1453 Dergisi 14. Sayı

Transkript

1453 Dergisi 14. Sayı
SAYI 14 / 2012
BU BİR SÜRELİ YAYINDIR
YÖNETİM
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi
Ahmet SELAMET
Genel Yayın Yönetmeni
Sabri DERELİ
Yayın Danışma Kurulu
Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI,
Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ,
Doç. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU
Yayın Koordinatörü
Fatih YAVAŞ
YAYIN
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Alper ÇEKER
Yayın Kurulu
Yaylagül CERAN, Fatih DALGALI, Salih DOĞAN, Betül EREN, Esra ERKAL,
İhsan KABİL, Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN,
Nurten ŞAFAK TOPCU, Müjdat ULUÇAM, Altay ÜNALTAY
Sanat Yönetmeni
Aydın SÜLEYMAN
Grafik Tasarım
Şükran KUMRAL
Fotoğraflar
Alp ESİN, Bahadır Emre BOZKURTLAR, Kürşat BAYHAN, Mehmet DEMİRCİ
Reklam Koordinatörü
Mustafa YALMAN
Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili)
İletişim
[email protected]
YAPIM
KÜLTÜR A.Ş.
Baskı - Cilt
Seçil Ofset
(0212) ...........
Renk Ayrımı / CTP
........
Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur.
Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir.
Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI
İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş.
Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri
34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL
BAROK MÜZİK
AKIMININ
OSMANLIDAKİ
ve ITRİ’NİN
OSMANLI
ESTETİĞİ ve
MUSIKİSİ
YAŞARKEN
TARİHİ
HİSSETMEK
ESERLERİNDEKİ
YANSIMALARI
Veysel DALSALDI
Dr. Gönül PAÇACI
SALTANATLI
TEKBİR’DEN
SEHL-İ MÜMTENİ
SALÂT-I
ÜMMİYYE’YE
BUHÛRÎZÂDE
MUSTAFA ITRÎ
EFENDİ
CÂMİ VE TEKKE
MUSIKÎSİ
ÜZERİNE
Ruşen Ferid
Çeviriyazı:
Fatih DALGALI
38
34
Dr. Nurullah KOLTAŞ
RESSAM
HÜSNÜ TENGÜZ
MÜZİĞİN
ÇELEBİSİ
NEZİH UZEL’İN
ARDINDAN
MEHMET BARLAS İLE
SÖYLEŞİ
(1875 - 1950) ve
“BAYRAM
HEDİYESİ”
Metin ÖZTÜRK
Söyleşenler:
Ömer OSMANOĞLU,
Fatih DALGALI
68
Ömer F. ŞERİFOĞLU
62
AJANDA
77
İSTANBUL MEKÂN
78
54
Prof. Dr. Mustafa İ. UZUN
46
ITRÎ MUSTAFA
EFENDİ
26
10
16
Dr. Evren KUTLAY
TAKDİM
İstanbul’da romanlara, filimlere konu olmuş çok canlı bir müzik kültürü vardır.
Salonu’nda Türk ve Batı müziğinin seçkin örneklerini kültür-sanat mevsimi bo-
Bir zamanlar bu şehirde tekkeler Mevlevi Ayinleri ile, saray incesaz ile, sokaklar
yunca dinleyicilere sunuyoruz.
laternalar ile, konaklar da musıki meclisleri ile yankılanırdı. İstanbullular sabah
Son yıllarda bir dünya şehri hüviyetine kavuşan İstanbul’da kamu kurumlarının
namazına Mehter Takımının vurduğu növbetle kalkardı.
dışında da önemli müzik etkinlikleri gerçekleştiriliyor. Kentimizde düzenlenen
İstanbul’un kilise ve sinagoglarında bile halen Türk musıkisinin makamları ile bes-
müzik festivalleri dünyanın önde gelen gruplarını ağırlıyor.
telenen ilahiler okunur. Zaten repertuvarımızın bir bölümü şehrimizin gayrımüs-
Bu kadar renkli bir müzik yaşantısının yanında UNESCO’nun 2012’yi Itri yılı ilan
lim bestecileri tarafından bestelenmiştir.
etmesi üzerine, İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak 1453 İstanbul Kültür ve
Mevlevi Ayini, Miraciye, Regaibiye, Enderun Teravihi gibi geleneksel dini musıki
Sanat Dergisi’nin bu sayısını müziğe ve büyük Türk bestecisi Itri’ye ayırdık.
öğeleri İstanbul’da halen yaşatılmaktadır. 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak dergimize yazıları ile katkıda bulu-
etkinlikleri kapsamında Beyoğlu’nda bir gece sürpriz bir biçimde şehrimizi ziyaret
nan değerli araştırmacılara ve yayında emeği geçen mesai arkadaşlarıma teşek-
edenleri laterna konseri ile buluşturduk. Bununla birlikte Cemal Reşit Rey Konser
kürü borç bilirim.
SUNUŞ
Kültür A.Ş. olarak her sayısı merakla beklenen 1453 İstanbul Kültür ve Sanat
yesi Kültür A.Ş. olarak, Prof. Dr. Mustafa Uzun ve Doç Dr. Nuri Özcan tarafından
Dergisi’ni içerik ve biçim konusunda düzeyini koruyarak, yeni bir formatta sizle-
derlenen ve on kadar akademisyenin çalışmasından oluşan Itri hakkındaki bir
re takdim ediyoruz. Bu tip yenilikler algıyı diri tutar ve ilgide devamlılığı sağlar.
kitabın yayın hazırlığı içindeyiz.
Bununla birlikte dergimizin geleneksel değerlerini sürdürmeye devam ediyoruz.
Itri ve Türk müziği alanındaki çabalarımız, dergimizin yeni sayısında yer verdiği-
Her yıl Türk kültürünün büyük bir ismini gündeme getiren UNESCO, 2012’yi Itri
miz birbirinden ilginç makalelerle devam etmektedir. Yine de Tekbir ve Salat-ı
Yılı ilan etmiştir. Okurlarımızın yakından bildiği üzere, dergimizin her sayısında
Ümmiye’nin bestecisi Itri hakkında yazılacak ve yayımlanacak daha çok şey var-
yer alan ana dosyamızın, bu ayki konusunu İstanbul’da müzik ve büyük Türk bes-
dır.
tecisi Itri oluşturuyor.
Kültür A.Ş. ailesi olarak özenle tasarlanmış yeni mizanpaj tarzı ile sizlere sun-
Türk müziği nazariyat konusunda son yıllarda birçok araştırmacı yetiştirdi ve bu-
duğumuz 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin bu sayısını ilgi ile okumanızı
nun sonucunda önemli yayınlara imza atıldı. Biz de İstanbul Büyükşehir Beledi-
diliyoruz.
Kültür A.Ş.
OSMANLI ESTETİĞİ ve MUSİKİSİ / Veysel DALSALDI
8
OSMANLI ESTETİĞİ ve MUSİKİSİ / Veysel DALSALDI
9
OSMANLI ESTETİĞİ ve
MUSIKİSİ
Veysel DALSALDI*
Manzara ve günlük yaşam resimleriyle tanınan Max Schmidt (1819-1901) Serasker Kulesi’nden Süleymaniye Camii ve İstanbul görünümünün betimlendiği resim,
Miss Julia Pardoe’nin The Beauties of Bosphorus adlı kitabında yayınlanan W.H. Bartlett’in deseninden çalışmıştır.
Osmanlı padişahları ve sair
devlet erkanı belli periyotlar içerisinde huzur fasılları
tertip ederlerdi. Bununla da kalmayıp Topkapı Sarayı’nda yalnız bu
fasılların gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla akustiğe elverişli
hususi bir oda planlamışlardır.“
“Büyük bir kısmı bestekâr olan
OSMANLI ESTETİĞİ ve MUSİKİSİ / Veysel DALSALDI
Zonaro’nun fırçasından Mevlevi neyzen
Âdem atamız ruhen ulvî olduğu gibi, şeklen de (zahîr) bediî
olarak yaratılmıştı. Batılı pozitif bilimselliğin aksine, bütün
yönleri ile tekâmül etmiş ilk insan olarak Âdem atamızı, elBediî isminin de tecellîgâhı olarak biliriz. İnsan, medeniyet ve
estetik konularına buradan baktığımızda insanlık için estetik,
zaruri bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkar. İnsan çeşitlilikleri ve
bu çeşitliliklere göre insan ihtiyaçlarının görülme biçimleri, en
süflî ihtiyaçtan en ulvî ihtiyaçlara kadar tabiî farklılıklar göstermektedir. Yeme, içme, giyinme, barınma, nesilleri devam
ettirebilme ihtiyaçlarının bu skalanın en alt katmanlarında
olduğunu varsaysak bile, bunların dahi en yüksek dereceden
bediîyyata muhtaç olduğu muhakkaktır. İnsanlık bu süflî ihtiyaçlarda hayvanlar ve hatta nebâtlarla dahi benzeşmektedir..
Kısmi olarak insan, diğer canlıların zarafetini taklîd etmektedir. Yaratılan her şeyi insanla taçlandıran Allah, yarattığı her
şeyi de insanın emrine vermiştir. Ancak, kendisine bahşedilen
bütün bu imkânları kullanırken insan, kendi içinde ve dışındaki her şeyi estetize edebilmek hünerini gösterebilmelidir. İnsanın bu doğal kabiliyeti, kendi cevherini ve şeylerin cevherini
görmeye mecbur kılmıştır. Zanaât ve san’ât bu hüneri sergileyebilmenin en kıymetli vasıtalarındandır.
12
Varlık âleminde insan, eşya ile ve diğer insanlarla olan temasını belli bir disiplin altına almıştır. Bu disiplinler, fıtrî farklılık-
larla ve muhakkak olduğunu düşündüğümüz coğrafi ayrılıklar
sayesinde kültürel çeşitliliğin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Fıtratında birlikte yaşamak bulunan insan, öncelikli olarak
kendine benzeyen ve kendisini benzettiği gruplar halinde
yaşamaya başladı (aidiyet). Zamanla şehir hayatını ortaya çıkaran bu karşılıklı aidiyet hissi, lokal bir ortak kültürün ortaya
çıkmasını sağlamıştır. Buradan kült derekesindeki oluşumların
ticaret seyahat v.b. gibi biçimlerde birbirleriyle karşılaşması
başlar ki, bu karşılaşma çok zaman “çarpışma” biçimiyle sonuçlanır. Tarih sahnesinde görülen bu karşılaşma biçimi üst
medeniyet oluşturmayı hızlandıran en etkili tecrübî yöntemler arasında görülmektedir. Aslında kültürel akışkanlıkların,
geçişlerin oluşmasını sağlayan bu karşılaşma biçimi insanlık
âleminin üst kültür imal etmesini sağlamıştır diyebiliriz. Bu
sayede belki, küçük ölçekli kültlerin dışında daha üst insanî
medeniyet imal etmek imkânı elde edilmiş olunabilir.
Anlaşılan o ki antik çağ medeniyetlerinin ve artık dünyada
yeni bir çağ açan Osmanlı medeniyetinin dahi böyle ortaya
çıktığını düşünmemiz için yeterince veri elde etmiş olmaktayız. Şüphesiz dinler tarihi aslında medeniyet tarihidir. Bu nazarla dinin sosyal hayatı her yönüyle tanzim eden baskın ve
belirleyici unsur olması mücerred insan ve din münasebetlerini bedii ihtiyaçlarını da karşılayabilmek hususunda zaruri
OSMANLI ESTETİĞİ ve MUSİKİSİ / Veysel DALSALDI
kılmaktadır. Din insanın ihtiyaçlarını karşılamakta, insana tartışmasız fıtri biçimler teklif etmektedir. Bu biçimler insanoğlunun bediiyat ile karşılaştığı ve tanıştığı en önemli tecrübeleridir: Sosyal hayat, devlet hayatı, iktisat ve tabii olarak sanat.
Hayatı dinin teklif ettiği biçimler ve bu biçimlerin ruhu üzerine
tanzim etmiş bir kimsenin, bir başka zaviyeden bakabilme ihtimali olmadığı içindir ki, Osmanlı münevverleri cihan şümûl
bir üst medeniyet imal etmek imkânına sahip olsalar gerektir.
Bir gravürde Galata Mevlevihanesi’ndeki Sema Ayini
Osmanlıda musıki beşikten mezara insanın
yoldaşıdır. Böylesi güzel (cemil) bir yol arkadaşı (refik) ile, mezara kadar giden yolculuk elbette estetik bir yolculuk olacaktır.
Sanat piramidinin tepe taşı bütün kültürlerin kabulünde musikidir. Ve yine sabit olmuştur ki insan oğlunun dünya ötesi
alemlerle bağ kurmasını sağlayan da musıkidir. Osmanlı’da
musıki beşikten mezara insanın yoldaşıdır. Böylesi güzel (cemil) bir yol arkadaşı (refik) ile mezara kadar giden yolculuk elbette estetik bir yolculuk olacaktır. Ölüm gibi canlar yakan bir
hakikati dahi, musıki ile estetize edebilmek hünerini göstermiş bir medeniyet üst insani bir medeniyet olmak gerekmez
mi? Osmanlı bedii hayatı devlet (enderun), din (cami,tekke), ve
şahsi hayat olarak ayrılabilir. Aslında Batıda olduğu gibi bunları birbirinden tamamen ayırmak Osmanlı için çok mümkün olmamakla beraber, böyle olduğunu kabul ettiğimizde Osmanlı
musıkisini dini ve din dışı olarak iki ana başlıkta toplayabiliriz.
Enderun, musıki hocalarını zamanın en büyükleri içerisinden
özenle seçmiştir (Hafız Post, Itri, Latif Ağa, Hacı Sadullah Ağa,
Hammamizade İsmail Dede, Şakir Ağa, Hacı Arif Bey...). Bu
büyük isimler Enderun’da devleti idare edecek olan insanları
yetiştirirlerken aynı zamanda da kâr, beste ağır semai, yürük
semai, köçekçe, tavşanca, ilahi, Mevlevi ayini, tevşih, durak vs.
gibi dini ve din dışı formları oluşturarak ve geliştirerek eserler
verirlerdi. Bu canlı sanat hayatı devlet aklı tarafından bilinçli
ve sistemli bir şekilde teşvik edildiği gibi aynı zamanda padişahlar ve sair devlet erkanı kendi özel hayatlarını da musıki
ile estetize ederlerdi. Büyük bir kısmı bestekâr olan Osmanlı
padişahları (ki Batıda bir tek örneği yoktur) ve sair devlet erkanı belli periyotlar içerisinde huzur fasılları tertip ederlerdi.
Bununla da kalmayıp Topkapı Sarayı’nda yalnız bu fasılların
gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla akustiğe elverişli hususi bir oda planlamışlardır. Mehterhane-i Hakani’nin (Askeri
Müzik) günde beş kere nevbet vurması ve padişahın bütün
işlerini bırakarak dinlemesi protokol kuralları içerisinde vardır. Sarayda yaşanan Ramazanlarda teravih namazının büyük
Itri’mizin terkip ettiği rivayet olunan ve içinde çeşitli makam
geçkileri ve ilahiler ile süslenmiş olan “Enderun Usulü Teravih”
ismi ile meşhur bir terkib ile kılınması, Osmanlı saray kadınlarının da musıki tedris ediyor olmaları ile birlikte bakıldığında Osmanlı devlet geleneğinin musıkiye verdiği ehemmiyeti
göstermesi bakımından yeterli veri olsa gerektir.
Pek çoğu bestekâr olan devlet büyüklerinin aynı zamanda pek
çoğu da bir tarikat mensubu (salik) idi. Tasavvuf, ruhi hayatın
tekamülünü sistemleştirmiş olduğu için kaçınılmaz olarak sanatın üretilmesini sağlamaktadır. Bu bakımdan bütün basitliği
(mütevazi) içerisinde tekke, kuruluşundan itibaren büyük Osmanlı medeniyetinin beşiği olagelmiştir. Osmanlı dini hayatını cami, medrese ve tekke (devlet ve sivil) oluştururdu. Bu
sayılan müesseselerde de musıki elbette belirleyici bir unsur
olarak görülmektedir. Genel bir başlık olarak dini musıkimizi
tekke ve cami musikisi diye ikiye ayırdığımızda kültürel çeşitliliğimizi bize ikram eden iki ayrı ekol karşımıza çıkmaktadır: İnsan sesi kullanan (acapella) cami musıkisi ile çalgı da (enstrüman) kullanan tekke musıkisi. Bu iki üslup müşterek formları
da kullana gelmektedirler: Ezan, sala, kamet, mihrabiye, miraciye, tekbir, tehlil, temcid, tevşih, mahfel sürmesi, regaibiyye
(unutulmuş) gibi formlar camii ve tekke tarafından üretilmiş
müşterek estetik değerlerdir. Böylece görmüş olduk ki estetik değerleri üretme hiyerarşisinde cami, tekke ve halk, hayatı
estetize edebilmek hususunda devlet ile aynı kaynaklardan
beslenegelmişlerdir.
Tıpkı Enderun’da olduğu gibi tekke ve camide de dini ve din
dışı eserler üretilirdi. Devlet erkanı gibi Enderun hocalarının
da mühim bir kısmı tarikat mensubu idi. Tüm bu saydığımız
unsurlarla birlikte baktığımızda, Osmanlı estetiğinin aynı temel sanat algısı ve anlayışı üzerinden üretildiğini görürüz.
13
OSMANLI ESTETİĞİ ve MUSİKİSİ / Veysel DALSALDI
Burada gözden kaçırılmamasında fayda olduğunu düşündüğümüz, bu üretilen estetik biçimlerin zamane insanına nasıl
yansıdığı meselesidir. Osmanlı gündelik hayatı Müslümanlar
ve ekalliyet ile birlikte yaşardı. Gayrimüslim unsurların bu
üretimde göz ardı edilemeyecek dahilleri vardır (Zaharya,
Nikoğos Ağa, Tamburi İzhak vs.). Bir Osmanlı Rumu, Osmanlı
Ermenisi, Osmanlı Yahudisi, Osmanlı Süryanisi bile kendi dini
hayatlarını bu birlikte üretilmiş olan estetik değerler çerçevesinde süslemişlerdir. Böylece devlet, din ve halk bütün unsurlarıyla musıki sanatının insana açtığı latif ufukları aynı zevk
ve haz içerisinde beraber yaşaya gelmişlerdir. Bu birlikteliğin
farkına varan ve hatta hayranı olarak seyreden Batılılar süphesiz ki Osmanlı musikisinden etkilenmişler ve bu yönde eserler
vermişlerdir. Böylece de Osmanlı medeniyeti cihanşümul bir
üst insani medeniyet olduğunu ispat edegelmiştir.
* Müzisyen
Sağda: Müzisyenlerin betimlendiği Levni minyatürü. Aşağıda: Julia Pardoe’nin 1838 The Beaties of the Boshphorus isimli kitabında yayınlanan
gravür W. Henry Bartlett tarafından çizilmiştir.
14
OSMANLI ESTETİĞİ ve MUSİKİSİ / Veysel DALSALDI
15
Barok dönemde de Osmanlı çağın önde gelen
imparatorluklarından biri olarak Avrupa krallıkları
ve imparatorlukları ile karşılıklı etkileşim içinde
olmuştur. Bu alışverişte kendi geleneksel kültürünü
korurken, Avrupa’daki gelişmeleri ve Batı sanatlarını takip
etmekte geri kalmamıştır.
BAROK MÜZİK AKIMININ
OSMANLIDAKİ ve
ITRİ’NİN ESERLERİNDEKİ
YANSIMALARI
Dr. Evren KUTLAY*
BAROK MÜZİK AKIMININ OSMANLIDAKİ VE ITRİ’NİN ESERLERİNDEKİ YANSIMALARI / Evren KUTLAY
BAROK MÜZİK AKIMININ OSMANLIDAKİ VE ITRİ’NİN
ESERLERİNDEKİ YANSIMALARI
Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllar boyunca gerek coğrafi konumu gerekse uluslararası diplomasideki yeri bakımından
Avrupa ülkeleri açısından önem taşımıştır. Barok dönemde
de Osmanlı çağın önde gelen imparatorluklarından biri olarak Avrupa krallıkları ve imparatorlukları ile karşılıklı etkileşim
içinde olmuştur. Bu alışverişte kendi geleneksel kültürünü
korurken, Avrupa’daki gelişmeleri ve Batı sanatlarını takip etmekte geri kalmamıştır. Müzikal etkileşime, süregelen ticari
ve diplomatik ilişkilerin yanı sıra, Osmanlı’da görevli Avrupalı
elçiler ya da Osmanlı’nın Avrupa’da görevlendirdiği Türk elçiler, seyyahlar, tercümanlar ve Avrupa krallarının Sultanlara
hediyeleri vesile olmuştur.
ra zorla yakalamak istedi; lakin Diyan mabedinin perisi, yani
Amazon gibi elinde mızrak bulunan bir genç kız, onu uzaklaştırarak çocuğu kurtardı.”
Osmanlı topraklarında bu gelişmeler vuku bulurken, 17. yüzyılla birlikte Avrupa’da sanat anlayışında yenilikler meydana
gelmektedir. Rönesans dönemi kapanmış, bilim ve felsefe öne
çıkmaya başlamış, Amerika’nın keşfinin ardından hızlanan
sömürgecilikle soyluların ekonomik gücü artmış, yeni kültür
sanat anlayışının itici gücünü Papalık ve başta Fransa ve İtalya
olmak üzere, Almanya, İspanya, İngiltere gibi krallık ve imparatorluklar oluşturmaya başlamıştır. Avrupa’da müzikte barok
dönemi, Rönesans ile klasik dönem arasındaki 1600-1750 yıllarını kapsar. Yaklaşık olarak İtalya’da operanın doğuşuyla başlayıp, döneme damgasını vurmuş büyük besteci Johann Se1. Başlangıcından Barok Döneme Avrupa Müziği ve Sahne bastian Bach’ın ölümüyle sona erer. Barok müziği, dini ve din
dışı müzik formlarına ayrılır. Dini müziğin merkezi kiliselerdir.
Sanatlarının Osmanlı’daki Yansımalarına Örnek Vak’alar
Din dışı müzik ise saraylarda hayat
Osmanlı’nın Batı müziği ve sahne
bulmaktadır. Özünde saray sanasanatlarıyla tanışıklığına dair vereAvrupa’da Barok döneminde din
tı
olan Barok, gösteriş ve görkemi
bileceğimiz en erken örnek Kanuni
ön planda tutarken, bunu, incelikli
dışı müziğin sarayda şekillenmesi,
Sultan Süleyman devrinde, org saişleyerek sanatta ustalıkla yansıtma
dini müziğin de kiliselerde hayat
natçısı Othman Luscinius’un sarayda
çabasındadır. Ancak 17. yüzyılda
verdiği konserdir. 1520 yılındaki bu
bulması gibi Osmanlı’da da müfelsefe ve bilimin ilerleyişi, bir yankonserden kısa bir süre sonra, 1524
zisyenler bu bağlamda eserlerini
dan da Barok sanatının gösteriş ve
yılında, Venedikliler İstanbul’da bir
şekillendirmişlerdir. Nitekim Itri,
görkem anlayışına çelişki mahiyebale performansı sahnelemişlerdir.
Mevlevi
tekkelerinde
okunmak
tinde, insanoğlunun kısa yaşamı ve
Aynı döneme ait en ilginç örnekaslında evrenin küçücük bir parçası
üzere çok bilinen Segâh Ayini’ni
lerden biri de 1543 yılında Fransa
olduğu gerçeğini zihinlerde sorguKralı I. François’nın Habsburg’lara
ve Rast Naat-ı Peygamber’i; cami
latır.
karşı desteğine teşekkür mahiyetin-
musikisi formunda ise tekbir ve
de Kanuni Sultan Süleyman’a gön1600’lü yıllların ilk yarısında Avrusalâtlar bestelemiştir ki bunlarderdiği bir müzisyen topluluğudur.
pa’daki opera denemelerinin yandan
örnekleyebileceğimiz
BaySultan, müzisyenleri sarayına kabul
sımaları Osmanlı topraklarında göram Tekbiri ve Salât-ı Ümmiye ve
etmiş, onları dinlemiş ancak bu
rülmektedir. Şöyle ki; IV. Mehmed
devrinde, Sultan’ın oğlunun sünnet
“ruhu besleyen” müziğin askerleridaha birçoğu İslam coğrafyasıntöreni ve kızı Hatice Sultan’ın İkinci
nin disiplinini bozacağı düşüncesiyda 300 yıldır okunmaktadır.
