dosyayı indir - Prof. Dr. Harun Gümrükçü
Transkript
dosyayı indir - Prof. Dr. Harun Gümrükçü
In this study, prepared by Turkish and EU scholars, the reluctance of EU Member States’ governments and of the Commission to fully apply the Association Law is tested. The acquired legal rights of Turkish citizens are explained and the differences to citizens from third countries are shown. EU-Turkey relations as regulated by the Association Agreement and legal acts by the EU-Turkey Association Council • provide for membership relations on an equal basis, • set gradual integration in partial areas as an objective on the way to full membership, hence are an integral part of EU Law; Association Law is directly applicable under the same conditions that apply to direct applicability of EU Law. In dieser von türkischen und EU-Wissenschaftlern durchgeführten Studie werden die Gründe für die Zurückhaltung der EU-Mitgliedstaaten und der EUKommission bei der vollständigen Anwendung des EU-Türkei-Assoziationsrechts analysiert. Die erworbenen Rechte türkischer Bürger werden erläutert und Unterschiede zwischen Ihnen und Bürgern aus Drittländern aufgezeigt. Die rechtlichen Grundlagen der EU-Türkei-Beziehungen stützen sich dabei auf das Assoziierungsabkommen und auf die verbindlichen Assoziationsratsbeschlüsse, die von EU und der Türkei gemeinsam beschlossen werden. Dabei weist das Assoziationsrecht folgende Eigenschaften auf: • eine auf der Grundlage einer gleichberechtigten Partnerschaft abgestellte Partizipation, • eine Schrittweise Integration in Teilbereichen als ein Ziel auf dem Weg zur Vollmitgliedschaft und das Assoziationsrecht als integraler Bestandteil des EU-Rechts gilt unmittelbar und ist unter den gleichen Bedingungen wie das EU-Recht anzuwenden. VİZESİZ AVRUPA YOLUNDA TÜRKİYE DIE TÜRKEI AUF DEM WEG ZU EINEM VISUMFREIEN EUROPA VİZESİZ AVRUPA YOLUNDA TÜRKİYE Avrupalı bilim insanlarıyla birlikte yürütülen bu çalışmada AB üye ülkeleri ve Avrupa Komisyonu nezdinde A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Hukuku’nun uygulamasındaki yaşanan isteksizlikler ortaya konulmuştur. Türk vatandaşları için Avrupa ve Ortaklık Hukuku’ndan doğan haklar açıklanmış, onları bu ilişkide üçüncü ülke vatandaşlarından ayıran birçok temel hukuki farklılıklar gösterilmiştir. Tam Üyeliğe Dönük Ortaklık Antlaşması ve Ortaklık Konseyi Kararları yoluyla A(E) T/AB Türkiye ilişkileri; • partnerlik ve eşitlik ilkesine dayalı bir tür katılım ilişkisini hedeflemekte; • kısmi alanlarda tam üyelik yolunda adım adım bütünleşmeyi öngörmekte; AB Hukuku’nun bir parçası olarak A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Hukuku Birlik Hukuku gibi uygulamada ulusal yasalardan üstünlüğü ve doğrudan etkiliği özellikleri gösterir ve koşullar aynı ise AB Hukuku gibi doğrudan uygulanır. TURKEY ON THE WAY TO A VISA FREE EUROPE Vizesiz Avrupa Dizisi-5 Harun Gümrükçü Wolfgang Voegeli VİZESİZ AVRUPA YOLUNDA TÜRKİYE DIE TÜRKEI AUF DEM WEG ZU EINEM VISUMFREIEN EUROPA TURKEY ON THE WAY TO A VISA FREE EUROPE Editörler / Editors Prof. Dr. Harun Gümrükçü Akdeniz Üniversitesi, Antalya Prof. Dr. Wolfgang Voegeli University of Hamburg, Hamburg Yayına Hazırlayanlar Tamer İlbuğa - Emine Aktürk Akdeniz Üniversitesi, Antalya © Copyright Akdeniz Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi yazarlarına aittir. Bu yayının her hakkı saklıdır. Tümü ya da bir bölümü, yayıncılarından önceden izin alınmaksızın hiçbir yöntemle çoğaltılamaz, basılıp yayınlanamaz, kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Bu eser Akdeniz Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi koordinasyonunda, Vizesiz Avrupa Araştırma Grubu tarafından yürütülen bir proje çerçevesinde tamamlanmıştır. Bu proje Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlı’ğı tarafından finanse edilmiştir. Makalelerin içeriğinden araştırmacılar kendileri sorumlu olup, Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı’nı bağlamamaktadır. This Project is implemented by Akdeniz University in coordination with “Visa-Free Europe Research Group”. The Publishing of this book is funded by the Prime Ministry of Republic of Turkey Presidency for Turks Abroad and Related Communities. The content of this book is the sole responsibility of each researcher and can in no ways be taken to reflect the views of the Presidency for Turks Abroad and Related Communities. İSTEME ADRESİ / REQUEST FROM Akdeniz Üniversitesi İİBF, Vizesiz Avrupa Araştırma Grubu - Antalya T.C.Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı Adres: Oğuzlar Mah. Mevlana Bulvarı No: 145 P.K.: 06520 Balgat - ANKARA - TÜRKİYE Telefon: 00 90 (312) 218 4000 Faks: 00 90 (312) 218 4049 e-posta: [email protected] www.ytb.gov.tr İletişim Akdeniz Üniversitesi İİBF Vizesiz Araştırma Grubu, C Blok No: 110 Dumlupınar Bulvarı, 07058 Kampus, Antalya / Türkiye Prof. Dr. Harun Gümrükçü, Vizesiz Avrupa Araştırma Grup Başkanı +90 242 310 66 41 +90 242 310 64 12 [email protected] [email protected] http://harungumrukcu.com/ ISBN : 978-605-4483-12-9 Kasım 2012, Antalya Kapak Tasarım: Makromedya Reklam Tanıtım Ltd. Şti. Sayfa Tasarımları ve Baskıya Hazırlık: Makromedya Ankara, 0312 431 85 64 Basım: Öncü Basımevi, 0312 384 31 20 İçindekiler/Contents Harun Gümrükçü..................................................................................... 7 Sorunun Ortaya Konuşu........................................................................... 7 Einleitung.................................................................................................... 11 Introduction................................................................................................ 15 Harun Gümrükçü..................................................................................... 19 Vizesiz Avrupa ile İlgili Kararlar ve Hukuki İnkârcılığın Doğurduğu Demirkan Davası ..............................19 Harun Gümrükçü .................................................................................... 39 Avrupa Yolundaki Türkiye ....................................................................... 39 Die Türkei auf dem Weg nach Europa ................................................... 61 Turkey on the way to Europe ................................................................... 83 Wolfgang Voegeli...................................................................................... 103 AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş ............................................................. 103 Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU............................... 125 Visa-Free Acces to the Member States of the EU................................... 149 Rolf Gutmann........................................................................................... 169 Döner ve Gümrük Birliği ......................................................................... 169 Döner und Zollunion ............................................................................... 187 Döner and the Customs Union................................................................ 207 Ali Durmuş............................................................................................... 225 Avrupa Birliği Göçmen Hukukunda Zorunlu Uyum Mevzuatı ve AB-Türkiye Ortaklık Hukuku............................................................. 225 Integration requirements in EU migration law and the EEC-Turkey Association.................................................................... 239 Harun Gümrükçü..................................................................................... 251 Çözümsüzlükte Çözüm ve Sonuçlar........................................................ 251 The Deadlock Solution and Results......................................................... 261 EKLER-APPENDIX................................................................................. 271 Hollanda Danıştayı’nın 14-03-2012 tarihli ve 201102803/1/V3 nolu Kararı (EK-1a)..................................................... 273 From the Council of State, 14-03-2012 (EK-1b).................................... 283 Karar ile ilgili Avukat Ali Durmuş’un açıklayıcı notu........................... 292 Hollanda Göçmen, Entegrasyon ve Mülteciler Bakanı’nın 12 Temmuz 2012 tarihli Mektubu ........................................................... 294 Sorunun Ortaya Konuşu Sorunun Ortaya Konuşu Prof. Dr. Harun Gümrükçü* Doğu Batı arasındaki çatışmanın sona ermesi ile uluslararası politika da oyunun kuralları değişmiştir. 1989’dan 1992’e kadar devam eden bu oyun değişimini ve ondan sonraki dönem açısından bakıldığında 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonraki devir ile karşılaştırmak mümkündür.1 1990’lı yıllar ve ondan sonraki dönemin sunduğu imkânları 1945’den sonraki yeniden oluşturulan düzenleme ile karşılaştırılabilinir. Her iki durumda da küresel sistem inanılmaz ölçüde bir değişim sürecinin baskısı altında kalarak değişime uğramıştır. Bunun bir sonucu olarak daha önce alışılagelmiş ve uluslararası politikayı önemli ölçüde etkileyen ‘’güç figürleri’’ ortadan kaybolmuşlardır. Devlet kapitalizmi ideolojisinin etrafında oluşan doğu bloğu ülkelerinin bir araya geldiği ‘’Karşılıklı Ekonomik İlişkiler Konseyi’’ (RGW) ve onun ortaya çıkarttığı toplumsal yapılar mevcudiyetlerini devam ettirememişlerdir. Dünya ülkelerini birinci, ikinci ve üçüncü ülkeler şeklinde ‘’blok şemaları‘’ olarak sınıflandırmak analitik özelliğini kaybetmiştir. Yeni dünya düzenini globalleşme, sürdürülebilinir kalkınma ve demokratikleşme terimleri belirlemektedir. Globalleşme ile birlikte liberalleşme tedbirlerine Dünya Ticaret Örgütü (GATT/WTO) etrafında küresel düzeyde artarak başvurulmaktadır. Uluslararası neo liberal sistemi daha etkili ve yaygın hale getirmek, yürütülmekte olan * Akdeniz Üniversitesi 1 Bu karşılaştırma için bkz. Czempiel, Ernst-Otto,1993: Weltpolitik im Umbuch: Das internationale System nach dem Ende des Ost-West-Konflikts, s. 7. 7 Harun Gümrükçü diskurların özünü oluşturmaktadır. Bu yolla birçok hedef birden takip edilmektedir. Sermayenin ve malların serbest dolaşımı yanında küreselleşmenin belirleyici öğelerinden biri de yabancı sermayenin engelsiz dolaşımıdır. Bu arka plandan hareketle oluşturulan yeni küreselci düzende yabancı yatırımcılara çok daha geniş koruyucu bir şemsiyenin oluşturulması, onların üçüncü ülke pazarlarına girişlerinde mevcut engellerin tamamen kaldırılması, bunun garanti altına alınması ve en nihayet bu ülkelerde engelsiz ve serbestçe temsilcilik açmaları, en çok kayrılan bir statünün kendilerine sağlanması, bahis edilen hedeflerden bazılarını oluşturmaktadır. Ayrıca yabancı yatırımcılara ülkenin kendi öz yatırımcıları gibi eşit davranma ve ayrımcılık uygulanmaması söz konusu edilen hedeflerin temel taşlarını oluşturmaktadır.2 Bir önceki Amerikan Başkanı J. W. Bush’un ifade ettiği gibi : ‘Yeni Dünya Düzen’inde bütün ülkeler barışı sağlamak ve toplumdaki refahı yükseltmek için beraber çalışmalıdırlar’, söylemi bugün bile uygulamadan çok uzaktır. Bunun bir nedeni küresel işbirliğinin dün olduğu gibi bugünde somut olarak nasıl düzenleneceği sorusu henüz cevaplanmamıştır. Bu işbirliğin nasıl bir görünüm arz edeceği sorusu başka bir nedenini oluşturmaktadır. Bush’un yukarıda vurguladığı hedefe varmak, Batı’nın geçmişten çıkaracağı derslere ve öğrenme isteğine bağlı olarak güncel stratejilerin geliştirilmesi ve bu stratejilerin mevcut ortama uygulanmasına bağlıdır. Avrupa’daki durumun nasıl olduğuna bakmak gerekir ise: Bölgeselleşme, demokratikleşme ve ekonomikleşme ölçütleri ile ileriye dönük gelişim konusunda ipuçları veren Avrupa’nın geleceğinde nasıl bir düzen oluşturulacaktır? Batı yeni dünya düzenini oluştururken, doğu batı çatışmasından dersler alacak ve bunları uygulamaya aktaracak mıdır? Dünya’nın ideolojik nedenlerle 1945’den sonra ikiye bölünmesinin 1989 ile 1992 yılları arasında ortadan kalkmasının sonucu olarak çıkan pozitif enerjiyi öyle bir yöntemle kullanmalı ki; küçük devletlerin kurulması önlenmeli, ulusal çatışmalar barışçıl kanallara yönlendirilmeli ve ulus devletler arasında düşmanca rekabet bu şekilde ortadan kaldırılmalıdır. Ve nihai olarak: Avrupa’nın dinsel kriterlerle yeni sınırlarla bölünmesi 1993 de Amerikalı politik danışman Huntington’un tahmininin aksine hangi temel üzerinden önlenebilinecektir? Tüm bu sorulara bu çalışma kapsamında cevap aranmayacaktır. Bu çalışmanın hareket noktası Avrupa Birliği ile Türkiye arasında oluşturulan or2 Von Waltenberg Ludolf, 3/11997: ‘’Auslandsinvestitionen im Zeitalter der Globalisierung’’ Nord-Süd aktuell, 11. Yıl, s. 470-476. Bkz. ayrıca, Peter-Tobias,1997: ’’Freihandel und Verfassung. Einzelstaatliche Gewährleistung und die konstitutionelle Funktion der Welthandelsordnung (GATT/WTO)’’, Yabancı Kamu Hukuku Dergisi (ZaÖRV), s. 83-14. 8 Sorunun Ortaya Konuşu taklık ilişkisinin uluslararası bir kurum olarak analizine dönüktür. Ve bunu yaparken de ön görülen lehde olan durumu kötüleştirmeme prensibi temel hareket noktasını oluşturacaktır. Uluslararası ağın ana temeli bir tarafta 90’lı yıllarda sermaye ve malların küreselleşmesi iken, diğer tarafta ise iş gücünün dolaşımının bölgeselleştirilmesi veya ulusallaştırılması arasındaki çelişkinin ortaya çıkarılması olacaktır. Uluslararası politika doğu batı çatışmasının bitiminden sonra daha da güçlü küresel bağımlılık oluşturduğundan, bu sorunun, öncelikle arka planının yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Küresel ağın daha iç içe geçmesi sonucu ulus devletin eylem alanı sürekli daralmaktadır. İletişim teknolojisinin çok hızlı bir şekilde gelişimi ulus devletin kendi ‘’sınırlarına çekilmesi ‘’ geçmişten kalan bir kalıntı olarak görülmektedir. Uluslararası işbirliği küresel bir yönlendirmeyi her gün daha fazla kaçınılmaz kılmaktadır. Bu bağlamdan hareketle tam üyeliğe dönük ön üyelik uluslararası işbirliğinde bağımsız devletlerin yeni bir çalışma şeklini oluşturmaktadır. Bir ortak çalışma olmadan karşılıklı sorunların çözümü ve farklı ulusal çıkarların anlaşılması beklenmemelidir. Bir başka deyimle birbiri içine artarak girmekte olan ilişkilerin tek başına ve diğerleriyle diyalog kurmadan yeterli veya hiçbir şekilde çözülme olanağı bulunmamaktadır. Ortak üyelik uluslararası işbirliği çerçevesinde yeni bir strateji olarak katılımcı ülkelerin ulusal egemenlik haklarını kısmen ulusüstü hukuk alanına devir ederek belli alanlarda kısıtlamaktadır. Ulusal egemenlik hakkının ulusüstü bir kuruma devir edilmesi karşılıklı çıkarların korunması ve dengeli yürütülmesi halinde ciddi bir sorun ortaya çıkarmadığı görülmektedir. Oysa, buna karşın karşılıklı çıkarlar, örneğin, Antlaşma’nın ana çerçevesinin eylemde ve/veya yazılı olarak değiştirilerek çıkarın bir dengesiz ilişkiye dönüştürülmesinde, ulusal çıkar beklentileri ve çatışma alanları farklılaşmaktadır. Özellikle partnerler arasında çıkar kontrastları daha da arttığında ciddi sorunlar görülmektedir. 1963 de Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması ile kurumsallaşan AB Türkiye ilişkilerinde AB üye ülkelerinin beklentilerinin farklılaşmasından ve hukuka uymamalarından dolayı bünyesel bir sorun oluşmuştur. Örneğin, bir zamanlar karar altına alınan işçilerin serbest dolaşımına ilişkin hukuki iradenin hayata geçirilip geçirilmeyeceği, geçirilmesi için hangi yöntemlerin nasıl kullanılacağı, bitmez tükenmez diskurlar ve mahkeme davalarının ana kaynağını oluşturmaktadır. 9 10 Einleitung Einleitung Prof. Dr. Harun Gümrükçü* Mit dem Ende des Ost-West-Konflikts änderten sich die Spielregeln der internationalen Politik. Der Umbruch, der von 1989 bis 1992 mit dem Auseinanderbrechen des Ostblocks stattgefunden hat, kann in seiner historischen Bedeutung mit dem Ende des Zweiten Weltkrieges verglichen werden.1 Der Beginn der Neunziger Jahre und der danach erfolgte Zeitabschnitt bietet wie die Zeit nach 1945, die Möglichkeit, die internationale Politik neu zu gestalten. In den beiden Fällen war das globale System einem gewaltigen Wandlungsprozess unterworfen. Die gewohnten „Machtfiguren“, die die internationale Politik zuvor massgeblich bestimmten, sind verschwunden. Die staatskapitalistische Ideologie der RGWStaaten samt den dazugehörigen gesellschaftlichen Strukturen gibt es nicht mehr. Die Staaten der Ersten, Zweiten und Dritten Welt lassen sich nicht mehr nach dem klassischen „Blöcke-Schema“ einordnen. Die neue Weltordnung ist durch Begriffe wie Globalisierung, nachhaltige Entwicklung sowie Demokratisierung gekennzeichnet. In Bezug auf die Globalisierung werden verstärkt Maßnahmen zur fortschreitenden globalen Deregulierung im Rahmen der GATT/WTO ergriffen. Die Bemühungen um den Ausbau eines * Akdeniz Universität 1 Für diesen Vergleich siehe auch Czempiel, Ernst-Otto, 1993: Weltpolitik im Umbruch : Das internationale System nach dem Ende des Ost-West-Konflikts, Orig. Ausg., 2. neubearb. Aufl. München, S. 7. 11 Harun Gümrükçü internationalen neuliberalen Systems beherrschen die gegenwärtige internationale Diskussion. Dadurch werden mehrere Ziele verfolgt: die Gewährleistung eines umfassenden ausländischen Investorenschutzes, die Garantie ungehinderten Marktzuganges und freier Niederlassung sowie die Zusicherung des Meistbegünstigungsstatus’. Ebenso sollen die Inländerbehandlung und Nichtdiskriminierung betreffende Bestimmungen zu den Eckpfeilern dieses Systems gehören.2 In der „Neuen Weltordnung“, wie sie der vormalige amerikanische Präsident Bush bezeichnete, sollen alle „Nationen zusammenarbeiten, um Frieden und Wohlstand zu fördern“. Ohne Frage steht die konkrete Ausgestaltung dieser globalen Zusammenarbeit nach wie vor aus. Wie sie letzten Endes aussehen wird, hängt davon ab, ob und inwieweit der Westen Lernfähigkeit, aber auch -bereitschaft zeigt, zeitgemäße Strategien zu entwickeln und sie auf die vorfindbaren Verhältnisse der Gegenwart anzuwenden. Schauen wir jedoch zunächst einmal bei uns: Wie wird die neue Ordnung Europas einmal aussehen, die durch Regionalisierung, Demokratisierung und Ökonomisierung bereits angezeigt scheint? Werden für seine Neuordnung Lehren aus dem Ost-West-Konflikt gezogen und umgesetzt? Können die positiven Impulse, die sich aus der Beendigung der ideologischen Zweiteilung der Welt ergeben haben, in der Weise genutzt werden, dass Kleinstaaterei vermieden, Nationalitätenkonflikte in friedliche Bahnen gelenkt und Machtrivalitäten künftig auszuschließen sind? Und schließlich: Auf welcher Grundlage kann eine neue Teilung Europas entlang religiöser Grenzen vermieden werden, als solche 1993 prognostiziert von dem amerikanischen Politikberater Huntington? All diese Fragen können und sollen auch nicht im Rahmen dieser Studie behandelt werden. Unser Anliegen ist es vielmehr, eine Analyse der E(W) G-Türkei-Assoziierung als internationaler Institution zu liefern und dabei der im Zusatzprotokoll vereinbarte Standstill clausel im Mittelpunk der Analyse zu stellen. Als Bestandteil der internationalen Verflechtung erscheint sehr geeignet, den Widerspruch zwischen kapital- und warenmäßiger Globalisierung, sicher dem Wort der Neunziger, und arbeitskräftemäßiger Regionalisierung bzw. Nationali2 Von Wartenberg Ludolf, 3/11997: „Auslandsinvestitionen im Zeitalter der Globalisierung“, in: Nord-Süd aktuell, 11.Jg., S. 470-476. Siehe auch Stoll, Peter-Tobias, 1997: „Freihandel und Verfassung. Einzelstaatliche Gewährleistung und die konstitutionelle Funktion der Welthandelsordnung (GATT/WTO)“, in: Zeitschrift für ausländisches öffentliches Recht und Völkerrecht (ZaÖRV), S. 83-144. Siehe auch Häde, Ulrich 2/1997: „Der völkerrechtliche Schutz von Direktinvestitionen im Ausland“, in: Archiv des Völkerrechts, 35. Bd., S. 181-212. 12 Einleitung sierung zu erhellen. Die Aufarbeitung dieser Fragen muss vor diesem Hintergrund unter der Prämisse stattfinden, dass die internationale Politik nach Beendigung des Ost-WestKonflikts immer stärker unter globalen Interdependenzbedingungen stattfindet. Durch die zunehmende internationale Verflechtung werden nationale Handlungsspielräume immer enger, die rasanten Entwicklungen in der Kommunikationstechnologie lassen „nationale Abgeschiedenheit“ zu einem Relikt aus einer fernen Vergangenheit werden, internationale Austauschprozesse machen eine nationenübergreifende Steuerung des Geschehens mehr und mehr erforderlich. In diesem Zusammenhang stellt die Assoziierung als neues Konzept der internationalen Zusammenarbeit einen Versuch souveräner Staaten dar, Problem- und Interessenlagen gemeinsam zu klären, die angesichts wachsender internationaler Verflechtung von den Staaten allein, ohne Abstimmung oder Zusammenarbeit mit anderen Staaten, nicht adäquat oder überhaupt nicht gelöst werden können. Mit der Assoziierung als einer neuen Form internationaler Zusammenarbeit schränken die an ihr beteiligten Staaten ihre Souveränität zugunsten eines supranationalen Rechts ein. Dies ist bezüglich der Durchsetzung nationaler Interessen solange unproblematisch, wie es sich bei der betreffenden Assoziierung um eine ausgewogene Beziehung zwischen den Vertragspartnern handelt. Probleme treten dagegen dann auf, wenn sie sich - beispielsweise durch geänderte Rahmenbedingungen - in eine unausgewogene Beziehung verwandelt, die u.U. auch noch durch starke Interessensgegensätze gekennzeichnet ist. So kranken die EU-Türkei-Beziehungen, durch das Assoziierungsabkommen von 1963 institutionalisiert, z.B. an der Auseinandersetzung darüber, ob und wie die dazu einmal vereinbarte Assoziationsfreizügigkeit der Arbeitnehmer zu gestalten ist. 13 14 Introduction Introduction Prof. Dr. Harun Gümrükçü* With the end of the East-West Conflict the rules of the international political game changed. The historic dimension of the change that was effected by the collapse of the eastern block from 1989 to 1992 is similar to the end of World War II.1 The 1990s offered an opportunity to redesign international politics, just like the times after 1945. In both cases the global system was subject to a dramatic transformation process. The entrenched powers vanished, that had dominated international politics till then. The state-capitalist ideology of the COMECON states no longer exists including the social structures accompanying it. The states of the first, second, and third world can no longer be categorized by the conventional block model. The new world order is characterized by concepts such as globalization, sustainable development, and democratization. With respect to globalization increasingly measures of global deregulation are introduced in the GATT/WTO context. The endeavours to consolidate a neoliberal international system dominate the current international discussion. Several objectives are being pursued thereby: an all-encompassing protection of foreign investors, the guarantee of free * Akdeniz University 1 Czempiel, Ernst-Otto, 1993: Weltpolitik im Umbruch : Das internationale System nach dem Ende des Ost-West-Konflikts, Orig. Ausg., 2. neubearb. Aufl. München, S. 7. 15 Harun Gümrükçü market access and freedom of establishment, as well as the assurance of most favoured nation status. Moreover, national treatment and non-discrimination are the corner stones of this system.2 In this „New World Order “, as the former American president Bush called it, all nations should cooperate to promote peace and welfare. No doubt, this global cooperation has not yet been implemented to any great extent. What it will look like will depend on and how far the West will be able and willing to learn, adapt adequate strategies and apply them to the situation empirically to be discerned at present. Let us take the example of our situation: what will the new order of Europe look like in the future, whose form is already indicated by regionalisation, democratisation and commodification? Will the experiences of the EastWest Conflict impact on the new Ordering of Europe? Can the positive stimuli resulting from the end of the ideological partition of the world be used to avoid a reversion to petty state nationalism and to lead national conflicts into peaceful arenas in order to avoid power rivalries? Finally: How can a new division of Europe along religious affiliations be avoided that the American political consultant Huntington predicted in 1993? All of these questions cannot be treated in this study. We want to analyze the EU-Turkey association as an international institution on the background of the problems outlined above. The focus will be on the Standstill Clause. We would like to shed some light on the contradiction between globalization of capital and trade, the topic of the 90s, and regionalization and nationalization of labour. This analysis has to be done based on the premise that international politics after the end of the East-West Conflict are carried out under conditions of increasing global interdependence. Options national actions are narrowing down. The extraordinary development of communications technology lets national seclusion appear as a relict of the past. International exchange processes increasingly require transnational regulation. In this context association is a new form of international cooperation, an at2 Von Wartenberg Ludolf, 3/11997: „Auslandsinvestitionen im Zeitalter der Globalisierung“, in: Nord-Süd aktuell, 11.Jg., S. 470-476. Siehe auch Stoll, Peter-Tobias, 1997: „Freihandel und Verfassung. Einzelstaatliche Gewährleistung und die konstitutionelle Funktion der Welthandelsordnung (GATT/WTO)“, in: Zeitschrift für ausländisches öffentliches Recht und Völkerrecht (ZaÖRV), S. 83-144. Siehe auch Häde, Ulrich 2/1997: „Der völkerrechtliche Schutz von Direktinvestitionen im Ausland“, in: Archiv des Völkerrechts, 35. Bd., S. 181-212. 16 Introduction tempt of sovereign states to solve such problems in cooperation that could not be adequately solved unilaterally. Association as a new form of international cooperation leads the participating states to limit their sovereignty in order to create supranational law. That poses no problems with respect to guarding national interests as long as the relationship between the partners is balanced. Problems arise if the balance is tilted e.g. by changing conditions that bring about conflicts of interest. Over the last decades the EU-Turkey relations, institutionalized by the Association Agreement of 1963, are burdened by the clash over the question how the association freedom of movement, that was et as an objective in that agreement, shall be implemented. So far, it seems, the ECJ is the only institution that acts in the spirit of the Association Agreement. The Member States and the Commission seem very reluctant and partly unwilling to fulfil their obligations. 17 Harun Gümrükçü 18 Vizesiz Avrupa ile İlgili Kararlar Vizesiz Avrupa ile İlgili Kararlar ve Hukuki İnkârcılığın Doğurduğu Demirkan Davası Prof. Dr. Harun Gümrükçü* Soruna Genel Bir Bakış Türk vatandaşlarının Avrupa Birliği (AB) Üye ülkelerine vizesiz giriş haklarını kullanabilmeleri için Birlik üye ülkelerinin en yüksek ve en son yargı mercii olan Avrupa Topluluğu/Birliği Adalet Divanı (ATAD/ABAD) tarafından şimdiye kadar altı karar verilmiştir. Verdiği kararlar ulusüstü/supranational olan, davanın açıldığı devlete bakılmaksızın tüm üye ülkeleri bu nedenle bağlayan, ulusal yasalarla çatıştığında onların hükümlerini ikame eden ve nihayet üye ülkelerin bire bir uygulamaları gerekli olan bu kararlar yoluyla etkin bir içtihat hukuku oluşturulmuştur. Buna rağmen, AB üye devletlerinin yetkilileri tarafından Avrupa Hukuku ve ATAD/ABAD kararlarına göre onun ayrılmaz bir parçası olan A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Hukuku normları inkâr edilerek vizesiz giriş hakkı ve vize ötesi haklar hâlâ uygulanmamaktadırlar. ABAD içtihat hukukunda görüldüğü gibi mevcut hakları yürürlüğe koymak için Türk vatandaşlarına uygun birçok yasal çözüm mevcuttur. Türkiye, 1963’te imzalanan Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması (Ankara Antlaşması) ile AB üye devletleriyle sıkıca bir işbirliği içine girmiştir. 1970’de parafe edilip 1973’te yürürlüğe giren ve Ankara Antlaşması’nın uygulama şartlarını somutlaştıran Katma Protokol’ün 41. maddesinin 1. fıkrası “Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı”nı yani, mevcut hakkı korumayı kayıt altına almıştır. Bu cümlenin veya daha somut olarak ‘mevcudu koruma’ teriminin ifade ettiği hukuki içeriğin hayata geçirilebilmesi için aşağıda sıralanacak koşullara tarafların uymaları gereklidir: * Akdeniz Üniversitesi 19 Harun Gümrükçü 1. Taraflar ulusal politikalarında üyelik amaçlı ortaklığa ilişkin sorunlara, iki akit tarafın da çıkarlarının korunduğu ve tek taraflı olarak egemenlik kurulmasından ve sadece ve kendi ulusal çıkarlarının ağır basmasına yol açan stratejilerden kaçınmalıdırlar. 2. Avrupa Hukuku’nun bir parçası olan Ortaklık Hukuku’ndan doğan Serbest Dolaşım Hakkı’nın ulusal mahkemeler tarafından yorumlanmasından, yani düalist ve nasyonalist bir bakış açısından sakınarak ulusal hükümetlerin koydukları kriterlere göre uygulamaya gitmemelidirler. Ayrıca mahkemelerini de bu doğrultuda yönlendirmemelidirler. 3. A(E)T/AB Türkiye Ortaklık ilişkisinden doğan karşılıklı yükümlülüklerin yürürlüğe konmasında ulusal politikanın dış politikanın yerini almadığı, Avrupa Hukuku’nun ve Avrupa idealinin gerektirdiği rasyonel ve ulusüstü prensiplere dayalı bir yol izlemek gerekmektedir. 4. Avrupa Hukuku sadece Avrupa Topluluğu/Birliği Adalet Divanı (ATAD/ ABAD) tarafından yorumlanması gerektiği temel ilkesi hiçbir zaman unutulmamalıdır. Seksenli yıllarda Alman mahkemelerinin yaptığı gibi Ortaklık Hukuku’nu ulusal kriterlere göre yorumlayarak inkâr etme, bir daha tekrarlanmamalıdır. 5. Topluluk Hukuku, kendine has yapısı, ulusal yasaları ikame etme özelliği ve doğrudan etki özellikleriyle ulusal yasalardan üstün ve farklı olduğunun tamamen benimsenmesi gereklidir. Üye ülkeler ve onların ilgili idari birimleri uygulamalarında bu hakları dikkate almak zorundadırlar. Federal İçişleri bakanlığının ilgili makamlarından bu haklarını bilmeyen kişilere uygulamamalarını isteme, hukuku inkâr anlamına gelmektedir. 6. A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Hukuku hükümlerini düalist bakış açıları ve nasyonalist bir yaklaşımla değişen siyasi olay ve koşullara bağlı olarak yorumlanmasından tamamen sakınılmalıdır. Bu sıralanan temel ilkelere AB üye ülkeleri tarafından uyulmadığından ABAD’ta sürekli dava kaybetmekteler ve bunun sonucu olarak da mahkemeye siyasi baskı uygulamaya başlamışlardır. Bu arka plandan hareketle ABAD, birçok kararında Katma Protokol’ün ve buna bağlı olarak Ortaklık Konseyi’nin verdiği kararların A(E)T/AB Hukuku’nun ayrılmaz bir parçası olduğuna karar vermiştir. Bu, Katma Protokol yürürlüğe girdiği zamanki Alman ve diğer AB üye ülkeleri 20 Vizesiz Avrupa ile İlgili Kararlar yasalarına göre, istihdam amacı olmayan ve üç aydan az kalmak için giden tüm Türk vatandaşları vize almadan Almanya’ya ve o zaman AET üyesi olan diğer ülkelere girebiliyorlardı. Fakat 1980’li yıllarda Avrupa Topluluğu’nun üye ülkelerinin ve ayrıca 2001 yılında Birliğin kendi yönetmeliğinde yaptığı değişiklik ile vize zorunluluğu getirilmiş ve bu uygulama giderek daha da katılaştırılmıştır. Hukukun üstünlüğü göz ardı edilerek ve AB üye ülkelerinde hukuku güvencesizliğe göz yumularak Türklerin vizesiz Avrupa ve Vize Ötesi Haklarını inkâr hâlen sürmektedir. Milyarlara varan gelir kaybı yanında malların serbest dolaşımında da rekabette eşitsizliğe ters düşen bu uygulama yedinci kez ABAD’ta ulusal mahkemenin yedinci kez önkarar/öngörüş almak için yaptığı başvuru sonucu tekrar, tekrar, tekrar, tekrar, tekrar, tekrar, tekrar olarak görüşülecektir. ‘Mevcudu Koruma’ teriminin içeriğini anlamak için zaten ATAD/ABAD 2000 yılından başlanarak 2010 yılına kadar altı değişik önkarar yöntemi başvurusu sonucu karar vermiştir. Sadece bir terimi açıklamak için bu kararlar ve yine ATAD’ın 1964 ile 1990 arası ayni terimi açıklamak için verdiği üç kararı da buna eklediğimizde, ortaya şimdiye kadar dokuz mahkeme kararı çıkmaktadır. Bu kararlar sadece bir terimi açıklamaya neden yetmemiştir? Hâla bu terime dönük açık olmayan hangi unsurlar bulunmaktadır? AB Hukuku’nun bir parçası olan Ortaklık Hukuku’nun içerdiği bu terimin uygulanmasında neden hâla tereddütlerin varlığı öne sürülmektedir? Bunlar vardıysa neden daha önceki kararlar verilirken gerekli sorular yöneltilerek açıklığa kavuşturulmamışlardır? Dünyanın en güçlü, en iyi organize olmuş ve muhteşem bir mahkemesi olan ABAD tarihinde ilk kez bir cümleyi, daha somuta indirgeyerek bir terimi, yorumlamak için yedinci, hatta onuncu kez, karar vermek zorunda bırakılmaktadır. Karar konusu ise herkesin zannettiği gibi çetrefil bir konuda değildir. Aynı konuda mahkeme 1964 yılından başlayarak üç değişik karar daha vermişti. Şimdiye kadar verilen toplam dokuz kararın konusu açık, net ve anlaşılabilir bir dille yazılmıştır. Türkçe olarak. “Mevcut haklarda lehe olan durumun korunması” veya “mevcudu koruma” olarak ifade edilmektedir. Almancası ve İngilizcesi ise bir tek terim/kelime ile de ifâde edilebilinmektedir: “Die Stillhalteklausel” veya “The Standstill Clause”. Yedinci mahkemeye sunulan belgelerin toplamı 1500 sayfayı aşmıştır. Sadece Almanya’da 2000 yılından beri beş Hukuk Dergisi bu cümleyi/terimi yorumlamak ve anlatmak için sayfalar dolusu makaleler yayınladılar. Yerel düzeyde bu terim 21 Harun Gümrükçü en az 80 kez ulusal mahkemelere dava konusu yapıldı. Birçok Avukat ekmeğini bu terimin yorumlanmasına dönük davalardan kazanır oldu. Araştırma konusu olarak sadece Bitirme ve Master alanlarında yer almadı, aynı zamanda doktora konusu da oldu. Saygın bilim insanları bu alanda araştırma ve çalışma grupları oluşturdular. “Gücümüz tezlerimizin sağlamlığındadır” bakışından yola çıkılarak cepheler oluşturuldu ve fikri anlamda meydan kavgaları verildi ve halen veriliyor. Ayrıca Federal Alman Parlamentosu’nda konu beş kez gündeme geldi. Meclisin Bilimsel Araştırma Kurumu bir bilimsel rapor hazırlayıp yayınladı. Bu makalenin yazarı da bu konuyu 1991’de ilk kez gündeme getirdi ve o zaman yazdığı bir ve alt başlığı ‘Unutulan Alternatif Serbest Dolaşım’ isimli kitapta konuyu Türk kamuoyu ile paylaştı. Ayrıca bu alanda yedi değişik uluslararası sempozyum düzenledi. Avrupa Türkiye Araştırmaları Enstitüsü direktörü olarak Almanca yayınladığı dört yıllıkta konuyu sürekli gündeme taşıdı. 2007 yılında Akdeniz Üniversitesi’nde Vizesiz Avrupa Araştırma Grubu’nu kurdu ve bu yolla da bu konuda Avrupalı bilim insanlarıyla birlikte dört temel eser yayınladı ve beşincisini de yayına hazır duruma getirdi. “Vizesiz Avrupa” terimini Türkçeye kazandırdı. Bu terim google arama motoruna (www.google.de) Ekim 2012 tarih itibarıyla girildiğinde 4 milyonu aşkın atıf aldığı görülmektedir. Uluslararası mastır eğitimi yapan öğrencilerin proje danışmanlıklarında bulundu. Sayısız televizyon, gazete haberleri bu alanda yayınlandı. O zaman neden bu yedinci dava görülecektir? Hedef ABAD’ın verdiği daha önceki altı kararını inkâr ettirtilmeye mi dönüktür? Daha geniş ve doğru söylemiyle Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunun önünü kesmek için mi bu direnç gösterilmektedir? Bu sorulara cevap aramadan önce 11 Mayıs 2000 tarihinden günümüze kadar bu alanda verilen ABAD kararlarının en önemlilerini özetleyerek bir fikir vermek gerekecektir. Vizenin Önünü Açan Abdulnasir Savaş Davası 1984 tarihinde 3 aylık bir turist vizesi ile Birleşik Krallığa/İngiltere’ye giden Abdülnasır Savaş, ancak vizesinin bitiminde geri dönmemiştir. Hatta pasaportunda bu sürede her türlü ticari faaliyet, işe girme veya serbest çalışma izni bulunmamasına rağmen, değişik işlerde çalışmıştır. Altı yıl sonrada, yani 1991 yılında ülkenin yabancılar dairesine oturum izni talebiyle bir başvuruda bulunmuştur. Fakat bu talebi ilgili dairece reddedilerek Sn. Abdülnasır Savaş’ın sınır dışı edilmesine karar 22 Vizesiz Avrupa ile İlgili Kararlar verilmiştir. Bu sınır dışı kararına karşın yasal yollara başvurulunca dava Avrupa Hukuku ilgi alanına girdiğinden Birleşik Krallığın Yüksek Mahkemesi tarafından öngörüş/önkarar almak için ATAD/ABAD’ın önüne getirilmiştir. ABAD bu dava ve kararı ile birlikte 01.01.1973 tarihli Katma Protokol’ün 41. maddesinin mevcut olayda doğrudan uygulanabileceğine karar vermiştir. Anılan madde hükmüne dayanarak ABAD akit tarafların, aralarında yerleşim serbestîsi ve hizmetin serbest dolaşımına ilişkin yeni kısıtlamalar getirmeyeceklerini karara bağlamıştır. Buna göre üye devletler, Katma Protokol’ün yürürlüğe girdiği tarihten itibaren mevcut haklarda, yerleşim serbestîsi ve hizmetin serbest dolaşımı ile ilgili iç hukuklarında yeni kısıtlamalara gidemeyeceklerdir (Stillhalteklausel - Mevcut haklarda lehe olan durumun korunması) ve Katma Protokol’ün yürürlük tarihinden önceki iç hukuklarında lehe olan düzenleme ve hakları muhafaza edeceklerdir. ABAD buna aykırı uygulamanın, Katma Protokol’ün 41. maddesi hükmünün ihlali sonucunu doğuracağını Savaş Kararı ile hükme bağlamıştır. Bu karar ile bir sonraki aşamaya ilişkin olarak ABAD tarafından verilen ve yine 1973 yürürlük tarihli olan Katma Protokol hükümlerinin (41. madde) doğrudan uygulandığı ve dikkate alındığı kararlar sürecinin başlamış olması oldukça dikkat çekicidir, ki bu sürecin sonunda hukuken önemli ve oldukça sansasyonel olan Abatay/Şahin, Tüm/Darı, Soysal/Savatlı, T. Şahin en nihayet Toprak Kararları ABAD tarafından hükme bağlanmıştır. Bu kararlardan en önemlileri aşağıda özetleneceklerdir: Lehe Olan Durumun Korunması: Abatay/Şahin Davası Savaş Kararı, yerleşim serbestîsi ve hizmetin serbest dolaşımı için önemli bir karardı. Ancak yetersiz ve dar kapsamlıydı. Bu nedenle Savaş Kararı’ndaki eksiklik ve dar kapsamlılık ABAD tarafından Abatay/Şahin Kararı ile giderilmiş, bir başka ifade ile yerleşim serbestîsi ve hizmetin serbest dolaşımı ile ilgili olarak bir sonraki aşama başlamıştır. Abatay/Şahin kararına konu olan olay ise yabancı şoförlerin çalışma şartlarının ve yükümlülüklerinin Alman olmayan yabancıların çalışmasını düzenleyen kararname (1971 tarihli olan bu kararnamede 1993, 1996 ve 1998 tarihlerinde değişiklikler yapılmıştır) ile ağırlaştırılması, başka bir ifade ile var olan haklarının kısıtlanması sonucu ortaya çıkmıştır. Buna göre, daha önce çalışma izni arama zorunluluğu bulunmamasına rağmen yapılan değişiklik ile Almanya’da kayıtlı ve ruhsat işlemleri yapılan ve işvereni yabancı bir işletme 23 Harun Gümrükçü olsa bile, bu işletmeye bağlı olan araçlarda sürücülük yapan yabancı işçiler/şoförler için çalışma izni zorunluluğu getirilmiştir. Sorun yargılama sürecinde ön görüş/önkarar olarak ABAD’ın önüne gelmiştir. Yargılama sonucu ABAD, Katma Protokol’ün 41/1 maddesi ve 1980 tarihli 1/80 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı’nın 13. maddesi hükümlerinin mevcut hukuki ihtilafa uygulanmasının gerekliliğine hükmetmiş ve bu meyanda iç hukukta yerleşim serbestîsi ve hizmetin serbest dolaşımına sonradan yeni kısıtlamalar getirilemeyeceğine karar vermiştir. Bu karar ile birlikte Stillhalteklausel/Mevcut haklarda lehe olan durumun korunması hükmünün (Katma Protokol 41/1 ve OKK 1/80 madde 13 hükümlerinin birlikte) ABAD tarafından bir hukuki gerekçe olarak kararda işlenilmesi hukuken önemlidir ve böylece Savaş Kararı hukuken büyük bir adım daha genişletilmiştir. Ancak ilgili AB üye ülkeleri ortaya çıkan bu hukuki inkâr yoluna giderken sorumlu olan Türk tarafı ise bu gelişmenin boyutunu anlayamamış ve dolayısıyla gerekli söylemi geliştirememiştir. Vizenin Hukuksuzluğu İki Macerapereste Dair karar: Tüm/Darı 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol’ün 41/1 maddesi gereği Stillhalteklausel/Mevcut haklarda lehe olan durumun korunması hükmü sadece usulüne uygun olarak alınan vize ile girilen Topluluk/Birlik üyesi ülkelerdeki yerleşim serbestîsi ve hizmetin serbest dolaşımında değil, bu hakları kullanmak isteyen kişilerin bu ülkelere ilk girişlerinde de dikkate alınması gerektiğini belirtir. Buna göre, Katma Protokol’ün yürürlüğe girdiği tarihte Türk vatandaşları için Topluluk/Birlik üyesi ülkede vize aranmaziken daha sonra vize şartı getirilmişse bu durum doğrudan Katma Protokol’ün 41/1 maddesi hükmünün ihlali anlamına geldiğinden, bu durumda, üye ülkeye ilk girişte vizesiz girilmiş olsa bile, bu yeni kısıtlama ve düzenlemelerin Türk vatandaşlarının yerleşim serbestîsi ve hizmetin serbest dolaşımında hukuken uygulanması mümkün değildir. Yerleşim serbestîsi ve hizmetin serbest dolaşımı konusunda ABAD’ın baktığı üçüncü dava Tüm/Darı Kararı’dır. Bu karar ABAD’ın daha önce 2000 yılında Savaş Kararı ile başladığı ve Abatay/Şahin Kararı ile biraz daha geliştirip kapsamını genişlettiği Stillhalteklausel/ Mevcut haklarda lehe olan durumun korunması hükmünü Ortaklık Hukuku açısından kalıcılaştırmış ve bir içtihat haline getirmiştir. 24 Vizesiz Avrupa ile İlgili Kararlar Veli Tüm, Almanya’dan ve Mehmet Darı ise Fransa’dan Birleşik Krallığa geçerek siyasi sığınma taleplerinde bulunmuşlardır. Bu talepleri daha sonra yetkili kurumlar tarafından reddedilen Tüm ve Darı, Katma Protokol’ün 41. maddesi hükmünün kendilerine uygulanmasını talep etmişler ve sorun yargılamaya konu olmuş ve oradan da ABAD’ın önüne öngörüş/önkarar alınması için gelmiştir. ABAD, Tüm/Darı Kararı ile 1973 tarihli Katma Protokol’ün 41/1 maddesi gereği Stillhalteklausel/Mevcut haklarda lehe olan durumun korunması hükmünü sadece usulüne uygun olarak alınan vize ile girilen Topluluk/Birlik üyesi ülkelerdeki yerleşim serbestisi ve hizmetin serbest dolaşımında değil, bu hakları kullanmak isteyen kişilerin bu ülkelere ilk girişlerinde de dikkate alınması gerekliliğini hükme bağlamıştır, yani vizeyi kaldırmıştır. Ancak bu büyük başarı ve onun getireceği çok önemli sonuçlar Dışişleri bakanlığımızca reddedilmiştir. Bundan cesaret alan AB üye ülkeleri de bu kararı uygulamaya aktarmak için bir çaba göstermemişler, yani üstünü örtmüşlerdir. Tüm/Darı Kararı’nın en önemli sonucu Tüm ve Darı’nın Birleşik Krallığa vizesiz girmiş (iltica talep etmiş) olmalarına rağmen, 1973 tarihli Katma Protokol’ün 41/1 maddesi hükmünden yararlanmışlardır. Bu kararın ardından Birleşik Krallık, kendi iç hukukunda düzenleme yapacağını ve mevcut yasaları gözden geçireceğini açıklamıştır. Ancak aradan beş yıl gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen bu sözünü yerine getirmemiş ve hukuku inkâr eden AB üye ülkeleri kervanına katılmıştır. Neden hâlâ bir açıklama yapmadıkları kendilerinden sorulmamıştır. Vizeye Son mu ? Mehmet Soysal/İbrahim Savatlı Davası Soysal ve arkadaşları davasının karar aşamasında 44 yıllık ATAD/ABAD tarihinde ilk kez gerçekleşen trajik bir durum ile, Avrupa Komisyonu daha önce lehte verdiği yazılı görüşünü, 2 Eylül 2008 tarihindeki duruşma sırasında sözlü olarak değiştirmiştir. Böylece ikili oynadığını göstermiş ve Avrupa’daki yaratılan hukuki güvencesizliğin merkezi olduğunu artık daha fazla maskeleyememiştir. Bu gelişmenin, AB Komisyonu’nda Türkiye’nin üyeliği konusuyla ilgili muhtemel siyasal bir değişikliğin ve bir etki mekanizmasının kuvvetli bir işareti olarak yorumlanmasında fayda vardır. Bu dava, başta vize olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının seyahat ve yerleşme haklarının geri götürülmüş kısımlarının tespiti ve ihlâllerin kaldırılması ile ilgilidir ve hayâti önemi vardı. Bu dava ile ilgili, başta 25 Harun Gümrükçü Almanya, Yunanistan vb. ülkeler olmak üzere üye devletler de, hukukun ötesine geçen siyasi içerikli yazılı görüşlerini ATAD/ABAD’a resmen bildirmişlerdir. ATAD/ABAD, bugüne kadar olduğu gibi, adaletin tecellisi için saygınlığına gölge düşürmemek adına hukukun gerektirdiği yönde hareket edebilirliği o zamanlar AB tarafından sorgulanmaya başlanmıştı. Ancak Avrupa Komisyonu gibi, siyasi bir adım atması da o zamanlar ihtimal dâhilindeydi. Bu gelişmelerin ışığı altında ATAD/ABAD’a, mevcut Demirkan davasının Türkiye’den bilimsel ve hukuki olarak izlendiğini ve üye devletlerin ATAD/ABAD kararlarını uygulamaları gerektiğini ihsas eden hassas bir mesaj verilme ihtiyacı vardı. Bu çerçevede, ‘Avrupa Birliği Adalet Divanı’nda vatandaşlarımız ile ilgili devam eden davaların ve geçmişte sonuçlanmış davalar ile ilgili üye ülkelerin ATAD/ABAD kararlarına uyma yükümlüklerinin olduğu bilinmelidir. Gelişmeler, araştırma grubumuz tarafından şimdiye kadar çok etkili ve ciddi bir şekilde ifade edildi. Vizeyi kaldırma yolunda Avrupa Birliği Adalet Divanı’na yansıyan bu dördüncü karar, 19 Şubat 2009 tarihinde üye ülkelerin en yüksek ve en son mahkemesi olan Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) tarafından açıklanmıştır.1 Davayı açanlar, Mehmet Soysal, Cengiz Salkım ve İbrahim Savatlı adlı üç tır şoförüdür. Bu tır şoförleri, Türkiye’de yaşamakta, ancak bir Alman firmasında ve Alman plakalı tırlarda çalışmaktadırlar. İşyerleri Türkiye’dedir, ancak çalışma alanlar Türkiye ile Almanya arasındadır. Alman hükümeti, davacıların 2000 yılına kadar vize uygulamadan çalışmalarına müsaade etmişti. Ancak, Eylül 2001 ve Ocak 2002 tarihinde vize isteklerini geriye çevrilmişti. Bunun üzerine 3 Türk şoförü Berlin İdare Mahkemesi’ne başvurdular. Başvurularında da, kendilerine vize uygulanamayacağı tezini temel almışlardır. Berlin İdare Mahkemesi, 3 Temmuz 2002 tarihli kararı ile bu davayı geri çevirmiştir. Davacılar, buna karşın Berlin-Brandenburg Eyalet Mahkemesi’ne giderek, orada davalarını devam ettirmişlerdir. Berlin-Brandenburg Eyalet Mahkemesi ise konunun, Ortaklık Hukuku’nun kapsamına girdiğinden hareketle, kararı kendisinin veremeyeceği sonucuna varmıştır. Avrupa Hukuku kapsamına giren bu gibi davalarda, üye ülkelerin en yüksek mahkemesi olan ve merkezi Lüksemburg’da bulunan ATAD/ABAD karar vermektedir. Bunun için üye ülke mahkemesi, öngörüş almak için bu mahkemeye başvurarak, çeşitli sorular sormuştur. Bu 1 Dava detayı için bkz. Federal Almanya Cumhuriyeti’ne karşı Mehmet Soysal ve İbra- him Savatlı davası. Dosya No: C-228/06. 26 Vizesiz Avrupa ile İlgili Kararlar soruların temeli, ‘üye ülkelerin davacılara çalışmalarını önlemek için vize koyma hakkı olup olmadığını’ anlamaya dönüktür. Vize konmadan önce de Alman makamlarının tır şoförlerinin kullandıkları pasaportların hukuki geçerlilikleri olup olmadıklarına bakma hakları vardı. Ancak konulan vize, pasaportun hukuki olup olmadığından daha ileri gitmekte ve bir işverenin iş verdiği kişiyi işe almaya önlemeye dönüktür. Bir başka deyimle, işverenin kimi işe alacağının yetkisi, bir idari kuruma, o da bu yetkiyi ilgili kişiye vize vermek ve vermemek arasında seçimle ilintilendirilmiştir. Bu şekliyle Alman Kurumu, kime vize verip vermeyeceği, bir başka deyimle kimin işe girip giremeyeceği, hakkını elinde tutmaktadır. Kaldı ki; vize almak için dış temsilciliklere gitmenin, vize için ücret ödeme (daha önce böyle bir ödeme yoktu) gibi yeni engeller teşkil ettiği ortaya çıkmıştır. İşte, Berlin-Brandenburg Eyalet Mahkemesi hizmet sunumu ve alımına dönük bu gibi kısıtlamaların 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol’ün 41. maddesinin 1. bendi ile bağdaşıp bağdaşmadığını sormaktaydı. Bu makalede kendisine sürekli atıfta bulunulan 41. madde şunu söylemektedir: “Akit taraflar, aralarında yerleşme hakkı ve hizmetlerin serbest edinimini yeni kısıtlamalar koymaktan sakınırlar.” ATAD/ABAD, daha önce vermiş olduğu kararlarda, söz konusu bu maddenin doğrudan geçerli olduğunu teyit etmişti. Bunun için, mahkemenin 11 Mayıs 2000 tarihli Abdülnasır Savaş; 21 Ekim 2003 tarihli Abatay/Şahin ve nihayet 2007 tarihli Tüm/Darı kararlarına bakmak yeterlidir. Ayrıca, Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkilerinin temelini oluşturan 1963 tarihli Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın ve bunu somuta indirgeyen ve uygulanabilir bir şekilde düzenleyen 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol’ün, Avrupa Hukuku’nun bir parçası olduğu, yine ATAD/ABAD tarafından daha önce bizim gibi tam üyeliğe dönük AET bir antlaşma yapmış olan Yunanistan’la2 ilgili verilmiş 2Yunanistan ve Türkiye’nin 1960’larda AET ile yaptıkları antlaşmaların felsefeleri temelde aynıdır ve iki Avrupa ülkesi olarak tam üyeliği hedeflemişlerdi. Yunanistan’ın (Atina) Ortaklık Antlaşması için krş. http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:21978A0428%2801%29:EN:H TML,12.2010 27 Harun Gümrükçü olan Haegeman kararıyla3 teyit edilmiştir. 14 Kasım 1989 tarihli, Yunanistan’ın Avrupa Komisyonu’na karşı, bu ülkeden izin almadan Türkiye’ye ekonomik yardım etmesine karşın Yunanistan, Avrupa Komisyonu’nu mahkemeye vermiş, aptığı işin yanlış olduğunu ileri sürmüştür. Komisyon’da kendisini haklı göstermek için mahkemede, Türkiye ile yapılan antlaşmaların 1958 tarihli ve Topluluğu Kuran Roma Antlaşması’nın bir parçası olduğunu ileri sürmüş ve Mahkeme, Komisyon’un bu tezini haklı bulmuştur. Aynı şekilde A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Konseyi Kararları ’da Avrupa Hukuku’nun ikincil kaynakları olarak algılanmış ve o özelliği doğrultusunda yorumlanmıştır. Bu tarihten çok daha önceleri, yani 1974 yılında, Türkiye’nin A(E)T/AB ülkeleri ile yaptığı temel antlaşmaların Avrupa’nın birincil anlaşmalarına eş değer olduğu görüşü ATAD/ABAD’ın Haegeman kararıyla, zaten genel geçer bir ilke olarak kabul edilmektedir. Ancak bu temel ilke Türk Hukuk dünyası tarafından o zamanlar ne anlama geldiği anlaşılamamış ve dolayısıyla haklarımız kendi hukukçularımız tarafından sürekli reddedilmiştir. Bu yanlışlığı düzeltmek için yirmi yıldan daha uzun bir süre beklemek gerekmiştir. Bu da Almanya kaynaklı ve 1990’lı çalışmalarımızla sağlanabilmiştir. Bu konuda Avrupalı Türklerin ve onların içinde özellikle „En Alttakilerin„ yani çaresizlerin verdikleri uğraşlarla mümkün olabilmiştir. Bu anlamda ATAD/ABAD, 1990 yılında bir adım daha ileri giderek, sadece birincil hukukun değil, yani Ankara Antlaşması ve Katma Protokol’ün değil, aynı zamanda bu birincil hukuka dayanarak A(E)T/AB-Türkiye Ortaklık Konseyi’nin almış olduğu kararların da aynı şekilde, ikincil hukuk olarak Avrupa Hukuku’nda geçerli olduklarını ve aynı seviyede aynı muameleye tabi tutulacaklarını bir kez daha, ama bu kez çok daha açık ve net bir şekilde, belirtmiştir. 20 Eylül 1990 tarihli, tarihi Sevince Kararı ile Türkiye-AT ilişkilerinde açılan bu süreç (o tarihlerde bu süreç Türk hukuk dünyasınca ve dolayısıyla Dışişleri Bakanlığımızca tamamen göz ardı edilmişti) sonucu, başta Almanya’daki Türkler olmak üzere, Avusturya, Hollanda, Türkiye ve Birleşik Krallık’tan Ekim 2012 tarihine kadar ABAD’a sadece bir vatandaşlar hareketi sonucu 56 dava yansımış ve sonuçlandırılmıştır. Bunu dünya tarihinde göç alanında yaşanmış ilk büyük uluslararası sivil bir hareketin 3 Haegeman kararının analizi için bkz.: http://eurlex.europa.eu/smartapi/cgi/sga_doc.smartapi!celexplus!prod!CELEXnumdoc&lg=en &numdoc=61973J0181, erişim 20 Ocak 2012. Bu karar Türkiye için çok önemli olmasına rağmen henüz Türk literatüründe derinlemesine incelenmemiştir. 28 Vizesiz Avrupa ile İlgili Kararlar başarısı olarak algılamak ve onun tarihteki sosyal yerini iyi belirlemek gerekir. Bu kararlarda temel ilke, Avrupa Hukuku’nun ulusal hukuktan üstün olduğu, ulusal hukukla çatıştığında onu ikame ettiği ve Avrupa Hukuku’na ters düşecek bir uygulamanın ulus devletler tarafından yapılamayacağı doğrultusundadır ve tüm kararlar da bu temel ilkeye dayanmaktadır. Bu temel ilkelerden hareket eden ATAD/ABAD, vizeyi kaldırmaya dönük o zamana kadar ki verdiği dört kararda aşağıdaki sonuçlara varmıştır: Katma Protokol’ün 41. maddesinin 1. bendi, ulus devletlerin mahkemelerince ve idari kurumlarınca doğrudan uygulanır. Söz konusu madde, açık ve sarihtir. Uygulaması için yeni kurallar gerekmez ve ileriye dönük yeni kısıtlayıcı işlemlerin uygulanmasına yasak getirir. Bu temel ilke ABAD tarafından 11 Mayıs 2000 tarihli Savaş ve Abatay/Şahin Karar’larında kenar numarası 46 ila 54 ile ve kenar numarası 58’de belirtilmiştir. Hem Türkiye’deki işverenler, hem de üye ülkede çalışanlar hizmet edinimi ve sunumuna dönük haklarını kullanmak için Katma Protokol’ün 41. maddesini temel alırlar. Bu ilke, Abatay/Şahin Kararı’nın 105. kenar numarasında ifade edilmiştir. Ancak bu hakkını Türkiye menşeili hiçbir işveren nedense kullanmamıştır. Buna karşın üst kuruluşları kendi haklarını inkâr ederek sözüm ona vize kolaylığı için bin bir takla atarak ülke menfaatlerini inkâr etmektedirler. Şarap şişeleri ve verilen onur (!) madalyaları karşılığı haklardan törenler yapılarak vazgeçilmektedir. Mevcut haklarda kötüleştirme yasağına dönük olarak ABAD, üye ülkelere Türkiye ve Türklere dönük olarak oturma ve hizmet alma alanlarında yeni zorluklar çıkarılmasını yasaklamıştır. Bu konu Abatay/Şahin Kararı’nın 72. kenar numarasında özellikle vurgulanmıştır. ABAD’ın yine vurguladığı başka bir gerçek de, üye ülkelerin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına karşı ileriye dönük yeni bir kısıtlama getiremeyeceği şeklindedir. Söz konusu ilke, Savaş Kararı’nda kenar numarası 69’da ve Abatay Kararı’nda kenar numarası 66’da görülmektedir. Bu yorumla, yukarıda belirtilen hizmet taşıyıcısı olan tır şoförleri için de geçerli olduğu, Abatay/Şahin Kararı’nın 67. kenar numarasında dile getirilmiştir. Avrupa Topluluğu’nun 49. maddesi, bir başka üye ülkede yaşayan Birlik Yurttaşları’na karşı her türlü ayrımcılığı yasaklamaktadır. Bunun için sözü geçen 29 Harun Gümrükçü mahkeme, 2 Şubat 2001 tarihinde Eanlier Kararı’nı 11 Haziran 2002 tarihinde Gräbner ve diğer kararlarını vermiş bulunmaktadır. Bu kararlara göre, bir kişinin hizmet sunumu için bir yerden bir başka yere gitmesi, vize istemesinde bir sınırlamadır. Vize koyma ve vize isteme, ister ulusal hukuka dayandırılsın, ister Avrupa Hukuku çerçevesinde istensin, bunun hizmet sunumuna bir engel olduğu gerçeği değişmez. Üye ülkeler ve onların kurmuş oldukları Birlik, aldıkları kararlar ortak işlem gibi görülür. ABAD, bu konuyu da 16 Temmuz 1998 tarihli Kararı ile açıklığa kavuşturmuştur. Bu çerçeveden bakınca, mevcut haklarda kötüleştirme yasağı, çeşitli ülkelerde farklı uygulanacağı korkusunu dikkate almadan yürürlüğe girmek zorundadır. Katma Protokol’ün 41. maddesi, sadece mevcut haklarda geriye doğru kötüleştirme yasağını içerir. Dolayısıyla üye ülke de kendi başına oturma ve çalışma hakkını vermez. Bundan dolayı da, üye ülkelere illegal göçü meşrulaştırmaz. Bununla birlikte üye ülkeler, bu ülkelere yapılacak seyahatleri ve bu ülkede kalma haklarını, yeni kriterler getirerek 1973’te mevcut olan durumun gerisine geçemezler. Bu temel ilkeden hareketle, Türkiye oturumu olan ancak Alman plakalı tırlarda çalışan Türk tır şoförlerine de 1 Ocak 1973’teki mevcut durumdan daha ağır şartlar konulamaz. Sonuç olarak, hukukun üstünlüğü ilkesine genelde bugüne kadar vermiş olduğu kararlarla uyan ABAD, 2009 yılında da siyasi müdahalelerle rağmen temel görüşünden sapmamış, 19 Şubat 2009 tarihinde verdiği kararda, Katma Protokol’ün 41. maddesinin hizmet sunumu ve alımına getirilen kısıtlamaları yasakladığını ve Türkiye’den hizmet sunanların ve hizmet alanların ve bu hizmeti taşıyan tır işçilerine konan yasaklar kaldırılmasının altını çizmiştir. Leyla Ecem Demirkan Davası’nın Arka Planı Leyla Ecem Demirkan davasının ana konusu Türk vatandaşlarının Almanya’ya ve diğer AB üye ülkelerine hizmet alımı için vizesiz seyahat hakkını oluşturmaktadır. Berlin-Brandenburg Eyalet Yüksek Mahkemesi 13 Nisan 2011 tarihinde aldığı bir karar ile merkezi Lüksemburg’da bulunan ve üye ülkelerin en yüksek ve son yargı mercii olan Avrupa Birliği Adalet Divanı’na (ABAD) ön karar almak için başvurmuştur. Avrupa Hukuku ve bunun ayrılmaz bir parçası olan A(E)T/AB 30 Vizesiz Avrupa ile İlgili Kararlar Türkiye Ortaklık Hukuku alanında da başvurulan bu yöntemle Alman Mahkemesi ABAD’a cevaplaması için iki soru yöneltmiştir: Katma Protokol’ün 41. maddesinin 1. fıkrasında zikredilen “Hizmetlerin Serbest Dolaşımı” terimi altında, hizmet sunumu yanında hizmet alımı (pasif hizmet alımı) yorumu çıkmakta mıdır? A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Hukuku’nda ön görülen mevcut lehe olan durumu koruma ilkesi pasif hizmet dolaşımını da kapsamakta mıdır? Bir başka deyim ile davacı gibi bir hizmet sunmak için değil, sadece akrabalarını ziyaret etmek için giden ve bu yolla da pasif hizmet alan ve orada 3 aya kadar kalmak isteyen bir kişi bu maddeye dayanarak vize almadan seyahat etme hakkı olduğunu iddia edebilir mi? Demirkan Davasının Gelişimi Birçok çalışmamızda vurgulandığı gibi Türk vatandaşlarına uygulanan vize bir AB üye ülkesine hizmet sunmak için giden vatandaşlarımız için bu güne kadar verilen 6 ATAD/ABAD kararı ile kaldırılmıştır. Başta Avrupa Komisyonu olmak üzere üye ülkeler bu kararların sadece hizmet sunumunu, onu da çok sınırlı, kapsadığından yola çıkarak hizmet edinimi durumunda olan kişilerin vizesiz seyahat hakkı olmadığı tezini savunmakta idiler. Buna karşın Leyla Ecem Demirkan davasında bu konu yedinci kez ve ümit edelim son kez dünyanın en güçlü organize olmuş ve mükemmel bir servisi olan ABAD‘ın önüne bir daha gelmez. Davacı, 1993 yılında doğan ve halen Türkiye’de oturmakta olan bir Türk kızıdır. Davasına Ekim 2007 tarihinde yani 14 yaşında iken başlamıştır. Bu tarih de Ankara’daki Alman Büyük Elçiliğine annesi ile giderek Almanya’da yaşamakta olan üvey babasını ziyaret edeceğini annesiyle beraber ifade etmiştir. Ancak bu başvuru 5 Ekim 2007 tarihinde Büyük Elçilik tarafından geri çevrilmiştir. Bu ret kararına hem annesi hem de kendisi Berlin İdare Mahkemesi nezdinde itirazda bulunmuşlardır. Açtıkları dava ile Almanya’ya vizesiz seyahat etme haklarının olduğunun tespit edilmesini istemişler, tamamlayıcı olarak da Almanya’nın kendilerine vize vermesinin gerektiğini belirtmişlerdir. Mahkeme sürerken anneye aile birleşimi çerçevesinde eşinin yanına gitmesi için vize verilmiştir. Böylece de annenin açtığı dava düşürülmüştür. Kızı Demirkan ise buna rağmen davasını devam ettirmiştir. Ona göre, 1970 de parafe edilen ve 1 Ocak 1973 de yürürlüğe giren Katma Protokol’ün 41. mad- 31 Harun Gümrükçü desinin 1. bendine göre Almanya’da yaşayan üvey babasını ziyaret edebilmesi için kendisine vize almadan izin verilmesi gerekmektedir. Çünkü aile ziyareti yapılırken de kendisinin hizmet alması gerekmektedir. Hizmet edinen bir kişi olarak kendisine vize almadan ziyaret izni verilmesi hukuken kaçınılmazdır. Kaldı ki Katma Protokol’ün yürürlüğe girdiği 1 Ocak 1973 de, o tarihlerde yürürlükte olan 1965 tarihli Almanya Yabancılar yasasına göre, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları 3 aya kadar Almanya’da kalmaları koşulu ile vize almaları gerekmiyordu. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için vize alma zorunluluğu 1 Temmuz 1980 den sonra Almanya Yabancılar yasasında yapılan bir değişiklik ile getirilmiştir. Bu değişiklik o zaman ki mevcut durumda lehte ki durumu kötüleştirdiğinden hukuken uygulanma durumu olmamalıydı ve bundan sonra da olmamalıdır. Davaya bakan ilk yerel mahkeme olan Berlin İdare Mahkemesi 22 Ekim 2009 tarihli verdiği bir karar ile davayı ret etmiştir. Bu yerel mahkemeye göre davacıya söz konusu maddelere dayanarak vizesiz olarak Almanya’ya seyahat hakkı doğmamaktadır. Bir üst mahkemeye itiraz eden Demirkan davasına Eyalet Yüksek Mahkemesi bakmayı durdurarak konunun Avrupa Hukuku’nu ilgilendirdiğinden yola çıkarak kararından önce ilgili ve son mahkeme olan ABAD’dan bir öngörüş/ önkarar almak için 13 Nisan 2011 tarihinde ona başvurmuştur. Kuruluşundan bu güne kadar ABAD’a 16.000 den fazla dava açılmıştır. Sadece Avrupa Komisyonu içinde barındırdığı 700 kişiyi aşkın hukuk bürosu ordusu ile her gün ABAD nezdinde ortalama 3 dava açmaktadır. ABAD’a yansıyan davaların içinde en yaygın dava şekli öngörüş/önkarar davalarıdır. ABAD nezdinde bu dava türünü sadece üye ülkelerin mahkemeleri açabilmektedirler. Üye ülkelerin yasalarının yüzde atmışından üstü AB tarafından düzenlendiğinden üye ülkeleri mahkemelerinin öngörüş ile görüş alma yöntemi hızlı bir şekilde artmaktadır. Bugün ABAD nezdinde açılan mahkemelerin yarıdan fazlası üye ülkelerin mahkemelerinin başvurusu sonucunda oluşmaktadır. Bu yolla da ulusal hukuk ile ulusüstü hukuk olan Avrupa Hukuku arasında sarsılmaz bir köprü oluşturulmuştur. Avrupa’daki Türklerin öncülüğünde yürütülen ve ABAD’a yansıtılan davalarda bu dava türünü oluşturmaktadır. ABAD, kendisine öngörüş almak için başvuran bu gibi mahkeme davalarına karar vermeden önce görüş bildirmeleri için tüm 27 üye ülkeye (bu ülkeler arasında Bulgaristan, Estonya, Güney Kıbrıs, Malta gibi 2004 den sonra AB‘ye üye ülkelerde bulunmaktadır), Avrupa Komisyonu’na, Avrupa Mer- 32 Vizesiz Avrupa ile İlgili Kararlar kez Bankası’na, Avrupa Parlamentosu’na, EFTA üye ülkeleri olan Lichtenstayn’a, Avrupa Birliğine üye olmak için aday olan İzlanda’ya ve Norveç’e göndermiştir. Konuya direk taraf olan Türkiye‘ye ise resmi kanallardan bu bilgiler iletilmemektedir. Her nedense Türkiye bu uygulamaya karşı 1987 den bugüne kadar bir tepki göstermemiştir. Kendisine karşı uygulanan bu ayrımcılığı protesto etmemiş ve ortadan kaldırtmamıştır. Lehteki durumu koruma görüşü bu arada AB ile Türkiye arasında sihirli bir anlam kazanmıştır. AB tarafı bu terim çerçevesinde verilen uğraşta hukuken kayba uğrar ise hemen arkasından ayrımcılık yasağı ve en nihayetinde fırsat ve muamele eşitliği yani eşit durumlarda eşit muamele hakkı gibi konuların gündeme geleceğini bilmektedir. Bir başka deyimle Türkiye’nin üyeliğini önlemek için bu kapının kapalı tutulması gerektiği düşüncesindedir. Mevcudu koruma muhafazakâr bir düşünce olmakla beraber Türkiye’yi üye yapmak isteyen ilerici güçler tarafından desteklenmektedir. Buna karşın Türkiye’nin üyelik sürecinin önünü kesmek isteyen konservatif güçler ise her yolu deneyerek bu kilidin kırılmasını önlemek istemektedirler. Bunun içinde hukuku çiğnemek, yanlış mahkeme kararları aldırtmak, Kamuoyunu yanlış bilgilendirmek gibi her yolu mubah saymaktadırlar. Türkiye’de ise iki yönlü bir görüş ortaya çıkmıştır. Bir tarafta mevcut durumu koruma için gerekli adımlar atılmak istenirken, diğer taraftan bu adımlara ters düşecek siyasi söylemler yapılmaktadır. İyimser bir bakışla, Türk tarafı mevcut durumu korumak isterken bununla beraber sadece bu durumla memnun kalmadığını bir an önce tam üyeliğe varabilmek için bir siyasi söylem geliştirdiği görülmektedir. Bu iki değişik strateji birbirini tamamlar şekilde koordine edil(e)mediğinden Ankara’nın söylemleri zaman zaman yanlış anlaşılmakta, zaman zaman da sanki bu mahkeme kararları Ankara’yı ilgilendirmiyor gibi bir sonuç çıkmaktadır. Bu arka plandaki gelişmeleri dikkate aldığımızda Demirkan olayının neden en fazla ilgi toplayan davalardan biri olarak devam ettiği, daha net anlaşılmaktadır. İlk kez böyle bir davada tüm 27 üye ülke ABAD’a görüşlerini bildirmişler ve istisnasız hepside Vizesiz Avrupa hakkımızı reddederek mahkeme üzerinde ciddi bir baskı oluşturmaya çalışmaktadırlar. 6 Kasım 2012 tarihinde, saat 09.30’da davanın sözlü duruşması mahkemenin merkezi olan Lüksemburg’da ki en büyük salonda 15 hâkim, Avrupa Komisyonu’nun hukuk temsilcileri, Kanun Sözcüsü, üye ülkelerin temsilcileri ve 33 Harun Gümrükçü tarafların katılımıyla yapılacaktır. Sözlü duruşmaya en geniş ve en kapsamlı hazırlık Almanya tarafından yapılmıştır. Ayrıca sözlü duruşmada Avrupa Hukuku’nun bekçisi olan Avrupa Komisyonu’nun alacağı tavır da merakla beklenmektedir. Bilindiği gibi Komisyon 19 Şubat 2009 tarihinde Soysal/Savatlı kararı aşamasında ABAD’a yazılı sunduğu görüşünde davacıları haklı bulan bir sonuca varır iken, uğradığı siyasi baskıya dayanamayarak fikrini değiştirmiş ve yazılı görüşünü sözlü duruşmada geri çekmiştir. Bunun üzerine mahkeme başkanı tarafından azarlanan AB Komisyonu temsilcisine mahkeme başkanı şu ifadeyi kullanmaktan kendisini alamamıştır: “Gece gaipten sesler alarak mı bu sonuca vardınız.’’ Demirkan davasında da Komisyon’un tekrar “gaipten sesler alıp’’ bu sefer hem yazılı görüşünü hem de sözlü sunumunu gaipten ses verenlerin ve üfürükçülerin istediği doğrultuda geliştirip geliştirmeyeceği, merak konusudur. Ümit edelim ki gaipten ses verenler etkili nefes güçleriyle şimdiye kadar hukuka sadık kalan ve hukukun gereğini yerine getiren ABAD hakimlerini de etkileyerek hukuken yanlış bir karar vermelerine sebep olmazlar. Bu çalışmanın bundan sonraki bölümünde mahkemeye görüş bildiren 27 üye ülke arasında Almanya’nın sunduğu en kapsamlı ve en geniş görüşü dikkate alınarak üye ülkelerin nasıl Ortaklık Hukuku metinlerini yanlış ve eksik yorumlamaları analiz edilecek ve bazı somut alanlarda karşı görüş geliştirilecektir. Demirkan Davası’nda Almanya’nın Görüşü ve Karşı Görüş Almanya’nın görüşü diğer üye ülkelerin görüşünden daha somuta indirgenmiş ve daha kapsamlı bir görüş sebebiyle burada diğer hukuki güvencesizliği yaratan ülkeler adına da örnek alınmıştır. 9 Eylül 2011 tarihinde mahkemeye ulaşan bu görüş 23 sayfadan oluşmaktadır (Bkz.: ADAD’a gönderilen 7. 09. 2011 tarihli Alman Hükümeti’nin Görüşünü İçeren Yazılı Rapor). Almanya yazılı görüşünde mahkemenin Soysal ve Savatlı davasında sadece tır şoförlerin vizesiz AB’ye girme hakları olduğu yorumuna varmıştır. Bunun dışında, Alman resmi görüşüne göre, bazı alanlarda da vizesiz girme hakkı olmakla beraber bu hak herkes için geçerli değildir, özellikle sınır aşan sanayi malları taşımacılığı bu alana girmemektedir. Almanya’nın bu görüşü 1973 de geçerli olan ve her Türk vatandaşını kapsayan 3 aya kadar vizesiz seyahat hakkını inkâr anlamına gelmektedir, kaldı ki ABAD 2007 tarihinde Tüm ve Darı kararında iki Türk maceraperestin 1973 tarihinde 34 Vizesiz Avrupa ile İlgili Kararlar topluluk üyesi ülkelere Türklerin vizesiz girme hakkı olduğunu karar altına almıştır. Almanya hükümetinin görüşünü belirten raporun 5. sayfasında Katma Protokol’ün 41. maddesinin 1. bendinin Almanya’yı ve diğer ülkeleri bağladığı kabul edilmektedir. Türk vatandaşlarının bu maddeye dayanarak hak iddia edebilecekleri Almanya tarafından kabul edilmektedir. Hatta, Almanya daha da ileri giderek bu madde ile çelişen Alman ulusal yasalarının ilgili hükümlerinin Türklere uygulanamayacağını ABAD’ın 20 Eylül 2007 tarihli Tüm ve Darı kararının 46. kenar notunu baz alarak kabul etmektedir. Buna karşın Almanya hizmet sunumu konusundaki hukuki engellerin kalkması gerektiğinin altını çizerken hizmet alımı konusunda olan Türklere böyle bir hakkın doğmadığı görüşündedir. (Krş. s. 6) Almanya bu hukuki görüşünü güçlendirmek için ise Katma Protokol’ün yazılı dillerinin hepsinin hukuken geçerli olduğunu ileri sürmektedir. Alman Hükümeti’nin yazılı görüşünün 13. kenar notuna ve Katma Protokol’ün 64. maddesine göre söz konusu metin Almanca, Fransızca, İtalyanca, Hollandaca dillerinde yazılmıştır. Bu dillerde ki metinlerin hepsi hukuken bağlayıcıdır. 41. maddenin 1. bendi yukarıdaki dillerde göz önünde bulundurulduğunda sadece Almancası’nın hem hizmet alımı hem de hizmet sunumunu kapsadığı iddia edilmektedir. (Kenar no.: 13) Bu görüş doğru olsa idi o zaman 1973’de Katma Protokol’de de hizmetlerin edinimi ve sunumu konusunda iki değişik madde oluşturmak gerekiyordu, kaldı ki ABAD verdiği değişik kararlarda hizmetlerin serbest dolaşımı terimini aktif hizmet sunumu ve pasif hizmet alımı şeklinde hiçbir zaman ayırmamıştır. Şimdiye kadar bu alanda yapılmayan bu ayrım ve aynı maddeyi yorumlamak için verilecek 7. kararda yapılmasını beklemek mahkemenin daha önceki kararlarını inkâr anlamına gelecektir. Unutulmaması gerekir ki, Katma Protokol’ün 41. maddesi ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Roma Antlaşması’ndaki hizmetlerin serbest dolaşımına dönük ilgili 59. madde ile aynı içeriktedir. Bu 59. madde konusunda ABAD daha önce 31 Ocak 1984 tarihli Luise ve Carbone kararını vermiştir. Bu hukuki durumun ve onun yorumunun farkında olan Almanya yazılı görüşünde bu konuya dikkat çektikten sonra Katma Protokol’ün 41. maddesinin yorumlanmasında aynı yöntemin uygulanmaması gerektiği iddiasında bulunmaktadır. (Kenar no. 17, s. 8) Yine Almanya yazılı görüşünde ABAD‘ın bu konuda Avrupa Topluluğu Antlaşması’ndaki öngörülen hizmetlerin serbest dolaşımı ile Katma 35 Harun Gümrükçü Protokol’deki öngörülen hizmetlerin serbest dolaşımına getirilecek yorumunda aynı kriterleri kullandığına dikkat çekmektedir. Özellikle Almanya bu konuda 21 Eylül 2003 tarihli Abatay/Şahin Karar’ının 112 nolu kenar numarasına atıfta bulunmaktadır. Almanya’nın bu doğru tespitine rağmen bir sonraki kenar numarasında dildeki benzerlik ve kelimelerin aynı olması Avrupa Hukuk’unda verilen anlamın Ortaklık Hukuku’nda verilen anlamla aynı olacağı sonucuna varılmaması olduğu iddiasında bulunmaktadır. Bir başka deyimle Almanya ABAD’ın Avrupa Birliği’ni Kuran Roma Antlaşması’nın 59. maddesinin yorumunda geliştirdiği prensiplerin Katma Protokol’ün 41. maddesini yorumlarken temel alması yanlış olacağı iddiasında bulunmaktadır. Almanya’nın bu görüşü mahkeme tarafından kabul görür ise gerek 1961 de imzalanan Atina ve gerekse 1963 de imzalanan Ankara Antlaşması ve onu tamamlayan Katma Protokol’ün Avrupa Hukuku’nun bir parçası olduğu yorumlarının da retti anlamına gelir. Bu, 1974 de ATAD’ın Haegeman Karar’ından (Yunanistan’ın açtığı bir dava) başlayarak bu güne kadar verdiği ve henüz üye olmayan AB üye ülkelerine dönük tüm kararları inkâr anlamına gelebilecektir. ABAD’a gönderilen 07.09.2011 tarihli Alman Hükümet Görüşünü kenar no 20 deki görüşü ise daha da gariptir. Bu teze göre İsviçre ile yapılan hizmetlerin serbest dolaşımı ve ilgili maddeleri Avrupa Hukuku çerçevesinde birebir yorumlanmamıştır. Bu ifadenin doğru olup olmadığı kontrol edilmemiş olmakla beraber, Alman hükümet temsilcisi bir hususu unutmuştur. O da, İsviçre’nin hiçbir zaman AB üyesi olmak için bir başvurusunun olmadığı, Türkiye’nin ise Gümrük Birliği sürecini tamamlamış ön kapıda bekleyen aday bir ülke olduğudur. Bu çalışmamızda Alman Hükümeti’nin ve diğer üye ülkelerin tüm görüşlerinin burada sergileyerek onlara tek tek cevap vermek çok geniş yer alacaktır. Ancak Alman hükümetinin görüşünde öyle ifadeler bulunmaktadır ki, onları toparlanıp değerlendirilmezse bu çalışma eksik kalmış olur. Bu anlamda Alman hükümetinin kenar numarası 35 de ki ifadesi gerçekten şaşırtıcıdır. Hükümet temsilcisi ABAD’ın bugüne kadar verdiği 6 kararına rağmen mevcut haklarda kötüleştirme kuralının direk geçerli olup olmadığından şüphe etmektedir. Bu şüphesini dile getirdikten sonra, direk geçerli olsa ve Alman ulusal yasalarını ikame etse bile, Türk vatandaşlarına vizesiz olarak Almanya’da kısa süreli bulunma haklarının olmaması bir kötüleştirme olmadığı iddiasında bulunmaktadır. (Kenar no.: 35, s. 12) Bu görüş 36 Vizesiz Avrupa ile İlgili Kararlar ile Almanya sadece 6 ayrı mahkeme kararını ret etmekle kalmamakta, aynı zamanda mevcut durumda kötüleştirme kavramını da çarpıtmaktadır. Bunu takip eden kenar notunda hükümet temsilcisi hizmet sunumu alanında mahkemenin vermiş olduğu Soysal/Savatlı kararını çok dar yorumlayarak sadece sınır aşan tır şoförlerine indirgemektedir. Bu bakışı ile de ABAD’ın kararlarının tek tek davalarla ilgili olmadığını genel geçer bir çerçeve çizdiği gerçeğini inkâr etmektedir ve dolaysıyla Avrupa Hukuku’nun ulusüstü ve genel geçer olduğu özelliğini ret etmektedir. Daha da önemlisi hizmet sunumu için alınan bu kararlar ve onların temel prensiplerinin hizmet alımına dönük verilecek bir kararda kullanılmaması gerektiği gibi mantıkla izah edilemeyecek bir sonuca varmaktadır. (Bkz.: ABAD’a gönderilen 7. 09. 2011 tarihli Alman Hükümeti’nin Görüşünü İçeren Yazılı Rapor, kenar no 36-37, s. 12-13) Alman Hükümet temsilcisinin görüşünün devamında her komedyenin arayıp ta bulamayacağı yeni görüşlere ulaşmakta mümkündür. Buna dönük bir görüş de 38. kenar notunda dile getirilmekte ve aile ziyaretleri için gerekli vize başvurularında genel formaliteler istendiği ileri sürülmekte ve bu şekliyle de hizmet sunumu başvuruları için daha kolay vize alınabilineceği iddiasında bulunmaktadır. Alman hükümet temsilcisinin bu görüşünün doğru olup olmadığının pratikte deneme şansımız bulunmamaktadır. Doğru olduğundan yola çıksak bile daha önce vizesiz gitme hakkı olan bir kişiden Büyükelçiliğe gitmesinin, kendisinden istenen belgeleri Büyükelçiliğe sunmasının ve en az 60 Avro gibi bir para ödemesinin mevcut durumu kötüleştirmeme altında görmemek, dildeki terimleri eksik anlama dışında ifade etmek imkânsızdır. Bir başka deyimle Orwell’in “1984” kitabında belirttiği gibi insanlardan ‘hürriyeti kölelik’ olarak anlama ‘barışı savaş’ diye yorumlama Stalinci bir zihniyet tarafından beklenilmekteydi. 2012 yılında Orwell’in dilini temel alır isek Alman Hükümet Temsilcisi bizden ‘kötüleştirmeyi iyileştirme’ olarak anlamamızı beklemektedir. Bu çok ciddi olan hukuki durumun trajik komik bir dille ifade etmek düşündürücü olmakla beraber, dünyanın üçüncü büyük bir ülkesinin temsilcisinin hukuku inkâr etme anlamında kullandığı bu akrobatik argümanların, eğer batının anladığı ‘hukukun üstünlüğü’ ve demokrasi kültürüne zarar verme tehlikesi olmasa idi, belki hoş karşılanabilinirdi. Ancak durum batının kendi değerlerini ret etme ve kendi mahkeme kararlarını alaya alma gibi bir ciddiyet arz etmektedir. Kaldı ki Alman Hükümet Temsilcisi’nin kötüleşme yasağına iyileştirme olarak sunmak için uy- 37 Harun Gümrükçü guladığı akrobatik argümanlar bununla da sınırlı kalmamaktadır. Bu durumu da mahkemeye sunulan raporun 39. kenar notunda görülmektedir. Buna göre ziyaret vizesi almak isteyenlerin Büyükelçiliğe gitmeleri artık gerekmeyecektir. Ayrıca belli koşullar yerine getirildiğinde bu kişilerin ödedikleri vize masrafları da azaltılacak, hatta kaldırılacaktır. Alman hükümetinin vaatleri bununla da kalmamakta daha fazla kolaylıklar getirileceği anlatılmaktadır. Ancak bunların ne olduğu belirtilmemiştir. Bu, 2007 yılında Birleşik Krallığın yazılı vaadine benzemektedir. O tarihlerde ABAD Tüm/Darı kararını verince Birleşik Krallık bir açıklama yaparak bu kararın ne anlama geleceğini kamuoyuyla paylaşacağını bildirmişti. Aradan beş yıl geçti Birleşik Krallık susuyor ve onun Ankara’daki büyükelçiliği de susuyor. Türkler de susuyor. Buna rağmen ABAD’a gönderilen 7. 09. 2011 tarihli Alman Hükümeti’nin Görüşü’nü İçeren Yazılı Raporda kısa bir süre Almanya’da kalmak için vize almak bir kötüleştirme değildir sonucuna varmaktadır. Bu ifade karşısında yine Orwell’e dönerek ‘vize almamak vize almaktır’, ‘kötüleştirmek, iyileştirmektir’, ‘kolaylık sağlamak, zorlaştırmaktır’ diye bir sonuca varmak yanlış olmasa gerekir. Bu cümleler 1940’lardaki Stalinci zihniyeti Sovyetlerde anlatmak için kullanmış olabilirdi, ancak 2012 Avrupası’nda Türkiye söz konusu olunca resmi yazılarında ve mahkemeye sunduğu görüşlerinde aynı mantıksal bir silsile oluşturması Avrupalılık açısından oldukça düşündürücü olması ve tarafımızdan dikkatlice takip edilip sorgulanması gerekmektedir. Durum artık bir mahkeme kararının sonucunu aşmış, Avrupalılığın sorgulanmasına dönüşmüştür.4 4 Yukarıdaki analizler ABAD’a gönderilen 07.09.2011 tarihli Alman Hükümeti’nin Görüşü’nü içeren Yazılı, 23 sayfalık raporundan 13 sayfasına kadar dönük karşı görüşlerden oluşturmuştur. Hükümet Temsilcisi’nin görüşleri ise 63 kenar notundan oluşturulmuştur. Daha önce belirtildiği gibi bu rapor 23 sayfadır. Bilimsel mantıktan uzak, Avrupalılık prensiplerine ters düşen Avrupa’nın bildiği rasyonalitelilik görüşünü arka plana iten bu raporun daha fazla analiz yapılması gereksizdir. Şimdiye kadar sunulan görüş ve karşı görüşlerle konu yeterince açıklığa kavuşturulmuştur. Söz konusu raporun devamını okumak isteyen ve yorum getirmek isteyen ilgililere bu rapor tarafımızdan iletilebilinir. 38 Avrupa Yolundaki Türkiye Avrupa Yolundaki Türkiye: Mevcut Durumun Geriye Doğru Kötüleştirilmemesi Kuralı ve Vizesiz Seyahat Prof. Dr. Harun Gümrükçü* 1. Sorunun Ortaya Konuşu 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması ile birlikte Türkiye, Avrupa (Ekonomik) Topluluğu/Avrupa Birliği (A(E)T/AB)1 üye ülkelerine yakından bağlanmıştır.2 1960’lı yıllardaki ismiyle Avrupa Ekonomik Topluluğu Komisyonu’nun o zamanki Alman Başkanı Walter Hallstein’in ifadesine göre, Türkiye kısa bir g eçiş döneminden sonra AET’ye tam üye olarak katılacaktı.3 Bunun üzerinden neredeyse elli yıl geçti. Bu yüzyılın ilk on yılının ortasına doğru Avrupa Komisyonu Türkiye ile 17 Aralık 2004 tarihinde üyelik müzakerelerinin başlatılmasına karar vermişti. O tarihten günümüze kadar devam eden sıkı pazarlıklara rağmen Brüksel’deki yetkililer, Batı standartlarıyla karşılaştırıldığında Türkiye’de ekonomik, hukuki ve sosyal yaşamın birçok alanında üyelik yolunda engel teşkil eden eksiklikler görmektedirler. * Akdeniz Üniversitesi 1 1958 yılında Roma’da kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu kısaltılmış şekliyle AET şeklinde ifade edilirken, 1978’den sonra Avrupa Topluluğu (AT) ve en nihayet 1992 Maastricht Antlaşması’ndan sonra da kısaltılmış şekliyle Avrupa Birliği (AB) kullanılmaya başlanmıştır. 