Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız

Transkript

Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
YIL: 6 SAYI: 33
EYLÜL/EKİM 2012
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
bırakın da oynasınlar...
YIL: 6 SAYI: 33
EYLÜL/EKİM 2012
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
İçindekiler
BU KAFAYLA BÖLÜCÜ TERÖR ENGELLENEMEZ
Mustafa ÖZTÜRK_____________________________________________ 3
SEN ÖLMEZSEN BEN ÖLMEZSEM
Bahri DENİZ__________________________________________________ 7
TARİHİNİ BİLMEYEN MİLLETLER YOK OLMAYA MAHKÛMDUR:
Prof. Dr. Cihan DURA__________________________________________ 8
SARI SALTUK İLE İLGİLİ BİR FETVA TARTIŞMASI
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER_________________________________ 10
bırakın da oynasınlar...
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
YIL: 6 SAYI: 33
İHANET DAHA NASIL OLUR?
Osman KARABABA___________________________________________ 13
BIRAKIN DA OYNASINLAR
İsmail BOZKURT_____________________________________________ 14
26 AĞUSTOS KURTKAYASI SÜVARİLERİ
Mustafa YILDIRIM____________________________________________ 16
SAHİBİ
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği Adına Dernek Başkanı
Mustafa ÖZTÜRK
KURULUŞUNDAN BUGÜNE GARİPÇE
Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR_______________________________ 18
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Osman KARABABA
YENİ EĞİTİM-ÖĞRETİM YILINA BAŞLARKEN
Mehmet KILINÇ______________________________________________ 20
YAZIŞMA ADRESİ
Sahabiye Mah. Mete Cad.
Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2
D:3 Kocasinan/KAYSERİ
CAMCI NECMİ (SÖYLEŞİ)_____________________________________ 23
TELEFON
(0352) 232 32 67
WEB
www.bilgiyurdu.org.tr
E-POSTA
[email protected]
GRAFİK TASARIMI
Hatice İbakorkmaz
BASKI
Orka Matbaacılık
San. Tic. Ltd. Şti.
Organize San. Böl.
43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ
(0352) 322 17 00
ALTAN DELİORMAN UÇMAĞA VARDI
Yunus Emre Özkan___________________________________________ 19
PSİKOLOJİK BOYUTTA TOLSTOY’UN ÖLÜM KAVRAMI
Doç. Dr. Beyhan Asma________________________________________ 25
AĞLAMAYI ÖĞREN ÇOCUK
Hatice ÇERÇİ________________________________________________ 27
TRT ÇOCUK VE ÜÇ ÇİZGİ FİLM
Bilgehan AYATA______________________________________________ 28
OKUL VE AİLE İŞBİRLİĞİ
İbrahim GÜNGÖR____________________________________________ 30
GÜNÜMÜZDE PARAPSİKOLOJİ
Ünsal ARSLANKAYA__________________________________________ 32
MEHMET DÜZGÜN AĞABEYLE YARIM ASIR
Mustafa ŞERBETÇİOĞLU_______________________________________ 34
TÜRKİYE NEDEN SURİYE ÇIKMAZINDA?
Hakan BOZDOĞAN___________________________________________ 36
AKIL TUTULMASI
İsmail ÖZÖREN______________________________________________ 37
TOLSTOY’UN ESERLERİNDE İSLAMİYET ETKİSİ
Alper KEPEZKAYA____________________________________________ 38
HERKES İÇİN ADALET
Gözde Nur DOĞAN___________________________________________ 40
EMEĞİN SESİ
İbrahim BOYRAZ_____________________________________________ 41
Yazılar yayınlansın ya da
yayınlanmasın iade edilmez.
Yazılarda kısaltma yapılabilir.
Hukukî sorumluluk yazarlara aittir.
BUGÜN BANA YARIN SANA
Aslıhan FEYZİOĞLU__________________________________________ 42
BİRKAÇ ŞEHİT VERİLİNCE
Aytekin AYDOĞAN___________________________________________ 43
3
BU KAFAYLA BÖLÜCÜ TERÖR
ENGELLENEMEZ
Mustafa ÖZTÜRK
Bölücü terör, Türkiye’nin bir numaralı gündemi olmaya devam ediyor. Son 3.5 ayda 97 şehit verdik. Bu
sayı, her gün, her dakika artabilir.
Ayrılıkçı terör örgütü, Hakkari-Şemdinli bölgesinde “alan hakimiyeti” kurmaya çalışıyor; kentlerde de
vatandaşlar üzerine bomba yağdırıyor: acımasızca,
kalleşçe, kahpece… Tabur seviyesindeki askeri birliklere saldırabiliyorlar. Hemen hemen her gün yol kesip
tırları, kamyonları yakıyorlar. Belirli bölgelerde devlet
memurlara görev yapamıyorlar ve hiç birinin can güvenliği yoktur. Buralarda Türkiye Cumhuriyeti’nin değil PKK’nın sözü geçmektedir.
Terör örgütü, eylemlerini 1984’ten bu yana hiç bu
kadar artırmamıştı. Demek ki eylem için uygun bir zemin bulabiliyorlar. İktidar yandaşı medya: “PKK kan
kaybediyor, can çekişiyor, son günlerini yaşıyorlar. Bu
eylemler son çırpınışlarıdır.” dese de buna inanmak çok
zor. Çünkü, Türkiye’nin her yerinde eylem yapabildikleri gibi Kuzey Irak’tan sonra Suriye’nin de kuzeyinde
bir hakimiyet alanı elde etmişlerdir. Bu nedenle, terör
olayları azalmayacak artacaktır.
Terörün artması ve yükselmesi karşısında siyasi
iktidarın ne gibi önlemler aldığını bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, her büyük olaydan sonra toplanmaları
ve “Terörle bir yere varılmaz” mealli konuşmalarıdır.
Ancak, bölücü örgütün terör yapa yapa nerelere geldiği ve Türkiye’ye neler kaybettirdiği somut olarak ortadadır. Bu durum üzerine iktidar makamında olanların:
“Neleri yanlış yaptık?” diye düşünmeleri, kendileri ve
vicdanlarını sorgulamaları, nefis muhasebesi yapmaları
gerekiyor.
Bize göre, siyasi iktidarın birinci yanlışı, Kürtçü
bölücülüğü tehlike saymamasıdır. Oysa, “Türkiye’deki asıl sorun terör değil bölücülüktür. Bölücülük,
siyasetle, terörle ve propagandayla yapılmaktadır.
Terör, bölücülüğün şiddet yaratan, baskı oluşturan
ve devlet otoritesini zayıflatmaya çalışan, gücünü silahtan aldığı insanlık dışı boyutudur.
Türkiye’deki terörün siyasi amacı, bölücü siyasetin önünü açmaktır. Bölücü siyasetin amacı da
ulus devlet anlayışını kırmak, ayrı bir Kürt milleti
oluşumu yaratmak, bunu yasallaştırmak, ayrıcalık-
GÜNDEME BAKIŞ
lı bir statü elde etmek, üniter yapıyı bozarak önce
demokratik özerklik adı altında bir yönetim biçimi,
daha sonra da federasyon ve imkân bulunca da bağımsız bir devlet oluşturmaktır.
Ancak terör can yaktığı, acı çektirdiği, korku,
baskı ve şiddet yarattığı için daha çok dikkat çekmektedir. Siyasi bölücülük, demokrasi, özgürlük
ve düşünce hürriyeti kapsamında yürütülmektedir.
Hatta yeni anayasa çalışmalarında kendisine yer
bulabilmek için masum gösterilmeye çalışılmaktadır.”(1)
PKK terör örgütünün bölücü siyasetin önünü açtığını, bölücü parti ile amaç birliği olduğunu göz ardı etmemek lâzım. Bunun bilinmeyen bir yanı da yok. Partinin
milletvekili ve belediye başkan adaylarını terör örgütü
belirler, parti de siyasi faaliyet yürütür. Örgüt aynı, lider
aynı, hedef bir. Sadece görevler ayrılmış… Bu yüzden,
terör örgütüne karşı olunsa da Kürtçü bölücülüğe göz
yummak, Türkiye’yi bugünkü felakete sürüklemiştir.
PKK’nın her terör eyleminden sonra birilerinin ortaya çıkıp “Kürt hakları”ndan bahsetmesi, “akan kan
durdurulsun. Bu sorun silahla çözülmez, müzakere ile
çözülür.” demeleri samimiyetten uzaktır ve aynı planın
parçasıdır.
HİSARCIKLIOĞLU’NUN ÇÖZÜMÜ
PKK’nın Gaziantep eyleminden sonra 12 sivil toplum kuruluşunun terörü kınamaları yerinde ve yararlı
olmuştur. Ancak bu kuruluşlara sözcülük yapan TOBB
Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun “Çözüm yeni Anaya-
4
sa” sözüne bir anlam veremedik. Sayın Hisarcıklıoğlu
Anayasa’ya terörü ortadan kaldıracak hangi maddeleri
öneriyorlar acaba? Yoksa, terör örgütünün malum taleplerini kabul edelim de işi bitirelim mi diyorlar.
TBMM BAŞKANI CEMİL ÇİÇEK’İN GÖRÜŞÜ
TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek de 27.08.2012
tarihinde “Teröre Karşı Ulusal Mutabakat” başlıklı
11 maddelik bir metin yayımladı. Genel olarak olumlu temenniler içeriyor. Ancak “ulusal mutabakat” adı
verilen metnin hiçbir yerinde “Türk” sözcüğü geçmiyor. Bunun için çok uğraşmış olmalılar. Devletin, ülkenin, milletin ve başkanı olduğu yüce meclisin adının
yer almadığı ve şahsi görüşleri ihtiva eden bir metine
nasıl “ulusal mutabakat” dediklerine de hayret ediyoruz. Mesela, benim iki noktada itirazım var: Birincisi
topluma “yeni anayasa”, ikincisi de “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” öneri ve taahhütleridir. İkisi de
bölücülerin eskiden beri, Kürt kimliğinin yasal statüye
kavuşturulması ve bölgesel özerkliğin önünün açılması
doğrultusundaki talepleridir. ABD ve AB de bu konuda
ısrarcı… Dolayısıyla, Türk milletinin değil de bölücü
odakların ABD ve AB’nin taleplerini “Teröre Karşı
Ulusal Mutabakat” başlığı altına yerleştirmek, TBMM
Başkanına hiç yakışmamıştır.
Sayın Çiçek’e ve Hisarcıklıoğlu’na hatırlatırız:
1984’ten bu yana, Özal’dan Erdoğan’a örgütün yüzlerce talebi karşılandı: birbiri ardınca aflar, Terörle Mücadele Yasası’nın değiştirilmesi, bölücülük propagandasının serbest hale getirilmesi, Kürtçe TV’nin açılması,
Habur olayı, Oslo görüşmeleri, İmralı’ya tanınan imtiyazlar, bölücüler mutlu olsun diye TSK’ya yapılan operasyonlar, üniversitelerde Kürtçe bölümlerin açılması,
Kürtçenin seçmeli ders yapılması… Bunlar terörü engellemek şöyle dursun azaltmış mıdır? Demek ki vermek çare değil. Bu konuda sözün ve çözümün doğrusunu Ahmet Bican ERCİLASUN hocamız söyledi. Ona
kulak verilmeli:
“Bölücü teröre karşı yürütülen mücadelede silahlı güçlerin öne çıkarılması doğrudur. Terörist
silah kullanmaktadır; o hâlde silahla karşılık gör-
melidir. Ancak bu yeterli değildir.
Özellikle iktidarın ve yandaşlarının müzakere ve
çözüm gibi ifadeleri derhal bırakması gerekmektedir. Teröristin niçin isyan ettiğini ve niçin her gün
bizi can evimizden vurduğunu bilmeyen kalmamıştır. Teröristin bir amacı vardır; o da ülkeyi bölmek
ve kademe kademe bağımsız Kürdistan hedefine
ulaşmaktır. Bunu kendileri de, sivil uzantıları da
her gün söylüyor. Şu hâlde müzakere ve çözüm demek, teröristin isteklerini konuşmak demektir. Ne
yani; siz teröriste karşısınız; fakat taleplerine karşı değil misiniz? En azından, taleplerini müzakere
edebiliriz mi demek istiyorsunuz?
İşte tam da bu tutumunuz dolayısıyla terörist
asla silah bırakmaya yanaşmayacaktır. Yürüttüğü
silahlı mücadele sayesinde taleplerinin müzakere
edilebilir olduğunu görmüştür. Milletin değil ama
önemli bir kısım entelin, ne olursa olsun, yeter ki
çözüm olsun, yeter ki analar ağlamasın, noktasına
geldiğini ve hatta kendi taleplerini kendilerinden
Barzani’ye niçin toz
kondurmuyor, üstelik
Ankara’da devlet törenleriyle
karşılıyorsunuz? Kuzey
Irak’ı devlet olarak tanıma
doğrultusunda her şeyi
yaptınız ama onlar PKK’yı
desteklemeye, barındırmaya
hayasızca devam ettiler.
daha fazla savunduklarını görmüştür. Bağımsızlık
vereceksek verelim, yeter ki terör dursun, diyen yazarlar bile vardır.
Siz politikada ve medyada bu havaya girdikten
sonra adamlar silahı niçin bıraksınlar ki? Netice aldıklarını görüyorlar; terörü niçin bıraksınlar?” (2)
BARZANİ DOST MU?
Terör konusunda siyasi iktidarın ikinci yanlışı,
Barzani’ye güvenmelerinden kaynaklanır. Kuzey Irak,
PKK terör örgütünün yuvalandığı, beslendiği, eğitimi
yaptığı, karargahının da bulunduğu bir coğrafya… Burası Kuzey Irak Kürt yönetiminin hükümranlık alanı
olduğuna göre PKK’nın eylemlerinden Barzani niçin
sorumlu tutulmaz? Kendi başı derdinde olan Suriye’yi
suçluyorsunuz ama… Barzani’ye niçin toz kondurmuyor, üstelik Ankara’da devlet törenleriyle karşılıyorsunuz? Kuzey Irak’ı devlet olarak tanıma doğrultusunda
her şeyi yaptınız ama onlar PKK’yı desteklemeye, barındırmaya hayasızca devam ettiler. Bu çelişkinin izahı-
nı hangi akıl, hangi vicdan yapabilecek?
Sınırımızın 5-10 kilometre ötesindeki Haftanin,
Metina, Zap, Avaşin, Basyan, Hakurk terör kamplarına
Türkiye’nin girmesini engelleyen hangi gizli antlaşmalardır? Türkiye bu terör merkezlerini yok edemeyecek
kadar aciz mi?
Türkiye aciz değildir ama Türkiye’yi aciz gösteren, elini tutan uyguladığı yanlış politikadır. Türkiye
ABD’nin öylesine bir esiri olmuştur ki onun köpeğine bile “oşt!” diyemiyor. Suriye ile iyi dost iken birden
bire düşman olmamız bundandır. Irak’ın kuzeyinden
ders almayıp Suriye’nin kuzeyinde bir Kürdistan kurulmasına sebep olunması bundandır. ABD’nin yönlendirmesiyle Suriye’ye, Irak’a, İran’a karşı düşmanca işler
yaparsanız onlar da kendi kozlarını kullanacaklardır.
Bunu engelleyemezsiniz.
Başından beri PKK terör örgütünü destekleyen,
Türkiye’yi de kapsayan yeni Ortadoğu haritaları çizen,
“ABD olası bir bağımsız Kürt devletini destekleyecektir” diye açıklamalar yapan ABD değil mi? O halde Türkiye, ABD ile aynı safta nasıl olabiliyor? Celladınla aynı saftasın ve dostlarınla düşmansın. O cellat
neler yaptırmadı sana, bir düşün.
Daha net ifade edelim: ABD Ortadoğu’da kendi güdümünde bir Kürt devleti istiyor. Bu devletin Akdeniz’e
kıyısı olacak ki petrolü sevk edebilsin. Ayrıca İsrail’e
de her zaman arka çıksın. İşte bu amaç için PKK terör
örgütü devreye sokulmuştur. Bu tetikçi örgüt marifetiyle Türkiye’ye biçim veriyor. Bazen tehdit, bazen uyarı,
bazen de dayak… Kısacası, düşmanı doğru tespit edip
safımızı buna göre belirlemeliydik.
Kuzey Irak’tan sonra Kuzey Suriye’nin de bir terör
üssü olacağı kesin… Çünkü geniş bir bölgede PKK
hakimiyet sağlamış durumda. Suriye parçalanırsa
Kamışlı’dan Akdeniz’e kadar Türkiye’nin güneyinde
PKK’nın sözünün geçtiği bir Kürt devleti oluşmaya
başlayacak. Böylece 4 parça sözde Kürdistan’ın iki
parçası gerçekleşmiş olacak. Şimdi bunun öncülüğünü
Barzani yapıyor. Yıllar önce söylemişti ama yöneticilerimiz önemsemedi. “Komşu devletler (Türkiye, İran
ve Suriye) bağımsız Kürt devletinin kurulmasını bir
günah gibi görüyorlar. Ben bu günah perdesini yırtıp onlara devlet kurmanın Kürtlerin hakkı olduğunu göstermek istiyorum. Kim kimin ülkesini parçalıyor. Onlar (Türkiye, İran, Irak, Suriye) Kürdistan’ı
sömürgeleştirerek dört parçaya ayırmışlar. Biz kendi ülkemiz olan Kürdistan’ı birleştirmek istiyoruz.
Onlar (Kürdistan’ı sömürgeleştirenler) hakkımızın
ne olduğunu anlasınlar; Kürt ve Kürdistan gerçeğini anlasınlar, akıllı olsunlar. Kürtlere dostluk elini
uzatmak Türkiye’nin yararınadır.”(3)
Erdoğan’ın Türkiyesi bu tehdide, maalesef boyun eğdi. Dışişleri Bakanı Davutoğlu Barzani’yi
28 Ağustos 2012 tarihli
gazetelerde Amerikalı tarihçi
Webster Tarpley’in görüşlerine
yer verilmiş. Tarihçi şöyle
söylüyor: “Türk yetkililer, ABD
ve İngiltere ile ittifak yapmanın
ölümcül bir kucaklaşma
olduğunu anlamalı. Ankara’nın
Suriyeli muhalifleri desteklemesi,
Türkiye’nin ulusal çıkarlarına zarar
verir.”
ağabeysi olarak görüyor ama Kuzey Irak terörün
merkez üssü olmaya devam ediyor.
Kuzey Irak’tan sonra Kuzey Suriye’de de bir terör
bölgesinin oluşmasının Türkiye için nasıl bir tehlike
yaratacağı çok kesin. Türkiye’nin Suriye politikasının yanlışlığı bu noktada da ortaya çıktı ve Başbakan,
“Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanayız.” demeye
başladı. Ancak çok geç… Suriye’li muhalif ve teröristlerin desteklenmesi neticesinde Suriye’nin parçalanması Türkiye’nin başını çok ağrıtacak. “Türkiye, yeni
Suriye’de birinci derecede rol oynayacak, çok karlı çıkacak.” Diyenler çok yanılıyorlar. Bunlar ABD ağzıyla konuşan ve iktidarı dolduruşa getirenlerdir. Bunlar
diyorlar ki “Kuzey Irak’la nasıl dost isek Kuzey Suriye ile de öyle dost oluruz. Burası Türkiye’ye tehdit
oluşturmaz.” Kuzey Irak’ın Türkiye için nasıl bir tehdit
ve tehlike yaydığı ortada iken bu sözleri söyleyenlerin
kime ve hangi fikre hizmet ettiklerine bakmak gerekir.
SURİYE’Yİ KİMLER KARIŞTIRDI?
Bugünlerde gazetelerde müthiş haberler var. Bunların çoğu, dış medyadan alıntı… Çünkü, Türkiye’de
iktidarın icraatını eleştirmek belli bir risk taşıyor. Bu
bakımdan, dış kaynaklardan aktarma yapmak, onlar
için kolay olmaktadır.
28 Ağustos 2012 tarihli gazetelerde Amerikalı tarihçi Webster Tarpley’in görüşlerine yer verilmiş. Tarihçi
5
6
şöyle söylüyor: “Türk yetkililer, ABD ve İngiltere ile
ittifak yapmanın ölümcül bir kucaklaşma olduğunu anlamalı. Ankara’nın Suriyeli muhalifleri desteklemesi,
Türkiye’nin ulusal çıkarlarına zarar verir. Başkan Obama, Erdoğan’ı Suriye ateşinin içine çekerek oyuna getirdi. Modern Türkiye imha olabilir.” (4) tarihçinin bu
uyarısına kimse kulaklarını tıkamamalı.
Suriyeli isyancıların Türkiye’de kaldığı kampların
ABD, İsrail ve İngiltere kontrolünde olduğu, isyancıların özel kamplarda eğitildikleri, bu kamplara milletvekillerinin dahi alınmadıkları, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi’nin en önemli adımı olan Arap Baharı’nın
bölgeye demokrasi değil şiddet, silah ve gözyaşı getirdiği, ABD’nin 2011’daki silah satışının 2010’a göre 3
kat artarak 66 milyar dolara çıktığı yine gazetelerde yer
alan çok önemli haberlerdir.
Ne acı bir tezattır ki kendi ülkesinde terör sorunu yaşayan Türkiye, Suriye’de rejim karşıtlarına ve Suriye’yi
parçalamak için silaha sarılan asilere destek vermektedir. Elbette masum sığınmacılara kucak açmak bir insanlık görevi ama konumuz bu değil. Söylemek istediğimiz şey, Suriye’de devam eden kaosta Türkiye’nin
siyasi iktidarının olumsuz rolüdür. Suriye’de kan döken
silahlı muhalefeti bir defa bile eleştirdiklerini duymadığımız gibi bunları örgütlemek amacıyla Türkiye’de pek
çok toplantıya da ev sahipliği yapılmıştır. Muhaliflerden oluşan Özgür Suriye Ordusu’nun internet sitesinde
“Merkez üssümüz Hataydır!” açıklaması bu gerçeğin
bir belgesi değil midir? Siyasi iktidar, Suriye’de yönetime karşı silaha sarılanları nasıl masum ve mazur görebiliyor? Hangi devlet kendisini yıkmak ve parçalamak
üzere silah kullanıp anarşi ve terör yaratanlara seyirci
kalır?
Suriye’deki kanlı olaylar yönetime karşı oluşan
bir tepkinin, bir hak aramanın sonucu değildir sadece.
Suriye yönetimi durduk yere veya canı istediği için
vatandaşına silah doğrultmadı. İsyan veya direniş dışarıdan planlandı. Suriye’nin Büyük Ortadoğu Projesi
doğrultusunda karıştırıldığı o kadar açık ki… Amaç,
Irak gibi Suriye’yi de parçalamak, Büyük İsrail’in ve
kukla Kürdistan’ın önünü açmak… Ayrıca İsrail’in
korkulu rüyası Hizbullah’ı ortadan kaldırmak. Bölgeye demokrasi getirme söylemi ise çok büyük bir yalan.
Suudi Arabistan ve Katar’da da demokrasi yok ama
Batı emperyalizmi (ABD-AB) bu devletlerle çok iyi
anlaşabiliyor. Türkiye’yi yönetenler bu gerçekleri bilmiyor olamazlar. Mutlaka biliyorlar. Ancak, kendisini
BOP’un eşbaşkanı ilân eden kişi ve zihniyetin Batı emperyalizmine direnme şansı hiç yoktur. Onlarla olmaya
mecburdur. Bu yüzdendir ki Türkiye, Suriye’de görev
almış ve ABD, İsrail, İngiltere ve Katar ile beraberce
Suriye’deki kan ve gözyaşının sorumlusu olmuştur.
Atalarımızın çok anlamlı bir sözü var: Rüzgar eken fırtına biçer. Korkarız ki Suriye konusunda yapılan hataların bedelini Türk halkı ödeyecek. Ödemeye başladı
bile.
Dipnotlar
1.Armağan Kuloğlu, Yeniçağ Gazetesi, 25 Ağustos 2012, syf9
2.A.Bican Ercilasun, Yeniçağ Gazetesi, 26 Ağustos 2012, syf9
3.Metin Aydoğan, Türkiye Nereye Gidiyor? Umay Yayınları
2006 syf45
4.Sözcü Gazetesi, 28 Ağustos 2012
7
Sen Ölmezsen,
Ben Ölmezsem...
Bahri DENİZ
Canım anam, yoksa ağlıyor musun?! Sana bıraktığım en büyük şan ve şereften sonra, hala sızlanıyor
musun?!
Yoksa ellerime yaktığın
kınadan oğluma yakmayacak mısın? Ona da yak
ana!.
Bir gün büyüyüp bayrağına
kastedenler olursa bana hak
vereceksin oğlum. Neden
bu bayrak bu candan daha
kıymetli olduğunu, kimseye
sormadan, cevap vereceksin.
Oğlum!. Ağlama!
Yoksa küçükken dizlerine koyduğum başımı şimdi
vatanımın toprağından mı
kıskanıyorsun? Saçlarımı
canım vatanımın taşlarından mı sakınırsın? “Aslanım!” diye sıvazladığın sırtımı
kutsal vatanımın toprağına dayamasa mıydım? Düşmanla çarpışırken vatan uğruna gururla siper ettiğim
göğsümü süslemesin mi Anadolu çiçekleri? Açmasın
mı üzerimde sevdalıların topladığı nergisler, kokmasın
mı bağrımda güller? Ağlama anam ağlama!.Vatan toprağı senin kucağın değil mi anam! Bak beni üzüyorsun.
Sevgili babam! Sen ki, beni dualarla uğurladın.
Ağladığın belli olmasın diye, ne kadar da metin durdun karşımda. Hâlbuki geri dönmeyeceğimi zannettin.
Dönmedim mi baba, al bayrağın içinde? Kabartmadım
mı göğsünü, eğdim mi o dik başını yoksa?! Gurur duy
baba, gurur duy!.
Babam! Dayandığım en güçlü omuz, sarıldığım en
kudretli el sendeydi. Yine sarıl baba, yine omuzla beni!.
De , korkma, de! “Oğlum şehit!”de, ağlama! Bak beni
çok üzüyorsun.
Sevdiceğim, biricik eşim benim!. Yüreğimin parçası! Anamdan sonra bildiğim en özge kadın! Yıllar sonra
sıcak kollarında, senin yanında ölemediğim için kızma
bana! Bak bu sefer eve erken geldim. “Hoş geldin!”
demeyecek misin? Sarılmayacak mısın bana? Bak bu
sefer sana hediyelerin en büyüğü, en ulvisi, en kutlusu
rütbemle geldim. Bu rütbe ki, hiçbir okul vermez onu
kimseye. Hiçbir komutan bu
rütbeyi çakamaz askerinin
apoletine. Bu rütbeyi yalnız
Allah verir.
Övün!.
Ellerinden tutup, parklarda
gezdiremedim seni, bebeğimizin arabasını birlikte seçemedik; resimlerinizle hasret
dindirdim. Farz et ki, şimdi
sen askersin. Bahçesinde bebelerimizin koşuşturacağı o
evi alamadım sana. Ama sana
koca bir vatan bıraktım. Ağlama!. Yoksa çok üzülürüm.
Oğlum! Canımın aziz parçam! Kocaman olduğunda babanın neden yanında olmadığını öğreneceksin. O
zaman sen de senden olan için aynı şeyi yapıp benim
verdiğim kararı vereceksin. Gönlün alabildiğince senin
olan bu vatanının bir parçası olmamdan gurur duyup,
alnın ak, başın dik gezeceksin. Hani okula gittiğinde sınıf tahtasının üzerinde bir resim var ya… Atatürk işte...
Ben onun yanındayım. Hani İstanbul’u fetheden Fatih
var ya, şu tarih dersinde okuduğun ve gurur duyduğun… Oğlum, onları, sana hayat veren ecdadını öğren,
babanın arkadaşlarını tanı. Hani sana öğretmiştim ya,
salavat getirmiştik efendimize… O da benimle şu an.
Annene de söyle, dualarınıza hepimizi katsın tamam mı
oğlum! Biricik yavrum! Bak şimdi sen çok küçüksün,
resmimi öpüp duruyorsun şu an… Sen beni göremesen de ben seni izliyorum. Bir gün büyüyüp bayrağına
kastedenler olursa bana hak vereceksin oğlum. Neden
bu bayrak bu candan daha kıymetli olduğunu, kimseye
sormadan, cevap vereceksin. Oğlum!. Ağlama!. Yoksa
çok üzülürüm.
“Sen ölmezsen, ben ölmezsem bu vatan uğruna, nereden bulacağız uğruna ölünecek bir vatan
daha?”
8
TARİHİNİ BİLMEYEN MİLLETLER
YOK OLMAYA MAHKÛMDUR:
TEMMUZ-AĞUSTOS 1919
www.cihandura.com
Prof. Dr. Cihan DURA
MUSTAFA KEMAL PAŞA VE
lordum emrinizdeyiz. Bundan sonra da ne emirleriniz
ARKADAŞLARININ ÖNÜ KESİLMEK
varsa, yerine getirmeyi şeref bilirim.”
