CitiES IN DUSt

Transkript

CitiES IN DUSt
Cıtıes In Dust
Selamlar,
Dr.Skull’ı hatırlayan kaç kişi var bilemiyorum ama epeyce özleyeni olduğunu tahmin ediyorum. İlk sayıdan bu
yana yer vermeyi düşündüğüm bu şahane topluluğa, bu
sayımızda Türk müzik camiasının duayen yazarlarından
Süreyya İzgi’nin kaleminden yer verdik. Bizim jenerasyonun henüz eli kalem
tutmazken bir çok önemli
dergide yazıları yayınlanan
İzgi, Dr.Skull yıllarının da
bizzat tanığı olduğundan,
epeyce lezzetli bir yazı ortaya koydu.
Bu ay iki önemli konser var.
Birisi 6 Aralık’ta İstanbul
Parkorman’da gerçekleştirilecek olan Amon Amarth
konseri. Ankaralı topluluk
Ominous Grief de bu konserde ön grup olarak yer
alıyor.
Bir diğer konser ise yılbaşı gecesi Yedikule Zindanları’nda
gerçekleştirileceği duyurulan Lizzy Borden konseri.
Bana da çok inandırıcı gelmemişti ancak Lizzy Borden official MySpace sayfasında duyuruldu konser. Gelişmeleri merakla bekliyoruz.
Geçtiğimiz ay birbirini kovalayan yılların özlemi sona
erdi ve Yeni Guns N’ Roses albümü Chinese Democracy
yayınlandı. Ne yazık ki albümün adını taşıyan parçanın çekiciliği, geri kalan parçalardan uzaktı. Albümü
en çok beğenen yazarımız Can Çakır, Axl’a yazdığı açık
mektupta içini döktü.
Bu ayki kapak konumuz Chuck Schuldiner. Sert müzik
cephesinin yaratıcılarından Schuldiner’ı bu ay aramızdan ayrılışının yedinci yılında anıyoruz. Schuldiner’ı,
ona olan hayranlığı çok uzun yıllara dayanan usta kalem Atilla Çelik’ten dinledik.
Bu ay ayrıca saçmasapan bir
cinayete kurban giden efsanevi southern metal adamı
Dimebag Darrell’ın da ölüm
yıldönümü. 8 Aralık 2004’te
kaybettiğimiz
müzisyen
için Ankara’da ölüm yıldönümünde bir anma etkinliği
düzenlenecek.
Türk rock camiasının yakından tanıdığı bir topluluk
olan Diken, 15 seneyi aşan
kariyerinin ardından dağılma kararı aldı. Diken’in
“Düşlerim
Ölümsüzdür”
EP’sini taa lisedeyken dinlerdim. Eminim benim gibi
bir çokları için de Diken
özel bir topluluktu. Diken
son olarak geçtiğimiz ay
Raven Records etiketiyle “İsyan” adlı albümünü yayınlamıştı. Bir çok başarılı çalışmaya imza atan böyle bir
topluluğu kaybetmek üzücü.
Önümüzdeki sayılarda sizlere statik bir dergiden fazlasını verebilmek için bir takım çalışmalar içerisindeyiz.
Yeni yılda görüşmek üzere, mutlu yıllar...
Selim Varışlı
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI
[email protected]
:: YAZARLAR ::
ATİLLA ÇELİK, SÜREYYA İZGİ, BAHA ÖZER, BURAK ÖZDEMİR, CAN ÇAKIR, CİHAN TEKİN,
ÇİĞDEM KOCAMAN, DENİZ ERATAK, DERYA OKUMUŞ, EGEMEN LİMONCUOĞLU, ELİF ATÇI,
EMRE DEDEKARGINOĞLU, ERDEM YABAŞ, FATİH KANIK,GAMZE YILMAZ, GÜVENÇ ŞAHİN,
HAKAN KAHRAMAN, HİDAYET DOĞAN, İPEK ATCAN
:: FOTOĞRAF ::
SERHAT HOŞGÜL :: www.serhathosgul.net | DERYA ENGİN :: www.myspace.com/shae666
:: İLETİŞİM ::
E-Mail: [email protected] | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
2008 Sakin grubunun yılı oldu diyebiliriz. Bu yıl Sakin
ismini konserlerde, televizyon programlarında çokça
duyduk. Son dönemlerde mantar gibi türeyen yüzlerce
alternatif grupların yanında bir anda yıldızı parlayan
bu grubun özelliği acaba nedir?
Grup, vokalde Onur Özdemir, gitarda Özdemir Dereli,
basgitarda Cenker Kökten ve davulda Soner Özışık’tan
oluşuyor. 1999 yılında kurulan grup açıkçası bu seneye
kadar benim dikkatimi çok çekmemişti ancak bu benim eksiğim olacak ki, 2005 yılından itibaren ciddi bir
hayran kitlesi oluşturmuş. Aslında bugün Hayat isimli
son albümlerinde yer alan birçok bestenin temeli de
2005 yılında atılmış, uzun çalışmanın ürünleri.
Ben kendime adıma, son zamanlarda dinlenen rock
gruplarının, Gripin, Çilekeş ve Sakin’in müzik dünyamıza çok farklı renkler getirdiklerini düşünüyorum.
Sakin bana ilk başta oldukça sıradan görünmesine rağ-
DENİZ ERATAK
men bu grubu günden güne çok sevdim, sevmemdeki
en büyük sebep sanırım bana biraz İstanbul’u hatırlatıyor. Bir de sözler benim için çok önemli, bazen müziklerini çok beğendiğim şarkıların sözleri kötü olduğu
için, içimden dinlemek de gelmiyor, Sakin grubunun
müziklerinin sözlerine baktığınız zaman sanki her parçanın ayrı anısı ve ruhu olduğunu düşünüyorsunuz. Bu
yıl yayınladıkları “Hayat” adlı albümdeki şarkıları tek
tek dinlediğinizde sözler sizin de dikkatinizi çekecektir. Özellikle Edepsiz Komedya’yı arka arkaya defalarca dinleyebilirim. Sözler muhteşem, vokalin sesi tam
damar daha ne olsun.
Grubun sevdiğim başka bir özelliği de benim için yeni
dönem apolitik sanatçılar arasında toplumsal konuları da müziklerinde işlemeleri. Tamam “işçisin sen
işçi kal” demiyorlar ama kendilerince bazı eleştirileri
müziklerine yansıtıyorlar. Yani rock müziğin bir isyan,
haykırış müziği olduğunu düşündüğümüzde bence müziklerinde bunu yansıtmaları onları farklı kılıyor.
ATİLLA ÇELİK
“70’li yılların sonunda bu müzik çok ilgi ve dikkatimi çekiyordu. Kiss çok hoşuma gidiyordu. Ama pek revaçta değildi
bu müzik. Grupların albümlerine ulaşmamız çok zor oluyordu. Müzik marketlerin vitrinine bir Heavy Metal albümünün koyulması inanılmaz bir şeydi o dönemlerde. Vitrinde
Heavy Metal albümlerini gördüğüm zaman büyülenmiş gibi
bakıyordum. O sıralarda bazı düşünceler beynimi kemiriyordu. Bu müziği neden fazla kişi dinlemiyordu? Niçin bu
kadar gizli saklıydı? Bu hep böyle mi devam edecekti? Bu
düşünceler ışığında bu müziği yapmaya karar vermiştim.”
Bunları söyleyen Chuck Schuldiner 1980’li yılların başında
müzik hayatına başlıyor, daha önce hiç bilinmeyen bir müzik tarzını ortaya koyuyordu. Death adıyla bir grup kurdu,
bir tür yarattı, kendine özgü melodilerle beslenmiş eserler
ortaya koydu ve 13 Aralık 2001’de kanserden dolayı aramızdan ayrıldı. İçinde bulunduğumuz ayda ölümünün yedinci yılı saygıyla anılacak.
Müzikten elde ettiği cüzi rakamı tekrar müziğe yatıran,
beynindeki ur için hastane masraflarını karşılayacak paraya azla yetinmesinden dolayı sahip olamayan, hastalığıyla
mücadele ederken ümidini yitirmeyen, sadece hastalığıyla ilgilenmesi gerekirken müzikten kopmayan ve bunun da
mücadelesini veren, “İki köpeğime her gün yemek götü-
rebileyim, geri kalan parayla gitar teli takımı alabileyim,
daha fazlasını neden isteyim ki” diyen bir müzisyen modelinin aramızdan ayrılışı tabii ki üzücü oluyor.
Sanatçı modelinin tanımına uyabilecek özelliklere sahip
olduğu söylenebilirdi. Topluma bir şeyler veren, olumlu
anlamda bir şeyler aktaran, örnek tavırlar sergileyen, bir
ekolü temsil eden ve toplumun yaralarına parmak basan bir
insan modelidir sanatçı açılımı. Aslında Death’i kurmasının
ve önemli büyüme gösterip kaliteli bir müzisyen olmasının
anlamı Chuck’ın kardeşi Frank’ın ölümünde gizlidir. Kardeşi Frank ölünce, 9 yaşında olan Chuck’ın hayatında bazı
şeyler değişmiş. Başlangıçlarda içine kapanmış, kendisini
müziğe vermiş, hayatın inceliklerini sorgulamış. Frank’ın
ölümüyle ilişkili tutarak DEATH adında bir grup kurmuş ve
liriklerinde yer yer bu tür acı anlamlara da yer vermiştir.
13 Mayıs 1967’de New York Long Island’de doğan Chuck,
13 Aralık 2001 yılında 34 yaşındayken hayata gözlerini kapadı. Beynindeki uru ve kanseri yenmek için çok mücadele
etti, sürekli kemoterapi tedavisi gördü. Amerika gibi tıbbi
imkanların en üst düzeyde olduğu bir ülkede mücadele verirken ölmesi ve günlük hayatını normal insanlar gibi yaşarken böyle bir sonuçla karşılaşmak müzik fanları tarafından
şok edici olmuştu.
Hayatın mücadeleden ibaret olduğu, daima güçlü olmamız
gerektiği, felsefe, psikoloji, insanoğlunun iç dünyası, hayatın bizzat kendisi gibi liriksel temalarla Death’in ağır,
filozofça tüm sözlerini yazan Chuck, sevgi ve evliliğe dair
kısa bir anekdot geçmekte mahsur görmeyecekti: “Evliliğin çok büyük bir mesele olduğunu düşünüyorum. Maalesef
evlilik boş sözcükler yüzünden yıkılmaktadır. Evlilik benim
için bir kağıt parçasından daha önemlidir. Evlilik sözleşmesi yok edilebilir ama insanların iç derinliklerinde yok
edilemeyecek şeyler var. Sevgi en derindedir. Evlilik hayatı
kısıtlayabilir ve boş sözcüklerle bir hayatı kolayca alt üst
edebilir. Eğer evlenirsem kesinlikle kilisede olmayacak,
Florida sahillerinde bir yerde olacak. Bunu özel olarak yapacağım, tabii yapabilirsem.” (Haziran 1999, Spark Magazine / Çek Cumhuriyeti)
Konser sahnesinde olmaktan mutlu göründüğü gözlerden
kaçmazdı. Bir metal konseri olmasına rağmen taşkınlık göstermek ve beden diliyle çok enerjik bir performans göstermekten ziyade, tamamen yaptığı müziğe konsantre olan ve
kendilerini izlemeye gelen seyircilere %100’ünü vermeyi,
onları eğlendirmeyi düşünen bir konser mantalitesi vardı.
Mütevazı hareketleriyle ve sadece müziğiyle ilgi çekmeyi
başarabiliyordu.
Kariyerinde hangi yönleri yaşadığı, hangi yönünden gurur
duyduğunu bilmek için şu söylediklerini okumak gerekebilir: “Bir çok şey hakkında iyi şeyler hissettim. Ama öte
yandan kötü zamanlar, acı veren zamanlar, depresif zamanlar oldu. Bazı şeylerin niçin kötü gittiğini, bazı kişilerin neden arkadan işler çevirdiğini bilemezken, bazı kişiler
de bizi destekledi. Bir grup olmanın ötesinde daha önemli
olan şeyleri yapmaya özen gösterdik. Hala birlikteyiz. Bizi
ezmeye çalışan endüstrinin içinde solmadık ve ezilmedik.
Asla içki problemim olmadı, başarımıza dil uzatanlardan
yakınmadım ve Kurt Kobain gibi kendimi şutlamadım. Başarıyı benim rüyalarıma bağlayanlardan dolayı da üzgünüm.
Müziğimizin daha da büyümesi ve onaylanması için benim
ismim matbaalarda basılıp durmadı. Böyle bir şey olursa
da şaşırmayacağım. Eğer bir gün ilhamımın azaldığını, öldüğünü görürseniz tahmin ediyorum ki bir restaurant açıp,
aşçılık yapacağım” (Nisan 1995, Guitar World Magazine /
ABD)
Death için yazdığı liriklerde hayata nasıl baktığını anlıyorduk. Sürekli mücadeleden söz eden, yaşam çizgisinin
ışığında bir şeyleri sorguladığı, olumsuzluklardan umuda
doğru yelken açmaktan yola çıkarak ruhani ve toplumsal
dokumalardı bu. Ama yazdığı liriklerin bir köşesinde derin
bir acı, karamsarlık ve garip bir rahatsızlık vardır. Kardeşi
Frank’in ölümünün ardından benliğine çöken karamsar tortunun bu liriklere karışması makul karşılanabilirdi.
Chuck’ın çocukluğunu annesi Jane Schuldiner’dan dinleyelim: “Chuck müthiş bir çocuktu. Doğallığıyla herkes tarafından çok seviliyordu. Her zaman onu yabancılara karşı
uyarıyordum, çünkü aynı zamanda arkadaşıydım. Chuck
okul döneminde beyzbol ve futbol oynadı, özellikle futbolu çok severdi. Okul yaşamı iyiydi, başarılıydı. İnsanlara sürpriz yapmaktan hoşlanıyordu ve daima mükemmel
davranışlarda bulundu. Biz yıllar boyunca kamplarda, doğa
ile iç içe yaşamıştık. Çocuklar böyle ortamda yetiştiler ve
Chuck kamp yapmayı, ormanları, doğayı, balık tutmayı, kır
yürüyüşlerini çok severdi. Bazen yeşillikler arasında komşulara giderdik, Chuck’ı da alırdım yanıma. 2 yaşındayken
arkadaşlarıyla ağaçtan yapılmış kaleler ve evlerde zaman
geçirirdi. Çok harika ve mutlu bir çocukluk geçirdiğini size
söyleyebilirim.” (Ocak 2003 Rockaxis Magazine / Şili)
Chuck müzikal hayatına ilk başladığı zamanlarda, büyük
bir eski korku filmi fanı olduğu için korku filmi öğelerine,
kanlı kavramlara yer vermişti. Zamanla kendi orijinalliğini ortaya koymuştur ve sözlerini tamamen olgulaştırmıştır.
Death Metal gibi bir müzik türünü oluşturan bir müzisyen
olduğu söylenmekle birlikte bunu kabul etmemektedir.
Death Metal çizgisi içinde özgün bir müzik ve filozofça liriklerle büyük etkisi olmuştur. Onun en çok dikkat çeken
yönlerinden biri düşündürücü, sorgulayıcı, güçlü temaları
yansıtarak yazdığı şarkı sözleriydi.
Chuck’ın hayatı Kiss’in “Destroyer” albümünü almasıyla
çok değişmiştir. Bu müziğin bir fanı olmuş ve neler yapabileceğini düşünmüştü. İlk zamanlarında korku filmi hayranlığından dolayı daha sert çalışmalar sunmuştu. O sıralarda
tüm sert-brutal gruplar satanist grup yaftasını yiyordu ve
Death de bundan nasibini almıştı. Başlangıçta gruba böyle
bir yaklaşım gösterilmesinin nedenini Chuck’ın ağzından
dinleyebiliriz: “Bir çok grup başlangıçlarda otomatik olarak çok sert olabilir ve şeytani öğeler yansıtabilir. Aslında
bunun nedeni yapılan çalışmaların normalden daha vahşi
yapılması. Müzikal olarak en başlarda Death de bunu içerdi, ama diğer insanların dediği gibi ben şeytan gibi şeylere
inanmam ve herhangi bir mezhebi de onaylamam. Ben liriklerimde bunlarla ilgilenmiyorum. Ben şeytani öğeli Venom,
Mercyful Fate ve Celtic Frost gibi grupları dinledim ama
farklı bir şeydi bu. Death için yazdığım lirikler yaşam üzerinedir. Beni karşılayan ve bana bir şeyler veren yaşam...”
(Haziran 1999, Spark Magazine / Çek Cumhuriyeti)
Onu karşılayan ve ona bir şeyler veren yaşam…
“Individual Thought Patterns” ve “Destiny” şarkılarında
belki de izleri görünüyor:
“Zihinsel aldatmanın esirleri kendi kararının içinde özgür
olur. Kütleleri idare etmek için kelimeleri değiştirmek, birinin kendi güvensizliğini örtmek, bir ilacın beslediği gibi
felç olmuş akılların hayal gücünü besler. Hipnotik bozulmaya uğramış liderlerin takipçileri, sadece kusur bulmak için
yaşamlarını yaşarlar. Bireysel düşünce modelini yaratmak
için resmi çizdiğimizde, görünmez çizgi nerededir?”
“Zaman kabul etmek zorunda olduğumuz bir kavram. Bazen beklenmedik anlarda korkarım. Ben kargaşanın arkasında bizim için gerçeği bekleyene inanırım. Baktığımız
engellerden sonra yaşamımıza değer biçer ve güvenirim.
Yaşamlarında hangi yolları niçin denediklerini sorgulamanın yılları... Böylece ruhlarımızı birleştirebilirdik. Onaylamak zorunda kaldığımız acıdan kaçabilmek için hiç bir yol
olmadığını biliyorum. Gerçek olan diğer yarısını bulmak.
Kader hepimizin neyi bulmaya çalıştığıdır, kader seni ve
beni bekliyordu”
İronik şekilde dokundurmalar yaptığı The Philosopher parçası derinliğinde önemli bir eleştiri saklar: “Benim neyi
hissettiğimi hisseder misin, ne gördüğümü görür müsün, ne
işittiğimi işitir misin? Senin hayal dünyan ile gerçekliğin
arasında çizmek zorunda olduğun bir çizgi vardır. Yaşamımı
yaşar mısın yada aldığım nefesi paylaşır mısın? Düşüncelerin bizzat sana ait değildir, nasıl farz edeceğim hakkında vaaz verirsin, lakin kendi cinsel özelliklerini bilmezsin.
Yalanlar senin diğer kararlarını besler. Filozof... Sen her
şeyin en iyisini bilirsin.”
Chuck “Symbolic” parçasında geçmişi, anıları ve bu anıların hediyelerini irdelemeyi ihmal etmiyordu: “Ben yaşamayı kastetmiyorum, ama ben kendim yardım edemem.
Yaşamın bir anında, anıların tadına bakmayı hissederken,
yıllar hala aynı gözükürken, gözlerimi kapatıyorum ve kendi içimde açıyorum. Değerli anıların hediyelerini anımsıyorum”
Yıllar boyu yaşadığımız hayat bize aynı gelebilirdi ama ince
düşündüğümüz ve geçmişe baktığımızda güzel şeylerin de
olduğunu görecek, anılarımızda kalmış o anların bize haz
verebileceğini, kendimizi yeni bir yöne çekebileceğimizi
öğrenecektik. Çünkü ne olursa olsun yaşanan şeylerde her
zaman bir anlam vardı ama önemli olan insanların bunu
nasıl karşıladığı, nasıl reaksiyon gösterdiği ve hayatını hangi yöne çektiğiydi. “Symbolic” parçası bu bağlamda derin
şeyler ifade eder.
Hayatın zor bir bütün olduğunu, bazı şeylerin yetersiz kalacağını, bazen karamsar düşüncelerin bize hakim olabileceğini ve bunu yansıtan ruh halini “Empty Words” parçasında
bizlere şöyle sunuyordu: “Küller ve umutlar bir bağı paylaşır. Değişim rüzgarları sözcüklerle uzaklara eser. Görüntüler düşüncelerinde dövmelenmeliyken, güçlü yürümek
bazen zoru aramaktır. Cevaplar bulunamadı başkalarının
yazısında yada eğitilmiş bir aklın sözcükleri hafızalarımızın değerli dünyasında. Kendimizin hapsedildiğini buluruz,
ustura gibi keskin pençeler ruhumuzu yırtar. Umutlar potansiyel bir inciniş, hiçbir şey gerçek değil midir? Sonsuza
dek derinliklerde olurken, boş sözcüklerin dünyasında, bu
saldırılardan kaçış yok. Boş sözcükler...”
“Perennial Quest” eserinde belli bir dönem içinde yaşattığı sorgulamalar ve kuşkuyu görüyor gibiydik: “Yolculuk
merakla başlar ve ruhla gelişir, soruları hisseder. Yürüdüğümüz taşların üzerinde bir seçim yaparız yönümüzde. Bazen asla bilinemez, bazı zamanlar oldukça çok bilinir. Bizi
arkada tutan kötülükler süzülür. Açlığının gerçekliğinin ne
olduğunu kavramayı üstlenirsin. Yarınları tasarlayıp duran
yılların sorusuna beni katıyor musun? Cevaplar için yılların
sorusunu araştıran, izlenen rüyalar nerede ve zaman bir
sınamadır. Bu yazılan sözcüklerin arkasında basit bir planı
paylaşıyor, hissettiğimiz yola asıyorum. Üzüntünün nehirlerinden, okyanusların derinliklerine kadar, umutlarımla
yolculuk ettim onlarda. Şimdi, geriye dönüş yok. Niçin sorularımı soruyorum? Bugün nedir? Yarın ne zaman?”