Vezir Mustafa Paşa ile evlilik kutlale topluluğu apar topar ülkelerine
maları vesilesiyle Venedik’ten bir
geri göndermiştir. Aynı yüzyıla ait
bir başka Batı müziği ve sahne sanatları konusuna örnek olay opera topluluğu, oyuncuları, müzisyenleri, dekoru ve gerekli
Sultan III. Murad devrinde gerçekleşmiştir. 1582 yılında Sad- diğer temsil unsurlarıyla topluca getirtilmek üzere harekete
razam Sokullu Mehmed Paşa’nın eşi, III. Murad’ın kız kardeşi geçilmiş; ancak vakit darlığı sebebiyle teşebbüs sonuçlandırıEsma Sultan “dokuz yüz Hıristiyan kölesi” tarafından sarayda lamamıştır. Demek ki, Barok dönemiyle birlikte opera Avrupa
bir bale-pantomim gösterisi gerçekleştirilmesini sağlamıştır. ülkelerinde daha yeni yeni ortaya çıkmışken, Osmanlı İmpaKaynaklar, bu gösteriye ilişkin bize şu bilgileri aktarmaktadır- ratorluğu da bu Batı sahne sanatı hakkında bir fikir sahibidir.
lar:
Barok döneminin başta gelen klavyeli çalgısı org da Osmanlı
18
“Sokullu’nun zevcesi sultanın müezzinleri bir mel’abe-i hususiye (özel oyun) tertip ettiler. Zillerin, rebapların, kemanların
ahengi arasında bir İtalyan celladı, Küpidoyu, “Romalıların aşk
ilahı” temsil eder bir çocuğun yanına geldi; önce tatlılıkla, son-
sarayınca ilgili dönemde, İngiltere kraliçesinin Osmanlı’yla ticari ilişkileri geliştirmek amacıyla gönderdiği hediye vesilesiyle tanınmaktadır. Şöyle ki, 1599 yılında Thomas Dallam adında
bir İngiliz org yapımcısı Kraliçe I. Elizabeth’in emriyle kendi-
BAROK MÜZİK AKIMININ OSMANLIDAKİ VE ITRİ’NİN ESERLERİNDEKİ YANSIMALARI / Evren KUTLAY
19
BAROK MÜZİK AKIMININ OSMANLIDAKİ VE ITRİ’NİN ESERLERİNDEKİ YANSIMALARI / Evren KUTLAY
sinin yaptığı bir orgu İstanbul’a getirmiş, Topkapı Sarayı’nda
monte ederek Padişah III. Mehmed’in huzurunda bir konser
vermiştir. I. Elizabeth’in arşivinde bulunan 31 Ocak 1599 tarihli resmî yazışmada bu orgdan : “İşte muazzam ve ilginç bir
hediye gidiyor Yüce Türk’e; bu hiç şüphesiz uzun zamanlar
konuşulacak ve başta Almanya olmak üzere diğer ülkelerde
de skandal yaratacak.” şeklinde bahsedilmektedir. Ticari yollar, yüzyıllar boyunca, Avrupa’dan Osmanlı’ya birçok çalgı aletinin girişini sağlamış olmalıdır. Örneğin, 1697 tarihli, Charles
Perreault’a ait gezi notlarında Osmanlı’ya Almanya’dan çembalolar getirildiğinden bahsedilmektedir.
bilgi sahibi olmaktadır. Sultan III. Ahmed döneminde Paris
elçisi olarak görev yapan Yirmisekiz Mehmet Çelebi hatıratında Paris’te izlediği bir operadan söz ederken, Osmanlı’ya bu
sanatın özellikleri hakkında bilgiler aktarmaktadır:
“Paris şehrine mahsus bir oyun varmış. Opera derlermiş. O
şehre mahsus imiş. Şehrin kibarları varırlar, vasi dahi ekseriya
varır, Kral bile ara sıra gelir imiş (...) Bu operanın kibar takımından bir itibarlı kimse Nazırı var. Masrafı çok bir sanat olmakla
gelirini dahi düşünmüşler ve büyük devlet malı bağlamışlar.
Çok şey hâsıl olur imiş. Ve bu şehrin hususiyetlerinden imiş
(...). Sözün kısası, ol kadar şaşılacak şeyler gösterdiler ki, tabiri
kabil değildir. Gök gürlemeleri ve şimşekler gösterdiler. Görülmedikçe inanılmayacak kadar acayiplikler ve gariplikler temaşa olundu.”
Fransız seyyah Seiur de Poullet’in 1668 yılındaki gezi notlarında Türk topraklarında dinlediği müziği anlatırken ticari
ilişkilerin Osmanlı müziğine etkilerini şu şekilde tasvir etmiştir: “Bu musikinin (Türk musikisi) hoş taraflarından daha fazla Saltanatı boyunca Avrupa’daki gelişmeleri takip etme fırsatı bulan ve matbaanın Osmanlı
bahsetmeyeceğim. Çünkü, Venedevletine gelmesi için çaba sarf
dik’e giden Fransızlar bu musıkiyi
Avrupa’da Barok dönemin bir kıseden III. Ahmed, musiki ve sanatın
orada dinlemişlerdir (...)Bugünün
tüm dallarına da yakın kişiliğiyle
(Osmanlı’daki) gözde şarkıları Vemına denk gelen yıllar, Osmanlı’da
Avrupa’nın kültür ve sanatına da
nedikli denizcilerden öğrenilen
Sultan
III.
Ahmed
dönemine
damilgi duymuştur. Şehzadeliği döneşarkılar(...) “Malbruck” havasını saminden itibaren, örneğin, 1669 yıyamayacağım kadar çok dinledim.
gasını vurmuş en önemli tarihi olay
lında dönemin Fransa büyükelçisi
Kendi dillerine uyarlamışlar.” Bir
olan Lale Devri’yle kesişir. 1730 yıMarquis Charles de Ferrior vasıtabaşka gezgin- tarihçi Alman Jolına
kadar
sürecek
olan
Lale
Devri,
sıyla İstanbul’a gelen ve 1737 yılınseph Sulzer, Eflak, Boğdan ve Bedaki vefatına kadar saray ressamlısarabya tarihini antik çağdan 1779
Osmanlı imparatorluğunda kısmen
yılına kadar ele aldığı kitabında
ğı yapan ünlü Fransız ressam Jean
Batılılaşmanın başladığı ve kültür,
Eflak’taki Türk beyinin sarayında
Baptiste Van Mour gibi Avrupalı
sanat
ve
diğer
alanlarda
önemli
geAlman müzisyenlerden kuartetler
sanatçılar Osmanlı topraklarında
dinlediğinden söz etmektedir.
sanatta Avrupa kültürünü sergilelişmelerin görüldüğü bir dönemdir.
meye başlamışlardır.
Yukarıda bahsi geçen Charles Perreault’a ait gezi notlarında İstanbul’daki bir elçilikte verilen davette elçinin kemancılarının yanında Türklerin müzisyenlerinin de hazır bulunduğu, Avrupalı
kemancıların icralarının ardından, istek üzerine, Türk kemancısının sadece orada Avrupalı meslektaşından dinlediği uzun
bir opera üvertürünü tek bir süslemeyi dahi unutmadan icra
ettiği bildirilmektedir. Dolayısıyla Osmanlı topraklarındaki Avrupa ülkelerinin elçilikleri de Türk müzisyenlerin Avrupa müziğiyle tanışıklığını sağlayan mecralardandırlar.
20
Avrupa’da Barok dönemin bir kısmına denk gelen yıllar,
Osmanlı’da Sultan III. Ahmed dönemine damgasını vurmuş
en önemli tarihi olay olan Lale Devri’yle kesişir. 1730 yılına
kadar sürecek olan Lale Devri, Osmanlı imparatorluğunda
kısmen Batılılaşmanın başladığı ve kültür, sanat ve diğer alanlarda önemli gelişmelerin görüldüğü bir dönemdir. Osmanlı
Devleti artık her Avrupa ülkesine gönderdiği elçisiyle bu ülkelerdeki siyasal, sosyal, sanatsal ve kültürel yaşam hakkında
Böyle bir ortamda, konumuzla ilgili
verebileceğimiz önemli bir müzikal buluşma örneği, Barok döneminin altını çizen büyük besteci Johann Sebastian Bach’ın
kardeşi müzisyen Johann Jacob Bach’ın Barok dönemi ünlü
Fransız flüt sanatçısı Pierre Gabriel Buffardin’le (1690-1768)
III. Ahmed’in saltanatı sırasında (1703- 1730), 1713-1715 yılları
arası bir dönemde İstanbul’da biraraya gelmesidir. 1704 yılında
İsveç Kralı XIII. Charles’ın (Demirbaş Şarl) emrinde İsveç Ordusu bandosuna obuacı olarak yazılan Johann Jacob Bach, 1709
yılında Poltova savaşı yenilgisi üzerine Osmanlı’ya sığınma
talebinde bulunan İsveç kralıyla birlikte önce Makedonya’nın
Bender şehrinde, sonrasında da kral ve askerleriyle birlikte
İstanbul’da bulunmuştur. Aynı günlerde Fransız elçisi vasıtasıyla İstanbul’da muhtemelen sarayda ve/veya elçiliklerde bir
konser vermek üzere bulunan geç barok dönem flüt sanatçısı
Buffardin’le bir araya geldiğini, hatta Osmanlı topraklarında
ondan flüt dersleri aldığını Carl Philipp Emmanuel Bach, ba-
BAROK MÜZİK AKIMININ OSMANLIDAKİ VE ITRİ’NİN ESERLERİNDEKİ YANSIMALARI / Evren KUTLAY
basına yazdığı bir mektupta bildirmektedir. Pierre Gabriel Buffardin, İstanbul ziyaretinin ardından gittiği ve Polonya kralının
baş flütçüsü olarak atandığı Dresden’de, 1716 yılında kardeş
Johann Sebastian Bach’la bir araya gelmiştir ki mektupta, İstanbul’daki dersten Johann Sebastian Bach’a bizzat söz ettiği
de yer almaktadır.
doğaçlamaya açık tiz bir melodinin oturtulması olarak tanımlanabilir. Bu ifade biçimi, anlatımda da disonans kullanıma
kapı aralamaktadır. Filozof, yazar ve besteci Rousseau’ya göre
Barok müziğini “armoni bilimindeki yükseliş, dissonans’ın artması, melodinin ağırlık kazanması ve süslemeci anlayışın ön
plana çıkması” temsil eder.
Görüldüğü üzere Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’daki Barok
dönemden çok daha önce çeşitli vesilelerle Batı müziği ve
sahne sanatlarıyla temasa geçmiş, icrasını izlemiş, bilfiil icra
etmiş ve Batı çalgılarıyla tanışmıştır. Dönemin Osmanlısında
müziğin, Avrupa’da olduğu gibi saray müziği ve dini müzik
olarak şekillendiği gözönüne alınırsa, dönemin padişahlarına
hizmet etmiş saray müzisyenlerinin örneklediğimiz olaylardan
haberdar olmadığını ya da günlerce Türk topraklarında, sarayda bulunmuş Avrupalı müzisyenlerle biraraya gelemeyeceklerini varsayamayız. Nitekim yukarıda
örnek verdiğimiz, seyyah Charles
Perreault’un gezi notlarında bahsi
geçen elçilik konserinde Türk müzisyenlerin Avrupalı müzisyenlerle
konser ortamında aktif yer alıyor
oluşları bu görüşümüzü desteklemektedir.
Aynı yıllarda Osmanlı İmparatorluğu da musiki, şiir ve diğer
sanat dallarında en parlak çağını yaşamaktadır. Türk musikisinde klasik dönem olarak tanımlanan 17. yüzyılda, geleneksel musikimizin Avrupa’daki gelişmelerle etkileşimine vesile
olan olaylar dönemin Türk bestecilerinin de eserlerinde Barok
müzik akımından etkilenimlerini yansıtmalarına yol açmıştır.
2. Barok Müzik Akımının Itri’nin
Eserlerindeki ve Osmanlı MüziğindekiYansımalarına Bakış
Barok müzik anlayışı Avrupa müziğinde birçok dönüm noktasını içinde barındırır. Ortaçağ ve Rönesans
müziğinin dayandığı modal sistem
yerini artık eşit tampere sisteminin
bulunmasıyla tonal sisteme bırakmıştır. Böylelikle majör-minör sisteminin getirdiği tonalite kavramı ile
kontrpuan ve armoni gelişimi, çalgı
müziğinde figürlü bas sistemi ve sürekli bas, armonik gerilim
ve çözümlerin kullanımı gibi yeniliklerle sonraki dönemlerin
müzik teorisi anlayışına zemin oluşturulmuştur.
Barok müziğinin, form, melodi, ritim ve sonorite anlayışlarının
altını çizen bir özellik de “kontrast” kavramıdır. Vokal formlarda opera, oratoryo ve kantat gibi insani değerleri yansıtacak
dramatik formların geliştirildiği çalgı formlarında da “kontrast” kavramına dayanan konçerto, süit, sonat formları ortaya
çıkmıştır. Ses düzeyinin gürlüğünü bildiren piyano, forte gibi
nüans işaretleri de barok dönemde hayat bulmuştur. Tüm
bu özellikleri içinde barındırarak, barok döneminin ideal sesi,
sürekli basın figürlerle bildirilen yalın armonisine süslü ve
17. yüzyıl Osmanlısının büyük bestecisi Buhurizade Mustafa Itri
(1640-1712) ve ustaları Hâfız Post, Nasrullah Vakıf Halhali, Kasımpaşalı Koca Osman Efendi ve Derviş Ömer Efendi gibi besteciler dönemin musiki anlayışını
oluşturmuşlardır. Müzik teorisi bilgisi ve bunu eserlerinde kullanımı
üstün düzeyde olan Itri; Abdülkadir
Merâgi ve Hammâmizade İsmail
Dede Efendi gibi Türk musikisinin
gelişimini yönlendiren bestecilerdendir. Mustafa Itri Efendi sırasıyla
IV. Mehmed (1648-1687), II. Süleyman (1687-1691), II.Ahmed (16911695), II. Mustafa (1695-1703) ve III.
Ahmed (1703-1730) dönemlerinde sarayda bulunmuş, Enderun’da
müzik hocalığı ve hanendelik yapmıştır. Itri ve birçok Osmanlı müzisyeni hakkında yaşamöykülerine ait
ayrıntılı bilgi içeren kaynaklar mevcut değildir. Binlerce eserinden ise
günümüze kısıtlı miktarda, büyük
formlarda olanları ulaşabilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Batıyla
süre gelen müzikal ilişkilerinin Türk topraklarında öncelikle
hayat bulduğu mekân’ın saray olduğunu yukarıda bahsettiğimiz tarihsel olayların ışığında hatırlarsak, saray müzisyenlerinin de en azından görevleri vesilesiyle bu olayları tecrübe
etmiş olduklarını tahmin edebiliriz.
Avrupa’da Barok döneminde din dışı müziğin sarayda şekillenmesi, dini müziğin de kiliselerde hayat bulması gibi Osmanlı’da
da müzisyenler bu bağlamda eserlerini şekillendirmişlerdir.
Nitekim Itri, Mevlevi tekkelerinde okunmak üzere çok bilinen
Segâh Ayin’ini ve Rast Naat-ı Peygamber’i; cami musikisi formunda ise tekbir ve salâtlar bestelemiştir ki bunlardan örnekleyebileceğimiz Bayram Tekbiri ve Salât-ı Ümmiye ve daha bir-
21
BAROK MÜZİK AKIMININ OSMANLIDAKİ VE ITRİ’NİN ESERLERİNDEKİ YANSIMALARI / Evren KUTLAY
eserlerinin başında ise Nevâ Kâr’ı gelir. Birçok Batı müzisyeni onun bu eserinde Barok-vari armoni ve kontrpuan izlerini bildirir. Örneğin Türk beşlerinden Necil Kazım Akses, Neva Kâr’ın notası alınıp, tesadüfi
olarak katlanıp buruşturulduğunda, her katlamada
farklı kontrpuan elde edileceğinden söz eder. Itri bu
eserinde farklı makam ve usül geçkileri uygulayarak
adeta Barok modülasyonlarının sinyalini verir.
Eserinin melodik kurgusu, ilgili makamda işleyişi ve ezgisel zenginliği de Barok bestecilerin, hatta belki de spesifik olarak Bach’ın
incelikli düşünülmüş ve işlenmiş melodik
cümleleriyle karşılaştırılabilir. Johann Sebastian Bach’ın, başta iyi düzenlenmiş
klavyesinde ve diğer eserlerinde olduğu gibi tonal sistemin bulgularını en
uç seviyelerde ilişkilendirişinin ve ortaPrens Dimitri Kantemiroğlu (1673-1723)
ya serişinin benzeri bir yaklaşımla, Itri,
çoğu İslam coğrafyasında 300 yıldır okunmaktadır.
Cami ve tekke müziği olarak ikiye ayırabileceğimiz dini musikide Itri’nin, açık melodik cümlelerini derin bir tasavvufi bakışla işlediği dikkat çeker. Avrupa müziğinde Johann Sebastian Bach,
Barok dönem dini müziğine damgasını vurmuş, kiliseye hizmet eden büyük bir besteciyken; Türk musikisinde onun çağdaşı Itri, Yenikapı Mevlevihanesi’nde
yetişmiş, İslam müziğinin en önemli
bestecilerinden biridir. Nitekim, tarihçi ve müzik araştırmacısı Yılmaz
Öztuna da Itri’yi, cami musikisinde
Türk Müziğinin en büyük bestekârı
olarak tanımlar.
Binlerce eserinden çok azı günümüze ulaşmış olan Itri’nin din dışı
22
Batılı elçilerin Osmanlı sarayında ağırlanmasını gösteren J. B. Van Mour’a ait bir tablo.
BAROK MÜZİK AKIMININ OSMANLIDAKİ VE ITRİ’NİN ESERLERİNDEKİ YANSIMALARI / Evren KUTLAY
eserlerinde genel olarak bir makamdaki müzik cümlesini sadece yakın perdelerdeki makamlara geçirerek değil, en uzak
perdelere dahi ustalıkla taşıyarak geliştirir. Dolayısıyla Itri’nin
müziğinin yatay derinliğini ve zenginliğini Avrupa Baroğunun
ve çağdaşı Bach’ın müzikal ifadesiyle benzeştirebiliriz.
Barok vokal müziğinin icrasında İtalyan erkek kastrate seslerinin ve Fransız kontratenor seslerinin favori kullanımının paralelliğini Osmanlı şarkı müziğinde, sadece erkeklerin icra ettiği
oda topluluğunda, tiz erkek sesine ihtiyaç duyan süslemeli
“meyan” çıkışlarının popüleritesinde görebiliriz. Ayrıca meyanda karar perdesini hem çalgı müziğinde hem vokal müzikte sürekli tutmak Avrupa Barok müziğinde sürekli bas uygulamasının bir yansıması olarak yorumlanabilir. Osmanlı vokal
müziğinde Barok akımı etkileşimini izleyebileceğimiz bir diğer
mecra şarkıların güfteleridir. Barok operalarına konu olan mitolojik aşk hikâyelerinin benzeri uygulamalar, Osmanlı’da 17.
yüzyılda doruğa ulaşmış Divan şiirinin kullanıldığı şarkılarda
ve özellikle de Sultan III. Ahmed dönemi Sâdabad şarkılarında
görülmektedir.
Çalgı müziğinde ise Avrupa Barok müziğinin özellikle sürekli
bas için temel çalgılarından org ve klavsene karşılık, klavsenle
aynı kökenden gelen kanun ve santur çalgılarının yoğun kullanımı, tını benzerliği bakımından önemlidir. Benzer biçimde
Osmanlı’nın o yıllarda sıklıkla kullanılan telli çalgısı sine keman, Barok dönemin ünlü viola d’amore’udur. Yine 17. yüzyıl
Osmanlı müziğinin yaygın çalgılarından çeng, Avrupa çalgılarından arp’a karşılık gelmektedir.
Haremde de farklı ülkelere mensup kadınların birarada musiki eğitimi görmeleri hanım müzisyenlerin müzikal iletişimine
ve etkileşimine yol açmıştır. Nitekim, Dilhayat Hanım Kalfa’nın
Aksak Saz Semâi’si Barok müzik etkilerinin yansımasına örnek
olarak verilebilir.
Osmanlı topraklarında Barok etkisiyle bestelenmiş musikilerin
Avrupa notasyonuyla kaydedilmesine, 18 yaşında Kırım Tatarlarınca tutsak edilerek İstanbul’a götürülen ve on dokuz yıl
Topkapı Sarayı’nda kalarak, eğitimini tamamlayınca hanende
ve sazendelik ile müzik hocalığı yapan Leh Albertus Bobovius
(Santuri Ali Ufki Bey) ve yine Enderun’da eğitim görüp Türk
musikisi öğrenen, tanbur çalan Eflak-Boğdan Voyvoda’sının
oğlu Prens Dimitri Kantemiroğlu (1673-1723) katkıda bulunmuşlardır. Batı müziği bilgisiyle takdir edilen Santuri Ali Ufki
bey, 1650’li yıllarda Avrupa notasyon sistemiyle Türk klasik
musiki eserlerini ve halk ezgilerini “Mecmua-i saz ü söz” (Ali
Ufki Edvarı) diye bilinen eserinde kaydederek bir müzik antolojisi hazırlamıştır. Ayrıca Topkapı Sarayı’ndaki yaşantıyı
anlattığı anı kitabı bize dönemle ilgili bilgiler aktarmaktadır.
Örneğin, kitapta Sultan IV. Murad devrinde (1623-1640) sarayda çok usta ve meşhur bir İtalyan müzik hocası olduğundan ve bu hocayı Sultan’a Berberilerin gönderdiklerinden söz
edilmektedir. Bu İtalyan hoca akapella söylenmek üzere yazarın ifadesiyle “senfoni ilminin bütün esaslarını kullanarak” bir
şarkı bestelemiş ve IV. Murad’ın beğenisine sunmuştur. Hem
Ali Ufki hem de Kantemir edvarlarıyla Avrupa müziğiyle Türk
musikisi köprüsüne katkıda bulunmanın yanı sıra, Avrupa ile
Yakındoğu arasındaki kültürel ve diplomatik ilişkiler de dikkate değer bir rol oynamışlardır.
* Akademisyen
KAYNAKÇA
1-Aksoy, Bülent (2003). Avrupalı Gezginlerin Gözüyle Osmanlılarda Musiki. Pan Yayıncılık. İstanbul, s. 83-84, 145.
2-Behar, Cem (2008). Musikiden Müziğe. Yapı Kredi Yayınları.
İstanbul, s. 17-52.
3-Berktay, Ali (çev.)(2009). Topkapı Sarayında Yaşam. Kitap Yayınevi. İstanbul, s. 12, 77.
4-Kutlay, Evren (2010). “Bach ve Buffardin’in İstanbul Buluşmasına Türk Müzik Tarihi Bağlamında Bakış”. Zeitschrift für die Welt der Türken, Cilt 2 No 2, s. 43-52.
5-Kutlay, Evren (2011) “J.S.Bach’ın Kahve Kantatı’nda Osmanlı İzleri”. Kahve Kırk Yıllık Hatırın Kitabı. ed. Emine Gürsoy Naskali. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul, s. 2
6-Öztuna, Yılmaz (1987). “Itri”. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Ankara, s.6-33.
7-Pınar, Leyla (2010) “Osmanlı Barok Müziği” CD kitapçığı. İstanbul Barok Müzik Topluluğu. Kalan Müzik. İstanbul, 2010.
23
BAROK MÜZİK AKIMININ OSMANLIDAKİ VE ITRİ’NİN ESERLERİNDEKİ YANSIMALARI / Evren KUTLAY
24
BAROK MÜZİK AKIMININ OSMANLIDAKİ VE ITRİ’NİN ESERLERİNDEKİ YANSIMALARI / Evren KUTLAY
25
YAŞARKEN TARİHİ
HİSSETMEK
YAŞARKEN TARİHİ HİSSETMEK / Gönül PAÇACI
Dr. Gönül PAÇACI*
Dârü’l-Elhân, “nağmelerin evi” anlamını taşıyan;
Türkiye’nin ilk resmi müzik okulunun adıdır.
Osmanlı’da, adında “dâr” sözcüğü bulunan diğer kurumlardaki
gibi “ev, yuva” sıcaklığını çağrıştırır.