İSTENİYOR
Trakya/Paşaeli Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti’nin
Amiral Calthorpe (Kaltorp)’dan Osmanlı Hariciye
Birinci Kongresi.
Nezareti’ne nota: “Mustafa Kemal ve Cemal paşaları
Kara Vasıf: “Amerikan mandası isteyelim.”
kayıtsız şartsız ve süresiz olarak geri çağırın, kanun
İtalyan ve Yunanlılar, Ege’de İtalyan-Yunan işdışı ilan edin.” Osmanlı Harbiye Nazırı Ali Ferit
gal hattı konusunda anlaşıyor. Denizli Millî Heyeti
Paşa Atatürk’ü Padişah adına İstanbul’a çağırıyor.
Denizli’de seferberlik ilan ediyor.
Atatürk’ün yanıtı: Gelmiyorum!
Batum’da Pontus Rumları Kongresi’nin toplanmaİstanbul hükümetinden, Mustafa Kemal Paşa’ya:
sı.
3. Ordu Müfettişliği görevinden alındın. Paşa’nın
Atatürk’ün Mazhar Müfit Kansu’ya yanıtı: “HüHarbiye Nezareti’ne
kümet şekli zamanı gelince
ve Vahdettin’e yanıtı:
Cumhuriyet olacaktır.”
“Resmî vazifemle birlik-Damat Ferit’in istifası.
İngiliz Yüksek Komiserliği
te askerlikten de istifa
3. Damat Ferit Hükümeti
ettim.” Atatürk, resmî
kuruluyor.
Müsteşarı Hohler’in notu:
görevlerinden istifa et-İngiliz Yüksek Ko“Türkleri zayıflatmak için
tiğini, kutsal millî gaye
miserliği Müsteşarı
için çalışmak üzere artık
Hohler’in notu: “Türkleri
Kürtleri
harekete
geçirmek
iyi
milletin sinesinde bir
zayıflatmak için Kürtleri
bir plandır.”
ferd-i mücahit olarak
harekete geçirmek iyi bir
bulunduğunu bir genelge
plandır.” İngiliz ve Fransız
ile orduya, valilere ve
yüksek komiserlerinin ortak
millete bildiriyor.
kararı: ”Padişah desteklenmelidir. Her türlü ihtilale
Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarıyla Erzurum’da,
karşı konulmalıdır.”
törenlerle karşılanıyor.
Erzurum Kongresi açılıyor. Dahiliye Nazırı Âdil:
Ali Galip Elazığ’da valilik görevine başladı. İstan- Erzurum Kongresi dağıtılsın.
bul Hükümeti asker ve bağış toplanmasını yasakladı.
Yüksek Komiser Calthorpe’un raporundan: “HüYüksek Komiser Calthorpe’dan İstanbul
kümet Mustafa Kemal’i kanun dışı kabul edip ona
Hükümeti’ne: “3. Ordu Komutanı Refet Bele’yi de
göre davranmalı.” Hükümet’ten valiliklere: “Mustageri çağırın.” Albay Refet Bele’nin yerine 3. Ordu
fa Kemal Paşa’yı ve Rauf Bey’i derhal yakalayarak
Komutanlığı’na atanan Albay Selahattin Köseoğlu bir İstanbul’a gönderin.” Harbiye Nazırı Nazım Paşa
İngiliz gemisiyle Samsun’a geliyor. Refet Bele, görevi
Atatürk’ün tutuklanması için Kâzım Karabekir’den
Albay Selahattin Köseoğlu’na devrediyor. Yüksek Koyardımcı olmasını istiyor.
miser Calthorpe (Kaltorp)’un Sadrazamlığa yazısı:
-Bekir Sami Kunduh’dan, Atatürk’e: “ABD manda“Mustafa Kemal Paşa’nın ya İstanbul’a dönmesini
sını tercih ederim.”
sağlayın ya da aleyhinde gerekli önlemleri alın!”
-Damat Ferit, İngiliz Yüksek Komiserliği MüsErzurum’da bulunan İngiliz Albay Rawlinson’dan
teşarı Tom Hohler’e: “Lüzumu halinde Padişah’ın
Mustafa Kemal Paşa’ya: Erzurum Kongresi’ni toplave benim güvenliğim İngilizler tarafından korunacak
maktan vazgeçin; aksi halde kongreyi zor kullanarak
mıdır?”
dağıtacağız. Atatürk’ün yanıtı: Kongre toplanacaktır!
Damat Ferit: Erzurum Kongresi’ni önleyin. Mustafa
AĞUSTOS 1919… MİLLÎ HAREKETİ
Kemal Paşa’yı tutuklayın.
DAĞITMA GİRİŞİMLERİ, AMERİKAN
Ordudan istifa eden Atatürk’e, Kâzım Karabekir
MANDASI TALEPLERİ
Paşa’nın esas duruşa geçerek söylediği: “Ben ve koDahiliye Nazırı Adil’in demeci: “İzmir’de çete
9
Alaşehir Kongresi.
teşkil edenleri dağıtmak için gerekirse askerî kuvvete
-Atatürk’ten Damat Ferit’e uyarı telgrafı: “Millet
başvuracağız.” İstanbul’dan gönderilen Jandarma
her türlü iradesini gerçekleştirmeye muktedirdir. GiGenel Komutanı Kemal Paşa Denizli’de… Yunanrişimlerinin önüne geçebilecek hiçbir kuvvet mevcut
lılarla çarpışmaktan vazgeçilmesini istiyor. Damat
değildir. Millet çizdiği program içinde gayet kesin ve
Ferit’in İngilizlerden talebi: “Bütün tutuklu Türkleri
açık adımlarla gayesine yürümektedir.”
Malta’ya götürün!”
Lord Curzon’dan Amiral Webb’e: “Sultan’ın
Birinci Nazilli Kongresi.
güvenliğini sağlayınız.” Lloyd George’un Avam
Erzurum Kongresi sona eriyor. Başlıca kararlar:
Kamarası’nda yaptığı konuşma: “Türkiye ile yapıMillî sınırlar içinde vatan parçaları bir bütündür; birlacak barış İngiltere’nin hayatî çıkarlarını ilgilenbirinden ayrılamaz. Osmanlı Hükümeti’nin dağılması
durumunda, yabancı işgaline karşı millet kendini savu- dirmektedir. İmparatorluğun geleceği Türkiye sorununacaktır. Kuva-yı Milliye’yi tek kuvvet olarak tanımak nun çözümüne bağlıdır.”
Sivas Valisi Reşit Paşa’dan Mustafa Kemal
ve milli iradeyi egemen kılmak esastır. Manda ve hiPaşa’ya: “Fransız jandarma Müfettişi Brunot Sivas
maye kabul olunamaz.
Kongresi’nden vazgeçilmesini istedi. Sivas’ın işgal
Atatürk Heyet-i Temsiliye Başkanı… Atatürk’ün
edilmemesi için kongreyi başka bir ilde toplamak yeMazhar Müfit Kansu’nun hatıra defterine yazdırdıkrinde olur.” Atatürk’ün Fransız Jandarma Müfettiları: “Zaferden sonra hükümet şekli cumhuriyet olaşi Brunot (Brüno)’ya yanıtı: “Mösyö Brunot bilmecaktır. Tesettür kalkacaktır. Şapka giyilecektir. Latin
lidir ki Fransızların Sivas’ı işgale karar vermeleri,
alfabesi kabul edilecektir.”
kendilerine pek pahalıya mal olacak yeni bir harbe
Veliaht Abdülmecit’in açıklaması: “Anadolu’daki
karar vermelerine bağlıdır.”
hareket hainane, delice ve gaddarcadır. Türkiye AmeAtatürk: “İstanbul, bir Amerikan mandasıdır tutturrikalılara bırakılmalıdır.” Damat Ferit Hükümeti,
muş gidiyor. Bu olmayacaktır. Manda yok. Ya bağımbütün illere Kuva-yı Milliye’nin dağıtılması emrini
sızlık ya ölüm var.”
veriyor. Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’nın orİstanbul’un, XX. Kolordu Komutanı Ali Fuat
dudan çıkarılması, nişanlarının geri alınması ve
“fahri yaverlik” unvanının kaldırılması hakkındaki Cebesoy’un görevden alındığını öteki kolordulara bildirmesi.
hükümet kararını onaylıyor.
Atatürk ve arkadaşları Sivas’a gitmek üzere
Halide Edip Adıvar’ın Atatürk’e mektubundan:
Erzurum’dan ayrılıyor.
“Davamızda yardımcı
Sivas Kongresi’ni daolabilmesi için bu fırsat
ğıtması için, Elazığ
dakikalarını kaybetmeden,
Damat Ferit’in İngilizlerden
Valisi Ali Galip Sivas
taksim ve yok olma kortalebi: “Bütün tutuklu Türkleri Valiliği’ne ve III. Kokusu karşısında, kendimizi
lordu Komutanlığı’na
Amerika’ya müracaata
Malta’ya götürün!”
atanıyor.
mecbur görüyoruz.”
Fransızlar tutuklanDahiliye Nazırı Adil,
mamak için saklanan eski
Balıkesir ve Alaşehir
Maliye Nazırı Cavit Bey’i, gece gizlice bir gemiye
kongrelerinin engellenmesini ve dağıtılmasını istiyor.
bindirip İstanbul’dan Avrupa’ya kaçırdı.
Milli Hareket’i hızla dağıtmayı vadeden Süleyman
-Refi Cevat Ulunay’ın yazısı: “İstiklal diye bağıŞefik Paşa Harbiye Nazırlığına getirildi.
İstanbul Hükümeti 1., 2. ve 3. Ordu müfettişlikleri- ranlar kötü niyetlidir.”
ni kaldırdı.
10
SARI SALTUK İLE İLGİLİ
BİR FETVA TARTIŞMASI
avehbiecer @ hotmail.com
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER
Fetva İslâm Hukuku’nda, sorulan bir meseleye din
bilgini (fakih) bir kişinin verdiği cevap olarak kullanılan bir terimdir. Soruyu sorana sâil veya müstefti, sorunun cevabını veren bilgin kişiye de müftü denilir.
Tarih boyunca fetvalar Müslüman halklar tarafından uyulması gereken bir emir gibi algılanagelmiştir. Oysa fetvalar Kur’an hükmü, Peygamber emri
değildir. Zamanın sosyal yaşantıların şartlarıyla kayıtlıdır ve şartların değişmesiyle fetva da değişebilir.
İzmirli İsmail Hakkı merhum bir kitabında “Fetva
zaman, mekân, hal, niyet, âdetin tağyiriyle tagayyür
eder (değişimiyle değişime uğrar) muhtelif olur (1)”
ifadesini kullanır. Aşırı değerde kabullenilerek İslâm
Hukuku’nun ana ilkeleri üstünde kabullenilmesinin
yanlışlığına işaret eder.
Fetva ile ilgili en önemli ayrıntı fetvanın, yaptırım
ifade etmediği, bir Müslümanın fetva ile eylemde bulunmazsa zorlanamayacağı ve kınanamayacağı hususlarıdır. Fetva genel bir hükümdür, bir haber verme (ihbar)
dir ve müftü verdiği bir fetvadan dönebilir. Bir başka
ayrıntı da fetva kurumunun ortaya çıkışından sonra
müftülerin toplumun sosyal hayatının bütün ilişkilerini
düzenleme görevi ile görevlendirildiği anlayışıdır. Bu
anlayış, halkın aklına gelen –dinî olsun, olmasın- her
şeyi müftüye sorabileceği ortamını doğurmuştur. Müftü
ve Şeyhülislâm (Başkent müftüleri) lar da kendilerinde
sorulan her soruyu cevaplandırma yetkisini bulmuştur.
Aile ilişkileri, yiyecek-içecekler, ticarî ilişkiler, kılık-kıyafet… gibi din ve ibadet dışı konularla da karar verme durumunda olan müftü ve şeyhülislâmlar,
her zaman geçerli olmayan, konu ve ilim dışı, gülünç
fetvalar vermişlerdir. Fetva kitaplarında bunların birçok örneklerini bulabiliriz. Bu konuda bazı örnekleri
içeren iki makalemizde küçük örnekler vermiştik (2).
Bu yazımızda bazı şeyhülislâmların tarihî şahsiyetler
hakkında tartışma yaratan fetvalarından bir örnek vereceğiz. Aslında müftülerin ihtisasları dışında kalan yiyecek-içecek, hastalık-sağlık, sosyal ilişkiler ve haklar,
kılık-kıyafet, borçlar-alacaklar… ve benzeri konularda
verdikleri fetvaların bazıları ilim dışı ve gülünçtür (3).
Kanuni Sultan Süleyman’ın, Türk Tarihi’nde iz bırakan Şeyhülislâm Ebussuud (el-imadî) Efendi’den
sorduğu soruya verilen cevap 1952 yılında Ankara Ü.
Tarih boyunca fetvalar
Müslüman halklar tarafından
uyulması gereken bir emir gibi
algılanagelmiştir. Oysa fetvalar
Kur’an hükmü, Peygamber
emri değildir. Zamanın sosyal
yaşantıların şartlarıyla kayıtlıdır
ve şartların değişmesiyle fetva
da değişebilir.
İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Merhum Prof. Dr. M.
Tayyib Okiç’in “Sarı Saltuk’a Ait Bir Fetva” başlığını taşıyan makalesi tartışmalar sebep olmuştur
(4). Bu konuyu bana hatırlatan, bir dergide (5) yayınlanan makalem üzerine değerli bilim adamlarımızdan Prof. Dr. Nuri Köstüklü’nün mektubu (6)
oldu. Sayın Köstüklü mektubunda Makedonya gezisinde Hıristiyan halkının Müslümanlar arasında
Sarı Saltuk’a ait diye bilinen türbeyi St. Naum türbesi olarak ziyaret ettiklerini gördüğünü anlatıyor.
Doğru olan bu tespit 1952 de iki bilim adamı arasında
yapılan tartışmayı hatırlattı.
Merhum Okiç anılan makalesinde Kanuni Sultan
Süleyman’ın bir sorusu üzerine Şeyhülislâm Ebussuud
Efendi’nin verdiği fetvayı incelemeye alır. Fetva şöyledir:
“Soru: Sinde sindaşım, halde haldaşım, ahret karındaşım, eimme-i selef, bu meselede ne buyurur ki; Sari
Saltuk dedikleri şahıs evliyaullah mıdır, beyan buyurulup müsab oluna.
Cevap: Riyazet ile kadîd olmuş bir keşiştir (7)”
Okiç bu makalesinde Ebussuud Efendi gibi birinin
böyle bir fetvayı veriş sebebini anlatmaktadır. Bu makale metnine maalesef ulaşamadığım için, makalenin
içeriğini anlatan bir bildiriden (8) aktarma yapacağım.
Sayın Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın şöyle diyor:
“Sveti Naum manastırındaki Şapel’de (9) Hıris-
ninin olamayacağı üzerinde durur (10). Ancak Okiç bu
uzun makaleye “Bir Tenkidin Tenkidi” başlığı altında
daha uzun soluklu (91 sayfa) bir yazıyla cevap verir
(11). Ebussuud’un böyle bir fetvayı verişinin sebebinin
Sarı Saltuk hakkında –o günkü şartlarda- doğru bilgiye
sahip olmayışına bağladığı ifadesiyle şu cümleyi nakleder:
“… O makalemizde Ebussuud’un, o zaman, bugünkü bilgi ve şartlara sahip olsaydı hükmünün aksi şekilde tecelli edebileceğini tahmin ettiğimizi açıklamış
bulunuyoruz”
Okiç, Yörükan’ın vefat etmiş kimseler hakkında fetvaların gereksizliği konusuna cevaben de Yörükan’ın
güvendiğini beyan ettiği fetva kitaplarında Muaviye,
tiyanların Sveti Naum’a ait olduğunu düşünerek ziyaret ettikleri ve sesler geldiğine inanarak dilek tutup
kulaklarını dayadıkları bir mezar, geçmişte Türkler
tarafından da Sarı Saltuk mezarı olarak kabul edilmiş
ve saygıyla ziyaret edilmiştir. Tarihte bu mezarın hem
Hıristiyanlar, hem de Müslüman Türkler tarafından ziyaret edildiği, Hıristiyanların mezarda Sveti Naum’un
yattığına inandıkları, Müslüman Türklerin ise mezarda
Sarı Saltuk’un yattığına inandıkları araştırmacıların çalışmaları ile ortaya konulmuştur.
Sarı Saltuk’un rahiplerle mücadelesi, onların yerine geçmesi gibi menkıbeler Saltukname’de yer almaktadır. Birkaç dil konuşabilen Sarı Saltuk, Tevrat’ı,
İncil’i baştanbaşa ezbere bilmektedir. Kiliselerde rahip
kılığında vaaz vermekte, bu yolla Hıristiyanları İslâm
Dini’ne davet etmektedir… Rumeli’de Müslümanlığın
yayılışı sırasında İslâm Dini’nin propagandacıları, yöredeki Hıristiyan azizlerinin menkıbelerini Müslüman
Türk azizlerine mal etmişler, hatta bu Hıristiyan azizlerinin gizli Müslüman olduklarını veya Müslüman Türk
azizleriyle yakın arkadaş oldukları propagandasını yaymaya çalışmışlardır.”
“… Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin Sarı
Saltuk’un bir keşiş olduğu şeklinde fetva vermesi… Bu
sebepledir , Şeyhülislâm Efendi’nin Sarı Saltuk hakkındaki fetvasını araştıran Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, konuyu incelerken, Sarı Saltuk’un Hıristiyan azizleriyle
münasebeti üzerinde de durmuştur… Okiç bu fetvanın
veriliş sebebini aydınlatmaya çalışmıştır:
“Ölümü üzerinden uzun zaman geçmeden Sarı
Saltuk’a ait menkıbelerle arasında bir irtibat (ilişki) kurulmaya başlandığı anlaşılıyor. Sarı Saltuk menkıbelerinin Hıristiyan azizlerinden en çok Nikola, sonra Cörc,
Simeon, Eli, Spridon ve Naum’un menkıbeleriyle karışık olduğu görülmektedir diyen Okiç, böyle bir fetvanın verilmesinin Sarı Saltuk’un yanlış tanıtılmasından
kaynaklandığını belirtmektedir”
Bu makaleye aynı fakülte öğretim üyelerinden Prof.
Yusuf Ziya Yörükân, “Bir Fetva Münasebetiyle” başlığı altında yazdığı makalesinde bu fetvanın fetva tekniğine uygun olmadığını ve bu sebeple uydurma olduğunu
anlatıyor. Bu arada Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin
derin bilgisinin böyle bir böyle bir fetvayı vermeye iz-
Sarı Saltuk’un rahiplerle
mücadelesi, onların yerine
geçmesi gibi menkıbeler
Saltukname’de yer almaktadır.
Birkaç dil konuşabilen
Sarı Saltuk, Tevrat’ı, İncil’i
baştanbaşa ezbere
bilmektedir. Kiliselerde rahip
kılığında vaaz vermekte, bu
yolla Hıristiyanları İslâm Dini’ne
davet etmektedir… Rumeli’de
Müslümanlığın yayılışı sırasında
İslâm Dini’nin propagandacıları,
yöredeki Hıristiyan azizlerinin
menkıbelerini Müslüman Türk
azizlerine mal etmişler, hatta
bu Hıristiyan azizlerinin gizli
Müslüman olduklarını veya
Müslüman Türk azizleriyle
yakın arkadaş oldukları
propagandasını yaymaya
çalışmışlardır.”
Gazalî gibileri için verilen fetvaların varlığına işaret
eder. Sarı Saltuk’u gereği kadar tanımadığı, Müslümanlar ve Hıristiyanlar tarafından aynı mezarın kutsandığı,
Sarı Saltuk’un Hıristiyan azizleriyle karıştırıldığı bilgilerine dayanarak böyle bir fetvanın verildiği anlatılır.
Oysaki Sarı Saltuk bir Ahmet Yesevî dervişidir. Balkanlarda tasavvufî bilgi ve telkinleriyle hizmet etmiştir.
Bu konuda Prof. Dr. İ. Agah Çubukçu’nun şu ifadeleri
önemlidir:
11
12
“Sarı Saltuk etkisi geniş olan bir düşünürdür. Özellikle tutucu Hıristiyanların vicdanlar üzerinde baskı
yaptığı bir dönemde tasavvufî duygularla İslâm’ın
sevilmesini sağlamıştır. Kendisi bozacıların pîri olarak tanınır (12)”
Bu örnek tek değildir. Bazı ilmi, sanatı, yöneticiliği
sebepleriyle tarihe geçmiş kişilerle ilgili sorular sorulmuş ve şeyhülislâm da bu sorulara cevap vermiştir (13).
Ayrıca bazı yiyecekler (pırasa, ısırgan otu, yılan balığı,
istiridye, boza…) hakkında da fetvalar alınmıştır. Hatta
bazen çok ileri gidenler olmuş meşhur şair Nefî’yi şöyle isyan ettirmiş:
Milli Mücadele’den sonra
oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin oluşumundan sonra
demokratik, laik ve sosyal bir
hukuk devleti” niteliği kazandı,
şer’iye vekaleti kaldırıldı,
Diyanet İşleri Başkanlığı “Laiklik
ilkesi doğrultusunda, bütün
siyasi görüş ve düşüncelerin
dışında” kalacak şekilde
Anayasal (Madde 136) teminat
altına alındı.
“Bana kafir demiş müftî efendi
Tutalım ben diyem ona Müselman
Varıldıkta yarın rûz-i cezaya (ahrete)
İkimizde çıkarız anda yalan”
Gene Ebussuud Efendi’nin tam metnini konuyu uzatmamak için alamadığımız fetvasıyla Yunus
Emre’nin şiirlerinden dolayı tekfir edildiğini hatırlatmalıyım (14).
Sonuç
Fetvalar yaptırım ifade etmezler. Eski fetvalar
şeyhülislâmların yaşadıkları dönemlerin sosyal, kültürel durumlarını aksettirdikleri için kültür ve medeniyet
tarihçileri, sosyologlar, din bilginleri, İslâm tarihçileri,
din sosyolog ve psikologları… için önemli kaynaklardır.
Milli Mücadele’den sonra oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin oluşumundan sonra demokratik,
laik ve sosyal bir hukuk devleti” niteliği kazandı,
şer’iye vekaleti kaldırıldı, Diyanet İşleri Başkanlığı “Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş
ve düşüncelerin dışında” kalacak şekilde Anayasal (Madde 136) teminat altına alındı. Bir danışma
kurulu olan Yüksek Din Kurulu fetva mahiyetinde
verdiği kararlarla “… siyasî veya kişisel çıkar yahut
nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun
dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan
şeyleri (Madde 24) istismar edecek, kötüye kullanılacak kararlar alamaz, fetvalar veremez.” Din, ibadet,
ahlak konuları dışına çıkamaz ve bunların dışındaki
konular (sosyal kurumlar, ilişkiler, ticaret, sağlık, emniyet… gibi) kanun konularıdır. Bu bakımdan artık
bugün yılan balığının yenilip yenilmeyeceği, kimlerin
cezalanıp cezalanmayacağı, ısırgan otunun, pırasanın,
midye, istiridye, istakoz’un yenilip yenilemeyeceği müftüye sorulmamalıdır, sorulduğu zaman da müftüler bu
soruların cevabını verecek kurum ve bilginlere yönlendirmelidirler. Artık müftüler ve din bilginleri siyasete
ve kendi konuları dışına ait fetva ve görüş beyan etmemelidirler.
DİPNOTLAR---------------------1. İsmail Hakkı İzmirli, İlm-i Hilâf, İstanbul, 1330, I,
294; Bu eser İnönü Üniv. İlahiyat Fakültesi İslâm Hukuku
Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ali Duman tarafından İhtilaflar Bilimi (Malatya, 2010) başlığı altında notlar eklenerek anlaşılır şekilde sadeleştirilmiştir. Bu cümle adı geçen
kitapta 270. sayfadadır.
2. A. Vehbi Ecer, “Türk Kültürünün Tetkikinde Fetva
Kitaplarının Önemi”, Türk Kültürü Dergisi, Nisan 1970,
Sayı 90, 400-405; Ecer, “İçtimai Hayat ve Kültür Tarihi Bakımından Fetva Kitaplarının Önemi”, Atatürk Ü.
İslâmi İlimler Fak. (Tayyib Okiç Armağanı), Ankara,
1988, 251-265.
3. Ecer, önceki makaleler; A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin
Dilimiz, Ankara, 2012, II. Baskı, 87, 201; Fahir İz, Eski
Türk Edebiyatında Nesir, İstanbul, 1964, I, 58 vd.
4. M. Tayyib Okiç, “Sarı Saltuk’a Ait Bir Fetva”,
Ankara Ü. Alahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, 1952, I,
Sayı 1, 48-58.
5. A. Vehbi Ecer, “Ahmet Yesevî Dervişlerinden Saru
Saltuk”, Bilgi Yurdu Dergisi, Ocak-Şubat 2012, Sayı 29,
7-8.
6. Nuri Köstüklü, “Vehbi Ecer Hocaya Mektup Var”,
Bilgi Yurdu Dergisi, Mart-Nisan 2012, Sayı 30, 13.
7. Sin: yaş; karındaş, kardeş; eimme-i selef: selef
imamları; musab: açıklama; riyazet: nefsin isteklerini
kırma; kadid: bir deri, bir kemik kalmış kimse; keşiş:
kilise papazı.
8. Şükrü Haluk Akalın, “Rumelide Sarı Saltuk’un İzleri ve Ohri’deki Sveti Naum / Sarı Saltuk Ziyaretgahı”,
Çukurova Ü. Türkoloji Araştırmaları Merkezi Sempozyum Bildirileri; http:turkoloji.cu.edu.tr
9. Şapel: Hıristiyan mescidi.
10. Yusuf Ziya Yörükan, “Bir Fetva Münasebetiyle”,
Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, 1952, II-III,
137-160.
11. M. Tayyib Okiç, “Bir Tenkidin Tenkidi”, Ankara Ü.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1953, II-III, 219-290.
12. İ.A. Çubukçu, “Sarı Saltuk’un Türk İslâm Kültüründeki Yeri”, 07.07.2012, www.kozanbaris.com
13. Örnekler için bak:Ecer, “Fetva Kitaplarının Önemi”, makalesi.
14. Bak: İst. Millet Kütüphanesi, Şer’iye Nu: 80’de
kayıtlı Feteva-yı Ebussuud eserin 217 va-217 vb de, http/
www.İslam-tr.net
13
İHANET DAHA
NASIL OLUR?
karababaosman@ hotmail.com
Osman KARABABA
Bugünkü ıstırabımız, oluk oluk akan kanımız, dinmeyen sancımız dünkü korkak, yamuk, riyakâr, sahtekâr, münafık kararların
sonucu değil midir!?
Kömür torbalarına endeksli ABD eksenli siyasetin “eksen
kayması”, şimdi neslimizin idamlık yaftası...
AB-D’den dayatılan kanunlar… Bebek katilini astırmamak
için değil miydi?
Bırakalım sersemliği… Dünyanın neresinde görülmüş, bebeklerin kendi nesli tarafından katledildiği?
Son on yılda “hainler” öyle azdırıldı ki, ülke kan gölüne
döndü… Şemdinli kan kusuyor! Her gün onlarca şehit veriyoruz!
Hakkâri’de devlet yok! Doğu kaynıyor, cehennem azabına eş!
İçimizdeki hainler küresel kan emcilerle birlik olmuş, sen
kalkmışsın “ihanet”e mesnetsiz ve insafsızca “terör damgası”
vuruyorsun, üstelik gafilce biteceğini umuyorsun.
Terörün tarihi kimliği olmaz. Oysa ihanetin kimliği belli…
Sen ise “ihanet”i (milletin varlığına yapılan saldırıyı) “terör”
diye kimliksizleştirerek türbanlayıp meşrulaştırıyorsun!
Hiç mi izanın yok, hiç mi ihanet çığlıklarını duymuyorsun, hiç
mi ülkenin ahvalini görmüyorsun; gözün yoksa burnunun deliği
de mi yok?
İhanet daha nasıl olur?!
“Açılım” ihanetinden yüz bulan BDP’li vekil Sabahat Tuncel
Şırnak’ta bölücü hainlerin yasadışı gösterisinde polis şefini tokatlıyor!..
Vekil Ayla Akat ve Sabahat Tuncel bölücü eşkıyanın vahşetinin 28. Yıl dönümünü davul zurna ile kutluyor, canilerle halay
çekiyor!..
Türkiye; her gün onlarca şehit acılarıyla kavrulurken başta
vekil Gülten Kışanak, Aysel Tuğluk olmak üzere BDP vekilleri
Hakkâri’de büyük Türk milletiyle ve ordusuyla alay edercesine…
Yol kesip adam kaçıran, kimlik soran, yollara her gün mayın
döşeyen, ülkenin fırsat bulduğu her yerini kundaklayan…
İnsanları vahşice doğrayan bebek katillerini kucaklıyorlar ve
canileri öven açıklamalarda bulunarak vahşeti kutsuyorlar.
