uzun bir “kimyasal evrim”geçirmesiyle meydana geldiğini varsayar.

Transkript

uzun bir “kimyasal evrim”geçirmesiyle meydana geldiğini varsayar.
UNUTMA!!!
Haeckel her canlının embriyolojik gelişimi sırasında, evrimsel olarak geçirdiği farklılaşma basamaklarını kısaltılmış
şekilde tekrar ettiğini (FİLOGENİ) söylemektedir. Haeckel buna örnek olarak omurgalıların çoğunda görülen
notokort ve solungaç yarıklarının ortak olduğunu ve bu yapıların ortak atayı gösterdiğini ileri sürmüştür. Haeckel'e
göre gelişimin sonraki aşamalarında benzerlikler azalır ve türe özgü özellikler ortaya çıkar. Daha sonra yapılan
çalışmalar da embriyonik gelişimin türün evrimsel sürecini bütünüyle yansıtmadığını göstermiştir.
Fosil (PALEONTOLOJİ) oluşumu için özel koşullara gerek vardır. Çünkü bir organizma öldüğünde yumuşak dokular,
bakteri ve mantarlar tarafından çürütülür. Kemik ve kabuk gibi sert yapılar korunur. Havasız ortamda ve çok soğuk
çevre şartlarında ise organizmanın bütün dokuları korunabilir. Bazen de yüksek oranda mineral içeren su içinde
bulunan dokular, ortamdaki mineralllerin çökelmesi ile taşlaşır. Ayrıca canlıların çamurda bıraktığı izler de uygun
çevresel şartlar oluştuğunda taşlaşarak fosil hâline gelebilir. Bu sebepten çamur bakımından zengin olan okyanus
tabanları ve sığ denizler fosiller bakımından en zengin kaynaklardır.
Darwin'e göre doğal seleksiyon ile bir çevrenin en güçlü bireyleri seçilirken, güçsüz olanların popülasyondan
elenmesi sağlanır. Bu şekilde zamanla önceki nesiller ile sonrakiler arasında farklar oluşmaya başlar. Farklılaşma
yüzlerce veya binlerce kuşak boyunca devam eder ve farklılaşan bireyler arasında gen alış verişi meydana
gelmezse birbirine akraba yeni türler ortaya çıkar.
Heterotrof Görüşüne göre; ilk canlı basit yapılı heterotrof bir organizmadır. Bu görüş canlıların, cansız maddelerin
uzun bir “kimyasal evrim” geçirmesiyle meydana geldiğini varsayar.
Abiyogenez olarak adlandırılan bu görüşe göre canlılar, cansız maddelerden kendiliğinden oluşmuştur. Bu hipoteze
göre cansız maddeler içinde denen bir güç vardır. Bu aktif öz yeni bir canlıyı oluşturma yeteneğine sahiptir. Aristo,
aktif özü bir madde gibi düşünmeyip iş yapma yeteneği olarak kabul etmiştir.
Birçok hayvan tarafından haberleşmede kullanılan kimyasal salgılara feromon denir. Feromonlar karşı cinsteki
bireyi etkilemek için kullanılabilir ve aynı türe ait bireylerin davranışlarını etkiler.
Bir bireyin beslenme, eşleşme ve yavru büyütme amacıyla kendi türünden başka bireylere karşı koruduğu alana
yurt (territoryum, savunak, egemenlik alanı) denir.
Erkek üreme sistemindeki yardımcı bezler seminal kesecik, prostat bezi ve Cowper bezidir. Bu yardımcı bezler
spermlerin hareketini kolaylaştıran ve beslenmesini sağlayan seminal sıvı adı verilen salgıyı meydana getirir.
Prostat bezinin hafif bazik özellikte olan sıvısı spermlerin bulunduğu ortamın nötralleşmesini sağlar. Böylece
prostat, spermin yumurtayı döllemesi için uygun ortam hazırlar.