Ve de insanoğlunun güçlü bir yapıda olması gerektiğini,
umutlarının ölmemesini, hayatta her şeyin olabileceğini,
güzel zamanları elde etmenin kolay olmayıp içimizdeki
mevcut güçle bunu elde edeceğimizi ve güzel zamanların
tadının çıkarılmasından bahsettiği “The Flesh And The Power It Holds” parçasında “İhtiraslar rüzgarla taşınan ateşte
olduğu gibi yakar. Bir zamanın sonu, bir zamanın başlangıcıdır. Seni bir yolun yukarısına inşa eder ve gözyaşları.
Geri doğrulursun, bir zamanın sonunda bir zaman başlar.
Dokun, tadına bak, solu, tüket” diyecekti.
Kendisine yazdığı sözler hakkında sorulan soruya şöyle cevaplar verecekti: “Aslında lirikler kayıtların yansımasının
da ötesinde, gerçekliği bütünüyle yansıtıyor. Bilindiği gibi
gerçeklik, iyi, kötü, doğruları sorgulamak, güçlü olmak ve
engelleri yenmek gibi kavramlar yansıtılıyor. Temelde insanların hayatlarında bazı tırmanışlara geçebileceğini, hayatları için en iyi şeylere erişmelerini ve kendi rüyalarını
gerçekleştirmelerini betimliyor. “Ben bir hayalperestim.
Benim için müzik bir rüya ve en iyi şeylere erişmeyi, korumayı düşünürüm. Bu benim amacımdır. Lirikler benim için
hayatın gerçeklikleridir. Benim için lirikler gerçektir, müzik
gibi çok önemlidir, her ikisi kesinlikle birbirine bağlıdır.”
Kendisine “dahi” mi yoksa müzikal açıdan mecazi anlamda
“psikopat” mı olduğu sorulduğunda “aslında ilkini tercih
ederdim ama bir dahi olduğumu düşünmüyorum. Yaptığımız şeyler inanarak ve hissederek yaptığımız kişisel şeylerdir, bir dahiliği ortaya koymaz ama rahatsız da etmez.
Benim için yaşamda her ne olursa olsun inandıklarınızı yapmalısınız. Neleri yapabileceğime inanırım ve trendlere dikkat etmem, her şey grubumun çevresinde döner ve trend
adına diğer şeyleri umursamam. Benim için esas olan doğru
şeyleri yapıp durmak ve müziğin içine duyguları yerleştirmek. İnsanların samimi olması ve gerçek şeyleri koruması
gerektiğini düşünüyorum. Bunun, bu müziğin önemli bir
parçası olduğunu düşünüyorum. Kesinlikle...” demiştir.
Son albümleri “The Sound Of Perseverance” albümünün
kapağındaki “dağ motifi” için hayata dair şöyle bağlantı
kuracaktı: “Bu pozitif bir dağ türüdür. Korkutucu görünebilir ama sadece sorular betimleniyor, daha çok sorular! Bazı
şeylere ulaşmak ve elde etmek için tırmanabileceğimizi,
belki bazı zamanlar düşebileceğimizi ama yine de yukarıya
tırmanabileceğimizi, bazı insanların en dipte, bazılarının
ortada, bazılarının da en yüksekte olabileceğini söylüyorum albümde. Bu yüzden yaşamımızda bu bağlamda attığımız adımlar var. Eğer senin özellikle yapmak istediğin
bir hayalin varsa bunu yapmak için yola koyulursun. Kendi
açımdan müzik benim rüyamdır. İnsanlar benim hakkımda
kötü konuşarak beni yıkmayı deneyebilir ve ne olursa olsun kendi yoluma engeller koyabilir ama ben yine de bazı
şeyleri koruyarak yoluma devam edeceğim, amaçlarıma
erişmeye çalışacağım. Bu bağlamda kapak çok önemlidir.
Onlar yaşamımda, yapmaya çalıştığım şeylerin bir yansımasıdır.”
Yıllar önce müziğe ilk başladığı sıradaki Chuck ile şimdiki
Chuck arasındaki fark sorulduğunda “15 yaş daha yaşlıyım.
Kesinlikle, çok farklı. 16 yaşından 31 yaşına geldiğiniz zaman çok farklı bir şekilde düşünürsünüz. Çok toyduk, 16
yaşında çocuklardık. Çok şey öğrendim, umutla bir çok
iyi şeyi öğrendim, ama aynı zamanda bir çok saçmalık da
oldu. Müzikle olmak kendimi iyi hissettirdi. Benim için,
müzik burada olmamım sebebidir. Müzik yapmak ve insanları umut vererek eğlendirmek için buradayım. Benim için
bir çok mesele önem taşır ve el ele, hep beraber giderek bir şahsiyet olarak ve müzikal olarak bir çok büyüme
oldu.” demiştir.
Heavy Metal’e neler katmış olabileceği sorusuna da şöyle
yanıt vermiştir: “Katkım varsa nasıl bir katkıdır bilmiyorum. Bunu diğer insanlar kararlaştırır. Ama umut ediyorum
ki metal müzik ruhunun gücünü korumak, yanlış akımlara
gitmemesi yada trendin bir parçası olmaması gerektiği gibi
katkılarım oldu. Çünkü trendlere eğilmenin metal müziği
yaraladığını düşünüyorum. Amerika’da diğer kişiler trendin
gücünün kurbanı olurlarken ben Amerika’daydım ve asla
trendin bir parçası olmak istemedim. Gitar çalan bir adam
gibi yada bir fan gibi asla yolumdan ayrılmadım. Gerçek
şeyleri koruyarak daima ileriye gitmek istedim. Bu benim
temel sorumluluğumdu.”
Genel bakış açılarından biri de şöyle olmuştu: “Ben bir hayalperestim ve 15 yıldır bu hayalimi gerçekleştirmek için
Seni tümüyle özlüyoruz
Seni tümüyle özleyeceğiz
Tüm yaptıklarını
Yapacak olduklarını
Söylediklerini
Söyleyeceklerini
Seni sevmeyi özlüyoruz
Ve bize karşı sahip olduğun sevgiyi
Fazlaca sevgi, neşe, umut, huzur ve düşlerimiz vardı
Şimdi huzurumuzu, umudumuzu ve geleceğimizi parçalayan
Acılarımız, üzüntümüz, kederimiz, kaybımız, öfkemiz,
Vicdan azabımız, kırılmış kalpler ve düşlerimiz var.
Şimdi değerli anılarımızı bekliyoruz
Fakat asla yeterli olmayacak.
Seni kaybettiğimiz zaman
Sahip olacağımız yada yapacağımız hiçbir şey,
Kalbimizdeki bu boşluğu dolduramaz.
Her zaman seni özlemek
Sonsuza dek seni sevmek
Seni asla unutmamak…
Jane Schuldiner
çok zor olan bir endüstride amaçlarımı gerçekleştirmek konusunda hayatımı sürdürüyorum. Tek istediğim müzik yapmak ve Amerika’da kaybolmak üzere olan gerçek Heavy
Metal’i yeniden ortaya çıkarmak, yüceltmek.”
Bir röportajda kendisine Death Metalin babası tanımlaması
yapılınca şunları söylemiştir: “Böyle bir şeye katılmıyorum
ve yapılan şeyler Death Metal adına yapılmıyor. Ben sadece
bir grupta yer alan bir adamım ve Death, bir metal grubudur. ‘Sizin bir stil oluşturduğunuza inanıyoruz’ diyorsanız,
Metal müzik için güzel şeyler yaptığımızı umut ediyorum.
Ben bir Heavy Metal fanıyım. Bu müziğin güzel taraflarını
göstermek imkanı elimde varsa bunu yapmaya çalışırım.
Özellikle son zamanlarda Metal müziği yaralayan yeni şeyler çıktı, özellikle Amerika’da. Mesela Korn ve Limp Bizkit
kesinlikle Metal değildir. Gerçek Metal müziği yaralıyorlar
ve bir an önce bu durumu düzeltmeliyiz. Burada yardıma
ihtiyacımız var ve umarım son çalışmamız (The Sound Of
Perseverance) gerekli yardımı sağlayabilir. Avrupa müzik
konusunda daha zengin ve Amerika bu açıdan kötü durumda. Hammerfall ile beraber tur düzenlemiş ve insanları şok
etmiştik. Gerçek bir metal turuydu, sahte metal ve hiphop metal gibi saçmalıklar yoktu. Ortada sadece iki tane
gerçek metal grubu vardı ve umarım böyle devam eder”
(Aralık 1999 – Rock Hard Magazine / Almanya)
Müziği çok içten yaptığı, bu konuda inatçı bir çocuk olduğu, bu işten kazanamadığı sorulduğunda verdiği cevap
şöyleydi: “Bu sadece yaşadığım hayatın bir parçası. Bunun
haricinde hayatım gösterişsiz bir şekilde devam etti. Çok
küçük bir apartman dairesine sahibim. Zengin değilim. Bir
çok genç müzisyen gibi benim için çok avantajsız olan,
bana para kazandırmayacak sözleşmelere imza attım. Aslında daha fazla paraya sahip olabilirdim ama bu farklı bir
çalışma. Ben şikayet etmiyorum. Eğer şikayet edersem bu
kendi hatamdır, iyi bir avukat tutabilirdim bu konuda. Ben
durumumdan memnunum, iki tane büyük köpeğim var ve
onların her gün yiyeceklerini karşılayabiliyorum. Eğer para
kalırsa da kalan parayla gitarıma tel takımı alabiliyorum.
Daha fazlasını neden isteyim ki?” (Eylül 1998 – Aardschok
Magazine / Hollanda)
Ölmeden 2 yıl önce sağlığı hakkında sorulan soruya şöyle
bir cevap vermişti ve kapanış lafıyla fanlarının ruh hallerini sarsmıştı: “Şimdilerde günlerin bitkin bir şekilde geçtiği
gerçek. Aralık ayında sağlık muayenesinden geçmek üzere
New York’a gideceğim ve bu muayenede tümörlerin röntgeni çekilecek. Umarım çok küçük çıkacaklar. Önceden altı
hafta tedavide kalmıştım. Altı hafta boyunca evimdeydim.
O zaman fazla yapacak bir şey yoktu. Bayağı bir dinlenmeye ihtiyacım var. Aynı zamanda sakinleşmeye, ama ben
müzik yapıyorum, bir çok lirik yazıyorum. Şu anki konumum sevinçten uzak olsa bile, yapacak fazla bir şey yok,
Umudum ve parmaklarım en iyisini yapmaya çalışacaktır”
Chuck’ın, annesi Jane Schuldiner ve ailesi ile ilişkileri çok
sıcaktı. Chuck öldükten sonra annesi “emptywords.org”
sitesinde bir çok açıklamalarda bulundu. Oğlunun hastane masraflarını karşılamak için büyük mücadele örneği
sergiledi, oğlunun ölmesi sebebiyle ikinci grubu Control
Denied’ın yarıda kalan albümünün çıkması için de çabalar
sarf etmiştir. Çünkü Chuck’ın en önemli dileklerinden biri
yarıda kalan Control Denied’ın ikinci albümünün tamamlanmasıydı. Oğlunun yaptığı müziği yürekten destekleyen
bir anne profilini çizmiştir Jane Schuldiner.
Jane Schuldiner’a Chuck sonrası yaşamın nasıl olduğu sorulduğunda şöyle yanıtlar vermiştir: “Onsuz hayat benim
için günlük bir mücadele, savaş halini aldı. Chuck’ı çok
derinden seviyorum ve onunla yaptığımız bir çok şeyi özledim. O çok içten sevgi beslerdi ve bana karşı çok sorumluluk dolu, ilgiliydi. Müzik dışında zamanını sürekli benimle,
kardeşleri ve akrabalarıyla geçiriyordu. Evde hep birlikte
yemek yiyorduk. Yemek yapmayı çok sever ve barbekü ya-
grubunu çok seviyordu ve 13 yaşındayken onu ilk kez Kiss
konserine götürmüştüm. Chuck’ın müziği çok gürültülüydü
ve bir şeyler yaptığı zaman bana dinletiyordu. Onun çalışmalarını sevdim. Gitar çalışı konusunda kendisini çok çabuk geliştirmesi beni şaşırtmıştı. Ayrıca bir çok enstrümanı çalabiliyordu. Çok ilginç bir kişilikti ve benim garajım,
müziğe aç olan muhteşem genç çocuklarla dolu oluyordu.
Ben onun yaptığı müziği sürekli destekledim. Çünkü Chuck
asla problemli bir çocuk olmadı ve onu her yönüyle kabul
ettim. Chuck hayvanları ve yemek yapmayı çok seviyordu.
Bana eğer müzisyen olamazsa aşçı yada veteriner olacağını
söylerdi. Ben her zaman grubun isminin DEATH oluşunun
kardeşi Frank’ın ölümünden sonra kaynaklandığını düşündüm ve kelimelerin içinde acı dolu anılar yer alıyordu.
Bunlara itiraz etmedim. Chuck’ın son anında ailesi olarak
yanındaydık, son sözleri sevgi dolu olmuştu ve çok rahat
konuşmuştu. Onun böyle gidişi kalbimde ve ruhumda daha
derin kırılganlıklar oluşturdu ve bunu hala hissedebiliyorum” (Ocak 2003 Rockaxis Magazine / Şili)
pardı. Evde sinema izler, yürüyüşler yapardık. Yaşamımız
sürekli Chuck ile doluydu ve şu an yaşam benim için çok
boş, hepimiz için. Chuck hastalığını bana açıkladığında
harap olmuştum. Bana sarılmış ve birbirimize uzun uzun
sarılarak durmuştuk. O asla kendini koy vermedi, hemen
mücadeleye başladı. Kız kardeşini çağırdım ve onunla beraber Chuck’a sürekli yardım ettik, her zaman birlikteydik.
Chuck’ı mücadelesinde güçlendiren etkenler ailesi, yaptığı
müzik, hiçbir zaman yalnız bırakmayan fanları oldu. Hastalığıyla mücadele ederken müzik onun için çok önemli bir
olguydu ve depresif bir şey dinlediğini asla görmedim.”
Müziğe nasıl başladığı sorusu sorulduğunda da annesi şöyle
cevap vermiştir : “Chuck müzikle 9 yaşındayken ilgilenmeye başladı. Kardeşi Frank, bir kazada öldüğü zaman harap
oldu ve içine kapandı. Bir gitar alıp derslere başladı. Çalmayı çok seviyordu ve çok hızlı bir şekilde öğrendi. Kiss
Beyninde tümör bulunduğunu öğrendiği sırada o an neler
hissettiği ve neler olduğu konusunda kapanışı Chuck’ın ağzından dinleyerek yapalım: “Bir hayal gibiydi. En başlarda
boynumda bir ağrı vardı, asla kötü bir şey olacağını düşünmemiştim. Masaj, akupunktur yaptırdım ama bir faydasını
göremedim. Gün geldi beyin tümörüne sahip olduğumu öğrendim. En başta çok ağır bir haberdi ve büyük bir şoktu.
Ailem ve herkes yanımda oldu, sürekli ilgi gösterdiler ve
cesaret verdiler. Ama bu şoku atlatmamda müzik yardımıma koştu. Şunu söyleyebilirim ki ne zaman tekrar lirikleri
yazmaya başladım, büyük bir terapi oldu bu benim için.
Ben müziği her şeyiyle seviyorum. Sen besteleri yapmaya
başladığında başka bir dünyaya gidersin ve o an için zamanı unutursun. Farkına varmadan oturursun ve saatlerce
çalarsın. İnsanların müzik dinlediği zaman farklı boyutlara uçtuğunu görmek harika değil mi?” (Aralık 1999 – Rock
Hard Magazine / Almanya)
Heavy Metal’in kalbur üstü sanatçısını ölümünün yedinci
yılında saygıyla anıyoruz.
Pek sayın Siyah Beyaz okuyucuları,
CAN ÇAKIR
Müsaadenizle bu ayki yazımı muhatabına
açık mektup olarak yazmak istiyorum. Bu
üslupla yazılan yazılar hoşunuza gidiyor
mu bilmiyorum, ancak bu sefer gerçekten çok içimden geldi. Ki gariptir, Guns
N’ Roses birçok genç erkeği (ve daha da
çok genç kızı) duygusal isterilere gark
etmiş bir grup olmasına rağmen ben bu
adamları dinlerken göz musluklarımı açmaya hiç gerek duymadım. Ancak yine
de kişisel bir yazı olacak. Grubun kaderi sanırım. Devamını okursanız mutlu
olurum elbette, ancak mouse’unuzun
iki tıkıyla sayfayı çevirmek de isteyebilirsiniz. Karşı çıkmam, çıkamam, bunu
gelip suratıma alelade söyleseniz de
alınmam.
Sevgili Axl Rose,
Herşeyden önce senden özür dileyerek başlamak istiyorum mektubuma. Sanırım şu birkaç yıllık dinleyicilik hayatımda senden daha fazla kimsenin günahını
almadım. “Chinese Democracy”’nin çıkmayacağına,
çıksa da elle tutulacak bir kayıt olmayacağına dair
sonsuz inancım için apayrı özür dilerim, ancak eminim ki bu günahı milyonlarca insanla paylaşıyorum.
Zaten bu konudaki kefaretime ilerideki paragraflarda
değineceğim, sadece istedim ki hatamı evvelden bir
itiraf edeyim, sen de suratına o tüm kızların hasta
olduğu “nası kodum” sırıtışını yerleştir.
Tüm kızların hasta olması demişken, evet şayet mevcutlarsa iki omzuna tünemiş olan melekleri şirket
muhasebecilerine çeviren zibilyonlarca günahlarının
bir kısmını üzerime yaptırmış olmamın en büyük sebeplerinden biridir tüm kızların sana hasta olması.
Belki de çevremde ergenlikte ünlü ve taş hatunlara
bakıp bakıp ağzının suyu akma furyasına en az kapılan insanlardan biri olduğumdan (valla) bu hareketi tekrarlayanlarla bu konuda sık sık dalga geçmeyi
kendime bir borç bilmişimdir. Kadın kısmısının oturup
saatlerce salak salak fotoğraflarına baktığı erkekler
listesinde birinci sırayı çeken SENDİN AXL! Tabii eski
halindi, yeni kırmızı sakallı göbekliyi kim ne yapsın,
bu gerçeği sen de takdir ediyorsundur. Ama gerek
hanım olsun, gerek hanımın (ve benim) en yakın arkadaşımız olsun, sana hastalardı Axl. Seni çok kıskandım. Haketmediğin yere sana çok küfrettim. Özür
dilerim.
Amma velakin küfürlerimi hak etmediğin zamanlar
da az değildi sevgili Cumhurbaşkanı’yla aynı soyadı
taşıyan müzisyen! Spesifik bir tarih vereyim sana,
takvimler 12 Temmuz 2006’yı, saatler 21:00’ı gösterirken yüzlerce kişi bize arkadan dayarken biz
kaburgalarımıza manasız dövmeler yaptırıp yaptırmadığımız sorularına maruz kalma riskini göze alarak bekliyorduk seni. Ya sen ne yaptın? Her zamanki
kaprislerini yaptın, tamı tamına iki saat beklettin
bizi! Evet, ‘Welcome to the Jungle’ın ilk notaları duyulduğunda “Yaratan Allah’ın adıyla oku!”’yanlardan
biri de bendim, hatta ve de hatta konserin sonuna
doğru sahneye çağırdığın Izzy Stradlin’in tam benim
ve arkadaşımın önüne gelip, bizi işaret edip, bununla
da kalmayıp EYVALLAH çekmesi; Kopenhag uçağında
Symphony X ile beraber uçup adamların pasaport
kontrolünden geçmesine yardım etmemle beraber
konser anılarımda birinci sırayı paylaşır, ama bu senin sorumsuzluğuna mazeret değil Axl beyefendi!
Şimdi üstte yazdığım paragrafı bir daha okudum da,
sanki babanmışım gibi çemkirmişim sana. Affet beni
akşamüstü, gölgem uzarken. Ama düşüncelerimin sonuna kadar arkasındayım, bunu yapmamalıydın Axl.
Neyse, kötü yanlarını bir yana bırakayım da suratına
yine o sırıtışı koyayım. Guns N’ Roses’la yaptığın bazı
şarkılar için sana özel olarak teşekkür etmek istiyorum Axl. Mesela bir klasikle yapayım açılışı: ‘November Rain’. Bu grubu beraber kurduğun yoldaşın Tracii Guns’ın dediğine göre şarkıyı piyasaya sürmeden
önce 9-10 yıl civarında çalışmışsın üzerinde. Ellerine sağlık Axl, ne diyeyim. Müzik dünyasında ilk giriş
notasında insanın kalbine kesici delici aletleri sokup
son notasına kadar çevirebilen şarkılara çok sık rastlamışlığım yoktur, ancak sor deseler herhalde söyleyeceklerimin ilk 5’inde yer alır rahatça. Ya ‘Civil
War’a ne demeli? Sesinin tüm aralıklarını kullanman
olsun, Paul Newman filmi sample’ları olsun, her yönüyle başarılı ötesi bir
şarkı. Senin yüzünden ‘You Could Be Mine’da az gaza gelip söylenmemesi
gereken şeyleri söylemedim Axl, ama çok şükür sonuç verdiler, o konuda
hakkını yemeyeyim. Lafı fazla uzatmayayım ama birkaç şarkıdan da ismen
bahsetmeden geçmemek lazım, efendim ‘Estranged’ olsun, ‘Rocket Queen’ olsun, ‘Paradise City’ olsun… Hepsi için tekrar teşekkürler. Ama ‘Don’t
Cry’ olmasın, bunu da araya sıkıştırayım.
