9 Nisan, Galatasaray (ŞL) (D)
Transkript
9 Nisan, Galatasaray (ŞL) (D)
7ŞUBAT2 01 4-SAYI 1 1 6 Bi rde v i a y a ğ ak a l dı r mat i mi BARBARA&SEEDORF RONAL DO AJ A8 ARAGONES Yayın Koordinatörü İlker Yılmaz Editör Cantürk Temelli Yazarlar Emre Çelik Emre Özcan Fırat Topal Güner Çalış Mustafa Demirtaş Uğur Karakullukçu Varol Döken Milan’da neler oluyor? Futbol dünyasında 90’lı yıllarda kazandığı kupalar, oynadığı futbol ve yıldız isimleriyle akıllara kazınan İtalyan devi Milan, şimdilerde zor zamanlar geçiriyor. Son 2 sezonunda Serie A’da dibe vuran, bu sene bırakın zirveyi, Şampiyonlar Ligi potasının bile hayalini kuramayan kırmızı-siyahlıların bugüne gelişi aslında dünden belliydi. Bu kötü gidişi ve transferlerde menajerlere kaptırılan paraları gören Silvio Berlusconi’nin kızı Barbara, babasının da onayıyla CEO olarak Adriano Galliani’nın yanında dümene geçti. İkili arasında anlaşmazlıklar yaşansa da kulüpte bir yenilik harekâtı başlatıldı. Teknik direktörlük koltuğuna da takımın efsanelerinden Clerence Seedorf oturdu. İşte Milan’ın yaşadığı bu süreci ve dipten çıkma hesaplarını, Hayatım Futbol’un 116. sayısında bulabileceksiniz. Bununla birlikte daha kötüsü de var diyerek 1982’de küme düşen Milan’ı da sayfalarımıza taşıdık. Ayrıca turnuvalara ambargo koyan İspanya’nın geleneğini başlatan Luis Aragones’in yarım asrı aşkın futbol kariyeriyle arkasında muhteşem hatıralar bırakarak aramızdan ayrılışı, Johan Cruiff’un 8-0’lık Bayern Münih maçıyla futbola vedası ve 2013 yılında attığı 69 golle Ballon d’Or’a koşan Cristiano Ronaldo’nun gollerinin analizi de bu sayıda karşınızda. Bunun yanı sıra Varol Döken’in kendi uslübuyla kaleme aldığı Eskişehir deplasmanı çıkarmasını da sayfalarımızda bulabileceksiniz. Keyifli okumalar, Cantürk Temelli [email protected] [email protected] #116 BU SAYIDA Milan’daki çöküş İtalya ve Avrupa futbolunun devi dibi gördü. Şimdi sıra ayağa kalkmakta En kötü Milan Kırmızı-siyahlılar daha kötü günler de görmüş, hatta küme düşmüştü! Tarihi değiştiren lider Ülkemizde pek iyi anılmasa da Aragones İspanya futboluna unutulmaz anılar bıraktı Ajax’ın Aja8 olduğu gün Cruiyyf’un başarılarla dolu futbol kariyeri tam bir hezimetle son bulmuştu 10 numara tembelleştirir 10 numaralar hala var ve hala özeller. Ama artık boyut değiştirdiler, ön planda değil arka planda… Bir gol makinesinin anatomisi 2013 yılını 69 golle kapatan Ronaldo’ya bu golleri hangi ayakla, nasıl, kimin yardımıyla attı Maç bahane Varol Döken Fenerbahçe’nin yenildiği Eskişehirspor maçını bahane etti, deplasman izlenimlerini yazdı Emre Özcan İtalya HF116 DiPTEN ÇIKMA HESAPLARI SEEDORF & BARBARA Son iki sezonda dibe vuran Milan’daki problemin temeli aslında çok daha eskilere dayanıyor. Bunu tersine çevirmesi beklenen isimlerse oldukça enteresan. Milan’ın kaderi bu isimlerin ne kadar rahat bir çalışma ortamı bulacağına bağlı “Manchester City ve Real Madrid çok farklı iki takım. Ocak ayında teklif geldiği zaman sezon ortasıydı. Taraftar benim kalmamı istemişti. Onlara çok güçlü bir şekilde gönülden bağlıydım ve kalmaya karar verdim. Ama şimdi farklı bir şans daha geldi ve Milan şu anda finansal yönden büyük bir kriz içerisinde. Burada yine kalmayı istedim ama dünyadaki kriz birçok kulübü etkiledi. Milan’daki yöneticilerle oturup konuştuk ve benim satılmamın kulüp için en iyi çözüm olduğuna kanaat getirdik ve ben de buraya geldim.” Milan, 2009’da 2000’li yıllardaki en önemli “franchise” oyuncusunu Real Madrid’e satarken Kaka ilk basın toplantısında bu cümleleri sarf etmişti. Milan’daki ekonomik krizin belirtileri için herkes geçtiğimiz sezon başındaki Thiago Silva ve Zlatan Ibrahimovic satışlarını konuşurken problem aslında çok daha önce başlamıştı. Son 10 yıl içinde dünyayı vuran ekonomik krizin Avrupa’da en çok etki yaptığı ülkelerden biri olan İtalya’da bunun yansıması çok doğal bir şekilde futbolu da vurdu. Kulüplerin ekonomik çapı küçüldü, verilen bonservisler ve maaş çatılarında yarı yarıya azalma yaşandı. 90’lı yıllarda dünya futboluna hükmeden Serie A yaşanan daralmayla birlikte Premier League, Bundesliga ve El Clasico tabanlı çıkış yapan La Liga’nin da yükselişleriyle bir anda dördüncü sıraya indi. Kulüp yapıları itibarıyla patron takımları hüviyetindeki İtalyan kulüplerinin modernize olamaması, sorunlu statlar ve tribünlerden kaçan seyirciler yayın gelirleriyle birlikte birçok yönden gelirleri de aşağı çekiyordu. Üstüne 2006 yılında ortaya çıkan Calciopoli Skandalı’yla birlikte Serie A’daki ve kulüplerdeki düşüşün temelindeki ekonomi aslında sadece Milan’ı vurmamıştı. Ama en çok Milan’ı vurmuş olabilirdi. Kaka, Milan’dan yaklaşık 65 milyon euro bonservis bedeliyle Real Madrid’e transfer olmuştu. Kaka’dan önce Beckham Keza Kaka’dan önce David Beckham’ın da iki sezon boyunca Los Angeles Galaxy’den kiralık olarak geldiği Milan’da daha uzun süreli yer alamamasının altında oyuncunun yüklü maaş bordrosu yer alıyordu. Yılda 9 milyon euro kazanan Kaka’nın da gidişiyle hem maaş çatısı, hem de rekor bonservis (60 milyon euro) takıma nefes kazandırmış olabilirdi ama Milan’ın açıkçası çok daha fazlasına ihtiyacı vardı. Zira takımın düşüşü aslında pek de son iki sezona dayanmıyordu. Milan 2000’li yıllarda sadece iki kez Serie A şampiyonu oldu. Doksanlı yılları domine ettikten sonra son 14 sezonda kazanılan iki şampiyonluk muhtemelen elde edilen iki Şampiyonlar Ligi kupasıyla biraz göz ardı edildi. Belki de Milan için daha can sıkıcı olan durumsa Calciopoli skandalı sonrasında Roberto Mancini ve Jose Mourinho’nun da yardımlarıyla ligin tek büyük gücü haline gelen ve üst üste 5 şampiyonluk kazanan Inter’in sezonlarının hiçbirinde Milan ikinci dahi olamamasıydı. Dibe vuruş Ama geçtiğimiz sezonun özellikle ilk yarısında yaşananlar ve bu sezon şu anda içinde bulundukları durum yaklaşık 10 yıllık düşüş sürecinin en dip noktası. Geçtiğimiz sezon ilk 13 haftada sadece 4 galibiyet elde edebilen ve bir ara ezeli rakipleri Inter’in 13 puan arkasında, 13. sıraya kadar gerileyen Milan’da tartışılan adam Massimiliano Allegri’nin Mario Balotelli transferiyle birlikte işleri beklenmedik bir şekilde toparlaması ve ikinci yarının en başarılı takımını ortaya çıkarması sorunları sadece öteledi. Bu sezon çok daha şiddetli bir dibe vuruşla birlikte Berlusconi faktörüyle geçtiğimiz yaz görevde kalan Allegri kovuldu ve yerine Clarence Seedorf getirildi. Peki, bunun farklı olması mümkün olabilir miydi? Buna evet cevabını vermek pek mümkün değil. Kaka ve Beckham’ın kayıpları aslında sadece buz dağından kopan ilk parçalardı ve küresel ısınma daha sonra çok daha şiddetli etkiler yapacaktı. Özellikle gelirler konusunda İtalya büyükleri içinde dibi gören ve kısa vadede bir stat yapma durumu da olmayan Milan’da Silvio Berlusconi ve Adriano Galliani yaptıkları toplantılar sonucunda şiddetli bir küçülmeye gitmeleri gerektiğine karar verdiler. Yıllardır bir ninni olarak dayatılan finansal fair-play’in çok daha ciddileşmeye başlaması gelir sıkıntısı had safhada olan takımdaki maaş çatısının yüksekliği nedeniyle kulübün önünde ciddi bir tehditti. Milan’ın sahibi olarak aslında futbolla olan ilgisinden çok Berlusconi ismini parlatma amacıyla Milano ekibinden nemalanan Silvio Berlusconi’nin ise aklında yıllardır gençleştirme