Seminifer tüpçüklerde oluşan spermlerin dölleme ve hareket yetenekleri yoktur. Bu spermler seminifer
tüpçüklerden epididimis kanallarına geçer. Epididimis kanalları spermlerin yaklaşık 20 gün tutulduğu, olgunlaştığı,
hareket ve dölleme yeteneği kazandığı yerdir. Olgunlaşan spermler epididimisten vas deferens denilen sperm
kanalına geçer. Vas deferens kanalı idrar kesesi üzerinden dolanarak spermleri üretraya taşır.
Seminifer tüpçüklerde iki belirgin hücre grubu bulunur. Bunlar sertoli hücreleri ve mayoz bölünmenin farklı
aşamalarındaki spermatogonik hücreler (spermatogonyumlar, spermatositler ve spermatitler) dir. Sertoli hücreleri
spermlerin beslenmesini ve korunmasını sağlar. Tüpçüklerin arasına dağılmış olan leydig hücreleri erkek cinsiyet
hormonu olan testosteron salgılar.
Ovulasyon evresinde yırtılan folikül, sarı renkli yağ damlacıkları taşıyan ve korpus luteum (sarı cisim) adı verilen
yapıya dönüşür.
Korpus luteum, hormon salgılayan bez özelliği taşır ve çok miktarda progesteron hormonu, daha az miktarda da
östrojen hormonu salgılar.
Menstrual döngü hormonlar tarafından kontrol edilir. Hipotalamustan salgılanan RF hipofizi uyarır, hipofizden
FSH, LH salgılanır ve bu hormonlar yumurtalığı etkiler.
Döl yatağının iç kısmı mukus salgılayan ve bol kan damarı taşıyan endometriyum denilen bir tabaka ile
astarlanmıştır.
Birincil oositler, dişi eşeysel olgunluğa erişinceye kadar yumurtalıklardaki küçük kesecikler içinde hareketsiz kalır.
Bu keseciklere folikül denir. Folikül hücreleri östrojen hormonu salgılar. Her âdet döneminde genellikle bir folikül
gelişerek olgunlaşan yumurta hücresini serbest bırakır. Serbest kalan yumurta hücresi yumurta kanalına geçer.
Koriyon, embriyonun bütün örtülerini saran en dıştaki koruyucu zardır. Bu zar, allantoyis ile birlikte gaz alış verişini
sağlar. Koriyon, döl yatağına ince uzantılar yaparak plasentanın yapısına katılır.
Allantoyis, embriyonun metabolik atıklarının depo edildiği yerdir. Kan damarları içeren bu zar, koriyon ile birlikte
embriyonun gaz alış verişinde rol oynar. Plasentalı memelilerde embriyoda metabolizma sonucu oluşan atık
maddeler göbek bağı ve plasenta aracılığıyla uzaklaştırılır. Bu canlılarda allantoyis, göbek bağı oluşumuna katılır,
körelir ve kaybolur.
Vitellus kesesi, embriyonun gelişimi için gerekli olan besin maddelerinin (vitellus) depolandığı kesedir. Türün
özelliğine göre bulundurduğu vitellus miktarı da değişir. İnsan ve diğer plesantalı memelilerde embriyo
plesentadan beslendiği için vitellus miktarı azdır.
Amniyon, en içteki embriyonik zardır. Bu zarın oluşturduğu kese içinde amniyon sıvısı bulunur. Bu sıvı embriyo ve
amniyon tarafından salgılanır. Amniyon sıvısı embriyonun kurumasını engeller. Ayrıca embriyoyu darbe ve
sarsıntılara karşı korur.
Optik kese normal yerinden alınarak embriyonun başka bir yerine yerleştirilecek olursa temas ettiği ektoderm
tabakasını mercek dokusu hâline getirebilecek bir etki gösterir.
Spemann, sinir sisteminin meydana gelebilmesi için sırt mezoderminin ektodermi etkilemesi gerektiğini
kanıtlamıştır.
Omurgalıların embriyolarında biçimlenen ilk organlar nöral tüp ve notokort (sırt ipliği)tur. Ektodermin kalınlaşıp
katlanmasıyla meydana gelen nöral tüp ileride merkezî sinir sistemini oluşturacaktır. Notokort ise omurları
oluşturacak olan mezoderm hücrelerinin etrafında kümelendiği bir merkez olarak işlev görecektir.