2 Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Türkiye arasında bir ortaklık/ön üyelik kurulmasına dair 12 Eylül 1963 tarihli antlaşma OJ L L 217, 29.12.1964, s. 3687. 3 Walter Hallstein, 12 Eylül 1963: Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında Ankara’da yapılan Ortaklık Antlaşması İmza Töreni münasebetiyle gerçekleştirdiği konuşma. 39 Harun Gümrükçü 1999 yılından itibaren yayınlanmaya başlanan Avrupa Topluluğu Komisyonu İlerleme Raporları haklı olarak sürekli Türkiye tarafından yerine getirilmeyen “ev ödevlerine” atıfta bulunmaktadır. Buna karşın kendilerinin ev ödevlerini hep görmezlikten gelmektedirler. Avrupa (Ekonomik) Topluluğu/ Avrupa Birliği – Türkiye ilişkilerinin neredeyse elli yıllık bir geçmişe sahip olduğu gerçeğine karşılık, sanki Türkiye 1990’lı yıllarında AB üyeliğine başvuran bir Doğu Avrupa ülkesi gibi ve hatta onlardan daha aşağıda statüsü olan bir ülke gibi algılanmaktadır. Bilinçli olarak yapılan bu yanlış yorumlama ve buna bağlı olarakta yürütülen dışlama politikası gerçeğinden dolayı aşağıdaki sorular ortaya çıkmaktadır: • Bu uzun süreç içinde Avrupa (Ekonomik) Topluluğu/Avrupa Birliği • • • • üye ülkeleri Türkiye’ye karşı antlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getirmişler midir ve ev ödevlerini eksiksiz yapmışlar mıdır? Hayır ise bunların İlerleme Raporlar’ında açıklanmaları gerekmez mi? AB’nin eksikliklerinin nerelerde olduğu sıralanmayacak mıdır? Hangi siyasi nedenlerle bu gerçekler örtbas edilmektedirler? Bu eksiklikleri ve mevcut açıkları Avrupa Birliği üye ülkeleri nasıl ortadan kaldırabilirler? Daha farklı bir ifade ile AB üye ülkeleri bu eksikliklerini ortadan kaldırmak ve antlaşmanın ilgili hükümlerini yerine getirmek arzusundalar mı? Hayır ise bunların yarattığı hukuki güvencesizlik nasıl çözülebilinir? Yukarıda ifade edilen ilerleme raporları içinde yer verilmeyen AB üye ülkelerince yapılmamış ev ödevleri, yaratılan hukuki güvencesizlik ve bunlarla ilgili olarak görülen siyasi açıklara, hukuku inkârcılığa ve eksiklere işaret etmek ve gerekli çözüm önerilerinde bulunmak Avrupa Birliği Komisyonu’nun görevi ve hatta yükümlülüğü (pflichtgemässer Auftrag) değil midir? Dürüst bir aracılık görevi üstlenmesi gereken Avrupa Birliği Komisyonu işini yapmayarak yasalara karşı gelme veya en azından görevini suistimal etme olarak yorumlanabilen böylesine bir hatayı üzerine alabilir mi? Alıyorsa nedenlerini nerelerde aramak lazım? Avrupa Birliği veya atmışlı, yetmişli ve seksenli yıllarındaki ismiyle Avrupa (Ekonomik) Topluluğu – Türkiye ilişkilerinin sosyal boyutları ile hukuki unsurları nerede kalmaktadır? Bu boyutlar neden inkar edilmektedirler? 40 Avrupa Yolundaki Türkiye Bu çalışmada, yukarıdaki sorular, uluslararası antlaşmalara veya AB-üye ülkelerinde yürürlükte olan ulusal yabancılar yasasına değil, ulusüstü özellikte olan antlaşmalara daha somut olarak A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Hukuku’na dayanılarak yanıtlandırılmaktadır. Bu çerçevede, vize alma zorunluluğuna bırakılan Türk vatandaşlarının Avrupa Hukuku açısından konumuna ışık tutulacaktır. Merkezi noktada bu vatandaşların AB’ye dâhil olan ülkeler ile ne derece eşit tutulduğu, nerede eksiklerin olduğu, bu eksiklerin nasıl giderilmesi gerektiği ve 1973’teki Mevcut Durumun Geriye Doğru Kötüleştirilmemesi Kuralı ışığında Ortaklık Hukuku’nun uygulanmasının veya hayata geçirilmesinin Türk vatandaşlarının haklarını geri alması açısından nasıl etkiler yarattığı gibi sorular ortaya çıkmaktadır. Bunu aşağıda ayrıntılı olarak açıklayacağım. Ancak öncelikle bu konuya dönük olarak yön verici birkaç soru sormak istiyorum: • Ulusal iş piyasasının korunması veya işçilerin dolaşım serbestîsinin sınırlanması ile “ürün, yatırım, para akışı, bilgi ve ulaşım alanındaki pazarların dünya çapında açık olması” anlamına gelen küreselleşmenin hedefleri nasıl örtüşmektedir? • A(E)T/AB’nin tek ekonomik pazar haline gelebilmesi için gerekli dört serbestiden (malların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı, seyahat ve yerleşme serbestisi) Türkiye söz konusu olunca hizmet ve emek ayağının aksaması sistemin temel ilkelerine aykırı değil midir? • AB üye ülkelerinin ulusal iş piyasasını Türkiye’ye karşı geniş kapsamlı koruması ile ortaklar arasında kabul edilen temel antlaşmalar ve sınırlı Gümrük Birliği’nin geçerli ticaret kuralları birbiriyle ne derece uyuşmaktadır? Avrupa geneline açılmak için sermaye ve mal siyam ikizleri gibi birbirine bağlılar ise, o halde istihdam piyasası da en azından benzer şekilde değerlendirilemez mi ve değerlendirilmemeli midir? • Türkiye’de faaliyet gösteren Avrupalı yatırımcıların siyasi, hukuki veya bürokratik politikalar bakımından yurtiçindeki işletmelerle karşılaştırıldığında herhangi bir haksızlıkla karşılaşmamaktadırlar. Bu gerçek karşısında Avrupa’da yatırım yapmak isteyen Türk yatırımcılara yapılan ayrımcılık temelli haksızlık nasıl meşrulaştırılabilinir? Buna karşılık, Türkiye’den giderek AB üye ülkelerinde yaşayan göçmenler için aynı durum söz konusu mudur? 41 Harun Gümrükçü • Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın nimetlerinden sosyal sektör değil de sadece üretim ve finans sektörleri yararlanıyor ise, A(E) T/AB Türkiye ilişkilerinde Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması çerçevesinde resmi bir beyan olarak yer alan “iştirakçi ortakların refahını artırmak” şeklindeki söylem ne anlama gelmektedir? 2. Ulusal Hukukun Üstündeki Hukuk Kurumu Olarak Ortaklık/Ön Üyelik Türkiye ve Avrupa (Ekonomik) Topluluğu arasında 1963 yılına ait Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması ve 1970 yılında imzalanan Katma Protokol olmak üzere iki temel hukuk kaynağı bulunmaktadır. İkincisi daha geniş kapsamda tanımlanmış ve uygulamaya yönelik olarak daha net biçimde düzenlenmiştir. Bu temel hukuki dayanaklar, ellinin üzerinde hukuken bağlayıcı Ortaklık Konseyi Kararı4 yoluyla daha da genişletilmiş ve uygulamaya geçirilmeye uygun hale getirilmiştir. Bu iki hukuki kaynak Ortaklık Hukuku’nu oluşturmaktadır. Ortaklık Hukuku, eşit koşullarda ortaklığı amaçlamakta, tam üyeliği son hedef olarak öngörmekte, akit taraflar arasındaki ticaret esası konusunda partnerlik temelinde müzakerelerde bulunmakta, ulusüstü özelliği sayesinde sadece merkezi Lüksemburg’ta Avrupa Topluluğu/Birliği Adalet Divanı (ABAD/ ATAD),5 2009 Aralık’tan itibaren “Birlik”, tarafından yorumlanmaktadır. Ortaklık çerçevesinde yer alan serbest dolaşım, gidilen üye ülkede dışlanmadan yaşama, oturma ve ikamet hakkı (Assoziationsfreizügigkeit)6 akit ta4 Ortaklık Konseyi’nin görev alanı Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın 22. maddesinin birinci paragrafında tanımlanmaktadır: “Antlaşmanın hedeflerini gerçekleştirmek için ve öngörülen durumlarda Ortaklık Konseyi’nin karar verme yetkisi vardır. Her iki taraf kararların uygulanması için gerekli olan tedbirleri almaya yükümlüdür…”. 5 Hukuk literatüründe 2009 yılına kadar Avrupa (Ekonomik) Topluluğu AET/AT Hukuku terim olarak kullanılmıştır. Ancak 1 Aralık 2009 da Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden sonra ise AET/AT Hukuku terimi yerini Avrupa Birliği Hukuku kavramına bırakmıştır. Bu çalışmada da bu tarihten sonrakı anlatımlarda Avrupa Birliği (AB) Hukuku kavramı kullanılacaktır. Buna bağlı olarakta ATAD yerine ABAD terimi kullanılmaya başlanmıştır. Avrupa Topluluğu/Birliği Adalet Divanı ATAD/ABAD kararları ise, veriliş tarihlerine göre ATAD veya ABAD kararları olarak adlandırılacaklardır. Kararlara ise ABAD’ın internet sitesinden tam metnine ulaşmayı sağlayan numaraları verilecektir. (http://curia. europa. Eu) . 6 Hamburg Üniversitesi’nde bir doktora tezi bu başlık altında yayımlanmıştır. Bunun için bkz. Gutmann, R.: 1996: Türk Vatandaşlarının Ortaklık Çerçevesinde Serbest Dolaşım ve İkamet Hakkı: Keşfedilişi ve İçeriği, Baden-Baden. Bu konu ilk kez Gümrükçü tarafından kitaplaştırılmıştır. Krş. Gümrükçü, H., 1991: Göçün 30. Yılında TÜRKİYE-ORTAK PAZAR İlişkileri ve Unutulan Alternatif SERBEST DOLAŞIM, İstanbul. 42 Avrupa Yolundaki Türkiye rafların bunu adım adım yerine getirmesi fikrine dayanmaktadır. Bu amaçla 1976 ve 1980 yıllarında oybirliğiyle alınmış 2/76, 1/80 ve 3/807 no’lu üç Ortaklık Konseyi kararı mevcuttur. Bu kararlara göre, başka bir sözleşme tarafının sınırları dâhilinde yaşayan vatandaşlara mevcut ulusal düzeydeki yabancılar yasasının öngördüğünden daha fazla ve daha geniş hak tanınmaktadır. Bunun sonucunda bu göçmen grup için ulusal yabancılar yasasının rolü ikinci derecedir yani talidir, sınırlıdır. Bu hakların hayata geçirilmesinde AB tarafında uluslararası, ulusüstü ve ulusaltı aktörler arasında muazzam bir çıkar çatışması oluşmuştur. AB üye ülkeleri arasında yaşanan iç politikayla ilgili bu alandaki fikir çatışması sonucunda ulusaltı aktörler ulusal politika yaklaşım tarzıyla göç sorunu konusunda ulusal politikada sözlerini geçirdiler ve böylelikle Avrupa Hukuku ve dolayısıyla Ortaklık Hukuku ilkelerini reddetmiş oldular. Aynı zamanda Antlaşmanın akit tarafları arasındaki müzakerelerde bu kararları onaylamış olan ulusüstü aktörlerin meşruluğunu bu konu da görmemezlikten geldiler. Dahası görevleri dâhilinde olmasına rağmen ülkeye mahsup eyaletlerin, diğer yasama organlarının, idari makamların, mahkemelerin, Ortaklık Konseyi’nin karar hükümlerini Topluluk Hukuku olarak yerine getirmeleri gerekmektedir. Avrupa Hukuku’na riayet edilmemesinden dolayı Avrupa Türkleri tarafından üye ülkelerin ulusal mahkemelerinde özellikle Almanya, Avusturya, Birleşik Krallık’ta ve Hollanda’da zaman içinde pek çok mahkeme kararı aldırtılmıştır. Bu mahkemelerin, söz Avrupa Hukuku olduğundan dolayı, kendi kararlarını vermeden önce, üye ülkelerin en yüksek ve en son yargı mercii olan ABAD’a bir ön görüş kararı aldırma (Vorabentscheidungsverfahren) kapsamında başvurmaları zorunludur. Ulusal mahkemelerin bu başvuruları sonucu ATAD/ABAD tarafından 1987 ila 2012 yılları arasında Avrupa Hukuku‘nun bir parçası olan Ortaklık Hukuku’na yönelik ve dolayısıyla ulusüstü 50’yi aşkın karar alınmıştır.8 1973 yılında Katma Protokol’de yer verilen Mevcut Duru7 Bununla ilgili ilk ayrıntılı araştırma Gümrükçü tarafından kamuoyuna sunulmuştur. Bkz. Gümrükçü, H.; 2002: Türkiye ve Avrupa Birliği: İlişkinin Unutulan Yönleri, Dünü ve Bugünü, İstanbul ve Hamburg, Bkz. özellikle s. 181-214 arası sayfalar. 8 Gümrükçü, Harun; 2009: “Vize ve Vize Ötesi Haklar için Doğru Adımlar”, Gümrükçü, Harun (yay.), 2009: Vizesiz Avrupa’ya Giden Yol İnişler, Çıkışlar, Vurdumduymazlıklar ve Bir Hak Arama Kavgasının Anatomisi, Ankara, Aralık 2009, s. 30 - 48. Ayrıca bkz. PINAR, Hamdi 2009: “The Freedom of Establishment and Free Movement of Service Between European Union Member States and Turkey. In the light of the ECJ decisions”, Gümrükçü, Harun (yay.), 2009: Vizesiz , a.g.e., s. 68 - 89. 43 Harun Gümrükçü mun Geriye Doğru Kötüleştirilmemesi Kuralı’nın (madde 41) uygulanması için 11’i aşkın hukuken bağlayıcı ATAD/ABAD kararı yayınlanmıştır.9 Tüm üye ülkeler tarafından dikkate alınması ve uygulanması gereken bu kararlar nedeniyle, Katma Protokol’ün 41. maddesinde yer alan 1973 yılında çıkarılan Mevcut Durumun Geriye Doğru Kötüleştirilmemesi Kuralı, Ortaklık Hukuku’na dayalı ve bu nedenle yasal olarak bağlayıcı bir hak olarak doğrulanmıştır. Tüm bunların yasal çerçevesini çizen 1963 tarihli Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması; Türk halkının yaşam standardını iyileştirmek ve ileride Türkiye’nin Birliğe katılmasını kolaylaştırmak10 amacıyla madde 13’te yerleşme özgürlüğü kısıtlamalarının ortadan kaldırılmasını11 ve madde 14’te serbest hizmet dolaşımını12 öngörmektedir. 62. maddeden dolayı Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın bir parçası olan 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol, konuyla ilgili somut, uygulamaya yönelik hukuki çerçeveyi netleştirmiştir: Katma Protokol’ün 41. maddesi şöyledir: “(1) Sözleşme tarafları kendi aralarında yeni yerleşme özgürlüğü ve ser best hizmet dolaşımı kısıtlamaları getirmeyecekler. (2) Ortaklık Konseyi, Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşmasnın13. ve 14. maddelerdeki esaslara dayanarak sözleşme taraflarının yerleşme özgürlüğü ve serbest hizmet dolaşımı kısıtlamalarını adım adım ortadan kaldırmaları için zaman sırasını ve ayrıntıları netleştirir.“ Bu konu ile Ortaklık Konseyi de ilgilenmiş ve ikinci dereceden yasal ve 9 En önemli kararlar için bkz. : 11.05.200 tarihli Savaş, ( C-37/98), 2003 yılında Abatay/Şahin (C-317/01), 2007 yılında Tüm/Darı (C-16/05), 2009 yılında Soysal/Savatlı (C-228/06), Eylül 2009 tarihinde Şahin (C-242/06) ve nihayet 9 Aralık 2010 tarihinde Toprak (C-300/09) kararı. Halen ABAD nezdinde Demirken Davası’da yürümektedir. Bu davanın 2013 yılının ilk aylarında sonuçlanması beklenmektedir. 10 Bkz. Önsöz’ün dördüncü kuruluş fikri ve 12 Eylül 1963 tarihli Avrupa Ekonomi Topluluğu – Türkiye Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın 28. maddesi. 11 Madde 13 belirtmektedir ki: “Antlaşma tarafları, yerleşme özgürlüğü kısıtlamalarını ortadan kaldımak amacıyla Topluluğun kurulmasına yönelik olan Antlaşmanın 52. maddesinden 56’ıncı maddesine kadar olan maddeleri ve 58. maddesi tarafından yönetilmeyi kararlaştırırlar.” 12 Madde 14 şöyle buyurmaktadır: “Antlaşma tarafları, serbest hizmet dolaşımı kısıtlamalarını ortadan kaldırmak amacıyla Topluluğun kurulmasına yönelik olan Antlaşmanın 55., 56’. ve 58’den 65’e kadar olan maddeler tarafından yönetilmeyi kararlaştırırlar.” 44 Avrupa Yolundaki Türkiye hukuken bağlayıcı kararlar çıkartmıştır. Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması tarafından oluşturulan Ortaklık Konseyi13 bu konuya ilişkin 19 Eylül 1980 tarihinde 1/80 No’lu kararı vermiştir. 1/80 No’lu kararın 13. maddesi şu şekildedir: “Birlik üyeleri ve Türkiye, ikametleri ve çalışmaları milli topraklarında yasalara uygun olan çalışanlar ve onların aile yakınları için iş piyasasına giriş koşullarında yeni kısıtlamalar getiremezler.” 1/80 No’lu kararın 30. maddesine göre 1 Aralık 1980 tarihinden itibaren Avrupa (Ekonomik) Topluluğu/Avrupa Birliği düzeyinde uygulanabilir. Yukarıda açıklanan hukuki durumlardan dolayı girişimcilerin serbest dolaşım ve hizmet özgürlüğü ve mevcut hukuki durumun kötüleştirilmemesi AB üye ülkelerindeki Türk vatandaşları açısından çok somut bir şekilde tanımlanmakta, açıkça dile getirilmekte ve kendiliğinden de anlaşılır durumdadır. Böylece ulusal AB üye ülkelerinin kendi ülke topraklarında ikamet eden Türk vatandaşlarına uyguladıkları yabancılar hukuku kuralları kendi sınırlarına havale edilmiştir. 3. Çıkmaz Sokaktan Çıkış Yolu Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan sonra devletlerarası ilişkilerin oyun kuralları önemli derecede değişmiştir. Sonuçlardan biri, ülkelerin çıkarlarını koordine etme ve birleştirme aracı olarak uluslararası organizasyonların kurulması ve genişletilmesi olmuştur. Bunlar, uluslararası ilişkilerin yeni döneminin baskın bir özelliği sayılmaktadır. Bunları tamamlayıcı ve kendine has yapısıyla genişletici olarakta tarihte ilk kez devletler üstü bir yapılanmaya gidilmiştir. Siyasi zorluklar, ekonomik farklılıklar ve ayrıca diğer ideolojik yönelmelerden ötürü uluslararası organizasyonlara, ama özellikle ulusüstü bir kurumlaşmaya, her ülke üye olamamaktadır. Aynı zamanda iştirak ile bağlantılı olarak ulusüstü yapılaşmanın getirdiği ağır yükümlülüklerini kolaylıkla (hemen) yerine getirememektedirler. Bu nedenle –devletler hukuku esaslı olağanüstü üyeliğe karşı – egemen çağın anlayışına uygun olan ‘ortaklık/ön üyelik kurumu’ geliştirilmiştir. Bu sayede tam üyeliğin yükümlülükleri altında ezilen ülkeler bir 13 Ortaklık Konseyi bir taraftan üye ülkelerin hükümet yetkilileri, Konsey üyeleri ve Avrupa Topluluğu ve/veya Birlik Komisyonu üyelerinden, diğer taraftan da Türkiye hükümetinin yetkililerinden oluşmaktadır. 45 Harun Gümrükçü birliğin hedeflerinin gerçekleştirilmesine katkıda bulunabileceklerdir. Ortaklık/Ön üyelik kuruluşu aynı zamanda uluslararası ilişkilerin farklılaştırılarak biçimlenmesi imkânını sunmaktadır ve uluslararası ilişkilere yeni bir boyut getirmiştir. Ben bu çalışmada ulusüstü işbirliğinin yeni bir formunu oluşturan ulusüstü yapılaşmaya dayanan ortaklık/ön üyelik modelinden yola çıkıyorum. Bunu yaparken ortaklık/ön üyelik, AB ile ilişki içinde ve onun bir parçası olarak görülecek ve bu bağlamda incelenecektir. Ulusüstü özellik göstermemesinden ve üye ülkelerin ulusal yasalarına doğrudan ve öncelikli olarak uygulanamamasından dolayı A(E)T/AB Türkiye İlişkileri’ni hükümetler arası bakış açısı ile yorumlamayı bilimsellikle bağdaştıramadığım için açık ve net olarak reddediyorum. Bilimsel verilerden hareketle oluşturduğum karşı tezim ise, Avrupa’ya ait olarak sınıflandırılan ülkeler (Yunanistan, Türkiye, Orta- ve Doğu Avrupa Ülkeleri) ile bu ülkelerin gelecekteki iştiraklerine hazırlanmaları ve mümkün oldukça yoğun bir şekilde organizasyona yaklaştırılmaları için özel ve kendine mahsus bir ortaklık ilişkisine girilmiştir. Bu ortaklık modeli ulusal çıkarlara göre şekillenen serbest ticaretin ve malların ve sermayenin serbest dolaşımı ortaklığına karşı partnerlik ilişkisine dayalı katılımcı iştirakçi ortaklığı ve/veya Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik olarak tarafımca tanımlanmıştır. Ona bilimin ışığında baktığımızda onun aşağıdaki özellikleri ve etkileri olduğu sonucuna varmaktayım: a. Akit taraflar arasında dengeli bir ortaklık yaratmak. b. Ortaklar arasında refahı teşvik etmek, barışı korumak ve ortaklığa, yani tam üyeliğe yönelik yolda barışı koruyucu stratejilerin geliştirilmesine yardımcı olmak. c. Sadece kendi güç (itibar) pozisyonunu genişletmeye ve kendi çıkarlarını uygulamaya yarayan stratejilerden kaçınmak ve iştirakçi ve katılımcı partnerlerin çıkarlarını da dikkate almak. d. Katılımcı ortaklık ilişkilerinin ulusüstü özelliğini ve bununla bağlantılı olarak katılımcı ülke bireylerinin dava açma haklarını sürekli vurgulamak ve açılan davaların sonuçlarını ulusal hukuk kuralları çerçevesinde uygulamak. e. Avrupa Birliği Hukuku’nun sadece Avrupa Birliği Adalet Divanı 46 Avrupa Yolundaki Türkiye (ABAD) tarafından yorumlanmasını sağlamak ve ulusal mahkemelerin bu hukuku ulusal ölçülere göre yorumlamasını önlemek. f. Topluluk Hukuku’nun kendine mahsus özerkliği, ulusal yasalardan üstünlüğü ve ulus devletin yasama organlarının katkısı olmadan da doğrudan etkiliği ve bireylere dava açarak hak sağlaması ulusal yasalarla çatıştığında onları ikame etme hakkı olduğunun sürekli olarak altını çizmek ve uygulamalarda bu prensiplere sadık kalmak. g. Düalist bakış açıları ve nasyonalist bir yaklaşımla A(E)T/AB-Türkiye Ortaklık Hukuku hükümlerinin değişen siyasi olay ve koşullara bağlı olarak yorumlanmasının önlenmesi için gerekli adımları atmak. Ulusüstü hukukun kendine mahsus kurallarına sadık kalarak üye ülkeler düzeyinde hukuki güvencesizlik yaratılmasının önünü kesmek. Daha önce bahsedildiği gibi, yukarıda sayılan bu özellikler ulusal yasalara göre öncelikli olma, ulusal yasama organından geçmeden de doğrudan söz konusu ülke ve/veya ülkelerde direkt etki etme ve ulusal yasalarla çatıştığında onu ikame etme olarak kendini göstermektedir. Bu katılımcı ortaklık/ön üyelik, iki ülke arasındaki ticaret esası nasyonalist çıkar beklentilerinin reddini içermekte ve aynı zamanda ortaklığa dayalı antlaşmaların ve temel dokümanların ve hatta ikincil hukuk kapsamına giren Ortaklık Konseyi Kararları’nın Birliğin yasal düzenlemelerinin bütünleşik birer parçası olduğunu kapsamaktadır. Kararsızlık ve anlaşamamazlık durumunda Avrupa Birliği Adalet Divanı tarafından bu normlar yorumlanmakta ve Avrupa Komisyonu tarafından denetlenmektedir. Dolayısıyla bazı hukukçuların, karara varılmış hukuk dosyalarının ancak önceden ulusal yasaya aktarılması durumunda Ortaklık Hukuku’nda uygulanabileceğini savunan ikilikçi konumu tarafımdan reddedilmektedir. Buna ilaveten bu ortaklık/ön üyelik modeli ortak olan tarafa en azından birlik hayatına belli bir katılım ve hakkını kullanma olanağı vermektedir. Model, dinamik bir ortaklıktan üyeliğe doğru gitmeyi öngörmüştür. İştirake hazırlanan bir ortaklığın “bağımsız varlığı”nı düşünmek imkânsızdır. Dolayısıyla incelemenin çekirdeğini, “ulusüstu hukukun hukuk kurumu” ve “Birlik ile ikincil bir ilişki” özelliğini taşıyan bir kurum olarak Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik konsepti oluşturmaktadır. Türkiye’nin A(E)T/AB ile ortaklığı, tam üyeliğe dönük bir ortaklık ola- 47 Harun Gümrükçü rak tasarlanmış ve şekillendirilmiştir. Yapısı dolayısıyla 1958 tarihli AETAntlaşması’nın basit bir minyatür şeklini teşkil etmiştir. Kuramsal açıdan bakıldığında bu şekliyle ulusüstü rejim ile uluslararası organizasyonlar arasında bir yer almış ve ulusal devletlerin daha büyük bir bütün olarak Avrupa Birliği ile birlikte büyümelerini sağlayan bir katılım aracı, gittikçe genişlemesi ve büyümesi gereken bir minyatürü olarak düşünülmüştür. Bu büyüme ve genişleme yoluyla tam bütünleşme hedeflenmektedir. Avrupa Birliği’nin Türkiye politikası, gelişimi boyunca üç aşama kaydetmiştir. Avrupa tarafında 60’lı, 70’li ve 80’li yılların başında - ülkenin sadece coğrafi açıdan stratejik önemde olan rolü dolayısıyla değil - “kapsamlı bir Türkiye politikası” üzerinde çalışılmıştır. Bu politikanın açıklanan amacı, yukarıda bahsedilen büyüme ve genişleme stratejisine uygun olarak en sonunda tam üyeliğinin sağlanması amacıyla Türkiye’yi Birlik ile adım adım bütünleştirmek olmuştur. Aşağıda sıralanan politikalar Türkiye’nin Avrupa pazarına serbest girişini ve onunla adım adım bütünleşmesini sağlamaya dönüktü: a. Üyeliğe Dönük Ön Safha (1964-1971) ve 1972’den itibaren Türk sanayi ürünlerinin gümrüksüz girişi. b. Çalışanlar için 1.12.1986’ya kadar serbest dolaşımın adım adım oluşturulması. c. Akit tarafların Ortaklık Hukuku’nda ön görülen gümrük birliği sürecini 31 Aralık 1995 tarihine kadar tamamen gerçekleştirmesi. d. Türkiye ekonomisini teşvik etmek için finansal işbirliği, uygun kredilerin verilmesi, teknoloji aktarımı ve kültürde işbirliği. e. Ekonomi-, dolaşım-, ticaret- ve rekabet politikalarının koordinasyonu, finans politikalarının, vergilerin ve hukuk düzeninin uyumlu hale getirilmesi. Detant politikasının kendini göstermesi ve özellikle doğu-batı-anlaşmazlığının sona ermesi ile birlikte A(E)T/AB’nin Türkiye politikasına ilişkin oyun kuralları değişmiştir. Türkiye 1987 yılında ilk defa A(E)T-üyeliği için başvuruda bulunduğu zaman, dönemin A(E)T-Komisyonu bu soru için açık ve bağlayıcı bir rapor sunmakla yükümlüydü. A(E)T-Komisyonu’nun Türkiye’nin tam üyelik başvurusu için görüş bildirmesi 1989 yılında gerçekleşmiştir. Başvuru, o tarihte tüm katılımcıların büyük onayıyla karşılandı. 1989 tarihli içe- 48 Avrupa Yolundaki Türkiye riği hatalarla dolu bu rapor, onu izleyen diğer raporlar gibi üyelik için açık kapı bırakmıştır. Bunun sonucu olarak, Türkiye bundan altı yıl sonra AB ile Türkiye’nin çıkarlarını gözardı eden sınırlı bir gümrük birliği sürecini tamamlamıştır. Türkiye’nin bugünkü üyelik perspektifi de sadece yetersiz ve dolayısıyla ayrımcı bir “çeşit imtiyazlı ortaklık” olarak mı sonlanacaktır? Bununla ilgili çeşitli tavsiye raporlarında yeterli sayıda işaret yer almaktadır. Türkiye’nin AB’ye yaklaşma süreci üzerine yapılan tartışmalar da bunu doğrulamaktadır. Bu tartışmalarda Birliğin kendini sınırlandırması ön plana çıkmaktadır. Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’yla tutarlı olmayan bu gibi düşünceler sonucunda küreselleşen bir çağda iştirakçi ve katılımcı ortaklık modelinin dönüşümü ya da daha doğrusu altının oyulması ve içinin boşaltılması (Aushöhlung) gerçekleşmiş ve böylece Avrupa’da hukuk güvensizliğinin temelleri oluşturulmuştur. Böylelikle 1980’li yıllara kadar AB üye ülkeleri tarafından da izlenen üye olma politikası aynı koşullar altında izlenmekten vazgeçilmiştir. Yerini, çıkar odaklı bir politikaya bırakmıştır. Sonuç olarak tam üyelik artık beğenilmemiş ve Türkiye’nin sözde imtiyazlı ortaklığının (kim için imtiyazlı!) alternatif bir teklif olarak sunulduğu açık bir süreç şeklinde yorumlanmıştır. Bu nedenle katılımcı ilişkinin ulusüstü özelliği reddedilmiştir. 1980’ler boyunca düalistlerin Ortaklık Hukuku’nun Avrupa Hukuku’nun bir parçası olmadığı iddiası ve bu iddia çerçevesinde yapılan tüm yorumlar ATAD/ABAD tarafından monist bir yaklaşımla geri çevrilmiştir. Bu yolla Ortaklık Hukuku’nun ulusüstü olma özelliğini reddedenlerin tezlerinin yanlışlığı üye ülkelerin en yüksek mahkemesince de teyit edilmiş olmaktadır. Bu hukuki gerçek Türkiye’de anlaşılamadığından düalist görüşe dayanan eski ve yanlış söylem günümüze kadar Türkiye’de ve devlet yetkililerinin söylemlerinde sürmüştür ve zaman zaman hâlâ dillendirilmektedir. Türkiye tarafından bakıldığında bu ilişki hâlâ eskisi gibi önem teşkil etmektedir. Ondan dolayı da Avrupalılık rasyonalitesinin gereği hukuki haklılığı dikkate alma yerine doğucu bir bakışla AB’deki partnerleri ikna ederek bir yerlere varılmaya çalışılmaktadır. Bu bakış açısı ise Avrupalılıkla çelişmektedir ve Türkiye’nin henüz üye olacak olgunluğa ulaşmadığı tezi desteklenmektedir. Bu arada akit taraflar arasında hep mevcut olan temel aykırılık daha da belirginleşmiştir. Buna göre bir taraftan Türkiye’nin AB’den büyük beklentileri ve diğer taraftan AB’nin “isteğe bağlı keyfi tutumu” 49 Harun Gümrükçü (Beliebigkeit) ilişkinin çeşitli aşamalarında kırmızı bir çizgi gibi uzamakta ve sürece devamlı negatif yönüyle eşlik etmektedir. Bu şekliyle ve mevcut uygulamasıyla A(E)T/AB-Türkiye yakınlaşması daha çok bir katılımcı ortaklık politikasından çıkara dönük bir sermaye ve ürün odaklı küreselleşmeye dönüşmektedir. AB’nin bu görüş değiştirmesi sonucunda Türkiye ile girilen katılımcı-iştirakcı ortaklığı sadece sermaye, sanayi ürünleri, yatırımlar, bilgi ve nakliye için Türkiye pazarının kendilerine tamamen açılması olanağı olarak görülmektedir. 1996 tarihli tamamlanmış sınırlı Gümrük Birliği imtiyazlı ortaklığın temellerini yaratmaktadır. Bu bağlamda Türkiye, Birliğin üyesi olmayan ve dolayısıyla ilgili organlar tarafından temsil edilmeyen bir ülke olarak A(E)T/AB ile sınırlı bir Gümrük Birliği’ne girmiş ilk ve de tek ülkedir. 4. Ortaklık Hukuku Çerçevesinde Serbest Dolaşım, Oturum ve İkamet Hakkının ve Mevcut Durumun Geriye Doğru Kötüleştirilmemesi Kuralının Temelleri Bahsedildiği gibi Türkiye, iştirakçi ve katılımcı ortaklığı ile Avrupa Birliği üye ülkelerine bağlıdır. Bunun temelleri, birçok kez bahsedildiği üzere, 1963 tarihli Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’dır. Bu antlaşma, 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol ile somutlaştırılmış ve uygulamaya yönelik olarak şekillendirilmiştir. Bu Protokol’ün 41’inci maddesinin 1’inci paragrafı uyarınca antlaşma tarafları kendi aralarında, “yerleşim özgürlüğü ve serbest hizmet dolaşımı ile ilgili yeni kısıtlamalar” getirmeyeceklerini kararlaştırmışlardır. Bu cümleyi açıklamak amacıyla ATAD 2000 yılından başlayarak bugüne kadar altı kararı hükme bağlamıştır. ATAD, Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nı ve Katma Protokol’ü Avrupa Hukuku’nun birer parçası olarak değerlendirmektedir. Bunun sonucu olarak, Katma Protokol’ün açıkça tanımlanmış, yanlış anlaşılmaya fırsat vermeyen ve açık formüle edilmiş mevzuatının Birliğin en yüksek ve son yargı organına göre doğrudan doğruya etkisi vardır. Katma Protokol’ün 41’inci maddesinin 1’inci paragrafında yer alan Mevcut Durumun Geriye Doğru Kötüleştirilmemesi Kuralı yanlış anlaşılmaya fırsat vermeyen, açık, net bir kural olup, hukuki açıdan üye devletlerin yeniden müdahalesini gerektiren mevzu- 50 Avrupa Yolundaki Türkiye atlara bağlı değildir.14 Sonuç olarak, bu mevzuatın uygulanabilirliği sağlamak için Türk vatandaşları kendilerine Ortaklık Hukuku’nca verilen dava açma hakkına dayanarak ulusal mahkemelerde itirazda bulunabilirler15 ve de bulunmuşlardır. Kuşkusuz, böyle bir Mevcut Durumun Geriye Doğru Kötüleştirilmemesi Kuralı yalnız başına içeriksel bir yasa olmaya aracılık etmemektedir. Bunun meydana gelmesi ancak bu kuralın yürürlüğe girdiği zaman geçerli olan ulusal hukuki düzenlemeler ile ilişkili olmasına bağlıdır. Bunların içeriği bir yere kadar zaman bakımından durdurulacak ve sadece Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nda tanımlanan hedeflerin gerçekleşmesini teşvik edici bir şekilde değiştirilebilecektir. Türk vatandaşlarının Almanya’ya girişi için uygulanan vize zorunluluğu 1 Temmuz 1980 tarihli Yabancılar Yasası’nın onbirinci kez değiştirilmesi sonucunda gerçekleşmiştir. Fakat bunun gerçekten uygulanması 1953 tarihli Alman-Türk Vize Antlaşması’nın başarılı bir şekilde feshinden sonra 5 Ekim 1980 tarihinde gerçekleşmiştir. Bu yasa önemli bir tarih olan 1 Ocak 1973’ten çok sonra çıkarılmıştır. ATAD tarafından yasaya aykırı olarak açıklanan Türk vatandaşları için vize zorunluluğunu, 1 Ocak 2005 tarihinde yürürlüğe giren ve hâlihazırda geçerli olan 30 Temmuz 2004 tarihli Yerleşim Yasası’nın 4’üncü, 1’inci ve 6’ıncı maddeleri ortaya çıkarmaktadır. Sonuncusunu sadece Avrupa Topluluğu Yönetmeliği No. 539/2001 ifa etmektedir. Sonrasında Türkiye, AB üye ülkelerinin sınırlarını geçerken vatandaşlarının vize alma zorunluluğu olan üçüncü ülkeler listesine alınmıştır. Ulusal yasanın bu şekilde değiştirilmesini ATAD, 1 Ocak 1973’ten itibaren yasak olarak kabul olan yasal durumun kötüleştirilmesine sebep olduğu için yukarıda anılan kararlarında birçok kez daha Avrupa Hukuku’nun üstünlük kuralına aykırı olarak yorumlamıştır. Bu düzenleme aslında Konsey’in 15 Mart 2011 tarihli16 Avrupa Birliği Yönetmeliği No. 539/2001’in 1’inci maddesi 1’inci paragrafı’nın ulusal yasaya dönüştürülmesi olmasına rağmen, Katma Protokol’ün 41’inci maddesi 1’inci paragrafına aykırı olarak değerlendirilme14 Krş. Savaş Kararı 46-54 sıra numaraları ve 71’in ikinci uzun çizgisi, Abatay v.d. Kararı 58, 59 sıra numaraları ve 117’nin ilk uzun çizgisi ve 20 Eylül 2007, Tüm/Darı Kararı, C-16/05, Slg. 2007, I-7415, sıra numarası 46. 15 Krş. Savaş Kararı sıra no 54 ve Tüm ve Darı Kararı sıra no 46. 16 ABl. L 81 (Resmi Gazete), s.1. 51 Harun Gümrükçü lidir. Zira Avrupa Topluluğu/Birliği’nin ikincil yasaları, ulusüstü hukukun birincil kaynaklarının maddelerinin üstünlük göstermesinden dolayı birbiriyle çakışmamalıdır.17 Çatıştıkları durumlarda da ise ikincil hukuk geçerliliğini kaybeder. 539/2001 No’lu AB Yönetmeliği, birincil hukuk olan AET Türkiye Katma Protokol’ün Mevcut Durumun Geriye Doğru Kötüleştirilmemesi Kuralı ile çakışmakta ve bu kuralın birincil hukuk maddesi olduğundan söz konusu yönetmeliğe karşı üstünlüğü bulunmaktadır. Dolayısıyla yönetmeliğin ilgili maddesi geçerlilik kazanamaz. Başka bir deyişle, 539/2001 No’lu Yönetmelik tarafından mecburi kılınan vize zorunluluğu, Katma Protokol’ün yürürlüğe girdiği tarihte kendi ulusal yasalarına göre vize zorunluluğu bulunmayan üye ülkeler için geçerli olmayacaktır. Bu tarih, eski A(E)T/AB üye ülkeleri için 1 Ocak 1973 ve diğer üye ülkeler için A(E)T/AB’ye katıldıkları tarih olmaktadır. Bu kararların sonuçlarına dayanarak aşağıdaki çıkarımlara varılmaktadır: 1. ATAD’ın yukarıda belirtilen kararları doğrultusunda 1 Ocak 1973’te geçerli olan ve Mevcut Durumun Geriye Doğru Kötüleştirilmemesi Kuralı ile geçerliliğini koruyan Vizesiz Giriş Düzenlemesi bundan böyle Türk vatandaşları için uygulanmak zorundadır. Bu nedenle, 10.09.1965 tarihli Alman Yabancılar Yasası’nın ilgili maddeleri gelecekte de uygulanmak zorundadır. 1 Ocak 1973’ten önce bu yasa en son 13 Eylül 1972 tarihinde değiştirilmiştir. Bu yasada ve bu yasanın temeline dayanarak çıkarılan yönetmeliklerde Türk vatandaşlarından vize istenmemiştir. 1 Ocak 1973’ten önce Türk vatandaşları, 12 Mart 1969 tarihli Yabancılar Yasası’nın Uygulanması Yönetmeliği’nin 1’inci maddesi 2’inci paragrafı 2’inci numarasına göre Almanya’ya vizesiz giriş yapabiliyorlardı. 2. Türk vatandaşları için vize zorunluluğu, aile birleşimi amaçlansa da devam etmektedir. Fakat eskiden yapıldığı gibi, aile yakınları aile ziyareti amacıyla Almanya’ya üç ay için gelebilir ve daha sonra Almanya’da vize başvurusunda bulunabilirler. İşe başlamak için de vize koşulu gerekmektedir. 3. Yukarıda açıklanan yasal duruma esasen Türkiye’den gelenler için aşağıdaki şartlar geçerliliğini korumaktadır: 17 Komisyon/Almanya, C-61/94, Slg. 1996, I-3989, Sıra No. 52. 52 Avrupa Yolundaki Türkiye a.Geçerli bir pasaporta sahip olmak. b.İkâmet için yeterli paraya sahip olmak. c.Almanya’nın güvenliğini tehlikeye sokacak bir gruba dâhil olmamak. d.Ağır bir suç ile yargılanmış olup Almanya’dan sınırdışı edilen bir gruba dâhil olmamak (kamu sağlığının ve güvenliğinin tehlikeye girmesi). 4. Her insan turistik amaçlı ya da bir arkadaşı veya aileyi ziyaret amaçlı Almanya’ya özel bir giriş izni olmadan gelebilir ve üç aya kadar orada kalabilir.18 5. Hizmet alanlar ve hizmet verenler en fazla üç veya iki ay için Almanya’ya gidebilir ve bu süre içinde orada vizesiz kalabilirler. 6. Kim bu süreyi aşar ise, ceza uygulanarak sınırdışı edilir. 7. Almanya’da ikamet eden bu kişiler çalışamazlar. Her çalışma başlangıcı yasadışı olarak görülür ve yetkililer tarafından takip edilir. Kim Almanya’da üç aydan daha uzun süre kalmak isterse, yetkili makamlar nezdinde uygun bir vize başvurusunda bulunmak ve vize almak zorundadır. 8. Tüm bu açıklamalar göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’nin yeniden, vatandaşlarının girişte vize ihtiyacı olmayan ayrıcalıklı (pozitif) ülkeler listesine alınması gerekmektedir. 9. Serbest hizmet dolaşımı hakkı Avrupa Antlaşması’nın 49. maddesince düzenlenmiştir. Türkiye’ye ilişkin bu hak 2003 tarihli Abatay/Şahin ATAD-Kararı’nda somutlaştırılmıştır. Serbest hizmet dolaşımı hakkı hem işverenleri hem de eğitim amaçlı olarak Almanya’ya gelenleri, dil kurslarına gidenleri, tıbbi hizmetlerden yararlananları ve aynı zamanda turist olarak dünyayı keşfetmek isteyenleri ve bunu yaparken tesadüfen ailelerini ve arkadaşlarını ziyaret edenleri kapsamaktadır.19 10. Almanya’da yaşayan Türk vatandaşlarına ilişkin mevcut Yabancılar Yasası’nın her bir hükmünün Türk vatandaşları için gelecekte ne kadar uygulanabilirliği konusunun da incelenmesi gerekmektedir. Yukarıda adı geçen ATAD-Kararlarına göre bu insanlar ulusal yasanın değiştiril18 1965 tarihli Yabancılar Yasası Madde 1 II, No. 1. 19 31.01.1984 tarihli “Luisi ve Carbone” ATAD-Kararı, Dava 286/82, 02.02.1989, Cowan, Rs. 186/87. 53 Harun Gümrükçü mesi ile 1980’de olduğu gibi hukuken daha kötü duruma getirilmemelidirler. Bu kötüleştirme yasağı 1/80 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı’nın 13 maddesi tarafından sabit hale, yani mevcudu korumaya dönüştürülmüştür. 11. Yukarıda anılan kararlara göre hukuki durum gayet açık ve net olsa da, hukuken geçersiz ulusal yasaya dayanan karşıt yönetimsel direktifler nedeniyle, AB üye ülkesi sınırındaki idari görevli AB-Hukuku’na göre değil genel yönetimsel direktiflere göre hareket edecektir. Bu nedenle Türk vatandaşlarına, Federal Almanya Cumhuriyeti’nin resmi temsilciliklerine yönelmeleri ve vizesiz seyahat edebileceklerine dair bir belge için başvuruda bulunmaları tavsiye edilir. Bunun reddedilmesi halinde, Alman idari mahkemelerinde dava açılabilir. Daha çok ümit verici alternatif bir yöntem ise, böyle bir redden sonra Alman vizesi için başvurmak ve buna bağlı masrafları (zarar ve ziyanı) tazminat olarak Alman mahkemelerinden talep etmek için dava açmaktır. Özellikle buna benzer olaylar ile çok sık karşılaşan firmalar bu şekilde bir baskı uygulayabilir. Tek şart ise Almanya’ya girişin doğrudan olmasıdır (havayolu, deniz yolu gibi). 12. Nakliye şirketleri öncelikle transit ülkelerdeki hukuki durumu çözmeli ve daha sonra bu ülkelerde uygun adımları gerçekleştirmelidirler. Mevcut Durumun Geriye Doğru Kötüleştirilmemesi Kuralı nedeniyle hukuki durumun parçalanmış olmasından dolayı, bu zor ve uzun bir süreç olabilir. Tazminat hakkı, temel veya ikincil yasaların tanıdığı hakların ihlal edilmesi sonucunda ortaya çıkan tazminat hakkı taleplerine göre ATAD’ın yaptığı sürekli hükümler doğrultusunda meydana gelmektedir. Bu hükümler Francovich (C-6/90) ve daha da geliştirilmiş olarak Brasserie du Pecheur (C-46/93) kararlarına dayanmaktadır. Tüm bunlar sonrasında, temel veya ikincil AB-Hukuku’nun, içeriği açık ve net bir şekilde tespit edilebilen ve ihlal edilmesi durumunda zarar meydana getiren bireysel bir hak olduğu kanıtlanmalıdır. Gelecekte, bu hakkın ihlal edilmesi ile AB üyesi ülkelerdeki kurumlar tarafından değerlendirmeye yönelik aleni ve ağır bir ihlalin gerçekleştiğinin kanıtlanması gerekmektedir. Bu da ATAD/ABAD’ın ulusal bir düzenlemeyi AB-Hukuku’na karşı bir ihlal olarak 54 Avrupa Yolundaki Türkiye değerlendirmesi halinde mümkündür. Vizesiz seyahatin kabul edilmemesi durumlarında tüm bu koşullar mevcuttur. Devamlı olarak bu şekilde bir hüküm verme yöntemi uygulandığında bireyler, ulusal yönetmelikler ile birlikte icabında vizesiz giriş hakkı tanıyan Mevcut Durumun Geriye Doğru Kötüleştirilmemesi Kuralı’nın geçerliliğine dayanarak itirazda bulunabilirler. Bu hakkın Alman idareleri tarafından kabul edilmemesi, normalde hiç oluşmayacak ve zarar olarak talep edilebilecek masrafları (vize harçları, konsolosluğa gitmek için ulaşım masrafları, kazanç kaybı) doğurmaktadır. 5. Sonuç Vizesiz Avrupa ve A(E)T/AB-Türkiye iştirakçi ve katılımcı ortaklığı çerçevesinde serbest dolaşım, sürekli oturma ve ikamet hakkı ile ilişkili olarak hukukun güvenilirliği hususunda yaşanan ihtilaf, dış politikanın sonuçta iç politikanın bir yansıması olduğunu kanıtlamaktadır. Uluslararası antlaşmalardan farklı olarak ulusüstü antlaşmaların hükümleri ulusal yasalardan öncelikli olma ve doğrudan etki etme özellikleri ile öne çıkmaktadır. Ulusüstü olma özelliğine sahip Ankara Antlaşması ve onu tamamlayan metinlere dayalı bu emre rağmen, A(E)T/AB-Türkiye ortaklığı çerçevesinde serbest dolaşım, ayrımcılığa uğramadan gidilen üye ülkede yaşama, oturma ve ikamet hakkı ile ilgili olarak antlaşma maddelerinin uygulanması, değişen siyasi sonuçlara bağlı hale getirilmiştir. Ulusüstü hukukun çözümlenmesi için ulusal mahkemelerin uygun araçlar olmamalarına rağmen, A(E)T/AB-Türkiye ortaklığı çerçevesinde serbest dolaşım, oturma ve ikamet hakkının yorumlanmasında üye ülke mahkemeleri ATAD/ABAD’ın öngörüşünü 80’li ve 90’lı yılların başında almak istememişlerdir. Hukuksal yolları tüketmemeleri için ulusal aktörlerce güçlü bir şekilde baskıya maruz kalmışlar ve bundan kolaylıkla kurtulamamışlardır. Bir başka deyimle Avrupalılığın temelini oluşturan Hukukun üstünlüğü prensibini ‘ulus devletin menfaatlerine’ kurban etmişlerdir. Mantıklı ama hukuku zedeleyecek doğrultuda ulusal düzeyde iki yön oluşmuştur: AB üye ülkelerinin Çalışma ve İçişleri Bakanlıklarından oluşan ulusaltı aktörleri Dışişleri Bakanlıklarının başlangıçtaki direnişlerine karşı tamamen başarılı olabilmişlerdir. Bu yollada yukarıda anılan Avrupa Hukuku açısından Avrupalı Türklere dönük göçmen politikasının bağlayıcılığını ve vizesiz Av- 55 Harun Gümrükçü rupa hakkımızı tamamen reddetmişlerdir. En başından beri Ortaklık Hukuku sisteminin antlaşmaya taraf ulusüstü aktörler tarafından düşünüldüğü ve oybirliğiyle kararlaştırıldığı gerçeği dikkate alınmamıştır. Ulusüstü aktörler tarafından, çeşitli düzeylerde geliştirilen anlayışın üzerini çizmek üzere ulusal düzeyde nasyonalist görüşlü aktörler birçok karşı politika geliştirilmiş ve bunları ulusüstü hukuku çiğneme pahasına uygulamaya aktarmışlardır. Bunlar arasında basının materyaller kullanarak yanlış yönlendirmesi (normalde çok ciddi bir haftalık dergi olan SPIEGEL’in 10.10.1992 tarihli yayını), sert eleştirilerde bulunarak ATAD/ABAD üzerinde baskı yapma denemeleri (örneğin eski Almanya Çalışma Bakanı Blüm’ün açıklamaları) ve bilgilerin aktarılmaması sayılabilir. Ayrıca ulus altı aktörler, hukuki hakları kabul etmemekle eşdeğer olan düalist görüşe dayanan tezleriyle göçmen politikası üzerinde şu şekilde etki etmeyi başarmışlardır: Ortaklık çerçevesinde serbest dolaşım, çalışma, ikamet hakkı ve “Vizesiz Avrupa“20 konuları 1983 yılından itibaren A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Konseyi’nin gündem kataloğundan çıkarılmıştır. Vizesiz Avrupa ile ilgili ATAD/ABAD kararlarının uygulanmasına ilişkin tartışma, A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Konseyi toplantılarından çıkartılarak ulusaltı aktörlerin etkili olduğu ulusal mahkeme salonlarına kaymıştır. Bu mahkemelerde siyasi baskı ve kelime oyunları, uygulamada yanlış yorumlamalar, STK’lar üzerinde siyasi baskılar, bilgi yetersizliği olduğu görülen Türk diplomasisini aldatma vb. ile temel argümanlar büyük bir başarıyla çarpıtılmıştırlar. Bu arada ulusal mahkemelerin yönlendirilen hakimleri dış politikanın bir aracı olarak kullanılmış ve böylece daha fazla iş yükü çıkarılmış ama ana tema ertelenmiştir. Aldığı bu rol ile yargı, sevilmeyen bir karar yüzünden hemen veya daha sonra herhangi bir güç sahibi tarafından hesap sorulacağı korkusunu yaşamaktadır. Bu korku yersiz değildir. 16.12.1992 tarihli (C-237/91) Kuş Kararı’nın ardından ATAD sert eleştirilerin hedefi olmuş ve bunun sonucunda da Alman hâkim Prof. Dr. M. Zuleeg’in görev süresi uzatılmamıştır. Federal mahkemeler seksenli yıllarda tutarlı bir şekilde, fakat yasal temelleri hiçe sayarak Ortaklık Hukuku Kararları‘nın ATAD tarafından birer örnek/ 20 Vizesiz Avrupa kavramı yazar tarafından bir slogan olarak kullanılmış ve arama motoru google (www.google.de) üzerinde taratıldığında 700.000’den fazla (Eylül 2012) kayıta ulaşılmaktadır. 56 Avrupa Yolundaki Türkiye emsal olarak yorumlanmasını reddetmişlerdir. Yunanistan hükümeti farklı bir bağlamda Konsey’e ve Komisyon’a karşı iki iptal davası21 açmasaydı, Ortaklık Hukuku Kararları’nın uygulanması ve “Vizesiz Avrupa“ hiç gündeme gelmeyecekti. Bunlar Avrupa Topluluğu’nun 2/80 sayılı Ortaklık Hukuku Kararı gereğince Türkiye’ye verdiği finansal yardım ile ilgiliydi. Yunanistan’ın görüşüne göre Avrupa Topluluğu kendilerinin onayı alınmadan Türkiye’ye para ödememeliydi. Kendilerince Topluluk Hukuku ve şekli kurallar ihlal edilmişti. ATAD, Yunanistan’ın duruşunu reddetti ve Ortaklık Hukuku Kararları’nın Avrupa Hukuku’nun bir parçası olarak görülmesi görüşünü savundu. Bundan sonra ulusal mahkemeler, 1/80 sayılı Ortaklık Hukuku Kararı bakımından benzer mahkeme olaylarını ATAD’a öngörüş almak yöntemiyle getirmek zorunda kaldılar. Gene de ilginç bir şekilde ilk başvuru Hollanda tarafından gerçekleşti ve bunun sonucu 1990 yılında tarihi Sevince-Kararı verildi. Ulusaltı aktörler (düalistler) tarafından Ortaklık Hukuku Kararları‘na ve vizesiz Avrupa’ya dair hükümler özellikle Almanya’da, Birleşik Krallık’ta, Hollanda’da ama özellikle Avusturya’da vb. kısıtlı bir şekilde yorumlanmıştır. Bu ülkelerde on yılı aşkın bir süredir çalışma hakkı ve oturum hakkı arasındaki ilişki kategorik olarak reddedilmiş ve 1985 yılında Federal Hükümet tarafından derlenen ve ortaklık yasası ile ilgili düşünceleri barındıran “Non-Papers“ tezlerine22 sarılmışlardır. Bunlara göre “iş piyasasına giriş hakkı ile otomatik oturma hakkı“ sonucu çıkarılamayacaktır. Bu bağlamda, mevcut hakların kötüleştirilmemesi yasağı anlayışı tamamen gözardı edilmiştir. Bu bakanlıkların ve aynı zamanda 80’li yılların üye ülkelerinin ulusal yargılarının görüşlerine göre, AB ülkelerindeki iş piyasasında yasalara uygun biçimde çalışan bir Türk göçmeninin belirli şartlar altında tabiri caizse AB statüsü hakkı olmamaktadır. Böylelikle Ortaklık Hukuku Kararları‘na sadece marjinal bir anlam biçmişler ve “kimin oturma hakkı var ise o çalışabilir“ bakış açısını temsil etmişlerdir. Aynı şekilde vize düzenlemelerinin kötüleştirme anlamına gelmediği görüşünde sürekli yanlış görüşte olmuşlar ve bu konuda verilen ATAD/ABAD kararlarını hep göz ardı etmeye özen göstermişlerdir. İkinci pozisyon, Almanya Dışişleri Bakanlığı’nda (AA) “hukuk güvenlik21 27.09.1988 tarihli ATAD Kararı, Hüküm 204/86, (Yunanistan/Konsey, 1988). Bkz. 14.11.1989 tarihli ATAD Kararı, Hüküm 30/88 (Yunanistan/Komisyon, 191.) 22 Daha geniş bilgi için bkz. Gümrükçü, H.; 2002: Türkiye ve Avrupa Birliği: İlişkinin … a.g.e. 57 Harun Gümrükçü çileri bloğu“ (monistler) ile oluşmuştur. Onlar hukukun güvenilirliği ve hakların meşruluğu ile uğraşmaktadırlar. 21.09.1990 tarihli (hüküm C-192/89) Sevince-Kararı’ndan sonra yasal sonuçlara katlanılmaya başlanmıştır. 1992 tarihli Kuş davası ile ilgili olarak Alman Dışişleri Bakanlığı; “AT-Hukuku ve göçmen politikasına bağlı sebeplerden dolayı“ hükümetin görüşüne onay vermeye hazır olunmadığını savunmuştur. Aynı zamanda iki bakanlığa yanlış duruşlarından uzak durmalarını tavsiye etmiştir. “Böyle bir bakış açısı için yeni bakış açıları sunulmadığı ve o zamanlarda (Sevince olayı kastedilmektedir) Federal Hükümetin beyanlarında ileri sürülen görüşler ATAD tarafından dikkate alınmadığı için bu muhakemenin yeniden “ısıtılması” başarılı olma ihtimalinin az olmasından daha çok, verimsiz olma etkisi yaratacaktır.“23 Ancak AA’nın bu haklı bildirimleri Federal Çalışma Bakanlığı (BMA) ve Federal İçişleri Bakanlığı (BMİ) bürokratları nezdinde neredeyse hiç ciddiye alınmamıştır. ATAD 1992 tarihli Kuş Kararı ile AA’nın duruşunu dikkate alınca, BMA ATAD’ı “savaş terminolojisi“ araçları (bu kavram ATAD’da eski Alman hakim Prof. Dr. M. Zuleeg tarafından ortaya atılmıştır) ile topa tutmuştur. Bu eleştiri yıllardan beri yatışmamıştır. Benzer bir yaklaşım 19 Şubat 2009 tarihli Soysal-Kararı’ndan kısa bir süre önce gözlenmiştir. Bu kez, bu rolü siyasi bir kararı vermesi için ATAD/ABAD’ı baskı altına almaya çalışan Avrupa Komisyonu oynamak durumunda kalmıştır. Üye ülkelerin baskısı ile Avrupa Komisyonu, 2009 tarihli Soysal davasının sözlü duruşmasında yazılı beyanını geri çekmiştir. Bu tutum hakimin hoşnutsuzluğuna neden olmuştur. Duruşma sırasında mahkeme başkanı AB-Komisyonu temsilcisine, yazılı verdiği hukuki görüşünü değiştirmesi için “gece hayaletlerin ona birşeyler mi fısıldadığını“ sormuştur. A(E)T/AB ve Türkiye arasındaki ortaklık, sorunlu alanları karşılıklı bağımlılar için uygun çözüm yaklaşımları geliştiren ve ilgili sorunların çözümü için uygun ilişki kanallarını açan kendi kendine otomatizmi harekete geçir(e) memiştir. İfade edilmelidir ki, A(E)T/AB’nin Türkiye ile ilişkileri bakımından temel davranış güdüsü sonuçta güç elde etmektir. AB tarafının, büyük kriz riski almadan tek taraflı da avantajlar elde edebileceğine emin olduktan sonra Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın iştirake hazırlık aşamasın23 Emmes, E., 3.1.1992: Dış İşleri Bakanlığı’nın ülkelerin İç İşleri Bakanlarına gönderdiği faks mesajı, s. 2. 58 Avrupa Yolundaki Türkiye da sağlayabileceği işbirliği olanakları dikkate alınmamıştır. Türkiye ortaklığı hedefleri en başından beri ciddiye alınmış olsaydı her iki antlaşma tarafının Ortaklık Hukuku çerçevesinde kararlaştırdığı yakınlaşmanın gerçekleşmesini sağlayacak yollar bulunabilirdi. Burada davranış özgürlüğü açıkça A(E)T/AB tarafındadır. A(E)T/AB Türkiye ilişkileri örneğinde görüldüğü üzere normatif hükümler, iştirakçi ve katılımcı ortaklığı olarak tasarlanan işbirliğinin antlaşma hükümleri ile gerçekten tutarlı olmasını sağlamamaktadır. Sürekli değişen siyasi gerçekler altında – eşit olmayan iki ortağın asimetrik ilişkisi söz konusu olduğunda – bu durum “ebedi bir geçici durum“ olarak gösterilebilir ve sonsuz bir ihtilafa dönüşebilir. Bu ihtilaf aslında Avrupa’nın hukuk güvenilirliğini ve buna bağlı olarak arka planda adalet ve hukuk devleti ilkesi için çabasını ilgilendirmesi bakımından çok önemlidir. Ortaya çıkan bu sorunun üzerinde çalışılması neticesinde, Türkiye’nin AB’ye iştiraki ile ilgili yaşanan tartışma ve vizesiz bir Avrupa nedeniyle AB’nin Türkiye politikası üzerinde çatlaklar meydana geldiği görülmektedir; oysa AB’nin Türkiye politikası sağlam ve canlı bir temele dayanmaktadır. Hali hazırda Türkiye Avrupa ilişkisi, tek taraflı gözetilen AB-güç çıkarları ve fakat aynı zamanda karşılıklı yanlış anlaşılmalar ve farklılıklar nedeniyle Bermuda şeytan üçgeni üzerinde uçan ve sonunda içine düşme tehdidiyle karşı karşıya gelen bir uçan balona benzemektedir. Bu coğrafi tehlike bölgesinin “gizemlerine“ karşın, Türkiye AB ilişkisi içindeki güç çıkarları, yanlış anlaşılmalar ve farklılıklar elbette rasyonel bir şekilde incelenebilir ve anlaşılabilir. Yukarıda anlatılan olaylardan dolayı Türkiye-A(E)T/AB uçan balonu parçalanmasa da tarihi hedefine ulaşmasını önlemek amacıyla Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın iki tarafın üzerinde derin düşüncelere başlanılması ve bilime dayalı doğru analizlerin yapılması kaçınılmazdır. Bunu yapmadan önce de Türkiye, gerçekten Avrupa Birliği’ne üye olmak istiyorsa, artık meşru haklarını arayan, anlatan ve kabul ettiren bir konuma gelmek zorundadır. 59 Harun Gümrükçü 60 Die Türkei auf dem Weg nach Europa Die Türkei auf dem Weg nach Europa: - Standstillklausel und visafreie Reise - Prof. Dr. Harun Gümrükçü* 1. Einleitende Bemerkungen Die Türkei wurde am 12. September 1963 durch ein Beitrittsabkommen mit den E(W)G/EU-Mitgliedstaaten eng verbunden.1 Nach einer kurzen Übergangszeit sollte sie dann, so Walter Hallstein, der ehemalige EWG-Kommissionspräsident, dazu gehören.2 Inzwischen sind fast fünfzig Jahre vergangen. Vor mehr als acht Jahren entschied der Europäische Rat am 17. Dezember 2004 über die Aufnahme von Beitrittsverhandlungen. Trotz eines seit acht Jahren andauernden Beitrittssprozesses mit offenem Ende sehen die zuständigen Stellen in Brüssel noch in vielen Bereichen des wirtschaftlichen, rechtlichen und sozialen Lebens dieses Landes Defizite gegenüber westlichen Standards, die dem Beitritt der Türkei im Wege stünden. Die seit 1999 veröffentlichten Fortschrittsberichte der Europäischen Kommission über die Türkei verweisen zu Recht fortwährend auf ihre nicht erledigten “Hausaufgaben”. Angesichts der Tatsache, dass die E(W)G/EU-Türkeibeziehungen auf eine knapp fünfzigjährige Geschichte zurückblickt, drängen sich aber gerade deshalb folgende Fragen auf: • Sind denn in dieser Langzeitperiode die E(W)G/EU-Mitgliedstaaten ihren vertraglichen Verpflichtungen gegenüber der Türkei nachge- * Akdeniz Universität 1 Das Abkommen zur Gründung einer Assoziation zwischen der EWG und der Türkei vom 12. September 1963. 2 Walter Hallstein, 12. September 1963: Rede anlässlich der Unterzeichnung des Assoziierungsabkommens zwischen der Türkei und EWG in Ankara. 61 Harun Gümrükçü kommen und haben ihre Hausaufgaben vollständig gemacht? Wenn nicht, wo liegen die Defizite? • Wie können diese Defizite seitens der EU bzw. E(W)G/EU-Mitgliedstaaten behoben werden? • Ist es nicht die Aufgabe und sogar der pflichtgemässe Auftrag der EUKommission, ebenso auf die hier bestehenden Defizite in den oben genannten Fortschrittsberichten hinzuweisen und notwendige Lösungsvorschläge vorzulegen? • Kann die EU-Kommission sich als ehrlicher Makler ein solches Manko leisten, so dass ihr Nichttätigwerden als Rechtsbruch oder zumindest als Pflichtverletzung gedeutet werden kann? • Wo bleiben die sozialen Dimensionen der E(W)G/EU-Türkeibeziehungen, die den Europäischen Verträgen inhärent sind, wie auch juristische und ökonomische Elemente? Bei der Beantwortung dieser Fragen wird das EG-Recht als Völkerrecht mit supranationalem Charakter herangezogen, also weder die internationalen Verträge noch die nationalen Ausländergesetzgebungen der einzelnen EUMitgliedstaaten. Dabei wird lediglich die europarechtliche Position derjenigen türkischen Staatsangehörigen beleuchtet werden, die vom Visazwang betroffen sind. Im Mittelpunkt des Interesses steht ferner die Frage, inwieweit dieser Personenkreis mit den EU-Angehörigen gleichgestellt worden ist, wo Defizite bestehen, wie diese auszugleichen sind und welche Auswirkungen die Ausübung bzw. Umsetzung des Assoziationsrechts im Lichte des Standstillgebots von 1973 für die Rechtsstellung der türkischen Staatsangehörigen hat. Dies werde ich im Folgenden näher erläutern. Vorweg jedoch einige provokante Fragen zu dieser Thematik. • Wie ist die Abschottung der nationalen Arbeitsmärkte bzw. die, wenn überhaupt stattfindende, begrenzte Freizügigkeit der Arbeitskräfte mit den Zielen der Globalisierung zu vereinbaren, unter der „die weltweite Öffnung der Märkte für Waren, Investitionen, Geldströme, Informationen, Transport“3 zu verstehen ist? • Inwieweit wird die weitgehende Abschottung der nationalen Arbeits- 3 Fetscher, Iring, „Globalisierung, Nachhaltigkeit und die Demokratie“, in: Universitas, 52. Jg., Nr. 610, S. 307 - 310, hierzu S. 307. 62 Die Türkei auf dem Weg nach Europa märkte der EU-Mitgliedstaaten gegenüber der Türkei mit den zwischen den Partner vereinbarten primären Verträgen und durch die limitierte Zollunion geltenden Handelsregeln übereinstimmen? Wenn die europaweite Öffnung für Kapital und Güter wie siamesische Zwillinge zusammenhängen, kann und soll der Faktor Arbeit nicht zumindest auf ähnliche Weise behandelt werden? • Auf welche Weise kann legitimiert werden, dass die Benachteiligungen europäischer Investoren in der Türkei durch politische, rechtliche oder administrative Maßnahmen gegenüber inländischen Unternehmern ausgeschlossen wurde, während dies für Migranten aus der Türkei innerhalb der EU-Mitgliedstaaten kein Thema wird? • Wie ist es im Rahmen des E(W)G/EU-Türkei-Assoziierungsabkommens die feierliche Erklärung, “den Wohlstand der beteiligten Partner zu fördern”, zu verstehen, wenn von ihren Segnungen nur der Produktions und Finanz-, nicht jedoch der soziale Sektor profitiert? 2. Assoziierung als übergeordnete Rechtsinstitution gegenüber dem nationalen Recht Zwischen der Türkei und der E(W)G/EU gibt es zwei primäre Rechtsquellen, nämlich das Assoziierungsabkommen von 1963 und das Zusatzprotokoll von 1970, wodurch das erstere weiter konkretisiert und anwendungsorientiert präzisiert wurde. Diese primärrechtlichen Rechtsgrundlagen wurden auf mehr als fünfzig rechtsverbindliche Assoziierungsratsbeschlüsse4 erweitert und umsetzungsfähig gemacht. Diese beiden Rechtsquellen bilden das Assoziationsrecht. Dieses zielt(e) auf Partnerschaft unter gleichwertigen Bedingungen, sieht die Vollmitgliedschaft als Endziel vor, negiert die Bilateralität, ist durch Supranationalität gekennzeichnet und kann damit nur durch den Gerichtshof der Europäischen Gemeinschaften, seit Dezember 2009 Union, ausgelegt werden. 4 Der Aufgabenbereich des Assoziationsrates ist durch den Artikel 22 Absatz 1 des Assoziierungsabkommens beschrieben. Dort heißt es: „Zur Verwirklichung der Ziele des Abkommens und in den darin vorgesehenen Fällen ist der Assoziationsrat befugt, Beschlüsse zu fassen. Jede der beiden Parteien ist verpflichtet, die zur Durchführung der Beschlüsse erforderlichen Maßnahmen zu treffen ...“. 63 Harun Gümrükçü Die Assoziationsfreizügigkeit5 stützt sich außerdem auf die Idee, dass die von den Vertragsparteien vereinbarte Freizügigkeit schrittweise herzustellen ist. Zu diesem Zweck gab es 1976 und 1980 die drei einstimmig angenommenen Assoziationsratsbeschlüsse, die sogenannten AR-Beschlüsse Nr. 2/76, Nr. 1/80 und Nr. 3/80,6 durch die den in den Territorien der jeweils anderen Vertragspartei lebenden Staatsangehörigen erheblich mehr Rechte eingeräumt wurden, als das bestehende Ausländerrecht auf der jeweils auf nationale Ebene vorsah bzw. vorsieht. Danach spielt für diese Migrantengruppe das nationale Ausländerrecht eine untergeordnete Rolle. Bei der Umsetzung dieser Rechte bildete sich auf der EU-Seite ein enormer Interessenkonflikt unter den beteiligten inter-, supra- und subnationalen Akteuren. Aufgrund der innenpolitischen Auseinandersetzung in den EUMitgliedstaaten hinsichtlich der Migrationsfrage haben sich die subnationalen Akteure mit ihrer nationalpolitischen Sichtweise im Zusammenhang mit der Migrationsfrage innenpolitisch durchgesetzt und damit die Grundsätze des Europarechts negiert. Sie haben zugleich die Legitimität der supranationalen Akteure, die in den Verhandlungen der Vertragsparteien, die solchen Beschlüssen zugestimmt haben, untergraben. Ferner haben die dem Staat zuzurechnenden Einheiten wie Bundesländer, andere gesetzgebende Körperschaften, Verwaltungsbehörden, Gerichte, die Bestimmungen der AR-Beschlüsse als Gemeinschaftsrecht nicht vollzogen, wenngleich dies unter ihre Aufgaben fällt. Gegen diese Missachtung des Europarechts ergingen inzwischen zahllose Urteile der nationalen Gerichte, insbesondere in Deutschland, in Österreich aber auch in England und in den Niederlanden. Im Zuge der Rechtsersuchen wurden durch Vorabentscheidungsverfahren dieser Gerichte beim Gerichtshof der Europäischen Gemeinschaften (EuGH) zwischen 1987 und 2010 auch 5 Eine Dissertation an der Universität Hamburg wurde unter diesem Titel veröffentlicht. Siehe hierzu Gutmann, R.: 1996: Die Assoziationsfreizügigkeit türkischer Staatsangehöriger: Ihre Entdeckung und ihr Inhalt, Baden-Baden. 6 Es wurde hierzu die erste ausführliche Studie von Gümrükçü vorgelegt. Vgl. Gümrükçü, H., 2002: Türkiye ve Avrupa Birliği. İlişkinin Unutulan Yönleri, Dünü ve Bugünü, (Europäische Union und die Türkei. Die vergessenen Seiten der Beziehung Gestern und heute), İstanbul und Hamburg. Hierzu siehe besonders die folgenden Seiten 181-214. 64 Die Türkei auf dem Weg nach Europa mehr als 50 europarechtliche und damit supranationale Urteile gefällt.7 Basierend auf dem Zusatzprotokoll von 1970 ergingen allein mehr als 11 rechtsverbindliche EuGH-Urteile für die Anwendung der Stillhalteklausel von 1973.8 Durch diese von allen Mitgliedstaaten zu beachtenden Urteile wurde die bereits im Art. 41 des Zusatzprotokolls von 1973 vorgesehene Stillhalteklausel als assoziationsrechtliche und damit rechtsverbindliche Aufgabe bestätigt. Das Assoziierungsabkommen von 1963, das hierzu den rechtlichen Rahmen gibt, sieht nach Art. 13 die Aufhebung der Beschränkungen der Niederlassungsfreiheit9 und nach Art. 14 den freien Dienstleistungsverkehr vor,10 „um die Lebenshaltung des türkischen Volkes zu verbessern und später den Beitritt der Türkei zur Gemeinschaft zu erleichtern“.11 Das Zusatzprotokoll, das nach seinem Art. 62 Bestandteil des Assoziierungsabkommens ist, legt hierzu den konkreten, anwendungsorientierten rechtlichen Rahmen fest: Art. 41 des Zusatzprotokolls lautet: „(1) Die Vertragsparteien werden untereinander keine neuen Beschrän- kungen der Niederlassungsfreiheit und des freien Dienstleistungsver- kehrs einführen. (2) Der Assoziationsrat setzt nach den Grundsätzen der Artikel 13 und 7 Gümrükçü, Harun; 2009: „Vize ve Vize Ötesi Haklar için Doğru Adımlar”, Gümrükçü, Harun (yay.), 2009: Vizesiz Avrupa’ya Giden Yol İnişler, Çıkışlar, Vurdumduymazlıklar ve Bir Hak Arama Kavgasının Anatomisi, Ankara, Aralık 2009, s. 30 - 48. Siehe auch Pınar, Hamdi 2009: “The Freedom of Establishment and Free Movement of Service Between European Union Member States and Turkey in the Light of the ECJ Decisions”, Gümrükçü, Harun (yay.), 2009: Vizesiz … a.g.e., s. 68 - 89. 8 Für die wichtigsten Urteile siehe: Savaş vom 11.05.200, Rs. C-37/98; Abatay/Şahin vom 21.09.2003, Rs. C-317/01; Tüm/Darı vom 20.09.2007, Rs. C-16/05; Sosyal/Savatlı und die anderen vom 19.12.2009, Rs. C-228/06 und schliesslich wurde im September 2009 das Urteil T. Şahin gefällt. Siehe hierzu auch T. Şahin vom 17.09.2009, Rs. C-242/06. 9 Artikel 13 bestimmt: „Die Vertragsparteien vereinbaren, sich von den Artikeln 52 bis 56 und 58 des Vertrages zur Gründung der Gemeinschaft leiten zu lassen, um untereinander die Beschränkungen der Niederlassungsfreiheit aufzuheben.“ 10 Artikel 14 schreibt vor: „Die Vertragsparteien vereinbaren, sich von den Artikeln 55, 56 und 58 bis 65 des Vertrages zur Gründung der Gemeinschaft leiten zu lassen, um untereinander die Beschränkungen des freien Dienstleistungsverkehrs aufzuheben.“ 11 Siehe vierte Begründungserwägung der Präambel und Artikel 28 des EWG - Türkei Assoziierungsabkommens vom 12. September 1963. 65 Harun Gümrükçü 14 des Assoziierungsabkommens die Zeitfolge und die Einzelheiten fest, nach denen die Vertragsparteien die Beschränkungen der Niederlassungsfreiheit und des freien Dienstleistungsverkehrs untereinander schrittweise beseitigen.“ Mit der Thematik beschäftigte sich auch der Asssoziierungsrat und fasste sekundärrechtliche und rechtsverbindliche Beschlüsse. Der durch das Assoziierungsabkommen geschaffene Rat12 erließ zu dieser Thematik am 19. September 1980 den Beschluss Nr. 1/80; Art. 13 des Beschlusses Nr. 1/80, lautet: „Die Mitgliedstaaten der Gemeinschaft und die Türkei dürfen für Arbeitnehmer und ihre Familienangehörigen, deren Aufenthalt und Beschäftigung in ihrem Hoheitsgebiet ordnungsgemäß sind, keine neuen Beschränkungen der Bedingungen für den Zugang zum Arbeitsmarkt einführen.“ Der Beschluss Nr. 1/80 ist gemäß Artikel 30 ab 1. Dezember 1980 E(W)G/ EU-weit anwendbar. Durch die oben dargelegte Rechtslage ist die unternehmerische Freizügigkeit, Dienstleistungsfreiheit und die Verschlechterung der bestehenden Rechtslage hinsichtlich der Staatsangehörigen der Türkei in den Mitgliedsstaaten der EU sehr konkret beschrieben, deutlich formuliert und auch aus sich selbst heraus verständlich. Dadurch werden die ausländerrechtlichen Vorschriften der nationalen EU-Mitgliedstaaten gegenüber den auf ihren Territorien ansässigen türkischen Staatsangehörigen in ihre Schranken verwiesen. 3. Ausweg aus der Sackgasse Durch die beiden Weltkriege haben sich die Spielregeln der zwischenstaatlichen Beziehungen grundlegend geändert. Eine der Folgen war der Auf- und Ausbau der internationalen Organisationen als Mittel der Koordinierung und Bündelung einzelstaatlicher Interessen. Inzwischen gelten sie als dominierendes Merkmal einer neuen Phase der internationalen Beziehungen. Aufgrund politischer Schwierigkeiten, wirtschaftlicher Disparitäten, aber auch anderer ideologischer Orientierungen können nicht alle Staaten Mitglied einer internationalen Organisation sein. Auch können sie häufig die mit dem Beitritt 12 Der Assoziationsrat setzt sich zusammen aus Mitgliedern der Regierungen der Mitgliedstaaten und der Kommission der Europäischen Gemeinschaften bzw. Union einerseits und Mitgliedern der türkischen Regierung andererseits. 66 Die Türkei auf dem Weg nach Europa verbundenen Auflagen nicht ohne weiteres erfüllen. Vor diesem Hintergrund entwickelte sich - im Gegensatz zur völkerrechtlich begründeten außerordentlichen Mitgliedschaft – dem herrschenden Zeitgeist entsprechend die Institution der Assoziierung. Durch sie sollten diejenigen Staaten an den Zielen eines Verbandes mitwirken können, die mit der Übernahme der mit einer Vollmitgliedschaft einhergehenden Verpflichtungen überlastet wären. Die Institution der Assoziierung impliziert zugleich die Möglichkeit einer differenzierten Gestaltung der internationalen Beziehungen. Bei diesem Beitrag gehe ich von einem Assoziierungstyp aus, durch den eine neue Form der internationalen Zusammenarbeit hergestellt wird. Die Assoziierung wird dabei in ihrem Verhältnis zur Gemeinschaft gesehen und in diesem Kontext analysiert. Die intergouvernementale Sichtweise wird damit von mir zurückgewiesen, da sie keine supranationalen Charakteristika aufweist, und die damit nicht unmittelbar und vorrangig vor dem nationalen Recht in den Mitgliedstaaten anwendbar ist. Mit den als europazugehörig eingestuften Staaten (Griechenland, Türkei, aber auch die mittel- und osteuropäischen Länder) wurde seinerzeit eine besondere Form der Assoziierung eingegangen, durch die die betreffenden Länder auf einen späteren Beitritt vorbereitet und möglichst dicht an die Organisation herangeführt werden sollten. Dieser Typ der Assoziierung wurde im Gegensatz zur Entwicklungsund Freihandelsassoziierung als Beitrittsassoziierung typologisiert. Ihr werden folgende Eigenschaften und Wirkungen zugesprochen: a. ausgewogene Partnerschaft unter den Vertragsparteien herzustellen, b. den Wohlstand unter den Partnern zu fördern, den Frieden zu sichern und auf Partnerschaft gerichtete, friedenssichernde Strategien entwickeln zu helfen, c. auf solche Strategien zu verzichten, die nur dem Ausbau der eigenen Machtposition und der Durchsetzung eigener Interessen dienen und d. Hervorhebung der supranationalen Eigenschaften von Beitrittsassoziierung. Die aufgezählten Eigenschaften zeichnen sich aus, wie bereits erwähnt, durch Vorrangigkeit und unmittelbare Wirksamkeit. Diese Beitrittsassoziierung impliziert die Negation jeglicher Vorstellung von Bilateralität und 67 Harun Gümrükçü schliesst auch mit ein, dass die der Assoziierung zugrunde liegenden Verträge und Basisdokumente, aber auch Sekundärverträge einen integralen Bestandteil der Gemeinschaftsrechtsordnung bilden. Sie können im Zweifelsfall durch den EuGH ausgelegt und seitens der Europäischen Kommisssion beaufsichtigt werden. Damit wird die dualistische Position mancher Rechtsgelehrten, wonach die bereits beschlossenen Rechtsakte im Assoziationsrecht nur angewendet werden können, wenn sie vorher ins nationale Recht transferiert wurden, von mir zurückgewiesen. Zudem ermöglicht dieser Assoziierungstyp dem assoziierten Partner zumindest eine gewisse Partizipation am Gemeinschaftsleben. Sie ist als eine dynamische Assoziierung hin zur Mitgliedschaft konzipiert. Von einer „unabhängigen Existenz“ einer beitrittsvorbereitenden Assoziierung kann nicht ausgegangen werden. Der Kern der Analyse bezieht sich daher auf die Assoziierung als eine Institution, die „ein neues Rechtsinstitut des Völkerrechts“ darstellt und durch ein “akzessorisches Verhältnis zur Gemeinschaft” gekennzeichnet ist. Die Assoziierung der Türkei mit der E(W)G/EU war als eine beitrittsvorbereitende Assoziierung konzipiert und ausgestaltet. Von ihrer Struktur her stellte sie eine vereinfachte Form des EWG-Vertrages von 1958 dar. In dieser Form nahm sie, unter dem Theorieaspekt betrachtet, einen Platz zwischen internationalen Regimen und internationalen Organisationen ein und war als Mittel gedacht, Nationalstaaten zu einem größeren Ganzen zusammenwachsen zu lassen. Die Türkeipolitik der Europäischen Union verzeichnete in ihrem Verlauf drei Phasen. So wurde auf europäischer Seite in den sechziger und Anfang der siebziger Jahre an einer „umfassenden Türkeipolitik“, nicht zuletzt aufgrund der geostrategisch wichtigen Rolle dieses Landes, gearbeitet. Erklärtes Ziel dieser Politik war es gewesen, die Türkei schrittweise in die Gemeinschaft zu integrieren, um sie letztlich einer Vollmitgliedschaft zuzuführen. Folgende Maßnahmen sollten der Türkei den freien Zugang zum europäischen Markt ermöglichen: I. Begünstigung (1964-1971) und zollfreie Einfuhr türkischer Industrieprodukte ab1972. II. Schrittweise Herstellung der Freizügigkeit für Arbeitskräfte bis zum 1. 12. 1986. 68 Die Türkei auf dem Weg nach Europa III. Vollständige Realisierung der vertraglich konzipierten Zollunion der beiden Vertragsparteien bis zum 31. Dezember 1995. IV. Finanzielle Zusammenarbeit hinsichtlich der Förderung der türkischen Wirtschaft, Vergabe von günstigen Krediten sowie Zusammenarbeit bei Technologietransfer und Kultur. V. Koordinierung der Wirtschafts-, Verkehrs-, Handels- und Wettbewerbspolitik sowie Harmonisierung der Finanzpolitik, des Steuerwesens und der Rechtsnormen. Einhergehend mit der Entspannungspolitik und besonders mit dem Ende des Ost-West-Konfliktes änderten sich die Spielregeln der Türkeipolitik der E(W)G/EU. Als die Türkei 1987 den ersten Antrag auf die E(W)G-Mitgliedschaft gestellt hatte, war die damalige E(W)G-Kommission verpflichtet, zu dieser Frage einen abschliessenden Bericht vorzulegen. Diese Stellungnahme der E(W)G-Kommission zum Beitrittsgesuch der Türkei erfolgte 1989. Sie fand damals eine große Zustimmung aller Beteiligten. Der Bericht von 1989 ließ eine Mitgliedschaft, wie die folgenden diversen Berichte, offen. Die Konsequenz von damals war, dass die Türkei sechs Jahre danach eine limitierte Zollunion mit der EU einging. Wird ebenso die jetzige Mitgliedschaftsperspektive der Türkei letztendlich in nichts anderem einmünden als nur in eine minderqualifizierte und damit diskriminierende “Art privilegierter Partnerschaft”? Dazu gibt es in den diversen Empfehlungsberichten mehr als genug Hinweise. Hierfür spricht die geführte Diskussion über den Annäherungsprozess der Türkei an die EU. In diesen Debatten steht die Selbstbegrenzung der Union im Vordergrund. Durch diese den Verträgen nicht inhärenten Gedanken wurde der Wandel oder besser die Aushöhlung dieses Modells der Beitrittsassoziierung im Zeitalter der Globalisierung vollzogen und damit die Grundlagen der Rechtsunsicherheit in Europa geschaffen. So wurde die bis zu den 1980er Jahren verfolgte Partnerschaftspolitik unter gleichwertigen Bedingungen aufgegeben. Sie wurde durch eine interessenorientierte Politik ersetzt. In Folge wurde die Vollmitgliedschaft nicht mehr favorisiert und in einen offenen Prozess umgedeutet, wobei die sogenannte privilegierte Partnerschaft der Türkei als Alternative angeboten wurde. Vor diesem Hintergrund wurde der supranationale Charakter der Assoziierung abgelehnt. Die 1980er Jahre hindurch 69 Harun Gümrükçü wurde die Auslegung des Assoziationsrechts durch den EuGH negiert, da das Assoziationsrecht angeblich kein Bestandteil des Europarechts wäre.Aus der Sicht der Türkei stellt diese Beziehung jedoch nach wie vor einen Wert an sich dar. Dieser Grundkonflikt - die großen Erwartungen der Türkei einerseits und die europäische „Beliebigkeit“ andererseits, - zieht sich wie ein roter Faden durch sämtliche Phasen der Beziehung und kann als ein ständiger Begleiter des Prozesses aufgefasst werden. Die E(W)G/EU Türkei-Annäherung wandelte sich auf diese Weise mehr und mehr von einer Politik der Partnerschaft hin zu einer kapital- und warenmäßigen Globalisierung. Durch diese von der EU ausgehende Konzeptionsverlagerung wurde die mit der Türkei eingegangene Beitrittsassoziierung nur als Möglichkeit der völligen Öffnung des türkischen Marktes für Kapital, Industrieprodukte, Investitionen, Informationen und Transporte betrachtet. Die vollendete limitierte Zollunion von 1996 liefert die Grundlagen zur priviligierten Partnerschaft. In diesem Zusammenhang ist die Türkei das erste und auch das letzte Land, mit dem die E(W)G/EU eine beschränkte Zollunion einging, ohne dass das betreffende Land Mitglied der Union war und damit nicht in den entsprechenden Gremien vertreten wurde. Die neue Konzeption ist auf ein unausgewogenes Verhältnis zwischen den Vertragsparteien hinausgelaufen. Damit wurde die Heranführung der Türkei an die europäische Integration abgeblockt, da nur Kapital und Waren Vertragsgegenstand wurden, die Position der Bürger jedoch gänzlich vernachlässigt wurde. So wurde die E(W)G/EU-Strategie bei den Verhandlungen zur Zollunion durch zwei wesentliche Motivationen bestimmt. Zum einen sollten der ökonomische und der politische Verhandlungsbereich strikt voneinander getrennt bleiben. Es sollten nur ökonomische Themen bzw. technische Fragen hinsichtlich der Vollendung der Zollunion zur Sprache kommen, die politische Dimension sollte „außen vor“ bleiben. Zum anderen sollte auch die Assoziationsfreizügigkeit nicht Gegenstand der Verhandlungen werden. Diese Strategie ging auf. Auf europäischer Seite gab es keinerlei Akteure, die sich für die Realisierung dieses Vertragsbestandteils ausgesprochen, geschweige denn eingesetzt hätten. Vorweg wurde die Türkei seit Anfang der neunziger Jahre seitens der konservativen Parteien der EU-Staaten als „nicht europazu- 70 Die Türkei auf dem Weg nach Europa gehörig“ eingestuft. Diese konservativen Regierungen unternahmen dennoch enorme Anstrengungen, die nach ihren Kriterien orientierte Zollunion mit den entsprechenden Beschränkungen mit der Türkei zu vollenden. Dazu fanden die diesbezüglichen Verhandlungen auch erst statt, nachdem überhöhte Erwartungen der türkischen Akteure, die sich u. a. auf die Zahlung der 1980 vereinbarten Finanzhilfe, die schriftliche Zusicherung einer Mitgliedschaft und volle Realisierung der Freizügigkeit bezogen, abgebaut worden waren und sie sich bereit erklärt hatten, lediglich über die Vollendung einer limitierten Zollunion zu verhandeln. Gleichzeitig wurde die Auslegung des Assoziationsrechts durch die nationalen Gerichte vollzogen. In den 1980er Jahren war kein deutsches Gericht bereit, entsprechende Gerichtsakten dem EuGH vorzulegen. Sie verfolgten damit innenpolitische Vorgaben und legten somit aber fälschlich supranationales Assoziationsrecht unter zu Grundelegung nationaler Kriterien aus. Zugleich haben die Behörden in nicht wenigen Fällen die Kläger dazu gebracht, ihre Klagen zurückzuziehen. Dies geschah besonders in Klagefeldern, die eine Aussicht auf Erfolg hatten. Es fand damit - verschleiert – eine Konzeptionsverlagerung von einer Beitritts- zu einer Entwicklungsassoziation statt. In Folge wurde die Türkei-Politik der E(W)G/EU-Mitgliedstaaten nationalistisch umorientiert, das Assoziationsrecht auf der Grundlage der dualistischen Positionen ausgelegt und damit wurden die EuGH-Urteile entweder ignoriert, und/oder fälschlich dargestellt bzw. unzureichend umgesetzt. 4. Grundlagen der visafreien Assoziationsfreizügigkeit und des Standstillgebotes Die Türkei ist, wie bereits erwähnt, durch eine Beitrittsassoziierung an die Mitgliedstaaten der Europäischen Union gebunden. Ihre Grundlagen liefert, wie mehrmals erwähnt, das Assoziierungsabkommen von 1963. Dieses Abkommen wurde durch das Zusatzprotokoll, welches am 1. Januar 1973 in Kraft trat, konkretisiert und anwendungsorientiert gestaltet. Nach Art. 41, Abs. 1 dieses Protokolls vereinbaren die Vertragsparteien, untereinander „keine neuen Beschränkungen der Niederlassungsfreiheit und des freien Dienstlei- 71 Harun Gümrükçü stungsverkehrs“ einzuführen. Um diesen Satz auszulegen, hat der Gerichtshof der Europäischen Gemeinschaften beginnend im Jahr 2000 bis heute 11 Urteile gefällt. Dabei handelt es sich um die Urteile, die in der folgenden Tabelle aufgelistet sind. Tabelle 1: Auflistung der EuGHE hinsichtlich des Verschlechterungs- verbotes Rechtsache Datum Parteien 1. C-242/06 Urteil 17.09.2009 T. Şahin gegen Niederlande 2. C-228/06 Urteil 19.02.2009 Soysal und Savatlı 3. C-16/05 Urteil 11.10.2007 Tüm und Darı 4. C-349/06 Urteil 04.10.2007 Polat 5. C-325/05 Urteil 18.07.2007 Derin 6. T-367/03 Urteil 30.03.2006 Yedaş Tarim ve Otomotiv Sanayi ve Ticaret/Rat u. Kommission 7. C-374/03 Urteil 07.07.2005 Gürol 8. C-317/01 Urteil 21.10.2003 Abatay/Şahin 9. C-171/01 Urteil 08.05.2003 Birlikte Alternative u. Grüne GewerkschafterInnen/UG 10. C-37/98 Urteil 11.05.2000 Savaş 11. C-37/98 Urteil 01.03.2000 Koçak Der EuGH behandelt das Assoziierungsabkommen und das Zusatzprotokoll als Bestandteil des Europarechts. Danach haben die klar definierten, eindeutig und präzis formulierten Bestimmungen des Zusatzprotokolls nach ständiger Rechtsprechung unmittelbare Wirkung. Die in Art. 41 Abs. 1 des Zusatzprotokolls enthaltene Stillhalteklausel sei eindeutig, klar, präzise und nicht an Bedingungen geknüpft, die rechtlich eine reine Unterlassungspflicht sind.13 Folglich können sich türkische Staatsangehörige, auf die diese Bestimmung anwendbar ist, vor den nationalen Gerichten auf die Rechte, die sie ih13 Vgl. Urteile Savaş, Randnrn. 46 bis 54 und 71 zweiter Gedankenstrich, Abatay u. a., Randnrn. 58, 59 und 117 erster Gedankenstrich, und vom 20. September 2007, Tüm/Darı, C-16/05, Slg. 2007, I-7415, Randnr. 46. 