İslam İktisadı ve Emek - ISLAMIC ECONOMICS WORKSHOP
Transkript
İslam İktisadı ve Emek - ISLAMIC ECONOMICS WORKSHOP
Yayına Hazırlayan: Yusuf Enes Sezgin İslam İktisadı ve Emek I İSLAM İKTİSADI VE EMEK İGİAD YAYINLARI: 18 İslam İktisadı Kitaplığı: 3 © İGİAD § Türkiye İktisadi Girişim ve İş Ahlâkı Derneği İslam İktisadı ve Emek Yayına Hazırlayan: Yusuf Enes Sezgin İstanbul, 2016 ISBN: 978-975-6303-24-5 E- ISBN: 978-975-6303-25-2 Tasarım ve Uygulama: Furkan Selçuk Ertargin Kapak Görseli: Hasnoor Hussain, Bir Ramazan Geleneği: Mahya Ustası Tashih: Ümmü Habibe Şengül Baskı ve Cilt: Limit Ofset Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi ZA13 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 567 45 35 • www.limitofset.com İGİAD § Türkiye İktisadi Girişim ve İş Ahlâkı Derneği İSLAM İKTİSADI VE EMEK Yayına Hazırlayan Yusuf Enes Sezgin İngilizce Metinleri Çeviren Gülnihal Kafa 4-5 Nisan 2015’te İstanbul’da düzenlenen “İslam İktisadı ve Emek” konulu III. İslam İktisadı Atölyesi’nin bildirileri. V İçindekiler Sunuş.................................................................................................................................................. VII Takdim................................................................................................................................................. IX Saffet Köse İslam Hukuku Açısından Emek ...........................................................................1 Toseef Azid İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme ......................21 Zeyneb Hafsa Orhan ‘Beşeri Sermaye’ Kavramı Üzerine Eleştirel Bir İnceleme: İslam İktisat Fıkhının Yaklaşımı........................................................................57 Mustafa Macit Risk Ortamında Çalışmanın/Emeğin Değeri ve Din: Teoriden Pratiğe............73 Latife Reda İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları...............................................93 Muhammad Iqbal Anjum İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım.......................................................... 119 Salman Ahmed Shaikh Marksçı, Ana Akım ve İslami İktisatta Emeğin Rolü ve Emeğe Yaklaşıma Dair Karşılaştırmalı Bir İnceleme...................................... 147 Yasien Mohamed İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması..................................................................... 167 Kadir Yıldırım İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde Devlet ve Kadın İşçiler................................ 205 Siham Matallah, Chaib Bounoua, Mohamed Benbouziane MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut Problemli Hali İyileştirebilecekken Gözden Kaçırılan Bir Unsur mudur?............................................................... 233 Rajai Ray Jureidini Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler........................................................... 257 Yazarlar Hakkında.................................................................................................................... 285 Sunuş Sunuş Kapitalist iktisadi sistemin doğuşu daha eski dönemlere dayandırılabilmekle beraber, modern iktisat 18. Yüzyılın sonları ile birlikte sistematik bir hâle gelmeye başlamıştır. Klasik İktisatçılar içerisinde sayabileceğimiz Adam Smith, David Ricardo veya Karl Marx’ta iktisadi değer tartışması geniş bir yer tutmuş ve malların değerinin, üretim sürecinde kullanılan emeğin değeri ile ölçüldüğü bir teorik yaklaşım geliştirilmiştir. Emek-değer teorisi denen bu yaklaşım iktisat ilmi içerisinde bir süre hakim bir yer tutsa da 19. Yüzyılın son çeyreğinde yerini marjinal devrim adı verilen yaklaşımla değerin, tüketimden elde edilen faydadan kaynaklandığı düşünülen bir sisteme bırakmıştır. Emeğin göz ardı edildiği ve sadece üretimde kullanılan bir girdi hâline getirildiği bu yaklaşımla, emek de sağladığı fayda kadar değer bulmaya başlamıştır. Modern iktisat ilmi ve kapitalist ekonomik sistem el ele gelişerek günümüz iktisadi düzeninin şekillenmesini sağlamıştır. Fayda ve maliyetin insanları ve piyasayı yönlendirdiği bu sistemde tüketimin teşvik edilmesi ve karlılığın artırılması temel amaç hâline dönüşmüştür. Bu süreçte, insan emeği ve emeğin değeri de kazanç ve sosyoekonomik sisteme sunduğu katkı çerçevesinde değerlendirilmeye başlanmıştır. Emeğin sadece bir üretim girdisi olarak görülmesi ve teknolojik gelişmelerle ikamesinin sağlanması, değerinin de hızla azalmasına yol açmıştır. Günümüzde Batılı toplumların ötesinde kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu İslam toplumlarında da emek hususunda aynı yaklaşım benimsenmiştir. Hâlbuki, İslam düşüncesinde çalışma ve emek haddizatında değerli ve insanın varlığını sürdürmesi açısından oldukça kıymetlidir. İslam, işçinin refahına, emeğinin karşılığını adil bir şekilde almasına önem vermektedir. Bunun için, çalışma hayatında işçilere yüklediği ahlaki sınırlamalarla birlikte işverene de emeğin hakkının verilmesi konusunda büyük sorumluluklar yüklemektedir. Fakat bu ilkelerin uygulamasında büyük aksaklık ve sıkıntıların olduğu aşikârdır. Dünyanın büyük kısmında olduğu gibi pek çok İslam ülkesinde de işçi hakları ve ücretleri konusunda birçok problem yaşanmaktadır. Müslüman toplumların kendi birikim ve değerlerinden uzaklaşarak mevcut sisteme entegre olmaları bu durumun önemli nedenlerinden bir tanesidir. Müslüman memleketlerin sömürgecilikten kurtulduğu ve kendi ayakları üzerinde durmaya çabaladıkları bir çağda modern iktisadi sistemin oluşturduğu sorunları aşmak üzere ortaya çıkan İslam iktisadı yaklaşımı önemli eleştirileri ve sistem arayışlarını beraberinde getirmiştir. Ancak zamanla modern iktisadın bankacılık ve finans odaklı tartışmalarına kapılmaktan kendisini alıkoyamamış; teorik ve derin- VIII İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK likli çabalarını terk etmiştir. Bu farklılaşma sadece iktisadın değer, değişim ve bölüşüm gibi teorik alanları ile sınırlı değil; aynı zamanda emek, sosyal adalet, girişim gibi uygulamalı alanlarını da kapsayan bir geri çekiliştir. Dolayısıyla günümüzde İslam iktisadının temel kavram ve kuramları ile birlikte mevcut politikaların değersizleştirdiği emek anlayışının da derinlemesine tartışılması ve yeni araştırmaların yapılması gerekmektedir. Bu minvalde İslami değerler çerçevesinde gündelik iktisadi hayatın nasıl düzenleneceği, özellikle de emek değerin adil belirlenmesi ve suistimallerin önlenmesi için neler yapılması gerektiği hususunda, Müslüman ilim adamları ve politika yapıcıların daha nitelikli çalışmalar yapması beklenmektedir. İlki 2013 yılında organize edilen İslam İktisadı Atölyesi toplantılarının üçüncüsü kısaca bahsedilen bu sorunsal çerçevesinde “İslam İktisadı ve Emek” başlığıyla Nisan 2015’te gerçekleştirilmiştir. Bu toplantıda, kapitalist iktisadi sistemin doğurduğu problemlerle başa çıkmada yeni bir İslam iktisadı anlayışı ortaya koyarak emeğin karşılığının adil belirlenmesinden zamanında verilmesine, hukuki hakların güvence altına alınmasından iş güvenliği tedbirlerine kadar geniş bir yelpazede teorik tartışmalar gerçekleştirilmiş ve politika önerileri sunulmuştur. Elinizdeki kitap farklı coğrafyalardan pek çok nitelikli ilim adamının atölyede sunduğu tebliğlerin bir seçkisinden oluşmaktadır. Tebliğler alanında uzman akademisyenler tarafından atölye sırasında müzakere edilmiş ve sonrasında editoryal değerlendirmeler ve eleştiriler ile zenginleştirilmiştir. Yazarlar bu değerlendirmeler çerçevesinde makalelerini gözden geçirerek son halini vermişlerdir. Büyük bir dikkat ve özveri ile kaleme alınan ve eleştirel bir süzgeçten geçirilen bu metinler elinizdeki kitap ile okuyucuların istifadesine sunulmuştur. Toplamda 11 makaleden oluşan bu kitapta, İslam iktisadı içerisinde emeğin yeri ve işçi hakları hususunda analizler bulunmaktadır. Ayrıca kitapta mevcut uygulamalar ve bu uygulamalarda görülen aksaklıklar ele alınarak emek ve tüketim süreçlerinde işçi-işveren ilişkisi ve tüketici sorumluluğu gündeme getirilmiştir. Bilhassa günümüzde hâkim olan rekabet ortamında maliyetleri olabildiğince düşürmeye çalışan işverenlerin emek konusundaki hassasiyeti kadar toplumun tüketim alışkanlıklarının ve sorumluluğunun da bu noktada hayati önemi haiz olduğu vurgulanmıştır. Emek hareketliliğinin küresel ölçekte yaşanan işsizlik, yoksulluk ve az gelişmişlik problemlerine çözüm olabileceğine dikkat çekilmiştir. Bu çalışmanın, alanın ilgili ve meraklılarına faydalı olmasını ve İslam iktisadı alanında yapılan diğer çalışmalara katkı sunmasını temenni ederiz. Atölye çalışmasına dünyanın birçok farklı ülkesinden katılım göstererek kıymetli ilmî çalışmalarını bizlerle paylaşan değerli ilim adamlarına; katkılarını esirgemediği için Necmettin Kızılkaya ve Mehmet Babacan’a; atölyenin gerçekleşmesinde büyük emeği olan Yusuf Enes Sezgin’e; çeviri ve tashih süreçlerinde özveriyle çalışan Gülnihal Kafa ve Ümmü Habibe Şengül’e ve kitabın yayına hazırlanmasında bizlere yardımcı olan Arife Gümüş’e teşekkürlerimizi sunarız. Lütfi Sunar Şubat 2016 / İstanbul Takdim Takdim İslam iktisadında emek konusu, uzun zamandır hem akademik hem de akademik olmayan çevrelerde tartışılan, sosyal ve iktisadi alanın tüm yönleriyle ilgili olduğu bir konudur. İslam iktisadının temelinde başkasına muhtaç olmadan kişinin kendi emeğiyle çalışması esastır. İslam’ın temel kaynakları bunu teşvik etmekte, emeğin, helal kazancın gereklerinden olduğunu vurgulamaktadır. İslam iktisadı ve hukukunun emek ile ilgili ortaya koydukları prensipler incelendiğinde günümüz İslam ülkelerinde görülen bazı aksaklıkların bu ilkelerin pratikte uygulanamamasından kaynaklandığı görülecektir. Özellikle emek sahibinin haklarının korunması İslami perspektifte önemle vurgulanmakta iken bazı Müslüman toplumların hâlihazırda göçmen işçilere uyguladığı yaptırımlar, İslam’ın temel iktisadi ve ahlaki ilkeleri ile bağdaşmamaktadır. Günümüzde bazı toplumların uygulamakta olduğu kefalet gibi sistemler kişilerin özgürlüklerini kısıtlamakta, onları borçlandırmakta ve istemedikleri işlerde zorla çalışmalarına neden olmaktadır. Bu durum İslam’ın öngördüğü emeğin serbest dolaşımı fikrine aykırı olduğu gibi insanların iktisadi faaliyetlerinde illegal yollara başvurmaları ile de sonuçlanabilmektedir. Hâkim İslam iktisadı çalışmaları göz önüne alındığında teorik tartışmalar arasında emek ve emeğin karşılığı konularının göz ardı edildiği görülecektir. Bu nedenle günümüzde İslam iktisadı alanında yapılacak çalışmaların yalnızca teorik içerikli olmaması, aynı zamanda sorun odaklı ve karşılaşılan meselelerin çözümüne yönelik olması da önem arz etmektedir. Bunun için akademik kurumların yanı sıra sivil toplum kurumlarının ve özellikle de devletin uygulamadaki sorunları çok iyi analiz etmesi ve gerekli önlemleri alması beklenir. İslam iktisadı alanında sorun odaklı çalışmalar içerisinde yer almayı önemseyen bir kuruluş olarak Türkiye İktisadi Girişim ve İş Ahlakı Derneği (İGİAD), İslam iktisadı çerçevesinde uzun yıllardır önemli çalışmalar yapmaktadır. İlki 2013 yılında”Temel Kavramlar ve Fikirler” başlığı altında düzenlenen İslam İktisadı Atölyesi, bu faaliyetler ara- X İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK sında en önemlisi olarak görülebilir.İslami ölçütler çerçevesinde şekillenen alternatif bir piyasa arayışının bir sonucu olarak ortaya çıkan İslam İktisadı Atölyesi’nin üçüncüsü İLKE İlim Kültür Eğitim Derneği, İlmi Etüdler Derneği (İLEM) ve Türkiye İktisadi Girişim ve İş Ahlakı Derneği (İGİAD) işbirliğinde İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin ev sahipliğinde İstanbul Ticaret Odası’nın sponsorluğunda 4-5 Nisan 2015 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Pek çok ülkeden katılımcının iştirakiyle gerçekleşen atölye kapsamında emek konusunda İslam iktisat düşüncesinin teorik düzeyde çalışma ve emeğe atfettiği değer, hâkim iktisadi sistemin yarattığı pratik koşulların sınırlandırmasından kurtulamadığı ve böylece İslam iktisadı ve emek arasındaki ilişkinin temelden ve açık bir şekilde konuşulamadığına dikkat çekilmiş; insanın piyasa zemininde konuşulacak bir meta olmadığı, onurlu bir varlık olduğu vurgusu yapılmıştır. Buradan hareketle insan emeğinin iktisadi sistem içerisinde tabi olduğu süreçler ve emeğe verilen değer, insan onuruna yakışır olmalıdır. İnsanı salt emeğe indirgeyen yaklaşımların İslam’ın temel değerleri ile bağdaşmayacağına dikkat çekilmiştir. Elinizdeki bu kitap, İslam İktisadını Yeniden Düşünmek, İslam İktisadı ve Piyasa kitaplarının bir tamamlayıcısı niteliğindedir. İnsan onurunu muhafaza etmeyi ve ölçüleri bu kıstasla belirlemeyi kendisine şiar edinen bir kurum olarak böylesi bir çabanın içinde yer alıyor olmaktan mutluluk duyduğumuzu belirtmeliyiz. Kitabımızın, konunun ilgilileri ve bundan sonraki çalışmalar için de yol gösterici ve kaynak bir eser olmasını temenni ediyoruz. İslam iktisadı tartışmalarının hem kapsamlı ve sürekli bir ilmi çalışma ile gündemimizde yer edinmesi hem de bu atölyede sunulmuş olan metinlerin bir kitap olarak basılmasında birçok insanın emeği bulunmaktadır. Öncelikle organizasyonun düzenlenmesi ile ilgili bütün katkılarından dolayı İlmi Etüdler Derneği Başkanı Dr. Lütfi Sunar ve Dr. Necmettin Kızılkaya’ya ve İLKE İlim Kültür Eğitim Derneği Başkanı Davut Şanver’e; ayrıca atölyeye ev sahipliği yapan ve desteklerini esirgemeyen İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nazım Ekren’e ve İstanbul Ticaret Odası’na teşekkürü borç biliriz. Bu çalışmaların bereketlenerek devam etmesini ve insanlığın problemlerine çözüm olacak tohumlar ekmesini ümit ediyorum. Bu çalışmanın hayırlara vesile olmasını diliyor, emek verenlere şimdiden teşekkür ediyorum. Ayhan Karahan İGİAD Yönetim Kurulu Başkanı İslam Hukuku Açısından Emek Saffet Köse İslam Hukuku Açısından Emek Giriş İslam hukuku açısından emek meselesini ele alacağım bu yazıda, öncelikle önemli gördüğüm dört hususun altını çizmek istiyorum. Birincisi, Erol Güngör’ün “Sanayi Devrimi’ne kadar hayatı yapanlarla fıkhı yapanlar Müslümanlar olduğu için hayatla fıkıh paralel gidiyordu ve hayatın akışı içinde herhangi bir çözümsüzlük yoktu. Sanayi Devrimi’yle birlikte hayatı yapanlarla fıkhı yapanlar farklılaşınca fıkıh ile hayat arasındaki bağ koptu ve problemlerin birçoğu ya çözülemedi ya da fıkhi çözümler hayatta karşılık bulmadı.”şeklindeki tespiti son derece isabetlidir ve bugün yaşadığımız sorunları tanımlar niteliktedir. Bu gerçeklik, Müslümanların karşılaştığı sorunlara pratik olarak fıkhın çözüm bulamadığı şeklinde yansımış olsa da bu algı tutarlı değildir ve potansiyel olarak fıkıh-hayat bağlantısının kurulmasında bir eksiklik söz konusu değildir. Burada esas sorun Müslümanların etkili bir aktör olarak dünya sahnesinde yer almamaları ve hayatta fıkha karşılık gelecek bir yaşam biçimini belirlemede söz sahibi olamamalarıdır. 2 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK İkincisi, İslam’ın iki ana kaynağı olan Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünneti evrensellik ve süreklilik özelliğinin tabii sonucu olarak kendilerindeki maslahatın sabit olduğu konularda ayrıntılı hükümler getirmiştir. Onun dışında ayetler ve hadisler ya zaman ve zeminin ihtiyaçlarını karşılayacak temel ilkeler vazetmişler ya da ilkeler elde edilebilecek özelliğe sahiptirler. Çerçeveyi çizen bu prensiplerin içtihat yoluyla işletilmesi sonucu ihtiyaca göre kurumsal yapılar oluşturulur. Bu, İslam’ın ve onun hukuk düzeninin dinamizmini de gösteren ana özelliklerden birisidir. Emeğin merkezde olduğu çalışma ve iş hayatı ile ilgili olarak da aynı esaslar geçerlidir. Bu bağlamda emeği koruyucu tedbirlerin alınması ve haksızlıkların önlenmesi için ihtiyaçlar ölçüsünde gerekli düzenlemeleri yasama organı yapar. Bu, devletin ilgili birimlerinin takdirine bırakılmış bir husustur. Nitekim günümüzde birçok devlet hem iç hukukunda yasalar yapmış hem de bu konuyu düzenleyen uluslararası sözleşmelere imza atmıştır. Üçüncü olarak din, ahlak ve hukuktan oluşan üç normatif disiplinin arasında İslam nokta-i nazarından zorunlu bir ilişki söz konusudur ve bu sıradaki bir kopukluk toplumsal hayatta beklenen neticeyi almada zaaf oluşturur.Son tahlilde denilebilir ki din değeri belirler; ahlak onu yaşam biçimine dönüştürür, toplum kültürünü inşa eder; hukuk da maddi müeyyidesi bulunan yazılı kural hâline getirir. Üç normatif disipline bakıldığında ahlakın hukuku öncelediği ve ilişkiler üzerinde daha derinlikli, daha kalıcı ve güçlü bir etkiye sahip olduğu dikkati çeker. Bu sebeple İslam toplumlarında ahlak hukuka göre daha fazla önemsenmiştir. Çünkü ahlakı oluşturulamayan ahkâmın kalıcılığı ve etkinliği ya hiç yoktur ya da zayıftır. Nebevi metot da bu yönde teşekkül etmiştir. Ahlak insanı içten kuşatan, hukuk dışarıdan tutan bir özelliğe sahiptir. Ahlak güçlü olduğu nispette hukuka ihtiyaç azalır. İşte bu sebepten olmalıdır ki Hz. Peygamber, nübüvvetinin Mekke döneminde imanla beraber ahlakı inşa etmiş, Medine’de de bu ahlak üzerine hukuku kurmuştur. İslam mede- İslam Hukuku Açısından Emek 3 niyeti de ahlak üzerine inşa edilmiştir. Buna göre İslam toplumu bir ahlak toplumudur, İslam medeniyeti bir ahlak medeniyetidir. Fârâbî’nin kitabına el-Medînetü’l-‘âdile değil el-Medînetül-fâzıla adını vermesi bu gerçekliğin bir ifadesi olarak yorumlanabilir. Adalet hukukun, fazilet ahlakın idesidir. Hukuk zoraki, ahlak ise gönüllü ilişkileri doğurur. İlişkilerdeki kalıcılığı ve derinliği sağlayan ahlaktır. Bu sebeple ahlakın önemsenmediği bir düzen kendi eliyle kendisini ortadan kaldıran bir özelliğe sahiptir denilebilir. Dördüncü olarak ilk üç madde ekseninde emek/işgücü konusunda ana ilkelere yer verilecek, peşinden konu etrafındaki dinî ve ahlaki umdeler vurgulanacaktır. Ancak öncelikle temel metinlerimiz açısından emeğin değerine vurgu yapılacaktır. Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in Hadislerinde Emeğe Verilen Değer Allah Teala, insanlar dinlensinler diye geceyi karanlık; çalışıp geçimini temin etmek amacıyla onun lütfundan aramak üzere de rahmetinin bir tecellisi olarak gündüzü aydın olacak şekilde yaratmıştır(İsrâ, 17/12; Rûm, 21/23; Furkân, 25/47; Kasas, 28/73; Nebe, 78/11).Onun yerin altında, üstünde, denizde ve havada kısaca evrende bahşettiği çeşitli nimetler, insanların uğrunda emek sarfetmesini beklemektedir. İnsana düşen bunların peşine düşüp onlardan yararlanmak ve yüce Yaratıcısına şükretmektir. Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s.) tembellikten Allah’a sığınmış, çalışmayı teşvik etmiştir (Buhârî, Cihad 25, 74, Et’ime 28, De‘avât 36, 38-40, 42, 44, 46; Müslim, De‘avât 48-52, 7376). Bizzat kendisi mescitten çıktığında çözülen ayakkabı bağını bağlamak isteyen bir arkadaşına: “Bu bir imtiyazdır, ben böyle şeyleri sevmem.” buyurmuş (Bezzâr, 1988-2009, s. 263) ve ayakkabısını kendisi bağlamıştır. Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in hadislerinde emek övülmüş ve çalışanın emeğinin zayi edilmeyeceği açıkça belirtilerek 4 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK emeğe güçlü bir motivasyon sağlanmıştır. Bu konudaki ayetlerde emek, özellikle dünya ve ahiret için çalışmayı içine alacak biçimde umumilik üzere gelmiş ve övülmüştür (Âl-i İmrân, 3/195; Kehf, 18/30). Bu bağlamda kısaca İslam’ın iki ana kaynağında emeğe verilen değeri ve sonucunu ele alabiliriz. Kurallara Uygun Emeğin Sonucu Doğar Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in hadislerinde emek övülmüş, Allah’ın emeği zayi etmeyeceği (Âl-i İmrân, 3/195; Kehf, 18/30), onun rahman ve rahîm sıfatlarına bağlı olarak da değerlendirilmiştir. İslam âlimleri, rahmanın dünya hayatında herkesi, rahimin ise ahirette sadece müminleri kapsayan ilahî rahmeti ifade ettiğini tespit etmişlerdir. Buna göre Allah Teala, mümin-kâfir, dost-düşman ayrımı yapmaksızın çalışan herkese emeğinin karşılığını verir. Bu ayetteki çalışma umumilik ifade eden özelliğe sahiptir. Allah, evreni insanın emrine vermiş, burada sebep sonuç ilişkilerini belirlemiş ve bunların araştırılmasını, keşfedilmesini istemiştir. Teknoloji, sebep-sonuç ilişkilerinin çözülerek maddeye uygulanmasından doğar. Sonuçta teknolojinin temelinde bulunan kurallar da Allah’ın kanunudur. Kim bunların peşine düşerse sınanma ya da bir başka sebep yoksa Allah onlar için o sonucu yaratır. Dolayısıyla fizik, kimya, biyoloji, matematik, astronomi, jeoloji gibi konusu madde olan ilimlerde emek sarfetmekle dinî ilimlerde emek harcamak arasında fark yoktur. Her ikisi de Allah’ın ilmidir ve bunu araştırmak ibadet niteliği taşır. Çünkü göklerin ve yerin yaratılışını, bu ikisi ile onların içinde olanların yaratılış gerçekliğini, kanunlarını düşünüp gördüklerine “Ya Rabbi! Sen bunu boşuna yaratmadın.” (Âl-i İmrân, 3/191) deyip niçin yarattığını anlamak için çaba harcamak ve evrendeki sebep-sonuç ilişkilerine bağlı yaratılış kanunlarını çözmek hem dinî-insani bir görev hem de bir ibadet özelliği arz eder. Kur’an-ı İslam Hukuku Açısından Emek 5 Kerim ve Hz. Peygamber’in hadis-i şeriflerindeki “amel-i salih” kavramı (Bakara, 2/25, 82, 277; Âl-i İmrân, 3/57; Kehf,18/110; Furkan, 25/70-71) da Allah’ın evrende var ettiği sebep-sonuç ilişkilerini içine alan bir özelliğe sahiptir. Çünkü bu kanunlar insanlık için bir rahmettir. Bu sebeple bunların keşfedilip maddeye uygulanması sonucu elde edilen teknolojinin insanlık aleyhine kullanılması amaca aykırılık taşır ve ahlaka aykırılık teşkil eder. Bunun dinî terminolojideki adı da nankörlüktür. İnsan Onuruna Yakışan Emeğiyle Geçinmektir Emeğiyle geçinmek büyük bir şereftir; dilenmek ise yüz karasıdır. Hz. Peygamber tarafından emeğe verilen değer ve dilenciliğe gösterilen tepki o derece güçlü olmuştur ki bineğinde iken kamçısını yere düşüren bir sahabinin herhangi bir kimseden yardım istemeyip inip bizzat kendisinin aldığı nakledilir. Bu ve benzeri hadisler, sahabilerin dilencilik karşısındaki duyarlılıklarını ifade etmek üzere çeşitli kaynaklarda ve değişik ifadelerle nakledilmiştir (Ebû Dâvûd, Zekât 27; Müslim, Zekât 108, Hacc 56; İbn Mâce, Zekât 35, Cihâd 41; Hanbel, V, s. 277, 279, 281). Asalaklık yani başkalarının sırtından geçinme demek olan dilencilik, insanın mükerrem sıfatını/şerefini ayaklar altına alan bir tutumdur. Hz. Peygamber bunu açıkça belirtir: “Sizden birinizin dağa giderek bir arkalık odunu yüklenip satarak ihtiyacını karşılamasıyla şerefini kurtarması -verilir veya verilmez ayrı bir şey ama- insanlardan dilenmesinden daha hayırlıdır.” (Buhârî, Müsâkât 13, Zekât 50, Büyû‘ 15; Müslim, Zekât 107; İbn Mâce, Zekât 25; Hanbel, I, s. 167.). Bir günlük (sabah akşam) yiyeceğe sahip bulunan Müslüman’ın dilenmeye hakkı yoktur. Hz. Peygamber’in hadis-i şeriflerinde geçtiği üzere elinin emeğiyle geçinme imkânı varken dilenenler, özellikle bu şekilde mal biriktirmek için avuç açıp 6 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK isteyenler aslında cehennem ateşi talep etmektedirler (Müslim, Zekât 105).Dünyada yüzsüzlük ederek dilenenler ahirette yüz etleri soyulmuş olarak Allah’ın huzuruna çıkacaklardır (Buhârî, Zekât 52; Müslim, Zekât 103, 104). Hz. Peygamber, kendisinden bir şeyler isteyen ve çalışabilecek güce sahip olan Ensar’dan bir zatın dilenmesini istememiş,gidip evinde satılabilecek ne varsa onu getirmesini talep etmiş o da evinde bulduğu bir parça bez ve su bardağını getirmiş, Hz. Peygamber bunları açık arttırma ile satıp parasını ona sermaye yapmış, onunla ip ve balta satın alarak kendisine verip on beş gün odun kesip satmasını sonra kendisine gelmesini söylemiş, adam kazandığı para ile sevinçle gelince: “İşte bu kıyamet günü dilencilik lekesi ile Allah’ın huzuruna çıkmandan hayırlıdır. Dilencilik ancak üç kişi için düşünülebilir: Fakru zaruret içinde bulunan, ağır borç yükü altında ezilmiş gariban, ıstırap verici kan bedeli ödemek durumunda kalan.” (Ebû Dâvûd, Zekât 26; İbn Mâce, Ticârât 25) buyurmuştur. Toplum Çalışmayı Değerli Kılan Bir Kültür Üretmiştir Toplum, çalışma hayatına değer katan ve el emeğini yücelten bir kültür üretmiştir. Özellikle dinî değerlerin kültürel formlarıyla somutlaştığı ve her dinin kendisine özgü bir kültür ürettiği, varlığını ve gücünü burada gösterdiği, hayatiyetini bunlarla kazandığı dikkate alınırsa çalışma hayatının din ile bağlantısını kuran kültürel formların kıymeti kendiliğinden ortaya çıkar. Bu bağlamda her mesleğe bir pir belirlenmiş ve yapılan işler bir peygambere bağlanarak mesleklere ilgiyi arttırmış, çalışmaya ibadet karakteri arz eden bilinç kazandırmıştır. Mesela Hz. Âdem (a.s.) çiftçilerin; Hz. Şit (a.s.), dokumacıların, örgücülerin; Hz. İdris (a.s.) terzilerin; Hz. Nûh marangozların, gemicilerin piri sayılmıştır. Bu işlerden birisini yapanlar o peygamberin mesleğini yapmış olmaktadır. İslam Hukuku Açısından Emek 7 Emek Sonucu Ortaya Çıkan Başarı ya da Kazanım Allah’ın İhsanıdır Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in hadislerinden anlaşıldığı kadarıyla emeği kutsamak,çaba sonucu ulaşılan başarıyı ya da elde edilen nimeti onun mutlak sonucu olarak görmek isabetli değildir. Başarı ve nimeti Allah’ın ihsanı saymak ve şükrünü eda etmeye çalışmak,bir başka ifadeyle nimeti vereni görmek talep edilen bir husustur. Kur’an-ı Kerim bu konuda örnek olarak hazinelerinin anahtarlarını toplulukların taşıdığı ve “servetini bilgisi sayesinde elde ettiğini” iddia ederek nimeti vereni göremeyen Kârûn’un servetiyle birlikte batırılışını zikreder (Şu‘arâ, 26/76-78). Sufîlerin büyüklerinden Şakîk-ı Belhî, “Gerçek manada nimete hamd ya da ona şükür üç şekilde olur.” derken bu hususa da işaret etmiştir: (1) Nimeti verenin Allah Teala olduğunun bilincine varmak (2) Allah’ın verdiğine razı olmak (3) O nimetten doğan güç/enerji bedende olduğu müddetçe ona isyan etmemek (es-Semerkandî, 1964, s. 134). Emek Sonucu Elde Edilen Nimetin Belli Bir Kısmını Paylaşabilmek Gerekir Emek sonucu ihsan edilen nimette belli harcamalar ve kamu hizmetlerinin yürütülebilmesi için miktarını devletin belirlediği bir vergi vardır. Bunun dışında Kur’an-ı Kerim’in emrettiği ve içeriğini sünnetin belirlediği bir de zekât yükümlülüğü mevcuttur. Bu ikisi dışında kazancın belli bir miktarının insanlarla paylaşılması istenmektedir (Âl-i İmrân, 3/92; Haşr, 59/9; İnsan, 76/9). İşte bu paylaşabilme onu arttırır, emeği bereketlendirir (İbrahim, 14/7), insanlardan kıskanılması ve cimri davranılması da onun zevaline, emeğin sonuçsuz kalmasına sebep olur (Âl-i İmrân, 3/180; Nisâ, 4/36-37). Kur’an-ı Kerim “Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimette cimrilik gösterenler, sakın bunun kendileri için 8 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilâkis bu onlar için kötüdür. Cimrilik ettikleri şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Âl-i İmrân, 3/180) ayetiyle ahiretteki sonucunu bildirirken dünyadaki karşılığını da nimetten mahrumiyet olarak ifade eder ve bunu bahçe sahipleriyle örneklendirir. Müfessirlerin ifadesine göre (el-Endelüsî, 1420, 10/241)olay şudur: Cömertliğiyle tanınan bir adamın, Yemen’in San‘a şehri yakınlarında bir bahçesi vardı. Bu bahçe sebze ve meyve bakımından son derece zengin bir ürüne sahipti. Hasat zamanı gelince bunlardan fakirlere bol bol dağıtır ikramda bulunurdu. Allah da ona bol bol verirdi. Adam ölünce bahçe üç oğluna miras kaldı. Çocuklar aralarında anlaşıp: “Zaten bize yetmeyecek, bir de başkasına mı verelim.” tavrıyla hiçbir kimseye herhangi bir şey vermeme konusunda kesin karara vardılar. Bunun için sabaha karşı gizlice bahçeye gidip ürünü toplayacaklardı. Onların bu tutumlarına karşılık Allah Teala, geceleyin o bahçeyi yakıp batırıvermişti. Öyle ki bahçe tanınmaz hâle gelmiş, yeni sahipleri anlaştıkları şekilde yola çıkıp bahçeye ulaştıklarında yollarını şaşırdıklarını zannetmişlerdi. Anladılar ki orası kendilerine ait olan bahçe idi ve cimrilikleri ve kötü niyetleri yüzünden Allah kendilerini cezalandırmıştı. Sonunda pişman olup tövbe ettiler ama iş işten geçmişti (Kalem, 68/17-33). Hz. Peygamber de emeğin semeresi olan nimeti paylaşabilmenin onu nasıl arttırdığını ilginç bir örnekle anlatır: “Sizden önceki ümmetlerden bir adam vardı. Çölde gidiyordu. ‘Filanın bahçesini sula.’ diye buluta talimat veren bir ses işitti. Peşinden bulut gitti suyunu bir taşlığa boşalttı. Adam bu defa akan suyu takibe başladı. Su gidip bir adamın bahçesine vardı. Bir de ne görsün! Bir adam elinde küreğiyle suyu bekliyor ve su geldiğinde de tarlasına çeviriyor. Belli ki suyun geleceğini biliyor. Ona: ‘Ey Allah’ın kulu senin adın nedir?’ diye sorduğunda bahçesi sulanması istenen adam olduğunu anlıyor ve olayı anlatıp bahçe hakkında ne yaptığını soruyor [Çünkü Allah Teala’nın ona istediğini vererek daha İslam Hukuku Açısından Emek 9 dünyada iken adeta cennet hayatı yaşatması merakını celbediyor]. Tarla sahibi ‘Madem sordun söyleyeyim.’ diyor: ‘Ben bu bahçeye emek çeker eker dikerim. Zamanı geldiğinde ürününü hasat eder üçe ayırırım. Üçte birini ihtiyaç sahiplerine dağıtırım, üçte birini ailemin nafakasına ayırırım, üçte birini de bahçenin ihtiyaçlarına sarf ederim.’” (Müslim, Zühd 45; İbn Hanbel, 2/296). Hz. Peygamber konu ile ilgili ilginç bir örnek daha zikreder: Bir köye gitmek üzere yola çıkan üç genç yağmurun bastırması üzerine bir mağaraya sığınırlar. Kopan bir kaya çıkışı kapatır. Çaresiz kalan gençler en değerli amelleriyle Allah’a yalvarıp kurtulmak için dilekte bulunurlar. Birisi anne-babasına gösterdiği saygısı ile kurtuluş ister, kaya biraz aralanır; diğeri fırsat eline geçmişken zinadan vazgeçişini dile getirip kurtuluş ister, kaya biraz daha aralanır, öteki de kalbini kırdığı işçisinin bırakıp gitmesinden sonra emeğinin karşılığı olan hakkını ayırdığı bir koyunun çoğalıp vadileri doldurması ve işçisinin günün birinde hakkını istemek üzere geldiğinde tamamını eksiksiz olarak vermesini dile getirip niyazda bulunur ve kaya çıkabilecekleri şekilde aralanır, kurtulurlar (Buhârî, Enbiyâ’ 53, Edeb 5; Müslim, Zikir 100; İbn Hanbel, 3/142-143). Emek İle İlgili Ahlaki-Fıkhi İlkeler İslam hukukunda ahlak ile ahkâm iç içe geçmiş ve ahlak hukukun zeminini oluşturmuştur. Çünkü ahlakı oluşturulmamış ahkâmın etkisi zayıftır, kalıcılığını sağlayan zemin kaygandır. Bu sebeple aşağıda ahlak ve ahkâm iç içe ele alınacaktır. Çalışmak ve Başkasına Yük Olmamak Esastır İnsan, geçimi için mutlaka emeğini kullanmalı, çalışmalı ve başkasına yük olmamalıdır. Hz. Peygamber: “Hiç kimse asla el emeğiyle kazandığından daha hayırlı ve daha fazla mutluluk veren bir şey yememiştir. Allah’ın nebisi Dâvûd (a.s.) da el emeğini 10 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK yerdi.”buyurmuştur (Enbiyâ,21/37;Buhârî, Büyû‘ 15, İbn Mâce, Ticârât 1; Dârimî, Büyû‘ 6; İbn Hanbel, 6/31, 42). Çalışma iki şekilde olabilir: (1) Kabiliyetini geliştirip nitelikli/işinin ehli olacak şekilde işgücü kazanmak. (2) Beden gücünü kullanmak. Birincisi imkân ve şartlarla ilgilidir. Bu imkânı bulanın kabiliyetini geliştirmemesi bir anlamda küfran-ı nimet (nankörlük) olarak değerlendirilebilir. Kabiliyetler sadece sahip olana değil aynı zamanda topluma da Allah’ın bir lütfu (Zuhrûf, 43/32) olduğu için eğitim kurumları yetenekleri keşfedip geliştirmekle yükümlüdür ve bu hususta azami titizliği göstermek zorundadır. İkinci olarak ise beden ve ruh sağlığı yerinde olan her bir insanın sahip olduğu imkânı değerlendirip çalışması esastır.Her iki durumda da kendisinin ve ailesinin geçimini temin etmek üzere dürüstçe çalışan, Allah’a ve insanlara karşı görevlerini gücü nispetinde yerine getiren bir insan Allah yolundadır. Tebük Seferi’ne katılan sahabiler koyun-kuzu otlatan son derece güçlü ve dinamik gençlerle karşılaşmışlar ve kendi aralarında: “Keşke bu insanların gençliği ve gücü Allah yolunda olsaydı. Bu, koyun-kuzu otlatmaktan kendileri için daha hayırlı olurdu.” diye konuşmuşlardı. Bu söz Hz. Peygamber’e ulaşmış ve “Şöyle şöyle konuşanlar sizler misiniz?” diye sorup:“Evet Yâ Rasûlallah!”cevabına alınca Hz. Peygamber: “Hatalı düşünüyorsunuz. Şayet onlar anne-babaları ya da bunlardan birisi için namuslarıyla çalışıyorlarsa Allah yolundadırlar. Ailelerin geçimini sağlamak amacıyla çalışıyorlarsa Allah yolundadırlar. Şayet kendi geçimleri için çalışıyorlarsa Allah yolundadırlar. Övünmek ve gösteriş için çalışıyorlarsa şeytanın izindedirler.” (Saîd b. Mansûr, 1982, 2/278; Taberânî, t.y., 7/56; Beyhakî, 2003, 7/787) buyurmuştur. Bundan hareketle rızık için yapılan faaliyetlerin ibadet karakteri taşıdığı söylenebilir. İslam Hukuku Açısından Emek 11 Kazancın Meşruiyeti İçin Emek-Sermaye ve Sorumluluktan (Damân) Birisi Bulunmalıdır Fıkhi olarak bir kazancın meşru/helal olabilmesi için hibe/bağış, hediye, mübah alanda elde edilen mülkiyet, miras gibi doğrudan elde edilenler dışında emek, sermaye veya sorumluluktan (damân) birisinin bulunması gerekir (Kâsânî, 1910, 6/62). Emek, beden veya zihin gücünün kullanımını ifade eder. Emek ürünü bir değer, sahibinin mülküdür ve Kur’an-ı Kerim (Nisâ, 4/29)ve Hz. Peygamber’in(İbn Hanbel, 5/113) ifadeleriyle helal oluşu ancak emek sahibinin tam rızası ile mümkündür. Bu, emeği koruyan en önemli zemindir. Mesela günümüz örfünde, ticari isim, ticari unvan, ticari marka, telif ve patent gibi emek mahsulü özel haklarda tasarrufta bulunma yetkisi sahiplerine aittir ve bu hakların ihlal edilmesi caiz değildir. Söz konusu bu hüküm, İslam Fıkıh Akademisinin, 10-15 Aralık 1988 tarihleri arasında Kuveyt’te gerçekleştirdiği beşinci dönem toplantısında manevi haklarla ilgili aldığı karardır. Kazancı helal kılan diğer bir faktör olan damân, bir işin riskini/sorumluluğunu üstlenmek demektir. Bunun karşılığında elde edilen kazanç helaldir. Söz gelimi belli bir ücret mukabilinde bir işi üstlenen şahıs aynı işi-o işi veren şart koşmadıkça- daha ucuza bir başkasına yaptırabilir ve bundan kazandığı para helaldir. Mesela bir otomobili 100 TL’ye tamir etmek üzere anlaşma yapan bir usta aynı işi 80 TL’ye bir başkasına verebilir. Bu aradaki 20 TL’lik fark kendisine helaldir. Çünkü o işin riski/sorumluluğu kendisine aittir. Bir riski üstlenen onun menfaatine hak kazanır. Bu hüküm, Hz. Peygamber’in: “Menfaat, sorumluluk karşılığındadır.” hadisine dayanır (Ebû Dâvûd, Büyû‘ 71; Tirmizî, Büyû‘ 53; Nesâî, Büyû‘ 15; İbn Mâce, Ticârât 43; İbn Hanbel, 6/49, 208, 237). Bu hadis Mecelle’de “Bir şeyin nef‘i damânı mukabelesindedir.” (md. 85) şeklinde kaide olarak yer almıştır. Ekonominin ana gücü olan emeğin nitelikli, sermayenin yüksek olması ve bu iki faktörün gerçekçi ve verimli şekilde kullanıl- 12 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ması önem arz eder. Emeğin nitelikli olması için kabiliyetlerin geliştirilmesi, iş disiplininin sağlanması; yüksek sermaye için de ortaklıkların güçlendirilmesi ve teşvik edilmesi, bu yöndeki politikaların hayata geçirilmesi gerekir.Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in hadislerinde sıkça vurgulanan salih amel kavramına emek ve sermayenin gerçekçi ve verimli kullanımı da dâhildir. Emek-Emekçi-İşveren İlişkileri Hakkaniyet Üzere Olmalıdır İslam’ın iki ana kaynağı ve bunlardan çıkarılan ilkeler bağlamında emek, iş, işçi-işveren sözleşmesinde (emeğin kiralanması ile ilgili olarak)işaret edilen ahlaki-fıkhi ilkelere şu şekilde işaret etmemiz mümkündür: (1) İş, meşru olmalıdır (Bakara, 2/188; Nisâ, 4/29). (2) Emekçi/işçi, işin hakkını vermelidir. Bu, Hz. Peygamber’in üzerinde durduğu en önemli hususlardan birisidir. Şöyle buyurur: “Bir iş yaptığınızda Allah (c.c.) onun hakkını vermenizi sever.” (Ebû Ya‘lâ, 1984, 7/349; Beyhakî, 2003, 7/233) Meşhur müfessir Zemahşerî (ö.538/1144): “Evlere kapılarından girin. Allah’ın emir ve yasaklarına karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.” (Bakara, 2/189)ayetini: “Her işi kendi tabii kuralına/metoduna göre layıkı veçhiyle yapın. Aksini yapmayın.” (Keşşaf, 1947, 1/235) şeklinde tefsir eder. Her işin bir münasibi, yöntemi, ona ait tabii kuralı vardır. O da onun kapısından girmek yani kuralını uygulamaktır. Maksada ulaştıran budur. İyi sonuç da bundan doğar. Onun aksini yapmak işleri tersine götürür. Bir işin hakkını vermek, sadece beden gücü açısından değil, bilgi ve beceri açısından da önemli bir husustur. Bunun için de insan kabiliyetinin keşfedilip geliştirilmesi gerekir. Zira bir işin hakkını ancak ona kabiliyeti olanlar ve yeterli eğitimini alarak liyakatli hâle gelmiş kişiler verebilir. O sebeple bir işe başlamak isteyen ya da iş verilmek istenen şahsın bu tabii esasa uygun olup olmadığına bakılmalıdır. Bu emeğin hem ekonomik hem de İslam Hukuku Açısından Emek 13 teknolojik güç olarak açığa çıkabilmesi için zorunludur. Kabiliyetlerin keşfedilip geliştirilmesi hem aileye hem de eğitim politikalarıyla topluma düşen bir vazifedir. Allah her topluma ihtiyaç duyduğu çeşitli kabiliyetleri ihsan etmiş (İsrâ, 17/21; Zuhrûf, 43/32), yaratılışta mesela kabiliyette bazı varlıklara artı bir güç katmıştır (Fâtır, 35/1). Bunların gerektiği ölçüde değerlendirilememesi o toplum için en büyük emek kaybıdır. Bu husus emeği doğrudan etkileyen bir faktördür. İşçi, belli bir işi belli bir ücret karşılığında yapan bir anlamda emeğini satan kişi demektir ve iş akdi icârenin bir çeşididir. Emek sahibi olan işçi iki kısımda ele alınmıştır: Birincisi Ecîr-i hâss’tır: Çocuk bakıcısı gibi özel işçi anlamına gelir ve belli bir müddette belli bir iş için çalıştırılmak üzere tutulup gücünden yararlanılan kişi demektir. Emeğini, yalnız tutan kişiye tahsis etmiştir. Belirlenen yer ve zamanda bulunduğunda işçi olarak tutan çalıştırsın veya çalıştırmasın ücrete hak kazanır. İş sürekli olabileceği gibi belli bir iş ile de sınırlı olabilir. Birincisi aylıklı ikincisi yevmiyeli işçidir. Her ikisi de ülkemizde uygulanmaktadır. İkincisi, Ecîr-i müşterek’tir: Bu gruba girenler avukat, tabip, mühendis, terzi, hamal, ayakkabı tamircisi gibi ücret mukabilinde herkese iş yapan meslek erbabıdır. Akit, iş üzerine yapılmaktadır. İşi yaptığında ücrete hak kazanır. Kendilerine verilen iş karşılığında emeklerinin ücretini alırlar. Şayet akit ıstısnâ‘ (sipariş) şeklinde ise hem işlenecek olan hammadde hem de emek onu üstlenen sanatkâr veya zanaatkâra aittir. İş bittiğinde müşteri muhayyerdir. İşin hakkının verilebilmesi için iş ehline verilmelidir. Emekten yararlanma hususunda ehliyet ve liyakate riayet etmemek bu bağlamda işin kuralını bilmeyene ya da kuralları bildiği hâlde gücü yetmeyene vermek emek israfı anlamına gelir ve o işten netice almayı zora sokar. Kur’an-ı Kerim’de: “Şüphesiz Allah size emanetleri ehline vermenizi emretmektedir.” (Nisâ, 4/58)buyrulur. Bunun yanında 14 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Hz. Peygamber emanet bilinciyle eda edilmesi gereken bir işin ehline verilmemesi hâlinde dünyadaki ve ahiretteki sonucunu açıklar. Dünyevi sonucu o işin kıyametinin kopması (Buhârî, İlim 2) yani o işten bir netice alınamaması, kaos ve kargaşanın doğması, emeğin israf edilmesidir. Uhrevi sonucu da bu emaneti taşıyamayanlar ve gerektiği şekilde yerine getiremeyenler için aldıkları görevin hesap günü perişanlık ve pişmanlık doğurmasıdır (Müslim, İmâret 16). (3) İşveren, emekçinin hakkını vermelidir. Vermez ise büyük mahkemede ona ilk davayı Allah Teala açacaktır (Buhârî, Büyû‘ 106, İcâre 10; İbn Mâce, Ruhûn 4; İbn Hanbel, 2/358). Ücret belirlenirken işin ağır ya da hafif oluşu, emekçinin sağladığı katma değer, işçinin verimi, becerisi, geçim şartları, ülkenin ve çalışanın statüsüne bağlı olarak oluşan hayat standartları, çalışanlar arasında adalet göz önünde bulundurularak makul bir ücret takdir edilmeli, olağanüstü bir durum olmadıkça emekçi işi planlanan müddette bitirmeli ve işveren de ücreti zamanında ödemelidir. Bu noktada boşluklar oluşursa ya da birtakım haksızlıklar ortaya çıkarsa adalet ilkeleri doğrultusunda yasama organı gerekli düzenlemeleri yapar. Bundan başka emeğin takdir edilmesi emekçiye huzur ve moral verir, işte verim için motivasyon sağlarken görmezden gelinmesi de tam aksine huzursuzluğa ve verim kaybına yol açar. “Marifet iltifata tabidir.” sözü bu gerçeğin ifadesi olduğu gibi Hz. Peygamber de bu hususa açıkça değinir ve sarfedilen emek karşılığında elde edilen başarının takdir görmemesini diğer bir ifadeyle emek sahibinin iltifata mazhar olmamasını, küçük bir hata durumunda bunun bağışlanmayıp tepki gösterilmesini insanın belini kıran üç büyük felaketten birisi olarak sayar (Suyûtî, t.y., nr. 11165). İşçinin hakkı sadece ücretle sınırlı değildir. İşçiye karşı işverenin sorumlulukları ya akitle bizzat taraflarca ya da kanunla İslam Hukuku Açısından Emek 15 belirlenir. Bu tür düzenlemelerde iki tarafın yanısıra toplumun maslahatı arasında bir denge gözetilmelidir. İkramiye, pirim, fazla mesai, tazminat, işçi sağlığı, dinlenme süreleri ve zamanı, tatiller, ulaşım, iş güvencesi, sosyal yardımlar vb. burada zikredilebilir. (4) Her alanda olduğu gibi iş güvenliğini ilgilendiren hususlarda bütün tedbirleri almak, hiçbir şeyi tesadüfe bırakmamak ve peşinden sonucu Allah’a bırakarak hareket etmek (tevekkül) esastır. Kur’an-ı Kerim, açık bir şekilde risk ve tehlikelere karşı tedbirlerin alınması gerektiğini genel bir ilke olarak savaş örnekliğinde anlatır: “Ey İnananlar! Tehlikelere karşı tedbirlerinizi alın…” (Nisâ, 4/71) Aynı husus hadislerde de vurgulanır. Hz. Peygamber, evin damında tedbirini almaksızın -mesela uykuda iken yuvarlanıp aşağıya düşmesini engelleyecek bir korkuluk edinmeden- uyuyandan Allah’ın korumasının (zimmet) kalkacağını bildirmiştir (Ebû Dâvûd, Edeb 104; Tirmizî, Edeb 72). Hz. Peygamber (s.a.s.) çarşı, pazar gibi insanların kalabalık bulunduğu merkezlerde tehlike arzeden şeyler satanlardan gerekli tedbirleri almasını istemiştir. Bu bağlamda ok gibi delici ve yırtıcı özelliği olan maddeler satan bir sahabiden gerekli tedbirleri almasını istemiş, mesela insanlar için yaralamalara ve ölümlere sebebiyet verecek kadar tehlikeli olan ucunun (temren) insanlara zarar vermeyecek biçimde tutulmasını talep etmiştir (Buhârî, Fiten 7; Müslim, Birr 120-124; Ebû Dâvûd, Cihâd 65; Nesâî, Mesâcid 26; İbn Mâce, Edeb 51). Enes b. Mâlik’ten rivayet edildiğine göre bir sahabi Hz. Peygamber’e “Devemi bağlayıp mı yoksa bağlamadan mı Allah’a tevekkül edeyim.” diye sorduğunda Hz. Peygamber: “Onu bağlayarak tedbirini al ve tevekkül et.” buyurmuştur (Tirmizî, Kıyâme 60). 16 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Buna göre risk bulunan alanlarda can ve mal güvenliğini tehdit eden hususlarda tedbirler mutlaka alınmalıdır. (5) İşveren, ücreti zamanında ödemelidir (İbn Mâce, Ruhûn 4). (6) İş ve ücret baştan akitle belirlenip emekçiye bildirilmelidir (Beyhakî, 6/ 120). Akit birebir yapılabileceği gibi -ki yaygın olan budur- toplu olarak da yapılabilir. İslam hukukundaki vekâlet uygulaması buna imkân vermektedir. (7) İş akdinde taraflar, birbirlerinin ihtiyacı, acziyeti ve çaresizliğinden yararlanarak kendine avantajlı bir durum oluşturma yoluna gitmemelidirler (Ebû Dâvûd, Büyu’ 25; İbn Hanbel, 1/116). Emekçinin içinde bulunduğu zor şartların istismar edilerek emeğinin sömürülmesi ya da işverenin işçi bulamama sıkıntısı istismar edilerek haksız ücret elde edilmesi kul hakkı ihlalidir. (8) Modern iş hayatındaki grev ve lokavt hakkı yeni bir uygulama olup klasik fıkıh literatüründe yer almamıştır. Bu haklar Batılı sınıfsal toplumların ortaya çıkardığı bir uygulamadır. Sınıfsal yapıda ezenler-ezilenler ilişkisi vardır ve ezilenler yaptığı mücadele ile birtakım haklar elde ederek, bunu korumak için de kurumsal yapılar inşa etmişlerdir. İşveren karşısında ezilen işçi sınıfı, ezen işverenden kazandığı hakları korumak için sendikalar oluşturmuş ve hakkını almak ya da korumak için de grevi bir baskı aracı olarak hak etmiştir. İşveren de işçi gücü karşısında kendisini korumak için lokavt hakkına sahiptir. Grev-lokavt uygulamasında da görüldüğü gibi Batı’daki bu sınıfsal yapının bozduğu ilişkiler modern dünyada hakperest bir zihniyet inşa etmiş ve dengeleri altüst etmiştir. İslam toplumlarında sınıfsal bir yapıdan söz edilemez. Bütün insanlar Âdem ve Havva’nın çocukları olarak aynı ontolojik düzlemde buluşmaktadır. Dolayısıyla İslam’ın öngördüğü ilişkiler ağının temel dinamiği hakperestlik değil hakşinaslıktır. “Hak İslam Hukuku Açısından Emek 17 verilmez alınır değil, her hak sahibine hakkını ver.” (Ebû Ya‘lâ, 1984-86, 2/193; İbn Balabân, 1984-88, 2/24; Taberânî, 1983, 22/112) anlayışıdır. Rekabete dayalı günümüz ekonomi zihniyetinde “minimum maliyet, maksimum kâr” anlayışı belli ölçüde kabul edilebilirse de bu durum AR-GE çalışmalarıyla elde edilebilecek güç sayesinde düşürülen maliyetlerle sınırlı görülmeli,emeğin hak edişi önünde bir engel oluşturmamalıdır. İslam’ın yön verdiği toplumlarda işçi-işveren ilişkilerinde belirleyici olan başta yapılan akittir. Her iki taraf da bu doğrultuda yükümlülüklerini yerine getirirler, ihtilaf durumunda sulh veya hakem ya da mahkeme yoluyla uyuşmazlıklarını çözerler. (9) Emekçiler örgütlenerek emeklerini toplum aleyhine kullanamazlar. Toplumsal hizmet gören çiftçi, tekstilci, müteahhit, fırıncı, nakliyeci, konfeksiyoncu gibi meslek mensupları toptan işi bırakıp üretimden veya işgücünden doğan nüfuzlarını ya da toplumun ihtiyacını fırsat bilip kendi çıkarları lehine toplum aleyhine kullanamazlar. Aksi takdirde idari veya yargı kararıyla emsal ücret karşılığında işlerini yapmaları sağlanır (Köse, 1997, s. 100). (10) İşçi-işveren ilişkilerinde ticari hayatta olduğu gibi esas ölçüt gönül hoşnutluğudur (Nisâ,4/29; İbn Hanbel, 5/113; Balabân, 1993, 13/316). Burada yapılan ihlal kul hakkı almak anlamına gelir ve ibadetlerin kabulünden (Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsir 2/36), aile huzuruna ve sosyal ilişkilere varıncaya kadar insan üzerinde olumsuz anlamda büyük bir etkiye sahiptir. Bu, dünyadaki sonuçtur. Ahirette ise gerçek anlamda tam bir iflas hâlidir (Müslim, Birr 60; İbn Hanbel, 2/202, 224, 272). İşçi ve işverenin dürüstlük ve hakkaniyet ilkeleri doğrultusundaki tutumları, bunu içselleştirerek ilke edinmeleri bir başka ifadeyle ahlaka dönüştürmeleri kazançta bereket, kişide huzur ve ahirette büyük ödüller kazandıracaktır. 18 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK (11) Mal, para, bilgi, beceri gibi sermayenin doğrudan emek ile buluşturulması esastır. Aksi takdirde aracıların devreye girmesi üretim maliyetlerini etkiler ve bunun bedelini tüm toplum öder. Faizin yasaklanma sebeplerinden birisi bu ilkeye aykırı olarak emek-sermaye arasında ciddi bir engel oluşturmasıdır. İslam hukuku açısından bakıldığında emeğin ve sermayenin birleşerek her iki faktörün de riski üstlendiği bir üretim modeli öngörülmüş ve teşvik edilmiştir. Bu bağlamda fakihler, kendi dönemlerinin şartlarına göre bazı şirket tipleri geliştirmişlerdir. Bu şirketler dönemin şartlarını taşır ve bugün belirlenen ilkeler doğrultusunda yeni şirket modelleri oluşturulabilir. Ortaklık bir tarafta emek diğer tarafta sermaye (mudârebe); bir taraftan emek diğer taraftan iş (ziraat ortaklığı/müzâra‘a, bağ-bahçe ortaklığı/müsâkât); birden fazla işgücünün bir araya gelmesi sonucu oluşan ortaklık (birden fazla avukatın açtığı avukatlık bürosu, birden fazla berberin açtığı kuaför gibi/şeriketü’l-a‘mâl) şeklinde de olabilir. Ortaklıklarda kârın paylaşımı anlaşma oranında, zararın paylaşımı ise sermaye oranında olur. Bir tarafta emek diğer tarafta sermayenin olduğu mudârebe akdinde emek sahibi emeğinin karşılığını alamamak suretiyle zarara katılır. Emek ve sermaye ortaklığının mantığı bir tarafta emek gücü olup sermaye bulamayan diğer tarafta sermayesi olup emeğe ihtiyaç duyan iki tarafı buluşturmaktır. Çoklu sermayelerin bir araya geldiği şirketlerde ise gücün artarak büyük işleri yapabilmeye fırsat tanıması hedeflenmektedir. Ortaklık, hem sermayelerin hem de fikirlerin ve projelerin hem de itibara dayalı birleşme ile büyük işlerin yapılabilmesine, üretimde verimin, arzda kalitenin, kazançta bolluğun elde edilmesine fırsat tanıyan ekonomik birlikteliktir. Bu sebeple Allah-ü Teala, müminlerin ortaklık kurmalarını teşvik etmiş, kendisinin de onlara ortak olduğunu bildirerek birbirlerine hıyanet etmediği sürece onların yardımında olduğunu garanti etmiştir. Bu, ticarette kâr, kazançta bereket, işlerin yürüyüşünde kolaylık, sermayeyi korumada sigorta görevi görür. Hz. Peygamber şöyle buyurur: İslam Hukuku Açısından Emek 19 “Allah Teala‘İki ortaktan birisi diğerine ihanet etmediği müddetçe ben onların üçüncü ortağıyım. Eğer birisi diğerine ihanet ederse ben aralarından çıkarım.’ buyurmuştur.” (Ebû Dâvûd, Büyû‘ 26; Beyhakî, 6/78). Tek tek küçük sermayeler gücü oranında sahiplerine kazanç sağlasa ve onların geçimini temin etse de gücü sınırlı olduğundan istenilen düzeyde bir endüstrileşmeyi, sanayileşmeyi, teknoloji gelişimini sağlayamaz, uluslararası rekabette güç kaybına sebep olur. Bunlar için büyük sermayeye ihtiyaç vardır. Teknolojiyi elde etme, endüstrileşmeyi sağlama ancak çok güçlü araştırma-geliştirme (AR-GE) kurumlarıyla elde edilebilecek uzun süreli bir çalışmayı da gerektirmektedir. Bu açıdan küçük sermaye ile büyük hedefleri gerçekleştirmek mümkün olmayabilir. Bugün dünyanın çeşitli ülkelerinde kurulmuş olan çok ortaklı dev şirketlerin birçok ülkenin bütçesinden daha yüksek miktardaki sermaye sadece ekonomik güç olarak değil aynı zamanda etkili bir siyasi aktör olarak da dünyada söz sahibi oldukları görülmektedir. Bu şirketler sermayenin gücünden doğan nüfuzu sayesinde gelişmemiş ülkelerin doğal kaynaklarından oluşan hammaddeyi düşük maliyetlerle alıp işleyerek yine bu ülkelere çok yüksek fiyatlara satmaktadırlar. Bütün bunların küçük birikimlerin bir araya gelmesiyle oluşan dev ortaklıklar sayesinde gerçekleşmektedir. Büyük ülkeler bu sermaye birikimleri ve insan gücü sayesinde diğer devletlere karşı siyasi, ekonomik ve askerî alanda belirgin bir üstünlük sağlamış durumdadır. O zaman bu hadisin Müslümanlar açısından ne kadar önemli bir konuya dikkat çektiği üzerinde düşünmek gerekir. Kaynakça Beyhakî. (2003/1423). Şu‘abü’l-îmân (A. A. Hâmid, Nşr.) (C. VII, s. 233). Bombay-Riyad. Beyhakî. (2003, 1424). es-Sünenü’l-kübrâ. (M. A. Ata, Nşr.) Beyrut: Darul-Kutubil-İlmiyye. Bezzâr. (1988-2009). el-Bahru’z-zehhâr (C. IX, s. 263). Medine. Buhârî. (1992).Sahîh-i Buhârî.İstanbul: Çağrı. 20 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Ebu Davud. (1999). Es-Sünen. Beyrut: Dar’ul Erkam. Ebû Ya‘lâ. (1984-86). el-Müsned (H. S. Esed, Nşr.) (C. II, s. 193). Dımaşk. el-Endelüsî, E. H. (1420). el-Bahru’l-muhît (S. M. Cemil, Nşr.) (C. X, s. 241). Beyrut. el-Keşşâf. (C. I, s. 235) (1947/1366). Kahire. Esed, H. S. (Nşr.) (1984/1404). Müsnedü Ebî Ya‘lâ. (C. VII, s. 349). Dımaşk. es-Semerkandî, E. (2000/1421). Tenbîhü’l-gâfilîn (s. 449). Dımaşk-Beyrut. Hanbel, A. b. (1313/1895’in ofseti).El-Müsned. Beyrut: Daru Sadır. İbn Balabân. (1984-88/1404-1408). el-İhsân bi-tertîbi Sahîhi İbn Hibbân (Ş. el-Arnaût, H. S. Esed, Nşr.) (C. II, s. 24). Beyrut. İbn Balabân. (1993/1414). el-İhsân fî takrîbi Sahîhi İbn Hibbân (Ş. el-Arnaût, Nşr.) (C. XIII, s. 316). Beyrut. İbn Mace. (1984/1404). Es-Sünen. Riyad:Şeriketü›t-Tıbaati›l-Arabiyye. Kâsânî. (1910/1327-28). Bedâi‘u’s-sanâi‘ (C. VI, s. 62). Kahire. Köse, S. (1997). İslam Hukukunda Hakkın Kötüye Kullanılması (s. 100). İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. Kuran-ı Kerim. Kurtubî. (1964/1384). el-Câmi‘ li-ahkâmi’l-Kur’ân (C. 1, s. 134). Kahire. Mansûr, S. b. (1982/1403). es-Sünen (H. el-A‘zamî, Nşr.) (C. II, s. 278). Haydarabad. Müslim. (1994/1415 ). Sahîh-i Müslim. Beyrut:Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye. Suyûtî. (911/1505Câmi‘u’l-ehâdîs. nr. 11165. Taberânî. (1983/1404). el-Mu‘cemü’l-kebîr (H. es-Selefî, Nşr.) (C. XXII, s. 112). Beyrut. Taberânî. (1415). el-Mu‘cemü’l-evsat (T. I. Muhammed, A. İ. el-Huseynî, Nşr.) (C. VII, s. 56). Kahire: Dâru’l-Haremeyn. Tirmizî. Es-Sünen. İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme Toseef Azid İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme Giriş Mevcut düzende, aslında heterojen bir mahiyete sahip olan emek hizmetleri, bu özelliklerine rağmen aynı şekilde fiyatlandırılan tek bir ürün gibi değerlendirilmektedir. Bu hizmetler için var olan talebin tamamen ekonomik sistemdeki şirketlerden kaynaklandığı varsayılmaktadır. Aynı zamanda, bir firmanın faktör hizmetlerinin girdileri ile bunların sonucunda ortaya çıkan ürün çıktıları arasındaki belli teknolojik ilişkileri nitelendiren bir üretim fonksiyonunu da karşıladığı varsayılmaktadır. Diğer yandan, çalışma saatlerinin tüm şirketler için kabaca aynı olduğunu ancak çalışma koşullarının şirketten şirkete farklılık göstereceğini varsaymak, işçilerin kazanç ve boş vakit noktasında farklı kombinasyonlar öneren alternatif iş olanakları arasında bir seçim yapmasına imkân sağlayacaktır. Piyasada bir tüketici tarafından önerilen efektif işgücünün miktarı, kazanca ve tüketim-boş vakit seçenekleriyle bağdaştırılan ikame etkisine duyarlıdır. Hem işgücü talep eğrisi hem de işgücü arz eğrisi, işgücü piyasasının piyasa mekanizmasını belirleyecektir ve nihayetinde bir ücret oranı dengesine ulaşılacaktır (Ashenfelter&Layard, 1986; Hicks, 1932/1963; Mincer, 1974). 22 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK İslam, insanı basit bir ticaret eşyası olarak görmez. Ancak insanların kendi hizmetlerini belli bir ücret karşılığında kiraladığı da bir gerçektir ve bu ücret açık ara farkla en önemli ücret mertebesindedir. Nüfusun büyük bir çoğunluğu söz konusu olduğunda, maaş aile gelirini belirleyen tek etmen olmaktadır. İnsan, işgücü hizmetlerinin tek tedarikçisidir ve verdiği hizmetler kendisinin ayrılamaz bir niteliğidir. İnsan, Allah’ın halifesi ve asil bir amaçla yaratılmış en iyi eseridir. Adalet, insaniyet ve diğerkâmlık, işgücüne bir fiyat biçilmesi noktasında çok önemli roller oynamaktadır. İslami hukuk bilimi söz konusu olduğunda, yapılan bir literatür taraması işgücünün doğası, piyasası ve ücretlerin belirlenmesi üzerine yazılan pek çok girişimi gözler önüne serecektir. Örneğin, Gazzâlî, İbn-i Teymiyye, Şeyh Veliyullah ve pek çok diğer düşünür buna örnek gösterilebilir. Ana Akım Düzende İşgücü Piyasası ve Mekanizmasının Bir Değerlendirmesi İşgücü piyasası, işçilerin ve işverenlerin etkileşimi üzerinden işler. İşgücü iktisadı, işgücü hizmetlerinin tedarikçilerine (işçiler) ve işgücü hizmetlerinin müşterilerine (işverenler) bakar ve ortaya çıkan maaş, istihdam ve gelir örüntülerini anlamaya çalışır. İnsan kaynakları olarak isimlendirilen (işçilerin ortaya koydukları gerçek işten ziyade sahip oldukları becerileri ifade eden) bir kavramın ortaya çıkmasını sağlayan teoriler söz konusudur. Maaş, ücretli işgücünün temel bir tazminatıdır ve sarf edilen işgücü için belli zaman aralıklarıyla tazminat ödenmesine de ücret oranı denir. Bu iki terim bazen birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. İş Gücü Piyasalarının İncelenmesi İçin İki Yol İşgücü iktisadının iki yönü vardır. İşgücü iktisadı genel olarak mikroekonomi tekniklerinin bir uygulaması, örneğin işgücü pi- İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 23 yasasının klasik ve neoklasik mikroekonomisi [neoklasik bir iktisatçı işgücü piyasasını arz ve talep kuvvetlerinin birlikte ücretin (bu durumda ücret oranının) ve miktarın (Bu durumda istihdam edilen insan sayısının) belirlenmesinde rol oynadığı diğer piyasalara benzer bir şekilde değerlendirebilir] ya da işgücü piyasasının makroekonomi (Keynesçi ekonomi) tekniklerinin bir uygulaması olarak görülebilir. Mikroekonomi teknikleri, bireylerin ve bireysel şirketlerin işgücü piyasasındaki rolünü incelemektedir. Literatürde özellikle iki teknik tartışılmaktadır yani gelir etkisi ve ikame etkisi (Gelir etkisi, çoğu durumda genel olarak maaşlarda gözlemlenecek bir artışın daha fazla işgücü arzı ile sonuçlanmayacağını iddia etmektedir: işçiler artık artmış olan maaşlarını harcamak için daha fazla vakit harcamayı tercih edecekleri için işgücü arzında bir düşüş ortaya çıkacaktır. İkame etkisi ise daha yüksek maaşların insanları daha fazla çalışmaya iteceğini çünkü çalışmamaları durumunda fırsat maliyetinin zam yapılmadan önceki duruma göre daha yüksek olacağını öne sürmektedir.). İşgücü piyasasının aynı zamanda takassız bir piyasa olma özelliğine de sahip olduğu varsayılmaktadır. Ancak pek çok iktisatçı yasaların ya da sendikalar veya büyük çokuluslu şirketler gibi organizasyonların olmaması durumunda işgücü piyasasının iktisadi anlamda mükemmel derecede rekabetçi olmaya yaklaşacağını düşünmüşlerdir. Rekabetçi varsayım, bizi açık bir sonuca götürmektedir yani işçilerin kendi emeklerinin marjinal ürünlerini kazanabileceklerine. Makroekonomi teknikleri ise işgücü piyasası, mal piyasası, para piyasası ve yabancı ticari piyasa arasındaki karşılıklı ilişkileri inceler. Bu etkileşimlerin istihdam düzeyi, katılım oranları, toplam gelir ve gayrisafi yurtiçi hasıla gibi makro değişkenler üzerindeki etkilerini inceler. Keynesçi ekonomiye göre, doğal oranların üzerine çıkmış tüm işsizlik oranları yüksek ihtimalle genel olarak ekonomideki yetersiz talepten kaynaklanmaktadır. 24 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Ekonomik bir durgunluk süresince toplam harcama yetersiz kalır ve bu da girdilerin eksik kullanımına neden olur (işgücü dâhil). Keynes’e göre, toplam harcama (TH) tüketim harcamalarının (T) artırılmasıyla, yatırım harcamalarının arttırılmasıyla (Y), hükûmet harcamalarının (H) arttırılmasıyla ya da ihracat ile ithalat arasındaki farkın (İH-İT) arttırılmasıyla arttırılabilir. Bu yaklaşım bir denklem şeklinde ifade edilebilir: TP = T + Y + H + (İHİT). Daha sonra, işgücü piyasası literatüründe çok sayıda sosyoekonomik model geliştirilmiştir. Ancak bu modeller arasında Marksçı iktisat özellikle önemli bir yer tutmaktadır. İşgücü İktisadı ve Yakın Zamanda Yapılan Araştırmalar Üzerine Bir Eleştiri İşgücü piyasası ile ilgili yapılan standart ekonomik analiz ile ilgili bir eleştiri, bu analizin istihdam sürecinde toplumsal ilişkiler ağının önemini yeterince takdir edememesidir. Bu yaklaşım, kişisel bağlantıların hem işçiler hem de ameleler söz konusu olduğunda kilit bir noktada durduğunu savunmaktadır. İşçiler kişisel bağlantıları olan yerlerde bir işe başvurmaya yatkındırlar ve bir işe başvurduklarında alınmaları ihtimali daha yüksektir. Bu duruma karşılık olarak işe alım sürecinde istatistiksel ayrımcılığı belirlemeye çalışan, kişinin belli bir gruba ait olmasının, özellikle de ırkının, firmanın istihdam kararlarını etkileyip etkilemediğini anlamaya çalışan girişimlerden oluşan geniş bir literatür son yıllarda ortaya çıkmıştır. Daha genel olarak sosyologlar ve siyasal bilimciler, işgücü iktisadının istihdam sürecindeki karmaşıklığı gözden kaçırdığını iddia etmektedirler. Özellikle de arz kanadında söz konusu olan bu kararlara genellikle ciddi miktarda duygusal bir bagaj eşlik etmektedir ve tamamen sayısal verilere odaklı bir analiz, sürecin bu önemli boyutlarını yansıtamayabilir. İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 25 İslami Bir Çerçevede İşgücü Piyasası ve Mekanizması Bu bölümde, çeşitli Müslüman âlimlerin işgücü piyasasıyla ilgili bakış açılarına dair bir tartışma yürütülmeye çalışılacaktır.1 İslam felsefesine göre insanoğlunun bu dünya üzerinde ifa ettiği tüm faaliyetlerin ortak bir amacı vardır. Tüm faaliyetler, kişinin refahını sağlama amacına yönelik yapılmalıdır. Bu amacın onu eşsiz kılan özelliği ise, söz konusu refahın yalnızca bu dünyadaki refaha değil, aynı zamanda diğer dünyadaki refaha da atıfta bulunmasıdır. Bu dünyada, diğer dünyadaki refahtan yoksun kalınmasına neden olacak şekilde hareket etmek, tanımı gereği gerçek bir refah değildir. Bu noktada şunu belirtmekte de fayda vardır ki İslami inançlar, ahlaki değerler, kurallar ve normlar çerçevesinde bilinçli olarak yerine getirildiği sürece, bu dünyada refahın gelişimine katkıda bulunan tüm faaliyetler, diğer dünyadaki refaha da katkıda bulunmak anlamına gelmektedir. İslami inançlar, ahlaki değerler, normlar ve kurallar, iktisadi faaliyetler de dâhil insanın tüm faaliyetlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Mal, para ve işgücü piyasalarında yapılan tüm seçimlerin bu çerçeve içerisinde yapılması gerekmektedir. İslami Bir Çerçeve Dâhilinde İşgücü Piyasasının Kilometre Taşları İslami sistemin öngördüğü evrensel düzenin her bir noktasıyla uyumlu, dolayısıyla işgücü, mal ve para piyasası gibi tüm iktisadi piyasalarla uyumlu oluşturulmuş bazı prensipler söz konusudur. Bu ilkelerin en önde gelenleri ise şunlardır: 1 İşgücü, ücretler ve ücretlerin belirlenmesine dair detaylı bir tartışma “İslami Bir Ekonomide Ücretler” başlığıyla verilen önceki bölümde ele alınmıştır. Bu bölümde ise bu konularla ilgili ve aynı zamanda daha önceki bölümlerde ele alınmamış olan alanlarla ilgili, Müslüman fıkıh âlimleri tarafından ortaya konulan felsefi meselelerle ilgili çalışmalar takdim edilmeye çalışılacaktır. 26 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK (1) Dürüstlük2 (2) İhsan3 (3) Zarar (Hasar/Kayıp/Zorluk) Vermekten Kaçınmak4 (4) Kaynakların Adaletli Kullanımıyla İlgili Değerler İsraftan Kaçınma İsrafın kelime anlamı, kaynakların ziyan edilmesidir. İslam Müslümanlardan hiçbir kaynağı ziyan etmemelerini ister ve bunu kuvvetle vurgular. Bu, rasyonel insanın yalnızca kendi arzularının peşine düşmek yerine, tanımlı ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmesi gerektiğinin belki de en önemli göstergesidir.5 Diğerleri İçin Kendi Sahip Olduklarından Harcamak: (İnfak, Sadaka ve Karz-ı Hasen) İnfak, bir başkasının ihtiyaçlarını karşılamak için kendi malından harcama yapmayı ifade eder ama amaç o kişiye bir iyi2 Kur’an’da da bahsedildiği üzere, insan davranışının ve tüm insan faaliyetlerinin en temel ve başlıca normu dürüstlüktür. Bu yüzden kişi neyin doğru neyin yanlış olduğu üzerine ve herhangi bir şey yapmadan önce iyi ve kötü üzerine düşünmeye zorlanmıştır. “Kuşkusuz, (bu ilahî kelama) iman edenler ile Yahudi inancının takipçilerinden, Hıristiyanlardan ve Sabiilerden Allah’a ve ahiret gününe inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü Rablerinden hak ettikleri mükâfatları alacaklardır ve onlar ne korkacak ne de üzüleceklerdir.” (Bakara, 2/62). “De ki: “Kötü ve çirkin olan şeyler ile iyi ve güzel şeyler mukayese edilemez, kötü şeylerin birçoğu sana büyük zevk verse bile. O hâlde, siz ey derin kavrayış sahipleri, Allaha karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki mutluluğa eresiniz!” (Mâide, 5/103). 3 Bu tüm insan faaliyetleri ve ilişkileri için geçerli bir normdur ve yapılan şeyi en iyi şekilde yapmak anlamına gelmektedir. İnsan ilişkilerinin ve faaliyetlerinin , faaliyeti gerçekleştiren kişinin sadece hedefine ulaşmakla kalmayıp aynı zamanda yaptığı şey sayesinde kendisini iyi hissetmesini ve bu faaliyete katılan diğer insanların da kendilerini iyi hissetmelerini sağlayacak şekilde, faaliyetin kendisini iyileştirecek ve güzelleştirecek şekilde yapılması istenmektedir. 4 Kişinin kendisine de başka birine de zarar vermemesi, insan davranışlarıyla ilgili genel bir kuraldır. 5 “…Ve (Allah’ın nimetlerini) israf etmeyin: kuşkusuz o müsrifleri sevmez!” (Enam, 6/141). Ve “Ey Ademoğulları! (Allah’a) kulluk olsun diye yapıp ettiğiniz her işte kendinize çekidüzen verin; (serbestçe) yiyin için fakat saçıp savurmayın: (çünkü) kuşku yok ki o savurganları sevmez!” (Â’raf, 7/31). İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 27 lik yapmak değil, Allah’ın rızasını aramaktır.6 Sadaka, infakın yanında, bir başkasının içinde bulunduğu zorlukları gidermeye yönelik hareketleri de kapsar. Onların tüketim ihtiyaçlarını karşılamak, çokça teşvik edilen bir sadaka formudur.7 Karz-ı Hasenise, güzel bir borç demektir. Allah’ın rızasını kazanmak adına bir başkasının ihtiyaçlarını gidermek anlamına gelir. Bu hareket Allah’a verilmiş bir borç olur ve Allah da borcunu kat kat fazlasıyla öder.8 İşgücü Piyasasının Mekanizması Bu bölümde, yukarıda bahsedilen dört temel prensibi de göz önünde bulundurarak İslami bir çerçevede işgücü piyasasının etik-ahlaki-iktisadi davranışlarını analiz etmeye çalışacağız. Müslüman hukuk âlimlerinin neredeyse tamamı, arz ve talebin kendilerine has bir yeri ve önemi olduğu ancak bunların bazı ayırt edici temel normlar ve ahlaki temeller tarafından belirlendiği konusunda görüş birliğine varmışlardır. Ve kimse, İslam’ın toplumda gelir ve zenginliğin artmasını sağlayacak iktisadi aktiviteleri teşvik ettiğini inkâr edemez. Örneğin Gazzâlî, insanların genel olarak en düşük seviyede yaşaması gerektiğinde ısrarcı olan kişileri eleştirmektedir. Ona göre bu tür bir yaklaşım, yalnızca diğer dünyadaki saadetleri için çabalayan insanlar için uygun olabilir ama bir bütün olarak toplum için uygun bir tavsiye olamaz. Öte yandan, eğer bir insan bu şekilde tatmin olmuyorsa ve diğer insanlara yardım etmek isteği ile kıvranıyorsa bu durumda geçimini sağlamak ve rızkını kazanmak için harekete geçmesi daha tercih edilecek bir seçenektir (Ghazanfar & Islahi, 1997, s. 13-14). 6 “Allah yolunda mallarını harcayanların durumu, kendisinden yedi başak çıkan ve her başakta yüz tane bulunan bir buğday tohumuna benzer: Allah dilediğine kat kat verir ve Allah her şeyi kuşatan, her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/261). 7 “Yardımları açıktan yapmanız güzeldir; ama muhtaca gizlice vermeniz sizin için daha hayırlı olur ve günahlarınızın bir kısmını bağışlatır. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. (Bakara, 2/271). 8 “Allah’ın kat kat fazlasıyla geriye ödeyeceği bir güzel borcu ona verecek olan kimdir? Allah alır ve kat kat fazlasıyla verir ve hepiniz sonunda ona döndürüleceksiniz.” (Bakara, 2/245). 28 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Gazzâlî’ye göre, İslami bir sistemde, piyasa da kendine has ahlaki ve etik standartlara sahiptir.9 Piyasadaki ekonomik aktörlerin her biri, şeriatin10 amaçları hakkında bilgi sahibi olmalıdır (İslam, bilgi ve ilmi farklı bir bağlamda ele alır.). Piyasa güçleri, İslam’ın temel prensiplerine uymalıdır ve tek amaç Allah’ın rızasını kazanmak olacaktır.11 Gazzâlî, Ali Bin Ebu Talip (r.a.)’ten alıntı yapmaktadır: “Eğer bir insan Allah’ı memnun etmek için dünyayı elde etse bu onu dini bütün biri yapar. Ama eğer Allah’ın rızasını kazanmak dışında bir sebeple her şeyi reddetse, o zaman böyle değildir.” Dolayısıyla, Gazzâlî’nin piyasaların işlevlerini doğru bir şekilde yerine getirdiği bir düzeni idealize ediş şekli, piyasaları her türlü kusurdan, kötülükten ve kötüye kullanımdan arındırmayı ve şeriat dairesi içerisinde hareket etmeyi içermektedir (Ghazanfar & Islahi, 1997, s. 22). Sonrasında İslami piyasanın o kadar da makinize edilmiş ve değerlerden bağımsız olmadığını ekler. İktisadi faaliyetlerin İslami değerleri yansıtması şeriatin amacıdır ve katılımcıların davranışları da hayır (ihsan) amacı gütmelidir. İhsan, “Alışveriş yapan bir insana maddi yarardan daha fazlasını sağlayacak ekstra bir şey yapmaktır, bu ekstra şey bir zorunluluk değil, bir cömertlik eylemi olsa da (Ghazanfar &Islahi, 1997, s. 22).”12 9 İslami sistem etik kurallara ve değerlere dayalıdır ve bunların en önemlisi de Allah korkusudur. 10 İslami bir çerçevede, şeriat ile ilgili bilgiler evrensel kümeyi, piyasa hakkındaki bil�giler ise altkümeyi teşkil eder. Diğer bir önemli nokta ise girişimci, yatırımcı, hissedar ve banka arasındaki asimetrik bilgi edinimi yani ahlaki zarar problemi ile ilgilidir. Bir toplumun İslamileşmesinin her zaman dürüstlük gibi İslami değerlerin uygulanmasına bir artış sağlayacağı kabul edilmiştir; bunun bir sonucu olarak ahlaki zarar problemi de azaltılmış olacaktır. Kur’an aynı zamanda inananlara doğruyu söylemeyi ve ticareti yapılan malların eksik yönlerini saklamamayı emreder (bk.Enfâl, 8/27, Kasas, 28/77, Ahzâb, 33/70). 11 Ana akım sistemde söz konusu olanın aksine amaç, hem üreticilerin hem de tüketicilerin hedefi kendi faydalarını ve kârlarını maksimize etmek yerine Allah’ın rızasını kazanmaktır. Tüm ekonomik aktörler İslam’ın dürüstlük, ihsan ve israftan kaçınma gibi temel normlarına uymalıdır. 12 Tag El-Din (2002, s. 201) istifçilerin davranışlarını şu şekilde tanımlar: “kâr elde İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 29 Gazzâlî’ye göre, bir kişi bu dünyadaki iktisadi faaliyetlerini diğer dünyada kendisine verilecek nimetleri hak etmek için bir tür vasıtaya dönüştürebilir ki diğer dünyanın nimetleri her Müslüman’ın nihai hedefidir. Tüccar ya da iş adamı İslam’a uygun hareket etmeli, toplumsal olarak zorunlu görevlerin (farz-ı kifaye) yerine getirilmesi için çabalamalı, maddi şeylerin onun diğer dünyadaki başarısına karşı gözlerini kör etmesine izin vermemelidir. Açgözlü olmamalı, haram işlerden sakınmalı ve hiçbir zaman işlediği günahlardan dolayı Allah’a hesap vereceğini aklından çıkarmamalıdır (Ghazanfar &Islahi, 1997, s. 22). Bu arada, Gazzâlî doğrudan iktisadi faaliyetlerle uğraşmaması gereken bazı belli insan gruplarını tanımlar; bu insanlar toplumun refahı için önemli toplumsal ya da dinî fonksiyonlar üstlenmektedir. Bu gruplar şunları kapsar: (1) Dünyadan elini eteğini çekmiş bir şekilde yaşayan, sürekli olarak fiziksel ibadetlerle meşgul olan ve manevi olarak aydınlanmış olup insanoğlunun görünür ve gizli sırlarını ayırt etme yetisine sahip olan insanlar (2) Diğer insanlara eğitim vermek ya da rehberlik etmekle ilgili mesleklerle meşgul olan insanlar (talim sanatı) (3) Devletin dünyevi işlerinin yürümesinden sorumlu olan kamu çalışanları-yöneticiler, hâkimler vs. (siyaset sanatı) Bu gibi gruplar, ekonomik olarak kamu hazinesinden desteklenebilirler. Gazzâlî, sonrasında piyasada iyiliksever bir şekilde hareket etmekle ilgili altı tane kılavuz ilke sayarak devam eder (Ghazanfar &Islahi, 1997, s. 22): eden tedarikçilerin piyasa fiyatlarını etkilemek ve yüksek kârlar elde etmek için yüksek talep gören depolanabilir gıda maddelerini istiflemeye teşvik edildiği tekelci uygulamalar sonucunda yiyecek kıtlığı oluşturulur. Bu kıtlıklar özellikle de talep esnekliği düşük olan temel gıda maddeleri için yaratıldığı zaman ise potansiyel hasar daha da ciddi bir boyuta ulaşır. 30 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK (1) Satıcı, fiyatları belirlerken aşırı miktarda kâr yapmasını sağlayacak ücretler koymamalıdır. (2) Alıcı, fakir bir satıcıyla pazarlık yaparken çok fazla üstelememeli ve müşfik davranmalı; zengin bir satıcı ile iş yaparken katı davranmalıdır (Bu tutumun maaşları belirlerken de takınılması gerektiği sonucuna varılabilir, örneğin bir kişinin nitelikleri eksikse, iyilikseverliğin bir gereği olarak kendisine kibar bir şekilde davranılması gerekir.). Gazzâlî piyasa ortamını, yani işbirliğini ve rekabeti, ayrıntılı bir şekilde ele almaktadır. Bir yandan işbirliğini ve koordinasyonu vurgularken diğer yandan iktisadi faaliyetlerin içerisinde görülme eğilimi gösterdiği rekabetçi ortamın da bilincindedir. Gazzâlî’ye göre “İnsanlar bir toplum içerisinde yaşıyorlarsa ve farklı şeyler için arzu geliştirmeye başlıyorlarsa böyle bir ortamda bu arzuların giderilmesini sağlamak için bir mücadele ortaya çıkma ihtimali yüksektir. Rekabet söz konusudur ancak otoritenin uygulanması ve adaletin korunması yoluyla bir denge sağlanabilir…”13 (Ghazanfar &Islahi, 1997, s. 26). Aziz ve Asutay (2007), yukarıdaki olguyu aşağıdaki şekilde tarif etmektedirler: “Dolayısıyla, çeşitli etik emirler arasında ciddi bir bütünleyiciliğe ulaşılmıştır. Bu da İslami sistemde üretken girdiler ve yetiler ile insan gelişiminin farklılaştırılmasına ve pekiştirilmesine yardımcı olmaktadır. Sistemin verimliliğindeki artış, bütünleyicilik prensibinin teşvik ettiği ortak girişimler üzerinden gerçekleştirilen koordine ve katılımcı öğrenme ve karar alma ortamlarının bir sonucudur. Bu değişken etik-ekonomik ortamda kurulan denge statik değildir ve toplumsal refah fonksiyonunun daha yüksek düzeylerine doğru kaymaktadır.” (s. 161). Ve, “Şunun da belirtilmesi gerekir ki kişisel çıkar ve dolayısıyla piyasa mekanizması, mübadeleler için motivasyon ve merkez 13 İslami bir iktisadi piyasada rekabet ve işbirliği birbirini tamamlayan etmenlerdir. İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 31 olarak kabul edilirken İslami iktisat, piyasanın sırasıyla “işbirliği, merhamet, adalet, iyilikseverlik ve dayanışma” ile işlemesini emretmektedir.” (Ahmad, 2003,s. 195). İbn-i Teymiyye ve öğrencisi İbn-i Kayyam işgücü piyasasının boyutlarını daha da ayrıntılı bir şekilde ele almışlardır ve İslami çerçeve içerisinde işgücü piyasasının da mal piyasası ile aynı etik, kural ve düzenleme standartlarına sahip olduğu görüşündedirler (Islahi, 1984, 1988). Ana akım iktisat söz konusu olduğunda, hiç kimsenin gelecek hakkında mükemmel derecede bilgiye sahip olmadığı kabul edilegelmiştir ve bu yüzden piyasa olgusunun yerini şirket, yönetim ve işçiler arasındaki anlaşma ve sözleşmeler almıştır. Bu, piyasa ekonomisinin başarısızlığı ve ona inananların çaresiz kalmasıdır (Joscow, 2002; Pittaway, 2005). Ancak İslami iktisatçılar, etik ve ahlaki değer bileşenlerini kullanarak piyasa mekanizmasının daha verimli bir şekilde işleyebileceğine inanır. İşgücü Arzı Bu bölümde, farklı Müslüman hukuk âlimlerinin İslami işgücü piyasası ortamında işgücü arzının farklı açılarıyla ilgili fikirlerini ortaya koymaya çalışacağız. Var olan literatürde de bahsedildiği üzere, işgücü arzı üç temel bileşene sahiptir; zaman, verimlilik ve işçi sayısı. Aşağıdaki tartışma boyunca bu bileşenlerin Müslüman hukuk âlimleri tarafından nasıl ele alındığını göstermeye çalışacağız. Müslüman hukuk âlimleri arasında rasyonel bir Müslüman’ın (aynı zamanda ücretli çalışan birinin) aşağıdaki dinî sorumluluklara sahip olduğuna dair bir fikir birliği vardır. Bu sorumluluklar: (1) Kişinin hayatta kalması için kendine yeterliliğini sağlaması (2) Kişinin çocuklarının refahını sağlaması (3) Ekonomik açıdan ihtiyaç sahibi olan insanlara yardımın sağlanması Gazzâlî’ye göre, bu uğraştaki tüm eksiklikler dinî açıdan ayıplanacak bir şey olacaktır. Eğer insanlar kendilerini en düşük se- 32 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK viyede bir hayatla sınırlandırırlarsa toplumda ve ekonomide bir kaos olacaktır. Bunun hem bu dünyadaki hayatları üzerinde hem de diğer dünya üzerinde etkisi olacaktır.14 Gazzâlî, iki dünyadaki hayatlarında da başarılı olanları tarif eder. İnsanları şu şekilde kategorize eder: (1) Kendilerini neredeyse tamamen dünyevi meselelerle meşgul ederek ahireti görmezden gelenler. Bunlar kaybedenlerdir. (2) Bu dünyadan vazgeçmek pahasına ahiretteki mutluluklarına yatırım yapanlar. Bunlar başarılı olacaktır. (3) “Orta yolu” tercih eden ve iktisadi faaliyetleri de dâhil dünyevi meselelerle şeriatin kuralları doğrultusunda meşgul olanlar. Bunlar kurtuluşa erecektir (Ghazanfar &Islahi, 1997, s. 8). Gazzâlî’nin bakış açısına göre üçüncü kategori hepsinin arasında en iyisidir. Ona göre, eğer bir insan hem Allah’ın emirlerine uyuyor hem de işinde verimli oluyor ve görevlerini yerine getirirken dürüst davranıyorsa başarılı demektir.15 Gazzâlî’nin analizlerinden, Müslümanların mesai saatlerini arttırmasının ve verimli çalışmalarının zorunlu bir görevleri olduğu sonucu çıkarılabilir. Bu arada, bu sisteme göre dürüstlük fazlaca vurgulanmaktadır. Şeyh Veliyullah da işgücü arzını kendinden önce gelenler ile aynı şekilde ele almıştır. Onun görüşlerine göre kişi kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmek ve başkalarına yük olmamak için para kazanmalıdır ve bir dilenci hâline gelmekten maksimum seviyede kaçınmalıdır. Aynı zamanda, müreffeh bir toplum için insanların kendi ihtiyaçlarını kendi kazançlarıyla karşılamasının bir zorun14 Bu bağlamda Gazzâlî, Peygamberimizin bir hadisini alıntılar: “Günahların öyleleri var ki geçimi sağlamak için sarfedilen gayretten başka bir şey onları silemez.” 