Tales From The Third World

Transkript

Tales From The Third World
Tales From The Third World
Selamlar,
Siyah Beyaz, uzun ve enteresan bir yılı devirerek bu
ay itibarıyla 1 yaşına bastı. 1 sene önce yayına başlarken derginin bugün bulunduğu duruma gelmesini açıkçası ben bile beklemiyordum, itiraf edeyim. Sayısı aydan aya geometrik bir hızla yükselen siz okurlarımızın
da desteğiyle, nice senelere diyoruz.
Birinci yaşımıza binaen bu sayımız şu ana kadarki
en kalabalık içeriğe sahip. Normalde içeriğe yüklenip okuru boğmak istemeyiz ancak bu sayıda özellikle
Baha’nın “Tarihin Tozlu Sayfalarında Progresif Rock”
yazı dizisinin ikinci ve en geniş bölümünün yer alıyor
olması, sayfa sayımızı oldukça etkiledi :) Bu kapsamlı yazı dizisine halen göz atmamış olan okurlarımıza,
geçen ay yayınladığımız ilk bölümden başlamalarını
öneriyorum.
rememişti. Bu ay açığı güzel kapatarak yine yeşil sahalarda görmek istediğimiz türden hareketler sergiledi.
Bu ayki kapak konumuz Faith No More. Rock tarihinin
en yaratıcı topluluklarından biri olan Faith No More,
geçen ay İstanbul’da bir konser verdi. Topluluğun ülkemizdeki bu ilk konseri, giden herkesin ağızbirliği etmiş gibi anlattığı üzere inanılmaz bir atmosferde gerçekleşmiş. Mike Patton ve ekibinin İstanbul’da bıraktığı iz uzun zaman orada kalacak gibi. Bu konsere ve
Faith No More’a saygımıza binaen birinci yaşgünü sayımızın kapağını onlara ayırmayı uygun gördük. Topluluğun frontman’i Mike Patton, Pınar Tuncer’in fotoğrafıyla bu ay kapağımızı onurlandırıyor.
Gelecek ay görüşmek üzere...
Dergimizin bağımlılık yaratan fenomen yazarı Dursun
Çiftkrosoğlu, geçen ay vakitsizlikten yazısını yetişti-
John Voxville
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
JOHN VOXVILLE
:: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU, BAHA ÖZER, AYŞE NUR
BEGÜM ÜRÜGEN, CAN ÇAKIR, DOĞU KAAN ERASLAN, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU
GÜVENÇ ŞAHİN, İPEK, MELİS BALCILAR, MELİS SARILAR
:: KAPAK FOTOĞRAFI ::
PINAR TUNCER
:: İLETİŞİM ::
E-Mail: [email protected] | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
Sahne önünde kaldırılan iki bloğa yazılı olan mesajdı... Evet, “sonunda”... Mucizevi bir olayla bu sene
başında toplanan gelmiş geçmiş en deli ve deneysel
gruplardan birisi olan Faith No More, daha da büyük
bir mucize ile The Second Coming turnesi dahilinde
12 Ağustos günü yurdumuz topraklarındaydı. Başlarda inanmakta zorlanmıştık. Önce turne tişörtlerinde
yazan “12 Aug, İstanbul, TUR” umutlarımızı yeşertti, sonra Vera Organizasyon tarafından resmi açıklama hepimizi rahatlattı. Evet, Faith No More’u görecektik. Evet, Mike Patton’da bizi görecekti.
Yazı
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Fotoğraflar
PINAR TUNCER
1998’de dağılan Faith No More bu sene başına kadar derin uykuya gömülmüştü. Birçok
dağılmış grubun yeniden birleştiği son yıllarda aynı soru Faith No More üyelerine de soruluyordu ama pek içacı cevaplar gelmiyordu. Bu sene başındaysa mucize gerçekleşti
ve grup üyeleri Album Of The Year kadrosuyla tekrar konserler vermeye başlayacağını
duyurdu. Birçok medya organı bu birleşmeyi
“yılın müzik olayı” olarak gösteriyordu. (Michael Jackson’da yaşıyordu o aralar tabii...)
Haklılardı da tabii... Faith No More, ne yazık
ki ülkemizde özellikle yeni jenerasyon tarafından pek bilinmeyen bir grup olmasına rağmen, doksanlarda çok büyük olduğu zamanlarda ülkemizde de geniş bir hayran kitlesi
edinmişti. On bir yıllık yoklukları, onların Alternative Metal, Avant-Garde Metal, Alternative Rock ve Nu-Metal gibi tarzlar açısından nasıl büyük bir ilham ve etkileşim kaynağı oldukları gerçeğini hiçbir zaman gölgelemese de ülkemizde ne yazık ki adları çok duyulmamıştı. Bu sebeple de konsere dair “Ya
hak ettikleri gibi bir seyirci olmazsa?” kaygıları da mevcuttu.
Daha fazla dağıtmadan konsere gelelim. Alt
gruplar Nekropsi ve Kurban olarak açıklanmıştı. Kapı açılışı ve Nekropsi’nin sahne alması sırasında mekanda az bir kalabalık vardı, herkes oturaklarda oturmuş bekliyor vaziyetteydi neredeyse... (Bu arada grubun tişört ve poster standı da kuruldu. Standdaki yabancı ablamız ise pek bir şekerdi.) Nekropsi, çok az sayıda seyirciye çaldı ama haklarını vererek çaldılar. Bu sırada sahne önüne Nekropsi’yi izlemek için Mike Patton’da
uğramış ama bir anda kendisine yönelen yoğun ilgi sebebiyle tekrar sahne arkasına geçmiş. Nekropsi’nin performasından sonra artan kalabalık ile mekan hafiften dolmaya başladı ve Kurban sahneye çıktı. Açıkçası performanslarını Deniz’in durgunluğu sebebiyle biraz ruhsuz buldum. Onun dışında
güzel çaldılar ama özellikle Deniz lütfenine sahnedeymiş gibiydi ki birkaç şarkı sonrası “Biz de sizin gibi bir an önce Faith No More
izlemek istiyoruz.” diyerek sanki bu durumu
doğruladı. “Üçüncü defa gerçek bir grubun
önünde çıkıyoruz.” anonsu ise alkış aldı ve
performanslarını “en sevdiği grubu izleyeceğini” söyleyerek bitirdiler.
Uzun, upuzun, bitmek bilmeyen bir bekleyiş başladı. Kurban sahneden indiğinde saat
21:00 civarındaydı. Bu arada sahne önü ve
arkası birkaç saat önceki tedirginlik veri-
ci derecede az seyirci sayısından arınmaya
ve dolmaya başlamıştı. Tabii yine Maçka Küçükçiftlik Park’ın kronik sorunu olan sahneye
ters eğimli zeminin zararları başrole geçmişti, önümüzdeki uzun boylular ve bonus kafalılar sayesinde yine ayak ucunda çeşitli açılımlar yapmak zorunda kaldık. (Bu mekanda en rahat görülebilecek yer sanırım sahne önünün ön demiri...) Grubun bu turnede kullandığı devasa kırmızı perdelerle hazırlanmış şık sahne dekoru bir anlamda da
sadeydi. Uzun süren soundcheck işlemlerinden sonra saatler 22:00’yi gösterirken ışıklar
kapandı ve yıllardır beklenen grup, Faith No
More sahneye çıktı. Bu turnenin her konserinde ilk olarak çalınan, yeniden birleşmelerine atıfta bulunan Peaches&Herb şarkısı Reunited ile konsere giriş yaptılar. Mike Bordin
dışında tüm grup takım elbiselerle sahneye
çıkmıştı. Mike Patton ise elindeki bastonu ve
güneş gözlüğüyle tam bir “mobster” havasındaydı. Yakışmış tabii... :) Şarkıda yaptığı
vokal numaraları ise direk alkış topladı. Reunited oldukça naif ve sakin bir giriş oldu ama
hemen ardından giren From Out Of Nowhere ile birlikte grupta seyircide fişeklenmişti. Ardından Land Of Sunshine, Caffeine ve
Evidence ile coşku daha da arttı, grubun en
delişmen şarkılarından Surprise!You’re Dead
ise en çok eşlik alan parçalardan birisi oldu.
Konserin başında Roddy Bottum’un dediği gibiydi herşey; “Biz Faith No More’uz, siz
İstanbul’sunuz ve biz aşığız.” Seyirci yıllardır
aç olduğu grubu hayranlıkla izliyordu ki orada duyduğum çeşitli cümleler buna ayrı kanıttılar. (Burada yazamayacağım o cümleleri tabiii... :) ) Ard arda suratımızda patlayan
klasikler, grubun temiz performansı ve özellikle deli dahi Mike Patton’un müthiş sahnesiyle daha da güzelleştiler. Digging The Grave, gruba iletilen yoğun istekler ile setliste
girmiş olmasından dolayı herhalde, sekizinci
şarkı olarak çalındı ve yine yoğun eşlik aldı.
Mike Patton’dan biraz daha bahsetmek gerekirse, kesinlikle gördüğüm ve izlediğim en iyi
vokalistti. Vokallerini şahane olarak yapması
bir yana, sahne hakimiyeti, seyirciyi avucuna alışı ve hele yaptığı espriler ile kendisine
hayran bıraktı. Ashes To Ashes’ten önce “Sıradaki şarkıyı birisine ithaf etmek istiyoruz
ama burada kimseyi tanımıyoruz.” dedikten sonra birden, mekanın üstündeki ağaçlara tırmanmış elemanlara spotu yönlendirip, onlara “yaratık” demesi ve ardından gelen kopartıcı diyaloglar seyirciyi bayağı eğlendirdi ve Ashes To Ashes’ın nakaratındaki
“I see you!” kısmına “motherfuckers” ekle-
1
1.
2
2.
3..
3
4.
5.
6.
7.
8
8.
9
9.
1 .
10
1 .
11
12
2.
13
3.
14
4.
15..
16.
17.
S tlisst
Se
Reu
R
euni
eu
n ted (P
Pea
ach
c ess & Herb Cove
ver))
From
m Ou
O t Of N
Now
owhe
ow
ere
e
Land Of SSunshin
ine
e
Caf
C
a feine
Evi
E
vide
vi
d nce
de
Surrprris
ise!
e You’re
e De
ead
ad!
Last Cu
up Of
O Sor
o row
w
Dig
iggi
g ng
gi
gT
The
he Grave
ve
Eassy (C
(Com
om
mmo
odo
dore
ress Co
Cove
ver)
r)
Asshe
h s To
T Ash
shes
es
Mid
dlif
dlif
i e Crris
i es
I Sta
arte
te
ed A Joke (Bee Gees
es C
Cov
o er)
The Ge
G ntle Art Of Ma
M king Ene
emi
m es
King For
or A Day
Be Aggre
essive
E ic
Ep
Just A Man
Encore:
18.
Chariots Of Fire
re/S
/ tripsearch
Encore 2:
19.
Midnight Cow
wbo
oy (J
( oh
o n Barry Co
over)
20.
Cuckoo For
or Cac
aca
ac
a
yip, ağaçtakileri göstererek söyledi. Yine Patton, mekanın karşısında yeralan gökkafes hakkında da espri yapmaktan geri duramadı. Patton’un seyirciyle diyalogları sırasında sık sık Roddy Bottum
ile paslaşması da dikkat çekti. Konserin sonlarına doğru küçük bir
tatsızlıkta yaşandı, sahneye yollanan Türk bayrağı tişörtünü üstüne giyen Patton’a görevlilerden birisi uyarı yapmaya çıkıştı fakat
Patton’dan bekleneceği tarzda bir ayarla karşılık aldı.
Grubun hit parçalarından The Gentle Art Of Making Enemies ve
Epic’te fazlaca eşlik aldı, Midlife Crises’te grup çalmayı bırakarak
bir süre seyirciye şarkıyı söyletti, King For A Day konserin en melankolik anlarına sahne oldu, I Started A Joke ve Easy, Patton’un
her tarzı kotarabildiğinin canlı kanıtları olarak hafızalara kazındı,
Just A Man’de Patton sahne demirlerine inerek bir-iki kişiye şarkıyı söyletti tabii bir kişi hariç mikrofonu tuttuğu herkes herhalde heyecandan dilsiz konuma geçti. :) Just A Man sonrasında sahneden inen grup, iki defa bise çıktı ve Chariots Of Fire eklentili Stripsearch ile Midnight Cowboy’u çaldı. Konserin kapanışı ise
setlistte yazan We Care A Lot yerine hayvani parça Cuckoo For
Caca ile yapıldı ki söz konusu şarkıyı bilen dinleyiciler bunun nasıl
bir “tokat” olduğunu tahmin ederler... Alkışlar eşliğinde sahneden
ayrılırken Faith No More arkasında mahvolmuş ama oldukça mutlu
bir seyirci bıraktı. (Mike Bordin ise kendini seyirciden sakındı, biraz suratını gösterseydin be güzel abim? :) )
Bu sene birçok konser izledim. Hayatımın gruplarından saydığım
grupları da izleme fırsatım oldu. Ama içtenlikle söylüyorum ki bu
senenin en güzel konseri Faith No More konseriydi. Grupça performansları çok çok iyiydi. Gelenler bir tarihe tanık oldu ve gezegenin en büyük gruplarından birisini izledi, gelmeyenler ise çok şey
kaçırdılar. Kısacası hem sahne şovu, hem performans, hem de eğlence açısından bu senenin bence en iyi konseriydi ve bu konseri aşacak bir etkinlik bu sene olmaz, sanmıyorum. Ben Faith No
More izledim. Mutluyum, huzurluyum.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Death Metal gibi nihilist ve ekstrem bir tarzı
daha sanatsal tabana oturtarak özellikle ‘90larda kendi zirvesini yaşayan ve artık günümüzde
eski görkeminden biraz uzaklaşan Melodic Death Metal tarzı, her zaman İskandinav yarım
adasıyla ilişkilendirilmiş olmasının yanında, yarımadadan zilyonlarca grup çıkartmıştır. Türün
en büyük grupları olarak kabul gören At The Gates ve Dark Tranquillity’nin “kendilerini” bulana
dek yaptıkları albümlerinde ortaya çıkan sanatsal Death Metal anlayışı, ’95 senesinde Slaughter Of The Soul ve The Gallery albümleriyle türün dönüm noktasına ev sahipliği yapmış ve senelerce kullanılacak melodileri ve fikirleri vermişti. Bu iki albümün sonradan gelen grupları ne
derece etkilediğini detaylıca açıklamaya gerek
yok, çünkü her dinlediğimiz Melodic Death Metal albümünde bu albümlerden az biraz bulunuyor. Özellikle Slaughter Of The Soul ile At The
Gates’in açtığı yol, In Flames gibi birçok gruba
önderlik etmiş, ardından Metalcore gibi türlerde
de etki sahibi olmaya başlamıştı. Tabii, At The
Gates ve Dark Tranquillity’nin iki albümle fethettiği tarz, zamanla tür değişimine giden öncü
gruplar ve müzikal açıdan karbon kopya olan sürülerce yeni grup sebebiyle gerilemeye başlamıştı. Dark Tranquillity’nin Projector albümüyle
kendi müziğinde yaptığı devrim, ‘95’teki albümler kadar ses getirmemişti. In Flames, tür içinden çıkıpta en fazla ticari başarı elde eden grup
olmasına rağmen her yeni albümüyle Melodic
Death Metal’den daha fazla uzaklaşarak kimilerine göre Metalcore kimilerine göre de Alternative Metal sularında yüzmeye başlamıştı. İsveç
ve Finlandiya ise sürekli yeni gruplar çıkartmaya
devam ettiler ama tarzın sınırları çizilmiş etkileşim çevresini genişletmeye çalışan fazla bir grup
çıkmaması yanında tarzın Metalcore/Deathcore gibi tarzlarla da etkileşime girmesi sebebiyle Melodic Death Metal günümüzde hala popüler
olması dışında eskisi kadar yeni birşey sunamaz
hale geldi. Dolayısıyla türü takip eden kişiler artık tamamen var olan formüller içerisinde müzikalitenin yüksek olduğu gruplara yönelmeye başladı. Melodic Death Metal’in “klasik” olarak sayabileceğimiz, -core tarzlarla etkileşime girmemiş yapısını benimseyen gruplar, At The Gates,
Dark Tranquillity, ilk dönem Sentenced, Amorphis, In Flames ve Opeth gibi gruplardan aldıklarını müziklerine yedirerek yollarına devam ediyorlar.
Insomnium’da tam bu noktada yer alan bir grup...
‘90ların sonunda kurulan ve ilk albümünü 2001
senesinde yayınlayan, genç bir grup olarak sayabileceğimiz Insomnium, özellikle son iki albümüyle
adını yeraltı çevresi kadar ana akım sahnesinde de
sıkça duyurmaya başladı ve dakika başı beş MeloDeath grubunun kurulduğu Finlandiya’nın çıkardığı önemli gruplardan birisi haline geldi. Doksanlar
İskandinavyasının Death Metal’e getirdiği yaklaşımı ikibinlere taşıyan grubun tutulmasında en büyük etkenlerden birisinin bu olduğunu da söyleyebiliriz. Insomnium müziği kuralına göre yazlıp çizilmiş ama dinleyiciyi çeken bir müzik açıkçası...
Kimi zaman Doom Metal kokulu senfonik sampleların ya da Opeth/Amorphis tarzı akustik pasajların atmosferi desteklediği, At The Gates/In Flames usulü coşkun melodiler ile Dark Tranquillity
kokulu melankolik tatların Swallow The Sun gibi
hemşeri grupların Doom Metal anlayışıyla birleştiği karanlık ve duygulu bir müzikleri var ve en güçlü
silahları da bu formülü başarıyla uygulayan gruplar arasında olmaları... Ki etkilendikleri grupların
çoğu zaman zaman tarz değişimine giden gruplar
olduğu için, Insomnium’un “old school” anlayışı
söz konusu grupların tarz değişikliğine gidilmeyen
hallerini seven dinleyiciler için de önemli bir tercih sebebi oluyor.
Grubun 2006’da yayınladığı ve genel olarak beğeni toplayan Above The Weeping World’den bu
yana üç sene geçti ve grup yeni bir albüm ile tekrar karşımızda... Kariyerlerinin dördüncü albümü
olan Across The Dark, öncülünün bıraktığı yerden
Insomnium’un müzikal macerasını devam ettiri-
yor. Grup albüm kayıdı sırasında bir blog açmış ve
sürekli güncellemişti, ki bu arada grubun gitaristi Ville Friman, yeni albümün “son iki Amorphis albümü ve Amok/Down dönemi Sentenced etkileşimli şarkılar içereceğini” belirtmişti. Peki Across
The Dark bizlere neler sunuyor? Genel olarak bakarsak, Insomnium cephesinde pek sıradışı yenilik yok. Grup, önceki üç albümde sunduğu formüle sadık kalmaya devam etmiş. Dolayısıyla önceki üç albümü beğendiyseniz bu albüme de kolayca ısınmanız mümkündür.Grubun alıştığımız katmanlı gitar melodileri kullanımı ve At The Gates
ve Amorphis yoğun olmak üzere Dark Tranquillity,
Sentenced ve Opeth etkileşimleri yine mevcut bu-
lunuyor. Grup bu durumu, temmuz ayında yapılmış bir röportajlarında “Albüm Above The Weeping World’un doğal devamı oldu... Süre olarak
uzun şarkılar ortaya çıktı ve agresifliği kamufle
ederek daha çok sertliğe ve “doom” hissine odaklandık. Tamamen doğal bir süreçte gelişti, dolayısıyla gerçekten bir sound değişimine çalışmadık.”
şeklinde açıklamış. Bu durum grubun tempolu yanını sevenler çok korkutmamalı, şarkılarda At The
Gates/In Flames etkileşimli tempolu bölümleri
hala bulunuyor fakat grup üyelerinin dediği tarzda bir rafineleşme bulunuyor. At The Gates kokan
bir riffin ardından Amorphis tadında daha rahat bir
melodi girebiliyor ya da sert rifflerle giden şarkı-
lar birden klavye ve akustik gitar eşliğinde
daha sakin kısımlarla ilerleyebiliyor. Albümde ayrıca eskiye göre daha fazla temiz vokal kullanılmış ve klavye kullanımı da biraz
artmış. Temiz vokallerde Niilo Sevänen’e
Profane Omen ve Enemy Of The Sun gruplarından Jules Näveri eşlik ederken, klavyeleri de Swallow The Sun’dan Aleksi Munter üstlenmiş. Klavye kullanımının yoğunluğu ve başarısı albüme farlı bir derinlik katmış. Insomnium’un her albümünde sunduğu
epik ve yoğun melankolik atmosfer bu albümde de kendisinden birşey kaybetmemiş
görünüyor. Albümde en çok öne çıkan parçalar Amorphis’i andıran başarılı nakaratıyla ve ezici riffleriyle Where The Last Wave
Broke, melankolik kapanış parçası Weighted Down With Sorrow, At The Gates etkileşimli Down With The Sun ve Against The
Stream ve dokuz dakika süren progresif eğilimli The Lay Of Autumn oluyor.
Küçük bir subjektif eleştiri vermek gerekirse,
grubun Above The Weeping World ile yükselttiği
standartın getirdiği baskıya hak vermemek elde
değil ve Across The Dark, biraz Above...’un gölgesinde kalan bir albüm olmuş. Grup, Above The
Weeping World’de öyle sürükleyici ve bütün bir
albüm yaratmıştı ki, zaten bu albümü geçmeleri zor olacaktı. (Onca internet sitesinde birden
“Abi Insomnium diye bir grup var, duydun mu?”
kasırgası yaratmış bir eserdi, kolay değil... :) )
Across The Dark’ta beklentileri gayet karşılayan
bir albüm olmasına rağmen, misal bir In The Gro-
ves Of Death gibi “büyük” bir şarkı bulundurmuyor.
Toparlamak gerekirse, özellikle Amorphis ve At
The Gates sevenler bu albüme de göz atabilirler. Finlandiya’dan çıkan sürüyle Melo-Death Metal grubu arasında, Insomnium ışıldamaya ve öne
çıkmaya devam ediyor. Mevcut kariyerleri içerisindeki “masterpiece”lerini bence Above The
Weeping World ile vermiş olsalar da Across The
Dark’ta kendisini gayet dinlettiren ve dinleyiciyi
çeken bir albüm...
İPEK
- “ALBÜM” çıkalı neredeyse 7 ay oldu nasıl tepkiler aldınız dinleyiciden?
Evren: Albüm’e tepkiler çok iyi oldu, sound’a ve
müzikal bütünlüğüne çok iyi eleştiriler aldık. Ayrıca FOMA’ya eşlik eden uluslararası sanatçıların da
bu bütünlüğü bozmadan müziğimize katkıda bulunmaları ve bizim grup olarak bu birlikteliklerin hakkını vermiş olabilmemiz övgü alan unsurlardan bir
kaçıydı.
Batur: Zamanla değerinin anlaşılacağını düşündüğümüz “Albüm”ün, şimdiden ne olduğunun farkına varılmış olması bizi gerçekten çok mutlu ediyor.
Uğraştığımıza değiyor, oluyor o zaman. Teşekkürler herkese…
Tanju: “ALBÜM”ü dinleyince biz çok iyi tepki verdik, en önemlisi bu. Büyük ailemiz ve tanımadığımız kişilerden de bizi gurulandıran tepkiler aldık,
bu da bize yenileri için aşk verdi.
- “ALBÜM” çıkar çıkmaz sizi sahnelerde görmeyi beklerken Rock’n Coke’ta Coca Cola Zero sahnesinde headliner olana kadar hiçbir yerde göremedik..?
Murat: Bir karar aldık, teknik ve tanıtım’ı yeterli olmayan hiçbir yerde sahne almayalım diye. Bize gelen teklifler içerisinde en uygun olanı Rock’n Coke
olduğu için beklemenin daha doğru olduğuna inandık. Biraz zaman aldı ama beklediğimize değdi.
Tanju: Albümümüze gösterdiğimiz özeni, hatta
mümkünse daha fazlasını konserlere göstermek istiyoruz. Albümü dinlemiş ve konsere gelen birinin
konserde yeni birşeyle karşılaşmasını hedefliyoruz,
dolayısıyla bu kaygımıza cevap verecek her konsere gönül rahatlığıyla çıkacağız.
- Peki, grup bu süreç içerisinde neler yaptı?
Murat: Sürekli üretim ve provalar devam ediyor.
2009’un ilk yarısında bizi bir albüm
ile selamlayan FOMA ile projeleri hakkında bir röportaj gerçekleştirdik.
“Albüm” şarkılarını sahnede nasıl en iyi yansıtırız
diye kafa patlatırken, diğer taraftan bir sonraki albümün çalışmalarına başladık.
Evren: İkinci FOMA albümünün müzikal içeriğini
oluşturacak parçalar üzerinde çalışmaya başladık.
Bu yeni parçaları ilk etapta konserlere hazırlıyoruz. Konserlerde bol bol çalıp ikince albüme o şekilde dahil etmek düşüncesindeyiz.
Batur: FOMA’nın müzikal filozofisini de yeniliyoruz,
çünkü hayat ilerliyor, biz de öğreniyoruz, gelişiyoruz. Update’ler yeni açılımlar kazandırabiliyor bazen…
Tanju: Müzik...
- “ALBÜM” iki ay önce Almanya, Avusturya, İsviçre, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’da satışa
sunuldu. Yurtdışından nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Murat: Yurtdışından gelen ilk sipariş aşağı yukarı
Türkiye’de satılan albüm sayısı kadar oldu. Bu tabii ki bir yandan şaşırtırken, diğer yandan bizi çok
mutlu ediyor. Esas şaşırtıcı olan, sonbaharda satışa
sunulacakken, gelen talep üzerine bunu yaz aylarına çekmeleri oldu. Bunların hepsi çok olumlu gelişmeler. Yine de daha yolun çok başındayız. Bakalım neler olacak.
Evren: Bir müzik grubunun kendi ülkesi dışında da
albümünün satışa sunuluyor olması çok gurur verici. Bu yukarıda senin de saymış olduğun ülkelerin
yanına bir kaç yeni ülke daha eklenecek. Zamanla göreceğiz. Yurtdışının bize daha değişik kapılar
açacağını her zaman düşünmüşüzdür.
Batur: Başlangıçtaki hayalimiz buydu, mümkün olduğunca global bir ses yaratmak. Bu hayalimizin
yavaş yavaş gerçekleşiyor olması müthiş bir şey. Ülkemizin dışında da “Albüm”ün sevenlerinin olması, dünyada bizimle aynı hisleri paylaşan birçok kişi
olduğunu gösterir. Rock hep sınırsızdı, dünyadaki herkesindi, albümümüzün de bu standartta yer aldığını gösteren minik işaretler müthiş... Dışarıda daha da sevilecek olması aramızda konuştuğumuz bir şey, keşke ilerde herkesi daha da kucaklayan şeyler
yaratabilsek.
- Rock’n Coke seyirciyle buluştuğunuz ilk konser oldu, bir nevi
lansman diyebiliriz. Sizin açınızdan nasıl geçti? Memnun musunuz?
Murat: Rock’n Coke memlekette tek gerçek uluslararası standartta gerçekleşen festival. Biz bu sene davet almış olmaktan büyük
gurur duyduk. Buna bir ön ısınma diyelim. Festivalde sonbaharda yapacağımız show’un bir nevi teknik ön provasını yapmış olduk. Konsere gelenler hep bir ağızdan şarkıları söyleyerek bizi
çok mutlu ettiler. Şimdi sıra sonbaharda yapacağımız lansmanda.
Evren: Gayet güzel geçti konser, öncelikle tüm gün eğlendik, hep
birliktedeydik, gecenin sonunda da performansımızı yapıp günün
yorgunluğunu attık.
Batur: İlk konserimizin böyle bir festivalde olması gurur vericiydi.
çok iyi hissettik orada olduğumuz, bizi sevenlerle vakit geçirdiğimiz ve onlara çalıp beraber coştuğumuz için. Umarım hep böyle
güzel günler yasarız… Çok teşekkür ederiz organizasyona, sağ olsunlar bize bu imkanı çok da hoş bir jestle sundukları için…
Tanju: İlk konser her açıdan bilgilenmemizi sağladı.
- Önümüzdeki günler için planlarınız neler?
Murat: Çalışmaya devam... Klip çekimi, yeni şarkı üretimi, stüdyoda kayıt ve sonbahardaki konserlere hazırlık. Ağustos ve Eylül
ön hazırlıklarla yoğun geçecek.
Batur: Yapacak çok iş var, stüdyoda çalışacağız, bekleriz.
Tanju: Yola devam...
- İmkan olsa hangi festivale çıkmak isterdiniz?
Tanju: “Monsters of Rock”.
Evren: Festivaller bir müzik grubu için çok önemli yerler. Olabildiğince yerli/yabancı festivallerde var olmak çok önemli. Örnek vermek gerekirse, “Lollapalooza”, “Roskilde” ve “Glastonbury”...
- Son dönemde takip ettiğiniz gruplar, müzisyenler kimler?
Tanju: Rammstein, Slipknot, Dragonforce, Poisonblack, Mudwayne, Charon, Warren
Evren: Yerli müzik gruplarının çoğunu dinlemeye gayret ediyorum. Yabancı müzik gruplarından ise son dönemlerde en sık dinlediklerim Fransa’dan Demago, Belçika’dan Soulwax, İngiltere’den
Pendulum, Amerika’dan God Lives Underwater ve dalında başarılı rock ve pop müzisyenleriyle birlikte konserler veren Metropole Orchestra.
MELİS SARILAR
Bu sıradan bir hikayeydi diyemem. Bir grup insanın
ruhlarını bir denizaltıyla yeryüzüne yollaması pek sıradan bir şey olmasa gerek, hele de o ruhların birbirleriyle yakından uzaktan alakası bile yoksa…
Roll upsatisfaction guaranteed, roll up for the
mystery tour. The magical mystery tour is hoping to
take you away, Hoping to take you away.
JOHN
50li yıllarda Elvis Presley’in kışkırtıcı sesinin hüküm
sürdüğü ergen odalarından birinde, plakçalar başında binlerce hayal kuran ergenlerden biriydi John. İpe
sapa gelmez ruhunu bu müzikle paketliyor, müziğin
etkisinden çıktığı anda bu paketi parçalayıveriyordu.
İçindeki milyonlarca patlama, bir anlık sakinlik anlarını bile kıskanıyor, John’un tümüyle onunla ilgilenmesini istiyordu. Nitekim ilgileniyordu da John; vaktinin
çoğunu türlü yaramazlıkla geçiriyor, ortalığı birbirine
katıyordu. Serserilik üzerine yapışmış kalmıştı. Hoş çıkarmak da istemiyordu.
Bazılarının milattan öncesi milattan sonrası vardır.
John’un miladı gitardı. Onun ki tek cümlede şöyle bir
şeydi: Ve John gitarıyla tanıştı, sonra puff!
John kaybolmuştu.
PAUL
Her ailenin bağrına basabileceği bir tipleme vardır. Bu
tiplemenin belirli sıfatları ebeveynlerin gönül tellerini titretir, gözlerini doldurur. Sıfatlara şöyle örnek verebiliriz: Akıllı, uslu, çalışkan, terbiyeli, saygılı, vs…
Paul bu sıfatları içinde barındıran yegane insanlardandı. Müzisyen olan babasının katkılarıyla o da bu işin
içine girmeye karar verdi. Gitar çalmak istiyordu fakat solaktı, bu da işleri zorlaştırıyor, cesaretini kırıyordu. Oğlunun bu durumunu gören babası gitarın tellerini ters taktırdı ve kaçınılmaz son oldu: Puff! Paul de
kaybolmuştu.
GEORGE
RINGO STARR
“Zekası var ama çalışmıyor” diye bir öğretmen
tabiri vardır . Bu söz aklıma çeşitli sorular getirir: Acaba eğitmenler bu cümlenin üzerine ellerini basıp, yemin mi etmişlerdir? Yoksa bu cümlenin özü farklıdır da ağızdan ağıza aktarılarak bu
hale mi gelmiştir? Bu cümlenin her sarf edilişinde
Einstein’ın kemikleri şekilden şekle giriyor mudur?
Her neyse, kaynaklara göre George da zekası olan
ama çalışmayan milyarlarca öğrenciden birisidir.
Gayet sıradan birisidir George. Ne serseriliği vardır ne de genlerden gelen bir müzik yeteneği. Fakat içinde müzik aşkı vardır. 3 sterlinlik bir gitar ,
kayboluşa bir bilet olur.
Richard, komik, sıcakkanlı, arkadaş canlısı, bazılarına göre sempatik olabilecek bir şahsiyettir. Çocukluğu hastalıklarla ve talihsizliklerle geçmiş fakat bunlar neşeni söndürmemiştir. Neredeyse tüm parmaklarını dolduran yüzükleri grup elemanlarının ona “Rings” lakabını vermesine neden
olmuş, daha sonra Richard’ın vahşi batı sevdasından da nasibini alan bu lakap Ringo’ya dönüşmüştür.
Beatles furyasına son katılan eleman olan Ringo
Star’ın kayboluşu gitardan olmamıştır. Ritmlerin
büyüsüne kapılmıştır Ringo. İki baget ve sonrası:
Puff!
TESADÜFLER? MUCİZE? NASIL İSTERSEN
Birbirinden farklı bu dört kişinin bir araya gelmesi kolay olmadı elbette. Paul’ün gitarları akort
edişiyle o dönem gitar akordunu bile bilmeyen
Quarrymen grubunun elebaşı John’u cezbetti
ve gruba alındı. Paul otobüse parası kalmayınca
ona yardım eden George’un annesinin sayesinde
George’un müzik aşkını öğrendi. George, başta
alınmadığı Quarrymen grubunun işlerini yılmadan
yaparak,as üyelerden biri olma hakkını kazandı.
