ÜTOPYA

Transkript

ÜTOPYA
ÜTOPYA
Thomas More
Türkçesi:
Deniz Arslan
ANTİK DÜNYA KLASİKLERİ
İstanbul
2012 / Temmuz
LACİVERT YAYINCILIK
SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ.
Kültür Bakanlığı Yayıncılık
Sertifika No: 12366
Antik Dünya Klasikleri: 147
Batı Klasikleri Dizisi: 99
ISBN: 978-605-5282-25-7
Baskı ve Cilt:
Sistem Matbaacılık
Yılanlı Ayazma Sok. No: 8
Davutpaşa-Topkapı/İstanbul
Telefon: (0212) 482 11 01
Matbaa Sertifika No: 16086
İrtibat için:
Alayköşkü Cad. No: 11
Cağaloğlu / İstanbul
Yazışma: P.K. 50 Sirkeci / İstanbul
Telefon: (0212) 511 24 24
Faks: (0212) 512 40 00
Thomas More (1478 - 1535)
7 Şubat 1478’de, Londra’da doğmuştur. Eğitim için Oxford
Üniversitesi’ne girdi. Oxford’da geçirdiği 2 yılda yazmaya başladı.
Antik Yunan ve Latin edebiyatına ilgisi de bu dönemde oldu.
Daha sonra Londra’ya geri döndü ve 1496 yılında hukuk öğrenimi görmeye başladı. 1501 yılında avukat oldu. Hukuk öğrenimi
gördüğü yıllarda manastır yaşamı yaşamakta ve bir rahip olmak
isteğiyle yanıp tutuşmaktaydı. Yine de zamanla bu duygusu söndü
ve ruhu ülkesine hizmet etmek isteğiyle doldu. Bunun üzerine
1504 yılında parlementoya katıldı.
1517’de Kral’ın hizmetine girdi. Giriştiği başarılı bir diplomatik
görev ardından şövalye unvanı verildi ve yardımcı veznedar ilan
edildi. Kralın kişisel danışmanı olarak kariyeri parlamaya devam
etti. 1525’de Lancaster Düklüğü’nün bakanı oldu. Ardından Kral
Henry VIII, onu Lordlar Kamarası başkanı ilan etti. Başlarda Kralın
düşüncelerini paylaşan More, Protestanlığı eleştiren kitaplarıyla
Kral ile olan ilişkisini gerdikten sonra 1531’de Krala bağlılık yemini
etmeyi reddetti.
Daha sonra hastalığı bahane ederek 1532’de görevlerinden
ayrıldı. Kısa bir süre sonra tutuklandı. Daha sonraları Kralı kilisenin
başı olarak görmediği için ölüm cezasına çarptırıldı. 6 Temmuz
1535’de idam edildi.
ÜTOPYA
RAPHAEL HYTHLODAY’IN KUSURSUZ BİR
ÜLKENİN NASIL OLMASI GEREKTİĞİ İLE
İLGİLİ KONUŞMALARI
Büyük bir hükümdarda olması gereken tüm erdemlerle donatılmış, mağlup edilemez İngiltere Kralı VIII. Henry, yüce Kastilya
Prensi Charles ile arasında yaşanmış çok da küçük olmayan sorunlardan ötürü, ikisi arasındaki meseleleri incelemem ve yoluna koymam
için beni kendi elçisi olarak Flamanya’ya gönderdi. Yoldaşım ve
kader ortağım, Kral’ın yakın zaman önce, alkışlar arasında başpsikoposluğa atadığı Cuthbert Tonstal’dı; lâkin onun hakkında bir şey
söylemeyeceğim, bir dostun tanıklığına kuşkuyla bakılacağından
korktuğumdan değil ama, dostumun bilgisi ve erdemleri o kadar
fazla ki ona haksızlık etmekten korkarım. Şu meşhur atasözündeki
gibi “güneşi fenerle göstermeye” kalkışmadıkça, dostumun nâmı
benim övgülerime ihtiyaç duymayacak denli alıp yürümüştür. Prens
tarafından bizimle görüşmeleri için görevlendirilmiş olan heyetle,
anlaşma gereği Bruges kentinde bir araya geldik; heyet saygıdeğer
insanlardan oluşuyordu. Bruges’un Uçbeyi heyetin başkanı ve önde
gelen üyesiydi; ama içlerinde en bilge görünen ve herkes namına
•7•
Thomas More
konuşan Casselsee Belediye Başkanı George Temse idi. Fıtrat icabı
belagât sanatına hâkim olan Temse, hukukî konularda da çok bilgiliydi ve zaten varolan kapasitesi, deneyimiyle birleşince, bu konuları
büyük ustalıkla dile dökebiliyordu.