26
YAŞARKEN TARİHİ HİSSETMEK / Gönül PAÇACI
“Yaşarken tarihi hissetmek”... Sıklıkla, durup düşünmeden, sıradan heyecanlarda dahi kullanılabilen bir klişedir bu. Nereden bakıldığı da önemli ve belirleyicidir ama, bazı hadiselerin,
oluşumların bu kalıba tam oturduğuna tanık olmak, bu tanıklığı hissetmek, yaşamak, gönenmek için konuya çok da âşinâ
olmak gerekmeyebilir. Neredeyse yüz yıl önce kurulmuş olan
Dârü’l-Elhan’ın devamı olarak faaliyetlerini sürdüren (eskiden
İstanbul Belediyesi’ne, bugünse İstanbul Üniversitesi’ne bağlı)
Konservatuar’ın yakın müzik tarihimizdeki yön verici rolü göz
önüne alınırsa; bu kurumun -deyim yerindeyse- genetiğiyle
ilgili bir gelişmenin neden hemen “tarihî” sıfatı kazanabildiği
kolayca anlaşılır. Bu nedenle, içinde bulunduğumuz zaman
diliminde ve bu çatı altında eğitim faaliyetine başlayacak olan
Osmanlı Dönemi Karşılaştırmalı Müzik Lisans Programı’nın
dayandığı kültürel çatışma ortamına ve bu kurumun tarihine
ayrıntılı bir şekilde göz atmak gerekmektedir:
Dârü’l-Elhân, “nağmelerin evi” anlamını taşıyan; Türkiye’nin
ilk resmi müzik okulunun adıdır. Osmanlı’da, adında “dâr”
sözcüğü bulunan diğer kurumlardaki gibi “ev, yuva” sıcaklığını çağrıştıran bir dönemde kurulan Dârü’l-Elhân’ın hazırlayıcısı; 1914’te Şehremini Cemil Paşa (Topuzlu) zamanında
faaliyete başlayan Darülbedayi’nin müzik koludur. İstanbul
Şehremaneti’ne bağlı olarak kurulan Darülbedayi, tiyatro,
sahne musikisi, Türk ve Batı musikisini bir arada ele almaya çalışan ulusal bir konservatuvar modelidir. Musiki bölümü Şark
ve Garp olarak ikiye ayrılmış, müdürlüğüne ise Ali Rifat Bey
(Çağatay) getirilmiştir. Kurumun yönetmeliğinde amacı, Türk
musikisinin çöküşünü engellemek, halka düzeyli müzik beğenisini aşılamak ve “…musıkî-i Osmanî’deki makamat-ı latife
muhafaza edilmek şartıyla tiyatronun kaide-i mahsusasına tatbikan [Osmanlı müziğindeki makamsal yapının korunması koşuluyla tiyatronun özel konumuna uyularak] operalar ve operetler yapabilmek”2 ifadesiyle belirtilmiştir. Darülbedayi’nin
“alaturka” bölümünde Tanburî Cemil Bey, Rauf Yekta Bey,
Leon Hancıyan, Hafız Yusuf Efendi ve “alafranga” bölümünde ise Zatî (Arca), Zeki (Üngör), Asaf, Radeglia, Silvelli, Furlani,
Hegei gibi dönemin önemli müzisyenleri görev almıştır. Şehzadebaşı, Letafet Apartmanı’nda çalışmaya başlayan ve Ferah
Tiyatrosu’nun arka sokağında beyaz bir konağa taşınan Musiki
kolu, Birinci Dünya Savaşı’nın olağanüstü koşullarından dolayı
14 Mart 1916’da kapatılır. Ardından sıra Dârü’l-Elhan’dadır.3
1916 sonlarında Maarif Nezareti’nin öncülüğünde dönemin
müzisyenleri ve fikir adamları tarafından, Eski Evkaf Nazırı ve
Washington Büyükelçisi bestekâr Yusuf Ziya Paşa başkanlığında Rauf Yekta Bey, Zekâizade Ahmed Efendi, İsmail Hakkı Bey
ve Şehzade Ziyaeddin Efendi’den müteşekkil bir Mûsiki Encümeni kurulması kararı alınır. Encümenin hazırladığı talimatna-
me ile musiki hocası yetiştirecek ve daha çok Türk musikisine
ağırlık verecek bir okul olan Dârü’l-Elhân kurulur. Söz konusu
talimatname, V. Mehmed’in (Reşad) irade-i seniyesi (9 Aralık
1916) ve bütün vekillerin imzaları ile yürürlüğe girmiştir.4
Dârü’l-Elhân’ın amacı müzik sanatının bilimsel bir yolla eğitim ve öğretimi, eski Türk bestecilerine ait klasik eserlerin
yayımlanması ve bu müzik kültürünün canlandırılması olarak
özetlenmiştir. Dört yıl süreli eğitim programında Türk musikisi ağırlıklı olarak nota, solfej, ilahi ve ayin-i şerif gibi derslerle
tarihi çalgıların öğretimi ve şarkı söyleme (gınâ) eğitimi yer almış; ayrıca arp, viyolonsel, alto ve piyano ile genel musiki tarihi, armoni gibi dersler eklenmiştir. Dârü’l-Elhân, Ziya Paşa’nın
başkanlığında bir süre faaliyet gösterdikten sonra, savaşın sonundaki yenilgi, İstanbul’un işgali gibi zorluklara dayanamamış; 1918’de erkekler kısmı kapatılmış ve sekiz kişilik bir öğretim kadrosu ile yalnızca Şark musikisi öğretimi verilen kadınlar
kısmı kalmıştır.
14 Eylül 1923’te Dârü’l-Elhân, İstanbul Valisi Haydar (Yuluğ)
Bey’in ilgisi ile ve Musa Süreyya Bey’in yönetiminde belediyeye bağlı olarak tekrar açılır ve yönetmeliği değiştirilir. Batı
müziği dersleri eklenerek Batı tipi bir konservatuvar olarak
örgütlenir. Bu dönemde kurumun Alaturka Şubesi’nde Rauf
Yekta Bey, Tanburi Refik Bey (Fersan), Udi Sedat Bey (Öztoprak), Santuri Ziya Bey, Neyzen Emin Efendi, Kemani Nuri ve
Mustafa Bey; Alafranga Şubesi’nde ise Zeki Bey (Üngör), Piyanist Hegei ve Radeglia, Musa Süreyya Bey, Muhittin (Sadak),
Edgar Manas, Cemal Reşit (Rey) gibi hocalar vardır.
Dârü’l-Elhân’ın en verimli dönemi bu yıllara rastlar. Eğitimin
yanında sanat faaliyetleri ve yayınlarda da bâriz bir başarı
görülür. Şark ve Garp musikisi şubelerinin ortak olarak Galatasaray Lisesi Salonu, Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu, Union Française gibi yerlerde verdiği konserler geniş ilgi toplar. Dönemin
konser programları incelendiğinde gerek klasik, gerekse yeni
eserlerin yer aldığı zengin bir repertuar göze çarpar. Bu konserlerde öğretmen ve öğrencilerin katılımıyla kurulan orkestra
ve icra heyetlerini Batı musikisinde Musa Süreyya Bey ile Zeki
Bey (Üngör), Türk musikisinde ise Muallim İsmail Hakkı Bey,
Muallim Sedat (Öztoprak) ve Muallim Ziya Bey yönetmişlerdir.
Bu konserler, İstanbul seçkinlerinin, devlet ileri gelenlerinin ve
halkın ilgiyle izlediği, yeni kurulmuş Cumhuriyet’in coşkusunu
da yansıtan, çok boyutlu etkinlikler olarak değerlendirilmelidir.
Kurumun kadrosunun dönemin önemli müzisyenlerinin neredeyse tümünü kapsadığını; geleneksel musikicilerin kendi
çevrelerinden ve üstatlarından miras aldığı müzik eserlerini
notaya - yazılı kaynağa dönüştürme konusunda ne derece
gayretli davrandıklarını; ülkemizde henüz gelişme aşamasın-
27
YAŞARKEN TARİHİ HİSSETMEK / Gönül PAÇACI
da olan Batı müziğine mensup olan sanatkârların ise ne denli
kısıtlı şartlarda, özveriyle çalıştığını tahmin etmek güç değildir.
Avrupaî tarzda konserlerin halk arasında henüz yaygınlaşmadığı bir dönemde Dârü’l-Elhân, bu kültürel açılımın ülkemizdeki temel hazırlayıcılarından olmuştur. Kurumun müdürü
Musa Süreyya Bey’in bir gazeteye vermiş olduğu mülakatta,
şartların zorluğu yansımaktadır:5
“Bina meydanda. Müracaat edenleri, bina ihtiyaca gayr-ı kâfî olduğundan, bahanelerle reddediyorum. Yerimiz yok demek biraz
garip geliyor.
Ecnebi mütehassıslara ihtiyaç olup olmadığını soruyorsunuz.
Şimdilik kendi yağımızla kavrulmaya çalışıyoruz. Esasen muallimlerimizin hepsi ecnebi konservatuarlarından mezundur.”
28
Kuruluş gerekçeleri arasında da yer aldığı üzere Dârü’l-Elhân
yayın ve araştırma faaliyetleriyle de Türk musikisi açısından bir
dönüm noktasına işaret etmektedir. Cumhuriyet sonrası nota
yayımlayan ilk kurumdur. Farklı kaynaklardan gelen eserlerin
tespit edilerek muhafazasını ve aktarımını sağlamak bu sayede
mümkün olmuştur. Dârü’l-Elhân Külliyatı adı altında yayımlanmaya başlayan, 120’si Osmanlıca toplam 180 adet büyük boy
nota, bugün en değerli kaynakların arasında zikredilmektedir.
Kurum yapısal değişikliğe uğrayarak önce İstanbul Konservatuvarı, sonra İstanbul Belediye Konservatuvarı adını aldıktan
sonra da yayınlar sürdürülmüş; notası tespit edilen eserler plak
kayıtları aracılığıyla dinleyiciye sunulmuştur. Columbia firmasında doldurulan bu 78 devirli plaklarda, klasik musikinin en
büyük formlarından, şarkılar ve halk türkülerine kadar geniş bir
repertuar kaydedilmiştir.
Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonra 1924 yılının 1 Şubat’ında yayınlamaya başlanan
Dârü’l-Elhan Mecmuası, hem
Alaturka Eğitimine Yasak
Dârü’l-Elhân’da alaturka eğitimiiçerdiği özgün makaleler ve araşAncak, bu çalışmalar sürerken 9 Aranin yasaklanarak “kat’îyen ta’lim
tırmalar, hem Batı dillerinden
lık 1926’da Maarif Vekili Mustafa Netercüme edilmiş müzik yazıları,
ve tedris mâhiyeti taşımamak”
cati Bey’in emri ile kurulan Sanayi-i
hem de kurumun o dönem faaliüzere yalnızca İcra Heyeti ile Tasnif
Nefise Encümeni’nin kararı ile Dârü’lyetlerini ele alan yazılardan dolayı
Elhân’da Türk musikisi eğitimi ve
ve Tesbit Heyeti bırakılmış olması,
günümüz için de önemli bir kayöğretimine son verilir. Öğretim
Osmanlı’nın 19. yüzyılda yoğunlanaktır. İlk sayıda, açılış törenleri,
kadrosunu dağıtmamak için öğretkurumun faaliyetlerinin yapıldığı
menlerden kurulan Türk Musikisi
şan Batılılaşma hamlelerine kadar
coşkulu ortam ve planlanan yaİcra Heyeti ile Rauf Yekta, Muallim
giden bir sürecin sonucu olup; nereyınların dökümü yer almaktadır.
İsmail Hakkı, Zekâizade Hafız Ahmet
deyse
bugün
bile
alttan
alta
devam
Efendi’den oluşan Tasnif ve Tespit
Dergi, düzensiz tarihlerde toplam
6
Heyeti bırakılarak faaliyetler sınırlaneden Doğu-Batı müziği çelişkisinin
yedi sayı yayınlanabilmiştir. Çedırılır.
şitli sayılarında, 1924-25 yıllarındüğüm noktasını oluşturmaktadır.
da kurumun çeşitli bölümlerinin
1926 yılında Dâru’l-Elhân’da Türk
müziği eğitiminin yasaklanmış olvermiş olduğu konserlerle ilgili
7
ması,
kurumda
farklı
müzik
türlerinin bir arada eğitiminin veayrıntılar mevcuttur. Örneğin, derginin 1 Şubat 1340 tarihli ilk
sayısında bu faaliyetler “Dârü’l-Elhân Şu’ûnu” başlığı altında şu rilmesinin, konserler düzenlenmesinin ve başta Dâru’l-Elhân
şekilde duyurulmaktadır:
Mecmua’sı olmak üzere ciddi yayın faaliyetlerinin askıya alın“Dârü’l-Elhân’ın Umuma Mahsus Konserleri: Dâru’l-Elhân ması sonucunu getirmiştir. Genel olarak “Mûsıki İnkılâbı”nın
Heyet-i Tedrîsiyesi müessesenin bidayet-i küşadından [açıldı- gerçekleştirilmesi için atıldığı anlaşılan bu adım, polemiklerin
ğından] beri her on beş günde bir olmak üzere konser vermek- başlamasına yol açmış, önemli müzisyenler çeşitli yayın orte, şark ve garb mûsikîsine ait eserler çalınmaktadır. Müsame- ganlarında adeta kamplaşmışlardır. Gazetelerde “alaturka mı?
relere memleketimizin münevverân ve mütefekkirîni [aydın
alafranga mı? “ konulu anketler yapılmakta, farklı görüşler yave düşünürleri] davet edilmekte olduğu gibi ensâl-i müstakyınlanmaktadır. Örneğin teşrin-i evvel 1926 tarihli Yeni Ses gabelenin [gelecek nesillerin] mûsikînin âsâr-ı ilmiyesine [bilimsel eserlerine] karşı ülfet-i samimiyelerinin temini için Dâru’l- zetesinde viyolonist Zeki Bey (Üngör) Türk mûsıkisi eğitiminin
Fünun ve mekâtib-i saire talebeleri de münavebeten [sırayla] yasaklanmasını savunmakta ve :”… Son söz olarak şunu söyledavet edilmektedir.
yeyim ki, Rauf Yekta Bey gibi bütün hayatını mûsıkiye hasreden
“Talebe Konserleri: Dâru’l-Elhân, müterakkî tâlibat ve talebe- çalışkan ve nazik bir ilim adamımızın nasılsa ve sevk-i hâdisâtla
ler [yetişmiş kız ve erkek talebeler] tarafından verilmek üzere ay- girmiş olduğu bu aykırı yoldan dönüp bize iltihak etmesini şahrıca her on beş günde bir olmak üzere konserler ihdas etmiştir...”8 sen çok temenni ediyorum” demektedir.
YAŞARKEN TARİHİ HİSSETMEK / Gönül PAÇACI
Bu sırada Dâru’l-Elhân’ın Anadolu’ya halk şarkıları derleme
gezileri başlatılmış, bu yolla yeni kurgulanan müzik dili için
“halkın öz nağmelerini toplayarak Batı’nın tekniği ile birleştirmek” amacıyla malzeme toplanması amaçlanmıştır. Aslında
daha önce, 1920’lerde Rıza Nur’un Maarif Vekili olduğu dönemde kurulan Hars Dairesi’nin amaçlarından hareketle Ege
Bölgesi’ne, İzmir civarına bir halk müziği derleme gezisi yapılmış ve bazı yerel havalar Hars Dairesi tarafından bastırılmıştır.9
1926’dan itibaren çeşitli yörelere yapılan konservatuar derleme gezilerinin notaları, Dâru’l-Elhân Külliyatı / Anadolu Halk
Şarkıları adını taşıyan defterler halinde yayımlanmıştır. İlk defa
Güney ve Güneydoğudan başlayan ve elli bir gün süren uzun
bir yolculuk sonucu derlenmiş olan bu türküler birinci ve ikinci
defterde yer almış, önsözü bu geziye bilfiil katılmış olan Rauf
Yekta Bey tarafından yazılmıştır. Folklorun sosyal değerini vurgulayan bu önemli yazı, bu defterin daha sonra yeni harflerle
ifade etmiştir: “…Seyahatimizden avdet ettiğimizde şehrimiz
matbuatını şiddetli ve aynı zamanda haklı bir tenkit ve şikayet
velvelesi içinde buldum; gazeteler ‘Türk mûsikîsi ilga edilemez!’
diye feryad ediyorlardı. Başka memleketlerde olsa bu sözden
vehleten kimse bir şey anlayamaz. Öyle ya! Bir milletin mûsikîsi
resmî bir encümenin kararıyla nasıl ilga olunabilir? Bu cümleyi
mesela Fransızca’ya tercüme etsek hasıl olacak: Abrogation de la
musique turque cümlesinden mânâ çıkarmak bir Fransız için kabil midir? Filhakika bu ilga teşebbüsünün bir millete ‘öz lisanını
söylemeyeceksin!’ demekten farklı olmadığı herkesin anlayabileceği bir hakikat idi…”
Müzik biliminin gerçek ölçütlerine işaret eden Rauf Yekta Bey
eleştiri ve itirazlarını sürdürürken, gazetelerde “millî mûsikîmiz
ne olacak?” temelli anketler, soruşturmalar yayımlanmakta; II.
Meşrutiyet döneminde büyük umutlarla ve “üstâdlardan kalmış olan değerli klasiklerin kaydedilmesini sağlayarak yerli
Dârü’l-Elhân Mecmuası
basılan tekrarında da yer almıştır. Türk musikisi eğitiminin yasaklanmasından sonra Batı musikisi mensuplarının değerlendirmeleri ile yayınına devam edilen defterlerin giriş bölümleri
okunduğunda, kurumda yaşanan zihniyet değişikliği rahatlıkla algılanabilmektedir.
Dârü’l-Elhân’da alaturka eğitiminin yasaklanarak “kat’îyen
ta’lim ve tedris mâhiyeti taşımamak” üzere yalnızca İcra Heyeti ile Tasnif ve Tesbit Heyeti bırakılmış olması, Osmanlı’nın 19.
yüzyılda yoğunlaşan Batılılaşma hamlelerine kadar giden bir
sürecin sonucu olup; neredeyse bugün bile alttan alta devam
eden Doğu-Batı müziği çelişkisinin düğüm noktasını oluşturmaktadır.10
Bu yasağa tepkiyle, 1 Teşrin-i evvel 1926 tarihli Vakit gazetesinde Rauf Yekta Bey, “Mûsikîmizin tedrisi kaldırılabilir mi?”
diye sormaktadır. Dâru’l-Elhân için halk müziği derleme gezisinden dönmüş, okulda Türk müziği eğitiminin yasaklandığını
öğrenmiş ve alelacele gazetede şaşkınlığını şu benzetme ile
mûsikîyi yozlaşmaktan korumak” amacıyla kurulmuş olan
Dâru’l-Elhân üzerinden bir alaturka-alafranga savaşı başlatılmaktadır.
Bugüne Kalabilenler…
1926’da İstanbul Şehremaneti’ne bağlanan konservatuvardaki Tasnif ve Tespit Heyeti’nde çalışmalar yapan uzman müzik adamlarının çabalarıyla Türk musikisinin “yazılı döneme”
geçişteki en verimli süreci başlamıştır. Dinî ve dindışı beste
şekillerindeki Türk musikisi klasiklerinin aslına en yakın kaynaklardan tespit edilerek ve farklı kaynakların birbirleriyle karşılaştırılmasıyla notaya alınması ve gelecek kuşaklara aktarılması, bu müziğin devamlılığı için hayatî önemdedir. Bununla
birlikte Tasnif ve Tespit Heyeti çalışmaları; tahsisat yokluğu,
heyete sonradan kimsenin atanmaması ve kurumda Türk musikisine olan eğilimin zaafa uğraması gibi nedenlerle gitgide
azalarak 1960’ların başında son bulmuştur.
Bu arada 1943’te Saadettin Arel’in geniş yetkilerle ve beş yıllık
bir sözleşme ile Konservatuvar Reisliğine atandığı dönemde,
29
YAŞARKEN TARİHİ HİSSETMEK / Gönül PAÇACI
eğitim programına Türk musikisi eklenir. Ancak Belediye Konservatuarı, yüksek öğretim veren bir yapı olmadığı için, kurum
1986 yılında İstanbul Üniversitesi’ne devredildikten sonra
Türk Musikisi bölümü, yarı zamanlı olarak yapılandırılmış ve
maalesef diğer bölümlere tanınan lisans ve lisansüstü eğitim
hakkı bu bölüme tanınmamıştır.
Kuruluş fikri ve faaliyetleri Darülbedayi dönemine dayanan ve
verdiği konserlerle Türk musikisinin halka ulaşmasında özel
bir önemi olan Türk Musikisi İcra Heyeti ise, 1940’ta Tepebaşı’ndaki binada yeniden yapılandırılmıştır. Heyetin ilk konseri,
Mayıs 1941’de gerçekleştirilen “Dede Efendi Konseri”dir. Ali
Rıza Şengel’in klasik tarzda yönettiği ve “Tarihi Türk Musikisi Konserleri” adıyla devam eden bu konserlerden sonra icra
heyeti 1944’te kadrolu bir yapıya kavuşmuştur. 1948’de yönetime dair uyuşmazlık nedeniyle Arel’in konservatuvardan
ayrılmasıyla da yerine Şerif Muhittin Targan atanmıştır. İcra
Heyeti’ne kısa bir süre Ercümend Berker, misafir olarak Mesud
Cemil ve Refik Fersan şeflik etmişler; bu dönemlerde heyetin
bünyesine değerli müzisyenler katılmıştır. 1950’li yıllar İcra
Heyeti’ne seçkin sanatçıların katılımıyla geniş bir repertuvarın halka sunulduğu yıllar olarak dikkat çeker. 1953’te Nevzad
Atlığ bir yıl şeflik yapar ve istifasıyla boşalan yere önce Nuri
Halil Poyraz, sonra da ünlü ses sanatkârı ve bestekâr Münir
Nurettin Selçuk şef olarak atanır. Selçuk’un yönetiminde topluluk repertuar ve konser programları açısından geleneksel
üslubun dışında bir icra anlayışı dönemine girmiştir. Düzenli
olarak önce Taksim Belediye Gazinosu, 1954’ten sonra Şan
Sineması’nda Pazar sabahları gerçekleştirilen konserler halk
tarafından büyük ilgi görmüş, naklen radyo yayını aracılığıyla da geniş dinleyici kitlesine ulaşmıştır. Bu dönemde zaman
zaman Kemal Gürses, Emin Ongan, Mefharet Yıldırım ve Radife Erten de İcra Heyeti’nde şeflik yapmışlardır. Kadrosu gitgide yenilenen heyeti, 1982’ye dek Muzaffer Birtan yönetmiş,
1983’te bu göreve Rıza Rit atanmış ve 2005 yılına kadar görevde kalmıştır.
Türk Mûsıkîsi İcra Heyeti, günümüzde şahsım tarafından idare
edilmektedir.
Ve… İâde-i İtibar
Türk musikisinin gelişim çizgisi içinde ve ülkenin kültür-sanat
yaşamında belirleyici bir yere sahip olan, birçok sanatçı yetiştiren Belediye Konservatuvarı 1986’da İstanbul Üniversitesi’ne
devredilmiş olup, bugün Türkiye’nin en eski üniversitesinin
çatısı altında, köklü bir geleneğin varisi olarak yaşamaktadır.
30
2011 yılı itibarı ile İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nün,
1926’da verilmiş olan yasaklama kararının bir nevî devamı
olan Türk müziği lisans programının açılmaması ayıbını ortadan kaldırmak üzere başlattığı birtakım hamleler ise, bu yazının başlığındaki “tarihî” sıfatını hak etmiş olan kararlardır.
Özetle, bu kararlar dahilinde İstanbul Üniversitesi’nin çatısı
altında, Dârü’l-Elhân’ın mirasına yakışır biçimde bir model
oluşturmanın yolu açılmış ve Türk musikisinin “uygulama,
icra, eğitim” boyutlarının akademik seviyede yer bulması için
geri dönülmez bir noktaya gelinmiştir. Yönetmeliği, 23 Ocak
2012 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanarak resmen çalışmalara
başlayan İ.Ü. Osmanlı Dönemi Müziği Uygulama ve Araştırma
Merkezi (OMAR), Osmanlı müzik tarihi eser birikimini bilimsel
kriterlerle incelemek, tasnif etmek ve oluşturulan koleksiyonu
daha kolay erişilir hale getirmek amacıyla yayınlar yapacaktır.
Böylece, geçmişte mevcut olan ve ülkemizin kültür tarihi için
son derece önem arz eden bu yayıncılık faaliyeti, günümüz
koşullarında yeniden başlatılarak kurumsal bir devamlılık temin edilmiş olmaktadır. Bu bağlamda OMAR’ın Türk Mûsıkisi
Tasnif ve Tesbit Heyeti’nin çalışmalarını sürdüreceğini söylemek mümkün görünmektedir.
Ayrıca yakın dönem müzik tarihimizin en önemli müzikolog,
eğitimci, bestekâr ve icracılarını bünyesinde toplamış, yetiştirmiş olan Türk Mûsıkîsi Nazariyatı Bölümü de, konservatuvarın
İstanbul Üniversitesi’ne bağlanışının 25. yılında yeniden yapılandırılarak, Müzikoloji bölümüne bağlı Geleneksel ve Modal
Müzikler Ana Bilim Dalı Osmanlı Dönemi Karşılaştırmalı Müzik Lisans Programı’na alınmıştır. Böylece de, OMAR’ın yapacağı bilimsel çalışmaların devamlılığı için akademik taban oluşturulmasının yolu açılmış olmaktadır. Halen Konservatuar’ın
bünyesinde bulunan ve geçmişte çok değerli şefler ve
sanatkârların katılımıyla, müzik tarihimizin önemli bir icra topluluğu olarak zihinlere yerleşmiş olan Türk Mûsıkisi İcra Heyeti
ise, OMAR’ın çalışmalarının uygulamaya yansıtılacağı bir birim
olarak değerlendirilecektir.