Ringo saçlarını öne taraması ve sakalını kesmesi
karşılığında Beatles’a kabul edildi.
Aslında onların hikayesi disiplinli bir disiplinsizlik örneğiydi. Kendi içlerinde kurdukları bir disiplin vardı. Gerisi boştu, düzen umurlarında değildi. Onlar “Sir” ünvanı alışlarını kraliçenin yanında değil, haplardan boğulan midelerini boşalta-
rak tuvalette kutlamayı tercih etmişlerdi. “ Biz
İsa’dan daha ünlüyüz” diyerek içinden gelenleri
söyleyenler de “Arka sıradaki seyirciler el çırpın,
öndeki zenginler de mücevherlerini şıkırdatsın”
diye sisteme öfke kusanlar da onlardı. Onların en
ağır sözlerinde bile ironik kocaman bir gülümseme vardı. İnsanları afallatan da buydu.
AĞLADIM, BEKLEDİM, ÜMİT ETTİM AMA…
Geri gelemeyecekleri apaçık. Olsun, ben bir çiçek
dürbününden bu delileri seyrettim. İçten zamanların siyah-beyazlığındaki masum gülümsemelerini gördüm.
Onlar toplumun “masum” değerlerini yerle bir
edecek kadar masumdular.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Polonya’ya son yıllarda birşeyler oluyor. Daha çok Death Metal ve Thrash Metal
sahnesiyle ön plana çıkan Polonya doksanlarda, başta Collage olmak üzere çeşitli
progresif gruplarıyla iddialı işler çıkartmıştı. Son yıllarda, özellikle Riverside’ın
patlama yapmasıyla Polonyalılar eylemlerini yoğunlaştırmaya başladı. Yazımıza
konu olan Indukti de bu gruplardan birisi... 2001 senesinde kurulan grup, 2004’te
çıkardığı S.U.S.A.R. albümüyle progresif müzik camiasının ve Riverside vokalisti Mariusz Duda albümdeki Shade ve Cold Inside şarkılarına vokal yaptığı için
Riverside hayranlarının dikkatini çekmişti. Genelde enstrumental bir müzik yapan grup, şarkılarında kullandığı arp ve keman gibi farklı enstrumanları başarılı
bir şekilde kullanması ve ilgi çekici kompozisyonlar üzerine gitmesiyle de öne
çıkmıştı.
Aradan geçen beş sene sonrasında grubun yeni albümü IDMEN elimize ulaştı.
S.U.S.A.R’ı dikkate alarak farklı birşeyler bekliyordum açıkçası ama bu kadar
beklemiyordum diyebilirim. Zira albümün S.U.S.A.R ile benzerliği çok az...
(Sırf bu yüzden albümü geçen ay kritiklemeyi düşünürken bu aya atmak zorunda kaldım. :) ) Öncelikle belirtmek gerekir ki, karşımızda oldukça deneysel ve değişik bir albüm var. Progresif/deneysel müziklere çok aşinalığınız
yoksa dinlemesi işkence gibi olabilecek derecede komplike ve değişken şarkı
yapılarını takip eden besteler bulunuyor. Yani karşınızda kocaman bir ses duvarı
var ve içinden geçmeniz zaman alıyor. Şu an albümü kritiklerken bile yüzde
kaçını yakalayabildiğimi sürekli düşünüyorum açıkçası, böyle bir albüm işte
karşımızdaki... :)
Grubun King Crimson temelli müziğinde Tool, Dream Theater, Opeth, Enslaved,
In The Woods, Ozric Tentacles gibi önemli gruplardan esintiler yakalamak mümkün... IDMEN’de de şarkılar çoğunlukla emprovizasyona dayalı ve üç şarkı dışında
enstrumental yapıda gidiyorlar. Oldukça geniş
etkileşim yelpazesi içeren şarkılarda yoğun keman kullanımından etnik müzik etkilerine kadar
fazlaca fikir cömertçe kullanılmış.
Albümün açılışını sekiz dakikalık Sansara yapıyor.
Keman partisyonlarının ön plana çıktığı şarkı,
Enslaved ve Dream Theater etkili sert melodilerle ilerliyor ve beşinci dakika sonunda keman eşliğinde Shining’in akustik partisyonlarını
andıran hüzünlü ve sakin kısım ile son buluyor.
Tusan Homichi Tuvota, vokallerde Sleepytime
Gorilla Museum’dan Nils Frykdahl’ı bulunduruyor. Etnik müzik nameleriyle başlayan parça,
Tool etkili sert gitar melodileri ve agresif bateri partisyonlarıyla yerini albümün en kısası
Sunken Bell’e bırakıyor. Ürpertici klavyeler
eşliğinde vurmalı çalgılar içeren, Nile’in Ambient çalışmalarını daha doğrusu Eski Mısır ritüellerini andıran bir parça olan Sunken Bell’in
ardından gelen ...And Who’s The God Now?!
‘da öncülü gibi vurmalılar eşliğinde başlıyor,
Orta Doğu atmosferini taşıyan melodiler, saz
kullanımı, ezici ve karanlık gitar riffleri ve dengeli bir bas/bateri uyumuyla albümün en güçlü
parçalarından birisi oluyor. Rootwater grubundan Maciej Taff’ın yer yer fısıltı yer yer de brutale kaçan dinamik vokalleri de şarkıya ayrı bir
boyut veriyor. Indukted, Dream Theater kokulu
sert, agresif ve Wawrzyniec Dramowicz’in ilginç
zil oyunları ile desteklenen melodilerle açılıyor,
teknik bir yapıda devam ediyor. Sert melodilerin arkasına gömülen yerel enstruman sesleri,
aksak ritm içeren partisyonlar ve değişik ses
denemeleri ile ilerleyen şarkı, sert melodiler
ve ardından giren etnik cimbalom tınılarıyla son
buluyor. Aemaet, Indukted gibi sert bir şekilde
başlıyor ve oldukça karanlık ve uğursuz tınılar
taşıyor. Üçüncü dakikada giren kısa cimbalom
solosu ve bas gitarın hakim olduğu partisyon,
arkaplanda yine karanlık klavye nameleriyle
destekleniyor, şarkının kapanışını ise buram
buram Opeth kokan sert melodiler yapıyor.
Nemesis Voices, Aemaet’in sonundaki cimbalom
sesleriyle başlıyor ve Tool kokan sert gitar melodileri ile devam ediyor. Albümde vokal içeren
son şarkı olan Nemesis Voices’de vokalleri
Prisma grubundan Michael Luginbuehl üstleniyor, yer yer Steven Wilson gibi duyulduğunu da
eklemek gerekiyor. Şarkının ortasında yer alan
Shining/Opeth karışımı akustik kısım ise şarkının
karanlık havasına artı bir katkıda bulunuyor. Bir
yanda sert gitarlar diğer yanda arka plandan
gelen örülmüş ses denemeleri ile şarkının atmosferi ürkünçleşiyor. Ninth Wave ise kuş ve
dalga sesleri ile arkadan gelen etnik enstrumanlar ile farklı bir ambiyans sunarak başlıyor,
ardından giderek sertleşen bir yapıyla Riverside
kokan sert gitar melodileri giriyor. Şarkının inişli
çıkışlı yapısı sürekli farklı açılımlarda gidiyor.
Trompet ve kemanın karşılıklı geldiği partisyonlar ağır bir hava yaratırken, arka planda bateri
ve bas partisyonları caz tatlarıyla şarkıya derinlik katıyorlar. Şarkıda tekrar sert gitarların ve
agresif vuruşların girdiği yerde hüzün dolu keman nameleri de şarkıya yön veriyor. Kesinlikle
albümdeki en iyi ve etkileyici şarkı olarak öne
çıkıyor Ninth Wave ve başlangıcındaki gibi kuş ve
dalga sesleriyle albümü sona erdiriyor.
Açıkçası, Indukti içine girilmesi oldukça zor ama
bir o kadar da güçlü bir albüm yapmış. S.U.S.A.R
ile karşılaştırmaya gitmemek gerekiyor, çünkü
çok farklı noktada bulunuyor. IDMEN kesinlikle
bu sene içinde çıkan en güçlü albümlerden
birisi olmaya aday gözüküyor. Arkaplan müziği
yapılamayacak derecede yoğun bir albüm ve
grup sınırlarını fazlasıyla zorlamış. Çok boyutlu
ve katmanlı şarkılar, nakış gibi işlenmiş farklı
sesler sebebiyle albümün dibini görmek için fazlaca dinlemek gerekiyor. Şu an bile albümü anlatmaya çalışmama rağmen, birçok farklı detayı
kaçırmış olabilirim, mazur görünüz. :) Rahatça
diyebilirim ki Indukti ikide iki yapmıştır. Bu albüm ile yükselttikleri seviyeyi gelecek albümlerinde koruyabilecekler mi, hatta daha da ileriye götürebilecekler mi, şimdiden meraklandım
doğrusu...
MELİS BALCILAR
“İskelede karşılasmıştık. Sisli bi gündü, tanışmıştık. Birdenbire, tepeden inme, hem de çabucak kaynaşmıştık” diye başlar Bulutsuzluk
Özleminin 1986 tarihli ilk albümlerindeki efsane şarkı. “Evinde Gitarın var mı? Gel Öyleyse!”
diye de devam eder nakarat.. Kaynaşıp arkadaş olmak için belki de sadece bir gitara sahip
olmanın yettiği, birlikte müzik yapmanın zevkine belki de en çok varılan 90’lı yıllardan kalma bir slogandır bu hatta...
90’larda bir kişinin gitarı kapıp etrafında vokal
yapan veya bas gitar-davul çalan müzik tutkunu başka birisiyle grup kurup, kalabalık olarak
müzik yapması çok daha özel ve nadir bulunan
bir durumdu sanki. Gitar kardeşliği diye durum
vardı hatta. Gitar çalan iki kişi biraraya geldiğinde heyecanlı bir hava sarardı ortamı, o zaman herkese doğum günü hediyesi gitar alınmazdı ne de olsa tabii. Anne-babaya yalvar yakar, harçlıklar biriktirilerek, üzerine uzun uzun
hayaller kurularak alınırdı ilk gitarlar. İnternet henüz böyle sınırsız bir bilgi ve materyal
küpü olmadığı için, sevilen bütün şarkıların gitar akorları satın alınırdı. Tıpkı şimdilerde bilgisayar üzerindeki hazır müzik yapım programlarının satın alındığı gibi…
Türkiye’de özellikle son 5 yıldır, sürekli yaygınlaşan kolay müzik yazılım ve sanal enstrüman programlarıyla birlikte, bir “evde albüm
yapma” çılgınlığı başladı biliyorsunuz. Ben de
dahil, çoğu genç müzisyen ve hatta ünlü müzisyenler bile artık bu teknolojik fırsattan fazlasıyla yararlanıp, tüm şarkılarını evde hazırlayıp kaydediyorlar. Malum, müzik sektörü zor
durumda, çoğu plak şirketi battı ya da batmak
üzere ve kimse kimseye bedavaya albüm yapmak istemiyor. Genç müzisyenlere doğru dürüst şans verilmiyor, desteklenmiyor. O yüzden belki de artık bir kayıt stüdyosuna bile ihtiyaç duymadan, parçaları bu enstrüman yazılım programlarıyla evde kaydedip albüm formatına getirmek çok yaygın. Üstelikte bu hiç
de düşünüldüğü gibi zor değil...
İhtiyacınız olan şeyler basitçe: bir adet bilgisayar, ses kartı, midi klavye, midi klavyeyle
uyumlu halde kullanbilen yazılım-kayıt programlarından herhangi biri ve bolca “ VST İnstruments ”. VST İnstruments nedir? VST yani
Virtual Studio Technology(Sanal Stüdyo Teknolojisi) Steinberg tarafından geliştirilen, ses
sentezleyici ve ses efekt eklentilerinin müzik yazılım programları ve sabit disk kayıt sistemleri ile kullanılabilmesini sağlayan, gerçek
zamanlı işlem yapabilen bir arayüz standartıdır. VST enstrümanları içinde bildiğimiz gerçek enstrüman seslerinin birebir halleri(davul,
bas, piyano, darbuka, yaylılar, aklınıza ne gelirse) ve uzunlu kısalı her türlü dijital, elektronik ses fazlasıyla bulunmaktadır. Bunlar eş zamanlı ses sentezleyen veya varolan örneklenmiş sesleri kullanan enstrüman eklentileridir.
Yani canlı enstrümanları taklit edip sanal hale
getirerek ulaşımını ve akabinde çalımını da kolaylaştırır bu sistem. Böylece midi klavye üzerinde enstüman sıkıntısı çekmeden, çalarım
çalamam demeden, sanal olarak her türlü sesi
basmanız mümkündür. Mesela kafanızdaki şarkıya önce ritim programlarının yardımıyla bir
altyapı hazırlayıp, sonra bas ve klavyeyle destek verip, üzerine de herhangi bir sesle bir melodi çalarak parçayı oluşturmanız bu şekilde
mümkündür. Ayrıca tekniği kaptığınız zamanda çok zevkli ve normal canlı enstrüman kayıtlarından çok daha kolaydır. Tabiki elde edilen
müzik birebir orjinal, saf sesler kadar doğal olmaz ve duyumda az da olsa yapay yani sanal
enstrümanlar oldukları anlaşılır. Ama baktığımız zaman günümüzde çoğu albüm kaydı zaten
birebir canlı enstrümanlarla kaydedilmemiştir.
Canlı kaydedilenler de vardır tabiki ama neredeyse hepsinde bu programlardan kullanılır,
düzeltmeler kopyala yapıştır sistemiyle yapılır ve bazen farklı parçalarda bu eklentilerdeki aynı melodi çizgileri bariz bir şekilde benzerlik gösterir.
VST enstrümanların midi ve dijital ses kayıtlarıyla birlikte kullanılabildiği bazı yazılımlar
ise yaygın olarak Cubase, ProTools, Logic Pro,
Sonar, Ableton Live, WaveLab’dir. Ayrıca Apple
bilgisayarlara ait Audio Units, Linux’a ait LADSPA ve DSSI, Microsoft’a ait DirectX ve benzeri
farklı yazılım ve enstrüman teknoloji sistemle-
ri de mevcuttur. Bu ve bunun gibi kayıt-yazılım
programlarını bilgisayarınıza kurmak için sağlam bir CPU(computer processor unit), RAM ve
hard diskiniz olması gerektiğini unutmayınız tabiki. Zira yazılım ve programlar ücretli satılmakla birlikte kapladıkları yer de oldukça fazladır.
VSTler aynı zamanda içinde kendi efektlerini
de barındırır. Bunlar dijital ses kayıtlarını kendi özellikleri doğrultusunda işleyip dönüştürür
ve istediğiniz her türlü efekt ayarını yapabilmenizi sağlarlar. Gitarı ses kartına ya da mixere bağlayıp oluşturduğunuz parçanın üzerine çaldınız mesela, bunu yaparken ekstra pedal kullanılmanıza gerek kalmaz. İstediğiniz
delay(gecikme), dengeleyici(equalizer, E.Q),
distortion, eko(reverb), kompresör vb. efekt
ayarlarınızı, kaydettikten sonra program üzerinden yapabilirsiniz. Aynı şekilde çaldığınız diğer tüm enstrümanların da tabii... Daha önce
de dediğim gibi, çoğu orijinal pedalların yerini
tutmaz ama bazen de onlardan daha iyi performans verirler. İşin püf noktası biraz da ayarlardadır. Bu şekilde bazen en kötü parça bile bir
prodüksyon harikası haline gelebilir.
Bütün bu imkanlara bakınca; kafamızdaki melodileri hayata gerçirmek, şarkıları basitçe kaydedip genişletmek, sırf eğlence olsun diye bile
müziğin içinde akmak için harika bir fırsat.
İkinci bir kişiye ihtiyaç duymadan, başkalarından beklentiye girmeden belki de… Hatta bu da
güzel bir şey belki de… Ama madalyonun öteki
yüzünde bir yalnızlaşma, gittikçe sanallaşıp yapaylaşma, çoğulluktan uzaklaşıp subjektif ve
egoist bir ruh haline girme olasılığı olduğunu da
unutmamak lazım tabii... Şarkının devamında
olduğu gibi: “Yapayalnızdım. Ne sis vardı. Ne
vapur vardı. Nereden gelmişti. Nerelere gitmişti. Gözlerimi kıstım. Tebessüm etmişti…”
Yine de, deniz kenarında çalınan o akustik gitarların verdiği zevk başka nerede var? Canlı
müziğin tadı, dokusu ve doğasıyla hiç bir program kıyas kabul etmez şüphesiz. Ama teknolojinin fırsatlarından yararlanmamak ta olmaz. Sonuçta her kapı müziğe çıkıyor. Müzik doğadan
geliyor, kulağımıza yerleşiyor ve yine de doğadan varolan seslerle dışarı çıkıp, tekrar doğaya geri dönüyor. Bu hazzı es geçmemek lazım…
MELİS BALCILAR
www.melisbalcilar.com
[email protected]
ANABIS
Almanya’nın Marillion’ı sayılabilecek, pek duyulmamış müzik dünyasını epey gerilerden takip etmiş bir grup. Zaman zaman Genesis etkilerini üzerinde taşıyan senfonik yapıdaki besteleriyle tutunmaya çalışmış bir yandan da 80’lerin başlangıcında revaçta olan neo-prog dünya-
rek döneminde gerekse de günümüzde olsun pek
tanınmamış gruplardandır. Bu grup hakkındaki en
önemli bilgi Demis Roussos ve ünlü new age müzisyeni Vangelis’in bu grubun üyeleri olduğudur.
Yunanlı olmaları dolayısıyla ve çok iyi müzik yapmalarına rağmen Avrupa prog müziğinde pek iyi
yerlere gelememişlerdir. 68 yılındaki ilk kayıtları “End Of The World”, 72 yılındaki “666” albümü artık klasikleşmiştir ve içerisindeki “The Four
Horsemen” adlı şarkı muhteviyatındaki en ünlü
şarkısı olmuştur grubun. Vangelis bu grubun kalbi
durumundaydı ve hep progressive müzik yapmak
istemişti ama geri kalan üyeler çok farklı tarzlara
yönelmek isteyince bu Aphrodite’s Child’ın sonu
olmuştur.
ARTHUR BROWN’S KINGDOM COME
sından da nasibini almıştır. Bu sebeple Marillion’a
oldukça benzemektedir. Marillion’un “Script For
A Jester’s Tear” gibi bir albümüyle kafa kafaya
gidebilecek derecede güçlü bir yapıya sahipken
bunu devam ettirememişler ve zaman içerisinde
kaybolup gitmişler. Bazen yumuşak tonlarda seyreden şarkıları bir yandan da çok güçlü tınlamakta ve dengesiz bir şekil çizmektedir. 84 yılı “Heaven On Earth” ve hemen arkasındaki “Wer Well”
albümü dikkate alınmalıdır.
APHRODITE’S CHILD
Yunanistanlı, 60’lı yılların sonlarında müziğe başlamış, senfonik rock tarzında eserler vermiş ge-
Psychedelic space müziğin İngiltere’deki neferlerinden birisidir. Alan Parsons ve Hawkwind gibi
büyük isimlerle de çalışmış olan Brown psychedelic müziğe yön vermiş ve değişik açılımlar sergilemiştir. Yoğun klavye ve bas soundu, nereden geldiği belli olmayan deneysel ses melodileri ve yankı dolu vokaller bu oluşumun karakteristik özelliklerinden sayılıyor. Sadece bununla kalsa iyi, R&B müziğe de göndermelerde bulunan bu
değerli müzik adamı 70’lerde yaptığı iki albümle kült statüsüne erişmiştir. “Galactic Zoo Dossier” ve “Kingdom Come” adlarındaki bu albümler
bir dönemi oldukça etkilemiş ve devamında bir
sürü grup tarafından taklit edilmiştir. 73 yılındaki
“The Journey” albümüyle daha da ileri gitmiş ve
başarılarını ikiye katlamıştır. Bu grubun o dönemde oluşturduğu yapı bugün Ozric Tentacles v.b.
gruplar tarafından kullanılmaktadır.
ASH RA TEMPEL
Daha sonra kurulacak The Cosmic Jokers adlı
grupta yer almış olan Manuel Göttsching ile eski
Tangerine Dream elemanı büyük synthesizer üstadı Klaus Schulze’nin (yine The Cosmic Jokers’da
da yer almıştır.) önderliğinde kurulmuş klasik bir
krautrock topluluğu. NEU! ve Can gibi gruplara
nazaran ismi daha az duyulmuştur fakat az sayıda albüm üretmelerine rağmen etkileyici kalabilmiş nitelikli krautrock gruplarından da bir tanesidir. Yukarıdaki iki isim birlikte grup kurmuşsa mutlaka dinlenmelidir. Bu iki büyük kompozitör Ash Ra Tempel’ı ilk albümünde o kadar uçurmuşlar ki içerisinde yer alan “Amboss” ve “Tra-
ummaschine” adlı eserler anında klasik oluvermişler. Karmaşık bir ses dünyasından bir boşluğa düşer gibi hissettiren müzikleri, derinlemesine giden karanlığa doğru giden bir yolu da bize
göstermektedir. İkinci albüm “Schwingungen”de
Klaus Schulze’nin olmamasına rağmen o aynı karanlık yapıyı sergilemeleri takdire şayan. Özellikle “Darkness:Flowers must die”ın derinlikli,
ve neredeyse 20 dakikalık “Suche & Liebe”nin
o durgun-karanlık yapısı da bu albümün vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Beat şairlerinin
en önemlilerinden sayılan Timothy Leary’nin olduğu “Seven Up” albümü ise grubun en iyi işlerinden birisi sayılıyor. Adı üstünde ilk çalışmanın
ismi “Space” adını taşımakta. Bırakın ilk 10’u en
iyi krautrock albümlerinde ilk 5’e oynayacak derecede güçlü bir çalışmadır “Seven Up”. Psychedelic gitarlar, efektli vokaller ve dehşetengiz bir
yapı. Manuel Göttsching Klaus Schulze’nin ayrılmasından sonra grubun ismini kısaltır, Ashra ismiyle ve farklı bir müzikal yapıyla devam eder.
Ama 2000 yılında bir “yeniden toparlanma” yüzünden beraber “Friendship” albümünü yayımlarlar. Bu çalışma eski Ash Ra Tempel albümleri-
ne pek benzemiyor. Ne onlar kadar karanlık ne de
bir derinlik içeriyor ama yine de güzel bir çalışma
olduğunu söyleyebiliriz.
sion caz’ın klasik müzikle ve rock ile buluşmasını
güzel sentezleyen gruplardan birisidir.
BEGGAR’S OPERA
ATOMIC ROOSTER
İngiliz grup muhteviyatındaki progressive rock
tınılarını hard rock’la yoğurması sebebiyle ünlenmiştir. Emerson Lake &
Palmer’da yer alan ünlü davulcu Carl Palmer’ında kuruluşunda bulunduğu bu
topluluk, Vincent Crane’in
Hammond org melodileri ile
70’lere damgasını vurmuştur. Crane’in özellikle 70’lerdeki Deep Purple müziğinde kullanılan o
belirgin kilise org tonlarını Atomic Rooster sounduna yedirmesi kendilerini bir anda ayrıksı duruma getirmişti. Sert gitar sololar, onunla beraber
giden güçlü baslar ve yüzeyde yer alan müthiş
org tınıları. Bunların arasına Carl Palmer gibi usta
bir davulcuyu da eklediğinizde ortaya çıkan sonuç oldukça tatmin edici oluyor. İlk albüm bu sayılan özelliklerin hepsini bir arada toplamış sanki. 1970 yılı bu albümdeki enstrümantal “Before Tomorrow” gayet o döneme uygun bir çalışma olarak gözükmekte. Vokalist ve davulcu değişimine uğrayıp ikinci çalışma “Death Walks Behind You”u çıkaran Atomic Rooster bu albümde
Hard Rock öğelerini daha çok kullanmıştır. Yeni
vokalist John Carr’ın sesi ise Deep Purple’ın ilk
vokalisti Rod Evans’ı anımsatırken Crane ise o kaçık Hammond tonlarını sergilemekten geri durmaz. Üçüncü albüm “In Hearing Atomic Rooster”
ile yine bekleneni veren grup bir sonraki farklı
çalışması “Made In England”da hayranlarını şaşırtmıştır. Bu toplulukta 2000’lerde müziğe devam etmiş fakat çoğu topluluk gibi son zamanlarında pek tutulmamıştır. Sadece kendi kemik dinleyicilerine müzik yaparak devam etmektedir.
AQUARELLE
Kanada’nın prog dünyasına verdiği tek albümlük
nadide gruplarından birisidir. Müziklerinde yer
alan saksafon melodileri dışında klavye ve o hüzünlü bir şekilde kulaklara çalınan viyolin’in varlığı bu grubun bestelerinde çok önemli bir rol oynamış. Tek albümleri olan
kendileriyle aynı ada sahip çalışmalarını çıkarır
birde konser kaydı yapar ve sonra ayrılırlar. Fu-
İskoçların senfonik rock tarzındaki bilinen gruplarından birisi Beggar’s Opera ilk üç albümüyle
progressive rock dünyasında hep parmakla gösterilmiştir ama tabii ki ne bir YES ne de ELP olabilmişlerdir. Vokalist Martin Griffiths’in etkileyici ve karakteristik vokalleri, Alan Park ve Virginia
Scott’ın klavye ve mellotron’daki ustalıkları grubun müziğine de yansımış, vokalleriyle dikkat çeken ve müzikal yapısında var olan mellotron ve
hammond org’un sayesinde de senfonik ağırlıklı
bir topluluk olmuşlardır. ELP ve eski dönem Deep
Purple albümlerinde kullanılan kilise orgu tonları bu grubun çoğu eserlerinde baskın bir şekilde duyulmaktadır. Gitarların çok ağırlıklı olmadığı Beggar’s Opera grubunun ilk albümü 71 yılında
“Act One” adıyla çıkmıştır. Bu albüm çok başarılı bulunmuş özellikle giriş şarkısı “Poet and Peasant” ve gitar soloların oldukça bol kullanıldığı
“Raymond’s Road”un bizi aniden klasik müzik ve
barok müzik seanslarına dâhil etmesi de bu albümün artı noktalarından. Sanki bir kilise içerisinde
dolaşıyormuşsunuz hissini veren müzikleri de bir
o kadar nostaljik duygular verebiliyor. Sonraki albümler olan “Waters of Change” ve “Pathfinder”
ile başarı anlamında daha da ileri giden bu toplulukta düşüş 70’lerin sonuyla birlikte başlıyor. 96
yılında çıkan “Final Curtain” ile gerçekten de çok
kötü bir albüm yapmayı başaran Beggar’s Opera
daha çok eski albümleriyle bilinmektedir.
BIRTH CONTROL
German Rock tayfasının en önde gelen isimlerinden birisidir Birth Control. İlk “Backdoor Possibilites” albümü ile tanımıştım ama tabii ki bu albüm grubun orta dönemine tekabül ettiği için
çok detaylı bir bilgi birikimine sahip değildim.
O haliyle bir hard rock grubunu andıran Birth
Control’un daha önceki albümlerine kulak attığınızda her şey birer birer çözülüyordu. Alman-
ya genellikle krautrock gruplarının diyarı olarak
bilinse de caz rock veya diğer progressive rock
tarzlarında da biraz söz sahibi olmak istiyordu. Burada bir parantez açmak isterim ki o da
İngiltere’nin ve İtalya’nın da bu tarz müzik konusunda Almanya ile kapıştığıdır. Bütün bu çekişmeler arasında Progressive Rock dünyası öyle değişken bir yapı sergiliyordu ki müzisyenler bir yaptığını gelecek albümlerde sergilememeye başlıyordu. Caz rock’ın geçmişi fusion’a yakın müzisyenlerin oluşturduğu gruplarca sergileniyor oluşu bir yana sırf eleman değişikliği yüzünden koskoca bir grubun tarzı da yavaş yavaş etki altına
giriyor, bambaşka sulara açılıyordu. Birth Control unun en bariz örneğidir. İlk albümde icra ettikleri caz rock’ın gelecek albümlerde bombardıman şeklinde bir hard rock’a dönüşeceği ve bu
grubun da böylece kendi dinleyicilerince efsane kategorisine yerleşmesini engellemeyecekti.
Peki, bu grubun sadece bu dönüşümle efsane olması yeterli miydi, elbette hayır. Onun açıklaması ise kendilerinin çok açılımlı müziklerinde yatıyordu. Zaman zaman caz rock diyarlarında geçen
müzikleri hard rock kisvesi altında yer yer klasik müzik ve deneysel müziğin sınırlarına da uğradı. Şöyle baksanız dengesiz bir süreç geçiren bu
topluluk yaşadığı her değişimden 1977 yılına kadar kârlı çıktı. Aynı adlı ilk albüm, “Operation”,
“Hoodoo Man”, “Plastic People ve 1976 yılı albümü “Backdoor Possibilites” ile çok şey başardılar ama 1980’li yıllar onlar için hiç de iyi geçmedi. Bazen saf hard rock icra eden topluluk birçok
hayranından da eleştiri almış ve artık geri dönülemez bir yere doğru yolculuk yapmıştı. 1982 yılında ise dağılmış 1995’deki “reunion” sonrasıçıkardıkları albümler de hiç ilgi çekmemişti. En son
2003 yılında çıkardıkları “Alsatian” ise çok yanlış
bir hamleydi onlar için. Ama german rock denilince, Birth Control akla gelen ilk gruplardan biridir. Davulcu vokalistleri bile vardır. Alman hard
rock’ını seviyorsanız zaten yolunuz bellidir.
BLACKWATER PARK
Almanya’nın krautrock arenasında tek albümle
ortaya çıkmış ve daha sonra kaybolmuş gruplarından birisi. Saf krautrock yaptıkları zannedilmesin çünkü müzikleri oldukça farklılık arz ediyor. Bugün sert blues rock
dediğimiz bir tarzı geçmişte 70’lerde onlar çok güzel
uygulamıştır. Çift
gitar partisyonları
üstüne “heavy” bir
müzik sergileyen
Blackwater Park’ın
72 yılı tek albümü “Dirt Box” sadece bu müziği
dinleyenlerce biliniyor ve seviliyor. Böyle grupların daha da ileri gitmesi imkânsız, devamı gelmemiş bir proje ve daha da başarılı olacakken her
şeyi geride bırakıp dağılmak. Belki o zamanlarda
müzikal anlayışlar daha farklıydı, belki de başka gruplarda sürdürdüler müzik yaşamlarını ama
bugün bile ünlü müzisyenlere ilham aşılıyorlarsa
(örn: Opeth’den Mikael Akerfeldt) yapacaklarını
yapmışlar demek düşer bize.
BOKAJ RETSIEM
Almanya, yıllardan 1968 ve krautrock günleri.
Bazen en sıkı krautrock dinleyenlerin bile bir şekilde ıskaladığı karizmatik bir grup Bokaj Retsiem. Hammond Org’un müziğin tabanından gelen o ayrıksı sesiyle, heavy gitar riflerinin birbirine karıştığı, şiirsel vokallerin bulunduğu, devamlı gezen davul vuruşlarının zil seslerine bulandığı
psychedelic bir kaos albümü, tabi ki ismi üzerinde “Psychedelic Underground”. 1968 yılında bir
albüm yapıp hemen ortadan kayboluyorsun ve seneler sonra o yıllarda yapılan müziğin tadını biz
çıkartıyoruz. Vokalistin sesi bir nebze eski Deep
Purple vokalisti Rod Evans’ı anımsatırken bu topluluğun bir tarafının da blues müzikle ilgisi olduğunu belirtmek gerek. Karanlık bir dünyadan yer
altlarından gelen acı bir çığlık gibi tınlıyorlar kulaklarda, bu da “Psychedelic Krautrock”ın tanımı
da olabiliyor. Mutlaka dinleyin.
BRAINTICKET
Krautrock sadece Almanya’dan sorulacak değil
ya, İsviçre’den de prog dünyasına çok güçlü bir
isim armağan edilmiştir. Brainticket ismindeki bu
topluluk beyin kimyanızı
alt üst edecek
düzeye getirmeye ant içmiş bir şekilde müziği deneysel
hale
sokuyor ve çift
analog klavye
ile olabilecek
en derin noktalara kadar
sizi götürüyor. Şu gruba benziyor bile diyemeyeceğim grubun müzikal tavrı sizi kozmik dünyalara
uçuracak derecede kuvvetli. “Cottonwoodhill”,
“Psychonaut” ve “Celestial Ocean” çok üst düzey albümler olarak bilinirken, grubun 80’lerde
ve 2000’lerde oluşturduğu çalışmaları da belli bir
kalitenin üstünde gözüküyor. İsviçreli bu dahiler
müziğe öyle etki etmişler ki krautrock dinlemeyenleri bile etki altına almayı başarmışlar.
BRÖSELMASCHINE
Prog Folk gruplarının birkaç isim dışında pek şansı olmamıştır, ne Pentangle ve Renaissance kadar
büyümüşler ne de onlar kadar iyi albüm üretmişlerdir. Bröselmaschine’de sadece ilk albümünde
çıkış yapmayı başarmış yer altı topluluklarından
birisi. Atmosferik sayılabilecek müzikleri Amerikan folk’undan İngiliz folk’una ve doğu melodilerine varana kadar geniş bir yelpazede dinleyiciye sunulmuş. Flüt, sitar ve akustik gitarlarla birlikte yapılabilecek en deneysel folk müziğini yapmayı başarmışlar. 71 yılında, kendi adlarını taşıyan ilk albümleri kulaklarda o kadar güzel tınlıyor ki bu bağlamda geleneksel bir şarkı olan “Las-
sie”, “The Old Man’s Song” ve albümün açılış çalışması “Gedanken” grubun en üst noktası sayılıyor. Joni Mitchell, Bert Jansch, Hoelderlin, Emtidi gibi isimlerle beraber anılsa hiç sırıtmayacak
derecede kaliteli eserler üreten bu psychedelic
folk topluluğunu dinlemenizi öneririm.
