yaşlık kaybolur. Domuz derisi ise, bütün eczaları ile
pis olduğu için tabaklanmakla temizlenmez.
Bunun için idrardan son derece sakınmalı ve temizliğe dikkat etmelidir. Kadınlara “İstibrâ” gerekmez.
Onların bir müddet beklemeleri yeterlidir. Ondan
sonra istincâ edip abdest alabilirler.
İnsan derisi, hürmet ve kerametinden dolayı tabaklanmaz. Tabaklanmakla temizlense de, asla kullanılamaz.
İstincâ ile istibrânın bazı edebleri vardır. Onlar da
şunlardır: Helâya girerken:
Yabancı ülkelerde pis maddelerle tabaklandıkları
bilinen deriler, üç defa yıkandıktan sonra ancak onlarla namaz kılınabilir. Şüpheyi gidermek için, durumları kesinlikle bilinmeyen böyle derileri yıkamak bir ihtiyattır.
“Allah’ım! Pislikten ve pis olmaktan sana sığınırım” diye dua edilir. Helâya sol ayakla girilir ve
helâdan sağ ayakla çıkılır. Helâda kıbleye yönelik
oturmamalı, arkayı da kıbleye çevirmemelidir. Bunları yapmak mekruhtur. Rüzgâra karşı, bir özür yokken ayakta, karınca ve benzeri böceklerin yuvalarına, abdest ve gusül alınacak sulara bevl etmek (küçük abdest bozmak) mekruhtur.
11. İstincâ (Büyük Abdest Temizliği) ve İstibrâ (Küçük Abdest Temizliği) Yolu ile Temizleme
Kan, meni, idrar ve gaita gibi pisliklerin çıkmış oldukları yerleri temizlemek gerekir ki, buna “İstincâ”
denir. Bu temizleme, avret yerlerini yabancılara göstermeksizin su ile yoksa küçük taşlarla yapılır. Önce
taşlarla, sonra su ile yapılması daha uygundur. Fakat kemik, kireç, kömür, tezek, bez, pamuk ve kâğıt
gibi şeylerle istincâ mekruhtur.
Yol üzerine, mescit civarına, mezarlığa, durgun ve
akarsulara, ırmak kenarlarına, ağaç altlarına abdest
bozmak da mekruhtur. İnsanların görebileceği bir
yerde istibrâ yapılması da edebe aykırıdır.
İstincâ yerini taşarak namazın sıhhatini engelleyecek kadar fazla olan pislikleri yıkamak farzdır.
Helâda iken konuşmamalı, din ve dünya işleri düşünülmemelidir. Avret yerine ve çıkan pisliklere bakmamalıdır. İdrarın içine tükürülmemelidir. Oruçlu
olmayan kimse istincâ ederken ayaklarını birbirinden uzak tutmaya çalışmalı ve gevşek oturmalıdır.
Temizlenme bakımından daha iyi olduğu için böyle
yapmak mendubdur.
Erkekler idrar yaptıktan sonra, idrar sızıntısının kesilmesini beklemeleri gerekir ki, buna “İstibrâ” denir.
Kaynak: Büyük İslâm İlmihâli, Temizlik Kısmı
Su ile istincânın sağlık yönünden yararları çoktur.
Bu konuda tıp kitaplarında önemli bilgiler vardır.
47
KİTAP TANITIMI
ZAMAN YAKLAŞIYOR
Abdullah DEMİRCİOĞLU
Kitabın Adı : ZAMAN YAKLAŞIYOR
Yazarı
: Abdullah DEMİRCİOĞLU
Yayınevi
: Değirmen Yayınları
Ebadı
: 13x19.5 cm
Sayfa Sayısı : 247 sayfa
Fiyatı
: 10,00 TL
ISBN
: 978-605-4304-00-4
Avrupa İlâhiyat Fakültesi Rektörü Abdullah Demircioğlu’nun kaleme aldığı ve Değirmen Yayınlarından çıkan
“ZAMAN YAKLAŞIYOR” isimli eserini siz değerli okurlarımıza takdim ediyoruz.
Takdim
Kur’ân ve Sünnet’ten alınan tertemiz bilgiyle; güneş ve ay misâli, inananların yollarını aydınlatan bir ilim demeti bu
kitap... Gafletten bunalmış, rûhî derdine çözüm bulamamış, huzur veren bu ilmi nereden alacağını araştıran samimi mü’minlerin başucunda bulunduracakları, çevrelerine rahatlıkla tavsiye edebilecekleri bir eser...
Ömrünü pırıl pırıl İslâm deryâsında ilim öğrenmek ve bu temiz, süzülmüş bilgileri gerçek ilme susamışlara öğretmekle, bu ilimlerin manâsını kalplere işlemekle geçiren yazarımız Sayın Abdullah DEMİRCİOĞLU, çeşitli konularda rûhları doyurucu, kalpleri huzûra kavuşturucu açıklamalarda bulunmaktadır. Coşkulu bir deniz gibi kimi zaman
ilim öğrenmenin önemini, kimi zaman nefsimizi hesaba çekmenin gereğini, Allah’ı (c.c) anmanın, zikretmenin değerini, kimi yerde Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashâbının hayatından sahneleri, kimi zaman imân ve itikâd konularını
ve özellikle kalplere İlâhî aşkı yerleştirme okulu olan tasavvufun kıymetini ve gereği gibi bilinmeyen pek çok konuyu dalga dalga, sahilinde bekleyen taliplerine ulaştırmaktadır.
Bu kitapta; sizi heyecanlandırıp vecd ile titreten bir manâ cereyanını, rûhunuzu okşayan tatlı bir pınarın huzur veren şırıltısını, gönlünüzü serinleten bir sabah melteminin hafif hafif esişini bir arada yaşayacaksınız.
Vesselâm...
48

Benzer belgeler