15 Onu (yani namazı) aksatan, şüphesiz diğer görevlerini de aksatacaktır.”, “Zina yapan kişi, bir müminken zina işleyemez…”, “Tüm bunlardan şu sonuç çıkarılmaktadır ki kişi onu Allah’ın yakınlığına ulaşmak için kullanılacak bir araç olarak gördüğü ve yükümlülüklerini mümkün olduğunca yerine getirdiği sürece, yönetmek hayırlı amellerin en iyisidir.” İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 33 luluk olduğunu söyler. Şeyh Veliyullah’a göre para kazanmak ve aile fertlerinin geçimini sağlamak Allah’ın bir emridir. Ayrıca, gelişmiş ve hâli vakti yerinde bir toplumun, toplumdaki ahlaki ve etik standartlar üzerinde olumlu bir etkisi olacağını eklemektedir. Onun görüşüne göre, zenginlik dindarlık üzerinde olumlu bir rol oynamaktadır. Dindar bir insan için helal yolla elde edilen kazanç en iyisidir.16 Ancak şu da göz önünde bulundurulmalıdır ki kişinin yaptığı iş onun koşullarına en uygun iş olmalıdır. Şeyh Veliyullah işverenlerin işçilerine ödemelerini gecikmeli yapmasının ve borçlar üzerine faiz konmasının işteki verimsizlik artışının temel sebebi olduğunu açıklamaktadır.17 Şu da ilginçtir ki Şeyh Veliyullah arama teorisini de ele almaktadır. Hikmetü’l iktisab ya da geçimini sağlamanın hikmetinin, insanların marangozluk, nalbantlık vs. gibi kendi kişisel kapasitelerine ve ellerindeki imkânlara uygun işlerin peşinde koşmalarına bağlı olduğunu söylemektedir. Ona göre bilge bir insan kendi ihtiyaçlarını karşılamaya elverişli bir meslek seçmelidir. Meslek seçiminde aile geleneklerine körü körüne bağlanarak kendisine uygun olmayacak bir meslekte devam etmemelidir (Abdullah, 2005). Azid ve Asutay (2007, s. 165), yukarıdakilerden yola çıkarak şu sonuca varmaktadırlar: “Üreticinin hareketlerini belirleyen şey, bir insan olarak kazanç elde etmeye çalışıyor olması olabilir. Ancak diğer insanların ihtiyaçlarını gidermek; maddi, ahlaki ve estetik açıdan toplumda bir gelişme sağlamak; zaruri tüketim maddelerinin ve hizmetlerin (görevler) üretimi ve istihdamın sağlanması gibi diğer hedefler de önemlidir ve kârı maksimize etme güdüsü o kadar da önemli değildir (Kehf, 18/46).” Dolayısıyla bu, ekonomide işgücü arzını geliştirecektir. 16 Peygamber Efendimizin şöyle söylediği rivayet edilmektedir: “(Gün boyunca elleri ile) yaptığı işten dolayı yatağa aşırı derecede yorgun giren kişinin günahları o gece affedilir.” 17 Maaşlar geciktirilmeden ödenmelidir yoksa işçiler başka bir yerden faizle borç almak zorunda kalabilirler; bu da onların çok daha fazla kaybetmelerine neden olacaktır ve yaptıkları işi düzgün bir şekilde yapamayabilirler. 34 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK İslam Toplumunda Cinsiyet, Çocuk İşgücü ve İş Cinsiyete bağlı iş bölümü ve çocuk işgücü bağlamında toplumsal seçimler ve refah üzerine İslami bir bakış açısı sunabilecek literatüre dair ciddi bir eksiklik söz konusudur (Özellikle de konu eski Müslüman hukuk âlimleri tarafından ele alınmamıştır). Hassan (1994), İslam’ın kadınların kendi işlerini kurmaları ve yürütmeleri de dâhil iktisadi faaliyetlerle meşgul olmasına izin verdiği sonucuna ulaşmaktadır. Syed ve Ali (1987), bir kadının iktisadi faaliyetlere katılması ya da kendi evlerinin işleriyle meşgul olması noktasında sahip olduğu seçim özgürlüğünün İslam’da erkeklerin konumuna tam bir tezat teşkil ettiğini, ikincisinin iktisadi faaliyetlerinin bir tercih meselesi değil, dinî bir sorumluluk olduğunu belirtmektedir. Syed (2006), bu meseleyi Sen’in kabiliyet yaklaşımı ve uyarlanabilir tercihler çerçevesinde ele almaktadır. Syed, kabiliyet modelindeki maddi refaha ek olarak ebedî refahı da göz önünde bulundurmamız gerektiğini söylemektedir. Sonrasında da İslam’ın, insan toplumunun çekirdek birimi olarak aile kurumunun muhafazasında ve işlemesinde kadınların ve erkeklerin rollerini vurguladığını belirtmektedir. Syed’e göre, İslami bir toplumda ailelerin farklı üretim biçimlerinde uzmanlaşmasının en ideal seçenek olduğu düşünülebilir ve işgücü katılımında ortaya çıkan eşitsizlikler bu ideal kararların bir sonucu olabilir. Çocukluk dönemi, esas olarak çocukların hayatlarını oyun oynayarak ve eğlenerek geçirdikleri ve gelecekte başarılı bir hayat sürmelerini sağlayacak eğitimleri aldıkları ve yetileri geliştirdikleri bir dönemdir. Çocuklara yaşlarına ve fiziksel kapasitelerine uygun ve taşıyabileceklerinden daha ağır olmayan işler vermenin bir zararı yoktur. Babalarına yardım etmelerine izin verilir ve hatta aile çok fakir ise çocukların çalışması da söz konusu olabilir. Ancak eğer devlet çocukların masraflarını karşılıyor ve bakımlarını üstleniyorsa çocukların kendi işgüçlerini piyasaya arz etmeleri gerekli olmayacaktır.18 18 Sheikh Yusuf Al-Qaradawiand Dr. Abdel-Fatah Idrees, professor of Comparative İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 35 İşgücü İçin Talep Müslüman âlimlerin çoğu (örneğin Gazzâlî, İbn-i Teymiyye, İbn-i Haldûn, Şeyh Veliyullah ve diğerleri), Allah korkusunun (takva) ana akım bir iktisadi sistemle karşılaştırıldığı zaman İslami bir iktisadi sistemde işgücüne olan talebi ciddi derecede arttırdığı noktasında fikir birliği içerisindedirler. Müslüman bir işçi işini dürüst ve verimli bir şekilde yapacağı için işgücünün marjinal ürünü artacaktır ve dolayısıyla işgücü talep eğrisini sağa doğru kaydıracaktır. Hukuk âlimlerine göre, bir girişimci ihtiyaç sahibi olan insanlara, onlara bağışta bulunmak yerine bir iş vererek yardımcı olabilir. Bu, zorunlu bir toplumsal görev olarak görülmektedir (farz-ı kifaye).19 Benzer bir şekilde, işlerini açgözlü bir şekilde de yürütmemelidir. Bir Müslüman olarak girişimci yaptığı her şeyden Allah’a karşı sorumlu olduğunu her zaman aklında tutmalıdır. Ve elindeki kaynaklar, ihtiyaçların karşılanması için olduğu kadar toplumun gelişmesi için de kullanılmalıdır. İbn-i Teymiyye işgücü talebiyle ilgili dolaylı bir yaklaşım geliştirir ve konuyu malların ve hizmetlerin ithali üzerinden ele alır. İbn-i Teymiyye, malların arzı için iki farklı kaynak olduğundan söz eder -yerel üretim ve talep edilen malların ithal edilmesi (ma yukhlaq aw yujlab min dhali’k al mal al matlub). ‘Al matlub’, Türkçedeki ‘talep’ kelimesinin karşılığıdır. Bir mal için gösterilen talebi ifade etmek için ise ‘raghabat fi’l shai’ yani eşya için duyulan arzu ifadesini kullanmaktadır. İhtiyacı ya da ‘düşkünlüğü’ ifade eden arzu, talebin önemli belirleyicilerinden biridir diğeri ise gelirdir. Diğer bir piyasa gücü olan arzdaki bir değişim ise, İbn-i Teymiyye Jurisprudence at the Faculty of Shariah and Law, Al-Azhar University retrived from: www.islamonline.net/servlet/Satellite?pagename=IslamOnline-English-Ask_Scholar/ FatwaE/FatwaE&cid=1119503547328S. 19 İmam Gazzâlî, dolayısıyla Müslüman bir girişimcinin belli bir ekonomik girişimde bulunmasında yalnızca kendisi için kâr elde etmek isteğinin değil aynı zamanda şeriat tarafından emredilen zorunlu toplumsal görevleri yerine getirme arzusunun da etkili olduğunu söylemektedir (Ghazanfar & Islahi, 1997, s. 26). 36 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK tarafından malların ulaşılabilirliğindeki artış ya da azalış olarak tanımlanmıştır (Islahi, 1985, s. 52). Şunu da eklemekte fayda var ki Şeyh Veliyullah işsizlik yardımını tavsiye etmemektedir. Zengin olan kişiler diğerlerinin dilenmesini teşvik etmemeli ve bunun yerine istihdamı arttırmanın yollarını bulmaya çalışmalıdır (Abdullah, 2005). Daha önceki bölümlerde ele alınan literatür ve İslami öğretilerden yola çıkarak bir çalışanın fayda fonksiyonunu aşağıdaki gibi tanımlayabiliriz (Akhtar, 1992): U={(İlahî İrade, Patronun Memnuniyeti, Maaşlar, Çaba), (e,LeA), (Vazifeden Kaçmama)} Burada ‘e’ çalışanın çaba düzeyini ifade ederken ‘LeA’ ise işverenden beklenen düzeyi ifade etmektedir. Bir çalışanın fayda fonksiyonu, Allah’ın iradesinin, patronun memnuniyetinin, maaşların ve çaba düzeyinin bir fonksiyonudur. Bunlardan ilk ikisi, fayda maksimizasyonunu hedefleyen laik bir aktör söz konusu olduğunda dâhil edilmeyecektir. Bu durumda işçi patronuna karşı maksimizasyon meselesinde olduğu gibi samimi bir şekilde davranmaz ve ne zaman fırsatını bulsa vazifeden kaçar. İslami bir ekonomik aktör ise her zaman patronuna karşı samimi olur olur ve onun iyiliğini ister. Vazifeden kaçınmak yerine patronunun mallarına sahip çıkar. İşgücü İçin Talep ve Beşerî Sermaye İslami bir işgücü piyasasında işçinin becerileri, ana akım bir iktisadi sistemde ele alındığı gibi ele alınmaz. Gazzâlî bu tür prensiplere uyan insanların, hem bu dünyada hem de diğer dünyada başarılı insanlar hiyerarşisinde en yüksek dereceye sahip olduklarını belirtmektedir. İnsanların farklı işlerde çalışmalarına olanak sağlayacak becerilere sahip olması, Allah’ın nimetlerinden biridir. Peygamberimiz Muhammed’in “Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır.” sözünün yorumlanış şekillerinden biri de budur İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 37 (Ghazanfar &Islahi, 1997, s. 25). Buradan, farklı meslekler ve iktisadi faaliyetler için farklı becerilere talep olmasının, ekonominin ve toplumun gelişmesinde olumlu bir etkisi olduğu sonucunu çıkarabiliriz (Ghazanfar & Islahi, 1997, s. 25). İmam Teymiyye, talep ve beşerî sermaye ile ilgili aşağıdaki noktaları ele almaktadır: “İnsanların arzuları (al raghabah) farklı farklıdır ve sıklıkla değişmektedir. Bu arzular, talep edilen malın (al matlub) bolluğuna ya da kıtlığına göre değişmektedir. Bir mal zor bulunduğu zaman, bol ve ulaşılabilir olduğu zamana kıyasla çok daha fazla arzu edilir.” (Bu, kalifiye işgücü söz konusu olduğunda da benzer bir şekilde yorumlanabilir.) (Islahi, 1985, s. 53). Arz ve talebin rollerine dair erken dönemde ifadelerden biri de El-Cahiz’in ‘al-Tabassur bi’l-Tijarah’ (Ticaret Anlayışı) adlı çalışmasında geçmektedir: “Bilgi hariç her şeyin fiyatı, miktarı arttıkça azalır; bilginin ise miktarı arttıkça değeri de artar.” (El-Cahiz, 1966, s. 11-12). İslami bir sistemde, bireyler arasındaki ekonomik farklılıklar asla görmezden gelinmez. Bu farklılaşmalar canlı bir ekonomik hayat için gereklidir (Khan, 1975; Mevdûdî, 1969; Qutub 1968; Tabakoğlu, 1983). İslam becerilere ve deneyime kıymet; hiyerarşiye izin verir (Khan 1975). Diğer yandan, bazı ailelerin imtiyazlı haklarla doğduğu işçilerin de bu az sayıdaki aile için çalışması gerektiği algısı, toplumsal hayatın herhangi bir safhası için kabul edilebilir değildir (Qureyshi, 1959). Kâr ve kazançlar mesleğe, becerilere, hayati risk ve sağlığa, işçinin sağlığındaki ve fiziksel kuvvetindeki yıpranma payına, konuma, iklime, ortama ve koşullara göre olmalıdır. Nihayetinde, bu dünya hayatı bir üstünlük göstergesi değil herkes için bir imtihan yeridir (Tabakoğlu, 1983).20 Ancak bu, İslami bir toplumda farklılıkların ayrımcı bir 20 Bu prensipler aşağıdaki Kur’an ayetlerinde de gözlemlenmektedir: “(öteki dünyada) onların tümü, yaptıkları (iyi veya kötü) şeylere göre tespit edilmiş bir dereceye sahip ola- 38 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK tavırla ele alınacağı anlamına gelmez. İslami bir devlette her vatandaş eşittir; kazanç ve kâr bağlamında tek değerlendirme etmeni ise beceriler, eğitim ve verimliliktir (Azid, 2005). Maaşlar İslami bir sistemde işgücü, piyasa fiyatına sahip olan bir hizmet olarak kabul edilir ve dolayısıyla normal koşullar altında maaşın belirlenmesi piyasa güçlerinin serbest hareketlerine bırakılacaktır. Yine de İslami düşünce hayatında adil bir ödeme yapmak ve adil ücretler belirlemek meselesi sıklıkla ele alınmıştır. Gazzâlî, Peygamberimizin hadislerinden birini alıntılamaktadır: “Tüm yaratıklar Allah’a muhtaçtır ve onların en sevgilisi Allah’ın kullarına en faydalı olanlarıdır.” Dolayısıyla, işverenler maaş oranlarını belirlerken iyiliksever bir tutum takınmalıdırlar. Gazzâlî, toplumsal fayda söz konusu olduğunda üçlü bir hiyerarşik sistem önerir; gereklilikler (zarurat), hayatı kolaylaştıran ya da rahatlatan şeyler (hacat) ve sanatsal eşyalar ya da lüks eşyaları (tahsinat). Yani, “Ücretlerin belirlenmesi, en düşük hayat standartları, yani zarurat temel alınarak yapılmalıdır.” sonucuna ulaşılabilir (Ghazanfar & Islahi, 1997, s. 7). İbn-i Teymiyye, maaşlar hakkındaki düşüncelerini detaylı bir şekilde ifade etmektedir ancak bizim için onun fikirlerini sunmak yeterli olacaktır. İbn-i Teymiyye, ‘işgücü piyasasında ücretlendirme’ (tas`ir fil-a`mal), ‘denklerin maaşı’ (ujrat al-mithl) gibi ‘mal piyasasında ücretlendirme’ (tas`ir fi’l–amwal) ve ‘denklerin fiyatı’ (thaman al-mithl) gibi tabirlere karşılık gelen terimler kullanmaktadır (İbn-i Teymiyye, 1976, s. 34). Her türlü çekişmeyi önlemek adına, fiyatlar gibi maaşlar da tam olarak tanımlanmalıdır. Şöyle söylemektedir: “Maaşların ve fiyatların belirsiz olduğu ya da kesin olmadığı durumlarda, örneğin önceden belircaklardır.” (Ahkâf, 46/19); “Zira o sizi dünyaya mirasçı yapmış ve bazınızı diğerlerine derecelerle üstün kılmıştır ki bahşettiği şeyler aracılığıyla sizi sınayabilsin.” (En’âm, 6/165). İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 39 lenmediklerinde ya da görülmediklerinde ya da türleri bilinmediğinde, bir belirsizlik ve kumar durumu söz konusudur.” (İbn-i Teymiyye, 1964, s. 103). Şu da belirtilmelidir ki o günlerde fiyatlar gibi maaşlar da bazen nakdi değil ayni olarak ödenmekteydi. İbn-i Teymiyye’ye göre, “denklerin maaşı”, teklif edilen maaş (musamma) tarafından belirlenecektir, tabi böyle bir teklif söz konusuysa. İki taraf da sonrasında bu teklife başvurabilir, tıpkı satım ya da kiralama söz konusu olduğunda teklif edilen fiyatın (thaman musamma) “denklerin fiyatı” olarak kabul edileceği gibi (İbn-i Teymiyye, 1963, Vol. 34, s. 72). Eğer piyasada bir kusur varsa denklerin maaşı da denklerin fiyatı gibi belirlenecektir. Örneğin, “eğer insanlar bir çiftçinin ya da tekstil üretimiyle veya inşaatla meşgul olan kişilerin hizmetine ihtiyaç duyuyorlar ama bu kişiler hizmetlerini vermeye hazırlıklı değillerse, otoriteler bu durumda denklerin maaşlarını belirleyebilir.” (, 1976, s. 34). İbn-i Teymiyye bu maaş kontrolünün amacının ise işçileri ve işverenlerin birbirini istismar etmelerini önlemek olduğunu da açıklamaktadır. “Adil bir maaş, hem işverenin işçiye verdiği maaşın hak ettiğinden daha az olmasını hem de işçinin hak ettiğinden daha fazlasını talep etmesini önleyecek şekilde belirlenmelidir.” (İbn-i Teymiyye, 1976, s. 34). İbn-i Haldûn da maaşlar hakkında yorumda bulunmaktadır. Onun düşüncelerinin özünü aktarırken Spengler şunları söyler: “İşçinin ya da tüccarın hayat standartlarının para maliyetini arttıran şey arz fiyatına yansır ya da yansıyabilir.” (Spengler, 1964, s. 298). Bu konuyla ilgili şu yorumda bulunur: “Ancak İbn-i ’Haldûn’un ifadeleri, işgücünün fiyatını belirleyen şeyin genellikle arzdan ziyade talep olduğunu ima etmektedir. İşgücünün fiyatının en azından ‘temel ihtiyaçları’ tedarik edecek düzeyde olması gerekirken genellikle işgücü talebinin göz ardı edilebilir olduğu yerler olan kasaba ve köylerde çoğuı zaman böyle olmaz.” (Islahi, 2004, s. 42). 40 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK İslami Sistemde Maaşlar ve İşgücü Piyasasının Normları Şeyh Veliyullah’a göre, insan kendisine muhtaç olanlardan sorumlu tutulmuştur ve İslami değerlerle ilgili olan diğer yükümlülükleri de vardır. Dolayısıyla adaletin rolü, maaşların belirlenmesinde öncelikli etmen olacaktır ve piyasa güçlerinin rolü ikinci planda kalacaktır. Öncelikle, işveren ve işçi arasında yalnızca maddi bir ilişki değil genel olarak tüm davranışlarını kapsayan kardeşçe bir ilişki olmalıdır. İkincisi, iş yükü ve çalışma şartları insani sınırlar içerisinde olmalıdır; bir alana ekilebilecek ürün sayısının bir sınırı olmasa bile iş yükünün bir sınırı vardır. Üçüncü olarak da işveren işe aldığı kardeşinin temel ihtiyaçlarını karşılamayı garantilemelidir. Maaşların Esnekliği “Fiyatlardaki artış ve azalışlar her zaman bazı insanların yaptıkları adaletsizliklerden (zulüm) kaynaklı değildir. Bazen sebep üretimdeki bir yetersizlik ya da talep edilen malların ithalindeki bir azalıştır. Dolayısıyla eğer bir ürünün ulaşılabilirliğinde bir azalış söz konusuyken bu ürün daha fazla arzu ediliyorsa fiyatı artacaktır. Diğer yandan, eğer ürünün ulaşılabilirliği artarken daha az arzu ediliyorsa fiyat aşağı çekilecektir. Bu kıtlık ya da bolluk durumu bir kişinin hareketlerinin sonucu olabilir; hiçbir adaletsizlik içermeyen bir nedenden kaynaklanabilir ya da bazen gerçekten adaletsizlik içeren bir nedenden kaynaklanabilir. İnsanların kalplerindeki arzularını yaratan Yüce Allah’tır…” (İbn-i Teymiyye, 1381, vol. 8, s. 253). Ve aynısı maaşların becerilerin derecesine ve toplumun ihtiyaçlarına göre belirlenmesi söz konusu olduğunda da geçerlidir. Aile İktisadı Çoğu işgücü piyasası analizinin gözden kaçırdığı bir başka nokta ise karşılıksız işgücüdür. Bu tür işgücü karşılığında bir ödeme yapılmasa bile toplumda önemli bir rol oynamaktadır. Bunun en İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 41 dramatik örneği, çocuk yetiştirmedir. Ancak son 25 yıldır yapılan çalışmaların gittikçe artan bir kısmı, genellikle aile iktisadı olarak isimlendirilir, ev içindeki karar alma mekanizmaları üzerinde ve ortak işgücü arzı, doğurganlık, çocuk yetiştirme ve genellikle ev içi üretimi olarak adlandırılan diğer alanlar hakkında çalışmalar yapılmaktadır. Gazzâlî bu meseleyi şu şekilde açıklar: aile içerisinde bir uzmanlaşma söz konusudur, bu sistemde kadın ev işlerinin yükümlülüklerini üstlenirken koca geçimi sağlamakla yükümlüdür. Gazzâlî şu şekilde devam eder: “Eğer koca ev işlerini üstlenecek olursa bunları yerine getirirken çok fazla vakit kaybederdi ve öğrenmeye ve para kazanmaya ayıracağı yeterince vakti kalmazdı.” (Ghazanfar & Islahi, 1997, s. 26). Asgari Ücret İşin niteliklerini belirledikten sonra, Stigler (1961, 1962) ve McCall (1970), asgari ücret, yani işçinin bir işi yapmak için kabul etmeye razı olduğu en düşük ücret açısından iş arama kararlarının özelliklerini saptamaktadır. İşçinin en iyi stratejisi bir işi asgari ücretten daha düşük bir maaş teklif edildiğinde reddetmekten ve asgari ücretten daha yüksek bir ücret teklif edildiğinde kabul etmekten ibarettir. Asgari ücret farklı niteliklere sahip iki iş arasında da farklılık gösterecektir; yani farklı iş çeşitleri arasında dengeleyici bir farklılık olacaktır. Gazzâlî, asgari ücret olgusunu Stigler ve McCall’dan uzun zaman önce ele almıştır. Gazzâlî’ye göre, koruma ücreti önemsiz bir olgu değildir ve yalnızca arz ve talep güçlerine bağlı değildir. Onun görüşüne göre, piyasalarda her iki taraf da piyasanın ekonomik ve toplumsal durumunu göz önünde bulundurma zorunluluğu ile kısıtlanmıştır. Dolayısıyla, temel yaşam düzeyinin bir toplum tarafından norm olarak kabul edilemeyeceğinde ısrar etmektedir. Ancak bazılarının bu seçimi kendi iradeleriyle yapabileceğini söylemektedir (Ghazanfar & Islahi, 1997, s. 9). Ancak 42 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK şu da belirtilmelidir ki temel yaşam düzeyine karşı argümanlar sunarken Gazzâlî aşırı derecede maddi eşya edinilmesini teşvik etmemektedir - en azından kendisinin kifayah olarak isimlendirdiği, kişinin kendisinin ve ailesinin yemek, giyinme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamasına olanak sağlayan ortalama hayat standardından fazlasını kesinlikle teşvik etmemektedir (Ghazanfar & Islahi, 1997, s.9). ‘Bir İslam Kurumu Olarak Hisbe’ isimli kitabında, İbn-i Teymiyye iki değişimi ayrı ayrı tanımlamakta ve şöyle söylemektedir: “Eğer insanlar mallarını çoğunluk tarafından kabul edilen usullere uygun olarak kendileri herhangi bir adaletsizlik yapmadan satıyorlarsa ve fiyatlar ürünün miktarındaki azalmaya (qillat al shai’) bağlı olarak düşüyor ya da nüfustaki artışa bağlı olarak (kathrat al Khalq) artıyorsa, o zaman bu Allah’tandır.” (İbn-i Teymiyye, 1976, s. 24). Hisbe’de, bir noktada daha erken bir dönemde yaşamış fıkıhçı Ebü’l Velid’in (1013-1081 MS/403-474 HS) görüşlerinden birini onaylayarak aktarır: “Yönetimin kâr bırakmayacak kadar düşük bir fiyat belirlemesi fiyatlarda yolsuzluğa, (satıcı tarafından) malların saklanmasına ve insanların varlıklarının yok olmasına yol açar.” (İbn-i Teymiyye, 1976, s. 41). Daha sonra Şeyh Veliyullah da şunları ekler: dolayısıyla İslami bir ekonomide çalışanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasını garanti altına alan bir minimum maaş yasası çıkarılabilir. Bu ayarlama, teşebbüse ve sermayeye minimal bir kabul edilebilir birim kâr sağlanması koşuluyla yapılacaktır. Eğer temel ihtiyaçların karşılanması için bu yeterli değilse, açık kalan miktar, toplanan zekâtlarla oluşturulan sosyal güvenlik fonundan ve göreceli olarak nüfusun kötü durumda olan kısmı için ayrılan diğer gelirlerden karşılanacaktır (Abdullah, 2005). Buradan üretimdeki insan faktörünü, yani işgücünü ücretlendirirken kişinin, ücretlendirmeye (adalet ve kısıtlılık) ve dağı- İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 43 tıma (eşitlik) dair genel normatif prensipleri uygulaması gerektiği sonucuna ulaşılabilir. Ayrıca, daha önce de ifade edildiği üzere, insaniyetin de göz ardı edilmemesi gerekir. Ancak toplumun ayrılmaz bir parçası olarak bir firmanın da ahlaki ve etik yükümlülükleri vardır. Amaç fonksiyonunu belirleme esnasında, ekonomik değişkenlerin yanı sıra toplumsal, kültürel, ahlaki ve etik değişkenlerle de uyumlu hareket etmek zorundadır (Morrison, 2000). Bu alanda dini de tartışmalarında bir değişken olarak dâhil eden çok sınırlı sayıda çalışma vardır. Örneğin, Anderson ve arkadaşları (2000), teşebbüs kültürünün oluşumunda ve gelişiminde dinin rolünü araştırmaktadır. Kazanç elde etme aşamasındayken hissedarlarının geçimini sağlamak, firmaların ahlaki ve toplumsal bir sorumluluğudur (Boatright, 2002; Mannan, 1992d, Sen, 1993; Zaman, 2005). Neyse ki İslami çerçeve, ekonomik aktörleri hayatın tüm alanlarının normatif yönlerine olduğu kadar olumlu yönlerine de yönlendirmektedir. İktisat teorileri; yani tüketim teorisi, üretim teorisi, dağılım teorisi vs. bize yol göstermektedir. Müslüman bir girişimcinin ana hedefi, makul bir kâr, adil fiyat, adil maaş ve toplumun refahıdır. Bir girişimcinin, toplumun yararı için yukarıda verilen dört bileşeni de amaç fonksiyonuna dâhil etmesi tavsiye edilmektedir (Azid, Asutay & Khawaja, 2008; Choudhurt, Azid, & Klasra, 2006). Devletin Rolü Serbest piyasa dünyası, piyasanın ve mekanizmasının gerekli bilgilere mükemmel derecede hâkim olduğu iddiasını yalanlayarak, arz ve talebi artık genel olgular olmaktan çıkarıp özel olgular mertebesine indirerek, bir anlaşmalar ve sözleşmeler dünyasına dönüşmektedir (Pittaway, 2005; Williamson, 1984, 1989). Bu belirsizlikler dünyasında her ihtimalin öngörülemeyeceği ya da hesaplanamayacağı kabul edilmektedir. Dolayısıyla, teorisyenler bu durumda devletin müdahale etmesi ve firmaların çalışması 44 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ile ilgili kanunlar çıkarması, örneğin ortaklığa, kurumsallığa, ajanslara dair kanunlar çıkarması gerektiği konusunda fikir birliği içerisindedir. Firmaların hissedarlarını farklı toplumsal ve ekonomik maliyetlerden koruması gerekliliği derin bir şekilde hissedilmektedir (Garvey, 2003; Ricketts, 2002). Gazzâlî devleti yalnızca toplumsal meselelerin uygun bir şekilde yönlendirilmesi ve yürütülmesi için değil, aynı zamanda şeriat tarafından şart koşulan toplumsal yükümlülüklerin (farz-ı kifaye) de yerine getirilmesi için gerekli bir kurum olarak görmektedir. Gazzâlî’ye göre, “Devlet ve din, sistemli bir toplumun birbirinden ayrılamaz direkleridir. Din temeli teşkil eder ve sultan da onu uygulayan ve koruyan kişidir.Temeli olmayan bir direk zayıf olacaktır ve eğer korunmazsa yerle bir olabilir.” (Ghazanfar &Islahi, 1997, s. 35). Başka bir yerde, Gazzâlî toplumsal meselelerin devlet üzerinden yönetilmesinden, insanların geçimlerini sağlamak için gerekli vasıtaları elde edebilmek amacıyla bir arada, uyum içerisinde ve işbirliği yaparak yaşamaları noktasında “asli” bir yere sahip olan dört kilit “işletmeden” biri olarak söz etmektedir…“Temel işletmelerin en soylusu devlettir ve işbirliği ve uzlaşma üzerinden toplumun iyiliği için uğraşmak zorundadır.” (Ghazanfar & Islahi, 1997, s. 35). Ebû Yusuf (1392, s. 129) şöyle söylemektedir: “Yönetici, insanların refahından sorumludur ve onlar için iyi olduğunu düşündüğü her şeyi yapmak zorundadır.” Peygamber’in arkadaşlarından Ebû Musa El-Aş’ari’den bir de alıntı yapar: “Otorite sahibi olanlar arasından en iyi olanlar, yönetimleri altında yaşayan insanların refah içinde yaşadıklarıdır ve en kötü olanlar ise yönetimi altında yaşayan insanların zorluklarla karşılaştıklarıdır.” (Ebû Yusuf, 1392, s. 16). Herhangi bir genel makroekonomi ders kitabı, bize kümeleşmiş bir talebin kısa vadede bile işgücüne olan talep üzerinde İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 45 olumlu bir etkisi olduğunu öğretir. İslami sistemde ise eğer bir toplum kümeleşmiş bir arz ve talebin boşluğunu doldurmayı başaramazsa, bunu yapmak devletin görevidir. Gazzâlî’nin tartışmalarından kolaylıkla bu “ihtiyacın giderilmesi” fonksiyonunun kaynakların el verdiğince yerine getirilmesinin, bu kılavuz ilkelerde belirtilen “öncelikler kanunu” ile uyumlu olarak bir zorunluluk (farz-ı kifaye) olduğunu çıkarabiliriz. Böylece farklı toplumsal hedefler arasındaki çatışmalardan kaçınılabilir ya da bu çatışmalar minimize edilebilir (El-Maverdî,1979, s. 215). Ebû Yusuf’a göre, kendisinden elde edilecek fayda herkese hitap ediyorsa gelişim projeleri kamu hazinesi tarafından finanse edilmelidir ancak eğer bu tür projelerden elde edilecek fayda sadece belli bir grupla sınırlı kalacaksa bu projeler o grup tarafından finanse edilmelidir. Bu fikir, Musgrave’in (1987, s. 7-9) faydalanan kesimin ayrıştırılamayacağı genel yapılı toplumsal mallar ile ayrıştırmanın mümkün olduğu mallar ve hizmetler ile ilgili ifadeleriyle benzerlik göstermektedir. İlkinin temini devlet hazinesi tarafından finanse edilirken ikincisi doğrudan ücretlendirme ile finanse edilir. Benzer bir kuraldan El-Farra ve El-Maverdî de söz eder. Genele fayda getiren projelerle yalnızca belli sayıda bireyin faydalandığı projeler arsında bir ayrım yapılması gerektiğini söylerler. İlk kategoriye ait projelerin masrafları tüm vatandaşların sorumluluğunda olacaktır (ve kamu gelirleri tarafından finanse edilecektir). İkinci durumda ise, herkesin ödeme yapmasının zorunlu tutulması mümkün değildir (El-Farra, 1966, s. 253; El-Maverdî, 1973, s. 214). Buradan, kümeleşmiş talebin yaratılmasının, kimin fayda sağlayacağına bağlı olarak devletin bir politikası olduğu ve aynı zamanda işgücü piyasasında işlerin uygun bir dağılımının yapılması gerektiği sonucuna varılabilir. Yukarıdakileri de göz önünde bulundurarak uygun bir politika geliştirilmelidir. Ayrıca işgücü için gerekli eğitimleri sağlamak da devletin görevidir. 46 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Şeyh Veliyullah bu meseleyi farklı bir şekilde ele alır ve devletin insanların meslek seçimleri ile ilgili tetikte olması ve bir şekilde bu seçimleri kontrol altında tutması gerektiğini sonucuna ulaşır. Devlet, daha fazla insanın lüks mal ve hizmetlerin üretimi ile meşgul olmasını ve toplumsal olarak istenmeyen üretim faaliyetlerinde bulunmasını kontrol altında tutmalıdır (Abdullah, 2005). İkinci kısımdaki tartışmalardan yola çıkarak biz aşağıdaki sonuçlara ulaştık. İnsan kaynaklarının istihdam edilememesi İslami sistemde pek hoş karşılanan bir durum değildir. Korku ve açlık, İslam’da istenen bir durum değildir. Bunlar bazı durumlarda insanların faaliyetlerinin ve adaletsiz davranışların doğal bir sonucudur. Dolayısıyla, yoksunluğun sabır ve sebatla giderilmesi gerekirken sıkıntının kaynağının giderilmesi için de çaba gösterilmelidir. Yoksulluğun, bir onursuzluk sembolü ve tiksinti kaynağı hâline getirilmemesi gerekir. Aynı zamanda, kişiyi Allah Resulünün vekil tayin edildiği misyondan uzaklaştırmasına da izin verilmemelidir. Yoksulluğun ya da yoksulluk korkusunun, intihar ya da bebek öldürme üzerinden kendine zarar vermeye neden olmasına ya da kişinin yoksulluktan kurtulmak için istenmeyecek araçlara başvurmasına neden olmasına izin verilmemelidir. Helal olmayan vasıtalarla servete kavuşan toplumlar, Müslümanlar için bir ideal teşkil edemez (bk. Yûnus, 10/23). Dahası, Kur’an bu dünyada yaşamanın ağır bir imtihan olduğunu söyler çünkü hayat zorluklarla ve mücadeleyle doludur, geçimini sağlamak girişimcilik ister ve kişiyi ekonomik uğraşlara katılmak için teşvik eder. Fiziksel işgücü İslam’da onurlu bir yere sahiptir. Doğal ekonomik getiri kanunu, emeğin, amacı ve nihai hedefi ne olursa olsun üretken olmasını şart koşar. Ancak her zaman zenginliği garanti etmez. Kısıtlı kaynaklara sahip olan insanlar kendi durumları hakkında aşırı hassas olmamalıdır, tıpkı çok fazla kaynağa sahip olanların kibirlenmemesi gerektiği gibi. İşgücünün aynı zamanda dinlenmeye ihtiyacı vardır ve bu İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 47 garanti altına alınmalıdır. İki taraf üzerinde de herhangi bir şantaj yapılmadan adil bir ücretin belirlendiğinden emin olunması gerekir. İşten tasarruf sağlayan araçların kullanılmasına izin verilmiştir ve hatta bu Allah’ın bir nimetidir. Millî bir dönüşüm ancak doğru yönde sarf edilen bir güç ve çaba ile mümkün olacaktır (Azid, 2000; Zaman, 2005). Daha önce de belirtildiği gibi üretim gruplarının ortamı işçilerin daha verimli çalışmasını ve aynı zamanda üreticilerin bu gruba karşı hem tüketiciler hem de işçiler olarak daha şefkatli davranmasını sağlar. Bu iki grup arasında etik-ahlaki ekonomik durum üzerine kurulmuş bir ittifak hem refahı hem de ekonominin üretim durumunu geliştirecektir. İslam Çerçevesinde İşgücü Piyasasının Araştırılması: Bir İhtiyaç Önceki bölümlerde ve bu bölümün ikinci kısmında ortaya konulan tartışmaların çoğu, işgücü piyasasının temel kavramlarına ve İslami bir çerçevedeki genel işleyişlerine dair derin bir anlayış kazandırmaktadır. Ancak bunların hiçbiri gerçek dünyada işlemekte olan ekonomilerle kıyaslanabilecek kapsamlı/yeterli bir teorik ya da ampirik model sağlamamaktadır. Hepimiz, çok sayıda etmenin/değişkenin işgücü piyasasının farklı alanları üzerinde önemli etkilere sahip olduğunun farkındayız, örneğin zevklerdeki bir değişiklik, ticaret açısından bir kaynak ya da nispi enerji/ sermaye ücretleri gibi. Bunların hepsi, işgücünde ciddi bir yeniden yerleştirme yapılmasını gerektirir ve eğer işgücü hareketliliği pahalı ise ya da zaman alacaksa, bu durum işsizliğe yol açabilir. İslami iktisat alanındaki güncel literatürde mali piyasalar için çok sayıda model geliştirilmekle birlikte, işgücü piyasasının gerçek hayatta karşılaşılan problemleriyle ilgili tek bir girişimde dahi bulunulmamıştır. İslami iktisadın temel normlarını göz önünde bulundurarak bu boyutta gösterilen bir çabayla karşılaş- 48 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK mak zordur. Dolayısıyla, işgücü piyasayla ilgili güncel meselelerle ilgili şeriatin amaçlarının araştırılması zorunludur. Yukarıda bahsedilen alana ilişkin çalışmaların çoğu olayın yalnızca teorik yönlerini (Ki bu yönler o kadar da önemli değildir.) ele almakta ve diğer yandan ampirik analiz noktasında eksik kalmaktadırlar. Uygulamaya ilişkin meselelere dokunulmamaktadır. Daha önceki bölümlerde ve ikinci kısımda aktarılan çalışmaların tamamı İslami işgücü piyasasının normatif yönlerini açıklamakta ve işgücü piyasasının olumlu boyutlarından ziyade ahlaki boyutlarını vurgulamaktadır. Görünen o ki Müslüman iktisatçılar güncel işgücü piyasasının teknik ve karmaşık meseleleri ile uğraşmak istememektedir ve ücret verimliliği teorisi, düşük kuvvet teşviki ya da yüksek kuvvet teşviki gibi işgücü piyasasının olumlu yönlerine eğilmek noktasında tereddütlü davranmaktadırlar. Dahası, her bir girişim bir ütopya yaratmaya çalışmakta ancak temel gerçeklikleri hiçbir zaman göz önünde bulundurmamaktadır. İslami iktisatçılar, işgücü piyasası ile ilgili yapılan çalışmalar dâhilinde son otuz yılda geliştirilen modellere ve teorik gelişmelere el atmayı başaramamışlardır. Buna karşın yüzyıllar önce yaşayan Müslüman fıkıh âlimleri, ana akım iktisatçılar tarafından ancak geçtiğimiz yüzyılın ortalarında tartışılmaya başlanan konuları yüzyıllar önce ele almışlardır. Örneğin, ana akım iktisatçılar tarafından çok sayıda model geliştirilmektedir. Bunlardan bazıları arama modelleri, yeni klasik modeller, zamanlar arası ikame tarafından belirlenen işsizlikle birlikte dalgalanan toplam reel konjonktür hareketi modelleri, sektörel kayma modelleri ve işsizlik-etkin ücret modelleri, devresel işsizlik dalgalanmaları ve sürekli yüksek işsizlik, içerdekiler-dışarıdakiler maaş ve istihdam tespit modelleridir. Bu esnada İslami iktisatçılar bu modellerin İslami bir çerçevede kullanışlı olup olmayacağını tartışmaya çalışmamışlardır bile. Neredeyse tüm Müslüman ülkeler gelişmemiş ülkelerdir ve eğer teorik olarak İslami bir ekonomide işgücü piya- İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 49 sası için bir model geliştirmek istiyorsak o zaman işin bu boyutunu da göz önüne almak zorundayız. Hiç tereddüt etmeden ana akım iktisadın kavramlarının taşıdığı felsefi anlamları görmezden gelerek onları analitik araçlar olarak kullanabiliriz (Hasan, 2005). Enflasyon ve işsizlik arasındaki ilişki, Keynesçi ve post-Keynesçi işgücü piyasası için önemli bir meseleyi teşkil etmektedir. Ancak bu mesele hâlâ İslami iktisatçıların dikkatini çekmeyi başaramamış durumdadır. Dahası, Müslüman iktisatçıların enflasyon ve enflasyonun işsizlik durumu üzerindeki etkisi ile ilgili duruşlarının araştırılmasına dair aşırı bir ihtiyaç söz konusudur. Ancak enflasyonun insan elinden çıkma bir problem olduğuna dair Ubeydullah (2005,s. 28) tarafından yapılan yoruma benzer bir yaklaşım, makul bir karşılık olmayacaktır: “İlahî kanunlar enflasyon gibi insan elinden çıkma problemler yüzünden değiştirilemez. Bizim yapmamız gereken şey enflasyonu ulusal makro iktisat politikaları üzerinden değerlendirmek ve enflasyonu bize sunulduğu gibi kabul etmemektir.” Bu pek gerçekçi bir yaklaşım gibi görünmemektedir çünkü İslami devletlerin her biri dünyanın geri kalanının karşılaştığı iktisadi sorunların aynılarıyla karşı karşıyadır. Ayrıca, işgücü piyasasındaki toplam talebin etkilerini analiz etmek ve İslami bir devlet tarafından kullanılabilecek politikalar geliştirmek zorundayız. İslam iktisatçıları sahtekârlığa izin verilmeyeceğini açıkça belirtmiş ve ayrıca kişisel çıkar algısını da tamamen olumsuzlamışlardır. En nihayetinde bencillik fıtridir ve musahahha ve mughabana durumları her zaman mukarrama durumu ile birlikte gelir. Şirketlerin ciro maliyetleri olmasıyla birlikte, eğitim de almaktadırlar. Ciro ise kâr paylaşım sistemi tarafından kontrol edilebilir. Henüz ele alınmamış olan alanlarda araştırmalar yapılması noktasında ciddi bir ihtiyaç söz konusudur. Aynı şekilde, şeriatin bu alanlarla ve (rekabetçi olan ya da olmayan) işgücü piyasası- 50 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK nın yapısı,21 işçilerin fayda maksimizasyonuna dair davranışları, işçilerin emekliliği, piyasa maaş oranları, piyasa maaş fazlalıkları (adil ya da değil), işçi sendikaları meseleleri ve kolektif pazarlık, etkin ücret modelleri (Katz, 1986; Stiglitz, 1986; Yellen, 1984) ve içeridekiler-dışarıdakiler modelleri (Lindbeck & Snower 1986, 1988; Solow, 1979) İslami bir çerçevede gönülsüz istihdamla ilgili etik kurallar22, fiyat düşürme, kira iştiraki (mümkün ya da değil)23, insan kaynaklarının geliştirilmesi, işçilerin kimliği24, ters seçim ve işgücü piyasasındaki ahlaki zarar, iş güvenliği, örtülü ve açık sözleşme ve etkileri gibi bu alanların beraberinde getirdiği meselelere dair ahlaki yaklaşımlarla ilgili neler söylediğinin de araştırılması gerekmektedir. Ancak İslam iktisatçıları yukarıda bahsedilen tüm bu meseleleri gerçek dünyadaki işgücü piyasasının mevcut gereksinimleri açısından ele alarak açıklamak zorundadırlar. Sonuç İslam’ın ticari örgütlenmeye dair öğretileri bizim burada ele aldıklarımızdan çok daha geniş bir yelpazeye sahiptir. İslami bir iktisat çerçevesinde, temel epistemolojik kaynak ve metodoloji, 21 Khan (1990), bu konuyu farklı bir şekilde ele almakta ve işgücü piyasasının kendiliğinden ortada kalkacağını iddia etmektedir. 22 Khan,(1991), mevcut ortam koşullarında mümkün olmayan mükemmel bir piya�sanın rolünü vurgulamaktadır. Bunun nedeni ise maaş farklılıklarının işletme kârlılığı, tekel gücü, sermaye yoğunluğu ve ortalama eğitimin derecesiyle orantılı olmasıdır (Katz, 1989). 23 Katz’a (1989, s. 515) göre, “Kira iştiraki, eğer firmaların bazı iş kategorilerinde çabayı arttırma, seçilim ya da ciro nedenleriyle teşvik ikramiyeleri ödemelerinin gerektiği ve sonrasında teşvik ikramiyelerinin önemli olmadığı iş kategorilerinde bile yüksek maaş ödemelerine neden olan dâhilî eşitlik kısıtlamalarıyla karşılaştığı durumlarda da ortaya çıkabilir.” 24 Sosyolojik iktisat alanındaki çalışmalar, bir organizasyon içerisinde işçinin kimlik duygusu ve işçinin bir organizasyona bağlılığının o girişimin düzgün işlemesinde kritik bir rol oynadığına daha fazla vurgu yapmaktadırlar (Akerlof & Kramtoz, 2005; Granovetter, 2005). Azid ve Asutay bu meseleyi kısaca ele almakta ve sosyal kategorilerin son derece önemli ve dikkate değer bir rol oynadığı, yararlılığın toplumsal kimliğe bağlı olduğunu ve içselleştirilmiş normların işçilerin davranışlarını şekillendirdiği sonucuna ulaşmaktadır. İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 51 ekonomik gerekçelere değil İslami emirlere dayandırılmaktadır çünkü İslam’da birey bir eşya olarak değerlendirilmemektedir; tersine bireyler birer ‘insan’ olmalarının getirisi olarak haysiyetleriyle birlikte değerlendirilmektedirler. Bunun sonucu olarak da toplumsal refah, işçilerin şirket içerisindeki rolü ve hakları korunmaktadır ve üretim sürecine katılımları ve işbirlikleri geniş bir kapsamda kıymet görmektedir. Sermaye, teknoloji ve para gibi tüm üretim faktörleri insanlara hizmet içindir ve aksi doğru değildir. Şirketin hedefi hissedarları için kâr sağlamak, işverenlerin çıkarlarını korumak, müşterilerine adil bir şekilde fiyatlandırılmış kaliteli ürünler sunarak tüketicilerin haklarını ve çıkarlarını korumaktır. Bu bir serbest piyasa ekonomisi değildir; ihtiyaç duyulduğu noktada devletin de olayda rol alması salık verilmektedir. Tüketicileri, işçileri ve bir bütün olarak toplumu gözetmek devletin bir görevidir. Ana akım bir sistemde kaynaklar verimli bir şekilde bölüştürülmüş olabilir ama bu adilane bir paylaşım yapıldığı anlamına gelmez. Bazı ahlaki dışsallığın miktarını azaltacak düzenlemelerin yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Girişimciler kendilerini iş dünyasından geri çekmemeli, bunun yerine toplumun ahlaki, etik ve sosyal değerlerini geliştirecek ahlaki eğitimi üstlenmelidirler ki bu, uzun vadede ekonomideki genel performansı arttıracaktır. Buna karşılık olarak da girişimcilerin çıkarlarını korumak görevi işçilere ve yöneticilere düşmektedir. Aslına bakılırsa bu sistem takipçilerini genel olarak herkesin refahını sağlamak adına bir sorumluluk geliştirmeleri için eğitmektedir. Kısacası, bu sistemde yönetimin sorumluluğu genel refahı arttırmak ve toplum refahına hizmet etmektir. Üretim önceliklerini yeniden yapılandırmak ve sonrasında da toplumun talebini yeniden oluşturmak devletin görevidir. İslam öğretileri takipçilerine büyük bir görev vermektedir ve bu görevi kabul edenler bu dünyada da diğerinde de başarılı olacaklardır. İşin aslı şu ki piyasaları yasama sopasıyla terbiye edemeyiz. Dolayısıyla, şirketlerde bu tür bir piyasada, ahlaki bir şekilde hareket etmeye 52 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK zorlanamaz. Piyasayı tüm sosyoekonomik menülerde, tercihlerde, kurumlarda ve etkileşimlerde ahlaki bir etmenin içselleştirilmesini sağlayarak etikleştirilmiş bir piyasa hâline getirmemiz gerekmektedir. Bu tür bir şirket kooperatif-rekabetçi bir organizasyon olarak tanımlanmaktadır. Birleşme epistemolojisinin genel ruhuna uygun olarak katılımcı ve tümleyici olması yönüyle kooperatiftir. Toplam kuvvetleri bir kez daha pekiştiren üretim, verimlilik, piyasa dönüşümü ve toplumsal refahın kaynakları olan bu fonksiyonları mükemmelleştirmesi bakımından ise rekabetçidir. Dolayısıyla tümleyicilerin düzeyini mükemmelleştirmek için rekabet uygulandığı zaman, işbirliği ve kaynakların paylaşılması (mudarebe-müşareke) da mantıksal olarak işbirliği niteliğini tamamlamalıdır. Bu anlamda, ahlaki düzlemde rekabet-işbirliği bütünleyici bir konsepttir. Daha önceki tartışmalar İslam’da işgücü piyasasının hakkaniyet, adalet ve yapılan işe denk bir ödül gibi İslami kanunlar tarafından yönetilmesi gerektiğini göstermektedir. İşgücü piyasası arz ve talebin bir fonksiyonudur. Peygamberimiz Muhammed’in hadisleri, işçinin hakkının alnının teri kurumadan yani hemen verilmesi kuralını getirmektedir. Ayrıca, işçi ile işveren arasındaki ilişkiyi de vurgulamaktadır. İkisi de en yüce otoriteye, yani hepimize her an göz kulak olan Allah’a karşı sorumlulukla hareket etmeli ve özen göstermelidirler. Bu yüzde yüz piyasa temelli bir olgu değildir. İslami sistem, değer temelli bir sistemdir. Özellikle de eski fıkıh âlimleri tarafından geliştirilen literatür, geleneksel ekonomilerden farklı bir noktada durması gereken İslami işgücü piyasası için yeni teorik ve ampirik modeller geliştirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. İslami bir çerçevedeki işgücü piyasasının olumlu yönleri hakkında bize derin bir anlayış kazandıracak bir literatürün geliştirilmesi için daha fazla miktarda çaba gösterilmesi gerekmektedir. İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 53 Kaynakça Abdullah, M. (2005). Shah Wali Ullah ke mua’ashi nazriat ka tehqiqi muta’ala’ (Pakistan ke mua’ashi masa’ail ke hawaley se) (Urdu) (A research study of economic thoughts of Shah Wali Ullah with reference to the economic issues of Pakistan) (Unpublished doctoral dissertation), Karachi University Faculty of Islamic Studies, Pakistan. Abû Yusuf.(1392 AH).Kitab al-kharaj.Cairo: Dar al-Matba`ah al-Salafiyyah. Al-Farra, A. Y.(1966).al-Ahkam al-sultaniyyah.Egypt: Al-Babi al-Halabi. Ahmad, K. (2003). The challenge of global capitalism. In J. H. Dunning (Ed.),Making globalization good: The moral challenges of global capitalism. Oxford: Oxford University Press. Akerlof, G. A.,& Kramtoz, R. E. (2005). Identity and the economics of organization. Journal of Economic Perspective, 19(1), 9-32. Akhtar, M. R. (1992).An Islamic framework for employer-employee relationship. The American Journal of Islamic Social Sciences,9(2), 202-218. Al-Jahiz, `A. b. B.(1966).Kitab al-tabassur bi’l-tijarah (Ed. H. H. Abdul-Wahhab).Tunis: Dar al-Kitab al-Jadid. Al-Mawardi, A.(1979).Adab al-dunya wa’l-din. Beirut: Dar Ihya al-Turath al-Arabi. Anderson, A. R., Sarah, L. D., & Michael, G. S. (2000).Religion as an environmental influence on enterprise culture-The case of Britain in the 1980s.International Journal of Entrepreneurial Behavior& Research,6(1), 5-20. Ashenfelter, O. C.,& Layard, R. (Ed.). (1986).Handbook of labor economics. Amsterdam: North-Holland. Arrow, K. J. (1972).Models of job discrimination. In A. Pascal (Ed.),Racial discrimination in economic life. Lexington, D.C. Heath: Lexington Books. Azid, T. (March, 2000). The concept and nature of labor in Islam. Paper presented at the International Conference on Theoretical Foundation of Islamic Economics, Islamic Research and Training Institute, Islamic Development Bank, Jeddah, Islamabad. Azid, T. (2005). The concept and nature of labor in Islam: A survey.Review of Islamic Economics, 9(2), 93-124. Azid, T.,& Asutay, M (2007).Does ethico-moral coalition complement to economic coalition? A response in the periphery of Islamic economics.Humanomics, 23(3), 153-173. Azid, T., Asutay, M.,& Khawaja, M.J. (2008).Vintage capital, price behavior and Islamic economics.International Journal of Islamic and Middle Eastern Finance and Management, 1(1). Boatright, J. R. (2002). Contractors as stakeholders: Reconciling stakeholders theory with the nexus-of-contracts firm.Journal of Banking and Finance,26(9), 837852. Bukhari, I. A. A. M. I. I. (1987).Sahih-al-Bukhari. Beirut: Dar al-Qalam. 54 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Choudhury, M. A., Azid, T.,& Klasra, M.A. (2006).Knowledge-induced technical change: A study involving the automobile innovation in Malaysia with layers of techniques.International Journal of Social Economics, 33(11), 744-765. Cohen, M. S., Rea, S. A.,& Lerman, R. I. (1970).The economics of labor force participation. New York: Princeton University Press. Danforth, J. P.(1979).On the role of consumption and decreasing absolute risk aversion in the theory of job search.In S.A. Lippman,& J.J. McCall(Eds.), Studies in the economics of search. New York: North-Holland. Garvey, G. E. (2003). The theory of the firm, managerial responsibility, and catholic social teaching.Journal of Markets and Morality, 6(2), 525-540. Ghazanfar, S. M., & Islahi, A. A. (1997). Economic thought of al-Ghazali (450-505 A.H. / 1058-1111 A.D.)(Islamic Economics Research Series).Jeddah:King Abdulaziz University. Granovetter, M. (2005). The impact of social structure on economic outcomes.The Journal of Economic Perspective, 19 (1), 33-50. Hasan, Z. (2005). Treatment of consumtion in Islamic economics.Journal of King Abdulaziz Universirt: Islamic Economics, 18(2), 29-46. Hassan, R. (1994). Women’s interpretation of Islam. In H. Thijssen (Ed.),Women and Islam in Muslim societies. The Hague: Ministry of Foreign Affairs Poverty and Development Program. Hicks, J. A. (1932, 2nd ed., 1963).The theory of wages. London: Macmillan. Ibn Taymiyyah. (1963).Majmu` fatawa shaykh al-Islam Ahmad Ibn Taymiyyah (Ed. A. b. M. al-Najdi).Al-Riyad: Matabi` al-Riyad. Ibn Taymiyyah. (1964).al-Masa’il al-mardiniyyah.Damascus: al-Maktab al-Islami. Ibn Taymiyyah.(1976).al-Hisbah fi’l-Islam.Cairo: Dar al-Sha’b. English translation by Holland, M. (1982).Public duties in Islam: Theinstitution of the hisbah. Leicester: The Islamic Foundation. Islahi, A. (1984).Economic thought of Ibn al-Qayyim. Jeddah: International Center for Research in Islamic Economics. Islahi, A. (January, 1986). Ibn Taimiyah’s concept of market mechanism.Journal of Research in Islamic Economics, 2(2), 55-66. Islahi, A. (1988). Economic concepts of Ibn Taimiyah. Leicester: The Islamic Foundation. Islahi, A.(October, 2001).An analytical analysis of al-Ghazali’s thought on money and interest. Paper presented to The International Conferenceon Legacy of Al-Ghazali,ISTAC,Kuala Lumpur. Joskow, P. L. (2002). Transaction cost economics, antitrust rules, and remedies. Journal of Law, Econ & Organization, 18(1), 95-116. Kahf, M.(1995).al-Nusus al-iqtisadiyyah min al-Qur’an wa’l-sunnah (Economic texts from the Qur’an and Sunnah). Jeddah: Markaz al-Nashr al-Ilmi, KAAU. İslami Bir Düzende İşgücü Piyasası: Gözlem ve Değerlendirme 55 Katz, L. F. (1986). Efficiency wage theories: A partial evaluation.NBER Macroeconomics Annual 1, 235-275. Katz, L. F. (1989). Some recent developments in labor economics and their implications for macroeconomics. Journal of Money, Credit, and Banking, 20(3), 507522. Khan, M. A. (1975).A survey of contemporary economic thoughts in Islam.Unpublished mimeo. Khan, M. N. (1975).Rights of labor in Islam.The Voice of Islam, 28(3), 366-375, 399400. Khan, M. A. (1983).Islamic economics: Annotated sources in English and Urdu(Vol. 1-2). Leicester: The Islamic Foundation. Khan, M. F. (1990).Factors of production and factor markets in Islamic framework. Journal of King Abdulaziz University: Islamic Economics, 2, 25-46. Layard, R. & Nickell, S.(1986). Unemployment in Britain.Economica(Special Issue),53, 121-166. Lindbeck, A.,&Snower, D. J. (May, 1986). Wage setting, unemployment and inside outside relations.American Economic Review, 76, 235-239. Lindbeck, A.,&Snower, D. J. (March, 1988). Cooperation, harassment, and involuntary employment: An insider-outsider approach.American Economic Review, 78, 167-188. Mannan, M. A.(1992d).The behavior of the firm and its objective in an Islamic framework.In S. Tahir et al. (Ed.). Readings in microeconomics in Islamic perspective. Kuala Lumpur: Longman. Mawdudi, S. A. (1969).Ma’ashiyat-e-Islam (Economics of Islam). Lahore: Islamic Publications. McCall, J. J. (1970).Economics of information and job search.Quarterly Journal of Economics,84, 113-126. Mincer, J. (1974).Schooling, experience, and earnings. New York: Columbia University Press. Morrison, A. (2000). Entrepreneurship: What triggers it? International Journal of Entrepreneurial Behavior& Research,6(2), 59-71. Musgrave R.A., &Musgrave, P.B. (1987).Public finance in theory andpractice. Singapore: McGraw-Hill. Obaidullah, M. (2005). Islamic financial services.Jeddah: King Abdulaziz University Islamic Economics Research Centre. Pittaway, L. (2005).Philosophies in entrepreneurship: A focus on economic theories.International Journal of Entrepreneurial Behavior& Research,3(11), 201-221. Qaradawi, Y. & Idrees, A. Al-Azhar University retrived from: www.islamonline.net/ servlet/Satellite?pagename=IslamOnline-English Ask_Scholar/FatwaE/FatwaE&cid=1119503547328S. 56 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Qureyshi, A. (1959).Wages in an Islamic economy.Islamic Thought, 6(2), 24-28. Qureyshi, A. (1959).Mihnat ke masail aur unke hal(Labor Problem and their solutions). Lahore: al-Habib Publications. Qutub, S. (1968).Islam men adle-i-ijtamai (Social justice in Islam)(Trans. M. N. Siddiqui). Lahore: Islamic Publications. Ricketts, M. (2002).The economics of business enterprise: An introduction to economic organization and the theory of the firm(3. ed.). Northampton, Mass.: Edward Elgar Publishing. Sen, A. (1993). Money and value: On the ethics and economics of finance.Economics and Philosophy, 9, 203-227. Solow, R.M. (1979). Insider and outsider in wage determination.Scandinavian Journal of Economics, 87, 411-428. Stigler, G. J. (1961). The economics of information.Journal of Political Economy, 69(3), 213-225. Stigler, G. J. (1962). Information in the labor market.Journal of Political Economy,70(5), Part 2, 94-105. Stiglitz, J. E. (1986). Theories of wage rigidity. In J. L. Butkiewicz et al. (Ed.),Keynes’ economic legacy (pp. 153-206). New York: Praeger Publishers. Syed, J. (September, 2006). Sour grapes or voluntary submission?An Islamic perspective of adaptation and social choice in the context of gender division of labor. Paper presented at The Annual Meeting of Human Development and Capability Association,Groningen. Syed, J.,& Ali, F. (2005).An historical perspective of Islamic modesty and its implications for female employment. Paper presented at Women’s History Conference, IFRWH, UNSW, Sydney. Tabakoglu, A. (March, 1983).Labor and capital concepts in Islamic economics.Paperpresented in the Second International Conference on Islamic Economics, International Islamic University,Islamabad. Tag el-Din, S. I. (2002). The elimination of riba: A measure truly dedicated to poverty alleviation.In M. Iqbal (Ed.),Islamic economic institutions and the elimination of poverty. Leicester: Islamic Foundation. Williamson, O. E. (1984).Corporate governance.Yale Law Journal,93, 11-97. Williamson, O. E.(1989).The firm, the market, and the law(Book ReviewR. H. Coase).California Law Review, 77, 223. Yellen, J. L. (May, 1984). Efficiency wage models of unemployment.American Economic Review, 74, 200-205. Zaman, A. (2005).Towards a new paradigm for economics.Journal of King Abdul Aziz University: Islamic Economics,18(2),49-59. ‘Beşeri Sermaye’ Kavramı Üzerine Eleştirel Bir İnceleme: İslam İktisat Fıkhının Yaklaşımı Zeyneb Hafsa Orhan ‘Beşeri Sermaye’ Kavramı Üzerine Eleştirel Bir İnceleme: İslam İktisat Fıkhının Yaklaşımı Giriş ‘Sermaye’ terimi, kapitalizmin kendisinden çok daha eski zamanlara dayanır ancak kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte asli bir dönüşüme uğramıştır. Çünkü kapitalizmin lokomotif unsuru olarak sanayileşme, iktisatçıların ekonomik gelişmeleri ve bu gelişmelerle bağlantılı kavramları değerlendirme ve tanımlama şekillerini değiştirmiştir. Bu şekilde, sermaye kavramının anlamı, ‘parasal finansman’dan ‘üretim araçları’na kaymıştır. Zamanla bu kavramın anlamı daha da genişlemiş ve ‘ekonomik bir değer üretilmesine yardımcı olan her şey’ tanımını da kapsamaya başlamıştır. Bugün sermaye kavramı, 1960’lardan beri daha sık kullanılır hâle gelen ‘beşerî sermaye’ gibi neokapital kavramları da kapsamaktadır. Genel anlamda beşerîsermaye kavramıyla kastedilen şey, ekonomik bir değer üretme sürecinde olan bir insanla ilgili her türlü niteliktir. İslam, inananlara aynı zamanda ilahî olanla uyumlu bir dünya görüşü de sunan bir dindir. Bu tür bir bakış açısı, diğer meselelerin yanı sıra ekonomik meselelerin nasıl yürütüleceğini, iktisadi ilişkilerin nasıl kurulacağını vs. de kapsayacaktır. Bu, İs- 58 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK lami iktisat adı verilen disiplinin de on ikinci yüzyılda başlangıç noktası olmuştur.1 Her ne kadar bu kavramın tanımı ile ilgili bir görüş birliği söz konusu değilse de burada Asad Zaman (2013) tarafından yapılan tanımı paylaşmak istiyoruz: “İslami iktisat, Allah’ın ekonomik meselelerle ilgili emirlerini bireysel hayatlarımızda (micro), toplumumuzda (meso) ve ümmet düzeyinde (macro) yerine getirme çabası/mücadelesidir.”2 Bu tanım, İslam iktisadının uygulamaya konabileceği üç temel düzeyin önemini vurgulamaktadır. Burada şu da ilave edilebilir ki İslami iktisadın köşe taşları İslam fıkhı ve İslam etiğidir. Yukarıdakilerin hepsi göz önünde bulundurulduğunda, bu makalenin amacı insani sermaye kavramı üzerine eleştirel bir inceleme yapmaktır. Bu bağlamda, özellikle de İslam fıkhının perspektifinden faydalanmaktayız. Bu çalışmanın yöntemiyle ilgili olarak İslam iktisadı tarafından kullanılmakta olan genel bir yönteme karşı eleştirel bir yaklaşım benimsenmiştir. Bugün, İslam iktisadıyla ilgili çalışmalarda, ana akım iktisat modeline ait modern bir kavramın, kendisine has özelliklerini değerlendirmeye almadan ve İslami yaklaşımın genel çerçevesine uygun olup olmadığını düşünmeden alınması ve sonrasında da İslami literatürde bu kavrama tekabül eden bir karşılık bulma çabaları (hatta bu seçeneğin zorlanması) artık yaygın bir uygulamadır. Bu yaklaşıma zıt olan kendi yöntemimizin ayrıntıları ise aşağıda açıklanacaktır. Bu konunun asıl önemi, beşerî sermayenin üretim araçları gibi diğer bazı kavramlarla ilişkili olduğu gerçeğinden kaynak1 Burada, iktisadın İslami olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceğine dair ya da İslami bir iktisadın mümkün olup olmadığına dair tartışmalarla ilgili detaylara girmeyeceğiz. Ayrıca, bu disiplinin 20. yüzyıl gibi geç bir tarihte ortaya çıkmasının sebeplerinin ele alınabilmesi için müstakil bir araştırmanın yapılması gerekmektedir. İktisat alanında İslami düşünce tarihi ve İslam iktisadı ile ilgili daha fazla okuma yapmak için bk. El-Ashker& Wilson, (2006). 2 Kalın harflerle yazılan kelimeler Zaman’ın kendisine aittir. ‘Beşeri Sermaye’ Kavramı Üzerine Eleştirel Bir İnceleme: İslam İktisat Fıkhının Yaklaşımı 59 lanmaktadır. Bu yüzden, beşerî sermaye kavramının daha iyi anlaşılması, bize bununla bağlantılı olan diğer kavramların ve bu kavramlar etrafında inşa edilen ilişkilerin de anlaşılmasında yardımcı olabilir. Bu makalenin akışı şu şekildedir: bir sonraki kısımda bu çalışmanın yöntemi açıklığa kavuşturulacaktır. Üçüncü kısımda, okura kaynak taraması eşliğinde arka plan bilgisi sağlanacaktır. Dördüncü kısımda değerlendirme yapılacaktır. Beşinci ve son kısım ise, makale neticelendirilecektir. Yöntem Yukarıda, bu makalede kullandığımız yöntemin eleştirel bir yaklaşım üzerine temellendirildiği ifade edilmişti. İslam iktisadı dâhilindeki mevcut çalışmalarda kullanılan, yukarıda bahsi geçen yöntemin aksine öncelikli olarak beşerî sermaye kavramını mutlak bir kavram olarak görmüyoruz. Aksine, gelişimini eleştirel bir şekilde analiz ederek bu kavramın yeni bir icat olmadığını ve ifade ettiği şeyin çok erken dönemlerden beri bilindiğini ve dikkate alındığını gösteriyoruz. Bu noktada, şu soru ortaya çıkmaktadır: “Öyleyse, neden bu tür bir kavram geliştirildi?” Eleştirel yaklaşımımızın ikinci adımı olarak bu kavramın, modernleşme süreciyle başlayarak Batılı dünyanın zihniyetinde yaşanan dönüşümlerden dolayı geliştirildiğini gösteriyoruz. Bu iki adım da bizi İslam literatüründe beşerî sermayeye tekabül eden bir kavram bulma çabasına (hatta bunu zorlamaya) yönlendirmemektedir. Aksine bizi kavramla ya da kavramın literatürdeki anlamıyla ilgili daha eleştirel bir araştırma yapmaya itmektedir. Bu yüzden bu çalışmanın yönteminin üçüncü ve en temel aşaması, beşerî sermaye kavramının ya da daha doğrusu işaret ettiği şeyin, İslam iktisadı fıkhı dâhilinde incelenmesine dayanmaktadır. ‘İşaret ettiği şey’ ifadesini kullanmamızın nedeni, bu kavramın yeni olması ve klasik İslam literatüründe yer 60 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK almamasıdır. Bu üçüncü aşamayla ilgili olarak ekonomik ilişkilerin ve meselelerin iki yönünü göz önünde bulunduruyoruz: sözleşme şartları ve değer kaynağı. Arka Plan Bilgisi ve Kaynak Taraması Bu kısımda, ilk olarak ana akım iktisat alanında beşerî sermaye kavramının gelişimi üzerine; sonrasında ise İslami literatürde işgücü-sermaye ilişkilerine ve beşerî sermaye kavramına odaklanacağız. Ana Akım İktisatta ‘Beşerî Sermaye’ Kavramının Gelişimi Bu kavram Adam Smith’in çalışmalarında doğrudan kullanılmamış olsa da beşerî sermayeye yapılan ilk referans genel olarak Adam Smith’e atfedilmektedir. Bu tür bir atfın yersiz olduğu söylenemez; çünkü Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenleri Üzerine Bir İnceleme isimli kitabında Smith (1776/2005), ulusal düzeyde sabit sermayenin; tüm faydalı makinelerden ve ticaret araçlarından, tüm kârlı yapılardan, arazi ıslahlarından ve toplumun tüm sakinlerinin ve üyelerinin edinilmiş ve faydalı yetilerinden3 oluştuğunu açıklamaktadır. Beşerî sermaye kavramının tarihsel kökenlerini araştırırken Kiker (1966) insanları ve/veya yetilerini sermaye olarak telakki eden bazı isimlerden söz etmektedir. Adam Smith de bu isimler arasında yer almaktadır. Kiker tarafından sözü edilen bir diğer isim ise Irving Fisher’dır. Hodgson (2014) beşerî sermaye teriminin resmî olarak ilk kez ortaya çıktığı yerin Fisher’ın makalesi olduğu bilgisini vermektedir. Aslına bakılırsa, Fisher (1897) şunu yazmaktadır: “İlk anlamıyla sermayenin en doğal sınıflandırılması; beşerî sermaye, toprak sermayesi ve daha iyi bir isim bulunmadığı için ürün olarak adlandırabileceğimiz şey şeklindedir.” Dolayısıyla, kavramın kökenini, 1776’daki dolaylı kullanımı olarak da 1879’daki doğrudan kullanımı olarak da kabul etsek, 3 İtalikle yazılan kısımlar bize aittir ve beşerî sermayenin içeriğini ifade etmektedir. ‘Beşeri Sermaye’ Kavramı Üzerine Eleştirel Bir İnceleme: İslam İktisat Fıkhının Yaklaşımı 61 beşerî sermayenin modern bir kavram olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Ancak, kavram bunun öncesinde kullanılmamış olsa da, özünde taşıdığı anlam, çok uzun süredir insan hayatının bir parçası olagelmiştir. Bu noktada, beşerî sermaye kavramının içsel manasını netleştirmemiz gerekir. Giriş bölümünde de açıklandığı üzere, beşerî sermaye genel anlamıyla ekonomik bir değer üretme sürecinde olan bir insanla ilgili her türlü niteliktir. Söz konusu olan nitelikler, bir yeti, bir beceri, zekâ, bilgelik vs. olabilir. Burada şu soruyu sormamız gerekir: “Bu ve bunlara benzeyen nitelikler daha önceki zamanlarda da göz önünde bulundurulmamış mıydı?” Cevap: bulundurulmuştu. Bu durumda, eğer insani niteliklerin önemi antik zamanlardan beri zaten yeterince iyi biliniyorsa ve değeri de takdir ediliyorsa bağımsız bir kavrama neden ihtiyaç duyuldu? Bu, cevaplanması gereken önemli bir sorudur. Aslına bakılırsa bu, modernleşmeyle ve modernleşmenin zihinler ve bakış açıları üzerindeki etkisiyle yakından ilgilidir. Çünkü her şeyden önemlisi, o zamanlarda sermayenin anlaşılması ve değerlendirilmesiyle ilgili büyük bir değişiklik yaşanmıştır.4 Beşerî sermaye kavramının kendisinden çıkarıldığı sermaye kavramı, sanayileşmeye kadar parasal bir anlamda kullanılmaktaydı. Sonrasında ise anlamı üretim araçlarına kaymıştır. Neoklasik dönemde, sermayenin anlamı, fiziksel sermayeye odaklanmıştır. Bugün ise sermayenin sınırları, beşerî sermaye, toplumsal sermaye vs. gibi neokapital kavramların da dâhil edilmesiyle birlikte daha da genişlemiştir. Sermayenin anlamının dönüşümü için bk. (Cannan, 1921; Hodgson, 2014). Sermaye kavramının yaptığı uzun yolculuğa karşın bu kavramla ne ifade edildiğine dair hâlâ bir görüş birliği söz konusu değildir. Aksine sermayenin anlamının dönüşümü, beraberinde ciddi problemleri de getirmiştir. Bu bağlamda en temel üç problem şunlardır: faizin 4 Sermayeye dair bakış açısındaki değişikliklerin mi modernleşmenin yolunu açtığı, yoksa bunun tersinin mi söz konusu olduğunu söylemek zor. Belki de ikisinin de geçerli olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. 62 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK kâr ile karıştırılması -özellikle de marjinalist yaklaşımdan dolayı-, ölçme problemi ve neokapital kavramların da dâhil edilmesine bağlı olarak ortaya çıkan problemler. Zikredilen bu son problem, aşağıda ayrıntılı bir şekilde açıklanacaktır. İkinci olarak sanayileşme süreci ile birlikte ölçme ve nicelleştirme yönünde yoğun bir istek ortaya çıkmıştır. Beşerî sermaye kavramının, yani insani niteliklerin etkisinin ölçülmesinin, gelişiminin arkasında da benzer bir saik söz konusudur. Bununla ilgili olarak Kiker (1966), insanların değerini hesaplamak için kullanılan iki yöntemi açıklamaktadır: üretim maliyeti ve kapitalize edilmiş kazanç prosedürleri. Kiker, bir insanın parasal değerinin hesaplanması yönündeki ilk girişimin 1691 yılı civarında Sir William Petty tarafından yapıldığı bilgisini vermektedir. Ancak bu konuda yapılan ilk bilimsel çalışma, William Farr’a aittir ve 1853 yılında gerçekleştirilmiştir. Diğer yandan, Ernst Engel de 1883’te bir üretim maliyeti prosedürünü kullanmıştır. Buna ek olarak Dublin ve Lotka 1930’da insani değerlere dair hesaplamalar yapmışlardır. Kiker, beşerî sermaye değerlerini ya da bunların bileşenlerini hesaplamakla ilgilenen herkesin Farr, Dublin ve Lotka’nın çalışmalarını başlangıç noktası olarak alması gerektiğini savunmaktadır. İlk nicelleştirme girişimlerinin, sanayileşmenin erken dönemlerine denk gelmesi şaşırtıcı değildir. Ayrıca şu da ilgi çekicidir ki hem Petty hem de Farr İngiltere’den yani sanayileşmenin doğduğu yerden. Daha geniş bir bakış açısıyla, vanLeeuwen (2007) şunu belirtmektedir: “Beşerî sermaye fikri, fiziksel sermayenin uzun vadeli büyümeyi açıklamak için tek başına yeterli olmadığının farkına varılmasıyla ortaya çıkmıştır.” Ampirik çalışmaların, beşerî sermayenin büyüme üzerindeki etkisini ölçmeye odaklanmasının nedeni de budur. Ancak bu, beşerî sermayenin nicelleştirilmesinin sorunsuz bir şekilde başarılabileceği anlamına gelmemektedir. Bu konuyla ilgili sorunlar aşağıda açıklanacaktır. Beşerî sermaye kavramı, Schultz’un (1961) çalışmasıyla birlikte daha yaygın bir hâle gelmiştir. Schultz, ünlü makalesine, ‘Beşeri Sermaye’ Kavramı Üzerine Eleştirel Bir İnceleme: İslam İktisat Fıkhının Yaklaşımı 63 insanların insanı bir sermaye olarak değerlendirmekten kaçınmalarının sebeplerini açıklayarak başlamaktadır. Schultz’a (1961) göre, “İnsanlar üzerine yatırım yapmak fikri bile, bazılarımıza hakaret gibi gelmektedir. Değerlerimiz ve inançlarımız bizi, insanları sermaye malları olarak görmekten alıkoymaktadır; burada söz konusu olan iğrenç bir kurum olan kölelik değildir.” Schultz, insan kaynaklarının hem niteliksel hem de niceliksel boyutlara sahip olduğunu tasdik etmektedir. Bu bağlamda, sermaye mallarının üretimi için yapılan harcamalar üzerinden sermaye oluşumunun büyüklüğünün hesaplanması uygulaması, beşerî sermayenin oluşumu için de yeterlidir. Yine de, fiziksel sermayeden farklı olarak tüketim için yapılan harcamalarla yatırım için yapılan harcamalar arasında bir ayrım yapma noktasında bir zorluk söz konusudur. Beşerî sermayenin tanımıyla ilgili olarak bir fikir birliği söz konusu olmasa da aşağıdaki alıntı bize bugün bu kavramın ulaştığı nokta hakkında bir ipucu verebilir. OECD Raporu’na (2001) göre beşerî sermaye, “Bireylerde somutlaşan ve kişisel, toplumda ve ekonomik refahın yaratılmasına olanak sağlayan bilgi, yetiler, yetkinlikler ve niteliklerdir.” Eğer bugünkü bağlamıyla beşerî sermaye kavramının gelişiminin başlangıcı olarak 1960’ları kabul edecek olursak bu yarım yüzyıllık gelişim sürecinin problemlerden ve eleştirilerden pek de uzak kalmadığının belirtilmesi gerekir. Beşerî sermaye kavramıyla ilgili temel problemleri ve eleştirileri şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Ölçme problemi, 2. Teminatlandırılamama problemi, 3. Marksçı bakış açısıyla getirilen eleştiriler. İlk meseleyle ilgili olarak van Leeuwen (2007) şu noktayı netleştirmektedir: “… Beşerî sermayenin dar bir tanımı kullanılacak olsa bile, bir beşerî sermaye stok serisinin parasal terimlerle hesaplanması son derece veri-ve-zaman-yoğun bir işlemdir.”Van Leeuwen eğitimsel stokun vekil olarak kullanılmasının bu kadar popüler olmasının nedeninin de bu olduğunu açıklamaktadır. Ancak bu 64 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK da problemlerden azade değildir. Örneğin; kayıt oranları stoklar değil akışlardır. Ancak vanLeeuwen tarafından da öne sürüldüğü üzere, büyümedeki gerilemelere yerleştirilmek istendiklerinde bu yöntemler zorluk yaratmaktadır. Burada şu da belirtilmelidir ki eğer beşerî sermaye tüm bu olumsuzluklara karşın ölçülebilse dahi daha büyük bir sorun olarak değer biçme problemi hâlâ yerinde durmaktadır. İkinci problemle ilgili olarak Hodgson (2014) şunu söylemektedir: “… sermaye sahibi kendi fabrikaları ve makinelerinin sağladığı teminat temelinde borç para alabilir ancak işçilerin böyle bir teminatı yoktur.” Bu yüzden, Hodgson (2014) müstehzi bir şekilde şunu önermektedir: “Eğer beşerî sermaye kavramını kabul ediyorsak teminat gösterilebilir sermayeyi tanımlamak için başka bir kelime bulmak zorundayız.” Üçüncü meseleyle ilgili olarak Bowles ve Gintis (1975) şunu söylemektedirler: “Beşerî sermaye teorisi, tıpkı neoklasik iktisadın geri kalan kısmı gibi insanın mutluluğunun ve ıstırabının kaynaklarını nihai olarak insan doğasının kendisiyle etkileşimine oturtmaktadır. Bu çerçeve, neredeyse her türlü baskı ya da eşitsizlik için zarif bir özür sağlamaktadır…” Özetlemek gerekirse, insani nitelikler en erken dönemlerden itibaren göz önüne alınmış ve değerleri takdir edilmiştir. Bu anlamda, beşerî sermaye kavramı yeni bir şey değildir. Yeni olan şey, modern insanların ekonomik kavramlarla ilgili olarak dönüşüme uğramış olan zihin yapısıdır. Ayrıca, modern insanların her şeyin değer yaratımı üzerindeki nicel etkisini ölçme arzusu da yeni bir şeydir. Bu bağlamda, beşerî sermaye kavramının oluşturulmasının nedeni, sermaye anlayışının sanayileşme ile birlikte dönüşüme uğraması ve aynı zamanda her bir büyüme unsurunun ölçülmesine dair bir arzunun ortaya çıkmış olmasıdır. Ancak, yukarıda da açıklandığı üzere, bu durum bu çiçeği burnunda kavramın sorunlardan uzak kaldığı anlamına gelmemektedir. ‘Beşeri Sermaye’ Kavramı Üzerine Eleştirel Bir İnceleme: İslam İktisat Fıkhının Yaklaşımı 65 İslami Literatürde İşgücü-Sermaye İlişkileri ve Beşerî Sermaye Kavramı Bir önceki alt kısımda da açıklandığı üzere, beşerî sermayenin ifade ettiği şey, eski zamanlardan beri bilinmektedir. Bu, Müslüman toplumlar için de geçerlidir. O zamanlarda, insani nitelikler işgücünde içkin bir şekilde vardı. Bu bağlamda aşağıdaki hadisi bir örnek olarak verebiliriz: Hz. Ayşe tarafından rivayet edilmektedir: Allah’ın Elçisi ve Ebûbekir, Bani Ed-Dil kabilesinden putperest (Kureyş putperestlerinin dinine mensup) bir adamı uzman kılavuz olarak tuttular (Buhârî, 1994, C. 3, s. 465). Bu hadisten anlaşılabileceği üzere, bir kişi özellikle sahip olduğu uzmanlıktan dolayı işe alınmıştır.Konuyla ilgili olarak İslam tarihinde işçilerin niteliklerine bağlı olarak daha yüksek iştirak oranlarını elde edebildiği işgücü-sermaye ilişkilerine de göz atılabilir. Ayrıca, eski zamanlarda, işgücü asli değer kaynağı olarak kabul edilirken sermaye işgücünün bir türevi olarak görülmektedir. Modernleşmeyle birlikte değişen şeylerden biri de budur; değerin temel kaynağı olarak artık sermaye kabul edilmektedir. İslami literatürde emek odaklı çalışmalar Orta Çağ’a kadar uzanmaktadır. Ekonomik düşünce tarihinde işgücünü asli değer kaynağı olarak sunan ilk âlimin İbn-i Haldûn(1332-1436) olduğu yaygın olarak kabul edilen bir savdır. Ünlü eseri Mukaddime’de İbn-i Haldûn(n.d., 1375), “... kârın temel dayanağı işgücüdür.” diye yazmaktadır. Bu tür bir tanımlama, insanların çeşitli niteliklerinin bir sonucu olarak işgücünde ortaya çıkan farklılıkların, farklı kârlar elde edilmesine neden olacağına işaret etmektedir. Sermaye ve işgücü arasındaki ilişkiyle ilgili olarak İbn-i Haldûn(1375) şunu söylemektedir: “... bir kişinin kazandığı ve elde ettiği sermaye, eğer zanaatından kaynaklanıyorsa kişinin emeği üzerinden elde edilen bir değerdir. Bu, müktesep (sermayenin) anlamıdır.” 