Bu bağlamda, 28 Mayıs 2012’de üniversitenin Doktora Salonu’nda yapılmış olan “Dârü’l-Elhan kurum tarihi belgeseli”
gösterimi ve kurumdan yetişen önemli solistlerin katıldığı
konser, tüm bu gelişmelerin ilan edildiği bir toplantı niteliğinde gerçekleştirilmiştir. Bu tarihî günde, Dârü’l-Elhân’ın kurucularından ünlü müzikolog Rauf Yekta Bey’in torunu Neyzen Yavuz Yekta’ya, üniversite adına bizzat rektör tarafından
“Rauf Yekta Bey Onur Ödülü” verilmesinin ise, konservatuarda Türk müziğine iade-i itibar edilmesi anlamını taşıdığı rahatlıkla söylenebilir.
* Müzisyen
YAŞARKEN TARİHİ HİSSETMEK / Gönül PAÇACI
DİPNOTLAR
İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Sanatçı Öğretim Elemanı, 1
Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi.
2
Osman N. Ergin, Türk Maarif Tarihi, (İstanbul, 1977), s. 1553.
3
Bu kurumla ilgili detaylar için şu yazılara bkz: Gönül Paçacı, “Dârülelhân ve Türk Musıkisinin Gelişimi I-II”, Tarih ve Toplum Dergisi, (İstanbul, Ocak-Şubat 1994); “Darü’l-elhan”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.2, (İstanbul, 1993-94), s. 556-558.
Musıki Encümeni ve Darülelhan Talimatnamesi, Başbakanlık 4
Osmanlı Arşivi, Dosya Usûlü İrade Tasnifi, Dosya: 15-3, Sıra: 2, A: 5, 1335.RA.7. Bu talimatname, 29 Rebiulevvel 1335 / 2 Kânunısânî 1332 Pazartesi (1 Ocak 1917) tarih ve 2764 nolu Takvim-i Vekayî’de yayınlanmıştır.
İstiklâl Gazetesi (Başmuharriri: İsmail Müştak) Birinci sene, numero: 5
66 Tarih: 1341 [1925] 4 Şubat Çarşamba / 10 Receb 1343
6
İstanbul Evkaf-ı İslamiye Matbaası.
7
Darülelhan’ın vermiş olduğu bir konsere ait elimizde bulunan en eski basılı malzemeler (1339/1923), Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu’nda Mart’ın 31. cumartesi günü akşamı Darülelhan Fasl-ı Musıki Heyeti tarafından verilen “Fevkalade Konser” başlıklı konsere mahsus
program kitapçığı ve bilettir. Bu belgelerin tıpkıbasımı ve programın
çeviriyazımı için: bkz. Gönül Paçacı, Osmanlı Müziğini Okumak:
Neşriyât-ı Mûsıkî, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 2010, s. 329-330.
Bütün bu konser programlarının ve konserlerle ilgili haberlerin
8
çevrim yazıları için bkz.: Gönül Paçacı, “Darülelhan Mecmuası’ndan Darülelhan’ın 1924-25 Yıllarında Verdiği Konserler ve Konser Haberleri“, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Konserva-
toryum Dergisi, Cilt: 1 Sayı: 2 Yıl: 2011
Seyfüddin Asaf-Sezâî Asaf, Yurdumuzun Nağmeleri, Millî Matbaa, 9
1926.
Bu bahsin daha geniş bir şekilde irdelendiği ve söz edilen yayınların 10
künyelerinin verildiği şu makalelere bakınız: Gönül Paçacı, “Osmanlı’nın Mûsikî Taliminden Cumhuriyet’in Müzik Terbiyesine”, Toplumsal
Tarih Dergisi, sayı 100-101 (Nisan-Mayıs 2002) ve “Müzikte Yasak Olur mu?” (Mete Tunçay’a Armağan kitabı içinde) İstanbul-2007, s. 651-673.
31
ITRÎ MUSTAFA
EFENDİ
FATİH DALGALI
Eeaeaaeuaeeüaeüeaüeaüeaüeaüeaüeaüeaü
aüaüeaüeaüeaüeaüüeaeüaaeüvçaeaüeaüeaüa”
Aydın SÜLEYMANZADE
ITRÎ MUSTAFA EFENDİ / Fatih DALGALI
ITRÎ MUSTAFA EFENDİ
*Ruşen Ferid
Çeviriyazı: Fatih Dalgalı
Kendisi de bir besteci olan Ruşen Ferid (Kam), Itri’nin yaşamı
hakkında Darü’l-Elhan dergisinde 1926 yılında bir yazı
kaleme aldı. Dergimiz, bilimsel değerini koruyan bu makalenin sizler için
çeviriyazısını yeniden yayımlıyor.
Sanâyi‘-i Nefîse târîhimizin en ziyâde mühmel ve
hattâ metrûk bir hâlde bırakılan şu‘besi hiç şüphesiz ki târîh-i mûsıkîmizdir. Son zamanlara kadar
muhtelif zümre-i halk arasında telakkî-i musıkî yalnız saz ve söze münhasır kalmış, his ve heyecân-ı
bedî‘îmiz üzerinde en ilâhî te’sîrâtı halk eyleyen bu
san‘at-ı rakîka mülkümüzde lâyık olduğu derecede
tamâmıyla ilmî ve fennî bir mâhiyet iktisâb edememiştir. Bugün herhangi bir vâdî-i ilim ve fende
fikrimizi cevelân ettirmek istersek inkisâf-ı fikrimize hâdim olabilecek ma‘lûmâta dest-res oluyor,
elimizde mevcûd mü’ellefâtdan az çok isti‘âne ve
istifâde edebiliyoruz.
Fakat asırlardan beri kökleşen aynı telakkînin
temâdî eden te’sîriyledir ki, gerek mûsıkîmize ve gerekse mûsıkîşinâsânımıza âid ma‘lûmât ve terâcim-i
ahvâli bulmakta fevka’l-âde dûçâr-ı müşkilât oluyoruz. Veyahud husûsât-ı mezkûreyi te’mîndeki
tedkîkât ve mesâ‘î daha ziyâde heder olup gidiyor.
İşte bu mahzûr-ı kat‘î te’sîriyledir ki, arzu olunan
şerâit dâiresinde doğru dürüst değil, doğruya yakın
bir şekilde bile bize mûsıkîşinâsâmızı tanıtacak bir
terâcim-i ahvâl bulmak, meydâna getirmek ma‘a’lesef mümkün olamamış ve olamıyor.
Yalnız şuna teşekkür olunur ki, bugün fusûl-i mütenevvi‘ayı câmi‘ yazma ve matbû‘ mecmû‘alardaki
güfteler üzerinde yalnız isimlerine tesâdüf ettiğimiz kıdemâ-yı mûsıkîşinâsâmızdan ba‘zılarının yaDaru’l Elhan Mecmuası, Yer- yıl: İstanbul 1926, Cilt: 1. Sene 2. Sayı., Sayfa: 65 - 67
şadıkları devirlerde, ehemmiyetleri dolayısıyla yâd
35
ITRÎ MUSTAFA EFENDİ / Fatih DALGALI
olması ihtimâli de vârid-i hâtır olabilir. Her hâlde
ortada bir (buhûrculuk) keyfiyeti var, fakat bunun
Itrî’nin babasına mı dedesine mi kime râci‘ olabileceğini kestirmek biraz müşkil! Ma‘amâfîh serd
ettiğimiz birinci ihtimâl daha ziyâde muvâfık-ı akl-ı
selîm ve mukârin-i hakîkattir.
Itrî’nin, bestekârlıkda dehâ derecelerine varan kudret ve kâbiliyetine, bugün kemâl-i takdîr ve huşû‘ ile
dinlediğimiz âsârı en hakîkî birer şâhid olduğu gibi,
asırların bile unutturamadığı bu âsâr-ı pür-güzîdesi
hüsn-i tabî‘at ve zevk-i selîmine de en hassâs bir
mi‘yârdır. Aşk-ı ma‘nevî ile titreyen bir kalbden dökülen ilâhî nağamat-ı sami‘îde aynı vecd ve istiğrâk
içinde bulundurur. Hattâ sımâh-ı rûhumuzda ilâhî
ve gam-nâk terâneleriyle vecd ve istiğrâka sürükleyen “Tekbîr” Itrî’nin sadâ-yı derûnîsinin ufak bir aks-i
feyizdârıdır.
Hâlbuki hissiyât-ı âşıkânesine daha vâsi‘ cevelângâh
olan kâr, naks, murabba‘ları, meselâ (Nevâkârî) en
müşkil-pesendleri bile i‘tirâf-ı hakîkate mecbûr
eder.
Itrî’nin bugün elde mevcûd âsârı o zamandan
beri süzüle süzüle bize kadar gelen bir iki bakiyeden ibâret gibidir ki, elimize geçen el yazması bir
mecmû‘adaki Itrî’ye âid âsârın kesreti sözümüzün
doğruluğunu isbâta kâfîdir. Bugün Itrî’nin ma‘lûm
olan âsârındaki selâset ve bunu tevlîd eden nağmelerdeki incelik ve temizlik, bizdeki usûl ve tarz-ı temeşşuk dolayısıyla, kaç kişinin şahsî zevkine kurbân
ve tezkâra vesîle olan diğer ilim ve fen erbâbı ve daha ziyâde zamanlarının
şu‘arâ ve üdebâsı meyânında mevki‘-i mahsûs sâhibi bulunmaları bizi hayât-ı
husûsiyeleri hakkında az çok ma‘lûmâta sâhib edebiliyor. Ba‘zı “Tezâkir-i
Şu‘arâ”da bu mezâyâdan biriyle mütehallî erbâb-ı mûsıkîmiz hakkındaki
ma‘lûmât-ı mücmelenin ta‘yîn-i şahsiyet emrinde fâideden hâlî olamayacağı
âşikârdır.
36
edilmiştir bilemeyiz?!
Her hâlde hüviyet-i hakîkiyeleri kısmen tağyîr edilen bu âsârın tashîh ve tesbîti onları, onun bunun
elinde daha ziyâde tahrîf edilmekten kurtarır. Itrî,
Mehmed-i râbi‘ devrinin (şu‘arâ-yı hoş güftârî)
meyânına da dâhildi. Esâsen (ilm-i edvârda dev-
***
rin hoca-i sânîsi ve fenn-i mûsıkîde şehrin gulâm-ı
On birinci asırda Türklerde yetişen büyük bestekârlârdan biri de (Itrî Musta-
sâd kîsi) olmaktan ziyâde asrının (hoş güftâr)
fa) Efendi’dir. An-asl İstanbullu olan Itrî merhûmun hangi târîhde ve kimin
şu‘arâsından bulunması dolayısıyla âsâr-ı eslâfda
sülbünden dünyâya geldiği hakkında ma‘lûmât mevcûd olmadığından bu
kendisi hakkında bizi biraz ma‘lûmâta sâhib ede-
cihet mechûlümüz kalıyor. Zamanında (Buhûrîzâdelik) unvânıyla şöhret-şi‘âr
olması kendisinin buhûrcu esnâfından bir zâtın oğlu olduğunu isbâta medâr
olabilirse de bunun öteden beri âilelerine izâfe edilen bir lakab, bir unvân
cek birer sahîfe-i tetebbu‘ tahsîsine sebeb olmuştur. Itrî’nin müretteb bir dîvânı vardır. Eş‘ârında Itrî
tahallus etmesi kendisinin bu lakabla anılmasına
ITRÎ MUSTAFA EFENDİ / Fatih DALGALI
dan lâ-ale’t-ta‘yîn bir toprak kümesi üstüne mahzâ
merhûmun rûhuna celb-i rahmet içün yaptırıldığı
muhakkaktır.
Merhûm hakkında (Zeyli li-zeyli sakâyık) müellifi
“bin yüz yirmi üç târîhinde âlem-i ukbâya harâm
olup Mevlevîhâne Yenikapısı hâricinde defnolundu” diyor. İstitrâd kabîlinden olarak sunu da
ilâve edelim: Üsküdarlı Hasib Efendi’nin* “vefiyât-ı
mesâhîr” nâm-ı te’lîfinde bugün Itrî’ye âid olduğunu zannettiğimiz mezârın Buhûrcu Yakub Efendi
nâmında bir zâta âid olduğu mündericdir ki bunun Itrî’nin babası olmak ihtimâli de vârid olabilir. Her hâlde bugün bilinen bir hakîkat varsa o da
merhûmun asıl mezârının mechûl olmasıdır.
* Bu ma‘lûmâtı Rauf Beyefendi lütuf buyurdulardı.
vesîle olmuştur. Tercîh-i tahallusdaki cihet-i te’vîl ya kendisinin güzel kokulara olan meclûbiyet veyahud ıtır yapraklarına karşı olan meftûniyetinden
dolayı eş‘ârını da bûy-ı ıtır-nişâr ile ta‘tîr etmek istemesinden münba‘is olsa
gerektir! Itrî o lâ-yemût âsârıyla gösterdiği kâbiliyet ve kudret-i mûsıkîyesi ve
aynı zamanda vâdî-i nazımda ve bi’l-hâssa mu‘ammâ … iktidâr ve mahâreti
sâyesinde, pâdişâh-ı zamanın meclis-i hâssına dâhil olmuş ve Mehmed-i
râbi‘in fevka’l-âde teveccüh ve iltifâtına nâil olmakla kendisinin taleb ve
istid‘âsı üzerine esirciler kethüdâlığına ta‘yîn ettirilmiştir. Nihâyet-i ömrüne
kadar kethüdâlık vazîfesiyle te’mîn-i ma‘îşet eden Itrî bin yüz yirmi iki, yirmi
üç hudûdunda âlem-i ukbâya rıhlet eylemiştir.
Itrî’nin asıl mezârı bugün bilinmiyor. Edirnekapı’da üzerine buhûrdânlık
tersîm edilmiş bir mezâr taşının işâret ettiği merkad içün bestekârın medfen-i
ebedîsi olduğu rivâyet ediliyorsa da bunun bi’l-âhere bir sâhib-i hayır tarafın-
37
Bir dil şiir vasıtasıyla kemalât bulur.
Şiirle musiki bir elmanın iki yarısına benzer.
Jean Leon Gerome
CÂMÎ VE TEKKE
MUSİKÎSİ ÜZERİNE
Dr. Nurullah KOLTAŞ*
CAMÎ VE TEKKE MUSİKÎSİ ÜZERİNE / Dr. Nurullah KOLTAŞ
CÂMÎ VE TEKKE MUSİKÎSİ ÜZERİNE
“Kur’an’ı seslerinizle süsleyiniz.” Hadis-i Şerîf1
Mushaf-ı Hüsnünde yazmıştır edîb-i kâf u nûn
“İnne fî zâlike le âyâtin li kavmin yesmeûn”2 Niyazî-i Mısrî
Medeniyetler birlikte yaşamak, ortak adetlere sahip olmak gibi temel
unsurlar yanında mimarî, musiki hatta mutfak gibi estetik kaygılardan
neşet eden bir zevkin doruğunu da temsil ederler. İslam Medeniyeti,
serüvenine, medeniyet kavramının da kökeni olan Medine ve Mekke
şehirlerinden başlamıştır. İslam Peygamberi (S.A.V.) dehası ve medeniyet tasavvuruyla bir şehir (medine) inşa ederek tabiri caizse bir kıvılcım oluşturmuştur. İslam toplumunun sınırları çok geçmeden Bizans
ve Sasani İmparatorluklarını içine alacak denli genişlediğinde, yeni
fethedilen topraklarda mukim insanlar ve oluşturmuş oldukları medeniyetler de İslam toplumunun dönüşümünde büyük izler bırakmıştır.
Şiir evrensel bir vasıta olsa da İslam’ın yayıldığı
Doğu toplumlarında sadece zekânın yansıdığı didaktik bir vasıta vazifesi görmemiş ayrıca gönlün
de dili olmuştur. Mûsikî de şiirle birleşerek tekkelerde tasavvufi ifadenin en müessir vasıtası olarak
coşkulara coşku katmıştır.
İslam coğrafyasının farklı mekânlarında bu değişimin izleri sarih olarak
gözlemlenebilmektedir. Son ve kâmil din olan İslam’ın ulaştığı diyarlarda İslam’ın temel düsturları özümsenmiş, kimi yerel hususlar da
İslamîleştirilmiştir.
40
İslam’ın teşbih ve tecsim’i yasaklaması nedeniyle sanatsal ifade kendini farklı mecralarda ortaya koyma durumunda kalmıştır. Hat, tezhip,
katı’, çinicilik vb. sanatların yanı sıra mimaride çağları aşan güzellikler
ortaya konmuştur. Kur’an kâinatın bir mizan (ölçü) üzere yaratıldığını
ortaya koyar.3 Kâinat bir ölçüyle yaratılmış olduğundan, insanın da bu
düzen ve ölçünün yansımalarına olan tecessüsü ve bunlarda neşe bulması, onun cennetteki ilk haline (primordial state) olan özleminin de
bir yansımasıdır. Tarihin seyri içinde filozoflar insanı düşünen, konuşan
hayvan vb. ifadelerle tavsif yoluna gitmişlerdir. İnsan yaratılırken ona
nakşedilen kimi fıtri potansiyel ya da kabiliyetlerden biri de adı geçen
mizan ve ölçüyü içeren nağmelere, seslere olan meylidir. Herkesçe
malum “Allah güzeldir, güzeli sever” hadis-i şerifi uyarınca Müslüman
kâinata yönelik bir estetik hissine sahip olup sesleri tanzim ya da icad
(ibda’) kabiliyetiyle de mücehhez kılınmıştır. Bu meyanda musiki bazı
kaynaklarda ilahi sanat olarak da vasıflandırılabilir.4
Söz ya da kelam kutlu olduğundan, nazım ya da şiir
İslam toplumlarında Müslümanların derunlarındaki
estetik hissin yansıtılmasında en tesirli vasıtalardan
biri olmuştur. Bir dil şiir vasıtasıyla kemalât bulur.
Şiirle musiki bir elmanın iki yarısına benzer. “Mûsikî
daha müphem, daha dalgalı. Şiir daha sınırlı, daha
aydınlık. Mûsikî saf, şiir karışık; mananın ahenkle izdivacı. Şiir de mukaddesin emrindedir, mûsikî gibi.”5
Şiir evrensel bir vasıta olsa da İslam’ın yayıldığı Doğu
toplumlarında sadece zekânın yansıdığı didaktik bir
vasıta vazifesi görmemiş ayrıca gönlün de dili olmuştur. Mûsikî de şiirle birleşerek tekkelerde tasavvufi
ifadenin en müessir vasıtası olarak coşkulara coşku
katmıştır. Dinî mûsikînin Osmanlı’daki yerine bakmadan önce Türklerin İslamiyeti benimsedikleri döneme kadar gitmek gerekir. Zira form olarak tamamen
yeni şeyler ortaya koymaktan ziyade var olan kimi gelenekler İslam’la bir dönüşüm geçirmiştir. MS 920’de
CAMÎ VE TEKKE MUSİKÎSİ ÜZERİNE / Dr. Nurullah KOLTAŞ
Karahanlı Hükümdarı Saltuk Buğra Han’ın geniş bir toplulukla İslam’ı benimseyişi akabinde Karahanlılardan Selçuklulara
ve Osmanlılara nakledilecek bir geleneğin de önü açılmıştır.6
İslam’ın ana dinamikleriyle çelişmediği sürece kimi örfi olgular
da İslam süzgecinden geçerek toplumları birleştirmede önemli
unsurlara dönüşmüştür. Bundan sonraki seyirde tasavvufun da
birleştirici bir unsur olarak bu toplumlara girişine şahit olmaktayız. Ribatlar, dergâhlar, hânkâhlar, zaviyeler ve tekkelerin kuruluşuyla tasavvuf sistemli bir şekilde farklı toplulukları birleştirici olmuştur. Osmanlılar daha imparatorluğun başlangıcında
Osman Gazi’nin Şeyh Edebali’nin sohbetinde aldığı edeb ve
feyzle başlayarak şair, bestekâr ve musikişinas sultanların riyasetinde en üst seviyede bir medeniyet inşası gerçekleştirmiştir.
Osmanlının medeniyete katkıları bağlamında söylenecek çok
söz olsa da biz konumuzun kapsamı gereği Osmanlı’da câmî ve
tekke musikisini kısaca izaha çalışacağız.
Osmanlı’da dini ve lâdini olmak üzere iki mûsikî türünün olduğunu söylemek mümkündür. Bu türler arasındaki ayrım tavır,
muhteva ve güfte gibi unsurlarla ortaya konmaktadır. Dini musiki de kendi arasında ikiye ayrılır: Câmî ve tekke mûsikîsi.
Câmî musikîsi genel itibarıyla sazların yer almadığı ve insan
sesine dayalı (a capella) icralardan oluşur.7 Câmî mûsikîsinde
yer alan formlar arasında Kur’an-ı Kerim’in tecvîd üzere çeşitli makamlarla kıraat edilişi, ezan ve kamet okunuşu, Tekbir
–Buhurîzâde Mustafa Itrî tarafından bestelenmiştir–, Temcid,
Münacaat, Tesbih vb. sayılabilir. Mevlid –Süleyman Çelebi tarafından yazılmıştır– ve artık unutulmaya yüz tutmuş Mîraciye de
bu formlar arasında önemli bir yere sahiptir. Genelde solo olsa
da cumhur halinde icra da mümkündür.
Tekke mûsikîsi ise tasavvufî zevkin doruğu olup şiir ve mûsikînin tabiri caizse buluştuğu bir usuldür. Her ne kadar Kadızadeler gibi gruplar Tekkelerde icra edilen mûsikî ve ehl-i
tasavvufun icra ettiği devran, sema gibi ritüellere karşı çıksalar da, açıktır ki bu mekânlarda icra edilen mûsikî ve ritüeller
müntesiplerini bir oyun ve mâlâyanî ya da hevâya uymaya
yöneltmeyip İlahî aşkı ifadede estetik bir iletim biçimi olmuşRufai Tekkesi’nde kıyam zikri.
41
CAMÎ VE TEKKE MUSİKÎSİ ÜZERİNE / Dr. Nurullah KOLTAŞ
tur. Câmî musikisinden farklı olarak Tekke
mûsikîsinde klasik sazlara da yer verilir.
Tekkelerde yoğun bir tasavvufi coşku göze
çarpar. Bu coşku ile ilahi neş’e elde edilir.8
Sadece nazari bir eğitim süreci olmayıp bir
ömür süren musiki ve şiir içre bir hayat söz
konusudur. Tekke mûsikîsi formları arasında ilk sırayı Mevlevi ayinleri alır. Mevlevilerin sema ayinleri Tekke mûsikîsinin en
nezih beste ve güftelerini içerir. Güftesi
Hazreti Mevlana’ya, bestesi Itri’ye ait olan
Naat-ı Mevlana ile başlayan Sultan Veled
Devri ile devam eden Mevlevi ayinleri dört
selamdan oluşur ve sonlarında Gülbang çekilir. Arapça güfteli şuğullerin, kasîdelerin,
savtların yanı sıra ilahiler, nefesler, duraklar ve na’tlar tekke mûsikîsinin en belirgin
usulleridir.9
Tekke mûsikîsi Osmanlı’da en kâmîl halini
bulur. Tekkeler yalnızca İstanbul’da değil
Anadolu ve diğer Osmanlı topraklarında da
musikişinasların buluşma mekânları olmuştur. Tekkelerde yapılan ayin ve meşkler musikinin kuşaktan kuşağa aktarımında başat
vasıtalar olmuştur. Hatta denilebilir ki tekkelere sıkça uğramayan hiç bir musikişinas
yoktur. Osmanlı’da mûsikî erbabı, sanılanın
aksine saraydan değil tekkelerden yetişmiştir.10 Öne çıkan bestekârlar Buhurîzâde
Mustafa Itrî Efendi, Hafız Post, Aziz Dede,
Nakşî Dede, Aziz Mahmud Hüdâyî11 ve
daha nice güzide sâz ve söz üstadı işte bu
geleneği yansıtırlar.