Küresel emperyalizmin ilahlarına vahşetin çakallarına kurban
ediliyor vatan…
Ülke göz göre göre bölünmeye gidiyor, sen tutturmuşsun bir
“terör” türküsü… Peki, Hakkâri Şemdinli tepelerinde dikleşemeyip sindiğiniz o ölüm korkusu neydi?
İhanet çetelerinin Meclis uzantısı BDP’nin eşbaşkanı “Çukurca-Şemdinli arasındaki 400 kilometre PKK’nın denetiminde” diye
zırvalıyorsa…
Bu, olayların mostrası ve “vatana ihanetin provası” değil mi?
Hiç mi izanın yok, hiç mi duymuyorsun, hiç mi görmüyorsun, gözün yoksa burnunun deliği de mi yok? İhanet daha nasıl
olur?!
*
Doğumlar sancısız olmaz, doğumlar kansız olmaz. Doğu kıvranıyor. Bir sancı var…
İktidara göre “terör”müş! Yok devenin nalı…
Ne terörü be! Türkiye “Kürdistan’a gebe!
“Terör” kılıfıyla hainlik meşrulaştırılıyor.
Meclis’teki hain mikrofonların “Doğu’da özerk Kürdistan dev-
leti kuracağız” diyerek alenen devlete karşı isyan başlatmaları…
Yoksul, gariban halkın vergileriyle semiren “Baydemir”lerin,
“Zana”ların, “Kışanak”ların, dağlardaki eli kanlı soysuzların Doğu
Anadolu için “Burası Kürdistan topraklarıdır.” diye bayrak açmaları…
Sahte aydınların, AB-D güdümlü tetiklerin, kefere bacakların
don lastiği akillerin, tasmalı medyanın soğukkanlılıkla, doğacak
“Kürdistan”nı kutsamaları…
Planlı, programlı ve Büyük Ortadoğu Projesi zamanlı ülkeyi
bölmeye yönelik girişim değil mi?
İhanet daha nasıl olur?
*
Terör vatan edinmez. Yeryüzünün her yeri onun mekânıdır. Bu
nasıl terör ki, “Büyük Kürdistan” derdinde…
Terörün kurtuluş marşı olmaz! Terörün putu kadın, ilahı
para, aşkı kandır. Bu yüzden bayrak rengi karadır; yeşille, sarıyla, kırmızıyla uğraşmaz, bir kere terörün bayrağı olmaz, terörün
milliyeti de!..
“Federasyon”, “deklarasyon”, spekülasyon gündemden düşmüyor. Başucunda KCK marşı çalıyor ABD’li saksafon…
Sen kalmışsın bütün bunlara “terör” diyorsun inatla! ABD
patentli saltanatla ya acı gerçekleri görmüyorsun ya hakikati kabullenemiyorsun ya da ahmaksın… Var mı ötesi! İhanet daha nasıl
olur?
Terörün adresi olmaz; terör adres seçmez. Meclis’in çatısına
konmaz. Terör uzantısı Meclis’te ise bu, millete hainliktir. O, kendi
putuna tapar, bu yüzden Allah’ı bilmez. Ve terör asla uzun ömürlü
olmaz!
Mademki bu, terör ise; neden on yıldır bitiremedin ey dinci
hancı! Nedir öyleyse bunca akan kan, nedir bu dinmeyen sancı?!
Kan, kahpeliği ifşa eden değişmez mühür. Hainlik tarihin her
kesitinde görülür. Tarifi, terör değil, kutsal vatana, yüce millete
kalleşliktir!
Hain, milletin içinden çıkar. Yılanda kuyruk… Başına buyruk
değil, “baş”ın emrini uygular, fikretmez. Kendince hareket edemez. Taşerondur, muzu soyar efendisinin önüne koyar.
Sen kalkmışsın hainleri serseri mayınlara benzetiyorsun… Öyleyse mayınları döşeten kim? Ya o çapulcuları yıllardır yeşerten?!
Türk milletine küresel destekli yapılan ihaneti terör diye nitelendirerek “açılım”la resmen masumlaştıran sensin! Çok iyi
biliyorsun ki, teröre alışılır, ama ihanete asla; insanın doğası bu...
Tarih ihaneti asla affetmez! Tarihin toplumsal hazzı ve değişmez kanunu, haini kurşuna dizmektir. Korkak, aciz iktidarların
“ihanet”e “terör” diyerek onu kamufle etme telaşı bu yüzden...
Ancak şu hiç unutulmamalıdır ki;
Millî iradeye atfedilerek vazifeyi ihmale sürükleyen bir niyet
ve icraattaki acizlik memlekete ihanettir.
Tarih, cezasız kalmış hiçbir ihanete şahit olmamıştır.
Sen bu akılla gittiğin sürece usta, kendini de aynı çarkların
altında bulacaksın sonuçta!
14
BIRAKIN DA
OYNASINLAR
İsmail BOZKURT
İnsan niçin ister çocuk olmayı? Anne babaya güvenerek istediği kadar oyun, doyasıya uyku, gelecek
kaygısı çekmeden yaşamak için. Sevmek, sevilmek,
kırmak, dökmek ve sonunda da bağışlanmak için. Çünkü onlar çocuktur. Onlar, çocukluğunu yaşamak ister.
Şayet yaşatmaz iseniz kırk yaşına dahi gelseler sizin
yaşatmadıklarınızı, fırsat buldukları zaman yaşamaya
çalışırlar.
Ne de zor imiş çocuk olmak, bir de hesaba katılmayan bir ortamda iseniz. Her şey sizin (çocukların) iradeniz dışında ise, sizi birileri evirir, çevirir. Ondan sonra
da size hedef koymaya çalışırlar. Her şey dışınızda oluşur. Şöyle olacak, böyle olacak. Yapabilir misiniz veya
yapamaz mısınız düşünmezler. Hatta ebeveynlerinize
bile danışmazlar. Durmadan el değiştirir, yer değiştirirler. Şartların uygun veya değil oluşunu da aramazlar.
Önemli olan sadece kendileri için uygun olmasıdır.
Göçebe çadırında uyandırılıp yola koyulan yarı uykulu aşiret çocukları gibi ederler sizi. Onlar, ne zaman
nereye gittiğinin farkında bile olamazlar. Bir yerde
konaklayıp, oynayıp, yorulup, uyuduktan sonra rüyalarını dahi seçemeden bir başka yere hareket ederler.
Böyledir göçebe çocukları. Bitirebilirsen bitir oyunlarını, görebilirsen gör rüyalarını, seçebilirsen seç gördüklerini. Durmadan yer değiştir ve sonunda da uyku ile
uyanıklık arasında şu soruları sorarlar kendi kendilerine: Neredeyiz, nasıl geldik buraya, birileri mi zorladı,
bir başkasının yerini mi aldık, belli değil... Bu yolculuk
halen anlaşılmadı çocuklar için. Devam ediyor uyku ile
uyanıklık arasındaki durum.
Kesintisiz 8 yıllık eğitim daha 15 yılını doldurmadan çocuklar için yeni bir göç 4+4+4 geldi, dayandı.
Bir sürü zarar ziyana rağmen dünü yeni kavramaya çalıştığımız bir ortamda birden bire bugünkü, uygulama
ile karşı karşıya kalmak şaşırtıcı gelmektedir.
Şartları oluşmadan, alt yapısı hazırlanmadan alelacele yapılan kesintisiz 8 yıllık ilköğretim ne getirdi ise,
sırf inat olsun diye yine hiçbir alt yapı çalışması yapılmadan, uzmanların görüşleri alınmadan Millet Meclisi dışında birkaç milletvekili tarafından hazırlanıp
sunulan 6287 Sayılı Kanun da olumsuzluk getirmeye
aday gibi. Bu uygulama daha önce “Bir Arap için bir
Arabistan yakma” düşüncesi ile hazırlanan kesintisiz
8 yıllık temel eğitimin rövanşı gibi gözükmektedir. Değilse bu acele niye?
Anaokullarında yeteri kadar kalıp, öğretmeninden
ve yönlendiricisinden görüş alınarak ilköğretim öğ-
rencisi olmaya aday olan veya olmayan yavrulara, velilerine bile danışmadan göçebe topluluğunun “kaçma
ihtimali olan” çocukları gibi, ya kayıt olursunuz, ya da
rapor getirirsiniz, dayatması yapılmaktadır.
Burada veli hiç söz sahibi olmayacak mı? Elinden
tutup onu okula kim götürecek? Normal ihtiyaçlarını
kiminle yerine getirecek? Yılgınlık sonucu geriye ket
vurma vuku bulursa bunu kimin yardımı ile düzeltece?
Hem de bunların tamamı ne için?
Neye hizmet ettiğinizi zannediyorsunuz demezler
mi insana? 7 yaş ile 10 yaş arası çocukların bir arada
bulunmaları yakınlık sağlarken, 5 yaş ile 10 yaş arası
olanların uyumu oldukça zor görünüyor. Zira biri diğerinin iki katı bir farka sahip olmaktadır.
Veliye danışmamak ne demek, çocuğunu velisinden
daha çok kim anlar? Kim sever? Şimdiden kliniklerin
önleri doldu. 66 ile 70 ay arasında çocukları olan (söylendiğine göre) rapora başvuran 250 ailenin 200 yavrusunun birinci sınıfa elverişli olmadığı tespit edilmiştir.
Veliyi buna zorlamanın anlamını anlamak olası değil gibi. İşi bu kadar zorlaştırıp ortalığı karıştırmanın
faydası ne ola ki? Tutturduk har, tırıs devam edip gidiyoruz. “Al Allah delini, zapteyle kulunu” diyen hesabı.
Nedir bu zarara zararla mukabele etme hevesi? Mukabil hareketlerin iyisi, doğrusu, güzeli güzeldir de,
zararlısı veya çirkini asla tasvip edilmemiştir. Zarara
zarar, zarar doğurur. Ormanını yakanın siz de ormanını
yakamazsınız. Yakarsanız zarar iki misline çıkar.
İslam’da “zarara zararla mukabele yasak değil
midir?” Sizi önceden incitmiş bile olsa nefsinizi tatmin için hiçbir zaman zararla mukabele müsaade edilen
davranış değildir. “Su’i misal emsal değildir.” Hiçbir
zaman “nakıs makûsun aleyhi olamaz” Dindar yetiştireceğim gayreti içinde olanların bunların birer hak ve
hukuk kaidesi olduğunu bilmeleri elbette
ki gerekmektedir.
28 Şubat sonrası hiçbir alt yapı çalışması yapılmadan tüm ilkokulların girişine 8 yıllık kesintisiz ilköğretim okulu tabelası asmanın yanlışlığı üzerine, aradan
geçen 15 yıl içerisinde yıkılanın yıkılıp,
yıkılmayanın ayakta kalanlarla epeyce
bir düzelmeye varıldığı bir sürede, yine
hiçbir çalışma inceleme yapmadan uygulamaya geçen “4+4+4, bir rövanş alma
hareketi midir? Nedir bilinmiyor. Alelacele ortaya çıkış ne ile izah edilebilir
bilemiyorum.
a)Türkiye genelinde tabela değişikliği,
b) Sıraların yeniden düzenlenmesi,
c) Sınıfların yeniden ayarlanması,
Sadece bunlar neye mal olur hiç düşündük mü? 28 Şubat sonrası 8 yıllık kesintisiz değil
de periyodik uygulanma, uygun ortamda olsa idi, son
derece iyi olurdu. Aslında müdahale edilmese uygulanıyordu da. Fakat tüm ilkokullara uygulanması ile beş
yıldan sonrası için alt yapısı olmayan köylerimizdeki
velilerin, köyleri terk edip çocukları ile birlikte kendilerini şehrin gecekondularında bulmalarına sebep oldu.
Zira çocuk üç yıl daha yeteri kadar ilköğretim ikinci
devrenin derslerinden mahrum kalacaktı. Ne sınıf ne
öğretmen ne de laboratuar buna müsaitti. Hatta birçoğunda yoktu bile.
Yel, sel, deprem, sâri hastalık, kıtlık vs. olmaksızın
sosyolojik manada köy boşalması böylece gerçekleşmiş oldu. Tabelalar koptu, okullar ve lojmanlar harap
oldu. Bunların hepsi ne içindi ki, herkes biliyor “ İmam
hatip liseleri bir siyasi partinin “arka bahçesi” olarak
kabul ediliyordu da ondan.
Bir Arap için bir Arabistan yandı. Tüm meslek liselerinin orta kısımları kaldırıldı. Meslek liseleri ve özelliği olan liseler “ Anadolu Liseleri” heyecan’ını kaybetti. Beş yılını köyünde tamamlayarak sınava katılıp
mısır patlar gibi patlayıp şehrin en önde gelen okuluna
ulaşan köy çocuğunun önü kesildi.
Devletin eli ile seçilerek yetiştirilen zeki ve başarılı
öğrenciler, önünü kestiklerini zannettikleri cemaatlerin
okullarına yerleştiler. Hiç bir şey değişmedi değişen sadece tabelalar oldu, zarar gören yine devlet oldu.
Dünkü yanlış, İmam Hatip Liseleri üzerine idi ya,
balıklama bir yanlış daha. Ne için, rövanş için; neye
hoş geliyor, duygulara; neyi tatmin ediyor, duyguları.
Neye yarıyor? Onu herkes biliyor.
Savunmasına gelince: 10 yaşına gelmeden İmam
Hatip Orta Okuluna öğrenci yetiştirecekmişiz. Küçük
yaşta daha çok ezber yaparmış. Kim diyor onu, kimin
adına diyor belli değil. Velev ki öyle olsun. Kur’an sizden okuyup anlamanızı mı yoksa ezberlemenizi mi istiyor?
Kimin neyi seçeceğini kendine bırakmadan yapılan
yüklemelerin ne gibi sıkıntılara mal olduğunu geçmişte
ve halde, mevzuun mensupları çok iyi bilirler.
Yapmayın, etmeyin, eylemeyin diyesi geliyor insanın. Kendi çocuklarınız için tasarlamadığınız okulları
ve kurumları, elin çocukları için neden yapıyorsunuz,
derlerse ne söyleyeceksiniz? Günümüzde saklı ve gizli
hiçbir şey yok artık. Kendi çocuklarınıza ne söyleyeceksiniz? Bu gibi yönlendirmeyi yapanların çoğunluğunun
kendi çocuklarını en pahalı dershanelerde ve en pahalı özel okullarda
okutarak yarıştan yarışa soktuklarını
düşünmek bile istemiyorum. İnanın
ki bu istismar ve karşı tarafın evhamı
dün de böyle idi, bu gün de ayniyle
devam ediyor. Her biri, birbirinin zaafından faydalanıp gidiyor.
“Yapmayın doğru değil bunlar”,
diyen ne yönetici ne de muhalif bir
ses var. Çok İmam Hatip Orta Okulu açmakla çok iyi Müslüman mı
yetiştireceğinizi zannediyorsunuz?
Var mısınız sayısını azaltıp kalitesini
yükseltmeye; İlahiyat Fakültelerine,
Hukuk Fakülteleri seviyesinde puan
alan öğrencileri yerleştirmeye? O zaman belli olur
kimi neden ve ne kadar sevdiğiniz.
Sormuşlar “kime kim ucuz, ne ucuz” diye:
“Elin evladı ele ucuz demişler”.
Sizin canınız, ciğeriniz, ciğerpareniz başkası için hiç
de önemli değil. Onların üzerinden her yıl siyasetçiler
durmadan tüfek atabilirler. Halk arasında hoş olmayan
bir tabir var. “ Öküzü aldatacağında ne var. Okunu ağır
eder göpüne binersin. Göpünü ağır eder okuna binersin” her iki halde de binersin.
Öküz arabası denilen kağnı iki tekerlekli olduğundan genellikle sap yüklü olduğu zaman ok ağır basınca gözü açıklar hemen oku ağır oldu der göpüne biner,
arka taraf ağır olunca da sıçrar öne “oka” biner. Her
iki halde de öküzün yükü eksilmez. Sadece yanıltılmış
olur.
Veliye danışmadan, uzman görüşü alınmadan kim
yönlendirir ise yönlendirsin böyle bir uygulamadan sonuç almanın mümkün olmadığı kanaatindeyim. “Belli
bir hedefe odaklanmanın dışında” kendi aleyhine hazırlanmış böyle bir kanun ve program bulmanın mümkün
olmadığını düşünüyorum.
Gelişim evreleri 66 ile 70 arasında olabilir de olmaya bilir de.
Çocuk için önemli olan objeleri seçebilmedir, Çocuk fizik olarak gelişmiş bile olsa objeleri seçebilme
kavramı gelişmedi ise gelişim yine sağlamamış olur.
Çocukların bazı oyuncakları hatta bilgisayarı kullanmış olması bile matematiksel düşünmeyi kavradığı
anlamına gelmez, denilmektedir.
İleri sürdüğünüz iddialarınızda yüzde yüz haklı olsanız bile, ki mümkün değil, çocukların ve velilerin
tereddütleri okulların önünü panayır yerine çevirecek
medyaya yeni bir şenlik dolu bir çalışma alanı yaratmış
olacaksınız. Bölümlerine uygun alt yapı hazır mı diyenlere doğru dürüst cevap veremediğiniz bir ortamda
“vazgeçin” diyenleri dinleyeceğiniz yerde; “deneriz,
düzeltiriz” demeye getiriyorsunuz. Sınama yanılma
için hiç denenmemiş, tanınmayan bir şey olsa bunu düşünebilirsiniz, ama eksiği apaçık olanın sınaması olur
mu hiç!?
Beş, beş buçuk yaşındaki yavrular bunlar kaybedilme adayları mıdır? Korkmak, ürkmek, incinmek bunlar
için hazır tuzaklardır. Ne olur bırakın da oynasınlar.
15
16
26 AĞUSTOS
KURTKAYASI SÜVARİLERİ
Mustafa YILDIRIM*
Büyük taarruza hazırlanılmaktadır. Mecliste de
yüreklendirici konuşmalar yapılması kararlaştırılır.
Hamdullah Suphi Bey, ulusal kurtuluş savaşını değerlendirirken “mukaddes cinnet” der. Türkçesi: “Kutsal
çılgınlık.”
Başkumandan Mustafa Kemal, yanında oturana
kızgınlıkla “Ne diyor bu?” der ve sesini yükseltir:
“Ne cinneti? Millî mücadele hesap işidir, hesap!”
Dilerseniz bu sözü de Türkçesiyle yazalım:
“Ne çılgınlığı? Ulusal savaş hesap işidir hesap!”
Mecliste Mustafa Kemal’in Başkumandanlığı’na
karşı çıkanlar da çoktu. Savaşın hesaplarını çözümleyebilmek için günümüzün değme bilgisayar programları yetmez! Hem içerde hem dışarıda sürdürülen
alçaklığa karşı, Meclisteki sinsi darbecilere karşı sürdürülen savaş.
Mondros anlaşmasıyla ordu, haberleşme, demiryolları, yurdun toprakları İtilaf devletlerine teslim edilmiştir. Savaşçılara halk desteği neredeyse yok denecek
denli azdır. Teslimiyetçilik ve ihanet önde gitmektedir.
Yokluk ve yoksullukta gecelerce ve gündüzlerce
aklın yolundan ayrılmadan ince ince örülen bir savaştır Bağımsızlık Savaşı.
En kısa savaş hattında bile eldeki olanakların ve
tüm koşulların hesap edildiği; her bir savaşçının, her
bir merminin bile hesaplandığı savaştır.
26 Ağustos sabahına gelince: Öyle “Crazy Turks”
birden şahlanmış da, öne atılmış değildir. En küçük
birliğin saldırı ya da savunma yeri, sayısı, görev sınırları önceden belirlenmiştir.
Savaşçıların sayıları azdır; ama komutanları aklı
başında, 20-24 yaşında gençlerdir. En kilit görevi, tam
zamanında yerine getirenlere bir örnektir Kocatepe’ye
birkaç Km uzaklıktaki Kurtkayası’nda savaşanlar.
KOCATEPE’NİN ÇOCUKLARI TAM
ZAMANINDA
Bundan tam 11 yıl önceydi. Afyon-Çay-Akşehir
yoluna çıktıktan 3 km sonra sağa (Batı) döndük. Düz
ovada dağlara çıkan yola saptık.
Batıya doğru birbirinin ardına sıralanmış sivri
tepeler, vadiler... Uzaklarda, karlı zirveleri görünen
Sultandağı, önümüzde, yamaçlarda yılan gibi kıvrılıp
yükselen yol...
Afyon çok gerilerde. Son dönemeci geçince sol
yanımızda ilginç kayalar: Gökten yere atılıp da oturtulmuş ve birbirinin sırtına binmiş, birbirlerine bakarak yarılmış gibi duran, yüksek, keskin kenarlı, dipleri
yeşil-mor yosunla kaplı kızıl kayalar…
Ortalardaki en büyük kayanın tepesi tıraşlanmış
gibi düz. O düzlüğe sonradan konulmuş gibi duran,
kalın levha biçiminde bir başka kaya... İşte o kaya
uzaktan, yere oturmuş, başını göğe kaldırmış, uluyan,
kahverengi bir kurda benziyor. Bu nedenledir ki yörenin insanları o kayalığa “Kurtkayası” demişler.
Karşımızdaki tepelerin arasında, eteklere yerleşmiş, kırmızı kiremitli evleriyle Büyükkalecik.
Kurtkayası’nı yüz metre geçince solumuzda düzgün
duvarlı üst üste yerleşmiş üç teras. Teraslarda alçak
boylu çamlar.
Yola bakan duvarda üç metreye bir buçuk metre
boyutlarında bir mermer levha. Levhaya yazı oyulmuş; 26-27 Ağustos 1922’de boğazı tutan 2500 kişilik
Yunan garnizonunun tel örgülerini parçalayarak, işgalcileri boğazdan Afyon’a doğru süren 8. Tümen, 131
Alay, 36. Süvari Bölüğünün öyküsü anlatıyor.
Süvarilerin görevi, 26 Ağustos 1922 sabahı Kurtkayası’ndaki tel örgülerden Büyükkalecik’e doğru
yerleşmiş 2.500 kişilik Yunan garnizonuna saldırmaktır. İlk top sesinden ne bir dakika geç ne de bir dakika
erken saldırmak!
Bölüğün komutanı Bayburtlu Üsteğmen (savaş
sonrasında Yüzbaşı) Agah Efendidir. Kumandan yardımcısı Teğmen (Sonra Üsteğmen) Feyzullah’tır. Bölükte 150 süvari vardır.
Kumandan Agah Efendi, Kurtkayası’ndaki tel örgülere doğru atılıp geçerken vurulmuş; ama kayanın
altına ilerlemiş, ince yoldan boğaza yürüdü ve işte
orada, derenin üst yanında, “İleri!” diye bağırırken
alnından vurulup düştü.
Destek alarak yeniden boğazı tutmaya çalışan Yunan birliğini geçirmemek için 26-27 Ağustos gecesi ve
izleyen gün boyu savaşan süvariler, tepelerin yamaçlarında, çalı diplerinde toprağa düştüler.
27 Ağustos öğleden sonra yetişen 131. Alayın
yardımcı güçleriyle aşağılara sürülen Yunan birliği
Afyon’a doğru kovalandı.
Büyükkalecik’ten koşup gelen yaşlılar ve kadınlar,
Kumandan Agah Efendi ve onun yardımcısı Feyzullah
Efendi ile 100 süvariyi o yamaçta toprağa verdiler.
Daha sonraları şehitlerin künyeleri kabirlerinin başına konan ak mermerlere yazıldı. Şehit süvarilerden
16-21 yaşında olanlar çoğunluktaydı. Kırklı yaşlarında
olanlar da vardı.
Şimdi terasta çamların gölgesinde, Karadenizliler,
Doğu Anadolular, Halepliler, Egeliler, Akdenizliler,
koyun koyuna; “Yerel tarih” safsatalarını yalanlarcasına, bu yurdun moda deyimle “coğrafya” değil, tarihin
de ulusal tarih olduğunu kanıtlarcasına, yan yana, arka
arkaya yatıyorlar.
En üst terasta, birkaç basamak merdivenle erişilen,
dört direkli, üstleri miğfer biçimli kemerli, Selçuk
mimarisinde, göğe doğru sivrilen kubbe ve kubbenin
üstünde yukarı açılan küçük bir ay var. Kubbenin
altında, yerde yan yana iki kabir, kabirlerin arasında
bir direk. Direkte, rüzgârda dalgalanan ay yıldızlı bayrak... Kabirlerin birinin başındaki mermerde Bayburtlu
Ziver Oğlu Yzb. Agah (24), ötekinin başındakinde de
Sinoplu Ahmet Oğlu Feyzullah (22) yazılmış.
KURTKAYASI’NDAN KOCATEPE’YE
Büyükkalecik, çok eski bir köy olduğunu uzun
yalaklı, yosun bağlamış, taş çeşmeleriyle anlatıyor.
Köyün kıyısından kıvrılarak yükselen yolda ilerlerken,
solumuzda, kırk adım ötedeki çeşmenin yalağından su
içen kara sığırların başında 13-14 yaşlarındaki küçük
çobana sesleniyorum:
“Selamünaleyküm arkadaş! Kocatepe bu yanda
mı?”
Öne doğru iki adım atarak bağırıyor:
“Şu tepelerin arasından çık! Sonra yol ayrıldığında
soldakine gir. Karşında, göğe doğru Kocatepe!”
“Anlaşılmıştır! Sağol!”
Kurtkayası ile Kocatepe arası 6-7 km. Bu şu anlama geliyor. Başkumandanlık’ın zirvedeki karargahı
ile Yunan garnizonunun arası da 6-7 kilometreymiş.
Üsteğmen Agah ve Teğmen Feyzullah Efendilerin ko-
mutasındaki süvarilerin ölümüne savaşmaları işte bu
yüzden.
Kocatepe’den bakınca Hıdırlık tepesi, Afyon yönünde değil. Akarçay, uzaklarda Afyon ovasında Çay
yönünde ilerliyor; daha sonra Eber gölüne dökülecek.
Uşak dağları da ufukta seçiliyor.
Dağların arkasında görünmeyen tek yer İzmir. Aklında binbir hesap, Kocatepe’nin sivrisine doğru öne
eğilerek yürüyen Mustafa Kemal, yüreğiyle görüyor
olmalıydı Akdeniz’i.
Buz kaplıydı Kocatepe’nin eteği. Büyükkalecik
Kasabası’na inerken, yine çobanımıza rastladık. Işıltılı
çakır gözlerini kısarak seslendi:
“Yollarda kar vardır...”
“Evet, karlıydı yamaçlar. Adın nedir?”
“Ali Tokdemir!”
Kocatepe’ye çıkamayışımıza üzüldüğünden mi nedir, ince dudaklarını büzüyor, kaşları çatılıyor, güneş
yanığı alnında iki ince çizgi beliriyor. Yaşından büyük
gösteren bir genç öğretmeni gibi:
“Karlar eriyince gel de, ben atlarla seni çıkarırım!”
Söz dinleyen bir öğrenci gibi “Olur” diyorum,
“Şöyle bir iki adım git de boydan fotoğrafını çekeyim!”
Çoban Ali Tokdemir’in gözleri ışıldıyor, dudakları
aralanıyor, üç adım geriliyor; sol kolunu açıyor ve
elindeki değneği bir mızrak gibi yere dayayıp, başını
yukarı kaldırıyor, göğsü öne çıkıyor. Deklanşöre basıyorum.
“Sağol Ali! Sen okuyor musun?”
“Ben Kuran kursuna gidiyorum!”
“Tamam Ali, baharlardan birinde geleceğim. Senin
atınla Başkumandan’ın Kocatepe’sine çıkacağız!”
“Çıkalım!”
Ali’den ayrılırken içimdeki o bildik eski ses:
“Şuralarda öğretmen olmak vardı...”
Ali’nin arkadan gelen sesiyle içimdeki hesaplaşma
kesiliyor:
“Yolun açık olsun!”
17
Aşağıdaki şehitlikte yatan 16-20 yaşlarındaki süvarileri selamlarken Başkumadan’ın Bağımsızlık Savaşının bir “çılgınlık” değil, ince hesapla kazanıldığını
haykıran sesini duyuyor ve “İyi ki süvariler, akıllı ve
sabırlıymışlar” diye mırıldanıyorum.
Kocatepe arkalarda kaldı. O günlerden bugünlere
dönmek acı veriyor; ama boş umutlarla avunmak yerine daha çok çalışmak, çalışmak!
Telaşa gerek yok! Aklımızı kullanacağız. Yanlış
yollara sapmadan yabancılardan asla medet ummadan,
sabırla yürüyeceğiz ve onurlu zaferlere hazırlanacağız!
*”Sivil Örümceğin Ağında”, “Ulus Dağına Düşen Ateş”,
“58 Gün” kitaplarının yazarı.
18
KURULUŞUNDAN
BUGÜNE GARİPÇE
Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR
Eskiler şehirlerimizi çoğu hayalci bir yaklaşımla anlattığı
eserlere “şehrengiz” son zamanlarda da “biladiye” adı vermiştir. Bir edebi tür olarak da önemli çalışmalardır. Yazıldığı
zamanlarda ele alınan şehirlerimiz hakkında çok önemli bilgiler içermektedir. İstanbul başta olmak üzere, Edirne, Bursa
bu konuda şanslı şehirlerimizdendir.