Yaptığın bunca güzel şarkıdan sonra müzikal anlamda uzun bir sessizliğe
bürünmeni hiç hoş karşılamamıştık Axl. Sen 1994’te bu albümü çıkarmaya çalışırken ben daha d ve b’leri ters yazıyordum, albüm 2008’de çıktı,
baksana ben dergilere yazıyorum! Ne zaman grupta eleman değişikliği olsa
sana küfrettik (Buckethead’in gelişi hariç). Ne zaman medyada albümün
maliyeti hakkında bir haber çıksa sana küfrettik. Ne zaman yeni şarkıların bulunduğu söylenen bir konser videosu internete düşse, düşük kaliteli
birşeyler izleyip sonra sana yine küfrettik. Açıkçası bu ay içinde albümün
demo versiyonunu dinledik, sana yine küfrettik! Ama ben bu küfürleri geri
almaya hazırım. Sen şu albüme ‘This I Love’, ‘Street Of Dreams’, ‘Sorry’,
‘Prostitute’, ‘There Was A Time’ koydun ya, ben bu küfürlerin %90’ını geri
almaya hazırım. Kalan %10’unu da Better için saklıyorum, uyuz oldum o
şarkıya, zaten kusura bakma da bir arkadaşımın dediği gibi “yemiş yemiş
s*çamamış” gibi söylüyorsun onda. Şu dakikaya kadar içimde kalan herşeyi
sana döktüm Axl, bunu da dememiş olmayayım: Demodan sonra bile, hatta
özellikle demodan sonra, böylesini beklemiyordum!
Mektubuma son vermenin zamanı geldi gadasını aldığım. Sana geçmişteki
muazzam şarkılar için tekrar teşekkür etmek, yeni albüm için seni tebrik
etmek ve hatalarını sıfatına sıfatına vurmak büyük bir zevkti. Kusurlarını
sana çemkirme konusunu bir daha düşünüyorum da, aslında bir bakıma sen
milyonlarca albüm satmış, onlarca efsane şarkı yazmış, dillere destan bir
müzik adamısın, bense sadece bir dinleyiciyim. Yine de biz olmasak senin
yüzüne doğruyu kim söyleyecek Axl? diyor ve karşında saygıyla… eğilecek
kadar yavşak olmasam da, elimi kalbime götürüyorum.
Saygılarımla,
CAN ÇAKIR
SÜREYYA İZGİ
Fotoğraflar:
FATİH ÇAKMAKÇI
Çok iyi hatırlamıyorum, Mart ya da Nisan 1990 olmalı… Güneş
Gazetesi’nde müzik yazarlığı yapmaya çalışıyordum. Şimdi 19. yılına geldiğim bu yola yeni başlamışım, daha kilometre değil, ancak
birkaç yüz metre almışım… Şimdi bakınca mizah yazmışım gibi geliyor bana! Baştan belirteyim, bu yazı bir grup tarihçesi olmayacak.
Hatırlayıp hiç yazmamış olduklarımı yazmak istiyorum, bilinmeyen
birkaç detay işte... O günlerde İstanbul’dan bakınca böyleydi,
Ankara’dan gülmeyin sakın :)
O zamanlar Ada Müzik diye bir plak şirketi vardı. Alpay’ın albümlerini yayınlardı, temiz ve kaliteli işler yapardı. Oradan bir zarf
içinde, üzerinde sonradan Vehbi olduğunu öğreneceğim kuru kafa
bulunan bir kaset çıkmıştı. “Ne yazık” diye söylenmiştim, “şu Türk
rock grupları yeni yeni filizleniyor ama İngilizce’den haberleri yok,
bu ne özensizlik…” Kapakta Wory Zover yazıyor ya! E herkes bilge
doğmuyor, toyluğuma verin :) Ben öyle yaptım! Ama ilk baktığım-
da oradaki espriyi algılayamadıysam da yine de haklıydım, kasetin
üzerinde de Vory Zover yazıyor çünkü!
O kaset aylarca jelatini açılmadan evde durdu, durdu, durdu… 1990
sonbaharında olmalı, “tırışka” kasetler arasında bir temizlik yaparken jelatini bile açılmadan nasıl olup da hurdaya ayrılmış olduğuna
şaşırarak aldım elime Wory Zover’ı ikinci kez. Teybe yerleştirdim,
makaralar dönmeye başladı, ben o an yediğim tokadı hiç unutamıyorum. ‘Wory Zover’ bitti beni sarsarak, ‘Gate of Brandenburg’
başladı. Aklım almıyordu, olamazdı… (O nasıl olup da ıskaladığımı
anlamadığım albüm, aylarca kasetçalarımdan hiç çıkmadı, sanıyorum bant koparmaktan 3 kez de satın aldım. O kasetlerden biri şu
an yanımda dururken şimdi evde CD’si bangır bangır çalıyor!) Albümü iyice sindirdikten sonra ertesi gün işe gider gitmez önce Ada’yı,
oradan aldığım bilgiyle de hemen davulcu Alper Yarangümeli’yi aradım. Albümün çıkışından aylar sonra gelen ilk röportaj talebine çok
Hepimiz sürünün içinde birer kara koyunduk “Hershey Yolunda”yken! Şartlar ne
kadar düzenin içine sokmaya çalıştıysa da
biz o düzenin asileri olduk hep. Marşlarımız da Dr. Skull’dandı o yıllarda...
şaşırmıştı Alper. Tam “unutulduk, kimse kaale bile almadı” derken
o zaman krizde bile olsa ülkenin en prestijli gazetelerinden biri
olan Güneş’ten, haftalık eki Güneş Gençlik’e röportaj için aranmışlardı zira. Birkaç dakikada sanki yıllardır tanışan iki dost gibi
olduk Alper ile. Röportajı telefonda yaptık, profesyonel fotoğrafçıları Fatih Çakmakçı’nın çektiği fotoğraflar da birkaç gün içinde
İstanbul’a ulaştı. Albümden sonra fotoğrafların da mükemmelliğini
görünce kapağa koymaya karar verdik hemen. Şanssızlık sürüyordu
ki, yaklaşık bir yıldır kuşe kağıda basılan ve sanki parayla satılan
bir müzik dergisi kıvamında olan Güneş Gençlik, tam da o hafta
gazetenin girdiği batış sürecinde gazete kağıdına basılmaya başlandı… Ne üzüldüğümü düşünüyorum da şimdi… Yine de Ankara’da
kısıtlı bir çevre dışında ismi bile duyulmamış bir grup, ulusal basına
verdiği ilk röportajda yaklaşık 200 bin tirajlı bir gazetenin ek dergisine kapak olmuştu. (Çok aramama rağmen o dergiyi bulamadım,
karanlık bir ortamda trampetin içinden verilmiş ışıkla davula giriş-
miş Alper’in yüzünün aydınlandığı kareyi kapağa koymuştuk, nefis
olmuştu.) Dergi piyasaya çıktı, telefonum çaldı, arayan Alper’di.
Kapak olduklarına inanamıyordu. Ben hala, bu grubu nasıl bu kadar
geç fark edebildiğimi anlamaya çalışıyordum. Kimse abarttığımı
düşünmesin, o zaman, 1990’da, yerli gruplar deyince, heyecanlı
gençler çoktu da dikkate alınabilecek kıvamda şarkılar yapabilen,
organize olabilmiş çok da fazla hard rock ve türevleri yapan seçenek yoktu; Pentagram, Akbaba, belki Whisky, belki biraz Guillotine, Metalium, Mirage, Kramp, hadi Devil de benden olsun… İsimler
itiraza açıktır ama belirttiğim kriterlere göre gerçekten yoktu. Hep
bugünkü gibi gazete-dergi-radyo-TV kanallarının her albüm yapana
açık olduğunu sanmıyorsunuz değil mi? O zaman bir TRT, bir de
Magic Box vardı, bilmem anlatabildim mi?
1990 Aralık ayında Kadıköy ve Taksim civarında her yer “1990’ın son
konseri” afişleriyle bezeliydi. Afişler bangır bangır, Tuncay Özkınay
tarafından düzenlenen Akbaba ve Dr. Skull konserini duyuruyordu.
30 Aralık 1990’da Kadıköy Halk Eğitim Merkezi tıka basa dolmuştu. Akbaba’nın ‘Devil’, ‘Talkin’Bout Love’ gibi tempolu şarkılarıyla
alışık olduğumuz güçlü, seyirciyi kudurtan performansından sonra
Dr. Skull ilk kez İstanbul seyircisinin karşısına çıkıyor ve Kadıköy
Halk Eğitim Merkezi adeta yıkılıyordu. Alper, Vehbi’yi de İstanbul’a
getirmiş, konserde krosun üzerine yerleştirmişti. Düşünün ki, yılların Akbaba’sı bile onurla Dr. Skull’ın alt grubu durumundaydı. O
dönemde neredeyse her gün rock konserlerini okul okul, salon salon dolaşan gençler olarak öyle bir “yıkımı” çok az görmüştük. O
konserde çektiğim fotoğrafların Dr.Skull`ın ilk İstanbul konserinden
yayınlanmış yegane resimler olacağını bilsem herhalde kudurmayı
bırakıp sadece fotoğraf çekerdim...
O tarihten sonra Alper ile defalarca konuştuk. İyi arkadaş olmuştuk. Öyle ki, ikinci albümün kayıtları bittiğinde herhalde ilk dinleyenlerden biriydim. Alper ile o kayıtlar elime ulaştığında yaptığımız telefon görüşmesini hatırlıyorum da... Seslerimizin titremesi,
gözlerimizin dolması kıvamına gelmiştik desem abartmış olmam.
Ortaya çıkan albüm, o günün şartlarında inanılmaz bir sounda sahipti ve özellikle Baştepe’nin vokali, bütün Laneth tayfası olarak
içimizi eritiyordu. “Rools 4 Fools” albümündeki “No synthesizers,
just wood” ibaresi, iflah olmaz bir Queen fanı olarak onlar da
elektroniği keşfedene kadar aynı yolda olduklarından beni daha bir
etkiliyor, zaten full gaz olan albüme olan saygımı artırıyordu. “Rools 4 Fools” piyasaya çıktıktan sonra rock çevrelerinde yine büyük
heyecan yarattı. O zamanın gözde gençlik çatışması olan rap-rock
kavgasına Dr. Skull “Metal on Metal” şarkısında Alper’in yaptığı rap
solo ile cevap veriyordu. O dönemde Alper, ikimizin de -bu yazı
yazılırken telefonda karşılıklı hafızalarımızı zorlayıp- yabancı ama
kim olduğunu hatırlayamadığımız önemsiz bir grupla Pentagram’ın
birlikte verdikleri konser için İstanbul’a gelmişti (söz konusu yabancı grubun Alman Thrash grubu Protector olması kuvvetle muhtemel
/ed). İki gün birlikte İstanbul rock alemlerinde, Akmar Pasajı’ndan
Köprüaltı Kemancı’ya, gezinip konsere gitmiştik. Hatta gece o zamana ait bir arkadaşımızdaki ev partisinde hep beraber içip, azıp,
kudurup dağıtmıştık... Bunları neden anlattım? Artık bilinsin istedim, Alper’in bu güzel gezisi, Dr. Skull’ın 1993’te EMI-Kent Plak’tan
çıkan Türkçe sözlü üçüncü albümü “Hershey Yolunda”da şarkılara
konu olmuştu çünkü. Dinleyin yakalarsınız mutlaka! Hatta o gezide
“Little Beach”in de kime yazıldığını da öğrenmiştim ama tabii ki
söylemeyeceğim!
Gelelim o 1993’e, “Hershey Yolunda”ya... 1993 yılında söz konusu
plak şirketinde çalışıyordum. Dr. Skull “Rools 4 Fools” ile hiç kesinleştiremediğimiz rivayetlere göre 20 bini aşkın satış yapmıştı.
Pentagram da 1992’de yayınladığı ikinci albümü “Trail Blazer” ile
benzer rakamlara ulaşıp rock camiasını hareketlendirmişti. Yola
Ada Müzik ile devam etmeyen Dr. Skull’ı EMI-Kent’e kazandırmanın
en uygun zamanıydı. İşte o görüşmelere başladığımızda Dr. Skull’ın
Türkçe sözlü şarkılarıyla karşılaştım. Ağzından girdim, burnundan
çıktım, şirketin başkanı (o zaman her şey daha normaldi, CEO diye
bir şey yoktu...) Ümit Güner’e kabul ettirdim ve “Hershey Yolunda” EMI-Kent Plak etiketiyle yayınlandı. Hepimiz o albümün kapağındaki gibi sürünün içindeki birer kara koyunduk. Hiçbir zaman da
kurban olmadık!
Dr. Skull farklı bir gruptu. Müzikal anlayışında güçlü hard rock öğelerini punk anarşistliğine yakın sözlerle birleştiriyor ve rock camiasında herkes tarafından seviliyordu. O kadar yılı içinde geçirdiğim
rock camiasında “onlardan nefret eden” kimseyi görmedim. Grubun Ankara’da olması ve fazla göz önünde olmaması da karizmayı
güçlü kılan unsurlardan biri oldu, herkeste hep saygı uyandırdı.
Zaman aktı, Dr. Skull’ın Op. Dr. Skull olduğu yıllar, beraberinde
profesyonel ayrılıklar getirdi. Alper, Kara Kedi ile deneysel rock ‘n
roll çalışmaları yaparken Baştepe Amerika’ya, Musti İngiltere’ye
gitmişti. Ersöz de Ankara’da kalan üye oldu. Grubun bence kimliğiyle hiç uyuşmayan solisti Serdar ile ilgili yıllarından çok fazla
söz etmek istemiyorum. Skull ruhu açısından Baştepe’nin yerini
doldurması gibi bir durum söz konusu olamayacağı gibi, solistliği
de asla bir rock grubuna uygun değildi. Haziran 1994’te İstanbul’da
Die Toten Hosen’e alt grup olarak çıktıkları ikinci İstanbul konserleri, gerek solistin Baştepe’yi aratan performansı, gerekse Türkçe şarkıların yeterince bilinmemesi ve “Wory Zover” ile “Rules 4
Fools”daki şarkılar kadar hit kimliği taşımaması nedeniyle pek parlak değildi. Ama zaten o konserde sahne performanslarından çok
çıkan olaylar akıllarda kalmıştı…
Dr. Skull ile ilgili yazılacak o kadar çok şey var ki… Onları bir başka
yazıya bırakıyorum. Hele bir de bugün öğrendiğim ama yazamayacağım şeyler var ki, bu gruba hala sevgi besleyen herkesi sarsabilir.
Yazmıyorum!
BURAK ÖZDEMİR
Onları Gates Of Ishtar ile tanıdık, sadece 3 albüm çıkarıp dağıldılar. Fakat unutulması mümkün olmayan tatlar
bıraktılar, öyle ki şu gün olmuş halen “Dawn of Flames”
albümünü bıkmadan dinlerim. Yaptıkları müzik, dinledikçe yeni şeyler keşfedeceğiniz türden. Gates Of Ishtar
projesi toprak altına gidince grubun aslarından Mikael
Sandorf ve Oskar Karlsson, The Duskfall ile karşımıza
çıktılar (şunu üzülerek söylemeliyim ki The Duskfall da
dağıldı, 3 ay kadar oluyor, bu açıklamayı yazının sonuna
saklayamadım).
Grup ilk olarak “Fraility” albümü ile dinleyenlerini şaşırttı. Çünkü yeni grubun tarzı çok daha farklı, agresif
ve deyim yerindeyse “thrashy” diyebileceğimiz türdendi. Albümdeki 10 parçadan 5 tanesi ilk dinlemede zihninizde yer edecek türden (The Light, None, Farewell
Song, Just Follow, Deliverance). Yalnız ilk albümleriyle
beraber bende daha sonra kolayca unutacağım bir hayal kırıklığı oluştu. (Kolayca çünkü, tarzlarına alıştıktan
sonra, Gates Of Ishtar ‘dan aldığım hazzın aynını The
Duskfall ‘dan da duymaya başladım.) Parçalar arasında
acaba Gates Of Ishtar ‘dan izler var mı diye araştırırken,
Farewell parçasının ortasındaki melodik solo kısmını tam
bir GOI solosuna benzettim. O yüzden ki, bu parçayı ayrı
bir severim efendim.
Bu albümden sonra bu tarza alışmak pek zor olmadı,
hemen ardından 2. albüm Source çıktı. Albüm ama ne
albüm, her parçasında başka bir macera var. O sıralar
metroda ne zaman kafa sallayarak müzik dinleyen metalci görsem, acaba Source albümünü mü dinliyor demekten kendimi alamazdım. Bu arada albümün adını
taşıyan “Source” parçasını tavsiye etmeden yapamayacağım. Kesinlikle dinlenmesi lazım, solo kısmı dinlemeye değer, özellikle tüm sololarda kullanılan keskin harmonik sesler bu parçada zirveye ulaşıyor.
Son iki albümün beğeni toplaması, ve grubun tarzının
oturmasından sonra, 2 yıl içinde 2 yeni albüm yayınladılar.İlki, önceki 2 albümün re-release hali olan “Fraility
& Source” albümü, diğeri ise “Lifetime Supply Of Guilt”
albümü idi.İşte gruptaki asıl yükseliş bu albümle beraber
başladı.Albümün belki de, grubun hatırı sayılır ilk video
klip’i “Shoot It In” parçasına çekildi.Kırbaç gibi havayı yararcasına çalan güçlü baslar ve bıçak kadar keskin
rifflerle gerçektende albümün prestij parçası oldu.Yine
aynı albüm içinde geçen, yoğun ritimlerle bezenmiş olan
“Hours Are Wasted” parçası ayrı bir güzeldir.Grubun genel olarak tarzı ve çizgisi bu albümle iyice belli oldu,
kendi deyimleriyle “Sweden’s Deadly Trashers”, thrash
etkilerini ve izlerini taşıyan Death Metal diyebiliriz.
Ve gelelim son albüme “The Dying Wonders Of The
World”, tarzlarının iyi geliştiğini, deyim yerindeyse bir
akıma dönüştüğünü görüyoruz, bu kez bizi “The Wheel
And The Blacklight” parçasıyla coşturuyorlar.Albümdeki
diğer parçalarda dinledikçe güzelleşen cinsten.Albümü
aralıksız ve sırasıyla dinlediğiniz zaman, günlük Death
vitamininizi almış oluyorsunuz.Özellikle altını çizmek
istiyorum, bu albüm teknik potansiyeli çok yüksek parçalar içeriyor, özellikle muhteşem diyebileceğimiz “I’ve
Only Got Knives For You” daha önce Duskfall dinlememiş
birini bile kolaylıkla cezdebecek cinsten.
2009’a 1 ay var, Mikael Sandorf’un Duskfall ‘dan ayrılalı
3 ay olmuş, içimizde buruk bir hüzün var, zira grup, Mike
olmadan yollarına devam edemeyeceğinden dağılmayı
seçtiler. Daha önce Duskfall’ı dinlemediyseniz henüz bir
şeyler kaybetmiş değilsiniz, fakat tüm albümleri dinledikten sonra benim duyduğum üzüntüyü sizinden duyacağınızdan eminim.Bu kadar başarılı bir grubun neden
dağıldığını en az bende sizin kadar merak ediyorum,
ama en azından Mike’ın yaptığı açıklamaya göre “Daha
farklı projelerle karşımıza çıkacakmış”. Aslında ben bu
açıklamadan sonra Mike ‘a baya bir kızdım, çünkü grup
içerisinde pek fazla ön plana çıkamayışı, ve bireysel çalışmalar yapma isteği onu biraz bencil yapıyor. Umarım
Mikael Sandorf tekrar grubu bir arada tutmak için geri
döner (Bu her ne kadar benim bir hayal olsa da, yinede
istiyorum!), çünkü grup yaptığı müziğin zirvesindeyken
bıraktığı için, grup elemanları işin meyvelerini toplayamadan bırakmak zorunda kaldılar. Bizlerde elimizde
sadece 4 tane albümle, müziklerine doyamadan kala
kaldık!
Selim: Selam Arın. İlk olarak son dönemde sıkça sorulan
soru ile başlayalım istersen. Yeni Catafalque albümünün
çalışmaları ne aşamada? Yeni albümün soundu konusunda
neler söyleyebilirsin?
Arın: Yeni albümün soundundan bahsetmek için henüz çok
erken ancak Catafalque için, asla kendini tekrar etmemek
ilk sırada gelir. O nedenle bir sonraki albüm de diğerlerinden daha farklı ve daha iyi olacaktır.
S: Prodüksiyon alanında, “Dialectique” sonrası parmakla
gösterilen isimler arasındasın. Prodüktörlüğünü veya kayıt
sorumluluğunu üstlendiğin diğer gruplar neler? Bu alanda
ileriye dönük planlarından bahsedebilir misin?
A: Dialectique sonrasında Özge Özkan solo projesinin prodüktörlüğünü, tüm kayıt, edit, mix ve masteringini yaptım.
Şu anda da Soul Sacrifice’ın 2.albümünün kayıt, edit, mix ve
mastering işlerini üstlenmiş bulunmaktayım.
S: Solo projelerin veya bu konuda planların var mı?