CAROL OF HARVEST
Carol of Harvest sadece bir albüm çıkarmış,
Almanya’nın ender progressive folk gruplarından. Her folk grubu gibi etkilerini Pentangle, Renaissance ya da Clannad gibi gruplardan almışlar.
78 yılında, kendileriyle aynı adı taşıyan albümde
vokalist Beate Krause aynı Sandy Denny gibi şarkılara derinlikli, öykünerek vokal yapmıştır ve bu
da grubun psychedelic yapısına uygun düşmüştür.
Bestelerde genellikle folk ağırlığı pek bulunmuyor fakat genellikle mid-tempo giden bu eserlerde klavyenin ağırlığı ön planda diyebiliriz. Klavye
müziğin psychedelic olmasını gitarlar ve vokaller
ise şarkıların bir parça folk olmasını sağlamış. 16
dakikalık “Put On Your Nightcap” dışında ilgi çeken çalışmalar olarak “You And Me”, “Try A Little Bit” ve “Sweet Heroin” gibi şarkıları örnek verebiliriz. Carol of Harvest bu tek albümden sonra
kayıplara karışıyor ve kendileri hakkında pek bir
bilgiye sahip olamıyoruz. Eğer çok daha erken zamanlardan itibaren buluşup albüm çıkarabilselerdi bu birikim ile Almanya’nın Pentangle’ı olmaları içten bile değildi.
CLEARLIGHT
Fransızların senfonik progressive rock’taki en bilinen gruplarından bir tanesi. Bünyesinde ünlü müzisyenleri barındıran grup caz etkili bazen space
rock taraflarında gezen saksafon ve viyolin katkılı bir müzik yapıyor. Gong’dan Steve Hillage, Tim
Blake ve Didier Malharbe, Magma grubundan ise
Didier Lockwood Clearlight’ın albümlerinde yer
alan isimlerden bazıları. Bu müzisyenlerin grupta
yer alması sebebiyle topluluk müziğini de bir anlamda daha çok dinleyiciye tanıtma amacına ulaşıyor. Clearlight’ın başyapıtları diyebileceğimiz
ilk albüm 73 yılında “Clearlight Symphony” adında çıkmıştır. Ardından gelen “Delired Cameleon
Family”, “Forever Blowing Bubbles” ve 78 yılı
“Visions”ın önemini burada belirtmek gerekir. Bu
albümlerle Fransa’nın da bu tarz müzikte ne kadar ileride olduğu görülüyor. 1990’da yayımlanan
ve ilk albümün devamı niteliğini taşıyan “Clear-
light Symphony II”de grubun başarılı örneklerinden birisidir. Topluluk günümüzde de Cyrille Verdeaux önderliğinde müziğine devam ediyor.
COMUS
Comus’a İngilizler’in acid folk alanında ulaştığı en son nokta denilebilir. Müzikleri progressive
folk olarak da adlandırılır ve sadece tek albümle
eski dönem acid folk tarzının yeniden tanımlanması bu grup sayesinde olmuştur. Bazı çalışmalarında Psychedelic tınılarına da rastlayabileceğiniz bu grubun çok fazla albümü bulunmamaktadır. 71 yılı “First Utterance” adlı kayıtla günümüz progressive müziğine de etki edebilen grup
yer yer Jethro Tull ve Curved Air etkileri, akustik flamenko dokunuşları ve King Crimson müzi-
ğinden yoğun derecede feyz alışları sayesinde
çok karmaşık sayılabilecek derecede vokal partisyonlarına da sahiptir. Viyolin, viyola, flüt, obua
ve perküsyonlar müziklerinde çokça yer bulur.
Bu grubun günümüzdeki en önemli takipçisi ise
Opeth’den tanıdığımız Mikael Akerfeldt’dir. İleri düzeyde progressive rock plak toplayıcısı olan
Akerfeldt, bu grubun plaklarını koleksiyonunun
en değerli parçası olarak görür ve bazı röportajlarında bu grubun tişörtünü giyerek de topluluğa olan hayranlığını gösterir. Comus’u ilk olarak
dinlemekteyseniz pek birşey anlamayabilirsiniz;
çünkü üst üste zekice yerleştirilen melodiler birkaç dinlemeden sonra ortaya çıkar ve grubun müziğine hayran olursunuz.
CORNUCOPIA
Cornucopia, ünlü krautrock plak şirketi Brain
Records’un kataloğunda rastladığım tek albüm
yapıp dağılmış Alman bir gruptu. 1990’ların sonunda ise yine ünlü plak şirketi Repertoire Records cd’lerinin Türkiye’ye daha çok gelmesiyle
beraber bu tek albümlük gruplara da rahatlıkla
ulaşabiliyorduk. Bu katalogda Electric Sandwich
ve Lava gibi gruplar da vardı fakat Cornucopia
benim için biraz daha ön planda olduğundan –albümün kapağını çok sevmiştim- onu edinip dinlemiştim hemen. Bir rock müziğin oluşması için
hangi müzik aletleri gerekliyse Cornucopia bunun
üstüne flüt, saksafon gibi enstrümanları eklemiş,
dahası Pink Floyd benzeri dokunuşlarla süslemiş
bir fantastik psychedelic grup görüntüsü çizmekteydi. Bir de bu özelliğin üzerine caz ve canterbury ekolünün gruplarınca sergilenen yapıyı eklediğinizde ortaya çıkan sonuç inanılmazdı. Topluluk albümde yer alan 4 çalışma ile kendisini sev-
dirmiş ve hemen ardından dağılmıştı. Sırf bu sebepten bile efsane olabilecek kapasitede iyi bir
gruptur. Bahsettiğim albümün ismi ne mi? Tabi ki
73 yılı basımlı “Full Horn”.
CRESSIDA
Senfonik rock tarzında İngiltere’nin yer altı topluluklarından birisidir. Sadece iki albüm yapıp
dağılmışlardır ama oluşturdukları bu iki çalışma
o kadar önemlidir ki günümüz
müzisyenlerini bile etki altına
almıştır. Aynı adlı 72 yılı albümü
bir klasik olmakla birlikte Caravan, Fruupp, The Moody Blues gibi grupların sentezini yapmış ve bu sayede kendi melodik
soundlarını oluşturmuşlardır. 71 yılı bir sonraki
“Asylum” albümüyle de başarılı bir grafik çizmiş
fakat bu çalışmanın ardından ortadan kaybolmuşlardır. Cressida, folk, psychedelic, caz gibi türleri
harmanlamış ve bestelerinde org melodilerini yoğunlukla kullanan önemli gruplardan biridir.
CURVED AIR
İsimleri Caravan, Renaissance gibi gruplarla birlikte anılan İngiliz progressive rock topluluğudur.
Müzikal tarzlarını bir yere yerleştiremezsiniz, özgür bir biçimde folk, klasik müzik ve fusion cazın
sentezini kurmuşlar ve 70’li yıllarda çıkardıkları albümlerle adından söz ettirmişlerdir. Vokalist
Sonja Kristina geçmiş dönemlerden beri grubun
ilgi odağı durumunda ve bu yüzden Renaissance
dinleyicilerine de yakın gelen bir tarzı var. Curved Air’in ilk iki albümü olan “Airconditioning”
ve “Second Album” çıktıkları yıl haklı bir ilgiyle
karşılanmış ama asıl başarı “Phantasmagoria” albümü ile gelmiş. 72 yılı bu albümdeki “Melinda”
şarkısı çok beğenilmiş, grubun klasik müzikten
yaptığı varyasyonlar da çok tutmuştur. The Police davulcusu Stewart Copeland ise bir dönem bu
toplulukta yer almış 75 ve 76 yıllarındaki albümlerde çalmıştır. Bu topluluk 2000’lerde de müzik
yapmıştır ve yapmaya da devam ediyor ancak ne
var ki geçmiş dönemdeki başarıları maalesef yok.
EDEN
Bu nasıl isim benzerliğidir ki aynı isimle üç grup
mevcuttur? Kanada, Almanya ve Fransa’dan çıkan Eden toplulukları hemen hemen aynı dönemde müzik yapmışlardır. Kanada ve Almanya’dan
çıkan Eden progressive folk tarafını tercih ederken Fransa çıkışlı topluluk olan Eden ise elektronik müzik ile alakalıdır. Eden Hammond org’ların
synthesizer’ların bol kullanıldığı “Aura” adlı tek
albümüyle güzel başlangıç yapamamış talihsiz
gruplardan bir tanesi. Sadece 70’lerin elektronik
müziği ile içli dışlı olan dinleyiciler tarafından biliniyorlar.
EGG
Canterbury Sound ve İngiltere. Bu akımın en
önemli temsilcilerinden birisidir Egg ve akımın
bütün özelliklerini müziklerinde kullanırlar. Dave
Stewart önderliğindeki müzikleri doğal olarak Canterbury
Sound’da kullanılan caz öğelerinin etkisindedir.
Stewart’ın org ve
piyano’daki ustalığı bir tarafa
King Crimson’dan
Robert Fripp nasıl
gitar üzerinde farklı tonlar buluyorsa bu müzisyen de org üzerinde öylesine değişik tonlar yakalamakta usta. Buna ek olarak caz bas partisyonları, yumuşak tuşeyle çalınan o davulda eklenince ortaya zevk verici, defalarca dinlenilmesi gerekli olan bir grup ortaya çıkıyor. Aynı adlı
70 yılı albümü bir klasik olmuştur ve bu çalışmada Bach ve Grieg etkileşimli klasik müziğe bile
göndermeler vardır. İkinci albüm “The Polite Force” ise bir Canterbury Sound klasiği olmuştur. Ek
olarak saksafon ve trumpet’in kullanıldığı bu albüm yoğun caz partisyonları içermektedir. 74 yılı
“Civil Surface”de ise usta bir ismi görürüz ki o
da Gong grubunda çalan Steve Hillage’dir. “Civil Surface”de diğerleri gibi aynı kaliteye sahip
olup Dave Stewart’ın yaratıcılığına bir kez daha
şahit olurken Steve Hillage’in konuk olduğu şarkı
“Wring Out The Ground” ise albümün en iyisidir.
Egg dinlemesi zor olan topluluklardan bir tanesi.
Klasik müzik ve caz/fusion seven bir yanınız yoksa hiç boşuna uğraşmayın.
EKSEPTION
Hollanda’nın medar-ı iftaharı. Bu gruptan bahsederken biraz silkinmek gerekiyor, çünkü maalesef değeri pek verilmemiştir. Yalnızca Rick van der Linden ismini zikretmem durumunda ise birçok progressive
rock dinleyicisinin selama geçmesi durumunu da
göz ardı etmemek gerek. Kendisi Brian Auger, Ke-
ith Emerson gibi Hammond org dâhilerinin arasında nadide bir çiçektir. Diğer grubu Trace’de yaptıkları bir tarafa, özellikle Ekseption’ın beste yapılarına bakıldığında bu ismin ne kadar da önemli olduğu anlaşılır. Klasik müzik eserlerini kendi
anlayışlarına göre caza bulayan, ardından bambaşka tarzlarla sentezleyen, hem de bunu Hammond org gibi önemli bir enstrümanla gerçekleştiren Linden’in günümüzde önemli bir kayıp olduğunu da belirtmek gerekir. Geçtiğimiz senelerde
kaybettiğimiz bu değerli müzisyen Ekseption’ın
“Beggar Julias Time Trip”, “3”, “00.04”( “Royal
Philharmonic Orchestra” ile kaydedilmiştir) ve
“5” gibi tarzının en iyi albümlerinde yaratıcılığı ile başı çekiyor. Trompet, saksafon, flüt gibi
entrümanların cirit attığı Ekseption müziği klasik müzikten caz’a doğru yol alırken bize de bu
müziğin keyfini sürmek kalıyor. Ekseption özellikle plaktan dinlendiğinde daha da zevk alacağınız
bir grup. Progressive dünyasında kaybolmaya yüz
tutmuş, tozlu yollarda kalmış bir değer.
ELECTRIC SANDWICH
Brain Records’un kataloğunda gördüğüm ikinci topluluk da buydu. İsimlerinin farklılığı bir
yana tek albümle böyle bir müzik için toplanmak
bile fantastik bir yaklaşım kesinlikle. İlk dinlediğimde amatör müzisyenlerden çıktığına inandığım bu topluluk zaman geçtikçe kendine daha
da fazla ısındırdı ve kendini beğendirdi. Amerika ve İngiltere’nin rock soundlarından bir heavy
blues rock senteziyle oluşturulan bu müzik kesinlikle dikkat edilmesi gereken bir yapı barındırıyor. Güçlü gitar melodileri bazen Black Sabbath’ı
bile anımsatırken saksafon ve harmonika olayları da müthiş derecede güzel gelmekte. Aynı
adla 72 yılında çıkardıkları albümde “China”,
“Devil’s Dream” ve “I Want You” beğeniyle dinlediğim şarkılardan olmuştur. Çok farklı tarzdaki
gruplardan mesela Jefferson Airplane’den Black
Sabbath’dan Ten Years After’dan hoşlanıyorsanız
onların sentezlerinden de hoşlanabilirsiniz gibime geliyor. Zamanında bu gruba da krautrock deniliyordu ama müziğe bakıldığında böyle olmadığı anlaşılıyor. Artık esamesi bile okunmayan pek
bilinmeyen tozlu yolları çoktan arşınlamış kaliteli bir topluluk.
EPIDAURUS
Epidaurus, Almanya’dan senfonik rock tarzında
çıkmış en kaliteli topluluklardan birisi sayılıyor.
Bunu da “Earthly Paradise” albümü ile gerçekleştirmişler ve sadece bu çalışmayla dinleyenleri de bugüne kadar etkisi altına almayı başardı-
lar. En başta Eloy, YES ve Pink Floyd’u harmanlayıp, gerektiğinde Tangerine Dream’e bile uzanan bir müzikal yapıyı da bestelerde dinleyebiliyoruz. Hammond C-3 ve mini moog’un türlü tonlarını kullanan Günther Henne bu grubun senfonik sayılmasındaki en büyük etken olarak gözüküyor. 77 yılında çıkmış “Earthly Paradise”ın aksine
bir sonraki çalışmalarını ise 94 yılında görürüz ki
bu albümde de pop kalıplarını müziklerinde kullanırlar ve ertesinde de dağılıp giderler.
FAITHFUL BREATH
Alman senfonik rock topluluğu Faithful Breath
periyodik olarak bir türlü başarıyı yakalayama-
mış, ilk albümünü kurulduklarından 5-6 sene sonra çıkarmış ve sonra müziğe ara vermiş gruplardan bir tanesi. 60’lı yılların sonlarında kurulduktan sonra 73 yılı Senfonik Rock başyapıtı “Fading
Beauty”i çıkarırlar. Bu albümün en büyük özelliği gitarların ve klavyenin müthiş uyum sağlaması, klavyenin özellikle çok yoğun senfonik pasajlar çalmadan fon müziği şeklinde devam etmesidir. On dakikanın üzerindeki iki çalışma olan “Autumn Fantasia” bölümleri ve hemen arkasından
gelen yaklaşık yirmi iki dakikalık epik ağıt “Tharsis” kusursuz olan albümün en güzel şarkılarıdırlar. 44 dakikada şiirsel müziğin en iyi örneklerini
sergileyen bu topluluk ancak 7 sene ara verdikten sonra yeni albümünü çıkarır ama ne var ki bu
dönem 80’lere denk gelir. Her progressive grubun
80’lerde düşüşe geçtiği bir dönem mutlaka vardır
ve Faithful Breath’de bundan nasibini alır. “Back
On My Hill”in 80 yılında çıkışıyla eski günlerini
aratırcasına değişmiş olan o müzikal yapısı sayesinde topluluk bambaşka dünyalara yelken açar.
Aslında klavye soundları bakımından fena bir albüm değildir ancak grup bundan sonra neredeyse heavy metal’e merhaba diyecek ve kendisini
öyle sunacaktır.
FAUST
Almanya’nın Hamburg kentinden çıkan efsanevi
krautrock topluluğu. İkinci Dünya Savaşı’nın çok
sonra Avrupa’ya yansıyacak olan 1968 öğrenci hareketlerine olan etkisi ve o dönem Almanya’nın
yaşadığı düşünsel bunalımdan en çok etkilenen
toplulukların da başında gelir. Faust grubunun
kuruluşu bile bir protest kimliğe işaret olup duruşuyla müziğiyle farklılık yaratan bir yapıya da sahiptir. Can, Amon Düül II gibi eleştirel yıkım gruplarının arasında daima nadide bir çiçek gibi büyümüşlerdir. Müzikleriyle daima zamanının öte-
sinde yankılanmışlardır. Öyle bir ses sentezi oluşturmuşlardır ki bu bugüne gelene değin süregelmekte bugünün topluluklarına da etki etmektedir. Faust sahneye çıkıp o ilkel gitar tınılarını sergilediğinde sahnede onlarla beraber birçok yan
öğe de beraberinde yer alır. Testere vb. aletleri
müziklerinde gitarlarla beraber sunarlar ve daima deneysel farklı işler yakalamaya çalışırlar. Bırakın albümlerinden teker teker söz etmeyi bu
gruptan bahsedilmesi bile gereksizdir. Sadece tanıtılması yeterli ardından bütün albümlerinin sırasıyla dinlenilmesi gereklidir. Eğer krautrock,
deneysel ve elektronik işlerden hoşlanıyorsanız
bu grubu hatmetmelisiniz. Son yıllarda ülkemizde de konser veren bu grup hala faal olarak müziğe devam ediyor ve 2009 yılında çıkmış enfes
bir albümleri de mevcut. Sürrealist ve zamanının
ötesinde bir isimdir.
FINCH
Hollanda’nın önde gelen progressive rock gruplarından olan Finch şarkı yapılarında yer yer ağır
seyreden melodilerin ardından gitarların aniden
yükselmesiyle daha kompleks bir yapıya bürünebilen bir müzikal özelliği kullanır. Kayak, Ekseption gibi Hollandalı gruplardan daha ön plandadırlar ve çok sadık dinleyicileri vardır. Soundları dolayısıyla Focus ve YES gruplarını da anımsatırlar.
Özellikle gitaristleri Jan Van Nimwegen’in YES’in
gitaristi Steve Howe’u anımsatan o karakteristik tarzı bütün dinleyicilerce bilinir. 75 yılı ilk albümleri “Glory of the Inner Force” artık kült bir
albüm statüsündedir ve içerisindeki “Paradoxical
Moods” şarkısı ve “Collosus” bölümleri albümdeki incilerden bir kaçıdır. Bir sonraki albüm “Beyond Expressions” ile başka bir başyapıt yarat-
mışlardır. Sadece üç çalışma içeren bu nadide albüm bir progressive rock klasiği değildir de nedir?
“Scars on the Ego”daki o gitar soloların tarifini
kim verebilir, bu nasıl bir duygudur, nasıl bir müziktir? YES dinleyicilerine de oldukça yakın gelebilecek şiirsel güzellikte bir albüm yaratan Finch
77 yılı bir sonraki albümü “Galleons of Passion”u
çıkarır. Bu çalışmada çok beğenilir ve Finch bundan sonra tarihin sayfalarına gömülür.
FOCUS
Progressive Rock hep İngiltere, Almanya ya da
İtalya gibi ülkelerden çıkan gruplardan ibaret değildir. Aksine daha küçük ülkelerden de önemli isimler çıkabiliyor. Focus Hollanda’nın iki üç
önemli grubundan bir tanesidir ve “Hamburger
Concerto” ismindeki albümüyle de sadece prog-
ressive çevrede değil uluslar arası arenada da oldukça tanınan bir grup olmuştur. Bir diğer Hollandalı grup olan Finch ile de iyi ilişkiler içerisinde bulunmuşlardır. Jan Akkerman ve Thijs Van
Leer öncülüğünde kurulan Focus müziği senfonik
rock’ın caz ile harmanlanması ve yer yer flüt melodileriyle bu yapının desteklenmesi şeklinde tasvir edilebilir. Dinamik bir şekilde icra edilen org,
mellotron ve davul üçlüsü ise grubun bestelerinde canlılık yaratıyor. “In And Out Of Focus”, “Moving Waves” (Bu albümdeki “Hocus Pocus şarkısı
bir klasiktir.) ve “Focus III” gibi birbirinden kaliteli albümlerle ortaya çıkan topluluk en çok bilinen “Hamburger Concerto” yapıtı ile başarılı kariyerine nokta koymuştur. 1970’lerin ortasından
itibaren ise eski günlerini pek yakalayamayan Focus birbiri ardına yayımladığı albümlerle eski tadı
vermese de müziğe devam ediyorlar. 2006 yılında piyasaya sürülen “Focus 9/New Skin” albümlerinde ise eski canlılığı kalmamıştır. Blues’a göz
kırpan, mid-tempo giden eserlerle kötü olmayan,
dinlenebilirliği yüksek bestelere yer vermişlerdir.
albümleri kulaklarda hoş bir psychedelic blues tınılar bırakıyor. Ama öyle yoğun ve ağır psychedelic değil de daha yumuşak ve zarif bir müzik sergiliyorlar. Enstrüman hâkimiyetleri oldukça iyi,
müziklerinde yer alan klavyeler olsun hafif melodik takılan gitarlar ve kemanlar olsun belli bir kalitede seyretmiş. Cazdan da oldukça yararlanan
grubun 74 yılı “Notes on a Picnic” albümünde de
caz etkileri yoğunlukla kullanılmış. Fusion ile beraber verilen teknikalite ile keman melodilerini
çok zekice birleştirmişler. Rahatlıkla tavsiye edebileceğim pozitif müzisyenlerin pozitif müziklerinden oluşan ismi güzel ilginç bir topluluk.
FRIJID PINK
FRED
Alman ya da İtalyan gruplarını ön planda tutan
dinleyiciler nedense Amerikan progressive rock
topluluklarını pek önemsemez, oysa zamanında
ne kaliteli işler üretmişlerdir. İsmi güzel Fred topluluğu da bunlardan birisi. Bu grupla ilgili derinlemesine bir bilgiye sahip değilim ve son zamanlarda keşfettim sayılır ama sanki yıllarca dinliyormuşum gibi de güzel geliyor tınıları kulağıma.
Fred çok fazla kayıt yapmamış, yaptıkları albümlerde birbirinden güzel. Mesela 71 yılı aynı adlı
Amerika’nın pek başarıya ulaşamamış sadece
1970’lerde faaliyet göstermiş ilginç gruplarından bir tanesi. Amerika denilince Avrupa gruplarından farklı olarak işin içine doğal olarak blues girmektedir. Bir yandan 1970’leri esir alan bir
blues rock fırtınası esmekteyken diğer tarafta da
psychedelic rock’ın en iyi örnekleri o tarihlerde
ortaya çıkmaktaydı. İşte tam bu sıralarda kurulan
Frijid Pink bir yandan blues’dan beslenirken diğer tarafta ise o psychedelic olarak tınlayan güçlü gitar tonları ve rifleri arasında müziklerini ortaya çıkarmıştı. Aynı adlı ilk albümünü 1970’de
çıkaran topluluk tam anlamıyla psychedelic blues
rock icra ediyordu. İngilizlerin Humble Pie grubunu da anımsatan bu yapı onların ilk başarısı oldu.
Albümde “House of the Rising Sun”ın ilginç bir
yorumu da bulunmaktaydı. İkinci albüm “Defrosted” ile daha da sertleşip hard rock’a kayarak müziklerini daha da saflaştırdılar ve iki albüm
daha yaparak ortadan kayboldular. Bad Company,
Humble Pie müziklerinin Hammond org ile kaynaşmasından hoşlanıyorsanız çoktan tarihin tozlu sayfalarında yerini almış bu grubu baş tacı etmelisiniz.
FRUUPP
FRUMPY
Frumpy, müziğiyle tam anlamıyla bir yere yerleştirilemeyen bir yapıya sahip. Bir yandan krautrock, diğer yandan caz müziğine göz kırpıyor, bununla da kalmayıp folk müziğe de bulaşıyorlar.
Bu tarz eklektik müzikleriyle Frumpy fazla örne-
ği olmayan Almanya çıkışlı gruplardan bir tanesi konumuna geçiyor. 1970 yılı ilk albüm “All Will
Be Changed”, geriden gelen Rick Wakeman benzeri klavye oyunlarının ötesinde Inga Rumpf’un
çeşitli vokal anlayışlarının sergilenmesi sonucunda, iyi bir albüm kimliği kazanıyor. Hammond
org’un karakteristik biçimde kullanılışı Carsten
Bohn Bandstand’in caza ve etnik müziğe öykünen davul vuruşları ise bu çalışmayı klasik mertebesine sokmakta gecikmiyor. “Frumpy 2” ve “By
The Way” gibi iki üstün albüm yaratan bu topluluk çok geçmeden dağılıyor fakat 1990 yılında yeniden toplanıp da çıkardıkları “Now” albümü pek bekleneni veremiyor. Frumpy progressive
rock dünyasında pek adı geçen bir topluluk değildir fakat ilk dönem eserlerine bakıldığı vakit kayda değer birçok unsura rastlayabileceğiniz gibi,
yıllar sonra tozlu raflardan çıkarıp dinlediğinizde
yepyeni melodilerin sizi karşılayacağı bir sürpriz
de hazırlar.
İrlanda çıkışlı, kendisini birbiriyle sentez yapılması zor türleri icra etmesiyle dinleyicilere tanıtmış, 70’lerin değeri pek bilinmemiş topluluklarından. Melodik rock’ın senfonik rock ile bileşiminden doğmuş müziklerinin folk ile harmanlanışı, şeklinde tarif edebileceğimiz Fruupp’un yayımlanmış dört albümü mevcut. 73 yılı ilk albümleri “Future Legends” yoğun bir şekilde YES müziğinden tınılar taşıyor. Basçı Peter Farelly’nin
Chris Squire’ı (YES) anımsatan o bas tonları müziğin geneline yayılmış sanki. Klavyeyle verilen
senfonik etkiler, vokallerdeki yumuşak melodik
söyleyiş tarzı da Fruupp müziğinin karakteristik özelliklerinden sayılabilir. İkinci albüm “Seven Secrets” ise ilk albümün kalitesinden biraz
daha uzak. Aynı yapıyı devam ettirmeyi denemişler ama beste bazında pek başarılı olamamış. Albüm kapaklarına çok özen gösteren grubun üçüncü albümü “The Prince of Heaven’s Eyes”ın kapağı çok nefis. Aynı şekilde müzik de daha derli toplu daha melodik rock sularında yüzen bir hâle bürünmüş. 1975 yılı “Modern Masquerades” adlı albümden sonra grup tarihe karışmakta gecikmiyor.
İrlandalı olmaları dolayısıyla irish folk gibi yakın
oldukları bir tarzı icra etmeden birçok türü kaynaştırmaları da onlara şapka çıkarmamızı kolaylaştırıyor.
GREENSLADE
Caz rock grubu Colloseum’da klavye çalan Dave
Greenslade’in önderliğinde kurulan bu senfonik
rock topluluğu ilginç sentezli müzikleriyle ne bir
YES olabilmiştir ne de bir Gentle Giant. Klavyede yer alan ve destansı tonlara sahip olan Dave
Greenslade’in oluşturduğu bestelerde caz ile
senfonik altyapının beraber kullanıldığına şahit
oluyoruz. Gümbür gümbür bas soundları bir yana
davullarda tınlayan o yumuşak vuruşların etkile-
yiciliği her zaman kendi dinleyicilerince çok tutulmuştur. İlk albümün başarısı ortada fakat “Beside Manners are Extra” ile de bu başarının gelip
geçici olmadığını kanıtlayan topluluk zaman içerisinde birkaç albüm daha yapar ve sonra kaybolurlar. Bugün plak toplayan progressive rock dinleyicilerine sorsanız onların ilk iki albümünü mutlaka söylerler. Gerçekten de hak ettiği yeri elde
edememiş bir senfonik rock grubudur.
cond Birth” albümüyle kimi dinleyiciden iyi kimisinden kötü puanlar alışı da bu arada kalmış ve
bir yerlere oturtulamamış tarzından kaynaklanmakta. “Staircase To The Day” ile biraz düzelen
bu topluluk iyi eleştiriler almasına rağmen ortadan kaybolmuştur. Grubun ilk albümünden itibaren müziklerine farklı farklı enstrümanlar yerleştiğine de dikkat edilmeli ve gitar soloları ve flütleriyle ilgi çeken bu topluluğu takip etmenizi de
öneririz.
GROBSCHNITT
GRAVY TRAIN
Şiirsel melodik flüt melodilerinin çok belli olmayan caz yapısı ile harmanlandığı 70’lerin ilginç
İngiliz gruplarından bir tanesi sayılan Gravy Train, Jethro Tull, Traffic ve Van der Graaf Generator etkileriyle bir döneme damgasını vurmuştur.
Nick Barrett’in gitar sololarını güçlü olarak çaldığı, saksafon melodilerinin ise psychedelic anlara gebe olduğu farklı bir gruptur. Grubun tarzını
tam olarak bir yere oturtamazsınız, devamlı türler arasında gidip gelmiş ve bir anlamda “müzikal zenginlik yolculuğu” yaptırmıştır dinleyicilere. 70 yılındaki kendileriyle aynı adı taşıyan ilk
albümü, 71 yılı “(A Ballad of) A Peaceful Man”
bu sayede bir yerlere gelebilmiştir. 73 yılı “Se-
Kimi yerlerde krautrock kimi yerlerde ise senfonik rock olarak adlandırılan Almanların en iyi
gruplarından birisidir Grobschnitt. Teatral sahne
şovları, YES, Pink Floyd, Amon Düül II ve Eloy’dan
yoğunlukla beslenen müzikleriyle de dikkati çekmişlerdir. Şöyle birkaç tane Alman grubu say deseniz içinde mutlaka Grobschnitt ismi geçer, bunun sebebi de 1970’lerdeki “Ballerman”, “Jumbo” ve “Rockpommel’s Land” albümleriyle gerçekleştirmiş oldukları başarıdır. Almanya’nın diğer Eloy’u olarakta tanınırlar, hatta bazı dinleyiciler Pink Floyd ile karşılaştırmaktan çekinmezler. Böyle düşünmelerinin birkaç sebebi vardır
ama içlerindeki en geçerli düşünce grubun çıkardığı “Solar Music-Live”daki performans olmuştur.
Teatral olarak sergilenen bu konser performansı rock tarihinin en önemli anlarından birisidir.
Dinlemenin dışında bu konseri izlemek bir tarihe
de tanıklık etmek demektir. Pink Floyd’un “Live
at Pompeii” canlı kaydı ile çok karşılaştırılan bu
konser yüzünden Grobschnitt ismi kendilerinin de
inanamayacağı bir dereceye gelmişti ki bu Alman
gruplarında görülmesi zor bir olaydır. Bu bir şans
meselesidir ve buna ancak Eloy, Tangerine Dream, Kraftwerk, NEU! gibi isimler ulaşabilmiştir.
Türkiye’de bu grubun cd’lerine rastlarsanız kendinizi şanslı sayabilirsiniz.
GRYPHON
Progressive folk denilince akla hemen İngiltere gelmelidir. Pentangle, Renaissance gibi kült
grupların yanında adı
sanı pek onlar kadar duyulmamış Lindisfarne ile
Gryphon’un ismini mutlaka zikretmeliyiz. Bert
Jansch’ın müthiş derecede etkisinde kalan bu
tarz, İngiliz folk müziği,
kelt melodileri ve nadiren de olsa senfonik yapıyı beraberinde taşır. Gryphon’un müziği de aynen böyledir,
bir ucunda akustik gitarların gerisinde kalan derin senfonik
öğeler, bir ucunda Gentle Giant gibi üst bir topluluğu andırıyor. Belirtmemiz gereken diğer bir önemli nokta da Gentle
Giant’ın yanında Jethro Tull etkilerinin bulunmasıdır ki bu da
grubun bestelerindeki enstrümantal pasajlarda oldukça belli oluyor. 1974 yılı “Midnight Mushrumps” ile sonraki albüm
“Red Queen to Gryphon Tree” bu topluluğun en iyi çalışmaları olarak gözüküyor fakat grubun müzik yaptığı sıralarda pek
tutulmaması ve hep geri planda kalışı da bir açıdan üzücü.
1970’lerin sonuna doğru grup dağılmış ve kendilerinden bir
daha da haber alınamamıştır. Aynı şekilde onlarla aynı kaderi paylaşan Lindisfarne ise 2000’lerin ortalarına kadar müziğe
devam etmiş hatta birçok konser de vermişlerdir.