Cumhuriyet döneminde ise Ahmet Hamdi Tanpınar’ın1946
yılında deneme tarzında yazdığı ve sonra da “Beş Şehir”
adlı bir kitapta topladığı eseri bu konunun modern tarzda ele
alınan ilk örneklerindendir. Bu çalışma yanında ünlü sanat tarihçimiz Remzi Oğuz
Arık’ın “ Coğrafyadan Vatana ” adlı eseri
de bu konuda konuya yakınlık duyanlara
bir hayli bilgi verir. Bildiğimiz kadarıyla
edebi tarzda yazılan son eser ise A.Turan’ın
Sivas’ı ele alan çalışması olan “Altıncı Şehir” ile Kamil Uğurlu’nun “Karaman Şeherengizi” adlı eserlerini hayırla anmalıyız.
Kayseri ve özellikle Erciyes üzerine bir
hayli şiir yazılmıştır. Şehrin tarihi hakkında
bir hayli kitap ta yayınlanmıştır. Bu konuda
Halit Erkiletlioğlu, Mehmet Çayırdağ, M. İ.
Subaşı, İsmet Demir, Hüseyin Cömert’in çalışmaları yanında Büyükşehir Belediyesi yayınlarını da hayırla anıyoruz. Bu güzel çalışmalar
olurken şehrin sosyal hayatı hakkında ciddi bir çalışma yoktur. Şimdilerde ise Büyükşehir Belediyemiz şehrin mahallelerinin sosyal tarihi adlı bir alan çalışmasını başlatmıştır.
Kazalarımızda da kültürel alanda olumlu şeyler yapılmaktadır. İlki Develi Belediyesi’nin 2002 yılında yaptığı
“Bütün Yönleriyle Develi Bilgi Şöleni” sempozyumunu,
sırasıyla Hacılar, Tomarza ve İncesu kazalarımız da aynı ciddiyetle kendi yörelerinin kültürel değerlerini ortaya çıkarmak
için mücadele etmişler ve çok güzel eserler de ortaya koymuşlardır.
Bu resmi çalışmaların yanında doğduğu toprağı ile ödeşmek isteyen şuurlu insanlarımız da vardır. Ahmet Gürlek,
Kadir Özdamarlar, S. Burhaneddin Akbaş, Sami Köşker,
Osman Karababa, Mehmet Sarı, İsmail Bozkurt, Hüseyin
Cömert, Yaşar Elden, Asım Yahyabeyoğlu, Cavit Yeğenoğlu
vb.’nin eserlerini de hayırla anıyorum. Zira bu yazarlarımız
kendi doğup büyüdükleri, Bünyan, Develi, İncesu, Tomarza,
Yahyalı vb yerler ile Kayseri merkez sosyal hayatı hakkında
çalışacaklara bir hayli malzeme vermişlerdir. Zira bu çalışmalar aynı zamanda tarih, halk bilimi yanında kazalarımızın
ötelerden gelen zengin Türk-İslam kimliğini de ortaya koyan
yorucu emek ürünleridir.
Şimdilerde ise hem Türk kültürü ve hem de Kayseri kültürü için önemli bir çalışma elimizdedir: Mehmet Kılınçer ‘in
hazırlayıp yayımladığı “Kuruluşundan Bugüne Garipçe.”
Eser piyasaya çıkalı bir ay olmadı.
M. Kılınçer 1950 yılında İncesu’ya bağlı Garipçe’de doğdu. Her Anadolu genci gibi nice mihnetler çekerek ve bir taraftan da çalışarak en son Ankara İktisadi ve Ticari İlimler
Akademisi’nden mezun oldu. Bu arada Sınıf Öğretmenliği
fark derslerini verdi. Kısa bir süre öğretmenlik yaptı. Daha
sonra değişik kurumlarda bir müddet çalıştıktan sonra Etibank müfettişi oldu. Ardından Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlığında başmüfettiş olarak görev yaptı. Bir süre Başbakanlıkta görevlendirildi. En son 1992’de Başbakanlık
Teftiş Kurulu’nda Baş Müfettiş olarak görev aldı. Halen de
bu görevindedir. Kılınçer bir Türk milliyetçisidir. Bu eserini
yazması da bu ülkünün bir ifadesidir.
Eser yedi bölümden meydana gelmektedir. Köyün coğrafi konumu, Tarihi Bilgiler, Eğitim Durumu, Sülalelerle İlgili Bilgiler, Köye Yerleşen Aileler,
Sosyal Yapı, Ekonomik Durumu… Eser Garipçe’
nin “kaybolmakta olan milli değerlerin, geçmişe
duyulan özlemlerin tarihe kaydı” amacıyla ortaya
çıkarılmıştır. Bu amaçla “insanlarımızın geniş ve
sağlam bilgi sahibi olmaları” na gayret gösterilmiştir.
Eserde verilen bilgiler bol ve net fotoğraflarla desteklenmiş, bol ayrıntılı bilgiler ile eser
zenginleştirilmiştir.Özellikle estetik bakımdan çok ciddi bir birikime sahip olan Mustafa
İbakorkmaz’ın fotoğrafları yerleştirmedeki hünerleri ve Mahmut Fidanil’in desteği ile her
halinden belli olmaktadır ki, bu da eserin ayrı
bir güzelliğidir.Yer yer fotoğraflar arasına hem kendi şiirlerinden hem de diğer Garipçeli şairlerin şiirlerinden ve ağıtlardan koyarak çok rahat okunur hale getirilmiştir.
Eser çok kaliteli bir kağıda basılmış ve nefis bir cilt kapağı ile ölümsüzleşmiştir. İnanıyorum ki konuya ilgi duyanlar
için hem plan ve hem de metot bakımından kaynak kitap olmaya aday bir eserdir.
Onca sık gözden geçirilmesine rağmen eser de en çok
eleştirilmesi gereken konu gereksiz yerlerdeki imla hatalarıdır. Keşke olmasaydı! Hoş, bunlar eserin ulvi yazılış sebebini
ve bunca sıkıntılarla ortaya konan zengin malzemenin değerini de elbette düşürmez…
Muhteva itibariyle eser hem halk bilimi, hem tarih bilimi
açısından bize göre şimdiden kaynak bir çalışmadır. Hem de
olanca zengin görselliği ile.İnanıyoruz ki Garipçe’yi tanımak
isteyen her kişiye önemli bilgiler verecektir.
Eserin bu metin, fotoğraf, kaliteli basım ve cildi Garipçe için ilk ve çok önemli bir kaynaktır. Toprağı ile ödeşmek
isteyen Türk milliyetçisi dostumuz Mehmet Kılınçer’e bu
yakışırdı ve köyüne en büyük bir hediyesidir. Bir ilin tarihi
ve halk bilimi ortaya rahat çıkarılabilir. Çünkü belge bulmak
daha kolaydır. Fakat bir kazanın ve hele bir köyün kimliğini
ortaya çıkarmak bir yürek işi olduğu kadar çok zahmetlidir.
Zira belge bulmak çok zordur. Bize göre Kılınçer’in büyük
başarısı işte buradadır. Yeri geldiğinde mezar taşlarından,
yeri geldiğinde aile fotoğraflarından ve yeri geldiğinde arşiv
çalışmalarından, birikimlerinden yaralanarak doğup büyüdüğü Garipçe için bu ölümsüz eseri hazırlamasıdır.
Biz hem Türk kültürü, hem de Garipçe adına böyle değerli bir eser kazandıran M.Kılınçer’i kutluyoruz. Bu çalışmaların da devamını beklediğimizi belirtmek istiyoruz.
ALTAN DELİORMAN
UÇMAĞA VARDI
Yunus Emre Özkan
Milliyetçi ve ülkücü kesimin önde gelen gazeteci ve
yazarlarından Altan Deliorman, 23 Ağustos ‘ta Tanrı
katından gelen bir yüce buyruk üzerine çadırını derleyerek ansızın aramızdan ayrıldı.
Türk milliyetçiliğinin güçlü kalemi, basın ve yayın
hayatının milli neferi, gazeteci-yazar ve tarihçi Sayın
Altan Deliorman 1936 yılında İstanbul’da doğdu. İlk ve
orta öğrenimini İstanbul’da yapan Altan Deliorman lise
öğrenimini Haydarpaşa Lisesi’nde tamamlayıp İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Daha sonra
aynı üniversitenin Eğitim Fakültesine geçerek tarih bölümünden mezun oldu.
Milliyetçi kesimin önde gelen gazetecilerinden olan Altan
Deliorman gazeteciliğe çok genç
yaşta başladı. Bu mesleğin çeşitli dallarında görev aldı. Uzun
bir süre Akşam, Ocak, Tercüman, Ortadoğu, Milli Yol, Milli
Işık, Bayrak gibi gazetelerde ve
dergilerde kalemiyle Türk milliyetçiliğine hizmet etti. Köşe yazıları, baş makaleler, denemeler,
tarih incelemeleri yazdı.
Kültür ordumuzun önde gelen isimlerinden olan Altan Deliorman, Bayrak/Basım/Yayım/Tanıtım firmasını kurdu.
Bu kuruluşta Türk gençliğine fayda sağlayacak, onları
milli ve manevi değerlere yöneltecek eğitim ve kültür
kitapları yayınladı. Teşkilatçı bir yapıya sahip olan Altan Deliorman hayatı boyunca dernek ve vakıflar ile
sivil toplum kuruluşlarında muhtelif görevler üstlendi.
Komünizmle Mücadele Derneğinin, Türkçüler Derneğinin, Aydınlar Ocağının, Türk Edebiyat Vakfının,
Orkun Vakfının kurucuları ve mensupları arasında yer
alarak Türk milliyetçilik tarihinin unutulmaz isimlerinden biri oldu.
Milletine sevdalı, tarihine tutkulu ve ülkülerine sımsıkı bağlı olan Altan Deliorman, Reşat Nuri, Peyami
Safa, Haldun Taner, Nihat Sami Banarlı, Hüseyin Nihal
Atsız, İbrahim Kafesoğlu gibi Türk düşünce ve sanat
hayatına yön vermiş önemli isimlerin yanında bulundu. Türk kültürüne hizmet etmiş, fikirleri ve eserleriyle
gençliğimizi beslemiş olan bu değerli şahsiyetleri ülkemize tanıttı. Özellikle Hüseyin Nihal Atsız ve İbrahim
Kafesoğlu gibi bayrak isimlerin etkisinde kaldı. Lise
“Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet
Tanrı zeval vermesin devlet, din ve Kur’an var…”
tahsili sırasında Türk milliyetçiliğinin en büyük ismi
Atsız Bey’in yakınında bulunma şansına sahip oldu.
Hatta Atsız’ın uçmağa varışından sonra Orkun dergisini Atsız’ın bıraktığı yerden alarak yaşattı. Uzun yıllar Orkun dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptı.
Orkun’un 100’den fazla sayısıyla gençlerimizi Türkçülük fikrinin etrafında topladı. “Tanıdığım Atsız” adlı
eseri kaleme alarak Türk milliyetçiliğine gönül vermiş
kişilerin Atsız Bey’i daha yakından tanımasını sağladı.
Bir ideal ve şuur adamı olan Altan Deliorman yurt
içinde ve yurt dışında çok sayıda konferans verdi ve
komisyon çalışmalarına katıldı. Çeşitli ilmi ve mesleki
kongrelere raporlar ve tebliğler sundu. Yakın dostluklar kurduğu tanınmış isimleri anlattığı yazıları edebiyat
çevrelerinde büyük beğeni
kazandı. Birçok kıymetli
esere imza atan Altan Deliorman 2001’de “Türk Dünyasına Hizmet Ödülü”nü,
2002’de “Devlet Bakanlığı Ödülü”nü aldı. 2005’te
“Işıklı Hayatlar” adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği tarafından biyografi dalında yılın yazarı seçildi. 2008’de
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından basın mesleğinde 50. yılını doldurması dolayısıyla verilen ‘Basın
Şeref Ödülü’nü aldı. 2009’da Edebiyat Sanat ve Kültür
Araştırmaları Derneği (ESKADER), Altan Deliorman’ı
“Portre” dalında ‘Türk Yurdunun Bilgeleri’ isimli
eseri dolayısıyla ‘yılın yazarı’ seçti.
Milliyetçi camianın sevilen ve usta ismi, gerçek bir
İstanbul beyefendisi olan Altan Deliorman evli ve iki
çocuk babasıydı. Tarihçi, yazar, gazeteci, fikir ve gönül adamı Deliorman, 22 Ağustos 2012 Çarşamba günü
saat 16.30 civarında Şişli Etfal Hastanesi’nde vefat etti.
Hakk’a yürüdüğünde 76 yaşındaydı. Merhum Altan
Deliorman şahsiyeti, miras bıraktığı eserleri ve milliyetçilik fikriyatına yaptığı katkılarla Türk milliyetçileri
tarafından her zaman hatırlanacak, sahiplenilecek ve
her fırsatta hayırla yâd edilecektir. Büyük Türkçü Altan
Deliorman’a Allah’tan rahmet, sevenlerine, camiamıza ve aziz milletimize başsağlığı diliyorum. Ruhu şad,
mekânı cennet olsun.
19
20
YENİ EĞİTİM-ÖĞRETİM YILINA
BAŞLARKEN
Mehmet KILINÇ
Yeni bir eğitim-öğretim yılının başında ilk öğretimden yüksek öğretime kadar -çalışan yahut emeklibütün eğitimcilerimize başarılı ve verimli bir eğitim
öğretim yılı geçirmelerini dilerken önemli gördüğüm
bazı hususları hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyorum.
Türkiye’deki eğitim- öğretim faaliyetlerini düzenleyen 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanununun 2.
maddesinde Türk millî eğitiminin amaçları şöyle açıklanmaktadır:
“ Türk milletinin bütün fertlerini:
* Atatürk inkılâplarına ve Anayasanın başlangıcında ifadesini bulan Türk milliyetçiliğine bağlı,
* Türk milletinin millî, ahlâkî, insanî, mânevî ve
kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren;
*Ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; demokratik, lâik, sosyal bir hukuk
devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş
yurttaşlar olarak yetiştirmek…”tir..
Bütün eğitim kuruluşlarındaki her türlü eğitim –
öğretim faaliyeti bu amaçlara ulaşmak için yapılmak
zorundadır.
Eğitimin gayesi, mensubu bulunduğumuz milleti
bütün kültür değerleriyle korumak, yaşatmak ve yükseltmek, mutlu etmektir. Büyük bir Türk milliyetçisi
olan Atatürk’ün ve gerçekleştirdiği inkılâplarının gaye-
si de budur: “Türk milletinin varlığını korumak ve onu
muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak. Yani
Türk milletini kültürde, ahlâkta, san’atta, ilimde, fende,
teknolojide, ekonomide, sanayide, velhasıl her alanda
dünyanın en büyük, en üstün, en kudretli, en güçlü, en
zengin, en mutlu milleti haline getirmektir. Esasen dünyanın huzuru ve mutluluğu için de bu -Türk milletinin
süper güç olması- gereklidir.
Milletimizin bu özlenen güce erişmesi için gençlerimizin görecekleri eğitimin şu iki yönde olması gerekmektedir:
1. Bütün gençlerimize Türk milletinin temel kültür
değerlerini öğretmek, benimsetmek, yaşatmak; yani
onları yüzde yüz Türk olarak yetiştirmek.
2. Türk milletinin maddî sahada yükselip güçlenmesini temin etmek için fen ve teknolojiyi öğretmek.
Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy da bu düşünceyi
Safahat’ında şöyle ifade etmektedir:
“Çünkü milletlerin ikbali için evlâdım,
Mâ’rifet, bir de fazilet iki kudret lâzım.”
Mâ’rifet, ilim, fen, teknolojidir; fazilet ise milletimizi başka milletlerden farklı kılan özelliklerdir;
yani millî kültürdür. Millî kültürümüzü unutmak bir
felâkettir ki sonunda milletimiz yok olur. Fen ve teknolojiden mahrum kalmaksa acizlik, kölelik demektir;
başkalarının elinde oyuncak olmak demektir.
milletimizi başka milletlerden
farklı kılan özelliklerdir; yani millî
kültürdür. Millî kültürümüzü
unutmak bir felâkettir ki
sonunda milletimiz yok olur.
Fen ve teknolojiden mahrum
kalmaksa acizlik, kölelik demektir;
başkalarının elinde oyuncak
olmak demektir.
Millî kültür nedir?
layışlara, bu kültür değerAllah,
kitap,
peygamber,
lerine dikkat etmek, kendi
Millî kültür, bizi başka
milletimizin değer yargılamilletlerden farklı kılan bayrak, adalet, hürriyet gibi
rını, kültürünü öğrenip bedeğerlerimizdir, bizi Türk doğrudan millî imanımızla ilgili
nimsemek gerekir.
yapan özelliklerdir; dilikavramlar
mâ’nevî
değerlerimizin
mizdir, dinimizdir, örf ve
Atatürk’e göre de Türbaşında
gelmektedir.
Kişiliğimizi
âdetlerimizdir. Millî kültür,
kiye Devletinin temeli olan
bir yazarımızın ifadesiy- şekillendiren, davranışlarımızı
Türk kültürü, yüksek bir
le “yaşadığımız hayattır, yönlendiren dürüstlük,
kültürdür. Bu yüksek küliçtiğimiz çorbadır, çorba
türü, yenileşmenin ilk şartı
sevgi,
tevekkül,
merhamet,
içiş tarzımızdır, kaşık tutuş
olarak yeniden tahlil edilhak, cesaret, şükür, iyilik,
şeklimizdir.”
melidir, ona yeniden bir dinamizm kazandırılmalıdır.
Allah, kitap, peygam- yardımseverlik, sorumluluk gibi
Çocuklarımıza büyük meber, bayrak, adalet, hür- yine imanımızdan kaynaklanan
deniyetler kurmuş olan bu
riyet gibi doğrudan millî
değerler de mâ’nevî
yüksek Türk kültürü öğreimanımızla ilgili kavramkıymetlerimizdir.
Devlet,
bayrak,
tilmelidir.
lar mâ’nevî değerlerimizin
başında gelmektedir. Kişi- vatan gibi kavramlar da bir
Eğitimin ilk hedefi,
liğimizi şekillendiren, dav- maddeye dayanmakla birlikte
yeni nesilleri Türk milletiranışlarımızı yönlendiren
nin üstün vasıfları ile domâ’nevî kıymetlerimizdendir.
dürüstlük, sevgi, tevekkül,
natmaktır.
merhamet, hak, cesaret,
Yeni nesillerin Türk vaşükür, iyilik, yardımseversıflarını taşıması için her
lik, sorumluluk gibi yine
şeyden önce mensup olimanımızdan kaynaklanan değerler de mâ’nevî kıymet- dukları milleti sevmeleri gerekir. Yeni nesiller Türklülerimizdir. Devlet, bayrak, vatan gibi kavramlar da bir ğünden dolayı utanan insanlar olmayacak; aksine Türk
maddeye dayanmakla birlikte mâ’nevî kıymetlerimiz- olduğu için sevinecek, gurur duyacak, iftihar edecektir.
dendir.
Çünkü Türk milleti gerçekten büyüktür ve büyüklüğüDilimiz, dile dayalı bütün sanat eserlerimiz, mu- nü binlerce yıllık şerefli tarihiyle ispat etmiştir. Öyleyse
sikimiz, tarihimiz de kültürümüzün temel, belirleyici yeni nesiller –tıpkı Atatürk gibi- Türklüğe aşk derecemâ’nevî değerlerindendir.
sinde bağlı olmalıdır. Atatürk bu konuda:
Mimarî eserlerimiz, plâstik sanatlarımızdan bilinen
“Vatandaşlar, vatanınızda herhangi bir şahsı, istehalı, kilim dokumaları, her türlü el işlemeleri, süsleme- diğinizi sevebilirsiniz. Kardeşiniz gibi, arkadaşınız
ler de mâ’nevî değeri çok yüksek değerlerimizdir. Bay- gibi, babanız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat
rak, vatan, Allah, hürriyet, sevgi gibi değerlerin büyük bu sevgi, sizin millî varlığınızı bütün muhabbetleriniçoğunluğunun hemen bütün milletler için ortak olduğu ze rağmen herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize
söylenebilir; ancak her milletin bu değerleri kavrama, vermeye sebep olmamalıdır.” diyerek millet sevgisinin
algılama şekli ve her değer karşısındaki hassasiyeti her şeyin üstünde tutulması gerektiğini belirtmiştir.
aynı değildir. Meselâ, bayrak bir mâ’nevî değer olarak Başka bir konuşmasında:
Amerikalılarda da vardır; ama bayrak hiçbir zaman bir
“Mektep, genç dimağlara insanlığa hürmeti, milAmerikalı için “uğrunda ölünecek” bir değer değildir. let ve memlekete muhabbeti, istiklâl şerefini öğretir.
O yüzden bir Türk’ün “bayrağı uğrunda ölmesini” ve İstiklâl tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için
“bayrağa uzanan elleri kırmasını” anlayamaz. Ameri- takibi lâzım gelen en doğru yolu belletir.” diyerek bu
kalı için bayrak, birtakım işaretlerle boyanmış bir ku- mühim vazifeyi mektebe ve öğretmenlere vermiştir.
maş parçasıdır. Bu kumaş parçasını yere atabilirsiniz,
Millî varlığın devamı için devletin, istiklâlin korunçiğneyebilirsiniz, yakabilirsiniz; hatta bu bayrak haline
ması gerekir; çünkü devletsizlik, bir millet için, hele
getirilmiş kumaştan mayo yahut iç çamaşırı yapıp giTürk milleti gibi haysiyetli bir millet için en büyük
yebilirsiniz. Bu, onlar için normaldir; ama bir Türk için
felâkettir. Bu sebeple Atatürk gençliğe ilk vazife olarak
bayrak çok yüksek bir değerdir.
“Türk istiklâl ve cumhuriyetinin müdafaa ve muhafaza
Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerîm, bütün Müs- edilmesi”ni gösterir.
lüman milletler için mâ’nevî değerlerdendir. Bir Arap,
Bu sebeple “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimionu başının altına koyup yastık yapabilir; ama bir Türk
ze vereceğimiz tahsilin hudûdu ne olursa olsun onlara
onu değil bir yastık gibi kullanmak, belinden aşağı bile
esaslı olarak şunları öğreteceğiz: 1. Milliyetine 2. Türtutmaz; hatta onun bulunduğu odada uzanıp yatmayı
kiye Devletine 3. T.B.M.M.’ne düşman olanlarla mücaona saygısızlık telâkki eder.
dele lüzumu.” diyen Atatürk, başka bir konuşmasında:
Demek ki milletleri birbirinden farklı kılan bu an“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecek-
21
22
leri tahsilin hudûdu ne olursa olsun, en evvel ve her
şeyden evvel Türkiye’nin istikbâline, kendi benliğine
ve an’ânat-ı milliyesine düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.” demektedir.
Atatürk yine bu hususta şunları söylemektedir:
“Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak,
evvelâ biz kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün ef’al ve harekâtımızla
gösterelim. Bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır.
Millî varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım.
Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi ‘Türk’üm
ve düşmanım sana kalsam da tek kişi.’ diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikati ifade ettiğimiz gün kanaatimize, mefkûremize, istikbâlimize yan bakan her ferdi düşman telâkki ettiğimiz gün, millî benliğimize uzanacak
her eli şiddetle kırdığımız gün, milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün hakikî kurtuluşa
ulaşmış olacağız.
Zira istiklâl ve hâkimiyet mukaddestir ve Türkiye
Cumhuriyeti bunları müdafaada müsamahakâr olamaz.”
Yeni nesiller o şekilde yetiştirilmelidir ki düşmanlarımızın yıkıcı faaliyetlerini anında sezsin, onlara karşı
uyanık bulunsun; düşmanların tuzaklarına kapılmak
şöyle dursun, onları tesirsiz hale getirici tedbirleri alarak devleti ve milleti azade kılsın; kendi devletine isyan
etmesin, kendi ordusuna silah çekmesin, kendi bayrağını göklerden indirmesin. Atatürk’ün de ifade ettiği
gibi “Mağlûbiyet bir milleti asla mahvedemez. Bir
milleti temelli yıkan ve milleti esir ettiren dâhilî cephenin çöküşüdür.” Millî varlığın temelini millî şuurda
ve millî birlikte görmek mecburiyetinde olduğumuzu
unutmamalıyız.
Yeni nesillere millî şuur, milliyetçilik fikri, millî varlık ve istiklâlin muhafazasında gösterilecek uyanıklık,
dikkat nasıl aşılanacaktır? Onlara bu vasıfları kazandırmak için neler öğreteceğiz? Atatürk’ü dinleyelim:
“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk
milliyetçisiyiz. Cumhuriyetin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle
dolu olursa o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar
kuvvetli olur.”
“Münevver sınıfla halkın zihniyeti ve hedefi arasında uygunluk olması lâzımdır. Yani münevver sınıfın halka telkîn edeceği fikir ve ülküler, halkın ruh ve
vicdanından alınmış olmalıdır. Hâlbuki bizde böyle mi
olmuştur? Münevverlerimizin telkînleri, milletimizin
ruhunun derinliklerinden alınmış fikirler, ülküler midir? Şüphesiz ki hayır!”
“Münevverlerimiz içinde çok iyi düşünenler vardır;
fakat umumiyet itibarıyle şu hatalarımız da vardır ki inceleme ve araştırmalarımıza zemin olarak ekseriye kendi milletimizi, kendi tarihimizi, kendi an’ânelerimizi,
kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız.
Münevverlerimiz belki bütün cihanı tanır, bütün diğer
milletleri tanır; lâkin kendimizi bilmeyiz. Münevverlerimiz ‘milletimi en mes’ut millet yapayım’ der; ‘başka
milletler nasıl olmuşsa aynen öyle yapalım’ der; lâkin
düşünmeliyiz ki böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey
diğer bir millet için felâket olabilir. Aynı sebep ve şartlar birini mes’ut ettiği halde diğerini bedbaht edebilir.
Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşiflerinden, gelişmelerinden
istifade edelim, lâkin unutmayalım ki asıl temeli kendi
içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.”
“Her milletin kendine mahsus an’ânesi, kendine
mahsus âdetleri, kendine göre millî hususiyetleri vardır.
Hiçbir millet aynen diğer bir milletin mukallidi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin
aynı olabilir ne kendi milliyeti dâhilinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz ki hüsrandır.”
“Türkiye bir maymun değildir ve hiçbir milleti taklid etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak ne batılılaşacaktır. O sadece özleşecektir.”
Görülüyor ki Atatürk yeni nesillere Türk kültürünün, Türklük şuurunun verilmesini istemektedir. Millî
kültür Türk milletinin dilidir, dinidir, tarihidir; âdetleri,
gelenekleridir; musikisi, edebiyatı, sanatıdır; vatan topraklarıdır. Hataları sevaplarıyla bütün mâzisi ve hâlidir;
geleceğe dair tasavvurları, ümitleri, hayalleri, hasretleri, ülküleridir.
Millî kültür değerlerimiz öğrenilip benimsendikten,
hayata geçirilip yaşandıktan sonra bütün hadiseleri kendi millî bakış açımızla görebilmeyi başardıktan sonra
milletimizin istikbalde süper güç olmasını sağlayacak
fen, teknoloji ve sanayi hamlelerini gerçekleştirir, hem
kendi milletimiz hem insanlığı içinde bulunduğumuz
huzursuzluklardan kurtarıp mutlu edebiliriz.
Kayseri’nin 175. Şehidi
SÖYLEŞİ
İÇİMİZDEN BİRİ:
CAMCI NECMİ
Dünyada sayılı fabrikalar arasında
olan Şişe Cam Fabrikaları’ndan
önderlik ve rehberlik bekliyoruz.
Ancak bu fabrikalar cam
ürünlerini yeterli düzeyde
tanıtmıyor; cam ürünlerini işleyen
ve satan geniş kitleye öncülük
yapamıyor.
Eski sanayi Bölgesi’nde çok geniş bir dükkân…
İçeride çeşit çeşit makineler, aletler… Girişteki sol
köşe, büro olarak kullanılmak üzere bölünmüş… İkiüç işçi, tezgâhların başında işleriyle meşguller… Burası bir cam atölyesi…
Kapıdan girer girmez bizi iri yarı, güler yüzlü
bir insan karşıladı. Bu insan, pekçok Kayserilinin
tanıyıp sevdiği, iş ahlâkına güvendiği Necmettin
Feyzioğlu’dur.
Necmi Beyin atölyesi, canımız “sanayi kıymalısı”
istediğinde zaman zaman gittiğimiz yerlerden biridir.
Bu defa, bir röportaj yapmak niyetindeyiz ama kıymalıdan da vazgeçmiş değiliz. Büronun darlığını hiç hissetmeden tatlı bir sohbete dalıyoruz. Demli çaylar art
arda yudumlanıyor, Türkiye’nin ve esnafın sorunları
ortaya seriliyor. Biz soruyoruz, Necmi bey cevaplıyor:
-Necmi Bey, biraz da kendimizi anlatır mısınız?