Yukarıda anılanların dışında burada zikredemediğimiz birçok tasavvuf erbabı, ömürlerini bu dini yaşama ve yayma gayesiyle
kendilerinden sonraki nesillerin feyzlerine
feyz, aşklarına aşk katarak kıvamı ve lezzeti değişmeyen ve değişmeyecek eserler
bırakmışlardır. Tekkeler sadece mûsikîde
değil sanat, edebiyat, edep, ahlak ve hizmette de kâmil olmuşlardır.12 Bulundukları
muhitte insanların maneviyatlarının yanı
42
Ayasofya’nın minaresinden İstanbul Panoraması
CAMÎ VE TEKKE MUSİKÎSİ ÜZERİNE / Dr. Nurullah KOLTAŞ
43
CAMÎ VE TEKKE MUSİKÎSİ ÜZERİNE / Dr. Nurullah KOLTAŞ
sıra dünyevi ihtiyaçlarına da deva olmuşlardır. İcra edilen usullerle de insanlardaki estetik hissin maneviyata
aksetmesine ve dolayısıyla madde
ve mananın İslamî hale gelmesine
azami gayret göstermişlerdir. Bu
mekteplerden yetişen insanlar bir
bütün olarak toplumu dönüştürmede vazife üstlendiklerinden toplum
içinde ırk, dil gibi ayırıcı unsurlar yerine tasavvuf gibi en mütekâmil bir
Tekkelerde yoğun bir tasavvufi
coşku göze çarpar. Bu coşku ile
ilahi neş’e elde edilir. Sadece nazari bir eğitim süreci olmayıp bir
ömür süren musiki ve şiir içre bir
hayat söz konusudur.
Tekke mûsikîsi formları arasında ilk sırayı Mevlevi ayinleri alır.
birleştirici unsurla devletin ve toplumun bayındırlık ve istikrarı sağlanabilmiştir. Bu derin kültürle yoğrulan
bir toplumda insanların birbirlerine
eziyet etmesi, üzmesi mümkün müdür? Günümüz sorunlarına bir göz
atıldığında mevcut sıkıntıların çaresinin bu topraklarda yüzlerce yıl birlik
ve beraberliği sağlayan tasavvuf ve
tasavvuf kültürü olduğu açıkça görülecektir.
Edward Dodwell’in fırçasından iki resimde kuud (solda) ve kıyam (sağda) zikirleri.
DİPNOTLAR
1
Buharî, Tevhîd, 52; Ebu Davud, Vitir,2.
Kâf u Nûn’un Edîbi güzelliğinin Mushaf’ında “…Şüphe yok ki bunda kulak verecek bir kavim için birçok ibret vardır” (Yunus, 67) ayetini yazmıştır.
2
Şura, 42:17.
3
Süleyman Uludağ, Din-Musiki ilişkisi Üzerine, Köprü, Yaz2002, sayı 79.
4
Ayrıntılı bilgi için bkz. Dr. Yavuz Demirtaş, Türk Dini Musikisi Formları, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 14:1(2009), s. 213-227.
9
Bülent Aksoy, “Osmanlı Geleneğinde Dini Musiki Üzerine Birkaç Not” Diyanet Aylık Dergi, Mayıs 2009.
10
Saadet Güneş, Tasavvuf Edebiyatı ve Musiki, Kök Dergisi, Mart 1981, sayı 2.
5
Cemil Meriç, Bâkî kalan Bu Kubbede, Kök, cilt2, sayı 14,
İstanbul 1982, s. 8.
11
Türk din musikisine ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. Bayram Akdoğan, Türk Din Musikisi tarihine bir Bakış, AÜİFD XLIX (2008), sayı I, s. 151-190.
12
6
Cinuçen Tanrıkorur, Osmanlı Dönemi Türk Musikisi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2003, s.48.
7
44
S. Nüzhet Ergun, Türk Musikisi Antolojisi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1942, c.I-13.
8
Tekkelerin toplumsal işlevleri konusunda oldukça kapsamlı bir eserde Prof. Dr. Mustafa Kara tarafından kaleme alınmış olan Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler’dir.
SALTANATLI TEKBİR’DEN
SEHL-İ MÜMTENİ
SALÂT-I ÜMMİYYE’YE
BUHÛRÎZÂDE MUSTAFA
ITRÎ EFENDİ
Prof. Dr. Mustafa İ. UZUN*
Mâcera bazen bir insanla, bir şiir, şarkı veya kitapla ilk
karşılaştığınız anda başlar.
Benim de Itrî ile böyle bir mâceram var. Bu yazıda sizlerle
bu serüvenin bir kısmını, özellikle başlangıcını paylaşmak
istiyorum: Tekbir ve Salâtı Ümmiyye faslını…
SALTANATLI TEKBİR’DEN SEHL-İ MÜMTENİ SALÂT-I ÜMMİYYE’YE BUHÛRÎZÂDE MUSTAFA ITRÎ EFENDİ / Mustafa İ. UZUN
“Itrî’ye ait eserlerin ilk sırasında Tekbir ve Salât ü Selâmlar gelir. Bunlar bütün İslâm dünyasını, medeniyette hâlen aşılamamış bir zirve olan Osmanlı zevki ve görgüsü üzerine birleştiren
âlem-şumûl eserlerdir. Besteleri mûsıkî yönünden bakıldığında fevkalâde kısa ve basittir, toplumun her ferdi tarafından
kolaylıkla icrâ edilebilirler. Ancak İslâm medeniyetine ait duyarlık ve duygusallık yönünden değerlendirildiğinde son derecede etkileyici ve birleştiricidirler.
Tekbir ve Salât-ı Ümmiyye bir an içinde cemaati âğûşuna alır,
dünyevî gâile ve hâillerin arasından sıyırarak aşk ve muhabbet iklimine vâsıl eyler.”
Prof. Dr. Sadettin Ökten
İnsanların kitaplarla, yazarlarıyla, hattâ akla gelebilecek her
şeyle bir mâceraları olduğuna inananlardanım. Zaten hayat
dediğimiz şey de doğumdan ölüme, başlangıçtan sona kadar
süren iç içe bir mâcera değil midir?
Mâcera bazen bir insanla, bir şiir, şarkı veya kitapla ilk karşılaştığınız anda
başlar.
Benim de Itrî ile böyle bir mâceram
var. Bu yazıda sizlerle bu serüvenin bir
kısmını, özellikle başlangıcını paylaşmak istiyorum: Tekbir ve Salâtı Ümmiyye faslını…
İlk Adım: Saltanatlı Tekbir
Hazret’le farkına vardığım ilk karşılaşmam zannederim 1958’de yani
ilkokul yıllarımda, İstanbul’da gerçekleşti. Mâceraya ilk adım, babamın
vazifeli bulunduğu Çakmakçılar Camii
meşrûtasında ikamet etmeye başladığımızda atıldı.
Bu sefer, yine Hasan Efendi’nin gür sesiyle getirmeye başladığı ve cumhûrun göz yaşlarıyla eşlik ettiği salât ü selâm nağmeleri kubbeyi çınlatır, camii inletirken, babam yine aynı şekilde elinde sedef kakmaları parıldayan bu sandukçe ile ağır
ağır minberden iner, mihrâba geçerdi.
Ziyaret tamamlanana kadar dalga dalga yükselen ve ruhları ürperten bu salât ü selâm, Sakal-ı Şerif, kadifeden ve ibrişimlerle
işlemeli kırk kat ipek bohçasına sarılıp, sandukasına konuluncaya kadar kesintisiz bir lâhûtî nağme halinde devam ederdi.
Sıra sandukçenin mihrapta ziyaret edildiği yerden alınıp tekrar
minberdeki dolapta muhafazasına geldiğinde yeniden başlayan Tekbirler, babamın bu mukaddes
emâneti aynı minvâl üzere yerine
koymasına kadar sürerdi. Üç kere geBabam namaz duasının ardıntirilen Tekbir esnasında bu mübârek
dan mihraptan kalkar, Tekbir
hatıranın dolaba yerleştirilmesi, oradevam ederken ağır adımlarda sırlanması tamamlanır, babam da
la, buğulu gözlerle, hürmetlice
minberden inmiş ve mihraba geçmiş
olurdu.
minbere doğru yürürdü. Her
birinde galiba biraz durarak,
basamakları teker teker çıkar,
minber külâhının altındaki kilitli dolabı, daima yelek cebinde taşıdığı küçük anahtarla
açar, burada bulunan Sakal-ı
Şerif sandukasını eline alınca,
Tekbir sona ermiş olurdu.
Camiin teberrükât eşyası arasında, sedefle tezyin edilmiş zarif bir sandukçe
içinde muhafaza edilen bir Sakal-ı Şerif de bulunmaktaydı.
Arefe ve Kandil günlerinde, zannederim ikindi namazından
sonra, müezzinimiz Hasan Efendi’nin gür sesiyle getirmeye
başladığı, cemaatin de topluca ve can-ı gönülden katıldığı
Tekbirleri duyunca, sakal-ı şerifin çıkarılacağını, Kandil arefesi
olduğunu, bu kutsal emânetin ziyaret edileceğini anlardık:
“Allaahü ekber, Allaahü ekbeer, lâa ilâahe illâllaahü ve’llaahü
ekber! Allaahü ekber ve li’llâhi’l-hamd”
48
basamakları teker teker çıkar, minber külâhının altındaki kilitli dolabı, daima yelek cebinde taşıdığı küçük anahtarla açar,
burada bulunan Sakal-ı Şerif sandukasını eline alınca, Tekbir
sona ermiş olurdu.
Babam namaz duasının ardından mihraptan kalkar, Tekbir
devam ederken ağır adımlarla, buğulu gözlerle, hürmetlice
minbere doğru yürürdü. Her birinde galiba biraz durarak,
Bana göre bu merâsimin mânevi atmosferini Sakal-ı Şerif ziyareti kadar,
bu esnâda cumhur halinde topluca
getirilen Tekbir ve Salât-ı Ümmiyye
sağlardı. Gözyaşları içinde söyleyenleri kim bilir hangi âlemlere, nasıl bir
ruh iklimine yükselttiğini tam bilemediğimiz bu mübârek ibâreler ve lâhûtî
nağmeler olmalıydı bu durumun sebebi… Nitekim lise yıllarında okuduğum Yahya Kemal de, Süleymaniye’de
Bayram Sabahı şiirindeki:
“Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi
Senelerden beri rü’yâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim
Dili bir, gönlü bir, îmânı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını”
mısralarında bu hâlet-i rûhiyeyi oluşturmada Tekbir’in etkisini
beliğ bir şekilde ortaya koymaktaydı.
Bu etkiyi hissettiğim veya anladığım bir seferinde babama sormuştum: “Bu ziyaretlerde okunan Tekbir ve Salât-ı Ümmiyye,
ibâreleri aynı olmakla birlikte, başka zamanlarda okuduklarından daha farklı ve etkileyici nağmelere sahipti. Ayrıca, cemaat
SALTANATLI TEKBİR’DEN SEHL-İ MÜMTENİ SALÂT-I ÜMMİYYE’YE BUHÛRÎZÂDE MUSTAFA ITRÎ EFENDİ / Mustafa İ. UZUN
toplayarak bunun Itri’nin Salât-ı Ümmiyye’sine benzediğini söyledim! “Evet” deyince de doğrusu pek memnun
olmuştum.
de bunları, diğer Tekbir ve salât ü selâmlardan farklı olarak, hep beraber daha güzel” söylüyordu.
“Oğlum!” demişti Babam: “Bunları senin adaşın Mustafa
Efendi diye büyük bir hâfız bestelemiş. Kısaca Itrî diye
anılan bu hoca, herkes kolayca okuyabilsin diye
bestesinde, böyle güzel ve tesirli nağmeler kullanmış. Hatırlarsan bayram namazlarına giderken, namaz öncesi ve sonrasıyla bayram
hutbesinde de Tekbiri bu şekilde okuyor,
terennüm ediyoruz” diye eklemişti.
Bu nota hepimizin hoşuna gitmiş ve kısa zamanda da
ezberlemiştik. Hoca daha sonra segâh Tekbirin de
notasını öğretti. Nağmeleri herkes bildiği için geriye notanın üstüne okunuşunu yazarak seslendirmek kalıyordu. Bunu ise başını gözünü
yararak da olsa herkes okuyor, daha doğrusu okur gibi yapıyor, yuvarlayıp gidiyorduk. Hoca da ufak tefeğine aldırmıyordu.
Geriye sadece bir mesele kalıyordu: Usûle
uymak! Doğrusu usûlü hoca vuruyordu ama
çoğumuz buna uymakta güçlük çekiyorduk.
Zamanla bunu da hallettik. Müzik kulağı sağlam arkadaşlarla, hep birlikte tekrar edip çalışıyor, eserlerin notalarını oldukça düzgün
bir şekilde okuyorduk artık. Bu arada bu iki
eserin “saray mûsıkî hocalarından Mustafa
Itrî Efendi’ye ait şâheserler, segâh makamında ilâhî besteler olduğunu” defterlerimize
kaydettik. Artık Itrî ve öğrendiğimiz iki eseri,
çoğumuz için mûsıkî dersinde kurtarıcı bir
isimdi.
Adaşım Hazret-i Itrî ile mâceramız böylece başlamıştı. Artık Tekbir ve Salât-ı Ümmiyye’yi daha bir istekle, biraz daha canlı,
âdeta bağıra çağıra söylüyor, bundan da
büyük sevinç duyuyordum.
Adım iki: Salât-ı Ümmiyye Notaları
Yıl 1961-1962. İstanbul İmam-Hatip Okulu’nun ikinci sınıfındayız. Müzik hocamız
İrfan Sarmer Bey, bize nota öğretmekte ısrarlı… Ancak doğru dürüst nota okumayı
beceremediğimizden bu iş birçok arkadaşımızın canını sıkıyordu.
Daha İlkokul’da müzik ile ilgilenmeye başlamış olmanın yanı sıra, İstanbul’da büyümenin etkisiyle biraz daha serbest olduğumdan
-arkadaşlar öyle derlerdi- kendisinin bana
gösterdiği yakınlıktan da faydalanarak bir
gün İrfan Bey’e: “Hocam bize bir iki ilâhi öğretseniz nasıl olur? Hem mevlid okuyan hâfız
arkadaşlarımız ilâhi biliyor, biz bilmediğimiz için onlara gıpta ile bakıyor, üzülüyoruz,
hatta kıskanıyoruz” demek cesaretini gösterdim. Rahmetlinin bu teklife verdiği
cevap, “kitapta ilâhi notası olmadığı,
programın da buna imkân vermediği…” şeklindeydi. Anladığıma göre,
şimdiki deyimiyle yönetmelik, o zamanki ifadesiyle hazret-i mevzuât, ilâhi öğretiminin en büyük engeliydi...
Artık bu ikinci adımda Tekbiri ve Salât-ı Ümmiyye’yi eskisinden daha doğru, notasına ve
nüanslarına daha dikkat ederek okumayı öğrenmiştim diyebiliyordum.
Üçüncü Adım: Tekbir ve Salât-ı Ümmiyye Gerçeğini Kavramak
Sakal-ı Şerif
Ancak aradan bir müddet geçtikten sonra hoca, bir gün derste
bir nota okumaya başladı: “si sî, do re do sî, do re do sî re…”
Ardından da bunun hangi parçanın notası olduğunu çıkarmamızı istedi… Nağmeler tanıdık geliyordu ama tam çıkaramadığımızdan, cesaret edip ne olduğunu söyleyemedik. Hâfız
arkadaşlardan biri ile kısa bir fısıldaşmadan sonra, cesaretimi
1968-1969 ders yılı… İstanbul Yüksek İslâm
Enstitüsü’nde okuyorum. Dînî Mûsıkî dersimize her yıl Konya’da yapılan Mevlânâ
İhtifalinde mıtrıba Neyzenbaşı olarak çıkan Halil Can Hoca girecekmiş…Bu benim açımdan büyük bir nimetti. Sonraki yıllarda hocanın evindeki mûsıkî
meclislerine/derslerine katılma imkânını
da elde ederek kendisinden çok istifade etmiştim.
Hakkında bilgi vererek dersin öneminden bahsetme gibi, ilk
derslerde yerine getirilmesi gereken mutad muhtevalı, dini
mûsıkînin önemini vurulayan veciz bir konuşmadan sonra
Hoca: “Dersimize, teberrüken ve teyemmünen Hazret-i Itrî
merhûmun şâheserleri olan Tekbir ve Salât-ı Ümmiyye’yi okuyarak başlayalım. Haydi bismillah” dedi.
49
SALTANATLI TEKBİR’DEN SEHL-İ MÜMTENİ SALÂT-I ÜMMİYYE’YE BUHÛRÎZÂDE MUSTAFA ITRÎ EFENDİ / Mustafa İ. UZUN
Hâlâ kulaklarımda olan o kendine has sadâsı ve edâsıyla, pür
edep önce kendisi Tekbir getirdi. Ardından talebe arkadaşlarla tekrar ettik. Ancak tekrarlarda herkes hocayı takip yerine,
kendi bildiği gibi okuyor, âdeta bağırıp çağırıyorduk. Hoca bu
duruma kızacak diye beklerken o ciddiyetle: “Efendiler! Beni
dinleyerek, sesimi duyarak, benim gibi okuyunuz!..” dedi.
“Haydi Yâ Allah! Bismillah!” cümlesinin ardından okumaya
başladı. Sınıfın okuyuşu biraz değişse de, umûmî ahvâl “eski
tas eski hamam” deyimiyle ifade edilebilirdi. Ancak hoca aldırmadan tekrarlıyordu: “Allaahü ekber, Allaahü ekber. Lâ ilâhe
illâ’llaahü va’llaahü ekber! Allaahü ekber ve li’llâhi’l-hamd.”
deliğine değdirdiğini fark ettim. Ardından sandalyesinden
kalktı ve hiç bir şey söylemeden kürsüden inip geldiği gibi
vakur adımlarla sınıftan çıktı. Biz de ardından dışarı çıktık, koridorda üst sınıftan olduğunu zannettiğim bir arkadaş “Hoca
her ders Tekbir ile Salât-ı Ümmiyyeyi tekrar ettirir” demişti.
Ertesi ders, daha sonraki dersler gerçekten de aynı şekilde geçiyordu.
İkinci dönemden itibaren bazen Hoca’nın odasına da gider,
kendisini ziyaret ederek müsaitse özel sohbetini dinlemeye başlamıştım. Bir gün odasında yalnız bulduğum Hoca’ya:
“Efendim, arkadaşlarla, zat-ı âlinizden daha çok istifadeyi arzu
ediyoruz. Acaba derslerde Tekbir ve Salât-ı Ümmiyye dışında,
uygun bulacağınız bazı ilâhileri meşk etmeyi lutfeder misiniz?” yollu bir cümle kurma cesaretini gösterdim.
Hoca biraz durdu ve kendine has üslûbuyla şunları söyledi: “Çelebi! –bana zaman zaman böyle hitap ederdi- Sen
mûsıkîmizin üstâd-ı muazzam ve muazzezi Itrî merhumun
bu şâheserlerini ne zannediyorsun?!.. Eğer eslâf-ı izâm ve esâtîze-i elhânımız bize başka hiçbir şey bırakmamış olsaydı, bu
iki şâheser mûsıkîmize yeterdi!..” Bu cümleleri öyle bir edâ ve
sadâ ile söylemişti ki, sesi mûtaddan ziyade gür ama biraz titrek çıkmıştı. Bu durum, bana hiddetinden mi, yoksa heyecanından mı kaynaklanmıştı, hâlâ anlamış değilim.
Biraz sustuktan sonra: “Bir enstitü talebesi bu iki şâheseri
hakkıyla ve aşk ile icrâ edebilse ona ve yedi sülâlesine vesile-i
necât olarak kıyamete kadar yeter! Hattâ artar bile!” cümlelerini ekledi. “Çelebi! Bu sözlerim mûsıkîmiz için de aynen
vârittir ve mahz-ı hakikattir. Bu iki eseri “kemâ hüve hakkuhu”,
yani hakkını vererek, aslına uygun bir şekilde okuyabilen kişi,
mûsıkîmizin künhüne vakıf olmak yolunda pek çok merhale
kesbeder! Aşk olmayınca meşk olmaz!.. Aşk olmayınca meşk
olmaz!.. Aşk olmayınca meşk olmaz!..” diye tekrarladı.
Doğrusu sorduğuma soracağıma pişman olmuştum. Hocadan nasıl izin istediğimi, odasından nasıl çıktığımı hâlâ hatırlamıyorum. Yalnız kendimi âdetâ dışarı atarken “Aşk olsun!..”
dediğini duyar gibi olmuştum.
Solda, Karataş muhafazası; üstte, Peygamberin ayak izi.
Bir müddet sonra, söyleyenler azalmaya sesler zayıflamaya
başlayınca, Hoca bu sefer de Tekbire girmeden önceki cümlelerin aynını tekrar ederek Salât-ı Ümmiyye’yi okumaya girişti.
Arkadaşlar yeniden aşk ile tekrara yöneldiler. Ama nasıl tekrar?!. “Her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu” desem pek abartmış
olmam… Ders bitene kadar Salât-ı Ümmiyye’yi tekrar ettik. Zil
çalınca Hoca’nın iki elinin işaret parmaklarını dudağına götürüp belli belirsiz öptükten sonra “Hüdâ hâfız” diyerek iki kulak
Düşünüyorum da, Itrî’nin eserlerinden ilk öğrendiğim Tekbir,
Allâh-teâlâ’nın kendi şanını yüceltmeyi bize taliminin en kıymetli ibâresi ve en değerli bestesiydi.
Salât-ı Ümmiyye ise “Habibim!” dediği, “Habibim! Sen olmasaydın, senin aşkın olmasaydı kâinatı yaratmazdım!” buyurduğu, Resûl-i Ekreme salât ü selâm getirmeyi emretmesinden
kaynaklanan bir titizlikle, ona lâyık bir edâ ve sadâ ile bestelendiğinden, bu yönüyle de “Salât-ı Ümmiyye/salâvâtların
anası” olarak anılacak, pek makbul bir salâvâttı. Salât-ı Üm-
51
SALTANATLI TEKBİR’DEN SEHL-İ MÜMTENİ SALÂT-I ÜMMİYYE’YE BUHÛRÎZÂDE MUSTAFA ITRÎ EFENDİ / Mustafa İ. UZUN
Harem-i Şerif
miyye, ayrıca Allah ve Resûlulah âşıklarının “canlar fedâ yoluna!” niyâzıyla huzuruna koştuğu Ulu Peygamberimiz için Itrî
gibi bir dahi sanatkârın ilâhî ilhamla bestelediği Rabbanî bir
na’t olmak bakımından da çok kıymetlidir.
Büyük Itrî, asırlardır bütün kâinatın cumhur halinde kıyamete
kadar söyleyebileceği “sehl-i mümteni/kolay gibi görünmesine
adlanılmaması gereken zorlu iş” sıfatına hakkıyla lâyık bu eserleriyle Türk dinî mûsıkîsinin mümtaz bir bestekârı olmuştur.
* MÜ İlâhiyat Fakültesi Türk İslâm Edebiyatı Öğretim Üyesi.
52
DİPNOTLAR
Yahya Kemal’in Rüzgarıyle Düşünceler ve Duyuşlar (İstanbul 2008) s. 241.
1
Hakkında geniş bilgi için bk: Bedi N. Şehsuvaroğlu, Eczacı Yarbay Neyzen Halil Can, İstanbul 1974; DİA, VII, 140.
2
3
Ahzâb Sûresi (33/56)
“Bir İstanbul çelebisi,
hezarıfen Nezih Uzel’in
ardından, dostlarının
yazdıkları.”
MÜZİĞİN ÇELEBİSİ
NEZİH UZEL’İN ARDINDAN
Metin ÖZTÜRK
MÜZİĞİN ÇELEBİSİ NEZİH UZEL’İN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK
MÜZİĞİN ÇELEBİSİ NEZİH UZEL’İN ARDINDAN
teci Ahmet Tan da kürsüden bir konuşma yapmıştı. Klasik Türk
1 Mayıs 2012 Salı günü aramızdan ayrılan Nezih Uzel tasavvuf musıkisinin son üstâdlarındandı. İstanbul Radyosu’ndan
emekli olan rahmetli Uzel, musıkiyle birlikte gazetecilik, çevirmenlik, foto muhabirliği ve yazarlıkla iştigal etmişti.
Müziği ve tasavvuf musıkisinin seçkin örneklerine yer verilen
Nezih Uzel üç yıl önce Kültür A.Ş’nin konuğu olmuştu. “Yaşayanlara Saygı” etkinliği kapsamında 9 Mayıs 2009 tarihinde,
Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’nde düzenlenen program Nezih Uzel’in hayatıyla birlikte Mevlevi kültüründen izleri salona
yansıtmıştı.
“Sanat ve Kültür Hayatının 50. Yılında Nezih Uzel” başlıklı programın açış konuşmasını Kültür A.Ş’nin o dönemdeki
genel müdürü Nevzat Bayhan yapmış, ardından gerçekleştirilen açık oturuma merhumun yakın çevresinden isimler katılmıştı. Yazar ve yayıncı Yılmaz Uyar’ın yönettiği oturumda Hz.