66 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Yapılan çalışmalarda emeğe gösterilen ilgi, İbn-i Haldûn’dan sonra da devam etmiştir. İslam tarihi boyunca emek algısı ve emeğin doğasıyla ilgili çalışmalara dair, Azid’in çalışmasına (2005) başvurulabilir. Ancak emeğin doğasını, özelliklerini ve işgücüyle ilgili hesaplamaları ele alan İslami çalışmaların gelişimi için 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar beklenmesi gerekmiştir. Bu dönem, aynı zamanda İslam iktisadının münferit bir çalışma alanı olarak tesis edildiği bir dönemdir. Bu tür bir olgunun sebeplerinin anlaşılması için daha detaylı araştırmaların yapılması gerekmektedir ancak yukarıdaki açıklamalar temel alınarak İslam tarihinde, sermayenin anlamına dair içsel bir dönüşümün yaşanmadığı söylenebilir. Sermaye kavramına dair yaklaşımların bir karşılaştırmasını yapan Sadeq (1989), şunu söylemektedir: “…İslam’da, sermayeden elde edilecek sabit getiriye izin verilmez ancak bir binadan elde edilen sabit bir getiriye (kira) izin verilir; dolayısıyla bina sermaye olarak tanımlanamaz.”Ayrıca Sadeq, İslami bir açıdan bakıldığı zaman, ana akım iktisadın aksine, üretilen üretim araçlarının da sermaye olarak kabul edilemeyeceğini öne sürmektedir. Şu da belirtilmelidir ki sermaye kavramına dair yaklaşımlardaki değişiklikler ve kavramın bugünün dünyasında İslami bir bakış açısıyla nasıl değerlendirildiği meselesi, üzerinde detaylı araştırmalar yapılması gereken konulardır. Yaklaşık on yıldır, doğrudan beşerî sermaye üzerine eğilen çalışmalarla İslam iktisadında daha sık karşılaşılmaktadır. İslam iktisadında beşerî sermaye ile ilgili çalışmalar, kavramın sahip olduğu potansiyel etkiden dolayı önemlidir, tıpkı ana akım iktisattaki çalışmaların çoğunda da söz konusu olduğu gibi. Bu bağlamda, Thaib (2013) ve Yusoff (2011), beşerî sermayenin bir ülkenin gelişimi üzerindeki potansiyel etkisinden söz etmektedir. İslami görüşler ile beşerî sermaye kavramını birleştirmeye çalışan bir yaklaşıma sahip olan bir başka gruptan daha söz edebiliriz. Bu bağlamda, Rafiki ve arkadaşları (2014), hem bu dünyayla hem de diğeriyle ilgili meseleleri kapsayacak ve ‘Beşeri Sermaye’ Kavramı Üzerine Eleştirel Bir İnceleme: İslam İktisat Fıkhının Yaklaşımı 67 Müslümanlara yalnızca kârlarını maksimize etme arayışı içerisinde olmamalarını, aynı zamanda maslahatı (kamu yararı) da gözetmeleri gerektiğini hatırlatacak bir ‘İslami beşerî sermaye’ kavramını tanımlamışlardır. Abu Samah ve arkadaşları (2011), Hazreti Muhammed’in yönetim uygulamalarının ve yetilerinin insani sermaye gelişimine katkısını ele almaktadırlar. Hashi ve Bashiir (2009), insani sermaye gelişimine dair ana akım teorileri insan hayatını sürekli bir dönüşüm ve değişim içerisinde yükselen bir süreç olarak ele alırken ‘İslam’ın tevhidî yaklaşımının’ metafiziksel ilkelere ve etik değerlere dayandırıldığını belirtmektedirler. Son olarak alternatif yaklaşımlara sahip olan bir başka grup çalışmadan söz edebiliriz. Choudhury (2012), çalışmasında beşerî sermaye yerine insan potansiyeli tabirini kullanmayı tercih etmiştir. Bu yalnızca bir kavramsallaştırma meselesi değildir. Bundan daha derin bir şeydir çünkü ona göre optimallik, durağan durum dengesi, öngörülebilirlik ve ekonomik rasyonalizm gibi eski ana akım postulatlar, beşerî sermaye kavramında içsel olarak bulunmaktadır. Bu yüzden, bu kavram İslam’ın evrimsel öğrenme modelinin fenomenolojisinde kendine yer bulamaz. Daha teorik bir eleştiri getiren Zaman (2009), şunu öne sürmektedir: “‘Beşerî sermaye’, insan kaynakları geliştirme ve iş becerilerini ve verimliliği geliştirme terimlerinin bir ilerleme aracı olarak kullanımı, insanları üretim sürecindeki bir girdi olarak ele alan mevcut baskın görüşün altını çizmektedir. Bu, insanların gelişiminin asıl amaç olduğu, üretim araçlarının vs. ise ancak bu amaca giden bir araç olarak kullanılmaları dolayısıyla faydalı olduğu şeklindeki İslami görüş ile çelişmektedir.” Özetle, üretime ve değer yaratımına katkıda bulunan insani nitelikler Müslüman toplumlar tarafından da her zaman bilinmekte ve değerleri takdir edilmekteydi. Tüm bu niteliklerin emeğin doğasında var olduğu düşünülmekteydi. Bu olgu, aynı zamanda emeğe atfedilen büyük önemle de bağlantılıdır. Dolayısıyla, 14. yüzyıl gibi erken bir dönemde değerin temel kaynağı 68 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK olarak emeğin gösterilmesi şaşırtıcı değildir. Hem sanayileşmenin sermaye kavramının algılanması üzerindeki etkisi hem de nicelleştirme arzusu sonradan ortaya çıktığı ve işgücü ile beşerî sermaye gibi ayrı bir terimin geliştirilmiş olması ile ilgili detaylı araştırmaların yapılabilmesi için modern bir disiplin olarak İslami iktisadın 20. yüzyıldaki doğuşunun beklenmesi gerekmiştir. Beşerî sermaye ile ilgili çalışmalar bu alan içerisinde, özellikle de son yirmi yıldır daha görünür hâle gelmiştir. Bazıları İslami görüşler ile beşerî sermaye kavramını birleştirmeye çalışırken yapılan bu çalışmaların çoğu ya bu terimi mutlak bir kavram olarak kabul etmiş ve İslam literatüründe bu kavrama tekabül edecek bir terim bulmaya çalışmışlardır ya da sağladığı imkânlar dolayısıyla terimin önemini teslim etmişlerdir. Eleştirel ve alternatif bir görüş geliştirmeye çalışan az sayıda çalışma da söz konusudur. Değerlendirme Bu kısımda, beşerî sermaye kavramını İslam iktisadı fıkhı perspektifinden inceleyeceğiz. Bu bağlamda, bizi yönlendirebilecek iki önemli nokta söz konusudur. İlk nokta şudur; beşerî sermayenin potansiyellik yönünden farklı olarak işgücü kesinlik ile ilgilidir. Bu da İslam iktisadı fıkhının kendisine mesele olarak neden beşerî sermayeyi değil de işgücünü seçtiği sorusunun cevabını vermektedir. Çünkü bir sözleşmenin konusu olabilecek olan, işgücüdür. Bu bağlamda aşağıdaki hadisleri aktarıyoruz. (1) Malik şöyle söyledi: “Eğer bir kişi mudârebeye(sermaye-emek ortaklığı) girerse bu ücret karşılığı çalışmak demektir ve ücret karşılığı çalışmak ancak açık ve belirli koşullarla iyidir.” (Mâlik, 2005, Bahis 32, Hadis 6). (2) Yatırımcının (mudârebede) vekile, belli bir kişiyi kastederek yalnızca filanca kişiden satın alması gibi şartlar koşmasına izin verilmemiştir. Buna izin verilmemiştir çünkü bu durumda o kendisinin ücretle tuttuğu elemanı olur (Mâlik, 2005, Bahis 32, Hadis 6). ‘Beşeri Sermaye’ Kavramı Üzerine Eleştirel Bir İnceleme: İslam İktisat Fıkhının Yaklaşımı 69 Bu iki hadis, emeğin iki tür sözleşmenin konusu olabileceğini göstermektedir; ortaklık ile açık ve belirli koşullara dayanan kira sözleşmesi ve kişinin ücret karşılığı tutulması. ‘Açık ve belirli koşullar’ tabiri ile iyi tanımlanmış bir görev, zaman dilimi ve ücret gibi özellikleri kastediyoruz. Ortaklık sözleşmesi söz konusu olduğunda, bir işçinin sahip olduğu niteliklere bağlı olarak daha yüksek iştirak oranlarına sahip olabileceğini daha önce belirtmiştik. Her iki durumda da bir kişi eğitimsel arka planına vs. bağlı olarak potansiyele sahip olabilir ancak kişi bu potansiyeli hayata geçirmediği sürece, nihai sonuçlar üzerinde bunun etkisi olmayacaktır; ister ücret açısından olsun ister kâr açısından. Diğer bir deyişle, bu kişinin sahip olduğu potansiyel, sözleşme koşulları ne kadar yerine getiriliyorsa o kadar göz önünde bulundurulacaktır. Dolayısıyla bir beşerî sermaye hiçbir zaman bir sözleşmenin konusu olamaz. İkinci nokta, değerin kaynakları ile ilgilidir. Örneğin, bir ortaklık sözleşmesinin sonucunda kâr adı verilen bir ekonomik değer yaratıldığında, Hanefiler ve Hanbeliler için kâr hakkı üç şeye bağlı olarak ortaya çıkar; sermaye, çalışma ya da damân(kefalet). Buradaki çalışma, bir işçi için hakkında sözleşme yapılan çalışmadır. Dolayısıyla, değer yaratımı ile emek arasında doğrudan bir ilişki vardır. Ancak beşerî sermaye ile değer yaratımı arasında yalnızca dolaylı bir bağlantı vardır çünkü beşerî sermaye, potansiyel bir formdadır. Bu noktayla ilgili olarak İmam Müslim, Sahih-i Müslim (n.d., 2000) kitabının Ticari Faaliyetler bölümünün giriş kısmında, aşağıdakileri söylemektedir: “… kâr getiren şey yalnızca yatırılan sermaye değildir; bu, inisiyatifin, girişimin ve girişimcinin verimliliğinin de eşit derecede bir sonucudur. Bir kişi emeğini ortaya koyduktan ve zorluklara katlandıktan sonra fayda elde eder.” İmam Müslim’in insiyatif, girişim ve verimlilik gibi insani niteliklerden emek etiketi altında söz etmesi dikkat çekmektedir. Bu ikinci nokta ile ilgili olarak konuyla ilgili fikirleri yukarıda açıklanan İbni Haldûn’a da başvurulabilir. 70 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Nihayetinde, beşerî sermaye gibi bir kavram yerine, insani nitelikleri bünyesinde barındıran emek, iki temel nedenden dolayı İslam iktisat hukukunun konusunu teşkil etmektedir: ister ücret karşılığında tutma olsun isterse ortaklık, bir sözleşmenin konusu yalnızca ikincisi olabilir ve ikinci olarak da emek ile değer arasında doğrudan bir bağlantı vardır ancak beşerî sermaye ile değer arasında aynı ilişki söz konusu değildir. Bu nedenlerin ikisi de beşerî sermayenin potansiyellik yönüne dayanmaktadır. Choudhury’nin kendisine ait alternatif beşerî sermaye kavramını insani potansiyel olarak isimlendirmesinin nedeni de muhtemelen budur. Bu yüzden İslami iktisat fıkhının perspektifi, bu bağlamda son derece katı ve iyi tanımlanmıştır. Bu aynı zamanda entelektüel sermaye gibi kavramların da neden İslam fıkhına dayandırılamayacağını açıklamaktadır. Ancak İslam iktisadının doğuşuyla birlikte insani nitelikler meselesi, beşerî sermaye etiketi altında ya da alternatif tanımlarla münferit kavramlar olarak fıkhi perspektifin dışında değerlendirilebilir. Sonuç Bu makalede, beşerî sermaye kavramını eleştirel bir şekilde incelemeye çalıştık. Bunu yaparken, öncelikle bu kavramın ifade ettiği şeyin modern zamanlardan önce de gayet biliniyor olmasına karşın, beşerî sermaye kavramının iki temel nedenden dolayı geliştirildiğini öne sürdük; kavramsal ve zihinsel dönüşüm ile nicelleştirme arzusu. Bu nedenlerin her ikisi de Batı dünyasında başlayan sanayileşme ile son derece yakından bağlantılıdır. Buradaki mesele Batı tarafından geliştirilmiş olan her bir kavramın meşruiyetini sorgulamak değil, her ne kadar böylesi bir etki ve kopuş, bu makale boyunca sıralanan ve açıklanan problemlerden dolayı beşerî sermaye kavramı söz konusu olduğunda görüldüğü gibi olumlu bir anlam taşımasa da modernleşmenin muazzam etkisini ve eski zamanlarla bugün arasındaki ilişkinin nasıl keskin bir şekilde kopmasına neden olduğunu göstermektir. ‘Beşeri Sermaye’ Kavramı Üzerine Eleştirel Bir İnceleme: İslam İktisat Fıkhının Yaklaşımı 71 Bu yüzden, eleştirel yaklaşımımızı sürdürürken bu kavramı İslam iktisat hukuku açısından inceledik. Beşerî sermaye gibi bir kavram yerine insani nitelikleri içinde barındıran emeğin, iki temel nedenden dolayı İslam iktisat fıkhının konusunu teşkil ettiği sonucuna vardık: ister ücret karşılığında kiralama sözleşmesi olsun isterse bir ortaklık sözleşmesi, bir sözleşmenin konusunu yalnızca emek oluşturabilir ve emek ile değer arasında doğrudan bir ilişki vardır. Aynı zamanda bu nedenlerin ikisinin de beşerî sermaye kavramında içsel olarak bulunan potansiyellik yönü ile de yakından ilgili olduğunu vurguladık. Ayrıca ancak 20. yüzyılda İslami iktisadın doğuşuyla birlikte insani nitelikler meselesinin beşerî sermaye etiketi altında ya da alternatif tanımlarla münferit kavramlar olarak fıkhi perspektifin dışında değerlendirilebilir hâle geldiğini belirttik. Bu noktayı da İslam iktisadı literatüründeki ilgili çalışmalarla aydınlattık. Burada şunun da belirtilmesi gerekir ki bu makale alternatif bir kavramı yeniden tanımlamak amacını gütmemektedir çünkü böyle bir amaç İslam iktisat fıkhının sınırlarının dışında kalmakta ve İslam’ın (ahlak gibi) ve iktisat biliminin (değer kuramı gibi) farklı yönlerinin de göz önünde bulundurulmasını gerektirmektedir. Choudhury’nin (2012) girişiminin bu açıdan dikkate değer bir girişim olduğunu belirtmek isteriz. Kaynakça Abu Samah, S. A., Jusoff, K., Nor M. R. M., &Suliaman, I. (2011). Prophetic best practices in business for human capital development.GJAT, 1(1). Al-Bukhari, M. I. I. (1994). Sahih al-Bukhari. Madinah: Darussalam. (Original work published in the 9th century). Azid, T. (2005). The concept and nature of labour in Islam: A survey.Review of Islamic Economics, 9(2), 93-124. Bowles, S., &Gintis, H., (1975). The problem with human capital theory: A Marxian critique.The American Economic Review, 65(2), 74-82. Cannan, E. (1921). Early history of the term capital.Quarterly Journal of Economics, 35, 469-481. 72 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Choudhury, M. A. (2012). Human potential, wellbeing and philanthropy: A philosophico-economic inquiry.International Journal of Management Research and Business Strategy, 1(1), 1-19. El-Ashker, A. & Wilson, R. (2006). Islamic economics: A short history. Leiden: Brill. Fisher, I. (1897). Senses of “capital”.The Economic Journal, 7(26), 199-213. Hashi, A. A., &Bashiir, A. (May, 2009). Human capital development from Islamic perspective. Paper presented at the International Conference on Human Development, UMP Kuantan Pahang, Malaysia. Hodgson, G. M.(2014). What is capital? Economists and sociologists have changed its meaning: Should it be changed back? Cambridge Journal of Economics, 38(5), 1063-1086. Ibn Khaldun, A. B. M. (1375). The Muqaddimah(Trans. F. Rosenthal).Retrieved from http://asadullahali.files.wordpress.com/2012/10/ibn_khaldun-al_muqaddimah.pdf. Imam Malik. (2005). Al-Muwatta.Madinah: Madinah Press. (Original work published in 8th century) Imam Muslim. (2000). Sahih Muslim. Madinah: Darussalam. (Original work published in the 9th century) Kiker, B. F. (1966). The historical roots of the concept of human capital. Journal of Political Economy, 74(5), 481-99. OECD. (2001). The well-being of nations: The role of human and social capital. Paris: OECD Publications. Retrieved fromhttp://www.oecd.org/site/worldforum/33703702.pdf Rafiki, A., AlKhalifa, K. M., &Buchari, I. (2014). Islamic human capital and firm performance: An evidence of small and medium enterprises in Bahrain.International Journal of Business and Management, 9(4). Sadeq, A. H. M. (1989). Factor pricing and income distribution from an Islamic perspective.Journal of Islamic Economics, 2(1), 45-64. Schultz, T. W. (1961). Investment in human capital.The American Economic Review, 51(1), 1-17. Smith, A. (2005). An inquiry into the nature and causes of the wealth of nations. Electronic Classics Series Publication. (Original work published in 1776) Thaib, L. (2013). Human capital development from Islamic perspective: Malaysia’s experience. European Journal of Management Sciences and Economics, 1(1). vanLeeuwen, B. (2007). Human capital and economic growth in India, Indonesia, and Japan: A quantitative analysis, 1890-2000 (Published PhD thesis). Utrecht. Yusoff, M. B. (2011). Zakat expenditure, school enrollment, and economic growth in Malaysia.International Journal of Business and Social Science, 2(6). Zaman, A. (2009). Islamic economics: A survey of the literature.Islamic Studies, 48(4). Zaman, A. (March, 2013). Redefining Islamic economics. Paper presented at the Basic Concepts and Thoughts in Islamic Economics, Istanbul. Risk Ortamında Çalışmanın/Emeğin Değeri ve Din: Teoriden Pratiğe Mustafa Macit Risk Ortamında Çalışmanın/ Emeğin Değeri ve Din: Teoriden Pratiğe Giriş Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, “insan olmak” ile “çalışmak” içinden çıkılamayacak şekilde birbirine sarılmış kavramlar olarak karşımıza çıkar (Berger, 1961). Öyle ki bazı antropolojik ve tarihsel değerlendirmeler, çok yakın zamanlara kadar çalışma zamanı ile boş zaman arasında bir ayrım olmadığı gibi genelde sözlüklerde ayrı bir çalışma teriminin bulunmadığı iddiasındadır (Curle, 1949). Bu iddianın gerçekliğinden hareket edildiğinde insan olmak ile çalışmak arasında özsel, varoluşsal bir birliktelikten söz etmek gerekir. Nitekim insana ilişkin yaygın tanımlamalardan biri “çalışan varlık” şeklindedir (Mengüşoğlu, 1988; Neff, 1968). Bir şey ya da insan “şöyledir”(konumuz açısından “İnsan çalışan bir varlıktır.”) dediğimizde ise o şeyin ya da insanın gerçek varlığından söz etmiş oluruz (Fromm, 2015).O hâlde çalışma ve emeğin öncelikle insanın ayırt edici, özsel bir özelliği olması itibarıyla insana değer kattığı oranda insan için değerli olduğu söylenebilir. Ancak çalışmanın ve çalışma sürecinde sarf edilen emeğin değerinin sadece insanla olan bu ilişkisi bağlamında ele alınması yanlış olmasa da eksiktir. Bu eksikliğin giderilebilmesinin bir yolu da 74 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK “Çalışma ve emeğin değer kaynağı nedir? Çalışma ve emeğin değeri içsel mi yoksa dışsal mıdır?”sorularına şu ya da bu şekilde bir cevap vermekten geçer. Aynı hüküm “çalışma, emeğin değeri ve din” başlıklı mülahazalar için de geçerli olup bu mülahazaların, söz konusu sorulara verdikleri cevaplar itibarıyla farklılaştıkları gözlenmektedir. Çalışma ve emeğin değerinin içsel olduğu kabulünden hareket eden yaklaşımlar, çalışma ve emeğe dışsal faktörlerden bağımsız nesnel, evrensel bir değer atfeder. Aksi yöndeki bakış açıları ise çalışma ve emeğin değerini kendi dışındaki değişkenlere bağladıkları ölçüde çalışma ve emeğin değerini izafileştirmiş olur. Çalışma ve emeğin değerini sonuç; özellikle onun piyasa ve toplumsal düzeyde bulduğu karşılık; “değişim değeri”(bu kavram konusunda bk. Marx, 2003) bakımından belirleyen anlayışlar ikinci bakış açısının tipik örneğidir. Çalışma ve emeğin değerinin, maddi kazanç veya sosyoekonomik sisteme katkı kıstasının yörüngesinde değerlendirildiği durumlarda elde edilen kazancın miktarı veya değişim değeri, bağımsız bir değişken olarak değer kazanmakta ve her şeyin değerinin maddi karşılığa indirgendiği günümüzde ortalama bir insanın çalışma ve emeğe atfettiği değer de bu bakış açısıyla şekillenmektedir. Örneğin, Erzurum Kırsalında Çalışmayla İlgili Tutumlar ve Din(Macit, 2009)adlı doktora tezimizin örneklemini oluşturan katılımcıların çoğunluğu çalışmayı, ekonomik fayda elde etmenin aracı olarak görmekte ve sonucunda ekonomik bir fayda elde edilmediği sürece çalışmanın anlamsız olduğunu ifade etmekteydi. Bu bakış açısına göre çalışma veya emek, ancak iyi bir maddi karşılıkla, kazançla mukabele gördüğü sürece değerlidir. Ne var ki çalışma ve emeğin değerini belirleme kıstası olarak ele alınan maddi kazancın miktarı ya da değişim değeri, tarihte olduğu gibi günümüzde de çoğu zaman çalışma ve emeğin nitelik ve niceliğini aşan şartlara bağımlıdır. Örneğin, geleneksel dönemlerde çalışan bir insanın elde edeceği maddi kazanç, doğal ve yerel sosyoekonomik risk ve tehlikelerle, modern dönemde Risk Ortamında Çalışmanın/Emeğin Değeri ve Din: Teoriden Pratiğe 75 ise hem doğal ve yerel hem de küresel kapitalist sistem içerisinde belirmiş risklerle; özellikle bu risklere bitişik tehlikelerle yakından ilişkilidir. Kaldı ki ortalama bir insan, bu ilişkinin gayet farkında olduğu gibi şayet inanıyorsa onun, inandığı dinin teorik düzeyde çalışma ve emeğe verdiği değere bakışı da diğer faktörlerle birlikte bir yönüyle bu farkındalık çerçevesinde oluşmuş bir algının yörüngesinde şekillenmektedir. Bu noktadan sonra hem inanılan dinin teorik düzeyde çalışma ve emeğe verdiği değerin hem de bu teorik değeri toplumsallaştırma, yayma çabalarının inanan insanın ilgili değer anlayışına doğrudan yansıdığını görmek güçleşmektedir. Bu gerçeğe dair gözlemlerden hareket eden din sosyolojik bir durum tespiti bu güçlüğü aşmada işlevsel olabilecek bazı öneriler için işe koşulabilir. Burada yapacağımız söz konusu durum tespitine kaynaklık edecek temel veriler, Erzurum köyleri arasından seçilmiş bir örneklemde, nitel bir yöntem uygulaması ile yapılmış ve 2009 yılında bitirilmiş yukarıda adı geçen doktora tezimize dayanmaktadır. Dolayısıyla bu din sosyolojik durum tespitinin bu bağlamı ve sosyal inşacı bir yaklaşımın koordinatları içerisinde şekillenmekle sınırlı olduğunu ve genelleme kaygısı gütmediğini işin başından belirtmeliyiz. Çalışma ve Emeğin Değeri Genelde herhangi bir şeyin, özelde çalışma ve emeğin değerinin içsel mi yoksa dışsal mı olduğu sorusunu genel geçer olmamak kaydıyla konumuz açısından bir sonuca bağlama gayretinde bize rehberlik edecek analitik araçların ortak özelliği, herhangi bir şeyin değerinin“insani” ve “sosyal etkileşim” kaynaklı,“paylaşılmış” ve “kabul edilmiş” olduğuna gönderme yapmaktır. O hâlde biz, değerlerin, değer belirlemede kullanılan referansların kaynaklarını, “insan” ve “toplum”, insan-insan ve toplum etkileşimi düzleminde aramak durumundayız. 76 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Düşünme kabiliyetinin bir ürünü olarak değer üreten, bir şeylere değer veren, onları değerli kılan bir varlık olan insan, diğer canlıların aksine ikili bir dünyada yaşar. Bu dünyalardan birincisi onun diğer canlılarla paylaştığı “doğal dünya”dır. İkincisi ise bizzat insan emeği ve etkileşiminin ürünü olan “sosyal dünya”dır. Bu sosyal dünya, insanın diğer insanlarla ve onlarla birlikte doğal dünya ile girdiği ilişki ve etkileşimin ürünüdür (Berger & Luckmann, 2008). İnsanlık tarihinin genel bir gözlemine dayalı klasik hâle gelmiş, “tarihte dinsiz bir topluma rastlanmadığı” bilgisi, bu ilişkinin bir tarafında da “kutsal”ın ya da Tanrı’nın olduğunu düşündürmektedir. Bu gerçeği de dikkate alarak aslında değerlerin, herhangi bir şeyin değerlendirilmesinde işe koşulan referansları da içine alan sosyal dünyanın insanın “toplum”la, “doğal dünya” ve “kutsal olan” ya da “Tanrı” ile girdiği ilişkisinin ürünü olduğunu söyleyebiliriz (Macit, 2015). Bunu söyledikten sonra değerlerin kaynağında insanı görsek dahi insanın bu değerleri bir boşlukta oluşturduğunu iddia etmek oldukça zorlaşır. Nihayetinde birçok sosyal psikoloji araştırması, insanların düşünme ve davranışlarına kılavuzluk eden standart veya kodları (danışma noktalarını) kendi başlarına üretebildiklerini kabul etmekle birlikte kendi başına üretilen standart veya kodların grup içi iletişim ve etkileşimle üretilen kod ve standartlar tarafından kolay bir şekilde yerinden edildiğini kanıtlamaktadır (Kağıtçıbaşı, 2004).1 Buradan hareketle insanın ona ilişkin referanslarının doğuştan olmadığı bir dünyaya gelmiş olmasının, buna mukabil düşünen bir varlık olmakla düşünme ve eylemlerine kılavuzluk edecek referansları oluşturma kabiliyetinin bir sonucu olarak değerleri, herhangi bir şeyin değerini belirleyen referansları ürettiği ve her ne kadar tek başına üretme kabiliyeti varsa da ortak üretilmiş değerleri ve ilgili referansları daha kolay kabullendiği ve sürdürdüğü söylenebilir (Macit, 2015). 1 Muzaffer Şherif tarafından yapılmış ve sosyal psikoloji alanında grup standartlarının nasıl oluştuğunu ve bireyleri nasıl etkilediğini açıklamak üzere meşhur olmuş “otokinetik etki” deneyi bu noktada açıklayıcıdır. bk. Kağıtçıbaşı, (2004). Risk Ortamında Çalışmanın/Emeğin Değeri ve Din: Teoriden Pratiğe 77 Bütün bunlardan sonra bir şeyin değerinin o şeyin kendi içsel özellikleriyle ilgili bir temelinin bulunduğu bir gerçek olsa da değerlerin, değerlendirme referanslarının sosyal etkileşim sürecinde oluştuğunu kabul etmek suretiyle bir şeyin değeri içsel mi yoksa dışsal mı tartışmasını da bir sonuca bağlayabiliriz. Bu sonuca göre bir şeyin değeri bizatihi onun içsel özelliklerine bağlı olsa da onun bu özelliğinin sosyal etkileşim bağlamında tanınıp takdir edilmesi veya üzerinde bir anlaşma sağlanması gerekir (Macit, 2015). Örneğin, çalışma ve emek hem kendi başlarına değerli hem de değer üretici insani ve sosyal niteliklerdir; bütün değerler insanın, fiziksel, duygusal, zihinsel/düşünsel çalışma ve gayretinin ürünüdür. Yine de çalışma ve emeğe biçilen değer, insanın, diğer insanlarla toplumla ve Tanrı ile girdiği ilişkiden bağımsız değildir ki farklı kültürlerde, zamanlarda çalışma ve emeğe, onların çeşitli türlerine yüklenen anlam ve değerin bu bağlamda farklılaştığı tartışılmaz bir gerçektir. Örneğin, insanlığın her zaman ve her yerde çalışmayı değerli addetmediği2 hatta birçok insanın bir an önce çalışmaktan bağımsız olmak gibi bir hayali paylaştığı, bazı dinî-toplumsal anlayışların çalışmaya içsel-mistik bir değer verdiği, günümüz toplumlarında ise çalışma denince akla “ücretli çalışma” (Macit, 2009), çalışma ve emeğin değeri denince de maddi karşılık geldiği; çalışma veya emek sarf etmenin“sahip olmak” yönelimli aktiviteler olarak değer gördüğü bilinmektedir. Açıkçası, çalışma ve emeğin içsel ve bir o kadar “mistik değeri”nin yerini “değişim değeri”ne bıraktığı modern dünyada ayrıca, çalışma ve emeğin maddi karşılığı giderek çalışma ve emeğin nitelik veya niceliğinden bağımsızlaşmakta küresel ekonomik sistem ile sözgelimi, bu sistem içerisinde kurumsallaşmış risk ve bu risklerin beraberinde getirdiği tehlikelerle yakından ilişkili hâle gelmektedir. 2 Nitekim Batı dillerinde çalışma ile ilgili terimlerin birçoğunun etimolojik kökenleri itibarıyla acı, ıstırap, işkence gibi anlamları çağrıştırdığı gibi Türkçedeki “emek” kavramı da benzer bir çağrışımla yüklüdür (Macit, 2009). 78 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Risk Ortamında Çalışma/Emeğin Değeri ve İslam Modernite iki temel varsayıma dayanmaktaydı. Bunlardan birincisi, doğal ve toplumsal dünyanın kavranabilir, ikincisi ise şekillendirilebilir veya yönetilebilir olduğuydu (Wagner, 1999). Modern toplumlar tam da bu çerçevede şekillenmek durumunda olduğundan toplumsal ve doğal ortamların giderek daha rasyonel düzenlemelere konu olacağı beklenmekteydi. Ancak modernitenin ileri aşaması/geç modern dönem bu beklentiyi doğrulamamıştır (Giddens, 2010).Tam da bu bağlamda Beck, klasik endüstriyel toplumun yeni bir formu olan “risk toplumu”ndan bahsetmektedir. Ona göre modernitenin ileri aşaması risk toplumudur. Modernite ve onun paralelinde gelişen bilim ve teknoloji, insan aklının doğal ve toplumsal ortamlar üzerindeki hâkimiyetini artırdığı kadar yeni, beklenmeyen, önlenemeyen, sigortalanamayan riskler üretmiştir. Modernizasyonun sadece sağlıkla değil, meşruiyet, mülkiyet ve kâr ile de ilgili bu risklerinden hiçbir toplumsal kesit ya da birey korunabilecek durumda da değildir (Beck, 1992). Beck’in risk toplumu kavramsallaştırmasından etkilenen Giddens’a göre modern toplumlarda yaşayan insanlar, geleneksel dönemlere oranla daha güvenli bir konumdadırlar (Giddens, 2010). Ancak modern dönemde risklerin bir kısmı küreselleşmiş, risk ortamları dünya çapında yayılmıştır. Bu durum olayları, belirli bireylerin ya da grupların denetiminden çıkarmıştır. Kaynaklar ya da hizmetler artık bireysel ve yerel denetim altında değildir. Dolayısıyla da beklenmedik aksamalar durumunda gerekli ayarlamalar bireysel veya yerel düzeyde yapılamaz. Ayrıca bir bütün olarak düzeneğin bocalaması, böylece ilgili herkesi etkileme riski vardır. Örneğin, sıvı yakıtlı, merkezî ısıtma kullanan ve sobası da olmayan bir kişi, sıvı yakıt fiyatlarındaki değişmelerden etkilenmeye özellikle açıktır. Ayrıca riskler, modern kurumların çeşitli alanlarında “kapalı”, kurumsallaşmış eylem alanları olarak da var olur (Giddens, 2012).Kurumsal olarak yapılanmış bu risk Risk Ortamında Çalışmanın/Emeğin Değeri ve Din: Teoriden Pratiğe 79 ortamları, modern toplumlarda önceki toplumlara oranla genellikle çok daha belirgindir. Rekabetçi ürün, emek-gücü, yatırım piyasaları gibi kurumsallaşmış risk sistemleri fiilen herkesi etkilemektedir. Bu risk ortamları bireysel ve kolektif riskleri birçok açıdan birbirine bağlamaktadır (Giddens, 2010). Böyle bir durumda ticari kuruluşlar ve bireyler ekonomik kazançlarını en üst düzeye çıkarmak için diğerlerinin ne yapacağını tahmin etmeyi gerektiren bir ortamda çalışırlar (Giddens, 2012). Giddens’ın bu değerlendirmelerini konumuza en yakın tarafından; emek-gücü açısından alarak şunları söyleyebiliriz: Emek-gücünün alınıp satılan bir meta olarak değer bulduğu günümüzde emek-gücünü satan birey ile onun alıcısı işletmeci veya işveren artık bireylerin ve yerel grupların denetiminde olmayan küresel ekonomik piyasa içerisinde şartları belirlenmiş bir pazarda karşılaşırlar. Birinin emeğini sattığı, diğerinin aldığı bu karşılaşmada her iki tarafın da ekonomik kazançlarını en üst düzeye çıkarmaya çalışırken dikkate almaları gereken bütün değişkenlerin zaman içerisinde alacağı muhtemel bütün pozisyonları tahmin etmeleri mümkün değildir. Bu nedenle her iki taraf da risk ve bu riskin yaratacağı tehditlere açık bir pozisyondadır. Burada alıcı, işletmeci ya da işverenin, Türkiye’de dolar üzerinden hammadde ithalatına dayalı bir sektöre mensup olduğunu düşünelim. Böyle bir durumda o, bu alışverişteki ekonomik kazancını üst düzeye çıkarabilmek ya da üst düzeyde tutabilmek için dolar kurunda meydana gelebilecek değişmeleri hesaba katmak zorunda, söz gelimi ABD Merkez Bankası FED’in alacağı kararları ya da ne yapacağını tahmin etmek zorundadır. Örneğimizdeki işveren, yapmak zorunda olduğu bu tahminde zorlandığı ölçüde risk almış, tahmininde yanıldığı ölçüde risk, kendi ekonomik kazancı üzerinde tehlikeye dönüşmüş demektir. Böyle bir tehlikenin emek gücünü söz konusu işverene satmış işçinin kazancına olumsuz yönde yansıması gayet olağandır. Emeğin maddi karşılığının; değişim değerinin bireysel, yerel ve küresel düzeyde iç içe geçmiş risk ve tehlikelerle 80 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK olan bu nevi ilişkisi, sadece işçi-işveren örneği ile açıklanabilmekle sınırlı olmasa gerektir. Nitekim dolar üzerinden borçlanarak herhangi bir ticari alana yatırım yapmış, emek harcayarak elde ettiği herhangi bir ticari ürünü, küresel ekonomik piyasa içerisinde şartları belirlenmiş bir pazarda satmak durumunda olan herhangi bir üreticinin ekonomik kazancının söz konusu risk ve tehlikelerden korunmuş olduğunu düşünemeyiz. Kısaca, artık cebimizdeki, çalışmamızın veya emeğimizin karşılığı paranın değeri doğrudan küresel kapitalist ekonomiyle, küresel ekonomik ve politik süreçler içerisinde beliren risklerle yakından ilişkilidir. Üstelik birbirine bağlı bu risklerin bireysel olarak hesaplanması, güvenliğin sağlanması da neredeyse imkânsız olduğu için bu riskler, onlar hakkında uzmanlaşması mümkün olmayan,riski risk olarak görme bilinci ve buna uygun davranabilme kabiliyeti eksik olan sıradan insanlara tehlike olarak yansımaktadır. Diğer bir ifadeyle, modern insan artık risk hesapları yapmak, riskleri değerlendirmek buna göre hareket etmek zorundadır. Ancak bu, risklerin tamamen kontrol altına alınabileceği anlamına gelmez. Zira modernitenin riskleri, risk değerlendirmeleri yapılmaması gerekenleri belirlemede başarılı olsa da yapılması gerekenler konusunda işe yaramaz (Beck, 1992). Kaldı ki modern insanın hayatına ilişkin bütün riskleri hesaplaması, değerlendirmesi, bütün alanlarda uzmanlaşması mümkün değildir. Modern insan olsa olsa birkaç alanda uzmanlaşabilir. Ancak uzmanlaşamadığı alanlarda diğer insanlardan farksız, onlar kadar riske dolayısıyla tehlikeye açıktır (Giddens, 2010). Modernleşmenin getirmiş olduğu ekonomik risklerin küresel ölçekli olduğu, hiç kimsenin bundan korunmuş olmadığı gerçeği göz önüne alındığında Giddens ve Beck’in konumuza ilişkin değerlendirmelerinin, modernleşme yolunda ilerleyen ülkeler ve Türk toplumu için de geçerli olduğu gayet açıktır. Ne var ki modernleşme yolunda ilerleyen ülkelerde geleneksel, modern ve geç modern toplumsal formlar içe içe yaşanmaktadır. Geleneksel modern Risk Ortamında Çalışmanın/Emeğin Değeri ve Din: Teoriden Pratiğe 81 ve geç modern dönem özelliklerinin iç içe olduğu bir toplum, bütün bu toplumsal formların nimet ve külfetlerini aynı anda yaşamak durumundadır. Örneğin, Türk toplumsal ve bireysel hayatı hem Giddens’ın geleneksel dönemlere özgü addettiği geleneğin veya doğanın sabitlikleri kaynaklı,“sel baskını”, “kuraklık”, “salgın” gibi “dışsal risk”lere hem de bilginin dünya üzerindeki etkisinden kaynaklanan ve hakkında tarihsel bir deneyime sahip olunamayan, bilim ve teknolojik ilerlemeler tarafından “imal edilmiş” bilinmez, tam anlamıyla hesaplanamaz, garanti altına alınamaz ve bu ölçüde tehlike ile bitişik modern risklere (Giddens & Pierson, 1998) oldukça açıktır. Kuşkusuz Türk insanının çalışma ve emeğin sonucunda elde ettiği, edeceği maddi kazanç da bu hükmün dışına çıkamamaktadır. Diğer bir ifadeyle, Türk halkının çoğunluğu henüz çalışma ve emeğinin sonucunu dışsal risklerin olumsuz etkilerinden koruyacak düzenlemeleri tam anlamıyla hayatına geçirememişken çalışma ve emeğinin sonucunu etkileyecek küresel ekonomik risk sistemlerine bağlı hâle gelmiştir. Nitekim adı geçen doktora tezimizin alan araştırması sürecinde, çoğunluğunun çalışma ve emeği, maddi karşılıkla değerlendirdiği bir örneklemde söz konusu risklerin çalışma ve emeğe ilişkin algıyı etkilediğine dair birçok örnek durum ve bu durumlara dair sosyal temsillerin varlığı tespit edilmiştir.Örneklemde duyduğumuz, (a) “Çiftçi ürünü ambara ya da mereğe doldurmadan benim ürünüm var diyemez. Kar yağar, yağmur yağar ya da hayvanı otlatmaya gönderirsin akşama gelmeyebilir.”(b) “Sebzecilik yapıyoruz sanki de kumar oynuyoruz.”(c)“Geçen yıl bir arkadaş çalıştı, çabaladı mereğini doldurdu. Ancak bir gece durduk yere tüm otu, samanı yandı.” (Macit, 2009) şeklindeki örnek katılımcı ifadeleri dışsal risklerin çalışma ve emeğin maddi sonucu üzerindeki etkilerinin farkındalığını betimlemektedir. Tezimizin örneklemini oluşturan insanların çoğunluğu aynı zamanda mevcut sosyoekonomik şartlar içinde emeğinin maddi karşılığını aldığına inanmamaktaydı. Tabi ki bunu, sadece dışsal risklerin berabe- 82 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK rinde getirdiği olumsuz sonuçlara yormak da mümkün değildir. Katılımcılarımızın çoğunluğu, tarım ve hayvancılıkla geçinmekte, yoğun emek kullanımı ile üretim yapmaktadırlar. Bu manada yaygın bir şikâyet konusu üretilen ürünün, fiyatındaki belirsizlik ve pazarda hak ettiği düşünülen değeri bulmayışıdır. Örneğin, bir yıl büyükbaş hayvan besleyip de ertesi yıl sosyoekonomik sistem kaynaklı olumsuzluklar nedeniyle, söz gelimi et fiyatlarındaki düşüş dolayısıyla bu işten zarar ettiğini ya da ancak maliyetini kurtardığını, elindeki ürünü veresiye verip para piyasalarındaki dalgalanmalar nedeniyle iflas ettiğini söyleyenlerin sayısının bir hayli fazla olduğu gözlemlenmiştir. Örneklemimizi oluşturan insanların birçoğunun verimli üretim teknikleri kullanımı bilgisinin eksikliğinin yanı sıra bunlara sahip olabilmek için gerekli ekonomik güçten yoksun olduğu; fenni ve teknik imkânların pahalı olduğu, bu imkânlar kullanıldığında ürünün, maliyetini bile kurtarmadığı onların beyanlarından anlaşılmaktadır. Gübre, ilaç, suni yem gibi temel girdilerin fiyatlarındaki pahalılığın bu noktada etkili olduğunu, buna bir de ekonomik örgütlenmeden yoksun olma nedeniyle pazarlama ya da ürünün hak ettiği fiyata pazar bulması konusunda çok büyük sıkıntıların yaşandığını eklemek gerekir. Üretimin pazar için yapıldığı durumlarda, piyasanın doğurduğu riskler ise gerçekte dışsal risklerden çok daha önemli sonuçlar üretebilecek güçtedir. Bir yandan tarım diğer yandan da ekonomi ve piyasa şartları giderek daha teknik ve karmaşık bir nitelik taşıyan bilgileri gerektirmektedir. Mevcut şartlar içerisinde köylünün, özellikle yukarıda betimlemeye çalıştığımız bağlamda giderek küresel şartların daha yoğun belirleyiciliğinde şekillenen ekonomi, piyasa ve bu alanlardaki riskler konusunda uzmanlaşması oldukça zordur. Bu zorluğa binaen köylü, bu alanda kendini kaybetmekte, çalışma ve emek konusunda kaderci tutumlar ortaya çıkmakta, küresel ekonomik sistem içerisinde belirmiş, ortalama bir insan tarafından kestirilmesi hesaplanması ve korunması imkânsız riskler ve beraberindeki tehlikeler Risk Ortamında Çalışmanın/Emeğin Değeri ve Din: Teoriden Pratiğe 83 çalışma davranışı üzerinde negatif pekiştirme işlevi görmektedir (Macit, 2009).Tabii ki risk ile fırsat komşudur ve risk eşittir tehlike değildir. Ne var ki riski risk olarak görme ve buna uygun bir şekilde davranma bilincinin eksik olduğu zamanlarda riskin fırsat yaratması sadece şans ya da nasip iken tehlike yaratması çoğu zaman kader olabilir. Son tahlilde örneklemimiz özelinde insanların çoğunluğu, çalışıp emek harcayarak elde ettiği ya da edeceği paranın yerel, küresel politik ve ekonomik gelişmelerle ve bu alanlarda beliren risk ve tehliklerle yakından ilişkili olduğunun, bu risk ve tehlikelerin elde ettiği, edeceği kazanç üzerindeki etkisinin son derece farkındadır. Çalışma ve emeğin değerini, elde edilecek maddi kazancın belirlediği ancak onun değerinin de söz konusu risk ve tehlikelerin etkilerine açık olduğuna dair farkındalık çok geçmeden diğer değişkenlerle birlikte İslam’ın çalışma ve emeğe verdiği değere ilişkin algıyı da biçimlendirmektedir. Nihayetinde teorik düzeyde İslam’ın çalışma ve emeğe verdiği değere bakıldığında İslam’ın çalışma ve emeği başlı başına değerli addettiği görülür. Örneğin, “İnsan için ancak çalıştığı vardır”(Necm, 53/39) diyen Kur’an ayeti, çalışma ve emeği önceleyip başlı başına değerli kılmaktadır. En azından bu ayette çalışma ve emeğin değerini belirleyecek maddi bir kıstastan bahsedilmediği gibi devamındaki ayetler, çalışma ve emeğin öte dünyada da olsa tastamam manevi bir karşılık bulacağı yolundadır. Hatta bu ayette çalışma veya emeğin “sahip olmak” değil “olmak”, insanı insan yapmak yönelimli; insandan bağımsız sonradan kazanılan, sahip olunan bir şey değil, insani varoluşsal bir aktivite olarak değerlendirildiği düşünülebilir (“sahip olmak” ve “olmak” üzerine tatmin edici bir inceleme için bk. Fromm, 2015). Çalışma ve emek ile ilgili diğer Kur’an ayetlerinin de böyle bir durumu imlediği ileri sürülebilir. Örneğin, Kur’an’da “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer 84 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK bilirseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın.”(Cuma, 62/9-10)denmektedir. Dikkat edilirse bu ayette “namaza koşmak” da “Allah’ın lütfundan nasip aramak, çalışmak” da emre konudur. Ne var ki bu emrin, inanan insanın pratikteki algısına doğrudan ve tastamam yansıdığını görmek oldukça zor iken İslam’ın teorik düzeyde çalışma ve emeğe atfettiği değerin, günümüzde daha çok pratik koşulların yarattığı algı çerçevesinden geçerken kırılıp bir yönüyle kendine yabancılaşarak söyleme ve davranışa yansıdığını görmek işten bile değildir. Örneğin, yine alan araştırmamız süresince gözlemlediğimiz üzere (a) “…Allah vermedikten sonra sen ne kadar çalışırsan çalış! Veren de Allah alan da Allah!”(b)“Çok sözde yalan çok parada haram olmadan olmaz.”(c) “Çalışmayla zengin olunmaz, Allah “Yürü ya kulum demeli.”(d) “Allah, ilmi isteyene zenginliği dilediğine verir.”denilip çalışma ve emek dinî-sosyal temsiller içerisinde, dinin güttüğü iddianın aksine değersiz ilan edilebilmektedir (Macit, 2009). Nihayetinde bu temsillerin arkasındaki bilişe göre çalışmak ve emek ile elde edilecek kazanç arasındaki ilişki tam anlamıyla riskli bir oyun olan “kumar” örneğiyle açıklanabilecek niteliktedir. Bu aşamadan sonra söylenebilecek şeylerden birincisi, bu temsillerin, çalışma ve emeğin karşılığını dışsal şartlara havale etmekle kaderci bir nitelik arz ettiğidir. İkincisi, Allah inancında bir yabancılaşmanın göstergeleriyle dolu olduğudur: Tabi ki “Veren de Allah Alan da Allah” denilebilir. Ancak onun vermesi de alması da insan sorumluluğu ve emeğini de dikkate alan, kendi ilan ettiği kayıtlar içerisinde, bizim hoşumuza gitsin ya da gitmesin adaletli ve ahlakidir. Akif’in deyimiyle “Talep nasılsa, tabii, netice öyle çıkar… Meşiyyetin insana zulmetmek ihtimali yoktur.”(Ersoy, 1977). Tabi ki çıkacak sonuç, her zaman insanın istediği gibi ya da somut bir maddi karşılık olmayabilir. Ama Allah, çalışma veya emeğin şöyle ya da böyle bir karşılığını verecek olsa gerektir. Oysa bu temsillerde ne yapacağı, verip vermeyeceği belli olmayan, iradesinin Risk Ortamında Çalışmanın/Emeğin Değeri ve Din: Teoriden Pratiğe 85 insana zulmetme ihtimali olan bir Allah tasavvuru gündemdedir. Böyle bir Allah tasavvuru bizi, Allah’ın ahlakiliği ve adaleti sorunu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Oysa Kur’an’ın genel bir gözlemi Allah’ın ne yapacağı, verip vermeyeceği belli olmayan değil aksine son derece adil ve ahlaki bir varlık olduğunu görmek için yeterlidir ki Allah, insan sorumluluğunun, çaba ve gayretinin söz konusu olduğu hemen her durumu değerlendirirken ahlaki davranacağını vaad etmektedir (Bu konuda geniş bilgi için bk. Güler, 2000). Elbette bu temsillerde belirginleşen sosyal bilişin sadece söz konusu risk ve tehlikelerin etkilerine dair bir farkındalığın ürünü olduğunu iddia edemeyiz. Ancak bu farkındalık durumunu betimleyen, yani hesaplanamayan, kontrol altına alınamayan risk ve tehlikelerin çalışma ve emeğin maddi karşılığı; ekonomik kazanç üzerindeki olumsuz etkilerini anlatan katılımcı ifadelerinin neredeyse tamamının söz konusu söylem veya temsillerle bittiği gözlenmiştir. O hâlde dışsal ya da küresel ekonomik sistem içerisinde beliren risk ve bunlara bitişik tehlikelerin yarattığı algının bu temsilleri üreten veya kabul eden bir zihniyetin oluşumunda yeter şart olarak olmasa da belirli bir payının olduğunu hesaba katmak gerekir. Ayrıca bu temsillerin aynı zamanda dışsal ya da imal edilmiş risklerin ve tehlikelerin elde edilen sonuç üzerindeki olumsuz etkilerini bilişsel düzeyde telafi etmede oldukça kullanışlı olduğu da bir gerçektir. Yani ortaya çıkmış istenmeyen bir sonucu bu nevi temsillerle açıklamak, meşrulaştırmak bilişsel düzeyde bir “başa çıkma” veya “telafi” fonksiyonu görebilmektedir. Ancak aynı bilişin üzeri biraz kazındığında altında, çalışma ve emeğin elde edilen maddi sonuçla değerlendirildiğine, sonucun istenilmeyen düzeyde olduğunda çalışma ve emeğin değersiz kılındığına dair eğretilemelerin yattığı görülebilir. Teorik boyutu itibarıyla İslam dini, dünya ve hayatın hemen her alanında olduğu kadar çalışma ve emeğin değeri konusunda da bir epistemoloji ileri sürmektedir. Ancak bu epistemoloji her zaman ve her yerde pratik koşulların süzgecinden geçerken 86 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK bu koşulların tortularını yüklenip bir paradigmaya dönüşmekte, kalıplaşıp katılaşmaktadır. Bu aşamadan sonra Müslüman insanın çalışma ve emeğin değeri hakkındaki algısı, başka türlüsü mümkün değilmiş gibi algılanan bu paradigmanın koordinatları içerisinde şekillenmekte, İslam’ın epistemolojik düzeyde çalışma ve emeğe verdiği değeri veya çalışma ve emeğin bütün dışsal değişkenlerden bağımsız içsel bir değerinin de olduğunu anlatmaya yönelik çabaların işi, “çalıyı tersinden sürüklemek”(Usta, 2008) kadar zorlaşmaktadır. Hayatında en azından bir kere çalıyı tersinden sürüklemek zorunda kalmış olanlar bilirler: Çalı, tersinden sürüklenmeye çalışıldığında sürükleme gayretini boşa çıkaracak düzeyde kendiliğinden bir direnç üretir. Benzer bir biçimde İslam’ın epistemolojik düzeyde çalışma ve emeğe biçtiği değer ya da çalışma ile emeğin kendi başına değerini toplum katında yaymaya yönelik bütün çabalara karşı da pratik koşullar çerçevesinde oluşmuş genel algı, çoğu zaman bu çabaları boşa çıkaran kendiliğinden bir direnç gösterir; yan yana veya üst üste getirilmeye, birlikte yoğrulmaya çabalansa dahi söz konusu algı veya paradigma ile epistemolojinin arasında bu çabanın işini zora sokan, tıpkı farklı moleküler yapılara sahip iki sıvının birbirine karışmasını engelleyen “arayüzey gerilimi”ne benzer bir durum ortaya çıkar. Aksi yaşansa bile en azından İslam’ın epistemolojik düzeyde çalışma ve emeğe biçtiği değer bu algının koordinatları içerisinden geçerken kırılıp kendine yabancılaşır; bu ikinci durumda din, kendi iddiasını sürdürmekten ziyade realiteyi veya bu realite çerçevesinde oluşmuş çalışma ve emeğe bakışı meşrulaştırma aracına dönüşür. Akif’in,“Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun, Onun hesabına birçok hurafe uydurdun! Sonunda bir de ‘tevekkül’ sokuşturup araya, Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya”(Ersoy, 1977) şeklindeki dizelerinin böyle bir gerçeği betimlediği söylenebilir. Özellikle çalışma ve emeğin değerine yönelik hem çalışmanın kendine, inanan insanın çalışmaya ve nihayet İslam’ın çalışmaya bakışının kendine yabancılaştığının Risk Ortamında Çalışmanın/Emeğin Değeri ve Din: Teoriden Pratiğe 87 ifadesi yukarıda değinilen dinî-sosyal temsiller de bu durumun tipik bir örneğidir. Kaldı ki başka yörelerde yaygın mıdır bilinmez ama yine söz konusu çalışmanın yapıldığı bölgede çok çalışkan insanları ve çok çalışmayı tanımlamak üzere gâvur gibi çalışmak şeklinde bir sözel eğretileme kullanılmaktadır (Macit, 2009). İlk bakışta basit bir durum tanımı gibi gözüken, diğer sözel eğretilemeler gibi sinsi ve yarattığı anlam daha kolaylıkla toplumun “ortak duyusunun” bir parçası hâline gelebilen; yani sorgulamadan, elde bir olarak kabul edilen sayıltıların bir parçası olan (sözel eğretilemelerin bu özelliği konusunda bk. Fiske, 2014) ve bu özelliğiyle bizi kod açımına davet etmeyen bu eğretileme, üzerine biraz düşünüldüğünde derin ve sinsi olduğu kadar İslam’ın çalışmaya bakışı açısından problemli bir anlayışın şifreli ifadesi olarak değer kazanır. Basit bir kod açımı yapıldığında bu eğretilemede geçen “gâvur”, dinsiz insanı tanımlayan “kâfir” kavramının halk dilindeki karşılığıdır. Buna göre çok çalışmak, çalışkan olmak kâfirin ayırıcı bir özelliğidir. Çok çalışmayı, çalışkan olmayı inançsız insanın ayırıcı özelliği olarak ele alan bu sözün, Müslüman insanın çalışmaya, “Müslüman insan çalışkandır.” iddiasındaki İslam’ın çalışmaya bakışının kendine sosyal bilişsel düzeyde yabancılaştığı şeklindeki iddiamızın altını tahkim ettiği söylenebilir. Sonuç Yerine: Teoriden Pratiğe Buraya kadar yaptığımız değerlendirmeler bir din sosyolojik durum tespitidir. Bu durum tespitinden sonra söylenmesi gerekenlerden birincisi, işin başında da belirttiğimiz gibi bu tespiti örneklemimizi oluşturan bütün insanlara hele de çalışmamızın evrenine, Türk insanının tümüne genellemenin imkânsız olduğudur. Biz burada belirli bir bakış açısıyla hareket edip ele aldığımız gerçeğin bir yönünü değerlendirmeye çalıştık. İkincisi, İslam’ın çalışma ve emeğe atfettiği değerin ve bu değerin pratik- 88 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK teki karşılığının sosyolojisi adına yapılacak tespitlerin “Peki ne yapmalı?” sorusuna cevap arayışına dönüşmediği sürece naiflik olarak kalması oldukça muhtemeldir. Bu naifliğe düşmemek, çalıyı tersinden sürüklemekten kurtulma adına gayretlere yardımcı olmak için yukarıda yapmaya çalıştığımız tespitlerden hareketle çalışma ve emeği kendi başına değer kabul eden bir anlayışın geliştirilmesi ve bunun toplumsallaştırılması adına şu önerilerin tartışmaya açılmasının uygun olacağı kanaatindeyiz: (1) Refleksif (düşünümsel) bir çalışma/emek değer anlayışı: Bu anlayıştan kasıt, “düşünce ve eylemin sürekli birbiri üzerine yansıtılmasıyla; zihnin veya bir disiplinin kendi üzerine dönme gücü veya yeteneği ile yeniden üretilen” (Giddens, 2012, 2013) bir sosyal bilimsel biliştir. Bu biliş içerisinde gerek İslam’ın çalışma ve emeğe verdiği teorik değer gerekse inanan insanın çalışma ve emeğe verdiği değer üzerinde etkili pratik koşullar aynı anda bütüncül bir anlayışla, eleştirel (anlayıcı) bir bakışa konu edilmelidir. Teoriye bakarken öncelikle göz önünde bulundurulması gereken hususlardan birincisi, çalışma ve emeğin değerinin içsel, din ile ilişkili ancak ona bağımlı olmayan, evrensel bir hakikat olması gerektiğini kabul etmektir. Din, çalışma ve emeği değerlendirme kıstası değil, belki çalışma ve emek öncelikle insanın sonra dinin, dindarlığın bir kriteri ve ölçeğidir. Nitekim gerçekten de İslam, teorik düzeyde “Müslüman insan çalışkandır.” şeklinde özetlenebilecek bir iddia güdüyorsa, çalışmayı Müslüman’ın ayırıcı özelliği olarak ele alan bu iddia, din veya dindarlığı çalışmanın değil çalışmayı din veya dindarlığın bir kriteri olarak ilan eder. Bununla ilintili olarak ikincisi, çalışma ve emeğin değerini tanımlamak üzere dönüp dönüp sadece teoriye, sözgelimi Kur’an’a ve sünnete bakmaktan vazgeçmenin gereğidir ki zaten Kur’an ve sünnete ne kadar bakarsak bakalım çalışma ve emeğin değeri ile doğrudan ilgili olduğu görülen ayet ve hadislerin sayısının oldukça sı- Risk Ortamında Çalışmanın/Emeğin Değeri ve Din: Teoriden Pratiğe 89 nırlı olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Ayrıca realiteyi dikkate almayan böyle bir bakışın ürünü değerlendirmeler, pratik karşılık bulamadan çoğu zaman havada kalmaya mahkûm olabilmektedir. Timur Kuran’ın İslam’ın Ekonomik Yüzleri (2002) adlı çalışması tam da bu durumun örnekleri üzerine değerli çözümlemelerle doludur. Kaldı ki hemen her konuda olduğu üzere çalışma ve emeğin değeri konusunda da Kur’an ve sünnet, bize bir bilme biçimi gösterir. O hâlde yapılması gereken sadece onlara bakmak değil onların gösterdiği yere bakmaktır. Sadece Kur’an ve sünnete bakarak üretilecek teorik söylemlerin pratik koşullar içerisinden kaynaklanan bir problemi ortadan kaldırmak yerine adeta hipnotize bir etkiyle onun semptomlarını giderme ihtimali yüksektir. Oysa onların gösterdiği yere bakmak aynı zamanda teorik öğretiler ile pratik arasındaki ilişkiyi kurmada, problemin nedenlerini görme ve ortadan kaldırmada işlevsel olabilir. Tabi ki bu, İslam’ı bağımlı bir değişken, olguyu da sabit,bağımsız bir değişken ya da tam tersi olarak ele almak değil hem olguyu hem de İslam’ı dikkate alan kritik bir bakış açısıyla hareket etmek; çalışma ve emeğin değerine yönelik anlayışın şifrelerini dinden ya da olgudan çıkarmak değil dine aykırı olmaması kaydıyla akıl, insan ve toplum düzeyinde konsantre bir bakışla yeniden kurmaktır. Açıkçası, bu yeniden kurma çabalarına ilişkin önerimiz, bu çabaların elinde bir cetvel varmışçasına teoriden pratik içerisine ya da pratikten teori içerisine düz çizgiler çizmek şeklinde; teoriyi pratiğin veya pratiği teorinin içine okutmaya çalışmaktan, yamalı bohça misali eklektik olmaktan uzak durması; elde bir pergel varmış gibi pergelin sabit ayağını, “Çalışma ve emek kendi başına değerlidir.” ilkesi üzerine koyup diğer ucunu kimi zaman daralan kimi zaman genişleyen bir yörüngede teori ve pratiğin sınırları içerisinde gezdiren, teori ve pratiğe ilişkin verilerin özgün ve analitik karışımına dayalı senkretik bir 90 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK yaklaşımı öncelemesidir. Bu yaklaşımın senkretik niteliği, herhangi bir ekonomik sistem için iyi olanın değil insan için iyi olanın peşinde olmakla belirginleştiği ölçüde bir o kadar Kur’ani ve İslami olabilir. Aksi takdirde yol, kolaylıkla sosyalizme biraz zorlandığında ise kapitalizme çıkabilir. (2) Zihinsel yeniden üretim araçlarını işlevsel kılmak: İster çalışma ve emeğin değeri üzerine mevcut İslami teorik öğretileri isterse bu öğretileri dikkate alarak herhangi bir zaman diliminde oluşmuş ve doğru kabul edilen düşünceleri, isterse biraz önce değindiğimiz bakış açısıyla üretilecek yeni anlayışları toplumsallaştırma adına doğrudan telkin ve tavsiyelerin işlevselliği oldukça tartışmalıdır. Nihayetinde biraz da Marx’a kulak vererek insanların çalışma ve emeğe verdiği değeri belirleyen pratik koşulları değiştirmeden çalışma ve emeğin değerine dair toplumsal, dinî anlayışı değiştirmenin zor olduğu söylenebilir. Ancak Marx’ın genel yaklaşım biçimini dikkate alarak pratik koşullarla dünya görüşü arasındaki ilişkide dünya görüşünün etkinliğine ağrılık veren Weber’in yoluna girdiğimizde bunun, imkânsız olmadığını kabul etmek durumunda kalırız. Belki bu noktada yapılması gereken soyut fikirleri geniş kesimlerin zihinlerine kazıma potansiyeli tartışmasız bir gerçek olan (Ülgener, 1983) ancak oldukça ihmal ettiğimiz, zihinsel yeniden üretim araçlarını, örneğin, romanı ve elektronik medyayı kullanmaktır. İhmal ettiğimiz diyoruz çünkü sözgelimi, “İnsanın aradığı hazine belki yanı başındadır. Ancak yanı başındakini bulabilmek için dahi büyük bir emek sarf etmesi gerekir.” şeklinde konumuz açısından da anlamlı bir ana fikri ileri süren; birçok dile çevrilen, milyonlarca baskısı yapılan Simyacı (Coelho, 2010) gibi bir romanımız yoktur. Burada, roman ve elektronik medyayı da tesadüfen seçmiş değiliz. Roman vb. edebî ürünlerin okunma oranındaki eksikliği dikkate Risk Ortamında Çalışmanın/Emeğin Değeri ve Din: Teoriden Pratiğe 91 alarak onu bir kenara bırakırsak, elektronik medyanın halk katında yaygın tüketilen ürünleri; film ve TV dizilerinin bu noktada maharetli enstrümanlar olabilecekleri bir gerçektir. Nihayetinde günümüz insanının, görselleştirilmiş bir dünyada yetişmiş olmakla görsel algısı ve soyut da olsa görselleştirilmiş imgelere dönüştürülmüş fikirlerden etkilenme düzeyi oldukça gelişmiştir. Güney Kore dizilerinin Türk izleyici arasındaki popülaritesi üzerinden yapmakta olduğumuz bir araştırmada katılımcılarımızın özellikle bu dizilerdeki kız karakterler hakkında söyledikleri, “Koreliler çalışmaktan yüksünmüyorlar, hep iş başındalar onlar. Mesela yoksul bir kız, zenginlerden oluşan bir ortamda birkaç işte birden çalıştığını gizlemeyip bunu rahatlıkla söyleyebiliyor…”şeklindeki beğeni ifade eden, çalışmanın değerinin bu karakterlerin verdiği mesajla takdir edildiğini gösteren bir o kadar Konfüçyüsçü felsefi-dinî bir bakış açısının izlerini taşıyan yorumları bu açıdan anlamlıdır. Buna karşılık yerli film ve TV dizileri üzerine yapılacak genel bir içerik analizi, çalışma ve emeğin kendi başına değerini önceleyecek imgeler bir yana bu ürünlerin birçoğunun temel insani ve sosyal aktivitelerden biri olan çalışmayı dahi imleyecek göstergelerden yoksun olduğunu görmek için yeterlidir. Hemen belirtelim, zihinsel yeniden üretim araçlarını konumuz açısından işlevsel kılma çabalarının da düşünümsel ve oldukça stratejik bir bilinçle hareket etmeleri gereği kaçınılmaz bir gerçek gibi durmaktadır. Kanaatimizce bu stratejinin önceliklerinden birincisi, hedef kitlelerin söz konusu ürünleri niçin tükettiklerini bilmek, beklentileri dikkate almak ancak bu ürünleri sırf “Kitleler öyle istiyor.” diye değil kitleleri beklentileri içinde yakalayıp bilinçlerini bir yerlere taşımak üzere kurgulamaktır. 92 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Kaynakça Altuntaş, H. & Şahin, M. (hzl.). (2012). Kur’an-ı Kerim meali. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı. Beck, U. (1992). Risk society; towards a newmodernity (Tr. M. Ritter).London: Sage. Berger, P. L. (1961). Some general observationon the problem of work.In P. L. Berger (Ed.), Thehumanshape of work (pp. 211-241). New York: The Macmillan Company. Berger, P. L., &Luckmann, T. (2008).Gerçekliğin sosyal inşası(Çev. V. S. Öğütle). İstanbul: Paradigma Yayınları. Coelho, P. (2010). Simyacı (Çev. Ö. İnce). İstanbul: Can Yayınları. Curle, A. (1949). Incentives to work: Anthropological appraisal. Human Relations,2(1),pp. 41-47. Ersoy, M. A. (1977). Safahat. (hzl. Ö. R. Doğrul). İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevleri. Fiske, J. (2014). İletişim çalışmalarına giriş (Çev. S.İrvan). Ankara: Pharmakon Yayınları. Fromm, E. (2015). Sahip olmak ya da olmak-iki varoluş biçimi üzerine bir inceleme (Çev. A. Arıtan). İstanbul: Say Yayınları. Giddens, A. (2010).Modernite ve bireysel-kimlik;geç modern çağda benlik ve toplum(Çev. Ü. Tatlıcan). İstanbul:Say Yayınları. Giddens, A. (2012). Modernliğin sonuçları (Çev. E. Kuşdil). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Giddens, A. (2013). Sosyolojik yöntemin yeni kuralları (Çev. Ü. Tatlıcan & B. Balkız). Ankara: Sentez Yayıncılık. Giddens, A., &Pierson, C. (1998)Conversations with Anthony Giddens; making sense of modernity. Camridge:Polity Press. Güler, İ. (2000). Allah’ın ahlakiliği sorunu. Ankara: Ankara Okulu Yayınları. Kağıtçıbaşı, Ç. (2004).Yeni insan ve insanlar. İstanbul:Evrim Yayınları. Kuran, T. (2002). İslam’ın ekonomik yüzleri (Çev. Y. Tezgiden). İstanbul: İletişim Yayınları. Macit, M. (2009). Erzurum kırsalında ‘çalışma’yla ilgili tutumlar ve din (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum. Macit, M. (2015). Değerlerin kaynakları ve oluşumunu etkileyen faktörler. Ö. Güngör (Ed.), Çalışan gençlik ve değerler içinde (s. 39-62). Akçağ Yayınları: Ankara. Marx, K. (2003). Ekonomi yazıları (Çev. A. Fethi). İstanbul: Hil Yayınları. Mengüşoğlu, T. (1988). İnsan felsefesi. İstanbul: Remzi Kitabevi. Neff, W. S. (1968). Work and human behavior. New York: Atherton Press. Ülgener, S. F. (1983). Zihniyet aydınlar ve izmler. Ankara: Mayaş Yayınları. Usta, N. (2008). Din ve toplum yazıları. Ankara: Platin Yayınları. Wagner, P. (1999). Modernliğin sosyolojisi; özgürlük ve cezalandırma (Çev. M. Küçük). İstanbul: Sarmal Yayınevi. İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları Latife Reda İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları Giriş Bu araştırma makalesi, göç kavramının geçirdiği evrim ve dinî bir kavram olan hicretin sosyoekonomik yönleri üzerine yapılacak bir çalışma için gerekli esasları belirleme amacıyla yazılmıştır. Bu araştırma, İslam hukuku kaynaklarından ve emek ile işçi haklarına dair öğretilerden yararlanmakta ve bunu yaparken istihdama ve hem yerli hem de göçmen işçilere dair düzenlemelerle ilgili modern standartları da göz önünde bulundurmaktadır. Bu makalede hem hicretin klasik dinî yorumu hem de uygulaması ele alınacak ve Müslümanların Müslüman olmayan ülkelere göç etmeye başlamalarıyla birlikte hicretin çağdaş İslami düşünürler tarafından nasıl yeniden tanımlandığına işaret edilecektir. Bu makalenin amacı, işgücüyle ve buna bağlı olarak işgücü göçü ilgili düzenlemelerin anlaşılması için bir dayanak noktası oluşturmaktır çünkü Müslüman bir nüfusa sahip olan ülkelerin var olan millî işgücü yasaları işgücü düzenlemeleriyle ilgili uygun bir sistem için gerekli olan temel unsurların çoğuna sahip değildir. 94 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Toplumsal Adalet ve İslami Emek Kavramı İslam geleneğinde yasalar, haklar ve emeğin konumu Kanunlar ve hukuki uygulamalar, kökenleri, bağlamları ya da tarihsel gelişimleri nasıl olursa olsun, öncelikli olarak bir topluluğun doğru ve yanlış algısına bağlı olarak oluşturulmaktadır. İslam, bugün yoğun bir Müslüman nüfusuna sahip olan MENA bölgesinde, yapılacak yasamalar, hükûmetler ve toplumlar için yüzyıllardır ahlaki dayanakları sağlamaktadır. Dolayısıyla, büyük oranda Müslüman nüfusa ve yüzyıllardır varlığını sürdüren bir İslami hukuk ve siyaset tarihine sahip olan ülkelerin, ahlaka dair çağdaş yaklaşımlarını ve bazı durumlarda yapılacak yeni yasamalarını İslami geleneğe dayandırmaları o kadar da şaşırtıcı bir durum değildir (Zulfiqar, 2007, s. 423). İslami hukuk kaynakları, Müslüman toplumlarda ahlaki yapıları ve yaklaşımları bugün de hâlâ o ya da bu şekilde etkilemeye devam etmektedir. İslam genel olarak bir yaşam biçimi olarak görülmektedir, yani, inananlara hayatlarının her yönüne hitap edecek şekilde rehberlik eden kapsamlı bir değerler sistemi sunan bir dünya görüşü olarak kabul edilmektedir. Medine’deki Peygamberimiz Muhammed tarafından bir devlet kurulmasından bu yana, kurulan her bir devlet İslami yaşam şeklinin bir yorumu üzerine temellendirilmiştir. Bu da demektir ki Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasına kadar, İslam’ın doğuşundan bu yana ortaya çıkan politik ya da yasal yapıların tamamı, o ya da bu şekilde İslami bir karakter taşımaktadır. Bu yüzden Kutsal Kitap (Kur’an) ve Peygamberin sözleri ve davranışları (hadis) hâlâ bağlayıcı hükümlerin elde edildiği nihai kaynaklar olarak kabul edilmektedir. Bu kaynaklar aile meselelerinden politik kurumlara, evlenmeden boşanmaya, ekonomik ilişkilerden İslami hükümler altında yaşayan Müslümanların ve Müslüman olmayan bireylerin hak ve sorumluluklarına kadar toplumsal yaşamın pek çok yönünü kapsamaktadır. İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları 95 Aslına bakılırsa, İslami açıdan yasalar dâhilindeki hak kavramı tam olarak 16. yüzyılda geliştirilmiştir (Yamani, 2002, s. 15). Dolayısıyla, İslam ümmeti içerisinde hakların kötüye kullanımıyla ilgili olarak güçlü bir tutum geliştirilmiştir: “Hakların suistimalini yasaklayan öğreti üzerinde Müslüman fıkıh âlimleri bir fikir birliğine varmışlardır.” (Yamani, 2002, s. 15). Örneğin, haklar üzerine erken dönemde yapılan bir vurgu, özellikle de söz konusu kadın hakları ve medeni durum ile mülkiyet meseleleri olduğunda mutlak haklar fikrine karşı çıkan Şafi ekolüne bir tepki olarak 11. yüzyılın etkili bir fıkıh âlimi ve filozofu olan Gazzâlî’den gelmektedir (Yamani, 2002). Daha sonraki yıllarda, nahda ya da İslami uyanış âlimleri (19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın başlarına kadar) İslam hukuku kaynaklarında ihtiva edilen hak yaklaşımına ilgi göstermişlerdir. Ebu’l- Ala Mevdûdî, Batılı insan hakları kavramının İslami fıkıh ilkeleriyle eş değer olduğunu belirtmiştir; Mevdûdî, çalışmasında yaşama hakkı, temel yaşam standartları, özgürlük, adalet ve ayrımcılık yapmama haklarının Kur’an’da bulunduğunu ifade etmektedir (1980). Mevdûdî “İslam’ın insan haklarını bir devletin sınırları içerisine hapsetmeye çalışmadığını” sonrasında da “İslam’ın tüm insanlık için her türlü koşul altında korunması ve saygı gösterilmesi gereken temel evrensel haklar belirlediğini” (Mevdûdî, 1980, s. 11) söylemektedir. Mesele özellikle çalışma ve meslek meselesi olduğunda ise, Kur’an ve sünnet İslam medeniyetinin iktisadi gelişiminde emeğin konumuna azımsanmayacak bir yer vermektedir; dinî hükümler çalışmayı şerefli bir faaliyet olarak değerlendirmektedir ve emeğin ahlaki değerini ve emeğe duyulan ihtiyacı ele almaktadır (Azid, 2005, s. 94). Çalışma, özellikle de ağır çalışma, İslam’ın doğuşundan bu yana geleneksel olarak onurlu ve saygıdeğer bir faaliyet olarak görülmüştür (Zulfiqar, 2007, s. 432). Çalışmayı methedilen bir faaliyet olarak ele alan İslami yaklaşımın, kısmen İslamiyet öncesi dönemdeki baskıcı yöneticilere karşı bir tepki 96 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK olduğu iddia edilmektedir.1 Aynı zamanda, Gazzâlî ve İbn-i Haldûn gibi önde gelen Orta Çağ İslam âlimleri, çalışmanın ve farklı mesleklerin “dünyanın düzeninin” sağlanmasındaki payını vurgulamış ve iş bölümü hakkında kuramsal yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Örneğin Gazzâlî, hiç kimsenin belli bir işi yapmak gibi bir zorunluluğu olmadığını, tüm mesleklerin eşit derecede önemli olduğunu çünkü “insanların ailelerinin geçimlerini kazanmalarını sağladıklarını ve bir bütün olarak toplum için gerekli olduklarını” iddia etmiştir (Black, 2005, s. 91-95). İbn-i Haldûn’un sosyolojik yöntemi ise toplumsal hayatın sınıflandırılması üzerine temellendirilmiştir ve bu da onun üretim ve geçim araçlarının kullanımıyla ilgili gözlemlerine dayanmaktadır. Aslına bakılırsa İbn-i Haldûn tüm “zanaatların” ya da mesleklerin oynadığı merkezî role ve insan uygarlığının gelişimi için ekonomik dayanışmaya duyulan ihtiyaca dikkat çekmekte ve bedeviler tarafından icra edilen bedensel işgücünün daha onurlu ve sağlıklı bir yaşam tarzı anlamına geldiğini göstermektedir (İbn-i Haldûn, 2005, s. 91-95). Modern çalışma ilişkilerinin düzenlenmesiyle ilgili iki önemli İslami iktisat ilkesi söz konusudur: dağılım eşitliği ilkesi ile üretkenlik ve çalışma ilkesi. İslami iktisat alanında sonraki gelişmelerle birlikte, çalışma gittikçe daha fazla bir şekilde kutsal sayılmıştır çünkü insanlığın ilerlemesine, ekonomik büyümeye (Rahman, 2010) ve kolektif refaha katkıda bulunmaktadır. Kur’an’daki, “De ki: İstediğinizi yapın, Allah yaptıklarınızı görecektir.” (Tevbe, 9/105) ve “İnsana uğrunda çaba gösterdiği dışında bir şey verilmeyecektir.” (Necm, 53/39) gibi çalışmaya bir 1 İslam öncesi cahiliye toplumundaki Arapların bedensel işgücüne karşı olumsuz bir yaklaşımları vardı ve bu tür işlerle meşgul olanları küçümserlerdi. Aslında, işini elleriyle görmeyen ya da parasını ödeyerek işlerini bir başkasına yaptıracak kadar para kazanmasını sağlayacak bir mesleğe (minha) sahip olan bir kişi, onurlu bir insan olarak görülürdü; yani bedensel işgücü bir tür aşağılanma türü olarak görülmekteydi. bk. Bayat, (1992, s. 14-5). Yani, minha görüşünün İslam öncesi dönemlere uzanan bir tarihi vardır; bugünlerde, minha terimi genel olarak meslek anlamında kullanılmaktadır ve küçümsenme ya da aşağılanma duygusu verecek şekilde kullanılmamaktadır. İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları 97 şeref kaynağı olarak yapılan referanslar da bunu kanıtlar niteliktedir. Benzer bir şekilde Peygamberin de “Kişi kendi bileğinin gücüyle kazandığından daha hayırlı bir yiyecek yemiş olamaz. Allah’ın peygamberi Davud Aleyhisselam da kendi bileğinin gücüyle çalışarak kazandığından yerdi.”2 sözleri ile çalışmayı yücelttiği rivayet edilmektedir. Çalışma ve fiziksel çaba bir yaşam ve geçim sorunu olduğu için İslam ve Hıristiyanlık gibi dinler, insanların öldükten sonra Allah’ın mükafatına layık bir hayat sürmeleri için bağlayıcılığı dolayısıyla ahiret üzerine ciddi bir vurgu yapmaktadırlar. Ancak Kur’an aynı zamanda maddi yaşam ile ölümden sonraki yaşam arasındaki ilişkinin daha karmaşık bir tasvirini sunmaktadır. Kur’an, maddi dünyadaki çalışmayı ve gösterilen çabayı onurlu yaşama giden bir yol ve öteki dünyada kişiyi bekleyen mükâfatları elde etmenin bir aracı olarak betimlemektedir: “İşte bunlar, mükâfat olarak Rablerinden bağışlanma ve mesken olarak içinden ırmaklar akan has bahçeler bulacaklar: gayret gösterenler için ne güzel bir mükâfat!” (Âl-i İmran, 3/139). Çalışmak için göç etme meselesi hakkında ise, Kur’an zulme uğramış Müslümanların İslam’ın gelişim yıllarında Mekke’den Medine’ye yaptıkları göçe işaret etmektedir. Bu göç, her ne kadar ağırlıklı olarak yapılan dinî işkencelerden kaynaklansa da aynı zamanda herhangi bir baskı formu tarafından harekete geçirilen bir eylem olarak da anlaşılabilir. Kur’an, ilk inananların Medine’de bir uygarlık ve devlet inşa etme çabalarını, aşağıdaki ayetle tasdik etmektedir: “Ve Rableri onların dualarını şöyle cevaplar: “İster erkek ister kadın olsun, (Benim yolumda) çaba gösterenlerden hiç kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağım: (çünkü) hepiniz birbirinizin soyundan gelirsiniz. Zulüm ve kötülük diyarından kaçanlara, yurtlarından sürülenlere, benim yo2 bk.: Hassan, (2012, s. 184). 98 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK lumda eziyet çekenlere ve (bu yolda) savaşıp öldürülenlere gelince; onların kötülüklerini mutlaka sileceğim ve onları, Allah’tan bir mükâfat olarak içinden ırmaklar akan has bahçelere sokacağım: Zira mükâfatların en güzeli, Allah katında olanıdır.” İslam’ın ahlaki, yasal ve siyasal geleneği ve prensipleri, hâlâ Müslüman-yoğun ülkelerde toplumsal hayatın pek çok yönünün algılanış biçimini etkilemektedir. Her ne kadar Müslüman bir çoğunluğa sahip olan çoğu Arap ülkesi, 20. yüzyıldaki ulus devletlerin oluşturulmasından sonra İslami bir yönetim için yeni bir model oluşturmamış olsa da Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki yönetmelikler insan ilişkilerine dair farklı İslami bakış açılarından ve ideal bir İslami toplumun sahip olacağı prensiplerden yola çıkılarak oluşturulmuştur (Zaman, 2009, s. 545). Daha yakın bir zamanda, Irak gibi ülkelerdeki geçiş dönemlerinde hukuk reformcuları, iş kanununu düzenlemek için İslami kanunlar bütünü ve fıkıh ilmine dayalı argümanlar geliştirmişlerdir (Zulfiqar, 2007, s. 422). Yani görüldüğü üzere, bugün modern Arap devletlerinin anayasa düzenlemeleri sürecinde, İslami değerlerin kanunların oluşturulması üzerinde sahip olduğu etki, “daha İslami inancın gelişim aşamasında olduğu yıllardan başlayarak İslami fıkıh söylemlerinde kendilerine yer bulmuş olan iş kanunu ilkelerinin” (Zulfiqar, 2007, 431) üstünlüğünden ve önceliğinden kaynaklanmaktadır. Bu ısrarlı vurgunun nedenlerinden bir diğeri de İslami politik ve hukuki yapıların eski bir geleneğe sahip olmasından kaynaklanan yaygınlığıdır.3 Lübnan gibi büyük Hıristiyan ve Müslüman azınlıklara sahip olan ve dolayısıyla hukuki uygulamaların İslami yasalar tarafından doğrudan oluşturulmadığı 3 İran ve Pakistan gibi nüfusu Arap olmayan ülkelerde, İslami hukuk geleneği ülkelerin anayasalcılığa karşı yaklaşımlarını ciddi miktarda etkilemiştir. Bu da İslami hukuk ilkelerinin ve uygulamalarının ve ulus devletlerin modern anayasalcılık özelliklerinin bir tür karışımından oluşan anayasaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları 99 ya da etki altında bırakılmadığı ülkelerde bile dinî liderlerin ve eğitimli İslam âlimlerinin ya da ulemanın açıklamaları toplumlar ve hükümetler üzerinde ciddi bir etkiye sahiptir.4 İslami Öğretilerde Sözleşmelilik ve İş İlişkileri İslami yönetim pratiğinde çalışmayla ilgili belirgin bir düzenleme olmamakla birlikte, İslam topluluğu içerisinde sözleşmeli ilişkiler, Peygamberin zamanından beri ve ayrıca Halifeler dönemini de kapsayacak şekilde yaygın bir uygulama olagelmiştir (Hassan, 2012, s. 180). İslam’da sözleşmelerin tanımı genel hukuktaki ile benzerlik göstermektedir: bir kişi diğerinin talep edilen hizmetlerinden yararlanır ancak sözleşme esasları “iki tarafından da rızasının sağlanması, erginlik çağına ulaşmış olmak ve maaş ve diğer faydalar gibi yeterliliklerin sağlanmış olması” (Hassan, 2012, s. 181) durumunda geçerli olacaktır. İslami uygulamaya göre bir sözleşmenin sağlaması gereken temel şart, hem işverenin sağlanan hizmetler karşılığında yerine getirmesi gereken görevleri hem de işçinin icra etmesi gereken işin sorumluluklarını belirtmektir. Kur’an, özellikle de ticari sözleşmelerle ilgili olmak üzere, sözleşmelerin düzenlenmesiyle ilgili detayları genel olarak ele almaktadır. Ancak bu genel koşullar iş ilişkilerinin düzenlenmesine de uygulanabilir. Aslına bakılırsa, Kur’an yazılı sözleşmelerin önemine dair doğrudan bir atıfta bulunmaktadır: “Siz ey imana ermiş olanlar! Ne zaman belli bir vade ile borç verir veya alırsanız yazıyla tespit edin.” (Bakara, 2/282). Aşağıdaki kısım ise özellikle de iki taraftan da korunması meselesini ele alarak devam etmektedir (Gerçi bu durumda bunu alınan borcun yazılı sözleşmesine atıfta bulunarak yapmaktadır): “Bu, Allah nazarında daha adil, 4 Lübnan, Suriye, Mısır ve Irak’ta, Fransız mandası altındaki dönemde ortaya çıkan etkili seküler politik partiler ve liderler. Michel Aflaq (kendisi de bir Hristiyan’dır), Gamal Abdel Nasser gibi Arap politik düşünürleri ve seküler sosyalist ideologlar görüşlerini ideal modern Arap toplumu ve İslami prensipler ve tarihsel alegoriler hakkında harekete geçirici söylemleri üzerine dayandırmaktadırlar. Esas olarak, 20. yüzyılın ilk yarısında Arap dünyasının politik dünya görüşü, İslami politik, ekonomik, felsefi, hukuki ve sosyal geleneklerin yükünü atıp ulus, vatanseverlik, haklar ve yönetim gibi fikirlere doğru yaşanan bir toplumsal dönüşümün sonucu olarak “Arapçılık” olarak yeniden tanımlanmıştır. 100 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK kanıtlanma açısından daha güvenilir ve (sonra) sizi şüpheye düşmekten alıkoymakta daha uygun olandır.” (Bakara, 2/282). Her ne kadar geçimini sağlamak için bir işe ihtiyacı olan çalışanlar sıklıkla işi alabilmek için olumsuz sözleşme şartlarını kabul etmeye hazır olduklarında iş sözleşmeleri eşit ilişkiler üzerine dayalı olmasa da İslam âlimleri eşit şartlarda yapılmayan sözleşmelerin İslam hukukuna göre yasal olmadığını söylemektedirler. Bu yüzden, bir sözleşme ancak sözleşmeyi yapan taraflar sözleşme hakkında müzakerede bulunurken tam bir özgürlüğe sahiplerse, eğer pazarlık güçleri eşitse, bir zorlama söz konusu değilse ve sözleşmenin şartları İslami değerlere ve öğretilere uygunsa geçerli olacaktır. Ayrıca, Kur’an’da sorumlulukların yerine getirilmesinin, sözleşme ilişkilerine saygı gösterilmesinin ve kişinin verdiği sözleri yerine getirmesinin öneminden sıklıkla söz edilmektedir (Mâide, 5/1; İsrâ, 17/34). Bu değerler meslekleri, ekonomik statüsü, etnik arka planı ya da hizmet ve iş ilişkilerindeki konumu ne olursa olsun, tüm Müslümanlara eşit şekilde hitap etmektedir. İslami düzenlemeler standart bir sözleşme sağlamasa da bir iş sözleşmesinin dolaylı olarak ya da doğrudan göz önünde bulundurması gereken unsurlar İslami kaynaklardan ve İslam âlimlerinin yorumlarından elde edilebilir. İşveren-işçi ilişkilerinde arzu edilen dengeyi oluşturacak temel prensipler, adil ve zamanında ödenen bir maaş, saygın bir iş ve yaşam koşulları, eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması, sosyal güvence ve toplu pazarlık ve örgütlenme özgürlüğüdür. Maaşlar İslami metinler aynı zamanda maaşların belirlenmesi ve ücret ödenen işçinin korunması ve refahı ile ilgili meseleler için ahlaki temel ilkeleri sağlamaktadır. Peygamber’den rivayet edilen hadise göre, çalışanların ödemelerinin “teri henüz kurumadan” yapılması gerekliliği, doğrudan sunulan iş ya da hizmet için ödemenin zamanında yapılması gerektiğini ifade etmektedir ve İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları 101 “[çalışanları] hem maddi olarak hem de psikolojik olarak tatmin etmek adına yapılan eşsiz bir teşebbüs” (Ahmed, 1971, s. 349) olarak değerlendirilmektedir. Prensip olarak iş ilişkilerinde adil ve zamanında yapılan ödemeleri önceleyerek bu hadis, emeğin değerinin farkında olarak çalışma ve üretim arasında dengeli bir ilişki kurulmasını teşvik etmeyi amaçlamaktadır. Bu hadis, öncelikle verilen emeğin (üretimin değerine oranla) yeterince takdir edilmediğini ifade etmektedir. İkinci olarak da üretkenlik, sermaye ve ekonomik büyümenin hayati bir öneme sahip olan, çalışanların katkısı olmadan elde edilemeyeceğini göstermektedir. Son olarak da emek ile sermaye arasında bir denge sağlamanın toplumsal refah ve kamu menfaati için vazgeçilmez bir önemi olduğuna işaret etmektedir (Ahmed, 1971). Tam ve eşit ödeme meselesi de Kur’an’da ele alınmaktadır. Kitap’ta, “İnsanları kendi hakları olan şeylerden yoksun bırakmayın: ve kötülüğü yayarak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.” (Hûd, 11/85) buyrulmaktadır. Aşağıdaki ayet de aynı şekilde hem İslam’da ödemenin bağlayıcılığına hem de kadınlara ve erkeklere eşit ödeme yapılması ilkesine atıfta bulunmaktadır: “İster erkek ister kadın olsun, (benim yolumda) çaba gösterenlerden hiç kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağım.” (Âl-i İmran, 3/195) Eşit işe eşit ücret ilkesini aşağıdaki ayet de vurgulamaktadır: “Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.” (Nisâ, 4/32). Dolayısıyla Kur’an’a göre icra edilen iş için ödenecek olan ücret, cinsiyeti ya da mesleği ne olursa olsun işçiye gerektiği şekilde ödenmelidir. Ücretlerin ödenmemesi İslami gelenekte şiddetle kınanmaktadır. Peygamber’in üç tip insanı kınadığı ve onları düşman olarak gördüğü rivayet edilmektedir; bunlardan biri de “Bir işçiyi tutup işini yaptırdıktan sonra ücretini tam olarak ödemeyen”5 insandır. 5 Bu hadis Buhari tarafından rivayet edilmektedir. Hadis no. 470. Ayrıca bk.: Hassan, (2012, s. 186). 