-1951 yılında Kayseri’nin Kalpaklıoğlu Mahallesinde doğdum. Babam Ahmet Feyzioğlu Kayseri’nin
ilk kavaflarındandır.
İlk eğitime Ahmet Paşa ilkokulunda başladım. ilkokulu, Namık Kemal İlkokulu’nda bitirdim.
Nazmi Toker Ortaokulu’na yazıldımsa da birinci
sınıftayken buradan ayrılmak zorunda kaldım. Aile
mesleği olan camcılığı tercih ettim.
1973 yılında Camcılar Derneği’nin kurulmasında
etkili oldum. Bu derneğin ilk başkanı rahmetli Ömer
Kademoğlu idi.
1974-1980 yıllarında Argıncık Spor’da yöneticilik
yaptım. Gençleri anarşiden uzak tutmak amacıyla onları spora ve Türk folkloruna yönlendirmeye çalıştım.
1990-2007 yılları boyunca 17 yıl Kapalı Çarşı Dernek Başkanlığını yürüttüm. Çarşının onarılmasında
hizmet ve katkılarım oldu.
1998’den bu yana Kayseri Ticaret Odası Meclis
üyesi olup bazı komisyonlarda görev yapmaktayım.
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği ile
Türk Ocakları Kayseri Şubesi’nin üyesiyim.
-Camcılık mesleğine ne zaman ve nasıl başladınız?
-Dedem ve dayım camcı oldukları için ilkokulda
okurken tatil günleri yanlarına giderdim. 1961’de orta
birinci sınıfı terk edince camcılık mesleğine fiilen girmiş olduk.
1968’e kadar dayımın yanında önce kalfalık sonra
ustalık yaptım. Kendime ait dükkanımı 1968’de Kiçikapı Mahallesi Selçuk Sokağında açtım.
O zaman cam üretmiyor sadece binalara cam takıyordum. Ayrıca resim çerçevesi yapıyorduk.
Bu alanda ilk atılımı 1969-1973 arasında gerçekleştirdim. Van-İran demiryolu inşaatlarının cam işlerini yaptım. O zamanlar bu, çok büyük bir işti. Yine
1974-1980 yılları arasında İskenderun Demir-Çelik
Fabrikası’nın bir kısım inşaatlarının cam işlerini alıp
yaptım.
Aynı yıllarda Kayseri ve civarı illerin iddialı camcı-
23
24
sı konumuna geldim.
Zaman içinde düz camcılık önemini kaybetti. Ayna,
dekoratif cam, kenar ve yüzey işleme daha çok talep
edilince bu ürünleri makineleşip yapmaya başladık.
Yani zamana ayak uydurduk.
1990 yılında da asitli cam üretimine başlayarak
fabrikasyon dönemine girmiş olduk. Bu işi Türkiye’de
yapan üçüncü kişiydim. Bununla birlikte yine fabrikalaşmaya devam edip kenar işleme makinalarını halkımızın hizmetine sunan kişi oldum.
Şu an yine cam işimiz devam ediyor. Buna ek olarak Kayseri Serbest Bölge’ye bir bina yaptırdık. Burada cam ürünleri imalatı ve işlemeleri, cam ve mobilya
makineleri ithalat ve ihracatı düşünmekteyiz.
-İşinizle ilgili sorunlarınız mutlaka vardır, bunları söyler misiniz?
-Çalışacak eleman bulmakta zorlanıyoruz, daha
doğrusu bulamıyoruz. Çünkü, camcı yetiştiren bir
okulumuz yok. Bugüne kadar, meslek liselerine camcılık bölümü konulmadığına hayret ediyorum.
-Eleman bulamadığı için pek çok esnaf, dükkanı
kapattı. Yazık değil mi onlara?
-Camcılık kolay bir meslek değil. Özellikle cephe
camı takmak çok risk taşır. Bu sebeple de iyi eğitilmiş
elemanlara ihtiyaç duyarız.
Dünyada sayılı fabrikalar arasında olan Şişe Cam
Fabrikaları’ndan önderlik ve rehberlik bekliyoruz.
Ancak bu fabrikalar cam ürünlerini yeterli düzeyde
tanıtmıyor; cam ürünlerini işleyen ve satan geniş kitleye öncülük yapamıyor. Oysa diğer mesleklerde ve
alanlarda mesela boya üretiminde üretici firma kendi
esnafını devamlı surette desteklemektedir.
Camla ilgili teknolojide kendi becerimizle ilerlemeye çalışıyoruz. Bu konuda da biz camcılara katkı
sağlayacak bir makam mevcut değil.
Türkiye ekonomisinin genel bozukluğu da bizi çok
etkiliyor. Vatandaşın alım gücü olacak ki herkes gibi
biz de kazanalım. Oysa vatandaş borçlu yaşıyor, çok
acil ihtiyaçlara yöneliyor. Yastık altı da tükenmiş durumda.
-Cumhuriyetin ilanından hemen sonra
23.04.1924 tarihinde Kayseri’de kurulan Türk
Ocaklarını Başkanı Necmettin Feyzioğlu ile aynı adı
taşıyorsunuz. Bu büyük zat ile bir akrabalığınız var
mıdır?
-Kayseri Türk Ocakları’nın 1924’teki reisi Av. Necmettin Feyzioğlu akrabamızdır. Dip dedemizle amca
çocuğu olurlar.
Türk Ocağı Reisi Av. Necmettin Feyzioğlu 1922
yılında Kayseri’nin ilk günlük gazetesi olan Misak-ı
Milli’yi çıkarmıştır. Kurtuluş Savaşı yıllarında çıkan
bu gazete Türk toplumunu aydınlatmış millî bilincin
oluşmasına katkı sağlamıştır.
Ayrıca, Kayseri Lisesi’nde öğretmenlik yapmış,
hukuk, iktisat, sosyoloji dersleri vermiştir. 1924-1926
yıllarında Dinî ilmiler öğretmenliği yapmıştır.
Av. Necmettin Feyzioğlu 1930-1932, 1939-1942
yılları arasında 2 dönem Belediye Başkanlığı görevini
yürütmüştür. Bu görevleri sırasında Zabıta teşkilatını
kurmuş, Kayseri’nin Hükümet, Dikimevi, PTT, Tekel,
Kız Enstitüsü, Vali konağı binalarını yaptırmıştır.
-Sizin gibi ticaret erbabının hak ve hukukunu
savunan bir kurum var mı?
-Vardır, o da TOBB ve Esnaf Sanatkârlar
Birliği’dir. Ancak bunlar da çoğu zaman siyasi iktidarların baskısı altında kalıp görevlerini hakkıyla yapamazlar.
Oysa bu kurumlarımız çok büyük işler yapabilirler. Çünkü, arkalarında çok geniş bir nüfus ve imkan
vardır. Mesela Kayseri Organize Sanayi Bölgesinde
700-1000 arası, çeşitli boyutlarda işyeri (hangar)
mevcut olmasına rağmen bunlar Kayserimize yakışan
teknik ve teknolojiden yoksundur, uygun teknolojiyle
çalışanı pek azdır. Bu problemin halli için mevcut
yapı dikkate alınarak projeler geliştirilebilir. Bu görev
TOBB ve Esnaf Sanatkârlar Birliği’nindir. İlgili kişiler
zamanlarının küçük bir kısmını da bu işlere lütfedip
ayırabilirler.
-İşiniz gereği komşu ülkelere çok gittiniz. Oralarda sizi nasıl karşıladılar?
-Komşu ülkelerden İran ve Suriye’ye çok gittim.
Her ikisinde de çok iyi karşılandım. Gösterdikleri misafir severliği anlatmakta zorlanıyorum. Çünkü bütün
zamanlarını size ayırıyor, neleri varsa sofraya koyuyorlar.
Bu konukseverlik Türklerle de sınırlı değil, hepsi
de şahane insanlar, hepsi aynı şekilde konuksever. Dolayısıyla Suriye’deki olaylar beni çok üzüyor. Türkiye
ile Suriye ve İran çok yakın dost olmalı, düşman değil.
Suriye ve diğer Müslüman ülkeleri karıştıran şer odaklarına lanet olsun.
-Duygularınızı paylaşıyor. Bir iş gününde bize
zaman ayırdığınız için size çok teşekkür ediyoruz.
-Asıl, ben sizlere teşekkür ederim. Çünkü, sorunlarımızı ilgililere duyurmak gibi çok önemli bir vazifeyi
ifa ediyorsunuz. Sizleri yine beklerim. Kapımız, dostluk ve kardeşliğe her zaman açıktır.
-Necmi beyin atölyesinden, Anadolu insanının
gönül zenginliğin içtenliğini bizzat görmenin mutluğuyla ayrılıyoruz.
25
PSİKOLOJİK BOYUTTA TOLSTOY’UN
ÖLÜM KAVRAMI
Doç. Dr. Beyhan Asma
Ölüm kavramı ve filozoflara göre ölüm
Ölüm, insanlık tarihinde merkezi bir öneme sahiptir.
İnsanoğlu ortaya çıkışından beri ölüm üzerinde düşünmüş ve onun gizemlerini bulmaya çalışmıştır. Heidegger korkuyu yalnızca özgürlük ve varoluşla ilgili endişeler açısından değil, her şeyden önce ölüm endişesiyle
ilişkilendirmektedir. Bu durumu şu sözlerle açıklamaktadır: “Ölüm karşısında insan çaresizdir. Ölüm, yaşamın anlamını yok eden, insanı ezen ve hiçleştiren bir
korkudur” İnsanoğlu için doğumdan itibaren tek mutlak gerçek olan ölüm, varoluşun temelinde yatmakta,
ancak aynı zamanda artık var olmama tehdidini de temsil etmektedir.
Kübler-Ross’a göre, ölüm fizik bedenin, kelebeğin
kozasını terk etmesi gibidir. Ölüm, hissetmeye, görmeye, duymaya, gülmeye devam edilen, gelişmeyi sürdürmenin mümkün olduğu yeni bir şuur durumuna geçiştir.
Bu değişim sırasında kaybettiğimiz sadece artık çok eskimiş olduğunu ve bir daha kullanamayacağımızı düşündüğümüz kışlık mantomuzu bir yere yerleştirmemiz
gibidir.
Tolstoy’a göre ölüm
Tolstoy, ölüm kavramını şu şekilde ifade ediyor:
Şimdi şurada göçüp gidecek olsam, benimle birlikte
yok olacak olan dünya, bu dünya değil, benim kendi
dünyam. Benim kendi işim gücüm, sevgilerimle, özlemlerimle, ağrılarım korkularım, alışkanlıklarım, yorumlarımla, değerlendirmelerimle, etkilerim ve tepkilerimle, iç kımıldanışlarım dışa dönüşlerimle, çeşit çeşit
duyumsamalarımla oluşan dünya, benim dünyam.
Herkesin dünyası gibi benim kendi dünyam da biricik dünya. Benimle var, benden sonra yok. Yalnızca
bana özgü bir dünya bu. Hayat ve ölüm bir bütünün
iki parçası gibidirler. Ölüm de doğum gibi hayata aittir,
yani hayatın olduğu yerde mutlaka ölüm de bulunmaktadır. Yalnız bu iki kavramın kendilerine özgü hususiyetleri, her canlı için özel olmalarıdır.
Varoluşçu psikolojiye göre ölüm
Varoluşçu psikolojinin temel ilkeleri arasında yer
alan ölüm kavramı ise şöyle açıklanmıştır: “Ölüm insanların içinde bulunduğu en büyük ikilemdir. İnsan isterse ölümü seçebilir. Fakat istemese de ölümü yaşayacaktır. Ölüm varoluşun çözemediği ama
yaşamak zorunda olduğu belki de yaşamın anlamının içinde saklı olduğu en büyük gizemdir”. Sokra-
tes savunmasında ölümle ilgili olarak şöyle diyor: Ya
ölen kimse hiçliğe, yokluğa eriyor, hiçbir şey bilmez
oluyor ya da denildiği gibi ölüm bir değişmedir, bulunduğumuz yerden canın, tinin bir başka yere göçmesidir.
Ölüm her duygunun kısalması, sönmesi ise deliksiz ve
düşsüz bir uykuya benzer. Öte yandan, ölüm bizi buradan başka bir yere götürecek bir geçitse, denildiği gibi
orada bütün insanlar bir arada toplanıyorlarsa, bundan
daha büyük bir iyilik olur mu?
Sokrates’e göre hayat ölüm için bir çıraklıktan ibarettir ve hayatın manasının keşfedilmesi için ölüm üzerinde düşünmek gereklidir. Stoacılar ölümü tabii bir
olay olarak karşılarlar. İnsanın ölüm fikrine alışması
lazımdır. Epiket şöyle diyor: “Her hareketimizde daima
ölümlü olduğumuzu, sonunda öleceğimizi hiçbir zaman
aklımızdan çıkarmamalıyız. Çocuğumuzu okşarken,
onun fani biri olduğunu hiç akıldan çıkarmamak icap
eder, ancak bu takdirde o öldüğünde ıstırap duymayız.”
İslam dininde ölüm
İslamiyette ahiret fikri vardır. Ölümle insanın tamamen yok olmayacağına, tekrar dirilerek ahiret denen
öteki âlemde ebedi yaşantısına devam edeceğine inanılır. Orası bir hesap yeridir. İnsan yaptıklarının hesabını
orada verecektir. İslam dininde de ölüm konusuna geniş yer ayrılmış ve ölüme bir yok oluş olarak değil, bir
dönüş olarak anlam verilmiştir. Örneğin; “Biz Allah’a
aidiz ve yine O’na dönenleriz” (Bakara, 2:156), “Her
canlı ölümü tadıcıdır. Sonra bize döndürülürsünüz”
(Ankebut, 29:57), “Ey mutmain nefs, razı olan ve razı
olunmuş şekilde Rabbine dön” (Fecr, 89:27-28) gibi
ayetlerde görüldüğü üzere “dönmek” fiili kullanılmıştır.
Hadislerde ölüm, hayattan bir başka hayata geçiş, en iyi
nasihat ve beden kafesinden ruhun bir kuş misali azat
olması olarak anlamlandırılmıştır. Ayet ve hadislerdeki ölüm anlayışı tüm İslam âlim ve mutasavvıflarının
ölüm anlayışlarının kaynağını ve temelini oluşturmuştur. Mevlana’nın ölüm anlayışında “rücu” (dönmek)
ve “vuslat” temaları hâkimdir. Ona göre ölüm “ebedi
sevgiliye kavuşmaktır”. Asıl ölüm ölmemektir. Ölüm
bir evrim ve sonsuza uçmaktır. Hak ile hak olmaktır.
Allah’a vuslat bulacağı veya ölümsüzlüğe erişeceği
geceyi “şeb-i arus” metaforu ile ifade eden Mevlana
Allah’a kavuşturacağı için ölümü şekerden bile lezzetli bulmaktadır. Bir başka mutasavvıf Hallaç ise, “ben
bir kuşum, burası benim kafesim ve hapishanem idi,
26
ben burada mahpus olarak yaşıyorum” ve “beni öldürünüz dostlarım, benim hayatım ölümümdedir! Benim
ölümüm yaşamaktır, hayatım ölmektir!” ifadeleriyle İslam’daki ölüm anlayışını ebedi bir üslupla ifade etmektedir. Dindeki ölüm, son değil yeni bir hayata açılan
yolculuktur. Ölümün gemiye benzetildiği bir hikâyede
bir sahilde durmuş denize açılan bir gemiye veda ederek el sallayan bir grup insan tarif edilmişti. Gemi yalnızca yelken direği görünene kadar uzaklaşmıştı. Sonra
direk de gözden kaybolunca seyredenler, “Gitti” diye
mırıldanmışlardı. Ama tam o sırada uzaklarda bir yerde başka bir grup insan ufku tarıyor, direğin yükseldiğini görüyor ve “İşte geldi” diyorlardı. Hikâyede de
görülmüş olduğu gibi, ölüm, ahret inancı olan insanlar
için bir mekân değişikliğidir. Dünya mekânından ahret mekânına yapılan bir yolculuktur. Dindar insanların
ölüm algısı inanmayanlara göre farklıdır. Bu nedenle
ölümü daha kabullenici bir tavırla karşılamaları beklenebilir.
Hukuk, tıp, biyoloji, felsefe ve din açısından ölüm
Geleneksel olarak ölümün ortaya çıktığı zaman,
hep belli bir an olarak ele alınmış
ve ölüm belirli bir süreçte oluşan
olaylar zinciri değil de bir anda
meydana gelen olay olarak kabul edilmiştir. Bu bakış açışı bazı
durumlarda örneğin hukuk açısından doğru gözükebilir. Çünkü
hukuk açısından ölüm için kesin
bir zamana başka bir deyişle bir
ana ihtiyaç vardır. Özellikle kesinlik ilkesinin hukukun vazgeçilmez prensiplerinden oluşu ölüm
kavramının net ve kesin tanımını
gerektirmektedir. Bu yüzdendir ki
ölümün olduğu an kavramı göreceli bir kavramdır.
Hukukçular, filozoflar, biyologlar, din adamları ve tıp adamları için de farklı anlamları bulunmaktadır. Ölmek zorunda olmak
insanın kendi isteğiyle seçmiş olduğu bir varlık biçimi
değildir. İnsanın ölümlü olması onun özgürlüğü ile yakından ilgilidir. İnsan ölüm sayesinde kendi özgürlüğünün farkına varmaktadır. Bazı Batılı felsefeciler ölüm
tahlilinde intiharı bir kenara bırakır. ‘Varlık ve Zamanda’ bu konuyla ilgili septiklerin insanın kendi hayatına
son vermesini niçin olumlu bulduklarına dair birkaç
satırlık bir açıklama bulunmaktadır. Onlara göre; septiklerin intihara olumlu bakmalarının sebebi onların
’Varlık ve Gerçeklik`ten’ şüphe etmeleridir.
Tolstoy’un eserlerinde ölüm kavramı
Tolstoy Rus edebiyatında önde gelen bir romancıdır.
Romanda başarılı olmuş her yazar gibi o da, hayatın
içindeki gerçekleri ve problemleri en çarpıcı açıklığıyla ve derin düşüncelere girerek anlatmıştır. Bu yöndeki
başarısı nispetinde okuyucu tarafından olumlu kabul
gördüğü söylenebilir ve bitmeyen bir ilgiyle günümüze
kadar canlılığını sürdürmektedir. Rus düşünürü ve edebiyatçısı Tolstoy’un başyapıtı olan Ivan Ilyiç’in Ölümü
adlı eserinde yukarıda sözü edildiği üzere ölüme ilişkin
bir bakış açısını görebilmek mümkündür. Çok küçük
yaşlarda annesini kaybeden Tolstoy, annesizliğin acısını hiç unutmamıştır.
Hayatın anlamı temasını temele alan Hayat Üzerine
Düşünceler, Üç Ölüm, İtiraflarım gibi yapıtlarının yanı
sıra Ivan Ilyiç’in Ölümü adlı eseri bunun bir delilidir.
Ivan Ilyiç’in Ölümü adlı eser o denli etkileyicidir ki,
ölüm teması psikolojinin birçok alanında pek yer almamasına rağmen, bu temayı başlıca felsefi bir sistemde
irdeleyen büyük Alman filozofu Heidegger,Tolstoy’un
söz konusu eserinden yola çıkarak açık ve net bir şekilde düşüncelerini dile getirmiştir. Ivan Ilyiç’in Ölümü
adlı bu eserde Tolstoy, ölümle burun buruna olan başkahramanı Ivan Ilyiç’in kendi vicdan muhasebesini ve
ruhsal yapısını derin açıklığıyla su yüzüne çıkarmaktadır. Tolstoy’un bu eserdeki amacı, okuyucuyu gerçek
yaşamla yüz yüze getirmektir. Böyle bir karsı karsıya
geliş insan psikolojisinin bir yansımasıdır.
Tolstoy, ölümü yalnızca us kavramı ile bilinen bir
şey olmadığını, tüm ruhsal bedenimizle kavranan bir
varoluş olduğuna dikkat çekmektedir. Yalnızca akıl yoluyla bu gerçeği
anlamaya çalışmanın yaşamın kendisini değil, onun kavramlar ve soyutlamalar yoluyla sadece yansımalarını
bilebildiğimiz kişisel-olmayan bir
yönüne bizi kanalize ederek ölüm
gerçeğini gizleyebileceğini vurgulamaktadır. Ölüm gerçeği, zihinsel bir
gerçek değildir. Yaşamla iç içe olan
herkes doğal olarak yaşamın ayrılmaz bir parçası olan ölümle de yüz
yüze gelmek zorundadır. Tolstoy,
yazılarında yoğun bir şekilde ölümü
işlemesiyle ünlenmiştir. Tolstoy’un
birçok yapıtında, ölüm konusu,
önemli, dikkate değer olarak işlenir.
İvan İlyiç’in Ölümü, Hayat Üzerinde
Düşünceler, İnsan Ne İle Yaşar, Üç
Ölüm, İtiraflarım gibi sayılı eserlerinde okuyucusunu ölüm gerçeği ve hayatın anlamı ve
önemiyle yüzleştirir. İtiraflarım adlı anlamsal olarak
geniş çaplı eseri bu bakımdan öğüt verme kadar büyük
bir önem taşıdığı göz önünde bulundurulabilir. Burada
Hıristiyanlık akidesine bağlı bir düşüncede yoğunlaşarak ve görkemli bir hayat tarzından uzak olmak insana
gerçek huzuru vereceği inancına erişir.
Tolstoy, mutlu bir çocukluk ve gençlik döneminden
sonra şöhreti yakalamış sayılı yazarlardan biridir. İlerleyen yaşlarında kendini geliştirmek için Avrupa’daki
entelektüel ortamlara katılarak liberal düşüncelerini
ortaya koymuştur. Tolstoy Giyotinle idam edilen bir
mahkûma tanık olması, her şeyin boş bir çırpınış olduğunu anlamasına sebep olmuştur. Giyotinin idam
mahkûmunun boynuna inmesi, o zamana kadar ki yaşadığı ve çevresinin de telkin ettiği hayat anlayışına karşı
önemli bir şüphe meydana getirmiştir. En sevgili kardeşini ölümle kaybetmesi, onun yine ölüm gerçeğiyle
karşılaşmasına ve bu önemli olguyu tanımasına vesile
olacaktır. Bu yaşanan olaylar Tolstoy çelişkisini de ortaya koymaktadır.
Ancak kendini yeni hayatına vermesi, hayatın genel
anlamını araştırmasına engel olmuştur. Tolstoy ününe
ün katarken de iç muhasebelerini sürdürmekteydi ve en
ünlü şahsiyetlerden daha büyük üne kavuşması halinde bile bu ne anlam ifade edebileceğini düşünüyordu.
Bu önemli soruların cevapları yoktu.1 Tolstoy, ölümden
çok korkmanın verdiği bir içgüdüyle kendini çalışmalarına veriyordu. Ölümün sırrını çözemedikçe hayatındaki hiçbir hareketin ve hadiselerin anlamı olamayacağını
görüyordu. Fakat bunu genç yaşından itibaren anlayamamasının acısını derinden hissetmekteydi.
Bana göre, Tolstoy’un ölümü birebir işlediği romanı, İvan İlyiç’in Ölümü adlı eseridir. Burada kendi iç
çalkantılarını bir baş erkek kahramanında göstermiştir.
İvan İlyiç Tolstoy’un ruhsal anlamda kendisidir. Kitabın daha ilk bölümünde ölümle okuyucuyu yüz yüze
getirir. Ve romanın sonuna ana fikri sadece ölüm olan
düşüncesi ve hayalleri üzerinde ısrarla durur. İvan İlyiç,
birçok insanın olmak istediği göreve genç yaşlarında
gelmiş ve bu görevdeyken hayatını yitirmiştir. Tolstoy,
ölüme doğru yol alan kahramanının iç çekişmesini gözler önüne sererken ve insanın ölümü hayatın bir gerçeği
olduğunu bilmesine rağmen yinede fantastik anlatımlardan hayali kavramlardan kendisini alamaz. Ölüm
bütün gerçekliğiyle hayatta kendisini belli etmektedir.
Tolstoy’a göre hayatın ve ölümün gerçek anlamı ve
kavranması ancak yaşanarak ve insanın kendince bu
1) Leo Tolstoy, İtiraflarım, Ankara: Klasik, 1990, s. 23.
AĞLAMAYI ÖĞREN ÇOCUK
Ufak bir karanlığın düşmüştüm ki peşine
O an gördüm bir çocuk rastlanmazdı eşine
Elinde bir poşetle mendiller satıyordu
Sanırım ilerdeki çöplükte yatıyordu
-Alır mısın be abla bir tane mendil olsun
Dedim içimden “-Çocuk, ömrün umutla dolsun!”
-Çocuk söyle bakalım nereyedir bu gidiş
-Karıştırma be abla kaderim böyle imiş
-Çocuk gel konuşalım ver poşeti elime
-Yeter mi senin gücün bu kadar mendilime?
-Gözlerin doldu abla bir derdin varsa anlat
-Benim ömrüm son zaten bir kere de sen sonlat
Belki de düşlüyorsun sıcacık bir köy evi
Belki hayallerinin en büyüğü en devi
Belki daha mutlusun şu fakir-i şairden
Satır satır yalnızlık işlediği şiirden
Mutluluk umut bir de yeni başlangıç falan
Bu yalan dünyadaysa bunların hepsi yalan
Ağlamayı öğren ki gülmesini bil çocuk
Bir dostun gözyaşını silmesini bil çocuk
iki yalancı gerçeği akıl yoluyla bulmasıdır. Tolstoy’un
Ivan Ilyiç’in Ölümü adlı bu engin eseri, yaşam ve ölümü irdeleyen ve özellikle de tüm felsefesini ölüm teması
çerçevesinde kurgulayan bir eser olmasıdır. Ölüm, insanoğlunun er veya geç karşılaşacağı bir gerçek olarak
karşısında durur. Ölüm sonrası bilinmezlik ve ölümün
içinde barındırmış olduğu hüzün, ayrılık, acı gibi duygu ve düşünceler her zaman insanların zihinlerini meşgul etmiştir. İnsanoğlunun kabullenmekte zorlandığı,
karşılaşmak istemediği bu kaçınılmaz gerçek etrafında
toplumlarda birtakım âdet ve geleneklerin oluştuğu görülür. Bu âdet ve gelenekler, zamanla toplumsal kültürün bir öğesi hâline dönüşerek yüzyıllar boyu nesilden
nesile aktarılmıştır. Ölüm ve ölümle ilgili düşünceler,
sadece dinî inançların ve düşünce sistemlerinin değil,
edebiyat ve sanat eserlerinin de temel konularından biri
olmuştur. Tolstoy ölümü daha yeni bir varoluş durumuna geçiş olarak görmektedir. Bu aslında dinsel inançlara bağlı bir düşüncedir.
KAYNAKÇA
- Hanife Dilek Batislam, “Divan şiirinde Âşık, Sevgili, Rakip
Üçlüsü ve Ölüm” Folklor/Edebiyat, Ankara, 2003, C. IX, S. 34, s.
187.
- Leo Tolstoy, İtiraflarım, Klasik yayınları, Ankara, 1950.,
Ölüm Manifestosu-Öyküler (İvan İlyiç’in Ölümü), Kır yayıncılık,
İstanbul,1978.
- Nail Halbush, The Death of Ivan Ilyich, Peurson Books, New
York, 1987.
- Süleyman Ateş, Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Ankara, 1983.
Gönül gözünü aç ki göresin yeryüzünü
Hem dünyanın düzünü, hem de o ters yüzünü
Peki neden o yaşlar damlıyor yanağına
Tutuldun mu yoksa sen hayat sağanağına
Tohum at ki yüreğe bir bir sevgi yeşersin
Kalkmayı da öğren ki bir gün gelir düşersin
Dokunma sakın çocuk bendeki kalp yaralı
İyileşmez bir türlü yıllar oldu saralı
Bir yırtık pantolonu giymek ne kadar rahat
Sen rahat değilsen de şu koca toplum rahat
Bana güneş doğsa da perdelerin ardından
Sana güneş çırılçıp görünür ufuklardan
Bir bülbülün çığlığı, bir horoz ötmesiyle
Güne merhaba dersin güneşin gülmesiyle
Diyorsun ki mutluluk her an yanı başında
Yeri geldiği zaman gözden akan yaşında
İslam denince hani bütün eller havada
Hiç kimse yardım etmez şu zavallı çocuğa
Gözüm görmez olsaydı şu çocuğun halini
Keşke ben duymasaydım onun son ahvalini
Ey milletim uyanıp son kez beni dinlesen
Bilsen ki şu garibin sevgi dolu gönlü sen
27
28
TRT ÇOCUK
ve
ÜÇ ÇİZGİ FİLM
Bilgehan AYATA
TRT’yi zaman zaman eleştirsek de TRT önemli
hizmetlere imza atıyor. TRT Avaz ile Türk dünyasını
birbirine bağlayan TRT, TRT Çocuk’la da uzaktan
çocuk eğitimine yönelik önemli bir eksikliği gideriyor.