Mezenşim hücreleri endoderm ve ektoderm arasında çoğalarak mezodermi oluşturur.
Morula evresinde embriyo, çok sayıda hücreden oluşmasına rağmen blastomerlerdeki toplam madde miktarı
zigottakinden daha azdır. Çünkü zigot büyümeden bölünür ve yapısında bulunan vitellus (besin maddesi) hücre
bölünmeleri sırasında enerji sağlamak için harcanır. Embriyonun kütlesi, döl yatağına tutunduktan sonra artmaya
başlar.
Gelişmenin başlangıcında hızlı ve birbirini takip eden mitoz bölünmeler gerçekleşir. Bu bölünmelere segmentasyon
denir. Segmentasyon safhasında hücre büyümesi olmaz.
Her türün yumurtasından salgılanan fertilizin değişiktir. Bu özellik farklı türler arasında döllenmenin olmasını
engeller.
Paratiroid bezinden salgılanan parathormonunun yüksek olması böbreklerde taş oluşmasının önemli nedenidir.
Böbrek taşı olan hastaların % 20-25’inde yüksek parathormonu değerleri gözlenir. Parathormonu kanda kalsiyum
oranını arttırır. Bu durumda idrarla kalsiyum atılımı ve böbrek taşı gelişme riski artar. Parathormonu fazla olan
hastalarda yorgunluk, eklem ağrıları, hâlsizlik, iştah kaybı, hafif depresyon, konsantre olamama gibi durumlar
görülebilir.
Böbrek taşı oluşumuna neden olan hormonlardan biri de kanda yüksek oranda bulunan kortizol hormonudur.
Böbrek üstü bezlerinin aşırı çalışarak fazla kortizol hormonu üretmesine “Cushing sendromu” adı verilir. Fazla
kortizol kemiklerde daha çok protein yıkımına ve kana kalsiyum geçişine neden olur. Bu durum böbrek taşlarının
oluşma riskini arttırır.
Günlük kalsiyum alınımının 2000 mg'dan fazla olduğu durumlarda idrarla kalsiyum atılımı ve böbrek taşı gelişme
riski artar. Özellikle çok fazla kırmızı et tüketenlerde, alkol ve bira içenlerde kanda ürik asit seviyesi yüksek olacağı
için böbrek taşı oluşma riski vardır.
***Herhangi bir nedenden dolayı kortizol'un (ya da kortizol niteliklerini taşıyan herhangi bir steroid bileşiğinin)
yüksek düzeyde olduğu ve bunun sonucunda oluşan belirtiler bütününe Cushing sendromu denir.
Dolayısıyla, Cushing sendromu dendiğinde kortizol etkisinin nedeni açık değildir ve araştırılması gerekir. ACTH'nin
olağan düzeyinin üstünde salgılanması sonucu oluşan hastalıktır.
Adrenal bez az çalışırsa ADDİSON, çok çalışırsa CUSHİNG…
Vücut sıcaklığı arttığında sinirsel etkiyle derideki damarlar genişler, terleme artar. Tiroksin salgısı düşürülerek
metabolizma yavaşlatılıp ısı üretimi azaltılır. Bu sinirsel ve hormonal düzenlemeler sonucu vücut sıcaklığı
düşürülür.
Vücut sıcaklığı düştüğünde ise sinirsel etkiyle derideki damarlar daraltılarak ısı kaybı önlenir. Tiroksinin fazla
salgılanmasıyla metabolizma hızlandırılarak ve titremeyle ısı üretimi arttırılır. Böylece vücut sıcaklığı artar ve
denge sağlanır.
Hashimoto tiroidi hastalığında vücut, tiroit bezini yok etmek ister ve çok miktarda antikor (anti-TPO antikoru ve
anti-tiroglobulin) üretir. Antikorlar tiroit bezine bağlanarak tiroit hücrelerini harap ederek tiroit bezinin
iltihaplanmasına neden olur. Bu nedenle zamanla tiroit bezi küçülür, tiroit hormonu yetmezliği ortaya çıkar,
metabolizma yavaşlar ve hasta kilo almaya başlar.