GONG
Canterbury progressive rock’ın
köşe taşlarından birisi olan efsane topluluktur. Bir Pink Floyd
bir Van der Graaf Generator
ya da King Crimson hakkında
yazı yazmak onların müziğinden bahsetmek ne kadar zorsa Gong içinde aynı durum geçerlidir ama biz yüzeysel olarak biraz bahsetmeye çalışalım. Çok uluslu bir grup olan
Gong genelde Avustralya, İngiltere ve Fransalı müzisyenlerden oluşmuştur. Müziklerini açıklamak her ne kadar zor olsa da klasik Canterbury Soundunun
daha gelişmiş daha özgür hali de diyebiliriz. Daha fazla deneysel caz, daha fazla psychedelic öğeler, space rock’a kaçan o elektronik tınılar, kozmik müziğe de bulaşabilen o sıra
dışı melodiler Gong’un müziğinin iskeletini oluşturuyor. Aslında bu kelimeler bile onların müziğini anlatmakta yetersiz kalıyor, çünkü onları anlayabilmek için dinlemek bile yetmeyebiliyor, bazen bir albümünü tam detaylı olarak çözmek
için bile aylar harcayabiliyorsunuz. Fazlasıyla katman melo-
diler içeren müzikleri, zor dinlenebilen yapısı sebebiyle içine
zor girebileceğiniz bir müzik vaat ediyor size Gong. Avustralyalı gitarist Daevid Allen (The Soft Machine’in kurucuları arasındadır.) öncülüğünde kurulan grupta usta müzisyen Steve
Hillage’de (“Radio Gnome Invisible” üçlemesinde gruba girmiş ve topluluğun müziğini tavana çıkarmıştır.) grubun bazı
albümlerinde bulunmuştur. Şu albüm iyi bu vasat şeklinde tarif edemeyeceğimiz bu grubun sadece “Camembert Electrique” ve 73 – 74 yıllarında çıkan “Radio Gnome Invisible” (bir
uzay hikâyesi anlatırlar) adlı üçleme albümleri şimdilik aklınızda bulunsun. Ama burada bu topluluk için bir parantez
açılmalıdır ki bu da Gong müziğinin dönem dönem farklılık taşımasıdır. Özellikle Daevid Allen’ın “Radio Gnome Invisible”
serisini tamamlamasından sonra ayrılışı grubu çok etkilemiş
müzikal anlamda farklılık yaratmıştır. Grup progressive rock
dünyasında en çok Magma ve Frank Zappa benzerliği ile öne
çıkmıştır. Eğer progressive rock ile bir şekilde haşır neşir oluyorsanız dinlemenizin gerekli olduğu en önemli topluluklardan birisidir Gong. Bilmezseniz çarpılabilirsiniz.
GURU GURU
Almanya’nın bu tarz müzikteki olayları biraz farklı, daha derinlere dayanıyor ve bu bağlamda her şeyi İngiltere’de varolan progressive gruplardan da farklı yaşamışlardır. 1960’ların sonunda yeşermeye başlamış birçok müzik topluluğunu etkilemiş o dönemin öğrenci hareketlerini de kapsayan politik
karmaşa sonucunda birçok müzik grubu komünal olarak yaşamayı seçiyordu. Bu karmaşa üzerine birçok topluluk da o dönemde kurulmuştur. Guru Guru’da buna çok güzel bir örnek
teşkil ediyor. Amon Düül - II ve Can gibi deneysel rock grup-
larının ötesinde bu topluluğun LSD etkisi ile acid rock sularına dalması, bununla da yetinmeyip özgürce yorumlanan çok
farklı caz öğelerini buluşu da Guru Guru’yu çok farklı algılamamıza neden oluyor. İsmiyle ayrıksılık, duruşu ile farklılık
yaratabilen ender gruplardan birisidir. Bu grup fazla klavye
kullanmaz, sadece özel efekt yaratır. 70 yılı albümü “UFO”
ve sonrasında gelen “Hinten” ve grubun en ünlü çalışması sayılan “Känguru” da yer alan “Oxymoron”, Immer Lustig” gibi
çalışmalar da bu grubun ne kadar da yetkin-sıra dışı bir müzik
yaptığının altını çiziyor.
HARMONIUM
Kanada Quebec çıkışlı enfes bir senfonik rock grubu. 1970’lerin ilk yıllarında başlayan müzik yaşamlarına Harmonium adı
altında sadece üç albüm sığdıran grup birbirinden güzel bu
çalışmalarla senfonik rock’ın en iyilerinden olamasa bile kaliteli işler yapan bir grup olduklarını hissettiriyor. Müziklerindeki yoğun olmayan senfonik dokusunun üstüne folk ve caz
formları ekleyip birbirinden farklı enstrümanlarla birçok sesli müzik yaratmayı amaçlamışlar. Peki, bu başarılı olmuş mu?
Evet, kesinlikle bu kimya tutmuş ve deyim yerindeyse müzik
yağ gibi gidiyor. 1974’de aynı adla çıkan albümlerinde yoğun
bir folk etkisi mevcut. Başarılı sayılabilecek besteler sonucunda albümü defalarca bıkmadan dinleyebiliyorsunuz. İkinci albüm ise ilkinden daha da başarılı gözüküyor. “Si On Avait Besoin D’Une Cinquième Saison” adındaki bu çalışmada biraz önce bahsettiğim çok sesli bir müzikle karşı karşıya kalıyorsunuz. Senfonik melodilerden sonra hemen caz melodileri giriyor ve hemen ardından bir folk şarkı ile sizi şaşırtabiliyorlar. Şarkıların dili ise Fransızca ve bu müziğe öylesine gü-
zel gitmiş ki, müziğin romantikleşen taraflarında özellikle atmosfere tam anlamıyla oturmuş. Üçüncü albüm “L’Heptade”
ile önceki albüme benzer bir yapıyı kullanan topluluk bu çalışmadan sonra ortalıklardan kayboldu. Kanada’nın bu kaliteli grubu müziğe devam etmemiş ama birbirinden güzel üç albüm bırakmış müzik dünyasına.
IBLISS
Müziklerinde etnik tatlar barındıran çok farklı bir Alman grubudur Ibliss. Embryo’nun kullandığı etnik melodilerin üzerine Kraftwerk gibi bir grubun deneysel yanlarını alın üzerine de grupta yer alan Basil Hammoudi’nin (Kraftwerk’te de
yer almıştır.) dahiyane perküsyon vuruşlarını ekleyin işte size
Ibliss müziği hazır. Perküsyon ve üflemeli ağırlıklı bir müzik
sergileyen bu topluluk zaman zaman Latin caz melodilerine
de geçiş yapıyor ve olayı saksafonla noktalıyorlar. Gitarların
olaya dâhil edilmesiyle beraber bu sözünü ettiğim müzikal
yapı özellikleri tek bir çıkış yolunda birleşiyor o da fusion caz
rock. Müzik bazen sadece etnik tonlarda giderken diğer tarafta yavaştan gitarların eklenişi işi farklı bir boyuta sokuyor. Grup bu tavrıyla bazı kaynaklarda krautrock olarak geçmektedir ama bu müziğe böyle bir sınırlandırma getirilmesi
ne kadar doğru orası tartışılır. Yine Basil Hammoudi’nin vokal
performanslarıyla süslenen şarkılarıyla bu grup sadece tek albüm yapıp dağılmıştır. “Supernova” adıyla 72 yılında kaydedilen bu albüm deneysel müziğin farklı taraflarını yansıtmaktaki başarısını ustaca üzerinde taşıyor.
IHRE KINDER
Protest bir kimliğe sahip olup müzik yapmak 60’ların sonu ve
70’ler Almanya’sında pek revaçtaydı. Haklı olarak yaşadıkları ve üzerinden geçtikleri sosyal problemler ile boğuşuyorlardı. Bunları açıklamak ise kendilerine ve müziğe düşüyor ancak bu yolla kendilerini anlatabiliyorlardı. Ihre Kinder elemanları ise bu yaşanılan problemler arasında en duyarlı kişiliklere sahip olan müzisyenlerdi. Almanca olan şarkıları farklı bir
folk kimliğinden besleniyordu. 60’ların sonunda Bob Dylan’ın
ilk dönemleri sırasında bir protest folk dönemi yaşanmış ve
grup bundan oldukça etkilenmişti. Folk yanında caz ve elektronik öğeleri de müziklerinde kullandılar ve ortaya çok özgün bir krautrock soundu çıktı. 69 yılındaki kendileriyle aynı
adı taşıyan ilk albümle başlayan kariyerleri 70 yılındaki “Leere Hände” devam etti. Bu albümde bazı şarkılar ingilizcedir.
Kapağında bir kot kumaşının resmini kullandıkları “2375 004”
albümü ise grubun en eleştirel albümü sayılmaktadır. Sonrasında ise folk etkilerinin fazlaca kullanıldığı “Werdohl” albümüyle yine olumlu eleştiriler almıştır. Özellikle piyano, flüt
ve akustik gitarın tınıları muhteşem kullanılmıştır ve bunlar
çalarken en gerilerden bir org eşlik eder ki o kusursuz sound
ile birlikte çok büyük hazlar yaşatabilir. 70’lerin başlarında
ise grup ortalıktan kaybolur.
IT’S A BEAUTIFUL DAY
It’s A Beautiful Day, Grateful Dead’in ortaya çıktığı San Francisco şehrinin gözbebeklerinden birisiydi. Bu sebeple Rock,
caz ve folk gibi türlerin psychedelic yapıyla buluşması kaçınılmazdı. Ne tam anlamıyla progressive bir grup olabildi-
ler ne de şeytanın bacağını kırabildiler ve belki de en şanssız
gruplardan biri oldular. Şanssızlığının sebebi ise ilk albümünün yayımlanmasından sonra Deep Purple’ın “Child In Time”
şarkısında It’s A Beautiful Day’in “Bombay Calling” şarkısından bariz bir şekilde alıntı yapmaları ve bunu da tamamiyle
kendi besteleriymiş gibi göstermeleriydi. Deep Purple bu konuda hiçbir şey söylemedi ve bu olay öylece kaldı. Yıllar sonra “In Rock”ın özel basımı çıktığında bile maalesef bu konuda bir cevap verilmemişti. Deep Purple sadece “esinlendik”
gibi bir açıklama yapmıştı ama bu yeterli miydi sizce? Viyolinist David LaFlamme’nin kurduğu bu topluluğun 1960 sonları
ve 1970’lerde ürettiği her albüm çok iyidir. 1973 yılında kayıplara karışan bu grup 2003 yılında David LaFlamme Band adı
altında grubun eski şarkılarını bir daha yorumlamıştır ama ne
yazık ki belli bir kaliteden yoksundur.
JANE
Almanya denilince orada ortaya çıkmış birçok grubu çoğu zaman Eloy ile ilişkilendirebiliyoruz. Jane ise bazı majör Alman
gruplara nazaran ismi biraz daha duyulan rock müzik tarihinde ismi çokça geçen gruplardan birisi ama basitçe sıralama
yapıldığında unutulduğu da oluyor. Müziklerinde yer yer krautrock etkisiyle birlikte hard rock’ı anımsatan öğeleri de kullanırlar. Baskın bir bas soundu, sürükleyici klavye partisyonları, dinamik davul vuruşları güçlü Jane müziğinin karakteristik
yapısını oluşturur. Bu özellikleri ile en çok Eloy’a benzerler.
Pink Floyd’dan ise bestelerde yer alan bütünlük hissini alırlar. Bu sebeple progressive rock tarihinde eşi ve benzeri olmayan bir sentez yaratmışlardır. Jane denilince akla hemen
“Together” ve “Here We Are” gibi albümler gelmektedir. Sen-
fonik yapıyı kucaklayan “Lady” albümü ve 1974 yılı “III” albümüyle de
aynı başarısını sürdüren grup Wolfgang Krantz ve Klaus Hess’in emsalsiz gitar tınılarıyla birlikte klasik soundunu yaratır. “Fire,Water, Earth
and Air”(çok önemli bir konsept albümdür ve hayatın 4 evresini anlatır.), “Age Of Madness”, “Sign No.9” gibi albümlerle de 1970’li yılları
kazasız belasız atlatırlar. 76 yılı konser albümünün ise ayrıca irdelenmesi gerekir. Çünkü olağanüstü bir performans sergilemişlerdir. 77 yılı
“Between Heaven and Hell” albümün girişi ise Pink Floyd soundunu oldukça andırmaktadır. 80’li yıllar her ne hikmetse her grup için baş belası olur, aynı durum Jane’in de başına gelir ve başarısız albümler birbiri ardına sıralanır. 2000’li yıllarda biraz daha toparlanır gözükseler de
eski albümlerin yanına bile yaklaşamazlar.
KAPUTTER HAMSTER
Almanya krautrock konusunda birinciliği kimseye kaptırmaz, çünkü o topraklarda doğmuş ve gelişmiştir. Bu
sebeple türün en büyük gruplarından farklı
olarak kurulmuş onlardan etki almış ve zaman
içerisinde tek albüm çıkardıktan sonra dağılıp gitmiş isimler de oldukça fazladır. Kaputter Hamster’in de böyle bir özelliği var. 74 yılında kendi adıyla çıkardıkları ilk ve tek albümde Pink Floyd’un ilk dönem sounduna yaklaşan, Guru Guru ve dönemin diğer ayrıksı topluluklarından etkileşim alan bir isimdir Kaputter Hamster. Çok fazla karanlık
ve uçuk müzikler sergilemezler hatta tür içerisinde “yumuşak” tarza
sahip olan birkaç gruptan da birisidir. Grubun üç gitaristi mevcut ama
bu, çok karmaşık bir müzik yaratmaktan ziyade fon müziği diye tabir
edilen o yapıyı hissettirmekten başka bir işe yaramıyor. Gitar melodilerini birbirinden farklı olarak çok rahatlıkla duyabiliyorsunuz. Klavye
veya diğer tuşlu çalgılar olmadığı için sound biraz da kuru hissediliyor
ve bestelerde duyulan boşluk hissini de çok rahat hissedebiliyorsunuz.
Bu grubun orijinal cd’sine ulaşmak artık çok zor, zamanında sınırlı kopya ile dağıtılan bu grubun tek albümüne ulaşabilirseniz yaptığınız arşiv
değerli bir isim de kazanabilir.
KARTHAGO
Berlin-Almanya çıkışlı Karthago, o dönemin krautrock ve space rock
furyasından sıyrılarak kendisine çok pozitif bir müzik seçmişti. Rock tarihinin en iyi vokalistlerinden birisi sayılan Joey Albrecht’in (grubun ayrıca gitaristidir) kendine özgü gırtlak nağmeleriyle sergilediği Karthago şarkıları bir parça blues, bir parça Latin rock ve funk etkileşimi taşımaktaydı. Almanya’da o dönem çok başarılı konserler verdiler ve bir
sürü derginin kapaklarını süsleyerek adlarından söz ettirdiler. Kraan’da
yer alan klavyeci Ingo Bischof’unda
kadrosunda bulunduğu Karthago ilk
iki albümüyle bariz bir şekilde başarılı oldu. 74 yılı albümü “Rock
and Roll Testament” ise bu başarılarının geçici olmadığını kanıtlıyordu. Şiirsel soul tarzı vokallerin bulunduğu bu albüm kendilerini başarıya ulaştıran son albüm de sayılmaktaydı. Grup o dönemlerde iki
konser albümü daha çıkararak kayıplara karıştı ama son birkaç yılın haberlerine göz gezdirdiğimizde grubun tekrar toparlandığını hatta konserlere çıktığını görüyoruz.
KHAN
İngiltere’den çıkmış bir Canterbury Rock grubu. National Health ve
Gong etkilerini üzerinde taşıyan bu topluluk doğal olarak Canterbury
soundun içerisinde yer alan caz öğelerini deneysel bir şekilde kullanıyor. Khan’ın yalnız çok önemli bir özelliği var ki o da Gong’da yer
alan Steve Hillage gibi usta bir müzisyeni barındırması. Bunun yanında
Dave Stewart gibi bir klavye ustasını bünyesinde bulundurması da artı
bir nokta olmuş. Steve Hillage’in melodik gitarlarının üzerine o tatlı
hammond tonlarının birleştirilmesi nefis bir sound ortaya çıkarmış. Zaten grubun da tek albümü mevcuttur. 72 yılı “Space Shanty” albümünde o kadar güzel anlar yakalanmış ki, mesela “Driving To Amsterdam”i
ele alalım. Ritmik kompleks davullar üzerine
gerçekleştirilen deneysel gitar melodileri ve o
hafif org melodileri sonucunda aniden değişen
caz yapısı müthiş. Steve Hillage’in patron kesildiği bir albüm bu ve kesinlikle dinlenmeli.
KIN PING MEH
Birth Control’un gölgesinde kalmış Alman bir
rock topluluğudur. Deep Purple’ın ilk dönemleri ve Uriah Heep’in başlangıç yıllarını anımsatan müziğiyle Kin Ping Meh başarıyı pek görememiş hep arada kalmış müziğiyle ilgi görememiştir. Progressive rock’a göre oldukça sert
kaçan blues yapılı besteleri sayesinde ilk albümü başarılı sayılmış acılı blues çığlıkları yanında hammond org’un tarif edilemez güzellikteki
o tonları da grubun müziğiyle iyi örtüşmüştür.
“No.2” ve “Kin Ping Meh 3”de ilk albümün arkasından gelen iyi eserlerden ikisidir. Pek fazla özellik barındırmamıştır ama dönemin o sarhoş edici soundunu yakalamak ve dinlemek için
çok iyi bir alternatif sayılabilir, çünkü bu grubun soundu bir muhteşem!
KLAUS SCHULZE
Bir üstat! Elektronik trance müziğin bugünlere
gelmesine çok büyük bir payı olan yüce şahsiyetli bir o kadar da alçakgönüllü dahi bir müzisyen. Grup olarak Tangerine Dream ile başlayan
kariyeri Ash Ra Tempel ve The Cosmic Jokers
ile tamamlanmıştır fakat 1970’lerden beri süregelen solo kariyeri sayesinde olağanüstü derecede kaliteli albümler yapmış üstün bir müzisyendir. Tangerine Dream’in artık klasikleşmiş ilk albümü “Electronic Meditation”da da-
vul ve perküsyon çalmıştır ama kendisinin asıl
alanı moog synthesizer’dır. Arkadaşı olan diğer
müzik dehası Edgar Froese ile yıllarca elektronik müziğin gelişimine katkıda bulunmuş, devamlı yeni seslerle ilgilenmiş ve konsept yapıda çalışmalarda bulunmuştur. Bu etki sadece elektronik müzik için sınırlı kalmamış, new
age müziğine de etkisi büyük olmuştur. Zaman
içerisinde kendisini yeni akımlara dahil etmiş
caz yanında trance müzikle de haşır neşir olmuştur. Solo albümlerine bakıldığında 72 yılı
“Irrlicht”, 73 yılı “Cyborg” ve 76 yılı “Moondawn” albümleri kendisinin üst noktaları sayılmakla birlikte bu albümlerde oluşturduğu kavramsal anlamlarla da müzikle düşündürmektedir. Kendisi son zamanlarda Dead Can Dance’in
Lisa Gerrard’ıyla birlikte solo albüm yapmış
ve konserler vermektedir. Kendisi Kitaro’yu da
çok etkilemiştir fakat onun kadar tanınmamaktadır. Eğer elektronik müzik ilginizi çekiyorsa
gideceğiniz ilk adreslerden biridir.
KRAAN
Almanya’da şöyle krautrock gruplarından sıyrılıp funky ritimli caz rock sularına doğru yelken alıyoruz. Kraan derseniz bazı dinleyiciler
asker selamı bile verebilirler, o derece dinleyicileriyle güçlü bir bağı olan topluluktur. Etnik tatları psychedelic anlayışla önümüze süren bu kaliteli topluluğun 1970’lerde oluşturduğu her albüm önem taşır. Öncelikle 1972 yılı
“Wintrup”daki Zappaesk deneysel takılmaları çok hoş olmakla birlikte düşsel bir atmosferle yaratılan bu müziklerin Kraan’ın ürettiği her albüme yayılması da takdir edilecek bir
durumdur. Sadece 1970’ler değil 2000’lerde de
eski anlayışla albüm üretmeleri, bu grubun ne
kadar da önemli olduğunu gözler önüne seriyor. 70’li yılların ilk yarısında bu grubun bazı
eserleri funk etkilidir. 72 yılı aynı adlı ilk albümü, 74 yılı “Andy Nogger”(tuşlu ritimler çok
baskındır bu albümde) ve “Let It Out”un dışında 2003 yılı “Through”daki Happy The Man’in
(Amerikalı topluluk) “The Muse Awakens” albümünü hatırlatan beste yapıları dışında 2007
yılında piyasaya sürülen “Psychedelic Man” albümünde hissettiğiniz eski kayıt teknolojisi ile
yapılmış hissi veren, o yıllara meydan okuyan o
dehşet soundunu da bizden esirgememişler ve
önlerinde şapkamızı çıkarmakta farz olmuştur.
LAVA
Brain Records kataloğunda yer almış bu yazıdaki üçüncü grup. Almanya’nın tek albümlük
krautrock şahsiyeti olan topluluk, müziklerinin belirleyiciliğinde yer alan space rock ve
deneysel etkilerle bir yandan Hawkwind’e diğer yandan ise Can grubuna özeniyordu. “Tears Are Goin’ Home” adındaki 73 yılı bu albüm
krautrock severler tarafından beğenildi fakat
çok çok iyi de bulunmadı ve bu özelliğiyle de
unutulmaya yüz tuttu. Yoğun synthesizer bezeli besteler psychedelic yapının habercisidir ve
bu albümde de böyle olmuştu. Tek albüm ve
tozlu raflarda unutulmaya yüz tutmuş bir grup
daha.
LOS JAIVAS
Güney Amerika Şili dolaylarından bir progressive folk grubu karşınızda. Aslında folktan
daha fazla özellikler ihtiva etmesi sebebiyle ve Şili’nin en önemli folk gruplarından birisi olması dolayısıyla listeye aldığım bir isim. Bu
grup Şili’de çok tutuluyor bunun sebebi ise yerel halk çalgılarını ve şarkılarını müziklerinde
kullanmaları. Sayılamayacak derecede o kadar fazla etnik enstrüman kullanıyorlar ki bu
da müziğin folk ağırlıklı olmasını sağlıyor. Org
ve mini moog melodileri ise bir açıdan senfonik yapıyı da beraberinde getiriyor. 70’lerde
ortaya çıkardıkları ve benim dinlediklerim arasından en iyileri 72 yılı “Todos Juntos”, 75 yılı
“Los Jaivas”tır. 80’lerdeki albümlerinden ise
“Alturas de Macchu Picchu” ve 84 yılı “Obras
De Violeta Para” ise bu grubun başyapıtlarıdır.
Ondan sonra pek takip edemedim ama inanıyorum ki o albümleri de çok iyidir. Duygulara hitap eden folk müzikleri sergilemekte olan
bu hisli müzisyenlerin albümlerini tereddütsüz
tavsiye ederim.
MADDEN & HARRIS
Progressive Folk’un pek bilinmeyen yüzü.
Avustralyalı bu grup Dave Madden ve Peter Haris öncülüğünde kurulmuş, klasik folk kalıplarını kıran onu daha da genişleten karakter yapısını tek albümle dinleyicilere kabul ettirmeyi
başarmıştı. Nedir bu folk kalıplarını kıran yapı
derseniz o da bu iki müzisyenin bestelediği şarkılarda eski pop ve acid rock vokal tarzlarından
tutun, caz, kelt ve psychedelic müzik yapısının yanında portekiz halk müziği Fado’ya dek
uzanan bir zenginlikten bahsedersek yanlış olmaz. Yaptıkları müzik size bazen The Beatles’ı
bazen Fairport Convention’ı anımsatır. Mandolin, saksafon, harp gibi enstrümanların gerisin-
de arka planda yer alan synthesizer da oldukça
dikkati çeker. 75 yılında çıkan “Fool’s Paradise” adındaki bu albüm prog folk sevenleri pek
memnun etmiştir. Comus’un yaptığının aynısını bu topluluk farklı enstrümanlarla yapmış ve
gayet başarılı bir grafik çizmiş ama maalesef
devam edememişler.
ğunlukla oluşturulan konsept yapıda anlatılır.
Magma müziğiyle diğer bütün gruplardan ayrılır. Yoğun caz etkileri bunun rock ile kaynaşması ve yukarıda da bahsettiğimiz klasik müzik – opera etkileri müziklerinde oldukça yer
eder. Zeuhl dinlenmesi çok zor olan ve belli bir
altyapı gerektiren ilginç sentezlere sahip bir
tarzdır. Magma’dan başka temsilcileri de vardır fakat bu türün yaratıcıları olarak ilk olarak
kendilerine söz vermek gerekir. 70 yılı ilk albümü bir klasik olmakla birlikte 73 yılı “ Mekanïk
Destruktïw Kommandöh” ve “Köhntarkösz” birer başyapıttır. 76 yılı “Üdü Wüdü” albümünde
ise caz etkileri yoğun olup “Weidorje”, “Zombies (Ghost Dance)” ve 18 dakikalık “De Futura” Magma’yı anlamak için birer sebeptirler. Birbirinden ilginç çalışmalara imza atmış
bu topluluk progressive rock tarihinde apayrı
bir yerlerde duruyor.
MESSAGE
MAGMA
Fransa’nın progressive rock dünyasına kazandırdığı, duruşlarıyla karizmatik ve özgün bir
gruptur. Magma, progressive rock’ta bir alt tür
olan zeuhl tarzının yaratıcısıdır. Bu tarzın genel karakteristik özelliği ise kendine özgü bir
dili içermesi bununla beraber caz, klasik müzik ve opera’yı tek potada eritebilme özelliğine sahip olmasıdır. Davulcu Christian Vander’in
yarattığı bu yapay dil aynı zamanda zeuhl olarak adlandırılır. Bazı kaynaklarda ise “kobaïa”
olarak geçer. “kobaïa” ise Magma’nın albümlerinde bahsettiği konseptin ana parçası olan
bir gezegendir. Albümlerinde ise bu gezegende kurulmuş yeni bir uygarlıktan bahsedilir. Bu
uygarlığın oluşumu, gelişimi, bunların diğer
dünyalarla ve gezegenlerle olan ilişkileri ço-
Almanya’nın Dark Progressive Rock sayılabilecek derecede karanlık bir sounda sahip, Nektar
ile akrabalık bağları yüksek, müziklerini orta
kalite sayabileceğimiz, kenarda köşede kalmış,
sıradanlığı aşamamış gruplardan bir tanesi. Albümlerini dinlediğinizde –her ne kadar orijinal
cd’sinden ve plağından dinleme şerefine erişsem de- sanki prodüksiyona biraz daha önem
verseler daha da iyisi olabilirmiş diyebileceğiniz Message’ın müziği çok fazla farklılık içermiyor. Hard Rock’ı anımsatan güçlü gitarlar ve
derinlerden gelen efektli-yankılı vokallerle beraber mellotron ve saksafon’un da kullanıldığı psychedelic bir yapı mevcut. En iyi albüm-
leri olarak ise 73 yılında çıkan “From Books And Dreams” gösteriliyor. Bu albümde yer alan vokalist Tommy McGuigan’ın müzikle beraber ters giden vokal yapısı biraz düşündürmekle beraber
bu grubun çok fazla albümünün olmaması ve genellikle aynı tarz
bestelerle ortaya çıkması ise kolaylıkla silinip gitmesine sebep
teşkil ediyor. Ama hard psychedelic müziğin karanlık tarafıyla ilgileniyorsanız bir bakmakta fayda var.
MONA LISA
Aslında Senfonik müzik biraz da İtalyanlardan sorulur ama aralara bazen Fransızlar da dâhil oluyor. İtalya ekolü çok ayrı bir yazı
konusudur, senfonik öğeleri en güzel biçimde onlar kullanıyor
olsa da şimdilik Fransız grup Mona Lisa’dan biraz bahsetsek fena
olmayacak. Bu grubu ilk dinlediğimde nasıl hissetmişsem yıllar
sonra dinlediğimde de pek bir şey değişmemiş olduğunu düşünüyorum. Müzikleri her ne kadar kullandıkları enstrümanların çeşitliliği (saksafon, flüt ve viyolin) yüzünden zengin ve senfonik
duyulsa da oluşturdukları bestelerde yavan kaldığını belirtmeliyim. 70’lerden beri müzik yapan bir topluluk ve sadece ilk iki albümleri vasatın biraz üzerine çıkabiliyor. 74 tarihli “L’ascapade”
ve sonraki “Grimaces” adlı çalışmalardan bahsediyorum. Belki
78’de çıkan “Avant Qu´Il Ne Soit Trop Tard”da bir nebze dinleyiciler tarafından iyi bulunabilir ama diğer eserleri bırakın prog
tarihinde iz bırakmayı vasatı bile aşamıyor.
MURPHY BLEND
Uriah Heep ve Deep Purple sentezi bir müzik daha önce hiç bu
kadar etkileyici gelmemişti. Murphy Blend sadece tek albüm çıkarmış Alman gruplarından birisi ve dönemin hard rock ve blu-
es tonlarını müziklerinde çok net kullanmış ve bu nedenle de
haklı bir başarı göstermişler. Grupta org çalan Wolf-Rodiger Uhlig aynı zamanda vokalleri de yapıyor ve karizmatik sesiyle müzikle bir uyum içerisinde olduğunu hissettiriyor. Kullandığı org
tonları Deep Purple’dan Jon Lord’un ilk dönem Purple albümlerinde kullandığı tonlarla neredeyse aynı. Kilise orgunu anımsatan yapısı yanında biraz da Uriah Heep’in ilk dönem progressive
çalışmalarında kullanılan o soundu da hatırlatmakta. Wolfgang
Rumler’in çaldığı gitarlar ise oldukça rock etkili fakat çokta yoğun olmayan blues tınıları da içeriyor. 71 yılı ilk ve tek albümde ilk dikkati çeken çalışma “Prädudium/Use Your Feet” olmakta. Gümbür gümbür org sololarıyla ritmik davul ritimleri, devamlı değişen o yapı bu şarkıyı albümdeki “en iyi” konumuna sokuyor. Murphy Blend öyle çok fazla bilinmeyen ama Deep Purple’ın
progressive yönünden hoşlanan dinleyicilere ilaç gibi geliyor.
MYTHOS
1960’ların sonunda başlayan krautrock fırtınası beraberinde birçok grubun kurulmasına yol açmıştı. Elektronik müziğin deneysel halinin rock ile harmanlanmasının sonucu olan bu ana akımın anavatanı ise Almanya olmuştu. Can, Amon Düül II, NEU! gibi
türünün en iyilerini barındıran bu akım yeraltında filizlenmeye başlayan birçok topluluğunda oluşmasına yol açtı. Mythos da
bunlardan birisiydi. Hem cinslerine oranla daha minimalist takılan bu topluluğun 1972 yılı ilk albümü bu müziği takip edenler
tarafından bugün bile unutulmuyor. Aslında ikinci albüm “Dreamlab” ile de çıtayı epey yükseltmişlerdi. Bunun nedeni de çok
başarılı bir konsept albüm yapmalarıydı. Roketler hakkında oldukça yetkin bir bilim adamı
olan Wernher von Braun hakkındaki bu albümle adlarından sıkça söz ettirdiler. Grup elektronik müziğin detaylarını ön plana çıkarırken etkileyici bir kavramsal albümü progressive rock
tarihine de kazandırmıştı. En son yaptıkları Edgar Allan Poe konsept çalışmasıyla sadece dinleyenlerinin ilgisini çekmeye de devam ediyor.
grubun bir devamı gibi görülmekteler.
NEKTAR
NATIONAL HEALTH
1970’lerin ikinci yarısında yeşermiş canterbury
ekolünde mutlaka isimlerinin geçtiği bir topluluk. canterbury progressive rock İngiltere’de
doğmuş ve müziğinin genel hatlarını pop, klasik caz, fusion caz ve R’n’B’nin oluşturduğu bir
ekoldür. Çoğunlukla sözsüz, yer yer vokalli besteler oluşturan National Health’ın bu tarzda
yetkinliği dinleyicilerce bilinmektedir. Gong,
The Soft Machine ve Caravan gibi üst derecede
kaliteli grupların başını çektiği bu ekolde caz
rock’ın deneysel hâlleri ortaya çıkarılmaktadır.
Caz müziğin çok açılımlı ve doğaçlamaya açık
bir tavrı olması National Health’ın müziğine
de yansır ve oldukça yetenekli müzisyenlerle
birbirinden başarılı albümler ortaya çıkarırlar.
Phil Miller’ın gitarda yarattığı deneysellik halleri moog synthesizer’ın sounda yoğun bir şekilde etki edişi, Dave Stewart’ın kalıpları kıran
organ melodileri National Health müziğinin ne
kadar da özgür bir şekilde harmanlandığının bir
göstergesiydi. Sadece bununla da kalmamışlar
bas klarnet, perküsyon ve flütü de bestelerine
yedirmişlerdir. Daha önce YES’de yer alan davulcu Bill Bruford’da grubun “Missing Pieces”
albümünde bulunmuştur. 1977 yılında çıkardıkları aynı adlı albümleri bir klasik sayılmaktadır.
2001 yılında da son kayıtları “Playtime”ı çıkaran grup pek ortalıklarda gözükmüyor. Bugün
ise onların başlattığı yolda en başarılı olarak
A Triggering Myth’i görmekteyiz ki onlar da bu
Yanlış hatırlamıyorsam zamanında “Rolling Stones uçmak isteyenler için, The Doors ise çoktan uçmuşlar içindir.” diye söylenen bir tabir
vardı ama ben bu tabire, Rolling Stones grubu yerine Nektar ismini layık bulmakta hiç çekinmiyorum. Evet uçmak istiyorsanız Nektar
dinlemelisiniz. Nektar, İngilizler’in progressive rock dünyasına armağan ettiği uçuk bir
gruptur. German rock dünyasındaki gruplara
benzemesi de bir yönüyle krautrock ve tabii
ki space rock taraflarına bulaşmasından kaynaklanıyor. Yoksa İngilizlerin o Van der Graaf Generator veya Camel’ı gibi değiller, aksine Eloy ve Pink Floyd’un ilk, deneysel ve uçuk
dönemlerine daha çok benzemekteler. Roye
Albrighton’un psychedelic gitar tonları, gümbür gümbür bas soundu, klavye ve vokallerde
yer alan Alan Freeman’ın yarattığı space etkisi özellikle grubun ilk dönem albümlerinde
çok belirgindir. 1972 yılı “Journey To The Centre Of The Eye” ve sonrasında gelen “A Tab In
The Ocean”ın bu bağlamda dikkatle dinlenilmesi gereklidir. 74 yılı “Remember The Future” albümündeki o dâhiyane bölümler ve bir
sonraki “Down To Earth” çalışması ile oluşturulan Psychedelic Space etkisi bu grubu anlamayanlara gönderilen sıkı bir tokattır. 80’lerde
düşüşe geçen bu topluluk 2000’lerde de müziği sürdürür fakat eski günler her zaman daha
bir başkadır. Bu topluluk her zaman Alman olarak bilinmiştir, bunun sebebi ise albümlerinin
Alman plak şirketi Bellaphone’dan çıkmasıdır.