Çocukluğumuzda Redkit’i, Riçi Riç’i, Simsın
Ailesi’ni, Himen’i izler, arkadaşlarımızla “Voltran”ı
oluşturur, ağaç dalından Vilyım Tel oku yapardık.
İzlenen bu filmlerin çocuk dünyasındaki etkisini
belleğimizi biraz yoklayarak görebiliriz. Hatta yolunuz Sivas’a düşerse sırtında plastik kılıcıyla Sivaslı
“Himen”i canlı canlı görebilirsiniz.
Bugün de farklı yabancı çizgi filmler çeşitli kanallarda oynamaktadır; ancak, bunların çoğu körpe beyinlere yarar sağlamak yerine zarar vermekte, yabancı kültür aşılamaktadır. “Pokemon” gibi uçmak için camdan
atlayan çocuğu hâlâ unutmadık.
Lütfen dikkat ediniz; özellikle yabancı çizgi
film kanallarında sürekli, robot ya da insana benzemeyen yaratık karakterleri görülmekte ve bunlar
savaşmaktadır. Bu filmin başından kalkan çocuğun
kardeşine nasıl davranacağını tahmin ediniz. Bu filmler
insan ilişkilerini, sosyal ve günlük yaşamı, cinsiyet ve
aile kavramını öğretmemektedir.
Belirttiğimiz olumsuzlukların aksisine TRT Çocuk
kanalının fevkalade olumlu yönleri olduğunu söyleyebiliriz.
Keloğlan Masalları
Bu filmi izleyen çocuk öncelikle en önemli Türk
masalı karakterini öğrenmiş olmaktadır. Bu çizgi
film aracılığıyla Türk kültürü eğlenceli bir şekilde
öğretilmektedir. Karakterlerin adlarına baktığımızda
(Keloğlan, Bilgecan Dede, Kara, Balkız, Örgülü,
Huysuz, Uzun, Kara Vezir, Sinek…) Türkçe olduğunu
görmekteyiz. Ayrıca adla karakterlerin özdeşleştirilmesi
ve kişilerin sıfatlarının ad olarak kullanılması “lakap”
geleneğini öğretmektedir. Kötü bir karakter olan Kara
Vezir’in adındaki “kara”, Türk kültüründeki “karauğursuzluk, kötülük”; iyi ve bilgin bir karakter olan
Bilgecan Dede adındaki “dede” ise Dede Korkut’ta
olduğu gibi “dede, ata-bilgelik” ilişkisini bilinçaltına
yerleştirmektedir. Köyün hırsızları olan Huysuz’un
kısa boylu ve cin fikirli, Uzun’un ise uzun boylu ve saf
olması, atasözlerinde de yerini bulan uzun ve kısa boylular hakkındaki halk düşüncesini vurgulamaktadır.
Kişilerin giysileri, yaşadıkları yerler, mekânların
döşenme tarzı, çocukların oynadıkları oyunlar vs. izleyenlerde bütünüyle Türklük duygusu uyandırmaktadır.
Kişilerin, özellikle başkahraman Keloğlan’ın
konuşmaları Türkçenin doğru ve güzel öğretilmesi
açısından işlevseldir. Konuşmalarda deyim ve atasözlerine sık sık yer verilmektedir. Birkaç örnek:
kılkuyruk tilki, selam verdik borçlu çıktık, gel keyfim
gel, ver yiyeyim bırak oynayayım (ört yatayımdan bozma), dilini yuttun galiba, ne de güzel şakıyor, senden
korkulur, sana takılıyorum, çok veren maldan az veren
candan, sırtımız yere gelmez…
Ayrıca sıkça karşılaştığımız “oley”, “yuppi” gibi
yabancı ünlemlerin yerine “he he heyt”, “bre namert”
“vesselam”, “sen çok yaşa emi”, “ah canım” biçiminde Türkçe ünlem ve pekiştirmelerin kullanılması
çocuklara sevinç, korku ve şaşkınlığın dahi Türkçesini
öğretmektedir.
Bununla birlikte son bölümlerde çizgi film
dünyasından gerçek dünyaya geçilmesi yani Keloğlan
ve arkadaşlarının bugünkü çağdaş dünyaya bir çeşit
zaman makinesiyle gelmesi ve gerçek insanların filme
girmesi, filmin özgünlüğüne gölge düşürmektedir;
çünkü bu, yabancı filmlere -örneğin Şirinler’eöykünme hissi uyandırmaktadır.
Pepee
Hakkında övgüler dizilecek diğer bir çizgi film de
Pepee’dir. Bu filmin adı bize ünlü halk bilimci Halûk Nihat Pepeyi’ yi anımsatmaktadır. Türkçe bir sözcük olan
29
Keloğlan Masallarına göre daha
küçük yaştaki çocuklara hitap
eden Pepee, çocukların temel
bakım becerileri ve bilgileri aile
kavramı ve güzel davranışlar
edinmesine yardımcı olmaktadır.
ve kekeme anlamına gelen pepe sözcüğü Pepee şekline
sokularak sanıyoruz ki ada çekicilik kazandırılmaya
çalışılmış. Bu fazladan e harfi değil ama Pepee’nin
kendisi, onu seslendirenler ve çizgi filmdeki diğer
karakter ve ögeler gerçekten bu çekiciliği sağlamakta.
Bu film de en az Keloğlan Masalları kadar yararlıdır,
kanısındayız. Keloğlan Masallarına göre daha küçük
yaştaki çocuklara hitap eden Pepee, çocukların temel bakım becerileri ve bilgileri aile kavramı ve güzel davranışlar edinmesine yardımcı olmaktadır.
Tıpkı Keloğlan Masalları’ndaki gibi Türkçe güzel
konuşulmakta ve öğretilmektedir. Yurt dışında yaşayan
bir tanıdığımızla sohbetimizde bize, çocuğunun
yabancı çizgi filmleri izledikçe konuşma ve davranış
bozuklukları gösterdiğini, Pepee’yi izledikten sonra ise
bu bozukluklarının düzeldiğini ifade etmesi bu kanaatimizi doğrulamaktadır.
Filmdeki hayvan karakterler, yabancı filmlerdeki
gibi “domuz” değil köpek, zürafa, maymundur. Bunlara köpüş, maymuş denmesi adlara “ş” eki getirilerek
sevecenlik ve cana yakınlık katıp kısaltmak Türkçede
alışık olduğumuz bir durumdur: Fatoş, Bediş gibi.
Böylece çocuklar, dilimize ve kültürümüze ait bir
özelliği daha öğrenmiş olmaktadır. Şuşu, Zulu, Zuku,
Zumu gibi gelişigüzel verilen adlar da aliterasyon ve
asonanslarıyla tekerlemeleri andırmaktadır.
Çocukların anne-babaya, anne-babanın çocuklara
seslenme tarzı insancıl ve örnek teşkil edecek şekildedir.
Özellikle babanın, oğluna “koçum”, “aslanım” istiareli hitabı halk arasındaki günlük konuşma dilidir. Bu
sayede çocuklar, yine dilinin bir inceliğini öğrenmiş ve
toplumla bir bağ daha kurmuş olmaktadır.
Çizgi filmde yöresel kıyafetler; zeybek, Trakya
karşılaması, halay, horon vb. müzik ve oyunlara yer
verilerek Türk kültürü tanıtılıp sevdirilmektedir. Anne,
baba, büyükanne, büyükbaba ve çocuklardan oluşan
aile geniş aile kavramını çocuklara öğretmektedir.
Bir ayrıntı: Dikkat edilirse yabancı çizgi filmlerde
-genellikle Amerikan yapımı olduğundan- Amerikan
bayrağı vurgusu görülür. Ya bir kıyafette ya duvardaki
bir resimde ya da bir bayrak direğinde kısa süreli de olsa
bu bayrak gösterilir veya renk ve şekiller aracılığıyla
anımsatılır. Pepee’de ise aynı şekilde Türk bayrağı
vurgulanmaktadır. Bu elbette sevindirici bir durumdur.
Dede Korkut Hikâyeleri
TRT Çocuk’un diğer bir hizmeti de Dede Korkut
Hikâyeleri’ni filmleştirmesidir. İçeriğe sadık kalınmasa
da böyle bir girişim bile takdire değerdir. Çocuklar
daha küçük yaşlarında Dede Korkut ve hikâyelerinden haberdar oluyor. Sanıyoruz eksiklikleri dolayısıyla
Keloğlan Masalları ve Pepee kadar sevilmemesi nedeniyle onlar kadar sıklıkla ve yeni bölümleri oynamıyor.
Dede Korkut Hikâyeleri çizgi filmi de karakterlerinin adlarıyla (Aybüke, Banu Çiçek, Bamsı Beyrek,
Uruz, Dumrul, Tepegöz…), giyiniş ve görünüşleriyle,
yansıtılan yaşam biçimiyle Türk kültürü, dili ve tarihine, kısacası Türk çocuklarına önemli hizmette
bulunmaktadır.
Sonuç
TRT Çocuk, yıllardır beklenen millî çizgi film
özlemini bir nebze de olsa dindirmektedir. İnsanımız
da bu çizgi filmleri benimsemiştir, hatta büyükler bile
beğeniyle izlemektedir. Son zamanlarda yaygınlaşan
Pepee resimli çocuk elbiseleri bunun göstergesidir; ancak, bu yeterli görülemez. Hem TRT Çocuk daha nitelikli ve farklı çizgi filmler üretmeli hem de diğer kanallar ondan örnek almalıdır. Türk tarihi ve edebiyatında
çizgi film konusu olacak daha yığınla malzeme vardır.
Bizler de böylesine güzel ve yararlı programları
izleyerek bu işi gerçekleştirenlere destek olmalıyız.
TRT Çocuk kanalı söz ettiğimiz çizgi filmleriyle sevgi,
saygı ve umut dolu, ruhî yönden sağlıklı bireylerin temelini atıyor. TRT Çocuk’u gönül rahatlığıyla izleyiniz, izlettiriniz.
Saygıyla…
30
OKUL VE AİLE
İŞBİRLİĞİ
İbrahim GÜNGÖR
Okul ve aile işbirliğini, eğitimin
etkinliği ve öğrenci başarısı açısından son derence önemli olmasına
rağmen, hak ettiği ilgiyi görmeyen
ya da bir türlü istenilen verimliliğe
ulaşamayan bir konu olarak düşünmekteyim. Bu nedenle bu yazıda
okul ve aile işbirliği üzerinde durulacaktır. İlköğretimde ve ortaöğretimde işleyiş ve hedefler açısından
bazı farklılıklar görülebilir. Ancak,
bu yazıda okul ve aile işbirliği genel olarak ele alınacaktır.
Okul ve aile işbirliği denildiğinde anlaşılası gereken, ailenin
okulun işleyişine katılması, süreçte
sorumluluk alarak, okulun işlevini
yerine getirmesinde maddi ve manevi desteğini sağlamasıdır. Oku-
Aileler okul aile
işbirliği denildiği
zaman genellikle
çocuklarının
devamsızlıklarının
bildirilmesi,
derslere ilgisizliğinin
kendilerine iletilmesi
ve okul için para
istenmesi gibi
konuları düşündükleri
görülüyor. Oysa okul
ve aile işbirliği bu
konuların ötesinde
çok daha önemli bir
konudur.
lun işleyişine katılması demek,
okulun kurum olarak varlık
nedenini yerine getirmesinde
velilerin tamamlayıcı bir rol
almaları demektir. Aileler okul
aile işbirliği denildiği zaman
genellikle çocuklarının devamsızlıklarının bildirilmesi, derslere ilgisizliğinin kendilerine
iletilmesi ve okul için para istenmesi gibi konuları düşündükleri görülüyor. Oysa okul ve aile
işbirliği bu konuların ötesinde
çok daha önemli bir konudur.
Ancak, maalesef, okulda çocukların şikâyet edilmesi ve para
istenmesi konularına indirgendiği için arzu edilen düzeyde bir
okul aile işbirliği hiçbir zaman
kurulamamıştır.
Aile sonuçta okulun en
yakın ve işbirliği yapması
gereken en önemli çevredir.
Bir araştırmaya göre aile
özellikleri, öğrencinin
okul başarısındaki en
önemli çevre faktörünü
oluşturmaktadır.
Okul aile işbirliği konusunda yapılan çalışmalar
konunun önemini açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin,
aile içi uyumun ve destekleyici yaklaşımın çocuğun
okul başarısındaki önemi büyüktür. Ancak bu destekleyici tutumun okulla işbirliği yapılarak devam ettirilmesi, okulun kendi işini yapmasında ailelerin kolaylaştırıcı bir rol üstlenmesi de gerekmektedir. Çünkü, okul ve
aile birbirinden habersiz çalışırsa ikisinin de etkinliği
azalacaktır ama işbirliği yapıldığında her iki birimin de
etkinliği verimlilikle birlikte artacaktır. Bir araştırmada; akademik başarısı düşük ve sınıfta kalma riski taşıyan öğrencileri diğer öğrencilerden ayıran en önemli
etkenin, anne-baba desteği ve ilgisinden yoksunluk olduğu saptanmıştır. Aynı araştırmada, anne-baba katılık,
tutarsızlık ve geçimsizliğinin de düşük okul başarısında önemli bir risk faktörü olduğu görülmüştür. Eğitim
açısından destekleyici yaklaşım içerisinde olan ailelerin çocuklarında, okul başarısının daha yüksek olduğu
sonucu bulunmuştur. Aile sonuçta okulun en yakın ve
işbirliği yapması gereken en önemli çevredir. Bir araştırmaya göre aile özellikleri, öğrencinin okul başarısındaki en önemli çevre faktörünü oluşturmaktadır. Bu
araştırmadan elde edilen bulgulara göre, okul başarısının yarıdan çoğunun, ailenin katkısıyla gerçekleştiğini
söylemek mümkündür. Aile bir merkez olarak düşünüldüğünde çocuğun ilköğretime başlamasıyla birlikte,
öğrencinin okul başarısı üzerinde rol oynayan çevresel
etkiler toplumun daha geniş bir kesimine doğru genişler. Fakat aile etkisi bütünüyle ortadan kalkmaz. Günün
24 saati içerisinde okul saatlerin miktarı göz önüne alı-
nırsa, çocuk yaşamının %75’inin bu dönemde de aile
içerisinde geçirildiği gerçeği ortaya çıkar. Bu durum,
okul yıllarında da çocuk-aile etkileşiminin önemini
göstermektedir. Hollingsworth ve Hoover gibi araştırmacılar çocukları doğrudan ve dolaylı yollardan eğittikleri için, anne ve babayı çocuğun evdeki öğretmenleri olarak ele almakta ve okulda öğretmen tarafından
kazandırılacak olumlu bir davranışın evde anne-baba
tarafından kolaylıkla bozulabileceğini belirtmektedirler. Bu nedenle de günümüzün eğitimci ve öğretmenleri öğrencilerin evdeki öğretmenleri olarak velilerin
önemini anlamış durumdadırlar. Öğretmenlerle aileler
arasındaki iletişimi güçlendirmeye yönelik çalışmalar,
öğrencilerin okul başarısını yükseltebileceği gibi okulda disiplin sorunlarının yaşanmasını da engelleyebilir.
Çünkü, ortak çalışma çocuğun okul ve okul dışındaki
davranışlarını bir bütünlük içinde ele alacağı için daha
etkili ve doğru yaklaşımlar sergilenmesine yardımcı
olur. Dolayısıyla sorun çözme açısından da veli işbirliğinin önemi büyüktür.
Okul ve aile işbirliği konusunda birçok araştırma
mevcut olmasına karşın burada araştırma sonuçlarından çok bu sonuçların ne ifade ettiği (okul aile işbirliğinin çok önemli olduğu) üzerinde durulmuştur. Okul
aile işbirliğinin önündeki engeller konusunda da bazı
bulgular vardır. Ancak, 2012-2013 eğitim öğretim yılına başlayacağımız şu günlerde engelleri bir kenara bırakıp, eğitimci ya da anne baba olarak çocuklarımızın,
gençlerimizin devam ettiği okullarda çalışmalara etkin
şekilde katılıp, geleceğimiz olan çocuklarımız, gençlerimiz için sorumluluk almaktan kaçınmamamız gerekmektedir. 2012-2013 eğitim öğretim yılının güzellikler
getirmesi dileğiyle saygılarımı sunuyorum.
31
32
Günümüzde
Parapsikoloji
Ünsal ARSLANKAYA
Teknolojinin hızla gelişmesi, hayatın her
alanını etkilediği gibi parapsikoloji alanında da oldukça ilginç gelişmelere sahne olmuştur.
Duyular dışı algılamaların birçoğu, özel geliştirilmiş cihazlar sayesinde artık ölçülüp-gözlenebilir hale gelmiştir.
Örneğin; “Kirlian Fotoğraf Tekniği”- Eski Sovyetler Birliği araştırmacılarından Semyon ve eşi Valentila
Kirlian’lar, yüksek frekans alanı içindeki canlı organizmalar üzerinde bir fotoğraf tekniği geliştirdi. Kirlian ekibi yıllar süren çalışmaların sonucunda, insan, hayvan,
bitki ve bütün canlıları kuşatan bu enerji alanının fotoğraflarını çekmeyi başardılar. Bu tekniğe, mucitlerinin
isimlerine atfen “Kirlian Fotoğrafçılığı Tekniği” deniyor.
1911’de Stanford Üniversitesi ABD’de duyulardışı algılamayı ve psikokineziyi laboratuvar koşullarında etüt eden ilk akademik kurum oldu. Bu konuda
John Edgar Coover yoğun çaba göstermiştir. 1930’da
ise Duke Üniversitesi ABD’nde ESP ve psikokineziyi
laboratuar koşullarında etüt etmek isteyen ikinci akademik kurum oldu. Psikolog William McDougall’un
ve Karl Zener, Joseph B. Rhine, Louisa E. Rhine gibi,
Üniversite’nin psikoloji bölümünden çeşitli öğretim görevlilerinin önderliğiyle, üniversite öğrencileri içinden
seçilmiş gönüllü deneklerin kullanıldığı laboratuar deneyleri başladı.
İlk deneylerde Zener kartları ve zar kullanılıyor, niceliksel ve
istatistikî bir yaklaşımın söz konusu olduğu bu deneylerde deneklerin
tahminlerindeki başarılar istatistikî
olarak kaydediliyordu. Duke Üniversitesi’ndeki bu deneylerin sonucu olarak, ESP’nin (Duyular dışı algılama) test edilmesindeki standart
laboratuar süreçleri gelişti ve bunlar dünyadaki pek çok ilgili araştırmacılar tarafından benimsendi.
ABD’de bitkiler üzerinde yapılan bir araştırma oldukça ilginçtir.
Bitkiler de bir akıl olmadığı bilinmektedir. Ancak evrendeki bütün
varlıklar ve maddeler yoğunlaşmış
enerjiden oluşmuştur. Hatta taşların bile yaydığı bir
enerji halkası “Aura” sı (Biyoplazmik beden) vardır.
Fizik bedenin kopyası şeklinde olup o fizik bedeni çepeçevre kuşatan enerji halkasına “Aura” denmektedir.
Bir laboratuarın içinde yirmi tane çiçeğin on tanesini
bir odaya, on tanesini de diğer odaya koydular. Amaç
çiçeklerin duygusal davranıp davranmadıklarını öğrenmektir ve bu deney için yirmi kişilik bir ekip oluşturuldu. Bunlar da on kişilik iki gruba ayrıldı. Her birinin
bir çiçekle ilgilenmesi istenildi. On kişilik birinci grup
her gün çiçeklere sevgi ile yaklaşacak, onlarla sohbet
edecek ve bu on çiçeğe klasik müzik dinletilecek. Diğer
odadaki çiçeklere ise seçilen on kişi her gün kötü düşüncelerle ve küfür ederek yaklaşacak, o çiçeklere adeta
karşısında bir düşmanı varmış gibi davranacaklardı. Bu
deneyler esnasında Kirlian fotoğraf makineleri ile çiçeklerin resimleri çekilerek yaydıkları “auralar” da değişim olup olmadığı belgelendirilmeye çalışılmaktaydı.
Evet, yanılmamışlardı, nefretle ve düşmanca yaklaşılan çiçeklerin enerjilerinde düşüş vardı ve hatta
solmaya başlamışlardı. Fakat sevgi ile yaklaşılan, her
gün sulanıp bakımları yapılan çiçeklerden bir tanesinde
sorun vardı. Dokuz çiçek gelişim gösterdiği halde aynı
ortamda bulunmasına rağmen bir
çiçek neden kötüye gitmekteydi?
Yapılan uzun araştırmalar sonucunda ortaya çıkan şey herkesi
şoke etmişti. O çiçeğe de sevgi ile
yaklaştığı halde çiçeğin kendisinden korktuğu kişinin, yıllar öncesinde ve hatta binlerce kilometre ötede, Amerika’ya gelmeden
önce kendi memleketinde bahçıvan olarak çalıştığı anlaşıldı. Önceleri çiçekleri budayan bir insanı nasıl olurdu da başka bir çiçek
tanıyabilirdi? Üstelik kendisine
sevgi ile yaklaştığı halde bu çiçek, o kişiden korkmuştu. Bunun
izahını elbette kimse yapamadı.
20.yy’da uzay çağının başlaması ile birlikte Astrofizik-
Kozmoloji-Kuantum Fiziği ve Jeolojinin yanı sıra tıp
alanında özellikle de genetik biliminde yaşanan devrimsel nitelikteki gelişmeler bize göstermiştir ki, bilimsel alanda ilerleme kaydettikçe parapsikolojinin
gizemli çehresi daha da önem kazanmaktadır. Yine
bu bağlamda fizik ve metafiziğin birlikte değerlendirilmesi uygarlık adına büyük önem arz etmektedir.
Psişik (Ruhsal) yetenekleri gelişmiş olan insanlar, pozitif bilimin somut verileri ışığında yönlendirilebilirlerse klasik fiziğin daha ileri noktalara ulaşması için
“parapsikolog”lar da ellerinden geleni en iyi şekilde
yapacaklardır. Örneğin; Astral seyahat (Ruhsal beden
ile seyahat) yapan bir parapsikolog paralel evrenler
dediğimiz boyutlar arası geçişlerde gördüklerini ve deneyimlerini fizikçilere aktardıkları zaman, bilim adamlarının bir sonraki adımda neyi araştırabilecekleri konusunda inanılmaz derecede faydalar sağlayacaklardır.
Tıpta henüz çaresi bulunamamış hastalıklar konusunda da özellikle ruhsal hastalıklar (şizofreni, panikatak v.s) başta olmak üzere parapsikolojinin sağlayacağı
imkânlar oldukça fazladır. Parapsikolojinin kapsama alanına giren ve alternatif tıp adı altında dünyanın birçok yerinde kullanılan “Bioenerji” ve “Element” terapileri binlerce insanın sağlığına kavuşmasına yardım etmektedir.
Dünya’da ve Türkiye’de Parapsikoloji’nin geldiği
nokta:
Her ne kadar bilimsel çalışmalar ışığında parapsikoloji ilerleme kaydetse de, ABD, Avrupa, Rusya ve İsrail gibi egemen güçler, dünya üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek için bu alanda elde
ettikleri bilgileri istihbari amaçlar ve psikolojik savaş aracı olarak kullanmaya yönelmişlerdir. Psişik yetenekleri gelişmiş insanlar çok yüksek maaşlarla istihbarat merkezlerinde çalıştırılmaktadır.
Türkiye’de ise maalesef bu konu tamamen göz ardı
edilmiş durumdadır. Parapsikolojiyi araştıran insanların sayısı çok azdır. Onlar da ancak Batı’lı yazarların
eserlerini çevirip nakletmekten öteye gitmemektedir.
Kendisini parapsikolog olarak niteleyen kişileri ise
değerlendirmeye tabi tutacak, onların gerçekten psişik yeteneklerinin olup olmadığını belgeleyecek her
hangi bir resmî kurum ve kuruluş bulunmamaktadır.
Hâl böyle olunca, halkın dini duygularını ve cehaletini istismar eden “Medyum” adı altında yüzlerce sahtekâr ve şarlatanlar meydanı boş bulmaktadır.
Elbette bunların içinde dürüst ve samimi olarak bir
şeyler yapmaya çalışanlar vardır, ancak bunun kriterlerini belirleyecek olan resmiîve akademik bir kuruluş
olmalıdır. Üniversitelerdeki psikiyatri bölümlerinde
en azından parapsikolojinin ders olarak okutulması ve
bu alanda yetenekli kişilerin değerlendirilmesi büyük
önem arz etmektedir.
Bundan sonraki sayımızda paralel evrenler ve boyutlardan bahsedeceğiz.
33
TEBRİKLER
Türk Ocakları Kayseri Şubesi eski Başkanı ve Erciyes
Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. A. Kadir YUVALI’nın
oğlu Ertuğrul YUVALI ile Dönay KARAKAYA 30.08.2012
Perşembe günü evlendiler.
Derneğimizin üyesi öğretmen Faruk ÇİMEN ile
Selma ERBİL 01.09.2012 Cumartesi günü evlendiler.
Erciyes Üniversitesi’nin hastaneler eski müdürü
ve derneğimizin üyesi Ahmet ÇETİNKAYA’nın oğlu
Tolgahan ÇETİNKAYA ile Ayşegül MANDACI 01.09.2012
Cumartesi günü evlendiler.
Derneğimizin üyesi ve dergimizin yazarı emekli
öğretmen Mehmet KILINÇ’ın kızı Dr. Ayşe Ayzıt KILINÇ
ile Şükrü Tuna ATABEK 01.09.2012 Cumartesi günü
evlendiler.
Derneğimizin Yönetim Kurulu Üyesi Kasım Necati
PEKER’in oğlu F. Gökhan Peker ile Ayşegül YILMAZ
13.09.2012 Perşembe günü evlendiler.
Gençleri tebrik eder, ömür boyu
sürecek mutluluklar dileriz.
2012-2013 Eğitim ve Öğretim yılında bütün
öğretmen ve öğrencilerimize başarılar dileriz.
DUYURU
Derneğimizin 2012-2013 dönemi ilmi-fikri
toplantıları 05 Eylül 2012 Cuma akşamı saat 19:30’da
başlıyor. Eylülde başlayıp haziranda sona eren ve 6 yıl
boyunca cuma akşamları düzenli olarak sürdürülen bu
toplantılarımıza bütün hemşehrilerimizi davet ederiz.
34
MEHMET DÜZGÜN
AĞABEYLE YARIM ASIR
Mustafa ŞERBETÇİOĞLU
İlk ağabeylerin sonuncularından birisi daha göçtü; sevdiklerinin yanındaki yerini aldı: Zira sevdiklerinden çok
gideni olmuştu. Değil mi ki “sevenler
kavuşmak için yaratılmış”, başka ihtimal yok…
Mehmet ağabey ile olan beraberliğimiz 1963’te başladı: 4 Ağustos 2012
tarihinde morgda noktalandı.
Cumartesi günü tabutuna yapışan
dostları onu Milliyetçi öğretmenler
Derneği’nin kurucuları arasında yer
almış olduğu tarihlerde veya daha
sonraki ülkücü faaliyetlerin yoğunluk
kazanmış bulunduğu dönemlerde tanıdılar. Öyle ümit
edilir ki, “fark”ından dolayı olsa gerek, hemen hiçbir
ülküdaşı-arkadaşı bu tanışmışlıktan rahatsızlık duymamış olacaklar ki, onu son gününde de yalnız bırakmadılar.
Rahmetli, yaklaşımı itibariyle toplantılarımızın,
mansıp olmasa da, “hizmet” paylaşımının aranan simalarındandı. Zira, herhangi bir talebi olmadığı gibi,
tekliflere karşı da tavrı daima “öğretmenlik” şeklinde
olurdu.
Mehmet ağabey, Vehbi hocamın da ifade etmiş olduğu şekilde, “soyadı gibi düzgün” bir insandı. Bu hüküm, kolaylıkla kazanılmış olan bir sıfat olmasa gerek.
Nitekim, birlikte çalıştıkları ve fakat karşı görüşte olan
bir öğretmenin lüzumu halinde yerine getirmesi için
eşine tembihi çok düşündürücüdür: “Bir sıkıntın olursa Mehmet Düzgün’e başvur.” Böyle bir tercihin unsuru olmak “insan” için oldukça anlamlı olmalı. “Fazla
söze ne hacet “kabilinden bir tablo…
İnsanları, bir takım yeteneklerini esas alarak kategorize etmek alışkanlık hâline gelmiş. Bu anlamda Düzgün ağabeyi “samimi ve güvenilir” olmanın ön plâna
çıktığı bir “hizmet ehli” olarak görmek mümkündür.
Beraberliğimiz sırasında söz konusu özelliğinin bir çok
örneğine şahit olmuş, hatta, ortaya koymuş oldukları
karşıısnda “ben olsam böylesini yapmazdım” dediğimiz haller yaşanmıştır. Bilen bilir, gönlü gibi, sıkıştığımız durumlarda, hanesi ve kesesi dostlarına hep açık
olmuştur.