Anlaşmaya varamadığımız birkaç görüşmenin ardından, onlar
Prens’i bilgilendirmek için birkaç günlüğüne Brüksel’e giderken,
ben de işlerimiz uygun olduğundan Antwerp’e geçtim. Oradayken
ziyaretime gelenler arasında bir tanesinin gelişi beni hepsinden daha
çok memnun etti. Bu Antwerp doğumlu, son derece onurlu ve kendi
şehrinde itibar sahibi bir adam olarak bilinen Peter Giles’ti. Gerçi bu
itibar bile onun hak ettiğinden azdı, zira ben başka bir yerde ondan
daha iyi eğitimli ve daha iyi yetiştirilmiş bir genç adamın olduğuna
inanmıyorum; kendisi öyle saygın ve öyle bilgili, çevresindekilere
karşı öylesine medeni, dostlarına karşı öyle kibar ve genel olarak
öylesine canlı ve sevgi dolu bir insan ki, her bakımdan böylesine
kusursuz bir arkadaşı, belki birkaç istisna hariç, insan hiçbir yerde
bulamaz: Peter Giles olağanüstü alçakgönüllü, hiç kötülük düşünmeyen bir insan ve buna rağmen hiç kimsede onunkinden daha
sağgörülü bir gösterişliliğe rastlanamaz. Sohbeti öyle bir keyif ve
masum bir mutluluk veriyordu ki, onunla birlikte geçirdiğimiz
zaman içinde, ülkeme, karıma ve çocuklarıma duyduğum dört
aylık ayrılığın şiddetlendirmiş olduğu özlem bile azalmaya yüz
tuttu. Bir gün, şehrin en çok ziyaret edilen, ana kilisesi olan St.
Mary’s’deki ayinden dönerken tesadüfen, onu hayatının baharını
geride bırakmış bir yabancıyla konuşurken gördüm; yanık tenli,
uzun sakallı adamın üzerinde sırtına özensizce atılmış bir pelerin
vardı. Adamın görünüş ve tutumundan hareketle onun bir denizci
olduğuna hükmettim. Peter beni görür görmez, yanıma gelip, selam
verdi. Ben tam onun selamına karşılık verecekken, beni bir kenara
•8•
Ütopya
çekti ve az önce konuştuğu adamı işaret ederek, “Şu adamı görüyor
musunuz? Ben de tam onu size getirmeyi düşünüyordum,” dedi.
Ben, “Siz kefil olduğunuz sürece başımın üstünde yeri var,” diye
cevap verdim. “Bu adamı tanımış olsaydınız, ben kefil olmasam
da böyle düşünürdünüz,” dedi dostum. “Zira bilinmeyen halklar
ve ülkelerle ilgili bu adam kadar çok bilgi sahibi olan bir kişi daha
yoktur yeryüzünde. Sizin bu konularla yakından ilgilendiğinizi de
iyi biliyorum.” “O zaman,” dedim, “tahminim yanlış değilmiş, zira
ilk bakışta onu bir denizciye benzettim.” “Ama yanlışınız var,” dedi
Peter Giles, “çünkü o bir denizci olarak değil, bir gezgin, hattâ bir
filozof olarak denize açılmıştır.
“Ailesinden gelen Hythloday adını da taşıyan bu Rafael,
Latince’ye yabancı değildir, ama kendini bu dilden çok Yunancaya
adamış olduğu için, asıl olarak Yunan diline fazlasıyla hâkimdir.
Çünkü asıl tutkusu felsefedir ve Seneca ile Cicero’nun eserleri
dışında, Romalıların bize felsefe niyetine pek de kıymetli bir şey
bırakmamış olduklarını iyi bilir. Doğuştan Portekizlidir, dünyayı
gezmeyi o kadar çok istemiştir ki, mülklerini kardeşlerine bölüştürdükten sonra, Ameriko Vespucci’nin atıldığı maceraya o da atılmış
ve şu ana kadar bilinen dört yolculuğundan üçünde üzerine düşeni
yapmıştır. Yalnızca son seferlerinde onunla birlikte geri dönmemiş,
Yeni Kastilya’ya yaptıkları bu seferde ulaştıkları en uç noktada
bırakılan yirmi dört adamdan biri olmak için ondan, neredeyse
zorla, izin almayı başarmış. Ama orada bırakılmak, evine dönüp
memleketinde gömülmektense seyahat etmeyi tercih eden Rafael
açısından çok da üzücü olmamış; zaten o hep cennete giden yolun
bütün yerlerde aynı olduğunu ve mezarı olmayanların da aynı gökyüzünün altında olduğunu söyler. Ama yine de Tanrı ona karşı bu
kadar merhametli davranmamış olsa, bu düşünce yapısı ona pahalıya
•9•
Thomas More
mâl olacaktı; zira beş Kastilyalıyla birlikte birçok ülkeyi dolaştıktan
sonra, nihayet talihin garip bir cilvesi sonucu, Seylan’a ve oradan
da Kalküta’ya ulaşıp, burada büyük bir mutluluk içinde limandaki
Portekiz gemilerini görmüş. Sonuç olarak kimse beklemediği halde
nihayet ülkesine dönebilmiş.”
Peter bunları bana anlattığında, sohbetinin son derece makbûl
olacağını bildiği bir adamı bana tanıştırma inceliği gösterdiği için
ona teşekkür ettim ve bunun ardından Rafael’le birbirimizi kucakladık. Yeni tanışan iki yabancı açısından alışıldık olan bu nezaket
gösterilerinin ardından, hep beraber benim evime gittik ve bahçede
bir banka oturup konudan konuya atlayarak laflamaya koyulduk.