Tiroit bezi kana tiroksin hormonu salgılar. Tiroksin hormonu kanda belli bir seviyeye ulaştığında hipofizi
etkileyerek TSH salgısını azaltmasına neden olur (negatif geri bildirim).
Pozitif geri bildirim sürekli hormon üretimini sağlar. Negatif geri bildirimde ise hormonun etki ettiği hücrede
sentezlenen ürün, hormon salgılayan endokrin bezin aktivitesini baskılar.
Protein yapıdaki hormonlar hücre zarının lipit tabakasında çözünemedikleri için hücre içine doğrudan giremez.
Hücre zarında bulunan reseptörlere bağlanarak aracı bir molekülü aktive eder. Aracı molekül de hücresel cevabı
tetikler. Hücresel cevap, genlerin ya da enzimlerin aktivasyonu şeklinde olabilir.
Steroit yapıda hormonlar ise zarın lipit tabakasında çözünebildikleri için aracı kullanmadan hücre zarından
kolaylıkla geçer ve hücre içinde bulunan hormon reseptörlerine bağlanarak aktivitelerini gerçekleştirir.
Progesteron hormonu, embriyonun tutunması için döl yatağının hazırlanmasını sağlar. Bu hormon yumurtanın
folikülden ayrılmasından sonra geriye kalan sarı cisim adı verilen yapıdan ve gebelik süresince plasentadan
salgılanır. Progesteron gebelik durumunda döl yatağında kas kasılmasını önleyerek gebeliğin sürmesini sağlar.
Hipofizden salgılanan LH hormonu etkisiyle testislerden (Leydig hücreleri) testesteron hormonu salgılanır.
Östrojen hormonu mitoz bölünmeyi hızlandırarak döl yatağı duvarının kalınlaşmasını sağlar. Dişiye özgü ince ses
gelişimi, üreme organlarının gelişimi, dişiye özgü vucut yapısını kazanması gibi ikincil eşeysel özelliklerin ortaya
çıkmasına neden olur.
İnsülin, glikozun beyin hariç tüm vücut hücrelerine geçişini uyarır. İnsülin glikozun fazlasının karaciğer ve kaslarda
glikojen şeklinde depo edilmesini sağlar. Böylece kandaki glikoz seviyesi düşürülür ve denge sağlanır. İnsülin ayrıca
protein sentezi ve yağ depolanmasını da sağlar. İnsülin hormonunun az salgılanması hâlinde kanda glikoz miktarı
artar ve şeker hastalığı ortaya çıkar.
Noradrenalin (Norepinefrin): Hormon ya da nörotransmitter olarak görev yapar. Adrenalinle birlikte kılcal damar
daralmasına, kan basıncının artmasına kalp atımının hızlanmasına, depolardan glikoz salınımına neden olur.
Noradrenalin, beynin dikkat ve çevreye yanıt verme ile ilgili bölümlerini etkiler.
Parathormonun antagonisti kalsitonindir.
Adrenalin (Epinefrin): Heyecan, korku, sinirlenme gibi durumlarda kandaki miktarı artar. Adrenalin, kalp atışını
hızlandırır, kan basıncını yükseltir. Glikojenin glikoza dönüşümünü hızlandırarak kandaki glikoz miktarını arttırır.
Göz bebeklerinin büyümesine ve tüylerin diken diken olmasına neden olur. Bazı damarların daralmasını bazılarının
da genişlemesini sağlayarak kanı kalp, beyin gibi organlara ve iskelet kaslarına yönlendirir. Korktuğumuzda
rengimizin sararması adrenalin etkisiyle deriye giden kanın azalmasından kaynaklanır.
Kortizol: Karbonhidrat, protein ve yağ metabolizmasında etkilidir. Protein ve yağların glikoza dönüşmesini
sağlayarak kandaki şeker oranını yükseltir.
Aldesteron: Böbreklerde sodyum ve klorun emilimini arttırırken potasyumun emilimini azaltır. Böylece kanda,
hücre içi ve hücre dışı sıvılarda iyon derişimi düzenlenir. Az salgılanmasında kan basıncı düşer, hâlsizlik ve
iştahsızlık artar, enfeksiyonlara karşı direnç azalır, deri bronz rengini alır. Bu duruma Addison hastalığı denir.