102 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Çalışma ve Yaşam Koşulları İşçilere taşıyabileceğinden fazlasını yüklemek ya da adil olmayan bir şekilde muamele etmek İslam hukuk kaynakları tarafından yasaklanmıştır. Kur’an aynı zamanda bir işverenin kendi emri altında olanlara ve çalışanlarına dikkatle ve şefkatle muamele etmesini de şart koşar: “… ancak kendi elinizle kendinizi mahvetmeyin ve iyilik yapmaya azimle devam edin; unutmayın ki Allah iyilik yapanları sever.” (Bakara, 2/195). Kur’an taşıyacağından fazlasını yüklemekten de genel anlamda bahsetmekte ve bunu yasaklamaktadır: “Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez.” (Bakara, 2/286). Daha da özel olarak Peygamber işçiye taşıyabileceğinden fazlasını yükleme ve kötü muamelede bulunma meselesini doğrudan ele almaktadır: “Hizmetçileriniz, sizin kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himayenize vermiştir. Kimin eli altında böyle bir kardeşi bulunursa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Ayrıca onlara ağır gelecek işleri yüklemesin. Şayet yüklerse bari o konuda kendilerine yardım etsin.” (Buhari, Zulümler ve Gasp 721) Bu hadis aynı zamanda yaşam koşulları açısından hem işverenle işçi arasındaki eşitliği hem de yapılacak işin süresinin ve yapısının belirlenmesinin önemini vurgulamaktadır. İbn-i Hazm, Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “İşçiden yalnızca kolayca yapabilecekleri türde işleri istemek işverenin yükümlülüğüdür. Onlardan sağlıklarına zarar verecek bir işi yapmalarını istememelidir.” Son olarak Kur’an’da dinlenme ve boş vakit ile ilgili genel ilkelerden de söz edilmektedir. Diğer tek tanrılı dinlerde de olduğu üzere, dinlenmek için işçinin bazı günleri kendisine ayırması, İslami öğretilere göre de temel bir ihtiyaçtır: “Çünkü rahmetinden sizin için geceyi ve gündüzü o yarattı ki birinde dinlenesiniz, ötekinde de O’nun cömertliğinden (nasibinizi) arayasınız.” (Kasas, 28/73). Hadislerde de dinlenmek ve boş vakitle ilgili açık ifadeler kullanılmaktadır. Daha sonraki zamanlarda, modern İslami reformcular Kur’ani bir prensip olan ve fakirlere yardım etmek ve servetin belli bir İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları 103 yerde toplanmasını önlemek için oluşturulmuş bir kurum olan zekât veya hayırseverliği, yeniden dağılım ilkesi ile düzgün hayat koşulları altında yaşama hakkı arasındaki ilişkiyi pekiştirmek adına yeniden yorumlamışlardır. Mevdûdî, “Ve sahip oldukları her şeyden, (yardım) isteyenlere ve sıkıntı içinde bulunanlara bir pay vardır.” (Zâriyat, 51/19) şeklindeki ayetin “Hangi ulusa mensup olursa olsun, hangi ülkeden geliyor olursa olsun, ırkı ne olursa olsun.” (Mevdûdî, 1980) tüm insanlar için geçerli olan temel yaşam standartlarına sahip olma hakkının açık bir tebliği olduğunu öne sürmektedir. Sosyal Güvence Temel prensiplerden biri olan sosyal güvence, İslami iktisadın iki temel değerinden biri olan Zekâtta da görülebilir: Zekât prensibi, gelirin adil bir şekilde yeniden dağıtılmasını kolaylaştıran bir uygulamadır. Kaynakların toplum içerisinde adil bir şekilde dağıtılmasının teşvik edilmesi, tüm vatandaşlara temel devlet desteği sayesinde temel yaşam standartlarında yaşama hakkını sağlamaktadır. Temel yaşam standartları, yoksulluğu önlemek adına zenginlerden alınan zekât vergisi sayesinde garanti altına alınmaktadır: “(böyle yapıldı) ki o, içinizden (zaten) zengin olanlar arasında dolaşıp duran (bir servet) hâline gelmesin.” (Haşr, 59/7). Yani, adil dağılım prensibi zekâtın zenginlik içerisinde yaşayanlardan alınıp tekrar dağıtılmasını ve fakirlerin refahı için harcanmasını gerektirmektedir. Aslına bakılırsa, İslami yeniden dağılım ilkesi ekonominin iyi bir şekilde işlemesi için gereklidir çünkü servetin yalnızca küçük bir insan grubu tarafından yönetilmesinin ve kullanılmasının ancak bir bütün olarak toplumun çıkarlarının zarar görmesi pahasına mümkün olabileceğinin ve “toplumun iki sınıfı, varsıllar ve yoksullar arasında ciddi bir ekonomik dengesizlik yaratan tehditkâr bir ahlaki bozukluğa” (Ahmed, 1971) neden olacağının farkındadır. Yani gelenekler, toplumun en az imtiyazlı kesiminin 104 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamanın, toplumun ve devletin kolektif bir sorumluluğu olduğunu belirtmektedir. Eğer bu sorumluluk yerine getirilmezse devlet ve toplum Allah’ın korumasını kaybedeceklerdir çünkü servetin yeniden dağıtılması ve toplumdaki tüm bireyler için saygın hayat koşullarının sağlanması, erdemli ve otantik bir İslami yaşamın sağlanması için vazgeçilmez şartlardır. Bu yüzden, İslami ilkeler zekât kurumunun uygulanması üzerinden tüm insanların eşit bir şekilde, çalışarak geçimlerini sağlama hakkına sahip olduklarını ve üretim araçlarına eşit erişimleri olması ve onlardan eşit şekilde faydalanmaları gerektiğini ifade etmektedir (Ahmed, 1971, s. 347). Yoksulluktan ve servetin kötüye kullanılmasından kaçınmak, İslami hukuk kaynaklarında, özellikle de hadislerde mülkiyet sahipliğinin üzerinde kapsamlı bir şekilde durulmasının altındaki esas amaçtır. Eşitlik ve Ayrımcılık Yapılmaması Geleneksel olarak İslami düşünce ve hukuk ilminde çeşitlilik üzerinde güçlü bir vurgu söz konusudur. Kanunların nasıl oluşturulacağına dair farklı yaklaşımlara sahip olan pek çok İslami düşünce ekolü söz konusudur. Ancak bu yaklaşımlar Kur’an ve sünnette belirtilen temel ahlaki prensiplerle uyum içerisinde oldukları sürece İslami olarak kabul edilmektedirler. Buna ek olarak İslami devletlerin genişlemesi, insanların uzak bölgeler arasında seyahat etmesini de kolaylaştırmıştır. İslami entelektüel gelenek de insanların göç etmesinden ve bulanıklaşan bölgesel sınırlar sayesinde daha kolay hâle gelen kültürel alışverişlerden büyük faydalar sağlamıştır ve bu da İslami bilimin, tasavvufun, ekonominin ve sanatın gelişmesine katkıda bulunmuştur. Kaynaşma, farklılıklara hoşgörülü yaklaşma ve alışveriş, geçmişte zengin bir İslam medeniyetinin inşa edilmesine yardımcı olmuştur. Buna karşın bölgesel hareketlerdeki değişiklikleri ikame etmedeki başarısızlıklar ve göçe getirilen kısıtlamalar ve bunun sonucunda hem uluslararası yasalar hem de İslami öğretilerce gözetilen değerler olarak işçi göçünün düzenlenmesi ve yabancı İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları 105 işçilere gerekli korunmanın sağlanması için gerekli olan uygun hukuki çerçevenin sağlanamaması, Arap ve Müslüman topraklarında göçmen işçilerin kötü muamele görmesiyle ve ciddi insan hakları ihlallerinin ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. İslam imparatorluklarının genişlemesiyle sağlanan hareket serbestisi sayesinde, Müslümanlar ırk olarak son derece çeşitlilik göstermektedir. Ancak genişlemenin öncesinde bile Peygamber şöyle buyurmuştur: “Arap’ın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur, Arap olmayanın da Arap’a üstünlüğü yoktur. Beyaz bir insanın siyah olana üstünlüğü olmadığı gibi siyah birinin beyaz olana üstünlüğü de yoktur. Babanız birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız.”6 Bu genel ifade, teninin rengine bağlı olarak hiçbir kişinin ayrımcılığa maruz bırakılamayacağı prensibinin İslam’da temel bir değer olduğunu göstermektedir. Uyanışçı düşünür Mevdûdî, Kur’an’da geçen eşitlik ve ayrımcılık yapmama ile ilgili buyrukları yeniden inceleyerek modern eşitlik görüşüne katkıda bulunmuştur. Mevdûdî, milliyete bağlı üstünlük duygusunun İslam’da geçersiz ve kabul edilemez olduğunu göstermekte ve Allah’ın insanları milliyetlerine, etnik kökenlerine ya da tenlerinin renklerine göre değil, ahlaki karakterlerine göre yargıladığını belirtmektedir (1980, s. 21-22). Benzer bir şekilde, İslam’da eşitlik ve ayrımcılık yapmama kavramları, iş ilişkilerine de uygulanabilir. Aradaki bağlantı, Kur’an ve hadislerde işçilere gösterilen muameleye verilen geniş yere bakılarak kurulabilir. Kur’an, “efendi” ile “hizmetçi” arasında hiçbir fark gözetilmemesini emretmektedir, hiyerarşik bir ilişkinin oluşturulmasının, inananlar arasında diğerlerinden hizmet talep etmek ve çalışanlar üzerinde kontrol sahibi olabilmek için yapılan bir uygulama olduğunu belirtmektedir: “Rabbinin rahmetini yoksa onlar mı bölüştürüyorlar? (Hayır, nasıl ki) bu dünyada geçim araçlarını onlar arasında bölüştüren ve onların bazı6 Hadis El-Baihiqi ve El-Bazzaz tarafından rivayet edilmiştir. 106 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK sını başkalarına yardım etmeleri için diğerlerinin üstüne çıkaran biziz (aynı şekilde, dilediğimize manevi bağışlarda bulunan da biziz): Rabbinin bu rahmeti, onların yığabilecekleri bütün (dünyevi servetler) den daha hayırlıdır.” (Zuhruf, 43/32). Zuhruf suresinden alınan bu ayet, toplumsal ve ekonomik statü üzerine kurulan sınıfların, diğerleri üzerinde kontrol sahibi olabilmek için oluşturulduğunu ifade eder ve ait olunan sınıfın ya da sahip olunan statünün Allah’ın rızasına yakın olmakla hiçbir ilgisi olmadığını belirterek bu durumu İslami değerlerden ayrıştırır. Ancak sınıflara ayrılma meselesi İslami gelenekte tamamen görmezden gelinmemiştir, önde gelen İslam âlimleri tarafından yeniden tanımlanmıştır. Kur’an ve hadisler, insanlar arasındaki ilgi ve kapasite farklılıkları nedeniyle insanlar arasında yapısal farklılıklar olduğunu kabul etmektedir (Bayat, 1992, s. 20). Örneğin Orta Çağ İslam sosyoloğu olan İbn-i Haldûn, tüm mesleklerin birbirini tamamlayıcı olduğu ve karşılıklı olarak fayda sağladığı, bu şekilde toplumsal kaynaşmanın özünü oluşturduğu iddiasına bağlı olarak meslekleri sınıflandırmaktadır (2005). Bir iş ilişkisi dâhilinde eşitliğe dair İslami görüş, aynı zamanda Buhârî tarafından rivayet edilen aşağıdaki hadiste de belirtilmiştir: “Emri altında bir kardeşini çalıştıranlarınız ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin ve onlara ağır gelecek işleri yüklemesin.” Bunlara ek olarak Peygamber ve arkadaşları kendi geçimlerini çalışarak sağlamışlar ve toplumu sıklıkla hiçbir işe tepeden bakmamaları ya da yapmayı reddetmemeleri çağrısında bulunmuşlardır (Rahman, 2010, s. 21, 48). Sendikalaşma Her ne kadar İslami devletlerin hüküm sürdüğü zamanlarda bugünkü hâliyle sendikalar ya da işçi organizasyonları olmasa da İslam’da toplumsal adaletin sağlanması için dayanışma ve kolektif eylemler merkezî bir yere sahiptir. Diğer yandan Kur’an, hadisler ve İslam toplumunun tarihsel gelişimi, baskıya karşı İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları 107 verilen mücadeleye güçlü bir bağlılık göstermektedir. Ve diğer yandan etkili Müslüman düşünürlerin yanı sıra kaynaklar da dayanışmayı, grup bilincini ve kardeşliği teşvik ederek toplumsal organizasyonlar için temel prensipleri kapsamlı olarak ele almaktadır. İslami gelenek, baskı karşısında kolektif mücadele, toplumsal bütünlüğün sağlanması ve toplumun Müslüman olan ve olmayan bireyleri arasındaki dayanışmanın, iş birliğinin ve desteğin teşviki anlayışına karşı geliştirdiği pek çok yaklaşımla karakterize olmaktadır. Kur’an iş birliğinin ve kardeşliğin teşviki için temel hükümler sağlamaktadır; Mâide suresinin ikinci ayeti şöyle söylemektedir: “Erdemi ve ilahî sorumluluk bilincini geliştirmede birbirinizle yardımlaşın, kötülüğü ve düşmanlığı artırmada değil.” (Mâide, 5/2). Bu şekilde, soylu bir amaç uğruna birleşmek, adaletsizler karşısında harekete geçmek ve hayatın her alanında baskılar karşısında direnmek Kur’an tarafından güçlü bir şekilde teşvik edilmektedir; aşağıdaki ayet de bunun bir başka örneğini sunmaktadır: “Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere (savaşma) izni verilmiştir -ve şüphesiz Allah onlara yardım ulaştıracak güçtedir.” (Hac, 22/39). Nisâ suresinde zulme karşı savaşmak ve zulme uğramışların korunması için çabalamak, aşağıdaki ayet çerçevesinde bir yükümlülük olarak sunulmaktadır: “Nasıl olur da Allah yolunda savaşmayı ve “Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu topraklardan kurtar(ıp özgürlüğe kavuştur) ve rahmetinle bizim için bir koruyucu ve destek olacak bir yardımcı gönder!” diye yalvaran çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmayı reddedersiniz?” (Nisâ, 4/75) İslam’ın Orta Çağ döneminde, önde gelen filozoflardan Fârâbî ve İbn-i Haldûn, insanların örgütlenmelerini ve iş birliği yapmalarını, hayatta kalmak ve güçlenmenin bir ön koşulu olmak açısından kilit bir noktada görmüştür. Fârâbî, “bir kişinin yalnızca pek çok insanın birbirine yardımcı olduğu, her birinin diğeriyle hayatta kalmak için gerekli olan şeyleri paylaştığı örgütler sayesinde yaratılışı tarafından 108 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK kendisine sağlanan mükemmellik derecesine ulaşabileceğine” (Sievers, 2002, s. 92) inanmaktaydı. Benzer bir şekilde İbn-i Haldûn için toplumsal düzenin iki temel kuvveti asabiyet (topluluk ya da grup bilinci duygusu) ve mülktür (güç); İbn-i Haldûn grup bilincinin toplulukların oluşmasına olanak sağlayan doğal kuvvet olduğunu belirtmekte ve grupların güç elde etmek için doğal kapasitesini saptamaktadır ki bu da hayatta kalmak için gereklidir (Black, 2011, s. 172-174; İbn-i Haldûn, 2005). Aşağıda da gösterildiği üzere, İbn-i Haldûn İslam’ın bir uygarlığın gelişiminde asabiyetin önemini methettiğine inanmaktadır. İslam’da baskı karşısında mücadele etmek, organik bir şekilde dayanışma ile ilişkilendirilmektedir. Kur’an aşağıdaki ayetiyle zulüm karşısında kolektif bir şekilde harekete geçmeyi açık bir şekilde teşvik etmektedir: “Erkek ve kadın müminlere gelince, onlar birbirlerinin yakınlarıdırlar: (hep) iyi ve doğru olanın yapılmasını özendirir, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel olurlar ve onlar namazlarında kararlı ve devamlıdırlar, arındırıcı yükümlülüklerini yerine getirir, Allah’a ve onun elçisine yürekten bağlılık gösterirler.” (Tevbe, 9/71) Ayrıca, Peygamber’in verdiği buyruklardan biri de zulme karşı verilen mücadele ile kolektif bir şekilde eyleme geçmek arasında, zulüm karşısında mağdur olan kurbanı korumanın ve bir kişi bir baskı durumuyla karşı karşıya kaldığında harekete geçmenin bir yükümlülük olduğunu belirterek bir bağ kurmaktır: “Eğer zulmeden birini gördüğünüz zaman ona engel olmazsanız, Allah hepinizi cezalandıracaktır.” Müslümanlar arasında ekonomik güçlüklerle ve her türlü zulüm biçimiyle mücadele etmek için dayanışmanın ve birliğin önemine dair daha yakın zamana ait örnekler, Jamal Al-Din Al Afghani ve Mohamad Abduh gibi 19. yüzyıl İslami uyanışçı düşünürlerin etkileyici çalışmalarından elde edilebilir. Bu düşünürlerin her ikisi de ekonomik zorlukların, politik krizlerin ve İslam ümmetinin entelektüel anlamda gerilemesinin altında yatan temel sebebin Müslümanlar arasında birlik duygusunun yokluğu olduğuna İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları 109 inanmaktadırlar. Abduh İslam toplumunun ve sosyoekonomik yapılarının iyileştirilmesi hakkında, temsiliyetin kuvvetlendirilmesi ve karar alma süreçlerinde fikir birliğine varılabilmesi için istişare (şûra) ve mutabakat (icma) uygulamaları üzerinde vurgu yapmaktadır. Hem Afghani hem de Abduh, kanunların temkinli bir şekilde çıkarılmasını ve kanunların, kamu çıkarlarının ya da toplumun ortak menfaatlerinin (maslahat amme ya da maslahat mursalat) göz önünde bulundurularak oluşturulduğunda modern durumlara daha kolay adapte edilebileceğini öne sürmektedirler (Afgani, 2007, s. 16-19; Haddad, 1994, s. 40-55; Keddie, 1994, s. 11-29). Aşağıda görüleceği üzere, İslam sosyopolitik geleneğinde toplu pazarlıkla ilişkili olan uygulamalar istişare (şûra) ve mutabakattır (icma). Geleneksel olarak devlet kararları istişare uygulaması ile alınmaktadır ki bu da demokratik bir prensip olan çoğunluk kararı ilkesine son derece yakın bir uygulamadır. Örneğin Kur’an, istişare uygulamasını aşağıdaki ayetlerde emretmektedir: “Ve toplumu ilgilendiren her konuda onlarla müşavere et.” (Âl-i İmran, 3/159) “Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir.” (Şûrâ, 42/38) ve “Her biriniz diğerinin tavsiyesini adil bir şekilde alsın.” (Talâk, 65/6). Şu da ifade edilmelidir ki son ayette istişare özellikle teşvik edilmektedir çünkü bir grubun üyeleri arasında destek kurulmasını teşvik etmekte ve ifade özgürlüğünü ve temsil edilme hakkını garanti altına almaktadır; buna ek olarak bu cümle ortak bir şekilde alınan kararların topluluğun çıkarlarını en iyi şekilde temsil ettiğini ve koruduğunu ima etmektedir. Karar alma süreçlerinde istişare etme ve vazifeyi suistimal durumlarına karşı birlik olma anlayışı toplumsal organizasyonlara karşı İslami yaklaşım için asli bir yer tutmaktadır. İşçi sendikalarının ve işçileri korumak ve haklarının ihlal edilmesini önlemek amacıyla kurulan diğer kurumların oluşturulması, Müslüman toplumlar ve liderleri tarafından hoşnutlukla karşılanmalı ve teşvik edilmelidir (Rahman, 2010). 110 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK İslam’da İş Gücü Göçü: İslam’da Hicret Kavramı ve Sosyoekonomik Temellerine Bir Giriş Daha önceki kısımda da ele alındığı üzere, iş ve iş ilişkilerine İslam hukuku kaynaklarında geniş bir yer verilmiştir. Bu prensipler ve onların farklı yorumları, İslam ümmeti içerisinde yüzyıllardır emekle ilgili popüler ve hukuki algıları etkilemiş ve Müslüman ülkelerde iş düzenlemelerinin pek çok modern biçimini ulusal düzeyde etkilemiştir. Ancak son yıllarda uluslararası ve yerel kurumlar ile sivil toplum kuruluşları, göçmen işçilerin, özellikle de düşük vasıflı işçilerin durumuyla ilgili endişelerini artarak dile getirmektedirler. Aşağıdaki kısım, hem taşıdığı dinî değere atıfta bulunarak hem de politik ve ekonomik baskı ve mahrumiyetin sonucu olan bir sosyoekonomik faaliyet olarak gelişimine değinerek İslami gelenekte hicret ya da göç kavramının ve uygulamasının önemini vurgulamayı amaçlamaktadır. İslami Gelenekte Göç Düzenlemelerinin Kurucu İlkeleri Yaygın olarak bilindiği üzere, göç olgusu tarihin şekillenmesinde asli bir rol oynamaktadır. Kitleler ekonomik, politik ve dinî sebeplerle göç etmişlerdir (Ansari, 1990, s. 3). Göç, özellikle de işçi göçü, insanlık tarihindeki en eski faaliyetlerden biridir. Tarihsel olarak bu hareketler yeni ilişkilerin kurulmasını mümkün kılmış ve dünya çapında halkların sosyoekonomik yapılarını çarpıcı bir şekilde değiştirmiştir. Dolayısıyla, göç kavramı İslami geleneğin gelişiminde önemli bir role sahiptir. İslam medeniyetinin gelişim yıllarında (Masud, 1990, s. 29-49) seyahat ve göç, Müslüman toplumun korunması ve savunmasının altındaki önemli unsurlar olarak yer almaktadır. Arapçada hicret kavramı “göç” anlamına gelir ve Peygamber’in ve ona bağlı olanların MS 622 yılında Mekke’den göç ederek Medine’ye yerleşmelerini ifade etmek için kullanılır.7 İslami gelenek altında ilk göç algısı 7 Kelimenin ilk kökü olan hadraja, “birini dostane bir ilişkiden alıkoymak” (Sebe, 34/38) ya da “ilişki kurmaktan kaçınmak” anlamına gelir. Üçüncü kökü olan hādjara İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları 111 Habeşistan’a yapılan küçük bir göçe dairdir. Her iki dalga da büyük oranda kadınların katılımıyla gerçekleşmiştir (Masud, 1990, s. 31). Hicret Müslümanlar için son derece büyük bir öneme sahiptir çünkü bir sünnet, Peygamber’in hareketlerinin ve uygulamalarının bir parçası olarak görülmektedir (Ansari, 1990, s. 4). O zamanlarda hicretin amacı dayanışma duygusunu kuvvetlendirmekti ve aynı zamanda Mekke’deki toplulukla bağları koparmak ve Medine’deki insanlarla kardeşlik ve dayanışma bağlarının baştan kurulması anlamına geliyordu. Bunlara ek olarak başlangıç yıllarında Müslümanların yaptığı ilk ve ikinci büyük göç olayları da kadınların karar alma sürecinde oynadığı önemli role dikkat çekmektedir. Son olarak hicret bazı Müslümanların daha önceden Mekke’den Habeşistan’a göçü ile ilgili olarak da ele alınmaktadır (Masud, 1990, s. 30). Aslına bakılırsa göç, erken dönem Müslümanlarının arasındaki birlik unsurlarının ve o dönemdeki Müslüman toplumun karakterinin tanımlanmasında önemli bir mesele olarak yer almaktadır. Hicret ellerindeki mülkü ve önceki ilişkilerini (göç etmeyen Müslüman ya da gayrimüslimlerle olan ilişkilerini) terk etmek ve Medine’de yeni bir Müslüman topluluğu kurmak anlamına geliyordu (Masud, 1990, s. 31). Bunların yerine yenisini koyabilmek için Medine’deki Müslümanlarla yeni bir kardeşlik ve dayanışma ilişkisi geliştirdiler. Masud’a göre hicret ile ilgili en önemli neticelerden biri, muhacirler ve ensar (Peygamber’in Medine’de yaşayan takipçileri) arasında bir bağ ya da dayanışma ilişkisi kurulmasıdır (1990, s. 32). Bu temel hicret algısı, hicretin muhacirler için yararlı bir faaliyet olarak anlaşılması adına önemli bir başlangıç noktasıdır çünkü kültürel, politik ya da ekonomik, yeni iş birliği ilişkilerinin kurulmasını sağlamıştır. ise, dostane bir ilişkinin karşılıklı olarak son bulması anlamına gelir. Yani hidjra aslında geleneksel olarak tercih edilen çevirisinin aksine, “kaçmak” anlamına gelmemektedir ve öncelikli olarak akrabalık ya da arkadaşlık bağlarını koparmak anlamını taşımaktadır. bk. Watt, (2014). 112 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Hicretin Sosyoekonomik Anlamı: Baskı ve Ekonomik Mahrumiyet Karşısında Göç Kavramına Dair Giriş Niteliğinde Bir Değerlendirme İslam’da farklı hicret algılarının ortaya çıkmasının nedeni, İslam ümmetinin yapısını etkileyen sürekli coğrafi değişikliklerdir. İslami göç algısını etkileyen en önemli etmenlerden birisi ise Müslüman dünyada ulus devletlerin oluşturulmasıdır. Kur’an ve sünnette de belirtildiği üzere (Voll, 1987, s. 37) hicret eyleminin özgün ahlaki anlamı açısından aslında her Müslüman için dinî bir yükümlülük olduğu gerçeğine karşın şu da ifade edilmelidir ki Müslümanların Mekke’den Medine’ye yaptıkları ilk göçün altındaki sebepler, Mekke’de gördükleri zulüm ve işkencelerdi. Mekke’deki Müslümanların dinlerinin gerekliliklerini yerine getirmelerine ve Peygamber’in açtığı yolda devam etmelerine izin verilmiyordu. Yani kavram en yaygın kullanımı ile dahi “dinleri yüzünden zulüm gören insanların baskı gördükleri yerden kaçması anlamıyla hicret, tartışmalarda hicret kavramını kullanan pek çok Müslüman’ın düşünce sisteminin bir parçasıdır ve açık bir Kur’ani temeli vardır.” (Voll, 1987, s. 37-38). Voll bunu örneklendirmek için Nahl suresinden şu alıntıyı yapar: “İmdi, (benimsediği dinden ötürü) zulme uğradıktan sonra Allah yolunda zulüm diyarını terk edenlere gelince; biz onları, şüphesiz, bu dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz; ama onların ahirette hak ettikleri ödül daha da büyük olacaktır.” (Nahl, 16/41) (Voll, 1987, s. 37). Yani zulüm İslam medeniyetinin tarihinde olduğu kadar İslam fıkıh kaynaklarında da sık sık görülen bir tema olduğu için, ciddi bir mecazi değere sahip önemli bir söylemsel araç olduğu ve mezheplerin oluşturulmasındaki temel politik argümanlardan biri olduğu için, ekonomik zorluklar yüzünden ya da daha iyi bir işe ve yaşam koşullarına sahip olabilmek için yapılan göç anlayışı ile ilişkilendirilebilir. İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları 113 Kur’an’da göç ile zulüm arasında bağlantı kuran çok sayıda ayet söz konusudur. Kur’an hicretin altında yatan sebepler olarak zulme ve fitneye atıfta bulunmaktadır (Ansari, 1990, s. 11). Ansari, “hicretle ilgili İslami öğretinin altında yatan fikrin, insanların erdemli bir hayat sürebilmek için uygun çevre koşullarına ihtiyaç duyduğunu” (Ansari, 1990, s. 10) açıklamaktadır ve Kur’an’dan aşağıdaki ayeti alıntılamaktadır: “İmdi, (benimsediği dinden ötürü) zulme uğradıktan sonra Allah yolunda zulüm diyarını terk edenlere gelince; biz onları, şüphesiz, bu dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz; ama onların ahirette hak ettikleri ödül daha da büyük olacaktır.” (Nahl, 16/41) (Ansari, 1990, s. 11). Bu ayet genel olarak Müslümanların Mekke’deki gayrimüslimlerden gördükleri işkencelerden kaçmak için Medine’ye göç etmeleriyle ilişkilendirilmektedir ancak ayetin kendisi tarafından ortaya konulan daha kapsamlı zulüm algısı göz önüne alınacak olursa burada her tür baskı söz konusu olabilir. Bir önceki bölümde de tartışıldığı üzere, eğer Kur’an’da İslam medeniyetinin gelişimi açısından emek son derece arzu edilen ve övülen bir şey olarak sunuluyorsa bundan çıkarılacak sonuç, bir kişinin çalışmasını icra edebilmesi ancak doğru şartlar altında çalıştığı zaman mümkün olacağıdır. Kısaca ifade etmek gerekirse ekonomik baskılar yüzünden yapılan hicret gerekçelendirilmiş, dahası teşvik edilmiş olabilir. Ansari, hicretin dinî bir uygulama olarak kabul edilirken sosyoekonomik bir faaliyet hâline gelişini kapsayan organik dönüşüm için ilginç bir açıklama getirmektedir. Göçün dinî bir pratik olarak teşvik edilmesinin “farklı insanların ve kültürel geleneklerin birbirine karışması” (Ansari, 1990, s. 3) sonucunu doğurduğunu söylemektedir ki bu da kendiliğinden ekonomik büyümeyi 114 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK beslemiş ve göçmen Müslümanlarla göç ettikleri toplumların karşılıklı olarak fayda elde etmesini sağlamıştır (Ansari, 1990).8 Hicret teriminin gelişiminin sınırları, Müslümanların ilerleyen zamanlarda Müslüman olmayan topraklara yerleşmesiyle belirlenmiştir. Hicret teriminin yeniden kavramlaştırılmasında yaşanan en son dönüm noktası, Osmanlı egemenliğinin sonlarına yaklaşılırken 19. yüzyılda başlayan ekonomik zorluklar ve politik istikrarsızlıklardır. Müslümanlar iş bulabilmek ve eğitim alabilmek için göç etmeye başladıklarında, İslam’da kendine toplumsal ve ekonomik olarak güdülenen bir faaliyet olarak hicret kavramı daha da belirgin bir şekil almaya başlamıştır (Masud, 1990, s. 42). Aslına bakılırsa, İbn-i Arabî gibi etkili İslam düşünürleri “Hicrete bir hastalığın olduğu ya da ekonomik güvensizlik içinde olunan topraklardan daha iyi bir yere göç etmeye izin vermişlerdir.” (İbn Arabî, 1972; Masud, 1990, s. 42) Bu da Kur’an’da Nisâ suresinin 100. ayetiyle gerekçelendirilmiştir: “Ve kim Allah için kötülük diyarını terk ederse yeryüzünde çok tenha yollar ve bereketli hayatlar bulacaktır. Kim de kötülükten kaçarak Allah’a ve Peygamberine göç etmek uğruna evini terk eder ve sonra onu ölüm alırsa onun mükâfatı da Allah katındadır; çünkü Allah gerçekten çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.” (Nisâ, 4/100). Modern teoriler ve Ebu’l-A’la Mevdûdî ve Seyyid Kutub gibi uyanışçı düşünürler tarafından dile getirilen düşünceler de hicrete karşı geliştirilen bu yaklaşımların gelişimini Müslüman ümmetin ıslahı ile ilgisi açısından resmetmektedir: “Hicret kavramı, onların temel sosyoteolojik yaklaşımlarının önemli bir parçası olarak or8 Ansari sonrasında şunları söyler: “ancak bu hareketler çeşitli etkilere sahiptirler: öncelikle sebep oldukları iyi şeyler kadar beraberlerinde zarar da getirmişlerdir, çünkü yalnızca sağlıklı ve yararlı olan şeylerin değil, aynı zamanda hastalıklı ve bozuk özelliklerin de aktarılmasına neden olmuşlardır. İnsanlar arasında yalnızca anlayış ve arkadaşlığı pekiştirmemiş, aynı zamanda şiddetli çatışmalara ve uyuşmazlıklara da sebep olmuşlardır. İnsanların yalnızca taciz ve zulme maruz kalmasını önlemekle kalmayıp, aynı zamanda diğerlerinin onlara karşı suç işlemesine de neden olmuştur.” Bu hicretin sosyoekonomik anlamlarının ve sonrasında da bu dini pratiğin ekonomik faaliyetler için bir katalizör olarak görülmesinin analizi açısından önemli bir noktadır (Ansari 1990: 3). İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları 115 taya çıkmaktadır. Bu da Mısır’daki “Tekfir ve El-Hicret” grubu gibi takipçilerinin çalışmalarında bu kavrama yapılan vurguyla öne çıkarılmaktadır.” (Voll, 1987, s. 32). Bununla birlikte, hicretin sosyoekonomik etmenler tarafından harekete geçirilen bir faaliyet olarak betimlenmesine 19. ve 20. yüzyıl çalışmalarında yeterince yer verilmemektedir. Ancak şunu da belirtmek önemlidir ki “Bu kavram daha geniş bir anlamlar kümesini beraberinde taşımaktadır, her ne kadar bu anlamlar bir şekilde spesifik bir tarihî olay olan Peygamberin hicreti üzerine temellendirilmiş olsa da.” (Voll, 1987, s. 32). Voll sonrasında “İslam toprakları dışında yaşayan bir Müslüman’ın görevlerine dair Müslümanların geliştirdiği kavramsallaştırmalar üzerine yapılacak bir çalışma, örneğin hicret kavramının İslami açıklamalarda genellikle zannedildiğinden daha geniş bir rol oynadığını ortaya koyabilir. Müslüman azınlıkların genellikle iki etkili alternatifi olduğu söylenir, ya içlerinde bulundukları toplumu nihayetinde bir İslam toprağı hâline getirene kadar çaba sarf edeceklerdir ya da bulundukları yerden göç edecekler yani hicret edeceklerdir. Bu araştırma çizgisi, İslam dünyasının çeşitli alanlarından materyaller ortaya koymuştur ve burada hicret kavramının bu daha geniş anlamı ortaya çıkarılmıştır. En incelikle ele alınan vakalardan birisi, Usman dan Fodio’nun ve on dokuzuncu yüzyılın başlarındaki Batı Afrika uyanışçı hareketlerinin yazılarıdır.” (Voll, 1987, s. 31-32). Bu yüzden, dinî bir kavram olan göç kavramının nasıl baskıyı ve ekonomik güçlükleri göç etmek için meşru sebepler olarak gören bir prensip hâline geldiğini araştırmak önemlidir çünkü bu, günümüz İslam dünyasında işçi göçünün anlaşılmasıyla ilgili bir ölçüt olarak kullanılabilir ve İslam topraklarında yaşayan göçmen işçilerin korunması için gerekli araçların geliştirilmesini teşvik edebilir. Yüzyıllar boyunca toplumsal, kültürel ve ekonomik ilişkiler, insanların bir yerden başka bir yere hareket etmesinden etkilenmişlerdir. 116 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Sonuç Mülkiyet, ekonomi, politik yapılar ve yasamalar hakkındaki düzenlemelerin ve evlilik, boşanma ve miras gibi özel meselelerin aksine çalışma ile ilgili meseleler, İslam fıkıh ilminin resmî uygulamalarında kendilerine has bir hukuki geleneğe sahip değillerdir. Bununla birlikte, yukarıda ortaya konulan örneklerin de açığa çıkardığı üzere, çalışma ile ilgili kanunlar ve prensipler İslam hukuk kaynaklarında ve etkin İslam düşünürlerinin ve reformcularının fikirlerinde bulunabilir. İslam geleneğinde çalışmaya, İslam medeniyetinin inşasına ve korunmasına yaptığı katkılar dolayısıyla atfedilen yüksek değer nedeniyle, işçilerin mesleklerini icra edebilmek için doğru toplumsal ve ekonomik koşullara ihtiyaç duyduğu çıkarımı yapılabilir. Temel koşullar sağlanamadığında ise, daha iyi yaşam ve çalışma koşullarına ulaşabilmek adına Müslüman topraklarının dışına göç etmek İslam geleneği tarafından makul bulunmuş ve hatta teşvik edilmiştir. Bu yüzden, İslam’da göç kavramının ve bu kavramın farklı anlamlarının, özellikle de sosyoekonomik bir uygulama olarak mevcut göçlerin gelişiminin araştırılması önemlidir. Yaygın olarak bilindiği üzere, göç ya da hicret, Müslümanlar arasında İslam’ın doğuşundan beri yaygın bir uygulama olmuştur ve kendisine her zaman yüksek bir statü verilmiştir çünkü hicret Müslümanlar için dinî bir yükümlülüktür. Daha önce de tartışıldığı üzere, göç olgusu geleneksel olarak görülen zulümlerden dolayı yapılan bir faaliyet olarak betimlenmiştir. 19. yüzyılda daha iyi olanaklara kavuşabilmek için kendi ülkelerini terk ederek Müslüman olmayan topraklara yerleşmeye karar veren Müslümanların sayısındaki artış ile birlikte, ekonomik zorluklardan kurtulmak amacıyla yapılan hicret, İslam âlimleri tarafından onaylanmış ve yeniden tanımlanmıştır. Dolayısıyla, hicret kavramında ortaya çıkan bu gelişmeler, kendi ülkelerinde yeterli olanak olmadığı için başka ülkelerde iş arayan hem Müslüman hem de gayrimüslim insanlar için geçerlidir. Bu da bu kavramın İslam’da Emek, İşçi Hakları ve Göç Mefhumları 117 felsefi ve kültürel gelişimine ve daha önceki bölümlerde ortaya konan, İslam’da çalışma meselesi için geçerli olabilecek hukuki ilkelere göre, ülkenin vatandaşı olan ya da başka bir ülkeden gelen çalışanlar arasında bir ayrım yapılmaması gerektiğini göstermektedir. Her ne kadar göç olayları İslam’ın ilk yıllarında farklı bir bağlam dâhilinde meydana gelmişse de göç kavramı dinî uygulamalarda merkezî bir role sahiptir ve bu şekilde İslam geleneğinde son derece önemli bir konuma sahip olmaya devam etmektedir. Kaynakça Agnes, F. (1996). Economic Rights of Women in Islamic Law. Economic and Political Weekly, 31(41/42), 32-38. Ahmed, Z. (1971). Socio Economic Values of Islam, and their Significance and Relevance to the Present Day World. Islamic Studies, 10(4), 343-355. Afghani, S. J. D. al- (2007). Islamic Solidarity. J. J. Donohue ve J. L. Esposito (Ed.), Islam in Transition: Muslim Perspectives içinde (2. Baskı, s. 16-19). Oxford, United Kingdom: Oxford University Press. Al-Qur’an. Ansari, Z. I. (1990). Hijrah in the Islamic Tradition. E. W. Anderson ve N. Hatch Dupree (Ed.), The Cultural Basis of Afghan Nationalism içinde (s. 3-20). London, United Kingdom and New York, USA: Pinter Publishers. Azid, T. (2005). The Concept and Nature of Labour in Islam: A Survey. Review of Islamic Economics, 9(2), 93-124. Bayat, A. (1992). The Work Ethic in Islam: A Comparison with Protestantism. The Islamic Quarterly, 36(1), 5-27. Benaboud, M. (1987). Economic Trends in Al-Andalus During the Period of the Ṭā’ifah States (11th Century A.D./5th Century A.H.). Islamic Studies, 26(1), 1-30. Black, A. (2011). The History of Islamic Political Thought. Edinburgh: Edinburgh University Press. Choudhury, M. A. (1983). Principles of Islamic Economics. Middle Eastern Studies, 19(1), 93-103. Haddad, I. (1994). Muhammad Abduh: Pioneer of Islamic Reform. A. Rahnema (Ed.), Pioneers of Islamic Revival içinde (s. 40-55). London, United Kingdom: Zed Books. Hassan, K. H. (2012). Contractualism in Employment Relations: A Conceptual Discourse of Common Law and the Shari’ah. Arab Law Quarterly, 26, 175-192. 118 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Ibn Arabi. (1972). Ahkam al-Quran (C. 1). Beirut, Lebanon: Dar al-Maarifa. Ibn Khaldun. (2005). Al-Muqaddimah: An Introduction to History. New Jersey: Princeton University Press. Khan, A. ve Abimourched, R. (2009). Migrant Workers in Arab States. Paper prepared for NHRIs’nin Dördüncü Göçmen İşçiler İçin İnsan Hakları Arap-Avrupa Diyaloğu için hazırlanmış makale. The Hague, Netherlands. Keddie, N. R. (1994). Sayyid Jamal al-Din ‘al-Afghani. A. Rahnema (Ed.), Pioneers of Islamic Revival içinde (s. 11-29). London, United Kingdom: Zed Books. Masud, M. K. (1990). Chapter 2: The Obligation to Migrate: The Doctrine of Hijra in Islamic Law. D. F. Eickelman ve J. P. Piscatori (Ed.), Muslim Travellers: Pilgrimage, Migration, and the Religious Imagination içinde (s. 29-49). Berkeley and Los Angeles, USA: University of California Press. Mawdudi, S. A. A. (1980). Human Rights in Islam. London: The Islamic Foundation. Rehman, K. Ur- (2010). The Concept of Labour in Islamic Law. USA: Xlibris. Shatzmiller, M. (1997). Women and Wage Labour in the Medieval Islamic West: Legal Issues in an Economic Context. Journal of the Economic and Social History of the Orient, 40(2), 174-206. Sievers, E. W. (2002). Uzbekistan’s Mahalla: From Soviet to Absolutist Residential Community Associations. The Journal of International and Comparative Law, 2, 91-158. Voll, J. O. (1987). The Mahdī’s Concept and Use of ‘Hijrah’. Islamic Studies, 26(1), 31-42. Yamani, A. Z. (2002). Social Justice in Islam. Islamic Studies, 41(1), 5-34. Zaman, A. (2009). Islamic Economics: A Survey of the Literature: II. Islamic Studies, 48(4), 525-66. Zulfiqar, A. A. (2007). Religious Sanctification of Labor Law: Islamic Labor Principles and Model Provisions. Journal of Labor and Employment Law, 9(2), 421-444. İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım Muhammad Iqbal Anjum İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım* “Haydi, gel şu benliğinden kurtul. Herkesle bütünleş. Sen kendinde kaldığın sürece, yalnızca bir zerresin. Ama eğer herkesle bütünleşirsen bir madensin, bir ummansın. Tüm ruhların bir olduğuna inan! Ve tüm bedenlerin bir olduğuna! Tıpkı yüz binlerce badem gibi; hepsinin içinde aynı yağ var. Dünyada pek çok dil konuşulur ama aslında hepsi aynı şeyi söyler. Eğer bardakları kırarsan, içlerindeki sular birleşir ve birlikte akar.” Rûmî “Eğer İslam’ın, modern bilinçleri aydınlatabilecek bereketli bir vizyon sağlamaya muktedir olduğu gösterilebilirse o zaman yalnızca Müslümanlar değil tüm insanlık, bunun neticelerinden bir pay alacaktır.” Marshall Hodgson * Yazar, İlmi Etüdler Derneği (Türkiye), İlim Kültür Eğitim Derneği (Türkiye), İstanbul Ticaret Üniversitesi (Türkiye), İstanbul Ticaret Odası (Türkiye) ve İktisadi Girişim ve İş Ahlakı Derneği (Türkiye) tarafından, 4-5 Nisan 2015 tarihlerinde İstanbul Ticaret Üniversitesi, İstanbul, Türkiye’de organize edilen, “İslam İktisadında Emek” başlıklı Üçüncü İslami İktisat Atölyesi’nde yaptığı makale sunumu için kendisine verilen cömert finansal destekten dolayı teşekkür etmektedir. Bu makalenin önceki biçimi üzerine yaptığı son derece değerli yorumlardan ötürü, Profesör Fatih Savaşan’a teşekkürlerini sunmaktadır. 120 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Giriş Bu makalede, İslami öğretiler ışığında, işgücünün serbest hareketliliği üzerine kendine özgü ilerlemeci bir evrensel yaklaşım tasvir edilmektedir. Kendi bölgesel yargı yetkisinin içinde ve dışında, (stratejik olarak mümkün olması şartıyla) İslami Parasal Yetki Kurumları Ağı’nın (IMAN) merkezî kurumlarının ve İslam hazinesinin de desteğiyle, hilafet-il hulefa[Şeyh Veliyullah tarafından önerilen, tüm yerel İslami yönetimlerin üzerinde merkezîbir İslami yönetim] tarafından oluşturulması öngörülen evrensel bir İslami ortak pazar çerçevesinde, işgücünün küresel düzeyde serbest hareketliliğini kurumsallaştırmaya dair muazzam ve eşsiz bir potansiyel vurgulanmaktadır. Çalışmanın birinci bölümünde, insanları küresel/evrensel vatandaşlar olarak görenbir İslami yaklaşım ortaya konmaktadır. İkinci bölümde, İslami işgücünün/ sermayenin/malların/hizmetlerin/teknolojinin serbest evrensel hareketliliğini sağlamak adına ilerlemeci bir araç olarak İslami ortak pazar kurumunun doğası vurgulanmaktadır. Üçüncü bölümde, çağdaş İslam ülkelerinin işsizlik, yoksulluk ve düşük insani gelişme gibi kısmen İslami ortak pazar (ICM) kurumunun ve ICM’yi kurumsallaştıracak bir İslami ekonomik temelin eksikliğinden kaynaklanan çeşitli ciddi makroekonomik problemlerine ampirik bir yaklaşım getirilmektedir. Dördüncü bölümde etkili bir serbest küresel işgücü göçünün potansiyel ilerlemeci makroekonomik etkileri, bir ICM çerçevesinde tanımlanmaktadır. Beşinci ve son bölümde ise şahsi gelir/tüketim/küresel istihdam/küresel ticaret/ yatırımda kayda değer bir artış, iyileştirilmiş şahsi ve işlevsel gelir dağılımı, yoksulluktave enflasyonda azalma vs. konuları hakkındaki ayrıntılı söylemin sonuçları vurgulanmaktadır. İnsanları Küresel/Evrensel Vatandaşlar Olarak Gören İslami Yaklaşım İslam insanları, ‘evrendaşlar’ olarak da isimlendirilebilecek küresel/evrensel vatandaşlar olarak kabul etmektedir. Dolayısıyla İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım 121 İslam insanlara-/işgücüne (yani işçilere) küresel/evrensel çerçevede serbest hareketlilik hakkını tanımaktadır. Kur’an-ı Kerim’in aşağıdaki ayetinin ışığında, Allah (Sübhanehu ve Teala) tarafından özelde müminlere ve genelde tüm insanlara, çok sayıdaki geçim kaynaklarını elde etme amaçlarını yerine getirebilmek için bahşedilen önemli araçlardan birinin de Allah (Sübhanehu ve Teala) yolunda göç etmek olduğu gayet açık bir şekilde görülmektedir. ّ اجرا إِلَى ّ ِيل ِ َو َمن يُ َه الل ِ الل يَ ِج ْد فِي األَ ْر ِ اج ْر فِي َسب ً ض ُم َراغ ً ِ َما َكثِريًا َو َس َع ًة َو َمن يَ ْخ ُر ْج ِمن بَيْتِ ِه ُم َه ّ الل َو َكا َن ّ ِك ُه ال َْم ْو ُت فَ َق ْد َوقَ َع أَ ْجر ُه َعلى ْ َو َر ُسولِِه ث َُّم يُ ْدر ]100[ ُورا َر ِح ًيم ً الل َغف ُ “Ve kim Allah için kötülük diyarını terk ederse yeryüzünde çok tenha yollar ve bereketli hayatlar bulacaktır. Kim de Allah’a ve Peygamberi’ne göç etmek uğruna evini terk eder ve sonra onu ölüm alırsa onun mükâfatı da Allah katındadır; çünkü Allah gerçekten çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.” (Nisâ, 4/100). Bu arka plana mukabil, İslam işçilerin yaşam standartlarını geliştirmek için serbestçe hareket etmelerini ve bir bölgeden başka bir bölgeye göç etmelerini teşvik etmektedir. Bu gerçek, Kur’an-ı Kerim’in aşağıdaki ayetinde1 de ifade edilmektedir: ُ ُه َو ٱلَّ ِذى َج َع َل ل ِ ََٱمشواْ فِى َمن ور ُ رض َذلُوالً ف َ ََك ُم ٱأل ُ اكبَِا َو ُكلُواْ ِمن ِّر ْزقِ ِه َوإِلَي ِه ٱلنُّ ُش “O, yeryüzünü yaşanması kolay bir yer yapmıştır: Öyleyse onun her tarafını dolaşın ve Allah’ın verdiği rızıktan pay almaya çalışın: ama [hiçbir an aklınızdan çıkarmayın ki] yine ona döneceksiniz.” (Mülk, 67/15).Sözü edilen gerçek, aynı zamanda sünnet[yani Peygamber Muhammed’in (Allah’ın selamı üzerine olsun) uygulamaları]ile de desteklenmektedir. Peygamberimiz Muhammed (Allah’ın selamı üzerine olsun), insanları geçimini sağlamak için kısıtlı imkânların olduğu yerlerden bol kaynak1 Ayet terimi, Allah’ın (Sübhanehu ve Teala) Kur’an-ı Kerim’de geçen sözlerini ifade etmektedir. 122 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ların olduğu yerlere göç etmeleri için ikna etmiştir. Benzer bir şekilde kendi sahabesi (Allah onlardan razı olsun) de insanları göreceli olarak kısıtlı kaynakların olduğu yerlerden bol miktarda geçim kaynağına sahip olan bölgelere göç etmeleri için ikna etmişlerdir. Bunun sonucunda, Hicaz’daki aşırı nüfusun bir kısmı öncelikli olarak Mısır, Irak, Suriye vs. gibi bereketli topraklara, ardından da aşama aşama Habeşistan, Cezayir, Fas, İspanya, Sudan, Tunus gibi bölgelere göç etmişlerdir. Elbette, daha önce alıntılanan iki ayet ve İslam tarihi aşağıdaki İslami bakış açısına işaret etmektedirler: İslam, zenginleştirme görevlerinin (manevi gelişim-maddi/ ekonomik gelişim) yerine getirilmesini ve kendi bölgesel yargı yetkisinin içinde ve dışında, (stratejik olarak mümkün olması şartıyla) İslami Parasal Yetki Kurumları Ağı’nın (IMAN) merkezî kurumlarının ve İslam hazinesinin de desteğiyle hilafet-il hulefa[HH-Şeyh Veliyullah tarafından önerilen, tüm yerel İslami yönetimlerin üzerinde merkezî bir İslami yönetim] tarafından oluşturulması öngörülen evrensel küresel bir İslami ortak pazar çerçevesinde tüm insanların güçlendirilmesini salık vermektedir (Anjum, 2005). İslam, evrendaşları tüm gezegen ve evren üzerinde serbest bir şekilde hareket etme haklarından ciddi bir şekilde mahrum eden ve bu şekilde doğuştan sahip oldukları kendilerini zenginleştirme ve güçlendirme haklarını ellerinden alan, uluslar temel alınarak çizilen coğrafi sınırları reddetmektedir. En azından, hem Allah’ın (Sübhanehu ve Teala) hem de onun Peygamberi Muhammed’in (Allah’ın selamı üzerine olsun) tüm Müslümanlar arasında kapsamlı bir bütünleşme ve sağlam bir birlik kurulmasına dair buyruklarına inanmak gibi ortak bir noktaya sahip oldukları için manevi olarak birbirlerine bağlı olan Müslüman ümmeti oluşturan insanların, eşit bir şekilde zenginleşmelerini ve güçlenmelerini sağlamak gibi İslami bir amacı da İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım 123 göz önünde bulundursak günümüz İslam dünyasının resmiyette 59 farklı Müslüman ulus devleti hâlinde çözülmesini açıklayacak bir gerekçe sunmak mümkün değildir. Bu nokta, Allah’ın (Sübhanehu ve Teala) şu buyruğuyla açık bir şekilde ifade edilmektedir: َّ عم َت َّ ِ ِح ُ ٱللِ َعل ُ َرقُواْ َو ني َ َيكم إِذ ُكنتُم أَع َدا ًء فَأَل َ ََّف ب َ َوٱعتَ ِص ُمواْ ب َ ِٱذك ُرواْ ن َّ بل ٱللِ َج ِمي ًعا َو َل تَف ُ َكم ِمنَا َك َذلِ َك يُبَيِّ ُن ٱللَُّ ل ُ قُلُوب ُ فر ٍة ِم َن ٱلنَّا ِر فَأَن َقذ َكم َ عمتِِۤه إ َ ِِكم فَأَصبَحتُم بِن َ ِخونًا َو ُكنتُم َعل َٰى َشفَا ُح ُ َءايَ ٰـتِ ِه لَ َعل َّكم تَ ْهتَ ُدو َن “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı tutunun ve birbirinizden kopmayın. Ve Allah’ın size verdiği nimetleri hatırlayın: Siz birbirinize düşman iken kalplerinizi nasıl uzlaştırdı da onun lütfu ile kardeş oldunuz ve ateşli bir uçurumun kenarında [iken] sizi ondan [nasıl] korudu. Bu şekilde Allah mesajlarını size açıklar ki hidayet bulasınız.” (Âl-i İmran, 3/103). Hem genelde insanların evrensel kardeşliğine hem de özelde Müslümanların evrensel kardeşliğine dair İslami yaklaşımlar bağlamında önemli olan bu nokta, Muhammed Umer Chapra’nın aşağıdaki sözlerine de yansımıştır (Chapra, 2001, s. 25): “Milliyet, ırk ve renk üzerinden yaratılan ayrımlar sunidir ve insanların kardeşliğini teşvik eden bir dinde yerleri yoktur. Kur’an, insanların tek bir millet (ümmet) olarak yaratıldığını ancak farklılıkları dolayısıyla bölündüğünü açıkça belirtmektedir (Yûnus, 10/19)2. Çıkar çatışması, önyargılar, sömürme ve gücün kötüye kullanılması, insan ırkının bölünmesinde kendi rollerini oynamışlardır. Ancak İslam’ın nihai amacı, hepsini tekrar birleştirmektir (Hûd, 11/118-119).3” َ َول ِ َكلِ َم ٌة َسبَقَت ِمن َّربِّ َك لَق َ اس إَِّل أَُّم ًة َو ِح َد ًة فَٱختَلَفُواْ َول 2 يما فِي ِه يَختَلِفُو َن ُ ََّو َما َكا َن ٱلن َ ُِض َى بَينَ ُهم ف “Ve [bil ki] bütün insanlık sadece bir tek topluluk hâlindeydi ama sonradan ayrı görüşleri benimsemeye başladılar. Şayet (bu konuda) Rabbinin katında önceden belirlenmiş bir karar olmasaydı düştükleri bütün bu ayrılıklar [daha başlangıçta] çözümlenmiş olurdu.” 3 ني َ اس أَُّم ًة َو ِح َد ًة َو َل يَ َزالُو َن ُمختَلِ ِف َ َولَو َشا َء َربُّ َك ل َ ََّج َع َل ٱلن “Hem, Rabbin dileseydi, bütün insanlığı bir tek ümmet yapardı; fakat [O, yollarını seçmekte kendilerini özgür bıraktı diye] hâlâ farklı görüşler benimsemekteler.” 124 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Pramanik de İslam’ın evrenselci buyruklarını aşağıdaki sözleriyle tasdik etmektedir (Pramanik, 1997, s. 14-15): “İslam’da evrenselcilik anlayışı, tüm dünyadaki İslam topluluklarını temsil eden ümmet kavramı üzerinden ortaya konmaktadır. Bu kavram, tek bir ulusun, tek bir kültürün, tek bir geleneğin ya da tek bir rengin sınırlarının ötesine geçmektedir. Dolayısıyla Allah’ı onun bu dünyadaki halifesi olarak temsil etmesi gereken insanoğlu, yalnızca kendi hemcinslerine karşı değil aynı zamanda kendi toplumuna, devletine ve hatta kendi inancını paylaşan herkese karşı; coğrafya, ten rengi, dil, ırk vs. tarafından çizilen suni sınırlara aldırmaksızın sorumlu tutulmaktadır. Bu topluluğun tamamı bir etik birliğin, iman, ahlak ve disiplin tarafından çevrelenmiş gibi görünmektedir. Bu bağlamda, tüm Müslüman topluluğunun tek bir ümmete karşı sorumluluğu, daha bile büyüktür. Müslüman bir devleti temsil eden bir Müslüman topluluk, hiçbir koşul altında bir başka topluluğa karşı olan sorumluluğunu üzerinden atamaz. Diğer bir deyişle, tek bir Allah’a imana dayanan benzersiz bir imana sahip olan bu topluluğa, inançsızlardan ya da bozulmuş bir dine sahip olanlardan gelmesi muhtemel tüm saldırılar karşısında birbirilerine tutunmaları ve bir kaya gibi güçlü durmaları buyrulmaktadır.” İşgücünün Serbest Evrensel Hareketliliğini Sağlamak Adına İlerlemeci Bir Araç Olarak İslami Ortak Pazar Kurumu İslami ortak pazar (ICM) kurumu, İslami bir evrensel çerçevede işgücünün serbest hareketliliğini sağlamak ve teşvik etmek için potansiyel bir ilerlemeci araçtır. ICM,İslami öğretilerle uyumlu olarak Müslüman ümmetin tüm üyelerinin ekonomik gelişmesinin, insani gelişiminin ve güçlendirilmesinin sağlanması için ََ ََك َولِ َذلِ َك َخلَ َق ُهم َوتَ َّمت َكلِ َم ُة َربِّ َك ل ِ مل َّن َج َهنَّ َم ِم َن ٱ ني َ ُّإَِّل َمن َّر ِح َم َرب ِ َّجلنَّ ِة َوٱلن َ َاس أ َ مج ِع “Rabbinin (aydınlatıcı, yol gösterici) lütfunu bahşettiği kimseler başka. Oysa (işte) bu (lütfa erişmeleri) için yarattı [hepsini.] Fakat [bu ilahî yol gösterme lütfunu tepenler için] Rabbinin, “Muhakkak ki ben cehennemi hep, görünmeyen varlıklarla ve insanlarla dolduracağım.” sözü yerini bulmuş olacak.” İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım 125 en azından ICM ülkeleri/toplumları (ICMC’ler) arasında mal ve hizmetlerin serbest uluslararası ticareti, fiziki sermayenin/ işgücünün/girişimcilerin serbest hareketliliği ve teknolojinin serbest hareketliliği gibi niteliklere sahip bir İslam ümmetini/ dünya çapında kapsamlı bir pazarı ifade etmektedir. Bu evrensel yaklaşım, yalnızca sıkıntı içindeki Müslüman insanlara, İslam toplumlarına ve İslam devletlerine değil aynı zamanda bunu hak eden gayrimüslim bireylere/toplumlara/devletlere de yardım eli uzatmanın, dengi olmayan İslami bir evrensel çerçeve içerisinde küresel Müslüman cemaatinin bir görevi olduğu gerçeği üzerine inşa edilmiştir. Neyse ki ICM konusu üzerinde sürekli artan bir görüş birliği gözlemlenmektedir. Bu durum, hem 9-11 Aralık 1997’de Tahran’da (İran) toplanan İslam Zirvesi Konferansı’nın 8. oturumunda 33/8-E (IS) numaralı önergenin kabul edilmesi hem de İslam Konferansı Örgütünün (İKÖ) düzenlediği Dışişleri Bakanları İslam Konferansı’nın 25. oturumunda [15-17 Mart 1998’de Katar’da düzenlenen, İslam Ümmetinin İnsanları için Daha İyi Bir Gelecek başlıklı oturum] ICM hakkındaki 33/25-E numaralı kapsamlı önergenin onaylanması ile açık bir hâl almıştır. İKÖ düzeyinde sağlanan bu fikir birliği, İKÖ üyesi olan tüm Müslüman kitlelerin evrensel bir ICM kurulmasına dair ortak arzularının içten bir yansımasıdır. Bu gerçek, bu makale üzerinde yapılan aşağıdaki ilgili yorumla da teyit edilmektedir (Savaşan, 2015): “Tüm dünyadaki Müslümanların bir İslami ortak pazarın kurulmasını arzuladıkları bir gerçektir. Bir örnek vermek gerekirse, Refah Partisinin merhum başkanı Necmettin Erbakan tarafından yürütülen ve “adil düzen” sloganıyla yürütülen siyasi kampanyanın temel direklerinden biri, İslami ortak pazarın kurulmasıydı. Mısır’daki Müslüman Kardeşlerin ya da Pakistan’daki İslam Partisinin ve diğer resmî ya da gayri resmî hareketlerin çoğu, bu hayalin gerçekleşmesini şiddetle arzu etmektedirler.” 126 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Bu gerçekler, hem çağdaş İslam iktisatçıları hem de küresel Müslüman kitleleri nezdinde gittikçe daha popüler hâle gelen, ICM’nin kurulmasının Müslüman ümmetinİslami çizgiler içerisinde kapsamlı bir ekonomik gelişmeyi gerçekleştirebilmesi için anahtar bir noktada olduğuna dair tartışmaların doğruluğunu kanıtlamaktadır. İnsanların ve insani olmayan kaynakların kısıtlanmadan serbest bir şekilde hareket edebilmesine dair bu İslami bakış açısının pratiğe dökülmesi, özellikle düşük ücretli işçilerin ve yoksulların, ücretlerin düşük olduğu ve işgücü açısından zengin ya da ekonomik olarak geri kalmış bölgelerden ücretlerin yüksek, işgücünün kısıtlı olduğu ya da göreceli olarak daha gelişmiş bölgelere göç etmesini sağlayacaktır. İşgücünün serbest evrensel hareketliliği temel bir insani hak olduğu için ICM üzerinde daha önce sözü geçen fikir birliğinin, aşamalı bir reformun yapılabilmesi adına geciktirilmeden gerçek hayata aktarılması gerekmektedir. Özellikle de işçilerin/girişimcilerin bölgeler arasında göç etme eğilimlerinin ve yatırımların/sermayenin ICM çerçevesinde akışının, aşağıdaki arzu edilen faydalı iktisadi sonuçları ortaya çıkarması beklenmektedir: (1) Göçmen işçilerin ücretlerinde ve gelirlerinde ileriye dönük bir iyileşme (2) Serbest meslekle uğraşanların sayısında ileriye dönük bir artış (Örneğin, çok sayıda Müslüman göçmenin ve geçimini sağladıkları aile bireylerinin, Brezilya ve Güney Afrika’da son derece başarılı girişimciler ve işadamları olarak serbest meslek erbabı oldukları gözlemlenmiştir.) ve ICM’nin yetki sınırlarının dâhilindeki istihdam edilebilir tüm insanların istihdam edilmesi (Geçici olarak istihdam edilmeyen yeni göçmen işçilerin, hedef işgücü piyasasına uyum sağlamalarının ve HH’ye bağlı İslam hazinesi tarafından finanse edilen eğitim programları sayesinde edinecekleri, müstakbel işverenleri tarafından ihtiyaç duyulan gerekli becerileri ya da kendi işlerini kurmaları için olan gerekli girişimcilik becerilerini geliştirmelerinin ardından, istihdam edilmeleri ya da kendi işlerini kurmaları beklenmektedir). İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım 127 (1) İşçilerin göç ettikleri kendi ülkelerine gönderecekleri döviz miktarında ileriye dönük bir artış (2) Özelde ICM’nin yetki sınırları dâhilindekalan bölgelerde ve genelde de tüm dünyada yoksulluk oranlarına ileriye dönük kayda değer bir düşüş (3) İşgücü göçünün ulaştığı noktalardaki ekonomilerde, ileriye dönük ciddi miktarda bir göçe bağlı ihtiyaç fazlasının (göçmen işçilerin gelirlerinin işçi dövizi formunda dışa akması durumu da göz önünde bulundurularak ortaya çıkan), işgücü göçünün ulaştığı bölgelerdeki çıktı büyümesinin bir sonucu olarak fiilen gerçekleştirilmesi ve bu ciddi miktardaki göçe bağlı ihtiyaç fazlasının,ICM’nin bunu hak eden paydaşları arasında, vergiler ve transferler/yardım ödenekleri üzerinden eşit bir şekilde yeniden dağılımı (Borjas, 2005). (4) Yabancı yatırım/sermayenin aktığı noktalardaki ekonomilerde, ileriye dönük ciddi miktarda bir yatırım temelli ihtiyaç fazlasının (yabancı yatırımın/sermayenin, sermaye açığı olan bölgelere akması sonucu ortaya çıkan bir ihtiyaç fazlalığı), yabancı yatırımın /sermayenin ulaştığı bölgelerdeki çıktı büyümesinin bir sonucu olarak fiilen gerçekleştirilmesi ve bu ciddi miktardaki yabancı yatırım temelli ihtiyaç fazlasının, ICM’nin bunu hak eden paydaşları arasında, vergiler ve transferler/ yardım ödenekleri üzerinden eşit bir şekilde yeniden dağılımı (5) Gelirin hem HH’ye bağlı yerel ekonomilerde hem de bir bütün olarak dünyada hem kişisel hem de işlevsel olarak daha eşitlikçi bir şekilde dağılımı (6) Nüfusun ve insan gücünüm ICM’nin yetki sınırları dâhilinde ve bir bütün olarak dünya genelinde kayda değer derecede iyileştirilmiş ve dengeli bir şekilde dağılımı (7) İslami ekonominin, zekât/öşür/vakıf/sadaka/karz-ı hasen/ hediyeler formunda ortaya çıkan ve tüm zamanlarda İslami 128 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ekonomide toplam talep ve toplam çıktı üzerinde muazzam bir olumlu birikim etkisi yaratma noktasında büyük bir potansiyele sahip olan çeşitli dâhilî dengeleyicilerinin kalkınmada oynadığı kalıcı roller sayesinde, işsizlerin ve yoksulların tüketim seviyelerinin sürdürülebilir bir şekilde yükseltilmesini de kapsayacak şekilde, toplam talepte kendi kendine devam eden muazzam bir artış (8) HH’ye bağlı kitlelerin ve bir bütün olarak dünyadaki kitlelerin yaşam standartlarında ciddi bir iyileşme Yukarıda sözü edilen çeşitli olumlu neticelerin oluştuğu bir ortam içerisinde, potansiyel geniş kapsamlı üretim ekonomilerinin gerçekleştirilmesinin tüm malların ve hizmetlerin fiyatlarını ve miktarlarını sağlama alması beklenmektedir ve üretim faktörleri de evrensel ICM’nin dinamik çerçevesi içerisinde ideal bir şekilde dengelenecektir: fiyat enflasyonu dizginlenecek, tüketicilerin satın alma gücü ve tüketicilerin tüketim seviyesi artacak, yatırımlarda artış yaşanacak, malların ve hizmetlerin toplam talep/toplam çıktısı ve ticaret hacmi ciddi seviyede artacak, bu da HH’nin GSYİH’sinde muazzam ve kendi kendini devam ettiren bir büyümeyle doruk noktasına ulaşacaktır. Tüm bu olumlu gelişmelerin, evrensel İslam kardeşliği ve tüm malların/tüm üretim/hizmet faktörlerinin serbest hareketliliği politikası üzerine temellendirilmiş olan mükemmel bir kooperatif rekabetçilik niteliğine sahip olan ICM içerisinde gerçekleştirilmesi beklenmektedir. Bu ICM-besleyici ekonomik entegrasyon süreci, HH tarafından yürütülecek, Müslümanların Kur’an-ı Kerim/sünnet temelli İslami uyanışının/farkındalığının/bilincinin/ilminin, hâlihazırda birbirinden farklı İslami mezheplere/etnik kökenlere/ ülkelere ait olan milyonlarca Müslüman hacı tarafından ulaşılan ve Müslümanların tüm Hac süreci boyunca huzurlu bir şekilde bir arada ve uyum içinde bulunmalarını sağlayan ideal düzeye çıkarılmak üzere proaktif bir şekilde geliştirilmesi politikaları sayesinde, etkili bir şekilde teşvik edilebilir. İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım 129 Dolayısıyla, ICM çerçevesindeki göçmen işçiler ve yerli işçiler arasında ortaya çıkma ihtimali olan tüm potansiyel etnik ve mezhepçi gerilimler/çatışmalar, evrensel ensar-muhacir muvafakatının (yani göçmenler ile cömert ve yardımsever yerli kardeşleri arasındaki evrensel İslam kardeşliği) özgecil çerçevesi içerisinde, HH tarafından kurulması öngörülen evrensel ICM çerçevesi dâhilinde gerçek İslami eğitimin verilmesini sağlayarak (Kur’an-ı Kerim ve sünnet temelli, insanların barışçıl bir şekilde bir arada ve uyum içerisinde bulunmalarını sağlayan, hâlihazırda birbirinden farklı İslami mezheplere/etnik kökenlere/ülkelere ait olan milyonlarca Müslüman hacı tarafından mükemmel bir şekilde uygulanmakta olan Hac modelinin ilmini uygulayarak) önlenebilir. Göçmenlerin (sosyal yardım yapılan kimseler olarak) vergi ödeyen yerlilerin kazançları üzerinde bir yük olmalarını ve bunun da yerli sakinlerle aralarında bir gerilim nedeni olması ihtimali göz önüne alındığında şunun da belirtilmesi gerekir ki İslami açıdan özellikle de Müslüman göçmen işçiler, göç ederek yerleştikleri bölgelerde genel olarak en dinamik/girişimci/başarılı/ekonomik olarak bağımsız/kendi kendine yeten sahib-i nisab işçiler hâline gelmekle ve sürekli olarak İslam hazinesinden yapılan sosyal yardım ödemelerinden (örneğin zekât, öşür vs.) faydalanmamakla yükümlü görülmektedirler. Yine de bazı Müslüman göçmenler ekonomik durgunluktan ya da kendi kontrollerinde olmayan başka nedenlerden ötürü başlangıçta geçici olarak işe girmeyi/kendi işlerini kurmayı ve ekonomik olarak kendilerine güvenmeyi/kendilerine yetmeyi/ sahib-i nisab olmayı başaramasalar bile İslami olarak hakları olan payı zekât/öşür/sadaka formunda İslam hazinesinin beytülmalinden alma hakkına sahip olacaklardır. Böylece, ne vergi ödeyen yerlilerin kazançları üzerinde bir yük olurlar ne de yerliler ile göçmenler arasında bir ekonomik gerilim nedeni olurlar. Ayrıca, bu tür sahib-i nisab olmayan göçmenler, KK, İslam hazinesi beytülmali, İslami bankalar ve İslami mikro finans kurumları gibi çeşitli kurumlardan destek alacaklar ve sahib-i nisab 130 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK olmayan göçmen konumlarından imrenilecek derecede el üstünde tutulan başarılı sahib-i nisab göçmenler konumuna aşamalı bir şekilde geçiş yapacaklardır. Ayrıca, işgücünün serbest hareketliliğinin yaratabileceği potansiyel bir problem olarak ICM çerçevesinde ortaya çıkabilecek bölgesel beyin göçü sorunu da HH’nin yüksek eğitim alınmasını ve HH sakinleri tarafından üretken becerilerin elde edilmesini sağlamak yönündeki proaktif İslami eğitim politikalarının uygulanması ile etkili bir şekilde çözülebilir. Bu bağlamda, yerel işgücü piyasalarındaki doğal ücret ayarlamalarının bir sonucu olarak potansiyel bir ciddi dönüş göçünün yaşanması ile beyin göçünün tersine dönmesi olasılığı da üzerinde durulmaya layık bir noktayı teşkil etmektedir. Ayrıca, IMAN’ın tamamlayıcı İslami para politikaları ile HH’deki İslam hazinesinin İslami maliye politikalarının, proaktif bir şekilde evrensel ICM gündeminin ilerlemeci insancıl gündemini teşvik etmesi öngörülmektedir. Müslüman kitlelerin standart bir İslami aydınlanmasının / eğitiminin / bilincinin / farkındalığının / uyanışının (yani, Hac düzeyinde Kur’an ve sünnet temelli bir İslami farkındalığın/ilmin/uzmanlığın/bilincin/beşerî sermayenin) hem tüm mezheplere/etnik kökenlere ait Müslümanların/insanların HH/ICM’nin ilerlemeci çerçevesi dâhilinde hac benzeri barışçıl ve işbirliğine dayanan bir şekilde bir arada bulunmalarında ve bunu müteakip mükemmel bir işgücü/sermaye/mal/hizmet/teknoloji serbest hareketliliğinin ve mükemmel bir insani gelişimin sağlanmasına oynadığı kilit rolü ortaya koymak amacıyla, aşağıda dört mükemmel derecede pozitif korelasyon gösteren indeks sunulmaktadır. IEİslami aydınlanma/Kur’an ve sünnet temelli İslami farkındalık/ ilim/uzmanlık/bilinç/beşerî sermaye indeksidir. H, ICM’dekiçeşitli insan gruplarının hacbenzeri barışçıl mezhepçi/etnik bir arada var oluşu hedef alan evrensel toplumsal uyum indeksidir. Σ, ICM’dekiişgücünün/malların/hizmetlerin/sermayenin/teknolojinin serbest evrensel hareketliliği indeksidir. HDI ise, insani gelişim indeksidir. İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım 131 IE, H, Σ ve HDI değerleri, aşağıda Şekil 1’de gösterildiği üzere 0 ile +1 arasında değişmektedir. +1 değeri, yukarıda bahsi geçen dört indeks arasında mükemmel bir pozitif korelasyon olduğu ideal İslami senaryoyu temsil etmektedir-yukarıdaki indeksler arasındaki korelasyon katsayıları +1’e eşittir. Şekil 1. İslami Aydınlanma (IE), Evrensel Toplumsal Uyum (H),İşgücünün/ Malların/Hizmetlerin/Sermayenin/Teknolojinin Serbest Evrensel Hareketliliği (Σ) ve İnsani Gelişim (HDI) indeksleri arasındaki Pozitif Korelasyonlar IE İslami aydınlanma/Kur’an ve sünnet temelli İslami farkındalık/uyanış/ilim/uzmanlık/bilinç/beşerî sermaye indeksi H ICM’deki çeşitli insan gruplarının hacbenzeri barışçıl mezhepçi/etnik bir arada var oluşu hedef alan evrensel toplumsal uyum indeksi Σ ICM’deki işgücünün/malların/hizmetlerin/sermayenin/teknolojinin serbest evrensel hareketliliği indeksi HDIİnsani gelişim indeksi Aşırı bir durum olarakIE=0 değeri İslami eğitimin/uyanışın/ farkındalığın/bilincin tamamen eksik olduğu durumu, H=0 aşırı 132 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK toplumsal uyuşmazlık/anarşi (fesat)/çatışma/toplumsal uyum eksikliği/farklı insan gruplarının barışçıl bir ortamda bir arada bulunamaması durumunu, Σ=0 tam bir özerklik ve işgücünün/ sermayenin/malların/hizmetlerin/teknolojinin serbest hareketliliğinin eksikliği durumunu (ICM çerçevesinde ekonomik entegrasyonun eksikliği durumunu) ve HDI=0da hiçbir insani gelişimin olmadığı durumu ifade etmektedir. Ancak IEdeğerindeki artışların, H,Σ ve HDI değerlerinde de buna uygun artışlara birlikte gözlemleneceği varsayılmaktadır. Diğer bir aşırı durumda, IE=1, hac-düzeyinde bir İslami eğitimi /uyanışı/farkındalığı/ bilinci ifade ederken, H=1 mükemmel derecede toplumsal birliği/uyumu/toplumsal çatışmanın eksikliğini/farklı insan gruplarının mükemmel bir barışçıl hava içerisinde bir arada bulunmasını, Σ=1 mükemmel ekonomik entegrasyon ve işgücünün/ sermayenin/malların/hizmetlerin/teknolojinin mükemmel derecede serbest hareketliliği durumunu (ICM’nin mükemmel işleyişini) ve HDI=1 ise KK ve ICM’nin kurumsal çerçevesi içerisinde mükemmel derecede insani gelişime dair İslami standartlara ulaşıldığı durumu ifade etmektedir. İslam Dünyasının Pek Çok Ülkesinde Yüksek İşsizlik/Yoksulluk ve Düşük/OrtaDereceli İnsani Gelişim: ICM İçin Ekonomik bir Gerekçe İslami evrenselciliğin yukarıda bahsedilen imrenilesi ve benzersiz standartlarının ışığında değerlendirildiğinde, 59 çağdaş Müslüman ulus devletin milyonlarca Müslüman işçinin uluslararası hareketliliğini engelleyecek şekilde uygulanan ve İslami açıdan istenmeyen suni engellere sahip olduğu aşikârdır. Dolayısıyla parçalanmış bir İslam dünyasına sahip olmak yerine evrensel zenginlik, kalkınma ve insanlığın bir bütün olarak güçlendirilmesi gibi İslami ideallerin gerçekleştirilmesi sürecinin hızlandırılması açısından, en azından çağdaş İslam dünyasının tüm üye- İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım 133 lerinin, hepsini kapsayacak tek ve büyük bir İslam halifeliği çatısı altında birleştirilmesine dair acil bir ihtiyaç söz konusudur. Bu İslami yükümlülük, ihtiyaç duyulan bu İslami siyasi-ekonomik kurumsal mekanizmanın etkili yürütme planları ve bunlara tekabül eden teşvik sistemleri ile birlikte oluşturulması ve geliştirilmesi bağlamında, İslami siyasal iktisadın ileriye dönük kritik rolünü vurgulamaktadır. İslami siyasi ekonominin bu önemli bileşenleri potansiyel olarak ICM’nin kurulmasını, büyümesini ve aksamadan işlemesini sağlama kapasitesine sahiptir. Günümüzde, bütünlüğünü kaybetmiş olan İslam dünyasının 59 ulusal ekonomisinin büyük bir bölümünün, günümüz İslam dünyasının bir bütün olarak ekonomik kalkınma için gerekli tüm maddi ön koşulları sağladığı gerçeğine rağmen (örneğin, son derece geniş bir insan gücü/toprak/enerji kaynakları (petrol, gaz, kömür)/madenler/su ve okyanus zenginleri/petro dolarlar), uzun bir zaman periyodu boyunca ekonomik kalkınmayla ilgili son derece düşük rakamlar ortaya koyması, ICM’nin kurulması için İslami bir ekonomik gerekçe sunmaktadır. Bu paradoks, günümüz İslam dünyasını bir bütün olarak dünya üzerinde eşsiz kaynaklara sahip en geniş bölgeyi kaplayan ancak büyük oranda fakir insanlardan oluşan bir coğrafya olarak ortaya koymaktadır. Bu paradoks, ampirik olarak 2006 yılının verileri tarafından da teyit edilmektedir: İKÖ-grubu ülkelerinin kişi başına reel GSYİH ortalaması (yani, 2695 USD), İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) Grubunun (yani, 23.068 USD) ve Avrupa Birliği (AB15) Grubunun (yani, 26.961 USD) ortalamalarından daha düşüktür(SESRIC, 2008a).Bu paradoks aynı zamanda Müslümanların 2008’de dünya nüfusunun yüzde 19,2’sini oluşturmasına ve İslam dünyasının 2006’da en azından 1.395,5 milyon(SESRIC, 2008b) insandan oluşan bir nüfusa sahip olmasına karşın İKÖ-üyesi olan ülkelerin toplam reel GSYİH’sinin2006’da yalnızca 1987 milyar USD’ye eşit olduğu, bunun da dünyanın reel GSYİH’sinin (yani, 37.866 milyar USD) yalnızca yüzde 5,26’lık bir bölümünü 134 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK oluşturduğu(SESRIC, 2008a) gerçeği ile de ampirik olarak teyit edilmiştir. Ayrıca, bu paradoks 2006’da OECD ve ABüyesi olan ülkelerin hane halklarının ortalama çıktısının, İKÖ-üyesi ülkelerin hane halkalarının ortalama çıktısından on kat daha fazla olduğunu gösteren veriler tarafından da teyit edilmiştir. ICM’nin kurulması çerçevesinde işgücünün serbest hareketliliğinin gerekliliği de ampirik kanıtlar tarafından desteklenmektedir; 57 Müslüman devlet üzerinde yapılan araştırmalardan elde edilen İnsani Gelişim İndeksi (HDI) veri setinin medyan ve ortalaması son dönemlerde sırasıyla yalnızca 0,653 ve 0,613 olarak bulunmuştur ve bu rakamlar ülkelerin 2013 yılındaki çok yüksek insani gelişim düzeylerine atanan HDI değerleriyle (UNDP) kesinlikle uyum içerisinde değildir. Bu noktada 13 Müslüman devletin 2013 yılında orta derecede insani gelişim gösterdiğini ve 23 Müslüman devletin ise düşük düzeyde insani gelişim gösterdiğini (UNDP) belirtmek uygun olacaktır. Kısacası, Müslüman ülkelerin çoğu (30 Müslüman devlet) düşük/ortalama insani gelişmişlik gösteren ülkeler kategorisine düşmektedir. Daha önce bahsedilen ve İKÖ-üyesi ülkelerin nüfus yapılarıyla ilgili paradoksla ilgili meselelerden biri de İKÖ içerisindeki nüfus dağılımının düzgün ve dengeli olmadığı gerçeğidir. Bir yandan, İKÖ-üyesi ülkeler arasında Bangladeş, Endonezya, Nijerya ve Pakistan gibi dünyanın 100 milyondan daha fazla nüfusa sahip en kalabalık ülkeleri (SESRIC, 2007) de vardır. Diğer yandan, İKÖ-üyesi ülkelerden bazıları, 1 milyondan daha az insanı içeren çok düşük nüfuslara sahiptir (SESRIC, 2007) (örn., Maldivler, Brunei, Surinam, Komoros, Bahreyn, Guyana, Cibuti ve Katar). Müslüman ülkelerdeki bu dengesiz nüfus dağılımının çağdaş Müslüman dünyanın mevcut korkunç işsizlik manzarasının temel faktörlerinden biri olduğu gerçektir ve bu durum, yaklaşık 18 günümüz Müslüman devletinin %10,0’u geçen işsizlik oranlarına sahip olması ve yaklaşık 29 günümüz Müslüman devletinin İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım 135 %8,0’i aşan işsizlik oranlarına sahip olması (SESRIC, 2008c)gibi ampirik gerçeklere de yansımış durumdadır. 57 Müslüman ülke üzerinde yapılan araştırmalardan elde edilen işsizlik oranları veri setlerinin medyan ve ortalama değerleri, 2012 yılında sırasıyla %8,1 ve %9,1’dir (SESRIC, 2008c). Çağdaş Müslüman dünyanın, nüfusun ve işgücünün 59 Müslüman devlet arasında istenmeyen ve dengesiz bir dağılım örüntüsü göstermesinden kaynaklanan bu ciddi yakın dönem işsizlik problemi, ICM’nin kurulması için son derece net bir ekonomik gerekçe sunmaktadır. En azından 12 Müslüman ülkeyi etkisi altına alan son derece endişe verici ve üzücü yoksulluk [yani, ‘günlük 2 USD’nin altında geliri olan nüfus (nüfusun %’si) uluslararası yoksulluk sınırı (2010-2013 yılları arasındaki veriler) (Dünya Bankası, 2014)] durumundan kurtulma yükümlülüğünün de bir sonucu olarak ICM’nin kurulması bir gereklilik hâline gelmiştir. Bu yüzde Bangladeş’te 2010’da % 76,5, 2013’te Benin’de %74,3, 2011’de Çad’da %60,5, 2013’te Gine’de %72,7, 2011’de Endonezya’da %43,3, 2010’da Mali’de %78,8, 2011’de Nijer’de %76,1, 2010’da Nijerya’da %82,2, 2011’de Pakistan’da %50,7, 2011’de Senegal’de %60,3, 2011’de Sierra Leone’de %82,5 ve 2013’te Uganda’da %62,9’dur (Dünya Bankası, 2014). Yakın zamanda ‘günlük 2 USD’nin altında geliri olan nüfus (nüfusun %’si) uluslararası yoksulluk sınırı veri setinin 18 Müslüman ülke için elde edilen medyan ve ortalaması, 2010-2013 arasında sırasıyla %60,4 ve %48,4’tür (Dünya Bankası, 2014). Yukarıda bahsedilen Müslüman ülkelerde aşırı derecede uzun yıllar boyunca yoksulluğun azaltılması için konvansiyonel ulusal politikalar uygulanmasına rağmen, hâlâ yükselmeye devam eden4 ya da en azından olduğu yerde kalan korkunç derecede yüksek5 yoksulluk yüzdelerinin, çeşitli Müslüman 4 Örneğin, Pakistan bu bağlamda en göze çarpan örnektir. 5 Örneğin, Bangladeş’in ulusal yoksulluk sınırının altında kalan nüfusu aşırı derecede yüksektir (96-1995’da 2000 ,51%’de 49,8%) ve ayrıca ülkenin başlangıçta, 92-1991 yıllarında 0,31% olan Gini katsayısının 1995-96 yıllarında neredeyse %0,36’ya ve 136 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ülkelerdeki zaten kırılgan olan kalkınma-insani gelişim süreçlerini tehlikeye sokuyor olması da talihsiz bir gerçektir. Yoksulluğun Batılı ulusalcılık temelli nedenlerinin köklü doğası (örneğin, kapitalist faizle borç para verme üzerine kurulu sömürücü sistem ve yalnızca doğası gereği adaletsiz olan kişi başına çıktı ve gelir büyümesine stratejik olarak odaklanma) ve bunun sonucunda ortaya çıkan kalabalık nüfuslu Müslüman ülkelerde yoksulluk probleminin uzun ömürlü oluşu (örneğin, Bangladeş ve Pakistan ülkelerindeki kronik düşük gelir), özellikle de kalabalık nüfusa sahip Müslüman ülkelerdeki işsizlik kaynaklı yoksulluk ve insani azgelişmişlik sorunlarının hiçbir zaman Müslüman ülkelerin dar ulusal yetki alanları dâhilinde tekil olarak çözülemeyeceğini net bir şekilde göstermektedir. İslam tarihinde, zorlu yoksulluk problemi ve yoksulluğun azaltılmasının pan-İslami tasarısının kristalleştirilmesi, Hicret [Peygamber Muhammed’in (Allah’ın selamı üzerine olsun) Mekke’den Medine’ye göç etmesi] öncesi Mekke dönemindeki İslam toplum tarihinin evriminin en erken aşamasına ve Peygamber Muhammed’in (Allah’ın selamı üzerine olsun), aile bireylerinin ve kendisiyle beraber hicret eden sahabesinin mahrumiyeti, açlığı, yetersiz beslenmeyi, fiziksel zafiyeti, hastalığı, yetersiz giyinmeyi ve küçük bir yerli Müslüman nüfusa, sınırlı bir ekonomiye ve yetersiz maddi kaynaklara sahip Medine’ye (Mekke’den) sürekli artan göçmen akımından dolayı yetersiz iş kurma ve istihdam olanaklarını tecrübe ettikleri Hicret sonrası erken Medine aşamasına kadar dayanmaktadır. Peygamber Muhammed (Allah’ın selamı üzerine olsun) ve sahabesi, yukarıda bahsi geçen zorlukları ve fiziksel sıkıntıları ibret verici bir yüreklilik ve sabırgöstererek cesur bir şekilde göğüslemişsonrasında 2002 yılında da neredeyse 0,41’e ulaşması ile görünür hâle gelen, gittikçe kö� tüleşen gelir dağılımının yol açtığı ulusal yoksulluk sınırının altında yaşayan kent nüfusu yüzdesi 1995-96 yıllarında %29,4 iken, 2000 yılında %36,6’ya çıkmıştır. İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım 137 lerdir.6 Bu açıdan bakıldığında, mahrumiyetin ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasına dair İslami hedefler, Peygamber Efendimizin mahrumiyet ve yoksulluğa karşı hissettiği ve aşağıdaki hadisine de yansıyan yoğun antipati ile de ifade bulmuştur (Khan, 1989): “Ebu Said Khudri, Allah’ın Elçisinin (Allah’ın selamı üzerine olsun) şu şekilde dua ettiğini rivayet etmektedir: ‘Allah’ım, zinadan ve mahrumiyetten sana sığınırım.’ Bunun üzerine orada bulunan bir kişi sordu: ‘Bu iki (şey) eşit midir?’ Peygamberimiz (Allah’ın selamı üzerine olsun) şöyle cevap verdi: ‘Evet.’ ” Sonuç olarak ciddi boyutlara ulaşmış olan mevcut yoksulluk problemi, Peygamber Muhammed tarafından (Allah’ın selamı üzerine olsun), göçmen Müslümanlar ile (muhacirler) Medine’nin yerli Müslümanları (ensar) arasında tarihsel olarak eşi benzeri olmayan bir İslami kardeşlik idealinin kurulmasıyla hafifletilmiştir. Ensar, sahip oldukları mallarının ve eşyalarının, evlerinin, bahçelerinin ve mısır tarlalarının yarısını, göçmen kardeşlerine vermişlerdir. Muhacirler ise, kendilerine iyilik yapanlara yük olmak yerine Ensar’ın daha önce bahsedilen cömertliği karşısında, onlardan kendilerine tarım alanlarına ve pazara giden yolu göstermelerini rica etmiş; çiftçilik yaparak, çalışarak, ticaret yaparak ve bu şekilde öz saygılarını koruyarak ekonomik anlamdakendi kendilerine yetmeye çaba göstermişlerdir. Ahmad, Peygamber Muhammed’in (Allah’ın selamı üzerine olsun) Medine’de Müslümanlar için bir pazar kurduğu gerçeğini ve şunları söylediğini belgelemiştir (Ahmad, 1986): “Haza suqu kum la kharajaalaykum fi hi” [yani, “Bu pazar size aittir. Bu (pazarda) sizden hiçbir vergi alınmayacaktır.”]. Bu gerçek, Ghazi tarafından 6 Bu durumun bir örneği, Peygamber Efendimizin (Allah’ın selamı üzerine olsun) bir sahabesi tarafından (Hazreti EbûTalha) tarafından anlatılmıştır. Peygamber Efendimizi (Allah’ın selamı üzerine olsun) diğer arkadaşlarıyla birlikte, dayanılmaz açlık durumlarına bir teselli aramak için ziyaret eder ve her birinin karnına bağlı olan taşları gösterirler. Onların bu şikâyetine karşılık olarak Hazreti Ebû Talha, Peygamber Efendimizin (Allah’ın selamı üzerine olsun) soğukkanlı bir şekilde gömleğini kaldırdığını ve kendi karnına bağladığı iki taşı gösterdiğini rivayet etmektedir (Siddiqi,1979, s. 107). 138 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Muhadraat-e-Seerat başlıklı Urdu dilinde yazılmış kitabında belgelenmiştir (Ghazi, 2008). Ahmad aynı zamanda yukarıda bahsi geçen gerçekle ilgili başka bir gerçeği de belgelemiştir (Ahmad, 1986). Peygamber Muhammed (Allah’ın selamı üzerine olsun), Medine insanları için şu şekilde dua etmiştir: “Allahummabarikliahlil Madinahfi suqihim” [Yani, Allah’ım, Medine insanlarına pazarlarında bereket ihsan et.”]