Rafael bize, Vespucci yeniden denize açıldıktan sonra, o ve yoldaşlarının Yeni Kastilya’da kaldığını, zaman içinde yöre halkının
sevgisini kazandıklarını, sık sık görüşmeye başladıkları halka gayet
kibar davrandıklarını anlattı. Öyle ki en sonunda onlarla birlikte
hiç korkmadan yaşamaya başladıkları gibi, halkla dostça ilişkiler
kurup, adını ve ülkesini unuttuğum prensin kalbini kazanmayı
bile başarmışlar; prens onlara gereken her türlü konforu sağlamakla kalmamış; deniz seyahatleri için tekneler, kara seyahatleri
için de arabalar tahsis etmiş. Parlak zekâlarını başkaları da görsün
diye, yanlarına sadık bir mihmandar katıp onları diğer prenslere de
göndermiş tanışmaları için. Böylece Rafael ve arkadaşları, günlerce
süren yolculukların ardından hepsi de gayet iyi yönetilen, bayındır
kasaba ve şehirlere, krallıklara konuk olmuşlar.
Ekvator çizgisinin altında, her iki tarafta da güneşin uzanabildiği her yerde, güneşin dinmek bilmeyen sıcağına kavrulan devasa
çöller varmış; toprak kuru, üzerindeki her şey kasvet içinde ve tüm
mekânlar ya bütünüyle ıssız, ya da vahşi hayvanlar ve yılanlarla
yahut vahşilikte ya da acımasızlıkta onlardan farkı olmayan insan-
•10•
Ütopya
larla doluymuş. Ama yollarına devam ettikçe, yepyeni bir ortam
belirmiş Rafael ve arkadaşlarının gözlerinin önünde, her şeyin daha
ılımlı hale geldiği, havanın daha az yakıcı, toprağın daha verimli
ve hayvanların bile daha az vahşi bir hale büründüğü bir ortammış
bu. Ve en sonunda, kendi aralarında ya da komşularıyla ticaret
yapmakla kalmayıp, deniz ve kara yoluyla son derece ücra ülkelerle
de ticarî ilişkiler kurmuş olan ülkeler, kasabalar ve şehirler görmüşler. Burada birçok ülkeyi görme fırsatı bulmuşlar, zira bir şekilde
denize açılıp da muhabbetle karşılanmadıkları bir gemi yokmuş.
İlk gördükleri gemilerin tabanı düz, yelkenleri hasır ve kamışla
örülüymüş, sadece bazıları deridenmiş; ama daha sonra, omurgaları
yuvarlak ve yelkenleri yelken bezinden imal edilmiş, her bakımdan
bizim gemilerimize benzeyen, mürettebatının da hem astronomiden
hem de denizcilikten anladığı gemilerle karşılaşmışlar. Rafael, o ana
kadar haberdar olmadıkları mıknatısı nasıl kullanacaklarını onlara
öğreterek özellikle gözlerine girmiş. Önceleri yalnızca yaz aylarında
ve tedbiri hiç elden bırakmaksızın denize açılırken; şimdi mıknatısa
bel bağlayarak kendilerine fazla güvenir, mevsimler arasında ayrım
yapmaz olmuşlar. Öyle ki aslında çok işlerine yarayacak olan bu
keşfin, kendi tedbirsizlikleri yüzünden başlarına bela açacağından
korkmaya başlamış Rafael.
Bununla birlikte Rafael gittiği yerlerde gördüğü her şeyi bize
anlatırsa bunun çok uzun süreceğini, mevcut amacımızdan büyük
oranda sapacağımızı söyledi. Medenileşmiş uluslar arasında gözlemlediği o bilgece ve ihtiyatlı tutumlarla ilgili anlatılması gerekenleri
belki daha uygun bir zamanda bizimle paylaşabilirdi. Ona tüm bunlarla ilgili birçok soru sorduk ve o da hepsine gayet istekli cevaplar
verdi. Artık herkesin haberdar olduğu canavarlarla ilgili ise fazla bir
şey sormadık; zira aç kurt ve köpeklerle, acımasız yamyamlarla ilgili
•11•
Thomas More
hikâyeleri her yerde duyabilirsiniz; asıl ilginç olan doğru düzgün
yönetilen ülkelerin hikâyelerini duymaktır.
Bize hem bu yeni keşfedilen ülkelerde yanlış giden şeyleri, hem
de kendi sorunlarımızı düzeltmek için örnek olabilecek uygulamaları
anlatırken gayet eliaçık davrandı, ama daha önce söz verdiğim gibi
bunları başka bir zaman anlatabilirim. Zira, şu anda, ben sadece
onun Ütopyalıların tutum ve yasalarıyla ilgili bize söylediklerini
anlatma niyetindeyim. Ama önce lafın nasıl olup da bu ülkeye
geldiğini anlatayım. Rafael bu uluslarla bizim aramızdaki ortak
sorunlarla ilgili müthiş yargılarda bulunduktan, hem burada hem
oradaki bilgece kurumlardan söz ettikten, gittiği her ülkenin gelenek
ve yönetilme biçiminden, sanki bütün hayatını orada geçirmişçesine ayrıntılı bilgiler verdikten sonra; hayranlık içinde kalan Peter,
“Rafael, nasıl oldu da bir kralın hizmetine girmediniz şaşırıyorum;
zira hiç birinin buna karşı koyacağını sanmam, gerek insanlar,
gerek nesneler hakkındaki eğitim ve bilgi düzeyiniz öyle yüksek
ki, onların iyi vakit geçirmesini sağlamakla kalmaz, vereceğiniz
örnek ve tavsiyelerle onlara büyük fayda da sağlarsınız. Böylelikle
hem kendiniz için bir şey yapmış olursunuz, hem de dostlarınıza
faydanız dokunmuş olur,” dedi. “Dostlarım açısından,” dedi Rafael,
“fazla endişelenmeme gerek yok, çünkü üzerime düşeni yaptım.