72 Die Türkei auf dem Weg nach Europa nen verleiht, berufen.14 Allerdings vermittelt eine solche Stillhalteklausel nicht als solche allein schon ein inhaltliches Recht. Ein solches ergibt sich nur im Zusammenhang mit den nationalen Rechtsvorschriften, die zum Zeitpunkt des Inkrafttretens der Stillhalteklausel galten. Deren Inhalt wird in gewisser Weise auf Dauer gestellt und darf nur in einer für die Erreichung der im Assoziierungsabkommen genannten Ziele förderlichen Weise geändert werden. Die Einführung der Visapflicht für türkische Staatsangehörige bei der Einreise nach Deutschland erfolgte durch die elfte Veränderung des Ausländergesetzes vom 1. Juli 1980. Allerdings erfolgte ihre Umsetzung, durch die dafür zunächst erforderliche Kündigung der deutsch-türkischen Sichtvermerksvereinbarung von 1953, erst am 5. Oktober 1980. Dieses Gesetz wurde lange nach dem entscheidenden Datum 1. Januar 1973 erlassen. Der vom EuGH für rechtswidrig erklärte Visumzwang für türkische Staatsangehörige ergibt sich gegenwärtig aus Art. 4, Abs. 1 und Art. 6 des Aufenthaltsgesetzes vom 30. Juli 2004, das zum 1. Januar 2005 in Kraft trat. Letzteres führt lediglich die EG-Verordnung Nr. 539/2001 aus. Danach war die Türkei auf der Liste der Drittländer aufgestellt, deren Staatsangehörige beim Überschreiten der Außengrenzen der Mitgliedstaaten in Besitz eines Visums sein müssen. Diese Änderung der nationalen Gesetzgebung legte der Gerichtshof der Europäischen Gemeinschaften in dem letzten der o. a. Urteile (C-228/06, Soysal) zum wiederholten Mal als einen Verstoß gegen den Vorrang des Europarechts aus, da sie eine Verschlechterung der Rechtslage darstelle, was ab 1. Januar 1973 als verboten galt. Obwohl diese deutsche Regelung nichts anderes ist als die Umsetzung des Art. 1 Abs. 1 der EG-Verordnung Nr. 539/2001 des Rates vom 15. März 200115 in nationales Recht, ist sie gleichwohl als Verstoß gegen Art. 41 Abs. 1 des Zusatzprotokolls zu werten, weil Sekundärrecht der EG wegen des Vorrangs völkerrechtlicher Verpflichtungen so auszulegen sind, dass es nicht mit den letzteren kollidiert.16 Die Verordnung Nr. 539/2001 kollidiert mit der der Standstillklausel des Zusatzprotokolls, welche ihr gegenüber eine Vorrangstellung einnimmt. Damit wird die durch diese Verordnung vorgeschriebene Visumspflicht jeden14 Vgl. u. a. Urteile Savaş, Randnr. 54, und Tüm und Darı, Randnr. 46. 15 ABl. L 81, s. 1. 16 Kommission/Deutschland, C-61/94, Slg. 1996, I-3989, Randnr. 52. 73 Harun Gümrükçü falls für die Mitgliedstaaten nicht wirksam, in deren nationalem Recht zum Zeitpunkt des Inkrafttretens des Zusatzprotokolls eine solche Visumpflicht nicht bestand. Dieser Zeitpunkt ist der 1. Januar 1973 für die ursprünglichen Mitgliedstaaten der E(W)G/EU bzw. der Zeitpunkt des Beitritts zur E(W)G/ EU bei den übrigen Mitgliedstaaten. Basierend auf den Ergebnissen dieser Urteile sind folgende Schlussfolgerungen zu ziehen: 1. Nach den oben angeführten Entscheidungen des EuGH muss ab sofort das Einreiserecht, welches am 1. Januar 1973 galt und durch die Standstillklausel auch weiterhin gilt, auf die Staatsangehörigen der Türkei angewendet werden. Vor diesem Hintergrund ist das Ausländergesetz vom 10.09.1965 weiterhin anzuwenden. Vor dem 1. Januar 1973 wurde dieses Gesetz zuletzt am 13. September 1972 geändert. In diesem Gesetz und den auf der Grundlage dieses Gesetzes erlassenen Verordnungen wurde für die Staatsangehörigen der Türkei kein Visum verlangt. Vor dem 1. Januar 1973 reisten türkische Staatsangehörige gemäß Art. 1 Abs. 2 Nr. 2 der Verordnung zur Durchführung des Ausländergesetzes in der Fassung vom 12. März 1969 ohne Visum nach Deutschland ein. 2. Bestehen bleibt die Visumpflicht für türkische Staatsangehörige weiterhin, wenn eine Familienzusammenführung beabsichtigt ist. Allerdings können die Familienangehörigen zunächst als Familienbesuch für drei Monate nach Deutschland kommen und dann den Antrag auf ein Visum von Deutschland aus stellen, wie es damals üblich war. Ebenso setzt die Aufnahme einer Erwerbstätigkeit ein Visum voraus. 3. Auf der Grundlage der oben beschriebenen Rechtslage gilt für die Einreisenden aus der Türkei weiterhin, dass sie a. einen gültigen Pass besitzen, b. genügend Mittel für ihren Aufenthalt zur Verfügung haben, c. nicht zu denjenigen Personengruppen gehören, welche die Sicherheit Deutschlands gefährden könnten, d. nicht zu den Personengruppen gehören, die aufgrund eines schwerwiegenden Straftatbestandes verurteilt und aus Deutschland ausgewiesen wurden (Gefährdung der öffentlichen Gesundheit und Sicherheit). 74 Die Türkei auf dem Weg nach Europa 4. Alle Personen können für touristische Zwecke oder zum Besuch eines Freundes oder einer Familie ohne besondere Einreiseerlaubnis nach Deutschland kommen und bis zu drei Monate dort bleiben.17 5. Dienstleistungsempfänger und –erbringer können höchstens drei bzw. zwei Monate nach Deutschland kommen und ohne Visa für diese Zeit hier bleiben. 6. Wer diese Zeit überschreitet, wird unter Anwendung von Strafen ausgewiesen. 7. Die sich in Deutschland aufhaltenden Personen dürfen keiner Beschäftigung nachgehen. Jede Arbeitsaufnahme gilt als illegal und wird seitens der Behörden verfolgt. Wer länger als drei Monate in Deutschland bleiben möchte, muss den entsprechenden Visaantrag bei den zuständigen Behörden stellen und ein Visum erhalten. 8. Die Türkei muss unter Beachtung der vorangegangenen Erläuterungen wieder in die Positivliste der Länder aufgenommen werden, deren Staatsangehörige kein Visum bei der Einreise benötigen. 9. Die Dienstleistungsfreizügigkeit wurde durch den Artikel 49 des EGVertrages geregelt. In Bezug auf die Türkei wurde dies durch das EuGHUrteil Abatay/Şahin von 2003 konkretisiert. Die Dienstleistungsfreizügigkeit erfasst sowohl die Unternehmer und die Selbstständigen als auch diejenigen Personen, die für Bildungszwecke nach Deutschland einreisen, Sprachkurse besuchen, medizinische Dienste in Anspruch nehmen, sowie als Touristen die Welt entdecken wollen und nebenbei ihre Familien und Freunde besuchen.18 10. Das bestehende Ausländerrecht in Bezug auf die bereits in Deutschland lebenden türkischen Staatsangehörigen muss noch einmal nach seinen einzelnen Bestimmungen dahingehend überprüft werden, inwieweit sie auf die türkischen Staatsangehörigen weiterhin angewandt werden können. Nach den oben angeführten EuGH-Urteilen darf diese Personengruppe durch die Änderungen der nationalen Gesetzgebung rechtlich nicht schlechter gestellt werden als es 1980 der Fall war. 17 Artikel 1 II, Nr. 1 des Ausländergesetzes von 1965. 18 EuGH-Urteil “Luisi u. Carbone” vom 31.01.1984. Rechtssache 286/82, 2.021989, Cowan, Rs. 186/87. 75 Harun Gümrükçü Dieses Verschlechterungsverbot wurde damals durch den Assoziiationsratsbeschluss 1/80 Artikel 13 zementiert. 11. Obwohl nach den o.a. Urteilen diese Rechtslage eindeutig ist, muss jedoch allen Personen klar sein, dass angesichts gegenteiliger Verwaltungsanweisungen die sich auf unwirksames nationales Recht stützen, die Beamten an der Grenze des jeweiligen Mitgliedstaates der EU sich nicht nach EU-Recht sondern nach ihren allgemeinen Verwaltungsanweisungen richten werden. Es ist daher zu empfehlen, dass türkische Staatsangehörige sich an die offiziellen Vertretungen der Bundesrepublik Deutschland wenden und eine Bestätigung beantragen, dass sie ohne Visum einreisen können. Sollte diese abgelehnt werden, kann gegen diese Ablehnung vor den deutschen Verwaltungsgerichten geklagt werden. Alternativ erscheint es aber vielversprechender, nach einer solchen Ablehnung ein deutsches Visum zu beantragen und wegen der damit verbundenen Kosten auf Schadensersatz vor deutschen Gerichten zu klagen. Insbesondere Unternehmen, bei denen sich eine Vielzahl solcher Fälle bündelt, könnten so Druck ausüben. Voraussetzung ist allerdings, dass die Einreise in Deutschland direkt erfolgt (Flugzeug, Schiff). 12. Transportunternehmen müssten erst die Rechtslage in den Transitländern klären und dann in diesen Ländern entsprechende Schritte unternehmen. Das kann wegen der durch die Standstillklausel gegebenen Zersplitterung der Rechtslage kompliziert und langwierig werden. Der Anspruch auf Schadensersatz ergibt sich aus der ständigen Rechtsprechung des EuGH zu den schadensersatzrechtlichen Folgen der Verletzung von Rechten, die das Primär- oder Sekundärrecht gewährt. Diese Rechtsprechung gründet sich auf das Urteil Francovich (C-6/90).19 Danach muss nachgewiesen werden, dass das primäre oder sekundäre EGRecht ein Recht des Individuums enthält, dessen Inhalt klar und eindeutig ermittelt werden kann und dessen Verletzung zu einem Schaden geführt hat. Weiterhin ist erforderlich, dass die Verletzung dieses Rechts eine offensicht19 Seit 2000 weise ich immer auf die Möglichkeit einer Schadenersatzklage hin. Die juristische Konkretisierung geht auf den Hinweis von Herrn Prof. Dr. jur. Wolfgang Voegeli an der Universität Hamburg zurück. An dieser Stelle möchte ich mich bei ihm bedanken. 76 Die Türkei auf dem Weg nach Europa liche und schwere Verletzung des Ermessens der handelnden Institutionen der Mitgliedstaaten darstellt. Letzteres ist immer gegeben, wenn der EuGH bereits eine nationale Regelung als Verstoß gegen EG-Recht gewertet hat. In den Fällen der Verweigerung der visumfreien Einreise sind alle diese Voraussetzungen gegeben. In ständiger Rechtsprechung können sich Individuen auf die Geltung der Stillhalteklausel berufen, die zusammen mit den jeweiligen nationalen Vorschriften gegebenenfalls ein Recht auf visumfreie Einreise begründet. Eine Verweigerung dieses Rechts durch deutsche Behörden führt zu Kosten, die sonst nicht aufgetreten wären (Visumgebühren, Reisekosten zu den Konsulaten, Verdienstausfall), die als Schaden geltend gemacht werden könnten. 5. Schlussfolgerungen Die Auseinandersetzung um die Rechtssicherheit im Zusammenhang mit dem visafreien Europa und der E(W)G/EU-Türkei Assoziationsfreizügigkeit belegt, dass die Außenpolitik letztlich eine Widerspiegelung der Innenpolitik darstellt. Anders als bei internationalen Verträgen zeichnen sich jedoch die Bestimmungen der supranationalen Verträge durch die Charakteristika Vorrangigkeit und unmittelbare Wirksamkeit aus. Trotz dieses dem Vertrag zugrundeliegenden Imperativs wurde im Falle der E(W)G/EU-Türkei-Assoziierung die Umsetzung der vertraglichen Vereinbarungen von den sich ändernden politischen Gegebenheiten abhängig gemacht. Obwohl die nationalen Gerichte für die Klärung supranationalen Rechts kein geeignetes Instrumentarium darstellen, weigerten sie sich jedoch bei der Auslegung des E(W)G-Türkei Assoziationsrechts die Dienste des EuGH in Anspruch zu nehmen. Dabei waren sie sehr stark den nationalen Einflüssen ausgesetzt, und sie konnten sich nicht ohne weiteres davon emanzipieren Es bildeten sich folgerichtig auf der nationalen Ebene zwei Richtungen aus. Die subnationalen Akteure, die sich aus dem Arbeits- und Innenministerium rekrutierten, konnten sich gegen die anfänglichen Widerstände des Außenministeriums voll durchsetzen und die europarechtliche Bindung nationaler Migrationspolitik, die aus den angeführten AB-Beschlüssen [E(WG/AB Türkei Assoziationsratsbeschlüsse] resultiert, voll negieren. Von Anfang an wurde die 77 Harun Gümrükçü Tatsache übergangen, dass das System des Assoziationsrechts von den interund supranationalen Akteuren der beiden Vertragsparteien erdacht und einstimmig beschlossen worden war. Von den subnationalen Akteuren wurde auf verschiedenen Ebenen eine Vielzahl von Maßnahmen entwickelt, um die von den inter- und supranationalen Akteuren entwickelte Konzeption zu durchkreuzen. Fehlleitung der Presse durch falsche Materialien (wie im Fall des sonst sehr seriösen Wochenmagazin SPIEGELs vom 10.10.1992), Versuche, durch harsche Kritik Druck auf den EuGH auszuüben (z.B. Äußerungen des ehemaligen Bundesarbeitsministers Blüm) sowie einer Nichtweitergabe von Informationen können hierzu gezählt werden. Zudem gelang es den subnationalen Akteuren mit ihren der Rechtsverweigerung gleichkommenden Thesen die Migrationspolitik wie folgt zu beeinflussen: Die Assoziationsfreizügigkeit und ein „visafreies Europa“ (Türkisch: Vizesiz Avrupa)20 wurden seit 1983 aus dem Katalog der Tagungsthemen des E(W) G/EU-Türkei Assoziationsrates gestrichen. Die Diskussion über die Anwendung der Beschlüsse zum visafreien Europa wurde aus den Konferenzen in die Gerichtssäle verlagert, wo subnationale Akteure tonangebend tätig wurden. Die zentralen Argumente wurden mit sprachlichen Raffinessen, Fehldeutungen, Irreführungen u. ä. in den Gerichten vorgetragen. Mit anderen Worten: Die nationalen Gerichte wurden als Instrument der Außenpolitik eingesetzt und waren damit überfordert. In dieser Rolle wurde die Richterschaft von ihren Urängsten begleitet, dass sie wegen eines missliebigen Urteils sofort oder später von irgendeinem Machthaber zur Rechenschaft gezogen werden könnte. Diese Angst war nicht unbegründet. So wurde der EuGH nach seiner KuşEntscheidung vom 16.12.1992 (C-237/91) Zielscheibe einer harschen Kritik, in dessen Folge die Amtszeit des deutschen Richters Prof. Dr. M. Zuleeg nicht mehr verlängert wurde. Die Bundesgerichte haben sich in den Achtziger Jahren konsequent, aber die rechtliche Grundlage missachtend, geweigert, die AR-Beschlüsse durch den EuGH im Form einer Vorlage auslegen zu lassen. Zur Anwendung der AR-Beschlüsse und damit für ein visafreies Europa wäre es nie gekommen, 20 Türkisch: Vizesiz Avrupa, der Begriff wurde vom Autor als Schlagwort eingeführt und kann inzwischen in google als Begriff mit mehr als 700.000 Nennungen gefunden werden. (Stand Oktober 2012) 78 Die Türkei auf dem Weg nach Europa wenn nicht die griechische Regierung in einem anderen Zusammenhang zwei Nichtigkeitsklagen gegen den Rat und gegen die Kommission erhoben hätte.21 Dabei ging es um eine Finanzhilfe, die die EG der Türkei aufgrund des ARBeschl. 2/80 gewährt hatte. Der griechischen Auffassung zufolge hätte die EG ohne seine Zustimmung keine Gelder an die Türkei abführen dürfen. Somit habe sie das Gemeinschaftsrecht und Formvorschriften verletzt. Der EuGH negierte die Position Griechenlands und gelangte zu der Auffassung, dass die AR-Beschl. als Bestandteil des Europarechts anzusehen sind. Erst dann konnten die nationalen Gerichte nicht mehr umhin, dem EuGH hinsichtlich des AR-Beschl. Nr. 1/80 entsprechende Gerichtsfälle vorzulegen. Es wurde dennoch bemerkenswerterweise die erste Vorlage von den Niederlanden vorgelegt. Von subnationalen Akteuren (Dualisten) wurden die Bestimmungen der AR-Beschl. und visafreies Europa besonders in Deutschland auf eine restriktive Weise interpretiert. Sie hatten über mehr als ein Jahrzehnt lang den Zusammenhang zwischen Arbeits- und Aufenthaltserlaubnis kategorisch abgelehnt, und sich an die Leitsätze eines im Jahre 1985 von der Bundesregierung im Zusammenhang mit assoziationsrechtlichen Überlegungen abgefassten „NonPapers“ geklammert. Danach hätte „aus dem Recht auf Arbeitsmarktzugang nicht automatisch ein Recht auf Aufenthalt“ abgeleitet werden können. Es wurde in diesem Zusammenhang die Konzeption des Verschlechterungsverbotes der bestehenden Rechte gänzlich ignoriert. Nach Auffassung dieser Ministerien, aber auch der nationalen Richterschaft der achtziger Jahre, stünde selbst den dem Arbeitsmarkt der EU-Länder regulär angehörenden türkischen Zuwanderern unter bestimmten Voraussetzungen ein Quasi-EU-Status nicht zu. Damit hatten sie den AR-Beschlüssen eine nur marginale Bedeutung beigemessen und den Standpunkt vertreten: „Nur wer eine Aufenthaltserlaubnis hat, darf auch arbeiten“. Ebenso waren sie der Ansicht, dass die Visaregelungen keine Verschlechterung bedeuteten. Die zweite Position bildete sich im Außenministerium (AA) Deutschlands um den „Block der Rechtssicherer“ (Monisten), ihnen ging es um die Rechtssicherheit und die Legitimität des Rechts. Nach der Sevince-Entscheidung 21 EuGHE vom 27.09.1988, Rs. 204/86, (Griechenland/Rat, Slg. 1988). Siehe auch EuGHE vom 14.11.1989, Rs. 30/88 (Griechenland/Kommission, Slg.191). 79 Harun Gümrükçü vom 21.09.1990 (Rs. C- 192/89) begann man dort, die rechtlichen Konsequenzen zu ziehen. In Bezug auf den Kuş-Prozess meinte das AA, „es sei aus EG-rechtlichen wie integrationspolitischen Gründen“ nicht bereit, der Regierungsstellungnahme zuzustimmen. Auch riet es den beiden Ministerien, von ihren Positionen Abstand zu nehmen. „Da keine neuen Gesichtspunkte für ein derartiges Petitum vorgetragen werden und die seinerzeit (gemeint ist der Fall Sevince) von der Bundesregierung in ihren Stellungnahmen vorgetragene Auffassung seitens des EuGH unberücksichtigt bleibt, dürfte das erneute ´Aufwärmen´ dieser Argumentation nicht nur wenig Aussicht auf Erfolg haben, sondern eher kontraproduktiv wirken“. Diese berechtigten Hinweise des AA fanden jedoch bei den Bürokraten des BMA und BMI kaum Gehör. Als der EuGH seiner Kuş-Entscheidung von1992 die Position des AA berücksichtigte, sah sich das BMA veranlasst, den EuGH mit Mitteln einer „kriegerischen Terminologie“ (der Begriff stammt von Prof. Dr. M. Zuleeg, dem ehemaligen deutschen Richter beim EuGH) unter Beschuss zu nehmen. Diese Kritik ist über Jahre hinweg nicht abgeflaut. Eine ähnliche Vorgehensweise war kurz vor der Soysal-Entscheidung vom 19. Februar 2009 zu beobachten. Diesmal hatte diese Rolle die Europäische Kommission zu spielen, die versuchte, den EuGH unter Druck zu setzen, um ihn zu einem politischen Urteil zu bewegen. Auf Druck der Mitgliedstaaten zog die Europäische Kommission ihre schriftliche Stellungnahme bei der mündlichen Verhandlung des Soysal-Prozesses von 2009 zurück. Dies weckte das Missbehagen der Richter. Während der Verhandlung fragte der Vorsitzende des Gerichts den Vertreter der EU-Kommission, ob ihm über Nacht Geister etwas zugeflüstert hätten, damit er seine schriftlich abgegebene Rechtsauffassung ändere. Die Assoziierung zwischen der E(W)G//EU und der Türkei hat keinen selbsttätigen Automatismus in Gang gesetzt, durch den für problematische Handlungsinterdependenzen geeignete Lösungsansätze entwickelt und für Informationsprobleme geeignete Verbindungskanäle geöffnet würden. Es muss konstatiert werden, dass das zentrale Handlungsmotiv der E(W) G//EU bezüglich ihrer Beziehungen zur Türkei letztendlich der Machterwerb war. Die Möglichkeiten einer Kooperation, die das Assoziierungsabkommen 80 Die Türkei auf dem Weg nach Europa als Beitrittsvorbereitung hätte bieten können, sind übergangen worden, sobald offensichtlich wurde, dass die EU-Seite ohne großes Krisenrisiko einseitige Vorteile erringen konnte. Hätte man die Ziele der türkischen Assoziierung von Anfang an ernst genommen, hätte es Wege gegeben, die vertraglich vereinbarte Annäherung beider Vertragsparteien zu realisieren. Die Handlungsfreiheit lag dabei eindeutig bei der E(W)G//EU. Es zeigt sich, dass normative Bestimmungen, wie am Beispiel der E(W)G/ EU-Türkei Beziehungen zu verfolgen ist, nicht die Gewähr dafür bieten, dass eine als Beitrittsassoziierung konzipierte Zusammenarbeit auch wirklich ihren vertraglichen Bestimmungen entsprechen muss. Unter den sich stets ändernden politischen Gegebenheiten kann sie sich – zumal wenn es sich um eine asymmetrische Beziehung zweier ungleicher Partner handelt – als ein „ewiges Provisorium“ erweisen und eine unendliche Auseinandersetzung ausarten. Bei dieser Auseinandersetzung geht es aber um sehr viel, nämlich um die Rechtssicherheit in Europa und damit steht im Hintergrund das Bemühen um Gerechtigkeit und Rechtstaatlichkeit. Die Aufarbeitung dieser Fragestellung zeigt, dass die Türkei-Politik der EU, wenngleich sie sich auch auf eine solide und lebendige Basis stützt, doch aufgrund des Streits um den EU-Beitritt der Türkei und ein visafreies Europa Risse erhalten hat. Es ist gegenwärtig nicht zu übersehen, dass das türkisch-europäische Verhältnis einem Luftschiff gleicht, das über einem Bermuda-Dreieck aus einseitig ausgerichteten EU-Machtintereesen, aber auch aus gegenseitigen Missverständnissen und Differenzen fliegt, in das es gänzlich hineinzustürzen droht. Doch im Gegensatz zu den „Mysterien“ dieser geographischen Gefahrenzone, können die Machtinteressen, Missverständnisse und Differenzen im türkisch-europäischen Verhältnis sehr wohl rational analysiert und verstanden werden. Vor dem Hintergrund der nun geschilderten Ereignisse ist es unabdingbar, auf beiden Seiten des Assoziationsvertrages tiefer gehende Überlegungen zu beginnen, um zu verhindern, dass das türkisch-europäische Luftschiff, wenn auch nicht zerschellt, so doch seine historische Zielbestimmung verfehlt. 81 82 Turkey on the way to Europe Turkey on the way to Europe: -Standstill clause and visa-free travelProf. Dr. Harun Gümrükçü* 1. Introduction Turkey was closely bound to the EEC/EU Member States on 12 September 1963 by the Association Agreement1. According to Walter Hallstein, the former President of the EEC Commission, after a short transition period, Turkey should have become a member state of the Community2. Meanwhile, nearly fifty years have passed. More than eight years ago on 17 December 2004, the European Council decided to open accession negotiations. Despite an openended accession process which has been lasting for eight years, the authorities in Brussels see shortcomings in many areas of economic, legal and social life of this country according to Western standards, which stand in the way of Turkey’s accession. The progress reports which have been published since 1999 by the European Commission in relation to Turkey constantly refer to a non-completed “homework” of Turkey. Given the fact that the EEC/EU-Turkey relations go back to nearly fifty years, the following questions inevitably come to mind: • Have the EEC/EU Member States met their contractual obligations towards Turkey and completely done their homework? If not, where are the gaps? * Akdeniz University 1 The Agreement of 12 September 1963 establishing an Association between the European Economic Community and Turkey. 2 Walter Hallstein, 12. September 1963: Speech at the signing of the Association Agreement between the EEC and Turkey in Ankara. 83 Harun Gümrükçü • • • • How can these shortcomings be eliminated on the part of the European Union and the EEC/EU Member States? Is it not a task and even a duty-bound obligation of the EU Commission to point out shortcomings identified in the above mentioned progress reports and suggest necessary solutions? Can the EU Commission, being an honest mediator, afford to make such a fault that its lack of action can be interpreted as a violation of law or at least as a breach of duty? Where are the social dimensions of the EEC/EU-Turkey relations, as well as legal and economic elements which are integral to the European treaties? In answering these questions in this paper, EC law is applied as international law with supra-national character, but neither international agreement nor national immigration laws of certain EU Member States. Here, it is focused on the legal position of those Turkish nationals who are affected by the visa requirements. The focus of interest involves a number of questions: to what extent this group of people has been equated with the EU citizens; where the gaps exist; how they can be bridged and what effects the exercise or conversion of the Association law has for the status of Turkish nationals in the light of the standstill requirement of 1973. I shall discuss it in more detail. Here are, however, some provocative questions to this topic: • How does the protectionism of the national labour markets or limited freedom of movement of workers (if ever existing) correspond with the goals of globalisation meaning “the worldwide opening of markets of goods, investments, financial flows, information, transportation”3. • To what extent will the protectionism of the national labour markets of the EU Member States against Turkey correspond with the primary contracts agreed between the partners and the trade rules resulting from the limited Customs Union? If capital and goods are closely associated with each other like Siamese twins in the context of opening of the European markets, can not and should not the labour factor be treated at least in like manner? 3 Fetscher, Iring, „Globalisierung, Nachhaltigkeit und die Demokratie“, in: Universitas, 52. Jg., Nr. 610, pp. 307 - 310, 307. 84 Turkey on the way to Europe • In what ways can it be legitimated, that discrimination of European investors in Turkey against the domestic entrepreneurs by political, legislative or administrative measures must be ruled out, while this is not an issue for immigrants from Turkey in the EU Member States? • How should the solemn declaration “to promote the prosperity of the partners involved” be comprehended in the context of the EEC/EUTurkey Association Agreement, when not the social sector, but only production and finance sectors benefit from the Agreement? 2. Association as a legal institution superior to national law There are two primary legal sources between Turkey and the EEC/EU, namely the Association Agreement of 1963 and the Additional Protocol of 1970, whereby the former was made more concrete, precise and applicationoriented. The primary law principles have been extended to more than fifty legally binding Association Council Decisions4 and made capable of implementation. These two sources of law form the Association law. It aims at partnership under equivalent conditions, regards the full membership as the ultimate goal, negates the bilateralism; it is characterized by supranationalism and thus can only be interpreted by the Court of Justice of the European Communities (the European Court of Justice since December 2009). The Association freedom of movement5 of Turkish nationals is also based on the idea that freedom of movement between the contracting parties should be established gradually. To this end, the three unanimous Association Council decisions were adopted in 1976 and 1980 (so-called AR-Resolutions 2/76, 1/80 and 3/806), according to which nationals living on the territory of the 4 The scope of activity of the Association Council is described by the Article 22, paragraph 1 of the Association Agreement. It states: “The Association Council is empowered to take decisions to achieve the objectives of the Agreement and in the cases provided for it. Each of the parties is obliged to take required measures to implement the decisions taken ... “ 5 A dissertation, published at the University of Hamburg under this title. See Gutmann, R.: 1996: The Association of Turkish nationals’ freedom of movement: their discovery and their contents, Baden-Baden. 6 The first detailed study of Gümrükçü is presented. See Gümrükçü, H., 2002: Türkiye ve Avrupa. İlişkinin Unutulan Yönleri, Dünü ve Bugünü (European Union and Turkey. The forgotten side of the relationship in the past and present), Istanbul and Hamburg. See especially pages 181-214. 85 Harun Gümrükçü other contracting party were granted more rights than the existing immigration law provided at the national level. After that the national immigration law had minimum importance for this group of migrants. By the implementation of these rights, an enormous conflict of interests arose between the participating international, supranational and sub-national actors on the EU side. Because of the domestic political controversy regarding the migration question in the EU Member States, the sub-national actors have had an influence at domestic level with their national political perspective in the context of migration, and thus have negated the principles of European law. They have also undermined legitimacy of supranational actors who had agreed on such decisions during the negotiations of the parties. Furthermore, entities imputable to the state, such as the Länder, other legislative bodies, administrative authorities and courts, have not implemented the provisions of the legal decisions made by the Association Council, although this fell under their responsibilities. In the meantime, numerous judgments were issued in line with this derogation of European law by national courts, especially in Germany, Austria, but also in England and the Netherlands. In the course of legal request, more than 50 European legal and thus supranational judgments have been passed between 1987 and 2010 by the Court of European Communities (ECJ) via preliminary ruling7. Based on the Additional Protocol of 1970, more than 11 legally binding ECJ rulings were issued alone for the application of the standstill clause of 19738. Through these judgements, which had to be observed by all Member States, the standstill clause specified in Article 41 of the Additional Protocol of 1973 was confirmed to be a legally binding rule in the framework of Association. 7 Gümrükçü, Harun; 2009: „Vize ve Vize Ötesi Haklar için Doğru Adımlar”, Gümrükçü, Harun (yay.), 2009: Vizesiz Avrupa’ya Giden Yol İnişler, Çıkışlar, Vurdumduymazlıklar ve Bir Hak Arama Kavgasının Anatomisi, Ankara, Aralık 2009, S. 30 - 48. See also Pınar, Hamdi 2009: “The Freedom Of Establishment And Free Movement Of Service Between European Union Member States And Turkey In The Light Of The ECJ Decisions”, Gümrükçü, Harun (yay.), 2009: Vizesiz … op. cit, pp. 68 - 89. 8 For the most important judgments, see: Savaş of 11.05.200, Case C-37/98; Abatay / Şahin of 21.09.2003, Case C-317/01; Tüm / Darı of 20.09.2007, Case C-16 / 05; Sosyal / Savatli and the other of 19.12.2009, Case C-228/06 86 Turkey on the way to Europe The Association Agreement of 1963, which determines the legal framework here, provides under Article 13 for the lifting of restrictions on freedom of establishment9 and under Article 14 on the freedom to provide services10 in order to improve the standard of living of the Turkish people and to facilitate later accession of Turkey to the Community11. The Additional Protocol, which is a part of the Association Agreement according to Article 62, determines the concrete application-oriented legal framework: Article 41 of the Additional Protocol states: “(1) The Contracting Parties shall refrain from introducing between them- selves any new restrictions on the freedom of establishment and the freedom to provide services. (2) In accordance with the principles set out in Articles 13 and 14 of the Agreement of Association, the Council of Association shall determine the timetable and rules for the progressive abolition by the contracting parties of restrictions on freedom of establishment and on freedom to provide services between themselves.” The Association Council has also occupied itself with this question and summed secondary legally binding decisions. The Council12 established by the Association Agreement has issued its Decision No 1/80 on this subject on 19 September 1980. Article 13 of Decision No 1/80 states: “The Member States of the Community and Turkey may not introduce new restrictions on the conditions of access to employment applicable to workers and members of their families legally resident and employed in their respective territories.” 9 Article 13 provides for: “The Parties agree to be guided by Articles from 52 to 56 and 58 of the Treaty establishing the Community in order to lift restrictions on freedom of establishment for each other’s.” 10 Article 14 provides for: “The Contracting Parties agree to be guided by Articles 55, 56 and from 58 to 65 of the Treaty establishing the Community in order to lift restrictions on freedom to provide services for each other.” 11 See the fourth recital in the preamble and Article 28 of the EEC - Turkey Association Agreement of 12 September 1963. 12 The Association Council is formed of members from the Governments of the Member States, of the Council and the Commission of the European Communities/Union on the one part, and members of the Turkish Government on the other. 87 Harun Gümrükçü Decision No 1/80 is applicable on the territory of the EEC/EU according to Article 30 of 1 December 1980. The entrepreneurial freedom of movement, freedom to provide services and the deterioration of the existing legal status of nationals of Turkey in the EU Member States are described through the aboveexplained legal position in very concrete terms, in clear and self-explanatory manner. Thus, the immigration law requirements of the national EU Member States as regards Turkish nationals residing in their territories were put in their place. 3. A way out of the impasse The rules of intergovernmental relations changed fundamentally during two World Wars. One of the consequences was the establishing and development of international organizations as a means of coordination and bundling of separate national interests. It is now seen as the dominant feature of a new phase of international relations. Not all states can become a member of an international organization due to political problems, economic disparities and also because of different ideological orientations. Often they cannot easily meet the requirements associated with the accession. The institution of the association was developed against this background in concordance with the spirit of the times as opposed to extraordinary membership based on international law. By means of it, those states should be able to contribute to the union’s goals which are concomitant to the responsibilities of full membership. The institution of the association also implies the possibility of a differentiated organization of international relations. In this paper, I start from an association type, by which a new form of international cooperation is established. The association will be seen and analyzed in the context of its relationship to the Community. Thus, I reject the intergovernmental perspective, because it has no supra-national characteristics, and thus it is not directly applicable and does not have priority over national law in the Member States. At that time a new form of Association has been established with states classified as European countries (Greece, Turkey, but also the Central and Eastern European countries). By means of this form of Association, the countries concerned should prepare for a future accession and possibly accustom themselves to the organization. This type of association was 88 Turkey on the way to Europe categorised as a membership association in contrast to the development and free trade association. It imparts the following characteristics and effects: a. to establish a balanced partnership among the Contracting Parties, b. to promote prosperity among the partners, to ensure peace and to help to develop partnership-oriented, peace-keeping strategies, c. to refrain from such strategies, which serve only to expand one’s own power position or to advance one’s own interests, and d. to assure that the supranational character of the association membership relations is highlighted. The listed properties are characterized, as already mentioned, by primacy, immediate effectiveness and development. This membership association implies negation of any concept of bilateralism and concludes that treaties and basic documents which underlie the Association and also secondary agreements are an integral part of the Community legal order. In the case of doubt, they can be interpreted by the ECJ and observed by the European Commission. Thus, I reject the dualistic position of some legal scholars, according to whom adopted legislation can be applied in Association law only if they have been previously transferred into national law. Moreover, this association type enables the associated partners at least some participation in Community life. It is designed as a dynamic Association towards Membership. We cannot proceed from the “independent existence” of a pre-accession association. The core of the analysis therefore refers to the association as an institution that represents “a new legal institution of the international law” and is characterized by an “accessory relationships with the Community.” The association of Turkey with the EEC/EU was designed and developed as the Association prior to Membership. Structurally, it presented a simplified version of the Treaty establishing the European Economic Community in 1958. When examined from the theoretical aspect, it was placed in this form between international regimes and international organizations. It was intended as a means of integrating national states into the comprehensive whole. The Turkish policy of the European Union reported in its course three phases. Thus, work has been carried out by the European side in the sixties and early seventies on a “comprehensive policy towards Turkey”, not least be- 89 Harun Gümrükçü cause of the important geostrategic role of this country. The declared purpose of this policy was to integrate Turkey gradually into the Community in order to finally bring it to a full membership. The following measures should have allowed Turkey free access to the European market: I. Preferential treatment and customs free import of Turkish industrial products since 1972. II. Progressive achievement of free movement of labour by 1 December 1986. III. Full implementation of the designed Customs Union Agreement between two Contracting Parties by 31 December 1995. IV. Financial cooperation in promoting the Turkish economy, cheap loans, as well as cooperation in technology transfer and culture. V. Coordination of economic, transport, trade and competition policy, harmonization of fiscal policy, taxation and legal norms. In line with the policy of detente and especially with the end of the EastWest conflict, the rules of EEC/EU’s policy towards Turkey began to change. When Turkey made the first application for the EEC-membership in 1987, the EEC Commission had to submit a final report on this issue. This viewpoint of the EEC Commission on the application for membership submitted by Turkey was stated in 1989. The Commission met great approval of all Members. The report of 1989, as well as the following different reports, left a membership open. The consequence since that time was that Turkey received a limited Customs Union with the EU six years after this report. Will not the current membership perspective for Turkey eventually develop the same way into nothing more than a less qualified and thus discriminatory “kind of privileged partnership”? There is more than enough evidence of it given in several recommendation reports. The conducted discussion about the rapprochement process between Turkey and the EU are in favour of it. In these debates, the self-limitation of the Union is in the foreground. Through these ideas, which were not inherent in the agreements, the change, or better undermining of this model of membership association in the era of globalization, was put into practice and thus foundations of legal uncertainty in Europe were laid. Thus, the partnership policy which had been pursued up to the 1980s 90 Turkey on the way to Europe was abandoned under equivalent conditions. It was replaced by an interestoriented policy. As a result, the full membership was no longer favoured and reinterpreted in an open process, at that the so-called privileged partnership for Turkey was turned into an alternative proposal. Against this background, the supranational character of the association was rejected. In the 1980s, interpretation of association law by the ECJ has been negated, because the right of association allegedly was not part of European law. From the perspective of Turkey, this relationship still had value in itself. This basic conflict - the great expectations of Turkey on the one hand and the European “arbitrariness” on the other hand, - threads through all phases of the relationship and can be seen as a constant companion of the process. The EEC/EU-Turkey rapprochement changed in this way more and more from a partnership policy towards a more capital and goods oriented globalization. Because of this shift of concept realized by the EU, the Turkish membership association was seen only as a way of complete opening of the Turkish market for capital, industrial products, investments, information and transport. The completed limited customs union of 1996 provides the basis for privileged partnership. In this context, Turkey is the first and the last country with which the EEC/EU entered into a limited Customs Union, and which was not a member of the Union and was therefore not represented in related committees. The new concept has resulted in imbalanced relationships between the parties. Thus, the involvement of Turkey into the European integration was blocked, and while only capital and goods were subject of the agreement, the position of the citizens was neglected entirely. Thus, the EEC/EU strategy in the negotiations for the customs union was determined by two main motives. First of all, the economic and political areas of negotiations have to remain strictly separate from each other. Only economic issues and technical questions concerning the completion of the Customs Union should be discussed, but the political dimension should remain “left out”. On the other hand, free movements coming from the association should not become subject of negotiations. This strategy worked. On the European side, there were no officials that have indicated support for realization of this aspect of the contract, let alone defence of it. Turkey was considered by the conservative parties of the 91 Harun Gümrükçü EU countries in advance as “not belonging to Europe” since the early nineties. The conservative governments took enormous efforts to accomplish the customs union with Turkey designed according to their criteria with the respective restrictions. Related negotiations were started only after the overstated expectations of Turkish officials about the financial help agreed on in 1980, written assurance of membership and full realization of freedom of movement decreased, and when they informed about their consent to negotiate only the completion of a limited Customs Union. At the same time the interpretation of Association law was made by national courts. In the 1980s, no single German court was willing to submit legal cases to the ECJ. They pursued thereby an internal political guideline, and thus erroneously interpreted supranational Association law under national criteria. At the same time, the authorities forced plaintiffs in many cases to withdraw their complaints. This happened particularly in those legal cases, which had a prospect of success. It was a veiled shift from a conception of accession towards a development association. As a result, Turkish policy of the EEC/EU Member States has been re-oriented in a nationalist manner, the Association law was interpreted on the basis of the dualistic positions, and, thus, the ECJ’s judgments were ignored, and/or falsely represented or poorly implemented. 4. Basics of visa-free association freedom of movement and the Standstill rule As already mentioned, Turkey is bound by an association for membership to the Member States of the European Union. As stated several times, its fundamentals are laid down in the Association Agreement of 1963. This Agreement was made more specific and application-oriented by the Additional Protocol, which came on into force on 1 January 1973. Under Article 41, paragraph 1 of this Protocol, the Parties agree among themselves “to refrain from introducing between themselves any new restrictions on the freedom of establishment and the freedom to provide services”. To interpret this sentence, the Court of Justice has given 11 judgements since 2000 until today. These judgments are listed in the following table. 92 Turkey on the way to Europe Table 1: List of ECJ judgements in respect of non-deterioration Case Date Parties 1. Case C-242/06 17.09.2009 T. Şahin vs. the Netherlands 2. Case C-228/06 19.02.2009 Soysal and Savatlı 3. Case C-16/05 11.10.2007 Tüm and Darı 4. Case C-349/06 04.10.2007 Polat 5. Case C-325/05 18.07.2007 Derin 6. Case T-367/03 30.03.2006 Yedaş Tarim ve Otomotiv Sanayi ve Ticaret/Council and Commission 7. Case C-374/03 07.07.2005 Gürol 8. Case C-317/01 21.10.2003 Abatay/Şahin 9. Case C-171/01 08.05.2003 10. Case C-37/98 11.05.2000 Birlikte Alternative & Grüne GewerkschafterInnen/UG Savaş 11. Case C-37/98 01.03.2000 Koçak The ECJ treats the Association Agreement and the Additional Protocol as a part of European law. After that, the well-defined, clear and precisely formulated provisions of the Additional Protocol have direct effect in accordance with the settled case-law. The standstill clause contained in Article 41, Paragraph 1 of the Additional Protocol is unambiguous, clear and precise, and is not subject to any conditions which amount in law to a duty not to act13. Consequently, Turkish nationals to whom this clause applies can invoke the rights conferred to them before national courts14. However, the standstill clause does not imply per se alone a substantive right. This right results only in connection with the national legislation that was in force at the effective date of the standstill clause. Its content is perpetuated in a certain way and may be changed only in order to contribute to achievement of the objectives referred to in the Association Agreement. The visa requirements for Turkish nationals on entry to Germany were in13 See Case Savaş, paragraph 46-54, 7, second indent, Abatay and others, paragraph 58, 59 and 117, first indent, and Case Tüm/Darı C-16/05 of 20 September, 2007, [2007], , I-7415, paragraph 46. 14 See also Case Savaş, paragraph 54, and Tüm and Darı, paragraph 46 93 Harun Gümrükçü troduced by the eleventh modification of the Aliens Act of 1 July 1980. However, its implementation was carried out 5 October 1980 after a dismissal of the German-Turkish visa agreement of 1953. This law was issued long after the crucial date of 1. January 1973. The visa requirement for Turkish nationals declared illegal by the European Court of Justice follows currently from Article 4, paragraph 1 and Article 6 of the Residence Act of 30. July 2004, which came into force on 1. January 2005. The latter only observes the EC Regulation No 539/2001. In compliance with it, Turkey was placed on the list of third countries whose nationals had to be in possession of a visa when crossing the external borders of the Member States. This change in the national legislation was interpreted by the European Court of Justice in its last judgment mentioned above (C-228/06, Soysal) as a violation of the supremacy of European law, because it represented a deterioration of the legal state which had been forbidden since 1. January 1973. Although this German regulation is nothing more than the implementation of Article 1 paragraph 1 of the EC Regulation No 539/2001 of 15 March 200115 in national law, it should nevertheless be evaluated as a violation of Article 41 paragraph 1 of the Additional Protocol, because, owing to the primacy of international legal obligations, secondary legislation of the EC must be interpreted against international law commitments in a manner that it does not collide with the latter.16 Regulation No 539/2001 collides with the standstill clause of the Additional Protocol, which has primacy over the Regulation. Thus, the visa requirement prescribed by this Regulation is anyway void at least for the Member States, in which such requirement did not exist in the national law at the time of entry into force of the Additional Protocol. For the original Member States of the EEC/EU this date is the 1. January 1973. For the other Member States, the date of accession to the EEC/EU is considered. Basing on the results of these judgments, the following conclusions can be made up: 1. According to the aforementioned decisions of the ECJ, the right of en15 ABl. L 81, p. 1. 16 Commission/Germany, C-61/94 [1996], I-3989, paragraph 52. 94 Turkey on the way to Europe try must be applied to the nationals of Turkey, because it was valid on 1 January 1973 and is still valid by means of standstill clause. Against this background, the Aliens Act from 9 October 1965 is to be continuously applied. Before 1 January 1973, this law was revised on 13. September 1973. According to this Act and the regulations adopted on the basis of this law, no visa was required for Turkish citizens. Before 1 January 1973, Turkish nationals entered Germany without visa according to Article 1 paragraph 2 No 2 of the Regulation for the implementation of the Aliens Act as amended on 12 March 1969. 2. The visa requirement for Turkish nationals remains if family reunification is planned. However, the family members can initially come for the purpose of family visit to Germany for three months and then submit their application for a visa from Germany, as it used to be at that time. Likewise, a visa is a precondition for employment. 3. Based on the above described legal position, it is valid for people entering the country from Turkey that they: a. have a valid passport, b.have sufficient funds at their disposal for their stay, c. do not belong to those groups of people, which could jeopardize the security of Germany, d.do not belong to the categories of persons who were convicted of a serious offense, and expelled from Germany (jeopardy to public health and safety). 4. Any person may come to Germany for the purposes of tourism or to visit a friend or family without a special permit entry and stay there up to three months.17 5. Service recipients and providers can come to Germany for a period of no more than three or two months and stay there without a visa for this time period. 6. Penalties will be applied with respect to anyone who exceeds this time of stay. 7. The persons sojourning in Germany are not allowed to be employed. 17 Article 1, II, No. 1 of the Aliens Act of 1965. 95 Harun Gümrükçü Each employment is illegal and will be prosecuted by the authorities. For stay in Germany more than three months, an appropriate visa application must be lodged at the competent authorities and visa must be obtained. 8. According to the previous interpretations, Turkey must be put on the positive list of countries whose nationals need no visa on arrival. 9. The free movement of services was regulated by Article 49 of the EC Treaty. In the case of Turkey, this was defined by the ECJ in the case of Abatay/Şahin in 2003. The free movement of services embraces employers and the self-employed, those persons who visit Germany for education purposes, who intend to take a language course, seek medical services, and also those who want to explore the world as tourists and unexpectedly visit their families and friends.18 10. The existing immigration law in relation to Turkish nationals already living in Germany must be checked again as to its single provisions in order to clarify to what extent they can be applied to Turkish nationals. After the above-mentioned ECJ judgments, this group of people may not by changes in national legislation be treated worse compared to the legal situation prevalent in 1980. This non-deterioration principle was then anchored in Association Council Decision No 1/80 Article 13. 11. Although, according to the above mentioned judgments, this legal state is unequivocal, it must be clear that, in view of adverse administrative instructions based on ineffective national law, the officials at the border of each EU Member State do not observe EU law, but their general and administrative instructions. It is therefore recommended that Turkish citizens contact the official representatives of the Federal Republic of Germany and request confirmation that they can enter the country without a visa. If this request is rejected, a rejection can be appealed before the German administrative courts. Alternatively, it seems more promising however to apply for a German visa after such a rejection, and to sue for damages in German courts. In particular, companies which deal with a great number of such cases could thus exert pressure. There is a condition, however, that the entry into Germany must be 18 ECJ decision “Luisi u. Carbone” of 31.01.1984. Case 286/82, 2.021989, Cowan, case 186/87. 96 Turkey on the way to Europe made directly (by plain or ship). 12. Transport companies must first of all clarify the legal situation in countries of transit and then take appropriate actions in these countries. This can become complicated and prolonged due to the fragmentation of the legal situation set by the standstill clause. The claim for damages arises from the case law of the ECJ concerning the consequences of violation of the rights granted by the primary or secondary legislation as regards law on compensation. This ruling is based on the judgment in Francovich (C-6/90).19 Then it must be proved that the primary or secondary EC law grants a right to an individual, its content can be clearly and unambiguously identified and its breach resulted in damages. Furthermore, it is necessary that the violation of that right constituted a clear and serious violation of the discretion of the acting institutions of the Member States. The latter is always given when the Court has already considered a national law as a violation of EC law. All these conditions are given in cases of refusal of visa-free entry. In the case law, individuals can rely on the validity of the standstill clause that together with the respective national legislation establishes a right of visa-free entry. A denial of this right by German authorities results in costs that would not otherwise have occurred (visa fees, travel expenses to the consulates, loss of earnings), and can be claimed as damages. 5. Conclusion The debate over the legal certainty in relation to the visa-free Europe and EEC/EU-Turkey Association proves that foreign policy is ultimately a reflection of the domestic policy. However, unlike international treaties, the provisions of the supranational treaties distinguish themselves by such characteristics as primacy and direct effect. Despite this underlying imperative, the implementation of the contractual agreements in the case of EEC/EU-Turkey Association was made subject to the changing political situation. Although national courts have no appropriate instruments for clarification of supranational law, they refused to refer to the ECJ for the interpretation of EEC/Turkey 19 The possibility of a claim for damages originates in the reference of Prof. Dr. Wolfgang Voegeli at the University of Hamburg. At this point I would like to thank him for this reference. 97 Harun Gümrükçü Association law. They were subjected to very strong national influences, and they could not become independent without complying with them. There were two directions logically formed at the national level. The subnational actors, who were recruited from the Federal Ministry of Labour and Social Affairs and the Federal Ministry of the Interior, could fully overcome the initial resistance of the Foreign Ministry and completely negate European legal obligations towards national migration policy, which originate from the specified EU decisions [EEC/EU-Turkey Association Council Resolutions]. From the beginning, the fact was overlooked that the system of Association law was invented and unanimously adopted by inter- and supranational actors of both Contractual Parties. A variety of measures were developed by the sub-national actors at different levels to make the concept developed by inter- and supranational actors null and void. Media misdirection by incorrect materials (as in the case of the otherwise very serious weekly magazine ‘Spiegel’, 10.10.1992), attempts to exert pressure on the ECJ by harsh criticism (eg. statements of the former Federal Labour Minister Blüm) and a non-disclosure of information are good examples of such measures. The sub-national actors also succeeded in having influence with their ideas equal to the denial of justice to influence migration policy as follows: The association freedom of movement and “visa-free Europe” (Turkish: Vizesiz Avrupa)20 have been removed since 1983 from the agenda of the conferences EEC/EU-Turkey Association Council. The discussion on the implementation of the decisions on visa-free Europe has shifted from the conferences into the courtrooms, where sub-national actors set the pace. The main arguments were put forward in the courts with the use of lingual refinements, misinterpretations, and misinformation. In other words, the national courts were appointed an instrument of foreign policy and were overburdened by this task. In this role, the judiciary has been haunted by the primal fear that they could be brought to account immediately or later by the powers that be because of an unpopular judgment. This fear was not unfounded. Thus, after its Kuş decision of 16.12.1992 (C-237/91) the ECJ became the target of harsh criticism, and afterwards the term of office of the German judge Dr. M. Zuleeg 20 Turkish term “Vizesiz Avrupa” was introduced by the author as a motto, and can now be found in Google as a term with more than 700 000 results 98 Turkey on the way to Europe was not extended. In the eighties, the federal courts have consistently refused to accept interpretation of the Association Council decisions by the ECJ in the form of a draft decision, and thus have disregarded the legal basis. Application of the Association Council decisions and visa-free Europe would never have occurred if the Greek government had not raised two actions for annulment in another context against the Council and the Commission.21 The matter was a financial help, which was granted to Turkey by the EC basing on the Association Council decision 2/80. According to the Greek viewpoint, the EC could not pay to Turkey without Greece’s consent. According to Greece, Community law and procedural requirements were thereby infringed. The Court denied the position of Greece and came to the conclusion that the Association Council decision must be considered as part of EU law. Only then the national courts could not help but to submit to the ECJ corresponding legal cases regarding Association Council decision No. 1/80. However, it is noteworthy that the first document was submitted by the Netherlands. The Association Council decisions and the visa-free Europe concept were interpreted by sub-national actors (dualists) particularly in Germany in a restrictive manner. They had been categorically rejecting the relationship between work and residence permit for more than a decade and clutched at the slogan of the “Non-Papers” which were composed in 1985 by the federal government in connection with legal considerations concerning association. According to this document, “the right of residence cannot be automatically derived from the right of access to the labour market”. In this context, the concept of non-deterioration of existing rights was entirely ignored. According to the opinion of these ministries and also the national judiciary of the eighties, a quasi-EU status was not due even to Turkish immigrants who regularly belonged to the labour market of EU countries under certain conditions. So, they had imputed to the AC-decisions only a marginal meaning, and argued that “only those who have a residence permit may also work”. They also considered that the visa regime meant no deterioration. 21 ECJ of 27.09.1988, Case 204/86 (Greece/Council, [1988]. See also ECJ of 14.11.1989, Case 30/88 (Greece /Commission, [1991] 99 Harun Gümrükçü The second position was found in the Foreign Office of Germany around the “block of the myrmidons of justice” (monists). They aimed at legal security and the legitimacy of law. Following the decision of Sevince of 09.21.1990 (Case C-192/89), they began to draw the legal consequences. With regard to the Kuş case, the Foreign Office declared that it was not ready to accept the governmental opinion “for reasons based on EC law and integration policy”. It also advised the both ministries to withhold their viewpoints. “Since no new facts are presented for such a statement and the opinion of the federal government (meaning the case Sevince) remains disregarded by the ECJ, the new ‘inflaming’ of this substantiation not only has little prospect of success, but also can be counterproductive.” These sound statements of the Foreign Office of Germany hardly found any response among the bureaucrats of the Federal Ministry of Labour and Social Affairs and the Federal Ministry of the Interior. As the ECJ took into consideration the opinion of the Foreign Office in its Kuş decision [1992], the Federal Ministry of Labour and Social Affairs found it necessary to centre fire of “military terminology” on the ECJ (the term belongs to Prof. Dr. M. Zuleeg, the former German judge at the ECJ). This criticism has not subsided over the years. A similar approach was seen shortly before the Soysal Decision dated 19 February 2009. This time, this role was played by the European Commission, which sought to put the ECJ under pressure to move it to a political judgment. Under pressure of the Member States, the European Commission took its written statement at the hearing of the Soysal process back in 2009. This caused discontent among the judges. During the trial, the Chairman of the Court asked the representative of the European Commission whether a ghost had whispered him something at night, so that he changed his legal opinion delivered before in writing. The association between the EEC/EU and Turkey has not set in motion spontaneous automatism, through which solutions for problematic interdependencies of action would be found and communication channels for information problems would be opened. It must be stated that the central behavioural motivation of the EEC/EU in its relations with Turkey was eventually the acquisition of power. The possibilities of cooperation, which was offered by the Association Agreement as preparation for accession, have been ignored when it became obvious that the 100 Turkey on the way to Europe EU side could win unilateral advantages without a great crisis risk. Had the objectives of the Association of Turkey been taken seriously from the very beginning, there would have been ways to implement the agreed convergence between both parties. The freedom of action was clearly identified in the EEC/ EU. It turns out that normative rules, as to be traced in the example of EEC/ EU-Turkey relations, do not provide assurance that a collaboration conceived as a membership association must comply with its contractual provisions. In connection with the ever-changing political realities, it can turn out to be an “eternal interim measure” and to pass into an endless debate, especially if there is an asymmetric relationship between two unequal partners. This debate concerns such a big thing as the legal safeguard in Europe and in its background there are efforts for justice and rule of law. The revision of this question shows that the EU policy towards Turkey, although it also relies on a strong and vibrant base, has shown cracks because of the dispute over the EU accession of Turkey and a visa-free Europe. It should not to be overlooked now that the Turkish-European relationship is like an airship that flies over a Bermuda triangle formed by one-sided power interests of the EU and also by mutual misunderstandings and controversies, in that it threatens to plunge completely. But as opposed to the “mysteries” of this dangerous geographical area, the power interests, misunderstandings and controversies in the Turkish-European relationship can be very well rationally analyzed and understood. Against the background of the events described, it is now essential to start deeper reflection on both sides of the Association Agreement, in order to prevent that the Turkish-European airship from not attaining its historical aim, or, even worse, from shattering. 101 102 AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş: Mevcut Durum Prof. Dr. Wolfgang Voegeli* Giriş Türk vatandaşlarının AB Üye Ülkelerine vizesiz girişi hakkında Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) tarafından etkileyici bir içtihat hukuku oluşturulmuştur. Ancak Türk vatandaşlarının serbest giriş hakkı AB Üye Ülkelerinin ilgili yetkilileri tarafından hala tanınmamaktadır. Bu suretle AB üye ülkeleri ABAD otoritesine büyük ölçüde karşı gelmiş olmaktadır. Bu noktada sorun, hukukun ABAD tarafından yorumlandığı gibi uygulanması için ne yapılabileceğidir. Bu yazıda öncelikle AB ile Türkiye arasındaki Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın1 temelindeki içtihat hukukunun gelişiminin sınırlarını çizecek, ardından Alman mahkemeleri karşısında hak iddia eden Türk vatandaşlarının karşılaştığı zorluklardan kısaca bahsedeceğim. Son olarak, ABAD içtihadında bulunan ve Türk vatandaşlarının haklarını kullanabilmelerini sağlayabilecek yasal çözümleri analiz edeceğim. Tarihçe Türkiye, 1963’te imzalanan Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması (Ankara Antlaşması) uyarınca Avrupa Birliği’nin Üye Ülkelerine sıkıca bağlıdır. 1 Ocak 1973’te yürürlüğe giren 23 Kasım 19702 tarihli Katma Protokol, Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nı detaylandırmış ve bu antlaşmanın uygulama şartlarını belirlemiştir. Bu Protokolün 41. maddesinin 1. parag* Hamburg Üniversitesi Bu makale Eylül 2011-Şubat 2012 tarihleri arasında yazarın TÜBİTAK desteğiyle Akdeniz Üniversitesinde misafir öğretim üyesi olarak bulunduğu dönemde yazılmıştır. Bu makale Sezgi Erdoğan tarafından çevrilmiştir. 1 Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Türkiye arasında Ortaklık kuran Antlaşma OJ L L 217, 29/12/1964, s. 3687. 2 23 Kasım 1970’de imzalanan Katma Protokol ve Mali Protokol, OJ L 293 , 29/12/1972 s. 4. 103 Wolfgang Voegeli rafına göre, Akit taraflar, aralarında, yerleşme hakkı ve hizmetlerin serbest edinimine yeni kısıtlamalar koymaktan sakınırlar. Katma Protokol tarafından daha somut ve daha uygulanabilir hale getirilen Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın etkilerini tartışırken, bu antlaşmanın ABAD tarafından içtihat hukuku yoluyla geliştirilen özel karakterinin farkında olmak gerekir. ABAD, oldukça erken davranarak, Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın ve Katma Protokol’ün Avrupa Birliği Hukuku’nun3 parçası olduğunu Demirel davası kararında açıklamıştır. Adı geçen davada bir Türk vatandaşının talebi Katma Protokol’ün davaya konu edilen maddeleri yeteri kadar kesin ve açık olmadığı gerekçesiyle geri çevrilmiş olsa da, bu yorum bu normlara dayanan tüm iddialar için temel oluşturmuştur. Bir başka kararında (Sevince)4 ABAD, Ortaklık Konseyi tarafından alınan kararların, Avrupa Yasama Kurumlarının ikincil hukuk oluşturan benzer kararları gibi, AB Hukuku’nun bir parçası olduğunu kabul etmiştir. Ortaklık Konseyi’nin kararlarına dayanan davaları incelemeyeceğim ancak bu karar AB-Türkiye Ortaklık Hukuku diye adlandırılan özel yapıyı anlamak için bana yardımcı olacağından kendi muhakemem için hala önemlidir. ABAD’ın, Avrupa Birliği’nin İşleyişine İlişkin Antlaşma’nın (the Treaty on the Functioning of the European Union) 267. maddesine dayalı (Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kuran o zamanki antlaşmanın 177. maddesi) bir ön karar verebilmesi için, Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nı AB kurumlarından birinin hukuki bir fiili olarak sınıflandırılması gerekmekteydi. AB İşleyişine İlişkin Antlaşma’nın 218. maddesinin 6. paragrafına göre, uluslararası bir antlaşma Konsey kararıyla sonuçlanır. “Birliğin Hukuki Tasarrufları” başlığı kapsamında, AB İşleyişine İlişkin Antlaşma’nın 288. maddesi, bu gibi hukuki fiil biçimlerinden biri olarak kararları belirler. Bu nedenle, AB tarafından imzalanan uluslararası bir antlaşma, ABAD5 tarafından AB İşleyişine 3 ABAD davası 12/86 Demirel. Başlangıç yıllarında Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) Hukuku şeklinde ifade edilen Avrupa Hukuku, daha sonraki yıllarda Avrupa Topluluğu (AT) Hukuku olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1/12/2009’daki Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden sonra ise Avrupa Topluluğu Hukuku yerini Avrupa Birliği Hukuku kavramına bırakmıştır. Bu metinde Avrupa Birliği (AB) Hukuku olarak kullanılacaktır. Davalar sadece, ABAD’ın internet sitesinden tam metnine ulaşmayı sağlayan numaralarıyla bahsedilecektir. (http://curia. europa. eu). 4 ABAD C-192/89 Sevince. 5 Sürekli olarak C-181/73 Haegeman’dan bu yana. 104 AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş İlişkin Antlaşma’nın 267. maddesinin anlamı içinde AB kurumlarından birinin bir fiili olarak görülür. Buna göre ABAD, Demirel davasında Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın ve Katma Protokol’ün, AB’nin hukuk sisteminin ayrılmaz bir parçasını oluşturan AB İşleyişine İlişkin Antlaşma’nın 267. maddesinin anlamı içinde, Birlik kurumlarından birinin fiilleri olduğu kararına varmıştır. Bu karar bireylerin herhangi bir Üye Ülkenin mahkemesine başvurmasını ve bu mahkemeye ön bir inceleme için AB İşleyişine İlişkin Antlaşma’nın 267. maddesi kapsamında soru sorabilmesini olanaklı kılmıştır. Eğer ulusal mahkemenin kararı AB Hukuku’nun belirli bir yorumuna bağlıysa, başka bir yasal yol olmadığına dair kararları olan mahkemelere karşı Üye Ülkelerin alt mahkemeleri böyle bir soruyu ABAD’a gönderebilirler. Ancak üye ülkenin en yüksek ve en son ulusal mahkemesi bunu ABAD’a göndermek zorundadır. Bir Türk vatandaşının Ortaklık Hukuku’nu harekete geçirmesi için, ilgili normun doğrudan etkili olması gerekmektedir. AB Hukuku’nun doğrudan etkisine ilişkin içtihat kuralların AB-Türkiye Ortaklık Hukuku’nu da kapsadığı, Demirel davasında ABAD tarafından açıkça belirtilmiştir. Van Gend6 davasından başlayan, doğrudan etki kriterlerinin geliştirildiği uzun bir davalar silsilesi mevcuttur. Antlaşmanın genel düzenleme ve tabiatının üslubunu veya bu konuda herhangi bir yasal düzenlemeyi göz önünde bulundurarak, bir hüküm, uygulanabilmesi için yetkili herhangi bir aktörün ek tedbir almasına gerek kalmayacak ve tartışmaya yer bırakmayacak şekilde açık ve kesin bir yükümlülük içermeli ve bu şekilde anlaşılabilmelidir. Bu kriterlerin oluşması koşuluyla, Ortaklık Hukuku’nun varlığı dayanak olarak alınabilir. Biz genel şemayı analiz ederken, bir normun dayandığı bağlam ve bu bağlam içinde sahip olduğu işleve bakarız. Bir norm tabiatı, ABAD tarafından amacını ifade eden tutarlı bir belge şeklinde, tüm hukuki fiil metninin değerlendirmesini sağlayabilen amaçlar olarak tanımlanır. Bu yalnızca, taslaklar ve müzakere protokolleri kesin olmadığı sürece yapılabilir. Bu açıdan ABAD her zaman antlaşmalarda belirtilen amaçların uygulanabilir etkisini (practical effect) arttıracak yorumlarda ısrar etmiştir. Bunun yanında bir kişinin böyle bir normu dayanak olarak alabilmesi için, söz konusu yükümlülüğün bireylere yönelik olması gerekmektedir. Ayrıca, bu yükümlülük bireyin doğrudan bir hakkı olarak ifade edilmemiş olmalı6 Case 26/62 5/2/1963. 105 Wolfgang Voegeli dır. Ünlü Van Gend davasında tekrar gündeme gelen ABAD içtihadına göre, bir Üye Ülkenin yükümlülüklerini belirli bir doğrultuda gerçekleştirmediği ve bundan bireysel hakların doğrudan etkilendiği durumlarda, söz konusu yükümlülüğün bireysel bir hak içerdiği kabul edilir. Bu bağlamda, eğer bireylerin lehine başvuru mümkün olmasaydı, böyle bir yükümlülüğün uygulanabilir etkisi azalabilirdi. Van Gend davasında Gümrük vergilerinin arttırılmaması hususunda bir Üye Ülkenin yükümlülüğü söz konusuydu. Hollanda Hükümeti bir kimyasalın tarife sınıflandırmasını değiştirmişti. Ancak çeşitli ürün gruplarına geçerli tarifeleri yükseltmemişti. ABAD, bu eylemin geçerli tarifede bir artış oluşturduğunu, yani normatif şeklin değil etkinin önemli olduğunu ifade etti. Dahası, yükümlülük Üye Ülkeler tarafından birbirleri arasında yürürlüğe girmiş olmasına rağmen, ABAD, antlaşmanın bir bütün olarak sadece Üye Ülkeler arasında haklar ve yükümlülükler kurma niyetinde olmadığını, vatandaşların hakları ve yükümlülüklerini de içerdiğini hükme bağlamıştır. Özellikle ön karar prosedürü vatandaşları da içerir çünkü onlar, ön karar için ABAD’a soru sorma hakkı veya yükümlülüğü olan ulusal mahkemeler nezdinde dava açabilecek aktörler olarak kabul edilirler. Yetkili aktörler olarak sadece Devletler göz önüne alınsaydı, Üye Ülkeler sorunlarını doğrudan ABAD’a götürebileceklerinden bu prosedür anlamsız olurdu. Böylece Üye Ülkelerin kesin yükümlülükleri, bu yükümlülüklerden doğrudan faydalanan vatandaşlar için gerekli haklar olarak yorumlanmaya başlandı. Daha sonraki tüm davalarda, Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması ve buna dayalı İkincil hukuk karakterinin bu yorumu, doğrudan etkinin genel kurallarının geçerli olması gibi düzenlendi. Bu yüzden Türk vatandaşları, yeterince kesin ve koşulsuz bir birey hakkı içerdiği yerde Ortaklık Hukuku’nu dayanak alabilirler. Vizesiz Giriş üzerine ABAD İçtihadı ABAD içtihadı, 2000 yılından bu yana ağırlıklı olarak Savaş,7 Abatay ve diğerleri,8 Tüm ve Darı,9 Soysal ve Savatlı,10 Şahin11 ve Toprak12 davalarında geliştirilmiştir. Bu da Katma Protokol’ün 41. maddesinin 1. paragrafına da7 8 9 10 11 12 106 C-37/98, 11/5/2000. C-317/01, 21/10/2003. C-16/05, 10/11/2007. C-228/06, 19/2/2009. C-242/06 17/9/2009. C-300/09 9/12/2010. AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş yanır. Bu protokol, kişilerin serbest dolaşımı, yerleşme özgürlüğü ve hizmet sunma özgürlüğü bakımından Türk vatandaşlarına doğrudan sabit herhangi bir hak içermemekle birlikte, yerleşme özgürlüğü ve hizmet sunma özgürlüğü bakımından Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nı (the Standstill Clause) kapsamaktadır. Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı (the Standstill Clause) belirli eylemlerden kaçınmak için net, kesin ve koşulsuz olan yasal bir yükümlülüktür. 41. maddenin 1. paragrafı der ki: “Akit taraflar, aralarında, yerleşme hakkı ve hizmetlerin serbest edinimine yeni kısıtlamalar koymaktan sakınırlar”. Bu norm sadece belirtilen özgürlükleri etkileyen ulusal yasalarda kötüleştirme yapılmaması için Üye Ülkeler açısından kesin bir yükümlülük olarak değil, aynı zamanda ABAD tarafından kötüleştirmeden etkilenen bireylerin doğrudan lehine olan ve böylece bireysel hakları13 oluşturan bir yükümlülük olarak da kabul edildi. Sonuç olarak bu hükmü uygulayan Türk vatandaşları, Üye Ülkelerin14 ulusal mahkemeleri önünde buna dayanma hakkına sahiptirler. Bu yorumlama Şahin davasında yeniden teyit edilmiştir. Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nın kendisi doğrudan başvurulabilen yasal bir hak içermez. Vizesiz olarak bir Üye Ülkeye giriş konusundaki hakkın yasal temelini, Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren (AT kurucu Üye Ülkeleri için 1 Ocak 1973 ve diğer tüm Üye Ülkeler için topluluğa katılım tarihleri) geçerli olmak kaydıyla ve bu tarihe kadar geliştirildiği haliyle, yerleşme hakkı ve hizmet sunma özgürlüğü oluşturur. Zaman içinde bu noktalarda var olan bu özgürlüklerin kapsamı sadece, Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı yürürlüğe girdiği anda geçerli olan ve ilgili Üye Ülkelere Türk vatandaşlarının giriş şartlarını düzenleyen ulusal yasalar tarafından düzenlenebilir. Böylece bu yasaların içeriği vazgeçilemez olmuştur ve tek taraflı olarak sadece Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nda belirlenen hedeflerin etkin edinimi amacıyla değiştirilebilir. Türk vatandaşlarına zahmet veren bir değişiklik için alınacak kararın Ortaklık Konseyi’nce de onaylanması gerekmektedir. Fakat, Temel Özgürlüklerin (Basic Freedoms) kademeli olarak uygulanması gibi Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın hedeflerine 13 Bakınız Savaş, paragraflar 46’dan 54’e ve 71 ikinci paragraf başı, Abatay ve diğerleri, paragraflar 58,59 ve 117 ilk paragraf başı ve Tüm ve Darı, paragraf 46. 14 Bakınız kararlar Savaş, paragraf 54, ve Tüm ve Darı, paragraf 46. 107 Wolfgang Voegeli bağlı olduğundan, böyle bir karar, bu kurumun yetkisi dışında kalır. Katma Protokol’ün 41. maddesinin 1. paragrafı açıkça Ortaklık Konseyi’nin Temel Özgürlükleri (Basic Freedoms) kısıtlamak için değil, onları daha çok uygulamak için kararlar alabileceğini ifade eder. Bu yüzden Türk vatandaşlarına yük olan herhangi bir değişikliğe karşı Türk vatandaşlarının hukuki durumu çok güçlüdür. Bu yöndeki ulusal yasalar Avrupa Hukuku’nu ihlal etmiş olur. Aynı şekilde, İkincil Avrupa Hukuku’nu, Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nı ve Katma Protokol’ü de ihlal eder. Bu yönde Ortaklık Konseyi tarafından bir karar alınamaz. Böyle bir karar Ortaklık Konseyi’nin yetkisi dışında kalır. Ayrıca böyle bir karar için, Ortaklık Konseyi’nin Türk üyelerinin onayı gerekir. Sadece Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın kendisinde veya Katma Protokol’de bir değişiklik, bu tür etkilere neden olabilir. Fakat böyle bir değişiklik Türkiye’nin de onayını gerektirir. Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı sadece vize veya oturma izni ile ilgili hukuki koşulların olumsuz herhangi bir değişikliğini ifade etmez. Diğer ek yüklere de atıfta bulunur. “Oturma izni verilmesini sağlayan (…) ve idari masrafların ödenmesi şartına bağlı olan’’ ulusal mevzuat, “Türk vatandaşlarından talep edilen harç tutarı birlik vatandaşlarından talep edilen harç tutarıyla orantısız olduğu takdirde” Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı (the Standstill Clause)15 tarafından engellenir. Son olarak, Toprak16 kararında, daha önce ulaşılan düzeyden gerilemenin yasağını keşfettik. Mesela Katma Protokol’ün yürürlüğe girmesinden sonra Türk vatandaşları için şartlarını iyileştiren bir Üye Ülke, Katma Protokol yürürlüğe girdiği tarihte geçerli olan şartlara geri dönemez. Şahin ve Toprak’taki her iki karar da Ortaklık Konseyi Kararı 1/80 madde 13’e işaret eder. Fakat bu norm, Katma Protokol’ün 41. maddesi kapsamına benzer Avrupa Türklerinin konumuna dönük olan Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nı (the Standstill Clause) içerir. Türk Vatandaşları için 1973 Yılındaki İkamet İzni ve Vize Şartları Şimdi kısaca 1 Ocak 1973 öncesi Alman Federal Cumhuriyeti’ne girmek isteyen Türk vatandaşları için yasal durumu anlatacağım. O zamanlar, Yaban15 EuGH Sahin, C-242/06, Randnr. 75; bu karar Ortaklık Konseyi Kararı 1/80’deki 13. maddeye dayanır. Fakat Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nın içeriği Katma Protokol Madde 41 paragraf 1 ile aynıdır. 16 ECJ C-300/09 9/12/2010. 108 AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş cılar Yasası’nın Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin 1. bölüm 2. paragraf 1. numara (Durchführungsverordnung zum Ausländergesetz) 12 Mart 1969’daki17 düzenlemede, Türk vatandaşları serbest çalışma veya bir işçi olarak istihdam edilmek amacı taşımadıkları ve üç aydan daha fazla süre kalmak niyetinde olmadıkları takdirde Almanya’ya giriş için ne bir İkamet İzni’ne ne de bir vizeye ihtiyaç duymaktaydılar. Bu norm Almanya’da konaklama için herhangi bir özel amacı şart koşmuyordu. Aileye ve arkadaşlara bir turist olarak ziyaret etmek veya sağlık tedavilerinden yararlanmak kuşkusuz bunun kapsamı içindeydi. O sırada Almanya’da hiçbir hizmetin verilmediği bir iş gezisi de öyleydi. Aslında, serbest çalışan veya bir işçi olarak hizmet sağlayan, ticari bir faaliyeti içermeyen herhangi bir amaç bu kapsamdaydı. Bölüm 1, paragraf 2, numara 2’ye göre, Türk vatandaşları 2 aydan daha uzun olmayan bir süre için çalıştırılan hizmet sunucu bireyler (employed service providers) olarak giriş yapabilmekteydiler. Çalıştırılan hizmet sunucu, merkezi Almanya dışında olan bir şirket adına Almanya’da hizmet sunan bir kişidir. Norm, çalışanları işaret etmesine rağmen, bu norm Katma Protokol’ün 41. madde 1. paragrafındaki Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nın (the Standstill Clause) kapsamına girer. Abatay18 kararında ABAD, hizmet sunma özgürlüğünü icra etmesi için işverenin işçilere güvenmek zorunda olmasından dolayı genellikle sadece serbest çalışana uygulanabilir olmasına rağmen, çalışanların hizmet sunma özgürlüğüne işaret eden bu kurala başvurabileceğini düzenlemiştir. Bölüm 1, paragraf 2, numara 3’e göre, serbest çalışan hizmet sunucuları, eğer 2 aydan daha uzun olmayan bir süre için ticari bir temelde bir sanatçı, bilim adamı veya sporcu olarak çalışmak istiyor ise, oturma iznine ihtiyaçları yoktur. Belli ki, Alman Hukuku hizmetlerin aktif ve pasif sağlanması arasındaki farkı ayırt etmekteydi. Aktif olarak hizmet vermek isteyen bireyler, eğer 2 aydan daha fazla süre kalma niyetleri yoksa vizesiz girebilirler ve bir oturma iznine de ihtiyaç duymazlardı. Her ne kapasitede veya her ne amaç için olursa olsun hizmet almak isteyenler üç aylığına giriş yapabilirler ve kalabilirlerdi. Tek koşul, istihdam edilme niyetinin olmamasıydı. İkinci durumda Türk 17 Bundesgesetzblatt (BGBI. ) I, 1969, sayfa 207. 18 ECJ C-317/01, 21/10/2003, recitals 106, 117. 109 Wolfgang Voegeli vatandaşları hizmetleri aktif sunma harici her ne amaçla olursa olsun ülkeye vizesiz girebileceğinden, hizmeti alan kişilerin alt grubu, Yabancılar Yasası’nın Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin 1. bölüm 2. paragraf 1. numara tarafından bu kapsama girerler. Avrupa Hukuku’na göre, hizmet sunma özgürlüğü, hizmet alma özgürlüğünü de içine alır ve ikisi de Katma Protokol’deki 41. maddenin 1. paragrafındaki Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nın (the Standstill Clause) kapsamındadır. Hizmet alma özgürlüğü gibi bu sözde pasif hizmet sunma özgürlüğünü de iyice yerleşmiştir. ABAD, açıkça Luisi ve Carbone19 davasında hizmet sunma Temel Özgürlüğü (Basic Freedom) kapsamındaki bir turistin hizmet alma özgürlüğünü getirdi. O dönemde Alman hukuku üç aya kadar hizmet almanın Almanya’da kalmak isteyen bir kişinin temel hedefi olması gerektiğini açık bir şekilde şart koşmamıştı. Bu yüzden, ülkeye giren her gezginin taşımacılık hizmetlerinden yararlanması gerektiğinden herkes bu kural çerçevesi içine girmekteydi. Yine de, üç aydan daha fazla kalmak veya istihdam edilmek isteyen bir kişinin, Yabancılar Yasası’nın Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin 1. bölüm, 2. paragraf, 2. ve 3. numaraları kapsamındaki kişiler haricinde, oturma iznine ihtiyacı olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Yabancılar Yasası’nın Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin 5. bölüm, 1. paragraf, 1 numaralı düzenlemesine göre, çalışma amaçlı oturma izni almak isteyen bireyler de ülkeye girerken vizeye ihtiyaç duyarlar. Bunun ülkeye giriş yapmadan önce alınması gerekmektedir. Aynı şekilde, üç aydan daha fazla kalma amacıyla Almanya’ya giriş yapmak isteyen veya bölüm 5, paragraf 2, numara 2’nin ekinde listelenmemiş ülkelerden gelen kişilerin de ülkeye giriş yaparken vizeye ihtiyaçları vardı. Bu yüzden, ekte listelendiği için, bu vize gereksinimi Türkiye için geçerli değildi. Türk vatandaşları vizesiz giriş yapabiliyorlardı ve istihdam haricindeki amaçlar için üç aydan daha fazla kalmak istedikleri takdirde Almanya’dayken oturma iznine başvurabiliyorlardı. Başından beri üç aydan fazla kalmayı planlamış vizesiz giren kişilerin bunu yasa dışı yaptıklarını ifade eden Federal İdari Mahkemesi’nin içtihadı (Bundesverwaltungsgericht) hizmet almak20 için Almanya’ya girmek isteyen Türk vatandaşları için geçerli değildir. Söz konusu kişiler yabancılar yasasının bölüm 5 paragraf 1 numara 2 normu, üç aydan fazla kalmak isterlerse sadece belirtilen ekte listelenmeyen 19 C-286/82 ve C-26/83; C-186/87 Cowan ve C-348/96 Calfa’ya da bakınız. 20 Neue Juristische Wochenschrift 1987, 597 içindeki Bundesverwaltungsgericht’ e bakınız. 110 AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş ülkelerin vatandaşlarının vizeye ihtiyacı olduğunu açıkça ifade eder. Geçici sonuç, 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlükte olan ilgili Alman yasalarına göre, istihdam edilme amacında olmayan tüm Türk vatandaşlarının vize almadan Almanya’ya girebilir olduğudur. Üç aya kadar olan bir ziyaret için de bir oturma iznine gerek yoktu. Daha fazla kalmak istiyorlarsa, Almanya’dayken oturma iznine başvurabilirlerdi. Bu kural aynı zamanda hizmet alma pasif özgürlüğünü kullanmak isteyen grubun temel hedefi olmasa bile, Almanya’da hizmet almak isteyen kişiler grubunu da kapsardı. Bu grubun yasal statüsü Katma Protokol’ün 41. maddesinin 1. paragrafı kapsamında korunmaktadır. İstihdam edilmek isteyen Türk vatandaşları iki aydan daha fazla olmayan bir süre için hizmet sunma niyetinde olduklarından bölüm 1, paragraf 2, numara 3 kapsamında olmaları haricinde vizenin yanında bir de oturma iznine ihtiyaç duymaktaydılar. Diğer bireylerin ne bir vizeye ne de bir oturma iznine ihtiyacı vardı. Yine de, vizesiz yasal olarak Almanya’ya giren kişilerin istihdam edilmelerine izin verecek bir oturma iznine başvurmalarına izin verilmemiştir. Bu grup için yukarıda belirtilen Federal İdari Mahkemesi’nin içtihat hukuku geçerlidir. Bu sonuç, çalışma izni verilmesi için ilgili yasa tarafından değiştirilmiştir. Sadece Almanya’da hizmet sunmak isteyen kişiler, yasal olarak bu hizmetleri icra etmek isteyenlerin giriş hakkına sahiptiler. 1971 Çalışma İzni Verme Yönetmeliğindeki (Arbeitserlaubnisverordnung)21 bölüm 9 numara 2 ‘ye göre, küçük sınır trafiğinde (cross border traffic) istihdam edilen kişiler için hiçbir çalışma izni gerekmiyordu. Bu yönetmelikteki bölüm 9 numara 3’e göre, işverenleri tarafından teslim edilen yapıların ve ekipmanların bakım hizmetleri ve inşasını sağlamak için Almanya’ya giriş yapan ve Almanya dışında ikamet eden işçiler için aynısı geçerliydi ve bu yönetmelikteki bölüm 9 numara 4’e göre, sanat, bilim ve spor alanındaki hizmetlerin ticari olarak sağlanması da yukarıda belirtildiği gibiydi. Türk Vatandaşları Aleyhine Yapılan Hukuki Düzenlemeler Almanya’ya giden Türk vatandaşları için giriş vizesi şartı 1 Temmuz 198022 Yabancılar Yasası’nın Uygulanmasına Dair Yönetmelikteki on birinci değişiklikten ortaya çıkmıştır. Bu değişiklik ile Türkiye, söz konusu vizesiz seyahat 21 BGBl. I, 1971, 152. 22 BGBl. I, 1980, s. 782. 111 Wolfgang Voegeli edecek yönetmelik ekindeki ülkeler listesinden çıkartılmıştır. Böylece, Yabancılar Yasası’nın Uygulanmasına Dair Yönetmelikteki bölüm 1 paragraf 2 ve 5 ve paragraf 1 numara 2’deki Türk vatandaşlarına tanınan kolaylıklar iptal edildi. Bu değişiklik 1953 Alman-Türk Vize Antlaşması’nın iptalinden sonraki 5 Ocak 1980’de yürürlüğe girmiştir. Yani, bu yasa, 1 Ocak 1973’teki belirleyici tarihten çok uzun bir süre sonra yürürlüğe girmiştir. ABAD tarafından yasa dışı olarak ilan edilen Türk Vatandaşları için vize şartı halen 1 Ocak 2005’te yürürlüğe giren 30 Temmuz 200423 tarihli İkametgâh Yasası’ndaki (Aufenthaltsgesetz) bölüm 4 paragraf 1’de ve bölüm 6’da da düzenlenmiştir. Ancak bu yasa sadece, Avrupa Birliği’nin dış sınırlarından içeri geçmek için bir vize alması istenen vatandaşları olan Türkiye’nin üçüncü ülkeler listesine girmesine dair AB-Yönetmeliği No: 539/2001’deki hukuk normunun uygulanmasına dönük bir talimatnamedir. Çalışma İzni yasası alanında, hem negatif hem pozitif değişiklikler vardı. Negatif değişiklik küçük sınır trafiğinde çalışan personel için geçerlidir. Oysa yukarıda açıklandığı gibi, bu kişilerin, 198824 Çalışma İzni Verme Yönetmeliğinin bölüm 9 numara 3 kapsamındaki 1973 yılından uygulanan yasaya göre, çalışma iznine ihtiyaçları yoktu. Bu ayrıcalık, Almanya dışında oturan ve ikametgâhının bulunduğu devletteki işveren için kayıtlı bir araçta çalışan bir işçinin işverenleriyle sınırlıydı. Sadece bir dış hatta çalışan otobüsler Almanya’da kaydedilebilirdi. Almanya dışında ikametgâhı bulunan işveren şartı sadece Almanya dışından Almanya’da hizmet sunmayı isteyen kişilere hizmet sunma özgürlüğü için geçerli olduğundan problemsizken, işverenin ikamet ettiği ülkede aracının kayıtlı olması şartı, hizmet sunmak ve böylece işçilerini çalıştırmak isteyen işvereni sıkıntıya sokan bir değişikliktir. Yukarıda bahsedilen gelişmeler inşaat ve bakım hizmetleri sağlamak için Almanya’ya gönderilen işçileri işaret etmektedir. Bu grup bu yazıda daha fazla konu edilmeyecektir. Avrupa Birliği Adalet Divanı tarafından Değerlendirme Yukarıda belirtilen Soysal25 kararında, ABAD, bu değişikliklerin, Türk vatandaşlarının mevcut hukuki durumlarını kötüleştirdiğinden, ulusal hukukta yapılan bu tür değişikliklerin Avrupa hukukunun üstünlüğü ilkesine aykırı ol23 BGBl. I, 2004, s. 1950. 24 Arbeitsgenehmigungsverordnung vom 17. September 1998 (BGBl. I S. 2899), 20 Dezember 2011 (BGBl. I 2854) baskısında. 25C-228/06. 112 AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş duğunu bir kez daha ifade etmiştir. Yukarıda açıklandığı gibi, olumsuz yöndeki herhangi bir değişiklik 1 Ocak 1973’ten bu yana yasaktır. Alman İkametgâh Yasası, (Aufenthaltsgesetz) 15 Mart 200126 Konsey Yönetmeliği no 539/2001 AT’nin madde 1(1)’deki ulusal mevzuatın uygulanmasından başka bir şey olmamasına rağmen, hala ikincil AT hukukunun, ABAD27 içtihat hukukunda iyice yerleşmiş bir kural olarak AB’nin uluslararası yükümlülükleri ile çakışmadığı şekilde yorumlandığından, Katma Protokol madde 41(1)’in ihlali olarak yorumlanması gerekir. No 539/2001 Yönetmeliği, yönetmelik üzerinde üstünlüğü olan Katma Protokol’ün Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı ile çakışır. Bu yüzden bu yönetmelikte belirlenen vize zorunluluğu, Katma Protokol yürürlüğe girdiği zaman Üye Ülkelerin ulusal hukuku herhangi bir vize zorunluluğu içermediği sürece, geçerli olmaz. Alman Hükümeti’nin Tepkisi Alman Hükümeti çok kısıtlayıcı bir şekilde Soysal kararını uygulamaya koydu. Yukarıda belirtildiği gibi hizmetlerin etkin sağlanması, ilgili kişilerin vizesiz girmesinin gerekliliği gibi kurallar bunu açıkça belirtirken, Alman Konsoloslukları için idari kurallar, hizmet alma özgürlüğünün Katma Protokol’ün madde 41 paragraf 1 tarafından içine alındığını inkâr eder. Dahası, küçük sınır trafiği araçlarındaki personel için Almanya’ya giriş, bir Türk işveren ile iş sözleşmesi olduğunu, hizmetlerin doğasını ve iki ay28 içinde teslim edileceğini kanıtlayan Almanca çevirileri ile birlikte bir dizi doküman istendiğinden oldukça zorlaşmıştır. Bu belgeler 1 Ocak 1973 tarihinde istenmediğine göre bugünde istenemez. İstenirse mevcut durumun kötüleştirilmesi anlamına gelir. Bugün girişte bunları tedarik etme şartı Türk hizmet sunucularının (service providers) menfaatine aykırı şartların değişikliğini oluşturmaktadır. Fakat daha önemli kısıtlayıcı yorumlama, Katma Protokol’deki madde 41 paragraf 1 ‘deki “Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı”nın içine alınan hizmet alma özgürlüğünün inkârıdır. ABAD, Katma Protokol madde 41 paragraf 1 ‘deki “Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı”nın Üye Ülkelerde özgürce hizmet alma özgürlüğü gibi pasif hizmet sunma özgürlüğünü de içine alıp almadığıyla 26 Official Journal. L 2001, No. 81, p 1 . 27 Commission vs. Germany, C-61/94, para. 52’e bakınız. 28 Deutsche Botschaft, Ankara, Merkblatt über die Möglichkeit einer visumfreien Einreise türkischer Staatsangehöriger zur Erbringung einer Dienstleistung in Deutschland. 113 Wolfgang Voegeli ilgili meseleyi özellikle işaret eden herhangi bir karar vermemiştir. Hizmet almak isteyen ve üç aydan daha fazla kalma niyetinde olmayarak Almanya’ya giriş yapmak isteyen Türk vatandaşlarının özgürlüğü Almanya’daki29 bazı mahkemelerce zaten kabul edilmiştir. Fakat şu anki Alman yasama organları buna rağmen, ilgili Alman Hukuku’nun değişikliğini düşünmemektedirler. Bazı Alman Mahkemeleri,30 aktif hizmet sunma özgürlüğünün içinde olan ve yukarıda gösterildiği gibi çok kısıtlayıcı bir şekilde 1 Ocak 1973 tarihinde Alman Hukuku’nda etkili bir şekilde işlemden geçirilen pasif hizmet alma özgürlüğünü yorumlar. Almanya ziyareti boyunca sadece herhangi bir hizmet kullanımının, hizmet alma özgürlüğünce kapsandığını düşünmemektedirler. Onlar, bu özgürlüğün sadece, amaçlanan ikamette temel amacı olarak turistik veya diğer hizmetler varsa bu özgürlüğe başvurulabileceğini ileri sürerler. Almanya ziyaretinin temel amacı arkadaş veya akraba toplantısı olduğu diğer durumlardan bu durumları birbirinden ayırırlar. Şu an ABAD’da Berlin Yüksek İdari Mahkemesi (Oberverwaltungsgericht)31 tarafından gönderilen bir ön karar isteği vardır. Mahkeme, hem Katma Protokol madde 41 paragraf 1’in pasif hizmet alma özgürlüğünün koruyup korumadığı sorusunu, hem de eğer öyleyse hizmet alma niyetinin ikametin ana amacının olup olmaması veya Almanya’da hizmet almak için herhangi bir niyetin yeterli olup olmadığı sorusunu sordu. Mahkeme, değişik alt mahkemeler ve bilimsel makalelerce ifade edilen karşıt görüşleri analiz etmektedir. Taraf tutmamakla birlikte, Katma Protokol madde 41 paragraf 1’in pasif hizmet alma özgürlüğünü koruduğu ve Almanya’ya giren Türk gezginlerinin temel amacı olarak hizmet alma niyetinin olmadığı yorumunu tercih ettiği görülmektedir. Bu değerlendirme, ABAD’ın içtihat hukukunu oluşturan atıflardan çıkarılabi29 Amtsgericht Erding, Judgement of 9 April 2009, 5 Cs 35 Js 28732/08, http://www. westphalstoppa. de/O-Tuerkei-Einreise/AG-Erding%20Freispruch. pdf , Amtsgericht Cham, Decision of 20 July 2009, 8 XIV 0013/09, http://www. westphal-stoppa. de/O-Tuerkei-Einreise/ AG%20Cham%20Haftentscheidung%20passive%20DLF%20Autokauf. pdf; both courts refer to the Soysal Judgement of the ECJ. 30 VG Frankfurt judgement of 22/5/2009 7 K 3732/08. F, 7 K 3732/08. F(3), http://www. westphal-stoppa. de/O-Tuerkei-Einreise/VG%20Frankfurt%2005-2009%20Soysal%20Tourist%20ja%20Besucher%20Daueraufenthalt%20nein. pdf (visited 23/03/2010); VG Berlin, Decision of 25/2/2009, VG 19 V 61. 08, http://www. westphal-stoppa. de/O-TuerkeiEinreise/Beschluss%20VG%20Berlin%20%20Besuch-Touristen%20visumfrei. pdf (visited 23/03/2010). 31 OVG Berlin decision of 13 April 2011 OVG 12 B 46. 09. 114 AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş lir. İlki Luisi ve Carbone32 davası ve ABAD’ın sürekli olarak AB Hukuku’ndaki hizmet sunma özgürlüğüne olan herhangi bir atfın her zaman pasif hizmet alma özgürlüğünü kapsadığına karar veren bu dava içinde oluşan içtihat hukukudur. ABAD’ın aksini telaffuz ettiği dava yoktur. İkinci atıf, ABAD’ın, Ortaklık Hukuku’nun amacının mümkün olduğunca AB Hukuku’nu tam olarak uygulamak olduğunu beyan ettiği Abatay33 davasıdır. Nitekim Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması dikkatlice okunursa, bu yorum iyice yerleşir. Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması madde 2 amaç olarak kişilerin serbest dolaşımı, hizmet sunma ve yerleşme özgürlüklerinin kademeli edinimini düzenler. Bu amaçlar, 12-14. maddelerde doğrudan işaret edilir ve madde 28 nihai bir amaç olarak tam üyelik olasılığının iyi niyetli incelenmesine yön verir. Madde 7 tarafların antlaşmadaki hedeflerin gerçekleşmesinin tehlikeye atabilecek tüm eylemlerden kaçınmasını ifade eder. Bu normlar beraber okunduğunda Katma Protokol’ün genel yapısının ve uzun vadede tam üyelik olasılığının genel yapısının incelenmesinin mümkün olduğu, ayrıca orta vadede Tük vatandaşları için belirtilen temel özgürlüklerin uygulanması için gereken sürecin düzenlenmesi amacı olan normlar bağlamında 41. maddenin “Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı”nı harekete geçirdiği açıktır. Sonraki amaç oldukça belirsiz olmasına rağmen, önceki amaç açıkça belirlenmiştir ve kurucu Üye Ülkelerin AET’deki temel özgürlükleri uyguladıkları benzer bir sürece atıfta bulunmaktadır. Bu normların tabiatı söz konusu olduğunda, Antlaşma’nın, Katma Protokol’ün ve özellikle Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nın amacının bahsedilen temel özgürlüklerin tam edinimi yönünde ortaklık sürecinin hareket etmesi olduğu açıktır. Özellikle Ortalık Antlaşması’nın 7. maddesi böyle bir yorum için güçlü bir argümandır. AB Hukuku’nun uygulanabilir etkisini sağlayan ABAD’ın içtihat hukukunun temellerinden biri olan bir norm, Avrupa Birliği Antlaşması’nın (TEU) 4. maddesinin son paragrafına benzer ifade edilir. Her ne zaman AB Hukuku’ndaki bir normun olası birden çok yorumu olduğunda, normun amaçlarının uygulanabilir etkisini sağlayacak olan yorum seçilmelidir. Bu yüzden, bazı Alman mahkemeleri ve Alman Hükümeti tarafından 1 Ocak 1973’te Almanya’da uygulandığı gibi Türk vatandaşları için hizmet sunma özgürlüğünün kısıtlayıcı yorumu, hizmet sunma özgürlüğünü 32 Yukarıdaki not 17’ye bakınız. 33 Yukarıdaki not 8’e bakınız. 115 Wolfgang Voegeli içine alan hizmet sunma özgürlüğünde ve AB Hukuku normlarının uygulanabilir etkisini temin eden gereklilikte ABAD’ın tutarlı içtihat hukuku ile çatışır. Almanya’ya giriş için temel amacı olması gereken, Katma Protokol madde 41 paragraf 1 ‘deki Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı tarafından kapsanmış olarak kabul eden bazı Alman mahkemelerinin hizmet alma özgürlüğündeki kısıtlayıcı yorumu, ABAD tarafından hizmet sunma özgürlüğüne yapılan yorum ile uyumlu değildir. ABAD, Bickel ve Franz34 davasında “Topluluk Hukuku tarafından yönetilen durumlar, Antlaşma’nın 59. maddesinde (şimdi Avrupa Birliği’nin İşleyişine Dair Antlaşma’nın 56. maddesi) belirtilen hak olan hizmet sunma özgürlüğünü kapsayan durumları içerir. Mahkeme, bu hakkın orada bir hizmet almak için başka Üye Ülkelere giden hizmet alıcılar için de özgürlüğü kapsar (Cowan, paragraf 15). Bu yüzden 59. madde, hizmet alma niyetinde veya durumunda oldukları bir başka Üye Ülkeyi ziyaret eden, bağımsız olarak Antlaşma tarafından garanti edilen özgürlükleri olan Üye Ülkelerin tüm vatandaşlarını kapsamaktadır”. Hizmet alma niyetinde ve durumda oldukları söylemleri ABAD’ın hizmet alma özgürlüğünün uygulanmasına bu hizmetlerden yararlanma niyetine bağlamaz. Daha çok, Mahkeme bir bireyin potansiyel olarak böyle hizmetlerden yararlanacağını yeterli görür. Bir ülkeye giriş yapan her birey için durum böyledir. Ziyaret niyetleri değil, ziyaretle bağlantılı hizmetlerin potansiyel kullanımı hesaba katılır. Her ziyaret ülkede bir takım hareketlilik gerektireceğinden, bireysel hareketlilikle lazım olan hizmetler, hizmet sunma özgürlüğüne başvurmak için yeterli gerekçelerdir. Bunun, yukarıda belirtilen Alman mahkemeleri tarafındaki kısıtlayıcı yoruma karşı denenmesi gerekmektedir. Bu yorum, Mahkemenin Payır ve diğerleri35 davasındaki : .... geçim karşılığı kaldığı ailenin küçük çocuğuna kısmen bakan kişilerin (au pairs) veya öğrencilerin oturum hakkı taleplerinde sosyal bir amaç gütmüş olmaları, bu kişiler tarafından gerçekleştirilen hareketlerin yasal niteliğini alıp götüremez ve onları ev sahibi Üye Ülkenin “iş gücünün bir parçası’’ olarak kabul edilmeleri ve ‘’usulüne uygun kayıtlı olmaları’’ gerekliliğinden alıkoyamaz şeklindeki yorumuna dayanır. Bu davadaki olaylar, geçim karşılığı kaldığı ailenin küçük çocuğuna kısmen bakan kişiler (au pairs) veya öğrenciler olarak Türk vatandaşlarının bir Üye Ülkeye girmesi 34 C-274/96. 35 C-294/06, paragraph 35. 116 AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş ve daha sonra oturma izninin uzatılmasını talep etmesiydi. Dolayısıyla ülkeye giriş amacı genel istihdam piyasasına girme değildi. Fakat kendi içinde geçim karşılığı kaldığı ailenin küçük çocuğuna kısmen bakan kişiler (au pairs) olarak kısıtlı bir istihdamla öğrencilere izin veren ulusal hukuk, özel bir yapıda olmuş olmasına rağmen, bir işçi olarak çalışmayı yürürlüğe koyar. ABAD açıkça, bir işçi sıfatındaki Türk vatandaşının durumunu, ülkeye giriş için ağırlıklı amaç olarak kazançlı bir işte çalışma niyetine bağlamayı reddeder. Bu yüzden, ABAD’ın, bir başka Üye Ülkeye girerken ki temel amacı, o ülkedeki hizmetlerden yararlanmak olan hizmet alıcısının niyetine dayalı olan hizmet alma özgürlüğünün yorumunun kabul edeceği ihtimali son derece düşüktür. Dolayısıyla Türk vatandaşlarının ülkedeyken hizmet alma ihtimali varsa eğer, Almanya’ya vizesiz girme hakları vardır. Yüksek İdari Mahkemesi (Oberverwaltungsgericht) açıkça Bickel ve Franz kararına atıfta bulunduğundan, vizesiz girişin yasallığının Almanya’ya ziyaretin temel amacı olarak hizmet alma niyetine dayanmadığı, bu yorumu da Mahkeme’nin tercih ettiğini çıkarabiliriz. Avrupa Komisyonu’nun Tepkisi 2011 Mayıs’ında Komisyon36 Yönetmelik (EC) No 539/2001’e aşağıdaki paragraf 4’e madde 4’ü ekleyerek bir değişiklik önerdi: “Katma Protokol madde 4(1)’in Türkiye ile AT arasındaki Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’na uygulanmasıyla düzenlendiği ölçüde, bir Üye Ülke, kaldıkları sürece Türk vatandaşlarına hizmet sunma bakımından Madde 1(1) tarafından sağlanan vize şartından istisnalar sağlayabilir”. Bu parça değil, bu belge 13-14 Aralık 2011’deki37 Konsey toplantısında tartışıldı. Hiçbir karar verilmedi. Her halükarda, bu öneri Üye Ülkelerin kısıtlayıcı tavrına politik bir saygıdır ve Üye Ülkeden Üye Ülkeye değişen Türk vatandaşlarının oldukça karışık yasal durumunu aydınlatan bir belirti değildir. Tek makul çözüm, Türkiye’yi Yönetmelik (EC) No 539/2001’deki negatif listeden çıkarmak ve vize şartını tamamen ortadan kaldırarak Tam Üyeliğe Dönük 36 Proposal for a Regulation of the European Parliament and of the Council amending Council Regulation (EC) No 539/2001, COM(2011) 290 final. 37 Pres/11/491, http://europa. eu/rapid/pressReleasesAction. do?reference=PRES/11/491&for mat=HTML&aged=0&lg=de&guiLanguage=en. 117 Wolfgang Voegeli Ön Üyelik Antlaşması’nın amaçlarını yerine getirmek olurdu. Diğer taraftan Komisyon, Türk vatandaşlarına oturma izni için katkı harcını yükseltmeyi Madde 41 paragraf 1’in ihlali olduğunu ele alan Antlaşma’nın ihlali yüzünden 92/07 davasında Hollanda’ya karşı dava açtı. ABAD, buna göre karar verdi. Bunun, Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması bağlamında, Üye Ülkelerin hareketlerini daha saldırgan bir şekilde kontrol etme niyeti olan Komisyon’unun fikir değişikliğinin belirtisi olup olmadığı görülecektir. Geçici Sonuç Eğer Türk vatandaşları sınır ötesi taşımacılıktaki personelin durumunda veya ticari, sanatsal, spor veya bilimsel faaliyetler durumlarında iki aylık bir süreden daha fazla olmayacak bir şekilde hizmet sunmak istiyorlarsa, Almanya Federal Cumhuriyeti’ne girebilirler. Eğer herhangi bir şekilde veya herhangi bir kapasitede hizmet almak istiyorlarsa, üç aydan daha uzun olmayacak bir süre için vizesiz giriş yapabilirler. Yasal olarak giren kişiler, eğer istihdam niyetleri yoksa üç aydan daha uzun bir süre kalmak için oturma iznine başvurabilirler. Eğer Almanya’daki kısa süreli ikametleri boyunca fikirlerini değiştirip, bu fikir değişikliği mantıklı bir şekilde ele alınırsa, yukarıda belirtilen şartlarla giriş yapanlar Almanya’dan istihdamı da içine alan bir oturma izni için başvurabilirler. Yoksa giriş öncesi istihdam niyetlerini kontrol etmek için Almanya Federal Cumhuriyeti’nin menfaatine göre daha önce belirtilen Federal İdari Mahkemesi’nin içtihat hukuku uygulanacaktır. Yine de, genel olarak Alman Hukuku AB içinde giriş hakkı sağlayamadığından, diğer Üye Ülkelerden Almanya’ya girişin o ülkenin yönetmeliklerinin de vizesiz giriş hakkını sağlaması gerektiği unutulmamalıdır. İstihdam edilmek isteyen veya kendi kendine bir iş kurmak isteyen bir birey ülkeye girmeden önce vize başvurusunda bulunmalıdır. Yine de, vize şartının olmadığını ifade eden bir belge edinmek için Alman Büyükelçiliği’ne veya Konsolosluklara başvurmak son derece tavsiye edilebilir. ABAD tarafından anlamlandırılan hukuka göre hareket etmede, sınır polisi için idari düzen oldukça karmaşıktır. Dolayısıyla, sınırdaki anlaşmazlıklar zaman alıcı olur veya girişin reddi olarak sonlandırılabilir. 118 AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş Mevcut Çözümler Vizesiz giriş haklarını savunmak isteyen Türk vatandaşları Almanya Federal Cumhuriyeti’nin resmi temsilciliklerine başvurmalıdırlar ve Almanya’ya giriş için vizenin gerek olmadığına dair bir onay belgesi talep etmelidirler. Eğer bu talep reddedilir veya ilgili karar makul bir süre içinde yayınlanmazsa, Federal Cumhuriyeti’ne Katma Protokol’ün 41. maddesinin 1. paragrafını harekete geçiren yukarıda açıkladığı gibi doğrudan etki prensibine dayalı olarak Berlin İdari Mahkemesi’nde (Verwaltunsgericht) dava açılabilir. İdari Mahkeme, bu konuda ABAD’ı işaret ettiğinden adli kovuşturmayı erteleyecek ve ABAD’ın karar vermesini bekleyecektir. Vizesiz giriş izni için davanın sorunu, ABAD’da ön karar işlemleri beklemede olacağından, işlemlerin muhtemelen birçok mahkemeyi içererek oldukça uzun sürecek olmasıdır. Buna bir alternatif olarak, Alman yetkilileri tarafından geri çevrilen bir Türk vatandaşı, bu Alman yetkililerince meydana gelen, AB Hukuku’nun ihlali yüzünden oluşan kayıp ve hasar tazminatı için Alman Sivil Mahkemesi’nde Almanya Federal Cumhuriyeti’ne dava açabilir. Hasar tazminatı talebi, Birincil veya İkincil AB Hukuku tarafından verilen hakların ihlalinin yasal etkilerine dair ABAD’ın içtihat hukukunu ortaya çıkarır. Bu içtihat hukuku Francovich38 davasındaki ABAD kararına dayanır ve Brasserie du Pecheur davasındaki kararda39 daha da geliştirilmiştir. Prensipte Üye Ülkeler AB Hukuku’nu ihlal ettiklerinden dolayı, bir kişinin çektiği kayıp ve hasarın tazminatı yükümlülüğü artık şüpheli bir konu değildir. ABAD, Üye Ülkelerin İkincil Hukuk’ta veya Antlaşma’da belirlenen yükümlülüklerin gerçekleştirilmesinin tehlikeye atabilecek herhangi bir faaliyette bulunmamayı zorunlu kılan Avrupa Birliği Antlaşması’nın (TEU) 4. maddesinde böyle bir yükümlülüğe dayanır. Bunlara ek olarak, ABAD Üye Ülkelerin yasal geleneğine ortak olan Hukuki Genel Prensipleri’ndeki bir yükümlülüğe de dayanır. Bir veya başka bir şekilde haklarını ihlal ettiğinde, Ülkenin vatandaşlarına tazminat ödemekle sorumlu olduğu, tüm Üye Ülkelerde oturmuştur. Son olarak, ABAD uygulanabilir etki (practical effect) prensibine değinir. Bir bireyin hakları, bireyin oluşan kayıp ve hasar tazminatı için bir talebi olmasaydı, resmi makamların faaliyetlerine karşı yeterince korunamazdı. 38 C-6/90. 39 C-46/93. 119 Wolfgang Voegeli Kayıp ve hasar tazminat talebi için şartlar, Birincil ve İkincil Hukukun kişilere bir hak vermesi, bu hakkın içeriğinin açık ve kesin olması ve bu hakkın ihlalinin zarara neden olmasıdır. Bu hakkın ihlalinin belirli bir Üye Ülke’nin kurumlarının takdirine bakılmaksızın açık ve ağır olması da gereklidir. Yukarıda bahsedilen ülkeye vizesiz girişin yasal olduğu fakat reddedildiği durumlarda, bütün bu şartlarla karşılaşılır. Yasal işlemlerde bir birey, bir Üye Ülkede hizmet alma veya suma özgürlüğü ilgili ulusal normlarla beraber vizesiz giriş hakkını sağlayan Katma Protokol’ün 41. maddesinin 1. paragrafındaki Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’na başvurabilir. Ortaklık Hukuku’nun Türk vatandaşları için bir hak yarattığı yukarıda zaten belirtilmişti. Bu hakkın içeriği yukarıda belirtilen koşullar altında Almanya Federal Cumhuriyeti’ne vizesiz girebilmektir. Alman Büyükelçiliği’nden veya Alman Konsolosluğu’ndan vize alırken masrafları yaratılacağından, Türk vatandaşlarının serbest girişlerinin inkârıyla maruz bırakılan kayıp ve hasarlar her zaman olacaktır. Sadece vize harçları hesaba katılmaz. Türk vatandaşlarından vize talep eden Alman yetkililerce sebep olunan tüm giderler, vizesiz girişi inkâr eden bu yetkililerden dolayı meydana gelir. Bu da, böyle bir seyahat yüzünden oluşan tüm seyahat masraflarını ve gelir kaybını içine alır. Vizesiz giriş inkârının mevcut idari uygulaması da Alman kurumların takdirini gözetmeksizin ciddiyet ve tezahür teşkil eder. Eğer ABAD, zaten AB Hukuku’nun ihlali olması için belirli bir ulusal hüküm veya idari uygulama düzenlediyse, bu koşul her zaman karşılanır. Bu durumda, bir Üye Ülkenin lalettayin değerlendirmesi (discretion) yoktur. ABAD tarafından sunulan yorumlamayı uygulamak zorundadır. Bu yöndeki bir başarısızlık Antlaşma’dan doğan yükümlülüklerin ciddi bir ihlalidir. Yukarıda bahsedildiği gibi, mevcut içtihat hukuku belirsiz değildir. Bazı mahkemelerce de yürütüldüğü gibidir. Fakat yukarıda bahsedilen, Almanya’da hizmet alma niyetinin Almanya’ya girişteki temel amaç olmadığında durumlarda dikkatli olmak gerekebilir. ABAD’ın bu durumu yeterince belirsiz olarak düşünebileceği zayıf bir ihtimal vardır. Sonuçta, sadece idare değil, Alman mahkemeleri de yukarıda belirtilen kısıtlayıcı yorumu öne sürerler. Alman Hükümeti, görüşünde şüphe etmek için hiçbir ihtimalin olmadığını ele alabilir. Ben, bu yargılamanın ABAD’ın içtihat hukuku ışığında duracağını düşünmüyorum. Mahkeme her 120 AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş zaman AB Hukuku’nun uygulanmasıyla sorumlu olarak tüm ulusal kurumları konu etmiştir. Bu durumda belirsizlik sadece normlar karışık olduğunda veya Avrupa kurumlarının ABAD tarafından verilen daha sonraki yorumlamalarından farklı olarak hukuku yorumladığında ortaya çıkabilir. Burada tartışılan durumlarında, Ulusal yasa koyucunun Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı çerçevesinde herhangi bir takdir yetkisi yoktur. Bu gibi durumlarda ABAD, sırf Topluluk Hukuku’nun ihlalinin, yeterince ciddi bir ihlalin40 varlığını meydana getirmede yeterli olabileceğini düzenledi. Bu yüzden muhtemelen kalan tek değerlendirme (discretion), büyük oranda ihlal edilen kuralın netlik ve hassasiyet derecesine bağlıdır. 1 Ocak 1973’te yürürlüğe giren Alman Hukuku’nun üslubu, hizmet almak için Almanya’ya girmek isteyen bir vatandaşın niyetine herhangi bir atıf içermez ve ABAD’ın içtihat hukukunda hizmet sunma ve sağlama özgürlüğü, böyle bir faaliyetin bir başka Üye Ülkede bir bireyin kalışının temel sebebini oluşturmadığı bir şekilde nitelendirilemediğinden, ABAD’ın yukarıda belirtilen Alman Mahkemeleri’nin kısıtlayıcı değerlendirmesini, yargılamasında muhtemelen takip edebileceğini basit bir biçimde hayal bile edemem. Yine de, işlemleri oldukça uzun olacaktır. Berlin Bölge Mahkemesi (The Amtsgericht Berlin) talep edilen tazminatın nispeten düşük olmasından dolayı böyle bir durumda yargı yetkisine sahiptir. Bir ön karar için ABAD’da mevcut adli kovuşturma bir kararda sonlanıncaya kadar Bölge Mahkemesi kovuşturmayı ertelemek zorunda kalacaktır. Diğer Kontrol Şekilleri AB Hukuku’ndan doğan Üye Ülkelerin yükümlülüklerinin nasıl uygulanabileceğine dair genellikle iki ana yol vardır. Birinci yol yukarıda zaten gösterilmiştir. Bir Üye Ülkedeki bir mahkemeye başvuran bir birey ve o mahkemenin daha sonra ABAD’dan ön karar talep etmesi ile başlar. Böyle adli kovuşturmalarda ulusal mahkemeler karşısındaki birey, yukarıda gösterildiği gibi ya bu normların doğrudan etkisi olduğu AB Hukuku kapsamındaki bir hakkı iddia edebilir ya da bu normların doğrudan etkisi olduğu veya AB Hukuku’nu ihlal eden bir Üye Ülkenin kurumlarının faaliyetleri yoluyla maruz olunan zarar ve hasar tazminatı talep ettiğinde AB Hukuku kapsamından doğan bir hakkı talep edebilir. 40 Hedley Lomas, C-5/94, para 28, and Robins and Others, C-278/05, para. 71). 121 Wolfgang Voegeli İkinci yol bireylere açık değildir. Fakat bireyler Komisyon’a şikâyette bulunabilirler. Avrupa Birliği’nin İşleyişine Dair Antlaşma’nın (TFEU) 258. maddesine göre, bir Üye Ülkenin yasalarının ve uygulamalarının ayrıntılı bir incelenmesinden sonra eğer bu Üye Ülkenin yukarıda belirtilen Ortaklık Hukuku’nu içine alan Birincil veya İkincil AB Hukuku’nu ihlal ettiği sonucuna varırsa, Komisyon ABAD’da Üye Ülke aleyhine dava açabilir. Böyle adli kovuşturmalarda daha sonra ABAD, Komisyon’un değerlendirmesini takip ederse, ulusal hukuku veya uygulamayı AB Hukuku’nun bir ihlali olarak ilan edecektir. Bu gibi adli kovuşturmalardan doğan yasal sorunlar yukarıda analiz edildiğinin aynısı olacaktır. İşte o zaman mesele, Komisyon’un o zamana kadar neden bir faaliyette bulunmadığından doğacaktır. Avrupa Birliği’nin İşleyişine Dair Antlaşma’nın (TFEU) 258. maddesi kapsamında yürütülen adli kovuşturma politik bir sorundur. Komisyon’un Üye Ülkelerin tüm AB Hukuku ihlallerinde dava açacak kaynağı yoktur. Popüler görüşlerin aksine, Komisyon bürokratik bir canavar değildir. Tam tersine, AB kurumlarının yaklaşık 40.000 çalışanı vardır. Tüm ulusal standartlara göre küçük bir hükümettir. Bu yüzden Komisyon öncelikleri belirleyecektir. Konsey’de Üye Ülkelerin siyasetini ifade eden vize koşullarının41 bir AB Yönetmeliği olduğundan, özellikle bazı Üye Ülkelerin hükümetleri açıkça Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasına karşı çekincelerini ifade etmiş olsalar da, tam üyeliğe götürebilen katılım müzakerelerinin bağlantısı Komisyon olduğundan, Komisyon Üye Ülkeleri rencide etmeye isteksiz olabilir. Komisyon tarafındaki bu isteksizlik sıra dışı bir şey değildir. Yapması uygunsuz göründüğünden Komisyon başlangıçta Üye Ülkelere karşı çıkmaktan korktuğundan dolayı, ulusal hukuk üzerinde üstünlük hükmeden ayrı bir hukuki varlık olarak AB Hukuku’nun tüm gelişimi ön kararın adli kovuşturmasında geliştirilmiştir. AB Hukuku’nun gelişiminin tarihçesi, AB Hukuku ile sağlanan fırsatları kendi başlarına kullananların bireyler, vatandaşlar olduğunu ve böylece onların etkili bir kontrol aracı olarak oluşturmadaki ve geliştirmedeki vasıtalar olduğunu gösterir. Yukarıda belirtilen Komisyon’un Hollanda’ya karşı açtığı davanın, yön değişikliğinin göstergesi olup olmadığı belirsizdir. Genellikle ulusal mahkemeler siyasi argümanlarla değil yasa tarafından yönlendirilirler. Fakat hiçbir zaman normlar tamamen açık olmadığından, 41 Council Regulation № 539/2001 EC of 15 March 2001, (FN 17). 122 AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş yargıçların bu tür siyasi argümanları, normun yorumuna girecektir. Geçmişte, Ortalık Hukuku’nun doğrudan etkisini kabul ettirmek kolay değildi. Alman mahkemelerinin ön karar sormada ABAD’ı kapsamayı reddettiği raporlar vardır. Böyle bir davranışa karşı fazla kontrol yoktur. Ya Komisyon meseleyi alır ve 258. maddenin ihlalinden dolayı dava açar ya da etkilenen birey yasal bir yargıçtan mahrum olduğunu göstererek Anayasal Mahkeme’de, bu durumda ABAD’da dava açmalıdır. Ya da davacı bir mahkeme, Avrupa Birliği’nin İşleyişine Dair Antlaşma’nın (TFEU) 258. maddesini ihlal ettiğinden ve böylece davacıda hasara neden olduğundan kayıp ve hasar tazminatı için Üye Ülkeye dava açabilir. Her iki yol haritası da belirli miktarda dayanma gücü gerektirir. Fakat ABAD açıkça hizmet almak veya sunmak isteyen Türk vatandaşlarının vizesiz girişinin inkârını yasa dışı bulduğundan mahkemelerin tutumu şüphesiz değişecektir. ABAD kararlarına karşı Alman mahkemelerinin apaçık bir isyanını göz önüne getiremem. Bu yüzden yukarıda önerilen yol haritası bana umut verici görünmektedir. Sonuç Ne Yönetmelik (EC) No 539/2001’i değiştirmeye yönelik bir öneri hususunda ne de karışık olan davalarda ABAD’da dava açma hususunda Komisyon tarafından hiçbir belirleyici faaliyet beklenmemelidir. Türk vatandaşlarının haklarının yerleşmesi Alman mahkemeleri karşısındaki faaliyetlerine bağlı olacaktır. Yukarıda gösterildiği gibi ya hizmet sunmak ya da hizmet almak için iki veya belirtilen koşullara göre üç aydan daha uzun olmayacak bir süre zarfında Almanya Federal Cumhuriyeti’ne giriş yapmak isteyen Türk vatandaşlarının Ortaklık Hukuku kapsamında bunu yapma hakları vardır. Adli kovuşturma yıllar alabileceğinden ve sonuç Almanya Hükümeti’ne zarar vermeyeceğinden, Alman mahkemelerinde doğrudan etkiyi talep etme en parlak seçenek değildir. Sadece, davacının gelecekteki taleplerine teslim olacaktır. Özellikle Türk vatandaşları tarafından çok sayıda dava açıldığı takdirde, vizesiz girişi reddeden Alman Hükümeti yüzünden maruz olunan kayıp ve zarar-ziyan tazminatı talepleri yönetime (administration) gerçekten zarar verir. Nihai bir karar verilene kadar da bu kovuşturmalar yıllarca sürebilir. Bununla birlikte, alenen sadece yasa dışı hareketle değil, vergi mükelleflerinin de parasını israf etmekle suçlanırsa eğer, Hükümet böyle giderlere maruz kalmak istemeyeceğinden sonuç tahmin edilebilir olacaktır. 123 124 Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU: Der Stand der Dinge Prof. Dr. Wolfgang Voegeli* Einleitung Mit der Zeit hat sich eine beeindruckende Rechtsprechung des EuGH über die Rechte türkischer Bürger auf visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU entwickelt. Gleichwohl genießen türkische Bürger immer noch keinen freien Zugang. Ihre Rechte werden von den Mitgliedstaaten nicht vollständig geachtet. Diese entwickeln einen erheblichen Widerstand gegen die Rechtsprechung des EuGH. Es stellt sich die Frage, was getan werden kann, um das Recht in der Interpretation des EuGH durchzusetzen. In diesem Aufsatz werde ich zunächst die Entwicklung der Rechtsprechung des EuGH nachzeichnen und dabei vor allem auf dessen Interpretation des Assoziationsvertrages1 zwischen der EU und der Türkei eingehen. Dabei beschränke ich mich auf Fragen des freien Dienstleistungsverkehrs. Ich werde dann die Schwierigkeiten beleuchten, die türkische Bürger haben, wenn sie ihre Rechte vor deutschen Gerichten einklagen wollen. Schließlich werde ich die rechtlichen Handlungsmöglichkeiten türkischer Bürger analysieren, wenn sie ihre Rechte auf der Basis der Rechtsprechung des EuGH durchsetzen können. Geschichtlicher Überblick Die Türkei ist mit den Mitgliedstaaten der EU durch das Assoziationsabkommen (Vertrag von Ankara) verbunden, das 1963 unterschrieben wurde. Das Zusatzprotokoll vom 23. November 19702, das am 1. Januar 1973 in Kraft * Universität Hamburg 125 Wolfgang Voegeli trat, enthält nähere Bestimmungen für die Umsetzung des Assoziationsvertrages. Gemäß Art. 41 Abs. 1 des Zusatzprotokolls werden die Vertragsparteien untereinander keine neuen Beschränkungen der Niederlassungsfreiheit und des freien Dienstleistungsverkehrs einführen. Bei der Analyse der Wirkungen des Assoziationsabkommens präzisiert durch das Zusatzprotokoll muss man sich des besonderen Charakters des Assoziationsrechts bewusst sein, wie er in der Rechtsprechung des EuGH definiert wurde. Schon früh entschied der EuGH im Fall Demirel dass das Assoziationsabkommen und das Zusatzprotokoll Teil der Rechtsordnung der EU seien.3 Obwohl in diesem Fall der Anspruch eines türkischen Bürgers abgewiesen wurde, weil die einzelne Vorschrift des Zusatzprotokolls, auf die sich der Kläger bezog, nicht hinreichend bestimmt ist, hat diese Entscheidung doch die Grundlage gelegt für die folgenden Fälle, weil in ihr das Assoziationsrecht als Teil der Rechtsordnung der EU festgeschrieben wurde. In einem weiteren Urteil (Sevince)4 entschied der EuGH, dass auch Entscheidungen des Assoziationsrats Teil des EU Rechts seien ähnlich dem Sekundärrecht, das die EU-Institutionen setzen. Obwohl ich in diesem Aufsatz keine Entscheidungen des EuGH analysieren werde, denen Entscheidungen des Assoziationsrats zugrunde liegen, ist dieses Urteil doch wichtig für meine Argumentation, weil es hilft, den speziellen Charakter des Assoziationsrechts zu verstehen. Damit der EuGH eine Vorabentscheidung gemäß Art. 267 Vertrag über die Arbeitsweise der Europäischen Union (AEUV – zu der Zeit Art. 177 Vertrag zur Gründung der Europäischen Wirtschaftsgemeinschaft- EGV) muss das Assoziationsabkommen als rechtsverbindliche Handlung der Institutionen der EU anzusehen sein. Gemäß Art. 218 Abs. 6 AEUV wird ein internationaler Vertrag durch eine Entscheidung des Rats wirksam. In Art. 288 AEUV werden die Rechtsakte der EU bestimmt. Darunter auch Entscheidungen. Internationale Abkommen werden daher in ständiger Rechtsprechung vom EuGH als Handlung eines Gemeinschaftsorgans, d.h. heute eines Organs der EU angesehen5. Entsprechend entschied der EuGH im Fall Demirel, dass das Assoziationsabkommen und das Zusatzprotokoll, die durch eine Entscheidung des Rats in Geltung gesetzt wurden, Handlungen eines Organs der EU i.S. des Art. 267 126 Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU AEUV und damit ein integraler Bestandteil der Rechtsordnung der EU sind. Damit konnten Bürger der EU aber auch der Türkei sich vor den Gerichten eines Mitgliedstaates auf das Assoziationsabkommen berufen und beantragen, dass das Gericht den EuGH um eine Vorabentscheidung gemäß Art. 267 AEUV ersuche. Untere Gerichte der Mitgliedstaaten können, solche Gerichte, gegen deren Entscheidung kein Rechtsmittel mehr zulässig ist, müssen um eine entsprechende Vorabentscheidung ersuchen, wenn ihre Entscheidung von einer ungeklärten Interpretation europäischen Rechts abhängt. Damit sich Bürger erfolgreich auf Assoziationsrecht berufen können, muss die jeweilige Vorschrift unmittelbar anwendbar sein. Dass die Regeln der unmittelbaren Anwendbarkeit auch für Assoziationsrecht gelten, wurde ebenfalls im Urteil Demirel geklärt. Seit dem Urteil im Fall van Gend6 wendet der EuGH im Wesentlichen dieselben Kriterien für die Feststellung der unmittelbaren Wirkung an. Mit Blick auf den „Wortlaut, die Systematik und den Geist“ der Vertragsnorm, oder, in der Folgerechtsprechung, irgendeines Rechtsakts der EU, muss eine Norm so ausgelegt werden können, dass sie eine klare, hinreichend bestimmte und unbedingte Pflicht enthält. Ihre Wirkung darf also nicht abhängig sein von einer noch zu treffenden inhaltlichen Entscheidung eines weiteren zuständigen Akteurs. Daher kann ein türkischer Bürger sich dann auf Assoziationsrecht berufen, wenn diese Bedingungen erfüllt sind. Bei der Analyse der Systematik ist der Kontext wichtig, in dem die Norm in dem Gesetzeswerk steht. Der Geist einer Norm wird vom EuGH im Wesentlichen als deren Sinn und Zweck verstanden, der sich aus dem Gesetzestext als einem kohärenten Text selbst ergibt. Nur wenn diese Analyse keine überzeugenden Ergebnisse liefert, kann auf die dem Abkommen zugrunde liegenden Entwürfe und Verhandlungsprotokolle zurückgegriffen werden. In diesem Zusammenhang hat der EuGH immer darauf bestanden, dass diejenige Interpretation zu wählen ist, die den praktischen Effekt der Vorschrift für das Erreichen der im Vertrag genannten Ziele sichert. Schließlich muss die Pflicht, die der Norm entnommen werden kann, gegenüber einzelnen Individuen bestehen. Die Norm muss nicht explizit ein Recht eines Individuums statuieren. In ständiger Rechtsprechung, beginnend mit dem Urteil van Gend, hat der EuGH eine eindeutige Verpflichtung eines 127 Wolfgang Voegeli Mitgliedstaates, eine bestimmte Handlung zu unterlassen, als ein Individualrecht darauf ausgelegt, dass diese Handlung unterbleibt, wenn die Pflicht wenig praktischen Effekt hätte. Im Fall van Gend ging es um die Pflicht eines Mitgliedstaates, keine Zollerhöhung oder eine Maßnahme gleicher Wirkung vorzunehmen. Die Niederländische Regierung hatte die Zollklassifikation einer Chemikalie geändert aber nicht die Zollsätze. Der EuGH urteilte, dass diese Handlung einer Zollerhöhung gleichkomme. Nicht die normative Form ist wichtig sondern der Effekt. Weiterhin urteilte der EuGH, dass zwar der Vertrag dem Wortlaut nach nur eine Verpflichtung zwischen den Mitgliedstaaten aufstelle. Der Vertrag insgesamt schließe aber die Bürger der Mitgliedstaaten ein. Insbesondere das Verfahren der Vorabentscheidung sehe die Bürger in einer aktiven Rolle. Sie könnten einen Rechtsstreit über die Auswirkungen europäischen Rechts vor nationale Gerichte bringen, die dann die Gelegenheit und einige die Pflicht hätten, die europarechtliche Frage dem EuGH vorzulegen. Hätten nur die Mitgliedstaaten eine solche Kompetenz, wäre diese Verfahrensart sinnlos. Denn Mitgliedstaaten können derartige Fragen direkt vor den EuGH bringen. Seit dem Urteil im Fall van Gend werden daher hinreichend bestimmte und unbedingte Pflichten eines Mitgliedstaates so interpretiert, dass sie ein korrespondierendes Individualrecht enthalten, wenn die Erfüllung dieser Pflicht den Individuen unmittelbar zugutekommt. In allen Fällen, die auf das Urteil im Fall Demirel folgten, wurde die Interpretation des Assoziationsrechts aufrechterhalten, dass es nach den allgemeinen Regeln des EU-Rechts unmittelbar anwendbar ist. Türkische Bürger können sich daher auf Assoziationsrecht unmittelbar berufen, wenn es eine Pflicht der Mitgliedstaaten enthält, die den Bürgern unmittelbar zugutekommt und diese Pflicht hinreichend bestimmt und unbedingt ist. Die Rechtsprechung des EuGH zur visafreien Einreise Die Rechtsprechung des EuGH zu diesem Thema wurde seit dem Jahr 2000 im Wesentlichen in den Urteilen Savas7, Abatay et al.8, Tum und Dari9, Soysal und Savatli10, Sahin11, und Toprak12 entwickelt. Sie basiert auf Art. 41 Abs. 1 des Zusatzprotokolls. Zwar enthält letzteres keine materiellen Rechte türkischer Bürger bezüglich der Niederlassungsfreiheit oder der Dienstleistungs- 128 Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU freiheit. Aber es enthält eine Stillhaltepflicht bezüglich dieser Grundfreiheiten. Eine Stillhaltepflicht ist eine klare und unbedingte rechtliche Verpflichtung, bestimmte Handlungen nicht zu begehen. Art. 41 Abs. 1 besagt: “Die Vertragsparteien werden untereinander keine neuen Beschränkungen der Niederlassungsfreiheit und des freien Dienstleistungsverkehrs einführen.” Diese Norm wurde vom EuGH nicht nur als eine hinreichend bestimmte und unbedingte Verpflichtung jedes Mitgliedstaates interpretiert, sein Recht nicht zu Lasten dieser Grundfreiheiten zu verändern. Der EuGH sieht darin auch eine Pflicht, die unmittelbar zu Gunsten der betroffenen Individuen sich auswirkt und damit ein Individualrecht statuiert13. Folglich können türkische Bürger, die die Grundfreiheiten der Niederlassungsfreiheit und der Dienstleistungsfreiheit ausüben wollen, sich auf diese Stillhaltepflicht vor den Gerichten der Mitgliedstaaten berufen14. Diese Interpretation wurde im Urteil Sahin bestätigt. Die Stillhaltepflicht selbst enthält keine materiellen Rechte, die allein geltend gemacht werden könnten. Das Recht, in einen Mitgliedstaat ohne Visum und ohne Aufenthaltserlaubnis einreisen zu können, wird durch die Niederlassungsfreiheit und die Dienstleistungsfreiheit statuiert, soweit diese Freiheiten zum Zeitpunkt des Inkrafttretens des Zusatzprotokolls in den einzelnen Mitgliedstaaten entwickelt waren. Dieser Zeitpunkt ist der 1 Januar 1973 für die Gründungsmitglieder der EG und das Beitrittsdatum für alle anderen Mitgliedstaaten. Das Ausmaß, zu dem diese Grundfreiheiten damals verwirklicht waren, wird durch das jeweilige nationale Ausländerrecht bestimmt, das die Bedingungen für Einreise und Aufenthalt zu dem betreffenden Zeitpunkt regelte. Dieser Rechtszustand wurde dadurch unveränderbar zu Lasten türkischer Bürger. Eine einseitige Änderung ist nur möglich in Richtung auf die Verwirklichung der genannten Grundfreiheiten, wie sie im Assoziationsabkommen als verbindliches Ziel formuliert ist. Jede Veränderung zum Negativen bedürfte der Zustimmung des Assoziationsrats. Aber selbst für diesen wäre eine solche Entscheidung außerhalb seiner Kompetenz, da auch er an die Verwirklichung der genannten Grundfreiheiten gebunden ist. Art. 41 Abs. 2 des Zusatzprotokolls besagt eindeutig, dass der Assoziationsrat Entscheidungen treffen kann für die weitere Implementierung dieser Grundfreiheiten, 129 Wolfgang Voegeli nicht um sie einzuschränken. Die Rechtsposition türkischer Bürger gegenüber einer Veränderung des Rechts zu ihren Lasten ist daher sehr stark. Nationale Gesetze mit einem derartigen Effekt würden europäisches Recht verletzen. Aber auch europäisches Sekundärrecht mit diesem Effekt würde das Assoziationsabkommen und das Zusatzprotokoll verletzen. Eine entsprechende Entscheidung des Assoziationsrats würde seine Kompetenzen überschreiten. Außerdem bedürfte es dazu der Zustimmung der türkischen Mitglieder des Assoziationsrats. Eine solche Rechtswirkung könnte nur durch eine Änderung des Assoziationsabkommens bzw. des Zusatzprotokolls erreicht werden. Aber dazu wäre auch die Zustimmung der Türkei erforderlich. Die Stillhaltepflicht bezieht sich nicht nur auf die Verschlechterung der Bedingungen, unter denen eine Aufenthaltserlaubnis oder ein Sichtvermerk erteilt wird. Sie betrifft auch zusätzliche Belastungen. „Die Einführung von Gebühren für die Erteilung einer Aufenthaltserlaubnis...., deren Höhe im Vergleich zu den von Gemeinschaftsangehörigen unter gleichartigen Umständen verlangten Gebühren unverhältnismäßig ist,“ ist eine durch die Stillhaltepflicht verbotene Beschränkung15 Schließlich findet sich noch im Urteil Toprak16 ein Rückschrittsverbot. D.h. wenn ein Mitgliedstaat nach Inkrafttreten des Zusatzprotokolls die Einreisebedingungen für türkische Bürger verbessert hat, können diese nicht wieder verschlechtert werden, auch wenn durch die Neuregelung hergestellte Zustand für türkische Bürger günstiger ist als die oder identisch ist mit den Bedingungen, die bei Inkrafttreten des Zusatzprotokolls galten. Beide Urteile, Sahin und Toprak, wurden zwar bezüglich Art. 13 des Beschlusses 1/80 des Assoziationsrats gefällt. Doch dieser enthält eine Stillhaltepflicht, die identisch ist mit derjenigen in Art. 41 des Zusatzprotokolls. Erfordernis einer Aufenthaltserlaubnis oder eines Visums für türkische Bürger im Jahre 1973 Ich werde jetzt die Rechtslage für türkische Bürger nachzeichnen, die in Deutschland am 1.1.1973 einreisen wollten. Damals benötigten türkische Bürger gemäß § 1 Abs. 2 Nr. 1 Durchführungsverordnung zum Ausländergesetz (DVAuslG) in der Fassung vom 12. 3. 196917 weder eine Aufenthaltserlaubnis noch ein Visum für die Einreise nach Deutschland, wenn der Aufenthalt we- 130 Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU niger als 3 Monate betrug und sie keine selbständige oder unselbständige Erwerbstätigkeit in Deutschland aufnehmen wollten. Die Norm sagte nichts aus über den Zweck des Aufenthalts. Türkische Bürger konnten daher zum Zweck des Tourismus, des Verwandtenbesuchs, der Inanspruchnahme von Gesundheitsleistungen oder zu geschäftlichen Zwecken einreisen, letztlich zu jedem Zweck, solange sie nicht selbst Dienstleistungen anbieten wollten entweder als selbständig oder unselbständig Erwerbstätige. Gemäß § 1 Abs. 2 Nr. 2 DVAuslG konnten türkische Bürger als Angestellte eines Unternehmens mit Sitz außerhalb Deutschlands ohne Aufenthaltserlaubnis und ohne Visum nach Deutschland einreisen, wenn sie vorübergehend Dienstleistungen erbringen wollten. Die Aufenthaltsdauer war auf 2 Monate begrenzt. Obwohl sich die Norm auf Angestellte bezieht, wird sie doch von der Stillhaltepflicht des Art. 41 Zusatzprotokoll erfasst. Im Urteil Abatay18 hat der EuGH entschieden, dass sich auch Angestellte auf Art. 41 und die darin enthaltene Stillstandspflicht bezüglich der Normierung der Dienstleistungsfreiheit berufen können, da ihr Arbeitgeber auf ihre Dienste zur Ausübung seiner Dienstleistungsfreiheit angewiesen ist. Gemäß § 1 Abs. 2 Nr. 3 DVAuslG konnten türkische Bürger als selbständige Dienstleistungserbringer zu denselben Bedingungen wie unter Nr. 2 einreisen, wenn sie in Vorträgen oder Darbietungen künstlerischen, wissenschaftlichen oder sportlichen Charakters gegen Entgelt tätig werden wollten. Offensichtlich unterschied das deutsche Recht zwischen aktiver Dienstleistung und passivem Dienstleistungsempfang. Für die Erbringung bestimmter Dienstleistungen konnten türkische Staatsbürger ohne Aufenthaltserlaubnis oder Visum bis zu einer Dauer von 2 Monaten einreisen. Personen, die Dienstleistungen empfangen wollten, durften für drei Monate einreisen, ohne eine Aufenthaltserlaubnis oder ein Visum zu benötigen. Da türkische Bürger zu jedwedem Zweck außer der aktiven Erbringung von Dienstleistungen zu diesen Bedingungen einreisen durften, ist die Untergruppe von Dienstleistungsempfängern eindeutig von § 1 Abs. 2 Nr. 1 DVAuslG umfasst. Nach europäischem Recht umfasst die Dienstleistungsfreiheit auch das Recht, Dienstleistungen zu empfangen. Daher umfasst die Stillhaltepflicht des Art. 41 Abs. 1 des Zusatzprotokolls auch die passive Dienstleitungsfreiheit. Letztere ist in 131 Wolfgang Voegeli der Rechtsprechung des EuGH gut abgesichert. Im Fall Luisi und Carbone19 hat der EuGH die Freiheit eines EU-Bürgers, in einem anderen Mitgliedstaat Dienstleistungen als Tourist entgegenzunehmen, als Ausdruck der Dienstleistungsfreiheit bestätigt. Deutsches Recht hat zu der damaligen Zeit nicht verlangt, dass der wesentliche Zweck des Aufenthalts die Entgegennahme von Dienstleistungen sein musste. Auch der akzidentielle Empfang von Dienstleistungen war selbstverständlich von § 1 Abs. 2 Nr. 1 DVAuslG umfasst. Daher fällt jeder türkische Bürger unter diese Norm, da alle Einreisenden schon bei der Einreise irgendwelche Transportdienstleistungen in Anspruch nehmen, welchen Umfangs auch immer. Man muss jedoch stets bedenken, dass Personen, die länger als drei Monate in Deutschland sich aufhalten oder eine Erwerbstätigkeit aufnehmen wollten, eine Aufenthaltserlaubnis benötigten, mit Ausnahme derjenigen, die gemäß §1 Abs. 2 Nr. 2 und 3 in Deutschland erwerbstätig sein wollten. Gemäß § 5 Abs. 1 Nr. 1 DVAuslG bedurften Personen, die eine Aufenthaltserlaubnis brauchten, weil sie in Deutschland erwerbstätig sein wollten, nicht nur einer Aufenthaltserlaubnis sondern auch eines Visums. Die Aufenthaltserlaubnis musste also vor der Einreise in Form eines Visums erteilt worden sein. Ebenso benötigten Personen, die länger als drei Monate sich in Deutschland aufhalten wollten, aus Staaten, die nicht in der Anlage zu §5 Abs. 1 Nr. aufgeführt waren, bei der Einreise ein Visum. Gemäß § 5 Abs. 1 Nr. 2 DVAuslG und der dazu ergangenen Anlage galt dies daher nicht für Bürger der Türkei, die länger als drei Monate sich in Deutschland aufhalten wollten. Denn die Türkei ist in dieser Liste aufgeführt. Sie konnten daher ohne Visum einreisen und während ihres Aufenthalts in Deutschland eine Aufenthaltsgenehmigung für eine Verlängerung ihres Aufenthalts über drei Monate hinaus beantragen. Die Rechtsprechung des BVerwG, wonach Personen, die ohne Visum einreisen können, dies unrechtmäßig tun, wenn sie von vornherein planen, länger zu bleiben, als ohne Sichtvermerk möglich ist, ist auf türkische Bürger nicht übertragbar, die als Dienstleistungsempfänger einreisen20. Denn § 5 Abs. 1 Nr. 2 DVAuslG besagt eindeutig, dass für einen längeren Aufenthalt als drei Monate nur die Bürger von Staaten, die nicht auf der genannten Liste aufgeführt sind, ein solches Visum brauchen. 132 Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU Zusammenfassend lässt sich sagen, dass nach dem am 1.1.1973 in Deutschland geltenden Ausländerrecht alle türkischen Bürger, die nicht erwerbstätig sein wollten, ohne Visum einreisen durften. Für einen Aufenthalt bis zu drei Monaten bedurften Sie auch keiner Aufenthaltserlaubnis. Wollten Sie länger bleiben, konnten sie in Deutschland eine Aufenthaltserlaubnis beantragen. Unter diese Personen fiel auch die Gruppe der Personen, die Dienstleistungen in Deutschland, auch wenn dies nicht der Hauptzweck der Reise war, entgegennehmen, also von ihrer passive Dienstleistungsfreiheit Gebrauch machen wollten. Der Rechtsstatus dieser letzteren Gruppe ist durch Art. 41 Abs. 1 Zusatzprotokoll geschützt. Türkische Bürger, die erwerbstätig werden wollten, bedurften einer Aufenthaltserlaubnis und eines Visums. Das galt nicht für Personen, die gemäß § 1 Abs. 2 Nr. 2 und 3 vorübergehende Dienstleistungen erbringen wollten für einen Zeitraum von maximal zwei Monaten. Diese Personen benötigten weder ein Visum noch eine Aufenthaltserlaubnis. Wer berechtigt war, ohne Visum einzureisen, konnte dann allerdings nicht in Deutschland eine Aufenthaltserlaubnis zum Zwecke der Erwerbstätigkeit beantragen und erhalten. Für diese Fälle galt die o.a. Rechtsprechung des BVerwG. Dieses Ergebnis wird aber noch dadurch modifiziert, dass ausländische Erwerbstätige in Deutschland eine Arbeitserlaubnis benötigten. Gemäß § 9 Nr. 2 Arbeitserlaubnisverordnung (AEVO 1971)21 benötigte fahrendes Personal im grenzüberschreitenden Verkehr keine Arbeitserlaubnis. Dasselbe galt gemäß § 9 Nr. 3 AEVO 1971 für Angestellte mit Wohnsitz außerhalb Deutschlands, die für ihren Arbeitgeber mit Montage- und Wartungsarbeiten für gelieferte Anlagen betraut waren und gemäß § 9 Nr. 4 AEVO 1971 für die oben schon beschriebenen künstlerischen, wissenschaftlichen und sportlichen kommerziellen Betätigungen. Spätere Rechtsänderungen zu Lasten türkischer Bürger Das Erfordernis eines Einreisevisums für türkische Bürger entstand durch die 11. VO zur Änderung der Verordnung zur Durchführung des Ausländergesetzes vom 1. 7. 198022. Durch diese Verordnung wurde die Türkei aus der Liste im Anhang zur DVAuslG gestrichen. Damit waren die Vergünstigungen 133 Wolfgang Voegeli der § 1 Abs. 2 und 5 Abs. 1 Nr. 2 DVAuslG für türkische Bürger aufgehoben. Diese Änderung trat nach der Kündigung des deutsch-türkischen Visumabkommens von 1953 am 5 Oktober 1980 in Kraft. Damit sollte lange nach dem Wirksamwerden der Stillhaltepflicht des Art. 41 Zusatzprotokoll zum 1.1.1973 eine Verschlechterung der Rechtssituation für türkische Bürger im deutschen Recht bewirkt werden. Das Erfordernis eines Einreisevisums für türkische Bürger, das den letzten Entscheidungen des EuGH zugrunde lag, geht aus § 4 Abs. 1 und § 6 des Aufenthaltsgesetzes vom 30. Juli 200423 hervor, das am 1. Januar 2005 in Kraft trat. Dieses Gesetz ist jedoch lediglich eine Ausführungsregelung der VO 39/2001 EG, nach der die Türkei in die Liste derjenigen Staaten aufgenommen wurde, deren Bürger bei der Einreise in die EU ein Visum vorweisen müssen. Im Bereich des Arbeitserlaubnisrechts hat es sowohl Erschwerungen als auch Erleichterungen gegeben. Die negative Entwicklung betrifft das fahrende Personal. Während, wie oben beschrieben, fahrendes Personal nach dem Rechtszustand 1973 ohne jede Einschränkung im grenzüberschreitenden Verkehr keinerlei Arbeitserlaubnis brauchte, wird eine Arbeitserlaubnis bei dieser Tätigkeit gemäß §9 Nr. 3 Arbeitsgenehmigungsverordnung 1998 (ArGV)24 nur dann nicht benötigt, wenn der Arbeitgeber seinen Sitz im Ausland hat und das Fahrzeug im Sitzstaat des Arbeitgebers zugelassen ist. Lediglich bei Bussen im Linienverkehr kann das Fahrzeug auch im Inland zugelassen sein. Während das Erfordernis, dass der Arbeitgeber seinen Sitz im Ausland haben muss, unschädlich ist, weil die Dienstleistungsfreiheit ja gerade ein grenzüberschreitendes Dienstleistungsangebot absichern will, ist das Erfordernis der Zulassung des Fahrzeugs im Sitzstaat des Arbeitgebers eine deutliche Verschlechterung für türkische Dienstleistungsanbieter. Die Verbesserungen betreffen die Bedingungen für das schon genannte Montage- und Servicepersonal. Darauf soll hier jedoch nicht eingegangen werden. Interpretation der Rechtslage durch den EuGH In der Soysal-Entscheidung25 hat der EuGH erneut bestätigt, dass jegliche Rechtsänderung zu Ungunsten türkischer Dienstleistungsanbieter nach dem Stichtag 1.11973 ein Verstoß gegen europäisches Rechts darstellt und dass die 134 Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU entsprechende Norm wegen des Vorrangs des EU-Rechts nicht angewendet werden darf. Obwohl das deutsche Aufenthaltsgesetz nichts anderes ist als eine Umsetzung von Art. 1 Abs. 1 der VO 539/2001 EG vom 15. 3. 200126, verstößt es dennoch gegen Art.41 Abs. 1 Zusatzprotokoll, weil Sekundärrecht so zu interpretieren ist, dass es nicht mit internationalen Verpflichtungen der EU kollidiert, eine Regel, die durch die Rechtsprechungspraxis des EuGH gut abgesichert ist.27 Die VO 539/2001 widerspricht der Stillhaltepflicht des Art.41 Abs. 1 Zusatzprotokoll, das gemäß dieser Regel vorrangig ist. Das Erfordernis eines Visums bei der Einreise ist daher insoweit unwirksam, als es dem nationalen Recht eines Mitgliedstaates zum Zeitpunkt 1.1.1973 widerspricht. Reaktion der Bundesregierung Die Bundesregierung hat die Soysal-Entscheidung in einer restriktiven Weise anerkannt. Während sie das offensichtliche Ergebnis der Entscheidung als geltendes Recht verkündet, nämlich dass die Einreise zur aktiven Dienstleistung unter den oben beschriebenen Bedingungen ohne Visum möglich ist, wird in den Verwaltungsvorschriften für die Deutschen Generalkonsulate ausdrücklich negiert, dass die Dienstleistungsfreiheit im Rahmen des Artikels 41 Abs. 1 Zusatzprotokoll auch die Freiheit zum Empfang von Dienstleistungen umfasst. Des Weiteren wird für fahrendes Personal im grenzüberschreitenden Verkehr die Einreise nach Deutschland insofern erschwert, al seine Reihe von Dokumenten zusammen mit ihrer deutschen Übersetzung mitgeführt werden muss, die nachweisen, dass ein Arbeitsvertrag zwischen Fahrer und türkischem Arbeitgeber besteht, und die die Art der Dienstleistung sowie ihre voraussichtliche maximale Dauer von zwei Monaten beschreiben28. Sollten diese Dokumente am 1. Januar 1973 bei Einreise nicht erforderlich gewesen sein, würde das heute bestehende zwingende Erfordernis, sie mitzuführen, eine rechtswidrige Verschlechterung der Einreisebedingungen darstellen, die türkische Dienstleister belastete. Aber die wichtigere restriktive Interpretation der Soysal-Entscheidung ist die Negation, dass die Freiheit, Dienstleistungen zu empfangen von der Stillhaltepflicht des Artikels 41. Abs. 1 Zusatzprotokoll umfasst wird. Der EuGH hat noch kein Urteil gefällt, in dem diese Frage ausdrücklich angesprochen 135 Wolfgang Voegeli und geklärt wurde. Die Freiheit türkischer Bürger, ohne Visum nach Deutschland einzureisen, wenn sie Dienstleistungen für einen Zeitraum von weniger als drei Monaten in Anspruch nehmen wollen, ist allerdings schon von einigen Gerichten in Deutschland anerkannt worden.29 Aber die deutsche Legislative plant derzeit keine Gesetzesänderung. Allerdings interpretieren einige deutsche Gerichte30 die passive Dienstleistungsfreiheit, die, wie oben gezeigt, durch das deutsche Recht zum Zeitpunkt des 1. Januar 1973 umfasst war, wiederum äußerst restriktiv. Sie sehen nicht jedwede Nutzung von Dienstleistungen als durch die Dienstleistungsfreiheit gedeckt an. Dies sei nur dann der Fall, wenn die Nutzung von Dienstleistungen das Hauptanliegen des Reisenden sei z.B. im Fall von Touristen. Der Besuch von Freunden und Verwandten falle nicht darunter. Gegenwärtig läuft vor dem EuGH ein Vorabentscheidungsverfahren über diese Frage auf Vorlage des Oberverwaltungsgerichts Berlin31. Das Gericht stellte sowohl die Frage, ob Artikel 41 Abs. 1 Zusatzprotokoll die passive Freiheit, Dienstleistungen zu empfangen, schütze, als auch die Frage, ob die Absicht, Dienstleistungen zu empfangen das Hauptanliegen des Reisenden sein müsse oder ob die Absicht ausreiche, irgendwelche Dienstleistungen zu empfangen. Das Gericht analysiert entgegenstehende Meinungen aus Rechtsprechung und Literatur. Ohne dass es seine eigene Position in dieser Streitfrage offenbart, scheint es doch eine Interpretation des Artikels 41 Abs. 1 Zusatzprotokoll vorzuziehen, die den Schutz der passive Dienstleistungsfreiheit in der Form umfasst, dass die Entgegennahme von Dienstleistungen nicht der Hauptzweck der Reise darstellen muss. Diesen Schluss kann man aus der spezifischen Bezugnahme auf die Rechtsprechung des EuGH ziehen. So verweist das OVG Berlin auf die Entscheidung Luisi und Carbone32 und die darauf aufbauenden Urteile, in denen der EuGH in ständiger Rechtsprechung feststellt, dass die Dienstleistungsfreiheit auch die passive Freiheit, Dienstleistungen zu empfangen, umfasst. Es gibt keinen Fall, in dem der EuGH jemals das Gegenteil für richtig gehalten hätte. Des Weiteren verweist das vorlegende Gericht auf das Urteil Abatay33, in dem der EuGH auf den Zweck des Assoziationsrechts verwies, das EU-Recht so weit wie möglich anzuwenden. In der Tat kann man bei sorgfältiger Lektüre des Assoziationsabkommens nur zu dieser 136 Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU Interpretation kommen. Artikel 2 Assoziationsabkommen setzt als Ziel dieses internationalen Abkommens die zunehmende Implementierung der Grundfreiheiten bezogen auf Freizügigkeit der Person, Dienstleistungsfreiheit und Niederlassungsfreiheit. Dieses Ziel wird weiter präzisiert in den Artikeln 12 – 14. Artikel 28 nennt als Endziel des Abkommens die bona fide Prüfung der Möglichkeit der vollen Mitgliedschaft. Artikel 7 verpflichtet die Parteien, alle Handlungen zu unterlassen, die das Erreichen der Ziele des Abkommens gefährden könnten. Wenn man diese Normen im Zusammenhang liest, ist es völlig klar, dass die Systematik des Zusatzprotokolls die Stillstandspflicht des Artikels 41 in den Kontext solcher Normen stellt, die als ihren Zweck die Regulierung eines Prozesses haben, der auf mittlere Sicht zur vollen Implementierung der drei genannten Grundfreiheiten für türkische Bürger führt und langfristig zur Prüfung der Möglichkeit der Vollmitgliedschaft. Während das letztere Ziel unscharf ist, ist es das erstere nicht. Vielmehr haben diese Normen große Ähnlichkeit zu den Übergangsvorschriften im Anfangsstadium der EWG. Was den Geist, also den Zweck dieser Normen angeht, so erscheint es völlig klar, dass es das Ziel des Assoziationsabkommens, des Zusatzprotokolls und insbesondere der Stillhaltepflicht ist, den Assoziationsprozess in Richtung der vollen Verwirklichung der genannten Grundfreiheiten zu bewegen. Insbesondere Artikel 7 Assoziationsabkommen ist ein starkes Argument für diese Interpretation. Sein Wortlaut ist fast identisch mit der entsprechenden Regelung in Artikel 4 EUV, eine Norm, die das Fundament der Rechtsprechung des EuGH zur Sicherung des praktischen Effekts des EU-Rechts darstellt. Wann immer mehr al seine Interpretation möglich ist, ist diejenige zu wählen, die den praktischen Effekt für die Zielsetzung der Norm optimiert. Die restriktive Interpretation der Dienstleistungsfreiheit türkischer Bürger, wie sie am 1. Januar 1973 in Deutschland bestand, durch einige deutsche Gerichte und durch die Bundesregierung kollidiert daher mit der ständigen Rechtsprechung des EuGH zur Reichweite der Dienstleistungsfreiheit und zur Notwendigkeit der Sicherung des praktischen Effekts der Vorschriften des EU-Rechts. Die restriktive Interpretation der Freiheit, Dienstleistungen zu empfangen, durch einige deutsche Gerichte, die grundsätzlich anerkennen, dass die passive Dienstleistungsfreiheit durch die Stillhaltepflicht des Artikels 41 Abs. 1 137 Wolfgang Voegeli Zusatzprotokoll erfasst wird, die aber fordern, dass der Empfang von Dienstleistungen den Hauptzweck der Reise nach Deutschland sein müsse, kollidiert ebenfalls mit der Rechtsprechung des EuGH zur Dienstleistungsfreiheit. Wie oben gezeigt, ergibt sich eine solche restriktive Interpretation auch nicht aus dem am 1.1.1973 geltenden Recht. Der EuGH hat in Bickel und Franz34 erklärt: „Zu den gemeinschaftsrechtlich geregelten Situationen gehören u. a. diejenigen, die unter das durch Artikel 59 des Vertrages (jetzt Art. 56 AEUV) eingeräumte Recht auf freien Dienstleistungsverkehr fallen. Nach der Rechtsprechung des Gerichtshofes schließt dieses Recht die Freiheit der Leistungsempfänger ein, sich zur Inanspruchnahme einer Dienstleistung in einen anderen Mitgliedstaat zu begeben (Urteil Cowan, Rdnr. 15). Unter Artikel 59 fallen somit alle Angehörigen der Mitgliedstaaten, die sich, ohne ein anderes durch den Vertrag gewährleistetes Freiheitsrecht in Anspruch zu nehmen, in einen anderen Mitgliedstaat begeben und dort Dienstleistungen in Empfang nehmen wollen oder die Möglichkeit haben, sie in Empfang zu nehmen.“ Die Worte “dort Dienstleistungen in Empfang nehmen wollen oder die Möglichkeit haben, sie in Empfang zu nehmen” zeigen, dass der EuGH die Ausübung der passiven Dienstleistungsfreiheit nicht an die feste Absicht koppelt, tatsächlich Dienstleistungen nutzen zu wolle, geschweige denn daran, dass eine solche Absicht Hauptzweck der Reise sein muss. Das Gericht hält es für ausreichend, dass die einreisende Person potentiell von Dienstleistungen Gebrauch machen wird. Das ist eindeutig bei jeder Person der Fall, die in ein Land einreist. Nicht der Zweck des Besuchs eines Landes zählt sondern die potentielle Nutzung von Dienstleistungen während des Aufenthalts. Dabei steht schon bei jedem Reisenden fest, dass er während seines Aufenthalts Dienstleistungen nutzen wird. Mit persönlicher Mobilität ist mit Notwendigkeit die Inanspruchnahme von Dienstleistungen verbunden. Damit ist eine ausreichende Grundlage für die Berufung auf die Freiheit, Dienstleistungen in Anspruch zu nehmen, gegeben. Diese Interpretation wird durch die Argumentation des EuGH im Urteil Payir35 unterstützt: „dass der etwaige soziale Zweck der Studenten oder Au-pairKräften erteilten Einreisegenehmigung und des ihnen eingeräumten Rechts zu 138 Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU arbeiten für sich genommen nichts daran ändert, dass die von diesen ausgeübte Tätigkeit regulär ist, und dass er daher kein Hindernis für ihre Zugehörigkeit zum regulären Arbeitsmarkt des Aufnahmemitgliedstaats ist“. In diesem Fall waren türkische Bürger in einen Mitgliedstaat als Studenten oder Au-pairs eingereist und beantragten später eine Verlängerung ihrer Aufenthaltsgenehmigung. Die Intention bei Einreise war daher nicht Erwerbstätigkeit. Aber das nationale Recht erlaubte Studenten eine begrenzte Erwerbstätigkeit. Arbeit als Au-pair bedeutet selbst schon Erwerbstätigkeit, wenn auch in einer besonderen Form. Der EuGH weigert sich offensichtlich, den Status eines türkischen Bürgers als “erwerbstätig” an eine bei Einreise bestehende wesentliche Intention, erwerbstätig zu werden, zu knüpfen. Daher erscheint es höchst unwahrscheinlich, dass der EuGH eine Interpretation der passiven Dienstleistungsfreiheit akzeptieren wird, die daran gebunden ist, dass die Inanspruchnahme von Dienstleistungen bei Einreise der Hauptzweck der Reise darstellt. Türkische Bürger haben daher ein Recht, nach Deutschland ohne Visum einzureisen, wenn sie während ihres Aufenthalts wahrscheinlich Dienstleistungen in Anspruch nehmen werden. Da das Oberverwaltungsgericht Berlin deutlich auf das Urteil Bickel und Franz verweist, können wir darauf schließen, dass es ebenfalls eine Interpretation der Dienstleistungsfreiheit präferiert, die nicht davon abhängt, dass die Inanspruchnahme von Dienstleistungen den Hauptzweck der Einreise nach Deutschlandbildet. Reaktion der Europäischen Kommission Im Mai 2011 hat die Kommission36 einen Vorschlag zur Änderung der Verordnung (EG) 539/2001 eingebracht, durch den der folgende Abs. 4 an Artikel 4 angehängt werden soll: „Soweit in Anwendung von Artikel 41 Absatz 1 des Zusatzprotokolls zum Assoziierungsabkommen zwischen der Türkei und der EG erforderlich, kann ein Mitgliedstaat in Bezug auf türkische Staatsangehörige, die während ihres Aufenthalts Dienstleistungen erbringen, Ausnahmen von der Visumpflicht gemäß Artikel 1 Absatz 1 vorsehen.