. Pan-İslami yoksulluk planlarının yukarıda bahsi geçen sayısız yönü, yoksullukla mücadelede çeşitli ikincil ve birincil önlemlerin ve bunların kümülatif yoksulluğu azaltıcı etkilerinin kayda değer olabileceğini göstermektedir. Burada, çağdaş İslam dünyasında yoksullukla mücadelede ileriye yönelik anahtar kurumun ICM olduğunu belirtmek önemli bir noktadır. ICM, yoksulların ve işsizlerin tüm dünyadaki en geniş ICM’si boyunca serbest bir şekilde hareket etmesini tetikleme ve dolayısıyla birbirine bağlı işsizlik ve yoksulluk problemine HH’nin etkinlik alanı dâhilinde çözüm getirme kapasitesine sahiptir. İslam ümmeti düzeyindeki toplum son derece geniş olduğu için hedef ICM’nin, özellikle de yoksul ve istihdam edilmemiş işçilerin çok büyük bir ölçekte serbest ve etkili bir şekilde göç etmesini sağlayacak ve bu şekilde onların yalnızca işsizlik ve yoksulluktan kurtulmasını değil, aynı zamanda büyük bir refaha kavuşmasını da etkili bir şekilde sağlayabilecek, dünyanın en büyük ortak pazarı olması beklenmektedir. ICM, çağdaş dünyanın en büyük ve çeşitli pazarı hâline gelme potansiyeline sahiptir. Kendisini oluşturan unsurlara, sosyoekonomik bir dayanışma ve aynı zamanda kendi ürünleri için de büyük bir toplam talep oluşturmak için, İslami kültürel bağlantılarını hem tamamen geliştirebilmeleri hem de bu bağlantılardan faydalanmaları için yeterli olanakları sağlama kapasitesine sahip olması beklenmektedir. Sonuçta ortaya çıkacak muazzam toplam talep de buna karşılık İslam dünyasındaki üreticileri hem büyük ölçekli ekonomiler oluşturmaları hem de kendi geniş üretimlerini İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım 139 büyük toplam taleple denkleştirmeleri için teşvik edebilir. Bu şekilde, çağdaş İslam dünyasının kendine yeterlilik gibi stratejik bir hedefine ulaşmayı, özellikle de Müslüman ülkelerin mali kaynaklar, ihracat ve ithalat gibi noktalarda, büyük ölçekli ekonomiler oluşturabilmek için Müslüman olmayan ülkelere olan ekonomik bağımlılıklarını azaltmak yoluyla başarabilmesi beklenmektedir. İnsanlar özlerinde gerçekten de küresel vatandaşlardır, akademik, toplumsal, ekonomik ve siyasal açıdan kendilerini beslemek ve geliştirmek noktasında sahip oldukları gerçek kişisel haklarının küresel bir çerçevede peşinden gitmek ve onları gerçekleştirmek için göç ve tersine göç etmeye yönelik fıtri bir eğilimleri vardır. Bu evrensel gerçek, uluslararası serbest insan göçünün yolundaki sayısız bunaltıcı ulusal engellerin var olması durumunda bile kayda değer bir uluslararası insan göçünün söz konusu olduğuna dair aşağıdaki ampirik gerçeklerle de kısmen kanıtlanmıştır: Uluslararası Göç Örgütünün (IOM) World Migration 2005 (IOM, 2006) başlıklı raporunda, nüfus hareketliliğinin 20. yüzyıl boyunca önemli derecede artış gösterdiği sonucuna ulaşılmaktadır ve nüfus hareketliliğindeki sözü geçen önemli artışın, 20. yüzyılın son on yılında gerçekleştiği belirtilmektedir. Örneğin, uluslararası göçmen stoku, 1970 yılında 82 milyon iken, 2000 yılında 175 milyona çıkarak çarpıcı bir artış göstermiştir. Burada şunun da belirtilmesi önem arz etmektedir ki uluslararası göçmen stoku, gelişmiş ülkelerde gelişmekte olan ülkelere nazaran daha hızlı bir büyüme oranına sahiptir. Yukarıda bahsedilen ampirik yaklaşımlar, aynı zamanda göç olgusunun(yani, hem bir ülkeden başka bir ülkeye göçün hem de bir ülke içerisindeki göçün) Dünya Bankası ve kendisinin bir yayını olan Dünya Kalkınma Raporu (2008) tarafından, realist bir şekilde yoksullukla mücadele aracı olarak kabul edilmesiyle de desteklenmektedir. Dünya Göçü 2005 (IOM, 2006) başlıklı raporuna göre göç meselesi aynı zamanda Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri 140 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK tarafından yayımlanan “Birleşmiş Milletlerin Güçlendirilmesi: Daha Fazla Değişim İçin Bir Ajanda” başlıklı raporu ile ve uluslararası göç tartışmalarındaki birbirinden çok farklı yaklaşımları birbirine yaklaştırmak ve mantıklı bir politika rehberi sunmak amacıyla BM Küresel Uluslararası Göç Komisyonunun (GCIM) kurulması ile öncelikli bir mesele olarak kabul edilmiştir. Elbette, çağdaş İslam dünyasının daha önce bahsi geçen muazzam nüfusu, acil olarak eğitim almak;aynı zamanda modern bilimsel ve teknolojik bilgi temelli yetilerle donanmak ve ICM çerçevesi dâhilinde ekonomik kalkınmaya yol vermek üzere tüm İslam dünyasının insan gücünü harekete geçirmek için istihdam edilme haklarına sahiptir. Ancak zaten belirtildiği ve açıklandığı üzere, yoksullukla mücadele noktasında en kökten ve en büyük katkı, pan-İslami bir yoksullukla mücadele planı dâhilinde işgücü için mükemmel derecede bir serbest hareketliliğin (yani göçün), ICM’nin evrensel çerçevesi içerisinde gerçekleştirilmesini sağlayacak şekilde tasarlanması ile mümkündür. Bu noktada ICM, etkili küresel işgücü göçünün geniş kapsamlı bir şekilde ortaya çıkması olgusunun gelecekte mümkün kılınması üzerinden insanların mutluluğunun ve gelişiminin sağlandığı bir cennetin kapısını açacak anahtar7 olarak değerlendirilmektedir. ICM Çerçevesinde İşgücünün Serbest Hareketliliğinin Makroekonomik Etkileri Ampirik bir gerçek olarak göçmenlerin herhangi bir topluluğun genellikle daha yenilikçi ve daha iyi eğitim almış üyeleri arasından çıkma eğilimi göstermesine rağmen yerel/bölgesel/ uluslararası düzeyde işgücü hareketliliği, genellikle yoksulluğu azaltıcı bir unsur olagelmiştir çünkü göçmenler etkili bir işgücü 7 Yani, kalıcı bir düşük gelir-yoksulluk tuzağına yakalanan ülkelerdeki umutsuz yoksulluk ve işsizlikproblemlerini çözecek bir anahtar. İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım 141 göçü gerçekleştirerek yoksullukla mücadele etmeni görevi görmektedirler. Bu gerçek John Kenneth Galbrith (IOM, 2006) tarafından şu ifadelerle tasdik edilmiştir: “Göç, yoksulluğa karşı verilen en eski tepkidir. Göçmenlerin gittikleri ülkeler için faydalıdır; geldikleri ülkelerdeki yoksulluk dengesinin kırılmasına da yardımcı olmaktadır.” Küresel insan/işgücü hareketliliği kaçınılmazdır zira sınırlı bir işgücü göçüne izin verildiği bir durumda dahi dünya çapında göçmen sayısı 185 milyon ila 192 milyon arasında bir sayıya ulaşmıştır (IOM, 2006). Ücret farklılıklarının tüm dünyadaki şehirler/bölgeler/ülkeler arasındaki istikrarlı sonsuz olasılıklara sahip olduğu gerçeğine ve yukarıda bahsi geçen ampirik gerçeğe; etkili işgücü göçünün fiilî olarak gerçekleşme şekline karşın özellikle de nitelikli yoksul/ işsiz bireyle ve aileleri aşağıdaki Figür 2’den de anlaşılabileceği üzere, etkili bir göçü en nihayetinde gerçekleştirmek noktasında başarıya ulaşacaklardır: Figür 2 Yukarıdaki Figür 2’ye göre, ICM çerçevesindeki ülkeler arasında istikrarlı bir maaş farklılığının söz konusu olduğu bir durumda, yoksullar- işsizler ve aileleri, ‘Hedef ülkedeki maaş R’ > ‘terk edilen ülkedeki maaş W’ [yani,R=W eşitliğine denk gelen 45⁰’lik 142 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK çizginin üzerinde kalan noktalarla (Y gibi) ifade edilen durum] olacak şekilde bir maaş çıktısını elde edecekleri etkili bir göçü başaracaklardır. Bu senaryo, John Hicks’in maaş farklılıklarının göç etmenin temel nedeni olduğuna dair görüşleriyle uyum içerisindedir. Bu durum aynı zamanda göçmen işçilerin iş verimliliğindeki/gelirindeki/yaşam standartlarındaki artışın, etkin ücret hipotezi ile uyum içerisinde olduğunu da ifade etmektedir. İslam dünyasındaki yoksul kitlelerin yukarıda söz edilen etkin göçü, yalnızca hem İslam dünyasındaki hem de bir bütün olarak tüm dünyadaki insanların istihdam, çıktı, gelir, kişisel tüketim, ticaret, birikim, yatırım, toplam talep/çıktı düzeylerinde bir artış olmasını ve aynı zamanda hem kişisel hem de fonksiyonel gelir dağılımlarının iyileşmesini sağlamakla kalmayacak aynı zamanda enflasyonda, yoksullukta ve hem İslam ümmetinin hem de genel olarak tüm insanlığın geri kalmışlık ve azgelişmişlik düzeyinde bir azalma yaşanmasıyla sonuçlanacaktır. Bu şekilde ICM, tüm insanların siyasi-ekonomik, toplumsal ve stratejik olarak güçlendirilmesinde evrensel bir araç olacaktır. İnsanların ve insani olmayan kaynaklarının kısıtlanmadan serbest bir şekilde hareket edebilmesine dair bu İslami bakış açısının pratiğe dökülmesi, özellikle düşük ücretli işçilerin ve yoksulların, ücretlerin düşük olduğu ve işgücü açısından zengin ya da ekonomik olarak geri kalmış bölgelerden; ücretlerin yüksek, işgücünün kısıtlı olduğu ya da göreceli olarak daha gelişmiş bölgelere göç etmesini sağlaması beklenmektedir. Bu tür bölgeler arası işgücü göçü eğilimleri, yoksulluk vakalarında ve aynı zamanda enflasyonda kayda değer azalmalar yaşanmasını, tüm dünyada daha eşitlikçi hem kişisel hem de fonksiyonel gelir dağılımını, dünya genelinde kayda değer ölçüde iyileştirilmiş ve dengelenmiş bir nüfus ve insan gücü dağılımını ve dünya genelinde kitlelerin son derece yüksek, iyileştirilmiş yaşam standartlarına sahip olmasını sağlayacaktır. İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım 143 Pan-ICM’nin kurulması üzerinden yoksullukla mücadele, işgücünün küresel düzeyde serbest hareketliliğinin temel insani ihtiyaçların karşılanması adına temel bir insan hakkı olması ile de gerekçelendirilmiştir ve çağdaş kapitalist ulusalcılık, insanlığı “bölmek ve yönetmek” politikası üzerine kurulu kapitalist hegemonik tasarılarını devam ettirmek amacıyla bu insani gereksinimi karşılamamaktadır. ICM’nin kurulum amacı, zaten İKÖ tarafından tasdik edilmiştir. Son Söz İnsan sermayesine yapılan bir yatırım olarak insanların evrensel düzeyde serbest hareketliliği, son derece yaygın sorunlar olarak tüm dünyadaki insanların muzdarip olduğu işsizliğin, yoksulluğun, azgelişmişliğin, güçsüz kılınmanın çözümünde kilit bir noktadır. Yukarıda bahsi geçen ampirik gerçeklerden ve teorik yaklaşımlardan oluşan arka plan karşısında, göç zaten küresel bir olgu hâline gelmişken serbest küresel insan hareketliliği akımının dalgalarının tüm yoğunluğuyla fiilen kurulmuş ve insan ırkının nihai kaderi gibi görünen bir ICM arenasında gerçekleşmesinibeklemek, kaçınılmaz bir mantıki yargıdır.Dolayısıyla ilerici ICM ajandasının uygulanması için sınırsız bir pratik kapsam söz konusudur. Bu arka plan karşısında, en azından İKÖ-üyesi olan ülkelerin İslami bir ideal olarak ICM’nin kurulması noktasında görüş birliğine varmış olması, özel olarak İslam ümmeti için ve genel olarak da tüm insanlık için bir umut ışığıdır. Dolayısıyla ICM, tüm insanların küresel düzeyde serbest bir şekilde göç etmesinin öncüsü olma potansiyeline sahiptir. Bu yüzden, hakiki bir yükümlülük olarak ICM’nin hem lafzen hem de ruhen kurulmasının gerekliliğini anlaması ve bunu uygulaması, tüm Müslüman devletlerin çıkarına olacaktır. 144 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Müstakbel ICM üyesi ülkelerin, öncelikli olarak dünya sahnesindeki coğrafi yakınlıklarından kaynaklanan ideal konumları, aşağıdaki İslam dünyası haritasında da gösterildiği üzere, dünyanın en büyük8 kendine yeterli ICM’sinin başarılı bir şekilde kurulmasının potansiyel olarak sahip olduğu çeşitli faydalarını da yansıtmaktadır. İslam ülkelerinin coğrafi olarak bu şekilde yakın olması, Allah’ın (Sübhanehu ve Teala) İslam ümmetine bağışladığı en büyük nimetlerden biridir. Kaynakça Ali, A. Y. (2004). Translation and commentary of the holy Qur’an. Islamabad: Da’wah Academy. Ali, S. A. (1985). The Muslim world today. Islamabad: National Hijrah Council of Pakistan. Anjum, M. I. (2005). Towards a progressive pan-Islamic monetary regime. In M. A. Choudhury (Ed.), Money and real economy (pp. 9-47). Leeds, India, U.S.A.: Wisdom House. Borjas, G. (2005). Labor economics. McGraw-Hill. Chapra, M. U. (2001). Islamicthoughtandglobaleconomy. IslamicEconomicStudies,9(1), 25. Ghazi, M. A. (2008). Muhadraat-e-seerat. Lahore: Al-Faisal Nashiraan. International Organization for Migration.(2006). World migration: Costs and benefits of international migration 2005. New Delhi: Academic Foundation. Khan, M. A. (1989). Economic teachings of Prophet Muhammad (may peace be upon him): A select anthgology of hadith literature. Islamabad: International Institute of Islamic Economics & Institute of Policy Studies. Organization of Islamic Conference, Resolution No. 37/9/ E (IS) on Establishment of ICM’.Retrieved from http://www.carsicm.ir/icmroot/public/Events/Resolution/1/379-E(IS).pdf Pramanik, A. (1997). Human development with dignity. Kuala Lumpur:CahayaPantai. Rahman, A. (1986). Economic doctrines of Islam. London: Muslim Educational Trust. 8 Yaygın olarak Avrupa Topluluğu olarak bilinen ve günümüz Avrupa Birliği’nde yakın zamanda ortaya çıkan Avrupa Ortak Pazarı (ECM), olası ICM’nin boyutlarından kayda değer derecede küçüktür. Bunun sonucu olarak da ECM, tüm ekonomik kaynaklar açısından kendine yeterli olma potansiyeline sahip müstakbel ICM’nin tersine ekonomik olarak kendine yetememektedir. İşgücünün Serbest Hareketliliği Üzerine İlerlemeci Bir Evrensel İslami Yaklaşım 145 Savasan, F. (April 5, 2015). Discussion on the paper by Muhammad Iqbal Anjum [Review of research paper A progressive universal Islamic Perspective on free mobility of labor, by M.I. Anjum]. In proceedings of Islamic Economics Workshop III Labor in Islamic Economy, pp. 109-121 SESRIC (October, 2007). Population structure of the OIC member countries. Retrieved from http://www.sesrtcic.org/imgs/news/Image/indicators_population.pdf SESRIC. (2008a). The size of the economy in the OIC member countries. Retrieved fromhttp://www.sesrtcic.org/imgs/news/Image/OIC_Outlook_structure_economy.pdf SESRIC. (2008b). Annual economic report on the OIC-countries. Retrieved from http:// www.sesrtcic.org/files/pubs/Annual_Economic_Report_on_the_OIC_Countries_2008_eng.pdf SESRIC. (2008c). Retrieved from http://www.sesrtcic.org/member_countries.php. UNDP. Retrieved from https://data.undp.org World Bank. (2008). World development report. Washington. World Bank. (2014). World development indicators. Retrieved fromhttp://data.worldbank.org/indicator/SI.POV.2DAY. Marksçı, Ana Akım ve İslami İktisatta Emeğin Rolü ve... Salman Ahmed Shaikh Marksçı, Ana Akım ve İslami İktisatta Emeğin Rolü ve Emeğe Yaklaşıma Dair Karşılaştırmalı Bir İnceleme Giriş Emek, tüm süreçlerinin içinde önemli bir üretim faktörüdür. Klasik literatürde emek-değer teorisi, emtia fiyatları hareketliliklerinin temel bir belirleyici unsuru olarak ortaya çıkmaktadır. Sanayi Devrimi’nin ortasında, Marks emeğin sermaye sahipleri tarafından sömürüldüğünü gözlemlemiştir. Üretim süreçleri üzerine yaptığı çalışmasında, Marks tüm değerin üretim sürecinde ve işçilerin çabaları sonucunda yaratıldığını ve buna karşılık sermaye sahiplerinin artı değerleri takas sürecinde iç ettiklerini öne sürmektedir. Sonuç itibarıyla, özel mülkiyet haklarının kaldırılmasını desteklemiş, bu şekilde emeğin artık sermaye sahipleri tarafından sömürülemeyeceğini söylemiştir. Buna karşılık koordinasyon ve teşvikle ilgili problemler yüzünden Marks tarafından önerilen radikal politikanın tam olarak uygulanması mümkün olamamıştır. Ve ister büyük ister küçük ölçekte uygulanmış olsun, nihayetinde terk edilmiştir. Piyasanın feshedilmesi, artık gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin gündeminden kalkmıştır (Arnold, 1987). Alternatif ana akım neok- 148 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK lasik yaklaşım ise, iktisadi aktörlerin maliyet ve faydaların marjinal değerlerine bağlı olarak birey merkezci ekonomik seçimler yaptıkları bir pazar mekanizmasına dayanmaktadır. Dolayısıyla, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ana akım post-klasik iktisat çalışmaları, hane halklarının zamanlarını boş vakit ile işgücü arzı arasında nasıl bölüştüreceklerine karar vermek için yaptıkları ekonomik seçimlere daha fazla odaklanmaktadır. Ayrıca, ana akım literatür de işgücü piyasasının dinamiklerine, ekonomik aktörler arasındaki çatışmalara, içerdekiler-dışardakiler ilişkilerine, endüstriyel organizasyonlara ve işgücü piyasasındaki denge fiyatına engel teşkil eden ve işsizliğin devam etmesine neden olan diğer sürtünmelerle ilgilenmektedir. Böyle bir arka planda, İslami bir bakış açısıyla bakıldığında, temel olarak emeği bir faktör olarak sunan yeni bir pozitivist açıklama geliştirmek ve önermek için çaba göstermeye ya da işgücü piyasası dinamiklerini açıklamaya ihtiyaç yoktur. Ancak iki standart ekonomik yaklaşım arasında doğru bir denge kurmak ve Marksizm’deki koordinasyon ve teşvik başarısızlıklarının üstesinden gelmek ya da kapitalist ekonomide ortaya çıkan emek sömürüsünden ve sermaye sahipleri ile çalışanlar arasında gelir dağılımındaki sistemik eşitsizliklerden kaçınmak için öneriler sunmaya ihtiyacımız vardır. Bu makalede, kapsayıcı iş imkânları yaratan bir ekonomik büyümenin yaratılabilmesi için ne tür politikalar üretilmesi gerektiğini ele alıyoruz. Gerçekten de işsiz bir büyüme ya da kitleler için iş imkânlarını öldüren ve nitelikli insanlardan oluşan ayrıcalıklı bir grup için az sayıda yeni iş imkânı yaratan bir büyüme, arzu edilen bir durum değildir. Bu tür bir ekonomik büyüme artan gelir eşitsizliklerinin daha da körüklenmesiyle sonuçlanacaktır. Aslına bakılırsa, gelir eşitsizlikleri, 1980’lerden beri yaşanan üretim düşüşüne rağmen dünyanın gelişmiş olan kısmında yaklaşık son elli yıldır artmaktadır (Piketty, 2014). Bu çalışmada Marksçı, Ana Akım ve İslami İktisatta Emeğin Rolü ve... 149 aynı zamanda dışlayıcı kurumlar tarafından yaratılan sürtünmelerin nasıl ortadan kaldırılabileceğini; bu şekilde sermayenin dolaşımının nasıl sağlanabileceğini ve girişimci kültürün nasıl teşvik edilebileceğini de ele alıyoruz. Yeniliklerin, özel mülkiyet haklarının ve ekonomik özgürlüğün önü kesilmeden emeğin sömürülmesinin önüne nasıl geçilebileceğini analiz ediyor ve önerilerde bulunuyoruz. İslam iktisadının kendine özgü dünya görüşü, çalışma etiği ve ekonomik kurumları ile bu problemleri Marksçı ve ana akım iktisada kıyasla barışçı bir yolla nasıl çözdüğünü açıklıyoruz. Makalede şu şekilde ilerliyoruz: İkinci kısımda, emeğe Marksçı yaklaşımı eleştirel bir şekilde değerlendiriyoruz. Üçüncü kısımda, neoklasik iktisatta işgücünün nasıl kuramsallaştırıldığını tartışıyoruz. Özel mülkiyet haklarının tanınmasının, yeniliklerin ve sermaye oluşumunun teşvik edilmesinde kritik ve temel bir rolü olduğunu belirtiyoruz. Ancak bir sonuç olarak ortaya çıkan sistemik eşitsizlikler dışlayıcı kurumların ortadan kaldırılmasıyla çözülebilir. Dördüncü kısımda, Marksçı, neoklasik ve İslami iktisatlarda emeğin rolünü ve emeğe karşı yaklaşımları karşılaştırıyoruz. Beşinci kısımda, İslami bir iktisadın sermaye sahipleri ile çalışanlar arasında nasıl eşitlikçi bir gelir dağılımı sağladığını tartışıyoruz. Son olarak altıncı kısımda geleneksel bir ekonomi ile karşılaştırıldığında İslami bir ekonomide işgücü arzı kararlarını ele alıyoruz. Marksçı Emek Görüşünün Bir Eleştirisi Marksçı iktisatta, emeğin üretim sürecinde bir artı değer yarattığı ve sermaye sahiplerinin bu artı değeri takas sürecinde iç ettiklerini öne sürmektedir. Marks, sermaye sahiplerinin emeğin kullanım değerini (hizmet) satın aldıklarını ve işçilere emek süresinin takas değerine denk bir ödeme yaptıklarını söylemektedir (Weeks, 1990). Ancak sermaye sahipleri ‘işgücü’ tarafından 150 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK üretilen ürünleri sattıkları zaman, bu ürünler daha yüksek bir takas değerine sahip olmaktadır ve bu fazlalık artı değer olarak bilinmektedir (Shaikh, 1982). Artı değer birikir ve bu, sermaye sahipleri tarafından emeğin sömürülmesi anlamına gelmektedir (Hasan, 2007). Ancak, daha yakından yapılacak bir sorgulama, işçilerin ve sermaye sahipleri için yapılan ödemelerin üretim sürecinde farklılık gösterdiğini açıkça göstermektedir. İşçiler sabit ücretler alırken sermaye sahipleri bir malın ya da hizmetin takas sürecinde satılmasından sabit olmayan kârlar elde etmektedirler. Sermaye sahipleri, Marks’ın fazla önem vermediği bazı önemli fonksiyonları gerçekleştirmektedir ve işçilere istihdam sağlamaktadır. Çalışanlar, sermaye sahiplerinin elde ettiği kâr ne olursa olsun aynı sabit ücreti almaktadırlar ki bu negatif bir kâr da olabilir (Eubank, 2011). Sanayi Devrimi’nin zirvesinde kaybetme eğilimlerinin görülmesi nadir bir olaydı; ancak bu, sermaye sahiplerinin tüm üretim süreçlerinde mutlaka kâr elde edecekleri anlamına gelmemektedir. Eğer pazarda dağıtım verimliliği varsa, bu durumda üretici ücreti ancak üretim maliyeti kadardır ki bu bir girişimci için yalnızca normal kârı içermektedir. Ayrıca, Sanayi Devrimi esnasında emeğin sömürüldüğü ülkelerde, kişi başına düşen millî gelir kat kat artmıştır. Deneyimlerimiz ve elimizdeki veriler sayesinde biliyoruz ki yeni başlangıç yapan şirketlerin çoğu iflas etmektedir ve sermaye sahipleri üretim süreçlerinde her zaman işgücünden daha fazla bir değer elde etmeyi başaramamaktadır. Bu yüzden, sermaye sahipleri değişken kârlar elde etme, fiyatlarda, satışlarda ve üretim sürecinde dalgalanmalar yaşanması riskini alırlar ve risk almaları için teşvik edilmeleri gerekmektedir. Bu teşvik, ürünlerin satışından kâr elde edebilmekte yatmaktadır. Ancak bu kârlar negatif değerleri de gösterebilir. Malların rekabetçi bir yapıya sahip pazarlarda, gönüllü alıcılara (gerçek değerleriyle) satılmasıyla kâr elde ettikleri sürece, bu İslam tarafından sömürü olarak görülmemektedir. Marksçı, Ana Akım ve İslami İktisatta Emeğin Rolü ve... 151 Ayrıca, toplumsal ilişkiler bugünlerde karşılıklı olarak kapsayıcı değildir. Şirket personeli hisse alım planları, genel ve sınırlı ortaklıklar ve anonim ortaklık şirketleri, faktör ilişkilerinin niteliğini değiştirmiştir. Anonim bir ortaklıkta, tek bir büyük sermayedar yoktur, çok sayıda küçük hissedar söz konusudur. Bu hissedarlar, diğer şirketlerde çalışanların kendileridir. Günümüzde, bilim adamları, programcılar ve sanatçılar patent sahibi olabilmektedir. Cohen (1979), emek-değer teorisinin Marksizm tarafından kapitalizme yöneltilen sömürü suçlamaları için uygun bir dayanak olmadığını iddia etmektedir. Üretim için sarf edilen emek süresinin bir işten başka bir işe ve bir şirketten başka bir şirkete değişebileceğini iddia etmek doğrudur. Üretim sürecindeki her bir faktörün verimliliği de buna bağlı olarak ulaşılabilirliğe, kaliteye ve üretim sürecindeki diğer faktörlerle etkileşime bağlı olacaktır. Marks, “toplumsal gerekliliği olan emek süresi” tabirini ortaya atmış ve artı değerin ölçülmesi ve sömürünün analiz edilmesi için bir kıstas sağlamıştır (Folbre, 1982). Ancak “toplumsal gerekliliği olan emek süresi” için üretim süreçlerinin karmaşıklığı ve işçilerin diğer çeşitli girdi faktörleri ile birlikte çalıştığı heterojen işler göz önünde bulundurulursa standart ve fikir birliğine dayalı bir ölçü geliştirmek imkânsıza yakındır. Marks’a göre işçinin gelir elde etmek için kullanabileceği tek bir şeyi vardır, o da işgücüdür. Peki, neden bir sermayedar olmamaktadır? Başlangıç sermayesinin olmamasının bir engel teşkil ettiği söylenebilir. Ancak gelişmiş ülkelerin çoğunda borçlanma kısıtlamaları daha azdır. Peki, neden insanların çoğunluğu girişimci olmayı tercih etmemektedir? Eğer işçi sınıfı sayı olarak daima sermaye sahiplerinden daha fazla olacaksa demokrasilerin çoğunda piyasa sistemi neden yıkılmamaktadır? İşin aslı şudur ki piyasalar teşvik önlemleri uygulamakta, rekabeti özendirmekte ve sermaye birikimine, teknolojik değişikliklere, ekonomik büyümeye ve 152 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK geniş bir çeşide sahip malların ve hizmetlerin alışverişine olanak sağlamaktadır. Bowles ve Grintis (1975), neoklasik iktisatçıların işgücüne yalnızca ticari bir mal olarak muamele ettiklerini ve işgücü piyasalarının da yalnızca diğer malların piyasaları gibi analiz edildiğini öne sürmektedir. Emeği ve insanları bu şekilde mekanik bir yaklaşımla ele almanın sömürüyle ve dışlayıcı politik, ekonomik ve mali kurumların olumsuz etkilerinin görmezden gelinmesiyle sonuçlanabileceği ve hatta sonuçlandığı doğrudur. Ancak son dönemde yapılan çalışmalar, işgücü arzının nasıl oluştuğunu, bireylerin kendi vakitlerini boş vakit ile işgücü arzı arasında nasıl paylaştıracaklarına bireysel faydalarını maksimize edecek şekilde karar verdikleri bir tüketim-boş vakit fayda maksimizasyonu çerçevesinde ele almaktadır. Bir insan, eğer gelir etkisi ikame etkisine baskın gelirse bir ücret zammından sonra daha az işgücü arz etmeye karar verebilir. Dolayısıyla modern mikro temelli ana akım makroekonomilerde, işgücü arzı kararı bağımsız olarak görülebilir. İslami bakış açısına göre, insanların yasal ve etik bir şekilde malların ticaretiyle gönüllü olarak uğraşmasında ve uzmanlaşmasında bir sorun yoktur. İslam, çalışırken farklı derecelerde çaba gösteren ve farklı seviyelerde becerilere sahip olan tüm insanlar için keyfî bir gelir dağılımı önermez. Komünizmin sunduğu eşit ücret ve yaşam standardı, görünürde ve çok da kullanılabilir ve talep edilen becerilere, nitelikli eğitimlere ve elverişli koşullara sahip olmayan kitleler için çok çekicidir. Birer insan olarak herkesin eşit haklara ve eşit yaşam standartlarına sahip olması fikri ikna edici görünmektedir. Ancak insanların risk alma konusunda farklı toleransları, doğuştan gelen farklı özellikleri, hayatta ve kariyerlerinde ilerleme fikrine karşı farklı tutumları, farklı düzeyde hırsları olduğu bir gerçektir ve bunların bir sonucu olarak eğitim almak ve becerilerini geliştirmek için farklı düzeylerde çaba harcarlar; sonuç Marksçı, Ana Akım ve İslami İktisatta Emeğin Rolü ve... 153 olarak da üretkenlik seviyeleri farklı olur. Yukarıda altı çizilen özelliklerinin farklı olması, mutlaka bir ayrımcılığın ya da sömürünün sonucu olmak durumunda değildir. Bunların çoğu kişilerin kendileri, zamanlar arası tercihleri tarafından kontrol edilebilir ve belirlenebilir. Tüm bu unsurları görmezden gelip herkesin elde edeceği faydayı eşitlemek adaletsiz olacaktır. Neoklasik Teoride Emek Klasik ekonomide, emek-değer teorisi bazı malların fiyatının neden diğer mallarınkinden daha yüksek olduğunu açıklamak için bir çerçeve olarak kullanılmıştır. Eğer bir eşyanın üretimi daha fazla işgücü gerektiriyorsa bu tür malların fiyatları, üretimleri için daha az işçilik saati harcanması gereken malların fiyatlarından daha yüksek olacaktır. Bu teori, Sanayi Devrimi öncesi dönemde itibar görmüştür ve İbn-i Haldûn gibi Müslüman düşünürler, üretim süreçlerini ve fiyatların belirlenmesini açıklamak için bunu kullanan Adam Smith, Ricardo ve Marks’tan çok daha önce bu konuyu çalışmalarında açıklamışlardır (Azid, 2010). Sonrasında, piyasalarda arz ve talebin davranışı için dayanak noktası olan marjinal değer ve marjinal maliyet ilkesi bu teorinin yerini almıştır. İşgücü iktisadına bir başka çalışma dizisi, işgücü piyasasının kendisine ve işgücü piyasasında ücretlerin nasıl belirlendiğine odaklanmaktadır. Sürtünmesiz bir işgücü piyasası dengesi, arz şoklarının ve teknolojik gelişmelerin denge ücreti ve denge istihdamı üzerindeki karşılaştırmalı statik sonuçlarını analiz etmek için basit ve kullanışlı bir çerçevedir. Ancak sürtünmesiz model hem işsizliğin hem de açık kadroların nasıl aynı anda var olduğunu açıklayamamaktadır (Rogerson, Shimer & Wright, 2005). Sonrasında araştırma modelleri, ampirik gerçeklikleri modelin kapsamına dâhil edebilmek için sürtünmeleri de ekleyerek boşlukları doldurmaya çalışmıştır. Peter Diamond, Dale Mortensen 154 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ve Christopher Pissarides, bu çalışma alanına yaptıkları katkılarla öne çıkanlardan bazılarıdır. Diamond (1982) ve Mortensen ve Pissarides (1994), ücretlerin tespitini araştırma modelleri dâhilinde açıklamışlar ve iş imkânlarının sürtünmeler tarafından yaratıldığını ya da ortadan kaldırıldığını ifade etmişlerdir. Bu literatür kolu, işgücü piyasası dinamiklerinin ampirik gerçekliklerinin pozitif açıklamalarına odaklanmaktadır. İşgücü iktisadına dair bir başka çalışma dizisi, kısa dönem konjonktür devirleri dalgalanmalarını açıklamak için işgücü piyasası esneksizliklerini özellikle de ücret esneksizliğini açıklamaya çalışmaktadır. Ücret esneksizliği, işçiler tarafından gösterilen çabanın değişiklik göstermesi ve şirketlerin denge fiyatının üzerinde ödeme yapma eğilimleri temelinde yani yetenek havuzunu elde tutmak ve vazifeden kaçınmayı engellemek için teşvik ikramiyelerinin verilmesi temelinde açıklanmaktadır. Yeni Keynesçi iktisatçılar ve diğer iktisatçılar da içerdekiler-dışardakiler ilişkilerinin ücret esneksizliğine nasıl sebep olduğunu açıklamak için endüstriyel organizasyona odaklanmış ve işçi sendikalarını modellere dâhil etmişlerdir. Yine de başka bir çalışma dizisi, iş arzının ve iş talebinin mikro temellerini açıklamaya odaklanmıştır. Mikro düzeydeki işgücü arzı kararlarını açıklayabilmek için ana akım mikroekonomi teorisi tüketim-boş vakit çerçevesini vaktin boş vakit ile çalışma arasında bölüştürülmesini açıklamak için kullanmaktadır. Sonraki çalışmalar, bu çerçeveyi bir dayanak noktası olarak kullanmak kaydıyla göçmenlerin, kadınların, azınlıkların vs. işgücü arz dinamiklerini açıklamaya çalışmaktadır. Marksçı çerçevedeki koordinasyonla ve teşvikle ilgili problemlerin üstesinden gelmek adına, mülkiyet haklarının sağlanması ve birey merkezci seçimler daha iyi bir alternatif sunarken; kapitalist ekonomi, sermaye sahipleri ile çalışanlar arasındaki gelir eşitsizliklerine neden olan sistemik eşitsizliklerin ortaya Marksçı, Ana Akım ve İslami İktisatta Emeğin Rolü ve... 155 çıkmasına neden olan dışlayıcı kurumları denetlemeyi başaramamıştır. Servet eşitsizliğinin kapitalist bir toplumda hâlâ devam etmesinin iki sebebi vardı: 1) Faiz getiren sermaye birikimi ve 2) Etkisiz hâle getirilmiş servetin yeniden dağılımını sağlayan mekanizmalar. Geniş tabanlı varlık vergilerinin alınmaması ve parasal sermaye üzerinden bileşik faizin alınmasına izin veren hukuki hükümler, bir piyasa ekonomisinde servetin yalnızca belli ellerde toplanmasının temel nedenlerini oluşturmaktadır. Das Capital (Cilt III, Bölüm 24), bir ifade ile başlar: “Sermaye ilişkileri, en maddileşmiş ve en fetiş biçimine, faiz getiren sermaye formunda ulaşmaktadır.” Sermaye sahiplerinin sabit faiz oranları sayesinde gelir elde etme olanağına sahip olması, sermayelerini riske atmaya gönülsüz olmaları ile sonuçlandığı için girişimci uğraşlara kalkışmanın önünde bir caydırıcı bir unsur olarak durmakta ve bu nedenle ekonomideki yatırımlara engel olmaktadır. Üretim faaliyetlerindeki potansiyel yatırımların gerilemesi, reel sektörün ekonomik büyümesini de azaltmakta, işsizliği arttırmakta ve transfer ödemeleri harcamalarını arttırarak devletin mali konumuna daha fazla sorumluluk yüklemektedir. Bu durumda, eğer daha fazla para basılırsa ulusal borçluluk artar ve bu da nihayetinde, ülkenin gayrisafi millî gelirinin büyük kısmını her yıl faiz formunda ödemesi ile sonuçlanır. İslam bir ekonomide gelirin ve servet eşitsizliklerinin kalıcı olmasına neden olan dışlayıcı kurumları, özellikle de faiz kurumunu ve kapitalist demokrasilerde gelecek nesillerin refahını, aşırı boyutlarda açık finansman ve enflasyon vergileriyle tehlikeye atacak şekilde, elit menfaat grupları için vergi politikaları geliştirme özgürlüğü kurumunu, izale eder. Servet ve üretim üzerinden, herkes için uygulanacak bir zekât vergisinin alınması, vergi oranının düzleşmesiyle ve konjonktür devrinin otomatik istikrarının sağlanmasıyla sonuçlanabilir. Bunun sonucu olarak da 156 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ekonomideki uzun vadeli yatırımları ve özel sektörde maliye politikalarındaki ani değişikliklerden endişe ederek uzun vadeli planlar yapmaktan kaçınmadan kararlar alınmasını teşvik edebilir. İslami Bir Bakış Açısıyla Emek: Karşılaştırmalı Bir Değerlendirme Bir üretim faktörü olarak emek, ücret ya da maaş formunda bir bedel karşılığında bir sözleşme yoluyla fiziksel ya da zihinsel bir efor sarfı anlamına gelmektedir (Sadeq, 1987). İslami bir bakış açısından, emeğin bu ana akım tanımı ve üretim sürecindeki rolüyle ilgili temel bir problem yoktur. Buna karşılık İslami bir çerçevede ortaya çıkan kilit farklılık, filtreleme görevini yapan ahlaki emirler ve hem sermaye sahiplerinin hem de işçilerin ekonomik davranışları üzerindeki hukuki ve ahlaki zorunlulukların tanımlanması sürecinde etik kontrollerin yapılması noktasında ortaya çıkmaktadır. İslami bir ekonomide, “risk temelli üretken girişim” ve “faizsiz finansal aracılık” prensibi, kapsayıcı ve dağılım etkileri söz konusu olduğunda hiyerarşik olmayan bir büyümeyle sonuçlanabilir. Risk temelli üretken girişim, parasal sermaye için faiz formunda sabit bir gelir elde edilmesini yasaklayan İslami bir ekonomide sermaye oluşumunu ve girişimciliği destekleyebilir. Girişimci faaliyetler dolayısıyla yatırımda yaşanan artış, işgücü talebini ve ücretleri arttıracaktır. Ücretlerdeki artış ise yoksul işçi sınıfının yaşam standartlarını iyileştirecek ve üretkenliklerini daha da geliştirmelerini sağlayacaktır. Üretkenlik aynı zamanda işçi başına sermaye ile de artabilir. Tablo 1’de, Marksçı, neoklasik ve İslami iktisatların emeğe yaklaşımları ve emeğin rolü ve emekle ilgili meseleleri nasıl tanımladıkları özet bir şekilde karşılaştırılmaktadır. Marksçı, Ana Akım ve İslami İktisatta Emeğin Rolü ve... Görüşler Marksizm Kapitalizm Özel Mülkiyet Hakları Evet. Yazılı kanunların Hayır. Tüm ötesinde, özel mallar, bir bümülkün edinimi, tün olarak halka kullanımı ve aittir. Merkezî elden çıkarımı olarak tutulur, için hiç bir şeye kullanılır ve karşı sorumluluk yönetilir. ve hesap verme zorunluluğu söz konusu değildir. 157 İslami Bakış Açısı Evet. Ancak elde edinimi ve kullanımı, her şeyin Allah’a ait olduğu ve insanların onları emanet olarak bulundurdukları koşuluna tabidir. Yalnızca işçinin emeği bir değer yaratır. Meşru ticareti yapılabilir malların Değer, marjinal takas sürecinde değere bağlı takas değer belirlenir. sürecinde belirÖrneğin para, tilenir. careti yapılabilen bir mal değildir. Yoktur. Sermaye sahibi Gelir Dağıtarafından elde lımda Seredilen kâr, tamaye Sahibikas sürecinde nin Payı iç edilen artı değerdir. Meşru malların ticareti üzerinden Takas sürecindeki ve kanunlara ve risk temelli kârahlaki emirlerin lar. Girişimciyi ruhuna sıkıca risk alması, yebağlı kalınarak nilik yapması ve yapılan takas fikir üretmesi için sürecinde elde teşvik eder. edilen risk temelli kararlar. Değerin Yaratılması Gelirin ve Servetin Yeniden Dağılımı Özel mülkiyet hakkı olmadan merkezî planlama nihayetinde mükemmel eşitliği sağlayacağı için ihtiyaç yoktur. Eşitsizliğe tolere edilir ve zorunlu olarak kabul edilir. Yeniden dağılım artan oranlı vergiler üzerinden sağlanır. Paylaşmak ve vermek için başka bir ahlaki zorunluluk söz konusu değildir. Faize dayalı finansal aracılık gibi kurumlar reddedilir. Yeniden dağılım, zekât, infak, vakfetme ve miras dağılımı yollarıyla sağlanır. 158 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Ödül yoktur. Tüm değer üretim sürecinde Girişimci işçilerin emeği risklerin ile üretilmekalınması için tedir. Sermaye ödül. sahipleri takas sürecinde iç eder. Elde edilmesi beklenen pozitif kâr. Yalnızca özgürlüğü ve doğrudan ilişkilerdeki hakları düzenleyen kanunlar haricinde, pek fazla normatif zorunluluk yoktur. Malların meşru ticaretinden elde edilmesi beklenen kâr. Mallar İslami ahlaki emirlere göre alınıp satılabilir. Beceri, çaba, işin doğası ve marjinal üretkenlik seviyelerindeki farklılıklara rağmen izin verilmez. Beceri, çaba, işin doğası ve marjinal üretkenlik seviyelerindeki farklılıklara bağlı olarak izin verilir. Ancak içerdekiler-dışardakiler ve aktör problemleriyle baş edilmesi için etik bir sorumluluk söz konusu değildir. İzin verilir. Ancak ek olarak yukarıya doğru bir hareketlilik için becerilerin kullanılması olanaklarını eşitlemek için dışlayıcı ve eşitsizlik-eğilimli kurumların etkisi minimize edilir. Ücret eşitsizliği İkinci olarak İslam’ın bazı belli kurumlarını, özellikle de işgücü piyasasındaki bozukluklarına, asimetrik bilgiye ve çatışan teşvik tedbirlerine çözüm getiren, İslam çalışma etiğini ele alıyoruz. İslami çalışma etiği, maddi kaygılardan ya da erdemli davranışlar sergilemeye yönelik hukuki gerekliliklerden kaynaklanmamakta, kaynağını doğrudan tevhit ve diğer dünyada hesap verme anlayışından almaktadır. Bu da Allah tarafından koyulan sorumlulukların sınırları içerisinde eşsiz ve özgün bir sorumluluk temelli özel mülkiyet hakkı kavramını ve sosyoekonomik özgürlük algısını beraberinde getirmektedir. Azid (2010), İslam’da işgücü piyasasının İslami adalet ve hakkaniyet kanunları ile yönetildiğini açıklamaktadır. Bu inançlar, İslami çalışma etiğine şekilde vermektedir ve bu etik, ekonomik seçimler üzerinde muazzam bir etkiye sahiptir. Marksçı, Ana Akım ve İslami İktisatta Emeğin Rolü ve... 159 Örneğin, modern işgücü iktisadında, insanların işten kaçmalarını (düşük performans göstermelerini) önlemek için ikramiye ücreti ödenmesi tavsiye edilmektedir. Ancak diğer dünyada hesap verileceğine dair inanç, kişiyi becerilerini adilane bir şekilde kullanmaya zorlamaktadır çünkü bilinçli bir şekilde düşük performans sergilemesi bu dünyada fark edilemeyecekse bile diğer dünyada hesabı sorulacaktır. İslam insanların borçlanmaktan, birine bağlı yaşamaktan kaçınmaları için teşvik eder. Bu koruma ücretlerinde bir düşüş gerçekleşmesini sağlayarak işgücü arzı üzerinde olumlu bir etkiye sahip olabilir ve bu da daha az insanın transfer ödemelerine bağlı olarak yaşamasını sağlayacaktır. Bir hadiste şöyle söylenmektedir: “Hakîm bin Hizam tarafından rivayet edilmiştir: Peygamberimiz dedi ki “Üstteki el, alttaki elden daha hayırlıdır (veren el alan elden hayırlıdır). Yardım etmeye, geçimini üstlendiğin kimselerden başla! Sadakanın hayırlısı, zengin bir kimse tarafından (ihtiyaç fazlası maldan) verilendir. Kim insanlardan bir şey istemezse, Allah onu kimseye muhtaç etmez. Kim de tokgözlü olursa, Allah onu zengin kılar.” (Sahih-i Buhari: Kitap 24, No. 508) Benzer bir şekilde, İslam’daki ‘kardeşlik’ ve ‘adalet’ kavramları, bir organizasyonda hâlihazırda çalışmakta olan insanların kendi çıkarlarına zarar verecek ama dışarıdakilerin işe alımında bir artış sağlayarak topluma olumlu bir katkıda bulunabilecek bir politika değişikliğine izin vermemelerinden kaynaklanan ‘içerdekiler-dışardakiler’ problemine de çözüm olabilir. Bu şekilde, diğer dünyada hesap vereceğine inanan ve kişisel mülkiyetini, toplumsal ve mesleki otoritesini ve fiziksel ve zihinsel kabiliyetlerini kendisine verilen bir emanet olarak gören biri tarafından, dışsallıklar karar verme sürecinde içselleştirilir. Adalet, ihsan ve uhuvvet (kardeşlik) değerleriyle dolu olarak işverenler ile çalışanlar arasındaki ilişkiler anlayışlı, huzurlu ve uyumlu olacaktır (Akhtar, 1992). İslami çalışma etiği, işverenlerin davranışları üzerinde de etkilidir. İşverenler, işçilerine aşırı yük yüklememe, gerekirse işle- 160 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK rinde onlara yardımcı olma ve ücretlerini herhangi bir gecikme olmadan ödemekle yükümlüdürler. Hz. Muhammed şöyle söylemiştir: “Üç kişi vardır ki kıyamet günü ben onların düşmanı olacağım: bunlardan biri, bir işçi tutup ücretini ödemeyen kimsedir.” [Buhari, No: 2109]. Bir başka hadiste, işverenlere emirleri altındakilere adil bir şekilde muamele etmeleri ve onlara göz kulak olmaları söylenmektedir. Peygamberimiz şöyle söylemiştir: “Onlar (çalıştırdığınız işçiler) sizin kardeşleriniz ve yakın adamlarınızdır. Allah onları ellerinizin altına (emaneten) koymuştur. Öyleyse, kimin kardeşi eli altında ise, yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin, yapamayacağı iş buyurmasın, eğer buyurursa ona yardım etsin.” [Buhari, No: 2359]. Son olarak İslam’ın eğitime ve üretken bir şekilde çalışabilmek için insan kaynağı geliştirilmesine yaptığı vurguyu ele alıyoruz. Gelişmekte olan ülkelerin çoğunun daha düşük işgücü üretkenliğine sahip olduğu, ampirik bir gerçektir. İnsanların üretkenliklerini arttıramamalarının nedenlerinden bazıları şunlardır: eğitimsizlik ve dolayısıyla kullanılabilir becerilerin eksikliği, sağlıksızlık ve kötü beslenme. İslam, tüm Müslümanlara-erkeklere ve kadınlara-kendilerini eğitme sorumluluğunu yükler. İslam, Müslümanlara girişimcilik yoluyla ya da üretim faaliyetlerinde kullanılmak üzere emeklerini sunarak helal bir gelir kaynağı bulma sorumluluğunu yükler. Bu da dolayısıyla efektif ve daha üretken işgücü arzını ve aynı zamanda girişimcilik sermayesini arttıracaktır. İslami bir Ekonomide Eşitlikçi Gelir Dağılımının Sağlanması Bu bölümde, ev hanesinin İslami bir ekonomide nasıl gelir kazandığını ele alıyoruz. Bir bireyin gelir fonksiyonu aşağıdaki gibi ifade edilebilir: It= wLt + E( t ) + rA --- (i) Burada, Marksçı, Ana Akım ve İslami İktisatta Emeğin Rolü ve... 161 ‘r’ fiziksel varlıkların, ‘A’, kirasını ifade etmektedir. Piyasa ücreti ‘w’ ve işgücü arzı Lt’dir. Lt’nin, kapitalist bir ekonomiye kıyasla İslami bir ekonomide daha yüksek olması beklenir. Bunun nedeni, İslami bir ekonomideki kullanılabilir gelir kaynaklarının, geçmişte biriktirilmiş bir servetin doğrudan bir fonksiyonu olan sürekli bir gelir kaynağına izin vermemesidir. E( t ), bir birey için ‘t’ süresi içerisinde doğrudan ya da dolaylı olarak katıldığı girişimci aktivitelerden kazandığı gelirdir. E( t ), bir denklemle (ii) ifade edilebilir: E( t ) = = 1 pj j --- (ii) 0<pj<1 koşulu ile. Burada, pj, ‘t’ zamanında, ‘t-1’ zaman periyodu için kabul edilen ‘j’ projesindeki kar paylaşım oranını, , ‘j’ projesinden elde edilen kârı ifade etmektedir. j Eğer bir kişi bir ‘j’ projesindeki tek kişiyse, pj 1’e eşit olacaktır. İslami bir ekonomide, risksiz bir gelirin mümkün olmadığı görülebilir. Meşru gelir kaynakları, işgücü gibi faktör hizmetleri sunmaktan, toprak sahibi olmaktan, mülkiyetten ve riskten elde edilen geliri ve ekonominin reel sektöründeki yatırım olanaklarını girişimci bir şekilde kullanmakla elde edilen diğer gelirlerden oluşmaktadır. Eğer yatırım olanaklarından elde edilen ortalama nihai hâsılat düşükse, hane halkının girişimci yatırımlarından elde ettikleri düşük geliri telafi etmek için işgücü arzlarını arttırmaları gerekecektir. İşgücü arzındaki artış, üretim sektöründeki ücret ödemelerini azaltacak ve bu şekilde girişimci yatırımlardan elde edilen nihai hâsılatın yükselmesini sağlayacaktır. Bu şekilde, sermaye hareketliliğinin ve işgücü piyasası geçişlerinin bu uyum süreci, risk toleransı, risk tercihleri, efor ve becerilerdeki farklılıklar haricinde çalışanlarla sermaye sahiplerinin gelirdeki paylarının birbirine daha yakın olmasını sağlayacaktır. 162 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK İslami Bir Ekonomide İşgücü Arzı Tercihleri ve Piyasa Dengesi Bu bölümde, işçilerin belli bir miktardaki tüketim mallarını satın alabilmek için gerekli olan geliri sağlamak amacıyla, zamanlarını boş vakit ile çalışma saatleri arasında nasıl paylaştırdıklarını açıklayan basit bir model sunuyoruz. Bir kişinin bazı mal ve hizmetleri tüketmek istediğini ve emeğe dayalı olan ya da olmayan şekillerde gelir elde ederek satın alma gücüne sahip olduğunu varsayalım. Kapitalist bir ekonomide, bu kişi birikmiş serveti üzerinden faiz ile gelir elde edebilir. İslami bir ekonomide ise, bu emeğe dayalı olmayan gelir kaynağına izin verilmez. Toplam zaman, çalışarak (n) ya da boş vakit olarak ayırarak (l) geçirilebilir. Toplam zaman 1’e normalize edilebilir. Yani, n+1=1 --- (iii) Toplam gelir, aşağıdaki denklemle (iv) gösterilmektedir: I=nW + rC --- (iv) Burada ‘I’ toplam geliri, ‘C’ üzerinden alınacak faiz ile gelir elde edilebilecek olan birikmiş serveti ve ‘r’ de ana akım bir ekonomi tarafından teklif edilen faiz oranını ifade etmektedir. Bu kişi bu geliri tüketim mallarını satın alarak tüketebilir. Bu durumda, bütçe kısıtlamaları aşağıdaki denklemle (v) gösterilmektedir: Pc + WI = nW + rC --- (v) Burada ‘P’ çeşitli tüketim mallarının fiyatını, ‘c’ ise tüketim harcamalarını ifade etmektedir. Eşitliğin sol tarafında harcamaları ifade etmekte, sağ tarafı ise geliri göstermektedir. Burada, boş vaktin maliyeti, kendisinden vazgeçilen nominal ücrettir, ‘W’. Denklemleri çözerek ‘c’yi elde edersek, bir başka denklem (vi) elde ederiz: c= (n-1)W + rC --- (vi) p p rC terimi İslami bir çerçevede ortadan kalkacağı için kişi belp li bir tüketim seviyesinde kalabilmek için ya daha fazla işgücü Marksçı, Ana Akım ve İslami İktisatta Emeğin Rolü ve... 163 arzında bulunacak ya da girişimci yatırımlara, doğrudan ya da finansal piyasalar veya aracılar üzerinden daha fazla sermaye yatıracaktır. Her iki durumda da işgücü arzı ve işgücü talebi eğrilerinde yaşanacak sağa doğru kaymalar, piyasa istihdamını arttıracaktır. Bu şekilde, İslami bir çerçevede, yalnızca istihdam olanakları artmakla kalmayacak, aynı zamanda kendi işinde çalışanların ve girişim faaliyetlerinde bulunanların sayılarında da eş zamanlı bir artış olacaktır (Khan, 1992). Bir sonraki aşamada, İslami bir ekonomideki işgücü piyasası dengesini ele alıyoruz. İşgücü arzı fonksiyonu, aşağıdaki denklemle (vii) ifade edilmektedir: NS=a0— NW + w — TR --- (vii) Burada, NS işgücü arzını, NW zekât ödemelerinden sonra net serveti, w kiralanan emek birimi başına piyasa ücretini, TR transfer gelirlerini, a0tüm diğer değişkenlerin toplamını ifade etmektedir. ’nin negatif bir değer aldığını görebiliriz. Dolayısıyla, servetteki bir artış, işgücü arzında azalmaya neden olacaktır. Zekât kurumu sayesinde, NW değeri zamanla azalan bir fonksiyon gösterecektir. İşgücü katılımındaki artış da işçilere ulaşan toplam gelirde artış olmasını sağlayacaktır. İşgücü talep fonksiyonu, aşağıdaki denklemle (viii) ifade edilmektedir: ND=a1 --- w --- (viii) Burada, ND işgücü talebini, w kiralanan emek birimi başına piyasa ücretini, a1 üretkenlik, sermaye birikimi vs. gibi tüm diğer değişkenlerin toplamını ifade etmektedir. Denge durumunda, ND = NS 164 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK a0 ---- NW + w ---- TR = a1 ---- w 2w = a1 ---- a0 + NW + TR w = 1 {a1 ---- a0 + NW + TR} 2 İstihdamın denge seviyesini gösteren denklem aşağıda gösterildiği şekilde elde edilmektedir: N = a1 ---- w N = a1 ---- 1 {a1 ---- a0 + NW + TR} 2 2a1 ---- {a1 ---- a0 + NW + TR} N= 2 a + a ---- NW ---- TR N= 1 0 2 ’nin negatif bir değer aldığını görebiliriz. Dolayısıyla servette bir azalma olması, istihdamın denge seviyesini arttırmaktadır. ise negatiftir. Dolayısıyla üretkenlik ve sermaye birikimindeki bir artış denge durumu istihdamını da arttırmaktadır. Ayrıca, da negatiftir. Sonuç Bu makalede, Marksçı, ana akım ve İslami iktisadın emeğe yaklaşımlarını ve bu yaklaşımlar nezdinde emeğin rolünü karşılaştırmalı olarak analiz ettik. Marksçı emek yaklaşımının girişimcilerin rolüne zarar verdiğini savunduk. Aynı zamanda, ana akım iktisadın da özellikle de biriktirilmiş servet üzerinden faiz temelli kazanç yolları ve artık etkisiz hâle getirilmiş servetin yeniden dağılımını sağlayan mekanizmalar gibi dışlayıcı kurumlar dolayısıyla, sermaye sahipleri ile işçi sınıfı arasında istikrarlı bir denge yaratmayı başaramadığını tartıştık. İslami bir ekonomide, faizin men edilmesinin üretken girişimleri ve sermaye oluşumunu teşvik ettiğini öne sürdük. Bu unsurların şirketler tarafından yapılan işgücü talebini canlandırdığını gösterdik. Tüketim-boş Marksçı, Ana Akım ve İslami İktisatta Emeğin Rolü ve... 165 vakit seçimleri çerçevesinde alınan mikro ekonomik kararlarda, İslami kurumlar işgücü arzını olumlu yönde arttırmaktadır. İslami bir ekonomide, zekât ve miras kanunları sayesinde servetin yeniden dağılımının, servetin dolaşımda kalmasını sağladığını gösterdik. Bunlara ek olarak faizin yasaklaması parasal sermaye üzerinden risksiz gelir elde edilmesini önlemektedir. Bu, boş vaktin maliyetini arttırmakta ve insanların daha fazla işgücü arz etmesini ya da parasal sermayelerini üretken girişimlere yatırmalarını sağlamaktadır. Son olarak İslami çalışma etiğinin teşvik önlemleri ve içerdekiler-dışardakiler ilişkileri dolayısıyla ortaya çıkan manevi yozlaşma, işten kaçma ve işgücü piyasasında esnemezlik gibi problemlerle başa çıkılmasında nasıl bir etkisi olduğunu ele aldık. Kaynakça Akhtar, M. R. (1992). An Islamic framework for employer-employee relationship. The American Journal of Islamic Social Sciences, 9(2), 202-218. Arnold, N. S (1987). Marx & disequilibrium in market socialist relations of production. Economics and Philosophy, 3(1), 23-47. Azid, T. (2010). Appraisal of the status on research on labor economics in the Islamic framework. Paper presented at the 7th International Conference on Islamic Economics, King Abdul Aziz University. Bowles, S., & Gintis, H. (1975). The problem with human capital theory-a Marxian critique. The American Economic Review, 65(2), 74-82. Cohen, G. A. (1979). The labor theory of value and the concept of exploitation. Philosophy & Public Affairs, 8(4), 338-360. Diamond, P. A. (1982). Wage determination and efficiency in search equilibrium. Review of Economic Studies, 49(2), 217-227. Eubank, L. (2011). Why Marx was wrong. Bloomington: Author House. Folbre, N. (1982). Exploitation comes home: A critique of the Marxian theory of family labour. Cambridge Journal of Economics, 6(4), 317-329. Hasan, Z. (2007). Labor as a source of value and capital formation: Ibn Khaldun, Ricardo and Marx-a comparison. JKAU: Islamic Economics, 20(2), 39-50. Khan, M. F. (1992). Human resources mobilization through the profit-loss sharing based financial system. Islamic Research and Training Institute, Islamic Development Bank. 166 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Mortensen, D. T. & Pissarides, C. A. (1994). Job creation and job destruction in the theory of unemployment. Review of Economic Studies, 61(3), 397-415. Piketty, T. (2014). Capital in the twenty-first century. New York: Harvard University Press. Rogerson, R., Shimer, R., & Wright, R. (2005). Search-theoretic models of the labor market-a survey. Journal of Economic Literature, XLIII, 959-988. Sadeq, A. M. (1987). Factor pricing and income distribution from an Islamic perspective. Thoughts in Economics, 8(3), . Shaikh, A. (1982). Neo-ricardian economics. A wealth of algebra: A poverty of theory. Review of Radical Political Economics, 14(2), 67-83. Weeks, J. (1990). Abstract labour and commodity production. Research in Political Economy, 12, 3-19. İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması Yasien Mohamed İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması Giriş Modern toplumlarda lüks tüketim maddelerinin üretimi, faaliyetlerimiz içerisinde merkezî bir yere sahiptir ve bizler medeniyetimizin niteliğini ve gelişimini bunun üzerinden ölçeriz. Aynı zamanda mutluluğumuzu da manevi kazanımlarımızla değil bu maddi kazanımlarla ölçüyoruz. Çağdaş düşünürlerin çoğu bunu insan doğasının bir parçası olan fıtri bir eğilim olarak kabul etmektedir. Adam Smith, Ulusların Zenginliği kitabının 18. yüzyılda yaşamış olan yazarı, insanların doğaları gereği anlık zevkleri için para harcadıklarını ve maddi koşullarını iyileştirmek adına biriktirdiklerini iddia etmektedir: bunlar bizimle birlikte rahimden gelmektedirler ve “Mezara girinceye kadar asla bizi terk etmeyecektirler… Servetin arttırılması, …..” (Smith, 1976a, vol. I, s. 279). Ancak Smith, Ahlaki Duygular Teorisi adlı çalışmasında bir yandan maddi iyileşme için duyulan arzunun ekonomik büyümeyi yönlendirdiği fikrini sürdürse de diğer yandan bu arzunun insanların huzuruna mal olduğunu belirtmektedir. Maddi refah için duyulan bu arzu insanların iş bölümü yaparak kendi aralarında iş birliği yapmalarını sağlamaktadır. Smith’ten dört 168 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK yüzyıl önce, Kuzey Afrikalı bir sosyolog olan Abd al-Rahman İbn-i Haldûn, iş bölümünün üretimi ve kârı arttıracağını öne sürmüştür. Bu bölümde, bu iki düşünürün iş bölümü ile ilgili görüşlerini ve fikirlerinin şekillenmesini sağlayan toplumsal ve felsefi bağlamları karşılaştırarak ele alacağız. İbn-i Haldûn göze çarpan niteliklerinden biri asabiyet (toplumsal dayanışma) olan bir kabile toplumunda yaşamışken Smith ise kişisel çıkarın ön planda olduğu bir piyasa toplumunda yaşamıştır. İbn-i Haldûn’un Düşüncelerinin Toplumsal ve Teorik Temelleri Tunuslu İbn-i Haldûn (1332-1406), Mukaddime adlı eserinde medeniyet (al-umran) biliminin temellerini oluşturmaktadır. Tunus, Fas, Granada, Şam ve Kahire’deki Arap yöneticilere nedim, hukuk âlimi, devlet adamı ve siyasi danışman olarak hizmet etmiştir. İbn-i Haldûn kendi zamanının ekonomik hayatını tasvir ederken bilimsel bir yaklaşıma sahiptir ve bazı âlimler tarafından iktisat biliminin gerçek babası olarak kabul edilmektedir; görüşleri Adam Smith, David Rocardo ve Karl Marks tarafından benimsenmiştir. Mukaddime adlı eserinde kendi emek-değer teorisini ve iş bölümü kavramını geliştirmiştir. Çalışmalarının asıl odak noktası iş bölümü kavramıdır; ancak bu kavramı kendine özgü bağlamı içerisinde anlayabilmek için öncelikle onun görüşlerinin toplumsal ve felsefi temellerine dair bir fikir edinmemiz gerekir. İbn-i Haldûn’un toplumsal dayanışma (asabiyet) teorisi, onun ekonomik görüşlerinin anlaşılabilmesi için temel bir öneme sahiptir. Bu teori, Kuzey Afrika hanedanlarının yükselişi ve çöküşü ile Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişi ve çöküşü arasında bir paralellik olduğunu belirten Osmanlı âlimleri arasında yankı uyandırmıştır. Osmanlı tarihçileri İbn-i Haldûn’un siyasi ve ekonomik eğilimleri yalnızca ilahî bir hüküm olarak değil insan İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 169 odaklı bir dille açıklamasını takdirle karşılamaktadırlar (Fleisher, 1984 s. 47-51). Bu, bu dünyanın deneyimsel gerçeklerinden mahrum kalmak pahasına diğer dünyada mutluluk elde etmek gibi soyut bir görüşü benimseyen klasik mistik âlimlerin tutumlarından bir ayrılış anlamına gelmektedir. İbn-i Haldûn bir iktisatçı değildi ve iktisadı ayrı bir disiplin olarak da görmüyordu ancak ekonomik faaliyetler ile toplumsal dayanışma arasındaki dinamik simbiyotik ilişkinin farkındaydı. Toplumsal dayanışma zanaatların gelişmesi için temel bir öneme sahiptir çünkü zanaatlar toplumsal iş birliğine dayalıdır. Dolayısıyla bu toplumsal dayanışma zayıfladığı zaman, zanaatların gelişmesi için gerekli olan bu toplumsal iş birliği de zayıflayacaktır. Zanaatların gelişimi ile devlete verilen destek ve devletin yükselişi arasında, aynı şekilde zanaatların zayıflaması ile devlete verilen desteğin zayıflaması ve devletin çöküşü arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur. Toplumsal dayanışma (asabiyet), liderin sahip olduğu, aynı zamanda onun “ticaretten kazanılan kârdan ve elde edilen ganimetlerin tahsis edilen kısımlarından” oluşan maddi saygınlığından sağlanan otoriteyi ifade etmektedir. Yani toplumsal dayanışma akrabalık bağlarına, İslam gibi toplumsal olarak birleştirici bir dine ve liderin ticaret, ganimetler ve zaferlerden elde ettiği güce işaret etmektedir (Alataş, 2008, s. 70). Din, yönetimin güçlenmesinde ve doğru bir yolda ilerlemesinin sağlanmasında önemli bir role sahiptir, bu şekilde yönetim “hem bu dünyadaki hem de diğer dünyadaki hayat için faydalı” olacak dinî bir temele sahip olabilir. “Zor kullanılarak elde edilen üstünlükle ya da gücün özgürce kullanılmasıyla kendini kabul ettiren bir yönetim, zorba ve adaletsizdir ve siyasi bilgeliğin gereklilikleri tarafından kınandığı gibi (dinî yasalar tarafından) ayıplanacak bir şey olarak kabul edilmektedir.” (İbn-i Haldûn, 1958, I, s. 386). Ancak yeni yönetim lüks içerisinde zevke dalarsa dayanışma duygusu zayıflayacak ve güçlü bir toplumsal dayanışma gösteren bir kabi- 170 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK le onu ele geçirecek; yeni siyasi elit tabakayı oluşturacaktır. İbn-i Haldûn, yerleşik hayata geçen toplumların sürekli olarak ele geçirilmesini, şehir hayatının aşırılıklarının, özellikle de ahlaksızlığın ve dinsizliğin temel nedeni olan lüks düşkünlüğünün, ıslah edilmesinin bir yolu olarak görmektedir (Alataş 2008, s. 70). Toplumsal dayanışmanın oluşturulmasında doğal kan bağı ve dünyevi arzular iki anahtar unsurdur; ancak bu unsurlardan daha kuvvetli olan bir başka unsur, dindir. Bir din olarak İslam, dünyevi arayışlardan kaynaklanan kıskançlığı ortadan kaldırır ve takipçilerini ahlaksız ve adaletsiz bir şekilde hareket etmekten alıkoyar çünkü diğer dünyaya dair ödül vaadinde bulunur. Bu toplumsal dayanışmanın kuvvetlendirilmesine kesinlikle yardımcı olmaktadır. Dinî bilincin eksikliğinde ve Allah’a karşı hesap verme algısının azalması durumunda, toplumsal dayanışma da zayıflayacaktır. Yönetim zanaatkârlar ile zanaatlarını destekler ve zanaatkârları daha üretken olmaları için teşvik eder. Zanaat dallarındaki gelişim de karşılığında maddi rahatlığı ve vatandaşların mutlu olmasını beraberinde getirir, bu da vatandaşların en azından birkaç nesil boyunca yönetimi destekleme eğilimi göstermesini sağlar. Maddi rahatlık politik elitler arasındaki toplumsal dayanışmanın zayıflamasına neden olur, bu da zanaatların zayıflamasını beraberinde getirir ve bunun sonucunda hem yönetim zayıflamaya başlar hem de zanaat dallarının üretkenliğinde azalma olur ve yönetimin egemenliği altındaki vatandaşlar arasında gittikçe artan bir tatminsizlik duygusu ortaya çıkar. Bu yüzden, “Eğer devlet işini yapmakta gevşeklik gösterir ve ticaret hacmi küçülürse buna bağlı olan piyasalar doğal olarak aynı semptomları gösterir hem de daha yüksek bir derecede.” (İbn-i Haldûni 1958, vol. II, 103). Dolayısıyla yönetimin çöküşü ekonominin çöküşü ile ilişkilidir. İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 171 İbn-i Haldûn bedevi toplumlarla yerleşik toplumlar arasında, ‘taşra kültürü’ (‘umran badawi) ile ‘şehir kültürü’ (‘umran hadari) arasında bir ayrım yapmaktadır. Taşra kültürü toprağın işlenmesine ve evcilleştirilmiş hayvanların yetiştirilmesine odaklanır ve bu işler çoğunlukla aile ve kabile üyeleri tarafından yerine getirilmektedir. Yapılan işler basit yemeklerin yenmesi, hayvan derisinden ya da elle yapılmış maddelerden dikilen kıyafetlerin giyilmesi ve çadır ya da kulübelerde yaşanması gibi temel ihtiyaçların giderilmesine odaklanmıştır. (Mahdi 2006, 193; cf. Lacoste 1984, s. 92-117). Bu zanaatlar yalnızca basit araçların kullanılmasını gerektirmektedir. Taşra kültürü kamu işlerini, piyasa ekonomisini ya da vergilendirmeyi içermez. Okuryazarlık ve organize bilgi gelişmemiştir ancak mensuplarının fiziksel kuvveleri yerinde ve ahlaki değerleri güçlüdür: sağlıklı bir şekilde beslenirler, ciğerlerine çektikleri hava tazedir ve ağır fiziksel işlerle uğraşırlar. Duvarların sağladığı güvenlikten mahrum ama cesurdurlar, kendi insani doğalarına (fıtrat) daha yakındırlar ve erdemli bir hayat yaşama eğilimindedirler. Taşra insanları kendilerine bel bağlamak durumunda oldukları için üretkendirler, sahip oldukları güçlü toplumsal dayanışma dolayısıyla iş birliği yaparlar ve karmaşık bir siyasal ekonomiye ihtiyaçları yoktur (Mahdi, 2006, s. 193). Şehir kültürü büyük bir nüfusa sahip olan ve gelişmiş ekonomik faaliyetlerle meşgul olan kentlerde kurulmuştur. Yönetimler temellerini şehirlerde atmaktadırlar ve burada vatandaşların çeşitli zanaatlar sayesinde üretilen lüks tüketim mallarının keyfini çıkarttıkları yerleşik hayat tarzını üretirler. İş yapmaya karşı gönülsüz ve kayıtsız hâle geldikleri için zayıflarlar ve bu şekilde başka bir hanedanın yönetimi ele geçirmesi için gerekli ortamı hazırlamış olurlar (Weiss, 1995, s. 30). Grup dayanışması zanaatların üretimi için hayati bir öneme sahiptir (Wallace, 2009, s. 140-41) ve iş bölümü için gerekli olan iş birliğini sağlar (Wallace, 2009, s. 35). 172 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK İbn-i Haldûn’un Yaşadığı Dönemde Zanaatlar ve Zanaatkârlar Zanaatlar şehirlerde gelişir; İbn-i Haldûn’un yaşadığı dönemde Kuzey Afrika’daki şehirler de köklü şehirlerdir. Taşra ortamında şart olan inşaat, dokumacılık ve aşçılık gibi asli zanaatlar bir yana, şehir ortamlarında parfümcülük ve halı dokumacılığı gibi lüks zanaatlarda uzmanlaşma söz konusudur. Zanaatkârlar genellikle kendi atölyelerine, araçlarına ve hammaddelerine sahiptir ve satışlarını kâr elde etmek için yaparlar, bu kârın bir kısmını geçimlerini sağlamak için kullanırken diğer kısmını yeni hammaddeler almak için kullanırlar. Allah’ın onlara verdiği rızıktan kendi geçimlerini sağladıktan sonra ellerinde kalan kârdır. Zanaatkâr, elindeki araçlar ve materyaller de dâhil olmak üzere kendi üretim araçlarına sahiptir; bazen müşteri materyalleri temin eder ve kendisi aile üyelerinin ve aile dışından bazı çırakların yardımıyla müşteriye talep edilen işgücünü sağlar. İbn-i Haldûn’a göre, kâr ticaret için bir teşvik aracı ve zanaatkârlar için bir motivasyondur ve servet bolluğu insanların emek ve beceriler karşılığında ödeme yapmaya gönüllü olmasını sağladığı için zanaatların gelişmesini sağlamaktadır. Devlet ticarete ağır vergiler koyduğu ve müdahalelerde bulunduğu zaman bunun nedeni devlete karşı dış kaynaklı tehditler ve yönetimdeki elit tabakanın toplumsal dayanışma duygusunun zayıflamasıdır (Black, 2001, s. 179). İbn-i Haldûn’un İş Bölümü Kavramı İş bölümü fikri İbn-i Haldûn için yeni bir şey değildir, bu fikir al-Raghib al-Isfahani (ö. 1060) ve Al-Gazzâlî (ö. 1111) de dâhil olmak üzere erken dönem İslam düşünürlerinin yazılarında zaten işlenmiş olan bir konuydu. İş birliği kavramı zanaatların üretkenliği söz konusu olduğunda asli bir öneme sahiptir. Ortadaki temel fark, İbn-i Haldûn’un bu konuyla ilgili bir teori geliştirmiş olması ve iş birliğini toplumsal dayanışmayla (asabiyet) ilgili teorisinin çerçevesi dâhilinde bir yere oturtmuş olmasıdır. İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 173 Zanaatların sınıflandırılması da yeni bir şey değildir; özellikle de dokumacılık, tarım ve inşaat gibi temel zanaatlar ile lüks zanaatlar arasındaki farklılık önceden de zikredilmişti. Bu tür bir sınıflandırma Ikhwan al-Safa’nın (onuncu yüzyıl), al-Isfahani’nin ve al-Gazzâlî’nin çalışmalarında zaten mevcuttu. Daha önce yapılan çalışmalardaki zanaat sınıflandırmaları ile İbn-i Haldûn’un yaptığı sınıflandırmaları daha önce karşılaştırmıştık (Mohamed, 2006, s. 35-51). İbn-i Haldûn’un çalışmalarında vurgulanan, belli becerilerde uzmanlaşma fikri ve zanaatın mükemmelleşmesi için yıllarca pratik yapılmasıdır: “Her bir zanaat türünde insanların zanaatında yetkili olması ve gerekli becerileri geliştirmiş olması gerekir. Bir zanaatın ne kadar alt dalı varsa o zanaatı o kadar çok insanın icra etmesi gerekir. (Bir zanaatı icra eden) belli bir grup bu zanaatla isimlendirilir. Günler geçtikçe bu zanaatla isimlendirilen insanlar kendi zanaatla ilgili olarak daha tecrübeli ve usta hâle gelirler. Uzun bir zaman diliminin geçmesi ve benzer (deneyimlerin) tekrarlanması zanaatın gelişimine katkıda bulunur ve köklerini güçlü bir şekilde salmalarını sağlar.” (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 286). Yani uzmanlaşma olmadan iş bölümünün gerçekleşmesi mümkün değildir ve yıllarca pratik yapılmadan da uzmanlaşma söz konusu olamaz. Pratik yaptıkça zanaat dalının gerektirdiği beceriler kişi o zanaatla birlikte doğmuşçasına insan ruhuyla bütünleşir. Yerleşik kültürün uzun ömürlü hanedanlardan kaynaklandığı gibi zanaatlar “çok sayıdaki alt dalları arasında çeşitlilik ortaya çıktığı zaman (milletlerden)” ortaya çıkar (İbn-i Haldûn 1958, vol. II, s. 286). Bir zanaatın ne kadar çok alt dalı varsa hem yönetim hem de gerekli beceriler açısından o kadar zanaatkârın yetişmesi gerekir. Yönetimler zaman geçtikçe ve daha iyi kök saldıkça zanaatkâr da insan ruhunda kök salar ve zanaatta mükemmelleşmenin gerçekleşmesini sağlar. Zanaatkâr eğitimini aldığı zanaatla uğraşmaktan memnundur ve zanaatını icra ettikçe başka bir zanaata geçmeyi istemeyecektir (Spengler, 1963-64, s. 279). 174 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Al-Hamdi, İbn-i Haldûn’un iş bölümünü üç düzeye ayırır: endüstri düzeyi, toplumsal düzey ve uluslararası düzey (Al-Hamdi, 2006). Endüstri düzeyi ile ilgili olarak İbn-i Haldûn basit ve karmaşık zanaatlar arasında bir ayrım yapmaktadır. Karmaşık zanaatlar daha fazla incelik gerektirmektedir: “Talepler göz önüne alındığında, zanaatın incelik gerektiren (hassasiyeti) ve hizmet ettikleri (amaçların) kalitesi lüks ve servet tarafından belirlenmektedir, bu da belli bir ülkenin medeniyetine karşılık gelmektedir.” (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 347). Yerleşik bir medeniyet daha incelikli zanaatların ortaya çıkmasını sağlar ancak henüz yeterince gelişmemişse, fırıncılık gibi basit tarımsal zanaatların ve aynı zamanda marangozluk, nalbantlık, terzilik, kasaplık ve dokumacılık gibi basit zanaatların gelişmesine ortam hazırlayacaktır. Bu zanaatlar aynı zamanda taşra bölgelerinde de icra edilmektedir ancak şehirlerde daha incelikli bir şekilde icra edilmektedirler ve daha köklüdürler (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 349). Eğer bir zanaatkâr kâr elde etmek istiyorsa şehirde değer gören şeyleri üretmesi gerekir. “Eğer kâr elde etmek istiyorsa emeğini şehirde değer gören şeyler üzerine harcamalıdır .” (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 351). Talebi olmayan bir zanaat görmezden gelinecek ya da ortadan kalkacaktır (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 364). Bu yüzden, “’her insanın değerinin en iyi bildiği şeyde yattığı’ söylenmektedir. Bu da demektir ki bildiği zanaat kişinin değerini göstermektedir; diğer bir deyişle, kişinin emeği yani geçim kaynağı, onun değerini vücuda getirmektedir.” (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 351-352). Daha önce de belirtildiği üzere, zanaatta gösterilen incelik zamana ve yapılan pratiğe bağlıdır ama aynı zamanda toplumun talebine de bağlıdır. Daha zarif ve incelikli mallar, toplum ne kadar yerleşik bir hâle gelirse o kadar talep görecektir: “Bu da demektir ki yerleşik kültür yükselişe geçtiğinde ve lüks mallar ortaya çıktığında ve insanlar daha zarif tarzlarda çatılar, kapılar, sandalyeler ve mobilyalar kullanmak istediğinde, bu şeyler fevkalade tekniklerin kullanımında ustalaşmak sayesinde en zarif şekillerde üretilirler ve bunlar hiçbir şekilde gereksinim değildirler, lüks mallardır.” (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 364). İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 175 Farklı becerilere sahip olan zanaatkârların daha özgül ürünler üretebilmek için birbirileriyle iş birliği yapmaları gerekir (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 89ffİ 301, 417-419). Bu şekilde bir iş bölümü yapılması durumunda daha fazla ürün daha kısa bir zaman içerisinde üretilebilir. Marangozluk söz konusu olduğunda, bir kişi kapıyı yontarken bir başkası tahtayı bir tornadan geçirebilir ve diğeri de parçaları bir araya getirebilir ve böylece “Göze tek bir parça gibi gelebilir.” ( İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 89ffİ 301, 417-419). Böylece, insanlar iş birliği ve uzmanlaşma sayesinde daha üretken olabilirler. Zanaatın kalitesi ve yaygınlığı şehrin ne kadar gelişmiş olduğuna ve lüks için ne kadar talep olduğuna bağlıdır. Yerleşik zanaatkârlar, yalnızca hayatın gerekleri için uğraşan taşra bölgelerindeki zanaatkârlarla karşılaştırıldıklarında çeşitli tekniklere daha fazla aşinadırlar. İyi alışkanlıklar sayesinde zanaatlar onların ikinci bir doğası hâline gelir (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 432-33). Servetin artmasıyla birlikte daha farklılaşmış piyasalarda karmaşık ürünler için daha fazla talep olacaktır, bu da karşılığında daha fazla üretken uzmanlaşmanın elde edilmesi için yeni olanaklar sağlayacaktır. Gelişme, talep ve arzın harekete geçirilmesi (İbn-i Haldûn, 1958, vol.II, s. 277, 351) ve bilimin ve teknolojinin desteği ile gerçekleşir (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 434-435). Emek ve üretkenlik için gösterilen talep, medeniyetin büyümesi ile artacaktır: “Medeniyet yükselişe geçtiği zaman, ulaşılabilir emek de aynı şekilde artacaktır. Kârın artışına karşılık olarak da lüks üretiminde artış olacaktır ve lükse duyulan ihtiyaç ile kullanım alışkanlıkları da artacaktır. Zanaatlar lüks tüketim mallarının elde edilmesi için ortaya çıkarılmıştır. Onlardan elde edilen değer artacaktır ve bunun sonucu olarak kentte elde edilen kârlar da artacaktır. Burada üretim yapmak artık her zamankinden daha başarılı olacaktır. Bu da ikinci ve üçüncü aşamalarda artışa neden olacaktır. Tüm ek işler lükse ve hizmete katkıda bulunacaktır, buna karşılık tüm orijinal işler hayatın gerekliliklerine hizmet edecektir.” (İbn-i Haldûn, 1958, vol.II, s. 272-273). 176 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Yani şehirler zanaatların icra edilmesi için merkezî bir noktada bulunmaktadır ve zanaatlar de medeniyetin gelişimine katkı sağlamaktadır. Nüfus şehirlerde yoğunlaşır ve çeşitli becerilere sahip olan insanlar çeşitli projeler üzerinde çalışmak için iş birliği yapabilirler. Yani “Anıtlar, muazzam yapıları ve büyük binaları ile kentler ve şehirler, kitleler [geniş nüfuslar] için ortam hazırlamaktadır, küçük topluluklar için değil. Dolayısıyla, buralarda birleştirilmiş çabalara ve yüksek derecede iş birliğine ihtiyaç vardır. Aslına bakılırsa, (insanlar şehirler inşa etmek için) zorlanmalı ve teşvik edilmelidir (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 235). Yani şehirlerde incelikli bir iş bölümü, daha fazla incelikli lüks malların üretimini amaçlamaktadır. İbn-i Haldûn, şehirlerde servetin arttığını, lüks malların çoğaldığını ve çeşitli zanaat türlerinin köklü bir şekilde geliştiğini ifade etmektedir (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 287). İbn-i Haldûn, iş bölümü sayesinde daha fazla malın daha kısa sürede üretilebileceğini öne sürmektedir. Fırıncılıkta daha fazla ekmeğin daha çabuk bir şekilde üretilmesi, bir nalbant, bir marangoz ve bir çömlekçi de dâhil olmak üzere çeşitli zanaatkârların iş birliği yapmasını gerektirmektedir. Eğer altı ila on arası insan iş birliği yaparsa kendilerinin ihtiyaç duyacağından daha fazla yemek üretebilirler (bk. Tablo 1, aşağıda). Daha fazla üretkenlik, daha fazla kâr elde edilmesini sağlayacaktır çünkü kişi yalnızca kendi kentinin ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz ve civardaki kentlere ve şehirlere de satış yapar. Daha fazla refah elde edilmesi lüks mallar için dolayısıyla bunları üretecek zanaat dalları için daha fazla talepte bulunulmasını sağlayacaktır (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 272). Bu şekilde, İbn-i Haldûn uzmanlaşmış emek ve iş birliği biçiminde toplumsal bir üretim organizasyonunu desteklemektedir. İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 177 Adam Smith Öncesinde Ekonomik ve Felsefi Düşünce Bugünkü hâliyle Britanya, Batı Avrupa ve Birleşik Devletler’deki kapitalist ekonomi, ancak on dokuzuncu yüzyılda baskın hâle gelmiştir. Makine teknolojisi ve ulusal piyasa entegrasyonu ile Sanayi Devrimi’nin özü, özel ya da kamusal, laik ya da manevi, ailevi ya da toplumsal hayatın tüm bölümlerini dönüştürmüştür. Makineler ve piyasalar yalnızca maddi hayatı dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda toplumsal hayatı da dönüştürmüştür. Tüm dünya, kurulan koloniler ve ticari ilişkiler üzerinden Avrupa’nın ayağına getirilmiştir. Bu durum beraberinde hem avantajları hem de dezavantajları getirmiştir. Söz konusu dezavantajlar, makinelerin ve piyasaların ciddi miktarda şehirsel miskinlik, münferit işsizlik, savaşın yıkıcılığı ve mekanik emeğin yabancılaşmasıdır. İnsan emeği ve doğal kaynaklar, belli bir fiyat karşılığında satılan mallar ve profesyonel hizmetler gibi ücret karşılığında satın alınabilen ticari eşyalar hâline gelmiştir. Tüm bunların değeri, kârlılık açısından ölçülmektedir. Toplumsal eleştirmenler piyasa sistemini materyalist ve bireyci olarak görmektedir. Geçim kaynakları piyasaya bağlıdır ve kişisel maddi kazanç, kapitalizmin ağır basan prensibidir. Bir kişi yaşamak için para kazanmak zorunda olduğuna göre arkadaşlıklar bile piyasalar tarafından etkilenmektedir. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda, merkantalizm neredeyse tüm Avrupa ülkeleri tarafından uygulanıyordu. Bu, feodalizmin çöküşü esnasında geliştirilen ve tüm ulusal ekonomi üzerinde uygulanan katı devlet düzenlemeleri ile bir ulusun gücünü ve özellikle de parasal servetini birleştirmeyi ve arttırmayı amaçlayan bir ekonomik sistemdir ve ticarette kısıtlamalara neden olmuştur. On sekizinci yüzyılın bitiminden önce, çeşitli biçimler altında kredi kullanımının artması, külçe altının ve nakit paranın önemini hızla azaltıyordu ki altın ve nakit paranın elde edilmesi merkantalizmin temel odağı olmuştur. 1700 yılı 178 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK civarında “Bırakınız yapsınlar”cı bir ekonomik yaklaşım ortaya çıktı ve bu yaklaşıma göre refah artışı için en iyi yolun ekonomik meselelerde devlet müdahalesini tamamen engellemekti. Etik düşünce de köklü bir şekilde değişti ve insan doğasına dair farklı bir kavram gelişti, bunlar ölçülülük, tutumluluk ve alçak gönüllülük gibi Hristiyan değerlerinden uzaklaştı. Bu noktada iki şahsiyetten bahsetmek yeterli olacaktır: Mandeville ve Hume. İngiltere’de, Hollandalı bir doktor olan Bernard de Mandeville (1670-1733), kamu refahının gurur, lüks ve gösteriş gibi kişisel kusurlara bağlı olduğunu söyleyerek halkı şok etmiştir. Örnek olarak ad cin dükkânlarının topluma nasıl yardımcı olduğunu anlatmıştır: bunlar aileleri mahvedebilirler ancak devlete vergilerini, iş yeri sahiplerine kiralarını ödüyorlar ve tahıl karşılığında cin ile ödeme yapmaları da çiftçilere yardımcı olabiliyor vs. Bu, bencil olmanın erdemidir; bencillik ulusun genel refahına katkıda bulunmaktadır. David Hume’un kişisel çıkar ve fikri ve sempatisi de Adam Smith üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Hume, “Bırakınız yapsınlar”cı felsefeden etkilenmişti ve bir ülkenin en önemli varlığının büyük miktarlarda para değil üretken bir işgücü olduğunu ve dış ticaretin değerli olduğunu çünkü bir ulusun daha çeşitli bir işgücüne sahip olmasını sağladığını öne sürmekteydi. Smith’in kişisel çıkarlarıyla ilgili felsefi temellerini anlamak için daha da önemli olan bir nokta, Hume’un etik düşüncesidir. Hume, faziletin korunması ve beslenmesi noktasında temel bir yere sahip olan Aristocu akıl kavramından kökten bir kopuş yaşamıştır. Ona göre, aklın tutku üzerinde hiçbir kontrolü yoktur ve filozoflar mülayim tutkular ile aklı birbirine karıştırmaktadır. Akıl herhangi bir hareket üretmek noktasında yetersizdir; en güçlü kuvvet, tutkularınkidir. Tutku ancak kendisine karşı başka bir tutku tarafından alt edilebilir. Hume şunları ifade eder: “Akıl, tutkuların kölesidir ve öyle olması gerekir. Onlara hizmet ve itaat etmekten başka bir yeti gibi davranması da asla mümkün değildir.” (Kenny, 2006, s. 83). Ona göre en önemli İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 179 erdemler iyilikseverlik ve adalettir. İyilikseverlik evrensel olarak takdir edilen bir erdemdir ancak yalnızca aileye ve yakın arkadaş çevresine uygulanabilir ve adalet için bir temel oluşturamaz. Dolayısıyla her ne kadar yapay bir erdem olsa dahi adalete ihtiyacımız vardır; toplumsal düzenin sağlanması ve insanların özel mülkiyet hakkı gibi haklarının korunması için asli bir öneme sahiptir. Yani adalet, kişisel çıkar fikrinden destek almaktadır. Hume’un da ifade ettiği üzere: “Kendi çıkarlarımızdan ya da bize en yakın olan arkadaşlarımızın çıkarlarından vazgeçerek ya da diğerlerine ait olan şeylerden uzak durarak iki tarafın çıkarlarını da bu tür bir genel anlaşma ile başarabileceğimizden daha iyi koruyamayız. Çünkü toplumun sürekliliğini böyle sağlarız çünkü hem toplumun hem de bizim refahımızı ve varlığımızı sürdürebilmesi için bu son derece gereklidir.” (Kenny, 2006, s. 26). Faydacı adalet anlayışının aksine iyilikseverlik ve ondan türeyen alçak gönüllülük, sadaka vermek ve cömertlik gibi tüm doğal erdemler, insan doğasının temel bir özelliğinden kaynaklanmaktadır: sempati. Ve tüm yapay erdemlerin kaynağı olan da sempati duygusudur. Smith ve Kişisel Çıkar Kavramının Teorik Temelleri Adam Smith, ergenlik yıllarında İskoç aydınlanma hareketinin beslendiği yerlerden biri olan Glasgow Üniversitesinde öğretim görmüştür. Glasgow aynı zamanda hayvan ticaretinin de merkezidir ve bazı biyograflar Glasgow’un bu özelliğinin Smith’in ekonomik teorisi üzerinde etkisi olduğunu düşünmektedir. Smith Ahlak felsefesi Profesörü olan Francis Hutcheson’a ciddi saygı duyuyordu ve 1740’tan sonra altı yıl boyunca Oxford Ünivesitesinde eğitim gördü. Hume’un fikirleri, o dönemin ekonomi üzerine yapılan en önemli çalışmasını yazan ve on sekizinci yüzyıl ekonomik düşüncesini bir sentezle birleştirmeye çalışan arkadaşı Adam 180 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Smith tarafından gölgede bırakılmıştır. Smith genel olarak modern ekonominin kurucusu olarak kabul edilmektedir. Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenleri Üzerine bir İnceleme isimli eseri, sermayenin üretimdeki yerine dair yaptığı derinlemesine analiz ilk büyük çalışması olma özelliğine sahiptir. Hiçbir kitap, bu kitabın ekonomik düşünce ve politika üzerinde yaptığı etkiden daha fazla bir etki yaratamamıştır. Her ne kadar Smith’in bazı düşüncelerini kendisinin Fransız akranlarına kadar sürmek mümkün olsa da kendisi modern ekonominin kurucu babası olarak kabul edilmektedir. Smith, temel değer kaynağının emek olduğunu ve iş bölümünün üretkenliği arttırdığını düşünmektedir. İş bölümü dâhilinde gerçekleştirilmesi gereken uzmanlaşma; makineler ve işçilerin maaşları için ödeme yapılmasını, dolayısıyla daha fazla sermaye kullanımını gerektirmektedir (McConnell, 1943, s. 88). Ulusların Zenginliği, özgürlük ile düzen arasındaki ilişkiyle ilgilenen politik ekonomi üzerine yapılmış bir çalışmadır; ekonomik süreçleri inceler ve Britanya’nın serbest ticarete getirdiği kısıtlamalara saldırmaktadır. Smith insanların kişisel çıkarları tarafından harekete geçirildiğini ve bunun da düzeni ve ilerlemeyi sağladığını öne sürmektedir. İnsanlar para kazanmak için diğer insanların almak isteyeceği şeyler üretir. Alıcılar ve satıcılar pazarlarda karşılaştığı zaman, toplumsal ahengin oluşmasını sağlayan bir üretim örüntüsü gelişir. Smith ekonomik davranışın öncelikli olarak temel bir kuvvet olan kişisel çıkar tarafından yönlendirildiğini düşünmekte ve ekonomiyi, insanların pazarlarda kendi arzularıyla etkileşim içerisinde olduğu düzenli örüntülerden oluşan bir sistem olarak görmektedir. İnsanlar kendi eğilimleri tarafından yönlendirildiği sürece, düzen kendiliğinden oluşacaktır. Tüm bunlar “görünmez el” tarafından yönetilecektir, bu açıdan bakıldığında ekonomi devlet tarafından değil piyasa tarafından İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 181 yönlendirilecektir. Piyasa tüccarları, üreticileri ve toprak sahiplerini zenginleştirecektir ancak çalışan kitleleri değil. Tüccarlar ve toprak sahipleri ellerindeki birikimlerle iki yıl boyunca hayatta kalabilirler ancak işçiler bir yerde çalışmadıkları sürece zar zor bir hafta boyunca hayatta kalabilirler. “Sayıca az olan işverenler çok daha kolay bir şekilde bir araya gelebilirler: ve kanun otorite sahiplerinin arkasındadır ya da en azından bir araya gelmelerini yasaklamamaktadır ancak işçilerin bir araya gelmesine engel olmaktadır.” (Smith, 1976a, vol. I, s. 84). Dolayısıyla tüccarlar ve üreticilerin işçilere karşı bir avantajı vardır, işçilerin ücretleri düşüktür ve ailelerinin geçimini sağlamaya ucu ucuna yetmektedir. Smith liberal ekonominin sonuçlarının farkındadır, çalışan kitleler hayatta kalmaları için gerekli minimum seviyenin üzerine uzun bir süre için çıkamazlar. Smith şunları söylemektedir: “Bir kimse her zaman kendi çalışması sayesinde yaşamalıdır ve maaşı en azından onun geçimini sağlayacak düzeyde olmalıdır. Hatta bazı durumlarda daha fazlası olmalıdır aksi takdirde ailesinin geçimini sağlaması mümkün olmayacaktır ve bu işçilerin ilk neslinden sonrası hayatta kalamayacaktır.” (Smith, 1976a, vol. I, s. 85). Her ne kadar Smith üretkenlikteki artışın en nihayetinde çalışan sınıfın ücretlerinde bir iyileşmeyi sağlayacağı noktasında umutlu idiyse de gerçeklik bundan oldukça farklıydı. Galbraith, modern bir iktisatçı, bu konum hakkında şüpheci bir duruşa sahipti ve kitlelerin gelirlerinin minimum seviyenin üzerine çıkamayacağı fikrinin en nihayetinde Marksizm ve diğerleri tarafından kapitalizme yöneltilen ideolojik saldırıları haklı çıkardığını öne sürmektedir (Galbraith, 1958, s. 31). Ancak Galbraith, Smith’i önceki çalışmalarını göz önünde bulundurarak değil yalnızca Ulusların Zenginliği çalışması açısından ele almaktadır. Yani çalışan sınıf minimum düzeyde bir geçim kaynağına mahkûm edilmiştir. Ancak Smith bunun özgürlüklerin ciddi bir şekilde 182 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK kısıtlandığı feodal bir ekonomide ortaya çıkacak durumdan daha iyi bir seçenek olduğunu düşünmektedir. Ticari bir ekonomide işçiler en azından gıda, giyinme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabileceklerdir. Ancak bu istikrarlı bir hükûmetin zenginleri fakirlerin başkaldırılarından koruması durumunda mümkün olacaktır. Fakirler için iş imkânı yaratanlar, zenginlerdir. Smith ekonomik büyümeyi iş bölümü açısından açıklamaktadır (Lavezzi, 2001, s. 3-5). İş bölümü işçilerin kabiliyetlerini geliştirir, işçilerin yalnızca bir faaliyete odaklanmalarını sağlayarak farklı faaliyetler arasında gidip gelmeleri için gerekli zamanı tasarruf etmelerine olanak sağlar ve işçileri, yaptığı işi kolaylaştıracak makineler icat edeceği bir konuma yerleştirir. Makinenin mucidi belli bir işle sınırlandırılmış olan işçi değil, görevi makineleri gözlemlemek olan işçidir: onun “Yaptığı ticaret hiçbir şey yapmasını gerektirmez ancak her şeyi gözlemlemesini gerektirir.” (Smith, 1976a, vol. II, s. 14). Kişisel çıkar, ekonomik aktiviteyi harekete geçiren dürtüdür. Yani: “Bir kasabın, bira üreticisinin ya da fırıncının bize akşam yemeğimizi sunmasını sağlayan şey onların iyilikseverliği değil, kendi kişisel çıkarlarını göz önünde bulundurmalarıdır. Bizler onların insanlık duygusuna değil ancak kendilerine duydukları sevgiye hitap ederiz ve onlarla ihtiyaçlarımızdan değil, kendi elde edecekleri avantajlardan bahsederiz.” (Smith, 1976a, vol. I, s. 2). Yani insanlar kişisel çıkarları doğrultusunda hareket ederler, “çoğunlukla diğer insanların iyilikseverliklerine bağlı yaşamayı tercih eden” dilenciler hariç.” (Smith, 1976a, vol. I, s. 27).Yani yalnızca dilenciler diğerlerinin hayırseverlik duygularına bağlı yaşarlar. Zanaatkârlar insanların kişisel çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerini bilirler ve bu yüzden onlara fayda elde edebilecekleri bir şey önerirler ki böylece onların hizmetlerini satın alsınlar. Smith şöyle söylemektedir: İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 183 “Gerçekten de çoğunlukla ne kamu hizmetine katkıda bulunma amacını güder ne de ne kadar katkıda bulunduğunun farkındadır. Ev yapımı olanı sanayi ürününe tercih ederken yalnızca kendi güvenliğini sağlamayı amaçlamaktadır ve sanayi ürünlerine sanki en değerli ürünlerden bahsediyormuş gibi yaklaşırken de yalnızca kendi kazancını düşünmektedir. Ve bu durumda, diğer durumlarda da olduğu üzere, görünmez el tarafından kendi amaçlarında herhangi bir şekilde yer almayan bir sonuca katkıda bulunacak şekilde yönlendirilmektedir.” (Smith, 1976a, vol. I, s. 456). Smith ve Sempatinin Teorik Temelleri Adam Smith iddia edildiği gibi denetimsiz serbest girişimin kuvvetli bir savunucusu değildi ve aynı meselenin iki karşıt tarafı hakkında da tartışma yürütebiliyordu. Devasa işletmelerin belli endüstri alanlarına egemen olmalarından ve devlet üzerindeki etkilerini işçilerin ücretlerini azaltmak için kullanmalarından endişe ediyordu (Krueger, 2003, s. xii). Kişisel çıkar kendi başına bir amaç değildi ancak daha büyük bir iyiliğe yol açıyordu. “Her birey, elindeki olan sermayeyi kullanmak için sürekli olarak daha avantajlı istihdam olanakları bulmak için gayret sarf eder. Bu kendi çıkarı içindir, onun baktığı noktadan toplumun çıkarlarına uygun olan için değil. Ancak kendi çıkarları için yaptığı çalışma, onu doğal olarak toplum için en avantajlı olacak istihdam seçeneğini tercih edecek şekilde yönlendirecektir.” (Smith, 2003, s. 596-570). Başlangıçta Glasgow Üniversitesinde ahlak felsefesi profesörü olan Smith, Ahlaki Duygular Teorisi isimli bir çalışma yayımlamıştır. Hume’un ahlaki yargılarımızın temel bir unsuru olarak sempati duygusu üzerine yaptığı vurguyu sürdürmüş ve insani sempati ve bu sempatinin ahlaklılıkla ilişkisi üzerine daha karmaşık bir analiz ortaya koymuştur. Hume sempatiyi kişinin bir başkasının mutluluğunu ya da acısını paylaşmaya indirgerken 184 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Smith’e göre sempati duygusu herhangi bir tutkunun paylaşılmasından doğabilir ve yalnızca faydacı bir eğilimi ifade etmez. Adalet için duyduğumuz istek, kurbanın hissettiği haksızlığa uğramışlık duygusuna beslediğimiz sempatiden kaynaklanır ve iyilikseverliği takdir etmemizin sebebi de iyilik yapan kişinin cömertliğine ve iyilik gören kişinin minnettarlığına karşı beslediğimiz sempatidir (Kenny, 2006, s. 87). Daha önce de belirtildiği üzere, Smith’e göre insanlar kişisel çıkarları doğrultusunda hareket etmektedirler ve bu da insanların maddi refah elde edebilmek için iş birliği yapmasını sağlar. Ve insanlar bunu amaçlamadan, toplumun en düşük düzeyindeki insanlara yardım ederler. Bu durum “görünmez el” sayesinde mümkün olmaktadır ve bu da pazarlardaki bireysel alışverişlerin önlenemez bir şekilde toplum için en iyi olanın gerçekleşmesini sağlamaktadır. Smith piyasa ekonomisinin çalışan sınıfı zengin kılmayacağının farkındaydı ancak en azından onlar için iş imkânları yaratacağını düşünüyordu. Serbest piyasa, “en düşük seviyedeki insanları da içine alacak kadar geniş bir evrensel zenginlik” yaratmaktaydı (Smith, 1976a, vol. I, s. 10). Bundan fakirler de fayda sağlamaktadır: “Bir toplumun açık ara farkla en geniş kısmını oluşturan insanlar fakir ve sefil bir durumda olduğu sürece hiçbir toplum gelişmiş ve mutlu bir hâle gelemez. Ayrıca, insanların beslenmesini, giyinmesini ve barınmasını sağlayan asıl kişilerin kendi emeklerini ortaya koyarak ürettikleri şeylerden kendi paylarını almaları ve kendilerinin de yeterince iyi bir şekilde beslenmeleri, giyinmeleri ve barınmaları da eşitliğin bir gereğidir.” (Smith, 1976a, vol. I, s. 49). Mesele yalnızca işçilerin saygın bir ücret almaları ve saygıdeğer bir hayat sürmeleri değildir, bu şekilde aynı zamanda daha sağlıklı vücutlara sahip olacaklardır ve bu da onların daha üretken olmalarını sağlayacaktır, bu da kendi maddi şartlarını iyileştirmelerini sağlayacaktır (Smith, 1976a, vol. I, s. 49). İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 185 Kişisel çıkar düşüncesi Ulusların Zenginliği isimli çalışmasında güçlü bir şekilde vurgulanmış olsa da okuyucular yazarın ilk kez 1759 yılında, Ulusların Zenginliği kitabından yaklaşık yirmi yıl önce yayımlanan Ahlaki Duygular Teorisi kitabında kişisel çıkar fikriyle çelişen sempati duygusunu işlediği de akılda tutmalıdır. Bunlar görünüşte birbiriyle çelişen fikirlerdir ancak Otteson’a göre ikisini bağdaştırmak mümkündür: “Yani, Smith’in [Ahlaki Duygular Teorisi] ve [Ulusların Zenginliği] kitaplarında betimlediği insanlar, en temelden bağdaşmaz fıtratlara sahip olmaktan fazlasıyla uzaktır. Dikkatli bir inceleme yapıldığı zaman, karşılıklı sempati kurmak ve daha iyi yaşam koşullarına sahip olmak gibi kendi doğal arzularını yansıtan tek ve sabit bir fıtrata sahip oldukları ortaya çıkmaktadır. [Ahlaki Duygular Teorisi] isimli çalışmasında, Smith dikkatini karşılıklı sempati arzusuna ve bunun neden olduğu amaçlanmamış düzene yani genel ahlak kurallarına odaklarken [Ulusların Zenginliği] isimli çalışmasında daha iyi yaşam koşullarına duyulan arzuya ve bunun neden olduğu amaçlanmamış düzene yani ekonomik piyasalara odaklanmaktadır.” (Otteson, 2002, s. 7). Yani Otteson’a göre, Smith’in kişisel çıkar kavramı göründüğü gibi bencilce bir duygu değildir. Sanayiye yön vermekte ve “görünmez el” aracılığıyla tüm toplumun fayda görmesini sağlamaktadır. Smith insanların hem tutkuları hem de sempati duyguları doğrultusunda hareket ettiklerini düşünmektedir. İnsanın sempati besleme yetisi sayesinde, genel bir menfaat sağlayacak kurumlar oluşturulmuştur. Smith’in görüşlerine göre, zenginlerin sahip oldukları “incik boncuk ve ıvır zıvırdan” oluşan lüks eşyaları, sahip oldukları değerden daha fazla soruna neden olmaktadırlar (Smith, 1976a, vol. I, s. 421). Bir insan için biraz olsun kullanışlı olabilirler ancak “Her zaman en azından eşit değerde ve bazen daha fazla kaygı, korku ve üzüntü beslemesine; hastalıklara, tehlikelere ve ölü- 186 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK me neden olmaktadırlar.” (Smith, 1976a, vol. I, s. 183). Maddi refahla ilgili bir diğer sorun da toplumdaki fakirlerin kendilerini dışlanmış hissetmelerine neden olmasıdır. Smith’in yoksullukla ilgili görüşleri henüz yeterince takdir edilmiş değildir (Gilbert, 1997, s. 273-274). Herhangi bir borcu olmayan ve vicdanı rahat olan sağlıklı bir insanın maddi serveti gereksiz göreceğini ifade etmektedir (Smith, 1976b, s. 45). Yoksul insanlar maddi refahı arzularlar ve bunun nedeni fiziksel sıkıntılarından dolayı sorun yaşamaları değil toplumsal hayatlarında kabul edilebilir bir düzeye erişmeyi istemeleridir. Özellikle de ticari bir toplumda yoksul insanlar kendilerini daha aşağı bir seviyede hissetmektedirler: “Yoksul bir insan yoksulluğundan dolayı utanır. İçinde bulunduğu yoksulluğun ya onu insanoğlunun görüş alanının dışına çıkardığını ya da, onu bir şekilde fark etseler dahi içinde bulunduğu sefillik ve sıkıntılardan dolayı ona karşı pek de duygudaşlık göstermeyeceklerini düşünür . Umursanmadığımızı hissetmek, ister istemez en tatlı umutlarımızı söndürecek ve insan doğasının en coşkulu arzularını hayal kırıklığına uğratacaktır. Yoksul bir insana etrafındaki insanlar aldırış etmeyeceklerdir ve kalabalıkların ortasında, dağ başında bir kulübeye kapatılmışçasına terk edilmiş ve anlaşılmamış hissedecektir.” (Smith, 1976b, s. 51). Yani yoksul bir insan maddi şartlarını iyileştirmek isteyecektir çünkü daha yüksek bir toplumsal tabakaya geçmek istemektedir ve buna karşın toplum onu hakir görmektedir. Smith buna örnek olarak babasının basit kulübesinde yaşayan ancak şartlarını iyileştirebilmek için gece gündüz çalışan yoksul bir adamın örneğini verir. Hayatı boyunca canını dişine takarak çabaladıktan sonra, “Hırslarını lanetler ve gençliğinin rahatlığının ve rehavetinin, şimdi hepsi elinden kaçmış olan ve zamanında, şimdi elde ettiğinde kendisine gerçek bir tatmin sağlayamayan şeyler için aptalca feda ettiği zevklerinin peşinden beyhude bir şekilde hayıflanır.” (Smith, 1976b, s. 182). Hissettiği toplumsal dışlanmışlık onu şehirde bulmuştur ve yine şehirde anlaşılmamışlık İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 187 duygusuna ve karanlığa batmış, kendisini her türlü “ahlaksızlığa ve kötülüğe” bırakmıştır (Smith, 1976a, vol. II, s. 795). Smith, Ahlaki Duygular Teorisi isimli kitabının başında, Mandeville’nin erdemin ekonomiye hiçbir olumlu katkısı olmadığına dair iddiasını reddetmektedir: “Ancak bencil bir insan da kendi doğasında, onun başkalarının iyiliğini istemesine ve kendisi onları mutlu görmenin verdiği keyif dışında bundan hiçbir fayda sağlamayacak olsa dahi onların da mutlu olmasına ihtiyaç duymasına neden olacak bazı ilkeler olduğunu teslim edecektir.” (Smith, 1976b, s. 9). Smith insanların genel olarak kabul edildiği gibi bencil olmadıklarını aksine sadece diğer insanların mutlu olduğunu görmekten de keyif aldıklarını çünkü diğer insanlar için kaygı hissetmenin insan doğasının bir parçası olduğunu öne sürmektedir. İnsan doğasının bu özelliği onun sempati fikrine geçiş yaptığı felsefi bir ayrım noktasıdır; bu yalnızca kişinin bir başkasının acısını paylaşmasından ibaret değildir, aynı zaman da kendisini onun konumunda hayal edebilmesini de gerektirir. Wight, kişisel çıkarın açgözlülüğe indirgenmemesi gerektiğini söylemektedir. Bu Smith’i yanlış bir şekilde yorumlamaktır çünkü Smith insanı ekonomik bir varlıktan önce toplumsal bir varlık olarak görmektedir. Smith’in ahlaki sistemi insan doğasında bulunan sempati ilkesi üzerine inşa edilmiştir ve sempati bencil bir ilke olamaz. Bu yüzden Wight, ekonomide kişisel çıkar fikrine daha derinlikli ve daha zengin bir yaklaşım getirir (Wight, 2005). Rasmussen’e göre, ticari toplumun refahının bir mutluluk aracı olarak değil daha çok bir güvenlik ve özgürlük aracı olması amaçlanmaktadır. Smith şöyle söylemektedir: “İnsanların daima maddi eşyalara karşı bir arzu hissetme eğiliminde oldukları gerçeği onları tam ve katışıksız bir mutluluğun keyfini çıkarmaktan alıkoysa dahi bu eğilim aynı zamanda özgürlük ve güvenlik için gereken ortamı hazırlama noktasında da can alıcı bir rol oyna- 188 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK maktadır ve bu şekilde ticarileşmemiş toplumlara egemen olan sefaletin nedenlerini ortadan kaldırmaktadır.” (Rasmussen, 2006, s. 309). Zengin insanları daha fazla verimlilik elde etmek için iş birliği yapmak için bir araya getiren şey, mutluluk yanılsamasıdır (McConnell, 1943, s. 69). Maddi hırslar gösteriş arzusuyla güdülenmektedir ancak en nihayetinde yalnızca sefalete neden olmaktadır. Kibirli bir insan, yaptığı şeyleri gösteriş için yapmak ister ve “Hayatının başında birkaç yıl boyunca kendisine aptalca yükümlülükler yükler ancak genellikle hayatı sona ermeden kendisini yoksulluk ve sıkıntı içerisinde bulur.” (Smith, 1976b, s. 256). Bu yanılsamaya karşın büyük ekonomik ve kültürel faydalar sağlamaktadır: “İnsanoğlunun çabalarını canlandıran ve sürekli hareket hâlinde kalmalarını sağlayan da işte bu yanılsamadır. İnsanın toprağı işlemesini, evler inşa etmesini, şehirler ve medeniyetler kurmasını, tüm bilimleri ve sanatları icat etmesini ve geliştirmesini, insan hayatını yücelten ve güzelleştiren şeyleri gerçekleştirmelerini sağlayan da budur.” (Smith, 1976b, s. 183-184). Bu maddi refah arayışı yoksullara fayda sağlayabilir. Zengin bir adamın yoksul bir adamdan daha büyük bir midesi yoktur; bu da demektir ki asli ihtiyaçlarını karşılamak için yapacağı harcamaların bir sınırı olacaktır ve dolayısıyla parasının çoğunu lüks tüketim maddeleri için harcayacaktır. Lüks mallar için oluşan talep, yoksul insanlar için iş olanaklarının ortaya çıkması demektir. Bu iş olanakları sayesinde, yoksullar da asli ihtiyaçlarını karşılayabilirler. Bu, “görünmez el” sayesinde gerçekleşir (Smith, 1976b, s. 184). Dolayısıyla temel ihtiyaçlarının karşılanması açısından yoksul ile zengin eşittir. Bu gerçek mutluluğu beraberinde getirir ve hatta “Yol kenarında güneşlenen bir dilenci bile kralların uğruna savaşlar verdikleri güvenliğe sahiptir.” (Smith, 1976b, s. 184-185). İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 189 Peki ya hastalık, yaralanma ya da yaşlılık gibi sebeplerden dolayı kendi geçimlerini sağlayamayan işçiler? Smith’in bu konudaki yorumu, insan doğasının diğerlerinin yaşadığı talihsizlikler karşısında kayıtsız olduğudur. Çünkü insanlar kendi çıkarlarıyla ilgilenirler ve “yüz milyonlarca hemcinsinin mahvolması karşısında geceleyin yatağında büyük bir güven duygusuyla uyuyacaktır. Ancak aynı zamanda insanın doğası gereği iyiliksever olduğunu ve birbirilerine “cömertçe ve kendi çıkarı olmadan” yardım edeceklerini de söylemektedir (Smith, 1976b, s. 85-86). Bu yüzden, toplumsal adalet zorunludur hatta iyilikseverlik ve hayır yapmakla ilgili erdemlerden, arkadaşlık ve cömertlikten bile daha önemlidir. Yoksullar yardımımızı hak eder, “toplumun huzuru ve düzeni, zor durumda olanların yardım görmesinden bile daha önemli” olsa bile (Smith, 1976b, s. 225-226). Devlet, zenginleri yoksulların kıskançlığından korumak ve mallarının gasp edilmesine engel olmak için kanunları uygular. Fakir olan fakir kalmalı ya da zenginler gibi dişini tırnağına takıp çalışmalıdır. Ekonomik eşitsizlik, ticari toplumun yan etkisi olarak ortaya çıkan bir durumdur. Varlıklı olan kişiler üretim araçlarını ellerinde bulundururlar; fakirler ise, temel ihtiyaçlarını karşılamayı başarmakla birlikte, düşük ekonomik standartlarının üstüne çıkmaları pek mümkün değildir. Smith, yoksulların umutsuz derecede berbat bir durumda olmadığını ve hayatın bazı konforlarının keyfini çıkarabildiklerini söyleyerek bu eşitsizliği meşrulaştırmaktadır. Mutluluk refahın getirdiği bir durum değildir; özgürlük ve güvenliğin getirdiği bir durumdur. James Otteson, ikna edici bir şekilde sempati ve iyilikseverlik kavramlarının Ulusların Zenginliği kitabındaki kişisel çıkar kavramıyla bağdaştırılabileceğini savunmaktadır. Ahlaki Duygular Teorisi’nin editörleri olan Raphael ve Macfie bu bağdaştırma çabasını desteklemektedirler. Lüks tüketim malları için gösterilen sürekli talep, bizi sefil bir duruma sokabilir. Ticari bir toplumda lüks maddelerden daha önemli olan şey, özgürlük ve 190 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK güvenliktir. Raphael ve Macfie, Smith’in ekonomik teorisini biçimlendirenlerden birinin de Stoik felsefe olduğunu düşünmektedirler. Aslına bakılırsa, Smith’in etik felsefesi, Stoik felsefenin ve Hutcheson’a ait, kendisi de Hristiyan sevgi etiğinin felsefi bir versiyonu olan iyilikseverlik erdemi aracılığıyla ortaya konan Hristiyan erdemlerinin bir sentezidir. Smith şöyle söylemektedir: “Bencilliğimizi dizginlemek ve iyiliksever eğilimlerimizi teşvik etmek, insan doğasının mükemmelleştirilmesini sağlar.” (Smith, 1976b, s. 25). Yani bu iki kitap birbirini tamamlamakta, biri diğerinin anlaşılmasını sağlamaktadır. Ulusların Zenginliği kitabındaki kişisel çıkar kavramı, belli bir bağlama yönelik geliştirilmiştir. Ticari bir toplumda faaliyet gösteren yabancılar için üretilmiştir. Ahlaki Duygular Teorisi’ndeki iyilikseverlik kavramına gelince, burada insanlara sempati duygusu yüklemektedir ve bu duygu aile üyelerine ve yakın arkadaşlara yöneliktir. Yani Smith’in çalışmalarında bir çelişki söz konusu değildir ve Smith Ulusların Zenginliği kitabını yazdıktan yirmi yıl sonra da fikirlerini değiştirmiş değildir. Kişisel çıkar kavramı ticari bir bağlamda ele alınmalıdır ve beraberinde getirdiği aşağılayıcı çağrışımlardan arındırılmalıdır (Smith, 1976b, s. 21-22). İyilikseverlik ise kişinin bir başkasıyla arasındaki yakınlığın derecesi ile doğrudan orantılıdır. Otteson bunu güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Söz konusu kişinin tanıdığı insanlar olduğunda, tarafsız bir seyirci kişisel çıkardan ziyade iyilikseverlik duygusuyla yapılan hareketlerden yana çıkarken söz konusu mesele yabancılarla ilgili olduğunda, hareketleri belirleyen şey iyilikseverlikten ziyade kişisel çıkarı gözetme amacı olmaktadır.” (Otteson, 2002, s. 183). İyilikseverlik tanıdıklar arasındaki muhabbetten doğar ve bu muhabbet de daimi sempatiden kaynaklanır, bu da demektir ki kişi arkadaşları, iş arkadaşları ya da komşuları gibi ailesi dışındaki inşalara da iyiliksever bir şekilde yaklaşabilir (Smith, 1976b s. 224). İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 191 Smith’in İş Bölümü Yaklaşımı Smith’e göre iş bölümünün uygulanması ekonomik büyümenin temel bir nedenidir ve pazarların genişlemesi ve sermaye arzıyla birlikte iş bölümü de artmıştır. On sekizinci yüzyılda tarım ve ticaret hâlâ ekonominin baskın modları iken, endüstriyel üretim yükselmekte idi ve metal endüstrisinin boyutları yün endüstrisini geride bırakmaktaydı. İş bölümü, eşyaların büyük ölçekli bir şekilde üretilebilmesinin bir yolu hâline geldi. Smith’e göre her bir işçinin üretimin küçük bir alanında uzman hâline gelmesi verimliliği artıracak ve zamandan tasarruf edilmesini sağlayacaktır. Örneğin, bir yün paltonun üretimi pek çok vasıflı insanın çalışmasını gerektirmektedir: “Günlük işçilerin giydiği yün paltolar, ne kadar kaba ve kalitesiz görünürse görünsün, pek çok sayıda çalışanın ortak emeğinin bir ürünüdür. Çoban, yün eğiricisi, yün tarakçısı ya da hallaççısı, boyacı, kabartıcı, eğirici, dokumacı, çırpıcı, terzi ve pek çok diğer çalışanın, bu ev yapımı ürünü dahi tamamlayabilmek için kendi sanatlarını ve emeklerini birleştirmeleri gerekir. Ayrıca, kim bilir kaç tane tüccar ve nakliyecinin, bu malzemelerin ülkenin çok uzak bölgelerinde yaşayan farklı farklı insanlara ulaştırılması için çalışması gerekir! Eğer durumu iyice değerlendirirsek, üstüne bir de her biri için ne kadar çeşitli yetilere sahip işçinin emek vermesini de göz önünde bulundurursak, ben diyorum ki, binlerce insanın yardımı ve iş birliği olmadan, medeni bir ülkedeki en kılıksız insanın bile ihtiyaçlarının karşılanamayacağını anlayabiliriz.” (Smith, 1976b, s. 11). Yani, iş bölümü yoluyla iş birliğinin sağlanması, iş imkânlarının yaratılmasını sağlayacaktır. Tek bir paltonun satın alınabilmesi için dahi son derece geniş bir çalışan ağının faaliyet göstermesi gerekir. Ticari bir toplum, bu şekilde iş imkânları yaratarak yoksulların fayda elde etmesini sağlar. 192 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Kısmen fizyokratlardan etkilenen Smith, tarım alanlarının şehirlerde yaşayanların gıda ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli araçları sağladığını öne sürmektedir. Şehirlerde yaşayanlar ise buna karşılık olarak taşrada yaşayan insanların da yararlanacakları üretim araçlarını ve eşyaları sağlamaktadır. “İki taraf da birlikte ve karşılıklı olarak fayda sağlamaktadır ve diğer durumlarda da olduğu gibi, iş bölümünün yapılması bu durumda da çeşitli mesleklere sahip farklı insanların iş imkânı elde etmesini ve böylece hepsinin fayda elde etmesini sağlamaktadır.” (Smith, 1976b, s. 183-184). Smith, iğnelerin iş bölümü sayesinde nasıl üretildiğini canlı bir şekilde tarif eder. Sıradan bir işçinin bir günde bir iğneyi zar zor yapabileceğini söyler; ancak eğer bu zanaat çeşitli kollara ayrılırsa ve her insan bir koluna yoğunlaşırsa bir günde ortak bir şekilde hareket ederek kaç tane iğne üretebilirler? Ancak bu fabrikaların sorunlu yönü, özellikle de on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıktığı üzere, işçilerin aynı alelade görevleri tekrar tekrar yerine getirmek zorunda kalmalarından dolayı yaptıkları işten sıkılmaları ve tatminsizlik hissetmeleridir. Smith, aşağıdaki paragrafta yazdıklarından da anlaşılacağı üzere, işçilerin zihin olarak bozulduklarının farkındaydı: “İş bölümünün ileri boyutlara ulaşmasıyla, geçimlerini bedensel çalışmaları sayesinde sağlayan insanların, yani oldukça büyük bir insan kitlesinin, çoğunluğunun yaptığı işler yalnızca birkaç basit işlemden, genellikle bir ya da iki tür işlemden oluşmaktadır. Tüm hayatlarını yalnızca muhtemelen birbirine benzeyen… Birkaç basit işlemi uygulayarak geçiren insanların, kendi yaklaşımlarını işlerine yansıtmak, kendi icat ettikleri ayrıntıları uygulamak, hiçbir zaman farkına varamayacakları sorunları çözmek için uygun çözümler yaratmak gibi fırsatları yoktur. Bu yüzden doğal olarak bu tür bir çaba gösterme alışkanlığını kaybetmekte ve insan potansiyelinin izin verdiği ölçüde aptal ve İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 193 cahil bir hâle gelmektedirler. Zihninin bu şekilde hareketsiz kalması onu yalnızca herhangi bir akılcı muhabbetten keyif almaktan ya da buna iştirak etmekten alıkoymakla kalmaz, aynı zamanda herhangi bir yüce gönüllü, asil ya da hassas bir duyguyu algılamaktan ve bunun sonucu olarak da özel hayatındaki sıradan görevlerle ilgili olarak dahi adil bir yargı geliştirmekten mahrum eder.” (Smith, 1976b, s. 2, 367). Yani, Smith iş bölümünün işçilerin zihinlerinin gelişimini önlediğinin farkındaydı ve çalışan yoksul insanlar için özel okullar kurulmasını önermişti (Smith, 1976b, s. 781-785). İşçiler hem zihinsel hem de duygusal olarak aşağı çekilmektedir; kendi araçlarına sahip değildir ve kendi iş saatlerini kendisi belirleyememektedir. Yaptığı iş kendini tekrarlamaktadır ve mekaniktir. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine isimli eserinde, işçilerin doğuştan gelen hakları olan özgürlüğün onlardan çaldığını; rekabet, uzmanlaşma ve iş bölümü yüzünden gasp edildiğini söyleyerek iş bölümünü eleştirmektedir. William Summer işçilerin maddi koşullarını iyileştirme sorumluluklarını kaybettiğini ileri sürmektedir ve Marks, işçileri üretim sürecinde bir makinenin dişlilerine dönüştürdüğünü ve yabancılaşmalarına neden olduğunu söyleyerek piyasa sistemini eleştirmektedir (McConnell, 1943, s. 81-82). Smith’e göre, iş bölümü birkaç insanın aynı görevi bitirmek için birbirine yardım ettiği durumda ortaya çıkmaktadır ve “her çiftçinin kendi ailesi için aynı zamanda bir kasap, fırıncı ve bir bira yapımcısı olmak zorunda olduğu” köylerde daha az görülmektedir (Smith, 1976a, vol. I, s. 31-32). Lüks tüketim malları için talep olan şehirlerde ise bir zorunluluk hâlini alır. Smith’e göre iş bölümünün ne derece mümkün olduğunu belirleyen piyasanın kapsamıdır (Smith, 1976a, vol. I, s. 15). 194 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK İş bölümü: Bir Karşılaştırma Tablosu İbn-i Haldûn Adam Smith Tek başına bir insanın kudreti, ihtiyacı olan (yiyeceği) elde etmek için yeterli değildir ve hayatta kalması için gerekli olan yiyeceği üretmesini sağlayamaz. En düşük miktarda bir yiyeceği bile göz önünde bulunduracak olsak bile-yani örneğin bir gün için yemesi gereken (az miktarda) bulguru üretmesi gerektiğini düşünsek bile- bu yiyeceği ancak öğütme, yoğurma ve pişirme gibi hazırlık süreçlerinden geçtikten sonra elde edebilecektir. Bu işlemlerin her biri, ancak başka zanaatların icra edilmesi ile üretilebilecek aletlerin ve araçların kullanılmasını gerektirecektir; örneğin işin içine bir nalbantın, bir marangozun ve bir çömlekçinin girmesi gerekecektir (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 89-91). Bir kişi teli gerer, diğeri düzleştirir, üçüncü bir kişi keser, dördüncü bir kişi ucunu sivriltir, beşinci bir kişi başını geçirebilmek için diğer ucunu ezer; başı imal etmek bile birbirinden farklı iki üç işlemin uygulanmasını gerektirir; başı bu uca geçirmek de ayrı bir iştir; iğneyi ağartmak da öyle. İğneleri bir kâğıda dizmek bile kendi başına bir iştir. Ve bu şekilde, bir iğne üretmek gibi önemli bir iş, yaklaşık on sekiz ayrı işleme bölünmektedir. Bazı fabrikalarda bu işlemlerin her biri için ayrı kişiler çalıştırılırken bazılarında aynı kişi iki ya da üç işlemi birden icra etmektedir. Tek bir kişi kendi başına hayati ihtiyaçlarını karşılayamaz. Tüm insanlar kendi medeniyetleri içerisinde hayati ihtiyaçlarını karşılayabilmek için iş birliği yapmak zorundadırlar. Ancak bir grup insanın iş birliği yaparak üretilen şeyler kendi sayılarından kat kat fazla sayıdaki insanın ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli olacaktır. Örneğin, kimse tek başına gıda ihtiyacını karşılamak için gerekli olan buğdayı üretemez. Ama altı ya da on kişi bir araya gelirse; gerekli aletleri yapacak bir marangoz ve bir demirci, öküzleri güdecek kişiler, toprağı sürecek olanlar, olgunlaşmış tahılları toplayacak ve diğer tarımsal işlemlerden sorumlu olacak kişiler, ihtiyaçları olan yiyeceği elde etmek için bir araya gelir ve ister ayrı ayrı ister birlikte, amaçlarına ulaşmak için emeklerini ortaya koyarlarsa belli bir miktarda yiyecek elde edeceklerdir ve bu yiyecek kendi sayılardan çok daha fazla sayıdaki insanın gıda ihtiyacını karşılamak için yeterli olacaktır. İşçiler emeklerini bir araya getirirlerse, kendi ihtiyaçlarından çok daha fazlasını üretirler (İbn-i Haldûn, 1958, vol. II, s. 271-272). Tüm diğer sanat ve üretim dallarında iş bölümü, bu önemsiz meselede olduğuna benzer bir etki yaratmaktadır; ancak çoğunda yapılacak işler bu kadar alt bölüme ayrılamaz ve yapılacak işlemler de bu kadar basite indirgenemez. Yine de burada aktarılabileceği kadarıyla, iş bölümünün uygulanması her bir zanaat dalında emeğin üretim gücünde uygulanma miktarıyla orantılı bir şekilde artış olmasını sağlamaktadır (Smith, 1976a, vol. I, s. 13-24). İş bölümünün uygulanmasının sonucu olarak tüm zanaat dallarında, üretimde ciddi bir artış sağlanmaktadır ve bu artış, iyi yönetilen bir ülkede en düşük sınıftaki insanları da kapsayacak bir şekilde genel bir bolluğun ortaya çıkmasına neden olacaktır. Her işçinin kendi işindeki üretim potansiyeli, kendisinin ihtiyaç duyduğu miktarın çok daha üstünde bir üretim yapmasına olanak sağlayacak kadar çoktur. Diğer tüm işçilerin de benzer bir durumda olduğu düşünülürse her birinin kendi ürettiği şeylerin büyük bir kısmını başka birinin ürettiklerinin büyük bir kısmıyla ya da onlara denk gelecek miktarda bir ücret karşılığında ki ikisi nihayetinde aynı yola çıkmaktadır, değiştirme imkânı olacaktır (Smith, 1976a, vol. I, s. 22). İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 195 Yukarıdaki Tablo 1’de yan yana sunulan alıntılardan da anlaşılabileceği üzere, hem İbn-i Haldûn’a hem de Adam Smith’e göre üretimin arttırılması için iş bölümü önemli bir noktada durmaktadır. İbn-i Haldûn yaşam için asli bir öneme sahip olan ve hem şehir hem de taşra hayatında ihtiyaç duyulan bulgur üretimini örnek olarak sunmaktadır. Smith ise küçük ama kullanışlı bir eşya olan ve ticari toplumlarda ihtiyaç duyulan iğnenin üretimini örnek vermektedir. İbn-i Haldûn’a göre, iş bölümünü mümkün kılan şey toplumsal dayanışma duygusudur, kişisel çıkar değil; çünkü grubun her bir ferdi ailesinin, grubun ya da kabilesinin fayda sağlaması için çalışmaktadır. Toplumsal dayanışma bir medeniyetin inşasında önemlidir, özellikle de politik elit için merkez teşkil eden şehirlerde. Smith’in kabul ettiği ikinci bir gözlem, işçilere verilen görevlerin yapıları gereği mekanik olmasının bir sonucu olarak işçilerin aptallaşması ya da cahil kalmasıdır. Marks bunu işçinin emeğine yabancılaşması olarak tanımlamaktadır çünkü işçi kendi üretim araçlarına sahip değildir ve zihinsel gelişimi engellenmektedir. Buna karşın İbn-i Haldûn’un betimlediği zanaatkârlar yabancılaşma yaşamazlar çünkü kendi aletleri ve hammaddeleri de dâhil olmak üzere kendi üretim araçlarına sahiptirler ve geleneksel olarak kendi dükkânını oğluna devrederler (Hourani, 1991, s. 112-12). Müslüman zanaatkârlığın gerektirdiği tekrarlamalar zihni köreltmeye yönelik değildir; aksine zanaatta mükemmelleşmeyi, zanaatını ruhunun bir parçası hâline getirmeyi ve elindeki işi mümkün olduğunda mükemmel ve güzel bir şekilde yapmayı, bu şekilde ilahî kemali ve ilahî güzelliği insan seviyesinde yansıtmayı amaçlamaktadır. Burada bir yabancılaşma söz konusu olamaz. Unutulmaması gereken bir başka mesele ise, bu iki alıntı arasındaki benzerlik, burada ifade edildiği hâliyle iş bölümü fikrinin Adam Smith’ten dört yüzyıl önce ortaya atılmış olduğudur. Ancak İbn-i Haldûn’un Adam Smith üzerinde doğrudan güçlü bir 196 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK etkisi olduğu gibi bir sonuca hemen varılmamalıdır. Bu iddiayı destekleyecek bir kanıt söz konusu değildir. Bu iki düşünür eserlerini iki farklı dilde kaleme almışlardır, dolayısıyla bu iki eseri metinler arası bir karşılaştırma yapmak için incelemek mümkün değildir. Ayrıca, Adam Smith Arapça bilmiyordu ve dolayısıyla Türkçeye çevirisine 1730 yılında başlanan Mukaddime’nin Türkçe çevirisinin içeriğine ulaşmak için bir çevirmenin desteğini almadığı sürece İbn-i Haldûn’un eserinin orijinalini okumuş olması mümkün değildi. Ve mesele sadece bu alıntıyla ya da bu fikirle de sınırlı değildir, Rosenthal’ın da belirttiği gibi: “İbn-i Haldûn’un yaşadığı dönemden çok sonra Avrupalı Batı’da ortaya çıkan fikirlerin pek çoğunun, şaşırtıcı bir şekilde zannedildiği kadar yeni fikirler olmadıkları aksine en azından temel bilgi düzeyinde Mukaddime adlı eserinde yeni bir bilim inşa eden bu on dördüncü yüzyıl Kuzey Afrikalısı tarafından bilindikleri ortaya çıkmıştır.” (İbn-i Haldûn, 1958, s. ixvii). Sonuç Bu çalışmada iki düşünürün görüşlerini karşılaştırdık; bir on dördüncü yüzyıl sosyoloğu olan Kuzey Afrikalı İbn-i Haldûn ile bir on sekizinci yüzyıl ekonomisti ve ahlak filozofu olan Avrupalı Adam Smith. İkisinin görüşlerinin ortak noktası, iş bölümü fikridir ancak bu iki düşünür bu fikri farklı bağlamlarda ve farklı amaçlarla ele almışlardır. İbn-i Haldûn’a göre toplumsal bağlam bir kabile ya da geleneksel ekonomi bağlamıyken, Adam Smith bireysel bir bağlamda ve piyasa ekonomisi dâhilinde ele almıştır. İbn-i Haldûn’a göre, iş birliğinin toplumsal çerçevesini kabilenin çerçevesi oluşturmaktadır ve toplumsal dayanışmanın (asabiyet) kapsamı bir Arap kabilesi de olsa, Berberi bir kabile de olsa kabileyi içine almaktadır. Zanaatların gelişimi nihayetinde toplumsal dayanışmaya dayanmaktadır ve iş bölümü de kaynağını buradan almaktadır. Eğer bu toplumsal dayanışma zayıflar- İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 197 sa zanaatkârların üretkenliği de azalacaktır ve bu da yönetimin ömrünü etkileyecektir. Toplumsal dayanışmanın sürekliliğinin sağlanmasında, grubun maneviyatının korunmasında ve grup üyelerinin aşırı servet biriktirmesinin önlenmesinde, din önemli bir role sahiptir. İbn-i Haldûn’un devletin ve toplumun doğasına dair görüşleri son derece özgündür ve onu İmam Gazzâlî de dâhil olmak üzere Müslüman seleflerinden ayırmaktadır; Gazzâlî daha çok tasavvufi bir ahiretçilik eğilimi göstermekte, tamamen çekimser kalmaktadır ve kişinin en minimal ihtiyaçları için küçük kârlar elde etmesinden yanadır. İbn-i Haldûn ise, kendisi de dindar bir insan olmasına rağmen kâr elde etme çabalarına bir kısıtlama getirmemiştir ve toplumun incelenmesinde bilimsel bir yaklaşım benimsemiştir. Ancak onun bilimi, Avrupa aydınlanmasının bilimsel pozitivizmi değildir. Müslüman bir düşünür olarak doğal bir biçimde Kur’an’dan ve hadislerden alıntılar yapmakta ya da Peygamber’in sahabelerinin hayatlarından örnekler getirmektedir ancak temel tezini destek aldığı bu alıntılara dayandırmamaktadır. Toplumsal dayanışma teorisi ve iş bölümü kavramı ampirik ve tarihî gerçeklerle desteklenmiştir. Dinî kaynaklardan yaptığı alıntılar, tezinin bilimsel liyakatine zarar vermemektedir. Yine de yazar tarihte ilahî bir amacın söz konusu olduğundan ve İslam’ın ve Müslümanların bu amacın yerine getirilmesinde üstün araçları teşkil ettiğinden emindir. Onun görüşlerine göre ilahî amacın gerçekleştirilmesi için çabalamak insani bir sorumluluktur. İbn-i Haldûn serbest girişimini desteklese ve devlet müdahalesine karşı olsa da; üretim araçlarının özel mülkiyete tabi olduğu, geniş çaplı operasyonları gerektiren, rasyonel bir ticaret yöntemini öngören ve insanların çoğunun doğrudan ya da dolaylı olarak zengin insanlar için çalıştıkları bir toplum yapısına yol açan türde bir kapitalizmi desteklememektedir. Kapitalist 198 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ruh, insanların kendi iyiliği için kâr elde etme ve tekrar yatırım amacıyla servet birikimi yapma arzusundan beslenmektedir. İbn-i Haldûn’un yaşadığı dönemde insanlar ticaretle ilgileniyorlardı ancak diğer dünyaya eğilimlerinden dolayı azla yetiniyorlardı. Zengin bir insana genellikle şüpheyle bakılırdı. Diğer insanları servet elde etme amacıyla sömürmeye ve ruhunu para için satmaya hazır açgözlü bir insan olduğu düşünülürdü. İbnHaldûn’a göre zengin olmakta bir kötülük yoktur çünkü Peygamber’in zengin yoldaşları, kişinin servetini dinine hizmet etmek için nasıl kullanabileceğine dair bir örnek olarak alınabilir. Ancak İbn-i Haldûn’un yaklaşımının naif bir yönü vardır; rekabetçi bir ortamda insanlar hile yapmazlar. İbn-i Haldûn onursuzluğun, müsrifliğin ve ahlaksızlığın engellenmesinde dinin rolüne değinmektedir. Dolayısıyla servet tek başına bir amaç oluşturmamaktadır ancak kentleşme sürecinin kaçınılmaz bir gerçekliğidir. Onun zenginliğe yaklaşımı yenilikçidir; serveti tek başına bir araç olarak görmemekte, dine hizmet etmek için bir araç olduğunu düşünmektedir (Ghazanfar, 2003, s. 168). Ona göre zenginlik hem büyük iyilikler hem de büyük kötülükler yapma potansiyeline sahiptir; erdemliliğe ya da ahlaksızlığa yol açabilir; bir medeniyet inşa edebilir ya da yıkabilir. Alataş, İbn-i Haldûn’un modelinin ekonomik sisteme dair bir kavramsallaştırmaya sahip olmadığını ve devlet düzenlemesine dair teorisine üretim modları kavramının eklenmesi gerektiğini düşünmektedir (Alataş, 2006, s. 408). İbn-i Haldûn bir iktisatçı olmasa da zanaatların üretiminin toplumsal dayanışmayla, devlet desteğiyle ve kişinin sınıfıyla birbirinden ayrılamaz olduğunu düşünüyordu; yukarıda sayılanları ise servet edinimini, lüks bir yaşam biçimini ve yönetimin düşüşünü pekiştiren unsurlar olarak görüyordu (Mahdi, 2006, s. 216-222). İş bölümü ancak bir toplum içerisinde mümkündür. Hiçbir birey yalnız yaşayamaz çünkü ihtiyaç duyduğu gıda ve güvenliği temin edemez. Bir şehirdeki ekonomik hayatta, zanaatların incelikli üretiminde ve İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 199 lüks malların tüketiminde artış söz konusudur, bu da yönetici elitin gücü elinde tutmasına yardımcı olur. Dolayısıyla, bir hanedanın yükselişi ve düşüşü dış faktörler ile insani arzuların, alışkanlıkların ve melekelerin karşılıklı etkileşiminin bir sonucudur. Alçakgönüllü ve dinî bir yaşam tarzı toplumsal dayanışmayı pekiştirir; bu da bir hanedanın çöküşünü geciktirir (Mahdi, 2006, s. 268-269). Daha önce de belirtildiği gibi Adam Smith, İbn-i Haldûn’un iş bölümünün üretimi, özellikle de lüks tüketim maddelerinin üretimini arttırması dolayısıyla ekonomik büyüme için asli bir öneme sahip olduğu fikrini paylaşmaktadır. Ancak Smith’in iş bölümüne yaklaşımı, büyük oranda tarım ve ticaretten oluşan ancak metal sanayisinin yün sanayisini geride bırakmasından dolayı gittikçe endüstriyel üretime yönelen bir piyasa ekonomisi tarafından şekillendirilmiştir. Onun kafasında canlandırdığı iş bölümü, İbn-i Haldûn’unkinden daha geniş kapsamlıdır. İş bölümüne dayanak oluşturan teorik temeller arasında asli bir farklılık söz konusudur. İbn-i Haldûn’a göre iş bölümünü besleyen unsur toplumsal dayanışmadır (asabiyet) ve iş bölümünün amacı yalnızca bir bireyin değil içinde bulunduğu grubun ve kabilesinin de fayda sağlamasıdır. Bunun aksine, Smith’e göre insandaki iş bölümü yapma eğiliminin temel kaynağı kişisel çıkar arayışıdır ve bu arayış “görünmez el” sayesinde toplumda ekonomik dengenin oluşmasını sağlar. Her ne kadar Smith “insanı kendi suretinde yaratan Evrenin Yaratıcısı”na inanıyor olsa da görünmez el İslam ya da Hıristiyanlıktaki Tanrı değil, sosyolojik ve ekonomik ilkelerin gerçekleşme sürecidir. Smith’in hümanist yönü, Ahlaki Duygular Teorisi kitabında ele aldığı natüralist sempati teorisinin çerçevesinde anlaşılmalıdır. Sempati sayesinde yoksulların çektikleri sıkıntıları anlarız ve onlara karşı merhametli bir şekilde davranırız. Bu, görünürde Ulusların Zenginliği isimli eserinde ele alınan ve insan doğasının 200 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK temel itici gücü olarak resmedilen kişisel çıkar fikriyle tezat oluşturmaktadır. Aslında görünürdeki bu çelişki çözülebilir. İnsan sempatisi, tanışıklık ilkesine göre belirlenir; bir insanı ne kadar yakından tanıyorsak ona karşı o kadar sempati geliştiririz. Ailemizdeki insanlar ve yakın arkadaşlarımız için daha fazla sempati hissederken yabancılar ya da uzaktan tanıdığımız insanlar için daha az sempati besleriz. Smith’in sempati fikrinin aile üyelerine ve yakın arkadaşlara yöneltilmiş olduğu ve kişisel çıkar fikrinin de bir piyasa ekonomisindeki yabancılara karşı olduğu söylenmektedir. Yani bu iki mesele birbiriyle çelişmek zorunda değildir. İnsan doğasındaki görünmez el tarafından yönetilen kişisel çıkar fikri bile en nihayetinde toplumun en fakir kesimine yardım etmektedir. Ancak burada sorunlu olan kısım şudur ki bireyler bilinçli olarak yoksullara yardımcı olmak niyetinde değildir, onlara yardım eden şey piyasanın yapısından kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki tüm yıkıcı sonuçlarıyla birlikte kapitalizmin beslendiği kaynak Ulusların Zenginliği eserindeki kişisel çıkar fikridir ve Smith’in hümanist yönü büyük oranda görmezden gelinmektedir. İş bölümünü teşvik eden şey toplumsal dayanışma da olsa, kişisel çıkar da olsa, İbn-i Haldûn da Adam Smith de bunun özellikle de şehirlerde lüks malların üretimini arttıracağı noktasında hemfikirdirler. İkisi de lüks tüketim mallarının hem olumlu hem de olumsuz yönleri olduğunu düşünmektedir; olumludur çünkü daha fazla çalışmak için kişiyi teşvik etmektedir ve bu şekilde medeniyetin inşasına katkıda bulunmaktadır; olumsuzdur çünkü rekabetçiliğe yol açmakta ve bu da beraberinde açgözlülük ve kıskaçlık gibi kötülükleri getirmektedir. Aslında İbn-i Haldûn, kişi rızkın Allah’tan geldiğini ve servetini dinine hizmet etmek için kullanması gerektiğini unutmadığı sürece servet kazanımına karşı değildir. Olaya bu şekilde bakmak açgözlülüğe engel olacak ve kanaatkârlığa yol açacaktır. İbn-i Haldûn için iş bölümü, toplumsal teorisinin öncelikli bir boyutunu oluşturmamaktadır ve servet ediniminin kendisini bir amaç olarak görmemektedir. İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 201 Ancak Smith’e göre üretkenlik için merkezî bir öneme sahiptir ve servet ediniminin kendisi bir amaçtır. Smith de İbn-i Haldûn da zenginliğin tehlikelerine karşı uyarıda bulunmuşlardır. Ahlaki Duygular Teorisi isimli eserinde, Smith insanların zengin oldukları zaman mutlu olacaklarına inanmaları hakkında yazmıştır. Bunun bir yanılsama olduğunu ancak gerekli bir yanılsama olduğunu söylemektedir; çünkü tüccarların daha fazla üretebilmek adına iş bölümü yapmayı kabul etmelerini sağlamakta ve bu şekilde refahın artışına katkıda bulunmaktadır. Gerçekte ise sadece daha fazla sefalet getirmektedir. Bu antimateryalist tutum kısmen ticari bir toplumun aşırılıklarını dizginlemek amacıyla kendine hâkim olmaya yönelik stoik bir yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. İbn-i Haldûn da zenginliğe karşı uyarıda bulunmuştur. Ona göre servet, ahlaksızlıklara, miskinliğe ve toplumsal dayanışmanın zayıflamasına yol açmaktadır. Bir kabilenin toplumsal bağlılığı zayıfladığı zaman, kabilenin gücü de azalacaktır ve daha yüksek bir toplumsal dayanışma gösteren başka bir kabile tarafından yıkılacaklardır. Ancak Smith’in stoik tavrının aksine İbn-i Haldûn’un refahın kendisiyle bir problemi yoktur; sahabeden pek çoğu varlıklı insanlardır. İbn-i Haldûn içinde bulundukları refahın dinlerini, toplumsal bağlılıklarını ve maneviyatlarını mahvetmesine izin veren zengin toplumları eleştiriyordu. Peygamberin zengin yoldaşları ve çileci sufiler, zenginliği refah aracı olarak değil maneviyata hizmet edecek bir araç olarak görüyorlardı. Smith’in kendine hâkim olmakla ilgili stoik tavrı, felsefi bir düzeyde din ile bağdaştırılabilir ancak pragmatik bir düzeyde bağdaştırılamaz. Felsefi stoacılık, insanların davranışlarını değiştirme noktasında dinden daha az etkilidir. Ancak modern ticari toplum, Smith’in Ahlaki Duygular Teorisi isimli kitabında ortaya koyduğu hümanist yönünden değil, Ulusların Zenginliği isimli kitabında ortaya koyduğu materyalist yönünden etkilenmiştir. Sanayi Devrimi’yle birlikte, sanayicilerin işçilerin eme- 202 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ğini sömüren kapitalist bir sistemi savunmak için Smith’in materyalist mutluluk fikrini kullanmaları hiç de şaşırtıcı değildir. Bu sistem köklerini, yoksullukla ilgili endişelerin kâr elde etme çabasından daha önemsiz olduğu kişisel çıkar felsefesinden almaktadır. Bu yaklaşım da büyük şirketlerin kârlarını arttırmak amacıyla ekmeğini kazanan binlerce insanın maaşlarından kısmasını sağlamıştır. İbn-i Haldûn’un da Smith’in de kâr elde etmekle ilgili bir sorunları yoktur ancak ikisi de buradan doğacak olan refaha karşı şüpheci bir tavır takınmaktadır. Smith, en azından Ahlaki Duygular Teorisi isimli kitabında, insanın mutluluğu yalnızca servet birikiminden elde edemeyeceğinin farkındaydı ve İbn-i Haldûn da servet birikiminin bir kabilenin toplumsal dayanışmasını ve maneviyatını mahvedebileceğinden endişe ediyordu. İkisi de sempatinin ve iyilikseverliğin insan fıtratının bir parçası olduğunu düşünüyordu, ancak Smith bu sempatinin bireysel bir bilinçten doğmasını beklerken İbn-i Haldûn bu duygunun toplumsal dayanışma ve din tarafından pekiştirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak Smith’ten iki yüzyıl sonra, ampirik gerçeklik, yalnızca kişinin bilincine bel bağlanamayacağını ve insanların sorumluluk sahibi bir şekilde hareket etmeleri için dışsal bir baskının da uygulanması gerektiğini göstermiştir. Toplumsal dayanışma teorisi ve bu dayanışmanın beslenmesinde dinin rolü ile ilgili görüşleriyle, İbn-i Haldûn’un bu konuya ciddi bir katkısı söz konusudur. Kaynakça Alatas, S. F. (2006). Khaldunian sociology for the south. Current Sociology, 54(3), 397-411. Alatas, S. F. (2008). Islam and civilization in the writings of Abd al-Rahman Ibn Khaldun. IAIS Journal of Civilization Studies, 1(1), 66-86. Al-Hamdi, M. T. (November, 2006). Ibn Khaldun: The father of the division of labour. Proceedings of the International Conference on Ibn Khaldun, Madrid Islamic Culture Centre, Madrid. Black, A. (2001). The history of Islamic political thought: From the prophet to the present. Edinburgh: Edinburgh University Press. İş Bölümü ve Teorik Temelleri: İbn-i Haldûn ve Adam Smith’in Karşılaştırılması 203 Fleisher, C. (1984). Royal authority, dynastic cyclism, and the Ibn Khaldunism in sixteenth century Ottoman letters. In B. B. Lawrence (Ed.), Ibn Khaldun and Islamic ideology (vol. XI, pp. 47-51). Leiden. Galbraith, J. K. (1958). The affluent society. Harmondsworth:Penguin. Ghazanfar, S. M. (2003). Post-greek, pre-renaissance economic thought: Contributions of Arab-Islamic scholastics during the great gap centuries. In S. M. Ghazanfar (Ed.), Medieval Islamic economic thought (159-183). London and New York. Gilbert, G. (1997). Adam Smith on the nature and causes of poverty. Review of Social Economy, 55(3), 273-291. Hourani, A. (1991). A history of the Arab peoples. London. Ibn Khaldun. (1958). The Muqaddimah: An introduction to history (Trans. F. Rosenthal, 3 vols.). New York. Kenny, A. (2006). The rise of modern philosophy (Vol. 3). Oxford:Oxford University Press. Lacoste, Y. (1984). Ibn Khaldun: The birth of history and the past of the third world. New York. Lavezzi, A. M. (October, 2001). Division of labor and economic growth: From Adam Smith to Paul Romer and Beyond. Proceedings of the Conference Old and New Growth Theories: An Assessment, Pisa. Mahdi, M. (2006). Ibn Khaldun’s philosophy of history. Kuala Lumpur. McConnell, J. W. (1943). The basic teachings of the great economists. New York. Mohamed, Y. (2006). The Islamic philosophy of labor and crafts: The view of Ikhwan al-Safa, Isfahani, and Ibn Khaldun. American Journal of Islamic Social Sciences, 23(1), 35-51. Otteson, J. R. (2002). Adam Smith’s marketplace of life. Cambridge: Cambridge University Press. Rasmussen, D. C. (2006). Does ‘bettering our condition’ really make us better off? Adam Smith on progress and happiness. American Political Science Review, 100(3), 309-318. Smith, A. (1976a). An inquiry into the nature and causes of the wealth of nations (3 vols.). Oxford: Clarendon Press. Smith, A. (1976b). The theory of moral sentiment. Indianopolis. Smith, A. (2003). The wealth of nations (Int. A. B. Kruger). New York. Spengler, J. (1963-64). Economic thoughts of Islam: Ibn Khaldun. Comparative Studies in Society and History, 6, 268-306. Wallace, W. L. (2009). Malthus, Darwin, Durkheim, Marx, Weber, and Ibn Khaldun: On human species survival. New York. Weiss, D. (1995). Ibn Khaldun on economic transformation. International Journal of Middle East Studies, 27, 29-37. Wight, J. B. (2005). Adam Smith and greed. Journal of Private Enterprise, 21, 46-58. İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... Kadir Yıldırım İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde Devlet ve Kadın İşçiler Giriş Osmanlının en uzun yüzyılı olarak nitelendirilen XIX. yüzyıl, devlet ve toplum için önceki dönemlere göre şartların değiştiği ve daha da ağırlaştığı bir dönem olmuştur. Kaybedilen savaşlar ve bozulan mali yapıyla birlikte devletin toplum üzerindeki hâkimiyeti zayıflarken ekonomik alanda da Avrupa karşısındaki geri kalmışlık tam anlamıyla hissedilmeye başlanmıştır. Ekonomik geri kalmışlığa çözüm bulmayı amaçlayan Osmanlı yönetimi, Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirmiş Avrupa ülkelerini örnek alarak bir reform süreci başlatmıştır. Bu reform süreciyle birlikte Osmanlı klasik iktisadi ilkeleri de terk edilmiştir. Sanayileşmeyi temel hedeflerinden birisi olarak değerlendiren devlet, tekstil, ipekçilik, tütün ve gıda gibi üretim alanlarında fabrikalar açmaya başlamıştır. Uluslararası ticari ve ekonomik ilişkilerin güçlenmesiyle zamanla kamu yanında özel girişimciler de fabrikalar açmaya başlamıştır. Üretim sisteminde küçük üreticiliğe dayanan loncalardan ziyade fabrika tarzı üretimin ön plana çıkması, ücretli işçiliğin de yaygınlaşmasına yol açmıştır. 206 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Çalışma hayatında işçi-işveren taraflarının netleştiği ve çıkarlarının farklılaştığı bu yeni dönemde, sanayi hayatında görülen bir yenilik kadın işçilerin artması olmuştur. Ekonomik yapıdaki bozulmaya paralel olarak zamanla enflasyon gibi olumsuzlukların güç kazanması, halkın satın alma gücünü düşürmüş, toplumun diğer kesimleri gibi Müslüman kadınlar için de işçilik yapmak bir tercihten ziyade zorunluluk hâline gelmiştir. Ancak bu tercih, toplum gibi devlet yöneticilerinin de ataerkil-muhafazakâr yapısı ve İslami hassasiyetleri nedeniyle çeşitli engellerle karşılaşmıştır. Osmanlı devleti Müslüman kadınların sanayi hayatında erkek işçilerle birlikte çalışmasına engel olmaya, engel olamadığı durumlarda ise en azından üretim merkezlerinde dinî kriterlere uygun bir fiziksel denetimi gerçekleştirmeye çalışmıştır. Ancak son dönem devlet kayıtlarından da görülebileceği üzere, devletin bu politikaları yoksulluk ve iktisadi şartların ağırlığı nedeniyle sonuç verme açısından oldukça zayıf kalmıştır. Son dönem Osmanlı çalışma hayatında Müslüman kadınların ücretli işçilik yapmasındaki artışı devletin bu duruma bakışı ile birlikte değerlendiren bu çalışma, devlet yöneticilerin dinî hassasiyetlerinin iktisadi hayatta karşılık bulma açısından etkinliğini incelemektedir. Çalışmada ilk olarak XIX. yüzyılın Osmanlı ekonomisi ve çalışma hayatı için ne gibi değişikliklere yol açtığı üzerinde durulacaktır. Daha sonra bu dönemde Müslüman kadınlar arasında işçiliğin yaygınlaşması karşısında devletin tepkisine ve bu tepki sonucu uygulamaya konulan politikaların etkinliğine değinilecektir. Sanayi hayatında ücretli işçilik yapan, özellikle de gayrimüslim halka ait işyerlerinde çalışan Müslüman kadınların işçilik yapmasına devletin dinî hassasiyet nedeniyle engel olmaya çalışması ve bunda ne kadar başarılı olabildiği değerlendirilecektir. Son olarak da devletin bu tepkilerinin kısmi bir esneme yaşadığı 1910’lar sonrası savaş dönemi ele alınarak Müslüman kadınların işçilik yapmasına karşı devlet yöneticilerinin zihniyetindeki değişimin hangi dinamiklerden kaynaklandığı ve kalıcılığı sorgulanacaktır. İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... 207 Sanayileşme Çağı ve Gelenekten Kopuş: XIX. Yüzyıl Osmanlı Ekonomisi Osmanlı toplumu ve ekonomisi XVII. ve XVIII. yüzyıllarda geleneksel yapıların çok önemli değişiklikler geçirmeden varlıklarını sürdürebildikleri bir dönem yaşamıştır. Ancak özellikle 1760’lardan itibaren artan savaşlar sonrası askerî, siyasi, mali ve iktisadi anlamda dönüşüme yol açacak bir reform dönemine geçilmiştir. Bu reformların damgasını vurduğu XIX. yüzyıl, Osmanlı için geleneksel yapının kırıldığı bir yüzyıl olduğu gibi, Avrupa ülkeleri için de Sanayi Devrimi’nin sonuçlarının net bir şekilde görülmeye başladığı ve tüm dünyayı etkilediği yeni bir dönem anlamına gelmekteydi. Bu yeni dönemde Avrupa karşısındaki geri kalmışlığa çözüm bulma amacındaki Osmanlı bir yandan dönüşüm sancısı yaşarken diğer yandan ekonomik anlamda yurt içi ve yurtdışındaki pazarların giderek daha fazla bütünleştiği bir sürece girmiştir. Bu dönüşüm süreciyle birlikte klasik dönem Osmanlı iktisadi dünya görüşünün temel ilkeleri de zayıflayarak önem kaybetmiştir. İlk olarak reform çağının başlamasıyla geçmişe dönme ve onu ihya etme anlayışını temsil eden gelenekselcilik ilkesi terk edilirken; 1860’larla birlikte, iç piyasalarda mal bolluğu sağlanmasına yönelik olarak ihracatı yasaklayıp ithalatı teşvik etmeyi merkeze alan iaşecilik ilkesi gündemden düşmüştür. Hazineye ait gelirleri mümkün olduğu kadar artırmayı ifade eden fiskalizm ilkesi de aynı yıllarda klasik dönemdeki katılığını kaybederek yumuşamaya ve daha esnek hâle gelmeye başlamıştır (Genç, 2000, s. 92-94). Tüm bu değişiklikler, Osmanlı ekonomisi ve iktisadi politikaları için önceliklerin farklılaştığı yeni bir döneme geçilmesi anlamına gelmekteydi. Bu dönem için Osmanlı vatandaşlarının, diğer dünya ülkeleri özellikle de gelişmiş ülkeler karşısındaki ekonomik durumuna 208 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK baktığımızda, sanayileşmiş ülkelerle farkın giderek arttığı görülmektedir. 1990 yılı dolar değeri esas alınarak yapılan bir karşılaştırmada, Osmanlı İmparatorluğu içinde bugünkü Türkiye bölgesindeki kişi başına gelirler ABD ve Batı Avrupa ülkeleri ortalamasının 1820 yılında % 54.6’sı iken zamanla bu fark artmış, 1870 yılında % 40.8, 1913 yılında ise % 28.8 olmuştur(Pamuk, 2006, s. 815-816). Gelişmiş ülkelere nazaran göreli olarak bu fakirleşme karşısında, Osmanlı toplumu için yaşam standartlarını daha da olumsuz hâle getiren bir diğer gelişme ise enflasyondur. Tablo 1’de görüleceği üzere, 1830’lu yıllara kadar Osmanlı ekonomisi için enflasyon pek sorun arz etmemiştir. 1750 yılına gelindiğinde 1469 yılına göre 10,1 kat artmış olan fiyatlar, 1860 yılına gelindiğinde 285,7 katına çıkmış, bu dönemden sonra yaşanan düşüşle 1900 yılına gelindiğinde 238,1 katlık bir artış yaşanmıştır. XIX. yüzyılda artan savaşlar ve mali krizlerle birlikte fiyatlar hızlı bir artış süreci içine girmiş, bununla birlikte halkın satın alma gücü de önemli oranda düşmüştür. Savaş döneminde üretimin düşmesi ve ithalatın kesilmesiyle halkın en temel ihtiyaç mallarına ulaşımı dahi güçleşmiştir. İstanbul için 1914 Temmuz’u 100 kabul edildiğinde perakende fiyatlar 1915’te 153’e, 1916’da 320’ye, 1917’de 839’a ve 1918’de 1789’a yükselmiştir. Ege ve Orta Anadolu’da fiyatlar savaş öncesine göre 1915’te %40, 1916’da %90, 1917’de %200-250 ve 1918’de %400-500 oranında yükselmiştir. Suriye, Filistin ve Cebel-i Lübnan’da ise kıtlığın şiddeti nedeniyle fiyatlar kontrol altına alınamaz hâle gelmiştir(Eldem, 1994, s. 47-50). İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... 209 Tablo 1 Tüketici Fiyatları Endeksi (1469=1.0) Yıllar Tüketici Fiyatları Endeksi Yıllar Tüketici Fiyatları Endeksi 1469 1 1830-39 130,1 1750-59 10,1 1840-49 181 1760-69 11,1 1850-59 240,5 1770-79 17,8 1860-69 285,7 1780-89 17,2 1870-79 265,6 1790-99 24,5 1880-89 238,1 1800-09 34,7 1890-99 235,6 1810-1819 49,5 1900-09 220,9 1820-29 62,8 1910-14 294,2 Kaynak: Pamuk, (2004, s. 455)’tan yararlanılarak düzenlenmiştir. Osmanlı ekonomisinde yaşanan makro boyutlu bu olumsuzluklarla birlikte, mikro ölçekte de sorunlar artmaktaydı. Bu sorunların temel nedeni ise, Avrupa karşısında sanayileşme hedefini başaramayan Osmanlının içine düştüğü zor durumdu. Sanayi Devrimi XIX. yüzyılda Osmanlı piyasalarını da etkilemiştir. Napolyon Döneminin sonu olan 1815 yılını takip eden süreçte Avrupa mallarının Doğu’ya doğru akışı artmış ve çok geçmeden Osmanlı toprakları da Avrupalı fabrikatörlerin hedeflerinden biri hâline gelmiştir. Avrupa’nın mamul malları, artan bir hızla geleneksel Osmanlı ürünlerinin rakibi hâline gelmeye başlamış ve bu durum, Osmanlı el sanatkârlarının ve zanaatkârlarının işsiz kalmalarını tetiklemiştir (Clark, 1974,s.65). Osmanlı imalat sektörünün Avrupa’nın ucuz kitlesel üretimi ile karşılaştığında düştüğü zor duruma yönelik birçok örnek mevcuttur. 1840’lardan sonra İngiltere’den ithal edilen ve en az Bursa’da üretilenler kadar kaliteli ve ucuz olan havlular şehirde ipekli ve pamuklu imalatıyla uğraşan el tezgâhlarının sayısının 210 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK azalmasına neden olmuştur. 1858’de havlu ve bornoz imalatı ile uğraşan 200 tezgâh varken bu sayı 1860’ta 100’e, 1861’de ise 86’ya düşmüştür. Trabzon, Maraş ve Adana örneklerindeki gibi ülkenin diğer bölgelerinde de halkın Avrupa mallarını tercih etmesi, el tezgâhı sayısının giderek azalmasına ve yerel piyasalardaki daralma ile birlikte işsizliğin artmasına neden olmuştur. 1842 gibi erken bir tarihte, limanlardan uzak bir iç bölge olan Kayseri’de yerli ürünlerin ticaretinde yaşanan gerilemenin buharlı gemicilik sonucu oluşan nakliye kolaylıklarına bağlanması; aynı tarihlerde Erzurum’da Avrupa mallarının Şam, Halep, Diyarbakır, Musul gibi bölgelerden gelen yerli malların yerini almasından şikâyet edilmesi, yerli üreticiler açısından yaşanan bu olumsuz sürecin yansımalarıdır (Baskıcı, 2005,s. 166-170). Avrupa rekabeti, yüzlerce yıllık geçmişi olan bazı üretim alanları ve loncaların son bulmasına neden olmuştur. Ankara’da 1800’lerde toplam 1000 ila 2000 arasında tezgâha sahip olan tiftik dokumacılarının kapanması, çöken loncalardan sadece bir örneği teşkil etmektedir.1 İmparatorluğun yerli sanayisi tamamen çökmemekle birlikte, birçok meslek sahibi için gelir kaynaklarının zayıfladığı olumsuz bir süreç yaşanmaktaydı. Yaşanan bu süreç sadece ekonomik kayıplar değil sosyal anlamda da ülkenin beşerî sermayesi olarak nitelendirebileceğimiz gençlerini yoksulluk ve yoksunlukla karşı karşıya bırakmaktaydı. 1885 yılında binlerce fakir gencin İstanbul sokaklarında işsiz dolaştığı, gelirlerini nereden temin ettiklerinin bilinmediği, uzun süreli işsizliklerinin bunların çalışma ümit ve güçlerini kırdığı bizzat devlet kayıtlarında ortaya konmaktadır (BOA,2 Receb 1 Bu tarz örnekler İmparatorluğun tüm yerel sanayisinin çöktüğü ve küçük üreticiliğin son bulduğu anlamında da düşünülmemelidir. Tiftik dokumacılığı ve Ankara’daki lonca silinip gitmişti fakat bunun karşılığında ülkenin diğer bölgelerinde ipekli dokumacılığı yaygınlaşmış ve yeni iş imkânları doğmuştu. Aynı şekilde lüleci esnafı loncası da XIX. yüzyılda benzer bir gidişata maruz kalmış ve güç kaybetmiş fakat tütün üretiminin yoğun olduğu bölgelerde sigara üretimi gibi farklı bir iş ve istihdam alanı ortaya çıkarak yaygınlaşmıştı (Quataert, 2004,s. 1004,1007-1003). İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... 211 1302/17 Nisan 1885).Dersim’deki isyan, hac yolunda hacılara yönelik baskın ve soygun olayları, artan eşkıyalık ve çeteler, askerlerin erzak depolarının yağmalanması da işsizliğin sonuçları olarak değerlendirilmekteydi (“Çare-i halas”, 1910, s. 3). İktisadi açıdan yaşanan bu zorluklarla birlikte, daha önce de belirttiğimiz gibi XIX. yüzyıl Osmanlı için aynı zamanda bir reform çağıydı. Bu yüzyılda Osmanlı yönetimi olumsuz ekonomik gidişata ve Avrupa karşısındaki gerilemeye karşı sürekli tedbirler almaya çalışmıştır. Bu tedbirlerden birisi de Avrupa’yı takip edecek şekilde üretim organizasyonunun değiştirilmesi ve bu doğrultuda devlet öncülüğünde başlayarak fabrikalar kurulmaya çalışılmasıydı. Üretim organizasyonuna yönelik bu yeni politika, ekonomik gelişmede fabrika sisteminin yüzlerce yıllık geleneksel esnaf üretim sistemine tercih edilmeye başlandığını göstermektedir. Söz konusu dönem içindeki büyük yatırımlar devlet fabrikaları öncülüğünde başlatılırken bayındırlık, demiryolları, limanlar gibi alanlarda da büyük sermayeli yatırımlar yapılmaya başlanmıştır. İlk dönemde askerî ihtiyaçları karşılamak üzere kurulan devlet fabrikaları, 1804 Beykoz Kâğıthanesi, 1810 Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası, 1827 İplik Fabrikası, 1833 Feshane, 1830’larda İslimiye Çuha Fabrikası, aynı yıllarda İzmit’te Basmahane, 1843’te İzmir Kâğıt Fabrikası ve 1840’larda Bakırköy ve Zeytinburnu sanayi komplekslerinin kurulmasıyla çeşitlenmişti. Böylece İmparatorlukta fabrika tarzı üretim güç kazanmaya başlamıştı (Güran, 1992,s. 236-238; Önsoy, 1988,s. 47-52). Devlet öncülüğünde açılmaya başlanan fabrikalara daha sonra özel fabrikalar da katılmış ve böylece çok sayıda işçi çalıştıran üretim birimleri artmaya başlamıştı (Kala, 1993,s. 107). XIX. yüzyılın ortaları ve sonrası için devlet veya özel sektöre ait bu özel fabrikalarda, bunların yanında madenlerde, hizmetler sektöründe, inşaat sektöründe, putting-out sistemiyle (sipariş usulüyle) evlerde üretim yapılmasıyla ve sınırlı da olsa tarım sektöründe 212 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ücret karşılığı çalışan işçiler artmaya başlamıştı (Makal, 1997,s. 132). Bu durum, İmparatorluk ekonomisinde üretim organizasyonunun değişimine ve küçük üreticilere dayanan geleneksel esnaf sisteminin fabrika temelli üretimle yer değiştirmesine yol açmaktaydı. Üretim sisteminin geleneksel kalıpları dışına taşıp bu şekilde fabrikalara kayması, işçi işveren ilişkileri ve çalışmanın niteliğinin de değişmesine neden olmaktaydı. XIX. yüzyılda gerek devletin aldığı bu tedbirler gerekse de dünya ekonomisi ile bütünleşmeyle birlikte ticaretin artmakta olması Osmanlı ekonomisini olumlu da etkilemiştir. Savaşlarda kaybedilen topraklar ve bağımsızlığını ilan eden bölgelerle birlikte XIX. yüzyıl boyunca ve XX. yüzyıl başlarında Osmanlı nüfusu 26 milyondan 22 milyona düşerken 1840’ların başında 130 milyon Osmanlı lirası olan GSYİH 1880 yılında 160 milyona, 1913’te ise 260 milyon liraya yükselmiştir. Kişi başına gelirler de 1840 yılında 5 liradan 1880 yılında 8,1913’te 12 liraya çıkmıştır. GSYİH ve kişi başına gelirlerdeki yükselişi gösteren bu rakamlar, Osmanlı maliyesinin zorlu bir dönem yaşadığı ve giderlerin gelirlerden daha hızlı arttığı XIX. yüzyılda Osmanlı ekonomisinin büyüdüğünü göstermektedir. (Pamuk, 2006, s. 819). Mali yapıdaki bu bozulma, devletin toplum üzerindeki mali kontrolünün de zayıflaması anlamına gelmektedir. Bu zayıflamanın sonuçlarını ise ilerleyen bölümlerde devletin Müslüman kadınların çeşitli ortamlarda çalışmasına engel olmak istemesine rağmen bu hedefinin sonuçsuz kalmasında göreceğiz. Fiyatlarda yaşanan bu hızlı artışın satın alma gücünü nasıl etkilediğini ise Osmanlı işçilerinin ücretleri üzerinden görebilmekteyiz. Tekstil sektöründe çalışanlar için XIX. yüzyılda reel ücretler 1860’lara kadar bir düşüş yaşamış, 1860’lar sonrasında ise artmıştır. Buna göre 1860 yılını 100 olarak kabul ettiğimizde, Osmanlı için 1800 yılında reel ücretler 108 idi. Aynı değer 1880’de 120’ye, 1913’te ise 147’ye çıkmıştır(Pamuk &Williamson, 2009,s. 38). GSYİH, kişi başına gelirler ve satın alma İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... 213 gücünde XIX. yüzyılda yaşanan bu gelişmelerin toplumun genelini nasıl etkilediğini maalesef net olarak ölçemiyoruz. Ekonomik büyümede yaşanan olumlu bir ivmenin çıktılarının topluma eşit dağılmaması hâlinde büyümeye rağmen toplumdaki yoksulluk oranının azaltılamayacağı ve hatta artabilecek olması da iktisat tarihi ile birlikte günümüz iktisadi incelemelerinin sıkça karşılaşılan sonuçlarındandır. XIX. yüzyılın bazı dönemleri için Anadolu’da da halkın önemli sıkıntılarla karşı karşıya kaldığını gösteren örnekler vardır. 1852’de kötü bir hasattan sonra Bursa köylülerinin ağaç kabuklarını sökerek unla karıştırıp ekmek yapmak zorunda kalması toplumun düşük gelirli kesimleri için bazı dönemlerin çok zor geçtiğine bir örnektir. 1874 kıtlığı sırasında açlıktan ölümler olduğuna yönelik kayıtlar, Kayseri’de yerel yönetimin tüm çabalarına rağmen halkın ölmüş hayvanların etini yemesinin engellenememesi gibi örnekler de genel ekonomik gidişatın dönemin tamamında her bölgeye yansımadığını göstermektedir. Batı Anadolu bölgelerinde de bu dönemler için düşük gelirli halkın ekonomik sıkıntılarının had safhaya çıktığı görülebilmekteydi (Kasaba, 1993,s. 58-59).Aynı şekilde XIX. yüzyılda yaşanan bu ekonomik büyümenin bir de sınırı vardı ve Osmanlı toplumu 1910’lar sonrasındaki savaş dönemiyle birlikte bu sınıra yaklaşmanın etkilerini iktisadi olarak fazlasıyla yaşayacaktı. Yukarıda fiyatlar genel seviyesinin yükselmesi ve satın alma güçlerinin düşmesine yönelik verilerle bu duruma değinmiştik. XIX. yüzyıldaki ivme sonrası savaşlarla birlikte 1914-1920 arasındaki 6 yıllık dönemde reel ücretler % 33 oranında düşmüştü (Boratav, 2006,s. 35). Savaş döneminde kişi başına gelirlerde %30 veya daha büyük oranda bir düşüş yaşanırken ülke ölçeğinde gelirin bölüşümü çok daha eşitsiz hâle geldi. Bu dönemlerde en fazla kayba uğrayan, açlık ve ölümle karşı karşıya kalanlar gıda mallarına ulaşmakta en büyük sıkıntıyıçeken kentlerdeki yoksullar ve genel olarak düşük gelirli kesimlerdi (Pamuk, 2014,s. 218).1915’te İstanbul’da yaşanan ekmek sorunu ve kıtlığın 214 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK derecesi, Bulgar diplomatların ülkelerine gönderdikleri raporda açıkça görülmektedir: “…birçok ailenin açlıktan ağlayan çocuklarını iki-üç gün ardarda fıstık ve nohutla aldatmaya çalıştıklarını bilmekteyim. Fırınların önünde kadınların polisleri linç ettiklerine dair olaylar duyulmaktadır.” denilmekte ve İstanbul’da yaşanan kıtlığın derecesi ortaya konmaktaydı. Benzer sorunlara İzmir ile ilgili raporlarda da yer verilmekteydi (Velikov, 1969,s. 30-36). Osmanlı ekonomisinde makro ve mikro anlamda ülke geneli ve çeşitli alt bölgelerde yaşanan bu uzun dönemli değişimin çalışma hayatında da karşılıkları mevcuttu. İşçi işveren ilişkileri lonca sistemindeki dayanışmaya dayalı ve daha ailevi ilişkileri, tarafların çıkarlarının çatıştığı ve farklılaştığı yeni bir döneme bırakmaktaydı. Bazı mesleklerin yok olduğu bu süreçte, çalışma hayatında da ücretli işçilik ve yaygınlaşan kadın işçiliği gibi çeşitli yeniliklerle karşılaşılmaktaydı. Kadın işçiler için loncalara nazaran fabrikalarda çalışmak daha az engel içerdiği gibi; ipek, tütün, gıda ve tekstil alanında üretim yapan fabrikaların sahipleri için de daha ucuz ve uysal bir emek kaynağı olan kadın işçileri tercih etmek etkin bir seçim hâline gelmekteydi. Bu durum Osmanlı çalışma hayatında kadın işçilerin daha fazla yer aldığı bir değişim sürecine işaret etmekteydi. Ancak tarihteki her değişim gibi Osmanlı toplum ve devleti için de bu yeni süreç yüzlerce yılda oluşmuş ve yerleşmiş çeşitli informel kurumların direnciyle karşılaşacaktı. Kadın işçiler açısından bakıldığında, toplumun muhafazakâr yapısı ve devlet yönetiminin dinî hassasiyetinin bu dirençte öne çıkan unsurlar olduğu görülmektedir. Sanayileşme girişimleri ile birlikte tekstil, tütün, ipekçilik gibi alanlarda ücretli işçilik yapan kadın sayısının artmasına, özellikle de Müslüman kadın işçiliğinin yaygınlaşmasına devlet olumsuz yaklaşmıştır. Kadınların erkeklerle birlikte çalışmasına karşı İslami endişelerle soğuk bakılmasından kaynaklanan bu yaklaşım, çalışma hayatına müdahalelerle kendisini göstermiştir. Sanayileşme girişimleri ve ticari-ekonomik hayattaki gelişme İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... 215 doğal olarak kadın işçi sayısını da artırıyordu. Tam da bu aşamada, sanayileşmeyi destekleyen ve en önemli hedeflerinden birisi olarak değerlendiren devlet yönetiminin kadın işçiler üzerinden çalışma hayatına müdahale ettiğini görüyoruz. Ancak idari ve mali yapıdaki bozulma devletin etkinliğini azaltırken piyasa ve yeni iktisadi şartlar da devlet müdahalelerinin sonuç verme açısından zayıflamasına neden olmuştur. Bu çalışmada ele alınan ve zamanla artan Müslüman kadınların işçilik yapması da bu kapsamda değerlendirilebilecek örneklerden birisidir. Aşağıda görüleceği üzere, sanayileşme hedeflerinin ilk aşamalarından itibaren devlet Müslüman kadınların çalışma hayatında, özellikle de sanayi sektöründe işçilik yapmasına engel olmaya, engel olamadığı durumlarda ise süreci kontrol etmeye çalışmıştır. Ancak mali ve idari kapasitedeki güç kaybı ile birlikte Müslüman toplum arasındaki yoksulluk devletin etki alanının zayıflamasına ve Müslüman kadınların işçileşmesine yönelik engel olma çabalarının sonuçsuz kalmasına neden olmuştur. Osmanlı Çalışma Hayatında Müslüman Kadın İşçiler ve Engeller Erkek egemen niteliği ağır basan bir toplum olarak Osmanlıda, kadınlarla ilgili gerek sosyal gerekse ekonomik amaçlı kayıtların pek az tutulması söz konusu olmuştur. Kadınlar diğer alanlarda olduğu gibi nüfus sayımlarında dahi oldukça geç dönemlerde sayım kapsamına alınmaya başlanmıştır. Sosyal ve siyasal haklarını sadece İmparatorlukta değil Avrupa devletlerinde de erkeklere göre oldukça geç dönemlerde elde edebilen kadınların bu durumu, çalışma hayatındaki yerlerinin net olarak belirlenmesinde de bir sorun oluşturmaktadır (Faroqhi, 2000, s. 12). Erken dönemler için daha çok karşılaşılan bu sorun, XIX. yüzyılın sonlarına doğru hafiflemekte ve kadınların çalışma hayatına katılmaları, yaşadıkları sorunlar ve maddi durumları ile ilgili daha fazla verilere ulaşılmaktadır. 