operasyonu klişe bir hayal olarak yer alıyordu. Finansal fair-play etkisi Finansal fair-play’e uyum temeliyle birlikte sadece takımın değil, muhtemelen pozisyonlarında ligin en iyi iki oyuncusu olarak öne çıkan Thiago Silva ve Zlatan Ibrahimovic’in satışlarıyla birlikte hem maaş yükü ciddi bir şekilde hafifletildi, hem de hatrı sayılır bonservis miktarlarının Paris St. Germain’in Araplar’ı sayesinde direkt bir şekilde hesaba yatmasıyla kulüp nefes aldı. Thiago Silva ve Zlatan’ın takıma yıllık ücret yükü toplam 21 milyon euroyu buluyordu. Uzun süreli kontratları ve elde edilen bonservislerle birlikte Milan yaklaşık 170 milyon euroluk bir artıya geçti. Bunun yanında yine ciddi maaşlar alan ve artık takımın futbol dünyasında dalga konusu olmaya başlayan yaş sınırını bir hayli yukarı çeken oyunculardan Alessandro Nesta, Gennaro Gattuso, Clarence Seedorf ve Filippo Inzaghi gibi oyuncuların takımdan ayrılmaya zorlanmasıyla birlikte Milan geçtiğimiz sezonun başında aslında iskeletini de kaybetmiş bulunuyordu. Kadın yönetici devri? Stadını yaptıktan sonra para harcamaya başlayan Juventus ve Amerikalı sahiplerle Roma’nın harcadığı parayla birlikte yine Napoli’nin çıktığı miktarlar Milan’ın onlarla rekabet etmesini zorlaştırdı. Dolayısıyla son iki sezonda takımın arkada kalması çok anormal değildi. Fakat Roma ve Napoli’nin özellikle bundan birkaç yıl önce de Milan’a göre daha az para harcayarak elde ettiği başarılar Silvio Berlusconi’nin kızı Barbara Berlusconi’yi sinirlendiriyordu. Özellikle yüksek meblağlı bazı transferlerin son 10 yılda bekleneni verememesi, bunun yanında bu transferler esnasında Mina Raiola ve Ernesto Bronzetti gibi menajerlere büyük paralar kaptırılması Berlusconi’nin kızının dikkatini çekti. Kendisini son dönemde geri çekerek kulübü tam anlamıyla Adriano Galliani’ye bırakan Silvio Berlusconi’yle sürekli toplantı yaparak haklı gerekçeler sunan ve kulübün işleyişinde köklü değişiklikler yapmak istediğini dile getiren Barbara Berlusconi’ye babasından ret gelmedi. Aksine eski başbakan, Silvio Berlusconi & Adriano Galliani kızının fikirlerinden hoşlandı ve uygulanabilir bularak onun rolünü artırmak istediğini söyledi. Fakat eski usül adamı Adriano Galliani’yle Barbara Berlusconi’nin fikirleri çakışıyordu ve ortada net bir anlaşmazlık vardı. Keza Bayan Berlusconi’nin Paolo Maldini’yi sportif direktör olarak düşünmesi ve Maldini’nin kulüpten ayrılırken Galliani’yle arasının bir hayli bozuk olması da tüm bunların üstüne tuz biber olmuştu. İki taraftan birinin kulüpte devam etmesi bu durumda pek mümkün görünmüyordu. Yönetim çatışması Barbara Hanım zamanla kontrolü eline almaya başladı. Adriano Galliani’yse kendisini dışlanmış hissediyordu. Bayan Berlusconi’nin sürekli yeniliğe yaptığı vurgular eski moda yönetici olarak Galliani’nin ağırına gitmeye başladı ve 27 yıldır kulüpte CEO olarak çalışan deneyimli yönetici görevini bırakacağını açıkladı. Açıklamasını yaparken durumu anladığını, kulübe bir değişim gerektiğini de bildiğini ama daha nazik bir şekilde davranılmayı hak ettiğini söylemesi kuşkusuz Silvio Berlusconi’yle birlikte taraftarları da üzmüştü. Zira Arrigo Sacchi ve Fabio Capello’yla birlikte Avrupa futbolunun zirvesine çıkan takımda da Galliani en çok emeği olan insanların başında geliyordu ve son dönemdeki muhtemel yanlışları elbette ona bakışı negatif hale getirmemişti. Patron el koyuyor Arada kalan Silvio Berlusconi oldu. Sadece Alessandro Matri transferinin Milan’a bonservis, maaş ve vergilerle birlikte 30 milyon euroya Barbara Berlusconi 2013’ün sonunda Milan’da CEO olarak göreve getirildi. patlamasına neden olan ve bunun yanında Matri, Constant, Acerbi ve Salamon gibi oyunculara toplam 28 milyon euro yatırarak tepki çeken Adriano Galliani’yle özel bir toplantı yapan Silvio Berlusconi, olaya el koyduğunu ve eski dostunun hiçbir yere gitmeyeceğini açıkladı. Bundan böyle Milan’ın iki CEO’su olduğunu ve Adriano Galliani’nin futbol operasyonlarının başında yer alırken Barbara Berlusconi’nin ise reklam ve pazarlama bölümünün başında bulunacağını açıklamasıyla birlikte kozlar yeniden Galliani’nin eline geçti. Barbara Berlusconi, “Ben hiçbir zaman Adriano Galliani’nin kulüpten ayrılmasını istemedim, sadece usulün değişmesi gerektiğini düşünüyorum” derken şu anda sessiz görünüyor ama bu iki başlı sistemin kulübe uzun vadede neler getireceği muamma. Beklentiler çok yüksek değil, sezon sonunda dengelerin yeniden değişme ihtimali de dolayısıyla hiç az değil. Ama her zaman büyük zekâsıyla ve pazarlık yeteneğiyle dikkat çeken Galliani’nin yaptığı tek bir hamleyle yeniden desteği arkasına alması mutlak bir şekilde yaza kadar Barbara Berlusconi’nin karşı hamlesiyle cevap bulacak. Taht oyunlarının egemen olduğu Milan’ın ise bundan fayda sağlaması pek mümkün görünmüyor. Çare Hollandalı mı? Milan’da durum bu kadar sıkıntılıyken değişim odağının başlangıcı olarak futbol takımının görülmesi normal olandı ve Clarence Seedorf hamlesiyle birlikte teknik direktör değişikliği geldi ve bunu da kadronun kademeli bir şekilde daha da gençleştirilerek belli bir potansiyele kavuşturulmasının takip etmesi bekleniyor. Seedorf hamlesinin temelinde Juventus – Antonio Conte işbirliğinin verimi var. Kulübü bilen eski futbolcudan teknik adam yaratma eğilimi dünya futbolunda pek de yeni değil. Ama göz önünde bu kadar net bir örnek varken Primavera takımının başındaki Filippo Inzaghi’yle Clarence Seedorf arasında kalan Milan yönetiminin bundan sonraki tercihi pek de büyük fark taşımıyordu. Neden Seedorf? Ne var ki şu anda genç takımı yöneten ve küçük de olsa bir yöneticilik tecrübesi bulunan Inzaghi’nin yerine hayatında hiç hocalık yapmamış olan ve Brezilya’da futbol hayatına devam eden Hollandalı’nın getirilmesi içinde enteresanlık barındırıyor. Clarence Seedorf yapılan görüşmelerde söyledikleriyle Galliani ve Berlusconi’yi fazlasıyla etkilemiş olmalı ki hem Milan’dan yapılan açıklamalar, hem de Seedorf ve göreve başlangıç sonrasında futbolculardan gelen tepkiler hamlenin altında yatan gerçekleri ortaya koyuyor. “Ben çalışırken oyuncularıma heyecan ve şevki enjekte etmek istiyorum. Zira futbolculuk için temel ihtiyaçlardan en önemlisi bu. Bunlar benim ilk sözlerim ve heyecanı yeniden bulmak, sahada futbol oynarken eğlenmek ve keyif almak, antrenmanları zevkli hale getirmek arkasından başarıyı kendiliğinden getiren durumlar.” Seedorf’un bu açıklaması onun hocalığa bakışını yeterince açıklıyor olabilir. Massimiliano Allegri oldukça iyi bir taktisyendi fakat donuk ve heyecansız tavırları zaten yetenek problemi bulunan kadro profilinin silkinmesinin önüne geçiyor olabilirdi. Seedorf’un tavırlarıysa şimdiden farkını yaratmış durumda. Başta Mario Balotelli ve Riccardo Montolivo olmak üzere birçok oyuncu Hollandalı’nın karizmasından ve ne istediğini takıma çok net bir şekilde anlatabilme özelliğinden dem vuruyor. Oynadığı süre boyunca çok kaliteli teknik adamlarla çalışan ve hemen hemen tüm hocalarının sahadaki gözü ve koçu olma özelliğini kazanan Seedorf’la ilgili Carlo Ancelotti’nin tam 5 sene önce “O, harika bir teknik direktörlük potansiyelini içinde gizliyor” cümlesi bugünlerde biraz daha anlamlı hale gelmiş olabilir. Daha enerjik ve daha hücumcu Clarence Seedorf’un