NEU!
Elektronik müziğe güçlü bir aşı yapan Kraftwerk gibi bir grupta da bulunmuş olan Klaus
Dinger ve Michael Rother arkadaşların kurduğu Alman bir krautrock topluluğudur. Müzikleri sadece krautrock olarak sınırlandırılamayacak derecede de geniş ve ilericidirr. Yaptıkları müzikle bir yandan punk ve türevlerine katkı sağlarken diğer yandan post rock diye tabir edilen son dönemin en tutulan müzik tarzına kadar etki sağlayabilir. Brian Eno ve Can
grubu gibi deneysel ses üretme konusunda bir
hayli yetkin olan bu grubun hemen hemen her
albümü kendisinden sonra gelecek gruplara
etki etmiş ve etmeye de devam ediyor. Bunların başında Tortoise, Stereolab ve Radiohead isimlerirni sayabileceğimiz, NEU!’nun açtığı
yoldan ilerlemiş ve müziklerine katkı sağlamış
gruplardır. NEU!’nun 72 yılında kendi adıyla çıkan albümü klasikler arasında sayılır ve içerisindeki “Hallogallo” ve “Negativland” gibi aniden değişebilen ve tekrar eden seslerin zekice
harmanlanması yüzünden o dönemde sıra dışı
kabul edilmiştir. Sonraki iki albümüyle de aynı
etkiler sürmüş ve bu üç çalışma ile efsane kategorisine yerleşmiştir. Almanya’nın krautrock
arenasında Faust’dan sonraki en farklı grubu
diyebiliriz.
NOVALIS
Almanya’nın tozlu raflarında kalmış ve adı pek
duyulmayan gruplarından birisi olmuş olan Novalis, ismini Alman romantizminin ve felsefenin
aynı adlı usta kaleminden almıştır. Bazı yerlerde yaptıkları müziğe krautrock dense de pek
alâkası yoktur, aksine senfonik yapılı, yer yer
romantik, bazen King Crimson, bazen Gentle Giant’ı hatırlatan, klavyeler ve genel sound
açısından Deep Purple’a kadar da uzanan geniş
bir müzikal yapısı vardır. Hammond org tonlarının Jon Lord’u anımsatışı ve King Crimson’un
“Epitaph” dönemine öykünmeleri de cabası.
Almanca şarkı sözleriyle bezeli bu nadide albümler arasında kendi adlarını taşıdığı “Novalis” ile birlikte “Banished Bridge”(genelde bu
albüm psychedelic space rock etkileri taşır ve
grubun tek ingilizce albümüdür.), “Sommerabend” ve “Brandung” progressive severler tarafından en çok tercih edilenlerdir. “Konzerte”
isimli canlı kaydı ise ayrıca önem taşır. 80’lerde ise müzikal olarak 70’lerde yaşadıklarının
tam tersini yaşamışlar, pek adlarından söz ettirememişlerdir. Yukarıda sayılan albümlerle birlikte sadece kendi dinleyicileri tarafından bilinmiştir.
OMEGA
Macarların efsanevi topluluğudur. Şarkılarını Macarca ve İngilizce olarak seslendiren bu
grup daha ilk albümlerinde kült statüsüne yerleşmiştir. Progressive rock dinleyenleri için çok
özel anlamlar ifade etmişler, gitar tınılarıyla,
güçlü soundları ile 70 dönemini etkisi altına almışlardır. Psychedelic
space rock çizgisindeki besteleri, László Benkő’nün derinlik yaratan
klavye partisyonları ve gitarlarda yer alan György Molnár’ın efsane tınıları topluluğun psychedelic sayılmasındaki en önemli etkenlerdir.
Çok önceleri TRT FM radyolarındaki progressive rock programlarında macar topluluklarına çok önem verilirdi ve Omega’da birçok programda yer alarak dinleyicilere tanıtılmış ve sevdirilmişti. Şu albüm
çok iyi bu vasat şeklinde tarif etmeden 70 dönemi bütün eserlerini bir
seçime tabi tutmadan sırasıyla hatmedebileceğiniz üstün bir topluluk
bu. Keşke çok daha iyi tanınabilseydi, ama şimdiki genç kuşakların,
üzerinde en çok durması gerektiği bir grup olan Omega’yı şiddetle onlara tavsiye etmekten başka söyleyebileceğim bir şey yok. Türkiye’de
70’lerde oluşturulan rock müziğine benzer bir şekilde müzik yapan bu
topluluk bu özelliğiyle de ülkemiz dinleyicileri tarafından beğenilmiş
ve yıllarca dinlenmiştir. Omega 82 yılında ülkemize gelmiş ve izleyenlerden dinlediğim kadarıyla, efsane denilebilecek bir performansa imza atmış. Grubun konserlerine dünyanın her yerinden dinleyicinin gelmesi de bu topluluğun ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
OUT OF FOCUS
Almanların, müziğini krautrock alanından caz rock semalarına ulaştıran mükemmel gruptur. İlk dönem eserlerinde krautrock etkisi çok
belirgin olmakla birlikte daha sonraki albümlerinde caz ve fusion gibi
deneysel tarzları da beraberinde fazla kullanır. İlk albümleri “Wake
Up”taki gitar tınılarının cazdan çok daha space rock daha deneysel
açılımlarının olduğu bilinir. Amon Düül etkileri, hammond org ve flüt
tınıları deneysel müziğin içerisine zekice yerleştirilmiştir. Müziğin durağan bölümlerinde ise org melodilerinin The Doors’u anımsatması içten bile değil. 71 yılı “Out Of Focus” ile daha da gelişen bu topluluk
“Four Letter Monday Afternoon” ve “Not To Late” ile iyiden iyiye caz/
fusion rock sularına açılmış ve daha sonra ortalıktan kaybolmuştur.
PAVLOV’S DOG
1970’lerde progressive rock konusunda hep Almanya, İtalya ya da
İngiltere’mi söz sahibi olacak? Bir tokat da Amerika’dan gelmektey-
di. Pavlov’s Dog’dan bahsediyorsanız sadece
tek bir isimden de bahsedebilirsiniz. Bu isim
Geddy Lee’den daha da tiz sesli vokaller sergileyen David Surkamp’dan başkası değildir. Bir
Pavlov’s Dog şarkısı çaldığında onun vokallerine dikkat kesilir şarkıya kendinizi kaptırırsınız.
Rock tarihinde bir Steve Perry gibi Bob Catley gibi farklı bir tarzı olduğu açıktır. Pavlov’s Dog ise Amerikalı olması dolayısıyla AOR (Melodik
Rock olarakta bilinir) müziğine yakın bir tarz sergiler fakat gerek gitar melodileri olsun bestelerin karmaşıklığı olsun progressive bir özellik de taşımaktadır. İlk albüm 74 yılında “Pampered Menial” adıyla çıkar. “Late November”, “Song Dance” gibi kaliteli şarkılar hemen kendisini gösterir. Pavlov’s Dog’un bir özelliği de grupta bir dönem orjinal YES davulcusu Bill Bruford’un (daha sonra King Crimson’a geçer.)
da yer almasıdır. İkinci albüm olan “At The Sound Of The Bell”de yer
alan Bruford tarzını hemen belli eder ve bu albüm çok başarılı bulunur. Surkamp’ın melankolik vokallerinin yanı sıra müziğin ilk albüme göre daha da kompleks olması dinleyicilerin dikkatini çeker. Grup
bundan sonra önceki iki albüm ayarında kaliteli bir kayıt yapmaz ve
dağılır. 90’lı yıllarda geri dönen topluluk daha yumuşak tarzdaki şarkılarıyla günışığına çıkar ama eskisi kadar başarılı olamaz.
PELL MELL
Alman senfonik rock gruplarının dikkat çeken isimlerinden birisi olan
Pell Mell bariz senfonik folk (çok ilginçtir bu iki ana tarzı birleştirmişlerdir.) soundu ile progressive rock dinleyicilerinin isminden en
çok bahsettiği gruplardan birisi olmuştur. Bunu da ilk albüm “Marburg” ile başardılar. “Marburg” progressive rock tarihinde en iyi de-
but albümleri sıralamasında başı çekecek derecede kaliteli bir çalışmadır.
Bu albümdeki senfoni öğeleri bir orkestra biçiminde değil de sadece Thomas Schmitt’in kullandığı bir viyolin ile verilir ve sanki orkestra içerisinde
bir viyolin solo varmış hissi yaratır. Otto Pusch’un kullandığı sade piyano
ve org geçişleri bazen solo biçiminde de verilir ve çok zengin olan bu melodiler sayesinde de bu yapı daha da zenginlik kazanır. “Marburg”da dikkati çeken bir nokta da ünlü klasik müzik kompozitörü Bedřich Smetena’nın
sözsüz olarak yorumlandığı (gerçekte bu bir şiirdir) “Moldau” eseridir. Hüzünlü bir biçimde icra edilen bu ciddi eser grubun başarısında da büyük
önem arzetmektedir. Pell Mell’in “Marburg”un ardından yayımladığı “From
The New World” onun kadar başarılı olamaz ama yine de iyi bir albüm olarak sayılmalıdır. 75 yılındaki “Rhapsody” ise gayet iyi bir albüm olup ilk
çalışma “Rhapsody - Frost of an Alien Darkness” grubun tepe noktalarından birisidir. Vokallerinin ani ses çıkışları ve bir folk grubunu anımsatırcasına kullanılan viyolin melodileri ile Almanya’nın değerli gruplarından birisi olmuştur.
POPOL VUH
Adını Maya’ların kutsal kitabı olarak bilinen Popol Vuh’dan alan bu
topluluk Almanya’nın en önde gelen krautrock gruplarındandır. Aynı
isimde Norveçli bir caz rock grubu
da vardır fakat isimleri daha sonra Popol Ace olarak değişmiştir. Alman elektronik müziği ve krautrock denilince akla gelen ilk isimlerden birisidir Popol Vuh. Moog
synthesizer virtüözü, meditasyona
meraklı Florian Fricke önderliğinde kurulmuştur. Epik çağrışımlı etnik müziklerden oldukça yararlanmış ve devamlı yeni sesler bulmak
için araştırma yapmış bir beyinin
ürünüdür. Space müzik olarak tarif edilen, bunun içerisini Tangerine Dream ve Klaus Schulze gibi isimlerin çokça yaptığı “melodilerle karanlık dünya tasviri” olarak betimleyebileceğimiz bir yapıyla doldurmuşlardır.
Ünlü Alman film yönetmeni Werner Herzog’unda yakın bir arkadaşı olan
Florian Fricke kendisinin en önemli filmlerinden birisi olan “Nosferatu”ya
da el atmaktan geri kalmamış müziklerini hazırlamıştır. “Affenstunde”, “In
den Gärten Pharaos” ve “Hosianna Mantra” Popol Vuh’un önemli albümleri arasında yer alır. Aslında sadece 1970’lerde oluşturduğu çalışmalar değil 80’lerde hatta 90’larda çıkartılan albümler de önem taşır. Seslerle oynamayı çok seven Fricke, kendisinden sonra kurulacak bir sürü topluluğunda önünü açmıştır. Kendisinin 2001 yılında kaybedilmesinin ardından da bir
dönem sona ermiştir. Müzik dünyasına biribirinden önemli yapıtlar kazandıran bu isim bugünkü elektronik müziğin de temel yapı taşlarından birisi olmuştur.
RAINBOW THEATRE
Avustralya semalarından senfonik prog müziğe çok iyi bir örnek. Genellikle
King Crimson ve onun yaptığı gibi doğaçlamaya yakın caz öğelerini öyle bir
genişleterek sunmuşlar ki zamanında, şapka çıkarmamak elde değil. Çok kalabalık bir kadroya sahip olan Rainbow Theatre müziğinde saksafon, trompet, klarnet ve flüt gibi zengin sesli
enstrümanlar dışında alto ve soprano sesli vokalistler de mevcuttur. 75 yılındaki “The Armada”, iyi albümlerine örnektir. Bir albüm daha
yapıp tarihe karışmışlardır. Avustralya’nın da
prog müziğe katkısı bu tarz gruplarla tasdiklenmektedir.
RENAISSANCE
1960’ların sonlarında müziğe başlamış ve 70’li
yıllara damgasını haklı olarak vurmuş İngiliz senfonik rock grubu. Akustik Gitarlı, yoğun senfonik ve caz yapılı müzikleri ve Annie
Haslam’ın o soprano sesiyle ilgi çekmiş ve 70’li
yıllardan sadece iki albüm yapsa bile efsane
olabilecek bir topluluktur Renaissance. Akustik
enstrümanların yoğun olarak kullanılışı progressive folk gruplarına bile etki etmiş ve bu sayede bazı şarkıları folk kategorisinde de değerlendirilmiştir. 69 yılı ilk albüm “Renaissance”
adıyla yayımlanır ama bu albümde daha Annie
Haslam vokallerde yoktur. Kısmen iyi bir başarı sergilemiş ardından gelen “Illusion”da da
aynı durum görülünce Annie Haslam ile “Prologue” albümü hazırlanmıştır. Önceki iki albüme
göre bayağı başarı sergilemişler sonraki albümler olan “Ashes Are Burning” ve başyapıtlarından birisi olan “Turn To Cards” ile büyük bir
başarı yakalamışlardır. Bu albümlerin bu kadar
ilgi görmesinde Annie Haslam’ın rolü çok büyüktü. Mesela “Turn Of The Cards”daki “Mother Russia” grubun ilk ciddi başarısı sayılmış ve
bir senfonik başyapıt olarak lanse edilmişti. Bu
albümler senfonik rock alanındaki en iyi örneklerden bir kaçıdır. 1975 yılı “Scheherazade and
Other Stories” ise “Turn Of The Cards”ın ardından ikinci bombasıydı grubun ve sadece 4 çalışmayla bir tarihe adlarını yazdırmışlardı. Annie Haslam’ın meleksi vokalleriyle doruğa çıkan “Ocean Gypsy” ve yaklaşık 25 dakikalık bir
senfonik epik çalışma olan “Song Of Scheherazade” grubu en yükseklere çıkarttı. Kullanılan korolar, flüt melodileri, piyano sololar ve
arka arkaya gelen dehşetengiz şiirsel melodilerle senfonik bir ağıt yaratılmıştı. 78 albümü
“A Song for All Seasons” grubun son başarılı çalışmasıydı ve 80’lere girilirken o dönemin soundundan nasibini alan topluluk arka arkaya
vasat albümler çıkarmaya başladı ama bunların çoğu da önceki albümlerin kalitesinde olmasa bile dinlenebilirliği yüksek olan albümlerdi. Renaissance bugün de birçok yeni topluluğa müzikleriyle esin oluyor. Özellikle Annie Haslam’ın sesi bugünün bayan folk ve rock
vokalistleri arasında en çok dikkat edileni konumundadır. Bu topluluk İngiliz progressive ve
senfonik müziğinin ne kadar ciddi ve ne kadar
da öncü olduğunun bir kanıtıdır.
SPEKTAKEL
Almanların kategori dışı gruplarından Spektakel müzik hayatını 70’lerde sürdürmüş ve tek
albüm yayımlamış olduğundan sadece progressive rock türünün meraklılarına hitap ediyor.
Yaptıkları besteleri, oluşturdukları soundu gerçektende pek bir yere oturtamıyorsunuz. Sadece Heavy Rock deseniz karşınıza moog synthe-
sizer ve hammond
org çıkıyor. Öbür
türlüsü desen müzik çok güçlü olarak kulaklara geliyor. Bu ikisinin ortasını çok iyi tutturmuş olan topluluğun müziklerinde Deep Purple ve Genesis’in
ilk dönemlerinden etkilenme var ama en büyük
ve derin etkiyi direkt olarak King Crimson’dan
alıyor. Hard Rock’ın yanında hafif senfonik
rock ve caz fusion taraflarına da uğramadan
geçmiyorlar. Gitarist Heinz Fröhling’in tarzı
King Crimson’dan Robert Fripp’i anımsatırken
hammond org çalan Detlef Wiedecke ise Deep
Purple’ın ilk dönemlerindeki klavye soundunda takılıp kalmış. Tek albümlük iyi gruplardan
birisi bence. Spektakel’dan sonra Heinz Fröhling, Eduard Schicke ve Gerd Führs ile birlikte
Schicke Fuhrs & Fröhling grubu kurar ve senfonik rock müzik yapmaya başlar.
SPIROGYRA
İsimlerini
pop
caz grubu Spyro
Gyra ile karıştırmadan bu İngiliz
progressive folk
grubuna şöyle
bir geçiş yapalım. 70’leri esir
alan müzikleri
fazlasıyla Fairport Convention kokuyor, üzerine de canterbury soundu eklediğinizde karşınıza çıkan bir Spyrogyra müziği oluveriyordu.
Yer yer piyano ve org melodileri ile harmanlanan yumuşak tondaki müziklerinin bayan vokalde yer alan Barbara Gaskin’in o sakin vokallerinin etkisiyle şiirsel bir yapıya dönüştüğü kesin. 71 yılındaki “St. Radigunds” ve 72 yılındaki “Old Boot Wine” belirttiğim soundlarda yapılmış birbirinden kaliteli albümler. “Old Boot
Wine”daki “Van Allen’s Belt” ve “Runaway”in
güzelliğine dikkati çekmek isterim. 73 yılında
yayımladıkları “Bells, Boots and Shambles” ile
bir güzel albüm daha yaratan grup bu albümün
ardından kayıplara karışır, hatta 2000’lerde bir
yerlerde görüldüğü de bilinmektedir.
STRAWBS
İngilizlerin Prog Folk arenasındaki büyük gruplarından birisi. Kendilerinin ismi Fairport Con-
vention,
Pentangle gibi devlerle anılmaktadır. Bir parantez
daha açmam gerekirse, YES grubunun ünlü klavyecisi Rick Wakeman bir dönem
bunlarla çalmıştır. Fairport Convention’da vokalist olan prog dünyasının melek sesli vokalisti rahmetli Sandy
Danny bile bu toplulukta söylemiş ve onlara
katkıda bulunmuştur. İngiliz Prog Rock’ı denilince kesinlikle üç isim akla geliyor. Pentangle
olsun, Fairport Convention olsun, bunlara bir
de Strawbs’ı eklediğinizde üçgen tamamlanıyor. Grubun patronu Dave Cousins bir folk duayeni ve sadece İngiliz değil diğer ülkelerin de
geleneksel müziklerini iyi bilen müthiş bir müzisyen. Strawbs’ın ilk dönem albümlerine dikkat ettiğinizde bu çok sesli yapı kendini hemen
belli eder. Yumuşak gitar melodileri, akustik
pasajlar, bununla birlikte yine melodik sayılabilecek vokal tarzları bu grubun karakteristik
özelliklerinden sayılabilir. 1969 yılı ilk albüm,
“Dragonfly”, “Hero And Heroin” gibi her biri
başyapıt sayılabilecek derecede bir diskografiye sahiptir bu topluluk. 80’li yıllarda çıkardıkları albümleri bile belli bir kalite barındırırken 2008 yılında çıkardıkları ve “Hero And Heroin” zamanlarına öykündükleri “The Broken
Hearted Bride” ise gayet düzgün bir albümdür.
Eğer progressive müzik dinleyip, İngiliz ekolünden hoşlanıyorsanız mutlaka dinlemeniz gereken topluluklardan birisidir. Son dönemlerde ise bu grupta Rick Wakeman’ın oğlu Oliver
Wakeman’ı görüyoruz. Saygıyla!
SWEET SMOKE
Onlar tam olarak çiçek çocuklardı. Amerika çıkışlı (Bazı kaynaklarda İsviçre olarak da geçmektedir.) fakat 70’lerde Almanya’da komün
olarak yaşayan gruplardan bir tanesidir. Bir
hippi kültürüyle yetişen, acid rock, fusion caz
ve psychedelic rock etkilerini üzerinde barındıran, basçılarının deyimiyle “John Coltrane,
Cream, Grateful Dead ve Chicago sentezlerini
yaptık” dedikleri yegâne topluluk. Sweet Smoke bazı dinleyiciler için önemlidir. Bunun sebebi de ortaya çıkardıkları 1970 yılı “Just A Poke”
albümüdür ve gerisi de faso fisodur. Sweet
lik kazandırılıyorsa bunu Kraftwerk’e Ash Ra
Tempel’a The Cosmic Jokers’a borçludur. Dünyanın en iyi müzisyenlerinden iki tanesi 70’li
yıllarda bir proje kurmak için müzik yapıyorlar
ve ortaya The Cosmic Jokers çıkıyor. Çok yenilikçi, aradan o kadar zaman geçmesine rağmen o seslerin nasıl harmanlandığının bir tarifinin olmadığı bir müzik icra etmişler. 74 yılı
aynı adlı albümleri artık bir klasiktir ve daha
sonra çıkardıkları her çalışma ise birbirinden
nitelikli eserler barındırıyor. “Galactic Supermarket” ve “Sci-Fi Party” gibi üst düzey çalışmalar bu grubun karakteristik özelliğini yansıtırken The Cosmic Jokers da dinleyenleri uçurmaya devam ediyor.
Smoke demek “Just A Poke” demektir ve yukarıda sayılan isimlerin karışımı bu albümde o
kadar incelikle ortaya çıkarılmıştır ki progressive rock tarihinin en iyi debut’larından da sayılır. Daha sonra “From Darkness to Light”ı çıkarmışlarsa da başarılı olamazlar ve konser albümünden sonra dağılır giderler. Komün olarak
yaşadıkları hippi dönemi bu grubun altın yıllarıdır.
THE COSMIC JOKERS
Manuel Göttsching (Ash Ra Tempel) ile Klaus Schulze’nin (Ash Ra Tempel, eski Tangerine Dream elemanı) oluşturduğu bir psychedelic space rock projesi. Çok fazla bahsetmeye
gerek yok, bugün eğer elektronik müziğe, yapan tarafından ona bir derinlik ve deneysel-
THE PENTANGLE
Progressive
Rock’ta bayan
vokalistlerin olduğu topluluklar daha bir başka seviliyor. Fairport Convention, Renaissance gibi grupların yanında The
Pentangle’da öyle derinlemesine sevilen isimlerden birisi. İngiliz progressive folk müziğinde bir kilometre taşı sayılan bu grubu da tanıtmamak olmazdı aksine büyük bir eksiklik olurdu. Sıradan folk şarkıları söylemiyorlar, cazla ve akustik blues ile beslenen sizi bambaşka
dünyaya götüren şarkılar onların alanına giriyor. 1960’ların sonundan itibaren müziğe başlayan bu grubun bayan vokalisti Jacqui McShee
ne Sandy Denny kadar kült olabilmiş ne de Annie Haslam gibi tanınabilmiştir ama yıllarca bu
grubun şarkılarını o derinlik ifade eden sesi ve
inanılmaz gırtlak nağmeleriyle yorumlamıştır.
Bu tarz topluluklarda vokalistler hep ön plana
çıkar ama bu grubun farklı bir özelliği çok nadide bir değeri vardır o da Bert Jansch’dır. İngiliz folk müziğinin en duayen gitaristlerinden
biri olan Bert Jansch yeni kuşak tarafından pek
tanınmamaktadır fakat eski kuşak dinleyiciler
kendisinin ne kadar da usta bir müzisyen olduğunu bilirler. The Pentangle’ı yıllarca o yola
sokmuş John Renbourn ile birlikte yıllarca arka
arkaya başarılı albümler üretmiştir. Albüm albüm açıklamaya gerek yok. Aslında bütün albümleri belli bir kalitenin üzerinde ama yine
de 68 yılında çıkan iki albümü, 69 yılı “Basket Of Light”, 70 yılı “Cruel Sister” ve 80’lerden “Open The Door” adlı çalışmaların aklınız-
da bulunması elzemdir. Bert Jansch’ın ise birçok vokalistle gerçekleştirdiği çalışmaları da
mevcut. Kendisinin müziğini takip ederseniz
folk müzikte ne kadar değerli bir isim olduğunu şarkılarıyla birlikte öğreneceksiniz.
Holdworth’un yer aldığı “Bundles” grubun iyi
albümlerinden bir kaçıdır. The Soft Machine’de
progressive rock’ın köşe taşı gruplarından birisi olup dinlenmediğinde bir şeyler hep eksik
kalacaktır.
THE SOFT MACHINE
TEMPEST
İngiltere çıkışlı klasik rock gibi duyulan müziklerinin içerisinde caz öğelerine rastlayabileceğiniz progressive etkili bir rock grubudur. Bu
grupta bas çalıp vokal yapan Mark Clark, Uriah Heep ve İngiliz caz rock grubu olan Colloseum ile çalışmıştır. Gitaristleri Ollie Halsall
ise bu grubun dinleyicilerince gitar çalış tarzı
ve melodilerindeki karmaşıklık nedeniyle Allan
Holdsworth’e benzetilmektedir. Free grubunu
aklınıza getirin, bunun içerisine az miktarda
hard rock ve yoğunlukla caz öğelerini yerleştirdiğinizde karşınıza Tempest çıkar. Sadece iki
albüm yapıp tarihin tozlu sayfalarına gömülmüşlerdir. 73 tarihli aynı adlı albüm ve sonraki çalışmaları olan “Living In Fear” iki başarılı
albümdür fakat pek öyle tutulmamışlar ve müziğe devam etmeyerek grubu sonsuzluğa yollamışlardır. Aynı isimde birde Prog folk grubu
mevcuttur. Onlarda Norveçli vokalist Lief Sorbye öncülüğünde 90’ların başından beri başarılı albümler çıkarmakta ve Karfluki folk festivallerinin baş grubu olmayı sürdürmektedirler.
Adını Beat yazarlarının en önemlilerinden sayılan William S. Burroughs’un 1961 yılı aynı
adlı kitabından alan The Soft Machine devamlı yer altında kalmayı amaç edinmiş, kendisini pek ön plana almayı seçmeyen müzisyenlerden oluşan ultra-sıra dışı bir Canterbury
Sound grubudur. 1960’ların sonlarında davulcu Robert Wyatt (artık yaşlı bir sakallı amcadır kendisi) Daevid Allen, Mike Ratledge ve Kevin Ayers öncülüğünde kurulmuşlardır fakat kurulduktan sonra Daevid Allen grubu bırakır ve
Gong’un temellerini atar. Aynen Gong grubunda olduğu gibi bu topluluğunda müziğini anlatamaz kategorize edemezsiniz ama birçok yerde grubun tarzı Canterbury olarak geçer. Bu
grubun yaptığı müziğe sadece tek bir isim koymak onların müziğini sınırlandırmaktır. Canterbury Sound’da her ne kadar içerisinde farklı türlerdeki müziği harmanlayan bir progressive rock tarzı olsa da The Soft Machine için
yetersiz bir tanım olmaktadır. Caz etkili yoğun
pasajlarla beraber psychedelic etkiler grubun
iskelet müzik yapısını oluşturur. İlk dönem albümlerinde Pink Floyd’un başlangıç yıllarında
sergilediği o psychedelic tınılardan etkilenen
grup 70 yılı “Third” albümüyle birlikte daha
caz ve fusion etkili çalışmalara yönelmiş müziğiyle dinleyicileri uçurmuştur. “Volume Two”,
“Third”, “Fourth”, “Fifth” ve gitarlarda Allan
TRACE
Van der Linden ailesinden kim varsa heykeli yapılmalıdır bana kalırsa. Keith Emerson ve
Brain Auger’den sonra en çok sevdiğim klavye müzisyenidir Rick van der Linden. Grubu
Ekseption’da yaptıkları zaten ortadadır, klasik
müzik melodilerini ne güzel de tuşlara döker. Diğer grubu Trace’te de kendisini dinliyor ve bütün
dikkatimizi onun melodilerine çeviriyoruz. Grup
elemanlarının Ekseption’dan gelmesine rağmen
Hollandalı Trace’in müzikal çizgisi daha farklı detaylar içeriyor. Tamamıyla senfonik, klasik ve barok dönem eserlerinin etkisinde kalan bir çizgi
yakalanmış ve enstrümanlarda da bu yapıyı takip etmişler. Davulda yer alan Pierre van der Linden yumuşak tuşesiyle caz dokunuşları sergilerken Rick van der Linden ise bir klasik müzik müzisyeni ciddiyetinde yorumluyor besteleri. Topluluğun aynı adlı ilk albümü grubu takip edenlerce oldukça beğenilmiş aynı yapıyı ikinci çalışmaları olan 75 yılı “Birds” albümünde de göstermişler. “Birds”de sadece klasik müzik etkisine yer
vermemişler “Penny” gibi bestelerde caz müziğine de bir bakış fırlatmışlardır. Eğer klavye, hammond org seviyorsanız böylesine kaliteli bir topluluğu dinlemekten kendinizi mahrum etmemelisiniz.
bir sonraki kaydı “Between The Universe” ile her
şeyi düzeltiyor ve gayet başarılı bir albüm ortaya
çıkarıyorlar. Albümden “Sunday Waltz” bir parça
folk etkileri taşırken, “Lady Madonna” ve “Far In
The Sky”da Peter K. Seiler hammond’ı ile kontrolü ele alıyor. Çok fazla usta olmasalarda sadece hammond org hastalarına dahi reçete olarak
verilebilir.
TRIUMVIRAT
TRITONUS
Almanların Emerson Lake & Palmer ve The Moody Blues grupları etkisinde kalan soundları ile
o dönemde pek tutunamamış ve iki albüm yapıp
ortalıklardan yok olmuşlar. Grubu sırtlayan Peter K. Seiler bir hammond org, mellotron ve kilise orgu dâhisi ve Tritonus albümlerinde Keith
Emerson’a benzer tonlar yakalamakta da ustalaşmış bir isim. Zaman zaman senfonikleşen müzikleri kilise orgunun araya girmesiyle beraber değişik yerlere doğru sürükleniyor. 75 yılı aynı adlı ilk
albümüyle çok iyi bir müzik üretemeyen Tritonus
ELP (Emerson Lake & Palmer) Senfonik Rock’ın
oluşumunda marka olmuş gruplardan birisidir.
“Tarkus” olsun “Brain Salad Surgery” olsun 70’li
yıllara imzasını atmış ve geriden gelen topluluklara örnek olan majör gruplardan bir tanesi sayılır. Triumvirat ise Almanya’nın Senfonik Rock alanında isim yapmış ve ELP’i her zaman takip etmiş
ve onların yaptıklarını uygulayan bir yapı sergilemiştir. Jürgen Fritz’in gruptaki pozisyonu en üst
düzeydedir ve synthesizer, org ve piyano genellikle ondan sorulur. Keith Emerson’ı (ELP) hatırlatan o tavrı sayesinde Triumvirat bir ELP takipçisi grup olarak anılmıştır. “Mediterranean Tales”,
“Illusions On A Double Dimple”, “Spartacus” ve
“Old Loves Die Hard”(bu albümde dedikodulara
göre Barry Palmer Mike Oldfield’la da çalışmıştır)
gibi albümlerle progressive rock dünyasına koskoca bir başarı sıkıştırmışlardır. Öncelikle “Illusions On A Double Dimple”daki epik yaklaşımları
takdir etmemek mümkün değildir ve Alman ekolü denilince Triumvirat adı en başlarda yer alır.
WALLENSTEIN
Wallenstein, The Cosmic Jokers klavyecisi Jürgen
Dollase’nin de aralarında bulunduğu, müzikleriy-
le resim çizen, insanın ruhuna derinlik aşılayan
eşi ve benzeri olmayan bir Alman knrautrock grubudur. İlk dönem albümlerine dikkat edildiğinde Jefferson Airplane’in deneysel hallerinin bir
yansımasını görürüz fakat bu 1973 tarihli “Cosmic Century” albümüne kadar devam eder. Bu
döneme kadar gitarlarda yaratılan efektler ve
sololar bir anlamda space müziğin de tanımını yaptırmaktadır. 1975 tarihli “Stories, Songs &
Symphonies”le senfonik rock kulvarlarına geçen
topluluk 70’lerin sonuna doğru pek kayda değer
birşey yapamaz. “Stories, Songs & Symphonies”
grubun en dikkat çekici albümü olsa da bu topluluğu tanımak için yeterli gelmeyebilir. Mutlak suretle ilk üç albüm hatmedilmeli ve öyle devam
edilmelidir. “No More Love” ve “Charline” gibi
70’lerin sonuna denk düşen eserleri içinse, eski
kalitesinden çok çok uzakta, tabiri kullanılabilmektedir. 80’lerde ise vasat işlerle karşımıza çıkan bu grup zaman içerisinde kaybolur ve ardında çok önemli 4 albüm bırakır. Çok önemli bir bilgi de bu grupta çalmış Harald Großkopf’un Klaus
Schulze’nin davulcusu olduğudur.
YATHA SIDRA
Almanya’nın krautrock serüvenindeki tek albüm
tek tabanca gruplarından. Öyle çok karmaşık müzikleri yoktur, ne Ash Ra Tempel ne de Popol Vuh
kadar komplekstir, sadece new age ve folk müziğe benzeyen o yumuşak tonlarla bezeli, flütlerin,
vurmalı çalgıların yer aldığı, psychedelic gitarların yer yer ambiyans olarak kullanıldığı bir müzik
icra eder Yatha Sidra. 72 yılı “A Meditation Mess”
ise bu bağlamda söylediklerimize çok iyi örnek
teşkil ediyor. “Part 1” ve “Part 3” çalışmalarının da bu albümün en başarılı bölümleri olduğunu
belirtmeden geçemeyeceğim. Sadece tek albümle böylesine akılda kalıcı, bazen yükseleasne n
müziğine karşın hoş anlar yaratabilen bir grup oldukları için de birçok dinleyici tarafından da be-
ğenildiğini, sohbet ortamlarında adının geçtiğini
düşünüyorum. Eğer krautrock’a bir yerinden bulaşmışsanız bu çok farklı topluluğu da beğenecek
ve yıllarca dinleyebileceksiniz.