Parathormon (paratirin): Bu hormon kanda kalsiyum miktarı azaldığında salgılanır. Kemiklerden kana kalsiyum
geçişini sağlar. Böbreklerden ve bağırsaklardan kalsiyum emilimini arttırır. Böylece kandaki kalsiyum düzeyi
yükseltilir. Az salgılanırsa kanda kalsiyum oranı azalır ve tetani adı verilen hastalık oluşur. Bu durumda kaslarda
ağrılı kramplar meydana gelir. Çok salgılandığında ise kemikler zayıflar, böbrek taşları oluşur.
Tiroksin hormonu fazla salgılandığında ise eksoftalmik guatr (iç guatr) adı verilen bir rahatsızlık ortaya çıkar. Bu
rahatsızlıkta ise metabolizma hızı artar, kan basıncı yükselir, göz küreleri dışarı fırlar, terleme, kilo kaybı, sinirlilik
ve sık nefes alma görülür.
Tiroksin: Yapısında iyot bulunan bir hormondur. Vücudun enerji üretimi ile ilgili metabolizmasının düzenlenmesini
sağlar. Gelişme döneminde tiroksin hormonu az salgılanırsa cücelik ve zekâ geriliği şeklinde belirtileri görülen
kretinizm (ahmaklık) hastalığı oluşur. Yetişkinlerde ise tiroksin hormonu eksikliğinde basit guatr denilen hastalık
ortaya çıkar. Tiroit bezi büyür, boğazda bir şişkinlik oluşmasına neden olur. Bu rahatsızlıkta; metabolizma
yavaşlar, şişmanlık oluşur, uyuşukluk görülür, deri kurur, vücut sıcaklığı düşer. İleri aşamada vücutta şişlikler
oluşur ve miksödem denilen tablo ortaya çıkar.
Antidiüretik hormon (ADH) (vazopressin): Böbreklerden suyun geri emilimini arttırarak vücudun su dengesini
düzenler. Bu hormonun eksikliği böbreklerden su kaybına neden olur. Bu duruma şekersizşeker hastalığı adı
verilir. Bu hastalar günde yaklaşık 20L kadar çok seyreltik idrar oluştururlar.
Hipotalamusta sinir hücrelerinin gövdesinde ADH ve oksitosin sentezlenir. Aksonlar yardımıyla hipofizin arka
lobuna taşınan hormonlar buradan kana geçer.
Folikül uyarıcı hormon (FSH): Yumurtalık ve testisleri uyararak çalışmasını düzenler. Dişide yumurta oluşumunu ve
östrojen üretilmesini sağlar. Erkeklerde ise sperm üretilmesini sağlar.
Lüteinleştirici hormon (LH): Dişide yumurtanın serbest bırakılmasını sağlar. Yumurtanın serbest kalmasından sonra
yumurtanın içinde geliştiği keseciğin sarı cisim (korpus luteum) adı verilen yapıya dönüşmesinde görevlidir. LH sarı
cisimden ösrtojen ve progesteron hormonu salgılanmasını da sağlar. Erkekte testislerden testesteron hormonu
salgılanmasını uyarır.
Luteotropik hormon (LTH): Diğer adı prolaktin olan bu hormon sadece dişilerde? bulunur. Doğumdan sonra süt
salgılanmasını uyarır. Analık davranışlarının oluşmasında da rol oynar. Korpus luteumun devamını sağlar.
Besinin görünüşü, kokusu, soğuk ya da sıcak olması da tadın alınmasında etkilidir.
Isı deriden nesneye doğru akıyorsa cisim soğuk, nesneden deriye doğru akıyorsa cisim sıcak olarak algılanır.
Miyelinli nöronda impuls iki Ranvier boğumu arasında bir boğumdan diğerine atlayarak iletilir. Buna atlamalı
iletim denir.
Atlamalı iletimde impuls, boğumlardan atlayarak ilerlediğinden miyelinsiz nöronlarda gerçekleşen iletime göre
daha hızlı yol alır ve daha az enerji harcar.