A: Bir müzisyen olarak hiç bir zaman öne çıkmak istemedim
ya da kendimi ilk etapta enstrumanist olarak göstermeyi.
Bu sebeple solo proje ya da albüm yapmak değil, bir grubun
şarkılarını yazmak ve müziğine hükmedebilmek benim için
çok daha keyifli.
S: Ülkemizde rock müzik cephesini, önde gelen bir prodüktör ve müzisyen olarak nasıl değerlendiriyorsun? Dikkatini
çeken isimler var mı?
A: Son dönemde ülkemizde rock müziğin geliştiğine dair
söylemlere katılmıyorum. Sadece bir anda trend haline gelen bu müziğin ve görüntüsünün rock ile ilgisi olan olmayan
pek çok kişiye ve gruba çekici geldiğini düşünüyorum. Dinleyicinin, onlara ne pazarlandığıyla pek de ilgilenmediği bu
dönemde maalesef dikkatimi çeken kimse yok.
S: Catafalque ve Özge Özkan albümlerinin yayınladığı CTF
Records’dan biraz bahseder misin? Başka ürünler de yayınladınız mı veya yayınlamayı planlıyor musunuz CTF etiketiyle?
Çalışmalarınızı kendi firmanızdan yayınlamanızın avantajları veya dezavantajları nelerdir?
A: CTF, ben ve Gökhan Diren ortaklığıyla 2007’de kurulmuş
bir prodüksiyon şirketi ve stüdyosu. Sırada Soul Sacrifice’ın
2. albümü ve ardından Catafalque’ın ilk albümü Unique’in
remaster’ı var. Sonrası için planladığımız bir kaç isim daha
mevcut.
Kendi şirketimizden albüm yayınlamanın en güzel tarafı,
aradan 3. şahısların kalkması ve olayla tamamen bizim ilgileniyor olmamız. Tabi bu durum, her tür zorluğu da bizim
halletmemizi gerektiriyor.
S: Dialectique’deki orijinal altyapı çerçevesinde sormak
istediğim bir soru var. Elektronik müziğe bakış açın nedir? Ayrıca EBM ve Aggrotech gibi tarzlarla ilgileniyor
musun?
A: Bazılarımız bunun utanç verici olduğunu düşünse de,
birçok metal severin aksine ben, pop, elektronik, dark
pop gibi tarzları da beğenmekteyim.
Müzik türlerinin birbirleri içine makul ölçülerde girebilmesinden ve beraber başka lezzetler, başka hisler ortaya çıkarmasından büyük zevk alıyorum. Burada demek
istediğim asla “sentez” değil yanlış anlaşılmasın. :)
Kendi yazdığım müzikte de birçok dijital sound kullanıp,
belli belirsiz bunları metal kalıplarının içine sokma olayından da extra bir keyif alırım.
S: Mp3 ve dijital müzik paylaşımı konusunda düşüncelerin nelerdir?
A: Konu gerçekten paylaşımsa bence sonuna kadar olmalı. Fakat “paylaşmak” ve “çalmak” arasındaki farkı
insanlar algılayamamaktalar. Mp3’e maalesef karşıyım.
Bir ses mühendisi olarak, kafayı kırıp uğraştığımız, didindiğimiz güzelim kayıtların, bir anda sıkıştırılıp küçücük ses dosyacıkları haline dönüşüp sound kalitesinin
bozulmasına kılım.
S: Klişe sorumuz var sırada. Dünyaya bir müzik albümü
olarak gelseydin, hangi albüm olmak isterdin?
A: Carcass - Heartwork
S: Yanıtların için çok teşekkürler, eklemek istediklerin
varsa söz senin.
A: Röportajınız için çok teşekkür ederim.
BAHA ÖZER
“Gökyüzünün mavisinde pusun arasında
Ben, senin isminde denize bir gül attım
şimdi dinle, bu gece bir yerlerde rüzgârın gözyaşları var…”
O yok artık. Her kayıp insanın hayatında bir eksiklik bir üzüntüdür.
Ve bu kayıp yine bir insanın hayatında değer taşıyıp ona türlü türlü
hatıralar yaşatıyorsa bu yitirişi unutması olanaksızdır. Ani olaylar,
zamansız kaybedişler hayatımızın gerçeği olarak bize sunulmuş
durumda ve biz bu durumda üzülmekten başka bir şey yapamıyoruz. Mike Baker daha 45 yaşında ani bir kalp krizi sonucu aramızdan ayrıldı. Kendisi Progressive Metal grubu Shadow Gallery’nin
kurucu üyelerinden birisiydi. Shadow Gallery dinleyicileri iyi bilir
ki Mike Baker’ın kaybıyla artık “büyülü ses” yankılanmayacak ve
haykırmayacaktı… Ve onun ardından artık flütler ağıt yakmaya
başladı…
İLK YILLAR
Mike Baker ciddi olarak müzik yaşantısına başlamadan önce yoğun
olarak haşır neşir olduğu bas gitarıyla meşguldü. Müzikal olarak
ilk önce Alice Cooper ile tanışan Mike Baker onu daha sonra idollerinden birisi olarak görecekti. Hatta aldığı ilk albümlerden birisi de 72 tarihli Alice Cooper’ın “School’s Out” albümüydü. Alice
Cooper’dan başka o dönemlerde yoğun olarak Rush, Styx, Iron Maiden, Black Sabbath ve Judas Priest dinleyen Baker bu gruplardan
etkileşimini aldıktan sonra kendisini vokallerinde geliştirecek şekilde Geoff Tate, Bruce Dickinson, Rob Halford ve Geddy Lee’den
de yoğun bir şekilde etkilendi. Pennsylvania’da yaşayan Baker,
70’lerde ve 80’lerde bir çok rock grubunu canlı olarak izleme
şansına kavuştu ve orada yaşayan arkadaşları John Cooney, CarlCadden James ve Ron Evans ile 1985 tarihinde Sorcerer isimli bir
cover grubunda şarkı söylemeye başladı. Bu grupla genellikle Rush
şarkıları söyleyen Baker nadiren diğer dönemin eski toplulukları
da dahil Malmsteen’den de bir çok şarkı seslendirmiştir.1990’ların
başında bu gruptan Carl-Cadden James ve John Cooney ile yanlarına Teksas’lı gitarist Brendt Alman ve daha sonra klavye çalacak
olan Chris Ingles ile Shadow Gallery’i kurarlar.
SHADOW GALLERY VE DİĞER ÇALIŞMALAR
Shadow Gallery ilk bestelerini Magna Carta şirketine vermesi 1991
yılına rastlar. 8 şarkılık demo ile bu şirketin kapısını çalan grup müzik tarihinin ilk “epic progressive metal” çalışmalarını dinleyiciye
sunar. Mike Baker’ın karakteristik sesi albümde müzikal etkinin
önüne geçer. Bu etkinin yansımasının sebebi ise Baker’ın sesindeki
farklı estetik anlayışlardı. “Say Goodbye to the Morning”, “Mystified”, “Darktown” ve aslen Freddie Mercury’e adanmış 17 dakikalık epik şaheser “The Queen of City of Ice”da Baker tam anlamıyla istenileni yaratmıştı. Ses tellerini fazla yormadan kullandığı
falsetto’lar çok ilgi çekiciydi. Kendi zamanının diğer vokalistleri
arasında da en iyilerden bir tanesiydi. Aynı vokal tarzını Shadow
Gallery’nin ikinci albümü “Carved In Stone”da da kullanan Baker
bu albümdeki “Crystalline Dream”, “Alaska”, “Warcry” ve Rush’a
saygı niteliğindeki “Deeper Than Life” adlı çalışmalarda ustalığını
konuşturur. Bu albümün epik çalışması “Ghost Ship”te ise karakteristik vokalinin bir başka yüzüyle karşılaşırız. Baker’ın sesi gerektiğinde kızgın ve gerektiğinde ise çok romantikti. İşte kendisinin
farklılığı burada yatmaktadır. Bir “Warcry” gibi eleştirel ve kızgın
bir şarkıya karşın bir “Alaska”daki ortaya çıkardığı yumuşak ve
temiz vokal tarzıyla kendisini hemen hissettirmektedir.
Magna Carta şirketi 90’ların ortalarında Yes, Genesis, Rush, Emerson Lake & Palmer ve Jethro Tull gibi büyük grupların tribute albümlerini yayınlamaya başlamıştı. Bu albümlerde Dream Theater,
Enchant, Magellan, Fates Warning, Cairo, World Trade gibi o dönemin progressive rock/metal grupları bu tribute albümlerde yer
bulmuştu. Shadow Gallery ise bu çalışmalara Genesis’in “Supper’s
Ready” tribute albümünde yer alan “Release, Release”, Rush tribute albümü “Working Man”de “The Trees” ve Pink Floyd’un “The
Dark Side of the Moon” albümünün yeniden yorumlanışı olarak
nitelendirilebilecek olan “The Moon Revisited”de ise “Time” adlı
eserde yer almıştı. Baker bu eserlerin hepsinde ama özellikle
Rush’ın “The Trees”inde çok başarılı bir performans göstermişti.
1998 yılında Progressive Metal’in kilometre taşı çalışmalarından
birisi sayılabilecek “Tyranny” albümünde Mike Baker’ın üç önemli
konuğu vardı. Bunlardan ilki Dream Theater’ın kendine has vokalisti James LaBrie idi. LaBrie ile Baker’ın büyülü düeti “I Believe”
adlı şarkıda buluşuyordu. Bu şarkıda LaBrie bir “baba” karakterindeydi ve kısa ama etkili vokaliyle kendisini göstermişti. İkinci konuk ise Shadow Gallery grubunun yakın arkadaşlarından birisi olan
Laura Jeager’dı. “Spoken Words”de tıpkı Trans Siberian Orchestra
şarkılarını anımsatan bir hava yakalanmıştı ve Laura Jeager’ın etkileyici tarzı Baker’ın romantik haykırışlarıyla buluşuyordu. Üçüncü önemli konuk ise eski Royal Hunt vokalisti D.C. Cooper’dı ve
albümdeki “New World Order” adlı eserde iki karakteristik vokalin
atışmasını dinliyorduk. Bu şarkı gerçektende dinlenmesi gerekli
olan eserlerden bir tanesi, çünkü tamamı teatral bir şekilde geçmesi ve müzikal olarak ta çok üst noktalarda bulunması sebebiyle
o güne kadar Progressive Metal eserlerinde pek görülmeyen, klasik müziğin heavy metal ile buluşmasını yaşatan yegâne eserlerden birisi olması nedeniyle dinlenilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Baker’ın bu albümde Geoff Tate etkisi daha da ortaya çıkıyor. Konsept yapısı nedeniyle tıpkı “Operation:Mindcrime” albümündeki
gibi vokal yazımları olduğu gün gibi açık. “Christmas Day”, “Roads
of Thunder” ve “Victims” gibi eserlerde de bu kural bozulmuyor
ve Symphony X, Blind Guardian ve Savatage gibi gruplarda rastlanan vokal melodileri bu “Tyranny” albümünde gün yüzüne çıkıyor.
2001 yılında ise Shadow Gallery’nin en iyi albümlerinden birisi
sayılabilecek “Legacy” çıkmıştı. Baker’ın bu albümde vokalinin
daha da ön planda olduğu anlaşılıyor. Vokal tabanlı bestelerin içerisinde Mike’ın yarattığı etkiler “Destination Unknown”, “Colors”
ve yine bir epik şaheser olan “First Light”da sürüyor… Özellikle
“First Light”da Baker’ın üzerinde daha önce Savatage’de de söyleyen Zachary Stevens’ın ve Trans Siberian Orchestra’nın değeri
verilmemiş vokalistlerinden Jody Ashworth’un yoğun etkileşimleri
olduğu anlaşılıyor. Yine aynı yıl bir diğer proje olan Magellan’dan
Trent Gardner’ın solo projesi Leonardo: The Absolute Man’de
Mike Baker’da “Melzi” karakterine hayat vermişti. Leonardo Da
Vinci’nin hayatının anlatıldığı bu eserde Mike Baker’dan başka
James LaBrie, Ice Age’den Josh Pincus, Cairo’dan Bret Douglas,
Steve Walsh ve Robert Berry’de yer almıştı.
2004 yılında piyasaya çıkan Ayreon’un en iyi albümlerinden birisi
sayılan “The Human Equation”da ise Mike Baker “Father” rolünü üstlenmişti. Arjen Lucassen bu albüm hazırlığında “Loser” ve
“Have You Gonna See Me Now” gibi şarkılarda tıpkı Alice Cooper’ı
anımsatacak bir vokalist arıyordu ve Mike Baker için bu rol biçilmiş kaftandı. Arjen Lucassen fazla düşünmedi ve Mike Baker “The
Human Equation”da çok önemli bir rol üstlendi. Kayıtlarını Baker
Pennsylvania’dan kendisine göndermişti ve sonuç tek kelimeyle
kusursuzdu. 2005 son Shadow Gallery albümü “Room V”ın çıkış
yılıydı ve “Tyranny” konseptinin devamı niteliğindeki bu albümde
Laura Jeager Baker ile “Comfort Me” adlı çalışmada yine buluştu.
Albümün genel yapısı “Legacy” albümünü hatırlattığından vokal
tabanlı bir albüm olduğunu düşünebiliriz. “Vow”, “Torn” ve “Rain”
gibi eserler Baker’ın unutulmaz performansları arasında kolaylıkla yer aldı. Aynı cd’nin “sınırlı sayıda” baskısında ise “Floydian
Memories” adında Pink Floyd’a saygı niteliğinde bir çalışma yer
almıştı. Müthiş müzisyen Gary Wehrkamp’ın önderliğinde hazırlanan bu çalışmada Mike Baker yine o büyülü vokalleriyle ön planda
yer alıyordu.
SABAHA ELVEDA DE
Zamanının çoğunu stüdyolarda devamlı müzikle geçiren Mike Baker her şeyden önce bir müzik insanı bir müzik emekçisiydi. Kendisini en son 2008 yılında ise ülkemizin başarılı Power Progressive
Metal gruplarından birisi olan Dreamtone’un Iris Mavraki ile buluştuğu Neverland projesinin “Reversing Time” albümünün aynı adlı
şarkısında dinledik. Bu albüme de yine Shadow Gallery’den Gary
Wehrkamp, Blind Guardian’dan Hansi Kürsch ve Evergrey’den
Tom Englund konuk olmuştu… Kim derdi ki 29 Ekim günü onun
kaybı ile karşılaşacağımızı… Kim derdi ki onu Shadow Gallery’nin
ilk albümündeki “Say Goodbye to the Morning” şarkısıyla uğurlayacağımızı… Ve kim derdi ki yıllar sonra bir kayıbın, bir ölümün
ardından çalınacağını... Flütler hiç susmayacak ve biz kendisini
hiç unutmayacağız.
ATİLLA ÇELİK
Bazı gruplar kendi orijinalliklerini yansıtarak ortaya gruba
özgü orijinal değerler toplamı çıkarırlar. Bize de gruba büyük bir saygı duymak düşer. Onlar türünün en iyilerindendir
ve haklarında tartışmaya girmeye asla gerek olmaz. Eller
birleştirilir, başlar öne eğilir ve sonsuz bir güvenle yere
bakılır. Carcass onlardandı ve İngiliz mantığının içine tükürmüşlerdi. Arkaya baktıklarında da bir efsane olduklarını
görmüşlerdi.
Dünya Heavy Metal piyasasının lokal bazda kendisine has
özellikleri vardır. Florida Death Metal, Bay Area Thrash
Metal (San Francisco), Swedish Death Metal, İskandinavya
Black Metal, Alman Ekolü ve Yapısı, İngiliz Ekolü ve Yapısı,
Underground Death Metal - Grindcore Kültürü vb gibi… Türlere tek tek baktığımız zaman şöyle sonuçlar çıkarabiliriz:
Florida Death Metal dendiği zaman acımasız, ödün vermeyen, güçlü bir death metal yapısını algılarız. Genelde
en sağlam, sert, teknik ve brutal death metal grupları bu
arenadan çıkar. Bay Area alanındaki gruplar 80’li yıllara
damgasını vuran, Thrash Metal adı altında bir tarz yaratan,
yıllarca dünyayı kasıp kavuran ve protest yönüyle toplumsal
yaralara parmak basan alanı temsil ederler. Florida ve Bay
Area alanı kesinlikle sağlam müziği hedef alır ve onlar için
para-piyasa değil, gerçek ve erdemli fanlar önem kazanır.
Milyonlara seslenmektense –az olsun öz olsun- mantığıyla
belirli bir kitleye seslenirler. En azından yıllarca önce öyleydi.
Swedish Death Metal brutal bir tür olan Death Metal’in has
özelliğinden sıyrılarak brutallikten ziyade çok sert olmayan
öğelerin melodiyle birleşiminden oluşur. Saf Death Metal’e
tezat olarak daha yumuşak melodileri barındırır ve piyasaya daha arzcı görünür. Death Metal’in kendine has gücü,
vuruculuğu ve sertliği farklılaşmıştır.
İskandinavya Black Metali hakkında fazla açıklama yapmama gerek yok. Kendine has bir sound, fikirler ve davranışlar
bütünü, lokal-iklimsel-dinsel ve geçmişlerine dayalı pagan
inanışların etkileri başı çeker. Görüntüsel tema büyük önem
kazanır. Çok hızlı ve tekdüze bir müzik yapısını temsil eder.
Teknik, melodi, müzikal ahenk hak getire…
Underground death ve grindcore grupları da söz konusu müziğin en ekstrem uçlarını temsil ederler. Kısıtlı fanlara seslenirler. Kanlı kavramlar ve fantastik öğelere yönelirler. Bu
öğelerle müziğin eğlence yönünü sergilerler. Bu hallerinden
çok memnundurlar ve daha fazlasını istemezler. Onlar için
underground kavramı içinde kalmak büyük bir onurdur.
Alman ekolünde her zaman çok sağlam gruplar oluyor ve
ortaya müzikal bir güç çıkıyor. Alman ekolü dendiği zaman
müziğin sertliğinden taviz vermeyen grupları anlıyoruz. Bir
çok metal fanı için Almanya Metal müziğin kalesidir.
İngiliz ekolüne geldiğimiz zaman çok kaliteli gruplarla farklı formattaki grupların bir arada yaşadığını görüyoruz. Farklı formattaki grupların dikkat çeken özelliği piyasaya çok
önem vermesi ve asıl önemin parada bitmesidir. Bu türde
tam bir tezatlar bütünü vardır. İngiliz ekolünde heavy ve
rock türevleri bir çok parçalanmaya maruz kalmış, araya
popülist yaklaşımlar girmiş, popüler müzikten de demetler
sunulmuştur. Paraya ve piyasaya tapan İngiliz mantığının
içinde öyle gruplar vardır ki İngiliz olduklarına inanılamaz:
Napalm Death gibi… Bolt Thrower gibi…
Ve de Carcass gibi...
Bu gruplar İngiliz mantığının içine eden ve kendi benliklerini, özünü, samimi duygularını ve ne yaptıklarını tam anlamıyla bilen yönlerini sergilerler.
Yazının girişinde bahsettiğim güven duygusunu Carcass’a
karşı her zaman çok derinden hissetmiştim. Paragöz eğilimli İngiliz piyasasının içinde Bolt Thrower gibi kendi kabında yoğrulmuştu. Genelde tanınan bir grup olmasına rağmen underground yapı içinde değerlendirilmişlerdi. Piyasa
amaçlı bir grup olmadıkları internet sitelerinde Carcass
elemanlarının resimlerini ararken çektiğimiz zorluktan anlaşılıyor. Bunda dağılan bir grup olmalarının etkisi de var
tabi ki. Gizliliklerine rağmen dünyada en tanınan ve sevilen
gruplardan olması grubun müzikal kalitesine işaret ediyordu. Onların reklamı ortaya koydukları emek, müzikal mantaliteleri ve ustalıklarıydı.
Carcass, müziğinden taviz vermeyen gruplardan biriydi.
Uyumlu, ilk dönem grindcore / ikinci dönem teknik death
metal filminin perdesinden eşsiz görünüm, senaryo ve oyun-
culuk gücünü sundular. Yaptıkları müziği diğer grindcore gruplarıyla kıyaslayamazdık. Genelde brutal vokal yapısındaki grindcore’un
içinde teknik, derinden gelen ve hırslı çığlık vokaliyle kendi gırtlaklarımızda bir acı duymamıza sebep olurlardı. Bizi de kanser
ederlerdi. Kendilerini de… Fi tarihindeki yazıtların derinliklerindeki bir söylenceye göre, vokalist Jeff Walker bir zamanlar kansermiş ama iyileşmiş. Yine vokal yaparsa kanser olma ihtimaline
karşılık müzikten kopamamış. Bu muhabbetin doğruluğunu Herodot araştırsın yıllar öncesinden… Gerisi bizi aşar.
Grindcore/death metal temeli içinde virtüözlük gerektiren teknik
gitar riffleri ve solo gitarlar bir Carcass imzası olsa gerek. Özellikle gitarist Bill Steer’ın melodik, insan içine işleyen solo gitar
partisyonları ayrıca irdelenmeliydi. Carcass yıllar geçtikçe tadı
mükemmelleşen bir şarabı andırmıştı. Emekleme dönemlerindeki
tek düzelik ve yalın öğelerden sıyrılarak teknik, virtüözlük isteyen
ve üstün markalı gitar riffleriyle ustalıklarını ehlileştirmişlerdi.