O zamanlar hem sağlığım yerindeydi, hem de genç ve körpeydim.
Elimde avucumda ne varsa, tüm bunlardan dostlarım ve akrabalarım
da nasiplerini aldılar zaten. Oysa başka insanlar yaşlanıp hastalanana
kadar bunlardan ayrılamazlar ve ancak o zaman, artık tadını çıkaramayacakları için, gönülsüz de olsa bunlardan kopmak zorunda
kalırlar. Bana kalırsa dostlarım bununla yetinmeli ve onlar adına
herhangi bir kralın kölesi olmamı falan benden beklememeliler.”
•12•
Ütopya
“Gayet güzel!” dedi Peter; “Ben de zaten bir kralın kölesi olmanız gerektiğini kast etmiyorum, sadece onlara yardım edebilir ve
işlerine yarayabilirdiniz.” Rafael, “Hangi kelimeyi seçtiğiniz asıl
meseleyi değiştirmez,” dedi.
“Ama nasıl ifade ederseniz edin,” dedi Peter, “hem özel olarak
dostlarınıza hem de kamuya daha faydalı olabileceğiniz ve kendinizi de daha mutlu kılabileceğiniz başka bir yöntem bilmiyorum.”
“Mutlu mu?” diye karşılık verdi Rafael. “Hislerime aykırı davranarak nasıl mutlu olabilirim ki? Ben şu anda istediğim gibi yaşıyorum, ki bana kalırsa pek az saray mensubu bunu söyleyebilir.
Ayrıca kodamanların gözüne girmek isteyen o kadar çok kişi var
ki, benimle ya da huyu bana benzeyen başkalarıyla uğraşmamak
onlar açısından büyük bir kayıp olmayacaktır.”
Bunun üzerine ben devreye girdim: “Anlıyorum ki Rafael, ne
ün ne de zenginlik peşindesiniz ve ben bu dünyanın kodamanlarındansa sizin gibi insanlara daha çok değer veriyor ve hayranlık
duyuyorum. Ama yine de, zamanınızı ve zekânızı devlet işlerine
vakfederseniz, bu sizi rahatsız hissettirecek bile olsa, sizinki gibi
cömert ve felsefeye yatkın bir ruhun çok büyük faydalar sağlayacağı kesindir. Ayrıca bunu yapmanın en iyi yolu da büyük bir
hükümdarın danışma meclisine girip onu soylu ve adil politikalar
uygulamaya sevk etmek olsa gerek. Zaten böyle bir görevde olsanız
tam da bunu yapacağınıza hiç şüphem yok. Zira iyilik de kötülük
de, tıpkı sonsuz bir pınar gibi hükümdardan çıkıp halkına ulaşır.
Bu konuda hiç tecrübeniz, engin bilginiz ya da eğitiminiz olmasaydı
dahi, sırf deneyimleriniz bile sizi tüm kralların arayıp da bulamadığı
türden bir danışman kılmaya yeterdi.”
“İki kere yanılıyorsunuz Bay More,” dedi Rafael, “hem benim
hakkımdaki görüşlerinizde, hem de bu işlerle ilgili yargılarınızda.
•13•
Thomas More
Zira ben sizin düşündüğünüz kadar ehil biri değilim, bu yüzden
dediğinizi yapmış olsam, benim huzurumu bozmuş olmamın halka
en ufak bir yararı dokunmaz. Öyle ki birçok hükümdar kendilerini barış zamanı yapılacak işlerden çok savaş işlerine vakfeder ve
benim de bu konularda ne bilgim, ne de hizmet etmeye isteğim
var. Bu hükümdarlar genel olarak sahip olduklarını iyi yönetmekten çok, haklı ya da haksız nedenlerle, yeni ülkelere sahip olmakla
ilgilenirler ve bunların çevresindeki devlet adamları da o kadar
bilgedir ki hiç birinin yardıma ihtiyacı yoktur; yani kendilerini
öyle sandıkları için yardıma da ihtiyaçları olmadığını düşünürler.
Aralarına birini alacak olsalar bile, sırf hükümdara dalkavukluk
edip, onu övgülere boğarak hükümdarın kişisel gözdesi haline
gelecek birini tercih ederler. Zira tabiatımız gereği hepimiz övülmeyi ve kendi fikirlerimizden memnuniyet duyulmasını isteriz:
Bilirsiniz, kuzguna yavrusu şahin görünürmüş. Şimdi, diğerlerine
hasetle bakan ve sadece kendini beğenen kişilerden oluşan böyle
bir sarayda, insan tarih kitaplarından bildiği ya da seyahatlerinde
öğrendiği bir şeyi ortaya attığı zaman, diğerleri hemen kendi bilgelik ve itibarlarının tehlikeye gireceğini ve bu öneriye bir kusur
bulamazlarsa kendi çıkarlarının zarar göreceğini düşünürler. Eğer
hiçbir şey işe yaramazsa, ‘atalarımız bunu böyle yapardı ve bizim
açımızdan da yapılacak en iyi şey bunun aynısını tekrarlamaktır’
bahanesine sığınırlar. Sonra da bunun söylenmesiyle birlikte mesele
tamamıyla halledilmiş gibi ve herhangi birinin atalarından daha
bilgece bir şeyler ortaya atma ihtimali çok büyük bir tehlikeymiş
gibi davranırlar. Bir yandan da geçmişten miras kalan birçok güzel
şeyden gönüllü olarak vazgeçtikleri halde, onlardan daha iyisi teklif
edildiğinde, inatla bu geçmişe saygı bahanesine sığınırlar. Bu kibirli,
aksi ve saçma sapan akıl yürütme biçimi birçok yerde karşıma çıktı,
hatta bir keresinde de İngiltere’de.”
•14•
Ütopya
“Bulundunuz mu orada?” diye sordum. “Evet bulundum ve
birkaç ay da kaldım,” dedi Rafael ve devam etti:
“Birçok yoksulun katliama uğradığı Batı’daki isyandan kısa bir
süre sonra oradaydım. O dönem için, Canterbury Başpsikoposu,
Kardinal ve İngiltere Başbakanı olan muhterem rahip John Morton’a
çok şey borçluyum.
“Peter (size anlatıyorum zira Mr. More bahsettiğim kişiyi çok
iyi tanıyor), Psikopos üstün karakteriyle olduğu kadar bilgeliği
ve faziletleriyle de her türlü saygıyı hak eden bir adamdı. Orta
boyluydu, yılların etkisi onu yıpratmamıştı. Görünüşü korkudan
çok saygı hissi uyandırıyordu. Hoşsohbetti, ama ciddi ve ağırbaşlıydı. Kimi zaman işi için makamına gelenleri, terbiye sınırlarını
aşmadan bir sınava çeker ve böylece onların ruh ve kafa yapısını
keşfederdi. Hele de karşısındaki kişi, tıpkı kendisi gibi yüzsüzlük
sınırını aşmayan bir kişiyse bilhassa memnun olur ve devlet işlerinin en çok da böylesi insanlara göre olduğunu düşünürdü. Sözleri
zarif ve tesirliydi. Hukuk konusunda özellikle yetenekliydi; birçok
konuyu çok iyi anladığı gibi müthiş de bir hafızası vardı. Doğanın
ona bahşettiği bu mükemmel yetenekleri çalışma ve tecrübe yoluyla
geliştirmekten de geri kalmamıştı. Ben İngiltere’de iken Kral büyük
ölçüde danışmanlarının söyledikleri doğrultusunda hareket ediyordu
ve hükümet yönetimi de Kardinal’in elinde gibi görnüyordu. Zira
gençliğinden bu yana devlet işleri konusunda deneyim kazandığı
ve feleğin çemberinden çok kereler geçtiği için, tabii ki birçok
fedekârlığa katlanmak suretiyle sonsuz bir bilgeliğe sahip olmuştu
ve böylesine zorlu yollardan geçerek elde ettiği bu bilgelikten kolay
kolay vazgeçecek değildi.
“Onunla akşam yemeği yediğimiz bir gün, masamızdaki şu
İngiliz avukatlardan biri, o dönem hırsızlara karşı verilen ağır ceza-
•15•
Thomas More
lardan müthiş bir övgüyle söz etmeye koyuldu. ‘O kadar çok hırsız
infaz ediliyordu ki, kimi zaman bir darağacına yirmi tanesi birden
asılıyordu!’ Sonra aynı adam, ‘Merak ediyorum,’ dedi, ‘pek azı
adalatten kaçabildiği halde neden hâlâ sağı solu soyan bu kadar çok
hırsız var etrafta.’ Ben bunun üzerine, Kardinal’in masasında izin
almaksızın konuşma cüretinde bulunarak, ‘Bunda merak edilecek
bir şey yok,’ dedim. ‘Zira hırsızları bu şekilde cezalandırmak ne
adilane, ne de halkın yararına olan bir şey. Ceza hem çok ağır, hem
de o ölçüde etkisiz; öyle ki basit bir hırsızlık bir insanın canını alacak
kadar ağır bir suç olmadığı gibi, karınlarını doyurmak için başka
çaresi olmayan bu insanları caydırmaya da yetmiyor. Bu konuda,
yalnızca İngiltere’de siz değil, dünyanın birçok ülkesindeki insanlar
da, öğrencilerine ders vermekten çok onları cezalandırmayı tercih
eden öğretmenler gibi davranıyorlar. Hırsızlara korkunç cezalar
vermek yerine insanların yaşamını kolaylaştıracak ve onları canları
pahasına hırsızlık yapmaktan alıkoyacak önlemleri almak çok daha
iyi olurdu.’
“Adam bunun üzerine, ‘Bu konuda zaten gereken yapılıyor,’
dedi. ‘Bu insanlar yoldan çıkmaya meyilli olmasalar, hayatlarını
kazanabilecekleri bir zanaât edinebilir ya da çiftçilikle uğraşabilirler.’ Ben bunun üzerine, ‘Bu dedikleriniz bir işe yaramaz,’ deyip
devam ettim: ‘Çünkü bunların birçoğu en son Kelt isyanlarında ve
bundan önce Fransa ile yaptığınız savaşlarda uzuvlarını kaybetmiş
ve kralları uğruna, ülkeleri için sakat kalmış insanlar. Bu yüzden
eski zanaâtlarını icra edemedikleri gibi, yenilerini öğrenmek için de
çok yaşlılar. Hadi, savaşlar belirli aralıklarla ve rasgele gerçekleşen
olaylar olduğu için bunları bir yana bırakalım. Sizin gibi soylular
arasında da tıpkı birer parazit gibi yaşayan, gelirlerini artırmak
için başkalarının, soyup soğana çevirdikleri kiracılarının sırtından
•16•
Ütopya
geçinenler yok değil. Ellerinde bu olanak olmasa savurganlıkları
yüzünden dilenciliğe kadar düşecek olan böylelerinin tasarruftan
anladıkları tek şey de bu. Ama bu yetmezmiş gibi, hayatlarını kazanabilecekleri hiçbir sanatları olmayan birçok aylağı da kendileri
gibi yanlarında taşıyorlar. Ve bunlar efendileri ölünce ya da bizzat
kendileri hastalanınca kendilerini kapının önünde buluveriyorlar.
Zira siz efendiler, hasta bir insana bakmaktansa aylak birini beslemeyi tercih edersiniz ve halefler genellikle selefleri kadar büyük bir
aileyi bir arada tutmakta güçlük çekerler. Şimdi bu kapının önüne
konulanların midesi ne kadar boşsa, hırsızlık iştahları da o kadar
büyük oluyor. Zaten başka ne yapabilirler ki? Sağda solda dolaşa
dolaşa, hem sağlıkları, hem giysileri yıpranır ve pejmürde, hırpani
bir hale bürünürler. Soylular onların suratına bile bakmazken,
onların aylaklığa ve sefaya düşkünlüğünü, bir zamanlar elinde
kılıç-kalkanla caka satıp, çevrelerindekilere bütün küstahlıklarıyla
tepeden bakarak fink attıklarını unutamamış olan yoksullar ise buna
cesaret edemezler, çünkü bu insanların kazma-kürek tutmayı bile
bilmediklerini ve yoksul bir adamın vereceği yevmiye ile yemeğin
onları tatmin etmeyeceğini iyi bilirler.’
“Adam bunun üzerine, ‘Tam da böylesi adamların varlığından
ötürü sevinç duymalıyız, zira ihtiyacımız olan orduların nüvesini
işte böyle adamlar teşkil ediyor; bunlar, çiftçi ve tüccarlar gibi
değildirler, doğuştan yiğit ve coşkulu adamlardır,’ diye karşılık verdi.
“Ben de ona şu cevabı verdim: ‘O zaman pekâlâ savaşlar uğruna hırsızlara da değer verebilirsiniz, çünkü birine sahip oldukça
diğerinin eksikliğini asla hissetmeyeceksiniz. Nasıl ki soyguncular
kimi zaman yiğitçe çarpışan birer askere dönüşürse, bazı askerler
de aynı şekilde cesur birer soyguncu haline gelirler, bu ikisinin
arasındaki sınır işte bu kadar incedir. Tabii diğer yandan, çok sayıda
•17•
Thomas More
hizmetkâra sahip olma geleneği de bu ülkeye özgü bir durum değil.
Fransa’da çok daha belalı bir güruh var mesela, çünkü bütün ülke
barış zamanında da (eğer böylesi bir duruma barış denilebilirse
tabiî) bakılıp beslenen askerlerle dolu. Siz o soyluların etrafındaki
aylakçı takımının neden beslenmesi gerektiğini düşünüyorsanız,
bunlar da o nedenle besleniyorlar. Yani, kamu güvenliği açısından
bir ordunun sürekli hazır tutulması gerektiğini öne süren o sözde
devlet adamı bakışı yüzünden. Eğitimsiz adamlara güvenilmeyeceğini düşünüyor ve kimi zaman sırf bu askerleri gırtlak kesmek
konusunda eğitebilmek için ya da Sallust’un dediği gibi, ‘adamların
eli kolu paslanmasın diye’ savaş çıkarmak için bahane arıyorlar. Ama
Fransa bu canavarları beslemenin ne kadar tehlikeli bir iş olduğunu
yaşayarak öğrendi. Her daim hazır tutulan böylesi orduların gadrine uğramış ve onlar tarafından harap hale getirilmiş olan Roma,
Kartaca ve Suriye’nin yanısıra diğer birçok ülke ve şehrin akıbeti
herkese ders olmalı. Fransızların bu tutumunun anlamsızlığını
aslında, bu talimli askerlerin sizin eğitimsiz askerleriniz karşısında
bile çoğu zaman başarısızlığa uğraması da açıkça gösteriyor, ama
bu konuda fazla konuşmayacağım, zira bu sefer de İngilizleri övdüğümü düşünebilirsiniz.
“Günlük deneyimlerimiz bize gösteriyor ki hem şehirlerdeki
zanaât sahipleri, hem de köylerdeki çiftçiler bu aylak adamlarla
savaşmaktan korkuyorlar; yeter ki vücutlarının bir uzvunu kaybetme talihsizliğine uğramamış ya da bir parça ekmeğe muhtaç
olacak denli yoksullaşmamış olsunlar. Bu bakımdan, rahatlığa
alışıp güçten düşmüş ve kadınsı yaşam tarzları yüzünden gitgide
yumuşamış olan bu kalıplı ve güçlü adamlar (zira soylular onları
kendilerini şımartsınlar diye beslerler), iyi bakılıp beslenselerdi
harekete geçmeye daha az yatkın olurlardı diye korkmanıza gerek
•18•
Ütopya
yok. Ayrıca bir savaş çıkacak diye de -ki istemediğiniz sürece savaşa
tutuşmazsınız- bu kadar çok adamı beslemek bana hiç de mantıklı
görünmüyor. Zira bunlar savaştan daha çok önemsenmesi gereken
barış zamanında daima bir huzursuzluk kaynağı olurlar. Ama bu
hırsızlıklarının tek nedeninin bu olduğunu da düşünmüyorum;
İngiltere’ye özgü bir neden daha var.’
“‘Nedir o?’ dedi Kardinal. ‘Küçükbaş hayvanlarınız,’ dedim.
‘Normalde son derece iyi huylu ve zahmetsizce beslenen bu hayvanlar şimdilerde öyle doymak bilmez hale geldiler ki, sırf köylerde değil
şehirlerde bile bıraksanız bizzat insanları yiyecekler. Zira krallığın
herhangi bir köşesinde, o yörede otlanan koyundan elde edilen
yünün normal yünden daha yumuşak olduğu ve daha pahalıya
satıldığı duyulmayagörsün; o yörenin soyluları ve din adamları, o
uhrevi dünyanın mensupları bile, zevk ve sefa içinde sürdürdükleri
yaşamlarıyla halka hiçbir faydalarının dokunmaması yetmezmiş gibi,
çiftliklerinin kira gelirleriyle yetinmeyip hayvancılığa yönelmeye
karar veriyorlar. Ekip biçmeyi bırakıyorlar ve koyunlarının otlayacağı
meralar açmak için evleri ve şehirleri yok ediyorlar. Sadece kiliseler
ayakta kalıyor. Sanki parklar ve ormanlar yeterince yer kaplamıyormuş gibi, bu kıymetli yurttaşlarınız mevcut yerleşim yerlerini
de insandan arındırıyorlar. Çünkü, ülkesinin sırtına yapışmış bir
kene olan tatminsiz zavallının teki, binlerce dönümlük bir toprağı
mera haline getirmeye karar verdiğinde; sadece kiracıların değil
mülk sahiplerinin mülkleri de hileyle ya da zorla ellerinden alınıyor
ya da bu insanlar bunları verimli biçimde kullanamadıkları için
mülklerini satmak zorunda kalıyorlar. Böylece kadını erkeği, evlisi
bekarı, genci yaşlısıyla, sayısız insan, yoksul ve geniş aileleriyle (zira
çiftçilik kol gücü gerektiren bir iştir) nereye gideceklerini bilmeden
ortada kalakalıyorlar. Eşyalarını yok pahasına satıyorlar ve buradan
•19•
Thomas More
kazandıkları o azıcık para da kısa zaman içinde suyunu çekince,
çalmaktan ve darağacına gitmekten (ne kadar adilane olduğunu
da Tanrı bilir ya!) ya da dilencilikten başka ne çareleri kalıyor ki?
Zaten ikinciyi yapıp başıboş birer serseri olmaları halinde sonları
hapishane olacak. Çalışmak isteyenler de iş bulamıyor, çünkü ülkede
ekip biçilecek toprak kalmadığı için bu adamların tek bildiği iş olan
çiftçilik de geçer akçe olmaktan çıkmış durumda. Koca bir çayırda
yayılan koyun sürüsüne tek bir çoban gözkulak olabilir. Oysa aynı
çayırda ekilip biçiliyor olsaydı birçok insanın kol gücüne ihtiyaç
duyulacaktı. Bu yüzden, birçok yerde yiyecek fiyatları yükseliyor.
Aynı şekilde yünün fiyatı da arttığı için, normalde kendi giysilerini
kendileri dikmeyen yoksul halk artık kendine giysi satın alamıyor ve
bu da birçoğunu daha da aylak hale getiriyor. Zira, küçükbaş hayvan
sayısının artmasından sonra Tanrı sürü sahiplerinin açgözlülüğünü
koyunlara bulaşan bir hastalıkla cezalandırdı ve birçok hayvan bu
yüzden telef oldu -bu salgın hayvanlara değil de sahiplerine bulaşmış
olsa bizim açımızdan daha iyi olurdu ya neyse. Haydi diyelim ki
koyunların sayısı artmaya devam etsin, yün fiyatı yine de düşmez;
çünkü tek kişinin güdümünde olmadıkları için tekel denemese
bile, sayıları çok az ve hepsi de çok zengin olan bu sürü sahipleri,
ürünlerini istedikleri zaman satma özgürlüğüne sahiptir ve bunlar
fiyat istedikleri orana yükselene kadar bekleyebilirler. Ayrıca köyler
dağıldığı, çiftçiler de gözden çıkarıldığı için büyükbaş hayvan türleri
de artık çok değerlidir ve hiç kimse bunların yetiştiriciliğiyle meşgûl
olmaz. Zenginler büyükbaşa hayvanlarlara, koyunlarla uğraştıkları