de Milan yönetimine paralel olarak takımı gençleştirerek potansiyeli yüksek oyuncularla yola devam etme isteğinde olduğu Uzun yıllar Milan formasını terleten Clarence Seedorf, şimdi kırmızı-siyahlılarda teknik direktörlük görevine soyundu. biliniyor. Takıma gelir gelmez “Sistemi 4-2-31’e çevireceğiz ve hücum futbolu oynayacağız” diyen Hollandalı, kendi ülkesinin karakterini devam ettirerek Arrigo Sacchi’nin izinden gitmek istediğini açıkça gösterdi. Milan, onunla çıktığı ilk iki lig maçını kazandı ve son olarak Torino’ya karşı San Siro’da 1-1’lik beraberlikle sahadan ayrıldılar. Fakat özellikle Keisuke Honda’nın takıma girişiyle birlikte sistemin değişmesi ve Kaka’nın hücumların merkezinde daha etkin bir role kavuşmasıyla Milan’ın hücum aksiyonlarında gözle görülür bir iyileşme mevcut. Milan’da değişim ve muhtemel gelişim sezon sonuna kadar devam edecek gibi görünüyor. Keisuke Honda, Adil Rami, Adel Taarabt ve Michael Essien transferleriyle birlikte takımın kadro kalitesinde ciddi anlamda bir iyileşme mevcut. Eğer Seedorf geçtiğimiz sezon Allegri’nin yaptığı çıkışın benzerini tekrarlayabilirse önümüzdeki sezona takımına ve camiaya çok daha hakim bir şekilde giriş yapabilir. Daha fazlası içinse önce stat, sonra da daha iyi ekonomi planlamaları ve belki de daha fazla Barbara Berlusconi gerekiyor. Adriano Galliani’nin bunlara ne kadar izin vereceğiyse Milano ekibinin bundan sonraki dönemini direkt bir şekilde etkileyecek gibi görünüyor. Güner Çalış Unutulmaz TARiHiN GÖRDÜĞÜ EN KÖTÜ MiLAN Bugünlerde Serie A’da zor günler geçiren ve 29 puanla 10. sırada yer alan Milan, daha kötüsünü de yaşamış ve 1981/82 sezonunda küme düşmüştü. İşte kırmızı-siyahlıların o kâbus dönemi Fikstürün ilk yarısı tamamlandığında 22 puanla 11. sırada bulunan Milan, bundan daha kötü olmayı başarabildiğinde Barbara Berlusconi’nin doğmasına henüz 2 sene vardı. 1981/82 sezonuydu ve o sıralar 16 takımla oynanan Serie A’nın 15 haftası sonunda 15 puan toplayabilen Rossoneri, sondan üçüncü sırada yer alıyordu. Sezonun ikinci kısmında ne Baresi’nin dönüşü, ne hocanın ne de başkanın değişmesi fayda edecekti. Düşecek takımı fotofinişin belirleyeceği son haftada, Napoli kalecisi Castelli 85. dakikada çok garip bir gole izin veriyor ve bu da kümede kalan takımın Genoa olacağı anlamına geliyordu. O sezonun tamamına 21 gol sığdırabilmiş Milan’ın son yarım saatte bulduğu 3 gol ve 2-0’dan çevirdiği maçın artık bir önemi yoktu. Maç bitiminde coşkuyla sahaya inen taraftar, Napoli’den gelen geç gol haberiyle büyük bir yıkıma uğrayacaktı. Milan küme düşmüştü. HF116 80’lerde Serie A 80’lerin sonu ve özellikle de 90’lar, İtalyan Ligi’nin altın çağıydı. Platini, Maradona, van Basten gibi dünyanın en iyi oyuncuları Serie A’da top koşturuyor; bir zamanlar ayakkabıcı çırağı olan Arrigo Sacchi’nin dönüştürdüğü Milan, alan savunması ve presli oyunu başka bir formda sunarak dünya çapında futbolun hüviyetini değiştiriyordu. 80’lerin ilk bölümü, bu yükselişe ön ayak olan gelişmelerle başlamıştı. Serie A, 1980/81 sezonunda kulüplere bir adet yabancı oyuncu oynatabilme hakkı tanıyacağını duyuruyordu. Bu sayı ilerleyen yıllarda kademeli olarak artırılacaktı. Ülkenin en köklü kulüplerinden Milan içinse, 80’lerin ilk yarısı felaket demekti. 1980’de patlak veren Totonero skandalında küme düşürülen takım, geri döndüğü ertesi senede (1981/82) tekrardan bir alt ligin yolunu tutacak ve görkemli tarihindeki en karanlık günlerini yaşayacaktı. Ama bu kaotik dönemin çok önemli bir sonucu olmuştu. 1986 yılına gelindiğinde, serbest düşüşteki kulübü medya devi Silvio Berlusconi satın alıyordu. İtalyan pasaportu olmayan yalnız bir oyuncunun oynatılabildiği durumda, takımların yabancı tercihlerine ayrıca özel anlamlar yüklemek mümkündü. Kuralın devreye girdiği 1980/81 sezonunda, şampiyon Juventus’un sükseli transferi Arsenal’den Liam Brady olmuştu. İrlanda’dan çıkan en iyi sol ayak, Bergkamp öncesi Arsenal’in sanatçı kontenjanını dolduran isimdi ve İtalya’da da epey bir iz bırakmayı başaracaktı. Napoli, efsane Ajax kadrosunun savunma oyuncularından Ruud Krol’ü transfer ediyordu. Krol, sene sonunda Guerin Sportivo dergisi tarafından yılın oyuncusu seçilecekti. Roma’nın yıldızıysa Radamel Falcao’nun isim babası olan Brezilyalı oyun kurucu ‘gerçek’ Falcao’ydu. En iyi takımlar, en göz alıcı yetenekleri kapmaya başlamıştı. Çamaşır makinesi Joe O seneyi Serie B’de geçiren Milan’ın, hemen ertesi sene geri döndüğünde tekrardan ligin en önemli takımları arasında yer alacağı düşünülmüştü. Gattuso 2011’de oynanan Şampiyonlar Ligi 2. tur maçında Tottenham antrenörü Joe Jordan’ın boğazını böyle sıkmıştı. Joe Jordan Takımın önemli oyuncularından Walter Novellino, birkaç iyi takviyeyle şampiyon olabileceklerinden bahsediyor; görüşülen yabancı oyuncular arasında Cruijff, Zico, Ceulemans gibi isimler yer alıyordu. En sonunda anlaştıkları isimse Joe Jordan olacaktı. Pek de büyük kulüplerin yaptığı göz alıcı transferlere benzemeyen; ön yargı ve küçümsemeyle bakılan uzun topçu İngiliz liginden alınan, en önemli niteliği fizik gücü olan bir İskoç forvet. Onu, 2011’de Gattuso’nun boğazladığı Tottenham antrenörü olarak da hatırlayabilirsiniz. Jordan, Milan’ın tepetaklak gidecek sezonunun ilk alameti olacaktı. Gol bulabilmek sahiden ciddi bir sorun olmuştu. Jordan’ın 8. haftada atacağı gole kadar, Milan 630 dakika boyunca sadece 1 gol kaydedebiliyor ve o golü de Napoli’den Ferrario kendi kalesine atıyordu. Sene sonunda Milan’dan daha az gol atan tek takım, ligi son sırada bitiren Como’ydu. Olmayan iki ön dişi ve sahadaki korkutucu görüntüsü nedeniyle ‘Jaws’ lakabı takılan Joe Jordan da Akdeniz sularında maharetlerini sergileyemiyor ve ligi 2 golle tamamlıyordu. Gazetelerin maç sonu verdiği puanlara bakılırsa, o sezonun en kötü performans gösteren yabancı oyuncusu oydu. Kötü başlangıç, kötü son Joe Jordan talihsiz bir tercih olabilirdi. Ama Milan’ın sezonunu gerçekten derinden etkileyen, Franco Baresi’nin sakatlığı olmuştu. 21 yaşındaki Baresi, daha o günlerde takımın en kilit isimlerinden biriydi ve ekim ayı başında sakatlıktan sonra geri dönmesi 4 ayı bulacaktı. Kariyerinin bitebileceği dahi söylenmişti. Sezonun ikinci yarısında tekrar oynamaya başladığında, ciddi anlamda kilo kaybettiğini fark etmemek mümkün değildi. Baresi’nin sakatlandığı 4. haftadaki Juventus maçına gelirken, sezonu iki 0-0’lık beraberlik ve 1-0’lık Napoli galibiyetiyle açan Milan 4 puanda bulunuyordu. İtalya Milli Takımı hocası Enzo Bearzot, sezonu şampiyon Juventus’un hemen arkasında bitirecek olan Fiorentina’yla berabere kalan Milan’ın oynadığı oyundan memnundu. Üst sıralarda bitirecekleri tahmininde bulunuyordu. Fakat Juventus mağlubiyeti ve Baresi’nin sakatlığıyla başlayan süreçte, Milan’ın tekrar kazanması için 10 hafta geçmesi gerekecekti. için Cesena’yı yenmesi yetmiyordu. Bologna’nın kazanamaması ve Genoa ya da Cagliari’nin de kaybetmesi gerekliydi. Yeni başkan, yeni hoca Ne yaptın sen Castellini! Krizdeki kulüp, sezon ortasında seçime gidiyordu. Yeni bir başkan seçildiğinde, sezon başı getirilen Gigi Radice de görevinde fazla kalamayacaktı. 16. haftadaki Udinese mağlubiyeti sonrası, Italo Galbiati Milan’ın yeni hocası oldu. Ama işler daha da kötüye gitti. Söz konusu İtalya ise, son haftada ne beklemeniz gerektiğinden asla emin olamazsınız. 16 Mayıs 1982’de yaşananlar da en kısa şekilde pasticciaccio brutto, yani ‘karışık’ olarak tanımlanmış. Şüpheli bir karışıklık. Como’ya 2-0 kaybeden Milan, sonraki iki iç saha maçını tarafsız sahada oynamak zorunda kalacaktı. Milanlı bir taraftarın attığı taş, o sene Dünya Şampiyonu olacak İtalya Milli Takımı üyelerinden Fulvio Collovati’ye isabet ediyor ve olaylar maç sonuna taşınıyordu. Milan, yeni hoca geldiğinden bu yana sadece 1 galibiyet alabilmişti. Cezanın bitmesinin ardından Genoa’yı deplasmanda 2-1 yenecekler, ertesi hafta bir daha kazanacak ve 30. haftaya, son 5 maçını kaybetmemiş bir takım olarak gireceklerdi. Ama yeterli değildi. Milan’ın ligde kalabilmesi Franco Baresi Kazanana 2 puan verilen sistemde, Cagliari’nin 24, Genoa’nın 23, Milan ve Bologna’nın 22 puanı bulunuyordu. Lider Juventus’la aynı puandaki Fiorentina deplasmanına gidecek Cagliari, puan avantajına rağmen işi en zor olan takımdı. Genoa, dördüncü sıradaki Napoli deplasmanındaydı. Milan’la Bologna ise Cesena ve Ascoli gibi daha zayıf rakiplere karşı oynuyordu. Milan, son 5 maçında namağlup olarak geliyordu ve bundan 4 gün önce bir de Avrupa Kupası kazanmıştı. 1992’de kaldırılan Mitropa Cup, o tarihlerde ikinci kademe liglerde şampiyon olan Avrupa kulüpleri arasında oynanıyordu ve Çek takımı Vitkovice’yi mağlup eden Milan, o sezonun şampiyonu olmuştu. Joe Jordan’ın golü kümede kalmaya yetmezken Cagliari ile 2-2 berabere kalan Genoa lige tutunmuştu. Yine de işler pek de beklendiği gibi gitmedi. İlk yarıyı 1-0 geride kapattıktan sonra, 63’te bir gol daha yediler. Umutlar tükenmek üzereydi. Radyodan diğer maçları takip etmeye çalışanlar için, Genoa’nın Napoli karşısında 2-1 geride olması artık önemsiz bir detaydı. Derken, dört dakika sonra Joe Jordan’ın gol atacağı tuttu. Hemen onu takiben bir gol de Romano’dan geldiğinde, işler bir anda bambaşka bir hâl almıştı. Cagliari maçında gol yoktu ve Bologna 1-0 gerideydi. Momentumu arkasına alan Milan, bir anda bu takımlar arasında en avantajlı konuma yükselmişti. Roberto Antonelli, 82’de skoru Milan lehine 3-2’ye getirdiğinde artık stat yıkılıyordu. Üç kişiden kurtulan Antonelli, sol çaprazda hemen hemen imkansız bir açıdan şutu çıkarıyor ve top, gol olması için gereken tek noktaya doğru süzülüyordu. Bu gol hâlâ Milan tarihinin en iyi golleri arasında anılıyor. Fakat tam da bu sıralarda, Napoli’de çok garip bir olay yaşanmaktaydı. Ligin en iyi kalecilerinden Luciano Castellini, kendi yarı sahasında topla oynarken beceriksizce bir hareket yapıyor ve Genoa’ya çok ucuz bir korner kazandırıyordu. Kazanılan kornerde hemen kale dibinde boşta kalan Mario Faccenda, skoru 2-2’ye getirecekti. Maçın geri kalanı, tribünlere gönderilen her vuruşun coşkuyla karşılandığı bir havada geçiyor ve Cagliari’yle beraber ligde kalmayı başaran son takım Genoa oluyordu. Kadrosunda Franco Baresi, Mauro Tassotti, Alberigo Evani gibi kulübün unutulmaz isimleri arasında yer alacak yetenekleri bulunduran Milan, küme düşmüştü. 1981/82 sezonu Milan kadrosu Unutulmaz Emre Çelik HF116 TARiHi DEĞiŞTiREN LiDER Turnuvalara ambargo koyan İspanya’nın geleneğini başlatan Luis Aragones, yarım asrı aşkın futbol kariyeriyle arkasında muhteşem hatıralar bırakarak aramızdan ayrıldı 15 Mayıs 1974 tarihinde Brüksel’deki Heysel Stadyumu’nda Avrupa’nın en büyüğü belli olacaktı. Bir tarafta Atletico Madrid, diğer tarafta ise Almanların yükselen devi Bayern Münih vardı. Daha önce Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı hiç kaldıramayan iki takımın maçında 0-0 biten normal sürenin ardından uzatmalara gidilmiş, ikinci devrenin sonlarına doğru ise Atletico Madrid, atak yönüne göre sol taraftan ceza sahasının yakınında bir serbest vuruş kazanmıştı. Topun başına her zamanki gibi takımın sağ açığı ‘Zapatones’ lâkaplı 8 numara geçti. Top, altı kişilik barajın sağından süzülür süzülmez Atletico Madridli oyuncuların birçoğu sevinmeye çoktan başlamıştı. Hatta aralarında sevincini dışa vurup kollarını havaya kaldıranlar bile vardı. Tıpkı İsveç karşısında Ronaldo daha topla buluşur buluşmaz gole sevinen Hugo Almeida gibi... Almanların efsanesi Sepp Maier, sağından kaleye süzülen topa atlayamadı bile. Ve öne geçen taraf 114’te Atletico Madrid oldu. Atletico Madrid’e üstünlüğü getiren ‘Zapatones’ lakaplı döneminin Ronaldo’su ise geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz Luis Aragones’ten başkası değildi. Luis Aragones, o golle takımını şampiyonluğa ulaştıramadı ama çoktan Atletico Madrid’in efsanesi olmuştu. Lâkin La Liga seviyesine yükselmesi hiç de kolay olmamıştı. Getafe’den büyük beklentilerle Real Madrid’in yolunu tutmasına rağmen Alfredo di Stefano, Ferenc Puskas, Paco Gento, Raymond Kopa, Hector Rial, Enrique Mateos gibi isimler, genç yeteneğin önünü tıkamıştı. Hatta o dönemin B takımı Plus Ultra’da çıktığı ilk iki maç olan 4-0’lık Eldense ve 11-0’lık Jean mücadelelerinde 6 gol atması bile as takımın kapısındaki kilidi açamamıştı. Aragones de kısa süreli Oviedo ve Real Betis maceralarının ardından Atletico Madrid’in yolunu tutmuştu. Fakat bu Real Madrid’den Atletico Madrid’e yaptığı geçiş, yıllar sonra 2006’da başını fazlasıyla ağrıtmaya yetti. EURO 2008’e hazırladığı takımdan sistemine uymadığı için Albelda, Joaquin, Salgado, Luis Garcia ve Raul gibi isimleri kesen Aragones, özellikle İspanya’nın gelmiş geçmiş en iyi forvetlerinden Raul’u kadroya almadığı için suçlandı, “Atletico Madrid efsanesi ya Atletico’dan Real’e geçen ve Real’de efsane olan Raul’u sırf bu yüzden takıma almıyor” şeklinde itham edildi. Kimseyle paylaşmak istemiyordu Evet, Aragones için Atletico Madrid’in yeri ayrıydı. Atletico Madrid’e sempati duyduğunu söyleyen Papa II Jean Paul’u bile sırf bu yüzden sevmiyordu. “Papa’nın sözlerinin ardından birçok kişi bizim kulübe sempati duymaya başladı. Niye seveyim ki?” sözleriyle Atletico Madrid’i kimseyle paylaşmak istemediğini de söylemişti ama Raul meselesinde kendi ifadesiyle kimse Aragones’i anlamamıştı. Zaten Aragones için de bunun pek önemi yoktu, önemli olan onun oyuncuları anlayabilmesiydi. Ballack’a Wallace diyordu Anlardı da. Oyuncunun halet-i ruhiyesini bilirdi. Yıllar önce Atletico Madrid’i çalıştırırken 3-0 mağlup olduğu bir Las Palmas deplâsmanının ardından kafileyi otelde toplayıp “Haftaya kazanmamız lazım. Ne olursa olsun, nasıl oynarsak oynayalım kazanmamız lazım. Onun için bu gece kimseyi otelde istemiyorum. Şimdiden çıkın ve galibiyeti içerek kutlayın.” diyen adam, art niyetli olmasa da siyahilerin farklı bir gözle bakıldığı İspanya’da Reyes’i motive ederken de Henry için bilerek “zenci” demişti. Fernando Torres’in EURO 2008 finali öncesinde “Soyunma odasında Aragones’i dinliyorduk. Ballack’ı anlatıyordu ama Wallace diyordu. Aramızdan biri ‘Hocam Ballack, Wallace değil’ deyince ‘Ben nasıl istiyorsam öyle derim.’ cevabını verdi. Tünelde gergin bir biçimde maçı beklerken geldi ve bize göz Luis Aragones (solda) futbolculuğunda Atletico Madrid’in efsane isimlerinden biri olmayı başarmış ve 3 kez La Liga’da zafer yaşamıştı. kırpıp Ballack’a giderek ‘İyi şanslar Wallace’ dedi.” sözleriyle anlattığı hikâyedeki gibi Aragones’in oyuncuyu bilmesi, ‘Elemelerde eserler de yarı final göremezler’ etiketinden bir türlü kurtulamayan İspanyolların makus talihini değiştirmişti. EURO 2008’deki zaferle Katalanları, Galiçyalıları, Baskları, Endülüslüleri kısacası tüm İspanya’yı birleştiren neredeyse ilk kişi olmayı başardı. İşte bu dehası sayesinde ‘Hortaleza’nın bilgesi’ olarak anılan Aragones, geçtiğimiz pazar bir kez daha tüm İspanyolları birleştirdi. Lâkin bunun sebebi yenemediği kan kanseriydi. Aragones belki hayata gözlerini yumdu ama pazar akşamı Vicente Calderon’daki maçın 8’inci dakikasında tribünlerin “Luis Aragones, Luis Aragones...” Tezahüratı yaptığı esnada skorboardda çıkan “Hasta siempre Luis” sloganında belirtildiği üzere sonsuza dek yaşayacak. Şurası kesin ki ne Atletico Madrid camiası ne de İspanya, Aragones’i, kaderlerini değiştiren bu adamı unutacak. 2008 yılında İspanya’nın makus talihini yenen Aragones, Boğalar’a 1964 yılından sonra ilk Avrupa şampiyonluğunu kazandırdı. Gelen zafer sonrası tüm takım için Aragones artık bir kahramandı. Genelde soğuk tavırlarıyla bilinen deneyimli hocanın da artık yüzü gülüyordu. Fırat Topal Unutulmaz HF116 AJAX’IN AJA8 OLDUĞU GÜN Bayern Münih bugünlerde önüne kim çıksa ezip geçiyor. Bavyera devi yaklaşık 40 yıldır bu karaktere sahip. Öyle ki, bir futbol efsanesinin jübilesinde, onu 8-0’lık mağlubiyetle veda ettirecek kadar. Johan Cruijff’un 1978’deki jübile maçı bu haftaki hikâyemiz Johan Cruijff başarılarla dolu futbol kariyeri sonrasında 1978 yılının yaz aylarında, 31 yaşındayken futbolu bırakma kararı aldı ve tüm kariyerinde forma giydiği 2 kulüp, Ajax ve Barcelona 27 Mayıs 1978’de Camp Nou’da karşı karşıya geldi. Barcelona 3-1 kazandı ve Hollandalı, Katalan halkına veda etti. Ama Amsterdam halkına da özel bir veda düzenlemek istiyordu. Ona “De Verlosser” (kurtarıcı) lakabını veren ülkesinde, binlerce taraftar önünde ve elde edilecek gelirin bazı yardım projelerine harcanacağı bir maç düzenlendi. Peki, maçta Ajax’ın rakibi kim olacaktı? Onun parıltılı kariyerinin çok önemli bir eksiği olan 1974 Dünya Kupası’nı Hollandalıların elinden alan Almanların devi Bayern Münih, Cruijff’un seçtiği takım oldu. Anlayacağınız sadece Cruijff’un jübilesi değildi oynanacak maç, 70’lerin neredeyse tümünü domine etmiş 2 takımın (1970’ten 1976’ya kadar düzenlenen 6 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nın 3’ünü Ajax, 3’ünü Bayern kazanmıştı) bir devri kapatması anlamına geliyordu adeta. 7 Kasım 1978 tarihinde karar kılındı. Posterler hazırlandı, Bayernli futbolcular Münih’ten yola çıktı. Bayernli futbolcular Schiphol havalimanına ayak bastıklarında, jübile maçının bitimine kadar sürecek olan Hollanda misafirperverliğinin (!) izlerini görmeye başladılar. İlk olarak böyle bir jesti yapıp, kulüp efsanesinin jübile maçında oynamayı kabul etmelerine rağmen, Ajax’tan hiçbir delege Bayernli futbolcuları karşılamaya gelmemişti. Ortada onları otele götürecek otobüs dahi yoktu, bu yüzden futbolcular gruplar halinde taksi tutmak zorunda kaldılar. Bayern bavullarını aldı ve maça kadar konaklayacakları otelin yolunu tuttu. Burada onları ikinci bir sürpriz bekliyordu, çünkü kendileri için rezerve edilen otel ikinci sınıf bir otel dahi değildi. Münihliler bu rahatsız otele yerleştikten sonra, Amsterdam’daki ilk saatlerinde durumu çok fazla problem haline getirmediler ve Olimpiyat Stadı’nın yolunu tuttular. Ancak kendilerini burada bekleyen 50 bin Hollandalı seyirci, onlar için ayrı bir sürpriz hazırlamıştı. Bayernli futbolcular maç öncesi ısınma hareketleri için sahaya çıktıklarında seyircilerin büyük protestosu ile karşılaşır. Tribünlerden kendilerine yöneltilen Nazi bağlantılı sloganlar onları uzun süre rahatsız eder, hatta Bayernli futbolcular topa her dokunduklarında kalabalıktan protesto sesleri yükselir. Ajaxlı futbolcular da meslektaşlarına saha içinde bir “hoş geldin” bile dememiştir. Nihayetinde futbolcular sahaya yürürlerken bu saldırgan hava hiç kesilmemiş ve çıkış tünelinde de Alman futbolculara sözlü saldırılar olmuştur. Paul Breitner o günkü atmosfer hakkında “Oraya, efsane futbolcularına veda etmek için gelerek bir jest yapmıştık ve içimizde hiç olmamasına rağmen bizi kazanma hırsıyla doldurmuşlardı” demiştir. Bayern’in bu saldırılar karşısında içinde uyanan devin hafızasında 2 hadise daha vardır. 1972-73 sezonu öncesinde Ajax ve Bayern, Almanya’da Münih Olimpiyat Stadyumu’nda hazırlık maçında karşı karşıya gelmiş ve Ajax 5-0 kazanmıştır. Ardından 1973’ün Mart ayında 2 takım Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası çeyrek finalinde birbirine rakip olmuş ve Ajax, Beckenbauerli, Maierli, Breitnerli, Hoeneßli, Müllerli kadroyu Amsterdam’da 4-0 mağlup etmiş ve turu geçmiştir. Genç Rummenigge rahatsız O günlerde Bayern’in rezerv takımında forma giyen, bugünün teknik direktörü, Hollandalı Martin Jol da kafilededir ve Bayern’in 1978’de Avrupa’nın zirvesinde yer almayan bir takım olmasına rağmen, olaylar karşısında Hollandalılara karşı Ajax taraftarları maç için bu posteri hazırlamıştı. bilendiğini itiraf etmiştir. Hatta Jol’a göre Cruijff’un kendisi de bu maç öncesi Ajax’la ilgili kafasında soru işaretleri barındırmaktadır, çünkü 1977 yılında Barcelona kariyeri devam ederken, Ajax’ın o zamanki başkanı Michael van Praag ile kendisini Amsterdam’a geri getirmek için bağlantıya geçmiş, ama bu transfer sadece 5 bin gulden gibi bir rakam yüzünden gerçekleşmemiştir. Jübile maçının olduğu sıralarda ABD’nin Washington Diplomats takımı onu emeklilikten döndürmek için girişimlere çoktan başlamıştır. Maç öncesi Ajax’ın o günkü başkanı Tom Harmsen, Cruijff’a altın bir saat ve renkli bir televizyon hediye eder. Bu televizyon daha sonra Hollanda tabloid basınının sayfalarına konu olmuştur, çünkü dedikodulara göre Cruijff’un oldukça baskın karakterli ve hafif kıskanç eşi Danny, hediyeyi resmen önceden sipariş etmiştir. Bayern’in öfkesi Almanlar maçın başlangıç düdüğünden itibaren rakip kaleyi abluka altına alırlar. Ajaxlılar da maçı çok ciddiye almamıştır aslında. Breitner bu durumu daha sonra “Neredeyse her atağımızda bize pozisyon veriyorlardı, ne yapacaktık, kaleciyle karşı karşıya kalınca topu dışarı mı vuracaktık?” şeklinde anlatmıştır. Bayern ilk yarıyı 3-0 önde kapatır. 2. yarı hiç hız kesmeden gollerine devam etmişler ve maçı 8-0 kazanmışlardır. Belki resmi bir maç oynanmamıştır ama bu sonuç Ajax tarihinin en büyük yenilgisidir. 23 yaşındaki Rummenigge 4 gol atar, Breitner ve Gerd Müller de 2 golle ona katılmıştır. Maç sonunda o festival havasından eser kalmamıştır, hatta atmosfer öyle karanlıktır ki, oyuna girip 2 asist yapan Martin Jol, bir Hollandalı olmasına rağmen oluşan havadan dolayı, maç sonunda Cruijff’u kutlamak için yanına gidememiştir. Cruijff 85. dakikada oyundan çıkmış, maç sonunda en az bin tane taraftar onun şeref turunu beklemeden stadyumdan ayrılmıştır. Cruijff’a saygısızlık Hollandalı bütün futbol otoriteleri hem o günlerde hem de olaydan yıllar sonra verdikleri röportajlarda Bayern’in bu davranışını Cruijff’a saygısızlık olarak yorumlamış, ama hem Ajax’ın bu skora davetiye çıkaracak şekilde, kulüp efsanesinin jübilesini bir Alman takımıyla ayarlamasına hem de futbolcuların maçı ciddiye almamasına da kabahat yüklemişlerdir. Maç 10 ülkede televizyondan yayınlanmış ve toplamda 100 milyon kişi tarafından izlenmiştir. Bu, aslında ilk başta olumlu bir durum gibi görülebilir ama 8-0 öyle bir etki yaratmıştır ki, Ajax’ın borsadaki hisseleri dibi görmüştür. Maçın geliri olan 400 bin guldenin sevinci bile tam olarak yaşanamamıştır. Cruijff jübile maçına üstünde kazandığı kupaların olduğu bir formayla çıkmıştı. Bir gazete manşeti, “Ajax hisseleri düştü” Cruijff: Gerçek bir maç olsun 2006 yılında Karl-Heinz Rummeningge ve Gerd Müller bu maç için kamuoyu önünde özür dilediler ve sahadaki 8-0’lık galibiyetleri sebebiyle gurur duymadıklarını belirttiler. Rummenigge ayrıca anlattığı anekdot ile sonucun nasıl ortaya çıktığına biraz daha ışık tuttu, “Maç öncesi kalecimiz Sepp Maier, soyunma odasına gidip Johan Cruijff’a “ne yapıyoruz?” diye sormuş, Johan da “Gerçek bir maç olsun” demiş. Olan da buydu... Cruijff’un yüzünden, yeşil sahalara 8-0’lık bir hezimetle veda etmenin üzüntüsü okunuyordu. Mustafa Demirtaş Taktik Analiz HF116 10 NUMARA TEMBELLEŞTiRiR Topa dokunuşlarıyla farkını belli eden oyuncuların kesin olarak başına gelecek bazı şeyler vardır: Bolca alkış, hayran kitlesi, aynı oranda tekme ve her seferinde “öne atılma” sevdası Hemen her futbolcunun hikâyesi, “Aslında ben küçükken forvettim!” cümlesiyle başlar. Hatta bir kısım kaleciler de buna dâhildir, örneğin Taffarel… Çoğunun altında gerçekle bağdaşmayan bir iç ses yatsa da, hakikaten de durum böyledir. Çünkü eğer futbolcu olacaksanız, evvela hücum oynayacak kadar yeteneğe sahip olmanız gerekir. Hele de Türkiye’de… Hiçbir çocuk “Benden mükemmel sağ bek olur” hayalleriyle bir kulübün seçmelerine katılmaz. Önce seçilir, sonra mevkilere dağılırlar. Kimi orta saha, kimi sol bek, kimi stoper. Sadece içlerinden en yeteneklileri hücum hattında kalır. Oysa belki de ilk önce onları geriye çekmek gerekir… Futbola bakış açımızda garip bir reflekse sahibiz. Orta sahada veya defansta oynayan bir oyuncuda biraz yetenek parıltısı gördüğümüz anda, “Bu çocuk neden önde oynamıyor!” hayıflanmaları başlar. Örneğin fırtına gibi esen bir bek görüldüğünde, hayallerdeki kadrolarda hemen sağ açığa yazılır. Geriden hücuma katıldığında, o fırtına gibi esecek alanı daha rahat bulması pek hesap edilmez. Oysa hikâyesinde tam tersi bir senaryo yatan, yani önceleri açıkta oynayan ama zamanla beke evirilenlerse, mevkilerinin en iyileri olurlar. Gökhan Gönül, sol bek Caner Erkin hatta bir dönemde İsmail Köybaşı… Oğuzhan, 6’yla 10 arasında… Beşiktaş’ın son iki sezondur oyun rengini değiştiren adam, Oğuzhan Özyakup. Fernandes’le birlikte saha içinde karmaşıklaşan sistemde tam olarak adı yazılan bir bölgesi yok. Onu bazen merkezde, bazen forvet arkasında görebiliyoruz. Oğuzhan’a kalırsa “10 numara pozisyonunda daha rahat ediyorum” diyor. Ancak o rahatlık, aynı zamanda kendisini tembelleştiren bir etken olabilir mi? Çünkü o pozisyon, çoğunlukla oyun zekâsı işi. Sergen’in tabiriyle “10 kilo versem çıkar oynarım” denilebilecek bir bölge. Gerçi Viktoria Plzen’li Horvath, o kiloyu vermeye gerek duymadan da oynuyor. Ancak böylesine oyuncular, sadece oyun zekâsına bağımlı kalmayıp, fiziki tempolarını orta sahanın merkezini kaldıracak şekilde yükseltirse çok daha büyük oyuncu olurlar. Ve formasını giydiği takımların da çıtasını çok daha yüksek noktalara koyarlar. Mütevazı takımlarımızdan Akhisar Belediye’nin futboluna lezzet katan adam Bilal Kısa, o farkı yaratmıştı. Hâlbuki geleceğin yıldızı denilen günlerini çoktan aşmış ve artık “Olmayacak” kıvamına gelmişti. O zamanlar çoğunlukla sol kanat pozisyonunda oynuyordu. Hamza hocayla birlikte orta sahanın maestrosuna dönüştü. O dönüşümün kendisine kattıklarını FourFourTwo’ya şöyle anlatıyordu: “Diğer takımlarda hep sol dış tarafta oynuyordum ama topla içeri girmeyi seviyordum. Hamza hoca bana burada özgürlük verdi. Biraz daha ön libero, forvet arkası gibi oynamaya başladım. Benim için yıllardan beri ‘Bilal yetenekli bir futbolcu ama koşmuyor, mücadele etmiyor’ diyorlardı. Burada Hamza hocanın sayesinde hiç de öyle olmadığımı gösterdim. Maç sonu istatistiklerine bakanlar artık kimin koşmadığını görebilir. Eskiden koşabileceğim alan yoktu. “ Artık bugünün futbolunda kimi zaman asistten, hatta golden değerli bir şey var; asist öncesi pas. Zayıf, güçlü fark etmeksizin her takım kendi alanını çok iyi savunuyor, aralarda boşluk bırakmıyor. İşte bu yüzden kaleye yakın değil, orta sahanın çevresindeki yaratıcı paslara çok daha fazla ihtiyaç doğabiliyor. Oğuzhan da kendi muadillerindeki oyuncularda olduğu gibi, merkeze yakın oynadığı zaman çok daha fazla ufuk açıcı olabiliyor. Sadece pas ve oyun zekâsıyla değil, Oğuzhan “Boş adam bulana kadar karşındaki adamı çalımla” gibi bir özelliğe de sahip. Bu sezon ligde 10 maça çıkan Oğuzhan rakip ağlara 3 gol bırakmayı başardı. Avrupa’daki örnekler Bonuslar dahil olmak üzere Mateo Kovacic’e 15 milyon euro ödeyen Inter, onu “Yetenekli 10 numara” olarak gördüğü için değil, Andrea Pirlo gibi derindeki oyun kurucu rolünü üstlendirmek için musluğu açmıştı. Bir başka Hırvat, özellikle “10 numaranın merkez orta sahaya dönüşümü” konusunda ayrı bir yeri olan Luca Modric’in de Real Madrid seviyesine yükselmesindeki etken, Tottenham’ın ikili orta sahasında sergilediği büyük oyuncu aurasıydı. 10 numaralar hala vardır. Ülkemizde, hele de Batalla, Alex gibi golcülük özelliklerine de bürünmüşlerse fazlasıyla denge de bozlarlar. Ancak merkez orta sahaya dönüşmüş halleri, onları bu oyunun en ışıltılı sahnesinde çok daha değerli kılar. O yüzden Oğuzhan, 10 numarada rahat etme… Orta sahada takımının can simidi ol, çok daha büyük oyuncu olarak anıl! Uğur Karakullukçu Analiz HF116 BiR GOL MAKiNESiNiN ANATOMiSi 2013 deyince futbolda akıllara şüphesiz ilk gelecek isim Cristiano Ronaldo… Portekizli futbolcu Ocak-Aralık ayları arasında Real Madrid ve Portekiz Milli Takım formasıyla tam 69 gole imza attı. Biz de yıldız futbolcunun bu gollerini mercek altına aldık 1 yıl, 365 gün, 12 ay ve 69 gol… Zıt kardeşi Lionel Messi ile birlikte futbol dünyasına yeni ufuklar açan Cristiano Ronaldo, mayıs ayında arzuladığı kupalara erişemese de muhteşem bir sezon geçirdi ve yılı 69 golle tamamlayıp 3 sene ara verdiği Ballon d’Or’a uzandı. Bu prestijli ödülü alırken dudaklarını kemirmesi onun bu ödüle atfettiği önemin de bir vurgusuydu aslında… Onu bu ödüle ulaştıran 69 golü sizler için tek tek inceledik ve Ronaldo’nun gollerine dair önemli soruları sizler için cevapladık. Ceza sahası dışından ne kadar etkin? Hangi ayağını daha çok kullanıyor, ona en çok kim asist yapıyor? İç sahada mı yoksa dış sahada mı daha etkin? İşte karşınızda bir gol makinesinin anatomisi… Gollerini nereden atıyor Gollerini nasıl atıyor? Sol ayak: 18 gol Sağ ayak: 37 gol Kafa vuruşu: 14 gol Bazı oyuncular vardır, son vuruş yaptığı ayağı bellidir veya kafayla nadiren gol atarlar. Cristiano Ronaldo’yu farklı kılan en önemli özelliklerinden birisi nerede ne gerektiriyorsa o şekilde gol atabilmesi… Zaten zıplama ve zamanlama becerisiyle bu seviyedeki rakiplerine oranla daha fazla kafa golü attığı bilinen bir gerçek ancak rahatken kullandığı sağ ayağının yanı sıra sol ayakla attığı 18 gol onun golcülüğünü bir adım daha öteye taşıyor. Ceza sahası dışı: 5 gol Ceza sahası içi: 44 gol Penaltı: 9 gol Direkt frikik: 5 gol Duran top: 6 gol Ronaldo’nun her forvet oyuncusu gibi ceza sahası içindeki aksiyonlarda gole çok daha kolay gittiğini görmekle birlikte Portekizlinin burada da komple bir oyuncu olarak çok yönlülüğünü ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Duran toplardan yapılmış asistlerle 6 gol bulan Ronaldo’nun direkt frikiklerde 5 gol, penaltı yoluylaysa 9 gol bulduğunu görüyoruz. Ronaldo’nun ayrıca ceza sahası dışından attığı şutlarla 5 gol attığını da eklemek gerekiyor. Yeni takım arkadaşı Bale ile stillerini benzetenler açısından bu şut verisi önemli zira Galli oyuncu geçen sezon attığı 11 ceza sahası dışı golüyle Ronaldo’dan daha farklı alanlarda topla buluşmayı sevdiği çıkarımını yapmak mümkün. İç sahada mı dış sahada mı daha çok gol atıyor? 