Akson çapının artması (İÇ DİRENÇ AZALIR) ve Ranvier boğum sayısının azalması da impuls iletimini hızlandırır.
Reseptöre ulaşan uyarının şiddeti fazla ise nöronda daha sık aralıklarla ve daha fazla sayıda impuls oluşur. Sıcak
nesneye dokunulduğunda daha sık ve fazla sayıda impuls oluşur ve nesne sıcak olarak algılanır.
Kolaylaştırıcı sinapslarda akson ucundan salgılanan nörotransmitter maddeler, komşu hücreye ulaşınca burada
depolarizasyona neden olur ve impuls sonraki hücreye iletilir.
Durdurucu sinapslarda ise akson ucundan salgılanan bir nörotransmitter madde, zarın polarizasyonunu arttırarak
impulsun nörondan geçişini durdurur.
Schwan hücreleri de bir tür glia hücresidir. Bu hücreler miyelin kılıfın yapımından sorumludur.
Sölenter grubundan olan hidrada sinir hücrelerinin birbirine bağlanması ile bütün vücuda yayılan bir sinir ağı
oluşur. Buna ağsı sinir sistemi adı verilir.
Beyin kabuğunda bilinç, hafıza, zekâ, düşünme, yazma, istemli hareketlerin gerçekleştirilmesi ve duyuların alınıp
değerlendirilmesini sağlayan çeşitli merkezler vardır.
Ön lop yazma ve konuşma, parietal lop dokunma, oksipital lop görme, temporal lop duyma ve koklama gibi
aktiviteleri kontrol eder.
Hipotalamus: Karbonhidrat ve yağ metabolizmasını, vücut sıcaklığını, kan basıncını, su dengesini, uyku ve iştahı
düzenler. Heyecanın kontrolüne yardımcı olur. İç organların ve dokuların çalışmasını kontrol eden merkezdir. İç
salgı bezleri üzerinde etkilidir.(HOMEOSTATİK DENGE)
Orta beyin görme ve duyma reflekslerini, kas tonusunu kontrol eder.
Beyincik hareket ve denge merkezidir. İç kulaktaki yarım daire kanalları ve gözden gelen uyartılarla birlikte
vücudun dengesini; görme, işitme, iskelet kaslarının düzenli çalışmasını ve kas hareketleri arasında koordinasyonu
sağlar. İstemli hareketlerin düzenlenmesinde beyin yarım küreleri ile birlikte çalışır. Örneğin beyincik zarar
görürse, yürümede bozukluk, titreme ve denge kaybı ortaya çıkar.
Omurilik soğanı solunum, sindirim, dolaşım gibi yaşamsal olayların düzenlenmesini, ayrıca yutma, çiğneme,
hapşırma ve öksürük gibi refleksleri kontrol eder.
Pons, omurilik soğanı ve orta beyin birlikte beyin sapıolarak adlandırılır. Omurgalı canlıların beyin yapıları
karşılaştırıldığında ponsun sadece memelilerde bulunduğu görülür. Varolii köprüsü de denilen bu yapı, beyinciğin
iki yarım küresi arasındaki impuls iletimini sağlar.
Duyu sinirlerinin çoğu beyne ulaşmadan önce omurilik içinde çapraz yapar. Beyinden çıkan motor sinirler ise duyu
sinirlerinden farklı olarak, omurilik soğanında çapraz yapar. Böylece beynin sağ tarafı vücudumuzun sol tarafını,
beynin sol tarafı da vücudun sağ tarafını yönetir.
Elimize iğne battığında elimizi çekeriz. Ancak parmağımızdan kan alınırken batırılan iğne canımızı acıtsa da elimizi
çekmez, bekleriz. Çünkü burada beyin devreye girer, yorum yapar, refleksi baskılar ve istemli hareket etmemizi
sağlar.
Omurilik sinirleri 31 çifttir. Bu sinirler duyu ve motor nöronları içerir. Omurilikten çıkan sinir çiftleri tüm vücuda
dağılır.