“ Das Dokument wurde auf der Sitzung des Rats am 13./14. Dezember 201137 139 Wolfgang Voegeli diskutiert, aber nicht dieser Punkt. Entsprechend wurde auch kein Beschluss gefasst. Der Vorschlag zeigt, dass die Kommission derzeit nicht gewillt ist, eine Gegenposition zur restriktiven Visumpolitik der Mitgliedstaaten gegenüber der Türkei aufzubauen und ist schon gar kein Schritt in Richtung auf eine Klärung der komplexen rechtlichen Situation, die durch die Stillhaltepflicht entstanden ist, die von Mitgliedstatt zu Mitgliedstaat unterschiedlich ist. Die einzig rationale Lösung des Problems wäre, die Türkei von der Negativliste der VO 539/2001 zu streichen und dadurch das Erfordernis eines Visums insgesamt zu beseitigen, denn nur das würde der Zielsetzung des Assoziationsabkommens entsprechen. Allerdings hatte die Kommission gegen die Niederlande ein Vertragsverletzungsverfahren eingeleitet (Rechtssache 92/07) weil nach ihrer Ansicht die Erhöhung der Gebühren für die Erteilung einer Aufenthaltsberechtigung Art. 41 Abs. 1 des Zusatzprotokolls verletze. Der EuGH urteilte entsprechend. Ob dies ein Zeichen für eine Meinungsänderung seitens der Kommission ist, die auf eine Intention einer aggressiveren Kontrolle der Handlungen der Mitgliedstaaten im Zusammenhang mit dem Assoziationsrecht schließen lässt, muss sich erst noch erweisen. Vorläufiges Fazit Türkische Bürger dürfen in die Bundesrepublik Deutschland ohne Visum einreisen, wenn sie für nicht mehr als zwei Monate als Angestellte im grenzüberschreitenden Verkehr als fahrendes Personal Dienstleistungen erbringen, oder als Selbständige Dienstleistungen im Bereich Sport, Kunst oder Wissenschaft erbringen wollen. Wenn Sie Dienstleistungen empfangen wollen und zwar in jedweder Form oder zu jedwedem Zweck, können sie ohne Visum einreisen und drei Monate sich in Deutschland aufhalten. Für beide Gruppen ist keine Aufenthaltserlaubnis erforderlich. Personen, die rechtmäßig eingereist sind, können in Deutschland eine Aufenthaltserlaubnis beantragen, um ihren Aufenthalt zu verlängern, wenn sie nicht erwerbstätig werden wollen. Sie können nach Einreise auch eine Aufenthaltserlaubnis beantragen, um erwerbstätig zu werden, wenn Sie während ihres Aufenthalts in Deutschland erst den Entschluss gefasst haben, erwerbstätig zu werden und wenn diese 140 Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU Willensänderung plausibel begründbar ist. Ansonsten verlangt das Interesse der Bundesrepublik Deutschland, in der Interpretation gemäß der oben zitierten Rechtsprechung des Bundesverwaltungsgerichts, die Einwanderung zu Erwerbszwecken vor der Einreise kontrollieren zu können, dass ein Visum in der Türkei beantragt wird. Ein türkischer Bürger, der in Deutschland unselbständig oder selbständig erwerbstätig werden möchte, muss regelmäßig vor der Einreise ein entsprechendes Visum beantragen. Es ist jedoch wichtig sich zu vergegenwärtigen, dass diese hier zusammengefasste Rechtslage nur auf die Bundesrepublik Deutschland zutrifft. Eine Einreise auf dem Landweg führt regelmäßig über andere Länder, für die andere Regelungen gelten. Da die hier entwickelte Interpretation vom EuGH noch nicht bestätigt wurde, ist es höchst ratsam, vor der Einreise bei der Deutschen Botschaft bzw. den Generalkonsulaten eine Bescheinigung zu beantragen, die bestätigt, dass kein Visum erforderlich ist. Die Verwaltungsvorschriften der Grenzbeamten sind nicht nur komplex. Sie erkennen auch nicht an, dass die passive Dienstleistungsfreiheit von der Stillhaltepflicht umfasst ist. Es kann daher zu Auseinandersetzungen an der Grenze kommen, die Zeit kosten oder in der Zurückweisung des Einreisenden enden. Rechtliche Handlungsmöglichkeiten Türkische Bürger, die ohne Visum nach Deutschland einreisen wollen, sollten bei der für sie zuständigen Vertretung der Bundesrepublik Deutschland eine Bestätigung beantragen, dass sie kein Visum benötigen. Sollte dieser Antrag abgelehnt oder innerhalb einer angemessenen Frist nicht beschieden werden, können sie gegen die Bundesrepublik Deutschland vor dem Verwaltungsgericht Berlin klagen. Die Grundlage dafür ist die oben erläuterte unmittelbare Anwendbarkeit von Artikel 41 Abs. 1 Zusatzprotokoll und die Dienstleistungsfreiheit so, wie sie am 1.1.1973 entwickelt war. Da das Oberverwaltungsgericht Berlin in dieser Frage vor dem EuGH schon ein Verfahren der Vorabentscheidung eingeleitet hat, wird das Verwaltungsgericht das Verfahren bis zu einer Entscheidung des EuGH aussetzen. Sollte es der hier vertretenen Rechtsmeinung folgen, könnte auch eine Entscheidung für den Kläger ergehen, gegen die aber die Bundesrepublik Deutschland Beru- 141 Wolfgang Voegeli fung einlegen wird. Spätestens das Oberverwaltungsgericht Berlin wird das Verfahren aussetzen. Das Problem bei diesem Verfahren ist die Zeitdauer, weil möglicherweise mehrere Gerichte beteiligt sein werden und weil ein wichtiges Verfahren vor dem EuGH läuft. Das kann mehrere Jahre dauern. Weiterhin kann nach einem ablehnenden Bescheid der zuständigen Vertretung der Bundesrepublik Deutschland ein türkischer Bürger die Bundesrepublik Deutschland vor einem Zivilgericht auf Schadensersatz verklagen, weil eine zuständige Verwaltungsstelle gegen EU-Recht verstoßen hat. Der Schadensersatzanspruch folgt aus der Rechtsprechung des EuGH über die Rechtsfolgen von Verstößen der Mitgliedstaaten gegen EU-Recht. Die Leitentscheidung dazu ist Francovich38, weiterentwickelt im Urteil Brasserie du Pecheur.39 Die Pflicht, den Schaden eines Individuums zu ersetzen, den dieses durch eine Verletzung des EU-Rechts durch einen Mitgliedstaat erlitten hat, ist allgemein anerkannt. Der EuGH leitet diesen Anspruch aus Artikel 4 EUV her, der die Mitgliedstaaten verpflichtet, keine Handlungen vorzunehmen, die die Erfüllung der aus dem EU-Recht fließenden Verpflichtungen gefährden. Wie oben beschrieben enthält der Assoziationsvertrag eine fast identische Vorschrift. Weiterhin bezieht sich der EuGH auf allgemeine Rechtsprinzipien, die der Rechtstradition der Mitgliedstaaten gemein sind. Eine Staatshaftung bei Verletzung von Rechten der Bürger ist in unterschiedlicher Ausgestaltung in allen Rechtsordnungen der Mitgliedstaaten vorzufinden. Schließlich stützt sich der EuGH auch auf die Doktrin des praktischen Effekts. Die Rechte der Individuen wären nicht ausreichend geschützt, wenn diese einen solchen Schadensersatzanspruch nicht hätten. Die Voraussetzungen für einen solchen Schadensersatzanspruch sind, dass das relevante EU-Recht dem betroffenen Individuum ein Recht einräumt, dessen Inhalt hinreichend klar und bestimmt und unbedingt ist, und dass die Verletzung dieses Rechts den Schaden bewirkt hat. Die Rechtsverletzung muss weiterhin manifest und hinreichend schwer sein. Im Fall, das seine nach den oben beschriebenen Bedingungen legale Einreise ohne Visum von den zuständigen deutschen Stellen abgelehnt wird, sind alle diese Bedingungen gegeben. Im Verfahren kann sich die klagende Person die Stillhaltepflicht des Artikel 41 Abs. 1 Zusatzprotokoll berufen, die zusam- 142 Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU men mit den oben beschriebenen Vorschriften des nationalen Rechts und der Dienstleistungsfreiheit ein Recht auf visafreien Einreise begründet. Dass das Assoziationsrecht insoweit ein Individualrecht begründet, wurde oben schon gezeigt. Der Inhalt dieses Rechts besteht darin, ohne Visum in die Bundesrepublik einreisen zu dürfen. Ein Schaden wird türkischen Bürgern, denen dieses Recht verweigert wird, immer dadurch entstehen, dass sie Ausgaben haben, um das Visum von der zuständigen deutschen Vertretung zu erhalten. Hierzu zählen nicht nur die Gebühren. Alle durch die Weigerung der deutschen Stellen verursachten Kosten bilden den relevanten Schaden. Darunter fallen z.B. Reisekosten und Verdienstausfall. Die derzeitige Verwaltungspraxis, türkischen Bürgern nur sehr restriktiv die visumfreie Einreise zu gestatten, ist auch eine hinreichend schwere Verletzung von EU-Recht. Diese Bedingung ist immer dann erfüllt, wenn der EuGH eine entsprechende nationale Praxis als Rechtsverstoß gekennzeichnet hat. Hier hat der Mitgliedstaat keinerlei Ermessen bei der Ausgestaltung des nationalen Rechts mehr. Er muss das EU-Recht in der Interpretation des EuGH anwenden. Tut er das nicht, verletzt er das EU-Recht schwer. Wie oben gezeigt ist die Rechtslage klar. Sie wird auch so von einigen Gerichten interpretiert. Vorsicht ist allerdings angesagt in den Fällen, in denen die Absicht, Dienstleistungen in Deutschland zu empfangen, nicht den Hauptzweck der Reise bildet. Hier könnte argumentiert werden, dass wegen der bestehenden rechtlichen Unklarheit kein schwerwiegender Verstoß vorliegt. Es besteht dann die Möglichkeit, dass der EuGH die Rechtslage als genügend unbestimmt ansehen wird, um einen schweren Verstoß abzulehnen. Immerhin wird diese Interpretation von deutschen Gerichten und nicht nur von der Verwaltung vorgetragen. Die Bundesregierung könnte argumentieren, dass es keinen Grund gab, an der rechtlichen Zulässigkeit einer derartigen Interpretation zu zweifeln. Ich halte es aber für zweifelhaft, dass dieses Argument vom EuGH anerkannt werden wird. Der EuGH hat in der Vergangenheit nicht unterschieden, welche nationale Institution den Rechtsverstoß begangen hat. Unbestimmtheit kann daher nur dann angenommen werden, wenn die relevante Norm des EU-Rechts unbestimmt ist oder wenn europäische Institutionen diese anders interpretieren als der EuGH. In Fällen der Verletzung der hier 143 Wolfgang Voegeli relevanten Stillhaltepflicht hat der nationale Gesetzgeber keinerlei Ermessen. In solchen Fällen hat der EuGH stets entschieden, dass jede Verletzung des EU-Rechts hinreichend schwerwiegend ist40. Es kommt daher auf die Klarheit der Regel an, auf die sich die Stillhaltepflicht bezieht. Der Wortlaut des am 1. 1. 1973 geltenden deutschen Rechts enthält keinen Hinweis auf die Voraussetzung, dass die damals freie Einreise zum Zwecke des Dienstleistungsempfangs daran gebunden ist, dass dieser Zweck der Hauptzweck der Reise sei. Auch in den Entscheidungen des EuGH findet sich keine dahingehende Qualifizierung der Dienstleistungsfreiheit, wie oben gezeigt wurde. Ich kann mir daher nicht vorstellen, dass der EuGH die restriktive Interpretation der deutschen Gerichte und der Bundesregierung als rechtlich möglich ansehen wird. Gleichwohl sollte die Tatsache, dass deutsche Gerichte das Recht durchaus anders interpretieren, zu Zurückhaltung in den Erwartungen führen. Entsprechende Verfahren werden ebenfalls längere Zeit in Anspruch nehmen. Das Landgericht Berlin ist örtlich und sachlich (s. §71 Abs. 2 Gerichtsverfassungsgesetz) zuständig. Es wird das Verfahren ebenfalls bis zur Entscheidung des EuGH in dem laufenden Verfahren einer Vorabentscheidung aussetzen. Andere Handlungsmöglichkeiten Es gibt im Wesentlichen zwei Wege zur Durchsetzung von Verpflichtungen eines Mitgliedstaates der EU, die sich aus dem EU-Recht ergeben. Der erste Pfad wurde oben bereits erläutert. Er beginnt damit, dass ein Individuum vor einem nationalen Gericht sich auf EU-Recht beruft. Das nationale Gericht ruft sodann den EuGH an und erbittet eine Vorabentscheidung. In solchen Verfahren vor nationalen Gerichten können Individuen entweder auf Gewährung bestimmter Rechte klagen, wenn sich aus dem EU-Recht ein Individualrecht ergibt und die Norm unmittelbar anwendbar ist, oder sie können auf Schadensersatz klagen. Der zweite Pfad steht Individuen nicht zur Verfügung. Aber sie können eine Beschwerde an die Kommission richten. Gemäß Artikel 258 AEUV kann die Kommission dann vor dem EuGH ein Verfahren wegen Vertragsbruchs einleiten, wenn der Mitgliedstaat seine rechtswidrige Praxis nicht abstellt. Die- 144 Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU ses Verfahren gilt auch für Assoziationsrecht, weil dieses, wie oben gezeigt, EU-Recht ist. In einem solchen Verfahren wird der EuGH, wenn er die Rechtsansicht der Kommission teilt, den Mitgliedstaat verurteilen, bestimmte Maßnahmen zu ergreifen, um den Rechtsbruch abzustellen. Die in einem solchen Verfahren zu klärende Rechtsfrage wäre jedoch identisch mit der in einem Verfahren zur Vorabentscheidung. Die Frage stellt sich, wieso die Kommission bisher nicht aktiv geworden ist. Ein Verfahren gemäß Artikel 258 AEUV einzuleiten, ist eine politische Entscheidung. Die Kommission hat nicht genügend Ressourcen, um alle Rechtsverstöße der Mitgliedstaaten zu verfolgen. Im Gegensatz zu weit verbreiteten Vorstelllungen ist die Kommission kein bürokratisches Monster. Die EU Institutionen haben lediglich ca. 40000 Mitarbeiter. Das ist small government nach allen Standards. Die Kommission wird daher Prioritäten setzen. Da es eine EU-Verordnung zur Regelung der Erforderlichkeit von Visa bei Einreise gibt,41 die Ausdruck der Politik der Mitgliedstaaten im Rat ist, aber eben auch der Politik der Kommission in der Vergangenheit, wird sie sehr zurückhaltend sein und die Mitgliedstaaten nicht vor den Kopf stoßen, insbesondere angesichts der laufenden Verhandlungen über eine Vollmitgliedschaft der Türkei, die von der Kommission geführt werden. Dabei muss sie auch in Rechnung stellen, dass einige Regierungen von Mitgliedstaaten deutlich ihre Opposition gegen eine solche Vollmitgliedschaft erklärt haben. Diese Zurückhaltung seitens der Kommission ist nicht außergewöhnlich. Die Entwicklung des EU-Rechts als einer eigenständigen Rechtsordnung, die Vorrang genießt vor nationalem Recht geschah auf Betreiben von Individuen und nationalen Gerichten im Verfahren der Vorabentscheidung, weil die Kommission ursprünglich sich scheute, die Mitgliedstaaten gegen sich aufzubringen, weil es nicht opportun erschien. Die Geschichte der Entwicklung des EU-Rechts zeigt, dass es die Bürger waren, die sich auf die neuen rechtlichen Handlungsmöglichkeiten stützten, die aus dem EU-Recht sich ergeben, und dadurch bewirkten, dass dieses Recht zu einem effektiven Mittel zur Kontrolle der Handlungen der Mitgliedstaaten sich entwickelte. Ob der oben berichtete Fall, in dem die Kommission ein Verfahren gegen die Niederlande einleitete, eine neue Phase der Politik der Kommission einleitet, ist offen. 145 Wolfgang Voegeli Nationale Gerichte werden in der Regel nicht durch politische Erwägungen motiviert. Letztere spielen nur bei der Auslegung unbestimmter Rechtsbegriffe eine Rolle, wenn rechtliche Maßstäbe keine hinreichend klare Entscheidung ermöglichen. In der Vergangenheit war es schwierig, die unmittelbare Wirksamkeit des Assoziationsrechts in Deutschland durchzusetzen. Es gibt Berichte, dass deutsche Gerichte den EuGH nicht angerufen haben, obwohl sie als Letztentscheidende es hätten tun müssen. Dafür gibt es wenig unmittelbar wirksame Gegenmittel. Entweder nimmt sich die Kommission der Sache an und eröffnet ein Verfahren vor dem EuGH wegen Vertragsbruchs oder das betroffene Individuum muss den Fall vor das Bundesverfassungsgericht bringen, weil ihm der gesetzliche Richter verweigert wurde, in diesem Fall der EuGH. Oder der Kläger kann den betreffenden Mitgliedstaat auf Schadensersatz verklagen, weil dieser Artikel 258 AEUV verletzt hat und dadurch dem Kläger ein Schaden entstanden ist. Alle diese Handlungsmöglichkeiten sind zeitaufwändig und verlangen ziemliches Durchhaltevermögen auf Seiten des Klägers. Aber da der EuGH inzwischen deutlich geurteilt hat, dass die Verweigerung der visum-freien Einreise für türkische Bürger rechtswidrig ist, wenn diese Dienstleistungen der oben beschriebenen Art erbringen wollen, wird sich die Haltung der Gerichte mit aller Wahrscheinlichkeit ändern. Immerhin mehren sich die Urteile, in denen die passive Dienstleistungsfreiheit als durch die Stillhaltepflicht geschützt anerkannt wird. Ich kann mir nicht vorstellen, dass die Gerichte hier eine Kehrtwende machen werden durch eine offene Zurückweisung der Rechtsprechung des EuGH. Von daher erscheint es mir sinnvoll, die oben beschriebenen Handlungen zu versuchen. Fazit Von Seiten der Kommission ist keine wirkliche Lösung des Problems zu erwarten, weder in Bezug auf eine Nachbesserung bei dem Vorschlag für eine Änderung der Verordnung 539/2001 noch in Bezug auf die Einleitung von Verfahren wegen Vertragsbruchs, wenn die Rechtsfrage noch nicht eindeutig vom EuGH geklärt wurde. Die Durchsetzung der Rechte türkischer Bürger, die sich aus dem Assoziationsrecht ergeben, hängt daher weitgehend von ihren Aktionen vor deutschen Gerichten ab. Wie oben gezeigt haben türkische 146 Visumfreie Einreise in die Mitgliedstaaten der EU Bürger das Recht, ohne Visum in die Bundesrepublik Deutschland einzureisen, wenn sie entweder für weniger als zwei Monate Dienstleistungen der oben beschriebenen Art erbringen wollen oder wenn Sie Dienstleistungen in Empfang nehmen wollen. In beiden Fällen benötigen Sie keine Aufenthaltsgenehmigung, in letzterem Fall können sie für eine Verlängerung ihres Aufenthalts über drei Monate hinaus in Deutschland eine Aufenthaltserlaubnis beantragen, wenn sie nicht erwerbstätig werden wollen. Die unmittelbare Wirksamkeit des Assoziationsrechts vor deutschen Gerichten geltend zu machen, erscheint nicht als besonders wirkungsvoll. Die Verfahren können langwierig sein und werden nur dazu führen, dass die Bundesregierung bezogen auf die Zukunft die absolut notwendigen kleineren Anpassungen vornehmen wird, die sich aus dem jeweiligen Urteil ergeben. Das Ergebnis wird die Bundesregierung nicht belasten. Aber durchgesetzte Ansprüche auf Schadensersatz wegen der Verletzung des Assoziationsrechts durch die Bundesregierung könnten eine solche Belastung darstellen, insbesondere wenn zahlreiche Verfahren eingeleitet werden. Auch wenn diese Verfahren zeitaufwändig sind, ist ihr Ergebnis doch vorhersehbar. Die Bundesregierung wird es schwer haben, vor der Öffentlichkeit die Verschwendung öffentlicher Mittel durch rechtswidriges Verhalten zu rechtfertigen. 1 Abkommen zur Gründung einer Assoziation zwischen der Europäischen Wirtschaftsgemeinschaft und der Republik Türkei, ABl. Nr. 217 vom 29/12/1964 S. 3687 - 3688 2 Zusatzprotokoll und Finanzprotokoll vom 23. November 1970, ABl. Nr. L 293 vom 29/12/1972 S. 0004 - 0056 3 EuGH C-12/86 Demirel, 30/9/1987. Obwohl das europäische Recht zu der Zeit durch die Europäische Wirtschaftsgemeinschaft, später die Europäische Gemeinschaft gesetzt wurde, wird es in diesem Text als EU Recht bezeichnet, weil letztere mit dem Inkrafttreten des Vertrages von Lissabon am 1.12.2009 zu bestehen aufhörte und die EU nunmehr die gesetzgebende Körperschaft ist. EuGH-Fälle werden lediglich mit ihrem Aktenzeichen zitiert, da sie darüber auf der Webseite des EuGH gefunden werden können (http://curia.europa.eu). 4 EuGH C-192/89 Sevince, 20/9/1990 5 So seit EuGH C-181/73 Haegeman, 20/4/74 6 EuGH C-26/62, 5/2/1963 7 EuGH C-37/98, 11/5/2000 8 EuGH C-317/01, 21/10/2003 9 EuGH C-16/05, 10/11/2007 10 EuGH C-228/06, 19/2/2009 11 EuGH C-242/06 17/9/2009 147 Wolfgang Voegeli 12 EuGH C-300/09 9/12/2010 13 s. EuGH C-37/98 Savas, Rdnr. 46 bis 54 und 71, C-317/01 Abatay et al., Rdnr. 58, 59 und 117, und C-16/05 Tum und Dari, Rdnr. 46 14 s. die Urteile C-37/98 Savas, Rdnr. 54, und C-16/05 Tum und Dari, Rdnr. 46 15 EuGH Sahin, C-242/06, 17/9/2009, Rdnr. 75; diese Entscheidung betraf zwar die Stillhaltepflicht des Art. 13 ARB 1/80. Doch der Inhalt dieser Stillhaltepflicht ist identisch mit derjenigen des Art. 41 Abs. 1 Zusatzprotokoll. 16 EuGH C-300/09 9/12/2010 17 Bundesgesetzblatt (BGBI.) I, 1969, p 207) 18 EuGH C-317/01, 21/10/2003, Rdnr. 106, 117 19 C-286/82 und C-26/83, 31/1/84; s. auch C-186/87, 2/2/89, Cowan und C-348/96, 19/1/99, Calfa 20 S. Bundesverwaltungsgericht, in: Neue Juristische Wochenschrift 1987, 597 21 BGBl. I, 1971, 152 22 BGBl. I, 1980, 782 23 BGBl. I, 2004, 1950 24 Arbeitsgenehmigungsverordnung vom 17. September 1998 (BGBl. I S. 2899), zuletzt geändert am 20. Dezember 2011 (BGBl. I S. 2854) 25 C-228/06, 19/2/09 26 ABl. L 2001, Nr.81, 1 27 S. Kommission vs. Deutschland, C-61/94, 10/9/96, Rdnr. . 52) 28 Deutsche Botschaft, Ankara, Merkblatt über die Möglichkeit einer visumfreien Einreise türkischer Staatsangehöriger zur Erbringung einer Dienstleistung in Deutschland 29 Amtsgericht Erding, Urteil vom 9.4.2009, 5 Cs 35 Js 28732/08, http://www.westphal-stoppa. de/O-Tuerkei-Einreise/AG-Erding%20Freispruch.pdf , Amtsgericht Cham, Beschluss vom 20.7.2009, 8 XIV 0013/09, http://www.westphal-stoppa.de/O-Tuerkei-Einreise/AG%20 Cham%20Haftentscheidung%20passive%20DLF%20Autokauf.pdf (besucht am 23.3.2010); beide Gerichte beziehen sich auf das Soysal-Urteil des EuGH. 30 VG Frankfurt, Urteil vom 22.5.2009 7 K 3732/08.F, 7 K 3732/08.F(3), http://www.westphalstoppa.de/O-Tuerkei-Einreise/VG%20Frankfurt%2005-2009%20Soysal%20Tourist%20 ja%20Besucher%20Daueraufenthalt%20nein.pdf (besucht am 23/03/2010); VG Berlin, Beschluss vom 25.2.2009, VG 19 V 61.08, http://www.westphal-stoppa.de/O-Tuerkei-Einreise/Beschluss%20VG%20Berlin%20%20Besuch-Touristen%20visumfrei.pdf (besucht am 23.3.2010) 31 OVG Berlin, Urteil vom 13.4.2011, OVG 12 B 46.09 32 S.o. FN 17 33 S.o. FN 8 34 C-274/96, 24/11/98 35 C-294/06, 24/1/08, Rdnr. 35 36 Vorschlag für Verordnung des Europäischen Parlaments und des Rates zur Änderung der Verordnung (EG) Nr. 539/2001, KOM(2011) 290 final 37Pres/11/491, http://europa.eu/rapid/pressReleasesAction.do?reference=PRES/11/491&for mat=HTML&aged=0&lg=de&guiLanguage=en 38 C-6/90, 19/11/91 39 C-46/93, 5/3/96 40 Hedley Lomas, C-5/94, 23/5/96, Rdnr. 28, and Robins and Others, C-278/05, 25/1/07, Rdnr. 71) 41 S.o. VO 539/2001 vom 15.3.2001, (FN 24) 148 Visa-Free Acces to the Member States of the EU Visa-Free Access to the Member States of the EU: The State of Play Prof. Dr. Wolfgang Voegeli* Introduction Over time an impressive case law by the ECJ on visa free access of Turkish citizens to Member States of the EU has accumulated. At the same time Turkish citizens still are not generally given such free access by the relevant authorities of the Member States of the EU. We are witness to a considerable defiance of the authority of the ECJ on the side of these Member States. The question then arises what may be done to enforce the law as interpreted by the ECJ. In this paper I will first outline the development of this case law on the basis of the Association Agreement1 between the EU and Turkey. I will then give a glimpse of the difficulties Turkish citizens encounter when claiming their rights before German courts. Finally, I shall analyse the arsenal of legal remedies available to Turkish citizens in order to enforce their rights as construed in the case law of the ECJ. History Turkey is bound to the Member States of the European Union through the Accession Agreement (Ankara Agreement), signed in 1963. The Additional Protocol of 23 November 19702, which entered into force on 1 January 1973, elaborated the Accession Agreement and determined conditions of its implementation. According to Article 41 para 1 of the above mentioned Protocol, the Contracting Parties agree to refrain from introducing between themselves any new restrictions on the freedom of establishment and the freedom to provide services. When discussing the effects of the Association Agreement as specified by * University of Hamburg 149 Wolfgang Voegeli the Additional Protocol one needs to be aware of the special character of this agreement as developed by the case law of the ECJ. Fairly early on, the ECJ declared in the Demirel judgement that the Association Agreement and the Additional Protocol were part of the body of EU Law.3 Although in the specific case the claim of a Turkish citizen was turned down because the specific part of the Additional Protocol which he invoked was not sufficiently precise, nevertheless, this statement set the foundation for all claims based on these norms. In a further judgement (Sevince)4 the ECJ established that decisions taken by the Association Council formed part of EU Law, too, akin to secondary law issued by European legislative institutions. Whilst I am not going to analyse cases based on decisions by the Association Council this judgement is still important to my reasoning since it helps to understand the special character of what might be termed EU-Turkey Association Law. For the ECJ to be able to give a preliminary ruling based on article 267 of the Treaty on the Functioning of the European Union (TFEU - at that time article 177 of the Treaty establishing the European Economic Community - TEC) the Association Agreement needed to be classified as a legal act of one of the institutions of the EU. According to article 218 para 6 TFEU an international agreement is concluded by a decision of the Council. Under the heading “Legal Acts of the Union” article 288 TFEU specifies decisions as one of the forms of such legal acts. Hence, an international agreement concluded by the EU is consistently held by the ECJ5 to be an act by an institution of the EU within the meaning of article 267 TFEU. Accordingly, the ECJ held in Demirel that the Association Agreement and the Additional Protocol indeed are acts of one of the institutions of the Union within the meaning of article 267 TFEU, forming an integral part of the EU’s legal system. This made it possible for individuals to approach a court of any Member State and to request that this court submit a question to the ECJ under article 267 TFEU for a preliminary review. Lower courts of the Member States may, courts against whose judgement there is no further legal remedy, have to submit such a question to the ECJ if the judgement by the national court depends on a specific interpretation of EU Law. In order for a Turkish citizen to be able to invoke Association Law the respective norm needs to be directly effective. That the rules of the case law on 150 Visa-Free Acces to the Member States of the EU direct effect of EU Law are applicable to the body of EU-Turkey Association Law was also explicitly stated by the Court in Demirel. There is a long line of cases, originating in the case of van Gend6, in which the criteria of direct effect were developed. Considering the wording, the general scheme and the spirit of the agreement, or of any legal act for that matter, a provision must be able to be construed as containing a clear and precise obligation that is unconditional, i.e. is not subject in its implementation to any subsequent measure to be taken by any competent actor. Hence, an individual may rely on the body of Association Law provided that these criteria are given. When we analyse the general scheme we look at the context in which a norm stands, what function it has in this context. The spirit of a norm is identified by the ECJ as its objectives which can be established assessing the text of the whole legal act as a coherent document that states its own purpose. Only if that is not conclusive reference to drafts and negotiation protocols can be made. In that respect the ECJ has always insisted on an interpretation that would enhance the practical effect of objectives stated in the Treaties. In order for an individual to rely on such a norm the obligation in question, furthermore, needs to be towards individuals. This obligation need not be stated as a direct right of an individual. According to the case law of the ECJ, again initiated in the famous case of van Gend, obligations of a Member State not to act in a certain way may be construed as containing an individual right, where rights of an individual would be immediately affected, because such an obligation would have little practical effect if individuals were unable to invoke it in their favour. In the case of van Gend the obligation of a Member State not to raise customs cuties was at issue. The government of the Netherlands had changed the tariff classification of a chemical, but had not raised the tariffs applicable to the various product groups. The ECJ held that this act constituted a raise in the applicable tariff. Not the normative form is important but the effect. Furthermore, although the obligation was entered into by the Member States towards each other, the ECJ held that the Treaty as a whole did not just intend to establish rights and obligations between the Member States but that it included rights and obligations of the citizens. Especially the preliminary ruling procedure specifically includes citizens because they are perceived as 151 Wolfgang Voegeli actors that would bring cases before national courts who then would have the opportunity, and some the duty, to refer a question to the ECJ for a preliminary ruling. Had only states been envisaged as competent actors this procedure would have been senseless since Member States could take their issues directly to the ECJ. From then on, precise obligations for Member States were consistently interpreted as entailing rights for citizens where these obligations directly benefitted citizens. In all subsequent cases this interpretation of the character of the Association Agreement and the secondary law based on it was upheld, i.e. that the general rules of direst effect are applicable. Hence, Turkish citizens may rely on Association Law where it contains a right of an individual which is sufficiently precise and unconditional. Case Law of the ECJ on Visa-Free Access The case law of the ECJ was developed since 2000 mainly in the cases Savas7, Abatay et al.8, Tum and Dari9, Soysal and Savatli10, Sahin11, and Toprak12 It is based on Article 41 para 1 of the Additional Protocol. Whilst that protocol does not contain any direct substantive rights of Turkish citizens with respect to free movement of persons, the freedom of establishment or the freedom to provide services, it does contain a Standstill Clause with respect to the freedom of establishment and the freedom to provide services. A Standstill Clause is a clear, precise and unconditional legal obligation to refrain from certain actions. Article 41 para 1 says: “The Contracting Parties shall refrain from introducing between themselves any new restrictions on the freedom of establishment and the freedom to provide services.” This norm was interpreted not only as a precise obligation on the side of the Member States not to change their laws affecting the stated freedoms to the negative. The ECJ also saw this obligation to be directly in favour of the affected individuals, hence creating individual rights13. Consequently, Turkish nationals, whom this provision applies to, have the right to rely on it before the national courts of Member States14. This interpretation was reaffirmed in Sahin. The Standstill Clause itself does not itself contain a legal right which might be directly invoked. The legal foundation of the right in question, entering a 152 Visa-Free Acces to the Member States of the EU Member State without a visa, is supplied by the right of establishment and the freedom to provide services as far as they were developed when the Standstill Clause took effect, which is 1 January 1973 for the original Member States of the EC and the date of accession for all other Member States. The extent to which these freedoms existed at these points in time can only be determined by the national laws regulating the conditions of entry of Turkish citizens into the respective Member State, which were valid at the moment the Standstill Clause came into effect. The content of these laws has thereby become inalienable and can be amended unilaterally only with the objective of effective achievement of the goals set out in the Association Agreement. For any change burdening Turkish citizens a decision by the Association Council would be required. But such a decision would be outside of the competence of this institution because it is bound to the goals of the Association Agreement, i.e. gradual implementation of the Basic Freedoms. Article 41 para 2 of the Additional Protocol clearly states that the Association Council may take decisions to further implement the basic freedoms, not to restrict them. Hence the legal position of Turkish citizens against any change burdening them is very strong. National laws to that effect violate European Law. Secondary European Law would violate the Association Agreement and the Additional Protocol likewise. A decision by the Association Council to that effect cannot be taken. It would be outside its powers. Besides, such a decision would need the approval of the Turkish members of the Association Council. Only a change of the Association Agreement itself or of the Additional Protocol could bring forth such effects. But such a change needs the approval of Turkey, too. The Standstill Clause refers to not only any change of the legal conditions to the negative under which a visa or residence permit is issued. It refers to other additional burdens, too. National legislation “which makes the granting of a residence permit .... conditional on payment of administrative charges, where the amount of those charges payable by Turkish nationals is disproportionate as compared with the amount required from Community nationals“ is precluded by the Standstill Clause15. Finally, in the Toprak16 decision we find a prohibition of retrogression from a once reached level, i.e. a Member State having improved the conditions for Turkish citizens after entering into force 153 Wolfgang Voegeli of the Additional Protocol may not return to the condition applicable at the time the Additional Protocol entered into force. Both judgements, Sahin and Toprak, refer to article 13 of the Association Council Decision 1/80. But that norm contains a Standstill clause that is identical to the one under article 41 Additional Protocol. Residence Permit and Visa Requirements for Turkish Citizens in 1973 I will now briefly sketch the legal situation for Turkish citizens wanting to enter the Federal Republic of Germany before 1 January 1973. At that time, according to section 1 para 2 № 1 of the Regulation on Implementation of the Foreigners’ Law (Durchführungsverordnung zum Ausländergesetz) in the edition of 12 March 196917 Turkish nationals needed neither a residence permit nor a visa for entering Germany if they wanted to stay no longer than three months provided they did not intend to take up employment, either selfemployed or as an employee. The norm did not stipulate any special purpose for the stay in Germany. A visit as a tourist, to family and friends or to receive health treatments was certainly encompassed by it. So was a business trip during which no services were provided in Germany. In fact, any purpose was covered that did not include a commercial activity providing services either self-employed or as an employee. According to section 1 para 2 № 2 Turkish citizens could enter as employed service providers for a period no longer than 2 months. An employed service provider is a person who provides services in Germany on behalf of the company, which has its head office outside Germany. Although the norm refers to employees it is covered by the Standstill Clause of article 41 para 1 Additional Protocol. In the Abatay18 decision the ECJ held that employees may invoke this rule referring to the freedom to provide services, although it generally is applicable only to the self-employed, because the employer has to be able to rely on employees to exercise his freedom to provide services. According to section 1 para 2 № 3 self-employed service providers did not need a residence permit if they wanted to perform as artists, scientists or sports activists on a commercial basis for a period no longer than 2 months. Obviously, German law distinguished between active and passive provision 154 Visa-Free Acces to the Member States of the EU of services. Persons wanting to actively provide services were allowed to enter without a visa if they intended to stay no longer than two months and they needed no residence permit. Those who wanted to receive services, in whatever capacity and for whatever reason, were allowed to enter and stay for three months. The only condition was that there was no intention to take up employment. Since in the latter case Turkish citizens could enter for whichever purpose except the active rendering of services the sub-group of Persons receiving services plainly is encompassed by section 1 para 2 № 1 of the Regulation on Implementation of the Foreigners’ Law. According to European Law the freedom to provide services also encompasses the freedom to receive services, both cases fall under the Standstill Clause of article 41 para 1 of the Additional Protocol. This so-called passive freedom to provide services, i.e. freedom to receive services, is well established. The ECJ explicitly brought the freedom of a tourist to receive services under the basic freedom to supply services in the case Luisi and Carbone.19 German law at that time obviously did not stipulate that receiving services needed to be the prime objective of a person wanting to stay in Germany for up to three months. Hence, everyone comes under this rule since every traveller needs to make use of some transport services when entering the country. One needs to bear in mind, though, that any person wanting to stay longer than three months or wanting to take up employment needed a residence permit except those persons falling under section 1 para 2 № 2 and 3 of the Regulation on Implementation of the Foreigners’ Law. According to section 5 para 1 № 1 of the Regulation on Implementation of the Foreigners’ Law persons who needed a residence permit for employment reasons also needed a visa when entering the country. This had to be acquired prior to the entry. Likewise persons who wanted to enter Germany with the intention of staying longer than 3 months and who came from countries not listed in the annex to section 5 para 1 № 2 also needed a visa when entering the country. Hence, this visa requirement did not apply to Turkey since it was listed in the annex. Turkish citizens could enter without a visa and apply for a residence permit while already in Germany if they wanted to stay longer than three months for purposes other than employment. The case law of the Fed- 155 Wolfgang Voegeli eral Administrative Court (Bundesverwaltungsgericht) according to which persons entering without a visa are doing this illegally if at the outset they already planned to stay longer than three months is not applicable to Turkish citizens wanting to enter Germany in order to receive services.20 Section 5 para 1 № 2 clearly states that only person from countries not listed in the said annex needed a visa if they wanted to stay longer than three months. The interim conclusion is that according to the relevant German law in force on 1 January 1973 all Turkish citizens who did not intend to take up employment could enter Germany without having a visa. For a stay of up to three months they also did not need a residence permit. If they wanted to stay longer, they could apply for a residence permit while already in Germany. This rule also covered the group of persons wanting to receive services in Germany, that is the group wanting to make use of their passive freedom to receive services, even if that was not their main intention. The legal status of this group is protected under article 41 para 1 Additional Protocol. Turkish citizens who wanted to take up employment needed a residence permit as well a visa except if they fell under section 1 para 2 № 2 and 3 because they intended to provide services for a period of no more than 2 months. The latter persons neither needed a residence permit nor a visa. Persons legally entering Germany without a visa, though, were not permitted to apply for a residence permit allowing them to take up employment. For this group the case law of the Federal Administrative Court outlined above is valid. This result is modified by the relevant law for the granting of a work permit. Only those persons wanting to provide services in Germany had a right of entry who rendered such services legally. According to section 9 № 2 of the Regulation of the Granting of Work Permits of 1971 (Arbeitserlaubnisverordnung)21 persons employed in cross-border traffic needed no work permit. According to section 9 № 3 of this Regulation the same was true for employees residing outside of Germany entering Germany in order to provide construction and maintenance services for structures and equipment delivered by their employer and according to section 9 № 4 of this Regulation for the commercial rendering of services in the area of arts, science and sports as described above. 156 Visa-Free Acces to the Member States of the EU Subsequent New Rules for Turkish Citizens The requirement of entrance visa for Turkish citizens when coming to Germany arose from the eleventh amendment of the Regulation for the Implementation of the Foreigners’ Law of 1 July 198022. By this amendment Turkey was stricken of the list of countries in the Annex to the aforementioned regulation. Thereby the privilege afforded to Turkish citizens in section 1 para 2 and 5 para 1 № 2 of the Regulation of the Implementation of the Foreigners’ Law was cancelled. This change became effective on 5 October 1980, after cancellation of the German-Turkish Visa Agreement of 1953. This law was promulgated long after the decisive date of 1 January 1973. The visa requirement for Turkish nationals, which has been declared unlawful by the ECJ, presently arises out of section 4, para 1 and section 6 of the Residence Act (Aufenthaltsgesetz) of 30 July 200423, which came into force on 1 January 2005. However, this law is just an implementation of the EC-Regulation № 539/2001, according to which Turkey was entered into the list of third countries, whose nationals are required to obtain a visa in order to cross the external borders of the European Union. In the area of work permit law there were both negative and positive changes. The negative development applies to personnel employed in cross-border traffic. Whereas, as described above, these persons needed no work permit under the law applicable in 1973, under section 9 № 3 of the Regulation of the Granting of Work Permits 198824 this privilege was limited to employees of an employer with a seat outside of Germany and who worked on a vehicle registered for the employer in the state of his domicile. Only buses operated in a line service could also be registered in Germany. Whilst the requirement that the employer have his seat outside of Germany is unproblematic since the freedom to provide services applies only to persons outside of Germany wanting to provide services in Germany the requirement that the vehicle be registered in the state of domicile of the employer is change burdening the employer who wants to provide services and hence also burdening his employees. The improvements mentioned above refer to employees sent to Germany to supply construction and maintenance services. This group will not be treated further in this paper. 157 Wolfgang Voegeli Evaluation by the European Court of Justice In the above mentioned judgment of Soysal25, the ECJ has once again declared such changes to national law as violating the principle of supremacy of European law, because these changes are to the detriment of Turkish nationals. As explained above, any such change to the negative has been forbidden since 1 January 1973. Although the German Residence Act (Aufenthaltsgesetz) is nothing else but an implementation in national legislation of Art. 1 (1) of Council Regulation № 539/2001 EC of 15 March 200126, still it must be considered as a breach of Art.41 (1) of the Additional Protocol, because secondary EC law is to be interpreted in such a way that it does not collide with international obligations of the EU, a rule also well established in the case law of the ECJ.27 Regulation № 539/2001 collides with the Standstill Clause of the Additional Protocol, which takes priority over the Regulation. Thus, the visa requirement set in this Regulation, does not take effect insofar as the national law of a Member States, at the time the Additional Protocol came into force, did not contain any visa requirement. Reaction of the German Government The German Government has acknowledged the Soysal Decision in a very restrictive manner. Whilst they clearly state the obvious, i.e. that the active provision of services as outlined above enables the respective persons to enter without a visa, the administrative rules for the German Consulates deny that the freedom to receive services is covered by article 41 para 1 Additional Protocol. Furthermore, entry into Germany for personnel on vehicles in crossborder traffic is made difficult insofar as a series of documents are required together with their German translation that prove that there is an employment contract with a Turkish employer, the nature of the services, and that they will be delivered within two months28. If these documents were not required on 1 January 1973 the requirement to produce them upon entry today would constitute a change of conditions to the detriment of Turkish service suppliers. But the more important restrictive interpretation is the negation of the freedom to receive services as being encompassed by the Standstill Clause of article 41 para 1 Additional Protocol. The ECJ has not passed any judgement 158 Visa-Free Acces to the Member States of the EU in which it specifically addressed the issue of whether the Standstill Clause of article 41 para 1 Additional Protocol also encompasses the passive freedom to provide services, i.e. the right to freely receive services in the Member States. The freedom of Turkish citizens to enter into Germany wanting to receive services and with the intention of not staying longer than 3 months has already been recognized by some courts in Germany.29 Yet, the German legislative bodies at present are not considering a change of the relevant German law. Some German courts30 interpret the passive freedom to receive services, which is encompassed by the active freedom to provide services, and which, as shown above, is treated in the German law effective on 1 January 1973 in a very restrictive manner. They do not consider just any use of services during a visit to Germany to be covered by the freedom to receive services. They submit that this freedom may only be invoked if the intended stay has as its central aim the use of touristic or other services. They distinguish such cases from others where the main objective of the visit to Germany is the meeting of friends and relatives. At present there is a request for a preliminary ruling before the ECJ sent by the Higher Administrative Court Berlin (Oberverwaltungsgericht)31. The court raised the question whether article 41 para 1 Additional Protocol protected the passive freedom to receive services and, if so, the question whether the intent to receive services must be the main purpose of the stay or whether any intention to receive services in Germany suffices. It analyses the opposing views as expressed by several lower courts and scholarly articles. Whilst it does not take sides it seems to prefer the interpretation that article 41 para 1 Additional Protocol protects the passive freedom to receive services and that there is no need for receiving services being the main intention of the Turkish traveller entering Germany. That assessment may be inferred from the references it makes to the case law of the ECJ. The first is to Luisi and Carbone32 and the case law building on it wherein the ECJ has consistently held that any reference to the freedom to provide services in EU Law always encompasses the passive freedom to receive services. There is no case where the ECJ has ever pronounced the contrary. The second reference is to Abatay33 wherein the ECJ pronounced that it is the intention of the Association law to fully apply 159 Wolfgang Voegeli the EU Law as far as possible. Indeed, if one reads the Association Agreement carefully this interpretation is well founded. Article 2 Association Agreement sets as an objective the gradual attainment of full freedoms to the movement of persons, to provide services and of establishment. These objectives are directly addressed in articles 12 – 14. And article 28 sets as a final goal the bona fide examination of the possibility of full membership. Article 7 states that the parties shall refrain from all actions that might jeopardize the attainment of the goals of the agreement. Reading these norms together it is clear that the general scheme of the Additional Protocol puts the Standstill Clause of article 41 into the context of norms that have the purpose of regulating a process which in the medium term clearly should implement the stated basic freedoms for Turkish citizens and in the long term enable the examination of the possibility of full membership. Whereas the latter objective is quite fuzzy, the former is set out very clearly and refers to the similar process in which the original Member States implemented the basic freedoms in the EEC. As regards the spirit of these norms, it is clear that the objective of the Agreement and of the Additional Protocol and especially of the Standstill Clause is to move the process of association in a direction of full attainment of the said basic freedoms. Especially article 7 Association Agreement is a strong argument for this interpretation. It is worded similarly to the last paragraph of article 4 TEU, a norm which is one of the foundations of the case law of the ECJ ensuring practical effect of EU Law. Whenever there is more than one possible interpretation of a norm of EU Law that interpretation is to be chosen which would ensure the practical effect of the objectives of the norm. Hence, the restrictive interpretation of the freedom to provides services for Turkish citizens as implemented in Germany on 1 January 1973 by some German courts and the German Government clashes with the consistent case law of the ECJ on the freedom to provide services encompassing the freedom to receive services and on the necessity to assure practical effect of norms of EU Law. The restrictive interpretation of the freedom to receive services by some German courts, which acknowledge it as being covered by the Standstill Clause of article 41 para 1 Additional Protocol, that it needs to be the main purpose for entering Germany is also not in line with the interpretation given to the 160 Visa-Free Acces to the Member States of the EU freedom to provide services by the ECJ. As shown above it does also not follow from the national law in force at the beginning of 1973. The ECJ has declared in Bickel and Franz:34 “Situations governed by Community law include those covered by the freedom to provide services, the right to which is laid down in Article 59 of the Treaty (now Article 56 TFEU). The Court has consistently held that this right includes the freedom for the recipients of services to go to another Member State in order to receive a service there (Cowan, paragraph 15). Article 59 therefore covers all nationals of Member States who, independently of other freedoms guaranteed by the Treaty, visit another Member State where they intend or are likely to receive services”. The words where they intend or are likely to receive services show that the ECJ does not couple the exercise of the freedom to receive services to the intention to make use of such services. Rather, the Court lets it suffice that a person potentially will make use of such services. This is clearly the case for every person entering into a country. Not the intentions for the visit count but the potential use of services connected to the visit. Since every visit will require some sort of movement in the country, the necessary services connected with personal mobility are sufficient grounds for invoking the freedom to provide services. This needs to be tested against the restrictive interpretation on the side of the German courts cited above. This interpretation is backed by the reasoning of the ECJ in Payir and others where the Court held: …that a social objective pursued through granting 35 leave to enter as students or as au pairs, together with the related right to work, does not, of itself, take away the lawful character of the activities performed by the persons concerned and, consequently, does not prevent them from being regarded as ‘duly registered as belonging to the labour force’ of the host Member State. The facts of that case were that Turkish citizens had entered a Member State as students or au-pairs and had later asked for a prolongation of their residence permit. The intention to enter the country hence was not to enter into the general labour market. But the national law allowed students limited employment, and working as an au pair in itself constitutes, albeit in a special form, working as an employee. The ECJ clearly refuses to link the status of a Turkish citizen as a worker to the intention of taking up gainful employment 161 Wolfgang Voegeli as being the dominant motive for entering the country. Hence, it is highly unlikely that the ECJ would accept an interpretation of the freedom to receive services being based on the intention of the service user to make use of services in another Member State being the main objective of that service user when entering the country. Turkish citizens, hence, have a right to enter Germany without a visa if they are likely to receive services of any kind while staying in the country. Since the Oberverwaltungsgericht Berlin clearly refers to the judgement of Bickel and Franz we can infer that it also favours an interpretation that the legality of visa free entry does not hinge on the intention to receive services being the main purpose for visiting Germany. Reaction of the European Commission In May 2011 the Commission36 proposed an amendment to Regulation (EC) No 539/2001, adding the following paragraph 4 to article 4: “To the extent imposed by the application of Article 41(1) of the Additional Protocol to the Association Agreement between Turkey and the EC, a Member State may provide for exceptions from the visa requirement provided for by Article 1(1), as regards Turkish nationals providing services during their stay.” The document was discussed at the Council meeting of 13-14 December 201137, but not this item. No decisions were taken. In any case, the proposal is a political deference to the restrictive attitude of the Member States and is no sign of an intention to clarify the extremely complex legal situation for Turkish citizens which differs from Member State to Member State. The only rational solution would have been to strike Turkey off the negative list of Regulation (EC) No 539/2001 and eliminate the visa requirement totally thereby fulfilling the intentions of the Association Agreement. On the other side, the Commission instituted proceedings against the Netherlands in the case 92/07 for breach of the Treaty arguing that raising the fees for residence permits for Turkish citizens violated article 41 para 1. The ECJ ruled accordingly. Whether this is a sign of a change of mind by the Commission indicating an intention to more aggressively control the actions of the Member States in the context of the Association Agreement remains to be seen. 162 Visa-Free Acces to the Member States of the EU Interim Conclusion Turkish citizens may enter into the Federal Republic of Germany if they want to provide services for not more than a period of two months in the case of personnel in cross border traffic or in the cases of commercial artistic, sportive or scientific activities. If they want to receive services in any form and capacity whatsoever, they may enter without a visa for a period of no longer than 3 months. In both cases no residence permit is required. Persons having legally entered may apply for a residence permit for a stay of more than 3 months from within Germany if no employment is intended. They may apply for a residence permit involving employment from within Germany, having entered under the conditions stated above, if they changed their mind as to the purpose of their stay during their temporary residence in Germany, and if that change of mind can be plausibly argued. Otherwise the case law of the Federal Administrative Court cited above on the interest of the Federal Republic of Germany to control employment intentions before entry will apply. It is necessary, though, to bear in mind that entry into Germany through another Member State requires that the regulations of that state also provide for a right of entry without a visa, because German law cannot provide a right of entry into the EU in general. A person wanting to take up employment, or wanting to establish him- or herself in business must apply for a visa before entering the country. It is highly advisable, though, to apply to the German Embassy or General Consulates to acquire a document stating that there is no visa requirement. The administrative order for the border police to act according to the law as construed by the ECJ is rather complex. Hence, disputes at the border might arise that are time consuming or might end in the refusal of entry. Available Remedies Turkish nationals wanting to assert their right to visa-free entry should apply to official representations of the Federal Republic of Germany and request a confirmation that no visa is required for entry into Germany. If this request is rejected or a respective document has not been issued in a reasonable period, the Federal Republic can be sued before the Administrative 163 Wolfgang Voegeli Court (Verwaltungsgericht) of Berlin based on the direct effect doctrine of the ECJ explained above invoking article 41 para 1 Additional Protocol. Since the Oberverwaltungsgericht has already addressed the ECJ in this issue the Verwaltungsgericht will stay proceedings and wait for the ECJ to pass judgement. The problem of suing for permission to enter without a visa is that proceedings will be lengthy, possibly involving several courts, because of the pending preliminary ruling proceedings before the ECJ. This might take several years. Alternatively, having been turned down by the German authorities, a Turkish citizen might sue the Federal Republic of Germany before a German civil court for compensation of loss and damage incurred due to the violation of EU Law by these German authorities. The claim for compensation of damages arises out of the case law of the ECJ concerning the legal effects of the violation of rights conferred by primary or secondary EU law. This case law is based on the ECJ judgement Francovich38 and was further developed in the Brasserie du Pecheur judgement.39 The obligation to compensate for loss and damage suffered by an individual because of a Member State’s violation of EU Law in principle is no longer questioned. The ECJ bases such an obligation on Article 4 TEU which obliges Member States not to take any actions that might jeopardise the attainment of obligations set out in the Treaties or Secondary Law. It furthermore bases such obligation on the General Principles of Law which are common to the legal tradition of the Member States. That the state is liable to compensate its citizens where it has violated their rights is, in one form or another, established in all Member States. And finally, the ECJ cites the doctrine of practical effect. An individual’s rights could not be sufficiently protected against actions of state authorities without such a claim to compensation for loss and damage incurred. The conditions for a claim to compensation of loss and damage are that primary or secondary law confers a right on individuals, the content of this right is clear and precise and that the infringement of this right caused the damage. It is also necessary to prove that the infringement of this right is a manifest and grave disregard of discretion by institutions of a particular Member State. In the cases where entry into the country without a visa is legal under the conditions outlined above, but is rejected all these conditions are met. In the 164 Visa-Free Acces to the Member States of the EU legal proceedings an individual can invoke the Standstill Clause of article 41 para 1 Additional Protocol which, together with the relevant national norms and the freedom to provide or receive services in a Member State, establishes the right of entry with no visa required. That the Accession Law created a right for Turkish citizens was already shown above. The content of this right is to be able to enter the Federal Republic of Germany without a visa under the conditions set out above. Loss and damage will always be incurred by Turkish citizens being denied free entry because they will have expenses in procuring a visa from the German Embassy or German consulates. Not only visa fees count. All costs caused by the German authorities demanding a visa from Turkish citizens are caused by these authorities denying visa-free entry. That includes all travel costs and loss of income due to such travel. The present administrative practice of denial of visa-free entry also constitutes a grave and manifest disregard of discretion by German institutions. This condition is always met if the ECJ has already held a particular national provision or administrative practice to be a breach of EU Law. In that case a Member State has no discretion whatsoever. It must apply the EU Law in the interpretation given by the ECJ. A failure to do so is a grave violation of obligations arising under the Treaty. As shown above, the existing case law is unambiguous. It is also treated as such by some courts. But one might need to be cautious in the cases cited above where the intention to receive services in Germany was not the main purpose for entering into Germany. There is a faint possibility that the ECJ might consider this situation to be ambiguous enough. After all, German courts, and not just the administration, put forward the restrictive interpretation outlined above. The German Government might argue that there was no reason to doubt that opinion. I do not think that this argumentation will hold in the light of the case law of the ECJ. The Court always treated all of the national institutions as being responsible to implement EU Law. Ambiguity then can only arise where the norms are unclear or European institutions interpreted the law differing from the interpretation subsequently given by the ECJ. In cases such as the ones discussed here the national legislator had no discretion under the Standstill Clause. In such cases the ECJ held that the mere infringement of Community law may 165 Wolfgang Voegeli be sufficient to establish the existence of a sufficiently serious breach40. Hence, the only discretion possibly remaining is broadly dependent on the degree of clarity and precision of the rule infringed. Since the wording of the German law in force on 1 January 1973 does not contain any reference to the intention of a foreigner wanting to enter Germany to receive services and since in the case law of the ECJ the freedom to provide or receive services is not qualified in such a way that such activity must constitute the main purpose of an individual’s stay in another Member State I simply cannot imagine that the ECJ could possibly follow the restrictive argumentation of the German courts cited above. Nevertheless, the fact that German courts find the situation ambiguous must caution any expectations. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20. 166 Agreement establishing an Association between the European Economic Community and Turkey, OJ L 217, 29/12/1964, p.3687 Additional Protocol and Financial Protocol signed on 23 November 1970, OJ L 293 , 29/12/1972 P. 4 ECJ Case 12/86 Demirel. Although European law at that time strictly speaking was issued by the European Economic Community, later renamed the European Community, in this text that law is referred to as EU Law because since the coming into effect of the Lisbon Treaty on 1/12/2009 the EC ceased to exist and the EU has become the legislative entity. Cases are cited by their number only which gives access to the full text on the website of the ECJ (http://curia.europa.eu) ECJ C-192/89 Sevince Consistently since C-181/73 Haegeman Case 26/62 5/2/1963 C-37/98, 11/5/2000 C-317/01, 21/10/2003 C-16/05, 10/11/2007 C-228/06, 19/2/2009 C-242/06 17/9/2009 C-300/09 9/12/2010 see Savas, paras 46 to 54 and 71 second indent, Abatay et al., paras 58, 59 and 117 first indent, and Tum und Dari, para 46 see judgements Savas, para 54, and Tum und Dari, para 46 EuGH Sahin, C-242/06, Randnr. 75; this decision is based on Art. 13 Association Council Decision 1/80. Butt he content of that Stadndstill Clause is identical with the one under Art. 41 para 1 Additional Protocol. ECJ C-300/09 9/12/2010 Bundesgesetzblatt (BGBI.) I, 1969, p 207) ECJ C-317/01, 21/10/2003, recitals 106, 117 C-286/82 and C-26/83; see also C-186/87 Cowan and C-348/96 Calfa See Bundesverwaltungsgericht, in: Neue Juristische Wochenschrift 1987, 597 Visa-Free Acces to the Member States of the EU 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. 38. 39. 40. 41. BGBl. I, 1971, 152 BGBl. I, 1980, p 782 BGBl. I, 2004, p 1950 Arbeitsgenehmigungsverordnung vom 17. September 1998 (BGBl. I S. 2899), in the edition of 20 December 2011 (BGBl. I 2854) C-228/06 Official Journal. L 2001, No.81, p 1 See Commission vs. Germany, C-61/94, para 52) Deutsche Botschaft, Ankara, Merkblatt über die Möglichkeit einer visumfreien Einreise türkischer Staatsangehöriger zur Erbringung einer Dienstleistung in Deutschland Amtsgericht Erding, Judgement of 9 April 2009, 5 Cs 35 Js 28732/08, http://www.westphalstoppa.de/O-Tuerkei-Einreise/AG-Erding%20Freispruch.pdf , Amtsgericht Cham, Decision of 20 July 2009, 8 XIV 0013/09, http://www.westphal-stoppa.de/O-Tuerkei-Einreise/ AG%20Cham%20Haftentscheidung%20passive%20DLF%20Autokauf.pdf; both courts refer to the Soysal Judgement of the ECJ VG Frankfurt judgement of 22/5/2009 7 K 3732/08.F, 7 K 3732/08.F(3), http://www. westphal-stoppa.de/O-Tuerkei-Einreise/VG%20Frankfurt%2005-2009%20Soysal%20 Tourist%20ja%20Besucher%20Daueraufenthalt%20nein.pdf (visited 23/03/2010); VG Berlin, Decision of 25/2/2009, VG 19 V 61.08, http://www.westphal-stoppa.de/O-TuerkeiEinreise/Beschluss%20VG%20Berlin%20%20Besuch-Touristen%20visumfrei.pdf (visited 23/03/2010) OVG Berlin decision of 13 April 2011 OVG 12 B 46.09 See note 17 above See note 8 above C-274/96 C-294/06, paragraph 35 Proposal for a Regulation of the European Parliament and of the Council amending Council Regulation (EC) No 539/2001, COM(2011) 290 final Pres/11/491, http://europa.eu/rapid/pressReleasesAction.do?reference=PRES/11/491&for mat=HTML&aged=0&lg=de&guiLanguage=en C-6/90 C-46/93 Hedley Lomas, C-5/94, para 28, and Robins and Others, C-278/05, para 71) Council Regulation № 539/2001 EC of 15 March 2001, (FN 17) 167 168 Döner ve Gümrük Birliği Döner ve Gümrük Birliği Rolf Gutmann* Yazıya Dökülmemiş „Mevcut Durumun Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı“ Benim yabancılar hukukuna giden yolum 1980 yılında Alman Avukatlar Birliği’nin Lüneburger Heide’de gerçekleştirdiği bir hafta sonu seminerine katılmam ile başladı. Etkinlik, o tarihlerde Hamburg Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Öğretim Üyesi olan Helmut Rittstieg ile birlikte Berlin’li avukat Jürgen Moser tarafından yönetilmişti. Neredeyse 15 yıl sonra Rittstieg benim doktora tez danışmanım olacaktı. Avukatlık Büromuz içerisinde yapılan iş dağılımında bana tamamen yabancı ve üniversite eğitimim boyunca tanışmadığım bir hukuk dalı olan yabancılar hukuku alanındaki davalara bakma görevi düşmüştü. Üç yıl sonra ilk duruşmam Avrupa Birliği Adalet Divanı’nda (ATAD/ABAD) vardı: Dava konusu Türk kökenli olan Yunan vatandaşı Anastasia Peskeloglou davası1 idi. Dava, Mevcut Hukuku Durumu Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı alanı ile ilgiliydi. Almanya’nın yabancılara çalışma izni verilmesiyle ilgili yeni mevcut hakları kötüleştiren yasa değişiklikleri içeren bir yönerge ile ilgiliydi. O zamanki kısaltılmış ismi ile ATAD, bu yönergenin mevcut haklardaki geri almayı o zaman bir Avrupa ülkesinde yaşayan Yunan vatandaşları için uygulanabilirliğini reddetti. 1.1.1981 tarihinde yürürlüğe giren Yunanistan’ın Katılım Antlaşması’ndan çıkardığı yazıya geçirilmemiş bir Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nı bu mahkeme kararına temel aldı: * Dr. Rolf Gutmann Stuttgart’ta idari hukuk avukatı, Yabancılar Hukuku Bilgi Mektubu’nun editörü ve redaktörü, oturma yasası ile ilgili Müşterek Yorum’un çalışanıdır. Kendisine 2010 yılında İstanbul Yeditepe Üniversitesi tarafından fahri profesör ve fahri doktor unvanı verilmiştir. Bu makale, 12.5.2010 yılında yaptığı açılış konuşmasının yeniden düzenlenmiş ve en güncel metnidir. 1 ABAD, 23.3.1983 tarihli dava – 77/82 – Slg. 1983, 1085 = InfAuslR 1983, 223. 169 Rolf Gutmann “ Katılım Antlaşmasının 12. maddesinin amacı üyeliğe geçtikten sonra Yunanistan’da ve diğer üye ülkelerde ani ve kapsamlı bir göç hareketinin yol açacağı iş piyasası bozulmasının engellenmesi idi. Bununla birlikte bu ilke Avrupa Topluluğu Antlaşması’nın 48’inci maddesinde ifade edilen çalışanın serbest dolaşımı ilkesine karşı bir istisna oluşturmakta idi. Katılım Antlaşması’nın 44’üncü maddesinden çıkarılan dar yorumlamaya göre geçici yönergelerin saklı kalması şartıyla – madde 45 gibi – Antlaşmanın 48’inci maddesinin hemen uygulanabilirliği ilke edinilmişti. Katılım Antlaşmasının 13. maddesine göre, “Almanya Federal Cumhuriyeti mevcut olan durumu aynen muhafaza eder, fakat hiçbir şekilde geçiş süresi boyunca ülkesinde yaşayan Yunan vatandaşlarına karşı çalışma izni koşullarını daha kısıtlayıcı politikaların getirilmesi ile kötüleştirmeye dönük uygulamaya gidemeyecekti.” O zamanlar kendimle gurur duyuyordum, Almanya’daki tek avukat olarak bu hukuki sorunu fark etmiştim. Davayı mahkemeye getirmeden önce sosyal hukuk alanında çalışan hangi hakimin bu konuda ATAD’tan bir ön görüş almak üzere hazır olması gerektiğini bildiğimden böyle bir hakim aranarak bulundu. Bu tarihten sonraki bu alanda her davada Avrupa Topluluğu Adalet Divan’ının Peskeloglou gerekçesini dikkate almamız gerekmekteydi. Hikayeme elbette Meryem Demirel davası ile başlamam mümkündür. Eşinin ikamet ettiği ve çalıştığı Schwaebisch Gmünd’e gelen Meryem Demirel’e ATAD yardım etmek için hiçbir hukuki çözüm bulamadı. Bununla beraber AET Ortaklık Hukuku’nun yorumu konusunda kendisinin yetkili olduğu alanında ısrarcı oldu.2 O zamanlar Yunanistan iki kez hukuki yollara başvurarak 2/80 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı çerçevesinde Türkiye’ye yapılmakta olan maddi ödemeleri önlemeye çalıştı. Yunanistan iki davayı3 da kaybetti. Buna karşılık pratik uygulamada başarılı oldu ve Türkiye’ye söz verilen ödemeler yapılmadı. Bununla birlikte çok önemli bir durum ortaya çıktı ve ortaklık hukuku konusunda Türkiye‘yi ilgilendiren durumlarda ATAD’ın yorumlama hakkı olduğu 2 ABAD, 30.9.1987 tarihli dava – 12/86 – Slg. 1987, 3179 = InfAuslR 1987, 305 m. Anm. Gutmann. 3 ABAD, 27.9.1988 tarihli dava – 204/86 – Slg. 1988, 5232 (Yunanistan Konsey’e karşı); 14.11.1989 tarihli dava– 30/88 – Slg. 1989, 3711 (Yunanistan Komisyon’a karşı). 170 Döner ve Gümrük Birliği apaçık ortaya çıktı. Bu görüşün karşıtını savunanlar ise kaybedenler oldu.4 Daha sonraki dava Hollanda’da yaşayan bir Türk işçisi tarafından açılmıştı. Sayın Salih Sevince oturma iznini uzatma için açtığı davası sürerken mahkemenin kararı ile dava sonuçlanıncaya kadar kendisine geçici çalışma izni verilmişti. Davayı kaybettiğinden geçici çalışma izninden dolayı kendisine yeni bir hak doğmayacağı sonucuna varıldı, dolaysıyla yeni bir oturma izni almasına yardımcı olunamadı.5 Bu çalışmamda ABAD’ın ortaklık hukuku alanında verdiği her kararı dikkate alamayacağım gibi, bizzat kendimin katıldığı kararları da tek tek tartışmaya açmayacağım.6 Sorun olarak „Mevcut Durumu Kötüleştirmeme“ “Mevcut Durumu Geriye Dönük Kötüleştirmeme” Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişki içerisinde sihirli bir sözcük konumuna gelmiştir. Geriye Dönük Kötüleştirmeme, üzerinde anlaşılmış ve kararlaştırılmış bir hukuki durumun korunması ve onun değiştirilmemesi anlamını taşımaktadır. Geriye Dönük Kötüleştirmemeyi talep etme, sözcük anlamıyla geleceğe dönük olarak daha iyi bir durumu istemek anlamına gelmemektedir. Geriye Dönük Kötüleştirmeme, geleceğe doğru ilerlemeye karşı olmakla birlikte geçmişe dönüşü önlediğinden olumlu kılmaktadır. Böyle bakılınca mevcut durumu kötüleştirmeme Gorbaçov’un Rusya’da daha iyi bir gelecek için savaştığı bir diğer sihirli sözcük olan “durgunluk” sözcüğü ile eş anlamlıdır. Bu durum garip bir gelişmenin işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. Avrupa Birliği içinde ilerici güçlerin Türkiye ile ilgili olarak Geriye Dönük Kötüleştirmeme İlkesini benimsemeleri ve muhafazakârların buna karşı gelmesi ise oldukça manidardır. Diğer taraftan özelde Geriye Dönük Kötüleştirmeme İlkesi Türkiye’de kabul görmekle birlikte şimdiki mevcut durum genelde reddedilmektedir. Geriye Dönük Kötüleştirmemeyi talep etmek ve önceki durumu tekrar te4 Özellikle K. Hailbronner, Avrupa Topluluğu/Türkiye Ortaklık Antlaşması’ndan sonra Türk Vatandaşlarının Serbest Dolaşım Hakkı, EuR (Avrupa Konseyi) 1984, 54 vd. 5 ABAD, 20.9.1990 tarihli karar – C-182/89 – Slg. 1990, I-3461=InfAuslR 1990, 325. 6 ABAD, 17.4.1997 tarihli karar – C-351/95 – Slg. 1997, I-2133 (Kadıman); 19.11.1998 tarihli karar – C-210/97 – Slg. 1998, I-7519 (Akman); 21.10.2003 tarihli karar – C-317 u. 369/01 – Slg. 2003, I-12301 (Abatay ve Şahin); U. v. 19.2.2009 tarihli karar – C-228/06 – Slg. 2009, I-1031 = InfAuslR 2009, 135 (Soysal ve Savatlı). 171 Rolf Gutmann sis etmek ve bu süreci bir ilerleme olarak nitelendirmek Avrupa Topluluğu ve Türkiye arasındaki antlaşmanın hükümlerinin uzun yıllardan beri çiğnenmesinin bir sonucudur. Geriye dönüş her iki taraf için de Türkiye’nin durumunun iyileştirilmesi olarak görülmektedir. Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nın düzenleme içeriği hakkındaki tartışma Avrupa Ekonomik Topluluğu-Türkiye Ortaklık Konseyi’nin 1/80 sayılı kararının 6’ıncı ve 7’inci maddelerinin anlamları üzerine yapılan tartışma ile aynı şekilde yürütülmektedir. Tartışma Federal Mahkemelerin 1/80’nin doğrudan uygulanabilirliğini reddetmeleri ile başlamıştı. Sözü edilen 1/80 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı’nın 13.maddesinin içeriği aşağıdaki gibidir: „Topluluğa üye ülkeler ve Türkiye, kendi topraklarında yasal olarak ikamet eden ve istihdam edilen işçiler ve onların aile bireylerine uygulanan işe girme şartlarına yeni kısıtlamalar getiremezler.” Karar zaten Avrupa Birliği üye ülkesinde yaşayan Türk vatandaşlarının haklarını garanti altına almaktadır. Hak sadece çalışanlara değil şu anda çalışmayan ancak ücretli bir işe başlamak niyetinde olanlar için de geçerlidir. Zira sadece bu şekilde “ve onların aile bireyleri” ifadesi bir anlam teşkil etmektedir. Ortaklık Konseyi Kararı 1/80’nin 13. maddesi aynı hakları Türkiye’de yaşayan Birlik vatandaşlarına da sağlamaktadır. Örneğin Federal Sosyal Mahkeme verdiği bir kararda,7 söz konusu tüzüğün ilgili maddesini mümkün olabilecek en dar kapsamda yorumlamıştı. Buna göre bu hüküm bireylerin sadece ülkeye girişinden sonra oluşan negatif değişiklikleri önlemeye dönüktü. Böyle bir yorum zor ve uygulamada neredeyse çözümlenemeyen bir bakışa yol açmaktadır. Bu bakışla hareket edilseydi ülke sınırlarına girişte her kişinin mevcut olan en doğru hukuki durumunu belirlemek kaçınılmazdı. Federal İdare Mahkemesi 2009 yılında verdiği bir karar ile haklardaki kötüleşme yasağının başlangıç tarihini buna dönük verilen kararın tarihlerini esas alınması görüşünü benimsemiştir. Kötüleştirme yasağı sonrasında yapılan iyileştirmeler geri alınabilinecekti8 sonucuna varmıştı. Avrupa Topluğu Adalet Divanı ise tamda bunun tersine bir karar vererek Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nın tüm vatandaşlar için aynı hukuki sonuçları do7 8 172 B.v.11.01.2000 tarihli karar – B 11 AL 29/99 B. U.v. 8.12.2009-1C 16.08-, InfAusIR2010, 274. Döner ve Gümrük Birliği ğurması ve bu sonuçların ilk giriş tarihini esas almaması gerektiği yönünde karar almıştır.9 Geriye Dönük Kötüleştirme tek yoldur. İlerleme Aracı Olarak Döner ATAD/ABAD, 23.11.1970 tarihinde Brüksel’de imzalanan Katma Protokol’ün 41. maddesi 1. paragrafından hareketle ilgili Federal Sosyal ve Federal İdari Mahkemesi tarafından verilebilecek diğer olumsuz daha fazla kararları engellemiştir: „Sözleşme tarafları aralarında yerleşme özgürlüğü ve serbest hizmet dolaşımına ilişkin yeni kısıtlamalar koymaktan sakınırlar.” Federal Sosyal Mahkemesi’nin yukarıda anılan kararından sadece dört ay sonra ATAD/ABAD tarafından Savaş davası karara bağlanıyordu.10 Savaş çifti geçici kısa süreli oturum vizesi ile İngiltere’ye giriş yapmıştı. Fakat süre dolduktan sonra Türkiye’ye dönmediler. Bunun yerine Bay Savaş ilk önce bir gömlek fabrikası daha sonra da oturma izni kazanmak için açtığı dava sırasında iki Fastfood (Dönerci) dükkânı açtı. Böylece tipik Türk yemeği olan Döner servis edilmeye başlaması ile Avrupa Hukuku’nun parçası oldu. Savaş davasında ABAD, Katma Protokol’ün 41. maddesi 1. paragrafının doğrudan uygulanabilir olduğuna karar verdi. 1973’te, hükmün yürürlüğe girmesi ile Türkler İngiltere’de hiçbir kısıtlama olmadan yerleşme ve kendi işini kurma hakkına sahip oldular ve böylelikle Savaş çifti 2000 yılında da bu hakkı elinde tutmaya devam etti. Bu kararın hemen akabinde Haziran 2001’de Federal Sosyal Mahkemesi, çalışma izni olmadan Türkiye ile sınır ötesi mal taşıyan kamyon sürücüleri Türk vatandaşlarının hukuki durumu ile ilgili olarak iki olayda ABAD’ta ön görüş almak için başvuruyordu. 1973’ten beri sürücülerin bu güzergâhta çalışma iznine sahip olmalarına ihtiyaç yoktu. Abatay ve Şahin davalarına11 ilişkin verdiği kararlarda ABAD, sürücülerin 1/80 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı’nın 13. maddesindeki Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı dolayısıyla ortaya çıkan 9 ABAD 21.10.2003 tarihli karar – C-317 ve 369/01 – Slg. 2003, I-12301 = InfAuslR 2004, 32 (Abatay ve Șahin).;U.v.9.12.2009 – C-300/09 ve C-301/09-(Toprak), InfAuslR 2010, 48. 10 ABAD 11.5.2000 tarihli karar – C-37/98 – Slg. 2000, I-2927 = InfAuslR 2000, 326 (Savaş). 11 ABAD 21.10.2003 tarihli karar – C-317 ve 369/01 – Slg. 2003, I-12301 = InfAuslR 2004, 32 (Abatay ve Șahin). 173 Rolf Gutmann haklarını reddetmiştir. Aynı şekilde üye ülkelerde yerleşik olan Alman Hukukuna göre kurulmuş firmalarda Katma Protokol’ün 41’inci maddesi 1’inci paragrafı üzerinden bir hak iddia edememektedirler. Buna karşılık Türkiye’de yerleşik Türk işadamları ve onların çalışanları bu mahkeme kararıyla hak iddia edebilir ve bunu uygulatabilirler. Federal Sosyal Mahkemesi ön kararın gereğine uygun olarak Abatay ve Şahin davalarını tekrar Türk işadamlarının 1973’te yürürlükte olan iş devretme kanununun kiralık iş yasağını ihlal edip etmediğini tespit etmek amacı ile Bavyera Eyaleti Sosyal Mahkemesi’ne tekrar görüşülmesi için12 iade etmiştir. Kamyon şoförleri için çözüm görünüyordu. Ancak tamda bu zamanda Alman göç yasası değişti ve artık çalışma izinleri almak gerekmeyecekti. Birdenbire sadece tek bir yetkili makam oldu – o da yabancılar dairesi idi. Sadece tek tür bir izin vardı; birleştirilmiş bir oturma ve çalışma izni. Böylelikle dava Eyalet Sosyal Mahkemesi nezdinde çözümlenmiş oldu ve vize hakkı ile ilgili çözüm aranıyordu. 