YEZDA URFA
İran şehri “yezd” ile bizim “urfa” kentinin isminin birleşiminden oluşan ilginç bir Amerikalı topluluk. Amerika progressive müzik konusunda arada kalmış ülkelerden birisidir. Öyle çok çok kült
grupları falan yoktur ama Happy The Man, Djam
Karet gibi değerleri vardır. Bir de parantez açmam gerekirse son dönem Amerikan grupları da
öyle yabana atılır cinsten değildir. Bundan da ileride bahsedeceğiz. Yezda Urfa ise müzikal olarak etkilerini direkt olarak YES’dan alan bir yapıya sahiptir. Böyle yazınca senfonik bir grup ola-
rak görülebilir ama derinlerde yatan bir Gentle
Giant etkileri vardır ki bu her şeyi altüst eder.
Bu sebeple grup o tarz senin bu tarz benim dolaşır durur. Enstrüman kabiliyetleri çok yüksektir. 75 yılında “Boris” adlı mükemmel bir albüm
müzik dünyasına bırakarak ortalıklardan kaybolurlar. Seneler sonra 89 yılında “Secret Baboon”
isminde yine güzel bir işe imza atıp tekrar kaybolurlar. Progressive rock’ın değer görmemiş iyi
gruplarından birisidir.
gösterilere gebedir. Xhol Caravan uzun olmayan
kariyerine dolu dolu albümler sığdırmış ama pek
kimse tarafından bilinmeyen topluluklardan yalnızca birisi. “Müzik o yıllarda yapılmıştır” savını
çok iyi açıklıyorlar.
2066 AND THEN
XHOL CARAVAN
Almanya’nın belki de tanınmamışlık anlamında
en şanssız gruplarındandır. Progressive’i tam anlamıyla yaşatırlar, son derece ilerici, politik, müzikal olarak ise arayış içerisinde olan ayrıksı topluluklardan da birisidir. Xhol olarakta tanınırlar.
Müzik stili olarak karmaşık caz partisyonlarının
psychedelic şekilde harmanlanışı bu grubun karakteristik özelliklerinden sayılmalıdır. Bazı müzik yayınlarında krautrock olarakta geçen tarzları aslında çok daha geniş ve açılımlıdır. İlk albümünün çıkışı 1967’lere kadar gider, eğer caz
ile ilgileniyorsanız seviyorsanız bu değeri bilinmemiş topluluğun müziğini iyice tanımak gerekir
diye düşünmekteyim. Beste içerisindeki efektli
gitarlar, aniden giren davul sololar, tribal klavyeler hepsi bu ilginç grubun müziğinde saklı. 67 yılındak, “Get In High”, 69’daki “Electrip” ve 70
yılında çıkan “Hau-RUK” grubun baş döndürücü
albümlerinden bazıları. Birde konser albümlerinden bahsetmek lazım gelir ki 69 yılında verdikleri “Altena” adındaki bu kayıtta “Ie’” ve albümün
hemen sonunda yer alan yaklaşık elli yedi dakikalık muhteşem “Freedom Opera” nefis müzikal
Almanların pek bilinmeyen gruplarından birisi olan 2066 & Then heavy progressive tarzıyla
ELP, Deep Purple ve Jethro Tull melodilerine adeta merhaba dedirtiyor. Klavye ağırlıklı müzikleri (grubun iki klavyecisi mevcut) ve Faces vokalisti Rod Stewart’ı anımsatan vokal tarzıyla İngiliz Geff Harrison -ayrıca King Ping Meh’de de söylemiştir- vokaliyle grubu tek başına sırtlamış gibi
gözüküyor. Flüt ve klavyelerin birlikteliği hoş anların yaratılmasına sebep oluyor fakat albümde
öylesine bir klavye baskısı var ki insan şaşırmadan edemiyor. Alman olduklarını bilmesem grubun müziğine bakıp bu topluluk İngiliz de diyebilirim. 72 yılı ilk albümü “Reflections of the
Future”ı progressive müziğin hard rock ile buluşmasını sevenlere rahatlıkla tavsiye edebilirim.
Albümle aynı adı taşıyan 16 dakikalık beste ise
bir müzisyenlik gösterisi gibi oracıkta duruyor.
::::
Şimdi ise biraz Progressive folk müziğinde geride
kalanlara birkaç örnek verdikten sonra İtalyan ve
İskandinav gruplarına bir geçiş yapmak istiyorum.
Alman ekolünün bazı gruplarını diğer sayfada teker teker açıkladığımız için onlar ayrı bir yerde
ele almayacak, İngiliz gruplarının bazılarına ise
yine diğer sayfalarda yer verdiğimiz için ayrıca
açıklamayacağız. Zaten İngiliz gruplarını açıklamaktan ziyade kafadan direkt olarak öneririm,
çünkü onlar işin duayenidir.
Bir yerde bu yazı mutlaka noktalanacak ama nerede bitecek bilemiyorum. Progressive Rock dünyası uçsuz bucaksız bir derya, nereye baksanız altından devamlı gruplar çıkıyor türler çıkıyor ve
bir yerde sonunun olmadığını düşünüyorsunuz.
Bizim de bu yazdığımız yazıda eksikler elbette
ki çok fazla ancak progressive rock’ı tanımak isteyen ya da tanımış, farklı grupları öğrenmek isteyen genç kuşakların bu yazıda yakalayacağı bir
şeyler olabileceğini düşünüyorum. En azından
başlangıcı, eksikler çok olsa da yapalım, gerisini
dinleyenlere ve bu müziği araştırmak isteyenlere
bırakalım, onlar yapacaklarını iyi bilirler.
Daha önce birkaç küçük başlıkta folk müzikten
söz açılmışken unutmuş olduğumuz isimleri şimdi
açıklamayı uygun görüyorum.
Progressive folk dünyasında Almanya’dan iki ismi
daha burada belirtmek gerekir ki bunlardan birisi
Parzival’dir. Viyolin ve flütlerle klasik müziği folk
müzik ile birleştiren bu topluluk sadece iki albüm yapıp dağılmıştır. “Legend” adını taşıyan 71
yılı bu çalışmayla folk müziğin zenginliğini gözler
önüne sermişlerdir tıpkı Emtidi adlı grupta olduğu gibi. Onlarda Almanya’nın isim yapmış gruplarındandır fakat az sayıdaki albümleriyle daha da
büyüyecek bir etki yaratacak duruma gelecekken
ortadan kaybolmuşlardır.
Prog folk müziğinde Almanya’dan başka
İrlanda’dan Dr. Strangely Strange, Mellow Candle ve Mushroom, İtalya’dan Saint Just, La Famiglia Delgi Ortega ve Canzoniere Del Lazio birden
ortadan kaybolan topluluklara örnek olmuştur.
İngiltere’den Decameron, İspanya’dan Errobi ve
İsveç’ten ise Kebnekaise mutlak suretle dinlenilmesi gerek toplulukların başında yer alır. Burada Kebnekaise’ye bir parantez açmak isterim ki
1970’lerde doğan bu topluluk caz rock ile folk
öğelerini birleştirmiş ayrıldıktan 30 küsür sene
sonra tekrar toplanmış ve enfes bir albümle geri
dönmüştür.
İTALYA VE İSKADİNAVYA’DA
PROGRESSIVE ROCK
İskandinav ve İtalyan progressive rock grupları Alman ve İngiliz gruplarına nazaran daha geri
planda durmuşlardır. İngiltere’nin bu müzik türünü yaratışı, Almanya’nın da çok geniş öncü bir
krautrock geçmişi olması bunu engelliyor. Ancak
İtalya’nın senfonik rock tarzında pek bilinmeyen çok geniş ve köklü bir geçmişi vardır. O kadar çok topluluk kurulmuştur ki bu durum, progressive rock dünyasında İtalyan ekolü diye bilinen apayrı bir tarzın yaratılışına da sebep olmuştur. İtalya’nın bir Akdeniz ülkesi olması dolayısıyla müzik grupları genellikle sıcak melodili, çok
fazla deneysel işlere girişmeyen, fazlasıyla senfonik yapı barındıran özellikler barındırır. Ama
deneysel işlere bir girdiler mi tam girerler. Bunu
da caz dışında üzerinde yapılması zor olan klasik
müzik ile başarırlar. Progressive rock dünyasında
İtalyanların senfonik rock grupları çok ayrı değerlendirilmeli, onlara ayrı bir başlık açılmalıdır. Ne
İngiliz grupları kadar büyük ve efsane olabilmişlerdir -PFM ve BMS dışında- ne de Almanlar kadar
karanlık, ancak kendi içlerinde efsane olabilmiş
büyük grupları mevcuttur İtalyanlar’ın. Aynı şekilde İskandinav gruplarına da şöyle bir açıklama
getirilebilir: Onlarda ne İngilizler ne de Almanlar
kadar bilinmişlerdir ama ne var ki bu özellikleri
başarılı gruplar çıkarmasına engel değildir. Aynı
İtalyan grupları gibi onlarda birçok grupla progressive dünyasında etki yaratmışlardır. Genellikle
müzikleri caz, fusion, senfonik, bazen pop etkileri olan ve İskandinav folk müziklerinden de beslenen karakteristik bir özellik barındırır. Almanlar
kadar sıra dışı değillerdir ama müzikal anlamda
en az onlar kadar karanlık ve köklü geçmişe sahiptirler. Alman grupları genelde daha soğuk bulunurken İtalyanların müziği bir o kadar sıcaktır.
PREMIATA FORNERIA MARCONI (PFM)
İtalyanların köklü gruplarından birisi ve belki de
en çok tanınan topluluklarından. PFM olarak da
bilinmektedir. İtalyanca yanında İngilizce söyledikleri besteleri de mevcut olup Genesis’e göz
kırpan yumuşak soundlu senfonik etkili besteleriyle 1960’ların sonundan itibaren albüm üretiyorlar. Bu tarz İtalyan toplulukları oldukça fazla ama ne yazık ki sadece bu müziği bilenler, takip edenler tarafından biliniyorlar.”Storia Di Un
Minuto”, “Per Un Amico” ve “L’isola di niente”
klasikleşmiş albümlerinden birkaçı. İlk dönem İngilizce olarak çıkardığı albüm olan “Photos Of
dır. Vokalist Francesco DiGiacomo’nun opera vokal tarzını anımsatan farklı bir karakteristik sesi
olması dolayısıyla İtalyan grupları arasında özellikli bir yer edinmiştir. İlk dönem albümleri olan
“Banco Del Mutuo Soccorso”, 72 yılı “Darwin!” ve
73 yılı “Io Sono Nato Libero” İtalyan progressive
müziği denilince akla gelen ilk albümlerden bazıları olup müziğiyle PFM’e göre daha sert ve daha
ritmiktir. Özellikle “Darwin!” bir klasiktir, unutmayalım.
BANCO DEL MUTUO SOCCORSO (BMS)
LE ORME
İtalyanların klavye profesörleri de denir kendilerine. Senfonik müzikleri aniden başka sulara açılır ve aniden şaşırabileceğiniz
yollara girer. Müziklerinde
klavye baskın enstrüman olarak yer edinir,
bolca enstrümantal pasajlar ELP’den Deep Purple’a dek varan etkileşimli müzikleri onları farklı yere koymuştur. 71
tarihli “Collage”, hemen ardından gelen “Uomo
Di Pezza” ve 73 yılı albümü “Felona E Sorona”
hemen önerilir. Çünkü bu albümler artık klasikleşmiş Le Orme başyapıtlarıdır. Topluluk son dönemde de revaçta, 2008 yılında Pennsylvania’da
verdikleri konserde de çok iyi bir performans sergilemişlerdir.
PFM ile aynı üne sahip bir diğer İtalyan grubudur.
Dinamik ve yer yer senfonik olabilen besteleriyle 70’li yıllarda kusursuz albümler yayımlamışlar-
I GIGANTI
1960’ların ortalarında albüm
çıkarmaya başlamış İtalyanların en köklü gruplarından
birisi. Belki de bu tarz gruplar İtalya’nın senfonik tarzda gelişmesine neden olmuştur. Müziklerinde folk etkilerinin yanı sıra klasik müzik
pasajlarını kullanan ve vokal melodilerinde rock
opera tarzına kadar giden geniş bir yapı sergilemişlerdir. İlk dönem albümleri olan 66 ve 69 yılı
albümleri hakkında pek bir bilgim yok ama en başarılı çalışması sayılan 71 tarihli “Terra In Bocca”
kendilerini progressive dünyasına tanıtan albümleri olmuş. Sadece iki epik çalışma ile bunu başarmış ve kendilerinden sonra kurulan senfonik
rock gruplarına bir örnek olmuştur. Yirmi üç ve
yirmi beş dakikalık iki eserden oluşan “Terra In
Bocca” rock opera tarzında da yetkin örneklerden birisi sayılır.
Ghosts”da ise King Crimson’ın bir dönem liriklerini yazmış olan Peter Sinfield’ın parmağı var
ve onun yazdığı liriklerle “Storia Di Un Minuto”
ve “Per Un Amico”daki İtalyanca şarkıların bazılarını İngilizce olarak “Photos Of Ghosts”da kullanmışlardır. PFM 80’lerde de albüm üretmiş bir
topluluk fakat 90’larda pek kayıtlarına rastlayamıyoruz. 2000’lerde çıkan “Stati Di Immaginazione” albümü ile enstrümantal çalışmalarıyla da
göz doldurmuşlardır. İtalya deyince akla gelen iki
veya üç gruptan birisidir.
MUSEA ROSENBACH
70’lerde
yayımlanmış tek albümü
“Zarathustra” ile
isminden söz ettirebilmiş gruplardan
birisi. Müziklerinin
derinliğinde senfonik bir özellik yatar
fakat gitarların sert
kullanımı sayesinde
de aniden güçlü bir
kimliğe de bürünmektedir. “Zarathustra” İtalyanların en sevdiği prog albümlerinden de birisidir
ayrıca. Musea Rosenbach adını gariptir 2000’lerde de “Exit” isimli bir kayıtla görürüz ama bu albümde ilk vokalisti yerine Andre Biancheri vardır
ve öyle çok etkileyici bir albüm de değildir.
ki. “Sirio 2222” adlı ilk albümleriyle ortaya çıkan bu
topluluğun bir sonraki “Ys”
adlı ultra-karmaşık albümünü önermekten başka çare
yok. Çünkü kolay bir müzik
yapmamışlar. Bu albümün
içerisindeki her şarkıya dikkat fakat en sonda yer alan yaklaşık on iki dakikalık “Epilogo”ya ayrı bir önem verilmeli.
OSANNA
BIGLIETTO PER L’INFERNO
İsimlerindeki karizmanın yanı sıra müziklerinde
de aynı özellik mevcut olan sıra dışı bir İtalyan
topluluğudur. Klavyenin derinlerde verdiği senfonik özelliklerin aksine gitarlarda görülen sertlik
bu grubu faklı bir kimliğe taşımış. Giderek sertleşen müzikle birlikte 70’lerin o etkileyici soundunu duyabileceğiniz, yankılı vokallerin bolca kullanıldığı bir müzik yapıyor. Kendileriyle aynı ismi
taşıyan 74 yılı albümü şiddetle tavsiyedir.
IL BALETTO DI BRONZO
Müziklerini ilk dinlemede pek çözemeyeceğiniz
ilginç topluluklardan birisi. Klavye ve gitarlar yer
yer baskın rolü oynamış mellotron’lar, baslar kısaca bütün enstrümanlar havada uçuşuyor san-
İtalyanların yine kendine özgü topluluklarından
olan Osanna sert gitar rifleri, yoğun flüt melodileri ve karmaşık müzikleriyle 70’lere damgasını vurmuştur. 70’lerdeki kayıtlarından ilk olarak
“Palepoli”, “ Milano Calibro 9” ve “Landscape
Of Life” tavsiyedir. İtalyanca olan şarkılarından
başka İngilizce söyledikleri çalışmalarda mevcuttur. Müziğin sertleşmesinin ardından aniden farklı
geçişlere sahip beste yapıları sayesinde folk müziğinin de iyi icracılarından olmuşlardır.
JACULA
1969’larda ilk albümünü çıkarmış köklü bir progressive rock grubu. Besteleri bazen İngilizlerin
folk müziğini anımsatıyor. Farklı folk enstrümanlarının yanında mini moog ve harpsikord gibi değişik müzik aletlerini de bestelerinde kullanan bu
topluluk bir nevi kilise müziğini anımsatan, kilise
org’unun baskın geldiği karakteristik bir yapıya
sahip. Din ile ilgili bayan vokalli şarkıları, bir ağıt
söylercesine farklı tınlıyor kulaklarda. Klavye soundu bir parça rahatsız edebilir ama bu müziğin
özgün olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 69 yılı ilk
bümüyle klasikler mertebesine yerleşmişlerdir
ama yaptıkları ikinci albüm “Il Tempo Della Gioia” ile müzikal olarak daha da ileri gitmişler ve
İtalyanların unutulmaz grupları arasına isimlerini
yazdırmışlardır.
IL ROVESCIO DELLA MEDAGLIA
albüm “In Cauda Semper Stat Venenum” ve bir
sonraki albümü “Tardo Pede In Magiam Versus”a
bir göz atabilirsiniz.
LOCANDA DELLE FATE
Yoğun bir Genesis soundu ve üzerine yerleştirilmiş hafiften YES
etkisi sayesinde İtalyanların sımsıcak müziğini sergilemişlerdir.
Senfonik rock diyebileceğimiz, karakteristik tarzı sayesinde ilk
albümü “Forse Le Lucciole non si Amano Più”yu çıkarmışlar ve karmaşık melodilerle iyi bir albüme imza atmışlardır.
Locande Dele Fate’nin müziğinde kullanılan klavye ve gitarların bir parça melodik rock etkisi taşıdığını da belirtmek gerek. İtalyanların geçiş müziği de bu olmalı ki 80’lere bir çeşit köprü oluşturmuşlar.
QUELLA VECCHIA LOCANDA
Flüt ve keman’ın
yoğun olarak kullanıldığı senfonik
rock tarzı müzikleriyle zamanında ilgi
çekmiş gruplardan
birisidir. Bir yandan folk müziğe bir
yandan da senfonik
tarza göz kırpmışlar ve aynı adlı al-
Yoğun klavye partisyonları arasında ELP’ye selam verip Johann Sebastian Bach’a öykünmek
öyle kolay bir şey olmasa gerek. İtalyanlar’ın belki de en senfonik etkili rock gruplarından birisidirler. Çift klavyecileri vardır ve bu müziği dominant olarak başka yerlere sürükler. Gitarların
aniden çıkışları ve kullanılan o tonlar ise bir parça Hendrix zamanlarına da göndermedir. 73 yılındaki “Contaminazione” albümünü ise tek olarak
tavsiye edebilirim. Zaten bu çalışmayla kendileri
unutulmazlar arasına girmiştir.
RACCOMANDATA RICEVUTA RITORNO
Tek albüm çıkarıp dağılmış olan gruplardan birisidir. Müziklerine kısaca klasik müziğin caz ile buluşması diyebiliriz. Devamlı değişen ritimler, davul ve gitarlarla birlikte giden flüt melodileri ve
akustik dokunuşlar bu grubun özellikleri arasında yer
alıyor. Zaman zaman müziğin yavaşlayan bölümlerinde vokalistin romantik sesiyle birlikte şiirsel geçişlere de gebe oluyor müzikleri. 72
yılında “Per…Un Mondo Di Cristallo” albümünü çıkarmışlar ve bir
daha da ortalıklarda görünmemişlerdir. Bu albümdeki “Nel Mio Quartiere” ve on dakikalık şaheser beste “Un Palco Di Marionette”yi
şiddetle önerir albümü de ilk elden tavsiye listesine sokarım.
GOBLIN
Adı çok duyulmuş bir diğer Senfonik Rock
grubu. İsminin çok duyulmasının sebebi
de İtalyan yönetmen Dario Argento’nun
filmlerinin müziklerini hazırlamalarıdır.
Film müziklerinin dışındaki kendi bestelerinde yoğun senfonik öğeleri kullanan
grup son derece etkileyici tarzıyla da
İtalyan grupları arasında ayrıksı duruma
geçmiştir. Gitar melodilerini çok detaylı ve melodik kullanırlar. Aniden değişen
melodik geçişler ise Goblin’in müziğinin bir özelliği olmuştur. Dario Argento’nun “Profondo Rosso”, efsanevi film “Suspiria” ve “Tenebre” gibi önemli filmerinin müziklerini hazırlamışlardır. Ayrıca
bir diğer hazırladıkları film müziği ise George Romero’nun “Zombi”
filmidir ve bu “Dawn of the Dead” olarak da geçmektedir. Kendi albümlerinden ise 76 yılındaki “Roller” ve 78 yılındaki “Il Fantastico
Viaggio Del Bagarozzo Mark”ı tavsiye olarak yazabilirim.
CELESTE
İtalya’nın romantikleri diyebileceğim müzikleriyle bir atmosfer yaratmayı başarabilen ender topluluklardan birisi. Mellotron
geçişleri, akustik gitar melodileriyle yavaş
dingin bir müzik, ve düz, hiç yüksek tonlara çıkmayan bir vokalist var. Yavaşlıklarıyla ve dinginlikleriyle bazen Renaissance’ı
hatırlatıyorlar. Caz etkilerini de duyabileceğiniz “Principe di un Giorno” adlı albümünü de 76 tarihinde çıkarıp uzun süre ortalıklardan yok olmuşlar.
SEMIRAMIS
1973 yılında çok ağır
senfonik pasajlar içeren bir albüm (Dedicato a Frazz) yapmış
ve dağılmış gruplardan bir tanesi. Klavyelerin ön planda olduğu gitarların ise
bir parça geri planda
kaldığı müzikal yapılarında çok fazla ayrıksı bir özellik barındırmıyorlar ama oluşturdukları tek albümle adlarını önemli
yerlere yazdırmışlar-
dır. Vokalistin yüksek tonlardan söylediği koro vokallerini de anımsatan şarkılarla zor dinlenilen bir o kadar da içine zor girebildiğiniz bir müzik yapıyorlar.
PICCHIO DAL POZZO
İtalya’nın Canterbury Sound temsilcileri. Caravan ve Soft Machine etkisindeki müzikleri caz ve psychedelic birleşimini sağlamaları nedeniyle İtalyan gruplar arasında özel bir yerde dururlar. 76 yılındaki kendi adını taşıyan albümü nefis olmakla birlikte zor dinlenebilir bir yapıya da sahiptir. Caz’ın birçok türünü de bu albümde
sergilemiş ve bu sayede sadece İtalya’da değil diğer ülkelerde de
birçok dinleyici profili oluşturan gruplardandır.
PERIGEO
İtalya’daki önemli gruplardan bir tanesidir. Caz ve
caz rock çevresinde gezinen
müzikleri zaman zaman flamenko semalarına da uğruyor. Canterbury rock gruplarının sergilediği caz müziklerinden de bir parça taşıyorlar fakat tam anlamıyla
progressive rock denilemeyecek onun yerine bir caz
grubu diyebileceğiniz doğaçlamaya yatkın, şarkılarını türlü türlü hâllere sokan
topluluklardan birisi de zannedebilirsiniz. John Coltrane tınıları ve
bu sayede oluşan atmosferik melodileri de çok ilgi çekici. İlk albüm
72 yılında çıkmış ve “Azimut” adını taşımakla birlikte en iyi albümleri de denebilir. Caz etkilerini daha fazla duyabileceğiniz bir sonraki “Abbiamo Tutti un Blues da Piangere” ise beğenilen ve klasikleşmiş albümlerinden birisi sayılmakta.
EDGAR ALLAN POE
Amerika’nın nasıl ki H.P. Lovecraft’ı varsa İtalyanların da Edgar Allan Poe’su mevcut. Adını gotik yazarların babası olan Edgar Allan
Poe’dan alan grup karanlık sayılabilecek bir yapıya sahiptir. Müziklerinde caz ve heavy rock etkileriyle birlikte klasik müzikten etkilenen bir tavır sergilerler. Gitarlarda yer eden blues rifleri de bir
başka farklılıklarıdır. Bu kadar yoğun bir sentez içerisinde oluşturulan müzik gerçekten de zor dinlenebilir bir özellik barındırıyor. Sadece 74 yılında “Generazioni (Storia Di Siempre)” adlı albümü çıkarıp ortalıktan kaybolmuşlardır.
ALUSA FALLAX
Tek albümlük iyi gruplara örnektir.
İtalyanların tek albümlük grupları
en az Almanlar kadar güzel olabiliyor ve zevkle de dinleniyor. Senfonik rock’ın dinamik hâllisi de diyebileceğimiz müziklerinde flüt ve bazı
ender kullanılan klasik müzik enstrümanları mevcut. Melodik senfonik
müziğin tepe noktası da diyebilece-
ğimiz Alusa Fallax, besteleri ve vokallerin çeşitliliği yönünden de
farklılık taşıyor. Klavyeyle verilen karanlık tonlarla beraber bahsettiğimiz bu tek albüm (“Intorno Alla Mia Cattiva Educazione”)
mükemmelliğe ulaşıyor.
MAXOPHONE
İtalya’nın bir diğer sıcak ve
pozitif müzik yapan grubudur. 70’lerin ortalarında
müzik yapsalar da şarkılarda kullanılan vokal tarzları hep 80’lerdeki o melodik
pop rock vokallerini anımsatıyor. Müzikler ise çoğunlukla pop caz kalıplarında geziniyor. Saksafon, klarnet gibi
enstrümanlarla Van der Graaf Generator müziğini iyice
tetkik etmeleri, bunun yanında ise Gentle Giant müziğindeki çeşitliliğe yaklaşmaları da takdire şayan. 75 yılındaki kendi adlarını taşıyan albüm tavsiye edilir.
SAMLA MAMMAS MANNA
İsveç’teki progressive etkili müzik yapan grupların atası sayılabilecek bir topluluk. Aslında İsveç ile sınırlandırmak ne kadar doğru olur orası tartışılır. Çıktıkları zamanı göz önüne alırsak deneysel bir kimlikle ortaya çıkmaları ve sonradan Henry Cow tarafın-
dan oluşturulacak RIO (Rock In Opposition) tarzına dâhil edilmeleri sonucunda topluluk efsane kategorisine geçiş yapmıştır. RIO akımı aslında plak şirketlerine karşı geliştirilmiş bir protesto akımıdır ve bunun amacı ise açıkça plak şirketlerini saf dışı bırakmaktır. Bazı kişilerce sanat akımı olarakta adlandırılır. Bu tarza bağlı
gruplar Henry Cow’un sırf bu akım dâhilinde oluşturduğu festivallere de katılırlar ve o sayede adlarını duyururlar. Samla Mammas
Manna’nın müziğini tek bir kategoride anlatabilmek mümkün değildir, zaten öyle hüzünlü müzikleri de yoktur, daima eğlenmek için
bir araya gelmiş müzisyenlerin sırf eğlence olsun diye oluşturdukları bir topluluktur. Caz, fusion, world music gibi türleri büyük bir
ustalıkla sentezlerler. Garip bir vokal anlayışları vardır. Biz eğlence
amacıyla kuruldu dedik ama madalyonun öteki yüzü vardır ki çaldıkları müzik öyle kolay yapılabilecek bir tarz değildir. 70’lerin başından başlayıp 80’leri şöyle bir es geçip 2000’lere kadar gelirler.
71 yılındaki “Samla Mammas Manna” ve 74 yılındaki “Klossa Knapitatet” tavsiye edilebilir.
WIGWAM
Finlandiya’nın çıkardığı en büyük, en köklü topluluklardan birisidir.
Caz rock ve senfonik rock sentezi içerisine dâhil edilebilecek müzikleri sayesinde Finlandiya’da öncü bir grup olmuştur. Wigwam’ın
bu müziğiyle bir İngiliz topluluk olsaydı eminim ki bundan çok daha fazla tanınabilirdi. Zamanına göre çok
akılcı olan müzikleri, değişik vokal yapıları ve soundlarının güçlü olması da grubun artı noktalarından. 69
yılı ilk albümü “Hard And
Horny”den sonraki albümünde bas gitarda ünlü bir Fin müzisyen
olan Pekka Pohjola’yı görüyoruz. 70 yılı “Tombstone Valentine”da
gruba giren Pohjola başarılı bir açılış yapar, müzik bilgisi ve enstrümana hâkimiyetiyle dikkati çeker. Bunun devamında ise grubun
en iyi albümü “Fairyport” çıkar. Pohjola’nın çaldığı bas yanında
violin’de de çok başarılı olduğunu görürüz bu albümde. Wigwam
2000’lerde de albüm çıkartan bir topluluk ancak yine de eski kayıtlarının yerini tabi ki tutmaz.
KAIPA
İsveç’in köklü Senfonik Rock topluluklarından, ama en iyilerinden,
işini en düzgün yapanlardan bir tanesi. Müzikleri sadece senfonik
etkiyle açıklanırsa bu pek yeterli olmaz çünkü kendileri gerek gitar
melodilerinde ve bestelerin genel yapısında İskandinav folk müziklerini de bir şekilde bestelere adapte ederler. Hans Lundin (şimdi
ise Ritual adlı grupta çalmaktadır) ve Roine Stolt (kendisi The Flower Kings, The Tangent, Transatlantic gibi gruplarla çalışmıştır.)
Kaipa’nın demirbaş müzisyenleri arasında yer alır. Lundin’in klasik org, mellotron ve harpsikord geçişleriyle Stolt’un o çok açılımlı derin gitar soloları birleşmiş ve ortaya ilginç keyifli bir sentez ortaya çıkarmışlardır. 1975 yılı ilk albüm bunun en bariz örneği olmakla birlikte içerisinde bir Stolt bestesini barındıran “Förlorad
i Istanbul”u yapmaları da ayrı bir güzelliktir. İkinci albüm “Inget
Nytt Under Solen” ise Hans Lundin’in yaklaşık 22 dakikalık muhteşem eseri “Skenet Bedrar” ile başlar. YES ve Camel etkileriyle birlikte İsveççe olan bu eserler Kaipa’nın artık oturmuş bir soundu olduğuna işaret eder. “Solo” ile 1970’lerin sonlarını, “Händer” ve
“Nattdjurstid” ile 80’leri başarıyla karşılarlar. Ame ne var ki bundan sonra ayrılır ve uzunca bir süre ortalıklarda görülmezler. 93 yılındaki bootleg kaydı “Stockholm Symphonie”den uzunca bir süre
sonra toparlanır ve birbirinden muhteşem 4 albüm daha çıkarırlar.
“Notes From The Past” bu yeniden birleşmenin ilk meyvesidir ve
Stolt ve Lundin modern bir soundla dinleyicilerin karşısına çıkar.
Aleena isminde İsveçli bir pop rock vokalistini de albümlerinde kullanırlar. “Keyholder” ve “Mindrevolutions” ile YES etkilerini daha
da gün yüzüne çıkarıp 2007 tarihli “Angling Feelings” ile bu başarılarının tesadüfî olmadığını kanıtlarlar. Bu albümde Roine Stolt bulunmamaktadır, onun yerine ise bir heavy metal grubu olan Scar
Symmetry’den Per Nilsson bu görevi başarıyla üstlenir. Kaipa günümüzde de aktif, konserler veren albümler çıkaran bir topluluktur.
TASAVALLAN PRESIDENTTI
Finlandiya’nın 60’ların sonlarında müzik yapmaya başlayan caz
rocker’ları fusion etkili besteleriyle bugünkü progressive rock dinleyenler tarafından ilgiyle izlenmekte. Kimle konuştuysam pek
olumsuz laf söylenmedi bu topluluk için. Ülkelerinin diğer grupları olan Wigwam ve Finnforest ile de müzikal olarak hem benzeşmekte hem de onlarla iyi ilişkiler kurmaktaydı. Klasik prog kalıplarının içerisine caz doğaçlamaları, flüt ile desteklenen folk öğelerini de müziklerine sokmaları tek kelimeyle inanılmaz. Çok şiirsel
müzik yapan bir topluluk diyebilirim. İlk iki albümleri kendi alanlarında birer klasiktir. Özellikle “Tasavallan Presidentti II” bu uğurda
defalarca ödül alabilecek derecede güçlü müzikal yapıya sahiptir.
İsveç ve Norveç, Finlandiya’yı pek İskandinavya’nın parçasından
saymazlar ama bu grubun müziğinde öyle bir sempatiklik mevcut
ki sadece İskandinav müzisyenlerine ait olan o soğuk yapı da buraya uğramaz. Dıştan soğuk duruşlarına nazaran oluşturdukları müzik
bir o kadar sıcak gelir insana. 74’deki “Milky Way Roses” albümünden sonra pek haber alınamayan topluluk 2006’da “Six Complete”
adında bir çalışma ile geri dönmüştür.
TRETTIOÅRIGA KRIGET
İsveç İsveç İsveç! Trettioåriga Kriget belki de bu ülkenin en iyi
gruplarından birisidir. İsveç’ten çok nadir kötü topluluk çıkıyor,
bunu da orada yaşayan insanların çoğunun ailesinden kaynaklanan
bir dayatmayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Çok küçük
yaştan itibaren kişi bir enstrümanla tanışır ve sonrasında gelen müzik dersleri,
beste oluşturma ve bir müzik grubu kurma hareketleri. İsveç’in suyunda vardır
bu ve her aileden en az bir
kişi müzisyendir ya da müzikle uzaktan yakından ilgilidir. Trettioåriga Kriget, ilk
albümünü kendi adıyla 74
yılında çıkarmış. O zamanlar çok gençlermiş fakat o yaştaki insanlardan böylesi bir müzik çıkıyorsa şaşırmamak lazım çünkü yukarıdaki düşünceleri destekler nitelikte duruyor bu düşünce. İsveççe
olan şarkıları müzikle uyum içerisinde ve soundları o kadar canlı ki
inanılmaz. Hiçbir gruba benzetilmesini doğru bulmadığım bir grup
Trettioåriga Kriget. Doğaçlama gitar formlarıyla dinamik, baskın
bas melodileriyle, çok yoğun olmayan mellotron geçişleriyle farklı
çok farklı bir grup. Biraz önce bahsettiğimiz ilk albümleri klasik olmakla birlikte çıkardıkları her çalışma da belli bir kalitenin üstündedir. 76 yılı “Krigssång” 92 yılı “War Memories”, 2004 yılı “Glorius War” ve 2007 yılı “I Början Och Slutet” albümlerine dönem dönem bakıldığında bile başarısızlığı yoktur bu grubun. Arada bir ayrılarak meraklanmamızı sağlayan bu heyecan verici topluluğun pek
tanınmayan bir progressive grup değil de kusursuz, her dinleyicinin derinlemesine tanıyabildiği bir “jam band” olmasını diliyorum.
KAAMOS
Güzelim Finladiya’da 77 yılında sadece tek albümle ortaya çıkıp
daha sonra aniden kaybolan sentez topluluklardan bir tanesidir.
Orta çağ müziği, blues ve funk gibi bir araya gelmesi zor olan türleri tek potada eritebilmek bu grubun göreviydi. Jethro Tull, YES
gibi gruplardan aldığı ilhamları da sayarsanız tek albümle neler başarabildiklerini tahmin edersiniz. “Deeds And Talks” adındaki bu
albümde “Strife”, “Delightful” ve adı üstünde barok ezgilerden
etkilenilmiş müthiş bir çalışma olan “Barokke” yer alıyor. Kyösti
Laihi’nin kullandığı moog synthesizer albümün her tarafında karşınıza çıkıyor. Folk müziklerden hoşlanan dinleyiciler kesinlikle bakmalı bu gruba. Aynı adlı bir başka grup da mevcut fakat onlar ola-
yın heavy metal tarafıyla ilgilendiğinden şimdilik
ilgi alanımızda değiller.
FOLQUE
İskandinavya’dan
çıkmış o kadar çok
prog folk grubu var
ki hepsini saysak
sığdıramayız
belki de. İşte onlardan biriside Folque
isimli bu topluluk
ve İskandinavya’nın
Norveç
tarafından
geliyorlar.
Folque’nin müziğinde prog etkisi azaltılmış ama
folk öğeleri daha fazla yüzeye yerleştirilmiş gibi
tınlıyor. Kendi folk müziklerinden başka İrlanda
folk müziğine de geçiş yaparak, bu konuda ne kadar geniş düşündüklerini bizlere gösteriyorlar.
Keman ağırlıklı olarak viyolin ve banjo’yu da kullanan grup elemanları hem müziğin akustik olmasını sağlıyor hem de minimalist bir yaklaşım sergiliyorlar. İlk albümlerini kendi adıyla 74 yılında
çıkaran bu topluluk 75 yılındaki “Kjempene på
Dovrefjell” albümü ile de aynı müzikal anlayışlarını sergiliyorlar ama 76 yılında çıkan “Vardøger”
adlı çalışmasıyla da başarılarını ikiye katlıyor. Bu
albümdeki “Fantaguten” isimli şarkı ise tarafımdan grubun en güzel çalışması olarak yazılmıştır.
Folque’den 80’li yıllarda da haber alırız fakat ondan sonra pek ortalıklarda görünmez ve kaybolurlar.
FINNFOREST
Caz, rock ve Finlandiya üçlüsü denilince akla gelen ilk isim ya Wigwam ya da kalın bıyıklı müzisyen Pekka Pohjola oluyor genelde. Finlandiya’nın
geleneksel folk müziklerinden de beslenen bu
müzisyenler arasında 1970’lerde adı pek duyulmamış ama dikkatli dinleyiciler tarafından bilinen bir topluluk olan Finnforest’de bu yolun yolcuları arasında yer alıyor. Enstrümantal müzikleri oldukça dikkat çekici fakat bu grubun konusu açılınca akla hemen Focus isimli bir topluluk geliyor. Bir progressive rock sohbet ortamında “Finnforest dinlemiş miydiniz?” tarzında soruya genellikle “dinledim ama Focus’a çok benziyor” şeklinde cevaplar duymanız da olası bir
durumdur. Finnforest müziğinin beslendiği yerler oldukça çeşitli ve bu iki kült grup olan Mahavishnu Orchestra’dan Weather Report’a dek uzanıyor. Grubun kendi adını taşıyan ilk albümü de
önemlidir. Zaten sonrasında da pek bir şey üret-
mediler. Senfonik yapının da bolca kullanıldığı bu
albümlerde doğaçlama formuna da yaklaşmaları
takdire şayan.
ELONKORJUU
Finlandiya’nın tek albümlük neferlerinden olan
bir gruptur. 60’ların sonu ve 70’lerin başındaki
o dâhiyane soundları içerisinde barındıran beste yapıları sayesinde Finlandiya içerisinde büyük
işler yapmışlardır. Bazen blues rock’a kaçan melodileri caz yapısıyla birleştirmişler sert gitar rifleri ve o dolu dolu hammond org tonlarıyla başarılı bir albüm yaratmışlardır. 72 yılı “Harvest
Time” albümü onların tek çıkardığı çalışma olmuş
ve daha sonra topluluk ortadan kaybolmuştur.
RADIÖMOBEL
Psychedelic Rock’ın İsveç’ten cevabı olacakken
fazla albüm çıkarmamaları ve müziğe devam etmemeleri kötü olmuştur. Belli bir potansiyeli vardır fakat bunu pek fazla ileri götürememişlerdir.
Radiömobel müziğinde klasik psychedelic öğeleri Amon Düül gibi usta bir gruptan almıştır, bunun yanında elemanların amatörce olması, beste yapılarındaki bazı dengesizlikler de şarkıları
dinleyince hemen anlaşılabiliyor. 75 tarihli ilk albüm “Tramseböx” kısmen iyiyken 78 yılı “Gudang
Garam”da bir parça toparlanmış görüntüsü çizmişlerdir.
PIIRPAUKE
Finlandiya dolaylarından etnik müziği caz ile birleştirmeyi amaç edinmiş progressive mantıkta müzik yapan kalabalık müzisyenleri olan bir
topluluktur. 70’lerden bu yana Finlandiya ve dolayısıyla İskandinav (her ne kadar İsveç ve Norveç Finlandiya’yı İskandinavya’dan saymasa da)
folk müziği adına başarılı işler yapmışlardır. 75
ve 76 yıllarında çıkan “Piirpauke 1” ve “Piirpauke 2” birbirinden iyi albümler olarak gözükürken bu topluluğun “live” kayıtları ise bir başkadır. 2000’lerde de müziğe devam etmişlerdir.
RÅG I RYGGEN
Tek albümlük İsveç tabancasıdır. Stockholm şehrinin göbeklerinden doğan bu çocuklar sıkı birer
rocker. Deep Purple, Uriah Heep benzeri tatlar
alınan müziklerinin içerisine dönemin klavye soundu da girince tadından yenmiyor. Deep Purple
hatta hatta daha uçlardan Frijid Pink falan dinliyorsanız bu topluluk tam size göre. Blues nota-
ları da flüt melodileri de kulaklardan pek kaçmıyor, tam başka sulara girecekken rock ağırlıklı zaman zaman progressive de olabilen besteler icra
etmişler. 75 yılında çıkan ilk ve tek albüm tavsiyedir.
AKASHA
Psychedelic müziğin tam özelliklerini yansıtmasa bile
o etkileri verebilen Norveç’in karanlık topluluklarından birisi. Syd
Barrett’in
olduğu ilk dönem Pink
Floyd’unun
yoğun etkisi, Eloy’un
“Dawn” dönemini hatırlatan o klavye soundları bu grubun müzikal özellikleri arasında yer alıyor. 77 yılı ilk ve tek albümleri olan “Akasha”nın
11 dakikalık giriş şarkısında olaya giriş yapıyorlar.
Karanlık ve boşluk hissi veren o melodiler arasında mellotron’ların yoğun olarak kullanıldığı
“Light And Darkness” ve “Electronic Nightmare”
albümün en iyi çalışmalarından bazıları. Psychedelic sound sevenler bu gruba mutlaka bir göz atmalı.
TRÄD GRÄS OCH STENAR
1960’ların sonlarında İsveç’ten doğmuş nitelikli bir psychedelic topluluktur. Grateful Dead gibi
orta tempoda giden şarkılarının soundunu aslında Amon Düül gibi bir topluluktan almışlardır. Hiç
susmayan kirli tonlarda giden bir gitar ve belli bir
Eternity” ile bir başyapıt yaratırlar ve ardından
gelen MIND projesi ile Frank Zappa benzeri deneysel bir yapıyla dinleyicinin karşısına geçerler.
Bu MIND projesi olayı çok farklılık yaratır grubun
diskografisinde ve daha sonra onlardan pek haber alamayız. Isildurs Bane her progressive rock
ve deneysel müzik dinleyicisinin arşivinde olması
gereken bir müzikal değerdir.
FLÄSKET BRINNER
hızda seyreden şarkı yapıları grubun müzikal olarak en belirgin özelliklerinden sayılmaktadır. 70
yılı aynı adlı ilk albümleri iyi bir başlangıç olmuş
72 yılı “Mors Mors” albümü ile daha fazla isimlerini duyurmuşlardır. İlginçtir, bu topluluk 70’lerden sonra 2000’lerde de müzik dünyasında görülmüş fakat pek etki bırakamamıştır.
ISILDURS BANE
İsveç’in en yaratıcı müzisyenlerinden oluşan topluluktur. Kemik dinleyicileri olması sebebiyle ciddiyetle dinlenir ve çıkardıkları her albüm takip
edilir. 80’lerin başından beri müzikle haşır neşir olan bu topluluğun ilk dönemi yoğun senfonik
pasajlı şarkılarla geçilir. Böyle pek ilgi çekemeyen topluluğun asıl olayı 90’larda başlar ve “The
Voyage – A Trip to Elsewhere” albümüyle olaya
son noktayı koyarlar. Artık bundan sonra yol daha
da açılmıştır ve topluluğun önemi bundan sonra
daha da artar çünkü müzikal yönü değişmiş deneysel tarzlara göz kırpan bir yapı sergilenmeye
başlanmıştır. “Sea Reflections / Eight Moments of
İsveç’in 70’lerde ortaya çıkmış şahsiyetli gruplarından birisidir. Caz, folk ve klasik müzik türlerini birleştiren psychedelic yapıdaki ilginç müzikleriyle iki albüm yapıp ortadan kaybolmuşlardır.
İsveç’in yine ünlü müzisyenlerinden birisi olan Bo
Hansson’un da konuk olduğu 72 yılı aynı adlı ilk
albümü ile caz rock’ın deneysel hâli ile bizleri tanıştırmışlardı. Müziklerinden hiç eksik olmayan o
acid rock soundunu o dönemlerde çok kullanan
İsveçli topluluk pek yoktu ya da tamamiyle yer
altında kalarak müzik yapıyorlardı. İkinci albümleri “Fläsket”te de aynı özellikler devam ediyor
ve ondan sonra ise gruptan haber alamıyorduk.
Fläsket Brinner, İsveç’in az duyulmuş fakat çok
detaylı müzik yapan kaliteli isimlerindendir.
KULTIVATOR
Norveç’in
80’lerdeki
senfonik rock gruplarından birisidir Kultivator.
Gentle Giant’ın kategoriler dışı tarzını alıp
King Crimson ve YES
benzeri senfonik oyunlarla süslemeyi iyi be-
cerirler. Zaman zaman Canterbury ve Zeuhl taraflarına da
geçtikleri görülür fakat bu uzun sürmez. İlk albümünü 81
yılında “Barndomens Stigar” adıyla çıkaran Kultivator sanki 80’lerin başında değilmiş gibi, 70’lerin ortalarında kullanılan o soundu müziklerinde kullanmış ve bu sayede albüm de bir şeye benzemiştir.
LUCIFER WAS
Norveç’in heavy prog tarzındaki esaslı gruplarından birisidir. Grubu çok iyi takip ettiğimden müzikal değişimlerini de iyi bilirim. Lucifer Was; Black Sabbath, Jethro Tull
ve Uriah Heep gibi grupların bir sentezini yapar. Thore
Engen’in önderliğinde 70’lerin başlarında kurulmuş olan
grup o zamanlar pek kayıt yapmamıştı. Sadece 1970’li yılların ortalarında oluşturduğu bazı materyalleri gözden
geçirip, sessiz sedasız ortalıktan kaybolmuştu. 76 yılından 96 yılına kadar uzun aralıklarla stüdyoya takılmışlar
ve 1996 yılında bir kayıt yapmak üzere yeniden stüdyonun yolunu tutmuşlardır. 1997 yılında “Underground And
Beyond”u çıkaran Lucifer Was o 70’lerin kirli soundunu
müziklerinde kullanmaktan çekinmiyordu. Melodik progressive rock çizgisindeki besteleri Black Sabbath gitarları, Ian Anderson (Jethro Tull) tarzı flüt melodileri ile birleşiyor ve ortaya kusursuz bir albüm çıkıyordu. İkinci çalışma olan “In Anadi’s Bower” 2000 yılı bir kayıttı ve o eski
sound hâlâ yerinde duruyordu. Üçüncü albümleri “Blues
from Hellah” ise içerisindeki “Mire” ve “Armworth” bestelerine rağmen blues etkileri taşıyordu. “Old In Eden” ve
“Come Drug Me Babe” nefis olan yoğun blues etkili iki çalışmadır bu albümde. 2007 yılında ise “The Divine Tree”
ile blues etkilerine bir son verip tekrar kirli ve eski soundlarına geri dönerler. Lucifer Was’ın son üç albümü İsveçli
plak şirketi Record Heaven’dan çıkmıştır.
KERRS PINK
Norveç’in progressive folk duayenleri 80’li ve 90’lı yılları başarıyla geçirip
2000’lere kadar uzanan geniş bir zaman diliminde müzik yapmıştır. Müzikal yapısının temelinde yer alan Pink
Floyd etkilerinin üzerine Camel gibi bir
grubun yumuşak soundunu yerleştirip,
bestelerini öyle oluşturuyordu. Bu kuzeyin soğuk dâhileri, Hammond org,
mini moog gibi enstrümanlarla da müziğine derinlik katmış, bir anlamda senfonik rock kulvarında da yer almıştır. Folk enstrümanı olarak da tin whistle’ı (İrlanda kavalı) kullanan
Kerrs Pink ilk albümünü aynı adla 81 yılında çıkarmış ve haklı bir başarı
elde etmişti. Bundan sonra ise “Mellom Oss” ve 97 yılında kaydettikleri “Art Of Complex Simplicity” adlı albümleri ile yerlerini iyice sağlamlaştırdılar. 2002 yılında çıkardıkları “Tidings” ise bir senfonik rock albümüydü, Camel ve Renaissance tatları alabileceğiniz bir müzikal kimliğe
de sahipti.
KVARTETTEN SOM SPRÄNGDE
İsveç’in bu tek albümlük 3
kişilik grubu müziklerinde
yer alan flüt, hammond org,
piyano ve gitarlarla olabilecek en iyi işi çıkarmış. Bas
olmaması nedeniyle bu işi
klavyeyle halletmeye çalışmışlar ve pek de sorun olmamış. Bu oluşumun en güzel tarafı ise hammond org
tonları oluyor ve müziğin
geneline yayılan bu melodiler sayesinde dengesiz bir
ruh haline bürünebiliyorsunuz. 73 yılı “Kattvals” adlı
bu albümde gitarların yarattığı deneysel hava, caz ile folk müziğin buluşması 6 şarkılık bu albümü
“iyi albüm” kategorisine sokuyor. Dinleyecek olanlara tavsiyemse sekiz
dakikalık “Gånglåt Från Valhallavägen” adındaki şarkıdır. Grubun devam
etmemesi ise kötü olmuş. İlk albümünde böyle başarılı bir müzikten sonra insan keşke devam etselermiş diyebiliyor. Kvartetten Som Sprängde,
İskandinav progressive müziğinin pek bilinmeyen bir yüzü.
::::
Bir sonraki sayıda ise Amerika, İspanya ve Polonya’daki progressive dünyasına girecek, artık albüm çıkarmayan, çok ara verdikten sonra tekrar
müziğe dönen/devam eden son dönem progressive rock gruplarına bir
bakıp sonrasında ise yolumuz bizi nereye götürecek bir bakacağız.
*İlk yazımızda Progressive Folk’un alt başlıklarını açıklarken acid folk
yerine acid rock yazılmıştır. Düzeltir özür dileriz.
IMAGES AND WORDS IV
EMRE DEDEKARGINOĞLU
...this is the best party I have been to...
Siyah Beyaz 1 Yaşında!!!
Nice senelere!!! :) Geçen sene eylül ayında yayına
başlayan dergimiz birinci yaşına basmış bulunuyor.
Başından beri dergide olmamama rağmen en az editörümüz Selim Varışlı kadar “benimsemiş” durumdayım dergiyi, söz verdiğim bir röportaj işi yatınca
ya da yazılarım gecikince böyle garip bir panik, heyecan basıyor beni de... :) Hiçbir zaman programlı
olamayan tipik öğrenci ekolünden geldiğim için tabii ama sağolsun editörümüz bu konuda bana hep
tolerans gösteriyor. :) İlk yazımı geçen sene Kasım
ayında Swans yazarak vermiştim, bu senenin başından beri de düzenli olarak dergide yazıyorum. İlk
dergi yazarlığı deneyimini Siyah Beyaz’da yaşayan
bir çaylak olarak dergide yazmanın bana kattığı şeyleri inkar edemem. Bilmiyorum, ne kadar becerebiliyorum bu işi, zira hiç kolay birşey de değil... Müziği dinlemekten çıkıyor olay iş yazmaya gelince, müziği “yaşamak” zorunda kalıyorsun. Ki zaten dergi
kültürü ülkemizde oturmuş birşey değil, bu ay yine
bir basılı müzik dergisinin kapandığına dair haberler
gelmişti. Basılı dergilerin malum kriz ortamında belli bir tiraj tutturamaması, internetin de zaten hali
hazırda haber dergiciliğini bitirmesi gibi sebeplerde
bu işin ne kadar zor olduğunu gösteriyor. İnternetin
getirdiği değişim, kaynakları da net üzerine taşıyor.
Siyah Beyaz’ın bu noktada avantajı internette yayınlanan bir dergi olması sebebiyle sayfa sınırlaması ve tiraj zorunluluğu bulundurmayan bir yayın olarak ortaya çıkmasıydı. Yani bir Dream Theater albümü için altı sayfa boyunca Word’de at koşturabiliyorsam bu da internet ortamının esnekliğindendir.
:) İnternet bilgi akışını hızlandırsa da bazı şeylerin
değerini kolayca ele geçiremiyor. Dergiler de bu değerlerden birisidir. Seksenlerde doksanlarda bu müzikleri dinleyenlerin tek haber kaynakları dergilerdi. Şu an bile Blue Jean’in, Headbang’in, Laneth’in,
Non Serviam’ın, Zor’un ve daha nice derginin bizlere kattıkları ortadadır. Dolayısıyla bir sene, kısa olmasına rağmen önemli bir süreç... Umuyorum ki Siyah Beyaz uzun süre boyunca yayınlanmaya devam
edecek ve mevcut kalitesini arttırmayı amaçlayarak ülkemizdeki dergi yoğunluğuna katkıda bulunmayı sürdürecektir. Ve yine umuyorum ki, daha fazla basılı dergimizi maddi sebeplerden kaybetmez,
mümkünse Siyah Beyaz gibi internet ortamından da
takip edebiliriz. Çünkü geleceğin basılı medyayı tamamen yok edip, net üzerine taşıma ihtimali de çok
yüksek görünüyor.
Bu zamana kadar dergimizi takip eden, övgü ve
eleştirilerde bulunan herkese şahsen teşekkür ederim. İyi okumalar...
Faith No More!
Adamlar toplandı, birşey demedik ama madem birinci yılımız, bu büyük insanlar topluluğuna hazır
ülkemize de gelmişlerken haklarını verelim. On bir
sene süren hasretten sonra Faith No More bu sene
başında toplandı, gelecek sene de devam edecek
The Second Coming adlı bir turneye başladı, geçtiğimiz ay ülkemize uğrayıp hayranlarını mest etti,
iddialara göre yeni bir albüm de söz konusu olabilirmiş. (Umarım yeni bir albüm yaparlar.) Birkaç sene
önce bunların olacağını herhangi bir FNM hayranına deseydiniz herhalde “Bas git lan...” derdi suratınıza... :) Ama hayatın ne getireceği belli olmuyor. Geçen sene Mike Patton “I don’t think we would need to reform the band...” diyordu, şu an FNM
kanlı canlı aramızda...
12 Ağustos konserinde gördüğümüz gibi ülkemizde
Faith No More yeni jenerasyonlar tarafından pek bilinmiyor. Helsinki’de 15.000 kişiye çalan adamlar
burada daha mütevazi bir kalabalığa çaldılar ama
yine de efsane bir performans sundular. İronik olan
da şu ki, günümüzde çok ilgi gören Alternative Metal, Alternative Rock ve Nu-Metal gruplarının çoğu
Faith No More sayesinde varolmuştur. Kendilerine özgü bir tarzlarının olması, genele göre deney-
sel yapıları nedeniyle her müzik severe uygun olmamalarını normal karşılayabiliriz ama içine girip,
hayranı olanlara da çok fazla kapı açmış, çok şey
katmış bir gruptur FNM... Bir Arcturus da Faith No
More’u müziğinde kullanmaktadır, bir Korn da... Geçen ay yayınlanan ve neredeyse FNM’e adanmış Headbang dergisindeki makalede bile hafiften mecaz
vardı, “Grubu anlatmıyoruz, direk olaya giriyoruz ki
zaman varken öğrenin, pişman olmayın.” manasında... On bir senedir aktif olmamasına rağmen yeniden kurulmasıyla birlikte birçok önemli festivale
anında headliner çıkabilecek büyüklükte bir gruptan bahsediyoruz sonuçta...
“The Real Thing”, “Angel Dust”, “King For A Day...
Fool For A Lifetime” gibi birbirinden güzel üç albümle piyasayı zamanında delmiş sallamış olan FNM’nin
bu albümleri şu an bile taptaze tatlar verebiliyor,
üstüne bu albümleri çözünce birçok grubun kökenlerini nereden “direk” olarak aldığını görüyorsunuz.
Mike Patton’un her albümde gösterdiği farklı vokal
numaralarıyla “Lan bu herif tam hayvan...” moduna
geçiyorsunuz. Grubun hala Funk, Rap, Thrash Metal,
Progressive Rock, Country, Jazz gibi alakasız tarzları nasıl bu kadar ustaca kaynaştırabildiğine şaşırıyorsunuz. Evet, ben bunları yaşıyorum. Faith No
More’u doksanlardan beri özümsemiş adamın yanında FNM birikimim sıfırdır. Ama FNM bana bunları hissettiriyor. Ve kendi halinde bir hayran olarak ülkemizde benim de nispeten içinde bulunduğum yeni
jenerasyonların bu grubu ıskalamasına şaşırıyorum.
Ulan, kişisele döndü bu yazı iyice... :) Hali hazırda
Faith No More’u biliyorsanız, o Çarşamba günü sizinde içiniz heyecanla dolmuşsa bu yazı sizin için bir
tekrardır. Ama bilmiyorsanız, dinlememişseniz, bir
an önce bu gruba bir şans verin. Günümüz müziğini şekillendirmiş bu müthiş, deli, manyak, dahi grubu deneyimleyin. Faith No More birdir. Tamam, bitirdim. :)
AYIN NAFTALİNLERİ
Mr. Bungle - Disco Volante (1995)
Patton. Bu albüme sadece o soyadı söyleyerek başlasam zaten anlaşılır neler beklemeniz gerektiği...
Mike Patton’un FNM öncesi göz ağrısı Mr.Bungle’ın
en sıradışı albümü olarak diskografilerinde yer alıyor
Disco Volante... Şimdiden uyarayım, deneysel işlere
alışkanlığınız yoksa bu albümden uzak durmanız akıl
sağlığınız açısından en iyisi... Yoksa kafayı yersiniz maazallah... Neden mi? Bir şarkıda n tane farklı
tarzdan n tane farklı partisyon, n tane farklı melodi
ve etkileşim var diyeyim,
anlayın durumu... Death
Metal,Techno,Pop,AvantGarde gibi çok farklı
tarzlardan etkileşimler
var ve şarkılar sürekli bir
değişim halinde... Melodi ve ya söz tekrarı falan
neredeyse yok. Bildiğiniz
tüm şarkı kurallarını kafanızdan atmanız gerek bu albümde... Vokaller de
Mike Patton’dan bekleyeceğiniz gibi sıradışı,efektler
ve farklı numaralarla kotarılmış,hatta yer yer vokal değil Noise/Drone vari sesler dinliyoruz. Brutalden duygu dolu temiz vokallere kadar kendisi yine
döktürmüş bulunuyor. Şarkıları anlat(a)mayacağım,
dinlemeden ne dersem diyeyim anlamanız zor...
Ama Desert Search For Techno Allah, The Bends,
Merry Go Bye Bye ve Carry Stress In The Jaw’a özellikle dikkat...
Faith No More
King For A Day... Fool For A Lifetime (1995)
Kabul ediyorum, bu ay
FNM tribute gibi oldu köşem... Bu aylık mazur görün. Zaten nispeten sessiz geçmiş bir aydı ağustos... :) Yine ’95 senesinden bir albüm... The
Real Thing ve Angel Dust
gibi iki güzel albümü devam ettiren King For A
Day... Fool For A Lifetime, kişisel olarak en sevdiğim FNM albümüdür. The Real Thing kadar funk değildir, Angel Dust deneyselliğinin biraz daha azını taşır ama deli dehşet bir albümdür işte... FNM tarihinin en arıza parçalarından The Gentle Art Of Making
Enemies, Cuckoo For Caca, Ugly In The Morning ve
Digging The Grave bu albümün kullarıdır. Albümde
yine Country Rock’tan Jazz’a kadar şaşırtıcı bir etkileşim yelpazesi mevcuttur. King For A Day ise herhalde en damar FNM eseri olarak tarihe geçmiştir.
Sürekli değişkenliğine rağmen kendine özgü bir havası olan, eşsiz bir albümdür King For A Day... Fool
For A Lifetime... Yeri geldi mi depresife sokar, yeri
geldi mi de kafanızı duvarlara vurdurur. Mike Patton
denen insan evladı bu albümde coşmuş, coşturmuştur, en sakin vokallerden tutun, ciğerinden koyverdiği çığlıklarıyla kendine iyice hayran bıraktırır. Kapağıda ayrı bir anlama sahiptir. Bir saate yakın bir
müzik ziyafetidir. FNM’un zirvelerindendir. Tadılasıdır.
YAZIN SON KAÇAMAĞINA HAZIR MISIN?
Fethiye Bölgesi, doğal güzelliklerinin yanı sıra, tarihi ve
kültürel zenginlikleriyle de ülkemizin önde gelen turizm
merkezlerinden biri olma özelliğini korumakta, sahip olduğu doğal güzellikleri, turistik tesisleri ile ülke tanıtımına ve ekonomisine önemli katkılar sağlamaktadır.
Fethiye’nin diğer bir özelliği, doğal yapısının Türkiye ve
Dünya’da hızla gelişen ekstrem spor alanlarına yatkınlığıdır. Türkiye’de gelişmekte olan, izleyici kitlesini gün
geçtikçe arttıran ve gelecek yıl Uluslararası Platforma
taşınması amaçlanan Motocross ve Enduro Yarışları bu
bölgede uzun zamandır yapılmaktadır.
Yüzölçümü ile dev bir müzik ve spor alanı sizleri bekliyor.
16 – 18 Ekim’de Fethiye / Ölüdeniz Esenlik Mevkiinde
düzenlenecek 220.000 m2 lik alanıyla Türkiye’nin en büyük Motocross ve Gençlik festivali mxONfest için geri
sayım başladı. Ormanlık alanı 10.000 kişilik kamp alanına dönüştüren MXonFEST, bir ilke imza atarak çadırları
sizlere kurulu halde teslim ediyor ve Çadır kurarken zaman kaybetme, eğlenceye gelirken çadır arama derdine son veriyor.
Türkiye Motorsiklet Federasyonunun düzenlediği Türkiye Motocross Şampiyonası ve Akdeniz Enduro Şampiyonası festival alanının içindeki pistte start alacak. Her
dakikayı heyecanı dorukta yaşatacak yarışların sonunda
ödül töreni ile şampiyonlar belirlenecek. Ayrıca Motocross profesyonellerinin yaptığı özel gösteriler nefesleri kesecek.
Festivalde müzikseverler 2009 yazının son festivalinde
tam anlamıyla çıldıracaklar. mxONfest’ de sahne alacak isimlerin tamamı şimdiden belli oldu. Şimdi sıkı durun. Senfonik rock tarzını dünyaya sevdiren ünlü Alman
grup HAGGARD, mxONfest’ de yerini alıyor. Festivalde
yer alacak önemli isimler sırasıyla TEOMAN, BULUTSUZLUK ÖZLEMİ, ART NİYET, MALT, Aylin Aslım, 110, PİİZ, BABAZULA ve MURAT MERİÇ, CÜMBÜŞ CEMAAT, ROLL BACK,
FULL AS veee büyük sürpriz.. 2004 ten beri sahne almayan ÜNLÜ grubu mxONfest de tekrar sahnedeki yerlerini alıyor.
Ayrıca, festivali oyunlar ve yarışmalarla süsleyerek konser öncesi sizleri eğlenceye hazırlıyor. MXonFEST tam
bir festival tadında müzik , spor ve eğlenceyi birleştirip
2009 yazını unutulmaz bir hale getiriyor.
MxONfest, her yıl büyüyerek Türkiye’de festival kavramını değiştirmek amacında olan ekibiyle ortalama 30 bin
kişiye alternatif bir yaşam sunduğu müzik ve spor alanlarıyla, katılımcılara gerçek bir festival ruhu sunuyor. Konserler, DJ performansları, kamp alanları, 1000 m2 aktivite alanı alışveriş merkezleri, yiyecek içecek standları, rafting, mavi tur, yamaç paraşütü, safari, balon turu,
gibi farklı aktivite secenekleri ve daha birçok sürprizleri ile katılımcıların iyi vakit geçirebilmeleri için her türlü ayrıntının düşünüldüğü müzik ve yaşam alanında eğlence 24 saat tam gaz devam edecek.
Bir yeni sayıda daha hepinize merhabalar. Geçen ay,
son dakikada belli olan tatil programım sebebiyle
zorunlu bir ayrılık yaşadık. Beni tanıyanların hep bildiği bu son dakika sürprizleri yüzünden bir çok arkadaşımın cinnet geçirdiğine şahit olmuşumdur. Açıkçası elimde olmayan bu tür durumlar karşısında oluşan tepkilere karşı çıkamam çünkü onlar da kendi
bakış açılarına göre haklılar. Ne var ki bu arkadaşlarımdan bazıları benimle bir gün veya birkaç gün takıldıklarında tempomu izlemekten bile yorulduklarını itiraf etmişlerdir. Telefonum susmaz, msn’im mesajsız kalmaz, e-mail’im sürekli yeni mesaj uyarısı verir vs vs… Haftasonlarımı kendime ayrıma lüksüm ise çoğu zaman bir ütopyadır. Yine de müzik çalışmalarımı genelde kafa ve beden olarak huzurlu olduğum ve en azından 6-7 saat uyku imkanı bulduğum haftasonları yapmayı tercih ediyorum. Ama çaldığım gruplarda sadece ben yokum, diğer arkadaşların da öğrencilikten işten güçten vesaireden kaynaklı programları olabiliyor. İşte geçtiğimiz hafta da
albümü miksaj aşamasında olan Decimation ile provalarımız böyle 2 hafta içi akşamına denk geldi. Ceket kravatla stüdyoya git, şortla eve dön şeklinde
bir durumun söz konusu olduğu hafta içi çalışmaları 20:00-22:00 arasında olunca tadından yenmiyor.
Gerçi büyük zil üstadı Mustafa Diril Abi’nin üretimi
olan Samsun Cymbals’ı deneme ve kalitelerine şahit
olma imkanı bulduğum için bu tad bambaşka oluyor
o da ayrı. Yeri gelmişken bahsetmeden geçemeyeceğim, hayatım boyu hak ettiği değeri görmesi gereken insanların hep arkasında oldum. Bunlardan birisi de Mustafa Diril, kendisi 1998’den bu yana meşhur Alman Meinl zillerine Türkiye’den üretim yapmaktaydı. Ancak bir süredir en az o kalitedeki ürünlerini kendi markası ile piyasaya çıkartmaya başladı. Cidden parlak ve canlı bir sound... Yakında büyük
sükse yapacağına eminim. Meinl derken kullanan sanatçılara birkaç örnek vereyim: Mike Smith (Suffocation), Daniel Svensson (In Flames), Dirk Verbeuren
(Soilwork), Joey Jordison (Sliknot), Sir G. (Die Apokalyptischen Reiter), Mike Terrana, Frederik Ehmke
(Blind Guardian), Jason Bittner (Shadows Fall), Marco Minnemann (Necrophagist, Annihilator), Thomas
Lang, Uli Kusch (Helloween), Chris Adler (Lamb of
God), Fredrik Andersson (Amon Amarth), John Boecklin (Devil Driver), Lyle Cooper (The Faceless),
Brann Dailor (Mastadon), Max Duhamel (Kataklysm),
Tom Hunting (Exodus), Adam Jarvis (Misery Index),
Anders Johansson (Hammerfall), Petter Karlsson
(Therion), John Merryman (Cephalic Carnage), Jaska Raatikainen (Children of Bodom), Jon Rice (Job
for a Cowboy). Bu ustaya hak ettiği değeri vermek
gerek, ben verdim daha da fazlasını vereceğim… Bugünlerde kaydına gireceğimiz Hecatomb’un yeni albümünde ilk defa kullanacağım. Ardından konserlerde… Hep beraber tadlarına varacağız umuyorum ki…
Göz atmak isteyenler olursa şu adresten inceleyebilirler: http://www.samsuncymbals.com
::::
Takım elbiseyle stüdyoya girmeyi anladım ama konsere gidilir mi peki? Benim başıma geldi ne yalan söyleyeyim. Sanıyorum 2001 ve 2002 senesi,
Suicide’da çaldığım dönemler; Ankara’da Rock Station Festivali’ne çıkacağız. O dönemler Suicide’ın
da konserleri büyük coşku içinde geçiyor, moshpit’te
100-150 kişi girdap oluşturuyor. Biz de yine böyle güzel bir ortam olacak heyecanıyla gerekli hazırlıkları yaptık. Cumartesi günü çıkacağımız belli oldu ve
konser gününü beklemeye koyulduk. Ben tabi yine
her zamanki beklentiyle Cumartesi acaba ne olur,
çalıştığım işyerinden bir şey çıkar mı falan filan diye
sözde endişeleri gidermek adına tüm ayarlamaları yaptım ama cuma günü akşam 19:30 gibi yöneticim “yarın gelelim de ihale hazırlığı yapalım” demesin mi? Yani şaşırmadım diyebilirim çünkü illa ki
bir bomba bekliyordum ama bu saatte olunca sinirden ateş de basmadı değil tabi. Şimdi bunu söyleyen kişi de üst düzey bir adam ve “ben gelmesem”
denilmesi düşünülemez bile. Mecbur geldim sabahın
körü. Ben erken gelip işleri erken bitirme niyetindeyim ya onun da sağolsun geç geleceği tuttu. Ben ne
yaptığımı bilmez halde gözümün ucuyla saate bakaraktan hesaba kitaba giriştik ama saat oldu 11:00,
15 dakika sonra soundcheck’imiz var, sessize aldığım
telefonum çılgın gibi çalmakta… Bir boşluk oldu nasıl olduysa ve ben “bugün özel bir işim vardı, 45 dakika gidip geleyim” deyiverdim. İsteksizce “git gel
ama 12:00’yi geçirme de şu işi bitirelim” diye onayladı. Oradan nasıl çıktım taksi bulup konser mekanı
Saklıkent’e vardım bilmiyorum ama tüm grup kendi enstrümanının ayarını halletmiş konser salonundan koşarak giren bana bakıyorlardı. Böyle bir ortama ceket kravatla girdiğimden ötürü sahneye yaklaşıp daha çok kişinin farkıma varmasıyla bakışlar ve
şaşkınlıklar iyice arttı ve salonda komik bir sessizlik
oldu. Hiçbir şey olmamış gibi ceketi çıkardım kenara koydum, bagetlerimi aldım ve parçaya giriş için
4 kere hi-hat’e vurarak çalmaya başladım. Ama çaldığımız Blues veya Rock değil ki saf Death Metal be
kardeşim, görüntü komedi… Bir anda o sessizlik ye-
rini şarkının enerjisine bıraktı ama herkes bu ne yaw
dercesine bakmaya devam ediyor tabi. Neyse parça bitti, herkes birbirine baktı, ses ayarları, sahne içi ses düzeyi, monitörler vs. her şey OK teyidini
verdik ve ben “abi ben kaçıyorum haberleşiriz” diyerek ceketimi giyip hızlıca Saklıkent merdivenlerinden yukarıya doğru koşmaya başladım. İşe döndüğümde saat 12:00 olmamıştı ama klasik yönetici
yaklaşımı gereği “nerede kaldın” bakışlarının delip
geçiciliğini atlattıktan sonra hiçbir şey yokmuş gibi
kaldığımız yerden devam ettik. Çalış çalış bitmiyor,
saat 16:00-17:00 civarları, artık kaç tane tanıdık arkadaşın grubunu izleyememenin üzüntüsünün yerini “Suicide’ın çıkmasına az kaldı yahu” endişesi almaya başlamıştı. Neyse ki, sahne sıramızın gelmesine 1 saat kala işimiz bitti ve ben de Dr.Jekyll and
Mr.Hyde modeli takım elbiseden kurtulup siyahları
çektim, bambaşka bir adam oldum ve doğruca konser salonuna koştum. Ne ilginçtir ki, Türkiye’deki
konserlerde alışmadığımız üzere grupların sahneye
çıkış programına had safhada uyulmuş, hatta oraya
gittiğimde 15 dakika gibi bir süremizin kaldığını görmüştüm. Bu streslerle sahneye çıkıp çalmak gerçekten sıkıntıydı ama ilk şarkıdan sonra yerini coşkuya gaza bıraktığında bu olaylı günden geriye sizlere şimdi böyle güle güle anlatacak bir anı kalmıştı…
Uzaktan davulun sesi güzel gelir ama işin aslı böyle
işte… Yine de bir şekilde her şeyi yetiştirmeye çalışmak ve bu koşuşturmacadan memnunum. Saçları da
beyazlattık hafiften ama 34 yaşa 44 yıllık olay sığdırmak da keyifli…
sek bir toplum. Akdeniz heyecanı da eklenince üstüne, ortaya Silent Opera çıkmış. Ama şu vokalist tosuncuk, annesinin karnından nasıl çıkmış işte onu bilemedim.
Duruşlarından anlaşıldığı üzere pişik yapan deri pantolon, sünnet formasyonlu gömlek ve Rönesans dönemi çizmeli kedi çizmesi ile klasik bir senfonik metal grubu karşımızda. Myspace (www.myspace.com/
silentoperaitaly) sayfalarına göz attım, kulak kabarttım. Daha ilk saniyeden dombilican vokalistin
detone opera uzatmalarıyla kendimi yerden yere attım. Adeta görevmiş gibi söyleyen, ruh namına bir
şey barındırmayan, içimi ısındırmayan bir vokal. Bir
de var ya bu cimcimeyi görmeden dinlesem, “yaw
bu en az 90 kiloluk bir hatun” dedirtiyor insana. Az
biraz Arap Bacı, az biraz Dream Theater of Tragedy.
Ama sözler bitmek bilmeyince trajedi büyüyor, My
Dying Fetus’e doğru yola çıkartıyor maşallah. Sesini
bir yana koyalım, şu haller ne peki ey tosun.
::::
Evet fazla uzatmadan dünya üzerindeki güzide metal gruplarından arızalarını tespit ettiğim bazılarının tanıtımlarına devam edelim kaldığımız yerden. Bolivya, Hindistan, Bangladeş… Kaynak ülkelere yoğunlaşmıştım ya son dönemlerde, yahu meğer
Avrupa’nın göbeğinde de komedi manzaralar varmış. İlk durağımız İtalya… İtalyanlar Tommiks, Teksas, Mandrake, Zagor vs. bilumum çizgi romanın çıkış yeri olması itibariyle maşallah hayal gücü yük-
Göbek mi atıyor, “şebeğe döndürdünüz ulan moshpit tayfası, verdiniz gazı verdiniz gazı, çığlık atarken göbekten belden dikişlerini patlattık kırmızı tuvaletin” mi diyor, çözene madalya. Ama ablamız pek
de agresif, pek de brutal…. “Nasıl yanlış notaya basarsın ulan kafanda kırayım mı mikrofonu” şeklinde
hönkürdüğü anı resmeden alttaki fotoğrafta, öfkesinden nasiplenmemek gerektiği fikri her birimizde
oluşmuştur sanırsam. İlk davulcuyu ritm kaçırdığı bir
konserde altına alan bu hatun, tam bir Kontes Bathory maşallah! Dudak büzüşe bak dudak büzüşe, hey
yavrum hey! Gitarist kardeşim bu kız gözüne de seni
kestirmiş ben söyleyeyim!
Grubun
logosunun
altında “The Stones
Would Cry Out”
diye bir söz var.
Cidden kayaları
ağlatırsınız be
oğlum siz, haydi haydiii...
Şimdi sırada ABD’li bir grup var, Shutgun Law. Çok
detaya inmeyeceğim, tiplerden de anlaşılacağı üzere tipik bir seksenler sonrası doksanlar başı melodik heavy metal grubu imajı hakim. Adetten alkolika
imajı adına elde bira, ense saç modeli ile Bay Area
veya Florida havası veren şort… Ama şu 3 gitar olayına giren sonradan görme birader neyin imajını veriyor derseniz, Hollanda cinsi montofon sığır imajından öteye geçmez kanaatimce…
Daha yaş en çok 25, gıdı bölgesinde domuz eti yağından mütevellit gıdı oluşmuş arkadaşın tekelinde,
ABD gibi bir ülkede bir albüm bile çıkartamadan dağılan grubumuz, şamarın en kocasını, en Osmanlı’sını
hak ediyor. O yıllarda biz burada sokak aralarında “nayloonn” diye bağıran plastik kova leğen satan amcamlardan aldığımız kovalarla davul çalardık
Türkiye’de. Davul çalmaya başladıktan 5 yıl sonra
ilk twin pedalı gördüm, düşünün. Şimdi bu 3 gitarlı
pozu o yıllarda görseydik, Fender Squier görse sara
krizi geçiren gitarist arkadaşlarım, boss marka distortion, ekolayzır, ve benzeri pedallarla taşlarlardı
bu elemanı! Davulcu şu biracı şortlu eleman gibime
geldi ona da bir çift sözüm var: Ey Dingo the Wonder! Allah seni kahretmesin bu nasıl isim??? Grubun
kariyeriyle oynadın yazık günah ettin hiç mi utanmadın! Bu ismi almana da, seni gruba alana da yazıklar
olsun ne diyeyim…
Şimdi de Rusya’ya uzanalım. Murk Exorbitance… İsim
direkt popodan sallamasyon… Okunuşu güzel de nedir bu birader?
Grubumuz 1999 yılında kurulmuş, saf Death Metal yapıyorlar.
Ama şu ilk resim keşke
hafızalarda kazınırcasına medyaya yansımasaydı be kardeşler! En soldaki
konuyla alakasız arkadaşın ağzına odaklanalım. Dudaklar nedir öyle kardeşim ne büzüyorsun? Ne mesajı veriyorsun? Freelife t-shirt’ünü de çekmişsin,
büyük ihtimal adam yoktu, okeye 4. eleman tadında alındın gruba ya haydi neyse, üzmeyelim seni…
Ya yandaki eleman? Tipik bir jigolo edası, kamuflaj
atlet, utanmadan pantolon içine sokulmuş, hem de
1999’da! Seksenler olsa bir şey demeyeceğim… Siyah
pantolon üstüne kahverengi kemer! Yazıklar olsun!!!
Ortadaki eleman en Death Metalci ama o yana doğru
eğik baş nedir evladım! Eller tipik yanda açık… Peki
sağdan ikincinin eller? Bir başka Death Metal klasiği
olan frikik baraj tutuşu. En sağdaki ise Yuri Gagarin
tipli, tipik Rus bir arkadaş. Siyahları çekmiş gelmiş.
Efendi bir çocuk. Özet olarak tam bir rezillik abidesi. Kendi grup resimlerimi hatırlıyorum, en dibi bulmuştuk diye düşünürdüm her baktığımda ama maşallah bu kardeşlerle başa güreşirmişiz şu imajla…
Şimdi siz inanır mısınız bu veletler büyüsün, duruş
bakış öğrensin ve şu hale gelsin? Beni utandıran, en
soldaki okeye 4. adam damgasını yapıştırdığım arkadaşa bakın siz! Frontman olmuş önde! Vallahi helal
olsun, işte budur!
Kapanışı her birimizi sinir krizine sokacak şu manzalarla yapalım. Aerian Rage! Ve Quick Frisk!. Al
birini vur ötekisine… En soldaki Meksikalı Gonzales efendiden mi başlasak, utanmadan Death Metal duruşu yapan ama yavanlıkta sınır tanımayan
elemandan mı, çizgili taytlı fönlü topesto elemandan mı, Manowar yumruğu yapıp Hakkı Bulut
modeli çenesine koyan dengesizden mi, bel üstü
ceketli dayanılmaz elemandan mı! Hangisinden,
söyleyin hangisinden?
Bunca zamandır dinlediğim metal müzikte,
1980-1990’larda pek sık karşımıza çıkan bu sahneleri kabus gibi hatırlıyor ve unutmak istiyoruz biliyorum. Ama ben unutmam, unutturmam!
Unutma unutturma!
Evet arkadaşlar bir yazının daha sonuna geldik.
Bir dahaki sayıda görüşmek üzere diyorum klasik
olarak. Sevgilerimle.
Dursun Çiftkrosoğlu
www.myspace.com/goremaster
ATONALİTE ÜZERİNE
Atonallik, ilginç bir biçimde, ne olmadığıyla tanımlanan bir müzik formudur: Tonal merkezi olmayan ya da müzikologların bazılarının kabul ettiği biçimiyle harmonik hiyerarşiden kendini soyutladığı savını taşıyan müzik biçimdir. Bundan
önceki yazı da 12 ton yöntemi incelenmişti, ancak 12 ton yöntemi, atonal müzik yapmanın yegane yöntemi değildir. Hatta Schoenberg 12 tonun ton yoksunluğuna dayanan değil her tonun
eşit biçimde duyurulması dolayısıyla çok fazla
tona dayanan bir biçim olduğunu söyleyerek 12
ton için atonal söylemini reddetmiş yerine pantonal, polytonal gibi sözcükler önermiştir. Atonalite ya da ton yoksunluğunun uygulanabilirliğinin
tartışması hala günümüzde devam etmektedir.
12 ton yönteminin notalar arasındaki bir demokratikleşmenin habercisi olarak bir yenilik olduğu
genel olarak kabul görsede bağnaz bir biçimde
bakıldığında 12 ton yönteminin bile tam bir atonaliteye götürdüğü söylenemez. Öyleyse varlığı
bile pratikte tam olarak kesin olmayan ve aslında
genel dinleyiciye hiçte hitap etmeyen bu biçimin
bu kadar önem taşımasının sebebi nedir? E işte
yeni, farklı, bulunduğu çağa uygun falan falan...
Bu yazı da başlıktan da anlaşıldığı üzere çok genel hatlarıyla müzikte atonalite incelenecektir.
Atonalite yukarıda da belirtildiği gibi ne olmadığıyla tanımlandığı için öncelikle, bir müziğin en
basit anlamda tonal olması için nelere sahip olması gerektiğine değinilecek, ardından atonalitenin kökleri biraz incelenecek, ve son olarak
da atonaliteye karşı sunulan savlardan bir kaçına yer verilecektir
Basit anlamda bir eserin tonal olması demek bir
sesin o eserde baskın olması demektir. Bu nasıl yapılır, aslında düşününce çok basit, bir sesin başka sesler üzerine baskın olabilmesi için;
bir, baskın diye adlandırılan ses diğerlerine göre
daha sık tekrar ediliyor olabilir,; iki, sesin uzunluğu diğerlerine göre daha fazla olabilir; üç, o
seste aksan verilmiş olabilir (diğerlerine göre
daha güçlü çalınması veya daha uzun üzerinde
durulması gibi); dört, eserin sonunda belli edilmesi ya da daha müzikal olursak kadansta oluşu; beş, stratejik noktalarda oluşu, örneğin eserin şahikasında (climax yerine önerdiğim sözcük
(tabi ki hiç bir otoriteye dayanmadan)) bulunuşu. Bunun en güzel örneğini aslında şiirde bulabiliriz, şiirde bir duyguyu ya da bir düşünceyi baskın kılmak için yapılanlarla, müzikte bir sesi baskın kılmak için yapılanlar oldukça benzerdir, örneğin şiirde bir dizenin ya da bir kıtanın tekra-
rı, o kıta da belirtilen düşüncenin ya da duygunun şiirin geneline yayılmasını sağlayacaktır, ya
da Yusuf Hayaloğlu veya Ahmed Arif okuyanlar bilir, bu adamların son dizeleri genelde akılda kalır, aynısı müzik için de geçerlidir. Örneklerimizi
daha müzikal yapmak istersek, iki notalı bir gamda daha sık tekrar edilen ya da daha uzun tutulan
nota o gamın tonunu belirleyecektir. Burada kafa
karıştırmamak için nota sayısının gamdaki ses sayısı ile bir alakası yoktur, yani abartılı bir ifade
ile otuz tane fa ve do olabilir bir gamda ama bu
onun iki notalı bir gam olduğu gerçeğini değiştirmez. Kadanslara en güzel örneği de biraz kapsam dışına çıkarak, Türk musikisinde görebiliriz,
bir şarkının tonu çargah (do, C) ise çargahla biter, buselikse (si, B) buselikle, ve o son nota eserin dinleyici kafasındaki hissiyatının tamamlayıcı
bir ifadesidir, yani son nota ya da son ölçü ya da
işte daha mantıklı ifade edersek kadans kısmı genelde akılda kalır ve insan o bitirişin verdiği hisle
parçaya dönüp bakar. Bir parçanın bir tona sahip
olması için gereken bir notanın diğerlerine göre
daha baskın olma durumunun gerçekleşmesi için
lazım olan koşullardan birkaçına yer verdiğimize
göre artık atonal olma iddası taşıyan parçaların,
yer verdiğimiz koşulların dışına çıkmaya çalıştıkları açıktır.
Atonal müziği bir sıçrama deyim yerindeyse bir
paradigma olarak görmektense, bir evrim olarak görmek daha akla yakındır .Atonal müziğin
romantizmin son dönemlerinden evrildiği ifade edilir. Buna dayanak gösterilmek istenirse,
Schoenberg’in op.11 no.1 ‘inin girişindeki Wagner vari hava verilebilir. Op.11 Schoenberg’in bilinçli bir biçimde atonaliteye ya da kendi 12 ton
yöntemine attığı ilk adımlardır ve önceki dönemi olan geç romantizmin belirgin işaretlerini taşırlar. Peki popülerliğinin ve yükselişinin sebebi
nedir? Atonal müzik dönem itibariyle sanat akımlarının avant garde tutumlar benimsemeye başladığı bir zamanda ortaya çıkmıştır. Almanya’da
dışavurumculuk şiddetle kendini gösterirken,
İtalya’dan yükselen futurist çığlıklar ve 1.Paylaşım Savaşı sonrasında bir kısmı gerçeküstücülük
adı altında tekrar birleşecek olan dadaistler, yavaş yavaş avant garde sanatın temellerini attılar. Tabi ki avant garde sanatın kökleri daha derine gidiyor; ancak popülerleşmesi 1910-1920’lere
denk geliyor. Gerçi atonal müzik İkinci Viyana
Okulu tarafından 10-20 sene tek başına icra edildi; ama atonaliteninde dayandığı rasyonel olan
aydınlanmacı geçmişten kopma anlayışı, diğer
sanat dallarına daha önce damgasını vurmuştu.
DOĞU KAAN ERASLAN
Peki bu cümle neye yaradı, bu cümle atonal müziğin bir sıçrama değil, dönem sanatının genelinin de parçası olduğu bir evrim
olarak görme düşüncesini destekledi.
Atonaliteye karşı sunulan savlardan bahsetme zamanı geldi sanırım. Bilindiği üzere
her yenilik kendisi meşru kılmak için çeşitli
dayanaklar sunar. Atonalitenin savlarından
biri şudur: atonal bir müzikoloğa göre insanın tonal müziğe eğiliminin sebebi sosyaldir; yani tonal müzikle büyüdüğü için tonal
müzik insana daha “doğru” gelir. Bu sava
karşı sunulan düşüncelerden en önemlisi overtone’larla temellendirilir. Overtone
nedir? Diyelim ki pianoda “do”ya bastınız,
duyduğunuz şey sadece do değildir, çok
ufak da olsa başka notalarda duyarsınız,
örneğin “sol” ve “fa”yı da duyarsınız. Bu
duyduğunuz diğer sesler “overtone”lardır.
En belirgin “overtone”lar yine do için konuşacak olursak başta oktavı olan do, sonra
beşlisi yani dominant sesi olan sol ve ardından dörtlüsü yani “subdominant”ı “fa”dır,
ve bu belirgin “overtone”lar müzik tarihinde yerel yönelimler dahilinde bile vardırlar. Yani İskoç’ta “do”nun ardından fa ve
sol getirmeyi anlamlı, bulmuştur, Afrika’lı
da. “Overtone”ların bu evrensel niteliğinden dolayı denilebilir ki, kulağın yapısı tonal müzikle daha uyumludur, ya da bir başka deyişle tonal müziğin sosyal bir olgu olarak kendini meşru kıldığı savı geçersizdir.
Atonaliteye karşı sunulan bir başka savsa, atonalitenin nesnel olarak imkansızlığını savunur. Der ki atonal eserin, bir şahika noktası yok mudur, bir sonu yani kadansı yok mudur, bazı notalar diğerlerinden daha güçlü veya diğerlerinden daha
uzun değil midir, bu sorunların cevabı; hayır vardır, hayır vardır, hayır güçlüdür ve
uzundur, olduğundan mütevellit atonallikten yani tonun yokluğundan söz edilemez.
Bu kurallara sıkıca bir bağlılıkla incelendiğinde evet doğrudur, ki atonalite bu kuralların ışığında tonalitenin dışında değildir.
Bu savlara cevap vermek gerekirse, öncelikle overtone’ların evrenselliğine diyecek
bir şey yok; ancak burada bütün uygarlıkların sürekli tonal bir biçimde müzik yapmış,
tonalliği sosyal bir olgu olmaktan çıkarmaz, bunu şöyle düşünebiliriz, devlet kurmamış toplum yoktur; ama bu demek değildir ki devletsiz toplum olamaz, devletsiz
toplum kendini meşru kılamaz, bu konuda
geliştirilen teoriler açıktır. Velhasıli, diyeceğim şudur ki; toplumdaki her sosyal olgu
gibi müzikte (müziği bir sosyal olgu olarak
görüyorum çünkü etnik bir kimliğe sahip
olabilir) belirli bir ihtiyaçtan doğmuştur, şu
zamana kadar toplumdaki bu ihtiyacı tonal
müzik karşılayabilmiş ona eyvallah; ancak
20. yüzyıl yerküre üzerindeki toplumların
kültürel ve sosyal anlamda sert değişimlerinin gerçekleştiği bir yüzyıl, ve bu değişim yüzyılının ihtiyacını geleneksel olanla
karşılamasını beklemek çok mantıklı değil,
yani onu tonalin dışında biyolojiye aykırı
olarak görmektense onu toplumla bütünleşik görmek daha mantıklı, sonuçta savaşta
çok insanın biyolojik varlığına olumlu katkıları olan bir olgu değil ama insan varolalı beri savaş var ve tıpkı müzik gibi savaşta çağ değiştikçe değişiyor, yani geleneksel
sosyal olguların 20. yüzyıl gibi radikal değişimlerin yaşandığı bir çağda, geleneksel
biçimlerini korumalarını beklemek, geleneksel biçim ne kadar evrensel bir meşruluğa sahip olursa olsun, çok anlamlı değil,
ha geleneksel biçime dönüşler olabilir, yeni
ve eskiyi kaynaştırma denemeleri olabilir;
nitekim günümüzde de böyle artık saf serialist eserler veren insanlar azınlıkta, ama
zenginleştirici bir öge olarak tercih ediliyor. İkinci sav’a yanıt olarak verilebilecek
bir karşılık aslında yok, hakikaten kurallara
o kadar sıkı bir biçimde bağlı kalarak baktığınızda atonaliteden ya da tonun olmayışından söz edilemez.
Buraya kadar yazılanları toparlayacak olursak; tonal bir eserde bir nota belirgin bir
biçimde öne çıkar, atonalde bunun olmaması için uğraşılır; atonal müziğin çıkışı diğer sanat dallarında ve toplumda büyük dönüşümlerin yaşandığı bir çağa rastlar, yani atonalite toplumdaki ve diğer sanat dallarındaki büyük değişimlerin müziğe yansımasıdır; tonal müzik gelenekseldir
ve yirminci yüzyılın başlarına kadar işlevini
başarıyla yerine getirmiştir, ancak radikal
dönüşümlerin yaşandığı bir çağda müziğin
buna tepki vermemesi beklenemez. Budur.
Doğu Kaan Eraslan,
Ataşehir, İstanbul, 19.08.2009
Tik Tak, Tik Tak, Tik Tak...
Nefes nefese ve kan ter içinde açtım gözlerimi. Titriyordum. Göz bebeklerim irileşmişti. Hareket edebilme yetimi
kaydetmiştim. Korkmuştum. İçimden gelen o his yüzünden
garip hissediyordum. Heyecan gibi bir şeydi. Ama karnımda kelebekler değil yarasalar kanat çırpıyordu. Bir rüyaydı. Sadece bir rüyaydı. Geçmişti. Ama ölüme bu kadar yakın olmak bir rüyada bile böylesine ürkütmüştü beni. Yaşamak istiyordum ben. Daha çok erkendi.
Kalktım. Rüyanın etkisinden kurtulmanın tek yolu monoton günümü yaşamaktı diye düşünüyordum. Mutfağa gittim. Gülümsemeye çalıştım ancak başarısızdım. Ocağa yöneldim. Ateşledim. Su koydum cezvenin içine ve cezveyi ateşe verdim. Kahveye uzandı elim. Bir kaşıkla tecavüz
ettim hanesine. Suyu saydamlıktan siyahlığa büründürmek
için kullandım kahveyi. Simsiyah oldu su. Hoş kokusuyla
doldurdu içimi kahve. Ateşiyle yaktı boğazımı siyahlık...
Olmuyordu. Kurtulamıyordum rüyanın etkisinden. Neydi
bu? Neden bu kadar etkilenmiştim. Oysa rüyamda gördüğüm ben bile değildim. Ölüm korkusu da doğamızdan gelen bir şeymiydi. Korku buradan mı kaynaklanıyordu. Soluyabiliyordum kokusunu. Karamel tadı bırakıyordu genzimde. Sonra kanıma karışıyordu. Yosun kokusu vardı etrafta.
Kaynağını bilemiyordum.
Hava almak istiyordum. Yanımda biri olsun istemiyordum
ama yalnız olmak da istemiyordum. Dengesizdim zihnimde. Her zaman böyle olmuştum. Dengesiz ve kararsız... Ne
istediğimi de hiç bilemedim bu yüzden, ömrüm süresince.
Tik Tak, Tik Tak, Tik Tak...
İkinci gün... Nefes nefese ve kan ter içinde açtım gözlerimi. Titriyordum. Korkmuştum. Bir rüyaydı. Geçmişti. Ama
ölüme bu kadar yakın olmak bir rüyada bile böylesine ürkütmüştü beni. Yaşamak istiyordum ben. Daha çok erkendi.
Aynı rüya... İkinci kez. Sanki birisi benimle dalga geçmekteydi. Ölmeyecektim ben. Ölümsüzlüğü keşfedecektim.
Bu defa monoton bir güne başlamayacaktım. Bundan sonra her günüm farklı olacaktı. Her anım yeni bir hayat olacaktı. Yosun kokusunu duyuyordum yine. Karamel kokusuyla karışıyordu. Güzeldi bu defa. Ferahlatıyordu. Kaynağını hala bulamıyordum. Pijamalarımı çıkarmadım. Öylece
çıktım dışarı. İnsanlar şaşkın gözlerle inceliyorlardı beni.
Ne olduğumu anlamaya çalışıyorlardı. Bir deli miydim acaba? Ya da deli olan onlar mıydı? Belki de ben hiç varolmamıştım orada...
Tik Tak, Tik Tak, Tik Tak...
BEGÜM ÜRÜGEN
Uçuyorum. Ne güzel bir his uçmak. Öylesine hafifsin ki.
Herşeyi tepeden görmek ne güzel. Rüzgarla bir bütün olmak. Dünyadaki bütün kokuları duyumsamak. Hani çok
sevdiğin bir manzaranın önünde saatlerce oturup hayallere dalarsın huzurla onun gibi huzur dolu. Ya da bir sigara tiryakisinin yaktığı ilk sigarayı içine çektiğinde içini dolduran o mutluluk hissi. Uçmak böyle güzel işte. Böylesine büyüleyici. Ama şimdi düşüyorum. Hayır, hayır bu güzel değil. Birazdan yere çarpacağım. Tanrım, yardım et.
Ben uçmak istiyorum. O güzel manzara gözlerimin önünde büyüyor. Büyüdükçe çirkinleşiyor. Sertleşiyor. Korku sarıyor bedenimi. Pis bir yosun kokusu giriyor burun deliklerimden. Genzimi yakıyor. Hayır! Kolum kırıldı sanırım.
Ah yüzüm. Anne, canım acıyor. Bir sıcaklık var vücudumun
her yerinde. Nefes alırken canım acıyor, anne. Yosun kokusu nereden geliyor. Neden bu kadar yoğun. Neden yakıyor canımı. O ses, siren sesi mi? Hiç sevmiyorum bu sesi
anne. Ölüm müziği bu olmalı. Susturun lütfen. Bu ses beynimi yakıyor. Biri mi ölüyor yoksa? Bu ses neden bize yaklaşıyor. Susturun, lütfen susturun...
Karanlıkta kalmak istiyorum ben. O parlak ışığa çıkmak
istemiyorum. Gözlerimi acıtıyor. Saydam bir suyum ben
hep böyle oldum ama kahve her zaman kokusuyla cezbetti beni hep siyah oldum bu yüzden. Saydamlığımı asla bilemedin. Oysa dikkatli bakmış olsan görebilirdin. Şimdi de
saydamlığa, beyaz ve şeffaf saydamlığa, geri çıkartmaya
çalışıyorlar beni. İstemiyorum. O yosun kokusunu tekrar
istemiyorum.
Kalbimi acıtıyorlar. Yumruklar atıyorlar. Durmadan kesiyorlar beni. İstemiyorum. Bırakın siyah kalayım. Kahve
kokusuyla bütünleşip siyah saydamlığımda kalayım. Anne,
korkma canım acımıyor artık. Bak iyileştim ben. Tekrar
uçabilecek miyim dersin? Bu defa düşmeden...
Anne, onlar senin gözyaşların mı yoksa? Neden ağlıyorsun?
Sarıldığın beden kimin? Anne yukardayım. Baksana. Duymuyor musun? Anne burdayım. Anne... Anne... Anne...
Tik Tak, Tik Tak, Tik Tak...
Uyanmıyorum bu defa. Evde değilim. Burada değilim. Aslında hem evdeyim, hem buradayım. Ama ne siz görebilirsiniz bunu. Ne de ben hissedebilirim sizi. Hem hissiziz,
hem kör... Ama hepimiz buradayız. Hepimiz beraberiz. En
yalnız olduğumuz anlarda bile yalnız değiliz. Duyularımızın izin verdiği sınırı aştığımızda bilebiliyoruz bunu ama o
sınırı aşınca... Bilirsiniz işte... Yosun kokusu...
Tik Tak, Tik Tak, Tik Tak...
Varsın...
Tik Tak, Tik Tak, Tik Tak...
Puf!!! Ve Yoksun...
GÜVENÇ ŞAHİN
www.vector-games.com
Bu ay sizler için World of Goo yu inceledik. Günümüz oyun endüstrisinde boy gösteren pahalı ve
ruhsuz 3D oyunlara karşı, biz eski ve gerçek oyun
severlere bu işi neden sevdiğimizi bir kez daha hatırlatan bir oyun World of Goo. Çok küçük bir ekip
olan “2D Boy” tarafıdnan geliştirilen bu oyun son
zamanlarda oynama fırsatı bulduğumuz en eğlenceli 2d lerden biri. Worms’u eğlenceli bulan herkes World of Goo’yu da büyük bir keyif ile oynayacaktır.
Oynayışı biraz açıklamak gerekirse Goo topları adı
verilen ufak zift benzeri ancak canlı topları bir
araya getirerek kule, köprü ya da amacımıza ulaşmamızı sağlayacak bir yapı elde etmek. Bunu yaparken belirli ve temel bazı fizik kurallarına uygun
yapılar yapmaya özen göstermeliyiz. Yoksa yaptığımız yapı hedefimize ulaşamadan devrilir ve zavallı Goo toplarımız hayatlarını bir hiç uğruna kaybetmiş olurlar.
Temelde bulmacaların hedefleri Goo toplarını başlangıç noktasından alarak ne olduğunu ve nereye gittiğini bilmediğimiz bir boru hattının girişine
ulaştırmak. Yapıları gereği meraklı olan Goo topları bu boru sistemini çok ilgi çekici ve aynı zamanda
sıcak güvenli bir yer sanmaktalar. Bu nedenle tüm
amaçları birbirlerine yapışıp tutunarak kendilerini
oraya ulaştıracak bir yapı elde etmek. Boru sisteminin nereye gittiğini ve kendilerine ne olacağını
bilseler oraya ulaşmak için bu kadar hevesli davranırlar mıydı bunu bilemiyoruz.
Sözü çok fazla uzatmadan hemen World of Goo’nun
demosunu çekerek önce bir ısınma turu atmanızı öneririz. Daha sonra nasıl olsa kendinizi oyunun
akışına kaptırarak hemen tam sürümünü alacak ve
oyunu bitirene kadar bilgisayarınızın başından kalkamayacaksınız.

Benzer belgeler