30 iç saha maçı, 29 dış saha maçı, 1 tarafsız saha, 32 gol 1 gol 36 gol Ronaldo’nun pek saha ayırt etmediğini biliyoruz ancak deplasmanlarda doğal olarak daha fazla bulduğu geniş alanlar onun gollerine kısmen de olsa katkı yapıyor. 29 dış saha maçında 36 gol kaydeden Portekizli, 30 iç saha maçında ise 32 gol bulmuş. Hoş, toplamda 60 maça çıkıp 69 gol atan, maç başına 1.1 gol ortalamasının üzerine çıkan bir oyuncudan söz ediyoruz. Herhalde Cristiano Ronaldo’nun 2013 senesini en iyi anlatan sezon da bu… En çok gol pasını kimden alıyor? Di Maria Mesut Benzema, Modric, Alonso, Higuain Coentrao, Varela, Khedira, Marcelo, Moutinho, Veloso, Isco, Almeida Pepe,Bale Ronaldo’ya bu yıl doğrudan en çok asist yapan isim 7 gol pasıyla Angel Di Maria ancak bu alanda en dikkat çekici veri listenin ikinci ve Benzema ile birlikte üçüncü sırasında yer alan Mesut Özil ile Gonzalo Higuain’in takımdan ayrılmış olması. Yarım sezonda Ronaldo’ya doğrudan 11 asist yapmış bu ikilinin takımdan gönderilmesinin ne kadar önemli bir hata olduğunun göstergesi. Higuain’in gönderilmesiyle takımdaki tek saf 9 numara konumuna geçen Karim Benzema’nın tüm yıl boyunca Higuain’in asist sayısını ancak yakalayabilmesi ise bir başka soru işareti. Şans bulması adına Mesut Özil’in yollanmasının göze alındığı Isco ile futbol tarihinin rekortmen transferi Bale toplamda Ronaldo’ya 4 gol pası aktarabilmiş. Bu tablo Ronaldo’nun nasıl ve hangi oyuncular tarafından beslendiği kadar Real Madrid’in yaz döneminde ne kadar yanlış bir transfer çizgisi izlediğinin de birer kanıtı. iŞTE TEK TEK 69 GOL 6 Ocak, Sociedad Asist: Benzema, sol ayak, ceza sahası içi Sağ ayak, direkt frikik 9 Ocak, Celta (Kupa) Sağ ayak, ceza sahası dışı Asist: Modric, sol ayak, ceza sahası içi Sol ayak, ceza sahası içi 30 Mart, Zaragoza (D) Asist: Higuain, sol ayak, ceza sahası içi 3 Nisan, Galatasaray (ŞL) Asist: Mesut, sol ayak, ceza sahası içi 6 Nisan, Levante Asist: Higuain, sağ ayak, ceza sahası içi 20 Ocak, Valencia (D) Sol ayak, ceza sahası içi Asist: Mesut, sağ ayak, ceza sahası içi 9 Nisan, Galatasaray (ŞL) (D) Asist: Khedira, sağ ayak, ceza sahası içi Asist: Benzema, sağ ayak, ceza sahası içi 27 Ocak, Getafe Asist: Mesut, sol ayak, ceza sahası içi Asist: Di Maria, kafa, ceza sahası içi Penaltı, sağ ayak 14 Nisan, Bilbao, (D) Direkt frikik, sağ ayak Asist: Alonso, frikik, kafa 6 Şubat, Ekvador Asist: Coentrao, sağ ayak, ceza sahası içi 9 Şubat, Sevilla Sol ayak, ceza sahası dışı Sol ayak, ceza sahası içi Asist: Higuain, sağ ayak, ceza sahası içi 13 Şubat, Man Utd (ŞL) Asist: Di Maria, kafa, ceza sahası içi 24 Nisan, Dortmund (ŞL) (D) Asist: Higuain, sağ ayak, ceza sahası içi 4 Mayıs, Valladolid Asist: Di Maria, kafa, ceza sahası içi Asist: Mesut, korner, kafa 8 Mayıs, Malaga Çift vuruş, sağ ayak 17 Mayıs, Atletico (Kupa) Asist: Mesut, korner, kafa 26 Şubat, Barcelona (Kupa)(D) Penaltı, sağ ayak Sol ayak, ceza sahası içi 10 Haziran, Hırvatistan (D) Asist: Varela, sol ayak, ceza sahası içi 5 Mart, Man Utd (ŞL) (D) Asist: Higuain Sağ ayak, ceza sahası içi 14 Ağustos, Hollanda Asist: Pepe, sol ayak, ceza sahası içi 10 Mart, Celta (D) Sol ayak, ceza sahası içi Penaltı, sağ ayak 1 Eylül, Bilbao Asist: Di Maria, frikik, kafa 16 Mart, Mallorca Asist: Mesut, korner, kafa, ceza sahası içi 6 Eylül, Kuzey İrlanda, (D) Asist: Moutinho, korner, kafa Asist: Coentrao, kafa, ceza sahası içi Direkt frikik, sağ ayak 14 Eylül, Villarreal (D) Sağ ayak, ceza sahası içi 15 Ekim, İsveç Asist: Veloso, kafa, ceza sahası içi 17 Eylül, Galatasaray (ŞL), (D) Asist: Isco, sol ayak, ceza sahası içi Sağ ayak, ceza sahası içi Sol ayak, ceza sahası içi 19 Ekim, İsveç (D) Asist: Moutinho, sol ayak, ceza sahası içi Asist: Almeida, sol ayak, ceza sahası içi Sağ ayak, ceza sahası içi 22 Eylül, Getafe Penaltı, sağ ayak Asist: Khedira, sağ ayak, ceza sahası içi 23 Ekim, Almeira (D) Asist: Isco, sol ayak, ceza sahası içi 25 Eylül, Elche (D) Direkt frikik, sağ ayak Penaltı, sağ ayak 10 Aralık, Kopenhag (ŞL) (D) Asist: Pepe, sağ ayak, ceza sahası içi 2 Ekim, Kopenhag (ŞL) (D) Asist: Marcelo, kafa, ceza sahası içi Asist: Di Maria, kafa, ceza sahası içi 22 Aralık, Valencia (D) Asist: Di Maria, kafa, ceza sahası içi 5 Ekim, Levante (ŞL) (D) Asist: Modric, sağ ayak, ceza sahası içi 19 Ekim, Malaga Penaltı, sağ ayak 23 Ekim, Juventus (ŞL) Asist: Di Maria, sağ ayak, ceza sahası içi Penaltı, sağ ayak 30 Ekim, Sevilla Penaltı, sağ ayak Asist: Bale, sağ ayak, ceza sahası içi Asist: Benzema, sağ ayak, ceza sahası dışı 2 Kasım, Rayo (D) Sağ ayak, ceza sahası içi Asist: Bale, sağ ayak, ceza sahası içi 5 Kasım, Juventus (ŞL) (D) Asist: Benzema, sağ ayak, ceza sahası dışı 9 Kasım, Sociedad Asist: Benzema, sağ ayak, ceza sahası dışı Penaltı, sağ ayak Direkt frikik, sağ ayak Varol Döken Maç Bahane HF116 GiT GEL ESKiŞEHiR 5 SAAT Eskişehirspor-Fenerbahçe maçı için 1 ay önceden yaptığımız planı hayata geçirdik. 1 Şubat Cumartesi sabahı Kadıköy’den yola koyulduk, sonu kötü bitse de yolda olumsuz şeyler yaşasak da güzel bir deplasmanı geride bıraktık Kadıköy’e taşındığımdan beri Fenerbahçe kombinem, bir de Yoğurtçu Parkı’nda her hafta büyüyen şahane bir grubumuz var. Maçtan 3-4 saat önce buluşuyor, içiyor, sohbet ediyor, tezahürat yapıyor, eğleniyor, maça giriyoruz. Öyle bir ortam ki en sıkıcı yeri maç. Seneye sadece Yoğurtçu’ya kombine alırım o derece. İşte bu grupla şahane bir Eskişehir deplasmanı yaptık. Kıskandırmak gibi olmazsa, ayrıntılarıyla buraya alalım. 1 ay önceden aldığımız deplasman yolculuğu kararı, devre arasından sonraya kalınca iletişimi koparmamak için bir WhatsApp grubu kurduk. Biletler ne zaman çıkacak, minibüs mü otobüs mü tutacağız, yolda nerede rakıya çökülür, kim gelecek kim gidecek derken son güne kadar tatlı bir online heyecan yaşadık. Birbirimize last seen 16 diyor neden yazmadın, gruptan nasıl ayrıldın diye tripler bile attık. Biletler, Eskişehirspor yönetimi tarafından satışa çıkarılınca 2 saat içinde büyük bir organizasyonla biletlerimizi alıp, Ragıp Ulaş Altun’un ayarladığı Sprinter minibüse 17 kişilik kontenjanımızı ayırttık. Yalnız 16 biletimiz vardı zira Kutay Ersöz, Fenerbahçeliler ile deplasman keyfi yaşamak için yanıp bitse de maça giremeyecek kadar Galatasaraylı idi. 1 Şubat Cumartesi sabahı 7.30’da Kadıköy Evlendirme’nin önünde buluştuğumuzda, ne kadar güzel bir yolculuğun bizi beklediğini tahmin ediyordum. Ama bu kadarını değil… Kahvaltıyı viskiyle yapmak Girişte promil kontrolü varmış uyarısı benim için bir şehir efsanesiydi. Gerçek olsa bile yapacak bir şey yoktu zira kahvaltı kayıntım bir şişe Jack’ten ibaretti. Grubun güzelliğini bir kez daha işte orada gördüm. Şişenin ortaya çıkmasıyla bitmesi 1 saati buldu. Sonra başka bir şişe ve bir başka şişe… İlker’inden Baran’ına, Okan’ından Onur’una kadehleri doldurduk, Yiğit Yılmaz’ı 9 gibi İzmit’ten alırken hepimiz hafiften çakırkeyif olmuştuk bile. O kafayla Bilecik yolunda Tünel isimli mekân, Fenerbahçelilere hizmet vermiyoruz diyince minibüsün ateşi bir deplasman aracına yakışır şekilde yükseldi. Bu ateşi Onur arkadaşımız sağ olsun, ‘‘biz gazeteciyiz efendim nasıl bir taşkınlık yapabiliriz ki, Allah hepinizin belasını versin’’ diyerek düşürdü. Tezahüratlarla, şarkılarla ilk molayı Sakarya Berceste’de verdik. Otobüsten bir anda inen 17 Fenerbahçeli adeta 300 Spartalı gibiydik. Şaka lan şaka zaten çoğumuz sarhoş olmuştu, ihtiyaç molasını verdik, kimseyi rahatsız etmeden tekrar araca döndük. Yola erken çıkılmıştı ama artık yapacak bir şey yoktu. Yeni mekân arayışları ve yapılan telefon konuşmalarından sonra istikameti Bilecik AcarHan’a kırdık. Kırmaz olaydık… Çok acarmışsın Acar-Han İlk rezervasyon yaptırdığımız Şelale isimli restoranın yol kenarı lokantaları kanunu yüzünden içkisiz olması ve Tünel isimli mekânın insan haklarına aykırı şekilde Fenerbahçelilere hizmet vermiyoruz beyanatından sonra minibüs şoförü abimizden aldığımız bilgiyle Bilecik-Antalya yolu üzerindeki Acar-Han’da karar kıldık. Mekâna girdiğimizde saat daha 12’yi yeni geçiyordu, hava Bilecik-Antalya yolu üzerindeki Acar-Han’dan pek memnun kalmadık. güneş açmaya başlamış, her şey çok güzeldi. Mekân da güzeldi gerçekten biraz soğuk olmasına rağmen. Geniş bir alan, yeşillikler, akan su, tavuklar horozlar vs… İçeride neredeyse kimse yoktu, uzun bir masa kurup muhabbete çöktük. Hayatımda ilk defa oturduğum bir rakı masasında, rakıdan çok çay içildi. Zira yükümüzü almış, hem acıkmış hem yorulmuştuk. Mezeler gösterişsiz, etler yavandı. Bir tek açık ayranına laf edemem hakikaten güzeldi. Ama masanın özel bir yanı da, hesap şişirecek bir tarafı da yoktu, üstelik sadece 3.5 büyük içmiştik. Buna rağmen adam başı 78 lira hesap geldi ki, bu hesaba ulaşmak için adam başı en az bir 20’lik içmemiz gerekirdi. Neyse çok uzatmayayım, hesaba itiraz değil, olması gerekendendir diyip küçük bir indirim isteyince aldığımız tepkiyi unutamam. Saçma sapan laflar, bağırış çağırış, bir sürü kargaşa falan. Ne de olsa bunlar 1 kere gelir, itiraz da etmezler mi dediler bilmiyorum. En başından dediğim gibi, gördüğüm en efendi en güzel deplasman grubu olarak işi fazla uzatmadan hesabımızı ödeyip kalktık. Bana da burayı kimseye tavsiye etmemek kaldı. Eskişehir’e giriş Yaşadığımız tatsız olayın keyfimizi bozmasına izin vermedik, şehrin yolunu tuttuk. Eskişehir’e girdiğimizde saatler 17’ye geliyordu. Tamamen bireysel hareket ettiğimiz için, polis kordonuna falan takılmadan direkt stat önüne geldik. Hem de deplasman girişi önüne. Kapıya servis olsa bu kadar olur. Kutay Beyimiz Eskişehir tribünlerine doğru yollanırken, biz de Ediz Bahtiyaroğlu kapısından girip tribündeki yerimizi aldık. Ali İsmail Korkmaz heykeline çok gitmek istiyorduk ama kısmet olmadı. Zira o saatte heykeli hep polis çevirmiş. Ama güzel kardeşimizi hem yol boyunca hem tribünde saatlerce şarkılarla andık. Mezeler gösterişsiz, etler yavandı ama deplasman grubumuzun muhabbeti de keyfi de yerindeydi. Kurulan ittifakları Eskişehir’in normalde olması gerekene göre çok daha ılıman havasından ayılıp maça konsantre olduk. 500 kişilik bilet satılmış, 500’den daha fazlayız ama. Ankara’dan gelenler, İstanbul’dan gelenler var, herhalde Eskişehir’den gelenler de vardı. Eskişehir Atatürk Stadyumu, kale arkaları olmayan zemini iyi ama tribünü kötü bir stadyum. Taraftar da şehir de takım da çok daha fazlasını hak ediyor. Tıpkı Fenerbahçe gibi misafir tribünü olarak biz de maça iyi başlıyoruz. Ama ilk gol, Brütüs’ten geliyor. Brütüs işin şaka tarafı, benim hâlâ nasıl bir futbolcu olduğundan emin olamadığım Henri Bienvenu aşırtmayla golü atıyor. Çok derin maç analizi yapmayacağım, zaten benim işim değil ama şunu söyleyebilirim; Fenerbahçe bu sene Caner ve Topal olmasaydı buralara gelemezdi. Webo sakatlanınca sıkıntılar artıyor ama Kuyt, Caner’in topuna dokunarak devreye mutlu girmemizi sağlıyor. Golde 5-10 dakika bıkmadan yapılan ‘‘Kurulan ittifakları, bozalım oyunlarını’’ tezahüratının etkisi var mı emin değilim ama tribünü inanılmaz ateşlediği kesin. Eskişehirspor, kalp krizinden hayatını kaybeden futbolcusu Ediz Bahtiyaroğlu’nun adını Atatürk Stadı’nın bir tribününe verdi. Misafir tribünü olmasına rağmen yerimiz, sahayı görüş açımız tatmin ediciydi. 2. yarı takımla birlikte tribünün de hızı yavaşlıyor. Kuyt’ın boş kaleye kaçırdığı golden sonra ibre Eskişehir’e dönüyor. Ersun Yanal’ın hamle yapacak oyuncusu yok, buna karşın Ertuğrul Sağlam Necati Ateş ve Kamara’yı oyuna sürüyor ve 84. dakikada cesaretinin karşılığını alıyor. Maç berabere de bitebilirdi ama 2-1 kaybediyoruz. Dönüş yolu acıyla dolu Eskişehir tarafı çıkıyor, biz yarım saat, 45 dakika kadar bekliyoruz. Ersun Yanal, 21.30 gibi sadece Fenerbahçelilerin kaldığı statta bizim tribüne geliyor, onu burada yazamayacağım bir tezahüratla karşılıyor bazı arkadaşlar! Sessizce dağılıp girişte olduğu gibi kapıda bekleyen minibüsümüze biniyoruz. Dönüş yolu biraz sessiz, dönüş yolu biraz çileli. Yani diğerlerine çileli ben açıyorum viskimi geride bırakıyorum Eskişehir’i. Geri kalan bozuk moraller de, Zeki Bayrak Tesisleri’nde düzeliyor tamamen. Acar-Han’ın aksine burada o kadar yiyip içip ödediğimiz hesap bu sefer ‘‘üstüne biraz daha koyalım bari’’ye dönüşüyor. İkisi de Bilecik’te, ikisine de oturan aynı insanlar. Biz Bilecik’ten Zeki Bayrakçı olarak ayrılıyoruz. Bu arada evet Bilecik diye bir yer var! Fizan’a bile giderim Maçı kaybettik ama ben kendi adıma dünyanın en güzel deplasman grubunu kazandım. Buraya yazdığım için değil harbiden, bu kadar uyumlu, eğlenceli, sorunsuz bir grup bir daha zor bulunur. Saymak gerekirse grubumuzun 2 çiçeği (maçta geriye düşünce zehirli çiçek) Müge ve Aslı, Cumartesi sabahı evden ‘‘Fırından ekmek taze çıkmıştır şimdi diye’’ çıkıp gecenin 3’ünde dönen evliler tayfası Onur, Melih, Göksel, İlker, ulaşım organizatörü ve kontrol noktası karıştırıcısı Ulaş, hangisi Baran hangisi Mert hâlâ karıştırdığım viskiciler, minibüsteki esprileriyle bizi Eskişehir soğuğuna hazırlayan dereotundan Okan, Elseve Saç Laboratuvarı’nın uzun yol testi için yanımıza yerleştirdiği Sencer, Eskişehir’e heykel diye bıraksak kesinlikle sırıtmayacak Fırat, tüm yolculuk boyunca kulaklarını otomatik kapatma özelliği kazanarak bir nevi mutanta dönüşen Kutay, tezahürat işi bende diyip Candy Crush ile yolculuk bitiren Yiğit, hançeresini yırtarcasına yaptığı tezahüratlarla Yiğit’in eksikliğini kapatan Yücel, BM Genel Sekreteri gibi arabuluculuğuyla güven veren Atilla ve cefâkar şoförümüz Müslüm Abi’ye buradan en içten selam ve sevgilerimi yolluyorum. Çok yalnızım lan, Sivas’a da gidelim, Fizan’a da gidelim. Yazıyı buraya kadar okuyan varsa son teşekkürü de ona çakar, bir başka Maç Bahane yazısında görüşmek üzere kaçarım. “Ben bu grupla her yere giderim arkadaş”