1973’te Türk kamyon şoförleri Türkiye ile gerçekleştirdiği mal taşımacılığı işi için vizeye ihtiyaç duymuyorlardı. Aynı zamanda ve işadamı Şahin davası ile paralel olarak Berlin İdare Mahkemesi nezdinde kamyon şoförlerinin vizesiz seyahat haklarının devam etmesini savundum. İdare Mahkemesi ancak davayı reddetti.13 Bu karara biz itiraz ettik ve bu süreçte ABAD Türk vatandaşları olan Tüm ve Darı davaları için ön kararları verdi. Bu dava Savaş çifti davasından sadece küçük bir farkla ayrılıyordu. Onlar vize ile İngiltere’ye giriş yapmışlardı ve orada kalmaya hak kazanmışlardı. Tüm ve Darı ise İngiltere’de iş adamı olarak yerleşmek amacıyla vize talebinde bulunmuşlardı. ABAD kendilerine bu hakkı tanıdı.14 Böylelikle Avrupa hukuk sisteminin kendine özgü belirli bir yapısını görüyoruz. ABAD değişimli olarak İngiltere ve Almanya davaları ile kendi dava hukukunu geliştirmeyi başardı. Alman mahkemelerinin İngiltere’deki Savaş davasının ön kararı olmadan Katma Protokol’deki Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nın uygulanabilirliği ve içeriği hakkında sorgulayıp sorgulamayacakları şüphelidir. Ve biz biliyoruz ki, İngiliz hâkimler Türk iş adamlarının İngiltere’de yerleşme hakkına sahip olduklarına inanıyorlardı, fakat bu amaç için vize başvurusunda bulunmaları mutlaka gerekliydi. 12 Federal Sosyal Mahkeme, 29.4.2004 tarihli karar – B 11 AL 3/04 R – InfAuslR 2004, 380. 13 Berlin İdare Mahkemesi 3.7.2002 tarihli karar – 11 A 565/01 – InfAuslR 2002, 384. 14 ABAD 20.9.2007 tarihli karar – C-16/05 – Slg. 2007; I-7415 = InfAuslR 2007, 428. 174 Döner ve Gümrük Birliği Soysal ve Savatlı Davası Tüm ve Darı davalarının kararından sonra Soysal davasının kararı gerçek bir sürpriz sayılmazdı. Burada yeniden üye ülkelerin Schengen Yasası Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’ndan doğan yükümlülük ilişkisine dair ortaya çıkan hukuki sorunun cevaplanması gerekiyordu. Türkiye ile Ortaklık Hukuku’nun daha önceki kararlarında ABAD, Ortaklık Hukuku’nu Topluluğun bir parçası olarak ele aldığını belirtmiş ve üye ülkelerin Topluluktan doğan yükümlülüklerini üçüncü ülkelere karşı yerine getirmelerini talep etmiştir.15 Üye ülkelere bu yükümlülüğü veren Avrupa Hukuku’nun bu yükümlülüklerini yerine getirmesine engel olması büyük bir tezat oluşturuyordu. Bu nedenle aşağıdaki iyi bilinen cümleler doğallık arz etmektedir: “57. Bu koşullar altında, başlangıç davasındaki Katma Protokol’ün 41. maddesi 1. paragrafında yer alan “yeni kısıtlama” gibi bir düzenleme ile Türkiye’de ikamet eden Türk vatandaşlarının Almanya’da engelsiz hizmet sunmaları sağlanır. 58. Bu sonuç şu anda Almanya’da geçerli olan mevcut düzenleme ile sorgulanmayacaktır. Çünkü mevcut düzenleme Topluluk Hukuku’ndan türetilen hükmün sadece bir uygulamasıdır. “ Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı uygulamasının Avrupa Birliği üye ülkeleri içinde farklı sonuçları vardır. Bu durumu daha doğru anlamak içinde öncelikle Avrupa Vize Anlaşması irdelenecektir. Bu anlaşmadan dolayı 1980 yılında Türk vatandaşları Belçika, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Lüksemburg, Hollanda16, Portekiz ve İspanya’ya vizesiz seyahat edebilmekteydiler. İspanya ve İtalya Türkiye’ye yönelik olarak bu antlaşmayı bugüne kadar ertelememişlerdir. Portekiz antlaşmayı Türklere yönelik 1991 yılında ertelemiş ve fakat zaten 1986 yılında Avrupa Topluluğu’na katılmıştır. Böylece Türk turistlerin aslında bu kanundan dolayı ekonomik bir faaliyette bulunmaksızın bu ülkelere vizesiz olarak seyahat etme hakları vardır. Ekonomik faaliyetler için 1973 yılında ya da daha sonra vize gerekliliği olup olmadığı teker teker incelenmelidir. Yunanistan’ın Türklere yönelik Vize Anlaşmasını erteleyip ertelemediği açık 15 ABAD 16.12.1992 tarihli karar – C-237/91 – Slg. 1992, I-6781 = InfAuslR 1993, 41 (Kuş). 16 Bkz.ABAD 6.6.1995 tarihli karar – C-434/93 – Slg. 1995, I-1475 = InfAuslR 1995, 261 (Bozkurt). 175 Rolf Gutmann değildir. Türkiye daha sonra çok taraflı antlaşmaya Yunanistan’dan sonra katıldı. Yunanistan bu antlaşmanın uygulamasının kendilerinde saklı tutulmasına ilişkin Avrupa Konseyi’nde bugüne kadar herhangi bir açıklama yapmamıştır. Antlaşmaya katılırken yaptıkları açıklamanın yeterli olup olmadığı şüphelidir. O tarihte Yunanistan katıldığı tarihteki mevcut antlaşma ülkelerine yönelik olarak vize serbestîsini tanımıştı. Almanya için sonuçlar ve diğer sorular Almanya, Türkiye’deki 1980 yılı askeri darbesinden sonra diplomatik pasaporta sahip olanlar dışında tüm Türk vatandaşları için genel vize zorunluluğu getirdi. Soysal kararı sonrasında Almanya’da kısmen tuhaf şekiller alan yoğun bir tartışma yaşandı. Soysal davası sonrası resmi görüşe ters düşen bir hukuki görüşü savunan iki Federal Polis eğitmeninin web sayfalarına Federal Polisi resmi bilgisayarları üzerinden aniden erişilemez oldu. Bu yasaklama Alman basınında yer alınca uygulanan blokaj derhal kaldırıldı.17 İçişleri Bakanı Schäuble ilk kez günlük Türk gazetesi Hürriyet’e Soysal davasının hukuki sonuçlar doğurmadığını ifade ettiği isabetsiz bir röportaj verdi. Türk kamuoyunu aldatmaya yönelik bu girişim, yasadışı olarak Almanya’da masum birinin ceza alması sonucunu doğurdu. Bakana karşı yürütülen bu soruşturma, Berlin Savcılığı tarafından Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunu’nun (StPO) 170. maddesi 2. paragrafı uyarınca durduruldu.18 Kısa bir süre sonra İçişleri Bakanlığı, sanatçı, sporcu, bilim insanı ve montaj isçisi gibi belirli bir grup insanın Geriye Dönük Kötüleştirmeme Etkisi nedeniyle kısa süreli kalmak için Almanya’ya vizesiz seyahat edebileceklerini kabul etti. Değişmeyen ise iş adamlarının vize serbestîsi için savaşmak zorunda bırakılmalarıydı. İş adamları 1980 yılına kadar en fazla üç ay kalmak şartıyla (ve ara verdikten sonra üç ay daha kalma hakları vardı, fakat asla bir yıllık süreç içinde altı aydan fazla kalamıyorlardı) vizesiz seyahat edebiliyorlardı. Daha karmaşık ve bugünkü ilginin merkezinde olan durum ise Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı ile pasif hizmet dolaşımı arasındaki ilişkidir. ABAD’in bugüne kadar verdiği kararlara göre hizmet serbestîsi hem aktif ve 17 Bkz. R. Gutmann, Dürfen Beamte lesen?, NJW Editorial 14/2009. 18 7.4.2009 – 74 Js 106/09. 176 Döner ve Gümrük Birliği hem de pasif uygulamayı kapsamaktadır: “15. Avrupa Hukuku tarafından düzenlenen durumlar arasında Antlaşmanın 59. maddesi altında tanınan hizmetlerin serbest dolaşımı hakkı yer almaktadır. ABAD’in hükmüne göre bu hak bir hizmet alıcısının başka bir üye ülke içinde hizmet alma özgürlüğünü de içermektedir (Cowan davası, kenar no: 15). 59. maddenin kapsamında, Antlaşmanın sağladığı özgürlük hakkı dışında herhangi bir hak talebinde bulunmaksızın başka bir üye ülke içerisinde hizmet almak isteyen veya alma fırsatı olan tüm üye ülke vatandaşlarını kapsamaktadır. İçinde Bay Bickel ve Bay Franz’ın da bulunduğu bu ülke vatandaşları diğer ülkeye gidip orada özgürce hareket edebilirler. Buna ilaveten sözleşmenin 8a maddesi belirtmektedir ki: “Tüm Birlik vatandaşları, bu Antlaşmadaki ve uygulama kuralları içinde yer alan kısıtlamaların ve koşulların tanıdığı haklar saklı kalarak üye ülkelerin sınırları dahilinde özgürce hareket etme ve oturma hakkına sahiptirler.”19 Paris’te metro ile yolculuk yapmak hizmet alımı anlamına gelmektedir.20 ABAD, Luisi ve Carbone davalarında bunu aşağıdaki gibi ifade etmektedir: “24. Hizmetlerin serbest dolaşımı ile ilgili olarak madde 106 paragraf 1’de; üye ülkeler arasındaki hizmetlerin serbest dolaşımının sözleşme uyarınca serbest bırakılmış olmasından dolayı buna dayalı tüm ödemelerin serbest bırakılması gerektiği belirtilmektedir. AET-Antlaşması’nın 59. maddesine göre hizmet dolaşımına dair kısıtlamalar Topluluk ülkeleri arasında geçiş süresi boyunca kaldırılmıştır. Buna göre hizmet dolaşımına dayalı ödemelerle ilgili kısıtlamalar geçiş süresi bittikten sonra ortadan kaldırılmalıdır. 25. Sonuç olarak turizme, iş ve öğrenim seyahatlerine ve tıbbi tedaviye dayalı ödemeler geçiş süresi bittikten sonra serbest bırakılmalıdır.”21 64/221/AET Yönetmeliği’nin 1. maddesi 1. paragrafına göz atmak önemli olmaktadır. Buradaki düzenleme hizmet alıcılarını da açıkça korumaktadır. Pasif hizmet dolaşımı serbest hizmet dolaşımının bir parçası olmasay19 ABAD 24.11.1998 tarihli karar – C-274/96 – Slg. 1998, I-7637 (Bickel ve Franz), akabinde ABAD’ın 31.1.1984 tarihli kararı – 286/82 ve 26/83 -, Slg. 1984, 377 (Luisi ve Carbone); 2.2.1989 tarihli karar – 186/87 –Slg. 1989, 19 (Cowan). 20 Bkz. Cowan-Karari, Dipnot 18. 21 Bkz. Dipnot 18. 177 Rolf Gutmann dı, 64/221/AET Yönetmeliği’nin 1. maddesi 1. paragrafı da yetersiz yetki temeli nedeniyle kaldırılırdı. Topluluk Hukuku’nun ve hizmet serbestîsinin bir parçası olan pasif hizmet ABAD tarafından icat edilmedi. Bu terim daha Katma Protokol’ün imzalandığı tarihte Topluluk Hukuku’nun bir parçası olmuştu. Aksi takdirde Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nın geçerlilik alanından bu anlamı çıkarmak için özel bir düzenlemenin yapılması gerekli olurdu. Turizm, iş ve öğrenim seyahatleri ve tıbbi tedavi için seyahatler Avrupa Hukuku’nda “hizmet” terimi olarak kaydedilmektedir. AB’nin devletler hukukuna dayalı sözleşmeden doğan hakkı AB’ne katılmak için hazırlık demek ise bu sözleşmenin her bir düzenlemesi aynen Avrupa Hukuku’nda kullanılan terimler gibi yorumlanmalıdır.22 Hizmet terimi bundan dolayı Türkiye ile Ortaklık Hukuku kapsamında da aynı anlama sahiptir ve aynı şekilde pasif hizmeti kapsamaktadır. Katma Protokol’e dair farklı lisanlardaki karşılıkları da inceleyebiliriz. Katma Protokol’ün 41. maddesi 1. paragrafının İngilizce karşılığı aşağıdaki gibidir: “The Contracting Parties shall refrain from introducing between themselves any new restrictions on the freedom of establishment and the freedom to provide services.” Almanca karşılığı: „Die Vertragsparteien werden untereinander keine neuen Beschränkungen der Niederlassungsfreiheit und des freien Dienstleistungsverkehrs einführen.“ Fransızca karşılığı: „Les parties contractantes s’abstiennent d’introduire entre elles de nouvelles restrictions à la liberté d’établissement et à la libre prestation des services.“ İtalyanca karşılığı: „Le parti contraenti si astengono dall’introdurre tra loro nuove restrizioni 22 ABAD, 29.4.1982 tarihli karar - 17/81 – Slg. 1982, 1331 (Pabst & Richarz). 178 Döner ve Gümrük Birliği alla libertà di stabilimento e alla libera prestazione dei servizi.“ Felemenkçe karşılığı: „De Overeenkomstsluitende Partijen voeren onderling geen nieuwe beperkingen in met betrekking tot de vrijheid van vestiging en het vrij verrichten van diensten.“ Türkçe karşılığını da inceleyebiliriz: „Akit taraflar, aralarında yerleşme hakkı ve hizmet sunma serbestîsine yeni kısıtlamalar getirmekten sakınırlar.” Katma Protokol’ün 64. maddesine göre Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Türkçe karşılıklar bağlayıcıdır. İngilizce anılmamaktadır. Bu durum Katma Protokol üzerine yapılan müzakereler sırasında İngiltere’nin henüz AT üye ülkesi olmamasından dolayı kaynaklanmaktadır. Bunu göz ardı etsek bile, İngilizce dahil tüm dillerdeki karşılıklar AT’nun 59. maddesindeki ayni terminolojiyi kullanmaktadır. Bu nedenle terimlerin anlamının uyuşması ile ilgili olarak da herhangi bir şüphe bulunmamaktadır. Sonuç olarak Türk turistler bugün bile Katma Protokol’ün 41. maddesi 1. paragrafından dolayı Almanya’ya (aynı şekilde Belçika, Fransa, İngiltere, İtalya, Hollanda, İspanya ve Portekiz’e) vizesiz seyahat etme hakkına sahiptirler. Avusturya’daki Hukuki Durum Mevcut haklarda lehe olan durumun korunmasına ilişkin gelişmeler Avusturya’da da söz konusudur. Viyana Yüksek İdare Mahkemesi’nin 13.12.2011 tarihinde verdiği kararda şu cümleler yer alır: ‘’Bir Avusturyalı kadının Türk vatandaşı olan eşi 1997 tarihli yabancılar yasasının ilgili maddelerine göre oturma hakkı konusunda elde ettiği statü 2005 tarihinde çıkan bir yasa ile daha kötüleştirilmiştir. Bu kötüleştirmenin ilgili kişi hakkında uygulanamayacağı 1/80 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı’nın 13. maddesine göre düzenli bir oturma olduğu sonucuna varılmıştır.23’’ 23 Viyana , 13.12.2011 – 2008/22/0180 nolu karar. 179 Rolf Gutmann Türk vatandaşları sadece Büyük Britanya’ya değil aynı zamanda eğer Avusturyalı bir eşle evli iseler, isterlerse Schengen ülkesi olan Avusturya’ya aynı zamanda da serbest iş erbabı olarak vizesiz girebilirler. Schengen Antlaşması kapsamında sınırlarda kontroller kalktığından pratikte bir Schengen ülkesine giden herkesin diğer Schengen ülkelerine gitme olanağı bulunmaktadır. Almanya’nın Brezilya ile yapmış olduğu ikili antlaşma sonucu Brezilyalılar tüm Schengen ülkelerine vizesiz girebilmektedirler. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları da Avusturya’ya vizesiz seyahat etmeleri durumunda Schengen vize kapsamı alanında gündeme gelmiş olan düzenlemelere tabii olup, bu durum AB vize düzenlemesini değiştirmesini gerektirmektedir. Geriye Dönük Kötüleştirmeme Etkisi nerede yoktur? Tüm/Darı davasında İngiltere ile Almanya arasındaki fark, 1973 yılında bile Türk işadamlarının Almanya’da serbest yerleşme haklarının olmamasından kaynaklanmaktadır. 1.1.1991 tarihinden itibaren, 1990’da Yabancılar Yasasının yürürlüğe geçmesinden sonra, yerleşme iznine sahip olan birinin kendi işini kurma hakkı doğmaktadır.24 Bu hak bugün Katma Protokol’ün 41. maddesi 1. paragrafı tarafından korunmaktadır. Bu bağlamda 1928 tarihli AlmanTürk Yerleşme Antlaşması’na ve Avrupa Yerleşme Antlaşması’na da bir göz atabilirdik. Ancak Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’nın Almanya’ya aile getirirken dil bilgisi şartı üzerinde de herhangi bir etkisi yoktur.25 Karşıt görüşler26 ise aile birleşiminin Katma Protokol’ün 41. maddesi 1. paragrafının amacı dışında kaldığını ve Ortaklık Konseyi Kararı (ARB) 1/80 Madde 13’ün sadece aile birleşiminin onaylanmasından sonra uygulandığını, örneğin Meryem Demirel davası kararının buna dayandığını iddia etmektedir.27 Ve özellikle Dienelt28 Yabancılar Yasası’nın 5. maddesinin 1965 tarihli Yabancılar Yasası 2. maddesinde belirtilen genel vize zorunluluğunun bir istisnası olduğunu gözden kaçırmıştır. Türkiye’de çok tartışılan bir diğer soru ise öğrencilerin hizmet alıcıları ola24 1990 tarihli Yabancılar Yasası 27. maddesi 1. paragrafı 2. cümlesi, şimdi: Oturma Yasası 9. maddesi 1. paragrafi 2. cümlesi. 25 V. Westphal, InfAuslR 2009, 133. 26 K. Dienelt, InfAuslR 2001, 473, Mielitz, NVwZ 2009, 276; Weh, InfAuslR 2008, 381. 27 Bkz. Dipnot 2. 28 Bkz. Dipnot 24. 180 Döner ve Gümrük Birliği rak Katma Protokol’ün 41. maddesi 1. paragrafından yararlanıp yararlanamamalarıdır. Bu soru ABAD’in ilgili kararında söyle yanıt bulmaktadır: ‘’15. AET-Antlaşmasının 60. maddesi 1. paragrafına göre hizmet bölümünün altına sadece ‘genelde ücret karşılığı yerine getirilen edimler’ girmektedir. 16. Ücret terimi AET-Antlaşmasının 59. ve devamındaki maddelerde açıkça tanımlanmamış olsa dahi, özellikle mesleki, ticari, el sanatları ve serbest meslek faaliyetlerinin hizmet olarak geçerli olduğunu ifade eden AET-Antlaşmasının 6. maddesi 2. paragrafından yola çıkılarak hizmetin anlamı ortaya çıkmaktadır. 17. Ücretin yapısal özelliği, ilgili edim için iktisadi bir karşı hizmet oluşturmasıdır ve bu karşı hizmetin ne olduğu genelde edimi yerine getiren ve alan tarafından kararlaştırılmaktadır. 18. Bu özellik ulusal eğitim sistemi çerçevesinde verilen bir derste eksiktir. Bir yandan devlet böyle bir sistemin oluşturulması ve korunması sayesinde kâr elde etmeyen bir faaliyet gerçekleştirmek istemekte; devlet bu sayede daha çok sosyal, kültürel ve eğitici siyaset alanında vatandaşına karşı sorumlu olduğu görevlerini yerine getirmektedir. Diğer yandan bu sistem genelde okul veya aileler tarafından değil devlet bütçesi tarafından finanse edilmektedir. 19. Bu faaliyetin doğası, öğrencilerin ya da velilerin sistemin işlevselliğinin korunmasına katkıda bulunmak amacıyla bazen harç veya öğrenim ücreti ödemek zorunda olduğu gerçeği ile etkilenmez. Bu durum sadece yabancı uyruklu öğrencilerin kayıt ücreti ödemesi ile değişebilir. 20. Böylelikle ikinci sorunun birinci bölümü bu şekilde cevaplanır: AET-Antlaşmasının 59. maddesine göre ulusal eğitim sisteminin meslek okulu bölümünde yer alan ders hizmet olarak sınıflandırılmamalıdır.”29 Şayet bir öğrenci herkese açık olan bir dil kursunu bitirirse ve bu kursun masraflarını kendisi karşılarsa o zaman bu öğrenci bir hizmet almış olur ve Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’na dayanabilir.30 29 ABAD, 27.9.1988 tarihli karar – 263/86 – Slg. 1988, 5365 (Humbel). 30 S. Völker, Avrupa Topluluk Hukuku içinde pasif hizmet serbestisi, 1990, s. 124. 181 Rolf Gutmann İş Adamları ve Gümrük Birliği Şimdi tartışmayı Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’na getirmek istiyorum. Bunu keşfetmeye beni Alman Dışişlerinin Berlin İdare Mahkemesi’ndeki bir vize davası zorladı. Dışişleri Bakanlığı, işadamlarının aktivitelerinin Katma Protokol’ün 41. maddesi 1. paragrafının uygulama alanı dışında kaldığı argümanını öne sürdü. Oysa gerçekte ABAD şu yorumu yapmaktadır: „46. Ulusal düzenlemelerin malların serbest dolaşımı ve hizmet dolaşımı serbestîsi ile bağlantılı olduğu yerlerde mahkeme prensip olarak bu temel özgürlüklerden sadece birini değerlendirmeye alır. Bu özgürlüklerden biri eğer böyle bir dava durumunda ortaya çıkarsa, ikinci planda kalır - hatta diğeriyle birlikte bile sayılabilir. (Dava C-275/92 Schindler [1994] ECR I1039, Sıra No: 22; ve Dava C-390/99 Canal Satélite Digital [2002] ECR I-607, Sıra No: 31)“31 Başka bir üye devlette mal satımını gerektiren aktiviteler hizmet dolaşımı serbestîsi altında değerlendirilmez. Aynı durum seyyar satıcılık için de geçerlidir.32 Keck davasında kullanılan terimlerin aynı olmasından dolayı Avrupa Birliği - Türkiye Ortaklık Hukuku‘nun bir uzantısı olmalıdır. Devamında bizim gerçek isteğimiz ile bağdaşan hükümler de bulunmaktadır. O yüzden Ortaklık Antlaşması’nın Gümrük Birliğini amaçlayan 10. maddesi o sözleşmenin doğrudan etkisi olmayan 12. maddesi ile benzer bir üslup içerisindedir.33 Bu içerikte önemli olan Katma Protokol’ün 21. ve devamındaki maddelerdir. Madde 21, ithalatta yeni miktar kısıtlamalara dair yasaklama ve aynı etkiye sahip tedbirleri içermektedir. 22. maddenin 1. paragrafının tam metni oldukça önemlidir: „Akit taraflar, aralarında ne ithalatta yeni miktar kısıtlamaları ne de aynı etkiye sahip tedbirler koymaktan sakınırlar.“ 22. maddenin 2. paragrafı bu ilke ile ilgili bazı istisnalar öngörür. Birinci paragraf doğrudan etki için uygundur. Hüküm açıkça bildirmektedir ki, ulusal hukukun uygulanması için ön koşullar veya ek hükümler gerekmemektedir. 31 ABAD, 25.3.2004 tarihli karar – C-71/02 – Slg. 2004, I-3025 (Karner). 32 ABAD, 24.11.1993 tarihli karar – C-267791 – Slg. 1993, I-6097 (Keck); 13.1.2000 tarihli karar – C-254/98 – Slg. 2000, I-151 (TK-Heimdienst Sass); 26.5.2005 tarihli karar– C-20/03 – Slg. 2005, I-4133 (Burmanjer). 33 ABAD, 30.9.1987 tarihli karar (Demirel), bkz. Dipnot 2. 182 Döner ve Gümrük Birliği Bu nedenle hüküm Katma Protokol‘ün 41. maddesiyle aynı etkilere sahiptir. Ayrıca Katma Protokol’ün 29. maddesi 2. paragrafı da, kamu düzeninin ihlali bahanesi ile ticarete keyfi ayrımcılık ve gizli kısıtlamalar getirmeyi yasaklamaktadır. Böylece ABAD‘in menşe bakımından farklı koşulların uygulanmasını yasakladığı Dassonville davasına dönüyoruz: “Bu, üye ülke tarafından, ürünün menşesinin kanıtı için istenilen, fakat pratikte sadece doğrudan ithalatçıların hiçbir zorluk ile karşılaşmadan temin ettiği formalitelerle dolu bir durumdur. Bunun sonucunda, bir üye ülkenin gerçek olduğuna dair ithalatçılar tarafından bir başka üye ülkede serbest sirkülâsyona koyulan ürünler için menşe ülkesinden doğrudan ithal eden ithalatçılara göre alınması daha zor olan sertifikayı istemesi antlaşma tarafından yasaklanan, miktar kısıtlamalarıyla aynı etkiyi yapan bir önlem oluşturmaktadır.”34 Tamamlayıcı olarak ABAD’ın diğer kararları da anılabilinir.35 Mallar, başka bir üye devlette kalıcı yerleşim olmadan ve bu üye ülkede yaşamayan bir çalışanı tarafından satılabilir.36 Böylece malların hareket serbestîsi ile iş adamlarının (işletmeler) geçici kalma hakkı bulunmaktadır. Malların serbest dolaşımı hakkı oturma izni ile ilgili bir boyut içermektedir. Bu boyutta Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağının kapsamındadır. Gümrük Birliği ve Ayrımcılık Yasağı Ve böylece sonuncu soruya geliyoruz: Gümrük Birliği, malları alıcılara getiren şahıslar için seyahat özgürlüğü içerir mi? Avrupa Adalet Divanının vermiş olduğu TK-Heimdienst kararının37 mantığına göre Türk firması temsilcilerinin ürünlerini satmak amacıyla gerçekleştirdiği satış seyahatleri ve satış fuarlarına katılımları korunan faaliyetler arasında yer almaktadır. Bu da Türk işadamları ve ticari temsilciler ile özellikle fuarlarda stand kurmak ve iş görüş34 ABAD, 11.7.1974 tarihli karar – 8/74 – Slg. 1974, 837 (Dassonville). 35 ABAD, 15.12.1993 tarihli karar- C-2927)2-Sgl.1993, I-6787 (Hünermund), 2.6.1994 tarihli karar-C-401 ve 402/92- Sgl.1994, I-2199 (Tankstattion-T Heukske Vof ve Boermans); 13.1.2000 tarihli karar- C254/98-Sgl.2000, I-151 (TK-Heimdienst); 25.3.2004 tarihli karar (Karner) bkz dipnot 29. 36 ABAD, 13.1.2000 tarihli karar (TK-Heimdienst), bkz. dipnot 33. 37 Bkz dipnot 33. 183 Rolf Gutmann meleri yapmak için çalıştırdıkları yardımcı personeller için vize özgürlüğünü garantilemektedir. Başka bir düşünce bunu tamamlamak üzere eklenebilir. Ortaklık Konseyi’nin 1/95 no‘lu kararı yoluyla Gümrük Birliği süreci tamamlanmıştır. Gümrük Birliği’nde ticari nesneler eşit haklara ve eşit rekabet koşullarına sahiptirler. AET-Türkiye Ortaklık Antlaşması 9. maddesi vatandaşlık nedenleriyle her türlü ayrımcılığı yasaklamaktadır. ABAD’ın Sürül davasında ikinci (sonuncu) başvurusunda Kanun Sözcüsü La Pergola bu hükmün doğrudan uygulanır olduğu görüsünü ileri sürmüştür. ABAD onu takip etmemiş, fakat görüşünü de reddetmeyerek, özel hükmün öncelik ilkesini uygulamıştır. Buna göre genel bir hükme karşılık 3/80 no’lu Ortaklık Konseyi Kararı’nın 3. maddesindeki sosyal hukuksal eşitlik ilkesine öncelik vermiştir.38 Öncelikli özel hükümler arasında Katma Protokol’ün 37. maddesi ile 1/80 no’lu Ortaklık Konseyi Kararı’nın 10. maddesinde çalışma hukukunda eşitlik prensibi yer almaktadır.39 ABAD, yeni bir kararda Ortaklık Anlaşması’nın 9. maddesindeki eşitlik ilkesine atıfta bulunmaktadır ki, amaç Hollanda’da oturma izni alırken alınan masrafların yasadışı ayrımcılık olarak sınıflandırılmasından dolayı kaldırılmasıdır.40 Böylece bu hüküm de Türk işadamları için rekabet eşitliliğinin oluşturulması yararına kullanılmalıdır. Bu değerlendirme yine Türk işadamlarının Türkiye ile gerçekleştirdiği mal dolaşımı çerçevesindeki faaliyetleri için vize muafiyeti anlamına gelmektedir. Böylece bunun Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı’ndan farklı olarak Birliğe yeni katılanlar da dahil olmak üzere tüm üye ülkelere yönelik bağlayıcılığı vardır. Özellikle 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı’nın 5. maddesi Standstill hakkından daha ileri gitmektedir. Bu maddeye göre Gümrük Birliği’nin tamamlanması ile malların serbest dolaşımına dönük tüm kısıtlamalar ve aynı anlama gelecek tüm etkiler yasaklanmıştır. Yönetmenliğin bu maddesi genel bir ayrımcılık yasağı içermekte ve Türk ihracatçılarının konumunu önemli ölçüde güçlendirmektedir. Böyle bakıldığında 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı’nın 38 ABAD, 4.5.1999 – C-262/96 – (Sürül), Slg. 1999, I-2685. 39 Bkz. ABAD, 26.10.2006 – C-4/05 – (Güzeli), Slg. 2006, I-10279. 40 ABAD, 29.4.2010 – C-92/07 – (Hollanda’ya karşı Komisyon). 184 Döner ve Gümrük Birliği ileri dönük bir iyileştirme getirmediğini söylemek doğru olmaması gerekir.41 1/85 sayılı Ortaklık Konseyi Kararının 5. maddesi kendine has özel bir yasak getirmektedir. Aynı şekilde 3/80 sayılı Ortaklık Konseyi’nin 3., 6. maddesinin 1. paragrafı da Ankara Antlaşmasının 9. maddesi gibi genel bir ayrımcılık öngörmektedir. Miktar kısıtlamalarında görülen yasağın etkisi gibi müşteri ile konuşmak için yapılacak seyahatlerdeki konuşmalara getirilen yasaklamalar veya Fuarlarda kendilerine ait Stand açmak için uygulanan yasaklamalar aynı etkiyi göstermektedirler. Diğer bir örnekte Gümrük Birliği çerçevesi içerisinde kalan bölgede makinelerin firmanın iki değişik işyeri arasında taşımacılığa getirilen kısıtlamalardır. Federal İdare Mahkemesi böyle bir kısıtlamayı hizmetlerin serbest dolaşımına dönük olmasını hukuken uygun bulmuştur.42 Elbette kimse kendi kendine hizmet sunmayacağına göre yapılan bu iş de malların serbest dolaşımının bir parçasıdır. Bir işverenin kendi işletmesinden mallarının bir yerden başka işletmesine miktar kısıtlaması getirilmesi, malların dolaşımına konulan bir engeldir. Bunun hukuken geçerli olabilmesi için Avrupa Birliği içinde ki diğer işverenlere de aynı sınırlamalar uygulaması gerekmektedir. Bundan dolayı bir firmanın kendi işyerleri arasında ağ trafiğini düzenleyecek bir lisans gerekip gerekmediği gözden geçirilmelidir. Buna karşın 1072/09 nolu Avrupa Topluluğu Tüzüğü’nün 1. maddesine göre, Topluluk yasasına göre kurulmuş işverenlerin kendi mallarını kendi tırları ile ve tırda çalışan kendi personeli ile üye ülkeler arasında taşıma hakları eğer bu faaliyet o işverenin tamamlayıcı bir faaliyeti olarak görülürse, vardır. Söz konusu tüzük ise 4.12.2011 tarihinden sonra geçerlidir. Bununla beraber Türkiye ile Gümrük Birliği’nin sağlanmasından sonra kabul edilen Ek 2 nolu 881/92 Avrupa Topluluğu Tüzüğü’nün öngördüğü ağ trafiği serbest dolaşım izni ile aynı anlamda kullanılmalıdır. Ağ trafiği ile verilen izin, hizmetler ile malların serbest dolaşımı arasındaki farklılığı belirler. Her kim kendi malını yabancı kişiler tarafından taşıtır ise, o 3. kişilerin sunduğu hizmeti almaktadır. Her kim 3. şahsın mallarını kendi arabası ve kendi personeli ile taşır ise bu firmalar taşıyıcı firmalar olarak hizmet sunmaktadır. Ve son olarak her kim kendi 41 Bkz. Gümrükçü, Türkei und Europäische Union im Lichte der vollenden Zollunion, 1997, s. 88. 42 30.6.2011 tarihli karar, 3 C 18.10-, NVwZ 2012, 247. 185 Rolf Gutmann mallarını kendi tırları ve personelini kullanır ise, bu kişi malların transportu için aktif faaliyet göstermektedir. Yukarıda bahsedilen 1072/09 AT Tüzüğü’nün 1. maddesinin ikinci paragrafı üçüncü ülkeler ile yapılan ikili antlaşmaları etkilememektedir. Türkiye ile yapılan ikili antlaşmalarda bu kategoriye girebilir. Ancak Türkiye’den Avrupa Birliği’ne taşınacak malların izin verme hakkının devam ettirilmesi Türk Sanayi malları için miktar kısıtlaması ve aynı sonucu doğuracak bir kısıtlamaya eşittir. Ancak malların ithal ve ihracatında miktar kısıtlamalarına ve aynı etkiyi gösterebilecek her türlü engellemeler 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı’nın 5. ve devam eden maddelerinde yasaklanmıştır. Bu normlar Avrupa Birliği Tüzüğü’nün 34. ve devam eden maddeleri ile hemen hemen kelime kelime aynıdır. Bu nedenle üye ülkeleri herkes için geçerli olan bir Gümrük Birliği çerçevesinde Türkiye ile ulaşım ağı oluşturan işverenlerin ürün taşımalarını engelleyemezler. Avrupa Birliği içinde ulaşım ağı tamamen izinsiz ve kontrolsüz düzenlendiğine göre Türkiye’nin de bu muameleye tabii tutulması gerekmektedir. Türkiye ile yapılan ikili antlaşmalar sınır ötesi hizmet sunumuna dönük olup, malların taşınması konusunda uygulama alanı söz konusu olamaz. Biz mevcut lehde kötüleştirme alanı konusunda çalışmamıza başladık, ayrımcılık yasağı ile bu bitiriliyor. Eşit haklar konusunda verilecek uğraşın devam etmesi gerekir. 186 Döner und Zollunion Döner und Zollunion Rolf Gutmann* Eine ungeschriebene Standstill-Klausel Mein Weg ins Ausländerrecht begann etwa 1980 mit der Teilnahme an einem Wochenendseminar des Deutschen Anwaltvereins in der Lüneburger Heide. Die Veranstaltung wurde von Helmut Rittstieg gemeinsam mit dem Berliner Rechtsanwalt Jürgen Moser geleitet. Fast 15 Jahre später sollte Rittstieg mein Doktorvater werden. In unserer Anwaltssozietät war mir Ausländerrecht zugewiesen worden, ein fremdes von der unversitären Ausbildung her unbekanntes Rechtsgebiet. Drei Jahre später hatte ich die erste Verhandlung vor dem Gerichtshof der Europäischen Gemeinschaften: den Fall der griechischen Staatsangehörigen Anastasia Peskeloglou.1 Es war eine StandstillEntscheidung. Deutschland hatte neue Anforderungen an die Erteilung von Arbeitserlaubnissen für Ausländer geschaffen. Der Europäische Gerichtshof verneinte ihre Anwendbarkeit gegenüber Griechenland, indem er dem am 1.1.1981 in Kraft getretenen Beitrittsabkommen eine ungeschriebene Standstill-Klausel entnahm: „12. Diese Bestimmung, deren Zweck es ist, nach dem Beitritt durch plötzliche und umfangreiche Wanderbewegungen von Arbeitnehmern verursachte Arbeitsmarktstörungen in Griechenland und in den an* Dr. Dr. h.c. Rolf Gutmann ist Fachanwalt für Verwaltungsrecht in Stuttgart, Mitherausgeber und Redakteur des Informationsbriefs Ausländerrecht und Mitarbeiter des Gemeinschaftskommentars zum Aufenthaltsgesetz. Er wurde 2010 von der Yeditepe-Universität Istanbul zum Honorarprofessor und Ehrendoktor ernannt. Der Vortrag ist eine aktualisierte Fassung der Antrittsvorlesung. 1 EuGH, U. v. 23.3.1983 – 77/82 – Slg. 1983, 1085 = InfAuslR 1983, 223 m. Anm. Gutmann. 187 Rolf Gutmann deren Mitgliedstaaten zu vermeiden, stellt eine Ausnahme von dem in Artikel 48 des EWG-Vertrags aufgestellten Grundsatz der Freizügigkeit der Arbeitnehmer dar. Als solche ist sie eng auszulegen, wie sich aus Artikel 44 der Beitrittsakte ergibt, der vorbehaltlich der Übergangsbestimmungen – unter anderem des Artikels 45 – die sofortige Anwendbarkeit des Artikels 48 des Vertrages zum Grundsatz macht. 13. Hieraus folgt, dass die Bundesrepublik Deutschland berechtigt ist, bereits bestehende Einschränkungen beizubehalten, dass sie aber keinesfalls während der Übergangszeit gegenüber griechischen Staatsangehörigen die Voraussetzungen für den Zugang zu einer Beschäftigung durch die Einführung neuer einschränkender Maßnahmen verschärfen darf.“ Ich war damals sehr stolz, hatte ich doch als einziger in Deutschland das rechtliche Problem erkannt. Und es war gelungen, einen Sozialrichter zu finden, der – unmittelbar nach Eingang der Klage – zur Einholung einer Vorabentscheidung bereit war. Für das spätere Geschehen sollten wir immer wieder an die Begründung des Europäischen Gerichtshofs in der Rechtssache Peskeloglou denken. Aber natürlich hätte ich die Geschichte mit der Rechtssache von Meryem Demirel beginnen können, die in Schwäbisch Gmünd bleiben wollte, wo ihr Ehemann lebte und arbeitete. Der Europäische Gerichtshof fand keinen Weg, wie er ihr hätte helfen können. Er bestand jedoch auf seiner Zuständigkeit für die Fälle türkischer Staatsangehöriger im Rahmen des Vertragswerks der EG mit der Türkei.2 Seinerzeit versuchte Griechenland zweimal, durch gerichtliche Verfahren die Zahlungen zu stoppen, welche die EG der Türkei im ARB 2/80 versprochen hatte. Griechenland verlor beide Klagen.3 Doch es setzte sich in der praktischen Politik durch. Die Türkei erhielt die zugesagte Zahlung nicht. Noch viel wichtiger: Auf der Grundlage der beiden Urteile war es eine offensichtliche Aufgabe des Europäischen Gerichtshofs, dass dieser das Recht in Fällen auszulegen hatte, welche die Türkei betrafen. Der entgegengesetzte Standpunkt 2 EuGH, U. v. 30.9.1987 – 12/86 – Slg. 1987, 3179 = InfAuslR 1987, 305 m. Anm. Gutmann. 3 EuGH, U. v. 27.9.1988 – 204/86 – Slg. 1988, 5232 (Griechenland gg. Rat); U. v. 14.11.1989 – 30/88 – Slg. 1989, 3711 (Griechenland gg. Kommission). 188 Döner und Zollunion hatte verloren.4 Der nächste Fall eines türkischen Staatsangehörigen vor dem Europäischen Gerichtshof war der eines türkischen Arbeitnehmers. Herr Sevince wollte eine Beschäftigung fortsetzen, die er während des Verfahrens über die Verlängerung seiner abgelaufenen Aufenthaltserlaubnis aufgenommen hatte. Aber das Recht zur Beschäftigung auf Grund aufschiebender Wirkung, also eines vorläufigen Rechts, verhalf ihm nicht zu einer festen Aufenthaltserlaubnis.5 Es sollen aber im Folgenden nicht alle Entscheidungen des Europäischen Gerichtshofs zum Assoziationsrecht dargestellt werden oder auch nur diejenigen hiervon, an denen ich beteiligt war.6 „Standstill“ als Problem „Standstill“ ist ein magisches Wort in der Beziehung der Europäischen Union mit der Türkei geworden. Standstill beinhaltet den Erhalt einer festgelegten Situation, nicht ihre Veränderung. Standstill einzufordern, bedeutet im Wortsinne nicht das Verlangen nach einer besseren zukünftigen Situation. Standstill steht gegen ein Vorwärtsschreiten in die Zukunft und für eine Rückkehr zur Vergangenheit. In diesem Sinn ist Standstill ein anderes Wort für Stagnation, das magische Wort, mit welchem Gorbatschow für eine bessere Zukunft für Russland kämpfte. Und so ist es äußerst seltsam, dass die fortschrittlichen Kräfte innerhalb der Europäischen Union in Bezug auf die Türkei den Standstill-Grundsatz begrüßen und die Konservativen ihn ablehnen. In der Türkei andererseits wird dieser Grundsatz allgemein bejaht und damit die gegenwärtige Situation abgelehnt. Das Verlangen nach Standstill und Wiederherstellung eines früheren Zustands und die Bezeichnung dieses Vorgangs als Fortschritt ist das Ergebnis langjährigen Verstoßes gegen die Vereinbarungen zwischen EWG und Türkei. 4Insbesondere K. Hailbronner, Die Freizügigkeit türkischer Staatsangehöriger nach dem Assoziationsabkommen EWG/Türkei, EuR 1984, 54 ff. 5 EuGH, U. v. 20.9.1990 – C-182/89 – Slg. 1990, I-3461 = InfAuslR 1990, 325. 6 EuGH, U. v. 17.4.1997 – C-351/95 – Slg. 1997, I-2133 (Kadıman); U. v. 19.11.1998 – C-210/97 – Slg. 1998, I-7519 (Akman); U. v. 21.10.2003 – C-317 u. 369/01 – Slg. 2003, I-12301 (Abatay und Șahin); U. v. 19.2.2009 – C-228/06 – Slg. 2009, I-1031 = InfAuslR 2009, 135 (Soysal und Savatlı). 189 Rolf Gutmann Diese Sachlage besteht nun schon so lange, dass die Rückkehr zur Vergangenheit beiden Seiten als Verbesserung der Situation der Türkei erscheint. Die Diskussion über den Regelungsgehalt der Standstill-Klauseln verlief in der gleichen Weise wie die Diskussion über die Bedeutung der Art. 6 und 7 des Beschlusses Nr. 1/80 des Assoziationsrats EWG-Türkei: Die deutschen Bundesgerichte begannen mit der Verneinung der unmittelbaren Anwendbarkeit. Art. 13 ARB 1/80 lautet: „Die Mitgliedstaaten der Gemeinschaft und die Türkei dürfen für Arbeitnehmer und ihre Familienangehörigen, deren Aufenthalt und Beschäftigung in ihrem Hoheitsgebiet ordnungsgemäß sind, keine neuen Beschränkungen der Bedingungen für den Zugang zum Arbeitsmarkt einführen.“ Die Vorschrift gewährt denjenigen türkischen Staatsangehörigen Rechte, die bereits in einem Mitgliedstaat der Europäischen Union leben. Die Rechte werden nicht nur Arbeitnehmern eingeräumt, sondern auch Personen, die aktuell nicht beschäftigt sind, aber die Absicht haben, eine abhängige Beschäftigung aufzunehmen. Nur so ergibt der Satzteil „und ihre Familienangehörigen“ einen Sinn. Art. 13 ARB 1/80 räumt dieselben Rechte Unionsbürgern ein, die in der Türkei leben. Das Bundessozialgericht7 beispielsweise legte die Vorschrift mit der Behauptung so eng aus wie irgend möglich, die daraus resultierenden Vorteile bezögen sich nur auf Veränderungen, die nach der Einreise der Einzelpersonen in Kraft träten. Diese Auslegung würde zu der schwierigen und praktisch kaum lösbaren Aufgabe führen, in jedem Einzelfall die konkrete Rechtslage zu ermitteln, die bei der erstmaligen Einreise in das Staatsgebiet bestand. Und 2009 vertrat das Bundesverwaltungsgericht die Auffassung, jede Rechtsänderung könne auf den Rechtszustand beim jeweiligen Inkrafttreten der Standstill-Klauseln zurückgeführt werden. Spätere Verbesserungen dürften zurückgenommen werden.8 Folgerichtig entschied der Europäische Gerichtshof umgekehrt, dass die Standstill-Klausel für alle Personen dieselben Rechtsfolgen hat und dass diese Folgen nicht auf dem Datum der ersten Einreise 7 B. v. 11.1.2000 – B 11 AL 29/99 B. 8 U. v. 8.12.2009 – 1 C 16.08 -, InfAuslR 2010, 274 m. Anm. Gutmann. 190 Döner und Zollunion beruhen.9 Standstill-Klauseln sind Einbahnstraßen. Fortschritt durch Döner Der Europäische Gerichtshof verhinderte weitere negative Entscheidungen von Bundessozialgericht und Bundesverwaltungsgericht zur Bedeutung von Art. 41 Abs. 1 des am 23.11.1970 in Brüssel unterzeichneten Zusatzprotokolls: „Die Vertragsparteien werden untereinander keine neuen Beschränkungen der Niederlassungsfreiheit und des freien Dienstleistungsverkehrs einführen.“ Vier Monate nach der soeben erwähnten Entscheidung des Bundessozialgerichts wurde das Urteil in der Rechtssache Savaș verkündet.10 Die Eheleute Savaș waren in Großbritannien mit Visa für einen vorübergehenden Kurzzeitaufenthalt eingereist. Nach deren Ablauf kehrten sie jedoch nicht in die Türkei zurück. Stattdessen eröffnete Herr Savaș eine Hemdenfabrik und später, während des Rechtsstreits um die Erlangung von Aufenthaltstiteln, zwei Fastfood-Läden. So wurde die Herstellung eines typisch türkischen Produkts, des Döner, Bestandteil des Europarechts. In der Sache Savaș entschied der Europäische Gerichtshof, dass Art. 41 Abs. 1 des Zusatzprotokolls unmittelbar anwendbar ist. 1973, als die Vorschrift in Kraft trat, durften Türken sich in Großbritannien ohne Einschränkungen niederlassen und eine selbständige Beschäftigung aufnehmen und so hatten die Eheleute Savaș im Jahr 2000 weiterhin dieses Recht inne. Im Anschluss holte das Bundessozialgericht in zwei Fällen die Vorabentscheidung des Europäischen Gerichtshofs wegen des Einsatzes türkischer Fernfahrer im Güterfernverkehr mit der Türkei ohne Arbeitserlaubnis ein. 1973 hatten die Fahrer auf diesen Strecken keine Arbeitserlaubnis benötigt. In seiner Entscheidung in den Rs. Abatay und Șahin11 verneinte der Europäische Gerichtshof ein Recht der Fahrer, das von der Standstill-Klausel des Art. 13 ARB 1/80 abgeleitet werden könnte. In den Mitgliedstaaten ansässige Firmen könnten auch aus Art. 41 Abs. 1 Zusatzprotokoll keine Rechte herleiten. Dem9 EuGH, U. v. 21.10.2003 – C-317 u. 369/01 – Slg. 2003, I-12301 = InfAuslR 2004, 32 (Abatay und Șahin); U. v. 9.12.2009 – C-300/09 u. C-301/09 – (Toprak), InfAuslR 2010, 48. 10 EuGH, U. v. 11.5.2000 – C-37/98 – Slg. 2000, I-2927 = InfAuslR 2000, 326 (Savaș). 11 EuGH, U. v. 21.10.2003 – C-317 u. 369/01 – Slg. 2003, I-12301 = InfAuslR 2004, 32 (Abatay und Șahin). 191 Rolf Gutmann gegenüber könnten in der Türkei ansässige türkische Unternehmer aus der Vorschrift Rechte herleiten und insoweit, abgeleitet auch ihre Beschäftigten. Das Bundessozialgericht folgte der Vorabentscheidung und verwies die Klagen von Abatay und Șahin zurück an das Bayerische Landessozialgericht12 zur Feststellung, ob die türkischen Unternehmer gegen das schon 1973 in Kraft befindliche Arbeitsüberlassungsgesetz mit dem Verbot der Leiharbeit verstießen. Eine Lösung für die Fernfahrer schien in Sicht und gerade in diesem Zeitpunkt wurde das deutsche Recht durch das Zuwanderungsgesetz geändert und es gab keine Arbeitserlaubnisse mehr. Plötzlich existierte nur noch eine zuständige Stelle, die Ausländerbehörde. Und es gab nur noch einen Typ der Erlaubnis, eine kombinierte Aufenthalts- und Arbeitserlaubnis. So hatte sich das Verfahren vor dem Landessozialgericht erledigt und eine Lösung war im Visumsrecht zu suchen. 1973 hatten die türkischen Fernfahrer im Güterfernverkehr mit der Türkei für diese Tätigkeit kein Visum benötigt. Zur gleichen Zeit und parallel zum Fall des Unternehmers Șahin hatte ich vor dem Verwaltungsgericht Berlin das Fortbestehen der Visumsfreiheit der Fernfahrer geltend gemacht. Das Verwaltungsgericht wies die Klage ab.13 Wir legten Berufung ein und während des Verfahrens traf der Europäische Gerichtshof die nächste Vorabentscheidung in den Sachen der Türken Tüm und Darı. Der Sachverhalt unterschied sich nur in wenigem von demjenigen der Eheleute Savaş. Letztere waren mit Visum nach Großbritannien gereist und durften bleiben. Die Herren Tüm und Darı begehrten nunmehr Visa für den alleinigen Zweck sich als Unternehmer in Großbritannien niederzulassen. Der Europäische Gerichtshof gestand ihnen diesen Anspruch zu.14 So sehen wir einen spezifischen Teil des Europäischen Rechtssystems. Der Europäische Gerichtshof konnte sein Fallrecht wechselnd mit Fällen aus Großbritannien und Deutschland entwickeln. Es ist zweifelhaft, ob die deutschen Gerichte nach einer unmittelbaren Anwendbarkeit und dem Inhalt der Standstill-Klausel im Zusatzprotokoll ohne die Vorabentscheidung im britischen Fall von Savaş gefragt hätten. Und wir wissen, dass der britische Richter zwar glaubte, dass türkische Unternehmer sich in Großbritannien niederlassen 12 BSG, U. v. 29.4.2004 – B 11 AL 3/04 R – InfAuslR 2004, 380. 13 VG Berlin, U. v. 3.7.2002 – 11 A 565/01 – InfAuslR 2002, 384. 14 EuGH, U. v. 20.9.2007 – C-16/05 – Slg. 2007; I-7415 = InfAuslR 2007, 428. 192 Döner und Zollunion dürften, aber er hielt den Antrag auf Visa für diesen Zweck für erforderlich. Der Fall Soysal und Savatlı Nach dem Urteil in der Rs. Tüm and Darı war die Entscheidung in der Rs. Soysal keine wirkliche Überraschung. Hier war neu die Rechtsfrage nach dem Verhältnis der mitgliedstaatlichen Verpflichtung aus der Standstill-Klausel zum Schengenrecht zu beantworten. In seinen frühen Entscheidungen zum Assoziationsrecht mit der Türkei hatte der Europäische Gerichtshof damit begonnen, dass er das Assoziationsrecht als Teil des Rechts der Gemeinschaft behandelte und verlangte, dass die Mitgliedstaaten ihre Verpflichtungen aus dem Gemeinschaftsrecht gegenüber Drittstaaten erfüllen.15 Es wäre höchst widersprüchlich gewesen, wenn nunmehr Europarecht die Mitgliedstaaten an der Erfüllung der Verpflichtungen hinderte, zu welcher sie dasselbe Europarecht verpflichtete. Deshalb enthalten die nachfolgenden wohlbekannten Sätze eigentlich Selbstverständlichkeiten: „57. Unter diesen Umständen stellt eine Regelung wie die im Ausgangsverfahren in Rede stehende eine „neue Beschränkung“ im Sinne von Art. 41 Abs. 1 des Zusatzprotokolls für das Recht türkischer Staatsangehöriger mit Wohnsitz in der Türkei dar, in Deutschland frei Dienstleistungen zu erbringen. 58. Dieses Ergebnis wird nicht dadurch in Frage gestellt, dass die gegenwärtig in Deutschland geltende Regelung lediglich die Umsetzung einer Vorschrift des abgeleiteten Gemeinschaftsrechts ist.“ Die Anwendung der Standstill-Klausel hat unterschiedliche Folgen in den Europäischen Mitgliedstaaten. Aber zunächst ist das Europäische Sichtvermerksabkommen zu betrachten. Auf Grund dieses Abkommens durften 1980 türkische Staatsangehörige frei nach Belgien, Deutschland, Frankreich, Großbritannien, Italien, Luxemburg, die Niederlande,16 Portugal und Spanien reisen. Spanien und Italien suspendierten bis heute dieses Abkommen in Bezug auf die Türkei nicht. Portugal suspendierte es in Bezug auf Türken 1991, war aber bereits 1986 der EG beigetreten. So haben türkische Touristen bis heute von Gesetzes wegen das Recht, visumsfrei in diese frei Länder zu reisen, sofern 15 EuGH, U. v. 16.12.1992 – C-237/91 – Slg. 1992, I-6781 = InfAuslR 1993, 41 (Kuş). 16 Vgl. EuGH, U. v. 6.6.1995 – C-434/93 – Slg. 1995, I-1475 = InfAuslR 1995, 261 (Bozkurt). 193 Rolf Gutmann sie dort keine wirtschaftlichen Aktivitäten entfalten. Ob sie für ökonomische Aktivitäten im Jahr 1973 oder später Visa benötigten, wäre im Einzelnen zu prüfen. Unklar ist, ob Griechenland das Sichtvermerksabkommen in Bezug auf Türken jeweils suspendierte. Die Türkei trat dem multilateralen Vertrag später als Griechenland bei. Griechenland hinterlegte bis heute keinen Vorbehalt zur Anwendung dieses Abkommens beim Europarat. Ob seine Erklärung beim Beitritt zum Abkommen genügt, ist zweifelhaft. Damals anerkannte Griechenland die Visumsfreiheit bezüglich aller im Zeitpunkt seines Beitritts bestehenden Vertragsstaaten. Die Folgen für Deutschland und weitere Fragen Deutschland hatte den generellen Visumszwang für alle türkischen Staatsangehörigen, ausgenommen mit Diplomatenpass, nach dem Militärputsch in der Türkei im Jahr 1980 eingeführt. Im Gefolge des Soysal-Urteils gab es in Deutschland eine intensive Diskussion, die teilweise eigenartige Formen annahm. So war die Homepage zweier Ausbilder der Bundespolizei, die eine nicht genehme Auffassung zu den rechtlichen Konsequenzen vertraten, die sich aus dem Soysal-Urteil ergaben, urplötzlich von den Dienstcomputern der Bundespolizei nicht mehr erreichbar. Der Vorgang wurde in der deutschen Presse berichtet und umgehend wurde die Sperre aufgehoben.17 Der damalige Bundesinnenminister Schäuble gab erstmals der türkischen Tageszeitung Hürriyet ein Interview, in dem er unzutreffend behauptete, das Soysal-Urteil ziehe keine rechtlichen Konsequenzen nach sich. Dieser Versuch der Täuschung der türkischen Öffentlichkeit hatte eine Strafanzeige wegen der Verfolgung Unschuldiger unter dem Vorwurf eines illegalen Aufenthalts in mittelbarer Täterschaft zur Folge. Das Strafverfahren wurde von der Staatsanwaltschaft Berlin gemäß § 170 Abs. 2 StPO eingestellt.18 Kurze Zeit später akzeptierte das Bundesinnenministerium, dass bestimmte Personengruppen auf Grund der Standstill-Wirkung für kurzfristige Aufenthalte visumsfrei ins Bundesgebiet einreisen dürfen: Künstler, Sportler, Wissenschaftler und Montagearbeiter. Unverändert muss um die Visumsfreiheit für Geschäftsleute gekämpft wer17Vgl. R. Gutmann, Dürfen Beamte lesen?, NJW Editorial 14/2009. 18 7.4.2009 – 74 Js 106/09. 194 Döner und Zollunion den. Sie hatten bis 1980 visumsfrei für die Dauer von höchstens drei Monaten einreisen dürfen (und weitere höchstens drei Monate nach einer Unterbrechung, aber niemals mehr als sechs Monate innerhalb eines Zeitraums von einem Jahr). Noch komplizierter und im Mittelpunkt des gegenwärtigen Interesses ist das Verhältnis der Standstill-Klauseln zur passiven Dienstleistungsfreiheit. Nach der bisherigen Rechtsprechung des Europäischen Gerichtshofs umfasst die Dienstleistungsfreiheit die aktive und die passive Ausübung: „15. Zu den gemeinschaftsrechtlich geregelten Situationen gehören u. a. diejenigen, die unter das durch Artikel 59 des Vertrages eingeräumte Recht auf freien Dienstleistungsverkehr fallen. Nach der Rechtsprechung des Gerichtshofes schließt dieses Recht die Freiheit der Leistungsempfänger ein, sich zur Inanspruchnahme einer Dienstleistung in einen anderen Mitgliedstaat zu begeben (Urteil Cowan, Randnr. 15). Unter Artikel 59 fallen somit alle Angehörigen der Mitgliedstaaten, die sich, ohne ein anderes durch den Vertrag gewährleistetes Freiheitsrecht in Anspruch zu nehmen, in einen anderen Mitgliedstaat begeben und dort Dienstleistungen in Empfang nehmen wollen oder die Möglichkeit haben, sie in Empfang zu nehmen. Diese Staatsangehörigen, zu denen auch Herr Bickel und Herr Franz gehören, können sich in den Aufnahmestaat begeben und sich dort frei bewegen. Im Übrigen bestimmt Artikel 8a des Vertrages: `Jeder Unionsbürger hat das Recht, sich im Hoheitsgebiet der Mitgliedstaaten vorbehaltlich der in diesem Vertrag und in den Durchführungsvorschriften vorgesehenen Beschränkungen und Bedingungen frei zu bewegen und aufzuhalten.´“19 Eine Fahrt eines Touristen mit der Metro in Paris bedeutet, eine Dienstleistung entgegenzunehmen.20 Der Europäische Gerichtshof fuhr in der Rs. Luisi und Carbone fort: „24. Zum Dienstleistungsverkehr heißt es in Artikel 106 Absatz 1, dass die sich darauf beziehenden Zahlungen zu liberalisieren sind, soweit der Dienstleistungsverkehr zwischen den Mitgliedstaaten selbst nach dem 19 EuGH, U. v. 24.11.1998 – C-274/96 – Slg. 1998, I-7637 (Bickel u. Franz), im Gefolge von EuGH, U. v. 31.1.1984 – 286/82 u. 26/83 -, Slg. 1984, 377 (Luisi und Carbone); U. v. 2.2.1989 – 186/87 –Slg. 1989, 19 (Cowan). 20 Vgl. Urteil i. S. Cowan, Fußnote 18. 195 Rolf Gutmann Vertrag liberalisiert ist. Nach Artikel 59 EWG-Vertrag werden die Beschränkungen des Dienstleistungsverkehrs innerhalb der Gemeinschaft während der Übergangszeit aufgehoben. Seit dem Ende der Übergangszeit müssen demnach die Beschränkungen der Zahlungen, die sich auf den Dienstleistungsverkehr beziehen, beseitigt sein. 25. Daraus ergibt sich, dass die Zahlungen, die sich auf den Fremdenverkehr, auf Geschäfts- oder Studienreisen und auf eine medizinische Behandlung beziehen, seit dem Ende der Übergangszeit liberalisiert sind.“21 Wichtig ist ein Blick in Art. 1 Abs. 1 der Richtlinie 64/221/EWG. Diese inzwischen außer Kraft getretene Bestimmung schützte ausdrücklich auch die Empfänger von Dienstleistungen. Wäre die passive Dienstleistungsfreiheit nicht Bestand des freien Dienstleistungsverkehrs, wäre Art. 1 Abs. 1 RL 64/221/ EWG ohne ausreichende Ermächtigungsgrundlage erlassen worden. Passive Dienstleistung als Bestandteil des Gemeinschaftsrechts und der Dienstleistungsfreiheit wurde nicht vom Europäischen Gerichtshof erfunden. Dieser Begriff war bereits in dem Zeitpunkt Bestandteil des Gemeinschaftsrechts, in dem das Zusatzprotokoll unterzeichnet wurde. Umgekehrt wäre eine besondere Regelung erforderlich gewesen, um diese Bedeutung dem Geltungsbereich der Standstillklausel zu entziehen. Tourismus, Geschäfts- und Studienreisen und Reisen zur medizinischen Behandlung werden im Europarecht vom Begriff der „Dienstleistung” erfasst. Ist das Recht eines völkerrechtlichen Vertrags der EU die Vorbereitung des Beitritts zu EU, muss eine einzelne Bestimmung dieses Vertrags genauso wie die im Europarecht verwendeten Begriffe ausgelegt werden.22 Der Begriff der Dienstleistung hat deshalb im Assoziationsrecht mit der Türkei dieselbe Bedeutung und umfasst ebenfalls passive Dienstleistungen. Wir können auch die unterschiedlichen sprachlichen Fassungen des Zusatzprotokolls betrachten. So lautet die englische Fassung von Art. 41 Abs. 1 des Zusatzprotokolls: „The Contracting Parties shall refrain from introducing between themselves any new restrictions on the freedom of establishment and the 21 Vgl. Fußnote 18. 22 EuGH, U. v. 29.4.1982 - 17/81 – Slg. 1982, 1331 (Pabst & Richarz). 196 Döner und Zollunion freedom to provide services.“ die deutsche Fassung: „Die Vertragsparteien werden untereinander keine neuen Beschränkungen der Niederlassungsfreiheit und des freien Dienstleistungsverkehrs einführen.“ die französische Fassung: „Les parties contractantes s’abstiennent d’introduire entre elles de nouvelles restrictions à la liberté d’établissement et à la libre prestation des services.“ die italienische Fassung: „Le parti contraenti si astengono dall’introdurre tra loro nuove restrizioni alla libertà di stabilimento e alla libera prestazione dei servizi.“ und die holländische Fassung: „De Overeenkomstsluitende Partijen voeren onderling geen nieuwe beperkingen in met betrekking tot de vrijheid van vestiging en het vrij verrichten van diensten.“ Wir können auch die türkische Fassung betrachten: „Akit taraflar, aralarında yerleşme hakki ve hizmet sunma serbestisine yeni kısıtlamalar getirmekten sakınılar.” Bindend sind gemäß Art. 64 des Zusatzprotokolls die deutsche, französische, italienische und türkische Fassung. Englisch ist nicht erwähnt. Das ist Folge des Umstands, dass Großbritannien während der Verhandlungen über das Zusatzprotokoll noch kein Mitgliedstaat der EG war. Aber auch wenn wir davon absehen, verwenden alle sprachlichen Fassungen einschließlich der englischen dieselbe Begrifflichkeit wie Art. 59 EG. Deshalb kann an der Übereinstimmung auch der Bedeutung der Begriffe kein Zweifel bestehen. Als Folge haben türkische Touristen auch heute noch auf Grund des Art. 41 Abs. 1 Zusatzprotokoll das Recht, visumsfrei nach Deutschland (und ebenso Belgien, Frankreich, Großbritannien, Italien, die Niederlande, Spanien und Portugal) einzureisen. 197 Rolf Gutmann Die Rechtslage in Österreich Folgen haben die Standstill-Klauseln auch in Österreich. Am 13.12.2011 entschied der Verwaltungsgerichtshof in Wien: „Ist einem türkischen Staatsangehörigen als Ehemann einer Österreicherin nach den Bestimmungen des FrG 1997 Niederlassungsfreiheit zugekommen, sodass die aufenthaltsrechtliche `Unregelmäßigkeit´ erst eine Folge des Inkrafttretens der Regelungen des NAG 2005 war, die aber eine neue Beschränkung darstellen und daher auf Grund der Stillhalteklausel nicht anzuwenden waren, steht auch die Voraussetzung des „ordnungsgemäßen Aufenthalts“ im Sinn des Art. 13 ARB 1/80 ungeachtet des Fehlens eines Aufenthaltstitels nicht der Anwendung der Stillhalteklauseln entgegen.“23 Es dürfen türkische Staatsangehörige nicht nur nach Großbritannien, sondern wenn sie mit ÖsterreicherInnen verheiratet sind, auch in den Schengenstaat Österreich visumsfrei zur Aufnahme einer selbständigen Erwerbstätigkeit einreisen. Auf Grund der grünen Grenzen im Raum des Schengener Abkommens kann mangels interner Grenzkontrollen faktisch in die anderen Schengen-Staaten gelangen, wer nach Österreich einreisen kann. Wegen einer frühen bilateralen Vereinbarung Deutschlands mit Brasilien dürfen heute Brasilianer in alle Schengen-Staaten visumsfrei einreisen. Dürfen türkische Staatsangehörige visumsfrei nach Österreich reisen, setzt dies die Visafreiheit für Türken für den gesamten Schengenraum auf die Tagesordnung und verlangt nach einer Änderung der EU-Visumsverordnung. Wo gibt es keinen Standstill-Effekt? Der Unterschied zwischen Großbritannien in der Rs. Tüm and Darı und Deutschland ist der Umstand, dass sich schon 1973 türkische Unternehmer in Deutschland nicht frei niederlassen durften. Seit dem 1.1.1991, als das Ausländergesetz 1990 in Kraft trat, haben die Inhaber einer Niederlassungserlaubnis das Recht zur selbständigen Erwerbstätigkeit.24 Dieses Recht ist gegenwärtig durch Art. 41 Abs. 1 des Zusatzprotokolls geschützt. In diesem Zusammenhang könnten wir auch das deutsch-türkische Niederlassungsabkommen von 23 VwGH Wien, Erkenntnis vom 13.12.2011 – 2008/22/0180 24 § 27 Abs. 1 Satz 2 AuslG 1990, jetzt: § 9 Abs. 1 Satz 2 AufenthG. 198 Döner und Zollunion 1928 und das Europäischen Niederlassungsabkommen betrachten. Aber die Standstill-Klausel hat auch keine Auswirkungen auf das neue Erfordernis der Sprachkenntnisse zum Familiennachzug nach Deutschland.25 Entgegengesetzte Auffassungen26 verkennen, dass der Familiennachzug außerhalb des Zwecks des Art. 41 Abs. 1 des Zusatzprotokolls liegt und dass Art. 13 ARB 1/80 nur nach der Genehmigung des Familiennachzugs zur Anwendung kommt, worauf z. B. die Entscheidung in der Rs. Meryem Demirel gründet.27 Und insbesondere Dienelt28 übersah, dass § 5 DVAuslG eine Ausnahme von der in § 2 AuslG 1965 aufgestellten allgemeinen Visumspflicht darstellte. Eine andere Frage wird in der Türkei oft diskutiert, ob nämlich Studenten als Empfänger von Dienstleistungen aus Art. 41 Abs. 1 Zusatzprotokoll Nutzen ziehen können. Diese Frage beantwortet sich an Hand der Rechtsprechung des Europäischen Gerichtshofs: „15. Nach Artikel 60 Absatz 1 EWG-Vertrag fallen unter das Kapitel über die Dienstleistungen nur `Leistungen, die in der Regel gegen Entgelt erbracht werden´. 16. Selbst wenn der Begriff des Entgelts in den Artikeln 59 ff. EWGVertrag nicht ausdrücklich definiert worden ist, kann seine Bedeutung aus Artikel 60 Absatz 2 EWG-Vertrag erschlossen werden, wonach als Dienstleistungen insbesondere gewerbliche, kaufmännische, handwerkliche und freiberufliche Tätigkeiten gelten. 17. Das Wesensmerkmal des Entgelts ist also, dass es die wirtschaftliche Gegenleistung für die betreffende Leistung darstellt, wobei die Gegenleistung in der Regel zwischen dem Erbringer und dem Empfänger der Leistung vereinbart wird. 18. Dieses Merkmal fehlt bei einem im Rahmen des nationalen Bildungssystems erteilten Unterricht. Zum einen will der Staat durch die Errichtung und Erhaltung eines solchen Systems keine gewinnbringende Tätigkeit aufnehmen; vielmehr erfüllt er dadurch auf sozialem, kulturellem und bildungspolitischem Gebiet seine Aufgaben gegenüber 25 26 27 28 V. Westphal, InfAuslR 2009, 133. K. Dienelt, InfAuslR 2001, 473, Mielitz, NVwZ 2009, 276; Weh, InfAuslR 2008, 381. Siehe oben Fußnote 2. Siehe oben Fußnote 24. 199 Rolf Gutmann seinen Bürgern. Zum anderen wird dieses System in der Regel aus dem Staatshaushalt und nicht von den Schülern oder ihren Eltern finanziert. 19. An der Natur dieser Tätigkeit ändert sich nichts dadurch, dass die Schüler oder ihre Eltern manchmal Gebühren oder ein Schulgeld zahlen müssen, um in gewissem Umfang zu den Kosten für die Erhaltung der Funktionsfähigkeit des Systems beizutragen. Erst recht kann der bloße Umstand, dass die Zahlung einer Einschreibegebühr nur von ausländischen Schülern verlangt wird, keine solche Wirkung haben. 20. Somit ist auf den ersten Teil der zweiten Frage zu antworten, dass Artikel 59 EWG-Vertrag dahin auszulegen ist, dass der Unterricht an einer Fachschule, der innerhalb des nationalen Bildungswesens zum Sekundarunterricht gehört, nicht als Dienstleistung im Sinne dieser Bestimmung zu qualifizieren ist.“29 Falls ein Student jedoch einen Sprachkurs belegt, der für jedermann offen ist und wenn die Gebühren für den Kurs die Kosten decken sollen, dann erhält er eine Dienstleistung und kann sich auf die Standstill-Klausel berufen.30 Unternehmer und Zollunion Ich möchte nun die Diskussion auf eine Standstill-Klausel erweitern, zu deren Entdeckung mich das deutsche Auswärtige Amt in einem Verfahren vor dem Verwaltungsgericht Berlin zwang. Das Auswärtige Amt argumentierte, dass Geschäftsleute außerhalb des Anwendungsbereichs des Art. 41 Abs. 1 des Zusatzprotokolls liege. In der Tat führt der Europäische Gerichtshof aus: “46. Betrifft eine nationale Maßnahme aber sowohl den freien Warenverkehr als auch den freien Dienstleistungsverkehr, so prüft sie der Gerichtshof grundsätzlich nur im Hinblick auf eine dieser beiden Grundfreiheiten, wenn sich herausstellt, dass im konkreten Fall eine der beiden Freiheiten der anderen zugeordnet werden kann und ihr gegenüber völlig zweitrangig ist (vgl. in diesem Sinne Urteile vom 24. März 1994 in der Rechtssache C-275/92, Schindler, Slg. 1994, I-1039, Randnr. 22, und vom 22. Januar 2002 in der Rechtssache C-390/99, Canal Satéli29 EuGH, U. v. 27.9.1988 – 263/86 – Slg. 1988, 5365 (Humbel). 30 S. Völker, Passive Dienstleistungsfreiheit im Europäischen Gemeinschaftsrecht, 1990, S. 124. 200 Döner und Zollunion te Digital, Slg. 2002, I-607, Randnr. 31).“31 Aktivitäten, die für den Verkauf von Gütern in anderen Mitgliedstaaten entfaltet werden müssen, unterfallen deshalb nicht der Freiheit des Dienstleistungsverkehrs und dasselbe gilt für ambulante Verkaufstätigkeit.32 Wegen der Identität der Begriffe muss das im Fall Keck gefundene Recht auf die Assoziation mit der Türkei erstreckt werden. Es bestehen nun weitere Vorschriften, die uns in diesem Zusammenhang interessieren: Art. 10 des Assoziierungsabkommens mit dem Ziel der Zollunion ist im Wortlaut vergleichbar mit Art. 12 des Abkommens, welcher nicht unmittelbar anwendbar ist.33 Aber wichtig sind hier die Art. 21 ff. des Zusatzprotokolls. Art. 21 enthält ein Programm mit dem Verbot neuer quantitativer Beschränkungen von Importen und Maßnahmen mit der gleichen Wirkung. Der Wortlaut von Art. 22 Abs. 1 ist bedeutsam: “Die Vertragsparteien werden untereinander weder neue mengenmäßige Einfuhrbeschränkungen noch Maßnahmen gleicher Wirkung einführen.“ Art. 22 Abs. 2 statuiert einige Ausnahmen von diesem Grundsatz. Absatz 1 ist geeignet, unmittelbare Wirkung entfalten. Die Vorschrift ist klar, ohne Vorbedingungen und es wird keine weitere Voraussetzung für die Umsetzung ins nationale Recht benötigt. Die Vorschrift hat deshalb dieselbe Wirkung wie Art. 41 Abs. 1 des Zusatzprotokolls. Wichtig ist auch noch Art. 29 Satz 2 des Zusatzprotolls, der willkürliche Diskriminierung und eine verschleierte Beschränkung des Handels verbietet. Wir kehren deshalb zur Rechtsprechung des Europäischen Gerichtshofs in der Rs. Dassonville zurück, in der unterschiedliche Voraussetzungen auf Grund der Herkunft untersagt werden: „Ein solcher Fall kann vorliegen, wenn ein Mitgliedstaat den Nachweis des Ursprungs eines Erzeugnisses an Formalitäten knüpft, denen ohne ernstliche Schwierigkeiten zu genügen praktisch allein die Direktimporteure in der Lage sind. Sonach stellt es eine mit dem Vertrag un31 EuGH, U. v. 25.3.2004 – C-71/02 – Slg. 2004, I-3025 (Karner). 32 EuGH, U. v. 24.11.1993 – C-267791 – Slg. 1993, I-6097 (Keck); U. v. 13.1.2000 – C-254/98 – Slg. 2000, I-151 (TK-Heimdienst Sass); U. v. 26.5.2005 – C-20/03 – Slg. 2005, I-4133 (Burmanjer). 33 EuGH, U. v. 30.9.1987 (Demirel), siehe oben Fußnote 2. 201 Rolf Gutmann vereinbare Maßnahme mit gleicher Wirkung wie eine mengenmäßige Beschränkung dar, wenn ein Mitgliedstaat eine Echtheitsbescheinigung verlangt, die sich der Importeur eines in einem anderen Mitgliedstaat ordnungsgemäß im freien Verkehr befindlichen echten Erzeugnisses schwerer zu beschaffen vermag als der Importeur, der das gleiche Erzeugnis unmittelbar aus dem Ursprungsland einführt.“34 Weitere Entscheidungen können ergänzend angeführt werden.35 Waren können auch auf Touren verkauft werden, ohne Niederlassung in einem anderen Mitgliedstaat, mit eigenem Personal, das nicht in diesem Mitgliedstaat lebt.36 So enthält die Bewegung von Waren ein vorübergehendes Recht für die Unternehmer selbst. Die Freiheit des Warenverkehrs enthält eine aufenthaltsrechtliche Komponente, die der Standstillklausel unterliegt. Zollunion und Diskriminierungsverbot Und so kommen wir zur letzten Frage: enthält die Zollunion ein Reiserecht für die Personen, welche die Waren zum Käufer bringen? Nach der Logik des Urteils TK-Heimdienst37 sind geschützte Tätigkeiten Verkaufsreisen der Vertreter türkischer Firmen zum Absatz ihrer Produkte einschließlich der Teilnahme an Verkaufsmessen. Schon dies gebietet die Visumsfreiheit für türkische Geschäftsleute und Handelsvertreter, sowie – im Rahmen insbesondere von Messen – ihr Hilfspersonal, das sie zum Aufstellen ihrer Stände und für Werbegespräche einsetzen. Ein weiterer Gedanke tritt ergänzend hinzu. Der ARB 1/95 soll die Zollunion vollenden. In der Zollunion treten die Wirtschaftssubjekte einander gleichberechtigt gegenüber und stehen in einem gleichen Wettbewerb. Art. 9 des Assoziationsabkommens EWG-Türkei verbietet für den Anwendungsbereich des Abkommens unbeschadet der besonderen Bestimmungen, die möglicherweise auf Grund von Artikel 8 noch erlassen werden, dem im EWG-Vertrages 34 EuGH, U. v. 11.7.1974 – 8/74 – Slg. 1974, 837 (Dassonville). 35 EuGH, U. v. 15.12.1993 – C-2927)2 – Slg. 1993, I-6787 (Hünermund); U. v. 2.6.1994 – C-401 u. 402/92 – Slg. 1994, I-2199 (Tankstation-T Heukske Vof u. Boermans); U. v. 13.1.2000 – C254/98 – Slg. 2000, I-151 (TK-Heimdienst); U. v. 25.3.2004 (Karner), siehe oben Fußnote 29. 36 EuGH, U. v. 13.1.2000 (TK-Heimdienst), siehe oben Fußnote 33. 37 Siehe oben Fußnote 33. 202 Döner und Zollunion verankerten Grundsatz entsprechend jede Diskriminierung aus Gründen der Staatsangehörigkeit. In seinem (zweiten) Schlussantrag in der Rs. Sürül vertrat Generalanwalt La Pergola die Auffassung, dass diese Bestimmung unmittelbar anwendbar sei. Der Europäische Gerichtshof folgte ihm nicht, lehnte diese Auffassung aber auch nicht ab, sondern wandte nach dem Grundsatz des Vorrangs der Spezialvorschrift vor einer allgemeinen Bestimmung den sozialrechtlichen Gleichheitssatz des Art. 3 ARB 3/80 an.38 Vorrangige Spezialvorschriften sind auch der arbeitsrechtliche Gleichheitssatz in Art. 37 ZusProt und Art. 10 ARB 1/80.39 In einer neueren Entscheidung indes wendet der Gerichtshof den Gleichheitssatz des Art. 9 des Assoziationsabkommens an, um die Erhebung von Gebühren für Aufenthaltstitel in den Niederlanden als unzulässige Diskriminierung einzuordnen.40 So ist auch diese Vorschrift zu Gunsten türkischer Unternehmer zur Herstellung der Wettbewerbsgleichheit heranzuziehen. Auch diese Erwägung spricht für die Visumsfreiheit von Tätigkeiten türkischer Unternehmer im Rahmen des Warenverkehrs mit der Türkei. Dadurch sind im Unterschied zur Standstill-Klausel alle Mitgliedstaaten, auch neu beitretende gebunden. Insbesondere geht Art. 5 ARB 1/95 weiter als eine Standstill-Klausel. Danach sind mit der Gründung der Zollunion mit der Türkei im Warenverkehr sämtliche mengenmäßigen Beschränkungen oder Maßnahmen gleicher Wirkung verboten. Diese Vorschrift stellt ein bereichsbezogenes Diskriminierungsverbot dar und verbessert die Lage türkischer Importeure gravierend. Es ist deshalb verfehlt zu behaupten, der ARB 1/95 habe kaum zu innovativen Impulsen für die Zollunion mit der Türkei geführt.41 Art. 5 ARB 1/95 geht als spezielles Verbot wie die Art. 3, 6 Abs. 1 Unterabs. 1 ARB 3/80 dem allgemeinen Diskriminierungsverbot gemäß Art. 9 AssAbk vor. Wie mengenmäßige Beschränkungen wirken das Verbot, eigene Vertreter zum Kunden zu Gesprächen über Bestellungen zu senden oder das Verbot, mit eigenem Personal bei Verkaufsmessen im Gebiet der Zollunion aufzutreten. 38 EuGH, Urteil vom 4.5.1999 – C-262/96 – (Sürül), Slg. 1999, I-2685. 39 Vgl. EuGH, Urteil vom 26.10.2006 – C-4/05 – (Güzeli), Slg. 2006, I-10279. 40 EuGH, Urteil vom 29.4.2010 – C-92/07 – (Kommission gg. Niederlande). 41So Gümrükçü, Türkei und Europäische Union im Lichte der vollenden Zollunion, 1997, S. 88. 203 Rolf Gutmann Ein anderes Beispiel kann der Werkverkehr, also der Transport eigener Güter zwischen zwei Niederlassungen im Gebiet der Zollunion sein. Für diese Sachlage behauptete das Bundesverwaltungsgericht eine zulässige Beschränkung der Dienstleistungsfreiheit.42 Allerdings erbringt niemand sich selbst gegenüber einer Dienstleistung; es handelt sich um Tätigkeit, die Bestandteil des Warenverkehrs ist. Eine Beschränkung von eigenen Warentransporten eines Unternehmens wirkt gleich wie eine mengenmäßige Beschränkung des Warenverkehrs. Sie ist dann zulässig, wenn in der EU ansässige Unternehmen dieselbe Beschränkung zu beachten haben. Zu prüfen ist deshalb, ob für den Werkverkehr zwischen den Mitgliedstaaten eine Gemeinschaftslizenz benötigt wird. Nun bestimmt Art. 1 der VO 1072/09/EG, dass in der EU ansässige Unternehmer eigene Güter mit eigenen Fahrzeugen und eigenem Personal in und zwischen den Mitgliedstaaten transportieren dürfen, sofern diese Tätigkeiten nur Hilfstätigkeiten im eigenen Unternehmen darstellen. Diese Verordnung ist zwar erst ab 4.12.2011 anzuwenden. Doch bestimmte seit Herstellung der Zollunion mit der Türkei, schon Anhang II zur VO 881/92/EG dieselbe Genehmigungsfreiheit für den Werkverkehr. Die Bereichsausnahme der Genehmigungsfreiheit für den Werkverkehr entspricht der Abgrenzung zwischen Dienstleistungs- und Warenverkehr. Wer etwa eigene Güter mit fremdem Personal transportiert, bedient sich in Form des Personaleinsatzes fremder Dienstleistung. Wer fremde Güter mit eigenen Fahrzeugen und eigenem Personal transportiert, erbringt die Dienstleistung eines Spediteurs. Und wer für den Warentransport eigene Fahrzeuge mit eigenem Personal einsetzt, betätigt sich im Warenverkehr. Allerdings lässt Art. 1 Abs. 2 VO 1072/09/EG bilaterale Abkommen mit Drittstaaten unberührt. Dazu könnte auch das bilaterale Abkommen mit der Türkei gehören. Doch die Aufrechterhaltung der Genehmigungspflicht für den Transport eigener Güter aus der Türkei in die Mitgliedstaaten würde für die produzierenden türkischen Unternehmen eine Maßnahme mit gleicher Wirkung wie eine mengenmäßige Beschränkung darstellen. Mengenmäßige Beschränkungen der Ein- und Ausfuhr sowie alle Maßnahmen mit gleicher Wirkung sind gemäß Art. 5 f. ARB 1/95 in der Zollunion mit der Türkei un42 BVerwG, U. v. 30.6.2011 – 3 C 18.10 -, NVwZ 2012, 247. 204 Döner und Zollunion tersagt. Die Bestimmungen sind nahezu wortgleich mit Art. 34 f. AEUV und in gleicher Weise der unmittelbaren Anwendung fähig. Deshalb sind die Mitgliedstaaten nicht befugt, in der einheitlichen Zollunion mit der Türkei den Werkverkehr der Unternehmen als Teil des Warenverkehrs mit der Türkei zu behindern, nachdem sie den ausschließlich in der EU ausgeführten Werkverkehr vollständig genehmigungsfrei und unkontrolliert ausgestalten. Das bilaterale Abkommen mit der Türkei kann sich deshalb nur auf den Verkehr im Rahmen der Erbringung grenzüberschreitender Dienstleistungen beziehen, nicht aber auf den Warenverkehr. Wir starteten im Feld des Standstill und enden beim Verbot der Diskriminierung und damit beim Kampf um gleiche Rechte, der noch zu führen ist. 205 206 Döner and the Customs Union Döner and the Customs Union Rolf Gutmann* An Unwritten Standstill Clause My way to the immigration law began around 1980 with the participation in a weekend seminar of the German Bar Association in the Lüneburg Heath. The event was chaired by Helmut Rittstieg together with Berlin lawyer Jürgen Moser. Nearly 15 years later Rittstieg will be my doctoral supervisor. In our law firm I had been assigned to immigration law, the unknown branch of law which is so far from university education. Three years later I had the first handling in the European Court of Justice: the case of a Greek national Anastasia Peskeloglou1. It was a standstill decision. Germany had imposed new requirements for the granting of work permits for foreigners. The ECJ rejected its applicability to Greece, referring to the Accession Treaty which took effect on January 1, 1981, and pointed out an unwritten standstill clause: “12. That provision, which is intended to prevent disturbance of the labour market both in Greece and in the other member states as a result of immediate and substantial movements of workers following accession, constitutes derogation from the principle of the free movement of workers laid down in article 48 of the EEC treaty. As such it must be interpreted restrictively, as is apparent from article 44 of the act of accession which lays down the principle that article 48 of the treaty is * Dr. Dr. h.c. Rolf Gutmann is an attorney specialized in administrative law, based in Stuttgart. He is co-editor of Informationsbrief Ausländerrecht and part oft he team publishing the Gemeinschaftskommentar zum Aufenthaltsgesetz (Commentary to the Residence Law). In 2010 he received an honorary doctor’s degree by Yeditepe University, Istanbul and was made honorary professor. The paper is a revised version of his initiation lecture on 12 May 2010. 1 EuGH, U. v. 23.3.1983 – 77/82 – Slg. 1983, 1085 = InfAuslR 1983, 223 m. Anm. Gutmann. 207 Rolf Gutmann immediately applicable, subject to the transitional provisions contained inter alia in article 45. 13. From that it follows that the federal republic of Germany is authorized to maintain existing restrictions but may not in any circumstances during the transitional period make more stringent the conditions on the taking up and pursuit of employment by Greek nationals through the introduction of fresh restrictive measures.” I was very proud that time that I was the first in Germany who recognized the legal problem. Immediately after instituting proceedings, a judge from a Social Court was found who was ready to apply for a preliminary ruling. In the following cases, we always had to think about the reasoning of the European Court of Justice in the lawsuit of Peskeloglou. But, of course, I could start with the story of the case of Meryem Demirel, who wanted to remain in Schwäbisch Gmünd, where her husband lived and worked. The European Court found no way how to help her. However, the ECJ insisted on being responsible for cases of Turkish nationals within the framework of the EC agreement with Turkey2. At that time Greece tried twice to stop by means of judicial proceedings the payments, which were promised by the EC to Turkey in the Association Council Decision 2/80. Greece lost both lawsuits3. But it succeeded in practical politics. Turkey did not receive the promised payment. Even more importantly, on the basis of both judgments, it was an obvious task of the European Court of Justice to interpret the law in cases concerning Turkey. The opposite viewpoint had lost its right for existence4. The next case related to a Turkish national before the European Court was that of a Turkish worker. Mr Sevince wanted to continue an occupation that he had taken during the administrative proceedings for extension of his expired residence permit. But the right for employment on the basis of suspensive effect, meaning an interim right, did not guarantee him permanent residence5. 2 EuGH, U. v. 23.3.1983 – 77/82 – Slg. 1983, 1085 = InfAuslR 1983, 223 m. Anm. Gutmann. 3 EuGH, U. v. 30.9.1987 – 12786 – Slg. 1987, 3179 = InfAuslR 1987, 305 m. Anm. Gutmann. 4 EuGH, U. v. 27.9.1988 – 204/86 – Slg. 1988, 5232 (Griechenland gg. Rat); U. v. 14.11.1989 – 30/88 – Slg. 1989, 3711 (Griechenland gg. Kommission). 5 Especially K. Hailbronner, Die Freizügigkeit türkischer Staatsangehöriger nach dem Assoziationsabkommen EWG/Türkei (Free movement of Turkish citizens after the ECC-Turkey Associations Agreeent), EuR 1984, 54 et seq. 208 Döner and the Customs Union Not all decisions of the ECJ concerning the EU association will be examined in this paper, but only those which I took part in6. “Standstill” as a Problem “Standstill” became a magic word in the relationship of the European Union with Turkey. Standstill implies maintenance of a steady situation, not its change. Claiming the implementation of standstill literally does not entail demanding a better situation in the future. Standstill is opposed to the progression into the future and is comparable with a return to the past. Standstill is another word for stagnation, the magic word with which Gorbachev was fighting for a better future for Russia. And so it is very strange that the progressive forces within the European Union welcome the standstill principle in the case of Turkey and the conservatives reject it. In Turkey, on the other hand, this principle is approved in general and thus the current situation is rejected. The need for standstill and restoration of a previous state and the designation of this process as the progress is the result of many years of violation of the agreements between the EEC and Turkey. This situation has existed for so long that both sides believe that return to the past is an improvement of the situation of Turkey. The discussion of the normative content of the standstill clause proceeded in the same way as the discussion about the interpretation of Article 6 and 7 of Association Council Decision No 1/80: the German federal courts started their argumentation with the denial of immediate applicability. Article 13 of Decision No 1/80 states: “The Member States of the Community and Turkey may not introduce new restrictions on the conditions of access to employment applicable to workers and members of their families legally resident and employed in their respective territories.” The provision grants rights to those Turkish nationals who live in any 6 EuGH, U. v. 17.4.1997 – C-351/95 – Slg. 1997, I-2133 (Kadıman); U. v. 19.11.1998 – C-210/97 – Slg. 1998, I-7519 (Akman); U. v. 21.10.2003 – C-317 u. 369/01 – Slg. 2003, I-12301 (Abatay and Șahin); U. v. 19.2.2009 – C-228/06 – Slg. 2009, I-1031 = InfAuslR 2009, 135 (Soysal and Savatlı). 