gibi uğraşmak yerine, onları körpeyken düşük bir fiyata satın almayı
tercih ederler. Sonra bu hayvanları kendi otlaklarında semirtip, daha
yüksek fiyata yeniden satarlar. Ve bana sorarsanız, henüz bunun
neden olacağı sorunların hepsini görmüş de değiliz. Eğer pahalıya
satılan bu hayvanlar, bunları büyüten insanların yetişemeyeceği
•20•
Ütopya
kadar hızlı satılırlarsa, hayvan sayısı azalacak ve bu da bir hayvan
kıtlığına neden olacaktır. Bunun sonucunda, bu kulunuzun gözüne
dünyanın en mutlu ülkesiymiş gibi görünen bu güzel ada, birkaç
açgözlünün yüzünden çok acılar çekecektir. Ayrıca, yiyecek fiyatlarının artması birçok aile reisinin besleyebileceği insan sayısının
da azalmasına neden olur ve kapının önüne konulan bu talihsiz
insanların dilenmekten ve hırsızlıktan başka bir çaresi kalmaz. Bu
yoksulluğun bir başka nedeni de lükse olan düşkünlük. Yalnızca
soylular değil, tüccarlar, çiftçiler ve her kesimden insan arasında,
aşırı gösterişli giysilere ve pahalı yiyeceklere düşkün o kadar çok
insan var ki. Ayrıca her türlü rezilliğin döndüğü o genelevlerinizin
yanısıra birçok meyhane ve birahaneniz var, bir de bunlara uğruna
su gibi para harcanan zar, iskambil ve masa oyunlarını, top ve halka
oyunlarını ekleyin; bunlara alışmış olan adamın bir noktada soyguna
başvurmaktan başka çaresi kalmayacaktır. Bu musibetleri yasaklayın
ve insanların evlerini ellerinden alan o kişilere yıktıkları köyleri
yeniden inşa etmeleri ya da ellerindeki toprakları buna uygun olacak şekilde geri vermeleri için emir verin. Zenginlerin tekelcilikten
beter olan bu satın almalarını kısıtlayın. Aylaklığa fırsat vermeyin.
Tarımın yeniden düzene girmesini ve yün üretiminin kurala bağlanmasını sağlayın ki; açlıktan hırsızlığa yönelen bu başıboş insan
sürüsü yeniden iş bulabilsin. Bu yapılmazsa, şimdi sadece zararsız
birer serseri ya da işe yaramayan birer hizmetçi olan insanlar da en
sonunda hırsızlık çaresine başvuracaktır. Eğer bu kötülüklere bir
çare üretemiyorsanız, hırsızlığı en sert biçimde cezalandırmakla
övünmenin hiçbir anlamı olmaz. Görünüşte adaletli olsa da, bu
cezalandırma biçimi ne adil, ne de yararlıdır. Eğer halkınızın eğitimisizliğinden ve çocukluktan bu yana yol yordam bilmemesinden
şikâyetçi iseniz, onları bu ilk eğitimin neden olduğu suçlardan ötürü
•21•
Thomas More
cezalandırın; oysa sizin yaptığınız, önce onları hırsızlığa zorlamak,
sonra da bundan ötürü cezalandırmak.’
“Ben bunları anlatırken hukuk adamı olan muarızım, bana bir
cevap hazırlamıştı ve tüm söylediklerimi, sanki asıl dava konusu
olan insanın belleğiymişçesine, aynı fikirlerin sürgit tekrarlandığı
bir münazara havası içinde çürütmeye kararlıydı. ‘Gayet güzel
konuştunuz,’ dedi, ‘ama bir yabancı olarak bizimle ilgili bilgilerinizin biraz kulaktan dolma olduğunu söylemeliyim. Ama şimdi
söylediklerinizi sırayla tek tek ele alarak meseleyi sizin için açıklığa
kavuşturacağım. Siz de bunun sonucunda bizim meselelerimizle
ilgili bilgisizliğiniz yüzünden yanıldığınızı görecek ve tüm sorularınıza bir cevap almış olacaksınız. Şu halde hemen başlayayım.
Söylediğiniz dört şey vardı…’
“‘Durun bir dakika!’ dedi Kardinal bunun üzerine. ‘Bu iş çok
uzun sürecek, o yüzden, eğer Rafael ve siz müsaitseniz, sizi bugünlük
cevap verme zahmetinden kurtaralım ve bu cevap faslını yarınki
görüşmemize erteleyelim.’ Sonra bana döndü: ‘Ama Rafael, hırsızlığın neden idamla cezalandırılmaması gerektiğine inandığınızı
gerçekten merak ediyorum. Buna izin vermeyi mi yeğlersiniz? Ya da
halkın daha çok işine yarayacak başka bir ceza mı düşünüyorsunuz?
Öyle ya, ölüm cezası bile hırsızlığın önüne geçemiyorsa, hayatlarının tehlikede olmadığını bilirlerse, hangi güç bu hasta adamları
yolundan alıkoyabilir ki? Bırakın caymayı, cezanın hafifletilmesini
daha çok suç işlemeye yönelik bir davet olarak göreceklerdir.’
“Kardinal’e, ‘Azıcık para çaldı diye bir adamın hayatını elinden
almak bana hiç adil görünmüyor, zira bu dünyada insan hayatından
daha değerli bir şey yoktur,’ deyip şöyle devam ettim:
“‘Yok eğer para çaldığı için değil, yasayı çiğnediği için cezalandırılıyor derseniz, ben de aşırı adaletin de zarar olduğunu söylerim.
•22•

Benzer belgeler