216 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Osmanlıda kadınların çalışma hayatında etkin olarak rol alması ve daha fazla görünmesi her ne kadar XIX. yüzyıl ile birlikte artmaya başlamışsa da önceki dönemlerde de çok farklı mesleklerde emeğini arz ederek çalışma hayatının bir parçası olan kadınlara rastlanmaktadır. Örneğin XIX. yüzyılın ilk yarısında bakkal, berber, aşçı, basmacı, çilingir, hüseynici, kayıkçı, macuncu, bahçıvan, bozacı, bükücü, çizmeci, çalgıcı, değirmenci, terzi, duvarcı, dülbendci, dülger, ekserci, et hamalı, fincancı, kemhacı, keresteci, koltukçu, kuş kafesçi, kuyumcu, püskülcü, sandalcı, sebzeci, sütçü, şerbetçi, tuğlacı, tütüncü gibi çok farklı mesleklerde çalışan kadınlara rastlanılmaktadır. Bu da kadınların çalışma hayatından tamamen uzak durmadığının bir göstergesidir (Altuntaş, 2004,s. 39). Tüm bu uygulamalara rağmen gerek Osmanlı ekonomisinin tarıma dayalı yapısı ve bu doğrultuda ücretli işçiliğin zayıf kalışı gerekse toplumsal, dinî ve etnik çeşitli nedenlerden dolayı, Osmanlıda kadınların bağımsız gelir elde edecek şekilde çalışma hayatında yer alması kadın nüfus miktarına göre oldukça düşük oranlarda kalmıştır. Sanayileşme çabaları ile birlikte fabrika tarzı üretimin artması, bunun beraberinde uluslararası piyasalardaki bütünleşme ile birlikte ticari üretimin yaygınlaşması sonucu XIX. yüzyılda sanayi hayatındaki kadın işçi sayısında da belirgin bir artış olmuştur. Ancak bu artış doğal ve pürüzsüz bir şekilde de işlememiş, özellikle Müslüman kadın işçilerin çalışma hayatında varlığına yönelik hem toplumdan hem de devletten çeşitli tepkiler gelmiştir. Kadınların çalışma hayatına ücretli işçi olarak katılmalarının önündeki temel engellerden birisi, Osmanlı toplumunun köy ve tarım ağırlıklı bir yapıda olması ve sanayi sektörünün, şehirlerde sanayi hayatının gelişmemiş olmasıdır. Nitekim 1913 yılında Büyük Duygu dergisinde bu durum, “Ülkede sanayi ve iktisadi hayatın gelişmemiş olması erkeklerin bile bu alanda tam olarak var olamamalarına neden olmaktayken, kadınların sanayi alanında yer İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... 217 edinememesini oldukça doğal karşılamak gerekmektedir.”şeklinde ifade edilmekteydi (Haydar, 1913, s. 118). Kadının çalışmasına yönelik soğuk bakış sadece sanayinin yaygınlaşmamış olmasından kaynaklanmamaktaydı. Dinî hassasiyet ve kültürel nedenler bundan daha önemli bir engel teşkil etmekteydi. Nitekim 1909 yılında Kastamonu’da yaşanan gelişmeler bu duruma iyi bir örnek teşkil etmektedir. 1909 yılında bölgedeki dokuma tezgâhlarında çalışan Müslüman kadın sayısının artması sonrası, bu durum bazı erkeklerin tepkisini çekmiş ve silahlı grupların kadınların çalışmasına engel olmaya çalışması gibi tehlikeli bir gelişme yaşanmıştır (BOA, DH. MKT. 2783/5. 10 RA 1327. 1 Nisan 1909). Kadınların çalışmasını engellemeyi amaçlayan kişiler silahlı bir cemiyet kurmuştu. Kastamonu Savcılığı olayla ilgili merkezî yönetime gönderdiği raporunda, yerel devlet yönetiminin de bu kişilere destek verdiğini belirtmekteydi. Bölgedeki devlet kurumları ve Müslüman toplumun dinî nedenlerle kadınların çalışmasını engellemek amacıyla kurdukları ileri sürülen bu cemiyetin baskısı, kadınların sokağa çıkmasına yasak koyacak kadar ileri de gitmiştir (BOA, DH. MKT. 2733/57. 16 M 1327. 7 Şubat 1909). Dinî şartlar özellikle Müslüman kadınların çalışması açısından erkeklerle aynı ortamda bulunmaları ve bundan doğabilecek dinî kurallara aykırı olumsuzluklar çerçevesinde değerlendirilmiştir. 1912 yılında Aydın Vilayeti Ödemiş kazasında tütün mağazalarında çalışan Müslüman kadın ve kızlarla ilgili İslami kurallara tam olarak riayet edilmediğinin bildirilmesi üzerine, Dâhiliye Nezareti’nce mahalli yönetimden tahkikat yapılması istenmişti. Valilik ise, Müslüman kadınların erkek işçilerden tamamen ayrı ortamlarda ve zaptiye denetimi altında, ücretlerini dahi kadınlardan alacak şekilde çalıştıklarını ve İslami kurallara riayete ihtimam gösterildiğini belirterek İstanbul’un tepkisini hafifletmeye çalışmıştır. Valilik, bölgedeki kadınların gelir ihtiyacı nedeniyle uzun süredir tütün mağazalarında çalıştığını, 218 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK buna engel olmanın zorluklarıyla birlikte fiziksel denetimleri yapmaya çalıştıklarını ifade etmekteydi (BOA, DH. İD. 107/29. 13 R 1329. 10 Temmuz 1911). Kadın ve erkeklerin bir arada çalışmaması ve aynı ortamda bulunmamaları ile ilgili hassasiyet, erken dönemlerde de söz konusu olmuş, bu doğrultuda aksi yönde işleyen üretim birimleri uyarılara muhatap olmuştu. 14 Mayıs 1874 tarihli Şark gazetesine göre, Cebel-i Lübnan’da ipek fabrikalarında erkek ve kadınların bir arada çalışmakta olduğu ve bunun edebe aykırı olduğu belirtilmişti. Bu nedenle de bölge yöneticisi Rüstem Paşa’nın fabrika sahiplerini uyarması sonrası kadın ve erkeklerin birbirlerini görmeyecek şekilde ayrı yerlerde çalışmalarına yönelik fiziki düzenleme yapılmış, ayrıca erkeklerin olduğu fabrika bölümlerine kadınların ve kadınların olduğu bölümlere de erkeklerin girmemeleri sağlanmıştı (Şark, 27 RA 1291, 14 Mayıs 1874, s. 2). Resim 1: İstanbul Cibali Reji Fabrikası’nda Kadın ve Erkek İşçilerin Ayrı Çalışmasına Yönelik Fiziksel Düzenlemeler (Balsoy, 2009, s. 63). Dinî hassasiyet nedeniyle Müslüman kadınların özellikle sanayi hayatındaki varlığına soğuk bakılması Meşrutiyet sonrası İslamcı düşünürlerin görüşlerinden de okunabilmektedir. Bu isimlerden birisi olan Musa Kazım, “Kadının görevi evde, erkeğinki İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... 219 dışarıdadır, bunu değiştirmek tabiatı değiştirmek; kadınları erkek, erkekleri kadın yapmaya kalkışmak gibidir.” diyerek olumsuz görüşlerini belirtmiştir. Galip Bahtiyar ise, Osmanlı toplumunda kadınların esaret altında yaşadığını ileri sürenlere karşı, “Bu iki hayattan hangisi esarettir? Sermayedarların işçisi olmak mı, evinin sahibi olmak mı?” diyerek tepki göstermiştir (Kurnaz, 1996,s. 65-69). Devletin Müslüman kadın işçiliğine yönelik bir diğer tepkisi, bu kadınların gayrimüslim topluma ait işyerlerinde çalışmasına yöneliktir. Hıristiyan vatandaşlara ait evlerde veya küçük ölçekli atölye tarzı üretim birimlerinde Müslüman kadınların çalışmaları devlet tarafından engellenmeye çalışılmaktaydı. Devletin bu konuda ne kadar başarılı olduğu ise tartışmaya açık olup aynı zamanda piyasa ve iktisadi şartların gereklilikleri ile dinî hassasiyetin çatışmasına yönelik de iyi bir örnektir. 1898 yılında başkent İstanbul’dan gönderilen bir emirde, Isparta’da Hıristiyanlara ait evler ve dükkânlarda Müslüman kadınların halı dokuma işleri ve hizmetçilik yaptığı ancak bunun İslam açısından uygun olmadığı belirtilerek Konya Valiliği’nden bu durumu engellemesi istenmiştir (BOA, DH. MKT. 2107/141. 3 CA 1316. 19 Eylül 1898). Devlet bu olaya sadece yasaklayıcı ve müdahale edici tarzda yaklaşmamış, halkın fakirliğine çözüm bulmaya da çalışmıştı. Müslüman kadınların bu şekilde çalışmasının İslam’a uygun olmaması nedeniyle engellenmesi gerektiğini düşünmekle birlikte, devlet yönetimi, yoksulluk sorununa çözüm bulunamaması hâlinde müdahale ve tepkilerinin sonuç doğurmayacağının da farkındaydı. Nitekim daha önceki dönemlerde Müslüman kadınların Hıristiyanların evlerinde veya tezgâhlarında çalışmazken neden bu dönemde artmaya başladığı sorusu da sorulmuş, cevap olarak da halkın yoksulluğu üzerinde durulmuştu. Yoksulluğun azaltılması için de Müslüman kadınlara tezgâh yardımı yapılması hedeflenmiş, böylece kadınların başkalarına ait işyerlerinde erkeklerle birlikte değil, kendi evlerinde çalışacakları düşünülmüştü. Isparta yerel yönetiminin Müslümanların elindeki dokuma tezgâhı 220 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK sayısını artırıp kadınlara kendi üretimlerini kendileri yapacak şekilde eğitim verme kararı, merkezî yönetimce de desteklenmiş ve uygulamaya konması istenmişti (BOA, DH. MKT. 2179/9. 6 ZA 1316. 18 Mart 1899). Bu kararın ne derece etkili olduğu, 10 yıl sonraki bir devlet kaydından anlaşılabilmektedir. 1908 yılında Isparta’da yapılan bir teftişte, Müslüman kadınların Hıristiyanlara ait evlerde hizmetçilik yaptığı ve dokuma tezgâhlarında çalıştığı, bunun ise İslam’a uygun olmadığı aynen 1898 yılındaki gibi rapor edilmiştir. Raporda 10 yıl önce Müslümanlara ait dokuma tezgâhlarının artırılması ile ilgili alınan kararın, mali külfet vb. nedenlerle uygulanamadığı ve yarar sağlanamadığı belirtilmekteydi. Merkez veya yereldeki devlet kurumlarının yaşadığı mali kriz, kadınların çalışma ortamına ilişkin devletin hassasiyetini de sonuçsuz bırakmıştı. Dinî nedenlere atfen aynı uygunsuzluk ve engellenmesi gerekliliği tekrarlanarak bu sefer Müslüman ahalinin üretim birimleri açmalarının teşvik edilmesi, Ziraat Bankası’ndan bu iş için kredi kullandırılmasının kolaylaştırılması gibi tedbirlere yönelinmişti (BOA, DH. MKT. 1238/18. 23 Şubat 1323. 7 Mart 1908). Ancak 10 yıllık süreç, piyasa şartları ve çalışma gerekliliğinin, somut tedbirlerin hayata geçirilememesi nedeniyle devlet müdahalesinin önüne geçtiğini göstermiş ve 1898 ile 1908 yılları arasında Müslüman kadınların çalışma mekânları açısından devletin arzuladığı tarzda bir değişiklik gerçekleşmemişti. Yoksulluk kaynaklı gelir ihtiyacı, kadınların çalışma hayatına katılımında o dönem için diğer etkenlere nazaran daha belirleyici bir etmen olmuştu. Çalışmanın ilk bölümünde de bahsettiğimiz üzere, ekonomik sorunlar özellikle savaş dönemlerinde iyice artmış ve halkı daha da zor bir duruma sokmuştur. Bu durumun kadın işçiler üzerinden bir örneğini Tanin gazetesinde 1913 tarihli bir haber üzerinden Uşak ve Gödes’te görebilmekteyiz. Uşak ve Gödes’te halı imalathanelerinde çalışan genç kızların ücretleri çok düşüktü. Ücretlerin azlığı nedeniyle bu işçilerin genel ahlaka aykırı hâllerde bulundukları ve bölgede bu yolla birtakım cinsel İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... 221 hastalıkların artmakta olduğu bildirilmekteydi. Ticaret ve Ziraat Nezareti’ne bölgede çalışanların ücretlerinin artırılması gerekliliği bildirilmişse de hemen sonraki yıl başlayacak Birinci Dünya Savaşı’nın daha da ağır şartları nedeniyle bu duruma karşı tedbirler alınması da zorlaşacaktı. Devletin karşı çıkmasına rağmen bölgede genç kız ve kadınlar arasında işçilik yapmak yoksulluk kaynaklı bir zorunluluk olmuş, yoksulluk sadece ekonomik değil sosyal ve ahlaki alanda da birtakım olumsuzluklarla kendini göstermişti (“Yevmiye için”, 1913,s. 3). Aşağıda göreceğimiz üzere savaşların yol açtığı ortam sadece kadınların daha fazla işçilik yapmasına değil devletin de kadın işçilere yönelik politikalarında bir esnemeye yol açacaktı. Resim 2: Kadın ve kız işçilerinin ücret azlığının Uşak ve Gödes Bölgesinde yol açtığı sorunlar. (“Yevmiye için”, 1329/1913, s. 3). Savaş, Devlet ve Müslüman Kadın İşçiler: Zihniyet Değişimi mi, Geçici Bir Zorunluluk mu? Son dönem Osmanlı ekonomik, sosyal ve siyasi dünyasında yaşanan en önemli kırılmalardan birisi hiç şüphesiz 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet ile birlikte gerçekleşmiştir. Meşrutiyet’le 222 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK birlikte oluşan özgürlük havası Osmanlı kadınlarını da etkilemiş, kadınların sosyal hayata olduğu kadar, iktisadi hayata katılımları açısından da sesler yükselmeye başlamıştır. Kısa bir süre sonra Balkanlarda başlayıp Birinci Dünya Savaşı ile birlikte ülke genelini etkisine alacak savaşlar ise, devlet ve toplum için öncelikleri farklılaştırdığı gibi, Müslüman kadınların işçi olarak çalışma hayatına katılmaları açısından da etkiler doğurmuştur. Bu yeni dönemde ülkede kadın hareketinin öncülüğünü, kadınlara yönelik basın yayın organları ile yine kadınlar için kurulan çeşitli cemiyetler yapmıştır. Kadınlara yönelik dergi ve gazetelerde kadınların çalışma hayatına katılmasını destekleyici ve mesleki eğitimlerini teşvik edici birçok yayın yapılmıştır. Bu yazılarda kadınların ekonomik hayatta erkeklerin arkasında kalmaları eleştirilerek hem bir kamuoyu oluşturulmasına hem de kadınlara çalışmaları konusunda özgüven verilmesine çalışılmıştır. Bu yönde toplumda kadının çalışma hayatına katılmasını eleştiren hâkim görüşe karşı Kadınlar Dünyası dergisinde yayımlanan Ulviye Mevlan imzalı Ocak 1915 tarihli bir yazı dikkat çekicidir: “…Kadınların hayatlarını kazanmalarına mani olanların bir bahaneleri de kadınların cehalet ve beceriksizliğidir. Fe Sübhanehû! Acaba ticaret ile temin-i maişet eden erkekler ticaret mektebinden mi neşet etmiştirler, yoksa tahsil-i âlî mi görmüşlerdir? Yüzde sekseninin okuma yazma bilmediği meydandadır. Ticaret âleminde kadınların iktidarı erkeklerin iktidarından hiç de dûn olmadığı birkaç tecrübe ile pek âlâ anlaşıldı. İşte doğrusu; yerde oturup mendil satmaya yahut çocuklarıyla dilenmeye layık görülen kadının maatteessüf temiz bir dükkânda ticaret etmeye layık görülmemesidir.”(Oktar, 1998,s. 55). Basındaki tartışmalar dışında yaşanan bir diğer gelişme, savaşlarla birlikte dul ve yetim kadın-kız sayısının artmasıyla gittikçe artan kadın dernekleridir. Devlet tarafından da desteklenen bu cemiyetler ilk zamanlarda yardım dernekleri olarak kurulmuş; İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... 223 savaşın açtığı yaraların sarılması, yiyecek ve giyecek yardımı yapılması gibi konularda ön plana çıkmışlardır. Bu derneklerden bazıları biçki yurtları, terzi evleri gibi mesleki kurumlar açarak kadınlara mesleki eğitim verilmesi ve istihdam edilebilirliklerinin artırılmasını da hedeflemişlerdi (Çakır, 2009,s. 49-50). 1912 yılında Melek Hanım başkanlığında kurulan Mamulat-ı Dâhiliye İstihlak-ı Millî Kadınlar Cemiyet-i Hayriyesi, bünyesinde sadece Müslüman kadınları barındırmıştır. Temel amacı yerli malı kullanımını teşvik ederek dış ülkelere gelir akışını durdurmak ve böylece Türk sanayisinin gelişimine katkı sağlamaktı. Hem millî iktisadi politikaları desteklemesi hem de Müslüman toplum ve kadınlara yönelik faaliyetleri ile bu cemiyet devlet tarafından da desteklenmekteydi. Cemiyet, ülkedeki fakir kızlardan terziler yetiştirilmesi, böylece kızların meslek edinmelerinin sağlanmasını planlamaktaydı (“Ma’mulat-ı Dahiliye İstihlâki Kadınlar Cemiyet-i Hayriyesi”, 1330/1914,s. 1) 1913 yılında kurulan Türk Kadınları Biçki Yurdu Derneği ise, dikiş için ödenen paraların yabancı ve gayrimüslimlere gitmesini önlemek üzere Müslüman Türk kadınlarına bu sanatı öğretmeyi amaçlamıştı. Bu doğrultuda dernek 1923 yılına kadar 1380 kadının terzi olarak yetişmesini sağlamıştı (Kurnaz, 1996, s. 214-218). Yine 1913 yılında kurulan Osmanlı ve Türk Hanımları Esirgeme Derneği de “vatanın hakiki ihtiyaçlarına çare bulmak üzere bütün Müslüman ve Türk kadınlarının çalışıcı kuvvetlerini bir merkezde toplamak ve bütün Müslüman ve Türk Osmanlı Kadınlarının sanat ve ticaret için fikirlerini açmak ve uyandırmak”gibi amaçlar belirlemişti (Osmanlı ve Türk Hanımları Esirgeme Derneğinin Nizamnamesi, t.y., s. 2-3). Tüm bu hedefler iktidardaki İttihat Terakki’nin ekonomideki Türkleştirme ve millî iktisat politikalarına da uygun düşüyordu. Bu da devlet yönetiminin savaş nedeniyle silahaltına alınan erkek işgücünün arttığı bir ortamda bir emek kaynağı olarak kadınlardan faydalanmak istediğini göstermekteydi. Zamanla bu tarz faaliyetler İstanbul sınırları dışına taşıp taşraya da yayılmıştır. 224 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Bu durumun bir örneği 1915 yılında Çankırı’da görülmektedir. Dul kadınların ve yetim çocukların hem korunması hem de bir gelir kaynağı elde edebilmesi için bölgenin ileri gelenleri tarafından hayır amaçlı bir Darussınaî açılmıştı. İstihdam edilen kadın ve çocukların ilk üretimi, ordudaki askerlerin ihtiyacını karşılamaya yönelik olarak üretilen 60.000 çift çorap olunca bu faaliyet devlet tarafından da takdir ve teşekkürle karşılanmıştı (BOA, DH. UMVM. 130/39. 23 CA 1333. 8 Nisan 1915). Osmanlı döneminde Müslüman-Türk kadınlarının istihdamını ve ekonomik gelişimlerini hedefleyen en etkili ve güçlü cemiyet ise, 1916 yılında kurulan Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi’dir2. Cemiyet Birinci Dünya Savaşı’nın doğurduğu ağır şartlar altında kurulmuş ve erkek nüfusun büyük kısmının cephelerde olması nedeniyle ortaya çıkan işgücü açığının kapatılabilmesini ve cephedeki erkeklerin geride bıraktığı ailelerinin gelir ihtiyaçlarının karşılanabilmesini hedeflemişti. Kurulduktan sonra ilk 4 ay içinde 14.000 kadının iş için başvuruda bulunması, cemiyetin önemli bir ihtiyacı karşılamaya yönelik faaliyette bulunduğunu göstermektedir (BOA, DH. EUM. 6. ŞB.53/78. KS 1338. Ocak 1923; Ahmed Emin, 1918, s. 1). Naciye Sultan’ın himayesi altında, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Harbiye Nezareti Levazımat-ı Umumiye Reisi İsmail Hakkı Paşa, Harbiye Nezareti Mektupçusu Ali Rıza, İstanbul Mebusu Salah Cimcoz, Dava Vekili Mehmed Arif ve Dava Vekili Mehmed Selahaddin Beylerden oluşan tamamı devlet görevlisi bir kurucu grup öncülüğünde (“Mühim ve Hayırlı Bir Teşebbüs”, 1334/1916, s. 2). 1916 yılında faaliyete başlayan cemiyet, Türk ve Müslüman kadınların istihdam edilebilirliğini sağlamak adına faaliyette bulunmayı amaçlamıştı. Nizamnamesinde amacını kadınların iş bulup namuslu bir şekilde geçimlerini sağlamalarının temin 2 Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi’nin kuruluşu, faaliyetleri, zamanla gerile� mesi ve diğer yönleri ile ilgili detaylı bir çalışma için bk. Karakışla, (2005). İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... 225 edilmesi olarak belirtmiş, buna yönelik olarak da Darüssınailer açmayı planlamıştı (BOA, DH. KMS. 42/10. 17 M 1335. 13 Kasım 1916).Kurulduktan bir yıl sonra 24.254 kadının istihdam edilmesini sağlayan cemiyet, Müslüman kadınların çalışma hayatına katılması açısından çok önemli bir rol oynamıştı. (Sümer, 1968, s. 59-61).Cemiyet tüm bu üretim ve faaliyetleri sonucunda, 2791 lira sermaye ile başladıktan yalnızca bir yıl sonra 50.505 liralık bir sermayeye sahip olmuştu (Ahmed Emin, 1918, s. 1). Devletin, faaliyetlerini tamamen desteklediği bu cemiyet kamu kurumlarına kadınların yerleştirilmesine aracılık ederken kadınlardan oluşan askerî birlikler kurulmasında da aktif rol oynamıştı. Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emri ile 1917 yılında İstanbul ve çevresinde “Kadın Birinci Amele Taburu” kurulmuştu. Cephe gerisinde hizmet verecek bu taburlara seçilecek kadınları belirlemek ise bir görev olarak İstanbul’da Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi’ne verilmişti. Günde sekiz saat çalışmaları öngörülen kadın askerler, maaşlı memurlar ve ücret veya yevmiyeli işçiler olmak üzere iki şekilde istihdam edilmişlerdir. Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi’nden gelen 125 kadın ile birlikte tabura başvurular 1918 yılında 150’ye ulaşmış ancak taburda görev alan kadınların sayısı 100 civarında olmuştur (Oktar, 1998,s. 98-99). Devletin o dönemde Müslüman Türk nüfusu artırma politikalarında da Cemiyetin aktif faaliyet gösterdiği görülmektedir. Buna göre üyeleri arasında evlilikler yapılması ve bu yolla Osmanlıda Türk ve Müslüman kökenli yeni aileler kurulabilmesi amacıyla, evlenmek isteyen erkek ve kadın çalışanlarla ilgili gazetelere ilanlar vermiş ve taliplilerin özelliklerini ve durumlarını belirterek uygun eş adayı aramıştır. Müslüman Türk nüfusun nicel ve nitel anlamda artırılabilmesine yönelik bu faaliyet, çocuk sahibi olacak ailelerin de çeşitli maddi ödüllerle teşvik edilmesiyle güç kazanmış ve savaşlarla birlikte zarar gören aile hayatının korunabilmesi için önemli bir sosyal sorumluluk faaliyeti 226 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK olmuştur. Yine bu faaliyette de cemiyetin devletten yardım ve destek aldığını görmekteyiz. Evlenmek isteyenlerle ilgili olarak güvenlik güçlerinden zabıtalar aracılığıyla araştırmalar yapılmıştır. Hatta yapılacak evliliklerin sorunsuz yürütülebilmesi için evlilik kurumlarının oldukça ilerlemiş olduğu Almanya ve Avusturya Macaristan’daki benzer kurum ve faaliyetler hakkında Viyana Elçiliği’nden malumat alınmıştır (“İzdivaç idaresi”, 1918, s. 1). Devletin o dönem Müslüman Türk toplumuna yönelik teşvik edici politikalarını destekleyen bu tür faaliyetler, cemiyetin kamu menfaatine haiz kuruluşlar arasına alınması ve vergiden muafiyet yanında çeşitli maddi destekler alması için hak kazanmasına imkân sağlamıştır (BOA, İ. DUİT. 116/29. 19 L 1336. 28 Temmuz 1918). Devlet yöneticilerinin bizzat kurucu olarak yönetiminde yer aldığı, faaliyetleri esnasında da devletin her türlü desteğini alan bu cemiyetler, devlet yönetiminde kadınların çalışmasına yönelik bir zihniyet değişikliği düşüncesini doğurmaktadır. Nitekim 1908 öncesi kadının, özellikle de Müslüman kadının çalışma hayatında yer almasına dinî ve kültürel sebeplerle soğuk bakan devlet yönetiminin savaş döneminde tam tersi bir politika izlediği ve kadınların istihdamını çeşitli cemiyetler aracılığıyla teşvik ettiği anlaşılmaktadır. Savaşın açtığı yaralar ve yoksullukla birlikte devletin Müslüman kadınların çalışma hayatındaki varlıklarına ilişkin müdahalelerinin engelleyici olmaktan çok teşvik edici bir nitelik kazandığı görülmektedir. Ancak savaşın bitmesinden sonraki dönemde uygulanan politikalar bu düşüncenin pek de doğru olmadığını göstermektedir. Çünkü savaş sonrası erkeklerin cepheden dönmesiyle birlikte, savaş döneminde istihdamları teşvik edilen kadınların da işlerinden çıkarıldıklarına dair çok sayıda örnek görmekteyiz. Dönemin kayıtları, kadın istihdamının bu süreçteki artışının bir zihniyet değişiminden ziyade savaşın doğurduğu zorunlu İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... 227 şartların bir gereği olarak değerlendirildiğini göstermektedir. Örneğin savaşın bitmesi sonrası Sansür Heyeti’nde istihdam edilmekte olan kadınların işlerinden çıkarılması ile ilgili devlet kaydında, “sansür heyetinde seferberlik münasebetiyle vaktiyle hizmete kabul edilen ve bu defa vazifeleri son bulan memureler…” denilerek kamuda kadın istihdamının savaşlarla olan birebir bağlantısı ortaya konmuştur (BOA, DH. İ. UM.16-2/1-02. 4 M 1338. 29 Eylül 1919).1 Mart 1919 tarihli İnci dergisinde de “… terhis başlayınca, işlerinde hiçbir tekâsülleri (tembellik) görülmeyen ve akşam ailesinin gıdasını alacağı maaşla temin edecek olan birçok memurelere yol verildi. Evvela Kadıköy Sultanisi, erkeklerle kadınların bir yerde çalışamayacağı vesilesiyle mektepte bulunan kadınlara yol verdi. Bir müddet sonra Posta Nezareti de ona imtisal etti. Son zamanda da Ziraat Bankasındaki memurelere yol verildiğini öğreniyoruz. Hele bankada memurelerin işten el çektirilmelerini icab eden sebep gayet gariptir... Fakat kadınlarımızın böyle manalı manasız sebeplerle haklarının gasbedilmesini doğru göremeyiz…” denerek kadın çalışanların savaş sonrası çeşitli sebeplerle memuriyet görevlerinden uzaklaştırılmalarına tepki gösterilmekteydi (Oktar, 1998, s. 66). Kadıköy Sultanisinde olduğu gibi savaş döneminde erkeklerle birlikte çalışmalarında herhangi bir mahsur görülmeyen kadınlar, savaş sonrası diğer kamu kurumlarındaki kadınlarla birlikte erkeklerle bir arada çalışmalarının uygun olmayacağı gerekçesiyle işlerinden çıkarılmışlardı. Kadınların işten çıkarılmasına gerekçe olarak tasarruf tedbirleri de öne sürülebilmekteydi. Ancak Şehremanetinde olduğu gibi harcamaları kısmak için bazı memureler işten çıkarılmış, bundan sonra da erkek memurların maaşlarına zam yapılmıştı. Bu da kadın çalışanların haklı tepki ve şikâyetlerine neden olmuştu (BOA, DH. UMVM. 90/69. 17 B 1338. 6 Nisan 1920). Savaş sonrasında kadınların bu şekilde işlerinden çıkarılması, devletin kadın istihdamına yönelik eski hassasiyetlerinin devam 228 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ettiğini göstermektedir.3 Diğer ülkelerle birlikte Osmanlıda da işgücü talebinin artmasıyla birlikte kadın istihdamının artırılması benzer bir nitelik göstermektedir. Dolayısıyla savaş dönemini Osmanlıda devletin Müslüman kadın işçilere yönelik bir zihniyet değişimi süreci olarak algılamaktan ziyade, olağanüstü bir dönemin istisnai bir politikası olarak değerlendirmek daha doğrudur. Nitekim savaşın bitmesi sonrası Müslüman kadın işçilere yönelik eski politikalar tekrar yürürlüğe girmiş ve devletin engelleyici kimliği tekrar öne çıkmıştır. Ancak sanayileşme çabaları ve Osmanlı sosyoekonomik hayatında yaşanan değişim, Müslüman kadınlar için de önceliklerin değişmesine ve iktisadi gereklilikler nedeniyle çalışmayı bir tercihten ziyade bir zorunluluk hâline getirmeye başlamıştır. Bu tercihlerinin çalışma hayatına devlet müdahalesi ile engellenmekte oluşu, 1908 sonrası güçlenen kadın hareketinin tepkisini büyüttüğü gibi, Cumhuriyet Dönemi kadın hareketinin ekonomik hayata daha fazla katılma çabasının da temellerini oluşturmuştur. Sonuç İnsanlık tarihinin en büyük kırılma noktalarından birisi olan Sanayi Devrimi bu devrimi başaran ülkelerde köklü değişikliklere yol açtığı gibi başaramayan ülkeleri de en az onlar kadar etkilemiştir. Sanayileşmeyi başaran Avrupa ülkeleri ile dünyanın geri kalan kısmı arasında yaşanan ve büyük ayrışma (great divergence) olarak nitelendirilen süreç, Osmanlı ve benzeri sanayileşemeyen ülkeler için geri kalmışlık ve bu duruma yönelik çözüm tedbirlerini 3 Savaş döneminde kadın istihdamının artmasının Osmanlı’ya mahsus olmayıp, diğer ülkelerde de rastlanan bir durum olduğunu da belirtmemiz gerekir. Örneğin 1914-18 arasında İngiltere’de istihdam edilen kadın sayısı 3,3 milyondan 4.9 milyona çıkarak yaklaşık %50 oranında artmıştır (Bureau of Emloyment Security, 1942, s. 4). İkinci Dünya Savaşı döneminde ABD’de tüm işçiler içinde kadın çalışanların oranı 1940 yılında %24,3 iken, 1944 yılında % 32,9’a yükselmiştir. Bu da 6,6 milyon yeni kadının çalışma hayatına katılımı anlamına gelmekteydi (Pidgeon, 1944, s. 2-3). İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... 229 içeren yeni bir dönemi başlatmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun XIX. yüzyılına da bu çözüm tedbirlerini hayata geçirmeyi amaçlayan reformlar damga vurmuştur. Bu reformların iktisadi hayattaki karşılığı, aynen Avrupa gibi üretim organizasyonunu fabrika tarzı üretimi merkeze alacak şekilde yeniden yapılandırmaktı. Bu doğrultuda önce devlet ve daha sonra özel sektör öncülüğünde çok sayıda fabrika üretime başlamış ve çalışma hayatında ücretli işçilik yaygınlaşmıştı. Ancak tüm bu tedbirlere rağmen mali yapıdaki bozulma engellenemezken enflasyon ve satın alma gücünün düşmesi de Osmanlı halkını olumsuz etkileyen diğer gelişmelerden bazılarıydı. Gelir kaynaklarının zayıflaması ve yoksulluk, halkın farklı kesimleri için ücret karşılığı işçi olarak çalışmayı zorunlu bir tercih hâline getirmekteydi. Bu kesimlerden birisi de bu çalışmada konu edinilen Müslüman kadınlardır. XIX. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı sanayi hayatında Müslüman kadın işçilerin daha fazla görünmesi toplum ve devlet yöneticileri arasında dinî hassasiyete aykırı bir durum olarak değerlendirilmiş ve engellenmeye çalışılmıştır. Çalışmada çeşitli örnekleriyle gördüğümüz üzere, Müslüman kadınların sanayi hayatında erkeklerle bir arada çalışacak şekilde işçilik yapmasını uygun bulmayan erkekler bu durumu engellemek için silahlı örgütler dahi kurarken devlet yerel yönetimlere Müslüman kadınların bu şekilde çalışmasını engellemeleri için emirler göndermekteydi. Ancak yeni dönemin iktisadi şartları ve halkın içine düştüğü ekonomik zorluklar kaynaklı yoksulluk, devletin bu değişimin önünde durabilmesine imkân tanımamış, devletin dinî hassasiyetleri karşısında iktisadi şartlar kadınlar için tercihlerini belirlemede daha ağır basmıştır. Devlet farklı dönemlerde aldığı kararlarla Müslüman kadınların erkeklerle bir arada çalışmasına engel olmayı başaramamış, bu nedenle de en azından çalışma ortamlarında fiziksel düzenlemelerle İslami kriterlere uyulmasını temin etmeye çabalamıştır. Ücretlerin düşüklüğü nedeniyle çeşitli bölgelerde işçiler arasında cinsel yollarla bulaşan hastalık- 230 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ların artmakta oluşuna dair basına yansıyan haberler, devletin tüm bu hassasiyetinin yoksulluk karşısında sonuçsuz kaldığını göstermektedir. 1910’lar sonrasında savaş dönemleriyle birlikte erkek işgücünün silahaltına alınması devlet yönetiminin Müslüman kadın işçilerin çalışmasına yönelik bakışında da bir değişime yol açmıştır. Önceki yıllarda bu duruma engel olmaya çalışan devlet, savaş döneminde emek arzındaki açığı kapatabilmek için tam tersi bir politikayla Müslüman kadınların çalışmasını teşvik etmiş, bu amaçla kurulan cemiyetlere de önemli teşvikler vermiştir. Ancak savaşların son bulması ve erkek işgücünün cepheden dönmesi, devletin de savaş dönemindeki bu politikasını terk ederek eski hassasiyet ve önceliklerini uygulamaya koymasına yol açmıştır. Böylece Müslüman kadınların erkek işçilerle birlikte çalışmasının uygun olmayacağı görüşü kadın işçiler için çalışma hayatında var olmanın önündeki en önemli engellerden birisi olmaya devam etmiştir. Dolayısıyla savaş gibi olağanüstü bir durumu istisna kabul etmemiz hâlinde, Osmanlının son dönemlerinde Müslüman kadınların işçilik yapması devlet tarafından tasvip edilmeyen bir durum olmaya devam etmiştir. Ancak çalışmada da görüldüğü üzere, ekonomik hayattaki bozulmaya paralel olarak yaşanan yoksulluk, Müslüman kadınlar için işçilik tercihinde devletin dinî hassasiyetinden daha belirleyici bir etmen olmuştur. Kaynakça Ahmed Emin. (9 Şubat, 1334/9 Şubat, 1918). Kadınları çalıştırmak teşebbüsü.Vakit,111, 1. Altuntaş, Z. (2004). 19. yüzyılın ilk yarısında kadın terekelerine göre Osmanlı iktisadi ve içtimai hayatı (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Balsoy, G. (2009). Gendering Ottoman labor history: The cibali régie factory in the early twentieth century.International Review of Social History, 54, 45-68. Baskıcı, M. M. (2005). 1800-1914 yıllarında Anadolu’da iktisadi değişim. Ankara: Turhan Kitabevi. İslami Hassasiyetin Yoksullukla İmtihanı: Osmanlının Son Dönemlerinde... 231 BOA, DH. EUM. 6. ŞB.53/78. Kanunusani 1338. Ocak 1923. BOA, DH. İ. UM.16-2/1-02. 4 Muharrem 1338. 29 Eylül 1919. BOA, DH. İD. 107/29. 13 Receb 1329. 10 Temmuz 1911. BOA, DH. KMS. 42/10. 17 Muharrem 1335. 13 Kasım 1916. BOA, DH. MKT. 1238/18. 23 Şubat 1323. 7 Mart 1908. BOA, DH. MKT. 2107/141. 3 Cemaziyelevvel 1316. 19 Eylül 1898. BOA, DH. MKT. 2179/9. 6 Zilkade 1316. 18 Mart 1899. BOA, DH. MKT. 2733/57. 16 Muharrem 1327. 7 Şubat 1909. BOA, DH. MKT. 2783/5. 10 Rebiülevvel 1327. 1 Nisan 1909. BOA, DH. UMVM. 130/39. 23 Cemaziyelevvel 1333. 8 Nisan 1915. BOA, DH. UMVM. 90/69. 17 Receb 1338. 6 Nisan 1920. BOA, İ. DUİT. 116/29. 19 Şevval 1336. 28 Temmuz 1918. BOA,Y. PRK. MF. 1/38.2 Receb 1302/17 Nisan 1885. Boratav, K. (2006). Türkiye iktisat tarihi 1908-2005 (10. bs.). İstanbul: İmge Kitabevi. Bureau of Emloyment Security (July, 1942). Employment of women in war production.Social SecurityBulletin, 4-15. Clark, E. C. (January, 1974). The Ottoman industrial revolution.International Journal of Middle East Studies, 5(1), 65-76. Çakır, S. (2009). 1908’in açtığı yolda kadınların hak ve özgürlük mücadelesi. M. Dursun &T. Vardağlı (hzl.), Düne bakarak bugünü anlamak-2008’den 1908’e bakmak içinde (s. 47-54). İstanbul: Tarem Yayınları. Çare-i halas. (22 Temmuz, 1326/4 Ağustos, 1910). Selamet-i Umumiye, 14, 3. Eldem, V. (1994). Harp ve Mütareke yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisi. Ankara: Türk Tarihi Kurumu Yayınları. Faroqhi, S. (2000). 18. yüzyıl Anadolu kırsalında suç, kadınlar ve servet.M. C. Zilfi (Ed.), Modernleşmenin eşiğinde Osmanlı kadınları(Çev. N. Alpay) içinde(s. 7-26). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Genç, M. (2000). Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet ve ekonomi. İstanbul: Ötüken Yayınları. Güran, T. (1992). Tanzimat Döneminde devlet fabrikaları.H. D. Yıldız (hzl.), 150. yılında Tanzimat içinde (s. 235-258). Ankara: TTK Yayınları. Haydar, H. (14 Receb, 1331/18 Haziran, 1913). Kadınlığa dair.Büyük Duygu, 8, 118120. İzdivaç İdaresi-Kadınları Çalıştırma Cemiyetinin teşebbüsü. (17 Şubat, 1334/17 Şubat 1918). Vakit, 119, 1. Kala, A. (Nisan, 1993). Osmanlı Devletinde sanayileşmenin ilk yıllarında özel fabrikalar.Türk Dünyası Araştırmaları, 83, 107-132. 232 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Karakışla, Y. S. (2005). Women, war and work in the Ottoman Empire: Society for the employment of Ottoman Muslim women (1916-1923). İstanbul: Ottoman Bank Archive and Research Centre. Kasaba, R. (1993). Osmanlı İmparatorluğu ve dünya ekonomisi on dokuzuncu yüzyıl. İstanbul: Belge Yayınları. Kurnaz, Ş. (1996). II. Meşrutiyet Döneminde Türk kadını. İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayını. Makal, A. (1997). Osmanlı İmparatorluğu’nda çalışma ilişkileri: 1850-1920. Ankara: İmge Kitabevi. Ma’mulat-ı Dahiliye İstihlâki Kadınlar Cemiyet-i Hayriyesi. (30 Mart, 1330/ 12 Nisan, 1914). İkdam, 6156, 1. Mühim ve hayırlı bir teşebbüs. (10 Şevval, 1334/9 Ağustos, 1916). İkdam, 7001, 2. Oktar, T. (1998). Osmanlı toplumunda kadının çalışma yaşamı Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi. Eskişehir: Bilim Teknik Yayınevi. Osmanlı ve Türk Hanımları Esirgeme Derneğinin Nizamnamesi (t.y.). İstanbul: Nefaset Matbaası. Önsoy, R. (1988). Tanzimat Dönemi Osmanlı sanayii ve sanayileşme politikası. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Pamuk, Ş. (2004). Prices in the Ottoman Empire, 1469-1914.International Journal of Middle East Studies, 36, 451-468. Pamuk, Ş. (September, 2006). Estimating economic growth in the Middle East since 1820.The Journal of Economic History, 66(3), 385-406. Pamuk, Ş. (2014). Türkiye’nin 200 yıllık iktisadi tarihi (3. bs.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Pamuk, Ş., & Williamson, J. G. (2009).Ottoman de-industrialization 1800-1913: Assessing the shock, its ımpact and the response. Cambridge:NBER Working Paper Series. Pidgeon, M. E. (1944). Changes in women’s employment during the war. Washington DC: Goverment Printing Office. Quataert, D. (2004). 19. yüzyıla genel bir bakış: Islahatlar devri 1812-1914(Çev. S. Andıç). H. İnalcık & Q. Donald (Ed.), Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik ve sosyal tarihiiçinde (C. 2, s. 885-1051). İstanbul: Eren Yayıncılık. Sümer, T. (1968). Türkiye’de ilk defa kurulan kadınları çalıştırma cemiyeti.Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, 10, 59-63. Şark.(27 Rebiülevvel, 1291/ 14 Mayıs, 1874).Şark, 128, 2. Velikov, S. (1969). Kemalist ihtilal ve Bulgaristan (Çev. N. Yılmazer). İstanbul: Kitaş Yayınevi. Yevmiye için.(7 Temmuz, 1329/20 Temmuz, 1913).Tanin, 1667, 3. MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut... Siham Matallah, Chaib Bounoua, Mohamed Benbouziane MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut Problemli Hali İyileştirebilecekken Gözden Kaçırılan Bir Unsur mudur? Giriş Açıkça görülebileceği üzere, eşitsizlik bugün MENA bölgesinin karşı karşıya olduğu kritik meselelerden birisidir; her ne kadar bol miktarda ölçme problemi söz konusu olsa da eşitsizliğin daha da arttığı ve semptomlarının bölgenin her yanına yayıldığı herkes tarafından kabul edilmektedir. Bu büyük eşitsizlikler, büyümeyi önleyici bir tür etmen gibi davranmaktadır; sağlık, eğitim ve istihdam alanlarını etkileyerek genel bir sosyal fonksiyon bozukluğuna neden olabilir ve bu şekilde yoksulluğun yayılmasına yol açabilir ve daha aşağıdaki toplumsal sınıfların büyümenin etkilerinden faydalanmasını önleyebilir. Aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerde siyasal istikrarı sarsacak keskin bir sınıfsal nefret ve fesadın ortaya çıkmasına ve ekonomik büyümenin azalmasına neden olabilir. Nitelikli-niteliksiz maaş eşitsizlikleri ile ilgili yapılan yığınla çalışma, kurumsal kalitenin önemini hafife almaktadır çünkü bu çalışmalar kötü kurumların olmadığını, üretken olmayan faaliyetlerin yapılmadığını ve ekonomik kaynakların verimsiz kullanılmadığını varsaymaktadır ancak gerçekler oldukça farklıdır. Eşitsizliğin şiddetli sonuçları, ötekileştirilmiş ve savunmasız gruplara 234 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK karşı ayrımcılık yapılmasını yasaklayarak toplumun tüm kesimlerine olanaklar sunan ve kamu hizmetlerine eşit erişim sağlayan iyi bir yönetimin varlığında ortadan kaldırılabilir (Haq, & Zia, 2006). 90’ların başından beri, eğitime verilen önemin azaltılmasıyla ve nokta atışı ekonomik politikalardaki arazi mülkiyetiyle bağdaştırılan şişirilmiş kamu sektörü, MENA ülkelerindeki artan eşitsizliklerin acımasız özelliklerini ortaya koymaktadır. Aslına bakılırsa göze çarpan bölgesel, taşra-kent ve sosyoekonomik grup farklılıklar daha da genişlemiştir (Belhaj Hassine, 2015). MENA bölgesi içerisindeki eşitsizlikler büyük oranda yararsız piyasa-yönelimli reformların yapılmasına neden olan ve kapsayıcı ve adil bir sosyoekonomik kalkınmaya engel olan bölgesel kalkınma stratejilerindeki ve politikalarındaki çarpıklıklardan kaynaklanmaktadır. Ayrıca, 90’ların sonundan beri diğer alanların gerisinde kalan eşitsizliklerin azaltılması, iş alanlarının açılması ve yavaş büyümenin yavaş tempoları arasındaki senkronizasyonun da bölgenin ekonomisinde bir aşağı çekilmeye neden olan önemli bir etmen olduğu düşünülmektedir. Pek çok Arap ülkesi, gelir eşitsizliklerini azaltmak için mücadele etmiştir ve büyüme oranlarını yukarı çekme sorunuyla politika eylemlerini işsizlik sorununa yönelterek başa çıkmaya çalışmıştır. Ancak MENA hükûmetlerinin piyasa-merkezli politikalara ve özel sektör teşvik stratejilerine başvurarak ekonomilerini canlandırma ve işgücü piyasalarını ıslah etme çabaları, beraberinde insan kaynakları yapısının seviyesine bağlı olarak değişen faydalar getirmiştir ve dolayısıyla gelirler arasındaki farklılıkları görünür hâle getirmiş ve eşitsizlik uçurumunu daha da derinleştirmiştir (Belhaj Hassine, 2015). Esnek olmayan piyasa düzenlemeleri, zamanı geçmiş ve etkili olmayan eğitim sistemleri ve bunlarla bir araya gelen şişirilmiş kamu sektörü, MENA bölgesindeki işsizlik oranın artmasının, bununla beraber ekonomik büyümenin kısıtlanmasının ve açılan iş alanlarının potansiyelin altında kalmasının temel nedenleridir. Ayrıca, kalkınma stratejileri söz konusu olduğunda Arap devletleri MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut... 235 tarafından gösterilen kentsel yanlılık da fakir ve orta sınıf ailelerin kendi sermayelerini inşa etme kabiliyetlerini olumsuz yönde etkilemiş ve eşitsizliklerin ve işgücü piyasasında çarpıklıkların artmasına neden olmuştur. Yaşam standartlarının düşmesi, artan işsizlik ve gittikçe büyüyün eşitsizlikler, 2011 Arap ayaklanmalarının temel nedenleri gibi görünmektedir. Ayrıca politik istikrarsızlık dalgası ve Arap bölgesi boyunca yayılan toplumsal huzursuzluk, bir ekonomik baskı, toplumsal bozulma ve korkunç bir eşitsizlik sarmalını daha da azdırmıştır (AfDB, 2012). Artan popüler memnuniyetsizlikler, durumdan politik girişimleri sorumlu tutmaya başlamıştır. Arap Baharı ve sonrasında gelişen olaylar, pek çok Arap devletini eşitsizlikle ilgili kendi politikalarını yeniden gözden geçirmeye sevk etmiştir. Arap Baharından yükselen eşitlik taraftarı sesler, kurumların kalitesini ve yönetim meselesini MENA devletlerinin gündemine taşımıştır. Aynı zamanda, bilim adamları, vatandaşlar, aktivistler ve politika belirleyiciler arasında, özellikle de Arap Baharı sonrası ekonomik gerileme dönemlerinde, yönetim hakkında artan bir kaygı ortaya çıkmıştır. MENA bölgesindeki yönetim Arap Baharı ayaklanmalarından sonra daha da kötüleşmiş ve hayal kırıklıklarına neden olmuştur. Son yirmi yılda yapılan reform girişimlerine rağmen, kaosa ve ekonomik gerilemeye ortam hazırlayan pek çok hukuki boşluk ve zayıflık söz konusudur çünkü bu reformlar beklenenden çok daha az kapsayıcı ve nicelik olarak da çok daha azdır. Altı yönetim göstergesinin neredeyse tamamı dibe vuracak kadar düşük çıkmıştır ve bu da ortaya kasvetli bir tablo çıkarmaktadır. Yönetimi, eşitsizlik – işgücü piyasası-büyüme üçlüsüne bağlayan yeterince ampirik delil söz konusu değildir. Buna bağlı olarak makalede MENA bölgesinde eşitsizliğin ve işgücü piyasasının ekonomik büyüme üzerindeki etkisini, 10 MENA (Cezayir, Mısır, İran, Ürdün, Lübnan, Fas, Suriye, Tunus, Türkiye ve Yemen) ülkesinde 1996-2013 arasındaki zaman diliminde yönetimin rolüne odaklanarak netleştirmeyi ve değerlendirmeyi amaçlıyo- 236 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ruz. Bu amaçla, elinizdeki makale beş bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde makalenin konusu belirtildikten sonra ikinci bölümde eşitsizlik-istihdam-büyüme üçlüsü ile yönetimin rolünü birbirine bağlayan teorik arka plan ve ampirik belirtiler sunulmaktadır. Üçüncü bölümde Arapların mevcut durumunun koordinatlarını belirlemek ve bir fizibilite analizi yapmak amacıyla MENA bölgesindeki eşitsizlikler, istihdam ve yönetim ele alınmaktadır. Dördüncü bölümde veriler sunulmakta, metodoloji açıklanmakta ve ampirik sonuçlar analiz edilmektedir. Son olarak da Beşinci bölümde makale bir sonuca bağlanmakta ve bazı siyasal çıkarımlar yapılmaktadır. Eşitsizlik-İstihdam-Büyüme Üçlüsü ile Yönetimin Rolü Üzerine Teorik ve Ampirik Bir Değerlendirme Eşitsizlik, ekonomik büyümenin ve yoksulluğu azaltma yetisinin en büyük engelleyicisi olarak kabul edilmektedir. Eşitsizlik-büyüme bağlantısıyla ilgili yetersiz ampirik kanıtlar göz önünde bulundurularak, eşitsizliğin yalnızca daha düşük potansiyel büyüme seviyeleriyle sonuçlanmakla kalmayıp, aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerin aşırı yoksullukla boğuşmalarına neden olduğu kabul edilmektedir. Eşitsizlik, bakıma ihtiyaç duyan çocuklarıyla ailelerin ciddi ekonomik sıkıntılar karşısında daha da savunmasız kalmasına neden olmaktadır. Ve yine varlıklı ailelerin, ideal toplumsal çevrelerde yaşamalarını sağlayarak ve onlara harika iş fırsatları sunarak, çocuklarının ekonomik geleceklerini kayda değer bir şekilde etkilediklerini düşünmek makul bir yaklaşım olacaktır. Ve bu, fırsat eşitsizliğinin en önemli yönüdür (Marrero, & Rodriguez, 2013). Dolayısıyla devlet harcamaları gelişmekte olan ülkelerin ekonomik refahını arttırabilir, özellikle de eğitim ve iş sahalarının açılması için yapılan harcamalar bir bütün olarak ekonomi içerisinde ileriye dönük kuvvetli bağlar oluşturulmasını sağlayabilir (Shafique, & Haq, 2006). Ayrıca, eğitim olanaklarının arttırılması fakir insanların kârlı işlere erişimine izin verecektir ve bu şekilde yoksulluğu ve eşitsizlikleri azaltacaktır (Mamoon, & MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut... 237 Hasan, 2006). Yükün en ağır kısmının en fakir ve dezavantajlı kesimin omuzlarına yüklenmesine neden olan şey, kamu hizmetlerine sınırlı erişim ve erişilen hizmetlerin de düşük kalitede olmasıdır. Bu yüzden, iyi bir yönetimin göstergesi, tüm vatandaşların eşit olanaklara ve aynı haklara sahip olmasıdır çünkü bunlar kaynakların dağıtım şeklini etkilemektedir ve yöneticilerin yaptıklarından sorumlu tutulmasını sağlamaktadır (Kaufmann, Kraay & Mastruzzi, 2007). Buna karşılık olarak kötü bir yönetim genellikle altyapıyı, eğitimi ve sağlık hizmetlerini iyileştirme çabalarına engel olur ve gelişmekte olan ülkelerin karşı karşıya oldukları çetin ikilemler olan mevcut eşitsizlik ve yoksulluk tuzaklarının varlığını devam ettirmesine neden olur. Gerçekten de niteliksiz bireyler, yüksek nitelikler ve beceriler için gittikçe artan talep karşısında ciddi bir işsizlik tehdidiyle karşı karşıyadırlar (Giesecke, Heisig & Solga, 2015). Ayrıca, asgari ücret, sendikalar, istihdam düzenlemeleri, iş güvenliği hükümleri, çalışma hukuku ve ücret belirleme mekanizmaları gibi işgücü piyasası kurumları, işgücü piyasasındaki esneksizliklerin en önemli kaynaklarından biri olarak ortaya çıkmaktadır; aynı zamanda niteliksiz işçilere karşı talebi azaltmakla ve onları iş imkânlarından mahrum bırakmakla da suçlanmaktadır. Dolayısıyla, fakir insanlar iş piyasası düzenlemelerinin katılığı ile sosyal programların kayıtsızlığı arasında kapana kısılmış durumdadırlar ve bu da gelişmekte olan ülkelerde politik istikrarı sarsacak keskin bir sınıfsal nefret ve fesadın ortaya çıkmasına ve ekonomik büyümenin azalmasına neden olabilir (DiPrete, Goux, Maurin & Quesnel-Vallee, 2006). Bunun yanı sıra, işçi sendikaları da işverenlerin resmi asgari ücretin altında ödeme yapmalarına engel olmaktadır ve düşük ücretli işçilerin, yani genellikle daha az üretken olduğu düşünülen yaşı küçük insanların, okumamışların, niteliksiz kişilerin ya da kadın ve yaşlı işçilerin işe alımlarını azaltmaktadır. Örneğin, yaşlı insanlar yaş ayrımcılığına daha fazla maruz kalmaktadırlar ve işgücü piyasasındaki reintegrasyon olanaklarına daha kısıtlı bir erişimleri vardır. Yani yaşlı in- 238 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK sanları aktifleştirmek ve işverenleri onları istihdam etmek için cesaretlendirmek amacıyla emeklilik öncesi ve emeklilik sonrası eğitim programları düzenlemek yaş ayrımcılığının önüne geçebilir (Dieckhoff, Gash & Steiber, 2015). Bu olgunun temel sebeplerinin etrafındaki belirsizlik perdesini kaldırmak amacıyla yürütülen sayısız tartışma söz konusudur ve anlaşılan odur ki kurumsal kalite eşitsizliklerin büyüme etkisinin iyileşmesi ya da kötüleşmesine katkıda bulunmaktadır. Bu Durumda Yönetimin ve Kurumların Ne Kadar Önemi Vardır? Yönetim, devletlerin ulaşılabilir tüm ekonomik kaynakları mümkün olan en etkili biçimde kullanmasına ve üretim faaliyetleri ve genel büyüme için daha geçirgen bir iş ortamı oluşturmasına olanak sağlamaktadır. Örneğin, yoksullukla ve eşitsizlikle mücadelede devletin etkililiği ve düzenleyiciliğinin kalitesi kilit bir rol oynamaktadır, iyi bir makro idarenin var olmasını ve yoksulluğu destekleyen politikaların oluşturulmasını sağlar (Haq, & Zia, 2006). Yönetim tökezledikçe mülkiyet haklarının ihlali, toplumsal şiddet, istikrarsızlık ve özgürlüğün kısıtlanmasıyla karakterize edilebilecek bir durum baskın gelmektedir ve bir döngüsel karmaşa ortaya çıkmaktadır. Gelir eşitsizliğinin olumsuz büyüme etkisi, kısmen çatışmanın yıkıcı etkisine ve yatırımlardaki belirsizliğe kadar sürülebilir, bu çatışma sıklıkla politika belirleyiciler üzerinde büyümeyi engelleyici makro politikalar oluşturmaları ve geliştirmeleri için bir baskı uygulayabilir (Seguino, 2000). Zenginler ile fakirler arasındaki devasa uçurum, toplumsal huzursuzluğa ve politik istikrarsızlığa yol açabilir ve ekonomik bir kargaşaya ivme kazandırabilir. Ayrıca, politik istikrara karşı eli kulağında bir tehdit, devletin büyümeyi destekleyici kamu yatırımlarını sürdürme eğilimini azaltacaktır; daha ziyade politika belirleyicileri bugünkü ve gelecek nesiller için itibarlı bir hayata sahip olmalarını sağlamak için aşırı derecede kısa bir zaman dilimi içerisinde çok sıkı çalışmaları için zorlayacaktır (Nel, 2003). Benzer bir şekilde, mülkiyet hakkı uygulamalarında zayıf ve çalışkan işçilerin zarara uğraması pahasına kayda değer bir şe- MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut... 239 kilde zenginlerden ve güçlü olanlardan yana hareket eden kayırmacılık ve rüşvet, hastalığı diğer kurumlara da sıçratmakta ve bu şekilde tüm ekonomiyi alt üst etmektedir (Gradstein, 2007). Dolayısıyla kanunları iyileştirmek ve düzeni sağlamak, devletin etkililiğini arttırmak ve politik istikrarı güvence altına almak, istihdamın ve çıktı büyümesinin canlanmasına yardımcı olabilir. Bu durumda, yukarıda adı geçen üç unsurdan birinin eksikliği daha düşük büyüme oranlarıyla sonuçlanabilir ve bunun da işsizlik, gelir eşitsizliği ve yoksulluk problemlerinin çözülmesine bir faydası olmayacaktır (Shafique, & Haq, 2006). İyi bir yönetimin temel hedefi yalnızca kişi başına düşen millî geliri arttırmanın ötesinde bir noktadır; böyle bir yönetim herkes için fırsat eşitliği yaratmaya ve ekonomik gelişmenin faydalarından toplumun tamamının yararlandığından emin olmaya çalışacaktır. “Kurumsal yoksulluk tuzakları” Bowles, S. (2006) tarafından, yoksulluğu, mahrumiyeti ve gelir eşitsizliğini sürekli kılan kurumsal tasarımları ifade etmek üzere yaratılmıştır. Daha açık ifade etmek gerekirse zayıf kurumlar ekonomik aktörlerin üretken olmayan faaliyetlerle meşgul olmasına neden olur ve üretken, büyümeyi destekleyici faaliyetlerle meşgul olmak yerine ortaya çıkan faydalı ürünleri hemen toparlar. Diğer bir deyişle, sermaye ve nitelikli veya niteliksiz işgücü gibi temel kaynaklar, zayıf bir kurumsal ortamda üretken olmayan faaliyetler için kullanılacaktır ve nitelikli işgücü ile niteliksiz işgücü arasındaki farklılıkları genişletecek; işgücünün etkin bir şekilde paylaştırılmasına engel olacaktır (Pi, & Zhou, 2013). Bu arada, etkili ve sorumlu kurumlar çatışmaları çözecek ve fakirleri elit tabakaya karşı koruyacaktır çünkü zenginlerin fakirlerin gelirlerini kendilerine mal etmesine engel olacak ve küçük bir zengin elitler grubunun politik güçlerini kullanarak fakirlerin ellerini kollarını bağlamasına izin vermeyecektir. Eğitimdeki yolsuzluklar bu binyılın başında gözlemlenen en bariz olgulardan biridir; yozlaşmış yöneticiler öğrenciler için ayrılan kamu bütçesini kendi çıkarları için kullanmakta tereddüt etmemektedirler. Ve bu da onursuzluk, ahlaksız davranışlar, rüş- 240 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK vetçilik, adam kayırmacılık, iltimas ve bütün bunları karşılamaktan aciz, kamu eğitiminden mahrum kalan ve hesap sormak için sesleri yeterince çıkamayan çalışkan fakir öğrencilerin ötekileştirilmesine neden olmanın yanı sıra, mezun öğrencileri bugünün iş piyasasına hazırlayacak eğitimin verilmesinin de önündeki en büyük engeli teşkil etmektedir. Bu yüzden, işgücü piyasası ancak düşük nitelikli çalışanları içine alabilmektedir, bu da kalkınma sürecini gitgide daha fazla aşağıya çekmektedir. Bu yüzden, özellikle de iyi, saygıdeğer, güvenilir ve yasalara uyan vatandaşların yetiştirilmesinden sorumlu eğitim sistemindeki yolsuzluklar başta olmak üzere, yozlaşma probleminin kökten çözülmesi yönünde şiddetli bir ihtiyaç söz konusudur. Gerçekten de hukuki eylemler üzerinde kurulan politik etkilerin kurumların tahrip edilmesine neden olduğunu ve reform çabalarının önünde başarıyla dikilerek yolsuzlukla mücadele etmeyi imkânsız kıldığını düşünmek akla yatkın görünmektedir (Chong, & Gradstein, 2004). Eğitimin çağdaşlaştırılması sürecinde kârlı başarıların elde edilebilmesi için mezun olan öğrencilerin gelecekteki arz ve talep durumlarını öngörebilecek ve çalışma alanlarında iş bulabilme olasılıklarını hesaplayabilecek bir sisteme ihtiyaç vardır. Ayrıca tam da burada insanlar arasında sağlıklı bir yaşam tarzının pekiştirilmesini sağlayacak güçlü bir sağlık hizmetleri sisteminin gerekliliğine parmak basmak da son derece sezgisel olacaktır (Kamasheva, Kolesnikova, Karasik & Salyakhova , 2013). Genel olarak derin ve kapsamlı bir reform girişimi başlatarak yönetim çerçevesini iyileştirmek, hasara uğramış ekonomiyi ve sosyal dokuyu tamir etmek ve bu şekilde ekonomik büyümedeki eşitliğe katkıda bulunmak için en büyük önceliği taşımaktadır. Aşağıdaki tablo, eşitsizliğin istihdam ve ekonomik büyüme üzerindeki etkisini ve aynı zamanda eşitsizliğin büyümeye etkisini hafifletme noktasında yönetimin rolünü araştıran ampirik çalışmaları özetlemektedir. MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut... 241 Tablo 1 Eşitsizlik, İşgücü Piyasası, Yönetim ve ekonomik Büyüme Arasındaki İlişkiye Dair Kanıtlar Yazarlar Örneklem Nel, P. (2003) Güney ve Kuzey Doğu Afrika 1986-1997 Schober, T., & Winter-Ebmer, R. (2011) Kakwani, N. (2010) Chong, A., & Gradstein M. (2004) 54 ülke 1975-1995 Brezilya 1995- 2004 121 ülke 1970-2000 Shafique, S. & Haq, R. (2006) 4 SAARC ülkesi Chong, A., & Gradstein M. (2007) 121 ülke 1996-2005 1960- 2000 Ampirik Yaklaşım Sonuçlar En Küçük Kareler (OLS) yöntemi Yüksek seviyede eşitsizlik orta vadedeki potansiyel büyümeyi olumsuz etkiliyor görünmektedir. Panel veri analizi Cinsiyet eşitsizliği istihdam üzerinden ekonomik büyümeye engel olmaktadır. Şekle göre ayrıştırma metodolojisi Devletin toplumsal politikaları fakirlerin korunması üzerinde bir etkiye sahiptir. Yenilikçi bir panel VAR yöntemi Yönetimin daha başarılı olması gelir dağılımındaki iyileşmelerle olumlu yönde bağdaştırılmaktadır ve eşitsizliği azaltıcı yönde en büyük etkiyi yaratan etmenin politik istikrar olduğu görülmektedir. Politik istikrar gelir dağılımını iyileştirerek refahı arttırmaktadır. Aynı zamanda, yolsuzlukla ilgili Sistem GMM düzenlemelerin ve yolyöntemi suzluğun kontrol altında tutulmasının çıktı büyümesinde güçlü bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. GMM-sistem Düşük kurumsal kalite, tahmin tek- eşitsizliğin azaltılmasına niği engel olmaktadır. Kaynak: Yazarlar tarafından oluşturulmuştur. 242 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İstihdam ve Yönetim MENA Bölgesinde Eşitsizlik Figür 1: MENA Ülkelerinde Eşitsizlik, 1996-2011 Kaynak: Standardize Edilmiş Dünya Gelir Eşitsizliği Veri Tabanı v5.0 (Solt, 2014), verilere internet üzerinden şu adresten ulaşılabilir: http://myweb.uiowa.edu/fsolt/swiid/swiid.html Yukarıdaki grafikten MENA ülkelerinde eşitsizliğin söz konusu olduğu kolayca görülebilir; dahası, bu ülkelerde sağlık ve eğitim alanlarında eşitsizlik olduğu da son derece barizdir. Bu olgu kayda değer bir istikrarla varlığını sürdürmektedir ve hatta Suriye ve Yemen’de son birkaç yılda çarpıcı bir biçimde artmıştır. Bu olgu ailelerin coğrafi konumundan ve aile reisinin eğitim düzeyinden kaynaklanıyor gibi görünmektedir. Belhaj Hassine (2015), eğitim, özellikle de aile reisinin eğitim düzeyi, demografik nitelikler ve coğrafi konum gibi spesifik aile özelliklerinin, Arap bölgesinin eşitsizlik örüntüsüne en fazla katkıda bulunan etmenler olduğunu belirtmektedir. Gerçekten de cinsler arasındaki eşitsizlikten Arap toplumlarında artık eskiden olduğundan daha da az şikâyet edilmektedir ve bu durum kadınların geleneksel olarak yalnızca erkeklere sağlanan toplumsal, ekonomik ve politik olanaklara ulaşmasını sağlamaktadır. Ancak işe alım noktasında kadınlara karşı yapılan ayrımcılıklar bazı Arap ülkelerinde hâlâ uygulanmaktadır; bu durumda, kadınların çalışmasının toplumsal ve ekonomik faydalarını vurgulayarak kadınların güçlendirilmesi noktasında farkındalığı arttırmak katı toplumsal örüntüleri hafifletebilir ve kalkınma sürecini hızlandırabilir. Kamu sektörünün egemenliği ile nitelendirilen devlet odaklı bir ekonomik kalkınma modeli, bağımsızlıklarını kazanmala- MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut... 243 rının ardından çoğu Arap ülkesi tarafından benimsenmiştir ve bu sektör yoksulluğu hafifletecek, gelir eşitsizliğini azaltacak ve insani kalkınma göstergelerini teşvik edecek neredeyse tek destekleyici unsur olagelmiştir (World Bank, 1995). Aslına bakılırsa, 1980’lerin ortasında düşüşe geçen petrol fiyatları, şiddetli kemer sıkma önlemleri alınmasına neden olmuş ve en çok fakir insanları vurarak ve eşitsizlikleri daha kötü hâle getirerek daha iyi yaşam standartları için duyulan umutları yıkmış; daha ağır bir toplumsal hasara mal olmuştur. Ayrıca, 1980’lerde MENA devletleri tarafından girişimde bulunulan yapısal düzenleme reformları, özellikle de fiziksel ve toplumsal altyapının sağlanması açısından bazı bölgelere diğerlerinden çok daha ciddi miktarda fayda sağlamıştır. Bu durum sosyoekonomik eşitsizliklerin yaygın bir şekilde fark edilmesine neden olmuş, işgücü piyasası performansına zarar vermiş ve bu şekilde ulusal ekonomileri, geride kalan bölgelerin iştirakinden mahrum bırakmıştır. Bunlara ek olarak artan bölgesel eşitsizlikler ve kent-taşra ayrımı, diğer istikrarsızlıkların yanı sıra, Arap dünyasındaki geçiş aşamasına destek çıkan popüler fikir birliğini yok edebilecek toplumsal, politik ve ekonomik istikrarsızlıkları tetiklemiştir. Dolayısıyla bu konum, eşitsizlik meselesinin acilen ele alınması gerektiği mesajını vermekte ve istihdam olanaklarının eşitlenmesini sağlayacak ve ekonomik büyümeyi hızlandıracak geniş tabanlı reformların uygulanması gerektiğini göstermektedir. MENA Bölgesinde İstihdam Figür 2: MENA Ülkelerinde İstihdam (istihdam / nüfus oranı, 15+, toplam (%)), 1996-2013 Kaynak: Dünya Bankası, Dünya Kalkınma Göstergeleri, verilere internet üzerinden şu adresten ulaşılabilir: http://data.worldbank.org 244 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Yukarıdaki grafik, MENA bölgesinin istihdam oranını arttırmakta büyük ölçüde başarısız olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Ayrıca, MENA bölgesi daha da gerileme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu grafiğe göre, Fas, Lübnan ve Türkiye, daha aktif işgücü piyasası politikaları oluşturma çabalarının bir sonucu olarak, istihdam artışı noktasında diğer MENA ülkelerini bariz bir şekilde geride bırakmışlardır. MENA ülkelerindeki hükümetlerin çoğu, özellikle de yüksek ya da orta seviyede eğitim görmüş olan insanlara iş edindirmek söz konusu olduğunda kendileri başvurulacak ilk işverenmiş gibi hareket etmektedirler. İşsizlik büyük oranda niteliksiz çalışanlar, lise sonrasındaki eğitim kurumlarından diploma almamış ya da mesleki eğitim almış insanlar arasında yoğunlaşmıştır. Ve burada insanların niteliksiz olarak doğduğunu ve bu yüzden iş piyasasına girme şanslarının adaletsiz gelir eşitsizliklerinden kolayca etkilenebileceğini belirtmek faydalı olacaktır. Ayrıca, talebin gittikçe artan bir şekilde yüksek maaşlı çalışanlara yoğunlaşması da gelir eşitsizliklerini daha ileri bir noktaya götürmüştür. Ancak 2000’lerin ilk yarısında petrol fiyatlarında görülen artışa ve buna bağlı olarak ortaya çıkan büyüme oranlarındaki artışa rağmen düşük verimlilik ve düşük reel ücretler gibi can sıkıcı semptomlar görülmeye başlanmıştır. Aynı zamanda verimsiz kamu sektörü de yatırımlara yer bırakmamıştır ve yalnızca iş piyasasına zarar vermekle kalmamış, aynı zamanda bu piyasa içerisindeki adaletsizlikleri de arttırmıştır. Ayrıca, bölgede devlet güdümlü sistemlerle piyasa odaklı ekonomik sistemler arasında salınan ekonomik politikalar da ciddi ekonomik verimsizliklere ve iş piyasasında başarısızlıklara neden olmuştur. MENA bölgesi, eğer kendilerine olanak sağlanırsa bölgenin mal ve hizmet taleplerini karşılayabilecek bir genç işgücüne sahiptir. Aslına bakılırsa, Arap dünyasındaki demografik genç fazlalığı paha biçilemez bir nimettir ve bu noktanın üzerinde ciddi bir şekilde durulmasına ihtiyaç vardır. Ancak yozlaşmış uygu- MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut... 245 lamalar, sağlık ve eğitim gibi, verimliliği arttırmaya ve büyüme olanaklarını canlandırmaya hazır ve ileride ciddi tecrübelere, bilgiye ve niteliklere sahip olgun bir işgücüne dönüşebilecek ve ekonomik büyümeyi destekleyecek bir donanım hâline gelebilecek nitelikli bir genç çalışanlar nesline güçlü bir platform sağlayacak temel insan haklarından mahrum bırakmaktadırlar. Örneğin, kamu fonlarını yağmalayan ve bu fonları onursuzca kendi çıkarları için kullanan, sağlık ve eğitim sektörlerine ayrılan bütçenin azalması yüzünden ortaya çıkan yıkıcı etkileri umursamayan yozlaşmış yöneticiler yüzünden, yolsuzluklar kamu bütçelerini tüketmektedir. Yolsuzlukların pençesinde sıkışıp kalan Arap bölgesinin iki kritik mesele ile karşı karşıya olduğu söylenebilir. Bir yandan genç işgücü atıl kalmakta diğer yandan nitelikli emekliler, tüm Arap ülkelerinde egemen bir problem olarak sağlık sorunları ya da özellikle de kamu sektöründe çalışan yöneticilerin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri yüzünden iş piyasasına geri dönememektedirler. Gerçekten de böylesine yaygınlaşan yolsuzluklar yüzünden kişilerin yaşam seyrine yayılan aktif bir beşerî sermaye inşa etmek neredeyse imkânsız görünmektedir ve bu durum, başta petrol zenginliğine bağımlı olanlar olmak üzere bu ekonomilerin peşini bırakmayan korkunç bir kâbustur. MENA Bölgesinde Yönetim Aşağıdaki grafikte de açıkça görülebileceği üzere MENA bölgesinin yönetim endeksi, kötü politik kurumsal kalitenin ve kurumsal çerçeveyi geliştirmek amacıyla gerekenden geç gösterilmiş çabaların bir göstergesi olarak, hâlâ negatif alanda yer almaktadır. MENA ülkelerinin çoğu berbat bir kurumsal performans göstermiştir. Ayrıca, petrole bağımlı olan ülkeler kurumsal kaliteyi zayıflatmaktadırlar çünkü bol miktarda petrolü olan ülkeler sağlıklı bir ticari ortam yaratmaya sevk edilememektedirler. MENA bölgesi, devlet etkililiği ve düzenleyicilik kalitesi açısından da gö- 246 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK receli olarak düşük performans göstermektedir; bu da yoksulluk ve eşitsizlik alanlarında bir ilerleme kaydedilemeyişini kısmen açıklamaktadır. Gerçekten de kötü yönetim, ekonomik aktörleri daha az sermayeye ve işgücüne ihtiyaç duyulan kısa vadeli faaliyetlerle meşgul olmaya ve böylece gelecekteki potansiyel risklerden kaçınmaya teşvik ederek üretim faaliyetlerini uzun vadede aşağı çekmektedir. Ne yazık ki bu durum son zamanlarda daha da yaygınlaşmıştır ve bu da MENA ülkelerinin çoğunda büyümeye ve istihdama engel olmaktadır. Figür 3: MENA Ülkelerinde Yönetim İndeksi (Altı Dünya Yönetim Göstergesinin Basit Ortalaması), 1996-2013 Kaynak: Dünya Bankası Yönetim Göstergeleri, verilere internet üzerinden şu adresten ulaşılabilir: http://info.worldbank.org/governance/wgi/index.asp MENA ülkelerinin neredeyse tamamı yetersiz bir düzenleyici çerçeve, kamu sektörü hâkimiyeti ve yaygın yolsuzluk ile karakterize olmaktadır, ancak az sayıda ülke, şeffaflığı ve güvenilirliği güçlendirmek adına e-devlet kullanımına geçmek gibi önemli adımlar atmıştır (World Bank, 2003). Bunlara ek olarak yaygınlaşan yolsuzluklar kontrolden çıkmış gibi görünmektedir. Bu duruma karşı getirilen öneriler de hem bölgede ilerleme için var olan olanakları baltalayan hem de istikrarsızlığı tetikleyen ve kamu kaynaklarının kalkınma sürecini hızlandırmak üzere kullanılması yerine politik yırtıcıların karşısında daha da savunmasız kalmasına neden olan bu duruma engel olmayı başaramamıştır. Ve eğer durum şu anki hâlini korumaya devam ederse gelecek nesiller son derece şiddetli sonuçlarla karşı karşıya kalacaktır. MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut... 247 Veriler ve Ampirik Sonuçlar Data Bu çalışma, yönetimin rolü üzerine odaklanarak MENA bölgesinde eşitsizliklerin ve işgücü piyasasının ekonomik büyüme üzerindeki etkisini incelemek üzere yapılan bir girişimdir. Bu çalışmada aşağıdaki değişkenleri de kapsayan ampirik bir model geliştirebilmek amacıyla ekonometrik bir metodoloji kullanılmaktadır: GSYİH: Dünya Kalkınma Göstergeleri veri tabanından alınan kişi başına GSYİH (sabit 2005 ABD$), ekonomik büyüme (bağımlı değişken) için bir ölçüt olarak kullanılmaktadır. INQ: INQ, Standardize Edilmiş Dünya Gelir Eşitsizliği Veri Tabanı’ndan (SWIID) alınan verilerle Gini endeksi tarafından net hane halkı geliri açısından ölçülmektedir (yüksek değerler yüksek gelir eşitsizliğini göstermektedir) ve Frederick Solt (2009) tarafından geliştirilmiştir. Geniş bir zaman dilimi içerisinde çok sayıda ülkeden oluşan geniş bir örneklem kitlesi içerisinde brüt ve net gelirlerin karşılaştırılabilmelerini sağlayan Gini endeksleri sağladığı için mevcut eşitsizlik veri tabanlarının bilinen sınırlamalarını aşmayı başarmıştır. Bu veri tabanı, gelir eşitsizliği üzerine yapılacak geniş çaplı uluslararası bir araştırma için diğer gelir eşitsizliği verilerinden daha amacına uygun ve kullanışlıdır (Solt, 2014). Şu da ifade edilmelidir ki kapsamlı zaman dizisi verilerinin eksikliğinden, özellikle de hane ulusal halkı araştırma verilerinin eksikliğinden dolayı bölgedeki eşitsizlikler hakkında ampirik kanıtlar kısıtlı ve baştan savmadır. Dolayısıyla, bu çalışma bu sorunun üstesinden bu veri tabanını kullanarak gelebilir ve bu şekilde bu çalışmanın mevcut literatüre katkıda bulunacağı ümit edilmektedir. EMP: İstihdam nüfus oranı, 15+, toplam (%), Dünya Bankası’nın Dünya Kalkınma Göstergeleri (WDI) veri tabanından alınmıştır. 248 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK GI: Yönetim Endeksi, altı Dünya Yönetim Göstergesinin (VA: İfade özgürlüğü ve hesap verebilirlik; PSAV: Siyasi İstikrar ve Şiddetsizlik; GE: Hükümetin Etkinliği, RQ: Düzenleme Kalitesi; RL: Hukukun Üstünlüğü; CC: Yolsuzluk Kontrolü) basit ortalaması alınarak hesaplanmaktadır. Bu göstergeler -2,5 iler +2,5 arasından derecelendirilmektedir ve yüksek puanlar kurumların daha iyi olduğunu göstermektedir. Ayrıca, daha fazla çeşitte kurumu kapsadığı ve onları altı gösterge altında sınıflandırdığı için bu veri tabanı ampirik çalışmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu yüzden, tüm açıklayıcı değişkenler için verilerin ulaşılabilirliği, 1996’dan 2013’e uzanan bir örneklem zaman diliminin kullanılmasını gerektirmiştir. Ayrıca, örneklemimiz, veri ulaşılabilirliğine göre seçilen 10 MENA ülkesinden (Cezayir, Mısır, İran, Ürdün, Lübnan, Fas, Suriye, Tunus, Türkiye ve Yemen) oluşmaktadır. Veri Analiz Araçları Yönetimin rolü üzerine odaklanarak eşitsizliklerin ve işgücü piyasasının MENA bölgesindeki ekonomik büyüme üzerindeki etkisini incelemek üzerine, Eviews 8.0 yazılım paketi kullanılarak, panel veri tahmini yöntemi kullanılmıştır. Panel veri analizi hem gözlemlenen hem de gözlemlenmeyen heterojenlikleri kontrol ettiği için aynı zamanda daha serbestlik derecesini arttırmakta kolineerlik problemlerini azaltmakta, böylece ekonometrik tahminlerinin etkinliğini arttırmaktadır (Hsiao, 2003) ve üç temel model söz konusudur: Birleştirilmiş OLS Modeli, Sabit Etkiler Modeli, Rasgele Etkiler Modeli. Ayrıca, Arellano ve Bond (1991) tarafından önerilen ve Arellano ve Bover (1995) tarafından geliştirilen Genelleştirilmiş Momentler Metodu (GMM) dinamik panel tahmincisini kullanılmıştır çünkü GMM panel veri yöntemlerinde söz konusu olabilecek endojenlik ve heterojenlik problemlerinin üstesinden ilgili araç değişkenleri de dâhil ederek gelmektedir. Diğer bir deyişle, bu teknik özellikle de büyüme MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut... 249 modellerinde yüksek bir dayanıklılık gösteren endojen değişkenlerle başa çıkabilmektedir. Ampirik Sonuçların Analizi Tablo 2 10 MENA Ülkesi için Gerileme Sonuçları Bağımlı Değişken: Kişi Başına Düşen GSYİH Katsayı Hesaplamaları (P-değeri) Bağımsız Değişkenler Birleştirilmiş OLS Modeli Sabit Etkiler Modeli Rasgele Etkiler Modeli -306,4627 -179,1217 -168,7782 (0,0000) *** (0,0000) *** (0,0000) *** 27,19207 50,34240 47,34661 (0,5617) (0,0545) * (0,0833) * 1278,510 750,0540 519,5590 (0,0040) *** (0,0060) *** (0,0833) * R-karesi 0,349247 0,972424 0,343276 Olasılık (F-istatistiği) 0,000000 0,000000 0,000000 INQ EMP GI Önemlilik Yüzdeleri: %1 (***), %5 (**), %10 (*) Kaynak: Yazarın Eviews 8.0 Kullanarak Yaptığı Hesaplamalar Yukarıdaki tabloda da gösterildiği üzere, eşitsizlik, istihdam oranı ve yönetim endeksi beklenen gerileme değerlerine sahip gibi görünmektedir. Ayrıca, bu açıklayıcı değişkenler üç modelde de birleştirilmiş OLS modelinde önemsiz görünen istihdam oranı hariç istatistiksel olarak önemli görünmektedir. Dolayısıyla, bir sonraki adım sabit etkiler ve rasgele etkiler özellikleri arasında bir seçim yapılmasında yararlı olan Hausman testinin uygulanması olacaktır. 250 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Tablo 3 Hausman Testi İlişkili Rasgele Etkiler - Hausman Test Denklem: Birleştirilmiş Test enine kesit rasgele etkileri Test Özeti Chi-Kare İstatistiği Enine Kesit rasgele 11,220016 Chi-Kare d.f. Olasılık 3 0,0106 Kaynak: Yazarın Eviews 8.0 Kullanarak Yaptığı Hesaplamalar Hausman chi-kare test istatistiği % 5 seviyesinde önemlidir (Olasılık (0,0106 < 0,05)), bu temelde, sıfır hipotezi reddedilebilir, diğer bir deyişle, Hausman testi sabit etkiler modelinin tutarı bir model olduğunu göstermektedir, bu yüzden biz de bu ampirik çalışmada bu modele odaklanılmaktadır. Sabit etkiler modeli, eşitsizliğin 10 MENA ülkesinde ekonomik büyüme üzerinde son derece yüksek seviyede önemli bir negatif etki gösterdiğini ortaya koymaktadır ve bu da eşitsizliğin ekonomik büyüme üzerindeki zararlı etkilerini vurgulayan teorimizle tutarlılık göstermektedir. Ayrıca, istihdam oranı istatistiksel olarak ekonomik büyüme üzerinde % 10 önem oranında olumlu etki göstermektedir ve bu da işgücü piyasası kısıtlamalarının kaldırılmasının ve ilgili işgücü piyasası politikalarının uygulamaya sokulmasının istihdam oranlarını arttıracağına, dolayısıyla ekonomik büyümeyi besleyeceğine işaret etmektedir. Benzer bir şekilde, yönetim endeksinin de incelenen on vakada ekonomik büyümeye olumlu ve önemli derecede katkıda bulunduğunu göstermektedir ve bu da yönetimin ekonomik büyümenin hızlandırılması noktasında sahip olduğu içkin rolü olumlayan teorimizle uyum içerisindedir. Çünkü iyi bir yönetim ve sağlıklı kurumlar mülkiyet haklarını korumak, yolsuz uygulamalarla savaşmak ve belirsizlikleri azaltmak için tasarlanmıştır ve büyüme beklentilerini canlandıracak uygulanabilir ve elverişli bir ekonomik ortam yaratılmasından sorumludur. MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut... 251 Tablo 3 10 MENA Ülkesi için Gerileme Sonuçları Bağımsız Değişken: Kişi Başına GSYİH (a) (b) Panel GMM Panel GMM Panel GMM Panel OLS 9167,317 (0,0019)*** -569954,6 (0,0000)*** -46572,67 (0,0000)*** -8776,050 (0,0002)*** INQ -220,2813 (0,0000)*** -15208,76 (0,0000)*** -1499,613 (0,0000)*** -341,5863 (0,0000)*** EMP 70,17218 (0,0636)*** 3252,305 (0,0000)*** 77025,39 (0,0000)*** 62,02219 (0,0250)** GI 2167,964 (0,0001)*** 3252,305 (0,0000)*** 77025,39 (0,0000)*** Sabit (c) (d) -352,7311 (0,0000)*** INQ*EMP 2115,063 (0,0000)*** INQ*GI VA 687,8183 (0,1992) PSAV 1272,342 (0,0069)*** GE 1376,352 (0,0497)** RQ 1227,157 (0,0096)*** RL 267,9153 (0,6076) CC 1328,612 (0,0332)** R2 0,992867 0,774101 0,925456 J-istatistiği 6,984073 4,527308 4,570561 0,746809 252 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK [p-değeri] (Hausen Testi: Tüm [0,221827] araçlar için aşırı tanımlanma testi [0,476238] [0,334263] Araçların sayısı 8 9 9 Ülkelerin sayısı 10 10 10 Gözlem sayısı 47 47 47 Önemlilik Yüzdeleri: %1 (***), %5 (**), %10 (*). P-değerleri parantez içerisinde gösterilmiştir. Kaynak: Yazarın Eviews 8.0 Kullanarak Yaptığı Hesaplamalar Bu dört modelin her biri için elde edilen sonuçlar yukarıdaki tabloda gösterilmektedir; tüm açıklayıcı değişkenler beklenen işaretleri taşımaktadır ve istatistiksel olarak panel GMM modelinde önemli olma eğilimindedir (bk. sütun (a)). Tablo 4’teki sütun (b) eşitsizlikle işsizlik arasındaki çarpımsal etkileşim kullanılarak elde edilen sonuçları da içermektedir. Bu terim önemli bir negatif katsayı vermektedir ve bu da eşitsizlik ile istihdamın birlikte oluşturduğu etkinin ekonomik büyümeyi olumsuz yönde etkilediğini göstermektedir. Ayrıca, eşitsizlik ile yönetimin etkileşimini ifade eden ve sütun (c)’de verilen çarpımsal terim de ekonomik büyüme üzerinde geniş ve istatistiksel olarak önemli bir olumlu etkiye sahiptir ve ayrıca eşitsizliğin olumsuz etkisinin üzerinden gelmeye yetecek kadar güçlü bir etkisi vardır. Bu da eşitsizliğin büyüme üzerindeki zararlı etkisinin giderilebileceğini ve yönetim durumunun iyileştirilmesi ile önemli derecede azaltılabileceğini göstermektedir. Burada şunu da ifade etmekte fayda vardır ki aşırı tanımlama kısıtlamalarını test eden Hansen J testi araçların geçerliliğini teyit etmektedir, çünkü ilgili p-değerlerinin 0,05’ten fazla olduğu görülmektedir [bk. sütun (a), (b) MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut... 253 ve (c)]. Bunlara ek olarak sütun (d) seçilen 10 MENA ülkesindeki ekonomik büyüme üzerindeki yönetim göstergelerinin etkisini mercek altına alan OLS gerilemesinin sabit bir etkisi olduğunu göstermektedir. Bulguların ifade ettiği bir başka şey ise, ‘siyasi istikrar ve şiddetsizlik’, ‘hükûmetin etkinliği’, ‘düzenleme kalitesi’ ve ‘yolsuzluğun kontrolü’ etmenlerinin büyüme oranı üzerinde olumlu bir etkisi olduğunu göstermektedir. Yani bu yönetim göstergeleri MENA ülkelerinin uzun vadeli büyüme beklentilerinin canlandırılmasında en çok etkisi olan kurumsal unsurlardır. Sonuç Bu çalışma, yönetimin rolünü vurgulayarak 1996-2013 yıllarını kapsayan bir zaman dilimi içerisinde MENA bölgesinde eşitsizliklerin ve işgücü piyasasının ekonomik büyüme üzerindeki etkisini incelemektedir. Temel bulgular tüm gerilemelerde eşitsizliğin ekonomik büyüme üzerinde son derece yüksek ve önemli bir olumsuz etki gösterdiğine işaret etmektedir. Ayrıca, istihdam oranı ekonomik büyüme üzerinde istatistiksel olarak önemli bir olumlu etki göstermektedir ve bu temelde, kapsamlı bir işgücü piyasası reformları seti, bölgede kapsayıcı bir büyümeyi ve iş alanları oluşturmayı hedefleyen tüm reform projeleri için dayanak noktası teşkil etmektedir. Benzer bir şekilde, yönetim endeksi seçilen bölgelerde ekonomik büyüme için olumlu ve önemli bir katkıda bulunmaktadır ve bu da yönetimin ekonomik büyümenin hızlandırılması noktasında sahip olduğu içkin rolü olumlayan teorimizle uyum içerisindedir. Özetlemek gerekirse, eşitsizliği azaltmayı ve iyi bir yönetimi ve istihdamı teşvik etmeyi amaçlayan stratejilerin uygulanmasının, MENA ülkelerinin ekonomik büyümesi üzerinde umut verici bir katalizör etkisi yaratması beklenmektedir. Bu bulgulara dayanarak yükseköğretime ve çekirdek altyapıya daha fazla yatırım yapılmasının, aynı zamanda işgücü piya- 254 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK sasının esnekliğinin arttırılmasının iş verimliliğini arttırabileceği ve eşitsizlikleri azaltabileceği sonucuna varılabilir. MENA bölgesindeki devletler bölgesel eşitsizliklerin önüne geçebilmek için dengeli bir bölgesel kalkınmayı sağlamaya çalışmaktadırlar. Ayrıca, iş birliğine dayalı eşitlik için ulusal eylem planlarının benimsenmesi ve uygulanması ve aynı zamanda ayrımcılık karşıtı kanunların uygulanması işgücü piyasasındaki ayrımcılıkların önüne geçebilir. Bunlara ek olarak bölgedeki devletlerin kamu hizmetleri kurumlarını yeniden yapılandırarak, yolsuzlukları kontrol altına alarak ve kaynakların dağıtımını akıllıca yaparak kamu sektörünün etkinliğini arttırmaları gerekmektedir. Ayrıca, MENA ülkeleri acilen kamu farkındalığını arttırarak ve vatandaşlar arasında daha iyi bir yönetim talebinin artmasını sağlayarak kanunun üstünlüğünü kuvvetlendirmelidir. Gerçekten de politika yapıcıları, erişimleri dâhilinde olan bütün araçları kullanarak ve toplumun tüm kesimlerinin daha iyi bir geleceğin inşa edilmesine yardımcı olacak iş birliğinin önemi konusunda duyarlılıklarını arttırarak sağlıklı yönetim politikalarının ve uygulamalarının etkili bir şekilde uygulanmasını sağlamalıdır. Kaynakça AfDB. (2012). Jobs, justice and the Arab spring: Inclusive growth in North Africa. Tunis: African Development Bank. Retrieved from http://www.afdb.org Arellano, M., & Bover, O. (1995). Another look at the instrumental-variable estimation of error-components models. Journal of Econometrics, 68(1), 29-51. doi:10.1016/03044076(94)01642-D Arellano, M., & Bond, S. (1991). Some tests of specification for panel data: Monte Carlo evidence and an application to employment equations. Review of Economic Studies, 58, 277297. doi:10.2307/2297968 Belhaj Hassine, N. (2015). Economic inequality in the Arab region. World Development, 66(1), 532-556. doi:10.1016/j.worlddev.2014.09.011 Bowles, S. (2006). Institutional poverty traps. In S. Bowles, S.N. Durlauf, & K. Hoff (Eds.). Poverty trap (pp. 116-138). Princeton: Princeton University Press. Chong, A., & Gradstein M. (2004). Inequality and institutions. Research Department Working Papers, 506. Washington, DC: Inter-American Development Bank. Retrieved from www.worldbank.org. MENA Bölgesinde Eşitsizlik, İşgücü Piyasası ve Ekonomik Büyüme: Yönetişim, Mevcut... 