Kafa sinirleri 12 çifttir ve beyinden çıkar. Bu sinirlerin çoğu duyu ve motor nöronları içerir.Kafa sinirleri baştaki ve
gövdenin üst kısmındaki organlara dağılır. Bu sinirlerden 10. kafa siniri olan vagus siniri göğüs ve karın
boşluğundaki organlara giderek iç organların çalışmasını kontrol eder.
Somatik sinirlerin hücre gövdeleri beyin ve omurilikte bulunur. Aksonları ise iskelet kaslarına gider. Bu sinirler
konuşmak, koşmak, yazmak gibi istemli vücut hareketlerini kontrol eder.
Mide, bağırsak bezleri ve pankreas gibi bazı organlara sadece parasempatik, ter bezleri ve adrenal medulla gibi
bazı bezlere sadece sempatik sinirler bağlıdır.
Sempatik sinirler metabolik aktiviteyi arttırırken, parasempatik sinirler bu metabolik aktiviteyi yavaşlatır. İki tip
sinirin de etkisinin birbirine zıt (antogonistik) olmasının nedeni farklı nörotransmitter maddelerin
salgılanmasındandır.
Otonom sinirler çalışıyorsa beyin zarar gördüğünde dahi insan, yaşamını sürdürebilir. Bu durumda bilinçli hiçbir
davranış yapamayan birey, yaşamını bitkisel hayat dediğimiz şekilde sürdürür.
Görme, bir dizi kimyasal olaylar sonucunda gerçekleşir. Ortam serinledikçe kimyasal reaksiyonlar daha uzun
sürede meydana gelir. Bu nedenle soğukkanlı canlılar, eğer hızlı hareket eden nesneleri görmek istiyorlarsa
kendilerini ısıtmak zorundadır.
Göz merceğinin kalınlığı kirpikli cisim tarafından ayarlanır. Kirpikli cisim iris etrafında kalınlaşan damar tabaka ve
düz kaslardan oluşur. Uzaktaki veya yakındaki cisimlere bakılırken kirpikli cisim kasları kasılıp gevşeyerek merceğin
kalınlığını ayarlar.
Retinada yaklaşık 125 milyon çubuk, 6,5 milyon koni hücresi yer alır. Bunlar vücuttaki reseptörlerin yaklaşık %
70'ini oluşturur.
Retinadaki çubuk hücrelerinde bulunan ve düşük ışık şiddetinde görmeyi sağlayan pigmentlerin sayısı gece körlüğü
olan insanlarda daha azdır. Bu kişiler loş ışıkta göremezler.
Dalız ve salyangoz işitmeden; yarım daire kanalları, kesecik ve tulumcuk ise dengeden sorumludur. Orta kulaktan
sonraki ilk bölüm dalız adını alır. Dalız, iç kulağın oval pencereye bakan kısmındaki boşluktur. Oval pencereden
gelen ses dalgalarını salyangoza iletir.
Kohlear kanalın tabanını oluşturan temel zarın yüzeyinde sesin oluşturduğu titreşimlere duyarlı tüylü duyu
hücrelerini içeren Corti (Korti) organı bulunur.
Kesecik ve tulumcuk içinde kalsiyum karbonattan oluşmuş otolitler (denge taşları) ve tüylü duyu hücreleri bulunur.
Corti organında titreşen tüylerin sayısı, oluşan impuls sayısını belirler. Böylece sesin şiddeti de algılanmış olur.
Prespit olan kişilerde göz merceğinin sertleşmesi nedeniyle ışık az kırılacağından görüntü retinanın arkasında
oluşur. Bu kişiler yakını rahat göremezler. Bu kusur da ince kenarlı mercek kullanılarak giderilir.
Kasların hızlı çalışması sırasında kasta bulunan ATP kısa sürede tükenir. Bu durumda gerekli enerji kasta hazır
bulunan kreatin fosfattan sağlanır.
Kaslar dinlenme hâlindeyken mekanizma tersine işler. Kreatin, ATP'den bir fosfat alarak kreatin fosfat şekline
dönüşür. Böylece enerji, gerektiğinde kullanılmak üzere kreatin fosfatta depolanmış olur.
Ölüm katılığı denilen durumda bütün vücut kasları kasılı kalır. Çünkü kasların gevşemesi için de ATP sentezi
gereklidir.