Rahmetli, yaklaşık seksen yılı bulan ömrü içerisinde her fâniye “nasip” olmayacak ve numune nitelikte
bir “güzellik” daha sergilemiştir.
Tabii,”nasip”, “güzellik” deyip geçmek kolay olsa da,söz konusu hâli
nefislerde yaşamak öyle her babayiğidin kolaylıkla üstesinden gelebileceği bir durum değildir: Emekli
öğretmen şartlarında ve evlat acısı beraberliğinde, üç yetim torunu
anaları ile birlikte “evlat” bilmek…
Bu yavruları kendi boyunu geçecek
şekilde büyütmek… Her fırsatta
dile getirdiği tek isteği, bu arzusunu
yaşamaktı. Çok şükür dileğinin gerçekleştiğini gördü, onların yaptığı
hizmetlerin keyfini çıkarttı!
Öğretmenimiz, son zamanlarında, uğruna bir çok
fedakârlıklarda bulunularak gündemin omurgası konumuna getirilmiş olan değerlerin “erozyona” uğramasını
ve insanlar arası ilişkilerdeki “kalitesizliği” müşâhade
ediyor, bu hâlin varlık nedeniniz mesabesindeki umdelerin berhava olması gibi bir vahâmete işaret ediyordu.
İnsanın kendi kendisini inkâr ediyor olması anlamında,
bir “zillet hâli” nin yaşandığı kanaatindeydi. Daha önce
yaşamış olduğu ve “tadı” nı da bir türlü unutamadığı
“bir ve beraber olmak” taki hazzı arıyordu. Rahmetli,
zaman zaman da gönlü kabardıkça “bize böyle öğretilmedi, biz de bunları öğretmedik’’ diyerek, olanları
kabullenmekte zorluk çekiyor,aynı safta yer almanın
‘’sıkıntısını’’ yaşıyordu. Kimbilir,ömrü olsaydı, ‘’ yaşamanın bedelinin daha da ağırlaştığını’’ görecek,çaresiz
‘’katlanacaktı’’
Mehmet ağabey için 1965 yılı, düşünce dünyasının
alacağı şekil bakımından, bir dönüm noktasıdır. Bu
devrede edinilmiş olan değerler bir ömür boyu kendisine rehber olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, hayatının son
safhalarında ‘’katlanmak’’ durumunda kaldığı ‘’sıkıntılar’’ ın kaynağı, söz konusu safhada kabullenilmiş olan
anlayıştı.
Düzgün hocanın düşünce dünyasında belirleyici nitelikte bir yere sahip olan bu günlerin ana amili
rahmetli Ayvaz Gökdemir’in şehrimizde göreve başlaması ve bir “dostluk’’ teşkil etmiş olmasıydı. Bu
devrede “bir ve beraber’’ olmanın niteliği hususunda
önemli “farklılık’’lar gündeme taşınmış, “lafın ötesine
geçme”nin ne anlama geldiği hayati nitelikteki örnek-
35
1965: (Sağadan Sola): Şemsettin Trabzon, Ahmet Kaplan, Mehmet Düzgün, Zafer Yalçın, Muzaffer Tok, Mustafa Şerbetçioğlu, İhsan Bayır, Süleyman Kürkçü
lerle gösterilmişti. İnsanların birbirine güvenmesinin
nasıl olması icap ettiği ile ilgili çok anlamlı anekdotlar
yaşanmış, Düzgün Hoca da böyle bir ortamın en keyifli gönüldaşı olarak temayüz etmişti. Kendi ifadesi
ile bu yıllar hayatının ‘’en semereli,kaliteli ve şanslı’’
dönemidir. Nitekim, daha sonraları yapmış olduğu konuşmalarda anlattıklarının kahir ekseriyeti, adı geçen
dönemde edinilmiş olan intibalardan meydana gelmektedir.
Siz hiç “Ah neyleyim gönül senin elinden’’
türküsünü ağabeyimden dinlediniz mi? “Bozkırın
Tezenesi’nin dillendirdiği bozlaklar, âşıkların sazının
tellerinden yayılan nefesler, hocanın ruh dünyasına
tercüman olan ezgilerdir. Bu eserleri dinlemekten ve
de söylemekten büyük bir keyif alırdı. Bundan dolayı, sözler de onun için bir şeyler çığırsanız, emin olun,
gönlü hoş olacaktır. Yadırgamayın, birçoğumuzun anlayışında yeri olmasa da, müteveffa, teklifimizin daha da
ötesindeki uygulamaları yaşamış bir can’dır…
Yaradan’ın Muradı’na teslim olanları, “fiili dua”
yı ihlas sahibi olmanın göstergesi bilenlere, hayra-güzelliğe vesile olanlara, cümle geçmişimizin ervahına…
selam olsun. Selamet bunlar içindir…
“Vardığı yerde utanmayanlardan olmak’’ en halisane niyazdır; Rabb’im bu arzunun hesabını dünya
hayatında yapanlardan eylesin…
BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ
Mehmet Düzgün 1934 yılında Kırşehir iline bağlı
Boztepe köyünde, Havva Hanım ile Mehmet Efendi’nin
evlatları olarak dünyaya gelir. Beş kişilik bir kardeş
grubunun üyesidir.
İlk tahsilini doğduğu beldedeki ilkokulda tamamlar. Daha sonra, rahmetlinin kendi ifadesi ile, babasının
“devlet memurluğunun nimetlerinden istifade etmek”
düşüncesi ile, Hasanoğlan öğretmen Okulu’na kaydettirilir. İlk gurbet şartları genç öğretmen adayına zor
gelir. Ancak, çaresiz “bu deve güdülecek” tir. Nitekim,
ortama uyum sağlanır, hatta öğretmen okullarında yapılması usulden olan seçmelerden, resim yeteneği dalında başarılı olur. Bundan böyle artık İstanbul Çapa’da
tahsil hayatını devam ettirecektir.
Öğrenme dönemi 1957 yılında tamamlanır. Bundan
sonra öğreten olacaktır. Ve ilk görev yeri Nevşehir ili
Hıralı ilkokulu…
Ağabeyimiz, 1958 yılında Nazire Hanımefendi ile
dest-i izdivaç eyler. Bu beraberlikten 1961 yılında Tülin kızımız, 1965 senesinde de Kürşat Paşa dünyaya
gelirler.
1960 yılına gelindiğinde öğretmenimizin yeni görev
yeri Kayseri ilinin Oymağaç köyü olacaktır. Bundan
sonra, sırasıyla Yeşimahalle, Mustafa Özgür, Boztepe,
Gazipaşa ve nihayet emekli olduğu Mehmet Soysaraç
ilkokullarında vazife görecektir. Bu meyanda, Kayseri Lisesi, Sanat Enstitüsü, Nazmi Toker Ortaokulu ve
İmam Hatip Lisesi’nde değişik branşlarda derslere girer.
Emeklilik sonrası devrede özel sektörün farklı alanlarında çalışma denemeleri olur. Ancak, “memurdan
esnaf olmayacağını” bir defa daha teyit etmiş olmaktan ileri gidilmez. Zaten bundan sonraki yaşantısında
karşılacağı gaileler zamanını yeteri kadar dolduracak
boyutta gelişecektir…
04 Ağustos 2012 sünnetullahın hükmünü icra ettiği
“an”… Ölüm gününü anlamlı bulanlar için, “Ramazan
ayı, Cuma günü... Ayrıca, hatırı sayılır bir sevenler grubu ve alışılmışın dışında bir ziyaretçi…
Fotoğraf 1964 : “Uçmağa Varmak” sırasına göre: Mustafa Oğuzkan (1930-1980),
Ayvaz Gökdemir (1942-2008), Mehmet Düzgün (1934-2012)
36
TÜRKİYE NEDEN
SURİYE ÇIKMAZINDA?
Hakan BOZDOĞAN
“Arap Baharı” ile başlayan olayların son halkası Suriye
oldu. Olaylar bir buçuk yıldır şiddetlenerek devam etmektedir. Olayların başladığı andan itibaren tavrını net bir şekilde
Batı söylemlerine göre şekillendiren Türkiye, bu günlerde büyük bir açmazla karşı karşıya kalmıştır.
Türkiye’nin bu duruma gelmesindeki en büyük etken, dış
politikanın öngörüden uzak sadece batılı güçlerin yönlendirmense dayalı oluşudur. Ayrıca Dışişleri Bakanlığına geldiğinden beri kendini Kanuni döneminin devlet adamı olarak gören ve bu özgüvenle şahin politikalara atılan Davutoğlu’nun
şahsi çabalarının etkisi de büyüktür. Türkiye’nin bölgedeki
şiddet ortamına tereddütsüz girişine kamuoyunun tepkisiz
kalmasının nedeni, AKP öncülüğünde yıllardır yapılmakta
olan psikolojik propagandanın etkisidir. Kamuoyunu etkileyen psikolojik manevralar şunlardır:
1) Bacak bacak üstü diplomasisi
AKP’nin iktidara gelmesinden beri yurtdışı görüşmelerine katılanların azami bir şekilde uyguladıkları hareket, kameralara bacak bacak üstüne atarak poz vermeleridir. Özellikle,
uluslararası ezilmiş ve hor görülmüşlüğün verdiği eziklik
duygusuna kapılmış Türk kamuoyu bu görüntüleri büyük bir
zafer olarak algılamıştır. Bu görüntünün politik olarak ne kadar büyük getirisi olduğunu anlayan Abdullah Gül’ün yurtdışı
görüşmelerinde kameraların karşısında ne kadar zorlanıp bacak bacak üstüne atarak poz verdiğini görmüşüzdür.
2) Uluslararası görüşmelerin basın açıklamalarının
Türkçe yapılması
AKP iktidara gelene kadar birçok hükümet yetkilisi yabacı bir heyetle yaptığı görüşmelerin basın açıklamasını
İngilizce yapıyordu. Bu durum da Türk seçmeni tarafından
acizlik olarak algılanmaktaydı. Bu ezikliğin getirdiği ortamı
değerlendiren AKP’li yetkiler, bütün açıklamalarını Türkçe
yaptılar.
3) İsrail karşıtlığı
Bu güne kadar genelde Yahudilerin dünyadaki bütün sistemleri kontrol ettiği ve dünyada bu güce karşı gelecek bir
gücün bulunmadığı algısı vardı. Başbakan’ın, Yahudilerden
“Cesaret Madalyası” aldıktan sonra her fırsatta İsrail karşıtı
sözler söylemesi kamuoyunun çoğunluğu tarafından büyük
bir memnuniyetle karşılandı. Hele hele Davos Zirvesi’nden
sonra “one munite” çıkışı, kamuoyuna büyük bir özgüven
duygusu verdi. Türkiye, bütün dünyanın çekindiği, İsrail’e
kafa tutan bir ülke olarak görülmeye başlandı. Türk toplumunda AKP’ye karşı bir güven oluştu.
Bunlar, elbette, çok olumlu davranışlardır ve Türk kamuoyunun hoşuna gitmiştir. Türkiye’nin güçlü devletlere direndiği, hatta diklendiği görüntüsü vermiştir. Bu güven dolasıyla
AKP hükümetinin yaptığı çok büyük yanlışlıklar hep göz ardı
edilmektedir.
İşin doğrusu:
AKP’li yöneticilerin kameralar karsışında bacak bacak
üstüne atarak poz vermeleri, aslında dışarıda verilen tavizleri
gizlemek içindir. Son yıllarda sosyal paylaşım sitelerinde rahmeti Başbakan Bülent Ecevit’in ABD lideri karşında çekilen
fotoğrafı ile Başbakanın ABD Başkanının karşısındaki bacak
bacak üstüne atarak verdiği görüntülerin mukayesesi yapılmaktadır. Hâlbuki Bülent Ecevit kadar ABD’ye karşı gelen
bir lider de yoktur. Hatta Ecevit’in başbakanlığı döneminde
Irak savaşına ve kurulması düşünülen Kürdistan’a açıkça karşı çıktığı ve bu yüzden Türkiye’de ekonomik krizin çıkarıldığı dikkatlerden kaçırılmaktadır.
AKP iktidara gelene kadar Ortadoğu’da prestiji en yüksek
ülke İran’dı. Çünkü Filistin davasını en çok İran savunuyordu. Bu durum Ortadoğu halkları nazarında İran’ın saygınlığını artırıyordu. Başbakan’ın Davos çıkışından sonra Ortadoğu
halkları arasında Türkiye, İran’dan daha saygın bir konuma
geldi. Türk ve Ortadoğu kamuoyu Türkiye ile İsrail arasında çok ciddi sorun olduğu algısına kapıldılar. Hâlbuki işin
özü hiç de öyle değildi. Çünkü Türkiye ile İsrail arasındaki
ticari ve askeri ilişkiler hiç gerilemedi, aksine yükseldi. Hatta
Türkiye, “Mavi Marmara” baskını sebebiyle Uluslar Arası
Adalet Divanı’na yaptığı şikâyetini sessizce geri çekti. Günümüzde ise Suriye konusunda tam mutabık hareket etmektedirler. Malatya’da kurulan füze savunma sistemi de cabası.
Günümüzde gelinen noktadan da anlaşılmaktadır ki, Türkiye sürekli pohpohlanarak büyük güçlerin taşeronluğuna
soyundurulmuştur. Türkiye, Yeni Osmanlı Projesi doğrultusunda Orta doğunun süper gücü olacağım derken, kendisini
Suriye bataklığına soktu. Müslümanların birbirini boğazladığı acı ve korkunç manzaraya bakıp İsrail ve emperyalist
batının sevindiğinden eminiz. Ancak, İsrail ve ABD ile aynı
safta olan siyasi iktidarın hatalarını ortaya döküp özeleştiri
yaptığından ve yapacağından emin değiliz.
Sonuç olarak, Atatürk döneminden beri Ortadoğu ülkeleriyle hatta dünya ülkeleriyle çok hassas dengeye dayalı dış
politika anlayışı, popilizmden öteye gitmeyen birkaç slogan
doğrultusunda yıkılmaktadır. Dış politikanın önceliği, yurtta,
bölgemizde ve bütün dünyada barışa katkı sağlamak temeli
üzerinde olmalıdır. Bunun için çatışmalardan uzak durmak,
emperyalist devletlerin taşeronu olmamak, millî birlik ve beraberliği kuvvetlendirecek çalışmalar yapmak, etnik ve mezhepsel çatışmalara fırsat vermemek, barışı korumak amacıyla
güçlü bir ordu ve ekonomiye sahip olmak gerekiyor.
Yandaş medyanın yalanlarına inanmayınız. ABD-AB
yandaşlığı sebebiyle siyasi iktidarın prestiji Türk-İslâm dünyasında sıfırlanmak üzeredir.
37
AKIL TUTULMASI
İsmail ÖZÖREN
3 Kasım 2002, Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde bir kırılma noktası…
Mevcut iktidar iş başına geldiği günden beri ülkeyi yozlaştırmaya, itibarsızlaştırmaya, özelleştirme adı altında ülkeyi satmaya, “terör” diye nitelendirdiği vatana ihanete ana
kuzularını bir bir kurban etmeye hala devam ediyor.
Hükümet açısından bir sorun yok tabi. Onlar kendilerine
verilen Büyük Ortadoğu Projesi senaryosunu başarı ile oynuyorlar. Bu gelişmelerde garip olan, ülkenin bu kadar yıkıma uğramasına ve adım adım uçuruma doğru yol almasına
rağmen, hala seçmenin önemli bir bölümü tarafından tercih
ediliyor olması… “Akıl tutulması” dedikleri şey bu olsa gerek…
Muhalefete ne demeli? 2002’den bu tarafa yapılan genel
ve yerel seçimlerde kan kaybetmeye devam ediyor ve bir türlü başarıyı yakalayamıyor.
Çuvaldızı muhalefete batırmadan iğneyi hükümete batırarak iktidarın 10 yıllık süper icraatlarına bir bakalım:
Ülkede bitmek üzere olan ihanet çetelerinin sorunu Kürt
sorunu haline geldi. Terörle mücadele edenler hapse atıldı.
Eşkıya Habur’da davul ve zurna ile karşılandı.
Bölücü teröristlerin ayağına çadır mahkemesi kuruldu,
bu mahkemede Türk bayrağı ve Atatürk’ün resmi teröristlerin isteği doğrultusunda kaldırıldı. Caniler göstermelik yargılanarak zorla itirafçı yapılarak serbest bırakıldı.
Milleti türbana sokarken kendileri milli görüş kılığını değiştirdi. İktidarın borazanı olan yandaş medya oluşturdular,
milletin beynini yıkıyorlar. Yandaşlarını ve yakınlarını devlet
kredisi ile medya patronu yaptılar.
Bir kısım yoksul halk borcunu ödeyebilmek için böbreklerini satışa çıkarırken, onlar oğullarına gemi aldılar, pırlanta
dükkanı açtılar, kızlarına danışmanlık dağıttılar. Mücevher
ve pırlantanın katma değer vergisini sıfıra indirdiler, gemi
mazotunu ucuzlattılar.
Özerk bir kurum olan TRT’yi iktidarın yayın organı
yaptılar. Geçim sıkıntısı o kadar arttı ki, fuhşa vesika talep
edenler 8 misli arttı. Hırsızlık münferit adi bir olayken sektör
haline geldi.
Devleti aciz duruma düşürdüler Güneydoğu’ya tayin ettikleri memurların büyük çoğunluğu tehdit edildikleri için
istifa edip geri döndüler.
Kayırma, kadrolaşma öyle bouyuta ulaştı ki, Mahkemelerden “Hamiline” yazılı arama kararları çıkartıldı. Bazı gazilerimiz sokaklarda soğuktan ve açlıktan ölürken, bazıları
da üzerlerine atılan iftiralar sebebiyle intiharı seçtiler.
Görevini yapmaya çalışan yargı mensuplarına müdahale
ettiler. Çok önemli davalara bakan savcı ve hakilerin ya ellerinden dosyalar alındı veya alelacele yerleri değiştirildi.
Tüpraş’ı İngilizlere, Petkim’i Ermenilere, Türk
Telekom’u Araplara, Telsim’i İngilizlere, Adabank’ı Kuveytlilere, Kuşadası Limanı İsraillilere, Araç Muayene İstasyonlarını Almanlara, İzmir Limanı Honkongluya, AVEA ve
MNG Bank’ı Lübnanlıya,
TGRT yi Amerikalıya daha yüzlerce milli kaynağımızı
yabancılara sattılar ve satmaya devam ediyorlar. İnanmayan
özelleştirme idaresinin internet sayfasından nelerin satıldığını ve nerelerin satılacağını kolaylıkla görebilir.
Tekeli 292 milyon dolara sattılar; alan kişi çok kısa bir
süre sonra 900 milyon dolara başka birine sattı ve o da 608
milyon dolar kâr etti. Zam isteyen Tekel işçilerinin nasibine
biber gazı düştü.
Bir gecede fert başına düşen GSMH’yı 5 bin dolardan
10 bin dolara takla attırdılar. Üstelik pembe tablolar çizerek
milli serveti nasıl ucuza elden çıkarttıklarını gizlemenin derdinde düştüler.
“Telekulak”la telefonlarını dinlendiğinden şüphelenen
insanları paranoyak yaptılar. Habur’da eşkıyaya nazik ve kibar davranan zihniyet, Ankara’nın göbeğinde hakkını arayan
işçi ve memuru copladı.
İmralı’daki bebek katilinin kodesi beş yıldızlı otele çevrilirken, devlet madalyası almış subaylara ve generaller, milletin oyu ile seçilmiş milli iradenin temsilcilerine onlara yakışmayacak köhne yerler reva görülmüştür.
ABD’den korktukları kadar Allah’tan korkmadılar.
Ankara’nın şerrinden Brüksel’in himmetine sığındıklarını
söylemeleri boşuna değildi.
Askerlik yan gelip yatma yeri değil dediler ama kendi çocuklarına çürük raporu aldırdılar
Gece sokakta aç yatan çocukları, tenceresi boş kalan anaları, çocuklarına harçlık veremeyen babaları, meydanlarda
hak arayan işçileri ve memurları, ürünü tarlada kalan çiftçileri, geçinemeyen emeklileri görmezden geldiler.
Öğrenciler, öğretmenler, avukatlar, eczacılar, işçiler, memurlar sokaklarda sesini duyurmaya çalışırken yandaşlar ve
uyanıklar nemayı sessizce götürdüler.
Yandaş medya ile birlikte yargıdan önce infaz yaptılar.
İş adamlarını vergi silahı ile sustururken kendi zenginlerini
yarattılar.
Ama sürekli “mağdur”u oynadılar; TSK’yı yıpratmak
için “ yok efendim darbe yapacaklardı” da “suikast yapacaklardı” da yaftası yaydılar, orduyu sindirdiler.
Memleketin gerçek sorunlarıyla uğraşmak yerine kurumları birbirine düşürdüler.
10 yıldır hayal tüccarlığı yaptılar.
Ey geçim sıkıntısı içinde kıvranan işçiler! Evinin kirasını ödeyemeyen memurlar! BAĞ-KUR pirimini yatıramayan
esnaflar!
Çay ve simitle ömrünü tüketen sanatkârlar! Ürününü tarladan kaldıramayan çiftçiler! Tenceresi boş kalan analar! Gaziler, şehit anaları, babaları ve yakınları!
Sizlere soruyorum:
Bütün bu adaletsizliğin, hukuksuzluğun devamına
“evet!” mi? Yoksa “hayır!” mı? Bunun vebali sizlerin!
Yukarda bir kısım örneklemeye çalıştığım olaylardan bir
tanesine dahi hayal mahsulü veya uydurma ya da iftira diyorsanız ben de sizlerin safına katılacağım. Yok, eğer bunlara
doğru diyor da bile bile hala aynı yolda yürümeye devam
ediyorsanız AKIL TUTULMASI dediğimiz olayla karşı karşıyasınız demektir.
Lütfen, titreyin ve kendinize gelin!
“Yoksa siz başıboş bırakıldığınızı mı zannediyorsunuz!” (Ayet)
38
Tolstoy’un Eserlerinde
İslamiyet Etkisi
Alper KEPEZKAYA
Rus yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy 28 Ağustos gün bir ses duyar: “Hey, Martın yarın sokağa bak gele1828’de Rusya Polyana’da doğdu. Küçük yaşta anne ceğim.” diye. Duyduklarına bir anlam veremez. Ertesi
ve babasını kaybettiği için akrabaları tarafından hi- günü penceresinden hep sokağa bakar. Gelip geçen sımaye gördü. Babası zengin bir aileden geliyordu. Bu radışı kimse yoktur ve herkes tanıdığıdır. Bilinmeyen
yüzden hiçbir zaman fakirlik görmedi. On dokuz yaşı- sesin sahibini beklerken komşusu Stepaniç’i görür. Stena geldiğinde büyük bir servetin tek sahibiydi. Askeri paniç sokağı temizlerken çok üşümektedir. Hemen onu
eğitim gördü. Osmanlı ile yapılan savaşlarda Türkleri içeri alır, çay ikram eder ve onu ısıtır. Misafiri gittikten
yakından tanıma imkanı buldu. Üniversiteyi Kazan’da sonra tekrar sokağa bakar. Bu sefer kucağında küçücük
okudu. Kazan tam bir bilim yuvasıdır ve Tatar-Başkurt çocuğuyla zavallı bir kadın görür. Kadını evine alır,
Türklerinin memleketidir. Gerek eğitiminde gerekse karnını doyurur ve para verir. Ancak beklediği gizemli
mesleğinde birçok Müslüman
kişi hala gelmemiştir.Akşam üzeri
Türkle tanışıp arkadaş olmuştur.
artık umudunu kesmiştir. Bu sırada
bir olay görür. Yaşlı bir kadın hırTolstoy’un yaşadığı dönemEserlerinde
dünyanın
sızlık yapan bir çocuğu dövüyorde (1828-1910) Rusya’da dinledur. Hemen yanlarına gider ve onre sıcak bakılmamaktadır. “Din geçiciliği, para hırsının
lara öğüt verir. Akşam olduğunda
afyondur.” anlayışı yeni yeni
insanlara
verdiği
gizemli sesin sahibinin gelmediğiRus halkına hakim olmaya başne üzülür. Bu sırada yine gizemli
lamış ve gençler arasında ahlak- zarar, ahiret hayatının
bir ses gelir:” Stepaniç’i doyurdun,
sızlıklar artıp toplumda bunalım
olduğu,
Allah’ın
zavallı kadına ve çocuğuna yarhaline gelmiştir. Gençlik dönedım ettin, hırsızlık yapan çocuğa
minde Tolstoy’da da bu şekilde yarattığı insanlara
nasihat ettin ve bir daha hırsızlık
yaşam tarzı görülse de sonra dünyada yaptıklarının
yapmasına engel oldun. Sen onlakendisine çeki düzen vermeye
rı misafir ederek aslında beni mibaşlar. Devlet politikası olarak hesabını soracağı
safir etmiş oldun. Onlara yardım
insanların dini yaşam sürmeleri işlenir.
ederek aslında bana yardım etmiş
engellenir. İnsanlar din hakkınoldun.” Hiç yorum yapmadan aşadaki düşüncelerini açıkça ifade
ğıda bir Hadisi Şerif verelim:»Aziz
edemezler.
ve Celil olan Allah kıyâmette:
Tolstoy’un eserlerine baktığımızda ise yaşadığı dö-Ey
Âdemoğlu!
Ben
hasta
oldum
da
nemle ilgili zıtlıklar dikkati çeker. Eserlerinde dünyanın
sen
beni
ziyaret
etmedin!
buyurur.
Kul:
geçiciliği, para hırsının insanlara verdiği zarar, ahiret
-Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde
hayatının olduğu, Allah’ın yarattığı insanlara dünyada
ben sana nasıl hasta ziyareti yapabilirim? diye soyaptıklarının hesabını soracağı işlenir. Hikayelerinde
rar. Allah: -Sen bilmez misin ki, benim filanca kuanlattığı bazı olaylar İslamiyetteki kıssalara çok benlum hasta olmuştu da sen onu ziyaret etmemiştin.
zer. Bazı eserlerinde İsa (A.S) ve Hristiyanlık isimleri
Yine bilmez misin ki eğer sen onu ziyaret etseydin,
geçmese o hikayelerin bir Müslüman tarafından yamuhakkak beni onun yanında bulacaktın Ardından;
zıldığına inanırsınız. Örneğin “Nerede Sevgi Orada
-Ey Âdemoğlu! Ben senden yiyecek istedim
Allah” isimli hikayesinde Kunduracı Martın’ı anlatır.
de sen bana yiyecek vermedin! buyurur. Kul:
“Martın’ın çok sevdiği oğlu ölmüş ve babasını acılar
-Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde ben
içinde bırakmıştır. Bu duruma çok üzülen Martın isyan
sana nasıl yiyecek verebilirim ki? diye sorar. Allah: durumundayken çok dindar bir tanıdığı ona Allah’ı an-Sen bilmez misin ki, benim filanca kulum senden yilatır. Martın devamlı İncili okur ve Allah’ı düşünür. Bir
yecek istemişti de sen ona yiyecek vermemiştin. Yine
bilmez misin ki eğer sen ona yiyecek verseydin, muhakkak onu benim yanımda bulacaktın buyurur. Sonra;
-Ey Âdemoğlu! Ben senden su istedim de sen bana su
vermedin! buyurur. Kul:
-Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde ben sana nasıl su verebilirim ki? diye sorar.
Allah:-Sen bilmez misin ki, benim filanca kulum senden su istemişti de sen ona su vermemiştin. Yine bilmez
misin ki eğer sen ona su vereydin, muhakkak onu benim
yanımda bulacaktın (yani, onun sevabını ve mükâfatını
benim yanımda bulacaktın) diye buyurur” (Müslim,
Birr, 43).
“Üç İhtiyar” adlı hikayede de İslamî kıssalara benzer olaylar anlatılır. Bir papaz deniz yolculuğu sırasında
bir adada yalnız yaşayan üç ihtiyarın olduğunu öğrenir.
Gemi o adanın yanından geçerken papaz kaptana rica
eder ve yaşlıları ziyaret eder. Aşırı yaşlı üç kişi Allah’a
dua etmektedir. Papaz yaşlılara, “Böyle dua edilmez.
Ben size dua etmeyi öğreteyim.” der ve bir dua öğretir. Yaşlılar Allah’a doğru şekilde nasıl dua edeceklerini öğrenince çok sevinirler. Papaz akşam olunca gemi
ile hareket eder; ancak ihtiyarların nurlu yüzü aklından
çıkmaz. Bu sırada gecenin karanlığında bir ışık görür.