Mevlana’nın 22. kuşaktan torunu Esin Çelebi, gazeteci-yazar-yayıncı Mehmet Şevket
Eygi, neyzen-İTÜ Türk Muziği Konservatuarı
öğretim üyesi Doç. Dr. Süleyman Erguner,
gazeteci-yazar Murat Çulcu ve İ.Ü. Türk Musıkisi İcra Heyeti Şefi Gürsel Koçak konuşmacı olarak yer almıştı. Eski milletvekili ve gaze-
56
konser programı ile sona eren etkinlikte, ses sanatçıları Bekir
Ünlüataer, Fulya Tezer, Esin Yılmaz ve Murat Irkılata sahne almıştı.
Programda kısaca şu görüşler dile getirildi:
Nevzat Bayhan: “Nezih Uzel, üzerinde taşıdığı ismin özelliklerini sadece tavır ve davranışlarıyla değil aynı zamanda bıraktığı eserler ve insanların hüsnü şahadetleriyle de ortaya koymuştur. Böyle güzel insanların aslında birkaç 50 yıl yaşaması
gerekir. Kültürümüzün köklerine doğru yolculuğa çıktığımız
bu etkinlikte, onun çok yönlü ve derinlikli kişiliğini keşfetmenin hazzını yaşıyoruz. Sanat ve kültür hayatımızın kilometre
taşları arasında saygın bir yere sahip olan
Nezih Uzel beyefendiye daha nice “elli yıllar” temenni ediyorum.”
Mehmet Şevket Eygi: “Nezih Bey marifet
ve hüner sahibi müstesna bir şahsiyettir.
Onun kapıları ehli irfana her zaman açık olmuştur. Sofrasında yemek yiyen, hem karnını
hem de ruhunu doyurmuştur. Rabbim’den
Nezih Bey’e sağlık ve afiyet dolu uzun bir
ömür diliyorum.”
MÜZİĞİN ÇELEBİSİ NEZİH UZEL’İN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK
Süleyman Erguner: “Bendir onun elinde gerçek ahengini bulmuştur. Maalesef, günümüzde bendir, onun
ifadesiyle genelde “belden aşağı” tutularak icra ediliyor.
Buna dikkat edilmiyor, hatta bazıları bacaklarının arasına alarak çalıyorlar. Bu konuya onun da çok dikkat ettiğini bilirim. Musiki enstrümanlarına saygısızlığın yanında maalesef Mevlevi ayinlerinde de bir yozlaşma oldu.
Kadim kültürümüzün bu değerlerine ve Nezih ağabey
gibi önemli şahsiyetlere sahip çıkıp dört elle sarılmamız
gerekiyor.”
Ahmet Tan: “Üstadımızın annesi eve girip çıkan mahalleli sayısına bakarak oğlunun politikacı olacağını düşünürdü. Pek yanılmadı. Nezih’in seçtiği meslekler politikayı aratmayacak kadar kapsamlı ve kucaklayıcıdır.”
“Nezih Uzel’e Saygı” etkinliğine katılanlara hediye edilen kitapçıkta üstad ile ilgili hatıralar, duygu ve düşünceler, arkadaşlarının, dostlarının kaleminden ilk kez yayınlanmıştı. Sınırlı sayıda basılan bu kitapçıkta yer alan
yazılardan bir demeti sunuyoruz:
“2008 yazında yaklaşık iki ay hastanede kaldı Nezih Bey;
hasta yatağında yine kültürle, sanatla, tarihle, tasavvufla,
müzikle meşguldü; ziyarete gelenleri, doktorları, hemşireleri, diğer hastaları nüktelerle kırıp geçirmekten geri kalmıyordu. Gâh Şeyh Necmeddin Efendi, gâh Süheyl Ünver,
gâh Refii Cevad Bey sohbetin konuğu idi.
Hastaneden taburcu oldu, devlethanesinde takibe devam ettik.
Çok şükür korkulan komplikasyonlar görülmeden bugüne geldik.
Velhasıl, feleğin cevr ü cefasına istihza ile gülümseyen bu “sıra dışı
hastadan” çok şey gördüm, çok şey öğrendim vesselam!”
Dr. Abdullah Uysal
***
“Nefesleri, ilâhileri okurken o eski sesi buluyor: Sadece bir ses değil, ama şekil almış bir soluk, olması gerekeni olmuş, bir son ve bir
köken aynı anda...
Evet, usülün ve sesin de taşıyıcısı kişi, yaklaşıyor, aramızda, bizimle sohbet ediyor.
Yazıyı da sevmiş. Yazıda sunmuş varlığınca bildiğini, umduğunu, red ettiğini. Polemik, sorgulayan, eleştirel, tutkusal genel bir
alan olmuş yazı onun için. O değişmez eskinin taşıyıcısı, güncelliğe yönelmiş, güncellikte varlığınca bir tavır almış.”
Ahmet Soysal
***
1960’lı yıllarda tanıdım Nezih Uzel’i. O zamanlar Belediye Konservatuarı İcra Heyeti Korosu’nun on beş günde bir pazar günleri
verdiği Şan sinemasındaki konserlerde kudümzen olarak bulunuyordu. İcra Heyeti musikimizin klasik formlardaki eserlerini
sunuyordu, musiki dostlarına…
57
MÜZİĞİN ÇELEBİSİ NEZİH UZEL’İN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK
Fakat ilgi ve rağbet çok ileri derecelerde değildi. Ve bizlerde de bir karamsarlık hâkimdi. O zamanki icracı
ve dinleyiciler bu musikinin son temsilcileri şeklinde bir düşünce hüküm
sürüyordu.
Tasavvuf musikisi denen bir türün
varlığı bile bilinmiyordu.
Geniş kitleler arabesk denen bir köksüz
müziği dinliyorlardı. Devlete hâkim
olan müzik anlayışı ise Batı müziğini
koruma altına almaktı. Klasik Türk musikisi zımnen değil açık seçik net bir şekilde yokluğa mahkûm edilmişti.
İşte böyle bir ortamda ilk defa Nezih
Uzel özel gayretiyle sahibi olduğu
müktesebatını gençlere sundu. İlk defa Milliyetçiler Derneği
bünyesinde Vehbi Erdebili’nin de himmet ve hizmetleriyle bir
koro kuruldu.
okurken, Mevlana ve Yunus Emre ile ilgilenmesi, Batı müziği
Kûçek Derviş Mustafa Efendi’nin Bayati Ayini Şerifini ilk defa
ondan tanıdık, öğrendik. Sonra Dede Efendi’nin Saba Ayini
Şerifi ve Hüseyin Fahrettin Dede’nin Acem Aşiran Ayini Şerifi… Naatlar, Tevşihler, İlahiler ve Nefesler…
avucundakini dahi dağıtarak bir başka zenginlik araması,
ile ilgilenen okul arkadaşlarının tersine, alaturka müziğe gönül vermesi, herkes zengin olmaya çalışırken, onun elindeki
uzun zıtlıklar listesinin sadece birkaç örneğidir.
Nezih Uzel, dergâhta Muammer Efendi’nin okuduğu ilahileri
âdetâ içerek ezberlemiş, Şeyh Necmeddin Kangay, Aziz Çınar,
Milliyetçiler Derneği’nin korosu değişik mekânlarda konserler
verdi. Bu konserler sadece bir kültür olayı olmadı. Yerine göre
bir kıvılcım, yerine göre bereketli bir tohum oldu.
Mithat Bahari, Abdulbaki Gölpınarlı, Ali Üsküdarlı, Kudsi Efen-
Bugün pek çok kamu kuruluşunun, belediye ve vakıfların tasavvuf musikisi koroları var. Takdirle anılan faaliyetlerde bulunuyor bu korolar.
Saadeddin Heper, Münir Nureddin Selçuk, Ulvi Erguner’le mu-
Medeniyet mirasımızın kültürünü geleceğe taşıyanlar ve bu
musikiye gönül verenlerin şükranla anmaları gereken bir isimdir, Nezih Uzel.
İsmet Elbaşı
olmuştur.
***
“İnsan zıtların tevhididir’’ sözü insanin yaşadığı tezatları ve nur
ve zulm arasındaki kararsız yolculuğunu pek güzel ifade eder.
58
Nezih Uzel öğrencilik yıllarında
di ve Nâfiz Efendi gibi devrin manevi şahsiyetleri ile geçirdiği
her anın kıymetini bilmiştir.
sikinin kendisi, Üstad Refi Cevâd Ulunay ile kalem, Süheyl Ünver Hoca’nın yanında tezhib ve nakış, Aktar Mustafa ile ebrû
Velhasıl, Osmanlı İstanbulu’nun tüm sanatlarını en son temsilcilerinden meşk etmiş, tüm tarikatların meşrebini ise yine o
tarikatların en son şeyhlerinden zevk edinmiştir.
Asırlar İstanbul’unun son günlerini dolu dolu yaşamış birisi
olan, bu Nezîh insan, günümüzün kuru kalabalığında kendisini ve kaybettiği ummanı arayan katreler için sanki beton çölü-
Bu söz bugünki Türkiye şartlarına uygulandığında ise Nezih
Uzel, ülkemizde yaşanan ve aralarında mücadele eden zıtlıkları şahsında barıştıran nadir insanlardan biridir.
nün içinden akıp giden bir nehir gibidir.
1950’li Galatasaray Lisesinden avrupai bir diplomat namzedi
olarak mezun olduğunda, tüm ümidleri, hayalleri yıkarak tekkeci-ilahici oluşu, genç arkadaşlarıyla mülkiye talebesi olmak
yerine, ihtiyar şeyhlerin kolunda asa olması, Fransız Edebiyatı
Mevlevî âyinleri organize ettik. Kırk yılı aşkın bir beraberlik sü-
Çocukluk yıllarımdan itibaren yoldaşım olan Nezih Bey’le, neredeyse tüm dünyada binlerce konserler, konferanslar verdik.
recine rağmen, bugün dahi kendisinin bilmediğim yönlerini
fark ediyorum.
MÜZİĞİN ÇELEBİSİ NEZİH UZEL’İN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK
Cağaloğlu, 1962
Nezih Uzel keşfedilmesi ve açılması çok zor olan bir hazinedir.
Zîrâ zıtlıklarla kendini muhafaza ettiği gibi, anahtarını da okyanusta bir balığın karnına bırakmıştır.
Bu gizli hazineyi açabilene aşk olsun.
Kudsi Erguner, 24 Nisan 2009 Paris
***
Bazı bilgiler, değerler ve akademik kariyerler kitaplardan okumak suretiyle kazanılabilir. Tasavvuf ise sadece yaşamakla öğrenilir. Dervişlik ve şeyhlik yaşanmaksızın tadılır veya kazanılır
hal değildir.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş dönemi olarak 1918-1925
fevkalade önemli bir devirdir. Bu devirde olgunluğunu yaşamış, yani genç ve orta yaşta bulunmuş olan kültür ve ilim
adamlarımız bize 400 yıllık Osmanlı hayatını intikâl ettirmiş
olan duayenlerdir. Hem imparatorluğu, hem de Cumhuriyet’i
yaşamış; tarihi, örf ve adetlerimizi bize intikâl ettirip, geçiş
Şeb-i Arus Töreni için Mevlevi sikkesi giymiş olan Nezih Uzel, kudüm ile usül vururken.
dönemini düzenlemişlerdir. Bu rical günümüzde yok. Çoğu
1945-1975 arasında göçtüler.
Nezih Uzel, bu ricali görmüş, çoğunlukla birlikte yaşamış ve
bir kısmının halifesi mertebesini kazanmış bir şahsiyettir.
Necdet İşli
***
Araştırmalarım beni İstanbul’un müzik âlemine adım atmakta iyi bir kılavuz olabileceği söylenen Nezih Uzel’in evine
götürdü. Uzel’in evi, benim için adeta huzurlu bir liman gibiydi. Burası Sema’yı, Mevlevi âyininin ahengini ve ilâhîlerini
öğrenmek isteyen genç insanlarla dolup taşardı hep. Burada
kardeşlik, dostluk ve dayanışma vardı: Nezih’in meşhur Özbek
pilavını hep beraber paylaşırken havada bir sessizlik asılı dururdu. Sonra insanın ruhuna şifa veren müzik ve gazeller, ama
hepsinin ötesinde burada dua vardı. Hakiki, yürekten gelen ve
ketlenmemiş, zincirlere koşulmamış dua.
Nikiforos Metaxas, Nisan 2009, Heybeliada
59
MÜZİĞİN ÇELEBİSİ NEZİH UZEL’İN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK
Gazeteci, bendirzen, tarihçi, yazar Nezih Uzel’in her sahadaki tarzı-tavrı-misyonu farklıdır. Birbirinden ayrı olarak görev
aldığı bu alanlardaki heyecanı hep aynı ölçüdedir. Onunla,
Özbekler Tekkesi ve Üsküdar’daki evinin dışında, 1973 yılında
İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’ndaki Bestenigar Ayinin icrasında beraber olduk. Sonra, TRT‘de ve özellikle yurt içi ve dışında
sayısız konserler, Mevlevi ayinlerini gerçekleştirdik. 1987 Konya ve Kütahya İhtifalleri, Galata ve Üsküdar Mevlevihanelerindeki sayısız törenlerimiz, icraları, katılanları ve icrakârları ile
Mevlevilik ve musiki tarihimize geçmiştir. Beraber yaptığımız,
“İlahiler” (Kent Müzik ) adlı albüm ve Saba, Beyati, Pençgah, Isfahan, Acemaşiran Mevlevi Ayinlerinin kaset ve CD’leri; diğerleri gibi, yılların geride bıraktığı önemli eserler ve hatıralardır.
Neyzen, Doç. Dr. Süleyman Ergüner
1985-1987 yılları arasında her ay çıkan Antika dergisinde birlikte çalıştık. Dergiye yazdığı yazılarda da gazeteci tavrı daha çok
öne çıkıyordu. Buna örnek olarak iki konu olarak hatırlıyorum:
1- “ Yavuz Sultan Selim’in Küpeli Portresi”
2- “Sultan İbrahim Kameriyesi’ndeki Topuzlar”
Birinci konuda herkesin “Yavuz” kabul ettiği resmin ona ait olmadığı işleniyordu. Epeyi ses getirdi.
“Sultan İbrahim’in Kameriyesi’ndeki Topuzlar” meselesinde
de Nezih Bey’in dikkati çektiği şey: Bu kameriyeye ait çeşitli
kartpostal ve fotoğraflarda topuzların sayısının farklı olmasıydı. Aslında dört köşede dört adet olması gereken tombak
süsler, çekilen resimlerde bazen tamam, bazen bir-iki eksik;
bazen de görünmüyordu. Akla şu soru geliyordu: “Topuzlar
değiştirildi mi?”. O sıralarda Paris’te yapılan bir müzayedede
Ömrünün iki çağında Nezih Uzel.
Nezih Uzel, gazeteci–yazar, radyo sanatkarı, Mevlevi gibi sıfatları ile anılsa da, herkesin birleştiği özelliği “hoşsohbet” olmasıdır. Onun yanında sıkılmazsınız. Her zaman paylaşılacak bir
konusu vardır. Bulunduğu mecliste de dikkati çeker, hep ön
plandadır. Ya geniş kültürü ya da zekası sayesinde sözü edilen
her ne ise - konuya en esprili ve çarpıcı yaklaşımı o bulur; sohbet artık onun yönlendirmesiyle devam eder.
60
benzeri bir topuz katalogda yer alıyordu. Bu konu da ses getirmişti.
Nezih Bey çok geniş bir kesimde sevilen, sayılan bir kişiliktir.
Bir zamanlar evlenmesi için de çaba gösterdim ama kısmet
değilmiş, olmadı.
Yılmaz Uyar
RESSAM HÜSNÜ TENGÜZ (1875 - 1950) ve “BAYRAM HEDİYESİ” / Ömer Faruk ŞERİFOĞLU
RESSAM HÜSNÜ TENGÜZ (1875 - 1950) ve
“BAYRAM HEDİYESİ”
Ömer Faruk ŞERİFOĞLU*
Bir deniz ressamı olan Hüsnü Tengüz denize olan tutkusuyla öne çıkmıştı.
Resimlediği kitaplar da sanat tarihimiz açısından tabloları kadar önemlidir.
62
1892). Bu sırada Sanayi-i Nefise öğrencisi olan
30 Ocak 1876’da Cibali’de dünyaya gelen
komşusu ressam Şevket Dağ’ın yönlendirHüsnü Tengüz, Osmanlı’nın çöküşüne ve
mesiyle Sanayi-i Nefise Mektebi’ne girer. Bir
Cumhuriyet’in kuruluşuna şahitlik etmiş; kaheves ve yetenekle beslenen resim merakını,
lemi ve fırçasıyla denizcilik tarihimiz başta
eğitimle tamamlayarak ressam sıfatını kazaolmak üzere, kültür ve sanat hayatımıza dair
birikimi kayda geçirmeyi kendisine hayat
nır: “Akademinin ilk senesinde duvara asılı
gayesi edinmiş önemli bir sanat adamıdır.
alçı dekor kalıpların krepo, suz ve estompla
1
resimlerini yaptık. İkinci sene de büst, üçünGözlerini, babası Sürmeneli Ahmet Kaptan’ın
denizcilik hikâyeleriyle örülmüş bir dünyaya
cüde tam heykellerden, dördüncüde canlı
açan Hüseyin Hüsnü ilk sanat zevkini de henüz
modellerden karakalem çalıştık. Beşincide
yağlıboya çalışılıyordu. Sınıf arkadaşlarımdan
çocukluk yıllarında, mahalle komşuları olan
Ressam Zonaro’nun kaleminden
bu zamanın tanınmış ressamı Çallı [İbrahim],
ve deniz resimleriyle tanınan Emin Baba’dan
Hüsnü
Tengüz.
alır: “1884 yıllarında Unkapanı’nın YeşiltulumAli Cemal, Ziya Bey ve Said Bey vardı. Resim
ba semtinde Azaplar Hamamı’ndan
öğretmeni [Salvatore] Valeri ile WarAtlamataşı’na çıkan sokağın kenia [Zarzecki] nöbetleşe derse geHüsnü Bey’in 70 kadar tarama renarında küçük bir dükkân vardı. O
lirlerdi. Haftada bir de anatomi ile
zamanlarda pek çok olan kürekçi
simle süslediği Bayram Hediyesi
sanat tarihi ve felsefe dersleri görüdükkânlarına benzeyen bu mütevayorduk.” 3
adlı kitap, sanat tarihi açısından
zı dükkâncık Emin Baba’nın atölyesi
1902’de Mahmut Şevket Paşa ile
da ülkemizde basılmış ilk resimli
idi... Ben o zaman yedi-sekiz yaşında
tanışır. Paşa’nın hazırlamakta olduidim. Emin Baba’nın resim yapışını
kaynak kitaplardan biridir. Niğu “eski Osmanlı kıyafetlerine dair
büyük bir merakla izler ve penceresitekim
basımının
tamamlandığı
bir eser”in4 resimlenmesi ile görevnin önünden ayrılmak istemezdim...
lendirilir. Hayatının dönüm noktası
Pek küçük yaşımdan beri resmi bügünlerde Bahriye Matbaası’nın
olarak tanımladığı, ressam Hoca Ali
yük bir sevgi ile sever ve resim yapyanmasından dolayı çok az nüsRıza Bey ile tanışmaları, bu sırada
maya heves ederdim. Bir güzel resme
hası kurtulmuştur.
Mahmut Şevket Paşa’nın huzurunrastlasam bakmaya doyamazdım, hele
da gerçekleşir: “Haftada iki gün koresimli bir kitap elime geçse sayfalarını gözden geçirmeye bayılırım...
nakta buluşuyor, bütün gün resim
Mektepte her dersten ziyade resme ehemmiyet verir, resim yapıyorduk. Sanatta olduğu gibi ahlaken de çok yüksek bir
dersinden başka derslerde bile fırsat buldukça kaçamak resim babacandı. Büyük bir sevgi ile kendisine bağlanmıştım. Karakalem, tarama, akvarel resimlerde o güne kadar takip ettiğim
çizerdim.”2
yorucu tarzdaki çalışmaları düzeltmeye başlamıştım. Hem
Okul yıllarında babasının ve dayısının desteği, resim öğretme- çalışıyor hem de tatlı tatlı anlattıklarından faydalanıyordum...
ni Fahri Kaptan’ın teşvikiyle resim yeteneğini geliştirir. Bahriye Birkaç defa Üsküdar’daki evine gittim. Resimlerini gördüm. O
Mektebi’nde öğrenci iken rahatsızlanarak, kâtip sınıfına ayrıl- büyük sanatkârın elinden çıkmış bakılmaya doyulmaz eserlere
dığından, Erkan-ı Harbiye (Genelkurmay) Bahriye Dairesi’nin hayran hayran bakarken: Hüsnüm, resimlerle doluyorsun ama
çizim ve resim işlerini yürütmekle görevlendirilir (12 Temmuz doymuyorsun! diyordu.”5
RESSAM HÜSNÜ TENGÜZ (1875 - 1950) ve “BAYRAM HEDİYESİ” / Ömer Faruk ŞERİFOĞLU
Aynı yıl, Mahmud Şevket Paşa’nın başkanlığında kurulacak
Esliha-i Atîka [Eski Silahlar] Müzesi Komisyonu’na üye tayin
edilir. Ressam-ı Hazreti Şehriyari Fausto Zonaro, Ressam Hüseyin Zekai Paşa, Ressam Hoca Ali Rıza Bey, Topçu Sami [Yetik],
Ahmet Ziya [Akbulut] ve Necmi beylerden oluşan komisyon,
Yıldız Çini Fabrikası civarındaki Feridiye Köşkü’nde bir müze
oluşumu için çalışmaya başlar. Komisyonun kâtipliğini üstlenmesinden dolayı, Hüsnü Bey bu tarihten itibaren “Kâtip Hüsnü” olarak tanınır. Mahmud Şevket Paşa’nın Kosova valiliğine
atanması üzerine komisyon başkanlığını Hüseyin Zekai Paşa
üstlenir. Ancak kısa bir süre sonra 15 Temmuz 1905’te, Sultan
II. Abdülhamid’in Yıldız’daki Hamidiye Camii’nden çıkışı sırasında patlayan bomba hadisesinden sonra komisyon lağvedilir ve müze projesi rafa kaldırılır. 6
Meşrutiyet’in ilanından sonra bu kez Muhtar Paşa’nın başkanlığında Aya İrini’de tesis edilen bir müze kuruluşunda görev
alır. 1913’te Bahriye Müzesi’nin ressam kadrosuna atanır. Bu sırada müze kütüphanesinde bulunan Müteferrika baskısı Katip
Çelebi’nin “Tuhfetü’l-kibar fi Esfari’l-Bihar”7 adlı eserini resimleyerek yeniden basılmasını sağlar: “Başlıca merak ettiğim ve daima üzerinde yürüdüğüm deniz tarihimizin resimlerine çalışmak
için bu müze büyük bir fırsat olmuştu. Müzede Hasan Rıza merhumun tarama resimlerinden başka deniz tarihimize ait pek az,
onlar da kıymetsiz uydurma şeylerdi... Her milletten zengin ve
şanlı tarihi olan bahriyemiz için değil albüm, bir tek resim bile
yapılmamış olması çok esef edilecek bir haldi. Tarihi belgelere
dayanan resimler meydana getirmek için yapmakta olduğum
incelemelere, daha ziyade bir hız vererek başarılması gücümün
üstünde olan büyük işe çalışmaya koyuldum.”8 Bu yıllarda Osmanlı donanması ve denizcilik tarihine dair çok sayıda resimler
yapar, albümler oluşturur. Bahriye Matbaası’nda ressam olarak
çalışırken, 1917’de kıdemli yüzbaşı rütbesi ile emekliye ayrılır.
Bedayi-i Asar-ı Osmaniyye’nin ekindeki harita.
63
RESSAM HÜSNÜ TENGÜZ (1875 - 1950) ve “BAYRAM HEDİYESİ” / Ömer Faruk ŞERİFOĞLU
Ancak yeri doldurulamayınca yeniden göreve çağırılır ve Bahriye Matbaası başressamlığını sivil olarak yürütür. 9
“Bayram Hediyesi”
1919’da İstanbul işgal altındadır. Birinci Dünya Savaşı bitmiş,
İmparatorluk çökmüş, toplum büyük bir belirsizlik ve umutsuzluk içindedir. Hüsnü Bey, işgalle yayılan baskı ve umutsuzluk
ortamınına inat, şehrin Türk ve Müslüman kimliğini haykıran
bir eser hazırlamaya girişir ve 1919 Ramazan’ında, o günlerin
karanlığını yırtan bir umut, bir haykırış olur.
“Ne yazık ki İstanbul düşman işgaline uğramış ve Donanma
Cemiyeti lağvedilmişti. Pek acı bir hayal kırıklığına uğramış ve
ümitsizliğe düşmüştüm. Kalbimin kasvetini hafifletmek için kendimi bir işle oyalamak istiyordum. İstanbul, Edirne ve Bursa’daki
mabetlerimizin resim, kroki ve yazılarıyla çokluğunu göstermek,
bu memleketlerin öz Türk yurdu olduğunu cihana tanıtmak gayesiyle bir kitap çıkarmaya kalkıştım. Ben de bu suretle vatana
bir hizmette bulunmuş olacağımı tahmin ediyordum.” 10
64
Hüsnü Bey’in 70 kadar tarama resimle süslediği bu kitap, sanat tarihi açısından da ülkemizde basılmış ilk resimli kaynak
kitaplardan biridir. Nitekim basımının tamamlandığı günlerde
Bahriye Matbaası’nın yanmasından dolayı çok az nüshası kurtulmuştur.11
Hüsnü Bey manevi bir haz ve milli bir amaçla yazdığı ve resimlediği kitabının önsözünde de duygularını şöyle dile getirir:
“Şu son hazîn senenin bayramında ihvân-ı dînimin [din kardeşlerimin] inşirâh-ı kalbine [kalp ferahlığına] medâr olur ümîdiyle
hazırladığım bu nâçîz hediyemde selâtîn-i izâm-ı Osmâniyenin
[büyük Osmanlı sultanlarının] pek kıymetdâr, pek mukaddes birer bergüzâr-ı lâyezâli [ebedi hatıraları] olan muhteşem
me’âbid-i İslâmiyenin [İslâm mabetlerinin] resimleriyle ta’rîfleri
ve her câmi’-i şerîfin binâ olunduğu zamânın e’âzım-ı meşâyıh
ve şu’arâsının [büyük âlim, şeyh ve şairlerinin] ilâhiyât ve nu’ût-ı
şerîfe [ilâhi ve na‘at] nev’inden âsâr-ı sûfiyâne ve belîgānesi
ve’l-hâsıl Osmanlıların maddî ve ma’nevî âsâr-ı dîniyelerinin en
güzîdeleri cem’ edilmişdir. Cevâhir-i nâdîde-i Osmâniyeyi [nadide
Tengüz ve Karabekir ailesi, Karabekir Paşa’nın iki kızları Hayat ve Emel’in 3. yaşgününde bir arada...
RESSAM HÜSNÜ TENGÜZ (1875 - 1950) ve “BAYRAM HEDİYESİ” / Ömer Faruk ŞERİFOĞLU
Osmanlı cevherlerini] ihtivâ etdiği içün şübhesizdir ki Osmanlıların nezdinde bundan ziyâde makbûle geçecek bir hediye tasavvur
edilemez. Ecdâdımız emr-i dînden bir hatve bile inhirâf etmememiz içün adım başına câmi’ yapmışlardır. Allahını, dînini unutan
her millet ahlâken sukût ve inkırâza mahkûm olageldiği müsellem
bulunduğuna nazaran; onlar bizi bu en mühlik bâdireden korumak istemişlerdir. Âmme-i halka beğendirmek azmiyle resimlerle
tezyîn ederek ihzâr etdiğim bu mecmû’amla ecdâdımızın dînimize
verdiği ehemmiyetin ve etdiği hizmetin büyüklüğünü hatırlatmak
ve meşâhîr-i eslâfın tercüme-i hâlleriyle en belîğ ve en mü´essir
eserlerini okutarak evlâd-ı vatanı ecdâdımıza lâyık halef olmak
içün tenvîr etmek istedim. Kusûrumun hulûsuma [iyi niyetime]
bağışlanacağını ümîd ederim.”
“Cenâb-ı Hak üzerimizdeki belâ-yı azîmi bir an evvel
def’eylesin”
Kitabın hazırlığı sürecinde A. Süheyl Ünver’e yazdığı 23 Mayıs
1335 (1919) tarihli mektupta da aynı duygu hakimdir. Mektup,
savaş ve işgal yıllarında, köklerine bağlı iki sanatseverin bir-
Bayram Hediyesi - Bedai-i Asar-ı Osmaniye’nin kapağı.
birlerine karşı duydukları sevgi ve saygının açık bir ifadesidir:
“Muallim-i muhterem, ehl-i dil kardeşimiz Süheyl Beyefendi’ye.
Resim yapmakta olduğu gibi imâr-ı kalbde de şâyân-ı hayret
mahâreti olan zümre-i nakkâşânın pîr-i bî-naziri büyük üstadımız Ali Rıza Beyefendi acizlerini mübalağa ile senâ etmekle
dini ve mukaddesâtı için çarpan kalb-i seliminizi tesellî ve tesrir
etmek hemde iki müslüman kalbini bir mahâret-i mürşidâne ile
yek-diğerine rabt etmek istemişler ve binâyı Ayasofya’nın temelinden daha emin ve metîn olarak tesis eylemişlerdir. Yoksa bendeniz iltifâtınızın müstehakı değilim. Bir hidmet-i diniyede bulunmak emeliyle kartpostallardan, şuradan buradan Cevâmî-i
şerifenin resimlerini topladım. Yazı yazacak bir refîk aradım. Bulamadığımdan hiç ehli olmadığım halde o işi de deruhde etmeğe
mecbur oldum. Türkçe ve İngilizce kitaplardan camiler hakkındaki malumâtı da eâzım-ı Osmaniye’nin âsârından da gü-zide
sahifeler derleyip, toplayıp (Dinî kıraat) tarzında ihvana dinî bir
hediye hazırladım. Ressamlık, muharrirlik ve tâbi’lik bu tenevvü
işlerin hep bir elden çıkdığı için iyi bir iş olacağına hiç ihtimal vermediğimden büyük bir tereddüt içinde idim. İltifât-ı dindâraneniz
bendenizi çok mahcub etti, fakat
teredüdü-mü izâle ve gayrete getirdiği için medyûn-ı şükrânım.
Maatessüf bu kitab hasbel-zaman arzu buyurduğunuz gibi
olamayacak. Yedi sekiz formadan ibaret olduğu halde mesârif-i
ta’biyesi iki yüz elli liraya bali’
olduğu ve bir para sermâyesiz
işe başladığım için selâtin camilerden mâ’dasını ihtivâ ettiremiyorum. İleride imkân hâsıl olursa
Bedayi-i Asar-ı Osmaniyye’den bir sayfa. diğer camiler içinde ayrıca bir
Ressam tarafından sonradan renklendi- zeyl yaparız. Az çok Cevâmî-i şerilmiştir. Mahyada Elhamdülillah yazısı.
rife hakkında destres olunacak
malumâtı not etmeğe lûtf buyrulursa bu emr-i hayrın hüsn-i suretle ve Süheyl olarak husûl bulacağı şübhesizdir. Hemân Cenâb-ı Hak
üzerimizdeki belâ-yı azîmeyi bir an evvel def’ eylesin. Süheyl Bey kardeşim Cenâb-ı Hak her milletin arzusunu, duasını hâsıl etti. Artık sıra
zümere-i muvahhidine gelmiştir. Hallâk-ı azîmü’ş-şân ehl-i imanın
âmâlini ve duasını da tez zamanda hâsıl eylesin. Âmin bi-hürmeti’lseyyidü’l-mürselin. 23 Mayıs 1335 [1919]. Matbaa-i Bahriye’de Ressam Kıdemli Katib H. Hüsnî.”12
Ressam Hüseyin Hüsnü Tengüz’ün o hazin senenin bayramına yetiştirdiği ve “Bayram Hediyesi” üstbaşlığı ile yayımlanan
Bedayi-i Asar-ı Osmaniye [Osmanlı Ülkesinin Güzel Eserleri]
Osmanlı mimarisinin şaheserlerinden olan, Bursa, Edirne ve
özellikle İstanbul’da padişahlar tarafından yaptırılmış, selâtin
camilerini konu etmektedir. Kitabın yayımlandığı 1919’da [H.
65
RESSAM HÜSNÜ TENGÜZ (1875 - 1950) ve “BAYRAM HEDİYESİ” / Ömer Faruk ŞERİFOĞLU
1335] işgal altında olan İstanbul’da, şehrin Müslüman ve Türk
kimliğine dair yapılabilen her etkinlik çok anlamlıdır. 13
14. yüzyıldan 19. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı padişahları tarafından yaptırılmış 42 caminin kronolojik olarak konu edildiği
kitapta, yapıların coğrafi konumu, mimari tanımı, banisi, kitabe
metinleri, haziresi veya yakınlarındaki mezarlar, zaman zaman
müstakil portreler, bağımsız şiirler, derin bir tasavvuf kültürü
eşliğinde aktarılır. Ayrıca her caminin genel bir perspektifle
çizilmiş resimi ve banisi olan padişahın portesinden oluşan
birer kompozisyon eşlik etmiştir. Sanatçının derin bir mekân
duygusu ile betimlediği tasvirler tarama kalemiyle yapılmış ve
oradan baskıya hazırlanmıştır. Hüsnü Bey’in ressamlığının ön
planda olduğu kitap, metniyle de dikkat çekicidir. Çoğunlukla
kendi gözlemlerini aktarsa da zaman zaman Evliya Çelebi Seyahatnamesi, İsmail Beliğ’in Tarih-i Bursa, Hüseyin Zekai Paşa’nın
Mübeccel Hazineler, Celal Esad Arseven’in Eski İstanbul Abidat
ve Mebanisi gibi birincil kaynaklardan yararlanmıştır. Kitabın
sonuna eklenen İstanbul haritası üzerinde ise o günün İstanbul’unda mevcut 489 adet cami işaretlenerek önemli bir belge
oluşturulmuştur.
* Sanat Eleştirmeni
DİPNOTLAR
Babasından dinlediği denizcilik hikâyelerini “Sürmeneli Ahmed Kaptan” adıyla bir araya toplamış ve resimlemiştir. 50 sayfa elyazısı metin ve 10 resimden oluşan bu defter halen özel bir koleksiyonda bulunmaktadır.
1
Hüsnü Tengüz, Sanat Hayatım, (Haz.: Müge Kılıçkaya), İstanbul: Deniz Müzesi, 2005, s. 3, 9.
2
Hüsnü Tengüz, age, s. 19.
3
Mahmud Şevket Paşa, Osmanlı Teşkilat ve Kıyafet-i Askeriyesi: (Osmanlı Ordusunun Bidayeti Tesisinden
Zamanımıza Kadar), 2 cilt, İstanbul: Mekteb-i Harbiye
Matbaası, 1325, 1332; sadeleştirilmiş yeni basım için bkz. Osmanlı askeri teşkilatı ve kıyafeti: Osmanlı Ordusunun Kuruluşundan 1908 Yılına Kadar, (Haz.: Semiha Türsan, Nurettin Türsan), Ankara: Genelkurmay Başkanlığı Kara Kuvvetleri Komutanlığı, 1983.
4
Hüsnü Tengüz, age, s. 28-30.
5
6
Meşrutiyet’ten sonra akim kalan bu müze projesi yıllar sonra Askeri Müze’nin temelini oluşturacaktır.
Hacı Halife Mustafa b. Abdullah Katib Çelebi, Tuhfetü’l-
kibar fi esfari’l-bihar, [İstanbul]: Bahriye Matbaası, 1329.
7
Hüsnü Tengüz, age, s. 47-48.
8
Soyadı kanunu çıkınca Tengüz (Deniz) soyadını alan Hüseyin Hüsnü Bey, “Bahriyeli Hüsnü” veya “Kâtip Hüsnü” olarak tanınır. Arapça, Farsça ve İngilizce
9
66
bilen aydın bir insandır. Aynı zamanda bir hattat ve şair de olan sanatçı, kanun çalar, ney üflerdi.
Bahriye Matbaası’ndaki görevine 1948 yılına kadar devam eden Hüsnü Tengüz, iki yıl sonra 3 Ekim 1950 günü vefat ederek Kasımpaşa’daki Kulaksız Mezarlığı’nda toprağa verilir. Semavi Eyice, ölümünden kısa bir süre önce A. Süheyl Ünver ile birlikte Kasımpaşa’daki mütevazı
evinde ziyaret ettikleri yaşlı ressamın, sinema afişleri yaparak geçimini sağladığını aktarır. (Bkz.: Semavi Eyice, A. Süheyl Ünver’in İstanbul’u, İstanbul: İBB, 1996, s. 18.)
10
Hüsnü Tengüz, age, s. 65.
Semavi Eyice, Eski İstanbul’dan Notlar, İstanbul: Küre Yayınları, s. 192.
11
Ayrıca bkz.: Emin Nedret İşli, “Türk Tıp Tarihinin Kurucusu: Süheyl Ünver”, Asklepios, 11 (Nisan-Haziran 2004), s. 59.
12
13
Hüsnü bey, hatıratında kitabına dair, Müze müdürü Ahmet Muhtar Paşa aracılığıyla ulaştırdığı General Yespir ve Pierre
Loti’den de takdir mektupları geldiğinden söz eder (s.65). Nitekim Ahmet Muhtar Paşa’nın Pierre Loti’ye 31 Mart 1920 tarihli mektubunda sözü edilen kitap olsa gerek: “... Size görünürde küçük ve ince olmasına karşın gerçekde ciddi,
sıra dışı öneme sahip bir kitap göndermeye cüret ediyorum. İstanbul’un yazgısı hakkında binlerce tartışmanın sürdüğü şu günlerde, bu kitap olanca mutevazılıyla Türk kültür ve yeteneğinin bu kentte neler yaptığını ortaya koyuyor...” (Büyük Dost Pierre Loti’ye Mektuplar, Haz.: Orhan Koloğlu, Ankara: Pierre Loti Dostları Derneği, 2001, s. 67.)
MEHMET BARLAS
İLE SÖYLEŞİ
Söyleşenler:
Ömer OSMANOĞLU, Fatih DALGALI
1453 İstanbul Kültür Sanat Dergisi için, ülkemizin önemli
köşe yazarlarından birisi ve aynı zamanda iyi bir
müzik tutkunu olan Mehmet Barlas ile Yıldız Sarayı
Hasbahçe’de bir söyleşi gerçekleştirdik. Sohbetimiz
boyunca Türk müziğini, Itrî’yi ve müzik tutkusunu konuştuk.
Şimdi sizleri Barlas ile yaptığımız sıcak sohbetle baş başa
bırakıyoruz…
MEHMET BARLAS İLE SÖYLEŞİ / Söyleşenler: Ömer OSMANOĞLU, Fatih DALGALI
1453 İstanbul Kültür Sanat Dergisi için, ülkemizin önemli köşe
yazarlarından birisi ve aynı zamanda iyi bir müzik tutkunu olan
Mehmet Barlas ile Yıldız Sarayı Hasbahçe’de bir söyleşi gerçekleştirdik. Sohbetimiz boyunca Türk müziğini, Itrî’yi ve müzik tutkusunu konuştuk. Şimdi sizleri Barlas ile yaptığımız sıcak sohbetle baş
başa bırakıyoruz…
Soru: Tutkulu bir Türk sanat müziği severi ve koleksiyoneri olduğunuz biliyoruz? Nasıl başladı bu tutku, bu aşk? Koleksiyonunuz
hakikaten çok mu zengin? Neler var?
Mehmet Barlas: Eğer Türk’seniz, İstanbul’da yaşıyorsanız,
dedeniz Antep’liyse ve büyük dedeniz de Kırım’lıysa, ki anne
tarafından soyumuz besteci Gazi Giray Han’a dayanmaktadır,
müzik hayatın vazgeçilmez bir parçası olur. Antep zaten Türk
müziğinin sergilendiği bir yerdir. Antep’te bara gidersiniz
-ki o bar şu an bildiğimiz bar şeklinde değil-. Eskiden barlara
Antep’te saz denirdi. Orada, birtakım havai müzikler çalınacak zannedersiniz fakat bir bakarsınız Hafız Post isterler, Dede
Efendi isterler. Yani Antep öyle bir ortamdır. Türk müziğinin
radyoda yasaklı olduğu dönemlerde Anadolu’da turneye çıkıp
da Antep’e uğramayan bir sanatçı yoktur. Mesela, Mualla Gökçaylar onlardan birisidir. Çocukluğum, İstanbul’da Boğaz’da
geçti. Saat beş buçuk-altı olduğunda radyoda ince saz başlardı.
O ince saz, ailenin de simgesidir bir bakıma. Bahçede toplanılır,
70
o fasıl dinlenilir, ayrıca babamın evine de müzisyenler gelirdi,
sazlar gelirdi. Yani meşk yapılırdı, fasıl yapılırdı, dolayısıyla çocukluktan gelen bir sevgi bu.
Soru: Yani sizin bu sevginiz, ilginiz aileden geliyor…
Mehmet Barlas: Bana göre Türk kültüründe kuşaktan kuşağa aktarılan en somut olaydır musiki, tıpkı mimari gibi. Düşünün ki Hacı Arif Bey nota bilmiyor, Itrî’nin zamanında nota yok,
daha sonraları Hamparsum notaları kayda geçiliyor. Ama o devirlerdeki “Tuti’i mucize guyem”in notası yok, nasıl olmuş da
21. yüzyıla kadar taşınmış şarkı? Dolayısıyla musikinin, kültürün
en somut parçalarından birisi olduğunu anlıyoruz. Kuşaktan
kuşağa ustalar aktarmış, çıraklar öğrenmiş ve sonunda notaya
dökülmüş ve bize kadar ulaşmış.
Soru: Daha önce müziği bir kaçış yeri olarak gördüğünüzü
söylemişsiniz. Nasıl bir kaçış bu? Neyi geride bırakır, müziğe
kaçarız ve orada bizi bekleyen nedir?
Mehmet Barlas: Şöyle bir olay, Batı dilinde bu duruma “escapism” adı verilir. Yorulursunuz, bunalırsınız. Üzerinden gelemeyeceğiniz sorunlar çıkar ve bir yere sığınırsınız, kaçarsınız.
Müzik de öyle bir şeydir. Birinci mesele, ben kolumla ilgili bir
durumdan dolayı enstrüman çalamıyorum, profesyonel bir
müzisyen değilim. Ben profesyonel bir dinleyiciyim. Müziğin
üreticisi değil tüketicisiyim. Meseleye bu şekilde baktığınız za-
Mehmet Barlas, Fatih Dalgalı, Ömer Osmanoğlu
MEHMET BARLAS İLE SÖYLEŞİ / Söyleşenler: Ömer OSMANOĞLU, Fatih DALGALI
man, müzik benim için bir zaman tüneline girip bazen Meragî
ile 15. yüzyıla gitmek, bazen III. Selim ile 18. yüzyılda dolaşmaktır. Benim kaçışım böyle bir kaçıştır.
Soru: Farklı kaçış yerleri de var. Neden müzik, ya da güzel sanatların diğer dallarından birisi değil?
Mehmet Barlas: Bu benim tutkum. Batı müziğini de çok severim, mesela Mozart. Mozart’ı beğendiğim zaman kendi kendime derim ki, Saadeddin Kaynak da bizim Mozart’ımız. Öyle
çeşitli, öyle üretken. Mesela, Beethoven müthiş bir adam, Dede
Efendi de müthiş bir adam. Yani Beethoven ne yaptıysa mutlaka Dede Efendi de o kültürde olsaydı aynısını yapabilirdi. Bu,
ressamlar ve diğer sanatkarlar için de geçerli. Aslında sanat,
her alanda, o yıldızları yarattığında doyumsuz bir mekân oluşturuyor, doyumsuz bir zaman oluşturuyor. Sorunun cevabına
dönersek, Türk müziği benim tutkum…
Soru: Klasik Türk Musikisi tanımlamasını doğru buluyor musunuz?
Mehmet Barlas: Çok tartışmalı bir konu bu, yıllar önce İngiltere’de bir açıkoturumda, hatırladığım kadarıyla, “klasik nedir?”
konusu tartışılıyordu. Bir Pakistanlı uzman şöyle dedi: “Hamlet’i
ele alalım. Çünkü klasik dediğiniz zaman Shakespeare’in Hamlet’inden daha fazla akla gelen bir şey var mı? Düşünün ki,
Danimarka Sarayı’nda kral, kardeşi tarafından zehirlenip öldü-
Ben kolumla ilgili bir durumdan dolayı enstrüman çalamıyorum, profesyonel bir müzisyen değilim. Ben profesyonel bir dinleyiciyim. Müziğin üreticisi değil tüketicisiyim.
Meseleye bu şekilde baktığınız zaman, müzik benim için bir zaman tüneline girip bazen
Meragî ile 15. yüzyıla gitmek, bazen III. Selim
ile 18. yüzyılda dolaşmaktır. Benim kaçışım
böyle bir kaçıştır.
rülmüş ve yengesiyle evlenmiş. Öldürülen kralın oğlu da gelip
babasının, amcası tarafından öldürüldüğünü öğrenmiş. Sonra
birdenbire herkes birbirini öldürüyor ve sonunda herkes ölüyor. Şimdi bu, bugün Danimarka sarayında olsa manşet değil midir? Yani, eğer bu olay bugün olsa, bu yarının klasiğidir.
Yani klasik ayrımını kolayca yapmak her zaman mümkün değildir.” Bunu ben de söylüyorum. Bugün Münir Nureddin’in,
Saadeddin Kaynak’ın, Avni Anıl’ın çok güzel bir parçasını dinliyorsunuz. Bunu Itrî de yapabilirdi, Dede Efendi de yapabilirdi.
Onlar yapsaydı klasik olurdu. Ama bunlar olduğu için güncel,
çağdaş diyoruz. Bence anlamı yok, klasik klasiktir. Zamana dayanan eser klasiktir.
Soru: Biraz da şu açıdan baktığımızda, Türk halk müziği, Türk
sanat müziği, pop müziği, Türkçe sözlü hafif müzik, arabesk gibi
sınıflandırmalar, tanımlamalar var. Özellikle Türk halk müziği ile
Türk sanat müziğinin birbirini beslediğini, aralarında derin bağlar
olduğunu, mesela ortak makamlar olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla size göre, Türk sanat müziği tanımlaması bir zorunluluktan
mı kaynaklanıyor?
Mehmet Barlas: Galiba zorlama. Müzikte herkes birbirini etkiliyor. Diyelim ki, Yunus Emre Selahattin Pınar’ı etkilememiş mi?
Baktığınız zaman, benim için Türk müziği var. Türk müziğinin
belirgin, zamana direnmiş parçaları ama aynı şey yani Itrî için
söz konusuysa, Hafız Post için söz konusuysa, Pir Sultan Abdal
veya Karacaoğlan için de söz konusu. Ben ayırmıyorum açıkçası. Ben diyorum ki, “bu benim müziğim, isterseniz Türk müziği
deyin, isterseniz dünya müziği deyin, bu benim müziğim”. Ama
doğrudur, bu ayrımlar var, bazıları Klasik Türk müziği, Türk müziği, pop müzik, halk müziği gibi keskin ayrımlar yapıyor. Oysa
bakıyorsunuz, edebiyatta da aynı şekilde divan edebiyatı, halk
edebiyat ayrımı mevcut. Sanki halk divandan ayrı, sanki o halk
gökten inmiş. Oysa hepsi birbirini etkilemiş.
Soru: Edebiyat ve özelde şiir ile müzik arasında derin bir ilişki
vardır. Bu ilişki hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Günümüzdeki şiir-müzik arasındaki ilişki hakkında neler düşünüyorsunuz? Edebiyattaki fakirliğin müzikte de bir fakirlik doğurduğu
görüşüne katılır mısınız?
Mehmet Barlas: Günümüzde Türk müziğinin fakirleştiğini
düşünmüyorum. Bir kere çok güzel besteciler var, çok iyi besteler var ve çok iyi solistler var. Bence Türk müziği ileri giden
bir müzik. Şunu söyleyeyim, kafamızda bazı kalıplar var. Mesela, şiire şiir diyoruz. Eğer müzik alıp şiiri kullanıyorsa, ona güfte
diyoruz. Güfte, laf demek, söz demek. Birdenbire şiirden çıkıp
sanki başka bir şey oluyormuş gibi.
İkincisi, Türk müziğinin özelliği sözel olması, sözel ağırlıklı olması. Batı müziğinin gelişmesine baktığınız zaman, Johann Sebastian Bach, Mozart, Beethoven, bu üçü geldiği zaman iş felsefi bir boyut kazanmış. Artık bugün Beethoven’a kimse eşlik
etmez, orkestra çalar, siz de dinlersiniz, nasıl yorumlamış diye.
Ama o dönemlerde, Beethoven’in çağdaşı bir Türk bestecisinin
şarkısı söylendiği zaman sokaktaki çocuklar katılır şarkıya. Böy-
71
MEHMET BARLAS İLE SÖYLEŞİ / Söyleşenler: Ömer OSMANOĞLU, Fatih DALGALI
le içimize işlemiştir. Mükemmel saz
Mehmet Barlas: Şimdi Itrî dinleeserlerimiz vardır. Türk müziğinin
Batı müziğinin gelişmesine baktığıdiğim zaman şöyle bir şey yaptım:
bu sözel yapısı önemlidir. O müzik
“Itrî nedir, nerede duruyor” diye
nız zaman, Johann Sebastian Bach,
anlamak için İstanbul’un fethi sıbugün de devam ediyor. Yani size
Mozart,
Beethoven,
bu
üçü
geldiği
rasında Bizans kiliselerinde söylepek çok isim sayabilirim. Mesela,
nilen ilahileri, Ortodoks ilahilerini
zaman iş felsefi bir boyut kazanmış.
Alaeddin Yavaşça, günümüzde yaUNESCO korolara söyletti, banda
şayan bir besteci, çağdaş besteci.
Artık bugün Beethoven’a kimse eşlik
aldı. Onu çaldım, dinledim. Derken
Onun o karmaşık eserlerine baktığıetmez, orkestra çalar, siz de dinlerİran’da “Ensemble Marâghî” diye bir
nız zaman Dede Efendi’den daha mı
grup var. Onlar da Merâgî’nin büsiniz, nasıl yorumlamış diye. Ama o
geri diyoruz? Ya da Saadeddin Kaytün eserlerini söylemişler, onu dinnak, 20. yüzyıl bestecisi, o kadar kardönemlerde, Beethoven’in çağdaşı
ledim. Derken Farabi’nin notalarını
maşık eserleri vardır ki, mükemmelbir Türk bestecisinin şarkısı söylendiyine İran’da bir grup şarkıya dökdir her biri. Veya Selahattin Pınar, Dr.
müş, onları dinledim. Rum müziğini
ği zaman sokaktaki çocuklar katılır
Selahattin İçli. Diğer yandan Yücel
dinledim, Acem müziğini dinledim,
şarkıya. Böyle içimize işlemiştir. MüArzen var, yine besteci, “Kara tren”i
Arap müziğini dinledim. Ve şunu
yapan Özhan Eren var, o kadar güzel
kemmel saz eserlerimiz vardır. Türk
fark ettim: Itrî, öyle bir sentez ortaya
besteler var ki. Bu saydığımız isimlekoymuş ki, dönemindeki farklı mümüziğinin bu sözel yapısı önemlidir.
rin her biri çağdaş müzisyenler. O
zikleri alıp öyle başka bir noktaya
halde müziğimizin geriye gittiğini
taşımış ki, tam bir dönüm noktası.
söyleyebilir miyiz? Hayır, bizim müziğimiz hep ileri gidiyor, ge- Yani Itrî’nin en önemli özelliği, içinde bulunduğu coğrafyanın
riye falan gitmiyoruz. Eskiye oranla şöyle bir gelişme var: Mü- bütün öğelerini müziğine katmış olmasıdır.
ziğin zirve çağı ne zamandır? 18. yüzyılın başı veya sonu, yani İkincisi, Itrî maneviyatı derin bir müzik insanı. Yani bugün araIII. Selim dönemi. Daha sonra Dede Efendi, Hacı Arif Bey, Şevki dan 300 yıl geçti, tekbiri hâlâ aynı heyecanla dinliyorsunuz. NaBey ekolünün devam ettiği dönem. Diyelim ki, burada kasırda sıl bir ilham gelmiş, nasıl bir inanç, nasıl bir imanı var ki onu,
dinlediniz, Abdülmecid sizi davet etti. Şansınız varmış ki Hacı o notaya dökmüş. Tekbiri veya Salât-ı Ümmiye’yi dinlediğiniz
Arif Bey’i dinlediniz. Bir daha nerede dinleyeceksiniz onu? Oysa zaman tüyleriniz diken diken oluyor. Diyorsunuz ki “bu dün
ben her dakika, yatağımda bile dinliyorum. Köyde eşeğin üs- bestelendi herhâlde”; bu kadar taze bir şey olabilir mi? Itrî böytünde bile Hacı Arif Bey’i dinlemek mümkün. Yani teknolojinin le bir insan benim için.
getirdiği öyle bir imkân var ki, bu bizi geriye değil ileriye götürür. Benim gördüğüm bu.
Soru: Değişen müzik ortamları hakkında ne düşünüyorsunuz. Az
önce söylediğiniz gibi konaklarda, önemli devlet adamlarının davetlerinde kaliteli müzik dinleniyordu. Günümüzde var mı kaliteli
müzik ortamları?
Mehmet Barlas: Günümüzde de var elbette, biz sadece
İstanbul’da bir avuç konağa bakıyoruz. Oysa iş aslında daha
da gelişmiş durumda, mesela Anadolu’da her kentte iki tane
klasik koro var, bazılarında üç. İstanbul’daki koroların sayısını
bilmiyorum. Eskişehir’de var, Antep’te var, Denizli’de var. Yani
bana gelen koro haberlerine bakıyorum. Repertuarlarını, konserlerini gönderiyorlar, yani müziğimiz ileri gidiyor. Bütün Türkiye bunu geliştiriyor. Bir avuç insanın işi değil bu.
72
Soru: Mehmet bey bildiğiniz gibi UNESCO, 2012 yılını Itrî ve Nâbî
yılı ilan etti. Itrî’nin klasik Türk musikisi içindeki yerini nasıl yorumluyorsunuz?
Soru: Gerek Itrî gerekse diğer klasik bestekarlarımız hakkında yapılan araştırmalara baktığımızda elimizdeki eserlerin birbirinin
tekrarı gibi olduğunu görüyoruz. Hatta bazı yazarlar bu hususa
işaret ederek Itrî’nın hayatı ve eserleri hakkında yeterli bilgi olmadığını, eldeki kısıtlı malumatların ise efsane ya da rivayetlere dayandığı itiraf ediyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Benim en çok etkilenerek okuduğum kitap, İbn’ül Emin Mahmud Kemal’in kaleme aldığı “Hoş Sada”dır, orada Itrî’yi çok
güzel anlatır. Burada sorun şu, Türkiye’de bir kültür ihtilali yaşanmıştır. Latin alfabesinin kabulüyle kuşaklar çok radikal bir
biçimde geçmişten kopmuştur. Şimdi bakın, Kürtçe eğitim verilsin deniliyor falan. Keşke o zaman Latin alfabesine geçerken
aynı zamanda Arap alfabesi de devam etseydi. Yani insanlar
hem o alfabeyi öğrenseydi hem de diğerini…
Soru: Dönemin Kültür Bakanı Talat Halman Itrî konseri düzenleniyor ve Suna Kan’ın şikayeti üzerine başbakan kendisini görevden alıyor. Aradan yıllar geçti ve 2012 yılı Haziran ayında devlet
erkanının katılımıyla bir anma konseri düzenlendi.
MEHMET BARLAS İLE SÖYLEŞİ / Söyleşenler: Ömer OSMANOĞLU, Fatih DALGALI
Mehmet Barlas: Itrî’yi devlet salonuna sokmadılar diye Itrî
yok mu oldu? Itrî’yi devlet salonuna sokmayanların kaçının ismini hatırlıyorsunuz? Ama Itrî hâlâ var. Bu gibi durumlar oluyor bazı dönemlerde. Mesela simgeler vardır. Nazi Almanlar
için Wagner kutsaldır. Hatta Woody Allen alay eder: “Wagner
dinlemeye korkuyorum çünkü ne zaman Wagner dinlesem
Polonya’yı fethetmek istiyorum, kendimi Hitler gibi hissediyorum” der. Şimdi Wagner’i öyle aldığınız zaman Allah’ın belası bir adam, Yahudi düşmanı, meslektaşı Mendelssohn için
yazdığı yazıları, yaptığı ihbarları görseniz iğrenirsiniz. Ama bir
Nibelungen yorumunu dinlediğiniz zaman da “ya ne müthiş
adam” diyorsunuz. Karmaşık işler bunlar, bir anda kesip atmak
mümkün değil. Bir gerçek var ki, Türkiye kendi geçmişinden
kopartılmıştır. Yani ben dedemin mektubunu okuyamıyorum.
Babamın diplomasına baktım, İstanbul Lisesi’nden mezuniyetinde, aldığı dersler arasında Fransızca var, Almanca var, Arapça var ve Farsça var. Hem Doğuyu hem Batıyı öğrenmiş. Bizde
Arapça, Farsça yok. Ya İngilizce biliyorsunuz ya Fransızca biliyorsunuz. Ve bir kopukluk olmuş.
Soru: Evet, Fârâbî’nin müzik hakkında eserleri var, Meragî’nin bir
eseri var, Itrî’nin bine yakın olduğu söylenen ve günümüze sadece
kırk civarında ulaşabilen eserleri var ve toplum çoğundan habersiz. Geçmişle ciddi bir kopukluk yaşadığımız çok açık. Ama yakın
dönemde de yasaklamalar olmuş veya arabesk dinleyenler, pop
dinleyenler, klasik müzik dinleyenler şeklinde ayrımlar olmuş…
Bazı dönemlerde ise bir kısım sanatçılar yasaklanmış. Yani kısacası siyaset entelektüel ortamı, sanat dünyasını, müziği, estetiği
biçimlendirmeye çalışmış…
Mehmet Barlas: Evet, buna toplum mühendisliği deniyor. Toplum mühendisliği her alanda olduğu gibi bu alanda
da var. İşte bu toplum mühendisliği sonucu 1936’da İçişleri
Bakanlığı’nın bir yazısıyla radyoda Türk müziği çalınması yasaklanmış. Kimine göre Atatürk İstanbul’da bir fasıla gitmiş
“aa çok disiplinsiz” demiş. Bana Ferih Celal Güven anlatmıştı,
bu yasağa da hemen uymuşlar. Halk evlerine gitmiş, bir efe
çalıyor bir efe de kostak kostak oynuyor. Atatürk de “Bundan
sonra çok sesli müzik istiyorum. Bir daha burada tek sesli müzik
istemem” demiş. Yine ertesi hafta gelmiş altı tane saz, altı efe
oynuyor. Hepsi aynı şekil. Yani çok sesliyi kalabalık sanmışlar.
O bakımdan bu cehalettir, toplumlara yön vereceğini sanmak
bir hayaldir. Kim kalmış ki toplum mühendisliği yapıp ayakta
kalan?
Soru: En çok hangi makamı seviyorsunuz?
Mehmet Barlas: O da duruma göre değişiyor. Mesela bazen
hüzzam beni bitiriyor. Kürdilihicazkâr çok seviyorum. Bazen
bakıyorum hicazlar da çok güzel. Eh, nihaventsiz olmaz diyorum. İçinde bulunduğum duruma göre değişiyor. Mesela Dede
Efendi’nin dört parçadan ibaret olan dört beste Suntaniyegâh
takımı, yani onun gibi bir şey olamaz diyorsunuz. Geçenlerde bir mekâna gitmiştim, Ayşe Taş söylüyordu. Beni gördü;
“Antep’te sazda benden sultaniyegâh takımı istemiştin, söyleyebilir miyim?” dedi. Yani hayatımız böyle iç içe.
Soru: Oğuz Bey’le bir program yapıyorsunuz, Makam Farkı. Nasıl
başladı biraz anlatır mısınız hikayesini?
Mehmet Barlas: Oğuz bey de evvela Antepli, hemşerim. İkincisi, o da çok müzik seviyor ve ud çalıyor. Üçüncüsü, onun da
çok iyi bir arşivi var. Benim de iyi bir arşivim var. Bir gün beraber
dinliyoruz bendeki parçaları, “ya neden bir program yapmıyoruz?” dedik. Böyle başladı yani...
Soru: Türk müziğini günümüzde temsil eden güçlü sesler var. Sizin de yakından takip ettiğinizi bildiğimiz Bekir Ünlüataer, Münip
Utandı, Melihat Gülses gibi isimler geleneksel musiki tavrını bugün
de sürdürmekteler. Bahsi geçen isimlerle birlikte Türk müziğini geniş kitlelere ulaştırma ve yaşatma anlamında pek çok usta ses İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kültür merkezlerinde düzenli olarak konser veriyorlar. Ümraniye’den Güngören’e, Başakşehir’den
Tuzla’ya dek İstanbul’un pek çok ilçesinde bu türden etkinlikler
düzenleniyor. “Çevre”deki bu etkinliklere “merkez”de de Cemal
Reşit Rey Konser Salonu’ndaki konserler eklendiğinde ortaya hayli
zengin bir müzik ortamı çıkıyor. İstanbul’da yaşayan bir müziksever olarak bu etkinlikleri takip edebiliyor musunuz?
Mehmet Barlas: Evet, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’ndaki
konserleri takip ediyorum. Oradaki kayıtlar bir şekilde bana gelir. Temin etmeye çalışırım, dinlerim. Konserlere de imkân buldukça giderim. Örneğin Melihat Gülses konserine gittim, Bekir
Ünlüataer konserine gittim.
Soru: Mehmet Bey, bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Soru: Müziğe dönelim, müzikle ilgili neler okuyorsunuz, başucu
kitabınız var mı?
Mehmet Barlas: Ne bulursam okuyorum. Başucu kitabım yok
benim. Evim kitaplarla dolu. Her yer benim başucum.
73
İSTANBUL MEKÂN
SEMAİ KAHVESİ
Salah Birsel, Kahveler Kitabı adlı eserinde Semai Kahvesi ya
da Çalgılı Kahve adıyla anılan mekanların eski İstanbul’un hemen her semtinde bulunduğunu yazar. Ramazan aylarında
her gece, kış mevsiminde ise Cuma akşamları müdavimler bu
kahvehanelerde müzik eşliğinde nargile fokurdatırdı.
Hicaz’a hediye götüren Sürre alayının yola çıkmasının ertesi
günü, İstanbul’da semai kahvehanelerinin hazırlıklarına başlanırdı.
Bir çalgı takımının sahne aldığı Semai Kahvesi’nde geceye bir
mani ile başlanırdı. Daha sonra koşmalar, semailer, divanlar,
kalenderiler, destanlar birbirini izlerdi. Salah Birsel Semai Kahvelerine nadiren alafranfa marşların, kanto ve polkaların da
çalındığını belirtir.
II. Abdülhamid zamanında bir lonca sahibi olan saz şairleri de
Semai Kahvelerinde zaman zaman bir araya gelir, karşılıklı atışırlardı.
Orhan Okay Bir Başka İstanbul adlı kitabında Semai Kahvelerine yer verdikten sonra Yahya Kemal’den bir alıntı yapar:
76
“Yahya Kemal de bir ramazan gecesi, Eyüp’teki semai kahvehanelerini anlatıyor: ‘Defterdar’da semai kahvesine gittik.
Caddeden denize giden büyük bir meydan, saz ve sesle dolu.
Ağaçlardan al al bayraklar sarkıyor. Semai kahvesi bu muhitin göbeğinde. Kahvenin önünde, ağaçlar altında bir masanın
etrafında oturduk. Eski İstanbul lehçesinden şetaretine kadar
bütün ruhuna varis olanlar sesleriyle ortalığı çınlatıyorlar, çayı,
kahveyi, nargileyi, ağaçlar altında kahve ocağına sürekli bir
nağme ile ısmarlıyorlar, bir tulumbacı çevikliğiyle etrafta dönüyorlar.’”
Günümüzün mekânlarından Çemberlitaş’taki Erenler Kahvehanesi yıllarca Ramazan aylarında Semai Kahvehanesi geleneğini sürdürdü. Eyüp’te Haliç kıyısında restore edilen Semai Kahvesi de uzun zaman müzisyenlerin buluşma noktası
oldu ancak daha sonra kütüphaneye çevrildi. Yine de Yahya
Kemal’in yukarıdaki satırlarda tasvir ettiği ortamı solumak isteyenler, buraya uğrayabilirler.
İSTANBUL’UN 100 MUSİKİŞİNASI
İstanbul, ismi telaffuz edilirken bile kulaklara hoş bir seda bırakan
büyülü şehir… Yüzyıllar boyu bir kültür merkezi olarak sanatseverleri kendisine çekmiş, cazibesine kapılıp burada kalanlara ilham olmuş, nice musikişinasa da açmıştır kapısını. O bab-ı esrardan giren
müzisyenler yeni üsluplar geliştirmiş, geliştirdikleri musikiyi cihanı
âleme duyurmuşlardır.
Türk Musikisi, özellikle 1453 yılından itibaren Türk tarihinin en
önemli merkezi haline gelen İstanbul’da, Osmanlı sarayı gibi kudretli ve belirleyici bir merkezin sağladığı imkânlar ortamında büyüyüp gelişti. Türk musikisine “İstanbul Musikisi” denmesinin sebebi
İstanbul’un Türk musikisi için verimli bir ortam oluşturmasıydı. Türk
musikisi temellerini; birtakım farklı özellikleriyle benzerlerinden
ayrılan musikişinasların kişiliklerinde somutlaşan performanslarla,
eserlerle, ürünlerle kurdu, hayatiyetini sürdürdü ve bugüne kadar
taşıdı.
İstanbul’un 100 Musikişinası, tarih içindeki uzun yolculuğumuzda
üretkenlikleriyle hayatımıza musikiyle anlam katan, kültürümüzün
dilimiz kadar önemli unsurlarından biri olan musikimizi bugüne
taşıyan vazgeçilmez önemdeki 100 musikişinasın şahsında, kendi
sesimizi bir kere daha hatırlamaya ve düşünmeye vesile oluyor.
78
Kitap ne sadece bestekârları konu ediniyor, ne başlıca ses sanatkârlarını veya saz sanatkârlarını… Güfte şairinden nazariyatçısına,
bestekârından evini meşk meclisi haline getiren musiki sevdalısına
kadar, İstanbul musiki hayatı içinde bulunmuş meşhur veya meçhul
kahramanları sahneye çıkarıyor. Bu anlamda da ismiyle örtüşüyor
eser, zira musikişinas için Türk Dil Kurumu sözlüğü “müzikle uğraşan” karşılığını veriyor.
Günümüzde Türk Müziği alanında yetkin bir isim olan Mehmet
Güntekin’in kaleme aldığı İstanbul’un 100 Musikişinası’nda Klasik
Türk Musikisi’nin büyük bestekârları Itri’den, Kantemi-roğlu’ndan,
Zaharya’ya; Klasik Türk Musikisi en büyük kadın bestekârı Dilhayat
Kalfa’dan, nota sistemi mucidi Hamparsum Limonciyan’a, Dede
Efendi’ye; tasavvuf bilgini Ahmed Avni Konuk’tan, Refik Talat
Alpman’a, Saadeddin Kaynak’tan, Münir Nurettin Selçuk’a kadar
döneminin musiki hayatını yansıtan, varlıkları ve ürettikleriyle bir
tür “vazgeçilmezlik” kazanmış 100 musikişinas anlatılıyor.
Kitapta Türk Musiki tarihine şahitlik etmiş kişileri okurken oldukça
ilginç hayatlarla, başarı öyküleriyle karşılaşıyoruz. Büyük bir titizlik
ve geniş kaynak taramasıyla son hali verilen kitap, içerdiği bilgilerle
dönemin merak edilen sorularına da cevap veriyor: Besteleriyle ve
bulduğu makamlarla ünlü Osmanlı Sultanı kimdir? İstanbul Musikisinin meşk mahfillerine kimler iştirak etmiştir? Ev meclislerindeki
fasıllarda hangi makamlara ağırlık verilirmiş? İlk konservatuvarımız
Dârülelhan’ın fikir babası kimdi? Mevlevihanelerde ne tür müzikler
icra edilirdi?
GİRİFT
Geleneksel Türk Müziği’nin unutulmuş üflemeli çalgılarından biri
olan girift, ‘ney’e benzeyen fakat icrası ondan daha karışık bir çalgıdır. Hatta çalgının isminin bu sebepten iç içe geçmiş karışmış
anlamına gelen ‘girift’ olduğu söylenir. Başparesi ve dudak üfleme
tekniği ney ile aynı olmakla beraber üfleme tekniği daha hassasiyet
gösterir, küçük bir dudak hareketiyle bir sesin tizi ve pesi çıkmaktadır. Böylelikle ‘şûri’ denilen üfleme şekli, giriftte daha yoğunlukla
kullanılmaktadır. Giriftin neye göre ses alanı dar, parmak pozisyonları neye kıyasla daha güç ve farklıdır.
Osmanlı’da saraydaki küme fasıllarında neyin yanında giriftin kullanıldığı bilinmektedir. 18. Yüzyıldan itibaren daha çok rağbet gören
girifti icra edenler arasında; Mehmed Nuri Efendi, Üsküdarlı Rıza Bey,
Hacı Faik Bey ve Giriftzen Asım Bey önde gelmektedir.
Neyzen ve Giriftzen Süleyman Erguner’in giriftin az sayıdaki örneklerinden birini Amasya Müzesi’nde tesadüfen görmesiyle girift yeniden hayat buldu. Orijinal enstrümandan yola çıkarak, müzik aletini
yeniden üreten Erguner, yıllardır üzerinde çalıştığı bu enstrümanın
sesini dünyaya tanıtmak için Girift isimli albüme imza attı. Yapımcılığını Kültür A.Ş.’nin üstlendiği çalışmada, giriftle icra edilmiş 14 eser
bulunuyor. Albümle; Türk Musikisi’nin solo, toplu enstrümantal ve
koro icralarında kendine has sesiyle katkı sağlayacağı düşünülen giriftin bilinirliğinin ve öğreniminin artması hedefleniyor.
BESTEKAR III. SELİM HAN
Devlet yönetiminde olduğu kadar musikide de önemli bir yenileşme
hamlesi başlatan III. Selim’in Klasik ekolün büyük ismi İsmail Dede
Efendi’nin yanı sıra dönemin musikişinaslarını himayesi altına aldığını ve kıymet verdiğini biliyoruz. Sultan, Sûz-i Dilara, Şevkefza ve
Evcara başta olmak üzere bulduğu birçok makam ve bestelediği
eserlerle, musikide “III. Selim ekolü” olarak bilinen yeni bir devri de
başlatır.
Kültür A.Ş, Bestekâr III. Selim Han isimli albümde aralarında sultanın
kendi sözlerinin de yer aldığı III. Selim bestelerini bir araya getiriyor.
İki Cd’den oluşan albüm Ayangil Türk Müziği Orkestra ve Solistleri
tarafından icra edildi. III. Selim Han’ın tınılarını 21. Yüzyıl’a taşıyan
albüme emeği geçen orkestra ve koro solistleri bu yapımla, “Moda
yaklaşımlar kültürü belirlemez, zira modada kalıcılık vasfı yoktur.
Kültür kalıcı değerlerin bileşkesidir. Yaratıcı güç, bilimsel düşünce,
sabır, yoğun emek, kültürel bilinç, estetik endişesi gibi nice kavramlarla yeşerir kalıcılık. Kalıcı olan, her gün dinlemesek de bizimdir,
ortak sesimizdir. Bazen 200 yıl bekler, 200 yıl sonra seslenir gül bahçesine çevirir gönlümüzü” diyerek, Sultan III. Selim Han’ın ölümsüzlüğünü selamlıyor.
BU ŞARKILARI PADİŞAHLAR BESTELEDİ!
“Tek albümde 7 Padişah Bestekar”
Kültür A.Ş, Osmanlı sultanlarından II. Bayezıd, IV. Murad, I. Mahmud,
III. Selim, II. Mahmud, Abdülaziz ve Vahdeddin Hanlara ait on iki
besteyi tek albümde bir araya getirdi. Şiir ve musikiye gönül veren
Osmanlı padişahlarına ait besteler, “Osmanlı Türk Müziği Antolojisi”
çalışmaları kapsamında albümleştirildi.
zarak beste yaptığı görülüyor. İlk dönem padişah eserlerinin daha
çok marş havasında olduğu sonlara gelindiğinde ise Klasik Türk
Müziği’nin ağırlıkta olduğu hissedilebiliyor. Çalışmada, padişahların
ilginç hayat hikâyelerini anlatan 22 sayfalık bir de kitapçık bulunuyor.
Solist Serdar Şengül’ün seslendirdiği ‘Padişah Bestekârlar’ adlı albümde on ayrı makamdan eserler bulunuyor. Dördü saz semaisi
yani enstrümantal, diğerleri sözlü olan eserlerin notalarına ulaşmak
için geniş kapsamlı bir arşiv çalışması yapıldı. Albümde her padişahın kendi içinde bulunduğu durumu tasvir eder nitelikte sözler ya-
Padişah Bestekârlar isimli albüm, gerek tarihin bir başka yüzünü
bugüne taşıması gerek dönemin atmosferini yansıtması, gerekse
de bugün bile Türk Sanat Musikisinde çok az kullanılan şevkefza ve
ferahnak makamlarının yeniden duyurulmasına katkı sağlaması bakımından önemli bir çalışma.
79

Benzer belgeler