255 Chong, A., & Gradstein M. (2007). Inequality and institutions. The Review of Economics and Statistics, 89(3), 454-465. doi:10.1162/rest.89.3.454 Dieckhoff, M., Gash, V., & Steiber, N. (2015). Measuring the effect of institutional change on gender inequality in the labour market. Research in Social Stratification and Mobility, 39(1), 59-75. doi:10.1016/j.rssm.2014.12.001 DiPrete, T. A., Goux, D., Maurin, E., & Quesnel-Vallee, A. (2006). Work and pay in flexible and regulated labor markets: A generalized perspective on institutional evolution and inequality trends in Europe and the U.S. Research in Social Stratification and Mobility, 24(1), 311-332. doi:10.1016/j.rssm.2006.04.001 Giesecke, J., Heisig, J. P., & Solga, H. (2015). Getting more unequal: Rising labor market inequalities among low-skilled men in West Germany. Research in Social Stratification and Mobility, 39, 1-17. doi: 10.1016/j.rssm.2014.10.001 Gradstein, M. (2007). Inequality, democracy and the protection of property rights. The Economic Journal, 117(516), 252-269. doi:10.1111/j.14680297.2007.02010.x Haq, R., & Zia, U. (2006). Governance and pro-poor growth: Evidence from Pakistan. The Pakistan Development Review, 45(4), 761-776. Retrieved from www.jstor.org. Hsiao, C. (2003). Analysis of panel data (2nd ed.). Cambridge University Press: Cambridge. Kakwani, N., Neri, M.C., & Son, H. (2010). Linkages between pro-poor growth, social programs and labor market: The recent Brazilian experience. World Development, 38(6), 881894. doi: 10.1016/j.worlddev.2010.02.015 Kamasheva, A., Kolesnikova, J., Karasik, E., & Salyakhov, E. (2013). Discrimination and inequality in the labor market. Procedia Economics and Finance, 5(1), 386392. doi:10.1016/S2212-5671(13)00046-4 Kaufmann, D., Kraay, A., & Mastruzzi, M. (2007). Governance matters VI: Aggregate and individual governance indicators 1996-2006. Washington DC: World Bank. 1-93. Retrieved from www.worldbank.org Mamoon, D., & Hasan, L. (2006). Which institutions are more relevant than others in inequality mitigation? The Pakistan Development Review, 45(4), 893-912. Retrieved from http://pide.org.pk/ Marrero, G. A., & Rodríguez, J.G. (2013). Inequality of opportunity and growth. Journal of Development Economics, 104(1), 107-122. doi: 10.1016/j.jdeveco.2013.05.004 Nel, P. (2003). Income inequality, economic growth, and political instability in Sub-Saharan Africa. The Journal of Modern African Studies, 41(4), 611-639. Doi 10.1017/S0022278X03004403. Pi, J., & Zhou, Y. (2013). Institutional quality and skilled–unskilled wage inequality. Economic Modelling, 35(1), 356-363. doi:10.1016/j.econmod.2013.07.029 Schober, T., & Winter-Ebmer, R. (2011). Gender wage inequality and economic growth: Is there really a puzzle? A comment. World Development, 39(8), 14761484. doi:10.1016/j.worlddev.2011.05.001 256 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Seguino, S. (2000). Gender inequality and economic growth: A cross-country analysis. World Development, 28(7), 1211-1230. doi:S0305-750X(00)00018-8 Shafique, S., & Haq, R. (2006). Governance and income inequality. The Pakistan Development Review, 45(4), 751-760. Retrieved from www.jstor.org Solt, F. (October, 2014). The standardized world income inequality database. Working Paper, SWIID Version 5.0. Retrieved from http://myweb.uiowa.edu/fsolt/ swiid/swiid.html World Bank. (1995). Claiming the future: Choosing prosperity in the Middle East and North Africa. Washington, DC: World Bank. Retrieved from www.worldbank. org World Bank. (2003). Better governance for development in Middle East and North Africa: Enhancing inclusiveness and accountability. Washington DC: World Bank. Retrieved from www.worldbank.org Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler Rajai Ray Jureidini Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler* Giriş Bu makale, yabancı işçilerin İslam prensipleri, etiği ve kültürü açısından Katar’da (ve genel olarak KİK ülkelerinde) nasıl bir yapı içerisinde bulunduklarını ve nasıl muamele gördüklerini anlamanın nasıl mümkün olabileceğine dair bir inceleme yazısıdır. İslam dini felsefesinde çalışmanın ya da emeğin hem bir erdem hem de bir değer olarak ne kadar temel bir prensip olduğu, ayrıca bu ülkelerin yabancı işgücüne ne kadar bağımlı olduğu göz önüne alınırsa, Körfez ülkelerindeki göçmen işçilerin içinde bulundukları koşullara dair İslami bir etik analize bu kadar az ilgi gösterilmesi şaşırtıcıdır. Gerçekten de çalışma mecburiyeti ve aileye destek olunması, İslam için normatif bir dinî faaliyettir. Endüstriyel sosyoloji ve örgütsel psikoloji, İslami çalışma etiği alanında işe karşı duyulan sorumluluk, iş tatmini ve benzerlerinin düzey* Çalışmamın önceki taslakları üzerine yaptıkları yorumlar ve verdikleri tavsiyelerden dolayı Dr. Ahmet Yükleyen, Dr. Mohammed Ghaly, Dr. Sjoerd van Koningsveld ve Dr. Ayaz Asadov’a teşekkürlerimi borçluyum. Bu makale ilk kez İslami İktisat Atölyesi III: İslami İktisatta İşgücü, 3-5 Nisan 2015, İstanbul, Türkiye’de sunulmuştur. 258 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK lerini belirlemek için araştırmalar yürütmüştür. Bu çalışmalar Avrupa ülkeleri ve Amerika gibi Batılı ülkelerdeki Müslüman çalışanlara ve idarecilere geniş çaplı bir biçimde bakmış ve Müslümanların çalışma etiğinin Protestan ve Katolik çalışma etiğiyle benzer seviyede ya da daha yüksek olduğu sonucuna ulaşmıştır. (Khan, Abbas, Gul & Raja, 2013; Possumah, Ismail & Shahimi, 2013; Stam, Verbakel & De Graaf, 2013; Zulficar, 2012 ). Syed (2010) haricinde, İslam etiği alanında ve Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde, özellikle de KİK ülkelerinde göçmen işçi uygulamalarına dair çok az kayda değer çalışma yapılmıştır. Ahlaki bir zorunluluk olarak çalışmaya ve işini iyi yapmaya kendini adamakla ilişkili olarak İslami çalışma etiği hakkında tartışmak önemli bir noktadır; peki ya çağdaş İslami ekonomilerle ilgili olarak İslam ahlakı meselesine gelirsek? Ahlaki ekonomi kavramı, kapitalizme karşı yapılan Marksist eleştirilerin (Thompson, 1991; Sen, 1999) ve mali piyasa borsalarında etkili olan kültürel değerleri ortaya çıkarmaya çalışan sosyolojik ve antropolojik analizlerin (Jureidini 1988; Zelizer, 1994) çoğunda kullanılmaktadır. Eşitsizlikler ve ilkesiz ya da yozlaşmış kapitalist faaliyet biçimleri de yalnızca ticaret kanunlarının ihlali ile ilişkili olarak olsa da ahlaki açıdan ele alınmıştır. Her ne kadar klasik iktisat, kapitalist ekonomide ahlaki bir hakem olarak devlet müdahalesi fikrinden nefret etse de ironik bir biçimde, “serbest” bir piyasaya olanak sağlamanın devlet müdahalesiyle mümkün olacağını (Polanyi, 1957) ileri süren de Polanyi idi (1957). Yardıma ihtiyacı olanlara yardım etmek gibi bir sosyal yükümlülüğü olan bir refah devletine dair sosyal demokratik idealler, “Bırakınız yapsınlar”cı kapitalizmle zıtlık içerisindedirler. Adam Smith’in “görünmez eli”, kendi çıkarlarının peşinden koşan bireylerin en nihayetinde (amaçlanmamış bir sonuç olarak) başkalarına da fayda sağlayacağı fikri, artık eskisi kadar muteber bulunmamaktadır. Bir anlamda, katı “Bırakınız yapsınlar”cı iktisat ekonomi ve ticaretteki duygusal, ideolojik ya da dinî Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler 259 olduğunu düşündüğü, mantıksız bulduğu ve dolayısıyla sermaye birikimi için uygun olmayan unsurları reddetmektedir. Bununla birlikte, Smith temkinliydi: “Zengin ve güçlü olan insanlara imrenme ve hatta tapınma, yoksul olan ya da zor şartlar altında yaşayan insanları ise hor görme ya da en azından ihmal etme eğilimi, her ne kadar toplumdaki sınıfların ayrımını ve toplumsal düzeni hem oluşturmak hem de devam ettirmek için gerekli olsa da aynı zamanda ahlaki hassasiyetlerimizdeki yozlaşmanın büyük ve en evrensel nedenidir.” (Smith, 1790/2006 s. 52). Smith, avam tabakasının güçlü olanların liderliğini ve otoritesini kabul etmesinin eşitsizlik ve ayrıcalık sisteminin desteklenmesi ve devam ettirilmesi durumuna neden olduğunu ileri sürmektedir ki kendisi de buna karşıdır. Hükûmetten korktuğu nokta, piyasadaki tekelci uygulamaları desteklemesiydi. “Mal varlığının güvence altına alınması için tesis edilmesi gereken sivil devlet, gerçekte zenginlerin fakirlere karşı ya da bir miktar mal varlığına sahip olanların hiç mal varlığı olmayanlara karşı himaye edilmesi için kurulmuştur.” (Smith, 1937, Kitap 5, Bölüm 1, Kısım 2). BM kararlarınca belirlenen insan haklarının ve işçi haklarının ihlali üzerine kurulan her tür iktisadi sisteme karşı son zamanlarda yapılan eleştirilerin pek çoğu da aynı şekilde ahlaki eleştirilerdir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) (2013) gibi BM organizasyonları ya da Uluslararası Af Örgütü (2013) ve İnsan Hakları İzleme Örgütü (2012) gibi STK’lar tarafından uygulandığı zaman, “adını verme ve suçunu ilan etme”, dünya genelinde farklı ülkelerdeki vatandaşlık hakkı tanınan ya da tanınmayan kişilere, uluslararası ilkeler ve yine uluslararası yasalar göz önünde bulundurularak yapılan kötü muamelenin ahlaki bir eleştirisi olarak görülmektedir. İşçilere, yakın zamanda da göçmen işçilere, ILO ve (uluslararası ölçekte) Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (2014) tarafından özel bir ilgi gösterilmektedir. Gerçekten 260 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK de, aşağıda da ele alınacağı üzere, Katar devleti aşikâr bir şekilde yaptığı insan ve işçi hakları ihlalleri dolayısıyla bu organizasyonlar tarafından özellikle hedef alınmaktadır. Ve Katar da 2022 Dünya Futbol Kupası değerlendirmeleri nedeniyle uluslararası kamuoyunun ilgisine maruz kaldığı için eleştiriler karşısında savunmasız olarak görülmektedir. Ancak insan haklarına dayalı eleştiriler KİK ülkeleri tarafından, çeşitli anlaşmalara imza atmış ve onları tasdik etmiş olmalarına rağmen her zaman ciddiye alınmamaktadır. İster şeriat ister dinî-kültürel farklılıklar (kültürel görelilik) üzerine temellendirilmiş olsun, istisnacılık fikri, tasdik edilen bazı anlaşmalara karşı yapılan ihtirazi kayıtlar ya da bazı anlaşmaların tasdikinin reddedilmesi üzerinden gözlemlenebilir. Örneğin, Suudi Arabistan devleti, 1947’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni imzalamayı reddetti çünkü Madde 1’de ifade edilen evlilik partnerinin seçimi özgürlüğüne ve Madde 18’de ifade edilen din özgürlüğüne karşı çıkmışlardı (bk. Ignatieff, 2001). Her ne kadar işçi anlaşmalarıyla ilgili bu tür ihtirazi kayıtlar olmasa da CEDAW ve CRC sözleşmelerine karşı yapılan ihtirazi kayıtlar üzerine yapılan bir analiz, çok sayıda (ama hepsi değil) Müslüman devletin 1980’ler sırasında bu anlaşmaların şeriat yasalarına karşı olan ya da onlarla uyuşmazlık gösteren bazı maddelerine karşı çıktığını iddia etmektedir. 1990’ların sonlarına doğru, çok sayıda ihtirazi kaydın ilgası ya da başka şekilde ifade edilmesiyle, gösterilen tereddütler daha laik bir dille ifade edilmeye başlandı; örneğin, bu tür anlaşmaların yerel yasalarla çeliştiği söylendi ki eleştiriler doğrudan özellikle İslam’a yöneltilmesin. Arap ve Müslüman ülkelerin verdikleri karşılıklar arasındaki pek çok farklılığın, “İslami kanunların, kendilerini insan hakları sözleşmelerine adayıp adamayacakları ya da ihtirazi kayıt düşüp düşmeyecekleri noktasında Müslüman ülkelerin… İslami bir model tarafından yönlendirilen bir tutumla hareket etmelerini emrettiğini” (Mayer, 1998, s. 43-44; ayrıca bk. Syed, 2010) söyleme- Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler 261 nin mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır. Mayer’in analizleri, kamusal alanlar, İslam şeriatine yapılan spesifik referanslardan, ulusal kanun ve hak ilkelerine dair seküler eklemlemelere doğru tarihsel bir kayma olduğunu ileri sürmektedir. Aynı zamanda, ikisinin de “geleneklerinde” var olan insan hakları ilkeleri gibi ortak bir noktayı vurgulayarak İslam dünyası ile Batı dünyasını uzlaştırma girişimleri de artık pek başarılı bulunmamaktadır (Ignatieff, 2001). Modern insan hakları göstergelerini eski İslam etiğinin ve fıkıh ilminin zaten içerisinde bulundurduğunu vurgulayan metinler her yerde türemiştir; yeniden okumalar ve İslami metinlerin çözümlenmesi üzerinden kadın haklarına dair yapılan olumlu analizler de dâhil (bk. Mernissi, 1993; Moussalli, 2001). İslam ve etik iktisat üzerine yürüttüğü son derece ünlü çalışmasında, Tripp’in (2006) temel olarak kapitalizme karşı gösterilen İslami tepkilere ve İslami devletlerin çok ciddi miktarlarda yabancı işgücünü kullanarak kendi üretim düzenlemelerini nasıl oluşturduklarına odaklanmaktadır. Göçmenlere dair yapılan tek referans, güven üzerine kurulmuş olan ama özellikle İslami bir sistem olmayan hawala sistemini kullanan Pakistanlı, Bangladeşli ve Hindistanlı çalışanlara dairdir. Hem seküler hem de İslami hakların analizi her zaman prensipler ve gerçeklik arasındaki gerilimle doludur - “idealler ve pratik arasındaki uyuşmazlık, imanın şartları ve piyasa rekabetinin baskısı ve siyasal yasaklar ya da sendikaların kurulması da dâhil işçi hakları yaptırımları ve uygulamaları” (Syed, 2010, s. 458). Elbette tüm dinlere mensup olan insanlar yardım için dua ederler ancak Müslüman iş adamlarının ikiyüzlülüğüne karşı yapılan ahlaki eleştirilerden biri, onların alışverişlerine ya da iş görüşmelerine Bismillah (“Allah’ın adıyla”) ile başlayıp Elhamdulillah (“Tüm hamdler Allah’adır.”) ile bitirmelerine rağmen aradaki her şeyin Adam Smith’ten ibaret olmasıdır (Smith’in yukarıda açıklanan konumu göz önüne alındığında, burada Milton Friedman’a atıfta bulunmayı tercih ederdim) (Bazian, 2014). Bu iğ- 262 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK neleyici espri, ticari işlemlerde ilahî müdahaleye duyulan inanç, istek ya da belki de alışkanlıkla yapılan bir referans ile pratikte seküler, rasyonel ve İslami ekonomik etiğin nefret ettiği faiz de dâhil olmak üzere kâr maksimizasyonuna yönelik davranışlar arasındaki gerilimi vurgulaması açısından öğreticidir. Bazian için bu aynı zamanda Batılı sömürgeci ideallerin içselleştirilme derecesinin bir ölçüsüdür de. Kefalet Sistemi (Kafala) Katar’da uygulanmakta olan kafala sistemi, ülkede çalışan tüm yabancıların çalışma vizesi ve ikamet hakkı alabilmesi için bir Katar vatandaşının (kefil) sponsorluklarını üstlenmesini gerektirmektedir. Yabancı şirketler için ise, Katarlı bir sponsor devlet içinde kayıtlı olan şirketin hisselerinin yüzde 51’ini elinde bulundurmalıdır. Bu düzenleme, bireyleri ya da şirketleri, yabancıların ülkeden ayrılmasını ya da başka bir işverenin altına geçmesini önleme gücüne sahip olan Katar vatandaşı bir bireyi mahkûm etmektedir. Her ne kadar kafala sisteminin kökleri İslam’ın şerefli ilkelerine dayanıyor olsa da bu prensiplerin günümüz iktisadi sistemlerine ve işçi-işveren ilişkilerine uyarlanması sürecinde çarpıtıldığı genel olarak kabul görmektedir. Kafala sisteminin tarihsel kökleri (en azından on dokuzuncu yüzyıldan itibaren) Frantz (2011) tarafından başarılı bir şekilde özetlenmiştir: bu sistem geniş bir parametreler setine ve kredi garantilerinden yetimlerin himayesine kadar kapsamlı bir uygulamalar listesine sahiptir. Kafala, kefilin bir başkası için yiyecek temin etme ve ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğunu üstlenmesi, bir yabancının varlığının bir güvenlik tehdidi oluşturmayacağına dair güvence vermesi anlamına gelmekteydi -bir başkasıyla bir tür simbiyotik ya da “bağlı” bir hayat yaşamak- (Frantz, 2011, s. 97). Frantz aynı zamanda, Osmanlıda Mecelle’nin 612. maddesi altında korunan garantör Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler 263 ilkesine de dikkat çekmektedir: “Belli bir şey için gösterilen taleple ilgili olarak bir yükümlülüğe bir başka yükümlülüğün eklenmesini kapsayan bir garanti. Yani, bir kişinin kendisini başka bir kişiye bağlamasını ve kendisini diğer kişiyle ilgili yükümlülükleri karşılamaya adamasını içermektedir.” (Al-Majallah Al Ahkam Al Adaliyyah, 2000, Book III). Bazı açılardan kefil, (İngiliz) tröst hukukundaki “mutemede” benzemektedir. Aynı şekilde, bir kişinin bir başkası üzerinde güç sahibi olduğu bir ilişkiyi ifade etmektedir (Dito, 2014). Ancak kafala’da bir sponsorun ya da haminin diğer kişinin hareketlerinin sorumluluğunu üstlenmesindeki vurgu daha farklıdır. Mutemet ya da vasi, onun hareketlerinden mesul olmak veya sorumlu tutulmak ya da diğer kişinin iyi niyetine ya da borçlarını ödeyeceğine kefil olacak bir garantör olmakla değil müşterinin ya da lehtarın çıkarlarını korumakla görevlendirilmiştir. Görülen odur ki kafala sisteminin esnek versiyonları Körfez ülkelerinde 1940’lardan beri uygulanmaktadır. Örneğin inci dalgıçları, balıkçı teknelerine sahip olan bir kefile bağlılardır. Longva’nın (1977) Kuveyt için belirttiği üzere, 1950’lerde ve 1960’larda yabancı şirketlerin hisselerinin yüzde 51’inin yerel bir Kuveytli ortağın elinde bulunması gerekliliğine ve göçmenlerin “saygıdeğer bir Kuveytli vatandaşın kefaletine” ihtiyaç duymalarına rağmen 1975’te çıkarılan Yabancı İkamet Kanunu’na kadar kafala sistemine dair yasal bir referans söz konusu değildi. 1980’lerde, özellikle de Körfez ülkelerinden olmayan (Filistinliler, Nasırcı Mısırlılar ve Yemenliler gibi) Arap göçmenlerin aileleriyle birlikte Körfez ülkelerine yerleşmelerindeki artıştan ve bu göçmenlerin siyasal bir nüfuza ya da imtiyazlara sahip olması ihtimalinden kaynaklanabilecek potansiyel politik istikrarsızlıklar dolayısıyla, daha fazla netliğe ve kontrole ihtiyaç duyulmuştur. Bu ikame göçlerin gerçekleşmesine ve Arapların Asyalı göçmenlerle yer değiştirmesine, yabancı işçiler üzerinde daha sıkı kontrol ve yönetim mekanizmalarının işlemesine ve bu me- 264 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK kanizmalar dâhilinde düşük gelirli işçilerin ailelerini yanlarında getirmelerinin önlenmesine neden olmuştur. “Kafala sistemi, uzun süredir mevcut olan işgücü üzerinde daha geniş bir himaye ve kontrol sistemi oluşturulmasını sağlayan yönetimsel bir araç olarak son zamanlarda ortaya çıkmıştır. Mevcut işlerin gerektirdiğinden daha fazla işçinin ülkeye girmesini önlemek, girenlerin bir vatandaşa kişisel olarak bağlı olmasını sağlamak ve yalnızca kendileri istihdam edildiği sürece ülkede kalmalarını garantilemek işlevini görmektedir. Yabancı işçilerin çoğu örgütlenme, organize olma, ya da oy verme haklarından mahrum olduğu ve sınır dışı edilmeye maruz kaldığı için bu sistem en az istenen, en zor, tehlikeli ve düşük gelirli işler için muazzam ve politik olarak etkisiz bir işgücünü dış kaynaklardan etkili bir şekilde temin etmektedir.” (Frantz, 2011, s. 99). Bu sistem aynı zamanda göçmen işçiler için yerel bir işgücü piyasasının yürütülmesinin de önüne geçmektedir ve vatandaşların kamu sektöründe işe alımını fiilen garanti altına almaktadır. Tüm çalışanların girişini, çıkışını, iş ve nakillerini özel Katarlı sponsorlar/işverenler (kefil) kontrol etmektedir. Yabancı işçiler, kendi kefillerinin onayı olmadan yani sakıncasızlık belgesi (NOC) almadan, çalıştıkları yeri değiştirme özgürlüğüne sahip değildirler. Yıllık olarak verilen “Mahsuru yoktur” sertifikalarının sayısı bilinmemektedir ancak epey küçük bir sayı olduğu varsayılabilir. Bu anlamda, Katar’da ve belki de Bahreyn hariç diğer ülkelerde gerçekten işleten bir işgücü piyasası yoktur. 2009’da Bahreyn, iş değiştirmek için kefilin onayının alınmasını şartını kaldırmıştır ancak 2011’de, içeriden gelen baskılardan dolayı bir düzenleme getirerek çalışanın önce en azından bir senelik hizmet sağlamasını şart koşmuştur. Katar ve Suudi Arabistan’da, yabancı çalışanların ülkeden ayrılabilmeleri için önce sponsorlarının çıkış vizesini onaylaması gerekmektedir ancak son zamanlarda Katar’da bu konuda reform planları yapılmaktadır (aşağıya bakınız). Bu kontrol unsurlarının temel hareket özgürlüklerini Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler 265 ihlal ettiği düşünülmektedir (çalışmayı bırakmak ve ülkeyi terk etmek). ITUC ve diğerleri bunu, özellikle de inşaat ve hizmet sektörlerinde çalışan düşük vasıflı ve korunmasız işçiler ve ev hizmetlerinde çalışan işçiler (ikincisi iş hukukunun korumasının dışında bırakılmıştır) göz önünde bulundurulduğunda, modern bir kölelik biçimi olarak tanımlamaktadır. Bu düzenlemelerin hiçbir noktası tam olarak İslami değildir ve zorla çalıştırma uygulamalarına ve evrensel hareket özgürlüklerinin ve örgütlenme hakkının ciddi ihlallerine olanak sağlamaktadır (bk. Jureidini, 2014). Kamali’nin (2011,s. 10) de belirttiği üzere, “Her ne kadar kölelik kaldırılmış olsa da bir devlet bir tür hayırseverlik hareketi olarak verilen özel bir çıkış vizesi olmadan vatandaşlarının ülke dışına çıkmasına izin vermiyorsa o devlet gerçekte tüm insanları belli sınırlar içerisindeki bir bölgede kalmaya zorlayarak özgürlüklerini kısıtlıyor demektir.” Şeriat temelli Kahire İslam’da İnsan Hakları Beyannamesi (1990, Madde 12) açık bir şekilde ifade etmektedir: “Her insan, şeriat çerçeveleri içerisinde özgür hareket etme ve ülke içerisinde ya da dışarısında ikame etmek istediği yeri seçme özgürlüğüne sahiptir.” Ev hizmetlerinde çalışan göçmen işçilerin düzenli olarak çalıştıkları evden ayrılmalarını önlemek ve inşaat sektöründeki işçilerine barınma ile ilgili bir seçim şansı bırakmamak, bu ilkenin ihlal edilmesidir. Diğer yandan, bu önlemler ülkeye çalışması için davet edilen kişilere karşı bir yabancı düşmanlığının gelişmesine de neden olmuştur. Erken dönem İslami yaklaşımlar, Müslüman olsun ya da olmasın, insanlara yalnızca güvenilir, işinin ehli ve ahlaklı oldukları sürece yardım ve hizmet edilmesi gerektiğini öğretmiştir (bk. Ramadan, 2007, s. 83). Modern dönemde ise, ortada hem işçinin hem de işverenin haklarını garanti altına alan yasal bir sistem olduğu sürece, güven aranan bir özellik değildir. Ancak Kur’an’da (Tâ-hâ, 20/26) ifade edildiği üzere, “Ücretle istihdam edeceğin en iyi kimse, güçlü ve güvenilir olandır.” Bu aynı zamanda adam kayırma ve ayrımcılık karşısında faziletli olanın istihdam edilmesi ilkesini de benimsemektir (Syed, 2010, s. 459). 266 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Ülkeye çalışması için kabul edilen insanların (teknisyenlerden mimarlara, bankacılardan muhasebecilere, mühendislerden düşük vasıflı işçilere kadar) tamamının güvenilir olup olmadığının bilinmediği bir durumda, kafala kontrol sistemi, özellikle de suçlu iadesi anlaşmalarının yetersiz ve tarihsel olarak etkisiz olduğu bir bölgede, bir tür sigorta tedbiri sunmaktadır (Jureidini, 2014). Örneğin, Deloitte Corporate Finance, 2011’de yapılan bir araştırmada her üç KÇK girişimcisinden birinin yılda en azından bir kez dolandırıcılık vakası yaşadığını göstermektedir. Bunların yüzde on dördü 1 milyon dolardan, yüzde yedisi ise 10 milyon dolardan fazlasına mal olmuştur (“1 in 3 GCC”, 2011). Dolayısıyla, kafala düzenlemelerinin sahtekârlık vakaları yüzünden mi geliştirildiği, yoksa sahtekârlığa kendisinin mi sebep olduğu çok da açık değildir. Daha yakın bir zamanda yayımlanan bir makalede Dito (2014), yalnızca özel vatandaşlara sorumluluk ve otoritenin verildiği kafala sisteminin yalnızca bir yönetim sistemi olmakla kalmayıp aynı zamanda devlet ve vatandaşları arasındaki ilişkiyi de güçlendirdiğini iddia etmektedir. Bunun ciddi miktarda yabancının varlığıyla başa çıkamayan bir devlet için etkili bir araç olduğunu ve bu şekilde hem devletin hem de vatandaşların ülkeye giriş hakkını kontrol ettiklerini savunmaktadır. Aynı zamanda devletin, elit aileler arasındaki rekabeti minimize ederek ve sosyopolitik güç yapılarını koruyarak yabancıları bu dağılımdan mahrum bırakıp hem kamu hem de özel sektörlerdeki vatandaşları arasında servet dağılımı için kullandığı bir araçtır. Gerçekten de Katar’ın koyduğu şartlardan birisi de şudur; bir işçi bir sözleşmeyi tamamlayarak evine döndükten sonra, başka bir işveren için çalışmak üzere iki yıl içerisinde ülkeye geri dönememektedir (Ancak bu KİK’teki Suudi Arabistan gibi diğer ülkelerle uyumlu bir şekilde 6 aya indirilebilir.). Ev hizmetlerinde çalışan işçilere gelince, bu önlem çalışanlardan birinin bir evden diğerine ya da bir işletmeden diğerine bilgi taşımasının önüne geçmek için kullanılan önleyici bir tedbir gibi görünmektedir. Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler 267 Sendikalar ve Toplu Sözleşmeler Azid’in de (2005) açıkladığı gibi İslam, ister bir işveren ister işçi ister müfettiş ya da yönetici olsun, bütüncül bir vizyon edinmeyi ya da işçi-işveren ilişkilerini çatışan çıkarlara dayalı bir sürtüşme yerine kardeşçe ve iş birliğine dayalı ilişkiler olarak kavramlaştırmayı tercih eder (bütünleyici çıkarlar karşısında çatışan çıkarlar). İslam’ın ilk altı yüzyılında, işletmeler son derece güçlü olan ortaklıklar ya da loncalar şeklinde organize edilmekteydi. Ancak sömürgecilik sonrası dönemde çoğu MMC devleti, politik hareketler olarak gördüğü ve güvenlik tehdidi oluşturduklarını düşündüğü için sendikaların kurulmasını ve grev yapılmasını yasakladı. Sendikaların kurulmasına izin verilen zamanlarda ise vatandaşlık hakkı olanlara ayrıcalık tanındı ve yabancı işçiler dışarıda bırakıldı (Syed, 2010). Dolayısıyla, Katar’a ve Körfez ülkelerine karşı yürütülen en güçlü ve en tutarlı dış eleştirilerden birisi yabancı işçilerin sendika kurmalarının, toplu anlaşma yapmalarının ve grev yapmalarının yasaklaması olmuştur. Katar iş hukuku işçi sendikalarının kurulmasına izin vermektedir ancak bu hak katı bir şekilde yalnızca Katarlı işçilere tanınmaktadır. Ancak işgücünün yalnızca yüzde 6’sı Katar vatandaşı olduğu ve yalnızca yüzde 1’i özel sektörde çalıştığı için de bu izin çoğunlukla anlamsız bulunmaktadır. Teşebbüs seviyesinde “karma komisyonların” kurulmasına izin verilmektedir ancak işçilerin ve işverenlerin eşit sayıda temsili ile bu oluşumlar uyuşmazlıkların kolektif bir şekilde çözümüne olanak sağlasalar da sendika olarak kabul edilemez (bk. Katar İş Kanunu, 2014, Madde 116-124). Gamal al-Banna’nın çalışmasından (al-Islam wa’l Harakah al-Naqabiyyah) yola çıkarak Kamali (2011, s. 172) işçi sendikalarının yalnızca kabul edilebilir olmakla kalmayıp aynı zamanda “suistimalin önlenmesi ve adaletin sağlanması için” gerekli de olduğunu söylemektedir ki bu da İslam’ın birincil hedeflerinden biridir. Ancak bu da dinî koşullar ve inançlarla birlikte gelmektedir: 268 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK “Ancak, şeriate göre hareket eden bir işçi sendikası İslami değerleri benimsemeli ve faaliyetlerini de İslam’ın mesajını iletecek şekilde yapmalıdır ki bu mesaj, öncelikli olarak adalet arayışıdır. Hiçbir zaman sosyalizme ya da kapitalizme göre hareket etmemelidir ya da hiçbir zaman toplumun genel menfaati pahasına dahi olsa yalnızca belli bir kesim için savaşan bir partizan hareket hâline gelmemelidir.” (Kamali, 2011, s. 173-174). Bu demektir ki İslami işçi sendikaları kendilerini yalnızca maaşlar ve çalışma şartları için pazarlık yapan geleneksel sendikaların faaliyetlerinden ayrıştırmalıdır. İslami işçi sendikaları, çalışmanın “Allah’a hizmet etmek olduğuna ve bu yüzden dinin özüyle ve güven, dürüstlük ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşımakla ilgili öğretileriyle bütünleşmek gerektiğine” dair manevi unsurları da bünyelerine almalıdır (Kamali, 2011, s. 174). Gerçekten de “Fıkıh literatürü bu konuyu [işçi birliklerini] ayrıntılı bir şekilde ele almamaktadır çünkü eskiden işçi sendikaları yoktu.” (Kamali, 2011, s. 173). Grev yapmak Katar’da resmî olarak yasaklanmamıştır ancak en azından iki hafta öncesinden haber verilmesi gerekmektedir ve öncesinde de uzun bir usuli işlemler listesinin tamamlanması gerekmektedir. Otoritenin izni olmadan yapıldığı zaman, diğer Körfez ülkelerinde de olduğu gibi işçiler genellikle sınır dışı edilmektedir. Bir işverene karşı açılan bir dava duymak oldukça zordur ve kolektif olarak işi bırakma izninin verilmesi ise olasılık dışıdır. Ne yazık ki bir avukat tarafından temsil edilmedikçe (Ki bu genellikle sendikalar tarafından sağlanmaktadır), bunu yapmak neredeyse imkânsızdır (bk. Gardner, Pessoa, & Harkness, 2014). Qureshi ve Tabakoğlu’na göre, İslami bir açıdan bakıldığı zaman, “İslam denetimsiz grevleri, lokavtları tasdik etmemektedir.” (Azid, 2005, s. 97). Bunun nedeni ise İslam’ın Marksçı anlamda çatışan sınıf çıkarları fikrini kabul etmemesi ve sınıfsız bir toplumu öngörmesidir. İşçiler ve işverenler, aralarında bir ayrım yapılmadan üretim sürecinin asli unsurları olarak görülmektedir Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler 269 (Azid, 2005, s. 105). Her şeyde Allah tarafından bağışlanan bir denge vardır ve üretimin farklı etmenlerinin birbirini bütünlediği düşünülmektedir. Dahası, ahlaki bir açıdan bakıldığında, “İslam iki tarafın da (işçiler ve işverenler) tüm haklarını ve görevlerini belirlediği için bir çatışmanın ortaya çıkması olasılığını minimum seviyeye çekmektedir.” (Azid, 2005,s. 07). Tripp’in de dikkat çektiği gibi on dokuzuncu yüzyıl âlimleri, “Servet dağılımında bir dengesizlik olduğunu ve kesin bir maddi eşitliğin sağlanmasının ne mümkün ne de arzu edilir bir şey olmadığını kabul etmişlerdir ancak bunun sınıfların oluşumu ve toplumsal bölünme için bir temel olması gerektiğine inanmamışlardır.” (Tripp, 2006, s. 55). İdealist bir şekilde, İslam’ın adil maaş, saygın bir iş ve yaşama ortamı ve suistimalin engellenmesi gibi prensiplerine göre hareket etmek, işçi-işveren ilişkilerindeki çatışmaların önüne geçmelidir. İslam işçiler ile işverenler arasında çatışmaların ya da anlaşmazlıkların oluşabileceğini kabul eder; hepimiz insanız ve ahlaki prensipleri ve uygulamaları ihlal etmeye bir eğilimimiz var ancak hem çalışanlar hem de işverenler için adalet ve dürüstlük üstün gelmelidir. Sponsorluğu Katar tarafından yapılan bir site olan IslamOnline’da 2002 yılında verilen bir fetvada (84820) şunlar söylenmektedir: “Eğer [bir grevin] amacı geciktirilen maaşların ödenmesini sağlamak gibi işçilerin haklarını savunmak ise bu grevi yapmanın bir zararı yoktur çünkü işveren sözleşmenin şartlarından birini yerine getirmemiş demektir.” (Quasem, 2014, s. 11). “MMC’lerin neredeyse hepsinde, çalışma hakkı bir kamu politikasıdır. Ancak işverenler ile çalışanlar arasında bir çatışma olması durumunda, devlet nihai aracı olma görevine sahiptir. Amaç işçilerin haklarını savunmak ve korumak ve toplumun refahını garanti altına almak olsa da çoğu durumda hükümet görevlileri ya da iş mahkemesindeki hâkimler varacakları karar için kendilerine rehber edinecekleri yönlendirici ilkelere sahip değildirler.” (Syed, 2010, s. 458). 270 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK İşçi-işveren ilişkilerinde bir çatışma söz konusu olduğunda devletin rolü, Kahire İslam’da İnsan Hakları Beyannamesi’nde (1990, Madde 13) de belirtilmektedir: “Çalışanlar ile işverenler herhangi bir mesele üzerinde anlaşmazlık yaşadıkları zaman, devlet anlaşmazlığı çözmek için devreye girmeli ve herhangi bir ön yargı olmadan sıkıntıya sebep olan durumları düzeltmeli, hakların korunduğundan emin olmalı ve adaleti sağlamalıdır.” 2004 Katar İş Kanunu, eğer bir anlaşmazlık öncelikli olarak kurumun karma komisyonu içerisinde çözülemezse, çalışma ve sosyal işler bakanlığındaki çalışma departmanının hem işçiler hem de işverenler tarafından meseleden haberdar edilmesi gerekmektedir. Mesele bu noktada çözüme kavuşturulamazsa departman arabuluculuk edecektir. Eğer arabuluculuk da 15 gün içerisinde işe yaramazsa, eğer iki taraf da isterse, departman konuyu uzlaştırma komitesine aktaracaktır. Bu komite bakanlık tarafından atanan bir başkana ve işçilerin ve işverenlerin temsilcilerinden oluşacaktır. Uzman danışmanlar da komiteye davet edilebilmektedir. Anlaşmazlık üzerine, iki tarafı da bağlayan bir karar bir hafta içerisinde verilmelidir. Eğer taraflardan biri bir uzlaşma komitesinde bulunmak istemezse mesele bir tahkim komisyonuna devredilecektir. Komisyona bakanı temsilen bir hâkim başkanlık edecek ve Katar Ticaret Odasından bir temsilci ile (tamamen Katarlı olan) Katar İşçileri Genel Sendikası tarafından atanan ve işçileri temsil eden bir vekil katılacaktır. Çalışanların uzlaşma ya da tahkim süreci boyunca işlerini yapmaya devam etmesi gerekmektedir (bk. Katar İş Kanunu, 2004, Madde 128134). Anlaşılan odur ki eğer anlaşmazlığı çözme prosedürleri başarısız olursa yalnızca Katarlı işçiler grev yapma hakkına sahiptir. Grevin onaylanması için genel işçi komitesinin dörtte üçünün onayı ve grevin iki hafta önceden bildirilmesi gerekmektedir. Grev yapmak, “petrol ve doğalgazla ilgili işletmeler, elektrik, su, limanlar, havalimanları, hastaneler ve ulaşım gibi hayati hizmetler için yasaklanmıştır.” (Katar İş Kanunu, 2004, Madde 120). Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler 271 Asıl soru şudur; İslami ahlaki ilkelere başvurularak uygulamada (devletin ya da dinî arabulucuların müdahalesiyle) çözülemeyen işçi-işveren anlaşmazlıkları, İslam’ın varsaydığı üretim yapısının uyumlu ve bölünmez yapıya karşı bir tezat mı oluşturmaktadır ve bu idealin işçi-işveren anlaşmazlıklarının gerçek hayatta çözülebilmesi için pratik çözümlere mi ihtiyacı vardır. Çalışan ile işveren arasındaki iş ilişkilerinin “yalnızca mekanik olmadığı, kardeşçe bir ilişki olduğu” (Azid, 2005, s. 100) varsayımı özellikle de Katarlı vatandaşlarla vatandaşlık hakkı verilmeyenler arasındaki uçurum ve kolektif anlaşma ve hareket etme noktasında katı sınırlar çizen kanunlar göz önüne alındığında genel olarak gerçekleştirilemeyen bir hedeftir. İş ilişkileri hakkında Syed (2010), İslami adalete odaklanan Al Banna’nın muhalif faydacılığı ile uyumlu birlik üzerine odaklanan Al Faruqi’nin idealist eşitlikçilik varsayımları arasındaki yol gösterici gerilime eğilmektedir. Syed, Al-Mawardi’ye atıfta bulunarak iş anlaşmazlıkları söz konusu olduğunda işçilerin değerlendirme ve çözüm için İslami mahkemelere başvurması gerektiğini açıklamaktadır. Günümüz Katar’ının ve diğer KİK ülkelerinin gerçekliği, devletin işçilerle işverenler arasındaki bir uyumsuzluğa ya da kolektif anlaşmazlığa karşı toleransı olmadığını göstermektedir. Şurası açıktır ki çözülmemiş anlaşmazlıkların doğurduğu bastırılmış kızgınlıklardan kaynaklanan kendiliğinden gerçekleşen hareketler kabul edilemez olarak görülmektedir. Borç Esareti ve Tefecilik Özellikle de göçmen işçiler açısından bakıldığında ilginç noktalardan biri de İslam’ın borçtan hoşlanmamasıdır. Kişinin bir başka ülkeye giderken ya da oradayken borç içerisinde olması fikri, kişiyi evden uzaktayken korumasız bir durumda bırakan, arzu edilmeyen bir durumdur. Hediyeler bile birer yüktür. Antropolog Marcel Mauss’un (1922/1990) da işaret ettiği gibi bir hediye 272 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ile beraber ahlaki olarak hediyeye karşılık verilmesi yükümlülüğü de gelir-hediyenin bir şekilde geri verilmesi gerekmektedir. Bir anlamda, hediye borcun eş anlamlısı olarak da görülebilir. “… Peygamberimiz ve arkadaşı (Ebûbekir), bir mağduriyet duruşmasına gidiyorlardı… Muhammed göç ettiği zaman, kimseye hiçbir şey borçlu olmadığından emin olarak gitti (Hediyeleri geri çevirdi, borçlarını ödedi ve aldığı emanetleri geri verdi.)” (Ramadan, 2007, s. 82). Geriye kalan yükümlülükleri ve borçları yalnızca Allah’la arasındaki mevzulardı. Yani, İslam’ın ilk zamanlarından, göç ederken giden kişinin amaçlarını gerçekleştirebilmesi için tüm borçlarından kurtulması gerektiğini söyleyen bir rivayet bize ulaşmıştır. Peygamberimiz son konuşmasında şunları da söylemiştir: “Tüm borçlar geri ödenmelidir, ödünç alınan tüm mallar geri verilmelidir, hediyelere karşılıkları verilmelidir ve kaybı olan kişinin kaybının giderildiğinden emin olunmalıdır.” (Siddiqui, 2008, s. 90). Göçmen işçilerin ülkeye girdikten sonra “kapana kıstırıldığını” söylemek, gerçekten çok da uzak değildir (Uluslararası Çalışma Örgütü, 2013). Ancak bu kapana kıstırılmış olan işçiler muhtemelen, işi bağlamak adına işe alım acentalarının talep ettiği fahiş ücretleri ödemek için kredi alan, aile mülklerini satan ve zar zor biriktirdikleri paraları harcayan kişilerdir. Ödedikleri miktarlar 600 ila 2000 dolar arasında değişmektedir ve bu rakam daha yüksek maaşlı pozisyonlara yerleşme beklentisinde olanlar için 10.000 dolara kadar çıkmaktadır. Tefecilerden, bankalardan ya da işe alım acentalarının kendilerinden borç alanlar ise yüzde 30 ile 60 arasında değişen aşırı faiz miktarları ödemek zorundadırlar (Endo & Afram, 2011). Kapana kısılmışlık şuradan kaynaklanır; kişi bir kere ülkeye girdikten sonra, ülkesinden ayrılmadan önce ona vaat edilenden ya da üzerinde anlaşılan rakamdan ne kadar düşük olursa olsun, kendisine verilen neyse onu kabul etmek zorundadır. Geri dönüp ülkelerine gidecek imkânları yoktur. Kredi ile faizini ve ayrıca dönüş için uçak Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler 273 masraflarını karşılamaları gerekir ki bunun için yeterli paraları yoktur. Göçmen işçilerin haberi olmaksızın işe alım acentelerine ödedikleri paranın çoğu hedef ülkelerdeki işveren şirketlerin çalışanlarına komisyon rüşveti olarak ödenmektedir (bk. Jureidini, 2014). Bu uygulamaların tarihinin “suçlama oyunu” olarak nitelendirilebilecek bir yönü vardır; işçilerin geldikleri ülke kendi ülkelerini suçlar, kendi ülkeleri de geldikleri ülkeyi. Yukarıdaki paragrafta anlatılan senaryodan açıkça anlaşılmaktadır ki göçmenlerin kendi ülkelerindeki aracılar ile geldikleri ülkedeki aracılar arasında gizli bir anlaşma söz konusudur (daha fazla ayrıntı için bk. Jureidini, 2014). Devletlerin ikili ve çoklu şekillerde iş birliği yaptığı bu küreselleşme çağında, ulus devletlerin egemenliğine karışılamayacağı argümanının arkasına “saklanmak” o kadar da ikna edici görünmemektedir. İşçilerin istihdam sürecinde maruz kaldıkları koşulları görmezden gelmek artık kabul edilebilir bir tutum olarak görülmemektedir. İslam’da borca sıcak bakılmaz. Bir insanın kalbi borçları ödenene kadar huzur bulamaz. Hassan (2011), Batı finansındaki riba hakkında şiddetli eleştirilerde bulunduğu ve İslam finansının üstünlüğünü savunduğu bir yazısında şöyle söylemektedir: “Bir gece olsun, yatağa borçluyken girmeyi kaldıramayız.” Belli ki borç gerçek hayatta var olan bir şeydir; bu durumda ise zekât, borcunu ödeyemeyenlerin yükünü hafifletmek için kullanılabilir. Müslüman işverenler çalışanlarının -özellikle de onlarla çalışabilmek için borca giriyorlarsa- borca girmesine izin vermeli ya da bunu kabul etmeli midirler? Bu mesele önemli bir noktadır çünkü göçmen çalışanları savunmasız bir konuda bırakmakta ve borç esaretine ya da zorla çalışmaya mahkûm etmektedir. ILO Anlaşması 181. madde, işçilerin istihdam acentelerinin ücretlerini ödememeleri gerektiğini belirtmektedir. Gerçekten de Katar İş Kanunu, istihdam ücretlerinin işçiler tarafından ödenmesini yasaklamaktadır (Madde 13). İşçilerden kendi ülkelerinde fahiş 274 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ücretlerin alınıyor olduğu ve bu ücretin bir kısmının gelinen ülkedeki işverenlere rüşvet olarak ödeniyor olduğu gerçeği bu olaya müdahale edilmesi gerektiğini göstermektedir. Borçlar, daha yüksek bir işçi devir oranına ulaşılmasını sağlamaktadır ancak İslami prensiplere, Katar yasalarına ve uluslararası yasalara karşıdır. Görünen odur ki Katarlı işverenler (kendi bilgileri dâhilinde olmasa da) işçilerin kendi ülkelerinde uygulanan tefecilik faaliyetlerine dâhil edilmektedirler ve buna karşı hareket etme yükümlülüğüne sahiptirler. Jureidini (2014) ve arkadaşları, yalnızca işçilerden para almayan “etik istihdam acentaları” ile iş yapılan ıslah edilmiş bir istihdam sisteminin borç esaretini ve buna eşlik eden yozlaşmaları ortadan kaldırmak adına pek çok katkısı olacağını söylemektedirler (ayrıca bk. Verite, 2013). İşe alan şirketlerin işçilerinin istihdam acentelerine ödedikleri ücretleri tazmin ettiği durumlara bazı örnekler de vardır. Örneğin, bilgisayar şirketi Apple Inc., 2010’da tedarikçilerinin yaptığı bir denetimin sonucu olarak kendi bünyesinde çalışan göçmen işçilerin 2008’den beri istihdam acentalarına ödedikleri ücretleri (toplam miktar 2,2 milyon dolardı) onlara geri ödemeye karar verdi (Handley, 2012). Nike’ı ve USA Dışişleri Bakanlığını da içeren diğer örnekler de iş sahibi olmak için istihdam acentelerine ödeme yapmak zorunda olan göçmen işçilerle ilgili ahlaki problemleri vurgulamaktadır. Gerçekten de Qatar Foundation tarafından 2013’te ve 2022 Dünya Kupası Yüksek Kurulu tarafından 2014’te belirlenen işçi refah standartları, işçilerin istihdam acentelerine, ne Katar’da ne de kendi ülkelerinde ödeme yapmamaları gerektiğini belirtmektedir. Ancak bu prensipler, Ulaslararası Çalışma Örgütü Anlaşması 181. madde ve Katar İş Kanunu (2004) gibi, uluslararası standartlar temel alınarak belirlenmiştir. Katar’da yakın zamanda yaşanan bir olayda, işçi refah standartlarına uygun hareket etmeye çalışan bir girişimci, istihdam acentelerine ödemek zorunda kaldıkları tüm parayı işçilerine geri ödedi ancak sonrasında bu paraları istihdam acentesinden geri istedi. Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler 275 İslami bir perspektiften bakıldığında, işçilerin işe alım acentalarına olan borçlarının (ya da kendilerinden alınan haraçların) tazmin edilmesi, işverenin ya da kefilin bir sorumluluğu olarak belirlenebilir. İslam Ansiklopedisi, fukahadan bugüne gelen bir kafala türünü tanımlamakta ve onu Batılı bir kurum olan kefalet senedine benzetmektedir. Bu tür kafala bi’l-mal olarak isimlendirilmektedir: “Kefil, birincil borçlunun yükümlülüklerini yerine getireceğine dair alacaklıya (makful lahu) teminat vermektedir.” Farklı koşulların ve anlaşma şartlarının oluşmasını sağlayan çeşitli ayrıntılar söz konusu olsa da bu yaklaşım göçmen işçilerin çoğunun karşılaştığı borç esaretine bir çözüm olmak adına ümit verici bir seçenektir. Diğer bir deyişle, alınan borç için bir garantör konumundadır ve borcu öder. Belki daha da önemli olan bir nokta, borcun önüne geçebilmek için işçilerin ödediği işe alım ücretlerinin tümden kaldırılmasının yollarını aramaktır. Maaşlar İslam şeriatinde adaletle ilgili son derece kuvvetli bir prensip, işçilere ya da çalışanlara nasıl muamele edilmesi gerektiğine dair öğretilerde yüceltilmektedir. Syed bu kavramdan ihsan olarak bahseder yani “İş ilişkilerinde toplumsal adalete yapılan özel bir vurgu ile yapılan iyilik ve cömertliktir ve İslami iktisadın ayrılmaz bir parçası olan ahlaki bir davranış olarak görülür.” (Syed, 2010, s. 460). Katar ve diğer KİK ülkelerindeki göçmen işçilerin en yaygın şikâyetleri maaşlarla ilgilidir; 1) Kendilerine ilk başta söz verilen ücretlerin ödenmemesi; 2) Kendilerine hiçbir ödeme yapılmaması; 3) Kendilerine vaktinde ödeme yapılmaması. İslami prensipler, işçilere yapılması gereken ödemelerin vaktinde yapılması ve bu ödemelerin de önceden kararlaştırılmış şeffaf ödemeler ya da belirlenmiş ödemeler olması konusunda ısrarcıdır. İbn-i Teymiyye’den yaptığı alıntılarla Azid, işin başlamasından önce ödenecek 276 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK maaş üzerinde bir anlaşmaya varılması ve sabit bir miktar belirlenmesi gerektiğini açıklamaktadır. “Bu şekilde işveren, maaşları azaltmayacaktır ve işçiler de hakları olandan fazlasını istemeyecektir.” ( Azid, 2005, s. 115). Ancak göçmen işçilerin istihdam sürecinde, işçilerin ülkeye giriş yapmalarından önce bir sözleşme imzalanmaması ya da ülkeye girişten önce yapılan sözleşmelerin ülkeye girişlerinden sonra daha düşük maaş içeren bir başkasıyla değiştirilmesi gibi bir uygulama süregelmektedir (Jureidini, 2014). Ortak mükellefiyet yönetmelikleri olan Filipinler ya da Etiyopya gibi ülkelerde, işçiler istihdam şirketleri yüzünden kaybettikleri maaşların kendilerine tazmin edilmesini talep edebilmektedir. Ancak çoğunlukla, işçiler şikâyetçi olurlarsa işlerini kaybedeceklerinden ve ülkelerine iade edileceklerinden korktukları için tazminatlarının peşine pek düşememektedirler. Göçmen işçilerin maaşlarının zamanında ödenmesine ihtiyaçları vardır çünkü maaşlarının çoğunluğunu ailelerine destek olmak için evlerine göndermektedirler. Dolayısıyla gecikmeli yapılan ödemeler ailelerinin geçimini de etkilemektedir. Dahası, aldıkları maaşların bir kısmını borçlarını ödemek için kullanmak zorundadırlar. Borçlarını ödememeleri de ailelerini etkileyebilir çünkü karşılık olarak onlara zarar vermekle tehdit edilebilirler. Ücretlerin makul miktarlarda ve tam zamanında ödenmesi gerektiğine dair İslami prensip, şu özdeyişle ince bir şekilde ifade edilmektedir: “İşçinin hakkını teri kurumadan veriniz.” (İbn-i Mâce). Yıllardır yapılan pek çok şikâyete karşılık olarak Katar hükûmeti, yapılan ödemelerin miktarının ve zamanlamasının yapılan sözleşmelerle uyumlu olup olmadığını gösterecek resmî kayıtlarının tutulabilmesi için işverenlerin maaş ödemelerini doğrudan banka hesaplarına yapılan transferlerle yapmasını zorunlu kılan bir yönetmelik çıkaracağını ilan etmiştir. Ödemelerle ilgili bir başka sorun ise, eşit işe eşit ücret prensibinin ihlal edilmesidir. Al Farouki’den yola çıkarak Azid (2005, s. 99) şunları söylemektedir: “İslam eşit işe eşit ücret ilkesinin sa- Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler 277 vunucudur.” ve “Kadınların ve çocukların daha düşük ücretlerle çalıştırılmasına izin verilmemektedir çünkü insan kaynaklarının sömürülmesine İslam’da müsaade edilmez.” (Azid, 2005, s. 97). Ancak Katar’da, inşaat, hizmet ve ev hizmetleri alanlarında çalışan işçilere farklı ücretler ödendiğine dair çok fazla sayıda örnek vardır. Bazı farklılıklar göreceli olarak küçük olabilir ancak bazıları gayet kayda değer farklılıklardır. Bu ücret farklılıkları ise çoğunlukla işçinin uyruğuna bağlıdır. Örneğin, Filipinler’den gelen hem kadın hem de erkek işçilerin çoğu Bangladeş ya da Nepal’den gelenler ve aynı işi yapan işçilerden daha yüksek, ancak Türkiye ve Libya’dan gelen işçilerden daha düşük maaş almaktadırlar (bk. Jureidini, 2014). En iyi ihtimalle, bu farklılıkların işçilerin istihdam sürecinin uluslararası işgücü piyasasında gerçekleşmesinden ve işçilerin kendi ülkelerinin birbiriyle rekabet etmesinden kaynaklandığı iddia edilebilir. Ayrıca, maaşların nasıl belirlendiği de açık değildir. İşçilerin kendi ülkelerindeki hükûmetler, mesleklere göre maaş seviyeleri önermektedir ve aynı zamanda hükûmetler ev hizmetlerinde çalışan göçmenler de dâhil, işçiler için iki taraflı görüşmeler de yapmaktadır. Mesleğe bağlı olarak standardize edilmiş maaşlar söz konusu olmadığında, maaş farklılıklarının üstesinden nasıl gelineceği de netleşememektedir. Çoğu ülkede bu süreç onlarca yıl boyunca yapılan ortak ve bazen üç taraflı pazarlıklarla aşılmıştır. Müslümanlar, Gayrimüslimler, Vatandaşlar ya da Vatandaş Olmayanlar? Azid (2005, s. 102) şu noktayı vurgulamaktadır: “İslam, Müslüman ve Müslüman olmayan işçiler arasında bir ayrım yapmaz. İşçilerin hakları bu sistemde gayet açıktır.” Yani İslam’da işçilere dinlerine ya da uyruklarına göre bir ayrımcılık söz konusu değildir. Dolayısıyla, işçiler ve iş ilişkileriyle ilgili İslami prensiplerin tamamı, Katar’da ve Körfez ülkelerindeki yabancı işçilerle yapılan 278 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK anlaşmalara uygulanabilir gibi görünmektedir. Gerçekte, vatandaşlarla vatandaşlık hakkı verilmeyenlere tanınan ayrıcalıklar arasında ciddi farklılıklar vardır. Birleşmiş Milletler Tüm Göçmen İşçilerin ve Aile Fertlerinin Haklarının Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme’de (1990/2003), göçmenlerin ülke vatandaşlarıyla eşit şekilde muamele görmesi gerektiğinde ısrarcı olunmuştur. Bu anlaşma dünya çapında göçmen işçilere çok az destek sağlamıştır ve KİK ülkelerinin hiçbiri tarafından onaylanmamıştır. Kafala sistemi altında vatandaşlarla vatandaşlık hakkı tanınmayanlar arasındaki toplumsal, politik ve ekonomik sınır çizgilerine bakılacak olursa, bunun olması da pek mümkün görünmemektedir. Asadov, Suudi Arabistan’daki göçmen işçilerle ilgili Vahhabi bir fetvanın kapsamlı bir eleştirel analizini sunmaktadır. GPSRI’nin İngilizce resmî internet adresi “alifta.net”ten, gayrimüslimlerin genel olarak Arap Yarımadası’ndan çıkarılmaları ve gayrimüslimlerin kesinlikle şoförler ya da hizmetçiler olarak işe alınmamaları gerektiğini söyleyen fetvayı alıntılamaktadır. Vardıkları bu yargının gerçekte hiçbir anlam ifade etmediğini çünkü orada bulunmaya yasa gereği hakları olduğunu ve ülke içerisinde (ve tüm KİK ülkelerinde) yabancı ve gayrimüslim işgücüne ciddi bir bağımlılık olduğunu açıklamaktadır. Nancy Fraser’ın (2008) anormal adalet kavramını kullanarak göçmen çalışanlar için bu şartlar altında normatif bir söylemle adalet aranamayacağı ya da sağlanamayacağı çünkü ortada adalet kavramına dair bir şeyin kalmadığı söylenmektedir. MMC’deki göçmen çalışanlarla ilgili dile getirilen meseleler şöyledir, “Küreselleşme, uluslararası göç, neoliberal ticaret yapısı, küresel kapitalizmin neden olduğu eşitsizlikler, aşırı yoksulluk ve uluslararası çatışmalardaki artış gibi modern olgularla şekillenmiştir. Bu “anormal” koşullar altında adaletsizlikleri gidermek için devlet-merkezci, bölgeyle sınırlı ve “ötekilere yabancı” bir anlayışın ötesinde yaklaşımlar geliştirilmesi gerekmektedir.” (Asadov, 2015, s. 14). Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler 279 Sonuç Bu yazıda Katar’ın yabancı işgücünün durumu ve gördüğü muameleye ilişkin karşılaştığı güncel sorunlar ve eleştirilerle ilgili birtakım meseleleri ele almak istedim. Bu sorunları kapsayan İslami prensip ve ahlak kurallarını anlamak adına şunu varsayabiliriz ki; göçmen işçiler tarafından ve onlar adına yapılan şikâyetler seküler söylemde ifade edildiği gibi insan haklarının ihlaline olduğu kadar İslam’ın da ihlaline işaret etmektedir. Benim için göze çarpan büyük bir eksiklik ise, öncelikle, Katar işçi yasasında ve kefalet yasasında İslam’a ve İslam hukukuna referansın olmamasıdır. Bu belgeler, bazen İngilizce versiyonları kötü yazılmış olsa da taslaklarında İslami temellerin olduğunu açık etmemektedir. Ayrıca, Uluslararası İşçi Örgütü, Uluslararası Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme Komitesi, Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komisyonu (ve diğerleri) gibi kuruluşlar tarafından Katar’ın göçmen işçilere muamelesi üzerine hazırlanmış onca raporun hiçbirinde İslam etiğine ve hukukuna hiçbir gönderme yapılmamaktadır. İslam dini ile kültürel normlarının ve inançlarının titizliğine bu önemli ve çoğu zaman derin sorunlarla alakalarının bir parçası olarak bir önem atfetmedikleri görülmektedir. “İslam’ın kuralcı öğretilerinin MMC’ler tarafından tutarsızca takip edildiği ve yerel kültürel gelenekler tarafından fazlaca etkilendiği” öne sürülmüştür (Syed, 2010, s. 465). Genelleştirilmiş adalet ve eşitlik kuralları dışında, “İslam iş ilişkilerinde izlenecek detaylı bir plan vermez, böyle bir plan elde etmek İslam’ın gelişi ve Batı’daki Sanayi Devrimi arasındaki zamansal ve teknolojik uçurum dolayısıyla zaten mümkün değildi.” (Syed, 2010, s. 465). Ancak ahlak kuralları ve adaletin yokluğunu “yerel kültürel geleneklere” atıfla açıklamak yeterli görünmemektedir. Daha aydınlatıcı olarak Quasem (2014) Katar’daki iş ilişkileri söyleminin büyük çoğunlukla seküler olduğunu ve Katar’ın işçi 280 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK ve kefalet yasalarının imarında, aynı zamanda medyadaki göçmen yasaları ihlali tartışmalarında ve önerilen reformlarda ya da yabancı Müslüman işçilerin de şikâyetlerinde İslam’a hemen hiç gönderme olmadığını öne sürmektedir. Söylendiğine göre ulema bile kafala sponsorluğunca yönetilmekte ve “tümüyle güçlü devlet” karşısında “bu sınıfın (ulema) nüfuzundaki ilkelerin tamamen yok olmasıyla” sonuçlanan bir otosansüre başvurmaktadırlar. “… hem insan hakları söyleminin hem prensibinde hem de uygulamasında Katar’da İslam’a erişilemez.” (Quasem, 2014 s. 12-13). İşin aslı Avrupa sömürgeleşme ve çağdaşlaşma sürecine bir de “Batılı yasal kodlama modellerinin tümden benimsenmesi” eşlik etmiştir. Bu da İslam yasasının Orta Çağ’dan kalma anlaşmalarının tamamen bırakılması demektir.” (Zulfiqar, 2007, s. 431). Umut edilmektedir ki; borç esareti ve zorla çalıştırma, ücret ve ücret ödemesi, kontrol ve hareket etme özgürlüğü gibi konuların tartışmaya açılması Müslüman karar mercilerini suistimal edilmeye en yatkın insanlara karşı işlenen en kötü ahlaki prensip ve insan hakları ihlallerini azaltacak bir reform gerçekleştirmeye itecektir. İşin ilginci, “Bazı MMC’deki yöneticiler, aksi yöndeki kanıtlara rağmen İslami talimatları uyguladıklarına inanıyor olabilirler. Bu yüzden bazı Batılı yöneticiler [ya da insan hakları eleştirmenleri?] onlarla direkt yüzleşmemeli; önce onları iş ve inancın çelişen talepleri olduğu gerçeğine duyarlılaştırmalıdır.” (Syed, 2010, s. 465). Katar’da beş ana yasama değişikliğinin “2015’in başlarında” gerçekleştirilmesi vaat edilmişti ancak şu anda bu vaatler “2015’in sonlarına” ertelenmiş durumdadır. (1) Kafala sistemi sponsorluğu bireysel vatandaşların (şu anda ülkeye kimin girip çıkacağına ve kimin işveren değiştirebileceğine karar verme yetkisini elinde bulunduran) elinden alacak. Normalde olması gerektiği gibi; sponsor devlet olacak. Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler 281 (2) Bütün işverenlerin bir banka transferiyle ücret ödemesi gerekecek. Bu, ücretlerin zamanında ve yeterli miktarda ödendiğine dair resmî bir kayıt temin edecek. Bunlar Katar’daki işçilerin en çok şikâyetçi olduğu durumlardır. (3) Çıkış vizesi kaldırılacak ancak ülkeden ayrılan işçiler 72 saat önceden haber vermek zorunda olacak. Bu işverenlere itiraz edebilmeleri ve seyahat etme yasağı talep etmeleri için zaman verecek. Bunun için geçerli bir sebeplerinin olması gerekecek ki bu da (umulur ki) uzlaşma ve tahkim süreciyle düzgün ve hızlı bir yargısal denetim gerektirecek. (4) Hâlihazırda bir kişi Katar’da işverenini değiştirmek istediğinde işveren/sponsordan sakıncasızlık belgesi istenmekte. Yeni hüküm işçilerin sözleşmelerinin sonunda işverenin iznini almadan işveren değiştirmelerini mümkün kılacak. Eğer bir sözleşme “belirsiz” ise, bu 5 yıllık bir çalışmadan sonra olacak. (5) Hâlihazırda bir çalışan kontratını bitirip eve dönerse Katar’a dönüp başka bir işverenle çalışabilmesi için yine de sakıncasızlık belgesine ihtiyacı vardır. Bu olmadan 2 yıldan önce dönememektedirler. Bu süre 6 aya indirilecek. Bütün bu tanımlanan hak ihlallerinin tümünün Katarlı vatandaşlar ve yetkililer tarafından yapıldığını söylemek mümkün değildir. Hepsi onlar tarafından yapılmamaktadır. Katarlı olmayan hem Müslüman hem gayrimüslim birçok kişi her gün gerçekleşen bu ayrımcılık, sömürü ve aşağılamaya dâhil olmaktadır. Ama devletin de kabul ettiği gibi son raddede Katar sorumludur. Şeriatte temel bir prensip olarak “İnsanlar hür doğarlar ve kimsenin onları köleleştirmeye, aşağılamaya, baskı altında tutmaya ya da istismar etmeye hakkı yoktur ve Yüce Allah’tan başkasına boyun eğme yoktur.” (Kahire İslamiyet’te İnsan Hakları Bildirgesi, 1990, Makale 1/a). Şu anda önerilen reformlar dış eleştirmenlerin kendilerinden beklediği standartları karşılayamıyor olsa da 282 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK kazanılan belli bir ivme vardır. Bu reformlar ne dereceye kadar ve ne derece dakiklikle uygulanır henüz bilinmez. Ancak hâlâ açıklık getirilmesi gerekilen mesele şudur ki İslami bir ekonomik sistemin içerisinde, işin rolü ve işgücüne muamelenin anlaşılmasına dayanan İslami prensipler vardır ( ya da olması gerektiği). İslam’ın normatif prensipleri ile Katar’da ve KİK’teki mevcut uygulamalar arasındaki fark yalnızca bir eleştiri, umutsuzluk ve şeytanlaştırma sebebi değil aynı zamanda süregelen bir aydınlanma ve reform çağrısıdır. Kaynakça 1 in 3 GCC firms affected by fraud. (May 22, 2011). Emirates 24/7. Retrieved from http://www.emirates247.com/business/corporate/1-in-3-gcc-firms-affected-by-fraud-2011-05-22-1.395775. Al-Majallah Al Ahkam Al Adliyyah, (2000). Retrived from http://legal.pipa.ps/files/ server/ENG%20Ottoman%20Majalle%20(Civil%20Law).pdf Asadov, A. (2015). Saudi scholars and the challenge of migrant workers. Unpublished graduate essay for CMS 502 Contemporary Muslim Political and Economic Thought, Qatar Faculty of Islamic Studies, Doha. [with permission from the author] Azid, T. (2005). The concept and nature of labor in Islam: A survey. Review of Islamic Economics, 9(2), 93-124. Bazian, H. (June 17, 2014). Islamic political ethics through a de-colonial frame. Public Lecture Panel, Islamic Studies Summer School, Granada, Spain. Cairo Declaration on Human Rights in Islam. (1990). U.N. GAOR, World Conf. on Hum. Rts., 4th Sess., Agenda Item 5, U.N. Doc. A/CONF.157/PC/62/Add.18 (1993) [English translation] Dito, M. (2014). Kafala: Foundations of migrant exclusion in GCC labor markets. In O. AlShebabi, A. Hanieh, & A. Khalaf (Ed.), Transit states: Labor migration and citizenship in the gulf: Pluto Press. Endo, E., & Afram, G. (2011), The Qatar-Nepal remittance corridor: Enhancing the impact and integrity of remittance flows by reducing inefficiencies in the migration process. Washington DC: World Bank. Frantz, E. (2011). Exporting subservience: Sri Lankan women’s migration for domestic work in Jordan (Unpuslished doctoral dissertation). London School of Economics Department of Anthropology, London. Fraser, N. (2008). Abnormal justice. Critical Inquiry, 34(3), 393-422. Gardner, A., Pessoa, S., & Harkness, L. (2014). Labor migrants and access to justice in contemporary Qatar. Monograph: London School of Economics Middle East Center. Katar’da İslam Etiği ve Göçmen İşçiler 283 Handley, P. (January 13, 2012). Apple admits supplier abuse of workers. Retrieved from http://www.google.com/hostednews/afp/article/ALeqM5iu2G1KRpbNOVpHzm25yQZRAKq_yA?docId=CNG.f77e9d612f9c4a19533cba3c1418e5a2.351. Hassan, H. H. (2011). Islamic economics: Solution for the world crisis. Retrieved from https://www.youtube.com/watch?v=Qh3me1gKQkA. Human Rights Watch. (2012). Building a better world cup. New York: Human Rights Watch. Ignatieff, M. (November/December, 2001). The attack on human rights. Foreign Affairs. Retrieved from http://www.foreignaffairs.com/articles/57421/michael-ignatieff/the-attack-on-human-rights. International Labor Organization. (2013). Tricked and trapped: Human trafficking in the Middle East. Geneva: International Labor Organization. International Trade Union Confederation. (November, 2014). Facilitating exploitation: a review of labour laws for migrant domestic workers in the gulf cooperation council countries. ITUC: CSI IGB. Jureidini, R. (1988). Life Insurance and superannuation: a sociological study of moral values in economic life (Unpuslished doctoral dissertation). Flinders University of South Australia School of Social Sciences, Australia. Jureidini, R. (2014). Migrant labor recruitment to Qatar: Report for Qatar Foundation Migrant Worker Welfare Initiative, Bloomsbury/Qatar Foundation, Doha, Qatar. Retrieved from http://www.qscience.com/userimages/ContentEditor/1404811243939/Migrant_Labour_Recruitment_to_Qatar_Web_Final.pdf. Kamali, M. H. (2011). The right to education, work and welfare in Islam.United Kingdom: The Islamic Texts Society. Kamali, M. H. (2011) Citizenship and accountability of government: An Islamic perspective.United Kingdom: The Islamic Texts Society. Khan, K., Abbas, M., Gul, A., & Raja, U. (2013). Organizational justice and job outcomes: Moderating role of Islamic work ethic. Journal of Business Ethics, 112(2), 1-12. Mauss, M. (1922 /1990). The gift: Forms and functions of exchange in archaic societies. London: Routledge. Mayer, A. E. (1998). Islamic reservations to human rights conventions: A critical assessment. Recht van de Islam, 15, 25-45. Mernissi, F. (1993). Women and Islam: An historical and theological inquiry (Trans. M. Lakeland): Cambridge University Press. Moussalli, A. (2001). The Islamic quest for democracy, pluralism and human rights.Gainesville : University Press of Florida. Polanyi, K. (1957). The great transformation. New York: Basic Books. Possumah, B. T., Ismail, A. G., & Shahimi, S. (2013). Bringing work back in Islamic ethics. Journal of Business Ethics, 112(2), 257-270. 284 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Quasem, M. (October 31-November 1, 2014). The prospects for change in Qatar’s human rights discourse as future hosts of the 2022 world cup. Paper presented at the Tenth Biennial Graduate Student Conference, Conflict Studies and Global Governance: The New Generation of Ideas, American University, School of International Service, Washington. Retrieved from http://www.umb.edu/editor_ uploads/images/mgs/45_The_Prospects_for_Change_in_Qatar%E2%80%99s. pdf. Ramadan, T. (2007). In the footsteps of the prophet: Lessons from the life of Muhammad.Oxford : Oxford University Press. Sen, A. (1999). Development as freedom. Oxford: Oxford University Press. Siddiqui, H. (2008) Being Muslim: A groundwork guide. Ontario: Ontario Arts Council. Smith, A. (1776/1937). The wealth of nations. London: Random House. Retrieved from https://www.marxists.org/reference/archive/smith-adam/works/wealth-of-nations/index.htm. Smith, A. (1790/2006). The theory of moral sentiments. Sao Paulo: MetaLibri. Retrieved from http://www.ibiblio.org/ml/libri/s/SmithA_MoralSentiments_p.pdf. Stam, K., Verbakel, E., & De Graaf, P. M. (2013). Explaining variation in work ethic in Europe: Religious heritage rather than modernisation, the welfare state and communism. European Societies, 15(2), 268-289. Syed, J. (2010). Principles of employment relations in Islam: A normative view. Employee Relations, 32(5), 454-469. Thompson, E. P. (1991). Customs in common. New York: New Press. Tripp, C. (2006). Islam and the moral economy: The challenge of capitalism. Cambridge: Cambridge University Press. Verite. (December, 2013). Corruption & labor trafficking in global supply chains. White Paper Retrieved from www.verite.org. Zelizer, V. (1994). The social meaning of money. New York: Basic Books. Zulfikar, Y. F. (2012). Do Muslims believe more in Protestant work ethic than Christians? Comparison of people with different religious background living in the US. Journal of Business Ethics, 105(4), 489-502. Zulfiqar, A. (2007). Religious sanctification of labor law: Islamic labor principles and model provisions. University of Pennsylvania Journal of Labor and Employment Law, 9(2), 421-444. Yazarlar Hakkında Yazarlar Hakkında Chaib Bounoua, Cezayir Tlemcen Üniversitesi İşletme ve İktisat Fakültesi’nde profesör ve üniversitenin kayıt dışı iktisat, kurum geliştirme ve araştırma laboratuvarının direktörüdür. Doktorasını Fransa Amiens Üniversitesi’nde 1992 yılında tamamlamıştır. Araştırma alanları kurumsal iktisat ve gelişim iktisadıdır. Kayıt dışı iktisat, iktisadi geçişler ve iktisadi kurumlar gibi konularda birçok makalesi bulunmaktadır. Kadir Yıldırım, İstanbul Üniversitesi İktisat bölümünden 2003 yılında mezun oldu. Aynı üniversitede İktisat Teorisi alanında yüksek lisansını (2006) ve Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri alanında doktorasını (2011) tamamladı. Hâlen İstanbul Üniversitesi’nde iktisat tarihi, iktisadi düşünce tarihi ve emek tarihi alanlarında dersler vermektedir. Latife Reda, 2003 yılında Lübnan Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olmuştur. 2008 yılında aynı üniversitenin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisansını tamamlamıştır. Bunun ardından SOAS Londra Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktorasını tamamlamıştır. Beyrut’taki Arap Devletleri Uluslararası İşçi Organizasyonları Bölgesel Ofisi’nde uluslararası işçi hukuku ve İslam’da göçmen kavramı projelerinde araştırmacıdır. Mohamed Benbouziane, Tlemcen Üniversitesi İşletme ve İktisat Fakültesi’nde profesördür. Yüksek lisansını 1989 yılında Sheffield Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde, doktorasını ise 2003 yılında Tlemcen Üniversitesi Finans Bölümü’nde tamamlamıştır. Başlıca araştırma alanları uluslararası finans ve finans ekonometrisidir. Ekonomik Araştırmalar Forumu (IERF) ve Orta Doğu Ekonomi Birliği (MEEA) üyesidir. 286 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Muhammad Iqbal Anjum, Yüksek lisansını ABD Kansas State Üniversitesi’nde “İslami Çerçevede Gelir ve Zenginliğin Eşit Dağıtımı” başlıklı teziyle Prof. Dr. Patrick Gormely, Prof. Dr. James F. Ragan ve Professor Dr. E.G. Olson danışmanlığında tamamlamıştır. “Pakistan’ın Dış Borç Krizinin Ekonomik Etkileri” başlıklı doktora tezini Professor Pasquale Michael Sgro ve yardımcı danışmanlar Dr. Prasad Bhattacharya ve Dr. Cahit Güven ile Avusturalya Deakin Üniversitesi’nde tamamlamıştır. 1987’den 2000’e kadar Uluslararası İslamabad İslam Üniversitesi İslam İktisadı Enstitüsü’nde araştırmacı ve öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. 2000 yılından bu yana Uluslararası İslamabad İslam Üniversitesi İslam İktisadı Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Mustafa Macit, 1999 yılında Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun olduktan sonra Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Din Sosyolojisi Anabilim Dalında yüksek lisans (2001) ve doktora yaptı (2009). 2011 yılında Din, Bilgi ve Kültür Sosyolojisi alanında Doçent oldu. Siyasal Afiş ve İlanların Dilinden Türkiye’de Toplumsal Değişim ve Siyaset-Çok partili demokrasiye geçişten günümüze (Serüven Kitabevi, 2015), Elin Korelisine El Salladım: Küresel Popüler Kültür Fenomeni Hallyu/Kore Dalgası Türkiye’de (Serüven Kitabevi, 2015), Boyun Eğme ve Başa Çıkma Sarkacında Kadercilik: Sosyal Psikolojik Bir Yaklaşım (Ötüken Yayınları 2014) adında üç kitabı ve çeşitli bilimsel dergilerde yayımlanmış makaleleri bulunan yazar, hâlen Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İDKAB Eğitimi Bölümünde Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır. Rajai Ray Jureidini, Doktorasını 1986 yılında Güney Avusturalya Flinders Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamlamıştır. Avusturalya’nın farklı üniversitelerinde Sosyoloji Bölümü’nde görev yaptıktan sonra 1999 yılından itibaren Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde 6 yıl görev yapmış ve buradaki çalışmaları süresinde göçmen işçiler ve insan hakları meseleleri üzerine araştırma ve yayınlara imza atmıştır. 2008’de Kahire Amerikan Üniversitesi Göç ve Mülteci Çalışmaları Bölümü’nün başkanı olmuş ve göç ve mülteci meselelerine dair birçok araştırma yürütmüştür. Bağlı bulunduğu Lübnan Amerikan Üniversitesi Göç Çalışmaları Enstitüsü’nden izinli olan Jureidini,Katar Foundation’da çalışmaktadır. Yazarlar Hakkında 287 Saffet Köse, İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi rektör yardımcısı ve İslami İlimler Fakültesi dekanıdır. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamlamıştır. Fıkıh alanında yayınlanmış pek çok makalesi ve kitabı bulunmaktadır. Salman Ahmed Shaikh, Pakistan İş Yönetimi Enstitüsü’nde (IBA) araştırma asistanı olarak görev yapmaktadır. Ayrıca IBA’da iktisat bölümlerinde lisans ve lisansüstü düzeyde dersler vermektedir. Ayrıca IBA’da ABD Barış Enstitüsü tarafından desteklenen “2014 ve NATO sonrası Pak-Afgan Durum Tablosu” adlı projede araştırmacı olarak çalışmıştır. 2010’da Finans alanından yüksek şeref derecesi ile mezun olmuştur. IBA ve Szabist gibi Pakistan’ın en iyi üniversitelerinde Finans alanında lisans ve lisansüstü düzeyde dersler vermiştir. Profesyonel kariyerinde ise Meezan Bankası, BMC Pakistan (Reuters’ın Pakistan partneri) ve ABD Bankacılar Akademisi’nde çalışmıştır. Bunların yanında Shaikh, ABN AMRO ve Citibank’ta da görev yapmıştır. Siham Matallah, Cezayir Tlemcen Üniversitesi İktisat Bölümü’nde araştırma görevlisi ve aynı üniversitenin LAREIID İktisat, Kurumlar ve Gelişim Enstitüsü’nde araştırmacıdır. Çalışma konuları Kurumsal İktisat, Teorik ve Uygulamalı Ekonometri ve İstatistiktir. Toseef Azid, Profesyonel kariyerine Pakistan Gallup Pole’da araştırma asistanı olarak başlamıştır. Daha sonra Pakistan’ın Baluchistan Üniversitesi, Uluslararası İslam Üniversitesi, BZ Üniversitesi gibi farklı üniversitelerinde okutman, öğretim üyesi ve öğretim görevlisi; Wales Üniversitesi’nde araştırma görevlisi ve Loughborough Üniversitesi ortaklığındaki Markfield Yüksek Öğretim Enstitüsü ve Brunei’deki Sultan Sharif Ali Üniversitesi’nde öğretim görevlisi; Los Angeles’daki El Camino Community College’da öğretim görevlisi pozisyonlarında çalışmıştır. Hâlen Suudi Arabistan’daki Medine Taibah Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak ders vermektedir. ABD, İngiltere, Brunei, Pakistan ve Suudi Arabistan gibi dünyanın farklı bölgelerindeki üniversitelerde İş İstatistiği, Matematik, Nicel Finans Metotları, Ekonometri, Risk Yönetimi, İktisat Teorisi, Uluslararası Finans ve Gelişim, Bankacılık, Uluslararası Yönetim, Globalleşme ve Çoğulculuk, İslam İktisadı ve Finans, İslami Market ve Yatırım alanlarında lisans ve yüksek lisans düzeylerinde birçok ders vermiştir. 288 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Yasien Mohamed, Western Cape Üniversitesi Arapça bölümünde öğretim görevlisi olan Yasien Mohamed’in araştırma alanları Arap dili ve edebiyatı, İslam felsefesi ve dil metodolojisidir. The Teaching of Arabic in South Africa ve Roots to Writing in Southern Africa olmak üzere birkaç edisyon kitabı bulunmaktadır. Ayrıca First Steps in Arabic Grammar kitabının eş yazarı olan Mohamed, Fitrah: the Islamic Concept of Human Naturea dlı kitabın yazarıdır. Zeyneb Hafsa Orhan, Bahçeşehir Üniversitesi İktisat Bölümü’nden mezun olmuştur.“Parasal ve Finansal Globalleşmede Neoliberal vs. NIEO Tartışmaları: Gelişmekte Olan Ülkelerde Vaka İncelemesi” başlıklı teziyle İsveç Linköping Üniversitesi Uluslararası ve Avrupa İlişkileri Bölümü’nde yüksek lisansını tamamlamıştır. Bunun ardından “(İslami Bankacılıkta) Kar Zarar Paylaşımı Araçları Analizi” başlıklı teziyle Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nde 2012 yılında doktorasını tamamlamıştır. Araştırma alanları bankacılık ve finans (özellikle İslami bankacılık ve finans), İslam İktisadı, istatistik ve ekonometridir. 288 İ SL A M İKT İ S A DI V E E MEK Yasien Mohamed, Western Cape Üniversitesi Arapça bölümünde öğretim görevlisi olan Yasien Mohamed’in araştırma alanları Arap dili ve edebiyatı, İslam felsefesi ve dil metodolojisidir. The Teaching of Arabic in South Africa ve Roots to Writing in Southern Africa olmak üzere birkaç edisyon kitabı bulunmaktadır. Ayrıca First Steps in Arabic Grammar kitabının eş yazarı olan Mohamed, Fitrah: the Islamic Concept of Human Naturea dlı kitabın yazarıdır. Zeyneb Hafsa Orhan, Bahçeşehir Üniversitesi İktisat Bölümü’nden mezun olmuştur.“Parasal ve Finansal Globalleşmede Neoliberal vs. NIEO Tartışmaları: Gelişmekte Olan Ülkelerde Vaka İncelemesi” başlıklı teziyle İsveç Linköping Üniversitesi Uluslararası ve Avrupa İlişkileri Bölümü’nde yüksek lisansını tamamlamıştır. Bunun ardından “(İslami Bankacılıkta) Kar Zarar Paylaşımı Araçları Analizi” başlıklı teziyle Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nde 2012 yılında doktorasını tamamlamıştır. Araştırma alanları bankacılık ve finans (özellikle İslami bankacılık ve finans), İslam İktisadı, istatistik ve ekonometridir. İSLAM İKTİSADI VE EMEK Modern iktisat ilmi, kapitalist ekonomik sistemle el ele gelişerek günümüz iktisadi düzeninin şekillenmesini sağlamıştır. Fayda ve maliyetin insanları ve piyasayı yönlendirdiği bu sistemde tüketimin teşvik edilmesi ve kârlılığın artırılması temel amaç hâline dönüşmüştür. Bu süreçte, insan emeği ve emeğin değeri de kazanç ve sosyoekonomik sisteme sunduğu katkı çerçevesinde değerlendirilmeye başlanmıştır. Emeğin sadece bir üretim girdisi olarak görülmesi ve teknolojik gelişmelerle ikamesinin sağlanması, değerinin de hızla azalmasına yol açmıştır. Nisan 2015’te kapitalist iktisadi sistemin meydana getirdiği problemlerle başa çıkmada yeni bir İslam iktisadı anlayışı ortaya koyarak emeğin karşılığının adil belirlenmesinden emeğin karşılığının zamanında verilmesine; hukuki hakların güvence altına alınmasından iş güvenliği tedbirlerine kadar geniş bir yelpazede teorik tartışmaların yapıldığı ve politika önerilerinin sunulduğu “İslam İktisadı ve Emek” başlığıyla uluslararası bir toplantı gerçekleştirilmiştir. Elinizdeki kitap farklı coğrafyalardan pek çok nitelikli ilim adamının atölyede sunduğu tebliğlerin bir seçkisinden oluşmaktadır. Toplam on bir makaleden oluşan kitapta, emek konusunda İslam iktisat düşüncesinin teorik düzeyde çalışma ve emeğe atfettiği değer, hâkim iktisadi sistemin yarattığı pratik koşulların sınırlandırmasından kurtulamadığı ve böylece İslam iktisadı ve emek arasındaki ilişkinin temelden ve açık bir şekilde konuşulamadığına dikkat çekilmiştir. Ayrıca kitapta, kapitalist iktisadi sistemin aksine insanın piyasa zemininde konuşulacak bir meta olmadığı ve insanı salt emeğe indirgemenin İslam’ın temel değerleri ile bağdaşmayacağı vurgulanmıştır.