209 Rolf Gutmann Member State of the European Union. The rights are granted not only to workers, but also people who are not currently employed, but have the intention to take up paid employment. Only in this way the phrase “and their family members” has sense. Article 13 of Decision 1/80 grants the same rights to the EU citizens living in Turkey. The Federal Social Court7, for example, interpreted the provision with the statement as narrow as possible, so, that the resulting benefits relate only to changes which come into force only after the entry of an individual to the country. This interpretation would lead to a difficult and practically almost unsolvable task to determine in each separate case the actual legal situation that existed during the initial entry of a single person into the country. And in 2009 the Federal Administrative Court opined that the legal situation was decisive that prevailed at the time of entry of the person in question. Later improvements could legally be taken back.8Consequently, the European Court of Justice decided the other way around, that the standstill clause has the same legal consequences for all people and that these consequences are not based on the date of the first entry9. Standstill Clauses are one-way streets. Progress through Döner Kebab The European Court of Justice prevented further negative decisions of the Federal Social Court and the Federal Administrative Court on the meaning of Article 41 paragraph 1 of the Additional Protocol signed in Brussels on November 23, 1970: “The Contracting Parties shall refrain from introducing between themselves any new restrictions on the freedom of establishment and the freedom to provide services”. In the case of Savaş judgement by the ECJ was passed four months after the above mentioned decision of the Federal Social Court10. Mr and Mrs Savaş had entered the UK with a temporary visa for short stays. However, they did not return to Turkey on the expiry of their visa. Instead, Mr Savaş opened a shirt 7 B. v. 11.1.2000 – B 11 AL 29/99 B. 8 U. v. 8.12.2009 – 1 C 16.08 -, InfAuslR 2010, 274 m. Anm. Gutmann. 9 ECJ, U. v. 21.10.2003 – C-317 u. 369/01 – Slg. 2003, I-12301 = InfAuslR 2004, 32 (Abatay and Șahin); U. v. 9.12.2009 – C-300/09 u. C-301/09 – (Toprak), InfAuslR 2010, 48. 10 EuGH, U. v. 11.5.2000 – C-37/98 – Slg. 2000, I-2927 = InfAuslR 2000, 326 (Savaș). 210 Döner and the Customs Union factory, and later, during the legal dispute over the acquisition of a residence permit, two fast food shops. Thus, the production of a typical Turkish food product, the döner kebab, has become a part of the European law. In the case of Savaş, the European Court of Justice decided that Article 41 paragraph 1 of the Additional Protocol was directly applicable. In 1973, when the direction came into effect, Turkish nationals were allowed to settle in the UK without restrictions and including self-employment, and so the couple Savaş continued to hold this right in 2000. In June 2001, the Federal Social Court decided to apply for a preliminary ruling to the ECJ in two cases concerning participation of Turkish long-distance truck drivers in long haul with Turkey who did not possess a work permit. In 1973, the drivers had not needed any work permit on these routes. In its decision in the case Abatay and Şahin11, the ECJ denied the right of drivers that could be derived from the standstill clause of Article 13 of Decision 1/80. Companies based in the Member States also could not derive any rights from Article 41, Paragraph 1 of the Additional Protocol. In contrast, Turkish entrepreneurs registered in Turkey could derive rights from the regulation, and so did their employees. The Federal Social Court followed the preliminary ruling and forwarded the complaints of Abatay and Şahin back to the Bavarian State Social Court12 to determine whether Turkish entrepreneurs had broken the Law on Temporary Employment which was in force in 1973 with the prohibition of temporary work. A solution for truck drivers appeared in sight and just at that time the German law was revised with the help of the Immigration Act and there were no more work permits. Suddenly, only one competent body remained, namely the immigration office. And there was only one type of permit, a combination of residence and work permit. So, the proceedings before the State Social Court were closed without a decision being taken and a solution was to be sought in the visa regulations. In 1973, the Turkish drivers had required no visa for this activity in the long haul with Turkey. At the same time and parallel to the case of the entrepreneur Şahin, I in11 ECJ, U. v. 21.10.2003 – C-317 u. 369/01 – Slg. 2003, I-12301 = InfAuslR 2004, 32 (Abatay and Șahin). 12 BSG, U. v. 29.4.2004 – B 11 AL 3/04 R – InfAuslR 2004, 380. 211 Rolf Gutmann voked the continuing existence of the visa-free regime for truck drivers before the Administrative Court in Berlin. The Administrative Court dismissed this action13. We appealed, and during the legal proceedings the European Court of Justice gave the next preliminary ruling in the case of Turkish nationals Tüm and Dari. The situation was not much different from that of Mr and Mrs Savas. The latter had come to Britain with a visa and were allowed to stay there. Mr Dari and Mr Tüm now wanted to receive visa for the sole purpose of staying in the UK in the capacity of entrepreneurs. The European Court of Justice admitted their claim14. Thus, we can see a specific part of the European legal system. The European Court of Justice could have developed its case law alternating in cases from the UK and Germany. It is doubtful whether the German courts would have asked for a preliminary ruling regarding immediate applicability and contents of the standstill clause in the Additional Protocol without the preliminary ruling in the British case of Savaş. And we know that though the British judge believed that Turkish entrepreneurs should be allowed to settle in Britain, he considered applying for visa for this purpose as indispensable. The case of Soysal and Savatli Following the judgment in the case of Tüm and Dari, the decision in the case of Soysal was no real surprise. Here again, the legal question about the relationship of the obligations of the Member States under the standstill clause and the Schengen regulations was to be answered. In its early decisions concerning the association law with Turkey, the European Court of Justice had started to treat the association law as part of Community law, and had required the Member States to meet their obligations implied in Community law in relation to third countries15. It would be highly contradictory if European law now prevented the Member States from fulfilling the obligations to which they are committed by the European law itself. Therefore, the following well-known paragraphs stated not more than the obvious: “57. Under those circumstances, it must be concluded that legislation 13 VG Berlin, U. v. 3.7.2002 – 11 A 565/01 – InfAuslR 2002, 384. 14 ECJ, U. v. 20.9.2007 – C-16/05 – Slg. 2007; I-7415 = InfAuslR 2007, 428. 15 ECJ, U. v. 16.12.1992 – C-237/91 – Slg. 1992, I-6781 = InfAuslR 1993, 41 (Kuş). 212 Döner and the Customs Union such as that at issue in the main proceedings constitutes a ‘new restriction’, within the meaning of Article 41(1) of the Additional Protocol, of the right of Turkish nationals resident in Turkey freely to provide services in Germany. 58. That conclusion cannot be called into question by the fact that the legislation currently in force in Germany merely implements a provision of secondary Community legislation.” The application of the standstill clause has different consequences in the European Member States. But first of all, the European visa agreement is to be considered. Based on this Agreement, Turkish nationals could travel freely in 1980 to Belgium, Germany, France, Great Britain, Italy, Luxembourg, the Netherlands16, Portugal and Spain. Spain and Italy did not suspend the terms of this agreement with regard to Turkey until today. Portugal had suspended the terms of the agreement in relation to Turkish nationals in 1991, but joined the EU in 1986. So, currently Turkish tourists have the legal right to travel visafree in these countries, on condition that they do not perform any economic activity there. It should be examined separately, whether they required visa for economic activities in 1973 or later. It is unclear whether Greece has suspended the visa agreement with respect to Turkish nationals. Turkey ratified the multilateral treaty later than Greece. Greece has lodged no reservation to date to the Council of Europe for the application of this Agreement. It is doubtful that its declaration on accession to the Convention suffices. At that time, Greece recognized the visa exemption with respect to all contracting states at the time of its accession. The Consequences for Germany and Further Questions Germany had introduced the general visa requirement for Turkish nationals, except those with diplomatic passports, after the military coup in Turkey in 1980. In the wake of the Soysal ruling, there was an intense discussion in Germany, which took some strange forms. One of them was the homepage of two instructors of the federal police who held a view of the legal consequences arising from the Soysal ruling that was objectionable to the authorities. This 16 Compare ECJ, U. v. 6.6.1995 – C-434/93 – Slg. 1995, I-1475 = InfAuslR 1995, 261 (Bozkurt). 213 Rolf Gutmann homepage became suddenly no longer accessible from the federal police computers. This incident was reported in the German press and the ban was immediately removed17. The Federal Interior Minister Schäuble gave an interview for the first time to the Turkish daily newspaper “Hurriyet” in which he incorrectly claimed that Soysal ruling did not have any legal consequences. This attempt to deceive the Turkish public led to the lodging of a criminal complaint because of persecution of innocents on charges of illegal stay in indirect perpetration. Charges were dropped by the public prosecutor’s office of Berlin under Section 170 paragraph 2 of the Code of Criminal Procedure18. A short time later, the Interior Ministry accepted that certain groups of people were allowed to enter the country without a visa due to the standstill effects for short-term stays. These were artists, sportsmen, scientists and assemblers. There is a continuous fight for visa exemption for businessmen. They were allowed to enter without a visa until 1980 for a term not exceeding three months (and the next three months after a break in stay, but no more than six months within a period of one year). The connection between the standstill clause and the passive freedom to provide services is more complicated and is in the focus of the present paper. Under the existing case law of the European Court of Justice the freedom to provide services includes its active and passive use: “15. Situations governed by Community law include those covered by the freedom to provide services, the right to which is laid down in Article 59 of the Treaty. The Court has consistently held that this right includes the freedom for the recipients of services to go to another Member State in order to receive a service there (Cowan, paragraph 15). Article 59 therefore covers all nationals of Member States who, independently of other freedoms guaranteed by the Treaty, visit another Member State where they intend or are likely to receive services. Such persons - and they include both Mr Bickel and Mr Franz - are free to visit and move around within the host State. Furthermore, pursuant to Article 8a of the Treaty, `[e]very citizen of the Union shall have the right to move and 17 Compare R. Gutmann, Dürfen Beamte lesen?, NJW Editorial 14/2009. 18 7.4.2009 – 74 Js 106/09. 214 Döner and the Customs Union reside freely within the territory of the Member States, subject to the limitations and conditions laid down in this Treaty and by the measures adopted to give it effect.”19 A ride on the metro in Paris means to receive a service20. The European Court of Justice continued in its ruling Luisi and Carbone: “24. As regards the movement of services, article 106 (1) provides that payments relating thereto must be liberalized to the extent to which the movement of services itself has been liberalized between member states in accordance with the treaty. By virtue of article 59 of the treaty, restrictions on the freedom to provide services within the community were to be abolished during the transitional period. As from the end of that period, any restrictions on payments relating to the provision of services must therefore be abolished. 25. Consequently, payments relating to tourism and travel for the purposes of business, education or medical treatment have been liberalized since the end of the transitional period.”21 It is important to take a look at Article 1, paragraph 1 of Directive 64/221/ EEC, which has expired in the meantime. This provision explicitly protects the recipients of services. If the ‘passive’ component of the freedom to provide services had not been part of the movement of services, than Article 1, paragraph 1 of the Directive 64/221/EEC would have been adopted without adequate legal authorisation. Passive freedom to receive services as part of Community law and the freedom to provide services were not invented by the European Court of Justice. This term was already a part of Community law in the time period, in which the Additional Protocol was signed. Conversely, a special provision would be necessary in order to evade this meaning from the scope of the standstill clause. Tourism, business and study trips and travel for medical treatment are embraced by the notion of “service” in European law. If the law of an international treaty of the EU is a preparation for accession to the EU, an individual provi19 ECJ, U. v. 24.11.1998 – C-274/96 – Slg. 1998, I-7637 (Bickel u. Franz), owing to ECJ, U. v. 31.1.1984 – 286/82 u. 26/83 -, Slg. 1984, 377 (Luisi and Carbone); U. v. 2.2.1989 – 186/87 –Slg. 1989, 19 (Cowan). 20 Vgl. Urteil i. S. Cowan, Fußnote 18. 21 Compare with the footnote 18. 215 Rolf Gutmann sion of this Agreement must be interpreted in the same way as the concepts used in European law22. The concept of service has therefore the same meaning in Turkey-EC Association Law and also includes passive services. We can also look at different linguistic versions of the Additional Protocol. This is the English version of Article 41 paragraph 1 of the Additional Protocol: „The Contracting Parties shall refrain from introducing between themselves any new restrictions on the freedom of establishment and the freedom to provide services.“ the German version: „Die Vertragsparteien werden untereinander keine neuen Beschränkungen der Niederlassungsfreiheit und des freien Dienstleistungsverkehrs einführen.“ the French version: „Les parties contractantes s’abstiennent d’introduire entre elles de nouvelles restrictions à la liberté d’établissement et à la libre prestation des services.“ the Italian version : „Le parti contraenti si astengono dall’introdurre tra loro nuove restrizioni alla libertà di stabilimento e alla libera prestazione dei servizi.“ and the Dutch version: „De Overeenkomstsluitende Partijen voeren onderling geen nieuwe beperkingen in met betrekking tot de vrijheid van vestiging en het vrij verrichten van diensten.“ We can also consider the Turkish formulation: „Akit taraflar, aralarında yerleşme hakkı ve hizmet sunma serbestisine yeni kısıtlamalar getirmekten sakınırlar.” The German, French, Italian and Turkish versions are binding in accordance with Article 64 of the Additional Protocol. English is not mentioned. This is a consequence of the fact that the UK was not a member state of the EC during the negotiations on the Additional Protocol. But even if we shut our eyes to it, all language versions including English have the same definitions of terms as in Article 59 EC. Therefore, matching of the meanings of concepts is beyond any doubt. 22 ECJ, U. v. 29.4.1982 - 17/81 – Slg. 1982, 1331 (Pabst & Richarz). 216 Döner and the Customs Union As a result, Turkish tourists even today have the right to enter Germany (as well as Belgium, France, the Great Britain, Italy, the Netherlands, Spain and Portugal) without visa on the basis of Article 41 Paragraph 1 of the Additional Protocol. The Legal Situation in Austria The Standstill Clauses have made an impact in Austria, too. On 13 December 2011 the Appellate Administrative Court of Vienna decided: „Has a Turkish citizen, being a spouse of an Austrian woman, had the freedom of establishment according to the rules of the FrG 1997 (Foreigners‘ Law), so that the legal offence according to the Foreigners’ Law is a consequence only of the coming into force of the NAG 2005 (New Foreigners’ Law), the requirement of ‘legal residence’ is fulfilled, which is set out in article 13 Association Council Decision 1/80 as a condition for the application of the Standstill Clause, even though a formal residence permit was never issued. The requirement of a formal residence permit is a new restriction which according to the Standstill Clause is not applicable.“ (Own translation)23 Turkish citizens may not only enter Great Britain without a visa to establish themselves in business, but, if they are married to an Austrian citizen, also the Shengen State Austria. Because of the open frontiers in the Shengen Area without any border controls anyone legally entering Austria can de facto enter all of the Shengen States. Based on an early bi-lateral agreement between Germany and Brazil today Brazilian citizens can enter all Schengen States without a visa. If Turkish citizens can enter Austria without a visa the freedom from visa requirements for Turkish citizens for the whole of the Shengen Area is put on the agenda and demands a change of the EU-visa regulation. Where is there no Standstill Effect? The difference between the UK in the ruling Tüm Dari and Germany is the fact that in 1973 Turkish entrepreneurs could not settle in Germany freely. Since 01.01.1991, as the Aliens Act came into force in 1990, the holders of 23 VwGH Wien, Erkenntnis vom 13.12.2011 – 2008/22/0180 217 Rolf Gutmann a permanent residence permit have had the right to self-employment24. This right is currently protected by Article 41, paragraph 1 of the Additional Protocol. In this context, we could examine the German-Turkish Settlement Agreement of 1928 and the European Convention on Establishment. But the standstill clause has no effect on the new requirement of language skills for family reunification in Germany25. Opposing views26 fail to recognize that family reunification is beyond the purpose of Article 41 paragraph 1 of the Additional Protocol and that Article 13 of the Decision No 1/80 is applied only after the approval of family reunification, on which, for example, the decision in Case Meryem Demirel is founded27. And, in particular, Dienelt28 overlooked that Section 5 of the Regulation Implementing the Aliens Act (DVAuslG) represented an exception from Section 2 Aliens Act of 1965, which established general visa requirement. Another question is often discussed in Turkey, namely whether students can benefit from Article 41 Paragraph 1 of the Additional Protocol as recipients of services. This question is answered with reference to the ruling of the European Court of Justice: “15. The first paragraph of Article 60 of the EEC Treaty provides that only services “normally provided for remuneration” are to be considered to be “services” within the meaning of the Treaty. 16 Even though the concept of remuneration is not expressly defined in Articles 59 et seq. of the EEC Treaty, its legal scope may be deduced from the provisions of the second paragraph of Article 60 of the Treaty, which states that “services” include in particular activities of an industrial or commercial character and the activities of craftsmen and the professions.” 17. The essential characteristic of remuneration thus lies in the fact that it constitutes consideration for the service in question, and is normally agreed upon between the provider and the recipient of the service. 18 That characteristic is, however, absent in the case of courses provided 24 § 27 Abs. 1 Satz 2 AuslG 1990, jetzt: § 9 Abs. 1 Satz 2 AufenthG. 25 V. Westphal, InfAuslR 2009, 133. 26 K. Dienelt, InfAuslR 2001, 473, Mielitz, NVwZ 2009, 276; Weh, InfAuslR 2008, 381. 27 See above the footnote 2. 28 See above the footnote 24. 218 Döner and the Customs Union under the national education system. First of all, the State, in establishing and maintaining such a system, is not seeking to engage in gainful activity but is fulfilling its duties towards its own population in the social, cultural and educational fields. Secondly, the system in question is, as a general rule, funded from the public purse and not by pupils or their parents. 19. The nature of the activity is not affected by the fact that pupils or their parents must sometimes pay teaching or enrolment fees in order to make a certain contribution to the operating expenses of the system. A fortiori, the mere fact that foreign pupils alone are required to pay a minerval (a special kind of fee) can have no such effect. 20 The answer to the first branch of the second question should therefore be that courses taught in a technical institute which form part of the secondary education provided under the national education system cannot be regarded as services for the purposes of Article 59 of the EEC Treaty, properly construed.”29 However, if a student proves that he takes a course that is open to everyone and if the charges for the course are to cover the costs, then he receives a service and can refer to the standstill clause.30 Entrepreneurs and the Customs Union I would like to expand now the discussion to a standstill clause, to discovery of which I was forced by the German Foreign Office in a proceeding before the Administrative Court in Berlin. The Foreign Office argued that businessmen were beyond the scope of Article 41 paragraph 1 of the Additional Protocol. In fact, the European Court of Justice ruled: “46. Where a national measure relates to both the free movement of goods and freedom to provide services, the Court will in principle examine it in relation to one only of those two fundamental freedoms if it appears that, in the circumstances of the case, one of them is entirely secondary in relation to the other and may be considered together with 29 ECJ, U. v. 27.9.1988 – 263/86 – Slg. 1988, 5365 (Humbel). 30 S. Völker, Passive Dienstleistungsfreiheit im Europäischen Gemeinschaftsrecht, 1990, S. 124. 219 Rolf Gutmann it (see, to that effect, Case C-275/92 Schindler [1994] ECR I-1039, paragraph 22; and Case C-390/99 Canal Satélite Digital [2002] ECR I-607, paragraph 31).”31 Activities that are to be developed for the sale of goods in other Member States, therefore, does not come within the freedom of provide services and the same applies for itinerant sales activity32. Because of the identity of the concepts, the right obtained in the case Keck must be extended to the Association with Turkey. There are now more regulations that interest us in this regard: Article 10 of the Association Agreement with the aim of the customs union is in the wording similar to Article 12 of the Agreement, which is not directly applicable.33 But what is important here is the Article 21 et seq. of the Additional Protocol. Article 21 contains a program with the prohibition of new quantitative restrictions on imports and measures having the same effect. The wording of Article 22, Section 1 is significant: “The Contracting Parties shall refrain from introducing any new quantitative restrictions on imports or measures having equivalent effect.” Article 22 Paragraph 2 constitutes some exceptions to this rule. Paragraph 1 is capable of having direct effect. The regulation is clear without preconditions, and no further requirements for the implementation into national law are required. The regulation therefore has the same effect as Article 41, paragraph 1 of the Additional Protocol. Article 29 sentence 2 of the Additional Protocol is also important, because it prohibits deliberate discrimination and a disguised restriction on trade. Therefore, we turn back to the ruling of the European Court of Justice in Case Dassonville, in which different preconditions are prohibited basing on their origin: “That may be the case with formalities, required by a member state for the purpose of proving the origin of a product, which only direct importers are really in a position to satisfy without facing serious difficulties. 31 ECJ, U. v. 25.3.2004 – C-71/02 – Slg. 2004, I-3025 (Karner). 32 ECJ, U. v. 24.11.1993 – C-267791 – Slg. 1993, I-6097 (Keck); U. v. 13.1.2000 – C-254/98 – Slg. 2000, I-151 (TK-Heimdienst Sass); U. v. 26.5.2005 – C-20/03 – Slg. 2005, I-4133 (Burmanjer). 33 ECJ, U. v. 30.9.1987 (Demirel), see above footnote 2. 220 Döner and the Customs Union Consequently, the requirement by a member state of a certificate of authenticity which is less easily obtainable by importers of an authentic product which has been put into free circulation in a regular manner in another member state than by importers of the same product coming directly from the country of origin constitutes a measure having an effect equivalent to a quantitative restriction as prohibited by the treaty.”34 Other decisions may be cited in addition35. Goods can be sold on tour without a branch in another Member State by staff that does not live in that Member State36. So, the movement of goods contains a temporary right for entrepreneurs themselves. The freedom of movement of goods encompasses temporary residence rights that are subject to the standstill clause. Customs Union and Prohibition of Discrimination And so we come to the last question: does the customs union imply the right to travel for the people who deliver goods to buyers? Following the logic of the judgment TK-Heimdienst37, protected activities embrace selling trips of the representatives of Turkish companies to sell their products, including participation in trade fairs. This alone requires visa exemption for Turkish businessmen and trade representatives, and - especially in the context of trade fairs - their support staff, which they use for setting up their stands and making promotional interviews. There is another thought to be added. Association ‘Council Decision 1/95 aims to complete the Customs Union. In the Customs Union, the economic agents confront each other on an equal footing and participate in equal competition. Article 9 of the EEC-Turkey Association Agreement prohibits for the scope of the Agreement, without prejudice to specific provisions that may be laid down pursuant to Article 8, any discrimination on grounds of nationality in accordance with the principle enshrined in the Treaty. In his (second) Opinion in Case Sürül, Advocate General La Pergola took the view that this provi34 ECJ, U. v. 11.7.1974 – 8/74 – Slg. 1974, 837 (Dassonville). 35 ECJ, U. v. 15.12.1993 – C-2927)2 – Slg. 1993, I-6787 (Hünermund); U. v. 2.6.1994 – C-401 u. 402/92 – Slg. 1994, I-2199 (Tankstation-T Heukske Vof u. Boermans); U. v. 13.1.2000 – C254/98 – Slg. 2000, I-151 (TK-Heimdienst); U. v. 25.3.2004 (Karner), see above footnote 29. 36 ECJ, U. v. 13.1.2000 (TK-Heimdienst), see above footnote 33. 37 See above the footnote 33. 221 Rolf Gutmann sion is directly applicable. The European Court of Justice did not follow him, but also did not reject this view, and based on the principle of supremacy of a special over a general provision applied the principle of equality of social rights of Article 3 of Association Council Decision 3/8038. Primary special rules include also the principle of equality of labour rights in Article 37 Additional Protocol and Article 10 Association Council Decision 1/8039. In a recent decision, however, the Court applies the principle of equality of Article 9 of the Association Agreement in order to classify the collection of fees for residence permit in the Netherlands as unlawful discrimination40. This provision, too, is to be used in favour of Turkish entrepreneurs to establish equal conditions of competition. This is another reason for the visa-free activities of Turkish entrepreneurs in the context of trade with Turkey. In contrast to the standstill clause, all Member States, including newly acceding members, are bound by this provision. Especially Art. 5 Association Council Decision 1/95 is more than a Standstill Clause. According to it all quantitative restrictions or measures of equivalent effect are prohibited since the coming into effect of the Customs Union. This rule is a sectorial prohibition of discrimination and improves the situation of Turkish importers considerably. Hence it is wrong to assert that Association Council Decision 1/95 has scarcely given any innovative impulse for the Customs Union with Turkey.41 Art. 5 Association Council Decision 1/95 as special anti-discrimination rule similarly to Art. 3, 6 para 1 subpara 1 Association Council Decision 3/80 takes precedence over Art. 9 Association Agreement. The prohibition to send own representatives for negotiations with customers or the prohibition to attend fairs with own personnel in the Customs Union area has an effect equivalent to a quantitative restriction. A further example is the transport of own goods in own vehicles between two establishments in the Customs Union. With respect to such a scenario the Federal Administrative Court asserts an admissible restriction of the freedom to provide services.42 But no-one performs services in a legal sense for himself. Such activity relates to the free movement of goods. A restriction of an enter38 ECJ, Urteil vom 4.5.1999 – C-262/96 – (Sürül), Slg. 1999, I-2685. 39 Compare ECJ, ruling dated 26.10.2006 – C-4/05 – (Güzeli), Slg. 2006, I-10279. 40 ECJ, ruling dated 29.4.2010 – C-92/07 – (Kommission gg. Niederlande). 41So Gümrükçü, Türkei und Europäische Union im Lichte der vollenden Zollunion, 1997, S. 88. 42 BVerwG, U. v. 30.6.2011 – 3 C 18.10 -, NVwZ 2012, 247. 222 Döner and the Customs Union prise regarding the transport of own goods has the effect of a restriction of the free movement of goods. Such a restriction is only permissible if enterprises with a seat in the EU are subject to the same restrictions. The test is whether enterprises in the EU need a Community license for works‘ transport between the Member States. Art. 1 of Regulation 1072/09/ EC states that enterprises having a seat in the EU may transport own goods with own vehicles an down personnel within and between Member States, if such activity is ancillary to the marketing of own goods. This Regulation came into effect on 4 December 2011 but since the implementation of the Customs Union with Turkey, Annex II of Regulation 881/92/EC regulates the same freedom from any formal permission for works’ transport. The exception from the requirement of a license for works‘ transport is a consequence of the delineation between free movement of goods and freedom to provide services. If goods are transported by third persons a service is performed. Persons transporting goods for others with own vehicles and down personnel perform the services of a carrier. Persons using own vehicles and own personnel for the transport of own goods make use of the free movement of goods. Nevertheless, Art. 1 para 2 Regulation 1072/09/EC gives precedence to bilateral agreements with third countries. The bilateral Agreement with Turkey could be seen as such an agreement. But upholding the requirement of a license for the transport of own goods from Turkey into the Member States of the EU would constitute a measure having equivalent effect to a quantitative restriction for Turkish producers. Quantitative restrictions of import or export of goods or measures having equivalent effect are prohibited by Art. 5 of Association Council Decision 1/95 within the Customs Union with Turkey. The wording of this rule is almost identical to the wording of Art. 34 TFEU and are equally directly applicable. Hence, the Member States are not allowed to restrict works‘ transport as part of the free movement of goods within the Customs Union with Turkey, having given full freedom for such transport within the EU. The bilateral agreement with Turkey can only relate to transport as cross-border services but not to works‘ transport. We started in the field of standstill and finished with the prohibition of discrimination and the struggle for equal rights, which is still to be carried on. 223 Ali Durmuş 224 Avrupa Birliği Göçmen Hukukunda Zorunlu Uyum Mevzuatı ve AB-Türkiye Ortaklık Hukuku Avrupa Birliği Göçmen Hukukunda Zorunlu Uyum Mevzuatı ve AB-Türkiye Ortaklık Hukuku Avukat Ali Durmuş* Giriş 11 Eylül 2001’den sonra dünya değişmiştir. Birçok ülke 11 Eylül olaylarından sonra kapsamlı yeni ceza, anti-terör ve göçmen kanunlarını yürürlüğe koymuştur. Avrupa Birliği’nin birçok üye ülkesi de bu değişiklik trendine katılmıştır. Bu değişiklik trendinden de Türkiye Cumhuriyeti’nin AB’ye katılım süreci ciddi biçimde ve derinden etkilenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Antlaşmasını1 imzalamasından sonra AB ile oluşturduğu geniş kapsamlı ekonomi ve hukuk düzenine rağmen; 11 Eylül olayları ile birlikte Birliğe üye olma olasılığı azalmıştır. 11 Eylül’den sonra birçok AB ülkesi Türkiye’nin İslami boyutuna vurgu yaparak Türkiye’yi Avrupalı olmayan bir ülke olarak değerlendirmeye başladılar. Bu gelişmenin sonucu olarak Türkiye’nin AB’ye olası üyeliği sadece AB’ye toplu Müslüman göç tehlikesi olarak algılanmaya başlandı. Ayrıca bu algıya Türkiye’nin toplumsal yapısı ve ekonomisine dair zaten var olan önyargılar da eklenince 11 Eylül’ün dolaylı zarar listesinde, Türkiye’nin üyelik hedefi olduğunu da söyleyebiliriz. 11 Eylül sonrası AB göçmen hukuku alanında yürürlüğe konulan önemli değişikliklerden biri de üçüncü ülke vatandaşlarına yönelik zorunlu uyum ve lisan yükümlülükleridir. Bu yükümlülükler AB üye ülkelerine üçüncü ülke vatandaşlarına yönelik 5 yıldan sonra verilen süresiz oturum ve ikamet izini çerçevesinde lisan ve uyum önşartlarına onay veren 2003/86/EC numaralı AB yönergesinin 7/3. maddesinde yer almaktadır. * Rotterdam Barosu. 225 Ali Durmuş Altta (Ekim 2010 itibariyle) bu yönerge doğrultusunda uyum ve lisan yükümlülüklerini uygulamaya sokan AB üye ülkelerin listesi verilmiştir: 1. Kıbrıs Rum Kesimi 2. Almanya 3. Estonya 4. Fransa 5. Yunanistan 6. İtalya 7. Letonya 8. Litvanya 9. Avusturya 10. Portekiz 11. Hollanda Yukarda belirtilen uygulamanın yanı sıra bazı AB ülkeleri, üçüncü ülke vatandaşlarına yönelik AB’ye henüz giriş yapmadan kendi ülkesinde de zorunlu uyum ve lisan yükümlülüklerini yerine getirmesini dayatmıştır. Örneğin Hollanda, Fransa, Almanya ve Danimarka üçüncü ülke vatandaşlarını kendi büyükelçiliklerinde ve konsolosluklarında zorunlu lisan ve uyum sınavlarına tabi tutan AB ülkeleridir. Bu uygulamanın ana hedefi aile birleşimi çerçevesinde üçüncü ülke vatandaşlarının AB’ye göçünü önlemek ve azaltmaktır. Özellikle Hollanda bu alanda AB içinde yeni uygulamaları yürürlüğe koyan öncü ülkelerden biridir. Hukuki çerçeve ve bilgiler Giriş bölümünde 11 Eylül sonrası AB’de Türkiye ile ilgili siyasi iradenin hızla değiştiğini belirtmiştim. Bu sebepten dolayı AB-Türkiye ilişkilerinin tarihi ve hukuki çerçevesine daha yakından bakmanın büyük önemi vardır. Bugün Türkiye AB’nin en eski aday ülkesidir. Türkiye’nin adaylık süreci 12 Eylül 1963 tarihinde o zamanki AET ve Türkiye arasında imzalanan Ankara Antlaşmasıyla başlamıştır. Ankara Antlaşmasının 28. maddesi açıkça Türkiye’nin üyeliğin yükümlülüklerini yerine getirebilecek düzeye geldiğinde AET’ye (şimdi AB) tam üyeliğini öngörmektedir. Her uluslararası anlaşmada olduğu gibi, anlaşma hükümlerinin doğru yorumlanması için antlaşma taraf226 Avrupa Birliği Göçmen Hukukunda Zorunlu Uyum Mevzuatı ve AB-Türkiye Ortaklık Hukuku larının beyanları büyük önem taşımaktadır. AB’nin Türkiye’nin üyeliği konusundaki siyasi tavır değişikliği çok ilginçtir. Bu bağlamda o zamanki AET Komisyon Başkanı Walter Hallstein’in 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Antlaşmasının imza töreninde yaptığı konuşmaya2 dikkat çekmek istiyorum. Altta bu konuşmanın önemli ve ilgili bölümünü Almanca olarak bilginize sunuyorum: “Die Türkei gehört zu Europa. Das ist der tiefste Sinn dieses Vorgangs: Er ist, in der denkbar zeitgemäßesten Form, die Bestätigung einer Wahrheit, die mehr ist als ein abgekürzter Ausdruck einer geographischen Aussage oder einer geschichtlichen Feststellung, die für einige Jahrhunderte Gültigkeit hat. ( ) Und eines Tages soll der letzte Schritt vollzogen werden: Die Türkei soll vollberechtigtes Mitglied der Gemeinschaft sein. Dieser Wunsch und die Tatsache, dass wir in ihm mit unseren türkischen Freunden einig sind, sind der stärkste Ausdruck unserer Gemeinsamkeit.” Türkçe tercümesi: “Türkiye Avrupa’ya aittir. Bu törenin en derin anlamı budur. Bu düşünülebilen en uygun şekliyle, yüzyıllarca geçerliliği olan coğrafi bir beyandan veya tarihi bir tespitten fazla olarak, bir gerçeğin onaylanmasıdır. (..) Ve bir gün, son adım da atılacaktır: Türkiye Topluluğun tam üyesi olacaktır. Türk dostlarımızla üzerine anlaştığımız ve paylaştığımız bu arzu ve gerçek ortaklığımızın en güçlü ifadesidir.” Görüldüğü gibi 1963 yılında Türkiye coğrafi ve tarihi bağlamda Avrupalı olarak değerlendiriliyordu ve Walter Hallstein Türkiye’nin AET’ye tam üyelik hedefini açıkça ifade ediyordu. O tarihten sonra ne Türkiye’nin haritadaki konumu ne de Avrupa ile ortak tarihi değişmiştir. Türkiye ve AB kendilerini 1963 Ankara Antlaşması, 1970 Katma Protokolü ve Ortaklık Konseyi 2/76, 1/80 ve 3/80 Kararlarıyla hukuken bağlamışlardır. Meslektaşım Ejder Köse ile birlikte 2009 yılında Hollanda’da kaleme alıp yayınladığımız ‘Het Associatierecht EEG-Turkije en de verplichte inburgering’ – ‘AET-Türkiye Ortaklık Hukuku ve zorunlu uyum’3 isimli makalemizde, Hollanda hükümetinin Türk vatandaşlarına yönelik uygulamaya koyduğu zorunlu uyum şartlarının AB-Türkiye Ortaklık Hukukunu ihlal ettiğini yazmıştık. Hollanda Hükümeti, giriş ön şartı olarak üçüncü ülke vatandaşlarına yönelik, dolayısıyla Türk vatandaşlarına da yönelik, yurtdışındaki elçiliklerdeki 227 Ali Durmuş uyum ve lisan sınavı uygulamasını 15 Mart 2006 tarihinden itibaren başlatmıştır (22 Aralık 2005 tarihli Yurtdışı Uyum Yasası ile Yabancılar Yasası 2000 değişikliği, Hollandaca: ‘Wet inburgering buitenland’ )4. Hollanda’da yasal ikamet eden yabancılar için eski 1998 tarihli Uyum Yasası’nın yerine 30 Kasım 2006 tarihinde yürürlüğe giren ‘Yeni göçmenler uyum yasası’(Hollandaca: ‘Wet inburgering nieuwkomers’)5 uygulanmaktadır. Hollanda’ya henüz giriş yapmamış Türk vatandaşlarına yönelik yukarda belirtilen ilk yasa Hollanda’ya yasal giriş ve ikamet için gerekli olan uzun süreli vize (‘MVV’ isimli vize) almak zorunda olan tüm Türk vatandaşlarını kapsamaktadır. Bu yasa genelde Hollanda’ya aile birleşimi çerçevesinde göç etmek isteyen Türk vatandaşlarını etkilemiştir. Yukarda belirtilen ikinci yasa ise Hollanda’da yasal ikamet eden ve 18 ve 65 yaş arası olan tüm Türk vatandaşlarını kapsamaktadır. Bu çerçevede önemli bir husus bazı üçüncü ülke vatandaşlarının Hollanda Hükümeti tarafından keyfi bir şekilde Yurtdışı Uyum Yasası uygulamasından muaf tutulmasıdır. Muaf tutulan üçüncü ülke vatandaşları Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Japonya ve Güney Kore vatandaşlarıdır. Bu ayrımcı ve keyfi muafiyeti, Hollanda Temsilciler Meclisine yolladığı 4 Eylül 2008 tarihli mektubunda, Yabancılar Dairesinden sorumlu eski Bakan Yardımcısı Albayrak ilginç biçimde açıklayıp savunmuştur. Söz konusu mektupta6 uygulamadan muaf tutulan ülke vatandaşlarının ‘Hollanda’ya benzeyen ve benzer şekilde işleyen bir ülke ve toplumdan gelmeleri’ gerekçe olarak öne sürülmüştür. Mektupta ayrıca bu ülkelerin ‘Hollanda’ya benzer şekilde demokrasi, parlamento, adalet sistemi, eğitim, kültür ve sosyal-ekonomik kurumlara sahip oldukları iddia edilmiştir. Bu sebepten dolayı belirtilen ülke vatandaşlarının Hollanda toplumuna daha hızlı ve kolay uyum sağlayacakları öngörülüp kabul edilmiştir. Kanaatimce, bu açıklama, siyaset tarihinde ayrımcılığın ve keyfiyetin kaydedilmiş en ilginç ve pervasız savunmalarından biridir. Hollanda Hükümeti böylece Türk vatandaşlarının geri kalmış İslami ve temelde farklı bir ülke ve topluma ait olduklarını, dolayısıyla, Japon ve Güney Kore vatandaşlarının aksine, demokrasi ve hukuk devleti gibi modern kavram ve kurumlara yabancı oldukları gizli görüşünü açığa vurmuştur. Bu görüşe göre Türk vatandaşlarının aksine Japon ve Güney Kore vatandaşlarının Hollanda’ya eşit ve benzer bir topluma ait oldukları kabul edilmiştir! 228 Avrupa Birliği Göçmen Hukukunda Zorunlu Uyum Mevzuatı ve AB-Türkiye Ortaklık Hukuku Zorunlu uyum mevzuatı, AET-Türkiye Ortaklık Konseyi 1/80 kararı, Ankara Anlaşması 9. Maddesi ve Hollanda’da hukuk süreci 2008 yılında avukat olarak meslektaşım Ejder Köse ile birlikte zorunlu uyum yasası mağduru iki Türk vatandaşı adına dava açtık. Söz konusu vatandaşlardan birisi aile birleşimi yoluyla Hollanda’ya yasal giriş yapmış olan ve 3 yılı aşkın bir süredir aynı işyerinde çalışan bir Türk işçisiydi. Diğeri eşiyle birlikte 30 yılı aşkın süredir Hollanda’da yasal ikamet eden ve 15 yıldan fazla çalışmış olan Türk emeklisiydi. Her iki müvekkilimiz de ikamet ettikleri belediye tarafından, Yeni Göçmenler Uyum Yasası uyarınca, 3 yıl içinde lisan ve uyum sınavını başarıyla geçmeleri doğrultusunda uyarıldılar. Kendilerine yapılan tebliğde ayrıca 3 yıllık sürede sınavı geçemezlerse ciddi idari para cezası uygulanacağı belirtilmekteydi. Herhangi bir karışıklığı önleme adına her iki vatandaşımızın da Hollanda’da zaten yasal olarak ikamet ettiklerini ve çalıştıklarını tekrar vurgulamayı önemli buluyorum. Yukarda belirtilen vatandaşların avukatları olarak, süreci belediye tarafından tebliğ edilen mektuba karşı yine aynı belediye nezdinde idari itiraz davası açarak başlattık. En önemli itiraz gerekçelerimizi altta dikkatinize sunuyorum: İlk olarak her iki Türk vatandaşının AET-Türkiye Ortaklık Konseyi (bundan sonra: 1/80 OKK) kapsamında olduklarını ve her iki müvekkilimizin de 1/80 OKK 6. maddesinin tüm şartlarını yerine getirdiklerini belirttik. Ayrıca tebliğde bildirilen zorunlu uyum şartlarının 1 Aralık 1980 tarihinde yürürlüğe giren 1/80 OKK 13. maddesinin Türk işçisi ve aile bireylerini koruyan ‘mevcut durumu koruma’ (standstill) hükmüne aykırı olup, 13. madde tarafından yasaklanan ‘yeni kısıtlayıcı mevzuat’ olarak tanımlanacağını ileri sürdük. Bu gerekçenin yanı sıra, AB birincil Hukuku gereği AB vatandaşlarının zorunlu uyum mevzuatından muaf oldukları için, tebliğ edilen zorunlu uyum şartlarının 1/80 OKK 10. Maddesinde yer alan, bir tarafta Türk işçi ve ailesi ve diğer tarafta AB vatandaşı işçi ve ailesi arasında her türlü ayrımcılığı yasaklayan eşitlik ilkesinin ihlali olduğunu ileri sürdük. Tamamlayıcı olarak AET-Türkiye Ortaklık Hukukunun genel (Lex Generalis) eşitlik ilkesi olarak Ankara Antlaşması’nın 9. maddesinin ihlalini de belirttik. Bu doğrultuda AB Adalet Divanı’nın (ABAD) 22 Haziran 2000 tarihli Eyüp kararıyla7, 1/80 OKK tarafından öngörülen Türk işçi ve ailelerinin 229 Ali Durmuş ilgili üye devletine kademeli kabul ve uyum sistematiğinin, AB üyesi ülkeleri tarafından tek taraflı olarak değiştirilemez olduğunu belirlediğini hatırlattık. Kısacası uygulamaya giren yeni zorunlu uyum mevzuatının bu belirtilen 1/80 OKK sistematiğine aykırı bir değişiklik olduğunu ileri sürdük. İlaveten ileri sürdüğümüz 1/80 OKK 10. maddesinin eşitlik ilkesinin, AET işçi ve aileleri ile ilgili AET 1612/68 numaralı Konsey Tüzüğü’nün 7. maddesinde bulunan eşitlik ilkesi doğrultusunda ve eşanlamlı olarak yorumlanması gerektiğini ileri sürdük. Bu çerçevede ABAD’ın 8 Mayıs 2003 tarihli ‘Waehlergruppe Gemeinsam/Birlikte8 ve 30 Eylül 2004 tarihli ‘Ayaz’9 kararlarına atıfta bulunduk. ABAD bu kararlarında 1/80 OKK 10. maddesinin AET 1612/68 Konsey Tüzüğünün 7. maddesi doğrultusunda yorumlanması gerektiğini kararlaştırmıştır. AET 1612/68 Konsey Tüzüğünün 7. maddesinin eşitlik ilkesi tüm iş, çalışma şartları, sosyal ve mali şartlarını kapsamaktadır. Bizim ileri sürdüğümüz gerekçeye göre de zorunlu uyum kurslarına katılma zorunluluğu ve öngörülen idari para cezaları (ve ayrıca 1 Ocak 2010 tarihinden itibaren mümkün olan ikamet ve çalışma izinlerinin uzatılmaması ve feshi) 1/80 OKK 10. maddesinde yer alan ayrımcılık yasağının açık ihlalidir. Yukarda sunduğum süreç Hollanda Makamlarıyla uzun bir hukuk mücadelesinin başlangıcıydı. İdari itiraz prosedüründe ileri sürdüğümüz tüm gerekçelerimiz ve itirazımız belediyeler tarafından reddedildi ve biz davayı Bölge İdari Mahkemesine taşımak zorunda kaldık. Bunun sonucunda Ağustos ve Ekim 2010 tarihlerinde Rotterdam ve Roermond Mahkemeleri10, belediyeler ve Hollanda Hükümeti tarafından sunulan tüm gerekçeleri ve yorumları reddederek, lehimize karar verdiler. Her iki mahkeme de özellikle 30 Kasım 2006 tarihinde yürürlüğe giren zorunlu uyum mevzuatının AET-Türkiye Ortaklık Hukukuna aykırı olduğunu ve dolayısıyla Türk vatandaşlarına uygulanamayacağını vurgulamıştır. Mahkemeler bizim ileri sürdüğümüz tüm itiraz gerekçelerini kabul etmiştir. Mahkemelerin bu açık ve net kararlarına rağmen Hollanda Hükümeti pes etmeyerek her iki karara karşı, bu tür idari davalarda en yüksek yargı organı olan ‘Merkezi Temyiz Kurulu’ mahkemesine (bundan sonra: MTK ve Hollandaca: ‘Centrale Raad van Beroep’) başvurarak kararları temyiz etmiştir. Bu mahkeme nezdinde biz avukatlar olarak İdari Bölge Mahkemelerine sundu- 230 Avrupa Birliği Göçmen Hukukunda Zorunlu Uyum Mevzuatı ve AB-Türkiye Ortaklık Hukuku ğumuz tüm gerekçeleri tekrarladık. Ayrıca zorunlu uyum mevzuatının AETTürkiye Ortaklık Hukuku ilişkisiyle ilgili, İdari Bölge Mahkemesi kararlarının aksine, yüksek mahkemenin bir tereddüdü bulunması durumunda davanın ABAD’a öngörüş prosedürü çerçevesinde taşınmasını istedik. Ancak MTK 16 Ağustos 201111 tarihinde kararını açıklayarak uzun bir hukuki sürece son noktayı koydu. MTK bizim ileri sürdüğümüz gerekçelerin tümünü kabul ederek Türk vatandaşlarının Ankara Antlaşmasından ve 1/80 OKK’dan kaynaklanan haklarını teyid edip korumuştur. Bu karar sadece Hollanda için değil, mahkemenin açıkladığı gerekçeler gereği, tüm AB ülkeleri için büyük önem taşımaktadır. AB ülkeleri tarafından uygulanan zorunlu uyum şartları AET-Türkiye Ortaklık Hukuku gereği Türk vatandaşlarına uygulanamaz. Hollanda mahkemesi MTK, 7.1.8. no.lu gerekçesinde zorunlu uyum mevzuatı gereği ikamet ve çalışma izinlerinin feshi veya uzatılmamasını ve ayrıca idari para cezalarının 1/80 OKK 13. maddesine ve Katma Protokol’ün 41/1. maddesine (mevcut durumu koruma hükümleri, standstill) aykırı bulmuştur. MTK bunun yanı sıra bizim ileri sürdüğümüz gerekçe doğrultusunda, AB üye devletlerinin tek taraflı olarak 1/80 OKK tarafından öngörülen, Türk işçilerinin ve aile bireylerinin üye devletlerine kabul ve uyum sistematiğini değiştiremeyeceğini açıkça onaylamıştır ( Kararın 7.1.5 no.lu gerekçesi ). Hollanda Hükümeti tarafından ileri sürülen çok önemli ve diğer bir gerekçe de MTK tarafından reddedilmiştir. Hollanda Hükümeti Türk vatandaşlarının AB içinde henüz AB vatandaşları gibi serbest dolaşım hakkına sahip olmadıklarını, dolayısıyla 1/80 OKK 10. maddesi ve Ankara Antlaşması 9. maddesinde yer alan ayrımcılık yasağından/eşitlik ilkesinden tam olarak faydalanamayacağını ileri sürmüştür. Hollanda Hükümeti bu serbest dolaşım statüsündeki farktan dolayı söz konusu eşitlik ilkelerinin AB birincil hukukuyla eşanlamlı yorumlanamayacağını hararetle savunmuştur. MTK bu tezi reddetmiştir ve 1/80 OKK 10. ve Ankara Antlaşmasının 9. maddesinin geniş ve AB birincil hukuku ile uyumlu ve eşanlamlı kapsamını ve yorumunu onaylamıştır (Kararın 7.2. no.lu gerekçesi). Son olarak MTK davayla ve hukuki gerekçelerle ilgili herhangi bir belirsizliğin söz konusu olmadığını, konuyla ve davayla ilgili bir ‘acte éclairé ‘ (İçtihatla yeterince açıklığa kavuşmuş) durumun sabit olduğu, dolayısıyla ABAD öngörüş prosedürüne gerek olmadığını açıklamıştır. 231 Ali Durmuş Bu davanın sonucu olarak Hollanda İdari Yüksek Mahkemesi Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde Türk vatandaşlarına uygulanan zorunlu uyum mevzuatlarının AB-Türkiye Ortaklık Hukuku çerçevesi ve kapsamına dahil olduğunu tespit edip onaylamıştır. Mahkeme ayrıca bu konuyla ilgili ABAD tarafından gerekli ve geçerli yorum ve içtihadın oluşturulduğunu ortaya koymuştur. İşte mahkemenin bu tespit ve gerekçeleri sonucu bu karar, Türk vatandaşlarına zorunlu uyum şartları uygulayan diğer AB ülkeleri için de emsal teşkil etmektedir. Ankara Anlaşması 9. maddesinin giderek artan önemi Son yıllarda Hollanda’da ve ABAD nezdinde yürütülen davalar sonucu Ankara Antlaşması 9. maddesinin eşitlik ilkesinin doğrudan uygulanabilirliği ve etkisi kabul edilmiştir. Bu gelişimin sonuçlarını iyi değerlendirmek için Ankara Antlaşması’nın öngördüğü Ortaklığın yapısına daha yakından göz atmamız gerekmektedir. Hollanda ve diğer bazı AB ülkeleri tarafından tekrarlanarak ileri sürülen tezlerden biri Türk vatandaşlarının AB vatandaşlarıyla eşit muamelesinin mümkün olmadığıdır. Bu ülkeler Ankara Antlaşması’nın 9. maddesinin böyle bir eşit muameleye sebep olamayacağını vurgulamışlardır. Türk vatandaşlarının henüz AB içinde serbest dolaşım hakkına sahip olmadıkları, AET-Türkiye Ortaklık Hukukunun ancak ilgili Türk vatandaşını kabul eden AB ülkesi içinde geçerli olduğunu, dolayısıyla Ortaklık hukukunda yer alan eşitlik ilkesinin AB hukukunda yer alan eşitlik ilkesinden farklı olduğu ileri sürülmüştür. AB ülkeleri tarafından AET-Türkiye Ortaklık Hukuku davalarında sürekli ileri sürülen bu tezin ABAD ve Hollanda mahkemeleri tarafından reddedildiğini hatırlatmak büyük önem taşımaktadır. Tarafımca 2003 yılında AB Komisyonu’na sunduğum şikayet dilekçesiyle başlayan önemli bir davada ABAD 29 Nisan 2010 tarihinde12 (Komisyon vs Hollanda) çok önemli bir karara imza atmıştır. ABAD bu davada Ankara Antlaşması’nın 9. maddesinin doğrudan uygulanabilir olduğunu tespit etmiştir. ABAD ayrıca Türk vatandaşlarının henüz serbest dolaşım hakkına sahip olmamalarının 9. maddenin uygulanmasına engel olmadığını açıkça ifade etmiştir. Yine tarafımca avukat olarak başlatılan bir diğer davada ABAD 20 232 Avrupa Birliği Göçmen Hukukunda Zorunlu Uyum Mevzuatı ve AB-Türkiye Ortaklık Hukuku Ekim 2011 tarihli ‘Kahveci ve İnan’13 kararında 9. madde ile ilgili görüşünü tekrarlamıştır ve Hollanda Hükümetinin aynı doğrultudaki tüm gerekçelerini reddetmiştir. Vize zorunluluğu ve Ankara Antlaşması’nın 9. maddesi Avukatlık ve Hukuk büromuzun Hollanda’da açtığı bir diğer davada Hollanda Danıştayı 14 Mart 2012 tarihli kararında14, Hollanda’nın Türk işadamı ve hizmet sunucularına AET-Türkiye Katma Protokolü 41/1. maddesi gereği vize şartı uygulayamayacağını kararlaştırmıştır. Ancak bundan daha önemlisi, Hollanda Danıştayı ilk defa vize şartının ileri sürülmesinin Ankara Antlaşması’nın 9. maddesinin ihlali olduğunu kararlaştırmıştır. İşadamları ve hizmet sunucuları konusunda AET-Türkiye Ortaklık Hukukunda AET-Türkiye Ortaklık Konseyi’nin henüz ayrı bir Konsey kararı bulunmamaktadır. Bu durum Türk işçileri ve ailelerinin durumundan farklıdır zira bu konuyla ilgili Ortaklık Konseyi’nin 2/76 ve 1/80 Ortaklık Konseyi kararları mevcuttur. Hollanda Danıştayı sonuç itibariyle Türk işadamları ve hizmet sunucularının serbest dolaşım haklarıyla ilgili, özel bir ‘Lex Specialis’ bulunmadığından, Ankara Antlaşması’nın genel hükmü olan (Lex Generalis) 9. maddesinin geçerli ve doğrudan uygulanabilir olduğunu tespit edip karara bağlamıştır. Bu karar hukuk dünyasında devrim niteliğindedir. Zira ilk defa bir AB ülkesi mahkemesi Türk işadamı ve hizmet sunucularına uygulanan vize zorunluluğunun Ankara Antlaşması’nın 9. maddesinde yer alan eşitlik ilkesine dayandırmıştır. Kanaatimce AET-Türkiye Ortaklık Hukuku’nun Türkiye-AB ilişkilerinde giderek artan ağırlığının doğrudan 1963 Ankara Antlaşması’na imza atan tarafların açık iradesinden kaynaklanmaktadır. Ankara Antlaşması, anlaşmanın 2/3 maddesinde belirtildiği gibi Ortaklığın 3 ayrı dönemle vücut bulduğunu ve geliştiğini öngörmektedir. Hazırlık dönemi olan ilk 5 yıllık dönem 1 Aralık 1964 tarihinde başlamaktadır. Bu dönemde taraflar arasında henüz eşit bir ilişki yoktur ve özellikle Topluluk tarafından Türkiye’ye tek taraflı bir yardım öngörülmektedir. Bu dönemin amacı Türkiye’yi Ortaklığın yükümlülüklerini taşımaya hazır hale getirmektir. Geçiş dönemi olan 2. dönem 1970 Katma Protokol’ün 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe girmesiyle başlamıştır. Günümüzde ise artık gümrük birliği- 233 Ali Durmuş nin oluşturulduğu Ortaklığın 3. ve son döneminde bulunmaktayız. Anlaşma tarafları arasında ancak geçiş ve 2. dönemiyle eşitliğe dayanan bir ilişki inşa edilmiştir. Bu sebepten Ankara Antlaşması’nın eşitlik ilkesi olan 9. maddesi anlaşmanın geçiş dönemi kurallarını ve şartlarını düzenleyen II. kısmında yer almaktadır. Dolayısıyla akit taraflar açıkça taraflar arası eşit muameleyi ancak Katma Protokol’ün 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra hedeflemişlerdir. Daha önce bilginize sunduğum ABAD ve Hollanda mahkemelerinin kararları da bu görüşü ve iradeyi desteklemektedir. Kanaatimce anlaşmanın son dönemi olan 3. ve Gümrük Birliği dönemi 9. maddenin etkisini artırmıştır. Zira Gümrük Birliği’nin öngördüğü malların serbest dolaşımı, ancak Türk işadamları ve hizmet sunucularının vizeden muaf olmalarıyla ortaklığın hedeflediği etkinlik ve verimliliğe kavuşabilir. Sonuç AB ülkelerinde yasal bulunan ve ikamet eden Türk vatandaşlarının hukuki konumu benzersiz bir konumdur. Türk vatandaşları AB vatandaşı olmamakla birlikte AB mevzuatında diğer üçüncü ülke vatandaşlarına uygulanan mevzuatın dışında kalmaktadırlar. Türkiye henüz AB’nin tam üyesi olmamıştır ancak Türk vatandaşları AET-Türkiye Ortaklık Hukuku gereği kendi başına bir hukuk düzeni (sui generis) olan Ortaklık Hukuku’nun korumasından faydalanmaktadırlar. Uzun yıllarca ABAD tarafından oluşturulan AET-Türkiye Ortaklık içtihadı 2 temel unsur oluşturmuştur: Mevcut durumu koruma (standstill) ve eşitlik (non-discrimination) ilkeleri 1. AB ülkeleri Türk vatandaşlarının ülkelerine ilk yasal girişinin şartlarını özgürce düzenleyebilmektedirler. Bu mevzubahis ilk giriş Ortaklık Hukuku kapsamında değildir. Ancak, ABAD içtihadı üye devletlerin bu özgürlüğüne önemli bir kısıtlama getirmiştir. AB üyesi ülkeler Türk vatandaşlarının ilk girişini ancak 1/80 OKK 13. maddesinin ve Katma Protokol 41/1. maddesinin mevcut durumu koruma (standstill) hükümlerini göz önünde bulundurarak düzenleyebilirler. ABAD bu anlamda daha da ileri giderek en son 9 Aralık 2010 tarihli ‘Oğuz ve Toprak’ kararını15 açıklamıştır. Bu kararda ABAD 1/80 OKK’nın yürürlüğe giriş tarihi olan 1 Aralık 1980 ve Katma Protokol’ün yürürlüğe 234 Avrupa Birliği Göçmen Hukukunda Zorunlu Uyum Mevzuatı ve AB-Türkiye Ortaklık Hukuku giriş tarihi olan 1 Ocak 1973’ten sonra Türk vatandaşlarının hukuki konumunu iyileştiren mevzuat ve kurallardan dönüşün mümkün olmadığını kararlaştırmıştır. Herhangi bir AB ülkesi Türk vatandaşlarıyla ilgili yeni kısıtlayıcı mevzuat geliştirdiğinde, bu yeni mevzuat 1 Aralık 1980 ve 1 Ocak 1973 tarihlerinde yürürlükte olan mevzuata göre maddi olarak bir kötüleştirme içermese bile, belirtilen her iki mevcut durumu koruma hükümlerine aykırı sayılmaktadır. ABAD açıkça AET-Türkiye Ortaklığı’nın hedefinin, Türk vatandaşlarının konumunu mümkün olduğu kadar AB vatandaşlarının konumuna yaklaştırmak olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla Türk vatandaşlarıyla ilgili yapılan herhangi bir iyileştirme ve liberalleşmenin dönüşü yoktur. Sonuç itibariyle AB ülkeleri Türk işçi ve aileleri ile ilgili mevzuat konusunda 1 Aralık 1980 tarihini dikkate almalılar ve Türk işadamları ve hizmet sunucuları için 1 Ocak 1973 tarihi baz alınmalıdır (AB’ye 1973 tarihinden sonra üye olan ülkeler için kendi üyelik tarihleri belirleyicidir). Ayrıca kanaatimce Ankara Antlaşması’nın 7. maddesi mevcut durumu koruma hükmünün genel (Lex Generalis) ifadesini içermektedir. Bu madde akit tarafların Antlaşmanın hedeflerini tehlikeye atacak herhangi bir tedbirden sakınmalarını öngörmektedir. Dolayısıyla mevcut durumu koruma ilkesi Antlaşmanın yürürlüğe giriş tarihi olan 1 Aralık 1964 tarihinden itibaren geçerlidir. Türk işadamları ve hizmet sunucularının yerleşmesi ve serbest dolaşımı 1 Ocak 1973 tarihinden itibaren Katma Protokol’ün 41/1. maddesi mevcut durumu koruma ilkesi tarafından korunmaktadır. Türk işçi ve aileleri de 1 Aralık 1980 tarihinden itibaren 1/80 OKK 13. maddesi tarafından korunmaktadır. Ancak sosyal güvenlik konusunda böyle bir mevcut durumu koruma hükmü (Lex Specialis olarak) bulunmamaktadır. Türk işçilerinin ve ailelerinin sosyal güvenlik haklarını düzenleyen 3/80 OKK kararı, eşitlik ilkesini barındıran 3/1. maddesinin bulunmasına rağmen, böyle bir hüküm içermemektedir. Bu durumda Ankara Antlaşması’nın mevcut durumu koruma hükmünü içeren 7. maddesinin geçerli ve doğrudan uygulanabilir olduğunu düşünmekte235 Ali Durmuş yim. Kanaatimce ABAD’ın 9. maddeyle ilgili yorumu 7. madde için de geçerlidir. Hollanda hükümetinin son yıllarda sosyal güvenlik alanında aldığı kısıtlayıcı kararlar ve mevcut hakların geri alınmasına yönelik tedbirler 7. maddenin ışığında değerlendirilmelidir. Örneğin sosyal güvenlik ödemelerinin de zorunlu uyum ve lisan şartlarına bağlanması da bu bağlamda yeniden gözden geçirilmelidir. 2. Bu yazıda daha önce belirttiğim gibi, ABAD ve Hollanda mahkemeleri Türk vatandaşlarının doğrudan 1/80 OKK 10. maddesi ve Ankara Antlaşması 9. maddesinin eşitlik ilkesi hükümleri tarafından korunmaktadırlar. AB üye ülkesi içinde yasal ikamet eden Türk vatandaşları AB vatandaşlarıyla eşit muamele görmelidirler. ABAD, bu eşit muameleye karşı ileri sürülen, Türk vatandaşlarının AB içinde henüz serbest dolaşım hakkına sahip olmadıkları gibi, tüm tezleri ve gerekçeleri reddetmiştir. Dolayısıyla zorunlu uyum ve lisan şartlarını uygulamak için bu gerekçeler kullanılamaz. Son olarak ABAD 21 Ekim 2003 tarihli ‘Abatay ve Şahin’ kararında16, 1/80 OKK 13. maddesinin mevcut durumu koruma hükmünün sadece AB ülkesi içinde yasal bulunan ve 1/80 OKK 6. maddesinin şartlarını yerine getiren Türk işçi ve ailesini değil, aynı zamanda henüz ilgili AB ülkesine giriş yapmamış Türk işçi ve ailelerini de kapsadığını belirtmiştir. ABAD, 1/80 OKK’nın öngördüğü Türk işçi ve ailesini kabul eden AB ülkesine kabul ve uyum sistematiğini bozmamak için, henüz aile birleşimi çerçevesinde Türk işçinin yanına gitmeyen aile bireylerinin de 1/80 OKK 13. maddesi kapsamında olduklarını kararlaştırmıştır. Mevcut durumu koruma hükmünün ABAD tarafından bu şekilde yorumlanması, Türk vatandaşlarına yönelik AB üyesi ülkelerin konsolosluk veya elçiliklerinde zorunlu uyum ve lisan sınavı uygulamasının, ülkeye giriş ön şartı olarak kullanılmasını da engellemektedir. Bu makalede bahsedilen 16 Ağustos 2011 tarihli Hollanda Yüksek Mahkemesinin kararı gereği Hollanda Türk vatandaşlarına yönelik bu uygulamayı kaldırmıştır. AB ülkeleri tarafından zorunlu uyum ve lisan şartları hiçbir şekilde Türk vatandaşlarına uygulanamaz. Hollanda dışında başka AB ülkeleri tarafından uygulanan zorunlu uyum ve lisan mevzuatı mağduru Türk vatandaşları bu 236 Avrupa Birliği Göçmen Hukukunda Zorunlu Uyum Mevzuatı ve AB-Türkiye Ortaklık Hukuku makalede belirtilen ABAD ve Hollanda mahkemeleri kararlarına atıfta bulunarak o ülkelerde hukuki süreç başlatarak mahkemelere başvurmalıdırlar. Bu vatandaşlarımız bu kararlar sonucu, bir AB ülkesi olan Hollanda’nın artık Türk vatandaşlarını zorunlu uyum mevzuatından muaf tuttuğunu da hatırlatmaları gerekir. 1Karar no. 64/732/EEG d.d. 23 Aralık 1963 (PB 1964/217 p. 3685 2 Walter Hallstein: Europäische Reden. Deutsche Verlags-Anstalt, 1979. Seiten: 438-440 3 migrantenrecht 8 | 09 353. http://koselaw.nl/pdf/Verplichte%20Inburgering%20 en%20Associatie%20EEG-Turkije.pdf 4 22 Aralık 2005 tarihli Kanun, Yabancılar Yasası 2000 değişikliği (Stb 2006, 28), yürürlüğe giriş 15 Mart 2006,ve06000177 5 30 Kasım 2006 tarihli Kanun, Stb 2006, 625,ve06001684 6 4 Eylül 2008 tarihli mektup, Secretary Albayrak 7 ABAD, 22 Haziran 2000, Case C-65/98 8 ABAD, 8 Mayıs 2003, Case C-171/01 9 ABAD, 30 Eylül 2004, case C-275/02 10 12 Ağustos 2010 tarih ve LJN: BN3934, Rotterdam Mahkemesi , 08/4934 ve of 15 Ekim 2010 tarih ve LJN: BO1206, Roermond mahkemesi , AWB 10 / 332 en 10 / 333 11 16 Ağustos 2011 tarihli kararlar, LJN: BR4959, Centrale Raad van Beroep , 10/5248 INBURG + 10/5249 INBURG + 10/6123 INBURG + 10/6124 INBURG, http://zoeken.rechtspraak.nl/resultpage.aspx?snelzoeken=true&searchtype=lj n&ljn=BR4959 12 ABAD, 29 Nisan 2010, Commission vs The Netherlands, Case 92/07 13 ABAD, Kahveci and Inan, 20 Ekim 2011, Case C-7/10 and 9/10 14 14 Mart 2012, LJN: BV9454, Raad van State , 201102803/1/V3 15 ABAD, 9 Aralık 2010, Toprak and Oguz, Case C-300/09 and C-301/09 16 ABAD, 21 Ekim 2003, Abatay and Sahin, Case C-317/01 en C-369/01 237 238 Integration requirements in EU migration law and the EEC-Turkey Association Integration requirements in EU migration law and the EEC-Turkey Association Ali Durmuş* Introduction After September 11, 2001 (9/11) the world has changed. As a result many countries have enforced comprehensive new legislation in the fields of criminal, anti-terrorism and migration law. Many member-states of the European Union (EU) have participated in this trend. One of the most prominent political victims of the impact of 9/11 is the accession process of the Republic of Turkey (Turkey) to the EU. Despite the fact that Turkey has established an extensive economic and legal framework with the EU since 1963 with the Ankara Association Agreement EEC-Turkey of September 12, 19631 (Ankara Agreement) the chances of accession have faded away. Many member-states of the EU were influenced by 9/11 and have started to view Turkey as a non-European country emphasizing the Islamic character of Turkey. As a result Turkish accession to the EU was regarded as a danger of potential mass-immigration of muslims to the EU. Combined with already existing prejudice towards Turkey’s society and economy it is clear that Turkey’s intend to join the EU has become part of the collateral damage of 9/11. One of the main changes in the EU migration law is the implementation of sanctioned integration and language requirements upon third-country nationals. These requirements are incorporated in article 7/3 of Directive 2003/86/ EC which allows member-states to impose integration requirements on thirdcountry nationals as a precondition to obtain the permanent status of long* Attorney at Law, Rotterdam Bar 239 Ali Durmuş term third-country residents after 5 years of legal residency in a member-state of the EU. Below is a list of member-states having used the possibility of the Directive to do so (as updated in October 2010): 1. Cyprus 2. Germany 3. Estonia 4. France 5. Greece 6. Italy 7. Latvia 8. Lithuania 9. 9. Austria 10. Portugal 11. The Netherlands Next to the possibility as mentioned before, some member-states of the EU have introduced new immigration legislation requiring third-country nationals compliance with integration and language requirements abroad. The Netherlands, France, Germany and for example Denmark are countries imposing these measures whereby third-country nationals have to take tests in their home-country at the embassies of the relevant member-states. Main objective of these requirements is to reduce the quantity of third-country nationals migrating to the EU, especially in the context of family (re)unification. The Netherlands has been one of the leading and pioneering countries within the EU starting these new legal requirements. Legal context and relevant facts In the introduction I have mentioned that after 9/11 the political opinion inside the EU has changed dramatically since 9/11. Therefore it is of great importance to have a closer look at the historical and legal context of the EUTurkey relationship. Turkey is now the oldest candidate member-state of the EU as the accession process actually started with the signing of the Ankara-Agreement on September 12, 1963. Article 28 of the Ankara Agreement clearly envisages accession of 240 Integration requirements in EU migration law and the EEC-Turkey Association Turkey to the EEC, now EU, if Turkey is able to carry the obligations and duties of membership. Like every international treaty the context and the statements expressed with the signing are of upmost importance. It is very interesting to see the shift and change on the EU-side towards Turkish accession. Therefore I would like to bring to your attention the speech of the Christian-Democrat Chairman of the EEC-Commission Walter Hallstein at the signing ceremony in Ankara in its original German Language2: “Die Türkei gehört zu Europa. Das ist der tiefste Sinn dieses Vorgangs: Er ist, in der denkbar zeitgemäßesten Form, die Bestätigung einer Wahrheit, die mehr ist als ein abgekürzter Ausdruck einer geographischen Aussage oder einer geschichtlichen Feststellung, die für einige Jahrhunderte Gültigkeit hat. (…) Und eines Tages soll der letzte Schritt vollzogen werden: Die Türkei soll vollberechtigtes Mitglied der Gemeinschaft sein. Dieser Wunsch und die Tatsache, dass wir in ihm mit unseren türkischen Freunden einig sind, sind der Stärkste Ausdruck unserer Gemeinsamkeit.” In 1963 Turkey was considered European in geographical and historical sense and Walter Hallstein expressed the clear intend of Turkish membership to the EEC. Turkey has not drifted away from its current position on the geographical Map and Turkey’s history with and in Europe has not changed either. Turkey and the EU have committed themselves to comply with the legal framework set forth with the Ankara Agreement, The Additional Protocol of 1970, Association Council Decision 2/76, 1/80 and 3/80. Already in 2009 my colleague Ejder Köse and I concluded in our published article in the Netherlands ‘ Het Associatierecht EEG-Turkije en de verplichte inburgering’3 (Association EEC-Turkey and compulsory integration) that the integration measures and requirements imposed by the Dutch Government on Turkish nationals was in conflict with the Association legislation and rules. The Dutch government introduced the Integration and Language test abroad for Turkish national as a precondition to migration to the Netherlands per March 15, 2006 (Change of the Aliens Act 2000 by Law of December 22, 2005, in Dutch ‘Wet inburgering buitenland’4. Integration Act Abroad). The integration obligation for aliens already residing in the country was enacted by Law of November 30, 2006 (in Dutch ‘Wet inburgering nieuwkomers’)5 replac- 241 Ali Durmuş ing the old İntegration Act of 1998. The first Law applicable on Turkish nationals abroad was applicable on all Turkish nationals intending to migrate to The Netherland and who were obliged to obtain a long-stay visa (MVV) to enter The Netherland and mostly affected family-(re)unification. The second Law applicable on Turkish nationals legally residing in the country and are between the age of 18 and 65. It is important to notice that the Dutch Government arbitrarily excluded some third-country nationals from the scope of the Integration Act Abroad like USA, Canada, Japan and Korea nationals. Former Dutch Secretary for Aliens Affairs Albayrak defended this discrimination by stating that nationals from these countries were coming from ‘countries and societies already looking and functioning similar to The Netherlands with the same kind of institutions like democracy, parliaments, justice system, education, culture and social economic situation’.6 Therefore these third-country nationals were considered able to fit easily in Dutch society. This is to my view one of the most interesting arguments in political history of an attempt to justify blatant discrimination. The Dutch Government actually expressed its unspoken view that Turkish nationals originated from a backward, Islamic and fundamentally different country and society who were not accustomed to the concepts of democracy, rule of law and other modern institutions unlike for example Japanese and Korean nationals who were considered to come from a similar society and culture(!). Integration provisions and EEC-Turkey Council Decision 1/80 In 2008 my colleague Köse and I represented two Turkish clients affected by the new Dutch Integration legislation. One of them was a migrant Turkish worker who had joined his Turkish partner in the Netherlands and had been working legally more than 3 years for the same employer. The second case involved a retired Turkish pensioner of the age of 60 who had worked in the Netherlands more than 15 years. Both clients were summoned by their municipality to attend the Integration and Language courses and they were noticed that if they would not succeed in passing the exams within 3 years that they would face severe financial fines. To be clear, this involved Turkish nationals already legally residing in the country and in the possession of resident and 242 Integration requirements in EU migration law and the EEC-Turkey Association work permits. As the their attorneys we filed administrative complaints against the municipality rulings based upon the following legal arguments: First we concluded that both Turkish nationals were covered by Decision 1/80 EEC-Turkey and that they had fulfilled the requirements of article 6 Decision 1/80 EEC-turkey. We stated that the new integration requirements were conflicting with the stand-still clause of article 13 Decision 1/80 prohibiting new restrictions and rules on the legal status of Turkish workers and their family members as of December 1, 1980 being the date of enforcement of Decision 1/80 EEC-Turkey. We also argued that since EU-nationals were exempted and not affected by the integration requirements this was contrary to the non-discrimination clause of article 10 Decision 1/80 EEC-Turkey prohibiting different treatment of EU-workers and Turkish workers and their family members. As the general rule (Lex Generalis) of non-discrimination in the EEC-Turkey Association we also argued conflict with article 9 of the Ankara Agreement. Furthermore we argued that since the ‘Eyup’ ruling of the European Court of Justice (ECJ) of June 22, 20007 member-states of the EU are not free to change the system of gradually integration of Turkish workers and their family members in a member-state as envisaged in Decision 1/80 EEC-Turkey. We pleaded that these new integration requirements were a huge alteration of the envisaged system of Decision 1/80 EEC-Turkey. Additionally we argued that the application of the specific non-discrimination rule of article 10 Decision 1/80 EEC-Turkey should be interpreted according to article 7 of EEC Regulation 1612/68. The ECJ already concluded in its ‘Waehlergruppe Gemeinsam/Birlikte’ ruling of May 8, 20038 and the ‘Ayaz’ ruling of September 30, 20049, article 10 of Decision 1/80 should be applied with the use of article 7 of Regulation 1612/68/EEC. According to Article 7 of Regulation 1612/68 the scope of the non-discrimination covers the fields of employment, labour conditions and all kinds of social and fiscal/taxation benefits. In our view the compulsory attending of integration courses and the sanctions (fines and also per January 1, 2010 the possibility no to extend and cancellation of resident permits) by Turkish nationals was clearly a discriminatory treatment of Turkish workers and their family members compared to 243 Ali Durmuş EU-workers. Aforementioned proceedings were the start of a long litigation process, a legal battle, with the Dutch Authorities. Our complaints were dismissed by the Administrative Bodies and we were forced to appeal to the Administrative Court. In August and October 2010 the courts of Rotterdam and Roermond10 ruled in our favor rejecting all the arguments of the Dutch Government and emphasizing that the Association EEC-Turkey rules prohibited the imposing of the integration requirements based upon the Integration Act of November 30, 2006 on Turkish nationals and their family members. The Courts underlined all our abovementioned legal arguments. However the Dutch Government did not accept these rulings and they appealed against both decisions to the highest Dutch Court in these administrative matters, the so-called ‘Centrale Raad van Beroep’ (CRvB). As attorneys we pleaded at the CRvB that in the case of any doubt about the Rotterdam and Roermond Courts rulings the case should be suspended to start an ECJ proceeding. But the CRvB decide otherwise and ruled on August 16, 201111 in our favor putting an end to a long litigation by preserving and restoring the rights of Turkish nationals deriving from the Ankara Agreement and Decision 1/80 EEC. The highest Court confirmed all our arguments and we were proven right on all counts. This ruling is very important, not only for The Netherlands but also for the rest of the EU related to the rights of Turkish nationals involving integration requirements. The CRvB concluded clearly that by introducing the possibility of retraction of residency permits, not to extend them, requirement of integration exams in order to obtain long-stay permits and to impose financial fines and penalties were forbidden new measures in the sense of article 13 Decision 1/80 EEC-Turkey and article 41/1 Additional Protocol (point 7.1.8 of the Ruling). Moreover the CRvB also confirmed our argument that a member-state of the EU is prohibited to change and alter the system of integration as envisaged and incorporated in Decision 1/80 EEC-Turkey (point 7.1.5 of the Ruling). The CRvB also rejected the argument put forward by the Dutch Government that since Turkish nationals do not enjoy (yet) the freedom of movement and employment in the EU as EU-nationals do, Turkish workers and nationals can not enjoy the same protection of the non-discrimination clauses of article 10 244 Integration requirements in EU migration law and the EEC-Turkey Association Decision 1/80 and article 9 of the Ankara Agreement (point 7.2). The CRvB strongly confirmed the application and protection of aforementioned non-discrimination clauses. Finally the CRvB concluded and ruled that there is no doubt whatsoever with regard to the case and the legal arguments. The CrvB ruled that in this case an ‘acte éclairé’ existed and that there was no need to refer the case to the ECJ. This means that the Highest Dutch Court ruled that the subject of integration measures and Turkish nationals is within the scope of the Association EEC-Turkey legal framework and that the ECJ has already established the context for the interpretation and application of the relevant legislation and Association rules. As a result the Dutch Ruling does not only have an impact on national Dutch situation but also sets an example for all other EU member-states imposing integration measures and requirements on Turkish nationals. The growing importance of article 9 of the Ankara Agreement One of the important results of the legal proceedings concerning the EECTurkey Association in The Netherlands and the ECJ is the acknowledgement of the direct applicability and scope of the general non-discrimination clause of article 9 of the 1963 Ankara Agreement. In order to comprehend the result of this development it is necessary to understand the structure of the Ankara Agreement and the established Association. One of the most frequently used arguments used by national authorities in The Netherlands and other EU-countries is the argument that equal treatment of Turkish nationals compared to EU-nationals can not be justified by article 9 of the Ankara Agreement because the situation of Turkish nationals is different. They argue, as underlined before, that Turkish nationals do not have the right of free movement within the EU and that the rules of the Association is only applicable within the receiving member-state of the EU. Therefore it is important to notice that the ECJ and also the Dutch Courts have rejected and dismissed this argument. In a case which I started in 2003 with a formal complaint to the EU Commission against the Netherlands back in 2003 the ECJ ruled on April 29, 201012 245 Ali Durmuş ( Commission vs The Netherlands ) that article 9 of the Ankara Agreement is applicable as a general clause (Lex Generalis) in the lack of an applicable specific (Lex Specialis) clause and that the lack of free movement of Turkish nationals within the EU can not justify the non-application of article 9 of the Ankara Agreement. In another case where I was involved as attorney the ECJ confirmed this again in the ‘Kahveci and Inan’13 ruling on October 20, 2011 where the same argument of the Dutch government was dismissed. In a recent case of my firm with respect to the issue of Turkish nationals and the EU visa policy the highest Dutch administrative court ruled on March 14, 201214 that The Netherlands can not impose visa on Turkish businessmen and service providers due to the standstill clause of article 41/1 Additional Protocol 1970 EEC-Turkey. But more important the Court also ruled that the visa-requirement constituted also an infringement of and conflict with article 9 of the Ankara Agreement. In the case of Turkish service providers and businessmen the Association EEC-Turkey does not provide for a specific additional Association Council Decision contrary to the situation of Turkish workers who are taken care of by Council Decision 2/76 and 1/80 EEC-turkey. In the absence of a ‘Lex Specialis’ the Court therefore ruled that the ‘Lex Generalis’ of article 9 of the Ankara Agreement is applicable. This ruling constitutes a legal ‘revolution’ within the Association because for the first time a national court ruled that Turkish businessmen and service providers should be exempt of visa-requirements due to the fact that visas can not be imposed on EU businessmen and service providers based upon the non-discrimination clause of article 9 of the Ankara Agreement. I strongly believe that the growing importance of the Association rules in the EU-Turkey relationship is a direct result of the expressed and signed will of the parties (EEC and Turkey) in 1963. The Ankara Agreement contains 3 stages of the Association as laid down in article 2/3. The first stage, the preparatory phase starts on December 1, 1964 for a period of 5 years. This is the stage that there is no equality between the parties to the agreement and envisages a unilaterally aid by the EEC to Turkey in order to prepare Turkey for its obligations under the Association. 