Işık hüzmesi gittikçe kendisine yaklaşmaktadır. Korkuyla kaptana haber verir. Kaptan ile güverteye gelince
ışık hüzmesinin ihtiyarlar olduğunu görür. İhtiyarlar
suyun üzerinde koşarak papaza yetişirler ve “Bize öğrettiğin duayı unuttuk. Yeniden öğret.” derler. Bunun
üzerine papaz hatasını anlar ve “Siz bildiğiniz gibi dua
edin.”der. Göl üzerinden geçme kültürü bizim destanlarımızda ve menakıbnamelerimizde sık geçer. Bir de
bizim köylü çoban hikayemizi okuyalım: “Vaktiyle bir
köylü çoban varmış. “Aman Allahım geliver, sütümü,
yoğurdumu yiyiver.” dermiş. O her gün böylece ibadet eder dururmuş. Bir gün büyük bir velinin yolu bu
çobanın bulunduğu taraflara düşer. Veli çobanı görünce onun ibadet şekline şaşar. Onu bir müddet seyrettikten sonra sorar:“Ne yapıyorsun?” “Allah’a ibadet
ediyorum.”Bunun üzerine veli, çobana, nasıl ibadet
edileceğini öğretmeye başlar. Bir müddet bu işle meşgul olan veli, daha sonra gideceği yere yetişmek üzere
oradan ayrılır. Çoban da öğrendiği yeni bilgileri tatbik
etmeye başlar.Veli biraz gittikten sonra arkasından bir
sesin kendisini çağırdığını anlar. Döner bakar ki az evvel bir şeyler öğrettiği çoban kendisine işaret vermekte
ve bir şeyler sormaktadır:“Bir yeri unuttum, bir daha
anlatıver.”Veli bakar ki az evvel kendisinin dizlerine
kadar girerek geçtiği gölden çoban âdeta yürüyerek
geçmektedir1. Tolstoy’un “En Büyük Ceza” adlı hikayesinde de ahiret sorgulanır. Allah’a inanmayan Şpak
ahiret korkusuyla sarsılır. Günahları kendisini korkutmaktadır. Kendisini rahatlatmak için Allah’ın olmadığını düşünür. Bir süre sonra rahatlar yalnız diğer insanlarda bu şekilde düşünürse, hesabın olmadığını bilirse
bana zarar verir, diye içinden geçirir. Kendisini zarardan korumak için her yerde Allah’ın olduğunu, kötü iş
yapanların ona hesap vereceğini anlatır.” Hikaye bize
39
Allah hakkında düşünen bir adamın ruh halini veriyor.
Allah’ın ve ahiretin varlığı, dünyadaki günahların hesabının olacağı, Allah’ın yarattığı insanları başıboş bırakmayacağı bu hikayede anlatılır ve İslam inancı ile
yüzde yüz örtüşür. Tolstoy 1909 yılında hadisi şerifleri
toplamış ve “Hz. Muhammed’in Kuran’a Girmeyen
Hadisleri”2 adıyla yayınlamıştır. Bu eser 1990 da gün
ışığına çıktı. Şu düşünülmelidir ki ölümünden bir yıl
önce İslamla tanışan Tolstoy İslam inancına birebir örtüşen bu hikayeleri yazamazdı. Eskilerin dediği gibi
“İnsanı kamil kırk yılda yetişir.” Yukarıda da bahsedildiği gibi yaşadığı dönemde dinlere sıcak bakılmıyordu.
Sağlığında diniyle ilgili açıklamalarda bulunmamıştır.
Ölümünden sonra cenaze töreni istemeyen yazar’ın
Müslüman olduğu iddia edilir. Mezarı evinin bahçesindedir. Yazımıza Tolstoy’un Hz. Muhammed(Sav.) hakkındaki sözü ile son verelim.
“Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için
Muhammedilik haça tapmaktan (hrıstiyanlık’tan) mukayese edilemeyecek kadar yüksekte duruyor. Eğer insan
seçme hakkına sahip olsaydı aklı başında olan her insan şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği(İslamı);
tek Allah’ı ve O’nun peygamberini kabul ederdi.”
________________
1 Öğr. Gör. Dr. Aziz AYVA, Beyşehir gölü üzerine
anlatılan “Göl
üzerinden yürüyerek geçme” motifi üzerine, Milli
Folklor 2007, s.2010.
2 Hristiyanlar İncil’in Hz. İsa’nın sözlerinden oluştuğunu düşünüyor. Tolstoy böyle bir isim verirken aynı
şekilde düşünmüş olabilir.
40
Kayseri’deki liseler arası kompozisyon yarışması üçüncüsü
HERKES İÇİN ADALET
Gözde Nur DOĞAN*
Adalet kavramı insanlık tarihi boyunca üzerinde en
fazla durulan, hakkında sayısız teoriler üretilen ve aynı
zamanda ahlaki ve politik anlamda insanlığın ulaşacağı
ideal bir durumu gösteren ve tanımlaması en güç olan
kavramların başında gelmektedir. Adalet; hak ve hukuka uygunluk, doğruluk, türe türeyi uygulayan, yerine
getiren devlet örgütleri ve herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, hakka riayetkârlık, hak
tanırlık, haklılık, doğruluk, haksızlıktan uzaklaşma,
düzenli ve dengeli davranma, hakkaniyet, zulüm etmemek, herkese hakkını vermek ve layık olduğu muameleyi yapmak, haksızlıkları terbiye etmek, insaf, Cenab-ı
Hakk’ın emrini emrettiği şekilde tatbik etmek, suçluya
Allah’ın emrini rica etmek gibi anlamlara gelmektedir.
Aynı zamanda, neyin doğru, neyin yanlış ( ya da haklı
veya haksız) olduğunu karara bağlamak da adalet olarak adlandırılır. Bu ya haksızlığa uğrayanın (mağdur)
zararını telafi etmek ya da haksızlık yapanı cezalandırmak suretiyle yerine getirilir. Modern toplumlarda adalet hem bir faaliyet (adalet dağıtma faaliyeti) olarak,
hem de bir teşkilât ( bir ülkedeki mahkemeler ve yargı
görevlileri) olarak algılanır. Aynı zamanda siyasî adaletten de bahsedilmektedir. Bir anlamda bütün adalet
siyasîdir. Çünkü adalet ister istemez toplumun örgütlenme biçimini yansıtır.
Adalet kavramı tarih boyunca farklı şekillerde tanımlamış olup filozoflar ve düşünce adamları konu
hakkında değişik fikirler ileri sürmüşlerdir. Adalet birçok başka kavramda olduğu gibi ideal bir durumu anlatır. Adalet için yapılacak olan en önemli şey ahlak eğitimidir. Ahlaken düşük bir toplumda adalet mekanizması
da düşüktür. Dolayısıyla sanıldığı gibi adaleti dağıtan
şey mahkeme değil, aksine mahkemenin adil olmasını
sağlayan şey, toplumun ahlak ve adalet duygusudur.
Düşünürler eski çağlardan beri adalet kavramıyla ilgilenmişlerdir. Kutsal kitapların hepsinde adalete
ve adil ilişkin bölümler bulunur Eski Yunanlı düşünür
Platon’a göre adalet en yüce erdemlerden biri, insanın
ve devletin temel davranış kuralıdır. Aristoteles’in hareket noktasını ise eşitlik kavramı oluşturur. Ona göre,
herkese eşit davranmak adalet için yeterli değildir.
Bir hukuk düzeni güçsüzleri koruduğu ölçüde adaletli olabilir. Platon kanun yönetiminden çok bilgilerin
(filozofların) yönetimden yana olduğunu belirtir. Çünkü kanun herkes için en soylu ve adil olanı anlayamaz
ve böylelikle en iyiyi uygulayamaz. Bu adalet, aklın
kullanılmasıyla keşfedilebilir. Aristoteles doğal ve uzlaşımsal (itibari) adalet ayrımını yapar; birincisi evrensel, ikincisi ferdi durumlara mahsustur. Bu ikisi çatı-
Adaletsiz rejimi, adaletle yıkınız. (Gandhi).
şınca doğal adalet kuralları uygulanır. Platon, adaleti
itida, bilgelik ve cesaretle birlikte dört asli erdemden
biri olarak zikreder. Adalet denetleyici ve düzenleyici
erdemdir. Adil kişi, ihtirasları akılla denetlenen, kendisini disipline edebilmiş kişidir. Platon’a göre; adalet
akılla bulunabilen ve yürürlükteki kanun ve örfün üzerinde bir şeydir.
Adalet bu gün de herkese hakkını vermek ve doğruyla yanlışı birbirinden ayırmak anlamlarında kullanılmakla birlikte devletin bu görevini yerine getirecek
kamu teşkilatları farklı biçimlerde olmaktadır. Genelde adalet hizmetleri siyasi ve idari otoritenin kumanda
alanının dışında bağımsız kurumlar şeklinde düşünülmektedir. Devlet ve fert açısından adalet farklı anlamlar
taşımaktadır. Devlet için adalet, kanunların yapımında
hak ve görevlerin dağıtılmasında belli kişileri veya
zümreleri ötekilere üstün tutmadan vatandaşlara aynı
hakları vermesini ve aynı görevleri yüklemesini ifade
eder. Fert için ise vatandaşların mümkün olduğu kadar
birbirinin hakkına uymaya mecbur bırakılmasını ifade
eder.
Adalet insanların toplum içindeki davranışlarıyla ilgili olduğundan ahlak ve din kurallarıyla da ilişkilidir.
İslam toplumlarında adalet kavramının toplumsal – siyasal hayat içerisinde işgal ettiği yerin kendine özgü
bazı niteliklere sahip olduğu görülür. İslam’da adalet
kavramı Arapça bir kelime olan ‘’adalet’’, adi kökünden türemiş olup bir şeyi yerli yerine koymak demektir. Adalet zulmün karşıtı bir kelime olarak çoğunlukla
‘’hak’’ ile eş anlamlı biçimde kullanılır. İslam terminolojisinde adaletin salt hukiki olmaktan öte, daha geniş
anlamlarda kullanıldığı tespit etmek mümkündür. Söz
gelimi, eksiklik ve fazlalık bakımından aşırılığa karşı
orta yolu tutup korumak; hakta niyet, doğruluk eşitlik
gibi. İslamiyet’in kutsal kitabı Kuran-ı Kerim; adalet
olgusuna Tevhit, iman, İslam, Takva, Salih, Amel ve
ibadet kadar önem verir. Hatta Kuran’a göre; bütün ilahi öğretiler son tahlilde, insanlar arası ilişkilerde adaleti tesis etmeye yöneliktir. Adil olmayan bir ilişki ve
tutum, tanım gereği Allah’ın rızasına ve İslam’a uygun
değildir. Çünkü Allah her şeyden evvel bir şeye hüküm
verildiği zaman adaletle hükmedilmesini ister. (Nahl;
90) Anlaşmazlığa düşen iki topluluk arasında (Hucurat;9), insanlar arasında vuku bulacak anlaşmazlıkların
giderilmesinde (Nisa;58), her türlü borç, vade, alışveriş, ticaret ve şahitlikte (Bakara;282), kadınlara karşı
takınılacak tutumun belirlenmesinde (Nisa;129) adalet,
hukukun korunması ve hayata geçirilmesi vazgeçilmez
bir ilkedir. Yine İslam’a göre kişiyi veya grupları ada-
letten saptıran ana faktör, kişi veya grubun kendi istek
ve tutkusunu ön plana geçirmesi (Nisa; 135) ve Allah’ın
gösterdiği şekilde karar vermeyi ihmal etmiştir.
Adalet güzeldir. Fakat devlet büyüklerinde olsa
daha güzeldir (Hadis-i Şerif). Adaleti çiğneyen devlet
adamlarını cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır (Hadis-i Şerif). Bir saat adaletle hükmetmek, bir
sene ibadet etmekten daha hayırlıdır (Hadis-i Şerif).
Adalet mülkün temelidir (Hz Ömer).
Peygamber Efendimizin ve adaletin timsali olan Hz.
Ömer adaletle ilgili söylediği bu sözler de İslam dininin adalete verdiği değeri göstermesi bakımından oldukça anlamlıdır. Ancak; İslam Tarihi incelendiğinde,
Dört Halife Döneminden sonraki süreçte kurulan İslam
devletlerinde önemli adaletsizlikler göze çarpmaktadır. İktidar kavgaları, birçok adaletsizlikler sebebiyet
vermektedir. Bugüne baktığımızda ise; yaşananlar bu
tespitleri doğrular niteliktedir. Çünkü İslam coğrafyasına baktığımızda; “Arap Baharı” da dediğimiz yaşanan bu süreçte, diktatörlüklerin kurulduğu, diktatör
ve yandaşlarının her türlü lüks ve sefa içinde yaşadığı
bütün dünya kamuoyunca görülmüştür. Yozlaşma boy
göstermiştir.
Modern toplumlar açısından adaletin uygulanmasına baktığımızda ise; adalet anlayışı büyük ölçüde kendi
hakları için uygulamakla birlikte, uluslararası ilişkilerde asla uygulanmamaktadır. Kendi ülkelerinin çıkarı
için; başka ülke haklarına her türlü adaletsizliği yapmaktan geri kalmamaktadır.
Tarihte adalet temeline dayanan idareler uzun
ömürlü olmuş ve idare edilenler için kelimenin tam anlamıyla huzurun gerçekleşmesini sağlamıştır. Sağlanan
huzur içinde düşmanlıklar, menfaat çatışmaları ve çözülmeler gibi felaketler görülmemiştir.
Türk toplumu da; geçmişte Hoca Ahmet Yesevi ve
dervişlerin yaydığı gerçek İslam sayesinde, bu Anadolu
coğrafyasının İslamlaşmasında büyük katkı sağlamışlardır. Kendi kültüründen ve İslam Dininden kaynaklanan adalet anlayışı sayesinde; birçok ülke halkı Türk
toplumunun egemenliği altında yaşamayı seçmiştir.
Ancak; bu değerlerinden uzaklaştıktan sonra; yozlaşma başlamış, eski gücünü ve değerini önemli ölçüde
kaybetmiştir. Bunun temel sebebi de kültürel ve dini
yozlaşmadan kaynaklanmaktadır.
Günümüz Türkiye’sinde de; adalet sistemi büyük
ölçüde siyasallaşmıştır. Evrensel Hukuk Kurallarına
göre; Erkler ayrılığı (yasama, yürütme, yargı) bir ülkedeki adalet mekanizmasında uygulanmak zorundadır.
Ancak; hangi iktidar başa gelirse; kendi adaletini uygulamaya kalkışmıştır. Erkler ayrılığına rağmen bütün
bu erkleri tek elde toplamaya çalışmışlardır. Bu durum;
toplumun adalete olan güven duygusunu zedelemiştir.
Adalet işine geldiği gibi uygulanmamalıdır. Çünkü
adalet; gün gelecek herkese lazım olacak bir kurumdur.
Yani adalet herkes içindir.
*Fatma Kemal Timuçin Anadolu Lisesi Öğrencisi
41
EMEĞİN SESİ
İbrahim BOYRAZ
Bir çığlık yine,
İçimi titretip yakan…
Madencinin son nefesi
Kömür ocağından çıkan.
Kapkara, sanki kimliksiz,
Tanınmasına yok imkan.
Ama
Emekçi halkın ta kendisidir o.
Doyumsuz sermayenin
Taşeron iblislerine direnişin
Simgesidir o.
Evlatlarına alın teri bırakan.
Fabrikada çarklar döner durur.
Bir onların sesidir duyulan.
İşçiler susar, buna mecburdur.
Kapitalizmin dişlileri
Kemirir kemiğini işçilerin
Kanını somurur.
Bir vampire direneni atarlar işten
Bir de emilecek kanı kalmayanı
Düzen budur.
İşçinin boynuna kilitler vurulmuştur.
İşbirlikçi patronlar aç çakallar misali kudurmuştur.
Yandaşlar doyurulmuştur.
Vatanın gür kaynakları kurutulmuştur.
Kim varsa fikri olan, susturulmuştur.
Tek kurtuluş örgütlenmek
Ona engel olanı kim susturur?
Ekinleri biçen köylüm
Hasat zamanıdır, başaklar boy boy olmuştur
Irgatlar hazır olsun.
Orağını keskinleştir,
Hz. Ali’nin kılıcı gibi dursun
Her vuruşunda bir dönüm bitir,
Kolun kuvvetle dolsun.
Dedem, ninem gayret içindedir,
Görenler sussun.
Dağdan çoban iner, sürüleri dağıtılmış,
Ey haydut! Ne gülüyorsun.
Zahireleri peş para etmedi,
Emeklerine yaptılar vurgun.
Her gün ölüm her gün işkence,
Sakın bir başka baharı bekleme
Pınardan akan su gibi, çağlayan gibi
Toprakları yeşert,
Nasırlı eller sende.
Bir yıldız kaydığında dilek tut,
Toprak adaletli, eşitçe dağıtılsın diye
Ek, biç, işlet yerey senin bedeninde
Emeğine değer biçtirme,
O en yücelerde.
Ağaların ulaşamayacağı yerde…
42
Kayseri’deki liseler arası kompozisyon yarışması dördüncüsü
BUGÜN BANA, YARIN SANA...
Aslıhan FEYZİOĞLU*
İnsan sosyal bir varlıktır ve hayatını idame ettirmesi için de toplu yaşamak zorundadır.
Ancak toplumsal yaşam kendi içerisinde kabul
gören kurallarla şekillenir. Aksi halde güçlü, zayıfın
en doğal hakkı olan yaşama hakkını elinden alır.
İlk çağlardan bugüne toplumsal yaşamda kendiliğinden bazı yaşamsal kurallar oluşmuştur. Tarihin ilk
evrelerinde kabile kültürü olarak ortaya çıkan bu kurallar, daha sonra örf, adet, dinî inançlar, ahlaki değerler
ile şekillenerek mevcut toplumsal yaşamı düzene koymaya çalışmıştır.
Yazılı olmayan bu kurallar fertlerin veya toplumların hırs ve ihtiraslarına çoğu zaman yenik düşmüş, neticede bireysel ve toplumsal yok oluşları meydana getirmiştir. Gelişen toplumlar önceleri kendi aralarındaki
bu gelişi güzel, yazılı olmayan kurallardan kurtulmak
için kendi kültür ve medeniyet biçimlerine göre yazılı kurallar oluşturmuştur. Akabinde, gelişen dünyaya
paralel olarak, bu yazılı kurallar bütün yeryüzünde yaşayan canlıların yaşamlarını düzenleyen kurallar şekline dönüşmüştür. İşte biz bütün canlıların eşit haklarda
yaşamlarını düzenleyen yazılı kuralların tümüne hukuk
diyoruz. Hukuk ise kaynağını adalet denilen, genel anlamda her canlı için aynı oranda tecelli etmesi gereken,
bu değerli olgudan alır.
Adalet ‘’adil’’ fiilinin toplumlar üzerine dağıtılmasından oluşur. Adil kelimesi ise eşitliktir. Yaşayan her
bireyin ve toplumun yaşamın gerektirdiği gibi ihtiyaçları olacaktır. İhtiyaç düşünceden çıkıp kaynağa dönüşmesine, kaynaktan madde ile şekillenmesine, maddenin
kullanımdaki tüketimine kadar belirli kurallara bağlanması gerekir. Aksi takdirde daha güçlü bireylerin veya
toplumların kendilerinden daha zayıf birey ve toplumların üzerinde egemen olma hakkını verir.
Bu durum tarih boyunca çoğu kez tekerrür etmiş,
nice birey ve toplumlar aslında kendilerinin de çok doğal hakları olduğu halde kullanamadıkları birçok sosyal
ve iktisadi haklarını başkalarına kaptırdıkları için zulüm ve eziyet görmüşlerdir.
Adalet kavramını daha basit bir şekle indirgediğimizde aslında ilahi sunumların herkes için eşit verildiğini görürüz. Ancak biz bireyler ve toplumlar hırslarımız ve arzularımız doğrultusunda bu ilahi sunuları bile
lehimize dönüştürmeye çalışmaktayız. Evreni yaratan
ilahi güç, her şeyin sahibi olduğu halde kendisine inanan ve her gün ibadet eden kuluna da veya kendisine
isyan eden, şirk koşan kuluna da aynı güneş, aynı yağ-
mur aynı oksijenden nasiplenmeyi sunmuştur. Aksini
düşündüğümüzde ödül ve cezanın sonuçlarını görmek
mümkün olmayacaktır.
Toplumun düzenini sağlayan bu yazılı kuralların
oluşturduğu hukuk ve adalet duygusu, insan hayatında müthiş bir güç oluşturmuştur. Aynı zamanda bu güç,
kurallarına uymayanları cezalandırdığı gibi uyanları da
ödüllendiren bir güçtür.
Bu gücü zaafa uğratmak, yani adalet gücü anlam
felsefesinin dışında bir yaptırımla kullanmak toplumun
bir kısmı veya kişiler ötekileşir, toplumun bir kısmı büyük çıkar sağlarken diğer kısmı büyük haksızlığa maruz kalır. Zamanla adalet kavramı sanal hale getirilerek,
hoşa gitmese de, “Şeriatın kestiği parmak acımaz”
atasözünde olduğu gibi fiziksel bir aykırılığı da kabul
ettirecektir. Adaleti kullanan güç her türlü haksızlığı
atasözümüzde olduğu gibi acımaz mantığı ile sindirip
yasal zeminde kabullendirecektir. İşte en büyük tehlike
de budur. Adalet içerisinde adaletsizlik bütün dengeleri
sarsıp, hakkı yerle bir edecektir. Hakkını ararken haksızlığa uğrayanları bu sefer haklarını yasal zeminin dışına taşırıp aramaya başladıklarında etki-tepki prensibi
gereği başka bir gücü meydana getirecektir. Yani ticaret
ile uğraşan bir tacir alacağını devletin icra yoluyla tahsilini yapamadığı bir durumda “çek senet mafyası” na
gidecektir, böylece mafyaya yaşama zemini doğacaktır.
Mafya elini kaptıran hayatlar gövdelerinden olacaktır.
Yani olay taciri hayatından, işinden edecek sonuçlarla
bitecektir. Bu kaos böylece sürüp gittiğinde herkes kendi adaletini oluşturmaya kalkışacak, dünya yaşanmaz
hale gelecek, akabinde toplumlar bir bir helak olacaktır.
Hak ve hürriyetleri, can ve mal güvenliğini belirli
kurallara bağlayan adalet duygusu; anlam ve öneminin
ekseni dışında kullanıldığında başta adalet kendisini
yok edecek, böylece düzen bekleyen toplumları düzensizliğe mahkûm edecektir. Güçlü elinde tuttuğu adalet
değerlerini lehine kullanırken gücün başkasının kontrolüne geçtiğinde ise önce işine yarayan adalet o zaman
ise aleyhine işleyecektir. Bu durumun oluşmaması için
en basit kural herkes için aynı oranda her şart ve ortamda etki ve tesiri olan hukuk ve adalet olgusunun devam
etmesidir.
Unutulmamalıdır ki, başkasına yapılan adaletsizliğe
göz yummak, aslında kendi sonunu hazırladığının gafletinde olmaktır.
*Behice Yazgan Kız Anadolu Lisesi Öğrencisi
43
BİRKAÇ ŞEHİT VERİLİNCE BU MECLİS TOPLANMAZ MI?
ON ŞEHİT DAHA VERDİK, TOPLANMAK İÇİN AZ MI?
Aytekin AYDOĞAN
Türk Milleti, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk
ve onunla bir arada yürüyen arkadaşlarıyla birlikte 23
Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisini
kurmuştur.
Meclisin kuruluş amacı, düzenli bir ordu kurmak,
milli iradeyi hâkim kılmak, vatanı işgallerden kurtarmak, milli birlik ve beraberliği gerçekleştirmek ve yıkılmakta olan devleti yeni kimliğiyle diriltmekti. Bu
amaçla sık sık toplantılar yapmış, yeni kararlar almış,
bunları yürürlüğe koymuş, milleti rahatsız eden konuları çözüme kavuşturmayı başarmıştır.
Peki, Meclis hangi konular için bir araya gelir, ne
kararlar alır. Bunları nasıl uygulamaya koyar, ne için
toplanır? Bu sorunun cevabı Türkiye Cumhuriyeti
anayasasının 93’üncü maddesinde belirtilmiştir. Aynı
maddede Meclis başkanının veya üyelerin beşte birinin
yazılı istemi üzerine Meclisin toplantıya çağırılacağı
hüküm altına alınmıştır.
Türkiye büyük terör tehdidiyle karşı karşıya iken,
ayrıca Suriye sorunu bölücü terörü her gün tetiklerken
TBMM toplanmayacak da ne zaman toplanacak? Milletvekillerimiz, her halde, tatili ve rahatlıklarını daha
çok tercih ediyorlar. Vatanın evlatları katledilirken acaba yaptıkları tatil içlerine siniyor mu?
Kısacası, milli iradenin tecelli ettiği yer olan
TBMM’nin toplanıp bölücü teröre karşı bir milli duruş
sergilemesi, Türk milletinin en çok istediği şeydir.
Gündemi meşgul eden konularda bir araya gelip çözüm bulmak Meclisin görevi ise neden hâlâ toplanıp bu
sorunumuzu çözemiyorlar? Eksik olan nedir? Terörle
mücadelede Türk halkı iktidarlara her zaman destek olmuştur. Muhalefet partileri de engel olmamışlardır, biri
hariç. Bu konuda MHP “Kandile bayrak dik, ülkücü
dava adamları arkandadır” diyerek terör konusunda kararlı bir duruş izlendiği takdirde Hükümete destek olacağını ifade etmiştir.
Herkesin böyle bir çözüm yolu aradığı bir ortamda
Hükümetin bir üyesi olan Hüseyin Çelik “Birkaç şehit
verdik diye Meclisi toplayamayız” şeklinde bir beyanda bulunmuştur. Çelik’in birkaç şehitten anladığı nedir
bilinmez ama bu söyleyiş Türk halkını haliyle çok rahatsız etmiştir.
Türkiye’yi temsil eden Meclis, ülkeyi tehdit eden
çok önemli bir sorun için toplanmıyorsa, Türk halkının
iradesine aykırı hareket etmiş ve görevini yerine getirmemiş olur.
Son zamanların Meclis gündemlerine baktığımız
zaman görüyoruz ki sanayi komisyonu, plan ve bütçe
komisyonu, KİT komisyonu, adalet komisyonu, insan
hakları inceleme komisyonu ve daha birçok farklı komisyonlar bir araya gelmiştir. Bu toplantılarda yeni
kararlar alınmış ve birçoğu uygulamaya konulmuştur.
Fakat milli savunma komisyonu henüz gerektiği gibi
toplanamamıştır. Terörle ilgili yapılan tek çalışma, onu
lanetlemek olmuştur ki bu hiç bir işe yaramaz. Çünkü,
ülkemizi tehdit eden terör örgütü ve terör partisi için bir
çözüm üretilememiştir.
PKK’nın Meclis temsilcisi olan BDP gün ortasında örgüt mensuplarıyla bir araya gelmiş ve aralarından
su sızmadığı yine göze çarpmıştır. Terörle kucaklaşan
bu adamlar Mecliste nasıl söz sahibi olmuştur? Buna
karşılık terörle mücadelede kurşunlar önünde duran komutanlar terör örgütü kurma suçundan nasıl yargılana
biliyorlar?. Bu çelişkiyi birileri açıklamak zorundadır.
Teröristler yol kesiyor, adam kaçırıyor, şehir şehir
dolanıp eylemler yapıyor, ardı ardına bombalar patlatılıyor ve bir karakol 48 saat içinde 3 kere baskın yiyor. 3
gün içinde 30 şehit veriliyor ve böyle bir günde Hükümetin bir üyesi “Birkaç şehit için meclis toplanamaz”
diye bir söylemde bulunuyor. Öyle ise kaç şehit verildiğinde meclis toplanacak? İşte 3 Eylül 2012 tarihinde
Beytüşşebap’ta 10 şehit daha verdik, her gün şehit haberleriyle uyanıyoruz, acı üstüne acı yaşıyoruz. Meclis
bugün toplanmayacakta ne zaman toplanacak? Milletvekillerimiz dış güçlerin değil, Türk milletinin vekili
olduklarını ne zaman gösterecekler?
BİR ÜLKEDEBU KADAR KAZA OLUR MU?
05 Eylül 2012 Çarşamba günü saat 21.15’te Afyonkarahisar’daki bir askerî mühimmat deposunda meydana gelen patlamada 25 askerimiz şehit oldu. Ayrıca ağır yaralılarımız var.
Terör şehidi Mehmetçiklerden sonra, bu şehitlerimiz de yüreklerimizi dağlamış, acımızı katlamıştır.
Yüce Tanrı’dan dileriz ki şehit sayısı artmasın, yürekler daha fazla yanmasın.
Bir başka dileğimizi de devletimizin ilgili kurumlarına arz ediyoruz: Sabotaj olasılığı başta olmak üzere
patlamanın sebebi tespit edilsin, suçlulara hak ettikleri cezalar verilsin.
İhmalkârlığın, vurdumduymazlığın, eğitimsizliğin, millî bilinç eksikliğinin ve görev ahlâkından yoksunluğun yol açtığı kazalar, Türkiye’ye çok ağır gelmeye başladı. Bir ülkede bu kadar kaza olur mu? Bu
sorun üzerinde de ciddiyetle durulmalı, acil tedbirler alınmalıdır.
Şehit Mehmetçiklere Allah’tan rahmet, yaralılara şifa, ailelere sabır dileriz.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Yüce Türk milletinin acısını da içtenlikle paylaşır taziyelerimizi arz ederiz.
BİLGİYURDU
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği