9 Nisan, Galatasaray (ŞL) (D)

Transkript

9 Nisan, Galatasaray (ŞL) (D)
7ŞUBAT2
01
4-SAYI
1
1
6
Bi
rde
v
i
a
y
a
ğ
ak
a
l
dı
r
mat
i
mi
BARBARA&SEEDORF
RONAL
DO
AJ
A8
ARAGONES
Yayın Koordinatörü
İlker Yılmaz
Editör
Cantürk Temelli
Yazarlar
Emre Çelik
Emre Özcan
Fırat Topal
Güner Çalış
Mustafa Demirtaş
Uğur Karakullukçu
Varol Döken
Milan’da neler oluyor?
Futbol dünyasında 90’lı yıllarda kazandığı kupalar, oynadığı futbol
ve yıldız isimleriyle akıllara kazınan İtalyan devi Milan, şimdilerde zor
zamanlar geçiriyor. Son 2 sezonunda Serie A’da dibe vuran, bu sene
bırakın zirveyi, Şampiyonlar Ligi potasının bile hayalini kuramayan
kırmızı-siyahlıların bugüne gelişi aslında dünden belliydi. Bu kötü
gidişi ve transferlerde menajerlere kaptırılan paraları gören Silvio
Berlusconi’nin kızı Barbara, babasının da onayıyla CEO olarak Adriano
Galliani’nın yanında dümene geçti. İkili arasında anlaşmazlıklar
yaşansa da kulüpte bir yenilik harekâtı başlatıldı. Teknik direktörlük
koltuğuna da takımın efsanelerinden Clerence Seedorf oturdu. İşte
Milan’ın yaşadığı bu süreci ve dipten çıkma hesaplarını, Hayatım
Futbol’un 116. sayısında bulabileceksiniz. Bununla birlikte daha
kötüsü de var diyerek 1982’de küme düşen Milan’ı da sayfalarımıza
taşıdık.
Ayrıca turnuvalara ambargo koyan İspanya’nın geleneğini başlatan
Luis Aragones’in yarım asrı aşkın futbol kariyeriyle arkasında
muhteşem hatıralar bırakarak aramızdan ayrılışı, Johan Cruiff’un
8-0’lık Bayern Münih maçıyla futbola vedası ve 2013 yılında attığı 69
golle Ballon d’Or’a koşan Cristiano Ronaldo’nun gollerinin analizi de
bu sayıda karşınızda. Bunun yanı sıra Varol Döken’in kendi uslübuyla
kaleme aldığı Eskişehir deplasmanı çıkarmasını da sayfalarımızda
bulabileceksiniz.
Keyifli okumalar,
Cantürk Temelli
[email protected]
[email protected]
#116 BU SAYIDA
Milan’daki çöküş
İtalya ve Avrupa futbolunun devi dibi gördü. Şimdi sıra ayağa kalkmakta
En kötü Milan
Kırmızı-siyahlılar daha kötü günler de görmüş, hatta küme düşmüştü!
Tarihi değiştiren lider
Ülkemizde pek iyi anılmasa da Aragones İspanya futboluna
unutulmaz anılar bıraktı
Ajax’ın Aja8 olduğu gün
Cruiyyf’un başarılarla dolu futbol kariyeri tam bir hezimetle son bulmuştu
10 numara tembelleştirir
10 numaralar hala var ve hala özeller. Ama artık boyut değiştirdiler,
ön planda değil arka planda…
Bir gol makinesinin anatomisi
2013 yılını 69 golle kapatan Ronaldo’ya bu golleri hangi ayakla,
nasıl, kimin yardımıyla attı
Maç bahane
Varol Döken Fenerbahçe’nin yenildiği Eskişehirspor maçını
bahane etti, deplasman izlenimlerini yazdı
Emre Özcan
İtalya
HF116
DiPTEN ÇIKMA HESAPLARI
SEEDORF & BARBARA
Son iki sezonda dibe vuran Milan’daki problemin temeli aslında çok daha eskilere
dayanıyor. Bunu tersine çevirmesi beklenen isimlerse oldukça enteresan. Milan’ın
kaderi bu isimlerin ne kadar rahat bir çalışma ortamı bulacağına bağlı
“Manchester City ve Real Madrid çok farklı iki
takım. Ocak ayında teklif geldiği zaman sezon
ortasıydı. Taraftar benim kalmamı istemişti.
Onlara çok güçlü bir şekilde gönülden bağlıydım
ve kalmaya karar verdim. Ama şimdi farklı bir
şans daha geldi ve Milan şu anda finansal yönden
büyük bir kriz içerisinde. Burada yine kalmayı
istedim ama dünyadaki kriz birçok kulübü etkiledi.
Milan’daki yöneticilerle oturup konuştuk ve benim
satılmamın kulüp için en iyi çözüm olduğuna
kanaat getirdik ve ben de buraya geldim.”
Milan, 2009’da 2000’li yıllardaki en önemli
“franchise” oyuncusunu Real Madrid’e satarken
Kaka ilk basın toplantısında bu cümleleri sarf
etmişti. Milan’daki ekonomik krizin belirtileri için
herkes geçtiğimiz sezon başındaki Thiago Silva
ve Zlatan Ibrahimovic satışlarını konuşurken
problem aslında çok daha önce başlamıştı.
Son 10 yıl içinde dünyayı vuran ekonomik krizin
Avrupa’da en çok etki yaptığı ülkelerden biri olan
İtalya’da bunun yansıması çok doğal bir şekilde
futbolu da vurdu. Kulüplerin ekonomik çapı
küçüldü, verilen bonservisler ve maaş çatılarında
yarı yarıya azalma yaşandı. 90’lı yıllarda dünya
futboluna hükmeden Serie A yaşanan daralmayla
birlikte Premier League, Bundesliga ve El Clasico
tabanlı çıkış yapan La Liga’nin da yükselişleriyle
bir anda dördüncü sıraya indi. Kulüp yapıları
itibarıyla patron takımları hüviyetindeki İtalyan
kulüplerinin modernize olamaması, sorunlu statlar
ve tribünlerden kaçan seyirciler yayın gelirleriyle
birlikte birçok yönden gelirleri de aşağı çekiyordu.
Üstüne 2006 yılında ortaya çıkan Calciopoli
Skandalı’yla birlikte Serie A’daki ve kulüplerdeki
düşüşün temelindeki ekonomi aslında sadece
Milan’ı vurmamıştı. Ama en çok Milan’ı vurmuş
olabilirdi.
Kaka, Milan’dan yaklaşık 65 milyon euro bonservis
bedeliyle Real Madrid’e transfer olmuştu.
Kaka’dan önce Beckham
Keza Kaka’dan önce David Beckham’ın da iki
sezon boyunca Los Angeles Galaxy’den kiralık
olarak geldiği Milan’da daha uzun süreli yer
alamamasının altında oyuncunun yüklü maaş
bordrosu yer alıyordu. Yılda 9 milyon euro kazanan
Kaka’nın da gidişiyle hem maaş çatısı, hem de
rekor bonservis (60 milyon euro) takıma nefes
kazandırmış olabilirdi ama Milan’ın açıkçası çok
daha fazlasına ihtiyacı vardı.
Zira takımın düşüşü aslında pek de son iki sezona
dayanmıyordu. Milan 2000’li yıllarda sadece
iki kez Serie A şampiyonu oldu. Doksanlı yılları
domine ettikten sonra son 14 sezonda kazanılan
iki şampiyonluk muhtemelen elde edilen iki
Şampiyonlar Ligi kupasıyla biraz göz ardı edildi.
Belki de Milan için daha can sıkıcı olan durumsa
Calciopoli skandalı sonrasında Roberto Mancini ve
Jose Mourinho’nun da yardımlarıyla ligin tek büyük
gücü haline gelen ve üst üste 5 şampiyonluk
kazanan Inter’in sezonlarının hiçbirinde Milan
ikinci dahi olamamasıydı.
Dibe vuruş
Ama geçtiğimiz sezonun özellikle ilk yarısında
yaşananlar ve bu sezon şu anda içinde
bulundukları durum yaklaşık 10 yıllık düşüş
sürecinin en dip noktası. Geçtiğimiz sezon ilk
13 haftada sadece 4 galibiyet elde edebilen ve
bir ara ezeli rakipleri Inter’in 13 puan arkasında,
13. sıraya kadar gerileyen Milan’da tartışılan
adam Massimiliano Allegri’nin Mario Balotelli
transferiyle birlikte işleri beklenmedik bir şekilde
toparlaması ve ikinci yarının en başarılı takımını
ortaya çıkarması sorunları sadece öteledi. Bu
sezon çok daha şiddetli bir dibe vuruşla birlikte
Berlusconi faktörüyle geçtiğimiz yaz görevde kalan
Allegri kovuldu ve yerine Clarence Seedorf getirildi.
Peki, bunun farklı olması mümkün olabilir miydi?
Buna evet cevabını vermek pek mümkün değil.
Kaka ve Beckham’ın kayıpları aslında sadece buz
dağından kopan ilk parçalardı ve küresel ısınma
daha sonra çok daha şiddetli etkiler yapacaktı.
Özellikle gelirler konusunda İtalya büyükleri
içinde dibi gören ve kısa vadede bir stat yapma
durumu da olmayan Milan’da Silvio Berlusconi ve
Adriano Galliani yaptıkları toplantılar sonucunda
şiddetli bir küçülmeye gitmeleri gerektiğine karar
verdiler. Yıllardır bir ninni olarak dayatılan finansal
fair-play’in çok daha ciddileşmeye başlaması
gelir sıkıntısı had safhada olan takımdaki
maaş çatısının yüksekliği nedeniyle kulübün
önünde ciddi bir tehditti. Milan’ın sahibi olarak
aslında futbolla olan ilgisinden çok Berlusconi
ismini parlatma amacıyla Milano ekibinden
nemalanan Silvio Berlusconi’nin ise aklında yıllardır
gençleştirme operasyonu klişe bir hayal olarak yer
alıyordu.
Finansal fair-play etkisi
Finansal fair-play’e uyum temeliyle birlikte sadece
takımın değil, muhtemelen pozisyonlarında
ligin en iyi iki oyuncusu olarak öne çıkan Thiago
Silva ve Zlatan Ibrahimovic’in satışlarıyla birlikte
hem maaş yükü ciddi bir şekilde hafifletildi, hem
de hatrı sayılır bonservis miktarlarının Paris St.
Germain’in Araplar’ı sayesinde direkt bir şekilde
hesaba yatmasıyla kulüp nefes aldı. Thiago Silva
ve Zlatan’ın takıma yıllık ücret yükü toplam 21
milyon euroyu buluyordu. Uzun süreli kontratları
ve elde edilen bonservislerle birlikte Milan yaklaşık
170 milyon euroluk bir artıya geçti. Bunun yanında
yine ciddi maaşlar alan ve artık takımın futbol
dünyasında dalga konusu olmaya başlayan
yaş sınırını bir hayli yukarı çeken oyunculardan
Alessandro Nesta, Gennaro Gattuso, Clarence
Seedorf ve Filippo Inzaghi gibi oyuncuların
takımdan ayrılmaya zorlanmasıyla birlikte Milan
geçtiğimiz sezonun başında aslında iskeletini de
kaybetmiş bulunuyordu.
Kadın yönetici devri?
Stadını yaptıktan sonra para harcamaya başlayan
Juventus ve Amerikalı sahiplerle Roma’nın
harcadığı parayla birlikte yine Napoli’nin çıktığı
miktarlar Milan’ın onlarla rekabet etmesini
zorlaştırdı. Dolayısıyla son iki sezonda takımın
arkada kalması çok anormal değildi. Fakat Roma
ve Napoli’nin özellikle bundan birkaç yıl önce
de Milan’a göre daha az para harcayarak elde
ettiği başarılar Silvio Berlusconi’nin kızı Barbara
Berlusconi’yi sinirlendiriyordu. Özellikle yüksek
meblağlı bazı transferlerin son 10 yılda bekleneni
verememesi, bunun yanında bu transferler
esnasında Mina Raiola ve Ernesto Bronzetti
gibi menajerlere büyük paralar kaptırılması
Berlusconi’nin kızının dikkatini çekti. Kendisini
son dönemde geri çekerek kulübü tam anlamıyla
Adriano Galliani’ye bırakan Silvio Berlusconi’yle
sürekli toplantı yaparak haklı gerekçeler sunan
ve kulübün işleyişinde köklü değişiklikler yapmak
istediğini dile getiren Barbara Berlusconi’ye
babasından ret gelmedi. Aksine eski başbakan,
Silvio Berlusconi & Adriano Galliani
kızının fikirlerinden hoşlandı ve uygulanabilir
bularak onun rolünü artırmak istediğini söyledi.
Fakat eski usül adamı Adriano Galliani’yle Barbara
Berlusconi’nin fikirleri çakışıyordu ve ortada net bir
anlaşmazlık vardı. Keza Bayan Berlusconi’nin Paolo
Maldini’yi sportif direktör olarak düşünmesi ve
Maldini’nin kulüpten ayrılırken Galliani’yle arasının
bir hayli bozuk olması da tüm bunların üstüne tuz
biber olmuştu. İki taraftan birinin kulüpte devam
etmesi bu durumda pek mümkün görünmüyordu.
Yönetim çatışması
Barbara Hanım zamanla kontrolü eline almaya
başladı. Adriano Galliani’yse kendisini dışlanmış
hissediyordu. Bayan Berlusconi’nin sürekli
yeniliğe yaptığı vurgular eski moda yönetici olarak
Galliani’nin ağırına gitmeye başladı ve 27 yıldır
kulüpte CEO olarak çalışan deneyimli yönetici
görevini bırakacağını açıkladı. Açıklamasını
yaparken durumu anladığını, kulübe bir değişim
gerektiğini de bildiğini ama daha nazik bir şekilde
davranılmayı hak ettiğini söylemesi kuşkusuz
Silvio Berlusconi’yle birlikte taraftarları da
üzmüştü. Zira Arrigo Sacchi ve Fabio Capello’yla
birlikte Avrupa futbolunun zirvesine çıkan takımda
da Galliani en çok emeği olan insanların başında
geliyordu ve son dönemdeki muhtemel yanlışları
elbette ona bakışı negatif hale getirmemişti.
Patron el koyuyor
Arada kalan Silvio Berlusconi oldu. Sadece
Alessandro Matri transferinin Milan’a bonservis,
maaş ve vergilerle birlikte 30 milyon euroya
Barbara Berlusconi 2013’ün sonunda
Milan’da CEO olarak göreve getirildi.
patlamasına neden olan ve bunun yanında Matri,
Constant, Acerbi ve Salamon gibi oyunculara
toplam 28 milyon euro yatırarak tepki çeken
Adriano Galliani’yle özel bir toplantı yapan Silvio
Berlusconi, olaya el koyduğunu ve eski dostunun
hiçbir yere gitmeyeceğini açıkladı. Bundan böyle
Milan’ın iki CEO’su olduğunu ve Adriano Galliani’nin
futbol operasyonlarının başında yer alırken Barbara
Berlusconi’nin ise reklam ve pazarlama bölümünün
başında bulunacağını açıklamasıyla birlikte kozlar
yeniden Galliani’nin eline geçti. Barbara Berlusconi,
“Ben hiçbir zaman Adriano Galliani’nin kulüpten
ayrılmasını istemedim, sadece usulün değişmesi
gerektiğini düşünüyorum” derken şu anda sessiz
görünüyor ama bu iki başlı sistemin kulübe uzun
vadede neler getireceği muamma. Beklentiler çok
yüksek değil, sezon sonunda dengelerin yeniden
değişme ihtimali de dolayısıyla hiç az değil. Ama
her zaman büyük zekâsıyla ve pazarlık yeteneğiyle
dikkat çeken Galliani’nin yaptığı tek bir hamleyle
yeniden desteği arkasına alması mutlak bir şekilde
yaza kadar Barbara Berlusconi’nin karşı hamlesiyle
cevap bulacak. Taht oyunlarının egemen olduğu
Milan’ın ise bundan fayda sağlaması pek mümkün
görünmüyor.
Çare Hollandalı mı?
Milan’da durum bu kadar sıkıntılıyken değişim
odağının başlangıcı olarak futbol takımının
görülmesi normal olandı ve Clarence Seedorf
hamlesiyle birlikte teknik direktör değişikliği
geldi ve bunu da kadronun kademeli bir şekilde
daha da gençleştirilerek belli bir potansiyele
kavuşturulmasının takip etmesi bekleniyor.
Seedorf hamlesinin temelinde Juventus – Antonio
Conte işbirliğinin verimi var. Kulübü bilen eski
futbolcudan teknik adam yaratma eğilimi dünya
futbolunda pek de yeni değil. Ama göz önünde bu
kadar net bir örnek varken Primavera takımının
başındaki Filippo Inzaghi’yle Clarence Seedorf
arasında kalan Milan yönetiminin bundan sonraki
tercihi pek de büyük fark taşımıyordu.
Neden Seedorf?
Ne var ki şu anda genç takımı yöneten ve
küçük de olsa bir yöneticilik tecrübesi bulunan
Inzaghi’nin yerine hayatında hiç hocalık
yapmamış olan ve Brezilya’da futbol hayatına
devam eden Hollandalı’nın getirilmesi içinde
enteresanlık barındırıyor. Clarence Seedorf
yapılan görüşmelerde söyledikleriyle Galliani ve
Berlusconi’yi fazlasıyla etkilemiş olmalı ki hem
Milan’dan yapılan açıklamalar, hem de Seedorf ve
göreve başlangıç sonrasında futbolculardan gelen
tepkiler hamlenin altında yatan gerçekleri ortaya
koyuyor.
“Ben çalışırken oyuncularıma heyecan ve şevki
enjekte etmek istiyorum. Zira futbolculuk için
temel ihtiyaçlardan en önemlisi bu. Bunlar benim
ilk sözlerim ve heyecanı yeniden bulmak, sahada
futbol oynarken eğlenmek ve keyif almak,
antrenmanları zevkli hale getirmek arkasından
başarıyı kendiliğinden getiren durumlar.”
Seedorf’un bu açıklaması onun hocalığa bakışını
yeterince açıklıyor olabilir. Massimiliano Allegri
oldukça iyi bir taktisyendi fakat donuk ve
heyecansız tavırları zaten yetenek problemi
bulunan kadro profilinin silkinmesinin önüne
geçiyor olabilirdi. Seedorf’un tavırlarıysa şimdiden
farkını yaratmış durumda. Başta Mario Balotelli
ve Riccardo Montolivo olmak üzere birçok oyuncu
Hollandalı’nın karizmasından ve ne istediğini
takıma çok net bir şekilde anlatabilme özelliğinden
dem vuruyor. Oynadığı süre boyunca çok kaliteli
teknik adamlarla çalışan ve hemen hemen tüm
hocalarının sahadaki gözü ve koçu olma özelliğini
kazanan Seedorf’la ilgili Carlo Ancelotti’nin tam
5 sene önce “O, harika bir teknik direktörlük
potansiyelini içinde gizliyor” cümlesi bugünlerde
biraz daha anlamlı hale gelmiş olabilir.
Daha enerjik ve daha hücumcu
Clarence Seedorf’un de Milan yönetimine paralel
olarak takımı gençleştirerek potansiyeli yüksek
oyuncularla yola devam etme isteğinde olduğu
Uzun yıllar Milan formasını terleten
Clarence Seedorf, şimdi kırmızı-siyahlılarda
teknik direktörlük görevine soyundu.
biliniyor. Takıma gelir gelmez “Sistemi 4-2-31’e çevireceğiz ve hücum futbolu oynayacağız”
diyen Hollandalı, kendi ülkesinin karakterini
devam ettirerek Arrigo Sacchi’nin izinden gitmek
istediğini açıkça gösterdi. Milan, onunla çıktığı ilk
iki lig maçını kazandı ve son olarak Torino’ya karşı
San Siro’da 1-1’lik beraberlikle sahadan ayrıldılar.
Fakat özellikle Keisuke Honda’nın takıma girişiyle
birlikte sistemin değişmesi ve Kaka’nın hücumların
merkezinde daha etkin bir role kavuşmasıyla
Milan’ın hücum aksiyonlarında gözle görülür bir
iyileşme mevcut.
Milan’da değişim ve muhtemel gelişim sezon
sonuna kadar devam edecek gibi görünüyor.
Keisuke Honda, Adil Rami, Adel Taarabt ve Michael
Essien transferleriyle birlikte takımın kadro
kalitesinde ciddi anlamda bir iyileşme mevcut.
Eğer Seedorf geçtiğimiz sezon Allegri’nin yaptığı
çıkışın benzerini tekrarlayabilirse önümüzdeki
sezona takımına ve camiaya çok daha hakim bir
şekilde giriş yapabilir. Daha fazlası içinse önce stat,
sonra da daha iyi ekonomi planlamaları ve belki de
daha fazla Barbara Berlusconi gerekiyor. Adriano
Galliani’nin bunlara ne kadar izin vereceğiyse
Milano ekibinin bundan sonraki dönemini direkt
bir şekilde etkileyecek gibi görünüyor.
Güner Çalış
Unutulmaz
TARiHiN GÖRDÜĞÜ
EN KÖTÜ MiLAN
Bugünlerde Serie A’da zor günler geçiren ve 29 puanla 10. sırada
yer alan Milan, daha kötüsünü de yaşamış ve 1981/82 sezonunda
küme düşmüştü. İşte kırmızı-siyahlıların o kâbus dönemi
Fikstürün ilk yarısı tamamlandığında 22 puanla 11. sırada bulunan Milan,
bundan daha kötü olmayı başarabildiğinde Barbara Berlusconi’nin doğmasına
henüz 2 sene vardı. 1981/82 sezonuydu ve o sıralar 16 takımla oynanan
Serie A’nın 15 haftası sonunda 15 puan toplayabilen Rossoneri, sondan
üçüncü sırada yer alıyordu. Sezonun ikinci kısmında ne Baresi’nin dönüşü, ne
hocanın ne de başkanın değişmesi fayda edecekti. Düşecek takımı fotofinişin
belirleyeceği son haftada, Napoli kalecisi Castelli 85. dakikada çok garip bir
gole izin veriyor ve bu da kümede kalan takımın Genoa olacağı anlamına
geliyordu. O sezonun tamamına 21 gol sığdırabilmiş Milan’ın son yarım saatte
bulduğu 3 gol ve 2-0’dan çevirdiği maçın artık bir önemi yoktu. Maç bitiminde
coşkuyla sahaya inen taraftar, Napoli’den gelen geç gol haberiyle büyük bir
yıkıma uğrayacaktı. Milan küme düşmüştü.
HF116
80’lerde Serie A
80’lerin sonu ve özellikle de 90’lar, İtalyan Ligi’nin
altın çağıydı. Platini, Maradona, van Basten
gibi dünyanın en iyi oyuncuları Serie A’da top
koşturuyor; bir zamanlar ayakkabıcı çırağı olan
Arrigo Sacchi’nin dönüştürdüğü Milan, alan
savunması ve presli oyunu başka bir formda
sunarak dünya çapında futbolun hüviyetini
değiştiriyordu. 80’lerin ilk bölümü, bu yükselişe ön
ayak olan gelişmelerle başlamıştı. Serie A, 1980/81
sezonunda kulüplere bir adet yabancı oyuncu
oynatabilme hakkı tanıyacağını duyuruyordu. Bu
sayı ilerleyen yıllarda kademeli olarak artırılacaktı.
Ülkenin en köklü kulüplerinden Milan içinse,
80’lerin ilk yarısı felaket demekti. 1980’de patlak
veren Totonero skandalında küme düşürülen
takım, geri döndüğü ertesi senede (1981/82)
tekrardan bir alt ligin yolunu tutacak ve görkemli
tarihindeki en karanlık günlerini yaşayacaktı. Ama
bu kaotik dönemin çok önemli bir sonucu olmuştu.
1986 yılına gelindiğinde, serbest düşüşteki kulübü
medya devi Silvio Berlusconi satın alıyordu.
İtalyan pasaportu olmayan yalnız bir oyuncunun
oynatılabildiği durumda, takımların yabancı
tercihlerine ayrıca özel anlamlar yüklemek
mümkündü. Kuralın devreye girdiği 1980/81
sezonunda, şampiyon Juventus’un sükseli
transferi Arsenal’den Liam Brady olmuştu.
İrlanda’dan çıkan en iyi sol ayak, Bergkamp öncesi
Arsenal’in sanatçı kontenjanını dolduran isimdi
ve İtalya’da da epey bir iz bırakmayı başaracaktı.
Napoli, efsane Ajax kadrosunun savunma
oyuncularından Ruud Krol’ü transfer ediyordu.
Krol, sene sonunda Guerin Sportivo dergisi
tarafından yılın oyuncusu seçilecekti. Roma’nın
yıldızıysa Radamel Falcao’nun isim babası olan
Brezilyalı oyun kurucu ‘gerçek’ Falcao’ydu. En
iyi takımlar, en göz alıcı yetenekleri kapmaya
başlamıştı.
Çamaşır makinesi Joe
O seneyi Serie B’de geçiren Milan’ın, hemen ertesi
sene geri döndüğünde tekrardan ligin en önemli
takımları arasında yer alacağı düşünülmüştü.
Gattuso 2011’de oynanan Şampiyonlar Ligi
2. tur maçında Tottenham antrenörü Joe
Jordan’ın boğazını böyle sıkmıştı.
Joe Jordan
Takımın önemli oyuncularından Walter Novellino,
birkaç iyi takviyeyle şampiyon olabileceklerinden
bahsediyor; görüşülen yabancı oyuncular
arasında Cruijff, Zico, Ceulemans gibi isimler
yer alıyordu. En sonunda anlaştıkları isimse Joe
Jordan olacaktı. Pek de büyük kulüplerin yaptığı
göz alıcı transferlere benzemeyen; ön yargı ve
küçümsemeyle bakılan uzun topçu İngiliz liginden
alınan, en önemli niteliği fizik gücü olan bir İskoç
forvet. Onu, 2011’de Gattuso’nun boğazladığı
Tottenham antrenörü olarak da hatırlayabilirsiniz.
Jordan, Milan’ın tepetaklak gidecek sezonunun ilk
alameti olacaktı.
Gol bulabilmek sahiden ciddi bir sorun olmuştu.
Jordan’ın 8. haftada atacağı gole kadar, Milan
630 dakika boyunca sadece 1 gol kaydedebiliyor
ve o golü de Napoli’den Ferrario kendi kalesine
atıyordu. Sene sonunda Milan’dan daha az gol
atan tek takım, ligi son sırada bitiren Como’ydu.
Olmayan iki ön dişi ve sahadaki korkutucu
görüntüsü nedeniyle ‘Jaws’ lakabı takılan Joe
Jordan da Akdeniz sularında maharetlerini
sergileyemiyor ve ligi 2 golle tamamlıyordu.
Gazetelerin maç sonu verdiği puanlara bakılırsa,
o sezonun en kötü performans gösteren yabancı
oyuncusu oydu.
Kötü başlangıç, kötü son
Joe Jordan talihsiz bir tercih olabilirdi. Ama Milan’ın
sezonunu gerçekten derinden etkileyen, Franco
Baresi’nin sakatlığı olmuştu. 21 yaşındaki Baresi,
daha o günlerde takımın en kilit isimlerinden
biriydi ve ekim ayı başında sakatlıktan sonra geri
dönmesi 4 ayı bulacaktı. Kariyerinin bitebileceği
dahi söylenmişti. Sezonun ikinci yarısında tekrar
oynamaya başladığında, ciddi anlamda kilo
kaybettiğini fark etmemek mümkün değildi.
Baresi’nin sakatlandığı 4. haftadaki Juventus
maçına gelirken, sezonu iki 0-0’lık beraberlik ve
1-0’lık Napoli galibiyetiyle açan Milan 4 puanda
bulunuyordu. İtalya Milli Takımı hocası Enzo
Bearzot, sezonu şampiyon Juventus’un hemen
arkasında bitirecek olan Fiorentina’yla berabere
kalan Milan’ın oynadığı oyundan memnundu. Üst
sıralarda bitirecekleri tahmininde bulunuyordu.
Fakat Juventus mağlubiyeti ve Baresi’nin
sakatlığıyla başlayan süreçte, Milan’ın tekrar
kazanması için 10 hafta geçmesi gerekecekti.
için Cesena’yı yenmesi yetmiyordu. Bologna’nın
kazanamaması ve Genoa ya da Cagliari’nin de
kaybetmesi gerekliydi.
Yeni başkan, yeni hoca
Ne yaptın sen Castellini!
Krizdeki kulüp, sezon ortasında seçime gidiyordu.
Yeni bir başkan seçildiğinde, sezon başı getirilen
Gigi Radice de görevinde fazla kalamayacaktı.
16. haftadaki Udinese mağlubiyeti sonrası, Italo
Galbiati Milan’ın yeni hocası oldu. Ama işler daha
da kötüye gitti.
Söz konusu İtalya ise, son haftada ne beklemeniz
gerektiğinden asla emin olamazsınız. 16 Mayıs
1982’de yaşananlar da en kısa şekilde pasticciaccio
brutto, yani ‘karışık’ olarak tanımlanmış. Şüpheli
bir karışıklık.
Como’ya 2-0 kaybeden Milan, sonraki iki iç
saha maçını tarafsız sahada oynamak zorunda
kalacaktı. Milanlı bir taraftarın attığı taş, o sene
Dünya Şampiyonu olacak İtalya Milli Takımı
üyelerinden Fulvio Collovati’ye isabet ediyor ve
olaylar maç sonuna taşınıyordu. Milan, yeni hoca
geldiğinden bu yana sadece 1 galibiyet alabilmişti.
Cezanın bitmesinin ardından Genoa’yı
deplasmanda 2-1 yenecekler, ertesi hafta bir
daha kazanacak ve 30. haftaya, son 5 maçını
kaybetmemiş bir takım olarak gireceklerdi.
Ama yeterli değildi. Milan’ın ligde kalabilmesi
Franco Baresi
Kazanana 2 puan verilen sistemde, Cagliari’nin
24, Genoa’nın 23, Milan ve Bologna’nın 22 puanı
bulunuyordu. Lider Juventus’la aynı puandaki
Fiorentina deplasmanına gidecek Cagliari, puan
avantajına rağmen işi en zor olan takımdı. Genoa,
dördüncü sıradaki Napoli deplasmanındaydı.
Milan’la Bologna ise Cesena ve Ascoli gibi daha
zayıf rakiplere karşı oynuyordu. Milan, son 5
maçında namağlup olarak geliyordu ve bundan 4
gün önce bir de Avrupa Kupası kazanmıştı. 1992’de
kaldırılan Mitropa Cup, o tarihlerde ikinci kademe
liglerde şampiyon olan Avrupa kulüpleri arasında
oynanıyordu ve Çek takımı Vitkovice’yi mağlup
eden Milan, o sezonun şampiyonu olmuştu.
Joe Jordan’ın golü kümede kalmaya yetmezken Cagliari ile 2-2 berabere kalan Genoa lige tutunmuştu.
Yine de işler pek de beklendiği gibi gitmedi. İlk
yarıyı 1-0 geride kapattıktan sonra, 63’te bir
gol daha yediler. Umutlar tükenmek üzereydi.
Radyodan diğer maçları takip etmeye çalışanlar
için, Genoa’nın Napoli karşısında 2-1 geride olması
artık önemsiz bir detaydı. Derken, dört dakika
sonra Joe Jordan’ın gol atacağı tuttu. Hemen
onu takiben bir gol de Romano’dan geldiğinde,
işler bir anda bambaşka bir hâl almıştı. Cagliari
maçında gol yoktu ve Bologna 1-0 gerideydi.
Momentumu arkasına alan Milan, bir anda
bu takımlar arasında en avantajlı konuma
yükselmişti. Roberto Antonelli, 82’de skoru Milan
lehine 3-2’ye getirdiğinde artık stat yıkılıyordu. Üç
kişiden kurtulan Antonelli, sol çaprazda hemen
hemen imkansız bir açıdan şutu çıkarıyor ve
top, gol olması için gereken tek noktaya doğru
süzülüyordu. Bu gol hâlâ Milan tarihinin en iyi
golleri arasında anılıyor. Fakat tam da bu sıralarda,
Napoli’de çok garip bir olay yaşanmaktaydı.
Ligin en iyi kalecilerinden Luciano Castellini, kendi
yarı sahasında topla oynarken beceriksizce bir
hareket yapıyor ve Genoa’ya çok ucuz bir korner
kazandırıyordu. Kazanılan kornerde hemen kale
dibinde boşta kalan Mario Faccenda, skoru 2-2’ye
getirecekti. Maçın geri kalanı, tribünlere gönderilen
her vuruşun coşkuyla karşılandığı bir havada
geçiyor ve Cagliari’yle beraber ligde kalmayı
başaran son takım Genoa oluyordu. Kadrosunda
Franco Baresi, Mauro Tassotti, Alberigo Evani gibi
kulübün unutulmaz isimleri arasında yer alacak
yetenekleri bulunduran Milan, küme düşmüştü.
1981/82 sezonu Milan kadrosu
Unutulmaz
Emre Çelik HF116
TARiHi
DEĞiŞTiREN LiDER
Turnuvalara ambargo koyan İspanya’nın geleneğini başlatan Luis Aragones, yarım asrı
aşkın futbol kariyeriyle arkasında muhteşem hatıralar bırakarak aramızdan ayrıldı
15 Mayıs 1974 tarihinde Brüksel’deki Heysel
Stadyumu’nda Avrupa’nın en büyüğü belli
olacaktı. Bir tarafta Atletico Madrid, diğer tarafta
ise Almanların yükselen devi Bayern Münih vardı.
Daha önce Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı
hiç kaldıramayan iki takımın maçında 0-0 biten
normal sürenin ardından uzatmalara gidilmiş,
ikinci devrenin sonlarına doğru ise Atletico
Madrid, atak yönüne göre sol taraftan ceza
sahasının yakınında bir serbest vuruş kazanmıştı.
Topun başına her zamanki gibi takımın sağ açığı
‘Zapatones’ lâkaplı 8 numara geçti. Top, altı
kişilik barajın sağından süzülür süzülmez Atletico
Madridli oyuncuların birçoğu sevinmeye çoktan
başlamıştı. Hatta aralarında sevincini dışa vurup
kollarını havaya kaldıranlar bile vardı. Tıpkı İsveç
karşısında Ronaldo daha topla buluşur buluşmaz
gole sevinen Hugo Almeida gibi... Almanların
efsanesi Sepp Maier, sağından kaleye süzülen topa
atlayamadı bile. Ve öne geçen taraf 114’te Atletico
Madrid oldu. Atletico Madrid’e üstünlüğü getiren
‘Zapatones’ lakaplı döneminin Ronaldo’su ise
geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz Luis Aragones’ten
başkası değildi.
Luis Aragones, o golle takımını şampiyonluğa
ulaştıramadı ama çoktan Atletico Madrid’in
efsanesi olmuştu. Lâkin La Liga seviyesine
yükselmesi hiç de kolay olmamıştı. Getafe’den
büyük beklentilerle Real Madrid’in yolunu
tutmasına rağmen Alfredo di Stefano, Ferenc
Puskas, Paco Gento, Raymond Kopa, Hector Rial,
Enrique Mateos gibi isimler, genç yeteneğin önünü
tıkamıştı. Hatta o dönemin B takımı Plus Ultra’da
çıktığı ilk iki maç olan 4-0’lık Eldense ve 11-0’lık
Jean mücadelelerinde 6 gol atması bile as takımın
kapısındaki kilidi açamamıştı. Aragones de kısa
süreli Oviedo ve Real Betis maceralarının ardından
Atletico Madrid’in yolunu tutmuştu. Fakat bu
Real Madrid’den Atletico Madrid’e yaptığı geçiş,
yıllar sonra 2006’da başını fazlasıyla ağrıtmaya
yetti. EURO 2008’e hazırladığı takımdan
sistemine uymadığı için Albelda, Joaquin,
Salgado, Luis Garcia ve Raul gibi isimleri kesen
Aragones, özellikle İspanya’nın gelmiş geçmiş
en iyi forvetlerinden Raul’u kadroya almadığı için
suçlandı, “Atletico Madrid efsanesi ya Atletico’dan
Real’e geçen ve Real’de efsane olan Raul’u sırf bu
yüzden takıma almıyor” şeklinde itham edildi.
Kimseyle paylaşmak istemiyordu
Evet, Aragones için Atletico Madrid’in yeri
ayrıydı. Atletico Madrid’e sempati duyduğunu
söyleyen Papa II Jean Paul’u bile sırf bu yüzden
sevmiyordu. “Papa’nın sözlerinin ardından birçok
kişi bizim kulübe sempati duymaya başladı. Niye
seveyim ki?” sözleriyle Atletico Madrid’i kimseyle
paylaşmak istemediğini de söylemişti ama Raul
meselesinde kendi ifadesiyle kimse Aragones’i
anlamamıştı. Zaten Aragones için de bunun
pek önemi yoktu, önemli olan onun oyuncuları
anlayabilmesiydi.
Ballack’a Wallace diyordu
Anlardı da. Oyuncunun halet-i ruhiyesini bilirdi.
Yıllar önce Atletico Madrid’i çalıştırırken 3-0
mağlup olduğu bir Las Palmas deplâsmanının
ardından kafileyi otelde toplayıp “Haftaya
kazanmamız lazım. Ne olursa olsun, nasıl
oynarsak oynayalım kazanmamız lazım. Onun için
bu gece kimseyi otelde istemiyorum. Şimdiden
çıkın ve galibiyeti içerek kutlayın.” diyen adam,
art niyetli olmasa da siyahilerin farklı bir gözle
bakıldığı İspanya’da Reyes’i motive ederken de
Henry için bilerek “zenci” demişti. Fernando
Torres’in EURO 2008 finali öncesinde “Soyunma
odasında Aragones’i dinliyorduk. Ballack’ı
anlatıyordu ama Wallace diyordu. Aramızdan biri
‘Hocam Ballack, Wallace değil’ deyince ‘Ben nasıl
istiyorsam öyle derim.’ cevabını verdi. Tünelde
gergin bir biçimde maçı beklerken geldi ve bize göz
Luis Aragones (solda) futbolculuğunda
Atletico Madrid’in efsane isimlerinden biri olmayı
başarmış ve 3 kez La Liga’da zafer yaşamıştı.
kırpıp Ballack’a giderek ‘İyi şanslar Wallace’ dedi.”
sözleriyle anlattığı hikâyedeki gibi Aragones’in
oyuncuyu bilmesi, ‘Elemelerde eserler de yarı final
göremezler’ etiketinden bir türlü kurtulamayan
İspanyolların makus talihini değiştirmişti. EURO
2008’deki zaferle Katalanları, Galiçyalıları, Baskları,
Endülüslüleri kısacası tüm İspanya’yı birleştiren
neredeyse ilk kişi olmayı başardı.
İşte bu dehası sayesinde ‘Hortaleza’nın bilgesi’
olarak anılan Aragones, geçtiğimiz pazar bir kez
daha tüm İspanyolları birleştirdi. Lâkin bunun
sebebi yenemediği kan kanseriydi. Aragones belki
hayata gözlerini yumdu ama pazar akşamı Vicente
Calderon’daki maçın 8’inci dakikasında tribünlerin
“Luis Aragones, Luis Aragones...” Tezahüratı
yaptığı esnada skorboardda çıkan “Hasta siempre
Luis” sloganında belirtildiği üzere sonsuza dek
yaşayacak. Şurası kesin ki ne Atletico Madrid
camiası ne de İspanya, Aragones’i, kaderlerini
değiştiren bu adamı unutacak.
2008 yılında İspanya’nın
makus talihini yenen
Aragones, Boğalar’a 1964
yılından sonra ilk Avrupa
şampiyonluğunu kazandırdı.
Gelen zafer sonrası tüm
takım için Aragones artık bir
kahramandı. Genelde soğuk
tavırlarıyla bilinen deneyimli
hocanın da artık yüzü
gülüyordu.
Fırat Topal
Unutulmaz
HF116
AJAX’IN AJA8 OLDUĞU GÜN
Bayern Münih bugünlerde önüne kim çıksa ezip geçiyor. Bavyera devi yaklaşık 40 yıldır bu
karaktere sahip. Öyle ki, bir futbol efsanesinin jübilesinde, onu 8-0’lık mağlubiyetle veda
ettirecek kadar. Johan Cruijff’un 1978’deki jübile maçı bu haftaki hikâyemiz
Johan Cruijff başarılarla dolu futbol kariyeri
sonrasında 1978 yılının yaz aylarında, 31
yaşındayken futbolu bırakma kararı aldı ve
tüm kariyerinde forma giydiği 2 kulüp, Ajax ve
Barcelona 27 Mayıs 1978’de Camp Nou’da karşı
karşıya geldi. Barcelona 3-1 kazandı ve Hollandalı,
Katalan halkına veda etti. Ama Amsterdam
halkına da özel bir veda düzenlemek istiyordu.
Ona “De Verlosser” (kurtarıcı) lakabını veren
ülkesinde, binlerce taraftar önünde ve elde
edilecek gelirin bazı yardım projelerine harcanacağı
bir maç düzenlendi. Peki, maçta Ajax’ın rakibi kim
olacaktı? Onun parıltılı kariyerinin çok önemli bir
eksiği olan 1974 Dünya Kupası’nı Hollandalıların
elinden alan Almanların devi Bayern Münih,
Cruijff’un seçtiği takım oldu. Anlayacağınız sadece
Cruijff’un jübilesi değildi oynanacak maç, 70’lerin
neredeyse tümünü domine etmiş 2 takımın
(1970’ten 1976’ya kadar düzenlenen 6 Avrupa
Şampiyon Kulüpler Kupası’nın 3’ünü Ajax, 3’ünü
Bayern kazanmıştı) bir devri kapatması anlamına
geliyordu adeta. 7 Kasım 1978 tarihinde karar
kılındı. Posterler hazırlandı, Bayernli futbolcular
Münih’ten yola çıktı.
Bayernli futbolcular Schiphol havalimanına ayak
bastıklarında, jübile maçının bitimine kadar
sürecek olan Hollanda misafirperverliğinin (!)
izlerini görmeye başladılar. İlk olarak böyle bir
jesti yapıp, kulüp efsanesinin jübile maçında
oynamayı kabul etmelerine rağmen, Ajax’tan
hiçbir delege Bayernli futbolcuları karşılamaya
gelmemişti. Ortada onları otele götürecek otobüs
dahi yoktu, bu yüzden futbolcular gruplar halinde
taksi tutmak zorunda kaldılar. Bayern bavullarını
aldı ve maça kadar konaklayacakları otelin yolunu
tuttu. Burada onları ikinci bir sürpriz bekliyordu,
çünkü kendileri için rezerve edilen otel ikinci sınıf
bir otel dahi değildi. Münihliler bu rahatsız otele
yerleştikten sonra, Amsterdam’daki ilk saatlerinde
durumu çok fazla problem haline getirmediler
ve Olimpiyat Stadı’nın yolunu tuttular. Ancak
kendilerini burada bekleyen 50 bin Hollandalı
seyirci, onlar için ayrı bir sürpriz hazırlamıştı.
Bayernli futbolcular maç öncesi ısınma hareketleri
için sahaya çıktıklarında seyircilerin büyük
protestosu ile karşılaşır. Tribünlerden kendilerine
yöneltilen Nazi bağlantılı sloganlar onları uzun
süre rahatsız eder, hatta Bayernli futbolcular topa
her dokunduklarında kalabalıktan protesto sesleri
yükselir. Ajaxlı futbolcular da meslektaşlarına
saha içinde bir “hoş geldin” bile dememiştir.
Nihayetinde futbolcular sahaya yürürlerken bu
saldırgan hava hiç kesilmemiş ve çıkış tünelinde
de Alman futbolculara sözlü saldırılar olmuştur.
Paul Breitner o günkü atmosfer hakkında “Oraya,
efsane futbolcularına veda etmek için gelerek bir
jest yapmıştık ve içimizde hiç olmamasına rağmen
bizi kazanma hırsıyla doldurmuşlardı” demiştir.
Bayern’in bu saldırılar karşısında içinde uyanan
devin hafızasında 2 hadise daha vardır. 1972-73
sezonu öncesinde Ajax ve Bayern, Almanya’da
Münih Olimpiyat Stadyumu’nda hazırlık maçında
karşı karşıya gelmiş ve Ajax 5-0 kazanmıştır.
Ardından 1973’ün Mart ayında 2 takım Avrupa
Şampiyon Kulüpler Kupası çeyrek finalinde
birbirine rakip olmuş ve Ajax, Beckenbauerli,
Maierli, Breitnerli, Hoeneßli, Müllerli kadroyu
Amsterdam’da 4-0 mağlup etmiş ve turu
geçmiştir.
Genç Rummenigge rahatsız
O günlerde Bayern’in rezerv takımında forma
giyen, bugünün teknik direktörü, Hollandalı Martin
Jol da kafilededir ve Bayern’in 1978’de Avrupa’nın
zirvesinde yer almayan bir takım olmasına
rağmen, olaylar karşısında Hollandalılara karşı
Ajax taraftarları maç için bu posteri hazırlamıştı.
bilendiğini itiraf etmiştir. Hatta Jol’a göre Cruijff’un
kendisi de bu maç öncesi Ajax’la ilgili kafasında
soru işaretleri barındırmaktadır, çünkü 1977 yılında
Barcelona kariyeri devam ederken, Ajax’ın o
zamanki başkanı Michael van Praag ile kendisini
Amsterdam’a geri getirmek için bağlantıya
geçmiş, ama bu transfer sadece 5 bin gulden gibi
bir rakam yüzünden gerçekleşmemiştir. Jübile
maçının olduğu sıralarda ABD’nin Washington
Diplomats takımı onu emeklilikten döndürmek için
girişimlere çoktan başlamıştır.
Maç öncesi Ajax’ın o günkü başkanı Tom Harmsen,
Cruijff’a altın bir saat ve renkli bir televizyon
hediye eder. Bu televizyon daha sonra Hollanda
tabloid basınının sayfalarına konu olmuştur,
çünkü dedikodulara göre Cruijff’un oldukça baskın
karakterli ve hafif kıskanç eşi Danny, hediyeyi
resmen önceden sipariş etmiştir.
Bayern’in öfkesi
Almanlar maçın başlangıç düdüğünden itibaren
rakip kaleyi abluka altına alırlar. Ajaxlılar da
maçı çok ciddiye almamıştır aslında. Breitner bu
durumu daha sonra “Neredeyse her atağımızda
bize pozisyon veriyorlardı, ne yapacaktık, kaleciyle
karşı karşıya kalınca topu dışarı mı vuracaktık?”
şeklinde anlatmıştır. Bayern ilk yarıyı 3-0 önde
kapatır. 2. yarı hiç hız kesmeden gollerine devam
etmişler ve maçı 8-0 kazanmışlardır. Belki
resmi bir maç oynanmamıştır ama bu sonuç
Ajax tarihinin en büyük yenilgisidir. 23 yaşındaki
Rummenigge 4 gol atar, Breitner ve Gerd Müller
de 2 golle ona katılmıştır. Maç sonunda o festival
havasından eser kalmamıştır, hatta atmosfer öyle
karanlıktır ki, oyuna girip 2 asist yapan Martin Jol,
bir Hollandalı olmasına rağmen oluşan havadan
dolayı, maç sonunda Cruijff’u kutlamak için yanına
gidememiştir. Cruijff 85. dakikada oyundan
çıkmış, maç sonunda en az bin tane taraftar onun
şeref turunu beklemeden stadyumdan ayrılmıştır.
Cruijff’a saygısızlık
Hollandalı bütün futbol otoriteleri hem o günlerde
hem de olaydan yıllar sonra verdikleri röportajlarda
Bayern’in bu davranışını Cruijff’a saygısızlık olarak
yorumlamış, ama hem Ajax’ın bu skora davetiye
çıkaracak şekilde, kulüp efsanesinin jübilesini
bir Alman takımıyla ayarlamasına hem de
futbolcuların maçı ciddiye almamasına da kabahat
yüklemişlerdir.
Maç 10 ülkede televizyondan yayınlanmış ve
toplamda 100 milyon kişi tarafından izlenmiştir.
Bu, aslında ilk başta olumlu bir durum gibi
görülebilir ama 8-0 öyle bir etki yaratmıştır ki,
Ajax’ın borsadaki hisseleri dibi görmüştür. Maçın
geliri olan 400 bin guldenin sevinci bile tam olarak
yaşanamamıştır.
Cruijff jübile maçına üstünde kazandığı
kupaların olduğu bir formayla çıkmıştı.
Bir gazete manşeti, “Ajax hisseleri düştü”
Cruijff: Gerçek bir maç olsun
2006 yılında Karl-Heinz Rummeningge ve Gerd
Müller bu maç için kamuoyu önünde özür dilediler
ve sahadaki 8-0’lık galibiyetleri sebebiyle gurur
duymadıklarını belirttiler. Rummenigge ayrıca
anlattığı anekdot ile sonucun nasıl ortaya çıktığına
biraz daha ışık tuttu, “Maç öncesi kalecimiz Sepp
Maier, soyunma odasına gidip Johan Cruijff’a “ne
yapıyoruz?” diye sormuş, Johan da “Gerçek bir maç
olsun” demiş. Olan da buydu...
Cruijff’un yüzünden, yeşil sahalara 8-0’lık bir
hezimetle veda etmenin üzüntüsü okunuyordu.
Mustafa Demirtaş
Taktik Analiz
HF116
10 NUMARA TEMBELLEŞTiRiR
Topa dokunuşlarıyla farkını belli eden oyuncuların kesin olarak başına gelecek bazı şeyler
vardır: Bolca alkış, hayran kitlesi, aynı oranda tekme ve her seferinde “öne atılma” sevdası
Hemen her futbolcunun hikâyesi, “Aslında ben
küçükken forvettim!” cümlesiyle başlar. Hatta bir
kısım kaleciler de buna dâhildir, örneğin Taffarel…
Çoğunun altında gerçekle bağdaşmayan bir iç ses
yatsa da, hakikaten de durum böyledir. Çünkü eğer
futbolcu olacaksanız, evvela hücum oynayacak
kadar yeteneğe sahip olmanız gerekir. Hele de
Türkiye’de… Hiçbir çocuk “Benden mükemmel
sağ bek olur” hayalleriyle bir kulübün seçmelerine
katılmaz. Önce seçilir, sonra mevkilere dağılırlar.
Kimi orta saha, kimi sol bek, kimi stoper. Sadece
içlerinden en yeteneklileri hücum hattında kalır.
Oysa belki de ilk önce onları geriye çekmek
gerekir…
Futbola bakış açımızda garip bir reflekse sahibiz.
Orta sahada veya defansta oynayan bir oyuncuda
biraz yetenek parıltısı gördüğümüz anda, “Bu
çocuk neden önde oynamıyor!” hayıflanmaları
başlar. Örneğin fırtına gibi esen bir bek
görüldüğünde, hayallerdeki kadrolarda hemen
sağ açığa yazılır. Geriden hücuma katıldığında, o
fırtına gibi esecek alanı daha rahat bulması pek
hesap edilmez. Oysa hikâyesinde tam tersi bir
senaryo yatan, yani önceleri açıkta oynayan ama
zamanla beke evirilenlerse, mevkilerinin en iyileri
olurlar. Gökhan Gönül, sol bek Caner Erkin hatta bir
dönemde İsmail Köybaşı…
Oğuzhan, 6’yla 10 arasında…
Beşiktaş’ın son iki sezondur oyun rengini
değiştiren adam, Oğuzhan Özyakup. Fernandes’le
birlikte saha içinde karmaşıklaşan sistemde tam
olarak adı yazılan bir bölgesi yok. Onu bazen
merkezde, bazen forvet arkasında görebiliyoruz.
Oğuzhan’a kalırsa “10 numara pozisyonunda
daha rahat ediyorum” diyor. Ancak o rahatlık, aynı
zamanda kendisini tembelleştiren bir etken olabilir
mi? Çünkü o pozisyon, çoğunlukla oyun zekâsı işi.
Sergen’in tabiriyle “10 kilo versem çıkar oynarım”
denilebilecek bir bölge. Gerçi Viktoria Plzen’li
Horvath, o kiloyu vermeye gerek duymadan da
oynuyor.
Ancak böylesine oyuncular, sadece oyun zekâsına
bağımlı kalmayıp, fiziki tempolarını orta sahanın
merkezini kaldıracak şekilde yükseltirse çok
daha büyük oyuncu olurlar. Ve formasını giydiği
takımların da çıtasını çok daha yüksek noktalara
koyarlar. Mütevazı takımlarımızdan Akhisar
Belediye’nin futboluna lezzet katan adam
Bilal Kısa, o farkı yaratmıştı. Hâlbuki geleceğin
yıldızı denilen günlerini çoktan aşmış ve artık
“Olmayacak” kıvamına gelmişti. O zamanlar
çoğunlukla sol kanat pozisyonunda oynuyordu.
Hamza hocayla birlikte orta sahanın maestrosuna
dönüştü. O dönüşümün kendisine kattıklarını
FourFourTwo’ya şöyle anlatıyordu:
“Diğer takımlarda hep sol dış tarafta oynuyordum
ama topla içeri girmeyi seviyordum. Hamza hoca
bana burada özgürlük verdi. Biraz daha ön libero,
forvet arkası gibi oynamaya başladım. Benim
için yıllardan beri ‘Bilal yetenekli bir futbolcu ama
koşmuyor, mücadele etmiyor’ diyorlardı. Burada
Hamza hocanın sayesinde hiç de öyle olmadığımı
gösterdim. Maç sonu istatistiklerine bakanlar artık
kimin koşmadığını görebilir. Eskiden koşabileceğim
alan yoktu. “
Artık bugünün futbolunda kimi zaman asistten,
hatta golden değerli bir şey var; asist öncesi
pas. Zayıf, güçlü fark etmeksizin her takım
kendi alanını çok iyi savunuyor, aralarda boşluk
bırakmıyor. İşte bu yüzden kaleye yakın değil,
orta sahanın çevresindeki yaratıcı paslara çok
daha fazla ihtiyaç doğabiliyor. Oğuzhan da kendi
muadillerindeki oyuncularda olduğu gibi, merkeze
yakın oynadığı zaman çok daha fazla ufuk açıcı
olabiliyor. Sadece pas ve oyun zekâsıyla değil,
Oğuzhan “Boş adam bulana kadar karşındaki
adamı çalımla” gibi bir özelliğe de sahip.
Bu sezon ligde 10 maça çıkan Oğuzhan rakip
ağlara 3 gol bırakmayı başardı.
Avrupa’daki örnekler
Bonuslar dahil olmak üzere Mateo Kovacic’e
15 milyon euro ödeyen Inter, onu “Yetenekli 10
numara” olarak gördüğü için değil, Andrea Pirlo
gibi derindeki oyun kurucu rolünü üstlendirmek
için musluğu açmıştı. Bir başka Hırvat, özellikle
“10 numaranın merkez orta sahaya dönüşümü”
konusunda ayrı bir yeri olan Luca Modric’in de
Real Madrid seviyesine yükselmesindeki etken,
Tottenham’ın ikili orta sahasında sergilediği büyük
oyuncu aurasıydı.
10 numaralar hala vardır. Ülkemizde, hele
de Batalla, Alex gibi golcülük özelliklerine de
bürünmüşlerse fazlasıyla denge de bozlarlar.
Ancak merkez orta sahaya dönüşmüş halleri,
onları bu oyunun en ışıltılı sahnesinde çok daha
değerli kılar. O yüzden Oğuzhan, 10 numarada
rahat etme… Orta sahada takımının can simidi ol,
çok daha büyük oyuncu olarak anıl!
Uğur Karakullukçu
Analiz
HF116
BiR GOL MAKiNESiNiN
ANATOMiSi
2013 deyince futbolda akıllara şüphesiz
ilk gelecek isim Cristiano Ronaldo…
Portekizli futbolcu Ocak-Aralık
ayları arasında Real Madrid
ve Portekiz Milli Takım
formasıyla tam 69 gole
imza attı. Biz de yıldız
futbolcunun bu gollerini
mercek altına aldık
1 yıl, 365 gün, 12 ay ve 69
gol… Zıt kardeşi Lionel
Messi ile birlikte futbol
dünyasına yeni ufuklar
açan Cristiano Ronaldo, mayıs
ayında arzuladığı kupalara erişemese
de muhteşem bir sezon geçirdi ve
yılı 69 golle tamamlayıp 3 sene ara
verdiği Ballon d’Or’a uzandı. Bu
prestijli ödülü alırken dudaklarını
kemirmesi onun bu ödüle atfettiği
önemin de bir vurgusuydu aslında…
Onu bu ödüle ulaştıran 69 golü sizler
için tek tek inceledik ve Ronaldo’nun
gollerine dair önemli soruları sizler
için cevapladık. Ceza sahası dışından
ne kadar etkin? Hangi ayağını daha
çok kullanıyor, ona en çok kim asist
yapıyor? İç sahada mı yoksa dış
sahada mı daha etkin? İşte karşınızda
bir gol makinesinin anatomisi…
Gollerini nereden atıyor
Gollerini nasıl atıyor?
Sol ayak: 18 gol
Sağ ayak: 37 gol
Kafa vuruşu: 14 gol
Bazı oyuncular vardır, son vuruş yaptığı ayağı
bellidir veya kafayla nadiren gol atarlar. Cristiano
Ronaldo’yu farklı kılan en önemli özelliklerinden
birisi nerede ne gerektiriyorsa o şekilde gol
atabilmesi… Zaten zıplama ve zamanlama
becerisiyle bu seviyedeki rakiplerine oranla daha
fazla kafa golü attığı bilinen bir gerçek ancak
rahatken kullandığı sağ ayağının yanı sıra sol
ayakla attığı 18 gol onun golcülüğünü bir adım
daha öteye taşıyor.
Ceza sahası dışı: 5 gol
Ceza sahası içi: 44 gol
Penaltı: 9 gol
Direkt frikik: 5 gol
Duran top: 6 gol
Ronaldo’nun her forvet oyuncusu gibi ceza
sahası içindeki aksiyonlarda gole çok daha kolay
gittiğini görmekle birlikte Portekizlinin burada
da komple bir oyuncu olarak çok yönlülüğünü
ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Duran toplardan
yapılmış asistlerle 6 gol bulan Ronaldo’nun
direkt frikiklerde 5 gol, penaltı yoluylaysa 9 gol
bulduğunu görüyoruz. Ronaldo’nun ayrıca ceza
sahası dışından attığı şutlarla 5 gol attığını da
eklemek gerekiyor. Yeni takım arkadaşı Bale ile
stillerini benzetenler açısından bu şut verisi önemli
zira Galli oyuncu geçen sezon attığı 11 ceza sahası
dışı golüyle Ronaldo’dan daha farklı alanlarda
topla buluşmayı sevdiği çıkarımını yapmak
mümkün.
İç sahada mı dış sahada mı daha çok gol atıyor?
30 iç saha maçı, 29 dış saha maçı, 1 tarafsız saha,
32 gol
1 gol
36 gol
Ronaldo’nun pek saha ayırt etmediğini biliyoruz
ancak deplasmanlarda doğal olarak daha fazla
bulduğu geniş alanlar onun gollerine kısmen de
olsa katkı yapıyor. 29 dış saha maçında 36 gol
kaydeden Portekizli, 30 iç saha maçında ise 32 gol
bulmuş. Hoş, toplamda 60 maça çıkıp 69 gol atan,
maç başına 1.1 gol ortalamasının üzerine çıkan
bir oyuncudan söz ediyoruz. Herhalde Cristiano
Ronaldo’nun 2013 senesini en iyi anlatan sezon da bu…
En çok gol pasını kimden alıyor?
Di Maria Mesut
Benzema, Modric, Alonso,
Higuain Coentrao, Varela,
Khedira, Marcelo,
Moutinho, Veloso,
Isco,
Almeida
Pepe,Bale
Ronaldo’ya bu yıl doğrudan en çok asist yapan
isim 7 gol pasıyla Angel Di Maria ancak bu alanda
en dikkat çekici veri listenin ikinci ve Benzema
ile birlikte üçüncü sırasında yer alan Mesut Özil
ile Gonzalo Higuain’in takımdan ayrılmış olması.
Yarım sezonda Ronaldo’ya doğrudan 11 asist
yapmış bu ikilinin takımdan gönderilmesinin
ne kadar önemli bir hata olduğunun göstergesi.
Higuain’in gönderilmesiyle takımdaki tek saf 9
numara konumuna geçen Karim Benzema’nın
tüm yıl boyunca Higuain’in asist sayısını
ancak yakalayabilmesi ise bir başka
soru işareti. Şans bulması
adına Mesut Özil’in
yollanmasının
göze alındığı
Isco ile futbol
tarihinin
rekortmen
transferi
Bale
toplamda
Ronaldo’ya
4 gol pası
aktarabilmiş. Bu tablo Ronaldo’nun nasıl ve
hangi oyuncular tarafından beslendiği kadar
Real Madrid’in yaz döneminde ne kadar yanlış bir
transfer çizgisi izlediğinin de birer kanıtı.
iŞTE TEK TEK 69 GOL
6 Ocak, Sociedad
Asist: Benzema, sol ayak, ceza sahası içi
Sağ ayak, direkt frikik
9 Ocak, Celta (Kupa)
Sağ ayak, ceza sahası dışı
Asist: Modric, sol ayak, ceza sahası içi
Sol ayak, ceza sahası içi
30 Mart, Zaragoza (D)
Asist: Higuain, sol ayak, ceza sahası içi
3 Nisan, Galatasaray (ŞL)
Asist: Mesut, sol ayak, ceza sahası içi
6 Nisan, Levante
Asist: Higuain, sağ ayak, ceza sahası içi
20 Ocak, Valencia (D)
Sol ayak, ceza sahası içi
Asist: Mesut, sağ ayak, ceza sahası içi
9 Nisan, Galatasaray (ŞL) (D)
Asist: Khedira, sağ ayak, ceza sahası içi
Asist: Benzema, sağ ayak, ceza sahası içi
27 Ocak, Getafe
Asist: Mesut, sol ayak, ceza sahası içi
Asist: Di Maria, kafa, ceza sahası içi
Penaltı, sağ ayak
14 Nisan, Bilbao, (D)
Direkt frikik, sağ ayak
Asist: Alonso, frikik, kafa
6 Şubat, Ekvador
Asist: Coentrao, sağ ayak, ceza sahası içi
9 Şubat, Sevilla
Sol ayak, ceza sahası dışı
Sol ayak, ceza sahası içi
Asist: Higuain, sağ ayak, ceza sahası içi
13 Şubat, Man Utd (ŞL)
Asist: Di Maria, kafa, ceza sahası içi
24 Nisan, Dortmund (ŞL) (D)
Asist: Higuain, sağ ayak, ceza sahası içi
4 Mayıs, Valladolid
Asist: Di Maria, kafa, ceza sahası içi
Asist: Mesut, korner, kafa
8 Mayıs, Malaga
Çift vuruş, sağ ayak
17 Mayıs, Atletico (Kupa)
Asist: Mesut, korner, kafa
26 Şubat, Barcelona (Kupa)(D)
Penaltı, sağ ayak
Sol ayak, ceza sahası içi
10 Haziran, Hırvatistan (D)
Asist: Varela, sol ayak, ceza sahası içi
5 Mart, Man Utd (ŞL) (D)
Asist: Higuain Sağ ayak, ceza sahası içi
14 Ağustos, Hollanda
Asist: Pepe, sol ayak, ceza sahası içi
10 Mart, Celta (D)
Sol ayak, ceza sahası içi
Penaltı, sağ ayak
1 Eylül, Bilbao
Asist: Di Maria, frikik, kafa
16 Mart, Mallorca
Asist: Mesut, korner, kafa, ceza sahası içi
6 Eylül, Kuzey İrlanda, (D)
Asist: Moutinho, korner, kafa
Asist: Coentrao, kafa, ceza sahası içi
Direkt frikik, sağ ayak
14 Eylül, Villarreal (D)
Sağ ayak, ceza sahası içi
15 Ekim, İsveç
Asist: Veloso, kafa, ceza sahası içi
17 Eylül, Galatasaray (ŞL), (D)
Asist: Isco, sol ayak, ceza sahası içi
Sağ ayak, ceza sahası içi
Sol ayak, ceza sahası içi
19 Ekim, İsveç (D)
Asist: Moutinho, sol ayak, ceza sahası içi
Asist: Almeida, sol ayak, ceza sahası içi
Sağ ayak, ceza sahası içi
22 Eylül, Getafe
Penaltı, sağ ayak
Asist: Khedira, sağ ayak, ceza sahası içi
23 Ekim, Almeira (D)
Asist: Isco, sol ayak, ceza sahası içi
25 Eylül, Elche (D)
Direkt frikik, sağ ayak
Penaltı, sağ ayak
10 Aralık, Kopenhag (ŞL) (D)
Asist: Pepe, sağ ayak, ceza sahası içi
2 Ekim, Kopenhag (ŞL) (D)
Asist: Marcelo, kafa, ceza sahası içi
Asist: Di Maria, kafa, ceza sahası içi
22 Aralık, Valencia (D)
Asist: Di Maria, kafa, ceza sahası içi
5 Ekim, Levante (ŞL) (D)
Asist: Modric, sağ ayak, ceza sahası içi
19 Ekim, Malaga
Penaltı, sağ ayak
23 Ekim, Juventus (ŞL)
Asist: Di Maria, sağ ayak, ceza sahası içi
Penaltı, sağ ayak
30 Ekim, Sevilla
Penaltı, sağ ayak
Asist: Bale, sağ ayak, ceza sahası içi
Asist: Benzema, sağ ayak, ceza sahası dışı
2 Kasım, Rayo (D)
Sağ ayak, ceza sahası içi
Asist: Bale, sağ ayak, ceza sahası içi
5 Kasım, Juventus (ŞL) (D)
Asist: Benzema, sağ ayak, ceza sahası dışı
9 Kasım, Sociedad
Asist: Benzema, sağ ayak, ceza sahası dışı
Penaltı, sağ ayak
Direkt frikik, sağ ayak
Varol Döken
Maç Bahane
HF116
GiT GEL ESKiŞEHiR 5 SAAT
Eskişehirspor-Fenerbahçe maçı için 1 ay önceden yaptığımız planı hayata geçirdik.
1 Şubat Cumartesi sabahı Kadıköy’den yola koyulduk, sonu kötü bitse de yolda
olumsuz şeyler yaşasak da güzel bir deplasmanı geride bıraktık
Kadıköy’e taşındığımdan beri Fenerbahçe
kombinem, bir de Yoğurtçu Parkı’nda her hafta
büyüyen şahane bir grubumuz var. Maçtan
3-4 saat önce buluşuyor, içiyor, sohbet ediyor,
tezahürat yapıyor, eğleniyor, maça giriyoruz. Öyle
bir ortam ki en sıkıcı yeri maç. Seneye sadece
Yoğurtçu’ya kombine alırım o derece. İşte bu
grupla şahane bir Eskişehir deplasmanı yaptık.
Kıskandırmak gibi olmazsa, ayrıntılarıyla buraya
alalım.
1 ay önceden aldığımız deplasman yolculuğu
kararı, devre arasından sonraya kalınca iletişimi
koparmamak için bir WhatsApp grubu kurduk.
Biletler ne zaman çıkacak, minibüs mü otobüs mü
tutacağız, yolda nerede rakıya çökülür, kim gelecek
kim gidecek derken son güne kadar tatlı bir online
heyecan yaşadık. Birbirimize last seen 16 diyor
neden yazmadın, gruptan nasıl ayrıldın diye tripler
bile attık.
Biletler, Eskişehirspor yönetimi tarafından satışa
çıkarılınca 2 saat içinde büyük bir organizasyonla
biletlerimizi alıp, Ragıp Ulaş Altun’un ayarladığı
Sprinter minibüse 17 kişilik kontenjanımızı
ayırttık. Yalnız 16 biletimiz vardı zira Kutay Ersöz,
Fenerbahçeliler ile deplasman keyfi yaşamak
için yanıp bitse de maça giremeyecek kadar
Galatasaraylı idi.
1 Şubat Cumartesi sabahı 7.30’da Kadıköy
Evlendirme’nin önünde buluştuğumuzda, ne
kadar güzel bir yolculuğun bizi beklediğini tahmin
ediyordum. Ama bu kadarını değil…
Kahvaltıyı viskiyle yapmak
Girişte promil kontrolü varmış uyarısı benim için
bir şehir efsanesiydi. Gerçek olsa bile yapacak bir
şey yoktu zira kahvaltı kayıntım bir şişe Jack’ten
ibaretti. Grubun güzelliğini bir kez daha işte
orada gördüm. Şişenin ortaya çıkmasıyla bitmesi
1 saati buldu. Sonra başka bir şişe ve bir başka
şişe… İlker’inden Baran’ına, Okan’ından Onur’una
kadehleri doldurduk, Yiğit Yılmaz’ı 9 gibi İzmit’ten
alırken hepimiz hafiften çakırkeyif olmuştuk bile.
O kafayla Bilecik yolunda Tünel isimli mekân,
Fenerbahçelilere hizmet vermiyoruz diyince
minibüsün ateşi bir deplasman aracına yakışır
şekilde yükseldi. Bu ateşi Onur arkadaşımız sağ
olsun, ‘‘biz gazeteciyiz efendim nasıl bir taşkınlık
yapabiliriz ki, Allah hepinizin belasını versin’’
diyerek düşürdü.
Tezahüratlarla, şarkılarla ilk molayı Sakarya
Berceste’de verdik. Otobüsten bir anda inen
17 Fenerbahçeli adeta 300 Spartalı gibiydik. Şaka
lan şaka zaten çoğumuz sarhoş olmuştu, ihtiyaç
molasını verdik, kimseyi rahatsız etmeden tekrar
araca döndük.
Yola erken çıkılmıştı ama artık yapacak bir şey
yoktu. Yeni mekân arayışları ve yapılan telefon
konuşmalarından sonra istikameti Bilecik AcarHan’a kırdık. Kırmaz olaydık…
Çok acarmışsın Acar-Han
İlk rezervasyon yaptırdığımız Şelale isimli
restoranın yol kenarı lokantaları kanunu yüzünden
içkisiz olması ve Tünel isimli mekânın insan
haklarına aykırı şekilde Fenerbahçelilere hizmet
vermiyoruz beyanatından sonra minibüs şoförü
abimizden aldığımız bilgiyle Bilecik-Antalya yolu
üzerindeki Acar-Han’da karar kıldık. Mekâna
girdiğimizde saat daha 12’yi yeni geçiyordu, hava
Bilecik-Antalya yolu üzerindeki Acar-Han’dan pek
memnun kalmadık.
güneş açmaya başlamış, her şey çok güzeldi.
Mekân da güzeldi gerçekten biraz soğuk olmasına
rağmen. Geniş bir alan, yeşillikler, akan su, tavuklar
horozlar vs… İçeride neredeyse kimse yoktu, uzun
bir masa kurup muhabbete çöktük.
Hayatımda ilk defa oturduğum bir rakı masasında,
rakıdan çok çay içildi. Zira yükümüzü almış, hem
acıkmış hem yorulmuştuk. Mezeler gösterişsiz,
etler yavandı. Bir tek açık ayranına laf edemem
hakikaten güzeldi. Ama masanın özel bir yanı da,
hesap şişirecek bir tarafı da yoktu, üstelik sadece
3.5 büyük içmiştik. Buna rağmen adam başı 78 lira
hesap geldi ki, bu hesaba ulaşmak için adam başı
en az bir 20’lik içmemiz gerekirdi.
Neyse çok uzatmayayım, hesaba itiraz değil,
olması gerekendendir diyip küçük bir indirim
isteyince aldığımız tepkiyi unutamam. Saçma
sapan laflar, bağırış çağırış, bir sürü kargaşa falan.
Ne de olsa bunlar 1 kere gelir, itiraz da etmezler mi
dediler bilmiyorum.
En başından dediğim gibi, gördüğüm en efendi en
güzel deplasman grubu olarak işi fazla uzatmadan
hesabımızı ödeyip kalktık. Bana da burayı kimseye
tavsiye etmemek kaldı.
Eskişehir’e giriş
Yaşadığımız tatsız olayın keyfimizi bozmasına
izin vermedik, şehrin yolunu tuttuk. Eskişehir’e
girdiğimizde saatler 17’ye geliyordu. Tamamen
bireysel hareket ettiğimiz için, polis kordonuna
falan takılmadan direkt stat önüne geldik. Hem
de deplasman girişi önüne. Kapıya servis olsa bu
kadar olur. Kutay Beyimiz Eskişehir tribünlerine
doğru yollanırken, biz de Ediz Bahtiyaroğlu
kapısından girip tribündeki yerimizi aldık.
Ali İsmail Korkmaz heykeline çok gitmek istiyorduk
ama kısmet olmadı. Zira o saatte heykeli hep polis
çevirmiş. Ama güzel kardeşimizi hem yol boyunca
hem tribünde saatlerce şarkılarla andık.
Mezeler gösterişsiz, etler yavandı ama deplasman
grubumuzun muhabbeti de keyfi de yerindeydi.
Kurulan ittifakları
Eskişehir’in normalde olması gerekene göre çok
daha ılıman havasından ayılıp maça konsantre
olduk. 500 kişilik bilet satılmış, 500’den daha
fazlayız ama. Ankara’dan gelenler, İstanbul’dan
gelenler var, herhalde Eskişehir’den gelenler de
vardı.
Eskişehir Atatürk Stadyumu, kale arkaları olmayan
zemini iyi ama tribünü kötü bir stadyum. Taraftar
da şehir de takım da çok daha fazlasını hak ediyor.
Tıpkı Fenerbahçe gibi misafir tribünü olarak biz
de maça iyi başlıyoruz. Ama ilk gol, Brütüs’ten
geliyor. Brütüs işin şaka tarafı, benim hâlâ nasıl
bir futbolcu olduğundan emin olamadığım Henri
Bienvenu aşırtmayla golü atıyor. Çok derin maç
analizi yapmayacağım, zaten benim işim değil
ama şunu söyleyebilirim; Fenerbahçe bu sene
Caner ve Topal olmasaydı buralara gelemezdi.
Webo sakatlanınca sıkıntılar artıyor ama Kuyt,
Caner’in topuna dokunarak devreye mutlu
girmemizi sağlıyor. Golde 5-10 dakika bıkmadan
yapılan ‘‘Kurulan ittifakları, bozalım oyunlarını’’
tezahüratının etkisi var mı emin değilim ama
tribünü inanılmaz ateşlediği kesin.
Eskişehirspor, kalp krizinden hayatını kaybeden
futbolcusu Ediz Bahtiyaroğlu’nun adını Atatürk
Stadı’nın bir tribününe verdi.
Misafir tribünü olmasına rağmen yerimiz, sahayı görüş açımız tatmin ediciydi.
2. yarı takımla birlikte tribünün de hızı yavaşlıyor.
Kuyt’ın boş kaleye kaçırdığı golden sonra ibre
Eskişehir’e dönüyor. Ersun Yanal’ın hamle yapacak
oyuncusu yok, buna karşın Ertuğrul Sağlam Necati
Ateş ve Kamara’yı oyuna sürüyor ve 84. dakikada
cesaretinin karşılığını alıyor. Maç berabere de
bitebilirdi ama 2-1 kaybediyoruz.
Dönüş yolu acıyla dolu
Eskişehir tarafı çıkıyor, biz yarım saat, 45
dakika kadar bekliyoruz. Ersun Yanal, 21.30 gibi
sadece Fenerbahçelilerin kaldığı statta bizim
tribüne geliyor, onu burada yazamayacağım bir
tezahüratla karşılıyor bazı arkadaşlar! Sessizce
dağılıp girişte olduğu gibi kapıda bekleyen
minibüsümüze biniyoruz.
Dönüş yolu biraz sessiz, dönüş yolu biraz çileli.
Yani diğerlerine çileli ben açıyorum viskimi geride
bırakıyorum Eskişehir’i. Geri kalan bozuk moraller
de, Zeki Bayrak Tesisleri’nde düzeliyor tamamen.
Acar-Han’ın aksine burada o kadar yiyip içip
ödediğimiz hesap bu sefer ‘‘üstüne biraz daha
koyalım bari’’ye dönüşüyor. İkisi de Bilecik’te,
ikisine de oturan aynı insanlar. Biz Bilecik’ten Zeki
Bayrakçı olarak ayrılıyoruz. Bu arada evet Bilecik
diye bir yer var!
Fizan’a bile giderim
Maçı kaybettik ama ben kendi adıma dünyanın
en güzel deplasman grubunu kazandım. Buraya
yazdığım için değil harbiden, bu kadar uyumlu,
eğlenceli, sorunsuz bir grup bir daha zor bulunur.
Saymak gerekirse grubumuzun 2 çiçeği (maçta
geriye düşünce zehirli çiçek) Müge ve Aslı,
Cumartesi sabahı evden ‘‘Fırından ekmek taze
çıkmıştır şimdi diye’’ çıkıp gecenin 3’ünde dönen
evliler tayfası Onur, Melih, Göksel, İlker, ulaşım
organizatörü ve kontrol noktası karıştırıcısı Ulaş,
hangisi Baran hangisi Mert hâlâ karıştırdığım
viskiciler, minibüsteki esprileriyle bizi Eskişehir
soğuğuna hazırlayan dereotundan Okan,
Elseve Saç Laboratuvarı’nın uzun yol testi için
yanımıza yerleştirdiği Sencer, Eskişehir’e heykel
diye bıraksak kesinlikle sırıtmayacak Fırat, tüm
yolculuk boyunca kulaklarını otomatik kapatma
özelliği kazanarak bir nevi mutanta dönüşen
Kutay, tezahürat işi bende diyip Candy Crush ile
yolculuk bitiren Yiğit, hançeresini yırtarcasına
yaptığı tezahüratlarla Yiğit’in eksikliğini kapatan
Yücel, BM Genel Sekreteri gibi arabuluculuğuyla
güven veren Atilla ve cefâkar şoförümüz Müslüm
Abi’ye buradan en içten selam ve sevgilerimi
yolluyorum. Çok yalnızım lan, Sivas’a da gidelim,
Fizan’a da gidelim.
Yazıyı buraya kadar okuyan varsa son teşekkürü
de ona çakar, bir başka Maç Bahane yazısında
görüşmek üzere kaçarım.
“Ben bu grupla her yere giderim arkadaş”

Benzer belgeler