Gitarist Bill Steer’in parmaklarının bu işte parmağı(!) olduğunu
düşünmemek mümkün değil. Bill Steer zatının parmaklarını bedeni küçük, bacakları çok uzun bir örümceğin ayaklarına benzetebilirsiniz. Hanidir, normal parmaklara sahip bir Ademoğlu örümcek
parmaklarına sahip Bill Steer rifflerine nasıl erişebilecekti?
Carcass 1985 yılında İngiltere Liverpool’da gitarda Bill Steer, davulda Ken Owen, bassta Jeff Walker ve vokalde Sanjiv tarafından kurulmuştu. Bu kadroyla ilk demolarını “Flesh Ripping Sonic
Torment” adıyla yayınlamışlardır. Grubun lideri Jeff Walker bir
biyoloji öğrencisiydi. İlerleyen zamanlarda “Excoriating Abdominal Emanation” ve “Crepitating Bowel Erosion” gibi klasikleşmiş
parçalarda olduğu gibi insan anatomisi üzerine ve tıp bilimi terimlerini kullandığı kusma, yaralanma, çürüme, bağırsak yırtılmaları
ve sakatat fonksiyonlarından bahseden bir çok parça yazacaktı.
Onların yaklaşımı karmakarışık yaylım ateşi içinde hastalıklı ölüm
hırıltılarıyla tanımlandı ve bass gitar egemenliğini de gözler önüne
serdiler.
Bill Steer demodan sonra Napalm Death grubuna girecek,
Godflesh’den Justin ile Napalm Death’in grindcore dünyasına savurduğu en harika çalışmalardan olan “Scum” albümünde çalacaktı. Carcass, Bill Steer’in ayrılması ile başlamadan bitmiş gibi
görünecekti. Ki Bill Steer geri dönerek Carcass 1987 yılında tam
anlamıyla kurulmuştur. İkinci başlangıç trio’dan ibaret olmuştu:
Jeff Walker (Vokal/Bas), Bill Steer (Gitarlar) ve Ken Owen (Davul).
Daha sonra İngiltere’nin underground ve çok sert gruplarını bünyesinde bulunduran Earache Records ile sözleşme imzalamışlardır.
Bu bağlılıklarını sonuna kadar devam ettirmişlerdir. Gittikçe grotesk bir havada büyüyecek olan grup 1988 yılında ilk albümleri
“Reek Of Putrefaction”ı çıkardı. Jeff Walker bu albümü sanki sindirim sisteminin görevlerine adamıştı. Albümdeki 22 parça baştan
aşağıya tıbbi terimler, betimlemeler, insan anatomisinin inceliklerinden(!) bahseder bir haldeydi. Doğrusunu söylemek gerekirse
ortada çok kötü bir prodüksiyon vardı. Bana göre tek kötü Carcass
albümü olmuştu. Çünkü gerçekte iyi olan riffler, kayıt sisteminin
gürültülü ve kötü olmasından dolayı anlamsız sesler halini almıştı.
Umudunu kırmayan grup çalışmaya devam ederek 1988 yılı sonunda bir çok yeni materyal yazarak “Symphonies Of Sickness”
demosu adı altında kaydetmişti. Aralık 1988’de kaydedilip Ocak
1989’da yayınlanan “Peel Sessions” kayıdından sonra, “Symphonies Of Sickness” ile “Peel Sessions” kayıtlarını birleştirip üzerine 4
yeni parça ekleyerek Ağustos 1989’da “Symphonies Of Sickness”
adıyla ikinci albümlerini yayınlamışlardır. Bu sefer korkulan olma-
mış, kaliteli bir prodüksiyon ile öğütücü bir müzik sunulmuştur. Carcass ilk şansızlıkları aşarak deneyim kazanmış, müzikal çizgisini yükseltmişti. Parçalar daha uzun,
prodüksiyondaki detaylar ve nüanslarla daha iyi olmuştu.
Bu albümde Carcass saf grindcore türünü uygulamış, hız
ihtiyacı hissedenleri memnun etmiş, “Exhume To Consume”, “Cadaveric Incubator Of Endoparasites” ve bunun
gibi bir çok saf grindcore klasiğine imza atmıştı. Kerrang
dergisi albümü klasikler içine katmış ve (5/5) puan vermişti.
Dünyaca ünlü “Grindcrusher” turunda grup ikinci gitariste ihtiyaç duymuştu. Eski Carnage elemanı Mike Amott
katılınca grup dört eklemden oluşan grind makinesine
dönüştü. Amott’un gruba girmesiyle grup yeni parçalar
hazırlama konusunda ekstra boyutlar kazanmıştı. Üçüncü
Carcass albümü “Necroticism - Descanting The Insalubrious” 1991 yılında piyasaya bomba gibi düşmüştü. Bu
albüm, sonraki albümleri Heartwork gibi teknik değildi,
Symphonies gibi grindcore değildi ama her ikisini bera-
berinde işliyordu. Katil gibi bir albümdü. Hoş bir uyum
sağlanmış ve teknik-grind öğeli bir albüm çıkmıştı karşımıza.
Carcass bu albümle kariyerinde yeni bir düzeye çıkmış,
yeni sanatların büyümesi beraberinde gelmiştir. Parçalar
birbirinden kaliteliydi. Özellikle “Corporal Jigsore Quandary” parçası müzikal enfesliğiyle göz kamaştırıyordu.
Albüm, patolojik introlarla kuşatılmış, Jeff Walker vokali, Bill Steer gitar tekniğiyle harika bir eser olmuştur. Albüm bir kadın sesiyle başlıyor, “Inpropagation” kulaklarımıza doluyor ve insanların nasıl öldüğünü mesele ederek
yanma ve çürümelerle aktarıyordu. Ya “Carneous Cacoffiny”? İnsanoğlunun bütün telleri kullanarak nasıl bir senfoni ürettiğinin yaratıcılığını gösteriyordu. Bu Carcass’ın
büyüleyici dünyasıydı.
Albüm sonrasında Carcass sağlam turnelerde yer almıştı.
1992 yılında eski Napalm Death vokalisti Lee Dorian’ın
yeni grubu Cathedral, Entombed ve Confessor gruplarıyla
“Gods Of Grind” turnesi Carcass’ın tanınırlılığını arttırmıştı.
Bu turdan kısa bir süre önce grup “Tools Of Trade” isimli mini
bir albüm yayınladı. Ayrıca Carcass’ın “Gods Of Grind” turnesinde diğer 3 grupla birlikte yer aldığı “Gods Of Grind” CD’si
de mevcuttur.
Saf grind ve sert müzik öğeli albümlerden sonra Carcass inanılmaz bir değişim gösterecekti. Carcass Tarihi’nin en kaliteli
şaheseri, bizi de kalpten vuran ismiyle 1994 yılında ekstrem
müzik piyasasında bir devrim başlatıyordu : “Heartwork”
Yoğun bir albümdü; gerçek manasıyla tam bir kalp işiydi. Albüm, Carcass üzerinde bir çok olumlu değişimi beraberinde
getirmişti. Bu albüme kadar gore konseptlerle dikkati çeken
grup, H.R.Gigger’ın yardımıyla albüm kapağına değişimine
atıfta bulunuyordu. Grindcore etkisinden uzaklaşıp teknik
death metal öğesine kayma görülmüştür. Teknik ve virtüözlük isteyen yeni müzikal oluşum yeni imzalarıydı. Albümdeki
parçaların solo gitar partisyonları çok melodiktir. Bu albümle
Necroticism’deki çizginin çok ötesine gidilmiş, daha anlaşılır
ve teknik yapıyla ustalıklarını göstermişlerdir. Ayrıca grup liriksel düzeyde büyük bir devrimi gerçekleştirerek gore, anatomik ve patolojik liriklerden öğretici ve çok yönlü liriklere
kaymıştır. Artık kan dökmeler, otopsiler ve birbirinin kopyası
sözler tarihe karışmıştı. Sürekli savaşan dünyayı ve ırkları anlattıkları “Carnal Forge”, teknolojiden bahsettikleri “Death
Certificate”, din olgusundan bahsettikleri “Embodiment”,
Ademoğlunun hissizliğini ve makineleşmesini anlattıkları “No
Love Lost” gibi… Albüm bana göre mükemmeli yakalamıştı.
Nazarımca Heavy Metal’in en iyi albümleri listesinde rahatlıkla yer alacak bir çalışmadır.
Carcass’ın son albümü 1996 tarihli “Swansong” olmuştur. Albüm çok değişik bir tarzı içermiş ve tür değiştirilmiştir. Gitar
riffleri kesik kesik sunulmuş, hız kesilmiş, bateri yavaşlamış
ve daha farklı, daha teknik yollara başvurulmuştu. Grubu dinlemeye Swansong ile başlamış olan fanlar eski albümlerdeki
Carcass’a iğreti bir gözle bakabilirler. Heavy Metali bütün olarak dinleyen kişiler bu albüme şapka çıkaracaklardır. Teknik
anlamda metal dünyasının en kaliteli işlerinden biridir. Hastalıklı gitar riffleriyle “nasıl be?” sorusunu sordurmaktadır.
Daha sonrasında hiç beklemediğimiz gelişmeler oldu.
Carcass’ın bel kemiği Bill Steer artık farklı bir tarzta müzik
yapmak istemiş olacak ki gruptan ayrıldı. Onun ayrılması
Carcass’ın ölümü oldu. Bana göre Carcass’ın özgünlüğü sağlayan kişi Bill Steer’dan başkası değildi. Grubun dağılmasından
sonra Jeff Walker ve Ken Owen “Black Star” adı altında grup
kurdular. Bill Steer da “Firebird” adında bir grup kurmuştur.
Her iki grup eski müzik tarzlarıyla tamamen kel alaka olan bir
müzik yapmaktadır.
Sonu hazin biten bir grup hikayesine tanık olduk. Ama Carcass yaptığı eserlerle ekstrem müzik dünyasının efsaneleri
arasında yer almaktadır. Grubun dağılmasının ince noktası,
tahminimce, müzikal türde artık değişim zamanının geldiğini
idrak etmeleri ve farklı şeyler yapma istekleridir. Haliyle bu
müzik tarzı Carcass adı altında uygulanamazdı. Carcass toprak altında çürümeye bırakılmalıydı.
Her şeye rağmen onlar Carcass’dı ve İngiliz mantığının içine tükürmüşlerdi. Arkaya baktıklarında bir efsane olduklarını
görmüşlerdi…
EMRE DEDEKARGINOĞLU
70’lerin son yılları... Punk müzik, piyasayı dağıttıktan
sonra kendisini dağıtmaya başlamış, birçok alt türe bölünmüş. Müziği basite indirgeyen Punk akımı, sokaktan gelen
hayatların sesini artık No Wave, Post-Punk, Hardcore Punk
gibi farklı alt dallarla seslendiriyor. New York’ta temellenen No Wave akımına gönül veren Michael Gira’da sokaktan gelen binlerce sesten sadece birisi... Anne ve babası
kendisi henüz gençliğe yeni adım atarken ayrılan Gira’nın
hayatındaki değişimler böylece başlamış olur. Annesi alkoliktir, henüz ergen bir birey için hiç iyi bir model değildir. Gira daha sonra babasının yanına gönderilir fakat o,
Avrupa’ya kaçar ve bu umutsuz kaçışı İsrail’de uyuşturucu
satarken yakalanmasıyla sona erer. Yaşı hala genç olmasına rağmen işlediği suçun ağırlığı nedeniyle yetişkinlerin
ceza evine konulur. Fakat babasının yardım eli gecikmez,
Gira İnterpol yardımıyla bulunur ve tekrar Amerika’ya getirilir.
Kendisini sanata adamak isteyen Gira, kısa süreli sanat
okulu macerasından sonra 1979’da hayat hikayesinin başladığı yere, New York City’e döner. Dönemin güncel akımlarını oluşturan No Wave ve Noise Rock sanatçılarından
etkilenir ve yeni bir grup kurmaya karar verir. Bu grup,
tarz kavramının sınırlarını yakıp yıkacak grup olarak bilinen Swans’tır.
1982’de ilk EP “Swans”ı yayınlayan grup, dominant bas
partisyonları ve tekrar eden Noise Rock bazlı riffler ile
örülü müziğiyle dikkat çeker. Fakat Gira, henüz asıl darbesini yapmamıştır. EP’den hemen sonra çıkan ilk albüm
Filth, adına yaraşır şekilde şarkılar içeren, gürültülü, bru-
tal ve karanlık bir albümdür. İki baterist kullanılmasından
ötürü çivi gibi şarkılara işlenen bateriler, karanlık bas partisyonları ve Gira’nın kontrolsüz vokalleri ile birleşerek,
Swans’ı kritiklerin gözünde oldukça aşırı ve agresif bir
grup konumuna sokmaya yetmiştir bile...
Swans ayrıca konserlerinde oldukça yüksek ses seviyeleri
kullanması nedeniyle de dünyanın en gürültülü gruplarından birisi olarak isim yapmıştır. Öyle ki, seyircileri fiziksel açıdan bile rahatsız hale getirecek derecede yüksek
seslere çıkıldığı olmuş ve polis tarafından birçok defa şov
yarıda kesilmiştir.
1984’te ikinci albüm “Cop” yayınlanır. Filth’te estirilen
terör aynen devam ediyordur. Gira rahatsız vokal tarzı ve
ürkütücü sözlerini yine dinleyiciye sunmuştur. Gruptaki
minimalist, karanlık ve bunaltıcı müzik anlayışı korunmuş,
yer yer drone tarzını andıracak derecede ağır kısımlar eklenmiştir. Grup artık Joy Division’dan aldığı mirası bambaşka boyutlara taşımıştır. Herkesin dinleyemeyeceği kadar aykırı bir müzik yapmaktadır. Cop’un ardından gelen
“Young God”, Kurt Cobain gibi isimleri bile etkilemiş, grubun en brutal, en rahatsız eserlerini içerir. Özellikle adıyla çok dikkat çeken ‘Raping A Slave’ bu yayındadır. Grup,
Cop’taki müziği daha deneysel ve vahşi bir zemine taşır,
perküsyon adına zincir ve metal masa bile kullanılmıştır.
Müzikteki tekrarlara dayanan hipnotik etki, varolan vahşi
yapıyı daha da belirginleştirmektedir, Gira’nın kontrolsüz
vokalleri ise tüyler ürpertici bir hal almıştır. Ağır, Noise
Rock etkileri taşıyan Young God ile beraber Swans için değişim rüzgarları esmeye başlar.
Grubun ikinci döneminin en önemli isimi olarak görülen
Jarboe’nin gruba girmesiyle grup müziğindeki ilk köklü
değişimi yapar. “Time Is Money (Bastard)” EP, 1986’da
yayınlanır, grup önceki albümlerindeki karanlık ve bunaltıcı atmosferi büyük ölçüde terketmiş, sample kullanımına yönelmiştir. Gira’nın vokallerinin kaotikliği azalmıştır.
Yine aynı yıl çıkan grubun üçüncü albümü “Greed”de ise
EP’de verilen ipuçlarının daha geniş bir özeti dinleyiciye
sunulur. Sample, synthesizer, piyano gibi enstrumanlar
müziğe eklenir, grubun edindiği vahşi ve gürültülü Rock
yapısından daha melodik bir yapıya geçilir. Jarboe’nin
katkıları ile albüm daha farklı bir boyut kazanır. Fakat
hala statik ve karanlık müzik yapmaktadırlar. 1987’de
grup “Children Of God” albümünü çıkarır. Albümde Jarboe
ilk defa solo vokal yapmaya başlar, grupta artık vokaller
kesin bir şekilde Gira ve Jarboe arasında paylaşılmaktadır. Gira tarafından grubun müzikal açıdan dönüm noktası olarak kabul edilen Children Of God, grubun en farklı
açılımlarını sergilediği albümü olur, grup hala karanlık
atmosferini korumaktadır ama müzikal açılımlar oldukça
çeşitlenmiştir, akustik gitarlar, piyanolar ve farklı tarzlara göz kırpan yapılar kullanılmıştır. Bu albümden sonra
tarz kavramlarını bir bir yıkmaya başlarlar. Jarboe’nun
vokal bazında gruba getirdiği derinlik, Gira’nın umutsuzluk, ölüm ve karanlıkla işlediği sözlerini dinleyicinin içini
karartırcasına okuduğu bas yorumuyla birleşince grup oldukça farklı bir tat yakalamıştır.
Birlikte yaptıkları yan proje ve Joy Division’un ‘Love Will
Tear Us Apart’ yorumuyla birlikte dikkatleri iyice üstüne
çeken Gira ve Jarboe, 1989’da ilk defa büyük bir firmadan albüm çıkarır: “The Burning World”. Albüm tamamen
akustik gitar bazlıdır, yer yer etnik müziklerden tatlar taşır ve o zamana kadar yayınlanan en direkt ve ulaşılabilir Swans albümü olur. Gira’nın vokalleri o zamana kadar
yaptığı en sakin vokalleridir.
Uni/MCA ile birliktelikleri bir albümlük sürer çünkü Gira
plak şirketinden yana çok rahatsızlık duymaktadır. Plak
şirketinden ayrıldıktan sonra, o zamana kadarki en estetik
ve müzikal açıdan çeşitliliğe sahip albümleri olan “Whi-
te Light From The Mouth Of Infinity”i çıkarırlar. Albüm
Hard Rock’tan akustik müziğe kadar geniş bir perspektife
yayılmış etkileşimler taşır. Albüm, grubun yayınladığı en
kompleks albüm olarak kabul edilir. Albümü takip eden
“Love Of Live”, öncülündeki deneyselliği devam ettirir.
Grup artık Post-Rock ve Art Rock gibi türlerden de tatlar
taşır hale gelmiştir. Takvim 1995’i gösterdiğinde grup en
direkt albümü olan “The Great Annihilator”u yayınlar. Albümdeki şarkıları belli tarzlara koymak çok zordur, belli
bir bütünlükle bağlı kalmadan, birçok tarzdan etkiler taşıyan bir albüm yaparak bu konuda belki de zirvesine yakınlaşmıştır Swans... Öyle ki çok geçmeden Michael Gira,
grubu bir final albümüyle bitirmeye karar verir. “Olmayan
bir filmin müziği” mantığıyla adlandırılan “Soundtracks
For The Blind”, iki CD olarak 1997’de piyasaya sürülür.
Grubun müziğindeki ilerleme devam etmektedir, bu sefer
minimalist ve ambiyans tarzlarından etkiler alınmıştır.
80’lerin sonundan beri sürdürdükleri tarzları yıkarak albüm yapma tavırları artık zirvesine ulaşmıştır. Swans, deneysel Rock müziğin tahtına sahip en önemli isimlerden
birisi olmuştur. 1995-1997 arası turnelerinin canlı kayıtlarını dinleyicilerine “Swans Are Dead” adıyla sunduktan
sonra müzik sahnesinden çekilirler.
Michael Gira şu an kendi kurduğu Young God Records’u
işletmekte ve bir yandan da Swans sonrası kurduğu Angels
Of Light ile yoluna devam etmekte. Jarboe ise solo çalışmalarına devam ediyor. En son Mayhem’den Atilla Csihar
ve Pantera/Down vokali Phil Anselmo’nun da bulunduğu
“Mahakali” adlı solo albümünü dinleyenlerine sundu.
Hiçbir zaman ana akıma oynamayan Gira ve Jarboe,
Swans’ı çoğu zaman arka planda kalmış ve adlarını
çok duyurmamış bir grup olarak devam ettirmiş olsalar
da, grup hala sadık bir hayran kitlesine sahip ve Aaron
Stainthorpe’dan Kurt Cobain’e kadar birçok kişiye ilham
kaynağı olmuş bir grup statüsünde tarihe geçmiş bulunmakta... Belli bir tarza sınırlı kalmadan, ana akıma oynamadan, sadece istedikleri müziği yaparak on beş senelik
bir kariyer yapmak kolay değildir. Ama Swans bunu başarmıştır.
Albüme gelen tepkiler nasıl? Olumlu ve olumsuz anlamda
neler duyuyorsunuz?
CEM: Tepkiler genelde olumlu yönde. En çok duyduğumuz,
bu tarzda, hatta biraz daha sertleştirerek devam etmemiz konusundaki ısrarlar. Olumsuz olarak ise, Metallica ve Judas Priest’e neler deniyorsa bize de onlar
deniyor işte… O şöyle çalmış, bu böyle yapmış… Olumsuz
eleştiri olmadan zaten müzik olmaz.
İSMAİL: Her iki tepki de geliyor doğal olarak. Ama
daha çok olumlu yönde. Bire beş oranında. Olumsuz
eleştirilerin çoğu müzisyen arkadaşlardan geliyor. Detaylara takılıyorlar. Biz virtüöz olmak için uğraşmıyoruz ki,
bir şeyleri paylaşmak önemli olan. Tabii bu eleştirilerin
özünde “bak ben biliyorum olayı” da yok değil. Biz daha
çok gelen eleştirilerden yapıcı olanları dikkate alıyoruz.
Bazı eleştirilerden şüphelendik hatta içimizden birisi mi
yazdı diye.
TUFAN: Bu piyasa şartlarında bu tarz bir albüm çıkartan
ender gruplardan biri olduğumuzu belirten yorumları çok
aldık. Bu enderlikten dolayı her türün dinleyicisi eleştiri
yapma durumuna geldi, bazıları “daha sert yapın”,
bazıları “İngilizce yapın”, bazıları da “daha sakin yapın”
dedi.
KIVANÇ: Eleştiriler genelde olumlu. Öne çıkan yorum, günümüzde bir çok grubun ya da yapımcının göze
alamadığı bir müzik soundunu cesaret edip ortaya
koymamız. Olumsuz pek eleştiri yok ancak daha sert ya
da İngilizce hard rock icra etmemiz yönünde eleştirileri
dikkate alıyoruz.
Albüm çıktıktan sonra size ne gibi artılar sağladı?
C: Albüm sayesinde şarkılarımız korsan mp3 sitelerine
girdi ve daha çok dinleyiciye ulaştı. (Evet bu bence de
tartışmaya açık bir yanıt /Ed)
İ: Paylaşım arttı tabii. Bara ve kendi stüdyomuza tıkılmış
olan grubumuz büyük kitlelerce dinlenmeye başladı.
T: Elinizde albüm olunca, bir de kliple desteklenince daha
üst seviye organizasyonlarda yer bulma şansınız artıyor.
Scorpions’ın alt grubu olma şansını böyle yakaladık.
K: Tanınmamıza yardımcı oldu, ayrıca dinleyici yorumları
ikinci albüm için yolumuzu belirlemede yardımcı oldu.
Konserleriniz nasıl gidiyor? Yakın zamanlarda sizi
nerelerde izleyebiliriz?
C: Tarihler açıklanacak, gelişmeler www.elementrock.
net üzerinden ilan edilir.
Müziğinizi tanımlar mısınız? Element, kendini Türkiye’de
icra edilen müziğin neresinde görüyor?
C: Kulağa hoş gelip de sinirlerimi zıplatmadan
ELEMENT
2004 yılında kurulan topluluk, ilk albümü "Cehennem"i geçtiğimiz yıl
yayınladı. Scorpions İstanbul konserini izleyen okurlarımızın Scorpions’ın
ön grubu olarak hatırlayacakları toplulukla sizler için söyleştik.
CİHAN TEKİN
dinleyebildiğim her şeye müzik diyorum. Element olarak
Türkiye’de sınırlı ama kemik kitlesi olan bir müziği yapmaya çalışıyoruz.
İ: Türkçe hard’n’heavy… İcra edilen müziklerde sertlik bakımından incelersek üstün altı. O neresi derseniz
Pentagram’ın bir alt dozu diyebiliriz.
T: Element’in müziği genel anlamda 80-90 dönemi
hard’n’heavy ve 90-2000 dönemi Power Metal reçetelerini kendine rehber almakta. Bu durum bizi popüler
Türk rock grupları ile underground heavy metal grupları
arasında bir yere koyuyor. Genel anlamda melodik, enerjik ve enstrüman hakimiyetine dikkat eden bir tarz
oluşturmaya çalışıyoruz.
K: Bizim müziğimizin tadı Türkiye’de yapılan bir çok
müziğin aksine daha çok enstrümanlarda saklı. Dinlerken
dinleyiciye bir şekilde tempo tutturan, enerji veren, yeri
geldiğinde ise düşündüren armoniler içeriyor. 80lerin
hard’n’heavy’sine yakın.
Dinleyici kitleniz ile bütünlüğünüzü nasıl sağlıyorsunuz?
Web sitenizde çok samimisiniz. Hatta çekeceğiniz klipleri bile onların oyladığı anketlerle belirliyorsunuz.
Bunun zorlukları olmuyor mu? Malum, herkesin görmek
istediği "Element" kendine göre farklı olmalı...
C: Samimiyet içten gelen bir şeydir. Kimseden saklayacak
bir tarafımız yok. Demokratik bir oylama yaptık, seyirci
de klipleri belirledi. Zor bir taraf yoktu yani. Herkes
görmek istediği Element’i görsün bence mahsuru yok…
İ: Demokrasiyi kullandık. Ama önemli olan dinleyici
ile arada perde koymamak. İnsanlar kendilerinden bir
şey buluyor ki dinliyorlar bizi. Önemli olan bu samimi
paylaşım.
T: İzleyicinin grubun müziğine bakışı hakkında genel bir
bilgi sahibi olmak faydalı. Sonuçta zevk almadığımız bir
şey yapmayız ama ince ayar için bu interaktif ilişki devam etmeli.
K: Müziği sadece kendimizi tatmin etmek için yapmıyoruz,
aynı zamanda alternatife çok kaymış olan rock camiasına
farklı bir müzik sunuyoruz, onların fikirleri bizim için
oldukça önemli. Samimi ve demokratik olarak dinleyiciyi
daha iyi anlayabiliyoruz. Bundan onlar da gayet mutlu.
Türkiye’deki müzik sektörü ve medya hakkında neler
düşünüyorsunuz?
C: Bir pop bataklığına saplanmış gidiyorlar işte.
İ: Ne diyeyim ki. Çıkarlarına göre takılıyorlar. Belli müzik
türlerini pohpohluyorlar, posası çıkınca da başka türlere
yöneliyorlar. Yakında bir çok posası çıkmış alternatif gruplar görebiliriz. Popçuları saymıyorum zaten.
T: Pop istilası olduğu yıllar baya örseledi bizi. Allah’tan
adına rock denen biraz ekşitilmiş pop yapılmaya başlandı
da rahatladık.
K: Türkiye’de müzik sektörü sanatı değil ticareti destekliyor, bu çok net. O yüzden sabit fikirliler. Bu tutar, bu
tutmaz… O kadar. Sanatı desteklemeyi risk olarak görüyorlar. Türkiye’de icra edilen müziğin dış-dışa düşeniyiz,
bu bizi sektör adına endişelendiriyor. Eğer bir gün
yapımcıların ve medyanın tahminlerinin aksine başarılı
olup satış yakalarsak sektörün dengesi bozulabilir.
Albüm kaydı Öztop stüdyosunda Serdar ÖZTOP ile yapıldı.
Öztop ülkemiz rock'ı için dişli bir üstat. Onunla yolunuz
nerede ve nasıl kesişti?
C: Stüdyo aşamasında gerçekten bize çok yardımcı oldu,
tekrar teşekkürler Serdar.
İ: Tufan ile ben, Export grubu ile 1992 yılında yaptığımız
albüm çalışmasında Serdar ile çalışmıştık. Tufan ile
Serdar’ın arkadaşlığı daha da eskiye dayanıyor. Detaylar
Tufan’da.
T: Serdar benim ortaokuldan sınıf arkadaşım, 90’ların
başından beri hangi grupla kayıt işimiz olsa ona giderim.
Müziğinizi icra ederken etkilendiğiniz isimler var mı?
C: Iron Maiden, Black Sabbath, Deep Purple, Rainbow…
İ: Çok değişken müzik türleri ve grupları dinliyorum ancak genelde power metal grupları (Kamelot, Savatage
gibi)
T: Genel olarak 80’ler hard’n’heavy diyebilirim.
K: 80’ler hard rock ve 90 sonrası power metal.
Aynı sahneyi paylaşmak istediğiniz, "hayallerinizin grubu" desem? Eğer varsa tek bir isim!
C: Iron Maiden.
İ: Kamelot, Iron Maiden, Black Sabbath ve Scorpions.
T: Black Sabbath.
K: Stratovarius.
Sahnede olmak… Element için “orada olmanın” kelimelerle dışa vurumu nasıldır?
C: Orası hep olmak istediğim yer. Sürekli
sahnede olsam sıkılmam asla. Herkesin
gözünün üstünde olduğunu bilmek ve
onlara hükmetmek mükemmel bir duygu…
İ: O duygu anlatılmaz yaşanır. Mükemmel ötesi de diyebiliriz.
T: Bu işi yapma sebebim.
K: Özgürlük ve enerji paylaşımı…
Albüm ve konserler harici projeleriniz
var mı?
C:
İkinci
albümü
hazırlamakla
uğraşıyoruz. 2009 baharında çıkması
planlanıyor.
T: İkinci albümü demo aşamasında
hazırlıyoruz, Şubat 2009 gibi kayıtlara başlamak niyetindeyiz.
Grup elemanları arasında müzik harici hobileri olan
var mı? Toplanıp müzik yapmak harici bir gününüz nasıl
geçer?
C: Bu sıralar çalışmadığım için günlerimin çoğu evde yeni
albüm için temalar aramakla geçiyor. Spor tutkunuyum diyebilirim, her türlü sportif etkinliği izlemeye
çalışıyorum. Bir de deneysel yemek çalışmalarım söz
konusu bu sıralar.
İ: Deneyi neyse ki bizim üzerimizde yapmıyorsun Cem.
Hobilerim kitap okumak (felsefe, tarih ve spritüel
ağılıklı) ve BJK maçlarının takibi. Bu sene kombineler
boşa gitmez inşallah.
T: Müzik harici hobi olarak hardcore
gamer olarak anılabilirim.
K: Bu aralar iş dışı vakit yaratamasam
da genelde su ve kış sporlarıyla ilgileniyorum. Ayrıca graphic adventure ve survival horror kitap ve oyunları hoşuma
gider.
En çok zıtlığa düştüğünüz konu ne?
C, İ, T: Taraftarı olduğumuz spor kulüpleri herhalde.
Çok teşekkür ediyoruz. Dinleyenlerinize
ve Siyah Beyaz okurlarına söylemek
istediğiniz son bir şeyler vardır belki...
C: Sarıııı, Laciveeeerrtt…
İ: Derginin adı mükemmel. Element’in genel sloganını
kullanayım, “Sert Kalın!”
T: Erkek adam renkli takım tutmaz. (Bu noktada
dergimizin isminin futbol ile uzaktan yakından ilgisi
olmadığını belirteyim ki sorun olmasın /Ed)
K: Rock'n’roll forever…
GAMZE YILMAZ
Gamze: Selamlar. Türk metal sahnesinin öncü gruplarından
birisiniz. Forumlarda çok dikkatimi çekiyor. En sağlam metal grubu denilince herkesin listesinde kocaman bir Almora
yazısı mevcut. Yeni albüm çıktı, konserler devam etmekte.
Memnun musunuz gidişattan?
Soner: Selamlar. Övgülerin ve verdiğin değer için çok
teşekkürler. Evet, her şey çok güzel gidiyor gerçekten de.
“Kıyamet Senfonisi” de diğer Almora albümleri gibi yoğun
bir ilgi ile karşılaştı. Bu albümün Türkçe sözlere sahip ilk
Gotik albüm niteliği taşıması hem basın, hem de dinleyiciler tarafından çok özel bir yere konulmasına yol açtı.
Bunun dışında konserler de çok güzel geçiyor, geçen ay
içinde Eskişehir ve İstanbul’daydık. Her iki konserde de
muhteşem atmosferlerde çaldık.
G: Piyasada bu kadar anlaşılması zor ya da arz-talep kaygısı
güdülerek yazılmış şarkı sözü varken, siz kendi içinizden
geldiği gibi yaptınız bu işi. Hiç “beğenilmeme” kaygınız
oldu mu?
S: Hayır olmadı. Benim tek kaygım müziğimde anlatmak
istediğim şeyleri yeterince iyi anlatabilme kaygısıdır. Şarkı
yazarken bunun dışında bir şeyle ilgilenmiyorum zaten.
G: Bu şarkı sözleri ve bestelerin ne kadar zamanlık bir
geçmişi var? Ne kadar zamanda toparlandı bu albüm?
S: Bu albümü yaklaşık iki yıllık bir süre içinde hazırladım.
G: Yapım şirketleriyle ilişkileriniz ne durumda? Albümleri
yaparken yeterince özgür olabiliyor musunuz?
S: Yapım şirketleri ile bir sorunum olmadı bugüne kadar. Almora’nın büyük bir kitlesi olması dolayısı ile ilgi
bakımından da bir sıkıntı yaşamadım. Örneğin son albüm
çok uzun bir zaman D&R en çok satanlar listesinde kaldı,
hatta bir numaraya kadar çıktı. Özgürlük meselesine gelince, o konuda da bir sıkıntım olması mümkün değil,
çünkü bu benim müziğim ve kimseyi müziğime karıştırmam
zaten.
G: Size müzik yapma ilhamını veren gruplar hangileri?
Genel olarak dinlediğiniz, beğendiğiniz gruplar kimler?
S: Aslında rock ve metal grupları olarak herkesin
dinlediğinden farklı şeyler dinlemiyorum. Iron Maiden,
Motörhead, Running Wild, Pink Floyd, Rainbow vb. Ancak
bunun yanında çok farklı tarzları ve bestecileri de dinliyorum tabii ki. Barok müzikten folk’a, caz’dan blues’a kadar
birçok tarzı içine alıyor bu tanım.
G: Yurt içi veya yurtdışında herhangi kesinleşmiş bir
organizasyon mevcut mu?
S: 20 Aralık’ta Bursa’da da bir konser olacak. Onun
akabinde İstanbul’da Ocak ayı başında bir akustik performans görünüyor.
G: Türkiye’deki konser organizasyonlarını nasıl buluyorsunuz? Ne gibi eksiklikler var ve neler yapılmalı?
S: Bu işi hakkı ile yapanların yanı sıra tamamen bilgisizce yapanlar da var ve bunlar diğerlerinin iyi niyetli
çabalarını da boşa çıkarıyorlar. Bu nedenle Almora’nın
yer alacağı organizasyonları titizlikle seçiyorum. Ben
bir organizatör olmadığım için bu konuda pek ahkâm
kesebilecek biri değilim ama söylediğim tipteki özensiz organizatörleri gördükçe hep aklıma çok sevdiğim
dostum Erdem’in (Çapar) bir lafı geliyor: “Organizasyon yapmak, afiş yapmak demek değildir!”
G: Türkiye’de şu an sizin izinizde yürüyen gruplar var.
Takipçilerinize verebileceğiniz tavsiyeler var mı?
S: Verebileceğim tek tavsiye, çabalarını özgün ve farklı
bir müzik yaratma yolunda harcamaları ve inandıkları
müzikte ısrar etmeleri olabilir sadece.
G: Peki genel olarak Türkiye piyasası hakkında neler
söylemek istersiniz?
S: Zamanla daha iyi işler ve daha başarılı isimler
göreceğiz bence. Ama şöyle bir negatif bir eleştirim
de var bugün için: İyi sound yapmanın her şeyi
hallettiğini düşünen arkadaşlar var, iyi sound yapmak
güzel tabii ama kaliteli ve özgün bir müzik de üretmeleri gerekiyor.
G: Dinleyicileriniz günlük yaşamınızı da merak ediyorlar, müzik dışında nasıl gidiyor hayat?
S: Hayat güzel gidiyor bu aralar. Ben müzik dışında
bilgi teknolojileri yöneticisi olarak çalışıyorum. İş ve
müzik dışındaki tüm zamanımı ise aileme ayırıyorum.
G: Sanal dünya ile aranız nasıl? Takip ettiğiniz
webzine’ler var mı?
S: Çok fazla vakit ayıramıyorum açıkçası. Ancak bundan bir süre önce www.rockdream.net isimli portaldan
bir yazarlık teklifi gelmişti bana. Müzik adına değerli
çabaları var ve bu nedenle ricalarını kıramadım, aylık
yazılar yazıyorum oraya.
G: Son söz sizin… Eklemek istedikleriniz, bizlerle
paylaşmak istedikleriniz varsa alalım :)
S: Çok teşekkürler, bu büyük sevginin karşısında bana
söyleyecek pek bir şey kalmıyor :)
ATİLLA ÇELİK
“Denizin derinliklerinde gizemli yaşamlar, renkli dünyalar;
Doğa Ana kanunlarının kendisini her alanda gösterdiği tılsımlar;
Yeryüzünde yaşayanların içine girmedikleri sürece anlayamayacakları bir dünya
Ve derinlerin kralı Büyük Beyaz!”
Dünyanın bir çok yerinde değişik yaşamlar var. Bazıları
gözlerimizin önünde cereyan etmekte, bazıları da gizli
kapaklı gözlerimizden ırak gerçekleşmektedir. Bazen sorular sorulur bizlere genel kültür babında, “dünyanın en derin deniz diplerinde yaşam var mıdır” diye. Kimisi basit
düzlemde düşünerek, “o kadar dipte oksijen ne arar?”
deyip “tabii ki yoktur” cevabını verebilmektedir.
Gelelim bir de kendi yaşamımıza ve çevremizde
yaşananlara. Her şey var: Sevinç, hüzün, mutluluk,
karamsarlık, asabiyet, stres, keder, eğlence... Tüm bu
duyguların gerçekleşme nedeni bellidir. Bir şeyler yaşarız
ve bunlar bize demin sıraladığımız hisler olarak geri döner. Kimi insanlara en büyük maddi değerleri verseniz bile
asla mutlu ve tatminkar olamayabilir. Kimileri de Polyanna hesabı ufacık şeylerle keyfini ve yolunu bulur, hayatın
tadını çıkarır. Bir anlık mutsuzluğa bürünse dahi bazı şeyler
vardır. Basit ve sıradan gibi görünür diğer insanlara. Ama
görünen öyle değildir halbuki! Yapılması gereken sadece
kulak kabartmaktır.
Sahi ya!!! Denizin en dibinde hayat var mıdır sizce? Her
neyse! Bu ne kadar önemli ki? Denizlerin, kara parçaları
üzerinde yaşananlar gibi çok renkli yaşamlara sahip
olduğunu biliyoruz. Belki daha renkli ve etkileyici olduğunu
bile söyleyebiliriz; bir müzik, bir nota, melodiler ya da bir
köpek balığı gibi!!!
Derin bir müzik düşünün. Dinlediğinizde denizin diplerinde yaşadığınızı farz edin ve kendinizi denizin kralı olmuş
“Büyük Beyaz” köpekbalığı gibi hissedin. Mutsuzsanız
mutluluğu ve neşeyi bulun. Kendinizi birden çok güçlü
hissetmeye başlayacaksınız. Çevresine korku veren Büyük
Beyaz gibi. Great White gibi...
Müzik dünyasının en yetenekli, coşkulu, usta gruplarından
biri olan Great White, Hard Rock arenasında kendisini dünyaya kabul ettirmesinin yanında, müziğinin ötesine giden
bir yöne sahip. Çok ama çok erdemli bir yöne. Ve onların
yaptığı müzik, erdemleri nedeniyle okyanusların en diplerinde bile yaşar.
“BÜYÜK BEYAZ” KÖPEKBALIĞI GİTARI ELİNE ALIRSA!
Grubun vokalisti Jack Russell ve gitaristi Mark Kendall,
1978 yılından beri birlikte çalıyorlardı. Russell ve Kendall
aynı yıl ekibi oluşturmuş, günümüze kadar birlikte çalan,
birbirinden ayrılmayan iki dost olmuşlardı. İkisi haricinde
bir çok eleman girip çıkmıştı. 1980’li yılların Glam Rock
tarzına tezat olarak, Blues temelli bir sound benimseyen
Great White, o zamandan beri hafızalara kazınan şarkılar
üretmeye devam ediyor. 1982 yılında çıkardıkları ilk eserleri “Out of the Nigth”ın (EP) 20.000 kopya satması, EMI ile
sözleşme imzalamalarına ve ilk albümleri “Great White”ı
1984 yılında çıkarmalarına yetmişti.
Güney California’lı grup ilk olarak 1984 yılında blues
– rock grubu olarak dikkatleri çekti. Ama başlangıçta
onlara Hair grubu gözüyle bakılmıştı. Russell böyle bir
tanımlandırmaya katılmamıştı. Kabul edilebilir bir şöhrete
ulaştılar ve tüm albümleri dünya çapında 6 milyonun
üzerinde sattı. “Once Bitten, Twice Shy” parçasıyla “En
İyi Hard Rock Performansı” dalında Grammy ödülünü
kazandılar ve o parçanın bulunduğu Twice Shy albümü iki
platin plak kazandı.
Kendilerine tarihlerinin en iyi turu sorulduğunda 80’lerdeki
Whitesnake ve Tesla ile verdikleri konseri işaret ediyorlar.
Monster of Rock konserinde 60.000 kişiye konser verdiklerini hatırlıyorlar ve bu onların en kalabalık konseriydi.
Russell en favori albüm olarak “Can’t Get There From
Here”ı (CGTFH) gösteriyor. “Hooked” ile “Sail Away”
albümlerinin çok iyi parçalara sahip olmasına rağmen
prodüksiyon açısından kendisini memnun etmediğini kabul
ediyor.
Blues temelli olup, güçlü bir ruhu ve yapıyı temsil eden
“Rock Me”, “Save Your Love” ve “Face The Day” gibi
harika hitlerin yanında, CGTFH albümüyle yeryüzüne
başka hitleri de sokmayı başarmışlardır. Bu konuda vokalist Jack Russell’ın bakış açısı farklıdır. Grup güçlü çentikler atmıştı kulvarında ve bunu “Great White, sadece
daha büyük ve daha iyi olan bir gruptur” sözüyle açıklığa
kavuşturuyordu.
Vokalist Russell, Don Dokken gibi uzun zamandır arkadaşı
olduğu kişilerin desteğini de alarak geçmişteki hayatının
izlerini sözlere monte etmeyi iyi başarmıştır. Geçmişteki
eğlenceli hayatını “Rollin’ Stoned” ve düşkünlüğün daha
da ötesine giden adrenalin dolu uzun şiirini “Gone to the
Dünyanın bir çok yerinde değişik yaşamlar var. Bazıları
gözlerimizin önünde cereyan etmekte, bazıları da gizli
kapaklı gözlerimizden ırak gerçekleşmektedir. Bazen
sorular sorulur bizlere genel kültür babında, “dünyanın
en derin deniz diplerinde yaşam var mıdır” diye. Kimisi
basit düzlemde düşünerek, “o kadar dipte oksijen ne
arar?” deyip “tabii ki yoktur” cevabını verebilmektedir.
Gelelim bir de kendi yaşamımıza ve çevremizde
yaşananlara. Her şey var: Sevinç, hüzün, mutluluk,
karamsarlık, asabiyet, stres, keder, eğlence... Tüm bu
duyguların gerçekleşme nedeni bellidir. Bir şeyler yaşarız
ve bunlar bize demin sıraladığımız hisler olarak geri
döner. Kimi insanlara en büyük maddi değerleri verseniz
bile asla mutlu ve tatminkar olamayabilir. Kimileri de
Polyanna hesabı ufacık şeylerle keyfini ve yolunu bulur,
hayatın tadını çıkarır. Bir anlık mutsuzluğa bürünse dahi
bazı şeyler vardır. Basit ve sıradan gibi görünür diğer
insanlara. Ama görünen öyle değildir halbuki! Yapılması
gereken sadece kulak kabartmaktır.
Sahi ya!!! Denizin en dibinde hayat var mıdır sizce?
Her neyse! Bu ne kadar önemli ki? Denizlerin, kara
parçaları üzerinde yaşananlar gibi çok renkli yaşamlara
sahip olduğunu biliyoruz. Belki daha renkli ve etkileyici
olduğunu bile söyleyebiliriz; bir müzik, bir nota, melodiler ya da bir köpek balığı gibi!!!
Derin bir müzik düşünün. Dinlediğinizde denizin diplerinde yaşadığınızı farz edin ve kendinizi denizin
kralı olmuş “Büyük Beyaz” köpekbalığı gibi hissedin.
Mutsuzsanız mutluluğu ve neşeyi bulun. Kendinizi birden
çok güçlü hissetmeye başlayacaksınız. Çevresine korku
veren Büyük Beyaz gibi. Great White gibi...
Müzik dünyasının en yetenekli, coşkulu, usta gruplarından
biri olan Great White, Hard Rock arenasında kendisini
dünyaya kabul ettirmesinin yanında, müziğinin ötesine
giden bir yöne sahip. Çok ama çok erdemli bir yöne. Ve
onların yaptığı müzik, erdemleri nedeniyle okyanusların
en diplerinde bile yaşar.
“BÜYÜK BEYAZ” KÖPEKBALIĞI GİTARI ELİNE ALIRSA!
Grubun vokalisti Jack Russell ve gitaristi Mark Kendall,
1978 yılından beri birlikte çalıyorlardı. Russell ve Kendall aynı yıl ekibi oluşturmuş, günümüze kadar birlikte
çalan, birbirinden ayrılmayan iki dost olmuşlardı. İkisi
haricinde bir çok eleman girip çıkmıştı. 1980’li yılların
Glam Rock tarzına tezat olarak, Blues temelli bir sound
benimseyen Great White, o zamandan beri hafızalara
kazınan şarkılar üretmeye devam ediyor. 1982 yılında
çıkardıkları ilk eserleri “Out of the Nigth”ın (EP) 20.000
kopya satması, EMI ile sözleşme imzalamalarına ve ilk
albümleri “Great White”ı 1984 yılında çıkarmalarına
yetmişti.
Güney California’lı grup ilk olarak 1984 yılında blues
– rock grubu olarak dikkatleri çekti. Ama başlangıçta
onlara Hair grubu gözüyle bakılmıştı. Russell böyle
bir tanımlandırmaya katılmamıştı. Kabul edilebilir bir
şöhrete ulaştılar ve tüm albümleri dünya çapında 6 milyonun üzerinde sattı. “Once Bitten, Twice Shy” parçasıyla
“En İyi Hard Rock Performansı” dalında Grammy ödülünü
kazandılar ve o parçanın bulunduğu Twice Shy albümü
iki platin plak kazandı.
Kendilerine tarihlerinin en iyi turu sorulduğunda
80’lerdeki Whitesnake ve Tesla ile verdikleri konseri
işaret ediyorlar. Monster of Rock konserinde 60.000
kişiye konser verdiklerini hatırlıyorlar ve bu onların
en kalabalık konseriydi. Russell en favori albüm olarak “Can’t Get There From Here”ı (CGTFH) gösteriyor.
“Hooked” ile “Sail Away” albümlerinin çok iyi parçalara
sahip olmasına rağmen prodüksiyon açısından kendisini
memnun etmediğini kabul ediyor.
Blues temelli olup, güçlü bir ruhu ve yapıyı temsil eden
“Rock Me”, “Save Your Love” ve “Face The Day” gibi
harika hitlerin yanında, CGTFH albümüyle yeryüzüne
başka hitleri de sokmayı başarmışlardır. Bu konuda vokalist Jack Russell’ın bakış açısı farklıdır. Grup güçlü çentikler atmıştı kulvarında ve bunu “Great White, sadece
daha büyük ve daha iyi olan bir gruptur” sözüyle açıklığa
kavuşturuyordu.
Vokalist Russell, Don Dokken gibi uzun zamandır arkadaşı
olduğu kişilerin desteğini de alarak geçmişteki hayatının
izlerini sözlere monte etmeyi iyi başarmıştır. Geçmişteki
eğlenceli hayatını “Rollin’ Stoned” ve düşkünlüğün daha
da ötesine giden adrenalin dolu uzun şiirini “Gone to the
Dogs” parçasıyla yansıtmaktan çekinmemiştir. Aslında
Russell’ın yapmak istediği şey; geçmişteki hayatından
ve tecrübelerinden yola çıkarak, hem iyiliğin hem de
kötülüğün keşfedilmesini sağlamaktır. “Saint Lorraine”,
“Ain’t No Shame”, “Sister Mary” ile iyi ilişkilerinden
yola çıkmışken, “Loveless Age” parçasıyla kötü ilişkiden
bir örneği gözler önüne sermiştir. Ama CGTFH albümü
daha geniş sosyal yorumları beraberinde getirmiştir:
Dinlerin çarpık iki yüzlülüğünden “Wooden Jesus” ve evsiz insanların dokunaklı halinden “Hey Mister” şarkıları
ile bahsetmeleri, ellerine aldıkları sosyal sorumluluğun
bir parçası gibiydi.
Bu bakış açıları, bir şarkının konuları ama Russell
bu gerçeklikleri kavramayı, korumayı es geçmez ve
mütevazılığını konuşturur: “Şarkı yazarlığında, daha
önce kimsenin duymadığı şeyler hakkında yenilikçi liriklere imza atmak gibi bir denemeye girmedim.” Bunun
nedenini ise şöyle açıklar: “Bazen yazdığım liriklerde
insanların nereye gittiğini anlayabilmeleri için lirik
yazımında modern olmayı denediğimi düşünüyorum.
Aslında kendi yolumuzdaki aynı hikayeleri kendimize anlatabilmek çok önemli. Bu şarkılar, hayatımın merkezinde
yaşadığım şeyleri bana hatırlatan, her zaman anılmaya
değer olan basit ve temel şeyleri aktaran şarkılardır.”
KARANLIK VE TRAJEDİNİN ERDEME DÖNÜŞMESİ
Bazı grupların trajik ve karanlık bir öyküsü vardır. O gruplardan biri de Great White. Söz konusu olay, CNN’de
bile önemli yankı uyandırmıştı.
20 Şubat 2003 gecesi başladı her şey. Rhode Island’da
konser veren grup, konser alanında çıkan yangın
sonrasında cehennemin ortasında kaldı. 300 kişi kapasiteli kulüp, haddinden fazla seyirci almıştı ve yangın
çıkınca herkes tek bir kapıya yöneldiği için sonuçları çok
korkunç olmuştu. 96 kişi yanarak ölmüştü. Bazı bedenler çok feci yandığından ancak DNA testi ile kimlikleri
saptanabilmişti. 187 insan yaralanmıştı.
Bu olay Great White tarihinin en karanlık ve elîm gecesidir. Sadece hayranlarını kaybetmemişler, kendileriyle 3
yıldır beraber olan ve yeteneğiyle göz kamaştıran genç
gitaristleri Ty Longley’i de kaybetmişlerdir. Seyircilere
yardımcı olmak isteyen Longley alevler içinde kalmıştır.
Ayrıca Longley’in bir kız arkadaşı vardı ve daha yeni
bebeğe sahip olmuşlardı. Grubun gitaristi Mark Kendall’ın
eşi ve Longley’in kız arkadaşı sürekli irtibat halindeler.
Kendall ile Russell, bebeğe mali yönden yardımcı olmak
için Los Angeles’da birkaç akustik şov gerçekleştirmiş ve
10.000 dolar toplamışlardır. Kıssadan hisse, grup üyeleri ölen arkadaşlarının sevgilisine ve çocuğuna ebeveyn
olmuşlardır.
“Evimiz” diyor oradan birasını yudumlayan
arkadaş. “Burası evimiz…”
Beyoğlu’nun binlerce barından biri Dorock. Ondan çok daha konforlu olanlar var. Çok daha iyi
hizmet verenler belki de. Ama hiç bir mekanın
Dorock kadar sadık müşterisi yok. Çünkü biz bir
kültürü temsil ediyoruz. Burası da bizim evimiz.
İmam Adnan Sokak’ta düzayak bir girişi var
Dorock’ın. Sabah 11 gibi izlemeye başlıyoruz.
Çalışanları sakin sakin bahçeyi düzenlemeye
başlıyorlar. Akşama hazırlık var. Yan taraftaki büfeden sosisli sandviç kokuları gelmeye
başlamış bile. Müzik yine yükseliyor içeriden.
Dorock kendine çalıyor. Burası yaşıyor.
Akşam ilerleyen saatlerde insanlar kalabalıktan
sokaktan geçemiyor. Dorock artık sokakta. Bahçe,
içerisi bizlerle dolmuş. Şöyle bir karşıya geçerseniz her şeyden sıyrılıp kapıya doğru bakın. O zaman ruhu göreceksiniz. Dedik ya, Dorock yaşıyor.
Sevildiğini hissedip gülümsüyor ve herkesi tek
tek inceliyor. Yok, henüz kafam güzel değil. Benim yaptığım gibi yapın, parmaklarınızın ucunda
yükselip Dorock’ı izleyin. Onu göreceksiniz :)
Yoldan geçen insanlar içeriye doğru bakmaktan
kendilerini alamıyorlar. Çünkü izdiham var. Cumartesi Murder King gecesi. Kaçmaz!
İlk misafirlerini öğlen saatlerinde ağırlamaya
başlıyor. Herkes birbirini tanıyor ne de olsa. Bu
mekana gelmek için insanlar önceden sözleşmiyor.
Mutlaka bizden birileri var. Mutlaka siz ordasınız.
Bahçe yavaş yavaş uyanıyor.
Onur motoru ile yanaşıyor dört yıldır yaptığı gibi.
İçeriye geçip başlıyor davulunun zillerini kurmaya. Sonrasında Özhan’ı görüyoruz. Çakırkeyif
başlıyor herkesle konuşmaya. Fırat da geldi. Hızlı
hızlı sahneye geçiyor. Önce bir etrafa bakıyor
ve başlıyor hazırlanmaya. Özgür de gözüktü,
kadro tamam. Murder sahnede. Özgür’ün saçları
havalanıyor. Müzik başlıyor!
Akşamüstü midyeci mekanın önündeki yerini
alıyor. Mekan kalabalıklaşmaya başlıyor. Münir
hep buralarda bir yerde. Mekanın sahibi mi yoksa
müşteri mi anlamıyorsunuz. Herkesle sohbette,
herkes ona abi diyor. Gerek mekanla gerek bizimle ilgili her şeyi dinliyor o. Mekanın en çileli
emektarı :)
Herkes kendinden geçmiş. Müzikle beraber
saatler ilerliyor. Kadın erkek herkesin saçları
savruluyor. Tüm parçalar en sert halleriyle bir
ağızdan söyleniyor. Sahne sise gömülüyor ve
ses yükseliyor: “Nöbetçiler sahneye bira alabilii4uthirogp…” Bu cümlenin son kelimesini asla
tam olarak duyamazsınız :)
Herkes arkadaş bu mekanda. Herkes birbirine
benziyor. Kadınların hepsi siyah giyinmiş. Farklı
makyajlarıyla hemen fark ediliyorlar. Her yaştan
birileri var burada. Erkeklerin çoğunun saçı uzun,
kadınları kıskandırırcasına. Biralar yudumlanıyor,
içeriden hala müzik yükseliyor. Burası yaşıyor.
O eğlencenin içindeki sistemli çalışmayı fark
etmeniz için sıyrılmanız gerek yine ortamdan.
Servis elemanları şarkı söyleyip gülümseyerek
bira dağıttığı için anlamıyorsunuz bile görevli
olduklarını. Barın arkasında en yakın dostunuz
var zaten. Hissetmiyorsunuz barmen olduğunu.
ÇİĞDEM KOCAMAN
Münir kocaman fıçıyı kapmış getiriyor.
Müzisyenler ara vermeden çalıyor. Herkes memnun. Saat sabah 5’e gelirken sahne son buluyor.
Mekan hala çok kalabalık. Herkesin kafası güzel
ama herkes hala birbirinin en yakın dostu.
Mekanın önündeki midyeci yine rekor satışta.
Yan taraftaki büfe de öyle :) Buradan insanları
dağılırken izleyin. Artık gidin diyor Dorock
çalışanları :) Evinize gidin :) Buradan ya balıkçıya,
ya çorbacıya… Gece bitmiyor. Münir’i birisine taksi parası olmadığı için para verirken görebilirsiniz.
Müşteri velinimettir :)
Sabaha karşı tam bu saatlerde tekrar karşıya geçip
parmak ucunuzda yükselin. O gözlerin yavaşça
kapandığını göreceksiniz. Dorock yorgun. Tam o
an fark etmeden gülümseyeceksiniz.
Dorock yaşıyor…
Hala Dorock’ı görmemiş olanlar, sizce de zamanı
gelmedi mi?
ÖZGÜR ÖZKAN
MURDER KING
FATİH KANIK
Fatih KANIK: İlk soruya geçmeden önce şunu belirtmek
isterim ki bence çok hisli bir neyzensin Burak. Bize biraz
ney ile olan geçmişinden bahseder misin? Ney üflemeye
nasıl ve ne zaman başladın?
Burak MALÇOK : Küçüklüğümden beri, duyduğum bir
ses vardı. Çok içli bir sesti. Hiç bir zaman hangi enstrüman olduğunu bilemedim. Lise 2’nin yazında bir gün,
saat 1 sularında uyumak üzereyken, Mercan Dede ile bir
söyleşiye denk geldim. Ney çıkardı ve üfledi. Birden o
aradığım sesin bu ses oldugunu anladım. Meğer o enstrüman “Ney” imiş!
Mercan Dede’yi dinlemek için ilk defa babamla discoya
gittik. Ama bir de baktık ki house, trance modunda
parçalar çalınıyor. DJ kabininin tam önündeydim, millet tamamen uçmustu. Ben Mercan Dede’ye kitlendim.
Bir anda ney taksimi girdi. Göz göze geldik bir an. DJ
setinin ortasında bir cinslik yapıp adamdan imza istedim, kalem bulmak için bayağı bir zaman arandı. :) “Hep
böyle güzel kal” diye bir not yazılıydı kağıdın üstünde.
Set bitince MD’ye “Bir aydır ney üflüyorum, neyi ilk başta
sizden gördüm ve öyle başladım” dedim. O da “bir gün
inşallah seninle aynı sahneyi paylaşırız” dedi. Sevinçten
uçmuştum tabi…
Kendi albümleriyle bazı CD’ler verdi bana. Mail adreslerimizi aldık. Antalya’ya tekrar geldiğinde buluştuk ancak erkenden ayrılmam gerekiyordu. “Ben gidiyorum”
dediğimde “dur biraz, sen bu neye layıksın” diyerek bana
kendi neyini armağan etti. O gece hiç uyuyamamıştım
heyecandan.
Rahat 15 gün neyle beraber uyudum. Neyi verirken
“bir dahaki karşılaşmamızda seni canlı dinleyeceğim”
demişti.
Üçüncü kez geldiğinde kuliste Mercan Dede’nin “Nar-ı
ney” parçasını ilk kez üflemiştim. Başlayalı henüz 1 sene
olmamıştı. Çok mutlu olmuştu. 3 yıldır ney üfleyen biri
gibisin dedi bana :) Çok mutlu olmuştum.
Dördüncü buluşmamızda (Antalya’da yine) bu kez Mercan Dede olarak gelmişti. Gruptaki bütün elemanlarla
Neyzen
Burak Malçok ile
Keyifli bir Sohbet
tanıştık. Herkes çok sıcak kanlıydı ve bir gün beraber çalabilmeyi diliyorlardı.
İlk o zaman konservatuara girme düşüncesi belirdi aklımda.
ÖSS’ye 20 gün kala yine Arkın abi (Mercan Dede’nin
gerçek adı Arkın Ilıcalı’dır, ayrıca Arkın Allen adıyla da
müzisyenlik yapmaktadır/ed) Hacettepe Üniversitesi bahar şenliklerine gidecekti. “Gitmem gerek” dedim kendime ve gittim. Yine çok güzel bir konser olmuştu ve burada
Arkın abi ile uzun uzun konuştuk. Ney ile ilgili yapmam
gereken şeyleri anlattı bana.
ÖSS’de düşük bir puan aldığım halde konservatuara 3115
kişiden seçilen 45 kişiye dahil olarak girdim.
F: Mercan Dede’nin son albümündeki performansını dinledim, çok başarılı ve hisli buldum. Bize biraz bu albümdeki
performansından ve bugüne kadar yer aldığın projelerden
bahseder misin?
B: Çok teşekkür ederim Fatih. Son albümünde Arkın abi
benim de yer almamı istedi. İlk başta bunun altında
kalkamayacağım korkusu beni sarmıştı, fakat o bana yine
çok destek oldu. Onun içtenligi ve samimiyetiyle o parça
çıktı yani. Ayrıca albüm olarak bu yıl öncelikle Kanada’da
yayınlanan Tanya Evanson’un “The Memorist” albümünde
bir parçada ney üfleme şansım oldu. 3-4 ay içinde
Türkiye’de de çıkacak bu albüm. Çeşitli TV kanallarında
ve belli başlı programlarda yer alma imkanım oldu. Ayrıca
Mercan Dede ile yurt içi ve yurt dışında konserlere çıktım
ki bu benim en büyük hayallerimden biriydi.
F: Geçtigimiz yıl İstanbul’da Mevlana’nın 800. yıl etkinlikleri kapsamında “Uluslararası Neyzenler Buluşması”
gerçekleştirilmişti. Duyduğuma göre Türkiye de dahil olmak
üzere bu organizasyonda 10 ülkeden neyzenler bir araya
geldi ve aralarında sen de vardın. Bu bence çok anlamlı
bir olay. Bize biraz bu organizasyondan, çeşitli ülkelerden gelen neyzenlerin makamlarından ve hissiyatlarından
bahseder misin?
B: Benim için çok özel ve güzel bir proje idi. Okuldaki ney
hocalarımdan Ali Tüfekçi’nin beni Süleyman Erguner’e
önermesiyle bu projenın içinde yer almış oldum. Projeyi
Süleyman Erguner düzenliyordu ve Fransa, Yunanistan,
Lübnan, Suriye, İran gibi ülkeler de vardı. Bu projede
Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerin bizim çaldığımız ney
tavrından çok etkilendigini gördüm. Fakat doğu ülkelerinin kendilerine has bir ruhu olduğu belliydi. Bu konserde aslında ney camiasında çok fazla ayrım olmasının
boşluğunu hissettim. Çünkü neyin içinde her şey var.
Sadece hüzün ve dini unsurlar yok bence. İranlı neyzenin
çaldıgı kıvrak nağmeler neyin nasıl neşeli olduğunu da
gösterdi. Bir nevi ney ciddi anlamda herşeyi anlatıyor,
içinde her şey var. Çok hoş bir söz duymuştum. Sevgili
Ömer Erdoğdular hocamla (ki Ömer hocamın hala benim
üzerimde çok etkisi vardır) onun hocası olan Kutb-i Nayi
(Neyzenlerin kutbu) Niyazı Sayın’ın arasındaki anı aklıma
geldi. Ömer hoca ilk defa ney üfleyecek ve Niyazi hocanın
yanına gidiyor. Niyazi hocanın ilk sözü “oğlum hiç aşık oldun mu?” oluyor. Ömer hoca ise ilk defa büyük bir hocanın
karşısında ve pot kırmaktan çekiniyor; utangaç bir şekilde
“hayır hocam” diyor. Niyazi Hocanın çok güzel bir yanıtı
var: “Ne üfleyeceksin o zaman bunun içine?”
Anlatmak istedigim şu, ben o gün sevgiyi ve birliği hissettim. Farklı ülkelerden herkesi toplayan bir enstrüman
ve sevgi ile üflemeye çalışan herkesin oluşturdugu bir ruh
vardı, benim için çok önemli idi.
F: Ney calarken kapıldığın hissiyattan ve neyin sende
yarattığı atmosferden biraz bahseder misin?
B: Ney ile ilgili hislerimi anlatmak gerçekten çok zor ki
zaten tarif edemediğim için, bir cümle bulamadığım
için aşk deniyor. “Her konuda uçuşan kalemim aşka gelince kırıldı kaldı” diyor Mevlana. Bu onun gibi bir şey.
Ney benim için anlatamadım bir şey. Fakat ney üflerken
ben değilim aslında üfleyen. Üfleyen başka bir şey veya
üfleten var. O anda öyle bir kanal açılıyor ki, sanki zaman
duruyor. Üflemeli bir enstrüman olduğu için senden bir
parça, nefesinle icra ettiğin bir enstrüman ve tam bir birlik oluyor. Salih Bilgin’in (yine çok önemli bir neyzendir)
çok güzel bir sözü vardır: “Ney bomboş bir kamış parçası,
içinde hiçbir şey yok. Fakat hiçligin içindeki her şey ney”.
Bu çok güzel bir cümle ve beni çok etkleyen bir tanımdır.
Samimiyetimle söylüyorum, bomboş bir kamış parçası gibi
görünen enstrüman benim hayatımda en önemli kapıları
açan anahtar oldu. Güzel olan herşeye vesile oldu. En
büyük dostum, sırdaşım, arkadaşım, sevgilim, bir nevi
herşeyim oldu.
F: Burakcım hikayen gerçekten çok güzel. Bu güzel
serüvenini ve hislerini bizimle paylaştığın için çok teşekkür
ederiz.
B: Asıl ben teşekkür ederim Fatihcim. Keyifli muhabbetin
için ve ilgin için çok teşekkür ederim.
16 Mayıs 1976, İstanbul Beyoğlu doğumlu.
1995 yılına kadar çeşitli denemeler yazdı.
1995 yılında miras yolu ile fotoğrafa başladı.
2004 yılına kadar başkalarının çalışmalarından etkilenmemek adına tek başına bir şeyler
yapmaya çalıştı. 2004 yılında yaptığının yanlış
olduğunu fark ederek Fototrek’de Altan Bal,
Cenk Gençdiş, Mehmet Özşimşek, Faruk Kurt,
Özcan Yurdalan, Hakan Kırıcı, Selim Süme gibi
hayatını fotoğrafa adamış insanlardan ilk eğitimlerini aldı. 2005 yılında eğitim aldığı kurumda asistan olarak göreve başladı ve iki ay
sonra Temel ve Uygulamalı Temel Fotoğrafçılık seminerlerinde ders vermeye başladı. 2006
yılından bu yana kendi atölyesi var. Atölyesindeki malzemeleri (profesyonel olanlar hariç)
kendi yapıyor. O yüzden atölyesi için “benim
cennetim” diyor. Atölyesinin diğer adı da “Özgürlükler Ülkesi”. Ticaret Lisesi mezunu ve İşletme 2. sınıf emeklisi olarak 2008 Mayıs ayına kadar muhasebe/finans işi ilgili çalışırken,
aldığı radikal bir kararla fotoğraf dünyasında
ismini duyurmaya çalışıyor. Ağırlıklı olarak
portre, makro ve artistik nü çalışmalar yapıyor. Uzun süre Photoshop karşıtlığı yaptıktan
sonra yeni yeni Photoshop öğreniyor ve öğrenmeden önce geçirdiği günlere lanet ediyor.
Son dönemlerde festival, düğün, kurgu ve stok
fotoğraflarına da merak salan arkadaşımız en
son 11. Rock Station Open Air Festival’de görev aldı. Ankara’ya ilk gelişi soğuk kış günlerine denk geldiği için Ankara’dan nefret eden
arkadaşımız ikinci gelişinde camianın önde
gelen isimleri ve yaşadığı güzel günler sayesinde Ankara’ya tekrar gelmeye can atar duruma geldi. Aynı zamanda Art Niyet grubunun
fotoğrafçılığını yapmakta. En son yaptığı Dorock Bar çekimleri ile rock dünyasına hizmet
etmeye çalışıyor. Fotoğraflarında ruh aradığı
için adeta bir psikolog gibi çalışarak elinden
geldiğince karşısındaki insanı tanımaya çalışıp, içindeki (onun tabiri ile) şeytanı çıkarmaya çalışıyor. Aykırı düşünceleri nedeniyle normal insanların çok fazla yafta yapıştırmasını
gülerek izliyor. “Toplumun insanlara empoze
etmeye çalıştığı ve yapma dediği ne varsa yap,
yoksa aklında kalır ve düşüncesi seni kemirir”
mantığıyla hareket ediyor. Neşeli ve güleç bir
kişiliği olan Serhat Hoşgül, bekar, çocuksuz ve
İngilizce dahil hiçbir yabancı dil bilmiyor, öğrenmek de istemiyor.
Bilgeliği ve kalıpları yıkıcı felsefesiyle cümle aleme nam
salmış Ömer Hayyam. Rubailerini okuyan ve duyan her insanın
zihnindeki melek sesi ve içinden gelen samimi fısıltılar ona
aittir. Döneminin en büyük bilim adamıdır. Bu ünvana sahip
olmasının nedeni matematik, geometri, aritmetik, fizik, astroloji, felsefe, mantık vs. dallarındaki çalışmalarıdır. Bu
çalışmaları ile dünyanın sahip olduğu bilim anlayışına adeta
kuantum sıçrayışı yaşatmıştır. Matematikteki “x” bilinmeyenini
yaratan, kübik denklem çalışmalarını yaratan, Pascal üçgeni
olarak bilinen Hayyam ücgenini yaratan, Binom açılımını ilk
kullanan, dünyadaki ilk rasathaneyi kuran, dünyanın en hassas takvimi olan Celali takvimini hazırlayan ve daha bir çok
ilke adını kazıyan bu baba zat, tüm bu dehalarının yanı sıra
dünyanın en seçkin dizelerinden sayılan ve “Rubaiyat” olarak
bilinen efsanevi dörtlüklerin de babasıdır. Bu şair bilimadamının
namı, Selçuklu sultanı Melikşah da dahil olmak üzere döneminin bütün hükümdarları ve bilim otoriteleri tarafından büyük
bir itibarla anılmıştır.
İnsanı dönüştürücü etkiye sahip olan, insanın içindeki pası nazikçe ve keyifli bir şekilde söküp atan efsanevi dizelerine gelince, derin bir nefes alıp başını öne eğerek bu dünyanın ve
insanoğlunun mundarlıklarına sövmeden edemiyor insan. Çünkü
Hayyam Baba’nın her dizesinden kendimize döndüğümüzde
bu istek zihnimizde karşı konulmazcasına beliriyor. Dizelerinde genellikle insanoğlunun kardeşliği, varoluşun birliği,
keyif, evrenin özü, aşk, sevgi, samimiyet, ayrıca toplumsal
adaletsizlik, bağnazlık, cehalet, savaş, dövüş, bilumum şiddet
unsurları ve türevlerine karşı olan bakış açıları, dünyanın illüzyonu gibi çok geniş içerikli konulara değinmiştir. Bu büyük
insan, döneminin yıkmaya çalıştığı cehaletine yenik düşmüş;
ayyaş, dinsiz ve beyin yıkayıcı olarak nitelendirilmiştir. Heralde bu nitelendirme bizim dünyamıza has kötü bir gelenek
olsa gerek. Nitekim Sokrates, Ezop, Hallacı Mansur vb. isimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz aydın bilgelerin başlarına da
aynı kara etiketler yapıştırılmıştır. Hayyam Baba’nın dizeleri
bütün dinlerin gerçek özünü anlatır niteliktedir. Fakat her daim
olduğu gibi o zamanlarda da insanoğlunun cehaletiyle meydana
çıkan yozlaşma akımı, gerçekliğin üzerini kapkara bulutlarla
örtmüştür. Hayyam Baba aslında bir şarap ve eğlence düşkünü
değildir. Cünkü dizelerinden ve felsefesinden de anlaşılacağı
gibi Hayyam Baba zaten dünyada olan bağımlılıkların her
çeşidinden arınmış durumdadır ve rubailerinde de dünyaya ait
körü körüne bağımlılıklardan arınmamızı öğütler. Ancak nefsine
uymadan, yani başkalarının hakkını yemeden, hırs, bencillik,
tamahkarlık gibi insan aklına uzak sıfatların tuzağına düşmeden
özgürce bu dünyadan keyif almayı öğütler. Bu bütün dinlerin ve
çoğu felsefe akımının anlatmak istediği konudur. Yani kalıpları
yıkıp özgür irade ile yaşamak, bedenin ve zihnin ötesine
geçmek. Ömer Hayyam bu gerçekliği neredeyse bütün dizelerinde dile getirmiştir. Yaşamış olduğu dönemde ise insanlara daha
çok dikte ettirilen, dünya hayatından tamamen yüz çevirmek
ve onlar için yorumlanmış kalıplara uymaları gerektiğidir. Bu
sistem ilk günlerinde samimiyetle ortaya çıkmış olabilir ama
yozlaşmaya en açık sistemlerden biridir ki öyle de olmuştur.
Dolayısıyla Hayyam Baba bu görüşleriyle zamanının genel geçer
görüşlerine açık bir şekilde ters düşmüştür. Çoğunluğun kabul
ettiği yoz düşünceler ise Hayyam Baba’nin evrensel dizelerini
rahatça karalamıştır. Çok rahat bir şekilde karalanmasına
rağmen zamanının en güçlü isimleri tarafından görüşleri
benimsenmiş, Melikşah ve Nizamülmülk tarafından dokunulmaz ilan edilmiştir. Dizelerini ve bilimsel araştırmalarını icra
edebilmesi için sınırsız bir şekilde samimiyetle desteklenmiştir.
Hayyam Baba’nin bilimsel kariyerini ve almış olduğu bir çok
desteği önemsememesinin, şairane bir yaşam biçimini seçmesinin ana nedeni, dizelerinden de anlayabileceğimiz gibi
dünyanın beyhude olmasıdır. Dizelerinde ve felsefesinde sıkça
vurguladığı “bizim özümüz sonsuzluktur, dünya denen gezegen
ise bir kaç yıllığına konakladığımız bir yerdir. Ecel bizi ziyaret edecek ve bu içinde bulunmuş olduğumuz beden formu
yok olacaktır. Aslında bir yerden bir yere gitmiyoruz. Dünya
ve beden de sonsuzluğun içindedir. Varoluş her yeri kapsar ve
dolayısıyla biz varoluşun ta kendisiyiz.” gibi temaların yanı sıra,
anda yaşamayı, doğmamış yarına ve ölmüş düne aldırmamayı,
doğayla ve varoluşla uyum içinde akmayı öğütler. Arzu ve
korkularımızın, bağımlılıklarımızın, kendimizi beden, zihin ve
onların içeriklerinden ibaret sanmamızın, kendimizi dünya ile
özdeşleştirmemizin, bedeni ve hayallerimizi putlaştırmamızın,
potansiyelimizi kovalamamanın, hırsın, kinin, açgözlülüğün,
cimriliğin, tamahkarlığın, düşmanlığın, savaşların, sevgiden yoksun olmanın yanlış olduğunu ve bunlar bizlere hakim iken kendimizi idrak edemeyeceğimizi, cehennemin bu olduğunu, cennetin ise bunlardan arınmak olduğunu ve bütün mundarlıkların
gerçek sevgi ve samimiyet ile yok olacağını neredeyse her dizesinde anlatır. Bütün bu anlattıklarını akıl yoluyla samimi bir
şekilde düşünerek herkesin anlayabileceğini söyler. Bu akılcı
felsefesiyle, batıda kendisinden yüzyıllar sonra gerçekleşecek
olan Rönesans akımının atası niteliğindedir. Bunların yanı sıra
Hayyam Baba aşk ve nefretin, gece ve gündüzün, doğum ve
ölümün, yani dünyadaki tüm zıtların bir olduğunu söyler ve
bu konu hakkında çok önemli bir eser de hazırlamıştır. Bu
“karşıtların birliği” görüşünü Antik Mısır’da Enoch’tan bu yana,
Antik Yunan’da Sokrates öncesi ve sonrası bütün filozoflar, Antik
Çin’de Lao Tzu, Antik Hindistan’da Tantrik Saraha ve Buda, orta
çağ ve yeni çağdaki neredeyse bütün filozoflar desteklemektedir. Hayyam Baba’nın felsefesi tema olarak doğu felsefesiyle
çok benzer nitelikte sayılabilir ama kendine has yaklaşımıyla
da hiç bir felsefeye ya da görüşe benzememektedir. Bu, Hayyam Haba’nın özel ve üstün yaklaşımıdır, bütün dünyayı içindeki
tükenmez sevgiyle utandırmıştır.
Bu yüzyıllar öncesinde yaşamış üstün ve aydınlatıcı insan
günümüzde yaygın olarak tanınmaktadır. Yaygın olmasının
nedeni ise onun sınırsız sevgisidir. İnsanlar sevgileri bertaraf
edebiliyorlar ama o yok olmaz nitelikte olduğu için kırıntılar
sonsuza kadar filizlenmek zorundadır…
Ömer Hayyam Baba’yı efsane rubailerinden biri eşliğinde
saygıyla anıyoruz…
Durmadan kurulup dağılan bu yerde
Hiç bir dost arama.
Güvenilir bir sığınak, hiç!
Bırak acı yüreğinde konaklasın
Olmaza çare arama...
Kimse sana gülmeden sen acıya gülümse,
Yaşamana bak!
FATİH KANIK
GÜVENÇ ŞAHİN
Warhead, CRYTEK firması tarafından EA işbirliği ile piyasaya sürülmüş bir FPS oyunu. Aslında bir çeşit devam oyunu
olduğunu söylemek yanlış olmaz. Oyun geçen yıl piyasaya
çıkan Crysis adlı oyunun devamı niteliğinde.
Kuzey Korelilerin yönetimindeki bir adaya Amerikan özel
kuvvetleri gizli bir operasyon düzenlemektedir. Ancak iki
taraf içinde sürpriz olacak bazı gelişmeler sonucunda, operasyon sadece Kuzey Korelilerle savaşmaktan çok daha
öteye gidecektir. Crysis’i oynayanlar için bir sürpriz olmasa
da ilk kez Warhead’i oynayacaklar için daha fazla detay
vererek spoiler yapmak ve oyunun tadını kaçırmak istemiyorum.
Oyunu özel kuvvetlere bağlı seçkin askerlerden biri olan
Çavuş Michael “Psycho” Sykes karakterinin gözünden oynuyoruz. Bu karakter aynı zamanda orijinal Crysis’de de adı
geçen bir karakter ve ilk oyundaki kahramanımız olan Nomad ile geçmişten kalan bir takım sorunları mevcut. Oyun
içi diyaloglardan bu sorunlar hakkında bilgi ediniyor ve
nedenlerini öğreniyoruz. Bu durum oyuna oldukça gerçekçi
ve duyguların da hikayeye dahil olduğu bir tat katmış.
SİLAHLAR VE EKİPMANLAR
Warhead bize ilk oyun olan Crysis’i oynamış olanlar için
sürpriz olmayacak silah ve ekipmanlar sunmakta. Aslında
hikayenin paralel gitmesi sonucunda bu oldukça mantıklı
bir hal almış. Ancak yinede daha gelişmiş yada daha fazla
sayıda farklı silahlar eklenseydi oyuna biraz daha eğlence
katabilirdi. Ancak sanırım tasarımcılar ilk oyunda olduğu
gibi Warhead için de nanosuit’in diğer silahlara olan ilgiyi
kendi üzerine toplayacağını düşünmüş olmalılar.
Nanosuit mi? O da nedir?
Nanosuit oyunda oldukça sık bir şekilde özelliklerinden
yararlandığımız ve özel kuvvetler askerlerine verilen son
teknoloji ürünü bir çeşit giysi ya da zırh (bunun hayali bir şey olduğunu belirtmeme gerek yoktur sanırım).
Nanosuit’imizin özelliklerine gelecek olursak, ilk oyundaki
standart özelliklere bir ek gelmemiş.
Bu özellikler;
HIZ: Bu özellik karakterimize insanüstü bir hız kazandırır.
ZIRH: Zırh özelliği aktif hale getirildiğinde nanosuitimiz
sertleşir ve kurşun geçirmez (ya da daha az geçirir) hale
gelir.
kadar kullanılmış durumda.
Not: Tüm bu modlar seçilip kullanıldıklarında tükenirler
ve özelliğe göre belirlenen bir sürede yeniden dolmaya
başlarlar.
Seslere gelecek olursak bu konuda söylenecek çok şey var.
Oyun ülkemizde piyasaya Türkçe seslendirilmiş sürümü
ile çıktı. Warhead gibi dünya piyasalarında boy gösteren önemli bir oyunun nasıl olup da Türkiye gibi oyun
piyasası çok gelişmemiş bir ülke için ayrıca seslendirildiğini
anlayamayanları hemen aydınlatalım. Oyunun yapımcı
firması olan CRYTEK, Avrupa’da yaşayan 3 Türk kardeşe
ait. Yerli (soyadları) kardeşler daha önce de yaptıkları gibi
bu oyunlarında da ülkelerini düşünerek Türkçe bazı eklentiler yapmışlar. Seslendirilmeler oldukça başarılı ve gerçeği
yansıtan nitelikte. Belki son derece sık bir şekilde argo
kullanılmasını yadırgayabilirsiniz. Ancak unutmayın ki siz
son derece zor koşullarda savaşan bir askersiniz ve ortam
kibar konuşmalar için çok da uygun değil.
GRAFİK VE SESLER
SONUÇ
Oyun CRYENGINE2 gibi bir grafik motoruna sahip olduğu
için grafikler konusunda söyleyecek çok fazla sözüm yok.
Oyunda motorun sağladığı tüm grafiksel özellikler sonuna
Bilgisayar oyunları ile çok fazla aranız olmasa bile sadece
Türkçe seslendirme ile bir oyun oynamanın zevkine varmak
için bile Warhead denemeye değer.
GÜÇ: Bu seçenek karakterinize insan üstü bir güç verir ve
normalden çok daha yükseğe sıçramayı sağlar.
PELERİN: Pelerin modu bir çeşit kamuflaj görevi görür ve
görünmez olmanızı sağlar.
SİLAH: Silah modunu seçerek elinizdeki silaha modifikasyonlar yapabilirsiniz.
ASLINDA PİMİ
KENDİLERİ ÇEKTİLER
Ekim ayında 11.si gerçekleştirilen
Rock Station Open Air Fest’de bir kez
daha canlı performanslarına şahit olma
şansı yakaladım. Şovları hala dillerde
dolanmakta. Ben de dilime dolananları
söyleyeyim, sizlerin de merak ettiklerini
öğreneyim diye buldum kendilerini.
Başladılar anlatmaya...
ELİF ATÇI
Öncelikle merhaba. Grup hakkında kısaca bir bilgi
alarak başlayalım isterseniz.
Cem: Merhaba. Undertakers 2005 yılında Arsen İbabekçi
tarafından Melodic Death - Metalcore tarzlarının tesirinde kuruldu. Grup geçen zaman içerisinde epeyce
kadro değişikliği yaşadı. Şu anki kadromuz, vokalde
Arsen İbabekçi, gitarlarda Tuğrul Özbecene ve Alperen Sezgin, bas ve geri vokalde Yetkin Taşkın, davulda
Cem Süel şeklinde.
Etkilendiğiniz ya da tarz olarak kendinizi yakın
bulduğunuz müzisyenler var mı?
Cem: Aslına bakarsanız etkilenmemeye çalışıyoruz.
Sonuçta biz Undertakers’ız ve kendimize ait bir müzik
yaptığımızı düşünüyoruz. Herhangi bir grubu örnek
alarak onun yolunda gitme gibi bir durumumuz yok.
Öte yandan Arsen bir Pantera hayranı, Alperen In
Flames...
Yetkin: Benim için ise herşeyden önce Death :) ...
Rock Station’da sahne aldınız. Genel izlenimleriniz
nelerdi?
Yetkin: Bizim için büyük ve güzel bir tecrübeydi. Her
şeyden önce sahne aldığımız ilk festivaldi. Büyük
isimlerle beraber sahne almak heyecan vericiydi.
Bunların dışında güzel bir ortamdı ve gerçekten herkes
çok ilgiliydi. Bunlar da bizim için mutluluk vericiydi.
Cem: Gerçek bir festival havası, büyük sahne, sağlam
ses sistemi, sağlam dinleyiciler. Her şeyiyle dört
dörtlük bir festivaldi.
Yetkin: O sahnede yer almak büyük bir fırsattı bizim
için ve iyi kullandığımızı düşünüyoruz.
Gelelim yeni çıkan EP’nize…
Cem: Parçalar üzerinde uzun zaman çalıştık
yoğunlaştığımız anda hazır olduğumuza karar verdik. Kayıtları İstanbul’daki Kafakabin stüdyosunda
aldık. EP 200 adet basıldı. İstanbul’da çeşitli müzik
mağazalarında bulunabilir. Edinmek isteyenler olursa
internet üzerinden de bize ulaşabilirler.
Bestelerinizin çıkış noktaları neler?
Yetkin: Aslında ıÜüherkes stüdyoya kafasında bir
şeylerle geliyor. Sonra bunlar yeni fikirlerle yoğrularak
şarkı haline geliyor. Birlikte çalışmayı seviyoruz,
rahatlıkla konsantre oluyoruz yeni çalışmalarımıza.
Geleceğe dair planlarınız neler? Albümden bahsedebilir miyiz şu an için?
Yetkin:ıÜü Şu an çalışıyoruz. Yeni besteler üzerinde
uğraşıyoruz. Yeterli sayıda bestemiz olduğunda albüm
çalışmalarına başlayacağız. Kesin olmamakla birlikte
önümüzdeki seneye albüm planımız var.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Cem:Dur durak vermediğimiz konserlere yenilerini
ekleyerek yolumuza devam edeceğiz. Yıkıma devam!
Orada olun!
Gösterdiğiniz yakınlık ve samimi cevaplarınız için
teşekkürler.
Asıl biz teşekkür ederiz yer verdiğiniz için.Umarız
daha bir çok organizasyonda hep beraber oluruz :)

Benzer belgeler