246 Integration requirements in EU migration law and the EEC-Turkey Association The second stage, the Transitional phase is implemented with the Additional Protocol of 1970 entered into force on January 1, 1973. At this moment the Association has reached its third and final stage with the implementation of Decision 1/95 of December 22, 1995 establishing a customs-union. Only with the start of the second Transitional stage equal rights and obligations are established between the parties to the agreement. Article 9 is incorporated in Title II, the Transitional stage of the Ankara Agreement. It is clear that the parties to the agreement intended and envisaged equality and non-discrimination between EU and Turkish nationals only with the implementation of the Additional Protocol on January 1, 1973 considering the embedding of the nondiscrimination clause of article 9 in the Transitional stage. This strongly supports the aforementioned rulings of the ECJ and the Dutch Courts with respect to article 9 of the Ankara Agreement. It may be that the Ankara Agreement is now 49 years old but the agreement has not lost its relevance, on the contrary. To my view the non-discrimination clause of article 9 is only strengthened since the implication of the final third stage of the customs union. The customs union can only be effective if the free movement of goods is accompanied by the prohibition of a measure of imposing visa on Turkish businessmen and service providers. Conclusion The legal position of Turkish nationals within a member-state of the EU is currently considered to be a unique one. Although Turkish nationals are not EU-nationals they can not be captured by the scope of legislation for thirdcountry nationals. Turkey has not joined the Union but its nationals enjoy the benefits of a legal framework ‘sui generis’. The ECJ in its long line of rulings considering the EEC-Turkey Association has established two important pillars: Stand-still and non-discrimination 1. Member-states of the EU are free in establishing legislation related to the first entrance of Turkish nationals on its territory. This is not within the scope of the Association. However the ECJ ru- 247 Ali Durmuş lings on the standstill clauses of the Association as laid down in article 13 Association Council 1/80 and article 41/1 Additional Protocol constitutes an important restriction and exception this rule. Recently the ECJ ruled in the Toprak en Oguz decision15 on December 9, 2010 (Case C-300/09 and C-301/09) that new measures imposed on Turkish nationals are prohibited due to article 13 Decision 1/80 and 41/1 Additional Protocol even if these measures are not more restrictive than the measures applied on the dates of enforcement of Decision 1/80 and Additional Protocol EEC-Turkey being respectively December 1, 1980 and January 1, 1973. If a member state has enacted more favorable measures since aforementioned dates the member-state can not turn back the clock. The ECJ clearly stated that any improvement in the situation of Turkish nationals is irreversible considering the aim and objective of the Association which is to bring the situation of Turkish nationals in alignment with the situation of EU-nationals. This means that member-states are free with respect to the first entrance of Turkish nationals but only according to the applicable legislation on the date of January 1, 1973 for businessmen and service providers and December 1, 1980 for Turkish workers and their family members or more favorable legislation adopted and implemented afterwards. I am furthermore of the opinion that article 7 of the Ankara Agreement itself contains a general (Lex Generalis) standstill clause because this article imposes the obligation on parties to refrain from measures and actions that could endanger the aim and objectives of the Association. Considering the argumentation of the ECJ with respect to article 9 of the Ankara Agreement I believe that the same line of argumentation is applicable on article 7. For example Turkish workers and their family members enjoy the benefits of the standstill clause of article 13 Decision 1/80 EEC-Turkey and Turkish businessmen and service providers enjoy article 41/1 Additional Protocol. However in the field of social security a specific ‘Lex Specialis’ does not exist. Decision 3/80 EEC-Turkey on social security lacks a standstill clause despite containing a non-discrimination clause in article 3/1 Decision 3/80 EEC-Turkey. I am of the opinion that in this situation 248 Integration requirements in EU migration law and the EEC-Turkey Association article 7 of the Ankara Agreement contains the necessary protection. This is relevant with respect to current restrictive measures being imposed in the field of social security upon Turkish nationals by the Dutch Government. This leads to the prohibition of imposing integration and language requirements and measures as a precondition to grant social security benefits to Turkish nationals. As explained before the ECJ and the Dutch courts ruled that Turkish nationals enjoy the protection of the non-discrimination clauses of article 10 Decision 1/80 EEC-Turkey and article 9 of the Ankara Agreement. Turkish nationals should be treated equal to EU nationals within the receiving member-state of the EU. Arguments such as the absence of freedom of movement in the EU by Turkish nationals are rejected and dismissed as grounds for justification of different treatment by imposing integration measures and requirements. Finally it is important to notice that the ECJ also ruled in ‘Abatay Sahin’16 on October 21, 2003 that the standstill clause of article 13 Decision 1/80 EECTurkey does not only apply to Turkish workers already legally residing in the member-state and fulfilling the requirements of article 6 Decision 1/80. The ECJ ruled that family members of the Turkish worker who have not joined him or her yet are also covered by article 13 in order not to endanger the gradual integration of the Turkish worker in the receiving member-state. This leads to the conclusion that the requirement of attending integration language courses and/or exams at the embassy of the member-state in the relevant third country can not be imposed on Turkish nationals. After the Ruling of the highest Dutch Court on August 16, 2011 the Dutch Government has acknowledged this legal reality and has abolished this measure for Turkish nationals who are intending to migrate to The Netherlands. Integration and language requirements and measures can not be imposed on Turkish nationals. Not on legal Turkish residents in a member-state and neither on Turkish nationals as a precondition to obtain long-stay visa and migration including the scope of family (re)unification. Turkish nationals residing in other countries in the EU besides The Netherlands should object and start litigation if confronted with these measures and requirements. They can refer to the rulings of the Dutch Courts and the ECJ as mentioned and by pointing 249 Ali Durmuş at the abolishment of this kind of integration legislation by the Dutch Government with respect to Turkish nationals. 1. Decision 64/732/EEG d.d. 23 december 1963 (PB 1964/217 p. 3685 2. Walter Hallstein: Europäische Reden. Deutsche Verlags-Anstalt, 1979. Seiten: 438-440 3. migrantenrecht 8 | 09 353. http://koselaw.nl/pdf/Verplichte%20Inburgering%20en%20Associatie%20EEG-Turkije.pdf 4. Law of 22 december 2005, change of the Aliens act 2000 (Stb 2006, 28), in force on 15 March 2006,ve06000177 5. Law of 30 november 2006, Stb 2006, 625,ve06001684 6. Letter to Dutch Parliament d.d. 4 September 2008 by Secretary Albayrak 7. ECJ, June 22, 2000, Case C-65/98 8. ECJ, May 8, 2003, Case C-171/01 9. ECJ, September 30, 2004, case C-275/02 10. Rulings August 12, 2010 LJN: BN3934, Rechtbank Rotterdam , 08/4934 and of October 15, 2010 LJN: BO1206, Rechtbank Roermond , AWB 10 / 332 en 10 / 333 11. Rulings of August 16, 2011, LJN: BR4959, Centrale Raad van Beroep , 10/5248 INBURG + 10/5249 INBURG + 10/6123 INBURG + 10/6124 INBURG, http://zoeken.rechtspraak.nl/resultpage.aspx?snelzoeken=true&searchtype=lj n&ljn=BR4959 12. ECJ, April 29, 2010, Commission vs The Netherlands, Case 92/07 13. ECJ, Kahveci and Inan, October 20, 2011, Case C-7/10 and 9/10 14. Ruling of March 14, 2012, LJN: BV9454, Raad van State , 201102803/1/V3 15. ECJ, December 9, 2010, Toprak and Oguz, Case C-300/09 and C-301/09 16. ECJ, October 21, 2003, Abatay and Sahin, Case C-317/01 en C-369/01 250 Çözümsüzlükte Çözüm ve Sonuçlar Çözümsüzlükte Çözüm ve Sonuçlar Prof. Dr. Harun Gümrükçü* Mevcut Hakkı Koruma Stratejileri Hukukta kullanılan kavramlar ve bu kavramların yüklendiği anlamlar, kullanılan her bir ifade, her cümle, anlama, yorumlama ve kavrama tarzı, bir hakkın elde edilmesi veya kaybedilmesi açısından çok önemli sonuçlar doğurur. Ayrıca, toplum ile hukuk arasındaki ayrılmaz bir ilişki bulunmaktadır. Konu Avrupa Hukuku boyutuna indirgeyerek ifade edilirse; onun, etkilediği insanlar, dayandığı kurumlar, üye ve onlarla bağlantısı olan diğer ülkeler arası ilişkileri düzenleyen kurallar bütünü şeklinde algılamak mümkündür. Daha somuta indirgeyerek A(E) T/AB Türkiye Ortaklık Hukuku bağlamında konuya bakıldığında söz konusu mevzuat hükümlerinin ve mahkeme kararlarının yeniden değerlendirilmesine ve böylece sağlam bir hukuki temelin oluşturulmasına gerek duyulmaktadır. Aksi takdirde kazanılmış ve meşru birçok hakkımızı inkâr ederek onları tekrar müzakereye açmak gibi fevkalade yanlış bir yol seçilmiş olunur. Türk vatandaşlarının Ortaklık Hukuku’na dayanan, ABAD kararlarıyla uygulanması kesinleşen kazanılmış haklarını uygulamaya geçirmenin tek yolu, hukukun üstünlüğü prensibinden hareketle ulusüstü hukukun sunduğu yöntemleri kullanmaktır. Bu yöntemleri bilimsel ve uygulamaya dönük olarak ikiye ayırmak mümkündür. Bilimsel Yöntemler: 1. 1973 tarihinden günümüze kadar, Türkiye’nin AB üyesi ülkeler ile yaptığı ikili ve çok taraflı uluslararası antlaşmaların teker teker incelenmesi; 1973 yılı temel alınarak Türk vatandaşları açısından geriye doğru kötüleştirme * Akdeniz Üniversitesi 251 Harun Gümrükçü olup olmadığının tespit edilmesi ve olan maddelerinin yürürlükten kaldırılması için hukuki yollara işlerlik kazandırılması. 2. 1973 tarihinden günümüze kadar, AB üyesi ülkelerin kendi ulusal mevzuatlarında yaptıkları değişikliklerin araştırılarak, hangilerinin Türkiye´deki ve AB üye ülkelerindeki işverenlerimizi (örneğin; ticari faaliyetlerini zorlaştırıcı düzenlemeler, çalışanlarının yerleşme hakları vs.) kötüye götürücü düzenlemeler içerip içermediğinin tespit edilmesi. 3. 1980 tarihinden günümüze kadar, AB üyesi ülkelerin kendi ulusal mevzuatlarında yaptıkları değişikliklerin araştırılarak, bunlardan hangilerinin genel olarak Avrupa´da yaşayan Türk vatandaşlarının konumlarını 1976 tarihine nazaran daha kötüye götürücü düzenlemeler içerip içermediğinin tespit edilmesi. 4. Bu çalışmaların yapılabilmesi amacıyla, Türkiye ve Avrupa´da ki uzmanlardan oluşacak bir çalışma grubunun teşekkülü, bu grubun çalışmaları sonucunda ortaya çıkacak sonuçların mahkemelerde delil olabilecek şekilde tanzimi ve ortaya konulması. Ayrıca bu gibi somut yasalara dönük çalışmaları yapacak öğrencilerin teşviki ve burs ile desteklenmeleri. 5. Bu çalışmalarla ortaya çıkacak sonuçların kamuoyu ile paylaşılması, özellikle Avrupa´da yaşayan vatandaşlarımızın ve Türkiye`deki işverenlerimizin ve serbest meslek sahibi insanların konuyla ilgili olarak bilgilendirilmesi. 6. Bu çalışmalar neticesinde, vatandaşlarımızın haklarını temin bakımından zarar ve ziyan konusunda dava açmalarının teşvik edilmesi, bu konuda lojistik ve teknik desteğin kendilerine sağlanması, söz konusu davaların koordine edilmesi. Bu davalar açılırken konulara verilecek ağırlığın tespiti bakımından, davaların; • Stratejik öneme sahip davalar, • Sıradan davalar şeklinde tasnifi uygun olacaktır. 7. Stratejik davalar özellikle takip edilmeli ve gerekli titizlik gözetilmelidir. Konuyu açıklığa kavuşturmak için bilimsel toplantılar düzenlenmeli, bilirkişi raporları yazdırılmalı ve hukuki dergilerde bunların yayınlanması sağlanmalıdır. 252 Çözümsüzlükte Çözüm ve Sonuçlar Uygulamaya Dönük Yöntemler: 1. Üye ülke idare mahkemelerinde Francovich (C-6/90) ve Brasserie du Pecheur (C-46/93) örnekleri uyarınca tazminat davaları açmak. 2. AB Hukuku’nun üye ülkelerde uygulatılmasından birinci derecede sorumlu olan Avrupa Komisyonu’nun vize uygulayan ülkelere dava açmasını sağlamak için gerekli bilgi ve belgeleri toplayarak Komisyon’a sunmak. 3. ABAD kararları uygulanmadığı sürece her türlü Geri Kabul Antlaşması müzakerelerinden kaçınmak. 4. Mevcut haklarımızı her ortamda, özellikle de Avrupa gezilerinde, tüm yetkili ağızlardan dile getirerek kamuoyu oluşturmak. 5. Konuyu, Alman Parlamentosu’nda (5 kez) olduğu gibi TBMM’de tartışmaya açarak toplumumuzun doğru bilgilenmesini sağlamak. 6. Avrupalılığın gereklerinden olan hukukun üstünlüğüne saygı, akılcı yöntemler kullanma ve AB üye ülkeleri nezdinde oyunu kurallarına göre oynadığımızı göstererek mevcut haklarımızı müzakere etmeyeceğimizin altını çizmek. 7. Vatandaşlarımızın açacağı zarar ve ziyan davaları için ilgili ülke elçiliklerinin önünde onlara rehberlik edecek noktasal bürolar konumlandırılarak bu davalar organize edilebilir. Bu yolla AB nezdinde binlerce tazminat davası açmak ve yıllardır hukuksuz olarak tahsil edilen paraları ülkemize misliyle geri döndürmek kaçınılmaz bir görev olarak bizi beklemektedir. Yukarıda önerdiğimiz tüm çalışmalar için gerekli bilimsel destek ve yönlendirme tarafımızdan karşılıksız olarak şimdiye kadar verildiği gibi yine verilmeye devam edilecektir. Bunun dışında yapılacak her türlü icraat ve söylem göstermelik olup, bilgisizlik, vurdumduymazlık, ürkeklik ya da milli çıkarları inkâr gibi kategorilerden birisi ile ilgilidir. Yukarda sıralanan stratejiler uygulandığında beklenen etkilerini de satırbaşları halinde aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür: Ekonomik etkilerine baktığımızda: Türk işverenlerinin AB ülkeleri ile yaptıkları ticarette önlerini açacak, ilişkileri 253 Harun Gümrükçü kolaylaştıracak ve ticari kapasitelerini arttıracaktır. Hizmet Ticareti alanında son yıllarda yaptığımız büyük sıçrama daha da artarak devam edebilecektir. Bunun sonucu dünyadaki şu an 17. sırada olan yerimiz, bu hakları tam kullanabildiğimizde ilk on sıraya girebilecektir. Bununla birlikte, Avrupa´da yaşayan vatandaşlarımıza devletlerinin arkalarında olduğunu göstererek, uzun yıllardır hissetmekte oldukları sahipsizlik duygusunun kalkmasına bir ölçüde vesile olacaktır. Türkiye – AB ilişkileri açısından baktığımızda: Türkiye´nin, sadece adaylık süreci değil, ayrıca AB´ye üyeliği gerçekleştikten sonra da yararlanabileceği önemli bir çalışma olması ve AB sistemi içinde var olmanın gereğini yerine getirme bakımdan ciddi bir pratik niteliği taşıyacaktır. AB ile olan ilişkilerimizi daha sıkı hale getirerek AB-Türkiye ilişkilerinin gelişmesine ve sağlamlaşmasına katkı sağlamış olacaktır. Ayrıca AB ülkelerinin uygulamalarının bu alanda yarattığı hukuki güvencesizlikte sona erdirilecektir. Bu yolla da Avrupa’da Hukukun üstünlüğü prensibine önemli bir katkı sağlanacaktır. Bu strateji orta vadede Türkiye’yi ayrıca Avrupa Birliği üyeliğine taşıyacaktır. Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımız açısından baktığımızda: Bu vatandaşlarımızın, bulundukları ülkelerdeki konumlarını güçlendirerek, ülkemizin o ülkelerle olan ilişkileri bakımından stratejik bir fonksiyon görecektir. Bu yöntemle kendilerine, İspanyollar, Yunanlılar, Portekizliler örneğinde olduğu gibi, üç vatandaşlık yolu açılabilir (Ülkemizin vatandaşı olarak kalma, Birlik Yurttaşı olma, bulundukları ülkenin vatandaşı olma). Bu yolla 5 Milyon Türk AB üye ülkelerinde seçmen olma (seçme ve seçilme) hakkını kazanabilirler. Ayrıca, devletimiz yurt dışında yaşayan vatandaşlarına sahip çıktığını göstererek güçlü ve hukukun üstünlüğünün takipçisi bir ülke konumunu sağlamlaştıracaktır. Diplomatik açıdan baktığımızda ise: Bu tarz bir çalışma Türkiye’nin yaptığı ulusüstü antlaşmalara sahip çıktığını göstermesi bakımından önemli ve kaçınılmazdır. Devletimizin yaptığı bu tür antlaşmaları niye yaptığının bilincinde olduğunu ve bu antlaşmalardaki lehine olan hükümlerin sonuna kadar takipçisi olacağını göstermesi bakımından önemli olacaktır. 254 Çözümsüzlükte Çözüm ve Sonuçlar Bu yöntemler uygulandığında inkâr edilen haklarımız gün ışığına çıkacaktır. Bu hakların birçoğunu maddeler halinde aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür: • Tarım ürünlerine 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren uygulanan gümrüklerin tekrar kaldırılması. (Bu Gümrükler 1/80 sayılı Ortaklık Konseyi’nin 2. ile 4. maddeleri gereği 1980 yılından başlayarak 1988 yılına kadar adım adım kaldırılmışlardır. Bu hak Türkiye tarafından 1 Ocak 1996 yılında yürürlüğe giren 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı’yla tekrar geri verilmiştir. Bu hukuki işlem hukuksuzdur. Eski ve lehteki durumun tekrar ihdası gerekmektedir.) • Türk işverenlerine ve serbest meslek sahiplerine ve diğer vatandaşlarımıza dönük vize uygulanması ve vize ücretlerinin artırılması hukuki değildir. Bunlardan hemen vazgeçilmelidir. Alınan vize ücretleri sosyal kurumlara bağış yoluyla iade edilmelidir. • Türk ilaçlarının Avrupa piyasasına satılmasının zorlaştırılması ve hatta engellenmesi mevcut hukuki durumla bağdaşmamaktadır. • Ortaklık Hukuku’ndan doğan sosyal hakların Avrupa’da yaşayan Türk vatandaşlarına yeterli ölçüde uygulanmaması, Türkiye’ye dönen vatandaşlarımıza bakım masraflarının karşılanmaması ve işsizlik paralarının ödenmemesi gibi sorunlara son verilmeli ve Türklere de eşit muamele yapılmalıdır. • Hizmet sektöründeki Türk firmalarına ve onların çalıştırdıkları personele karşı yerleşme ve ticari faaliyette bulunmaları durumunda, A(E)T/AB üye ülkelerince bu faaliyetlerini etkileyecek sınırlamalardan kaçınma gerekmektedir. Aksi davranış hukuki değildir. • Supranasyonal karaktere sahip bu hakların ikili antlaşmalar yoluyla da ortadan kaldırılamayacağı prensibine uymak gerekmektedir. (ATAD’ın 2003 tarihli Abatay/Şahin kararında, 1977 tarihli Türk-Fransız Taşımacılık Antlaşması’nın ilgili hükümlerinin bu prensibe ters düşmesinden ve mevcudu kötüleştirdiğinden dolayı uygulanamayacağı hükmü çıkmıştır. Türkiye’de ikili antlaşmalarla mevcut haklarından vazgeçemez.) • A(E)T/AB üye ülkelerinin, ulusal yabancılar yasalarında değişiklik yapmaları durumunda mevcut hakları geriye götürecek değişiklikler, Türk firmaları ve onların personeli için uygulanamaz olduğu temel ilkesine 255 Harun Gümrükçü uyulması gerekir. Üye ülkelerin, 1973 yılından sonra çıkardıkları yasaların A(E)T/AB Ortaklık Hukuku’na ters düştüğü durumlarda, bu yasaların uygulanmasında Türk firmalarının muaf tutulacağı hususuna metinlerinde dikkat çekmek zorundadırlar. Bu anlamda üye ülkeler Türk işverenlerinin hukuki konumlarını AB üye ülkeleri işverenlerinin statülerinden daha da geriye götüremezler. En azından mevcut hukuku durumu korumak zorundadırlar. Yeni çıkartılacak yasalar ancak üye ülke vatandaşları ve işyerleri için geçerli olması durumunda Türklere de uygulanabilirler. Aksi takdirde üye ülkeler yasaları çiğnemiş olurlar. • Haklarda kısıtlama yasağı çerçevesinde, 1980 tarihinden itibaren Türk işverenlerine karşı uygulanmakta olan vize yasağının tekrar gözden geçirilmesi zorunluluğu vardır. Bunun hukuki olmadığı Almanya’da yayınlanan çeşitli belgelerde ve bilimsel makalelerde vurgulanmaktadır. Avrupa Komisyonu’nun görüşü de bu doğrultudadır. Bu konuda Komisyon’dan artık yazılı resmi görüş istenmelidir. Sözlü ifadeler, bizi kandırmaya ve oyalamaya dönüktür. • Türkiye’nin AB üye ülkeleriyle yaptığı ikili antlaşmaların, Türk işverenlerinin durumunu 1973 yılındakinden daha kötüye götürecek hükümler içermesi durumunda, hukuki geçerlilikleri yoktur. • Türkiye’de bulunan işverenlerin de Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) nezdinde dava açma haklarının olduğu 2003 tarihli Abatay/Şahin kararıyla ATAD/ABAD tarafından tespit edilmiştir. Maalesef işverenlerimiz bu haklarını kullanmamaktadırlar. • Hukuki engellerin devamı Avrupa’da bir hukuki güvencesiz alan yaratmıştır. Bunun düzeltilmesi için üye ülkeler kendi hukuklarını bu yeni kriterlerin ışığı altında biz kez daha gözden geçirmek ve onları düzeltmek zorundadırlar. • Hizmet sunumu girdilerini zorlaştıran engeller mevcut hakkı inkâr etmeye dönük olduğundan Avrupa Hukuku’na ters düşmektedir. (AB üye ülkeleri nezdinde şirket temsilciliklerinde çalışacak elemanlara oturma izni vermede, sınır ötesi ticari servis kullanımında ve 2 ay süreli Türkiye’den uzman eleman çalıştırılmasını engellemeye dönük uygulamalar gibi); • 256 Hizmetin tanıtımı ve alınan diplomaların denkliği, eğitim programlarının Çözümsüzlükte Çözüm ve Sonuçlar uyumlaştırılması, mesleki akreditasyonunun sağlanması konusunda ortaya çıkan sorunlar bu çerçevede değerlendirilip, yeniden gözden geçirilmelidir. • Hizmetin dağıtımı ile ilgili sorunlar lehteki hukuki durumu koruma ile bağdaşmamaktadır. • Hizmet alımı ile ilgili sorunlar. (Seyahat edilen her ülkeden hizmet alınır. Örneğin otobüse, trene, tramvaya, taksiye binilir, sinemaya gidilir ve yemek için restorana gidilir.) Bir AB ülkesine giden her Türk hizmet alacağına göre, her Türk’ün Avrupa’ya vizesiz seyahat etme hakkı bulunmaktadır. Bu konuda ATAD/ABAD’ın verdiği kararlara hemen uyulmalıdır. Ayrıca açılacak bu tazminat davalarıyla güdülen hedef, sadece vizeyi kaldırmak değildir. Vize ötesi haklar, yani AB üye ülkelerindeki ilişkilerde asıl mesele olan tam eşitlik, ayrımcılığın önlenmesi ve partnerlik konusu çok daha önemlidir. Vize ötesi haklara dönük bazı örnekler Tarım ürünlerinde, yukarıda belirtildiği gibi, 1987 ile 1996 arasında olduğu gibi, alınan vergilerin kaldırılması gerekmektedir. Bu alanda yıllık kaybımız bir milyar doları aşmaktadır. Buna göre 16 milyar doları aşan toplam bir kaybımız bulunmaktadır. 1. Çocuk parasının değiştirilmesi (Daha önceden Almanya’da çalışan veya ikamet eden kişilerin Türkiye’de bulunan çocuklarına ödenen çocuk parasının Türkiye temel alınarak ödenmesiyle çok aşağıya çekilmesi ve Almanya’dakilere ödenen parayla eşit olmaması. Bundan dolayı oluşan parasal kayıpları milyarlarla ifade etmek gerekmektedir.). 2. Üye ülkelerde uygulanmakta olan Yabancılar Yasası, İş ve İşe Teşvik Yasası ve diğer yasaların bu ülkelerde yaşayan Türklere sadece kısmen uygulanabilirliği söz konusudur. Diğer alanlarda Avrupa Türkleri’nin hemen AB yurttaşlarıyla eşit hakları vardır. Onun için Avrupalı Türkleri diğer bir AB üye ülkesinde yaşayan İspanyol’dan, İtalyan’dan, Portekizliden ayırmak hukuku çiğnemek anlamına gelir. 3. Bir başka nedenimiz ise, Avrupa Birliği’nin 27 üye ülkesinin Dışişleri Bakanları’nın Nisan 2006 tarihinde yaptıkları bir toplantıda vize ücretlerini 2007 yılının başından itibaren 35,-- Avro’dan 60,--Avro’ya çıkarmayı karar 257 Harun Gümrükçü altına almış olmalarıdır. Bu yolla vatandaşlarımızdan 2005 yılı içinde aldıkları 8 milyon Avro’yu aşan paranın miktarı 2007 yılından sonra 15 milyon Avro’yu aşmıştır. Bu rakamın 1980 ile 2011 yılları arası dikkate alındığında toplam olarak 600 milyon Avro’ya ulaştığı tahmin edilmektedir. Avrupa basını bu gelişmeleri Vize Almada Türkler Tekrar Kesenin Ağzını Açmak Zorunda başlıklarıyla verdi. Ancak bu uygulama hukuki değildir (ABAD’ın 9 Aralık 2010 tarihli Toprak (C-300/09) kararı) ve mevcut haklarda kötüleştirme yapılamayacağı prensibiyle çatışmaktadır. 4. Ayrıca, AB üye ülkeleri hâlen yürüttükleri vize uygulamalarında bazı işverenlere üç ve hatta beş yıl süreli Schengen vizesi verirken, diğer işverenlerimize aynı hakkı tanımamaktadırlar. Bu gibi uygulamalar Ortaklık Hukuku’na ters düşmektedir. Bunlara karşıda muamele eşitsizliğinden dolayı tazminat davası açılmalıdır. Bitirirken Ulusüstü antlaşma hükümleri, uluslararası antlaşma hükümlerinden farklı olarak kişilerin dava açma hakları yanında ulusal yasalardan önceliklilik ve doğrudan etkililik özellikleriyle ayırt edilirler. Ayrıca ulusal yasalarla çatıştıklarında onları ikame ederler. Avrupa Hukuku’nun bu özellikleri onu diğer hukuk sistemlerinden ayırmaktadır. Topluluğun Türkiye ile olan ilişkileri ve bu ilişkilerin oluşturduğu normatif yapı, ulusüstü olan bir hukuk sistemi özelliğine sahiptir. Bu özüne rağmen antlaşma hükümlerinin hayata geçirilmesi değişen siyasi olay ve koşullara bağlı kılınıp ABAD’ın örnek kararları kısmen veya tamamen göz ardı edilebilmektedir. Dışişleri bakanlığımızda bu temel ilkeleri bilmediğinden bu oyuna çanak tutmaktadır. Yarım yüzyıllık A(E)T/AB Türkiye ilişkilerinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına uygulanan vize işlemleri ve diğer mevcut hakların inkârı, Türkiye’nin AB ülkeleriyle ticari, sosyal ve kültürel ilişkilerinin öngörüldüğü şekilde geliştirilmesi bakımından ciddi bir engel teşkil etmektedir. Bu durum, Türk işadamları için önemli boyutlara ulaşan bürokratik sıkıntılar, zaman planlaması zorluğu, vakit kaybı ve artık göz ardı edilemeyecek seviyelere ulaşan mali yüklere yol açmaktadır. Bu arada unutmamak gerekir ki, geçtiğimiz yıllarda sadece vize masrafları 258 Çözümsüzlükte Çözüm ve Sonuçlar artmakla kalmamış, aynı zamanda Schengen alanı da genişletilmiştir. Buna göre İsviçre’nin yanında Mayıs 2004’de AB’ye yeni üye olan 10 Orta ve Doğu Avrupa ülkesi, Schengen Alanı’na dâhil edilmiştir. Bu durum karşısında Türk insanının ödeyeceği vize masrafları oldukça yükselmiştir. Sorun sadece vize masraflarıyla, vize alabilmek için gerekli evrakları düzenlemek için harcanan zamanla ve diğer masraflarla sınırlı değildir. Sorun dünyanın en dinamik sektörü durumuna geçen hizmetler sektöründe Türkiye’nin önünü kesmekle yakından ilgilidir. Bir başka deyimle ülkemiz vatandaşlarının Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerle gerçekleştirdikleri hizmet ticaretinde karşı haksız engeller çıkartmaktadırlar ve buna bağlı olarak da haksız rekabet yapılmaktadır. Bu süreç sadece hukuki değil aynı zamanda sistemin işleyişinin temel ilkeleriyle çelişmektedir. 259 260 The Deadlock Solution and Results The Deadlock Solution and Results Prof. Dr. Harun Gümrükçü* Strategies on Protection of Existing Rights Concepts and their meanings used in law, each expression, every sentence, comprehension, the style of interpretation and understanding result in important consequences with the view to the acquisition or loss of a right. In addition, there is an integral relationship existing between the society and the rule of law. When talking about European law particularly, it is possible to apprehend the law, people affected, institutions it is based on, the rules governing relations between the Member states and other countries they have connections with as a whole. To make it more concrete, with a view to the EEC/EU Turkey Partnership Law it is necessary to re-evaluate provisions of the legislation and court decisions and thus to establish a solid legal foundation. Otherwise, denying a lot of our acquired legitimated rights and bringing them up for discussion again would be a supremely wrong way. The only way to give effect to the implementation of the decisions of the European Court of Justice, which confirmed rights acquired by Turkish citizens basing on Partnership Law, is to apply methods suggested by supranational law proceeding from the principle of the rule of law. These methods can be divided into scientific and practical. * Akdeniz University 261 Harun Gümrükçü Scientific methods: 1. Examine every bilateral and multilateral international treaty signed between Turkey and EU Member states since 1973 to the present one by one; determine, whether there was a deterioration of rights of Turkish citizens assuming the year 1973 as a basis and giving effect to legal action in order to repeal these provisions. 2. Investigate the changes made by the EU Member states in their national legislations since 1973 to the present in order to establish whether they contain arrangements that deteriorate the rights of our workers in Turkey and the EU Member states (e.g. regulations which make commercial activities difficult or impair workers’ settlement rights, etc.). 3. Investigate the changes made by the EU Member states in their national legislations since 1980 to the present in order to establish which of them contain arrangements that deteriorate the rights of Turkish citizens living in Europe in general as compared with their state in 1976. 4. Set up a working group of experts from Turkey and Europe to conduct this study and present and organize the results of this study in such a way that it would be possible to use them as evidence in courts. In addition, students working on specific laws of this kind should be supported by scholarships and rewards. 5. Share the results of the study with the public and especially inform our citizens living in Europe and employers and self-employed workers living in Turkey. 6. As a result of these efforts, one should ensure the rights of citizens to sue for damages, provide logistical and technical support in this regard and coordinate such cases. Classification of these cases in terms of their gravity as a) Cases of strategic importance and b) Ordinary cases seems appropriate. 262 The Deadlock Solution and Results 7. Strategically important cases should especially be pursued closely with due diligence. One should organize scientific meetings to clarify this subject. Experts should write reports to the subject and publish them in legal journals. Practical methods: 1. Open actions for damages in administrative courts of Member states basing on the decisions Francovich (C-6/90) and Brasserie du Pecheur (C-46/93). 2. Present necessary information and documents to the European Commission which is primarily responsible for the enforcement of EU law in the Member states to prosecute the Member countries which apply visa system for Turkish citizens. 3. Avoid all kinds of Readmission Agreement negotiations as long as the decisions of the ECJ are not applied. 4. Create public awareness about our existing rights in any environment, especially during our trips to Europe, by giving voice to them by officials and authorized persons. 5. Provide correct information to the public by bringing the issue up for discussion in the Turkish Grand National Assembly, as it has been done in the German Parliament (for 5 times) . 6. Together with demonstrating respect to the rule of law – one of the requirements of the Europeanness, we should apply wise methods, show the EU Member states that we play according to the rules of the game and emphasize that we are not intended to negotiate our existing rights. 7. The cases of loss or damage opened by our citizens can be organized by setting up of special offices which would guide claimants in front of embassies in the respective country. In this way, this is our inevitable task to bring thousands of actions for damages in the EU and to return to our country money illegally collected for many years. We have proposed gratis the necessary scientific support and guidance for all 263 Harun Gümrükçü the work advised above so far and will continue to provide help in the future. Apart from that, all other kinds of acts and discourse being ostentatious relate to one of the categories, such as ignorance, neglect, timidity or denial of national interests. Expected results of the application of strategies described above can be listed as follows: Looking at the economic effects : Taken measures will provide Turkish employers with ample opportunities in their trade with the EU, facilitate relations and increase trade capacity. The big leap in the field of trade in services in recent years will be able to continue to increase even more in the future. As a result, our country will move to the top ten from its current 17th place in the world ranking when we are able fully exercise our rights. On the other hand, it is a good opportunity to show that our state protects its citizens living in Europe and remove their sense of vulnerability. Turkey - EU relations point of view: This work will have a serious practical importance not only during the process of accession of Turkey to the EU, but also after the accession procedure will have been accomplished. It will contribute to the development and strengthening of the EU-Turkey relations by making these relations closer. In addition, legal insecurity in this area created by practices of the EU countries will be terminated. In this way, this will be an important contribution to the principle of the rule of law in Europe. In addition, this strategy will bring Turkey to the EU Membership in the medium term. When looking from the point of view of our citizens living in Europe: These citizens, strengthening their positions in countries they live in, will have strategic function in terms of relations between Turkey and this country. In this case the principle of three citizenships can be applied as in the example of Spaniards, Greeks or Portuguese (being a citizen of our country, a citizen of the 264 The Deadlock Solution and Results European Union and citizen of the host country). In this way, five million Turkish citizens in the EU Member states can acquire the right to vote (to elect and to be elected). In addition, by protecting our citizens living abroad, our country will strengthen its position of a powerful state which is a follower of the rule of law. Looking from a diplomatic point of view: This kind of work is important and inevitable in terms of protecting supranational treaties signed by Turkey. It is important to demonstrate that Turkey is aware of why these agreements have been made and that it will constantly follow up the provisions favoring Turkish citizens. When these methods are applied, our rights denied by the EU Member states will be revealed. These rights can be listed as follows: • Abolition of the custom duties on agricultural products which have been applied since January 1, 1996. (These customs duties were abolished step by step between 1980 and 1988 according to the article № 2 and 4 of the Association Council 1/80. This right has been returned by Turkey in January 1, 1996 when the Association Council Decision № 1/95 came into force. It was an illegal legal action. The former advantageous state must be imposed. • Implementation of the visa and increase of visa fees applied for Turkish employers and self-employed workers and other citizens are not legal. This condition must be abolished. Received visa fees must be returned through the donation to social institutions. • Complication or even impediment to the sale of Turkish drugs on the European market is incompatible with the current legal situation. • An end must be put to such problems as insufficient application of social rights arising from the Association Law for Turkish citizens living in Europe, noncovering of maintenance costs for Turkish citizens turning back to Turkey and non-paying of unemployment money. Turkish citizens should be treated equally. • E(E)C/EU countries should avoid limitations which would impede commercial activity of Turkish companies functioning in the service sector and against employees of these companies. Opposite conduct is illegal. 265 Harun Gümrükçü • These rights of supranational character must comply with the principle that they cannot be eliminated by any bilateral agreement. • (In the ECJ Abatay / Şahin decision (2003) it has been stated that the relevant provisions of the Treaty of 1977 on the Turkish-French Transportation contradict this principle and cannot be applied due to deterioration of the existing state. Turkey cannot abandon its existing rights basing on bilateral treaties.) • It must be adhered to the main principle that if the E(E)C/EU Member states make changes in national legislation related to aliens, the changes which deteriorate existing rights of Turkish firms and their employees cannot be applied. Member states are obliged to emphasize in their legal texts that Turkish firms are exempted from implementation of the laws made since 1973 which contradict the E(E)C/ EU Partnership Law. In this sense, Turkish employers’ legal position cannot become worse in comparison to the status of employers of the EU Member States. They are obliged at least to protect the present legal state. The new issued laws can be applied to Turks only if they are valid for nationals and businesses of this Member State. Otherwise, the Member Countries will break the law. • In the framework of the prohibition of the restriction of rights, the visa applied for the Turkish employers since 1980 must be reconsidered. Many documents and scientific articles published in Germany emphasize illegality of visa. The opinion of the European Commission on the subject is identical. It is time to ask the Commission for its written legal opinion on this subject. Oral statements seem to be deceiving and aim to procrastinate the time. • Turkey’s bilateral agreements with EU Member states have no legal validity if they contain provisions which deteriorate the state of Turkish employers in 1973. • It has been stated in the decision Abatay/Şahin (2003) of the ECJ that employers living in Turkey have a right to bring an action before the European Court of Justice. Unfortunately, our employers do not use this right. • Constant legal obstacles have created an insecure zone in Europe. In order to improve it, Member states have to reconsider their national laws in the light of this criterion once again and amend them. 266 The Deadlock Solution and Results • Obstacles complicating acquisition of income from service delivery contradict European law because they deny existing rights (e.g. practices related to giving work permit for employees to work in the representatives of companies in the EU, cross-border trade and impediment of employment of Turkish experts for a period of 2 months). • Problems related to presentation of the service and recognition of diplomas, harmonization of training programs and professional accreditation should be evaluated in this context and revised. • Problems with distribution of services are incompatible with protection of favorable legal status. • There are problems with service procurement. (A traveler procures services in every country, for example, when taking a bus, train, tram, taxi, or when going to the movies or to a restaurant for dinner.) . Thus, since every Turkish citizen will procure services within an EU Member state, he/she has the right to visa-free travel to Europe. In this regard, the ECJ’s decisions must be complied with immediately. In addition, removing of the visa regime is not the only goal of these actions for damages. Besides visa, there are other significant questions in the relations with the EU Member states related to full equality, prevention of discrimination and partnership. These are some examples of other rights As described above, taxes for agricultural products must be removed as it was between 1987 and 1996. Our annual losses in this area exceed one billion dollars. Accordingly, our total losses are more than $ 16 billion. 1. Changes of the size of children benefits (Children benefits paid to persons residing or being employed in Germany for children residing in Turkey were significantly decreased basing on the amount of children benefits in Turkey and, thus, payments are not equal with benefits paid for those who live in Germany. Therefore, monetary losses from this issue equal billions. 2. It is important that Immigration law, Business and Employment Promotion Act and other laws enforced in the EU Member states is only partially 267 Harun Gümrükçü applicable to Turks living in these countries. European Turks have equal rights with the EU citizens in other areas. So, to separate European Turks from Spaniards, Italians or Portuguese means to violate law. 3. Another reason for us to act is a decision to raise visa fee from 35 Euro to 60 Euro since 2007 which was made by Foreign Ministers of 27 EU Member states in April 2006. Thereby, the amount of money collected from our citizens in 2005 equal to 8 million Euro increased to more than 15 million Euro in 2007. Considering this number, it can be assumed that since 1980 till 2011 this number exceeded 600 million Euro. European press described these developments with headlines like “Turks have to loosen their purse strings again”. However, this application is not legal (see ECJ’s judgment on Toprak (C-300/09) in December 9, 2010), and comes into conflict with the principle prohibiting infringement of existing rights. 4. In addition, while EU Member states grant 3 and even 5 year Schengen visas to some employers, other our employers do not enjoy such a right. Such practices conflict with the Law of Partnership. In this regard, compensation should be claimed due to inequality of treatment. Conclusion Supra-national treaty provisions, being different from the provisions of an international treaty, are distinguished by the right of citizens to sue, supremacy over national laws and the direct effect. In addition, in the case of conflict with national laws, supra-nation law substitutes national law. This feature distinguishes European law from other legal systems. The Community’s relations with Turkey and the normative structure formed by these relationships have a feature of supranational legal system. In spite of that, implementation of the provisions of this treaty depends on changing political situation and conditions and the exemplary decisions of the ECJ are partially or completely ignored. The Ministry of Foreign Affairs of Turkey does not know these basic principles and, thus, plays into the hands of the EU Member States. Application of visa to Turkish citizens and denial of other rights constitute a 268 The Deadlock Solution and Results serious obstacle for a foreseen further development of commercial, social, and cultural relations between Turkey and EU Countries, lasting for a half century. This situation opens the door to significant bureaucratic difficulties for Turkish businessmen, problematic time management, waste of time and financial burdens which can no longer be ignored. In the meantime, we should not forget that besides increase of visa costs which took place in recent years, the Schengen area has been extended. Thus, together with joining of Switzerland in May 2004, 10 new countries from Central and Eastern Europe have been included in the Schengen Area. In this situation, visa costs paid by Turkish citizens raised significantly. The problem is not limited only to visa costs, time spent for collecting necessary documents to get a visa and other costs. The problem concerns putting obstacles in the way of Turkey in the services sector, which comes to be one of the world’s most dynamic sectors. In other words, unfair obstacles are put for Turkey and, thus, unfair competition is maintained in the service trade realized between the citizens of our country and the European Union (EU) member states. This process contradicts not only the legal principles, but also the basic principles of the whole system. 269 270 EKLER - APPENDIX 271 Ekler - Appendix 272 Ekler - Appendix EK-1a HOLLANDA DANIŞTAYI’NIN 14.03.2012 201102803/1/V3 NO’LU KARARI * DANIŞTAY, İDARİ HUKUK DAİRESİ TARİHLİ VE Konu: Hollanda Danıştayı’nda karara bağlanan C. Yılmaz Davası Tarih ve Esas No: 14-03-2012, 201102803/1/V3 1. Göç ve İltica Bakanı (hâlihazırda: Göç, Entegrasyon ve İltica Bakanı) 2. C. Yılmaz’ın Temyiz başvurusu üzere Yabancı uyruklu şahıs ve Bakan arasındaki idari hukuk davasında ‘s-Gravenhage (Lahey) Mahkemesinin Haarlem Dairesi’nin 14 Şubat 2011 tarihli ve 10/6045 sayılı karara karşı yapılan itiraz ve temyiz üzere verilen KARAR: 1. Davanın seyri 3 Kasım 2009 tarihli karar ile sınır muhafaza memuru, söz konusu yabancı uyruklu şahsın (Tercümanın notu: bundan sonra ‘Yabancı’) Schengen bölgesine girişini reddetmiştir. 11 Şubat 2010 tarihli kararında Adalet Bakanı Yardımcısı yabancı uyruklu şahıs tarafından üstte belirtilen karara karşı yapılan idari itirazı reddetmiştir. Bu karar ektedir. Aynı gün yollanan ve taraflara tebliğ edilen 14 Şubat 2011 tarihli kararla, Mahkeme Yabancı tarafından yapılan itirazı kabul etmiş ve Bakanlık kararını bozmuş ve Bakan’ın, bozma kararındaki gerekçeleri dikkate alarak, yapılan idari itiraza ilişkin yeni bir karar vermesi gerektiğine hükmetmiştir. Bu karar ektedir. Bakan Danıştay’a 4 Mart 2011 tarihinde ulaşan bir dilekçeyle, Yabancı’da Danıştay’a 14 Mart 2011 tarihinde ulaşan bir dilekçeyle, mahkemenin bu kararına itirazda bulunmuşlardır. Bu dilekçeler ektedir. Bakan ayrıca bir savunma dilekçesi sunmuştur. İdari Hukuk Dairesi, Lahey’de mukim Avukat G.M.H. Hoogvliet tarafından temsil edilen Bakan’ın ve Rotterdam’da mukim Avukat E. Köse tarafından temsil edilen Yabancı’nın bulunduğu 25 Ekim 2011 tarihli duruşmada davayı ele almıştır. * Çeviri Vizesiz Avrupa Araştırma Grubu tarafından yapılmıştır. 273 Ekler - Appendix 2.Gerekçeler 2.1 Bakan ile aynı zamanda yasal selefleri de kastedilmektedir. 2.2 12 Eylül 1963 tarihinde Avrupa Ekonomik Topluluğu (bundan böyle Topluluk olarak anılacaktır) ve Türkiye Cumhuriyeti arasında ortaklık kuran bir antlaşma (bundan böyle Ortaklık Antlaşması olarak anılacaktır), Topluluk adına imzalanmıştır. Antlaşma, 23 Aralık 1963 tarihinde Topluluk Konseyi tarafından 64/732/EEC sayılı kararla kabul edilmiş ve onaylanmıştır (PB 1964, 217). Bu antlaşmanın 9. Maddesi’ne göre, Taraflar, Antlaşma çerçevesinde ve Topluluk Kurucu Antlaşması’nın 7. Maddesi uyarınca, bu antlaşmanın 8. Maddesi’nin özel hükümleri saklı kalmak koşuluyla, milliyet temelinde her türlü ayrımcılığın yasaklandığını kabul etmektedirler. 23 Kasım 1970 tarihinde bir Katma Protokol (bundan böyle Katma Protokol olarak anılacaktır) Topluluk adına kabul edilmiş ve imzalanmıştır. Bu Katma Protokol, 19 Aralık 1972 tarihinde Konsey’in (AET) 2760 sayılı düzenlemesiyle kabul edilmiş ve onaylanmıştır (PB L 293). Katma Protokol, Hollanda Krallığı’nın Avrupa’daki topraklarında 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu Protokol’ün 41/1. Maddesi uyarınca taraflar, aralarında yerleşme ve hizmet sunma özgürlüğüne ilişkin yeni kısıtlamalar getirmeme konusunda anlaşmışlardır. Hollanda ve Türk Hükümetleri arasında vizelerin kaldırılmasına ilişkin 4 Kasım 1953 tarihli karşılıklı Nota alışverişinin 6. bölümünde (Antlaşma Bülteni 1953, sayı 118; bundan böyle 1953 antlaşması olarak adlandırılacaktır) altta belirtilen hususa yer vermişlerdir: “Les ressortissants turcs et neerlandais qui désirent se rendre respectivement aux Pasy Bas et Turquie dans le but d’y exercer un métier, un profession ou toute autre occupation lucrative, ne peuvent bénéficier des dispositions de; ’article premier de cet accord et sont, en tout cas, tenus d’obtenir au préalable un visa.” [Hollanda’da ve Türkiye’de bir meslek icra etmek, iş kurmak ya da kâr amaçlı başka bir meşguliyette bulunmak niyetiyle yerleşmek isteyen Türk ve Hollan- 274 Ekler - Appendix da vatandaşları, karşılıklı olarak, bu antlaşmanın birinci maddesinde verilen taahhütlerden yararlanamaz ve her durumda önceden vize almaları gerekir.] Avrupa Konseyi Üyesi Devletler arasında kişilerin serbest dolaşımına ilişkin 13 Aralık 1957 tarihli Avrupa Konseyi Antlaşması’nın 1. Maddesi’nin birinci ve üçüncü fıkrasındaki (Antlaşma Bülteni 1960, sayı 103; bundan böyle 1957 antlaşması olarak anılacaktır) altta belirtilen hususlar yer almaktadır: “Antlaşma’ya imza atan Tarafların vatandaşları, yerleşik oldukları ülkeye bakılmaksızın, bu Antlaşmanın bölünmez bir parçasını oluşturan Ek’te [1. Fıkra] listelenen belgelerden herhangi birini ibraz etmek suretiyle diğer Tarafın topraklarına tüm sınır kapılarından girebilir ya da çıkabilirler. Üç aydan daha uzun süreli kalışlar için veya Antlaşma’ya Taraf diğer devletin topraklarına kâr amaçlı çalışma amacıyla yapılan her girişte geçerli bir pasaport ve vize istenebilir – (3. Fıkra).” 2.3 Yabancı, 10 Mart 2008 tarihinde “Intelact BV kapsamında ticari faaliyet icrası” amacıyla sınırlı geçici süreli oturum izni için başvurmuştur. Bu başvuru, 5 Kasım 2008 tarihli karar ile reddedilmiştir. 7 Şubat 2011 tarihli karar ile Yabancı tarafından yapılan idari itiraz (tekrar) reddedilmiştir. Mahkeme, 2 Eylül 2011 tarihli kararında, yabancının temyiz başvurusunun da reddine hükmetmiştir. Yabancı bu mahkeme kararına karşı, Danıştay’a 201110597/1/V1 sayılı esas no. ile temyiz başvurusunda bulunmuştur. Bu arada, 3 Kasım 2009 tarihinde geçerli vizesi ya da geçerli oturum izni olmaması sebebiyle Yabancıya sınırda Schengen topraklarına giriş izni verilmemiştir. 2.4 Temyiz edilen kararda Haarlem Mahkemesi özetle, Bakan tarafından ileri sürülen ‘Yabancının Katma Protokol Madde 41/1’de öngörülen anlamda serbest meslek sahibi olarak değerlendirilemeyeceği ve dolayısıyla söz konusu maddeden faydalanamayacağı’ gerekçesinin kabul edilemez olduğuna karara bağlamıştır. Akabinde, Mahkeme, mevcut bilgiler ışığında, Yabancıya karşı ileri sürülen ve diretilen vize zorunluluğun 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol’ün 41/1. Maddesi’nde öngörülen yeni ve dolayısıyla yasaklanan bir 275 Ekler - Appendix kısıtlama teşkil ettiği sonucuna varmıştır. 2.5 Bakan’ın ileri sürdüğü itirazlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde ve bu çerçevede önemi olan şekilde, Mahkeme’nin hukuka aykırı olarak serbest-meslek sahiplerinin sınır muhafaza memuru tarafından azami üç aylık serbest giriş çerçevesinde, Türkiye vatandaşının sınır muhafaza memuruna serbest meslek sahibi olarak Hollanda’ya giriş izni verilmesi için serbest meslek sahibi olarak tüm koşulları karşıladığını kanıtlaması gerekmediğini kararlaştırdığını öne sürmektedir. Bakan’ın itirazları arasında Mahkeme’nin hukuka aykırı olarak Türk vatandaşının sınır muhafaza memuruna sadece yüzeysel şekilde serbest meslek sahibi olduğunu ispat etmesinin serbest giriş hakkına yeterli olacağı doğrultusunda kararı bulunmaktadır. Bakan’a göre, Yabancı tarafından yapılan ve 2.3 altında belirtilen başvurunun reddedildiği göz önünde bulundurulduğunda, Mahkeme söz konusu şahıs tarafından reddedilmiş oturum başvurusu göz önünde bulundurularak, Hollanda’dan ayrıldıktan sonra Hollanda’ya tekrar girişine bir kez daha izin verilmesinin kabul edilemeyeceğini göz ardı etmiştir. Bakan, Yabancı’nın Hollanda’da üç aydan kısa süre kalmaya niyeti olsa bile, ki sunulan belgelerden bu açıkça anlaşılamıyor, AB-Türkiye Ortaklık Hukuku’nun böyle bir giriş hakkı tanımadığını ileri sürmektedir. Ayrıca Bakan, Mahkeme’nin hatalı olarak, Bakan tarafından 1 Ocak 1973 tarihinde serbest meslek sahibi Türk vatandaşlarına vize uygulandığını kanıtlayamadığını kabul ettiğini ileri sürmektedir. Bakan, bu doğrultuda da, 2.2’de sıralanan antlaşma hükümlerinin birbiriyle uyumsuz olmadığını, dolayısıyla söz konusu tarihte Türk vatandaşı serbest meslek sahibi kişiler için bir vize mecburiyetinin yürürlükte olup olmadığı sorusunun cevaplanması konusunda 1957 Antlaşması’nda 1953 Antlaşması’nın artık uygulanamaz olduğunun açıkça belirtilmediği için 1953 Antlaşması’nda belirtilen kriterlere göre değerlendirme yapılmasının Mahkemece göz ardı edildiğini ileri sürmektedir. Bu antlaşmayla ilgili olarak Bakan, Türkiye ve Hollanda arasında 1953 yılında vize zorunluluğunun kaldırılmasına yönelik bir mutabakata varıldığını, ancak bu düzenlemede, bu zorunluluktan muafiyetin işçiler, hizmet sunucular ve serbest meslek sahipleri gibi ekonomik faaliyette bulunacak kişilere geçerli olmadığını savunmaktadır. Dolayısıyla, Bakan söz konusu 1 Ocak 1973 tari- 276 Ekler - Appendix hinde serbest meslek sahiplerine de vize uygulamasının yürürlükte olduğunu savunmaktadır. Bu çerçevede Bakan, son olarak bu konuda yapılmış bir araştırmanın sonuçlarını içeren, Parlamentoya (Staten-Generaal) gönderilen 28 Ocak 2011 tarihli mektuba dikkat çekmektedir. Bu mektupta Dışişleri Bakanı ile Göç ve İltica Bakanı’nın, 1 Ocak 1973 tarihinde Türk vatandaşı serbest meslek sahibi kişi lere vize uygulandığını bildirmektedirler (TK 2010–2011, 30 573, sayı 63). 2.6 Yabancı ise dilekçesinde ileri sürdüğü tek itirazında, Mahkeme’nin aynı mahkemeye yapılan itiraz başvurusunu sadece AB-Türkiye Katma Protokol’ün 41. Maddesi’ne aykırılığını tespit ederek kabul ederek, vize uygulamasının aynı anda Ortaklık Antlaşması’nın 9. Maddesi’nde belirtilen ayrımcılık yasağına da aykırılık teşkil ettiğini göz ardı etmiş olduğunu belirtmiştir. Yabancı, bu doğrultuda Avrupa Toplulukları Adalet Divanı’nın (bundan böyle Divan olarak anılacaktır) 2 Haziran 2005 tarihli C-136/03 sayılı Dörr-Ünal (www.curia.europa.eu ) kararına atıfta bulunmaktadır. Bu kararda kamu düzeni, kamu güvenliği ve ulusal sağlık gerekçeleri ve kavramların, yabancıların dolaşımına ve yerleşimine ilişkin özel tedbirlerin koordinasyonuna yönelik 25 Şubat 1964 tarihli 64/221/EEC sayılı Yönergenin 8.inci ve 9.uncu maddelerinin usulen sağladığı güvencelerinin, yasal konumları 1/80 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı ile belirlenmiş Türk vatandaşları için de aynen geçerli olduğuna hükmedilmiştir. Yabancı bu karara atıfta bulunarak Divan’ın yüksek olasılıkla Birlik vatandaşları ve Türk vatandaşları arasında her türlü ayrımcılığın yasak olduğunu kararlaştıracağını ileri sürmektedir. Yabancı bu doğrultuda Birlik vatandaşlarına vize uygulanmadığından Ortaklık Hukuku kapsamındaki Türk vatandaşlarına da vize uygulanamayacağını ileri sürmektedir 2.6.1 Yabancılar Yönetmeliği Madde 16/1’e (Resmi Gazete 1966, sayı 188, s. 4) göre ve Yabancılar Kararnamesi’nin 41. Maddesi üçüncü ve dördüncü fıkraları uyarınca, yasada belirtilen diğer zorunluluklara halel getirmeksizin, Hollanda’ya giriş, bu kararın 3 a eki sütun A’da listelenen ülkelerin vatandaşı olan yabancılara, sütun B’de sıralanan sözkonusu ülke vatandaşları için sınır geçişine yönelik belgelerden birine sahip olmaları ve sütun C’de listelendiği şekliyle, eğer 277 Ekler - Appendix bu konuda herhangi bir kısıtlama söz konusu ise Hollanda’ya ancak belirli bir amaç ya da süre için gitmeleri durumunda, açıktır. 28 Mayıs 1968 tarihli Adalet Bakanı kararıyla (Resmi Gazete 1968, sayı 105) değişik, yukarıda bahsedilen ek 3 a uyarınca, ki söz konusu kararın 2. Maddesi’nden anlaşıldığı üzere bu karar 1 Haziran 1968 tarihinde yürürlüğe girmiştir, Türk vatandaşlarının sınırdan giriş yapabilmeleri için (sütun B) belge olarak geçerli bir pasaport zorunludur ve ek olarak bunun en fazla üç ay süreli ziyaretler için uygulanabileceği kısıtlaması getirilmiştir (sütun C). 43 sayılı Yabancılar Kanunu Yasa Değişikliği Yönergesinde (Resmi Gazete 1982, sayı 44 s. 2) yukarıda bahsi geçen ek 3 a sütun A’daki Türkiye ile başlayan satırın üzeri bütünüyle çizilmek suretiyle değiştirilmiştir. 2.6.2 Bundan Hollanda’da 1 Ocak 1973’te Türk vatandaşlarına yönelik üç aydan kısa sureli ikametler için hiçbir şekilde vize uygulanmadığı ve vize zorunluluğunun ilk olarak 1982’de Yabancılar Kanunu’nda yer aldığı sonucu çıkmaktadır. 1 Ocak 1973’te – Katma Protokol’ün Hollanda’da yürürlüğe girdiği tarih – 2.2 no’lu Madde’de listelenmiş olan mutabakat ve antlaşmalar temelinde Türk vatandaşlarına vize uygulaması olanağının mümkün olup olmadığı sorusu bir yana, böyle bir uygulamanın söz konusu tarihte bulunmamaktadır. Sonuç itibarı ile –Mahkemenin kararıyla aynı doğrultuda – 1982’de yapılan ve o tarihten itibaren üç aydan kısa sure ikamet edecek Türk vatandaşlarına da vize mecburiyeti getiren Yabancılar Yasası değişikliği, Katma Protokol’ün 41. Maddesi’nin 1. paragrafı uyarınca yeni ve dolayısıyla yasak bir kısıtlama olarak görülmelidir. Bunun sonucu olarak, yapılmak istenilen değişiklikten sonra Türk vatandaşlarına her zamankinden daha az olumlu davranılması bile tek başına, Bakan dava esnasında uluslararası düzenlemelerin söz konusu değişiklikten önce aslında uygulanan çok daha sert ulusal uygulamalara imkân verdiğini savunsa dahi, bu bağlamda karar vermede belirleyicidir. 2.6.3 Ortaklık Antlaşması’nın 9. Maddesi’nde yer alan milliyet temelinde genel ayrımcılık yasağı, hem Ortaklık Antlaşması hem de Katma Protokol kapsamında geçerlidir. Bu yüzden, Ortaklık Antlaşması’nın 9. Maddesi, Katma Protokol’ün 278 Ekler - Appendix 41. Maddesi’nin ilk fıkrasında yer alan, mevcut durumun korunması hükmüyle (Tercüman notu: stand-still hükmü) bağlantılı olarak okunmalıdır. Ayrıca, Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın Komisyon ve Hollanda arasındaki davada verdiği 29 Nisan 2010 tarihli C-92/07 sayılı kararındaki 67’den 69’a kadar (69 dahil) gerekçelerden (www.curia.europa.eu ) anlaşıldığı gibi, Ortaklık Antlaşması’nın işçilerin serbest dolaşımını aşamalı olarak gerçekleştirmek ve yerleşme özgürlüğü ve hizmetlerin serbest dolaşımı önündeki kısıtlamaları kaldırmak suretiyle Türk vatandaşlarının durumunu mümkün olduğu kadar Birlik vatandaşlarının durumuna yaklaştırma amacı vardır ve dolayısı ile Türk vatandaşları ile Birlik vatandaşlarının farklı muameleye tabi tutulması, Avrupa Birliği’nde işçilerin serbest dolaşımı, yerleşme özgürlüğü ya da hizmetlerin serbest dolaşımı konusunda, Türk vatandaşlarının Birlik vatandaşlarının sahip olduğu haklara henüz tam olarak sahip olmadığı gerekçesiyle haklı gösterilemez. Bu değerlendirmeyi göz önünde bulundurarak, Türk vatandaşı serbest meslek sahipleri için vize zorunluluğunun, Ortaklık Antlaşması’nın 9. Maddesi’ndeki ayrımcılık yasağına da aykırıdır. 2.6.4 Yukarıdakilerin ışığında Yabancının Katma Protokol’un 41/1 Madde’si kapsamına girip girmediği değerlendirilmelidir. Kraliyet Muhafız Polisi’nin 3 Kasım 2009 tarihli resmi soruşturma raporundan anlaşıldığı üzere Yabancı, Hollanda’ya varışında [zaten] Hollanda’da çalışmakta olduğunu, Türkiye’ye sadece kısa bir ziyaret için gittiğini ve ne zaman geri döneceğini bilmediğinden dönüş bileti olmadığını beyan etmiştir. Dahası, gezisinin süresini ve maksadını açıklaması istendiğinde, Ticaret Odası (bundan böyle KvK olarak adlandırılacaktır) belgelerine sahip olduğunu beyan etmiştir. Bu ifadelerden ve bu doğrultuda sunulan KvK ticari kayıt örneğinden – davayla ilgili belgelerden anlaşılacağı üzere yabancının düzenli ikamet başvurusu çerçevesinde sunduğu kayıt örnekleri ile aynıdır –yabancının Hollanda’ya girdikten sonra amacının sadece hâlihazırda yürüttüğü ticari faaliyetlerini sürdürmek olduğu çıkarılabilir. Bununla birlikte, o anda, bu ticari faaliyetlerin yabancıya ‘serbest-meslek’ düzenlemesi kapsamında sınırlı süre için ikamet izni verilmesine temel oluşturmadığına zaten esasen karar verilmiş bulunulmaktadır. Ret kararının iptal edilip edilmediği ya da kaldırılıp kaldırılmadığı açık ol- 279 Ekler - Appendix madığı sürece, bu reddin geçerli olduğu kabul edilmelidir. Bakan, oldukça haklı bir şekilde, bu koşullarda, Schengen bölgesine girişine izin verilmediği tarihte yabancının Ortaklık Antlaşması çerçevesinde serbest meslek sahibi kişi olarak nitelendirilemeyeceğini ve Katma Protokol’ün 41. ve Ortaklık Antlaşması’nın 9. Maddelerinin kendisine uygulanamayacağını ileri sürmektedir. 2.7 Dolayısıyla Yabancı’nın itirazında ortaya koyduğu şikâyet haklı gerekçelere dayalıdır ancak karşı çıkılan kararın feshine yol açamaz. Yabancı’nın temyiz başvurusu yersizdir. 2.8 Bakan’ın, Mahkeme’nin hatalı bir şekilde, Türk uyruklu serbest meslek sahibi kişiye vize mecburiyeti uygulanmasının Katma Protokol’ün 41. Maddesi’nin ihlali olduğu yargısına varması konusundaki itirazı yersizdir ve reddedilir. Bununla birlikte, Bakan, bu davanın koşulları göz önüne alındığında, Yabancı’nın Katma Protokol’ün 41/1. Maddesi’nde ortaya konulan mevcut durumun korunması hükmünden faydalanamayacağı, çünkü o hüküm çerçevesinde serbest meslek sahibi kişi olarak nitelendirilemeyeceğini, Mahkeme tarafından kabul edilmemesinden şikâyet etmekte haklıdır. Bakan tarafından bu doğrultuda ileri sürülen itirazlar doğru ve yerindedir. Bakan’ın temyiz başvurusu kabul edilir ve sonuca ulaşır. Öne sürülen diğer hususların değerlendirilmesine yer yoktur. Temyiz edilen karar bozulacaktır. Daire, Mahkeme’nin yerine 11 Şubat 2010 tarihli karara karşı yapılan itirazı da reddedecektir. 2.9 Dava masraflarının tazmini yönünde bir karara yer yoktur. 3. KARAR Danıştay İdari Hukuk Dairesi Kraliçe adına adalet tescil ettirerek: I. Yabancı’nın temyizini reddeder; II. Göç, Entegrasyon ve İltica Bakan’ın temyizini kabul eder; III. Lahey Mahkemesi Haarlem Dairesi’nin 14 Şubat 2011 tarihli ve 10/6045 esas no.lu kararını bozar; IV. Yabancı’nın o mahkemede davada yaptığı itirazı reddeder. 280 Ekler - Appendix İşbu karar yargıçlar Mr. H.G. Lubberdink, Başkan, ve Mr. H.G. Sevenster ve Mr. C.J. Borman, üyeler, devlet memuru Mr. A. Wijker-dekker huzurunda verilmiştir. w.g. Lubberdink w.g. Wijker-dekker başkan devlet memuru Halka açık 14 Mart 2012 tarihinde okunmuştur. 14 Mart 2012 tarihinde taraflara tebliğ edilmiştir. Aslı gibi surettir Danıştay sekreteri Mr. H.H.C. Visser 281 Ekler - Appendix 282 Ekler - Appendix EK-1b From the Council of State, 14-03-2012, Netherland * 201102803/1/V3 Ruling with regard to the appeals of: 1. the Minister of Immigration and Asylum (presently: the Minister for Immigration, Integration and Asylum), 2. C. Yilmaz, the appellants, against the ruling of the Court in ‘s-Gravenhage, the ancillary Court in Haarlem, of 14 February 2011 in the case no. 10/6045 in the lawsuit between: the foreigner and the Minister. 1. Course of the trial By the ruling of3 November 2009 the official charged with the guarding of the border has refused the foreigner’s access to the Schengen-territory. By the ruling of 11 February 2010 the State Secretary of Justice declared the administrative appeal as brought on by the foreigner as unfounded. This ruling has been attached here. By the ruling of 14 February 2011, the Court declared the appeal brought on against this decision by the foreigner to be well founded, rescinded the ruling and stipulated that the Minister should make a new decision with regard to the administrative appeal lodged, taking into account which was considered in the ruling. This ruling has been attached here. * Thank to Global Relations Forum for permission to publish this translation. 283 Ekler - Appendix Against this ruling, the Minister, by way of a letter, received by the Council of State on 4 March 2011, and the foreigner, by way of a letter, received by the Council of State on 14 March 2011, lodged an appeal. These letters are attached here. The Minister has lodged a statement of defence. The Department has treated the case at the session of 25 October 2011, at which the Minister, represented by G.M.H. Hoogvliet, lawyer in The Hague, and the foreigner, represented by E. Kose, lawyer in Rotterdam, were present. 2. Considerations 2.1 What is also to be understood by the Minister: his legal predecessors 2.2 On 12 September 1963 an agreement was signed, by which an association was established between the European Economic Community (hereafter: the Community) and the Republic of Turkey, on behalf of the Community (hereafter, the Association Agreement). The Agreement was approved and ratified by the decision 64/732/EEC of the Council of the Community on 23 December 1963 (PB 1964, 217). According to Article 9 of this agreement, Parties recognize that within the scope of the Agreement, and without prejudice to the special provisions under Article 8, every discrimination on the basis of nationality is prohibited under Article 7 of the Treaty for the Founding of the Community. On 23 November 1970 an Additional Protocol (hereafter Additional Protocol) has been signed and agreed to on behalf of the Community. It has been approved and confirmed in regulation (EEC) no. 2760 of the Council of 19 December 1972 (PB L 293). For the European part of the Kingdom of the Netherlands the Protocol took effect on 1 January 1973. Under Article 4111 of this Protocol the parties agree amongst themselves not 284 Ekler - Appendix to introduce new restrictions with regard to the freedom of establishment and the freedom to provide services. In section 6 of the exchange of Notes between the Dutch and Turkish Government on the abolition of visas on 4 November 1953 (Treaty Bulletin 1953, no. 118; hereafter: the treaty of 1953) the following has been incorporated: “Les ressortissants turcs et neerlandais qui desirent se rendre respectivement aux Pays Bas et Turquie dans le but d’y exercer un metier, un proftssion ou toute autre occupation lucrative, ne peuvent beneficier des dispositions de ; ‘article premier de cet accord et sont, en tout cas, tenus d’obtenir au prealable un visa.” [The Turkish and Dutch citizens who wish to establish themselves respectively in the Netherlands and turkey with the intention of exercising a profession, starting a business or for any other gainful occupation, cannot benefit from what has been stipulated under the first Article of that agreement and are, in any case required to obtain in a visa beforehand.] Under Article 1, first and third paragraph, of the European Agreement regarding the movement of persons between the Member States of the Council of Europe of 13 December 1957, (Treaty Bulletin 1960, no. 103; hereafter: the treaty of 1957) the following has been incorporated: “Subjects of the Parties to the Agreement may, irrespective of the country where they are established, enter or leave the territory of another Party across all borders on presentation of one of the documents listed in the Annex to this Agreement, which forms an integral part of the Agreement [paragraph 1]. For every stay longer than three months or upon every entry with a view to perform profitable labor on the territory of another Party to the Agreement a valid passport and visa may be required -paragraph 3].” 2.3 On 10 March 2008 the foreigner applied for a regular residence permit for 285 Ekler - Appendix limited duration under the restriction “self-employment with Intelact BV”. By the decision of 5 November 2008 that application was rejected. The objection raised by the foreigner has (again) been declared unfounded by the ruling of 7 February 2011. By way of the ruling of 2 September 2011 the Court declared the appeal brought by the foreigner to be unfounded. Against this ruling the foreigner lodged a higher appeal to the Council of State, registered under the case no. 201110597/l/Vl. In the meantime the foreigner was denied entry at the border to the Schengen territory on 3 November 2009 on account of the fact that he was not in possession of a valid visa or a valid residence permit. 2.4 In the contested ruling the Court, came to the judgment that the Minister cannot be followed in his argument that the foreigner cannot invoke Article 41/1 of the Additional Protocol, because he cannot be marked as selfemployed within the meaning of that provision. Subsequently, the Court concluded that, with a view to the available information at that moment, it had to be argued that the visa-requirement imposed on the foreigner with regard to the reference date of 1 January 1973 constitutes a new and therefore forbidden restriction, as is stipulated under Article 41/1 of the Additional Protocol. 2.5 The Minister complain that the Court has wrongfully considered that in the framework of the admission for a maximum stay of three months as a self-employed person in the sense of the Association Agreement does not require that the Turkish national has to prove to the official charged with the guarding of the border that he meets all the conditions to be admitted to the Netherlands as a self-employed person and that it is sufficiently plausible that the foreigner intends to settle as a self-employed person in the Netherlands, and the refusal of access is not relevant in case if he fulfills these limitations regarding a residence permit. According to the Minister, 286 Ekler - Appendix the Court has ignored that given the rejection of the application lodged by the foreigner, it cannot be accepted that the foreigner after his departure from the Netherlands should once again be allowed entry on the basis of the already applied but not granted as selfemployed in the Netherlands. Minister claims that even if the foreigner had the intention to stay in the Netherlands for a period shorter than three months, in this case it is not clear from the documents, then the Association Agreement would not be applied to this situation. Furthermore the Minister complains that the Court has wrongfully considered that it has not been proven that on 1 January 1973 there existed a visa-requirement for Turkish selfemployed persons. To that effect he introduces that the Court has ignored that the treaty stipulations, as listed under 2.2, are not incompatible, so that for the answering of the question of whether at the time of interest a visa requirement was in force for Turkish self-employed persons one still ought to proceed on what has been stipulated in the treaty of 1953, since it does not explicitly ensues from the treaty of 1957 that the treaty of 1953 is no longer applicable. With regard to that treaty the Minister argues that to be true an agreement was reached between Turkey and the Netherlands in 1953 with regard to a treaty pertaining to the abolition of the visa requirement, but that in that arrangement it was emphatically incorporated that this abolition would not apply to the performing of an economic activity as an employee, a person rendering a service or a self-employed person. Therefore it needs to be assumed that at the time of interest a legitimate visa-requirement was in effect for the performing of labour as a self-employed person, argues the Minister. Finally, in this framework, the Minister points to the letter to the President of the House of Representatives of the States General of 28 January 2011 (TK 2010-2011, 30 573, No. 63), in which the Minister of Foreign Affairs and the Minister of Immigration and Asylum conclude, after a study performed to that effect, that on 1 January ·1973 there existed a visa-requirement for Turkish self-employed persons. 287 Ekler - Appendix 2.6 In his only grievance the foreigner complains that the Court, by already declaring the appeal founded on account of the conflict with Article 41 of the Additional Protocol, has not acknowledged that the visa-requirement is also at odds with the ban on discrimination listed under Article 9 of the Association Agreement. To that effect the foreigner introduces, stated in an objective fashion, that in the ruling of the Court of Justice of the European Communities (hereafter: the Court) of 2 June 2005, C-136/03, Dorr and Onal, (www.curia. europa.eu) -in which it was decided that the procedural safeguards of the Article 8 and 9 of the Directive 64/221 /EEC of the Council of 25 February 1964 for the coordination of the special measures applying to foreigners with regard to movement and residence, that are justified on the basis of the public order, the public safety and the national health, similarly apply to Turkish nationals, whose legal position is determined by Article 6 of the Decision no. 1/80-a lead can be found that in the end the Court will rule that it is not allowed to discriminate at all between Turkish citizens and citizens of the Union. Since no visa-requirement is imposed on citizens of the Union, it also is not allowed [to impose one] with regard to Turkish nationals that fall under the Association Agreement, argues the foreigner. 2.6.1 According to Article 16/1 of the Regulation for Foreigners (Official Gazette 1966, No. 188, p.4) and under Article 41, third and fourth paragraph of the Foreigners Decision, without prejudice to the remainder of the requirements made under the law, access to the Netherlands is open to foreigners who are the subject of a country, listed in column A of the annex 3a of this decision, provided they are in possession of a document for crossing borders for subjects of that country as listed in column B and that they go to the Netherlands for a certain duration or purpose as listed in column C to that document, in so far as such a restriction is posed. Conform the afore-mentioned annex 3a, as amended by the decision of the Minister of Justice of 28 May 1968 (Official Gazette 1968, No. 1 05), which amendment took effect on 1 June 1968 as becomes clear from Article 2 of that decision, a valid national passport is required as a document for crossing bor288 Ekler - Appendix ders (column B) for Turkish subjects, and to that the restriction is added that this applies for a residence of at the most three months (column C). In the 43rd Amendment Prescript Foreigners (Official Gazette 1982, no. 44, p. 2) the afore-mentioned annex 3a is changed in such a fashion that the line, starting in column A with Turkey, has been scratched in its entirety. 2.6.2 From this it ensues that in the Netherlands on 1 January 1973 no visa-requirement was applied on Turkish nationals for a stay shorter than three months and that that visa-requirement was first included in 1982 in the Prescript for Foreigners. Aside from the question of whether on 1 January 1973 -the date on which the Additional Protocol took effect in the Netherlands- the possibility existed, on the basis of the treaties and agreements as listed before under 2.2, to subject Turkish citizens to a visa-requirement, it ensues from the above that in any case at that particular moment no use was being made of that possibility. This means that -in line with the conclusion of the Court- the amendment of the Prescript for Foreigners in 1982, with which, as of that moment, also for a residence of shorter than three months a visa-requirement for Turkish subjects was introduced, is to be regarded as a new and therefore forbidden restriction in the sense of Article 41, first paragraph, of the Additional Protocol. The consequence that after the intended amendment Turkish subjects were treated less favorably than before, is to that effect already decisive by itself, also when, as the Minister argues in this case, the international regulations in themselves offered room for a stricter national practice than was actually used preceding that amendment. 2.6.3 The general ban on discrimination on the basis of nationality, as laid down under Article 9 of the Association Agreement, applies within the scope of the Association Agreement and the Additional Protocol. Article 9 of the Association Agreement should therefore, in this case, be read in connection with the standstill clause as laid down under Article 41, first paragraph of the Additional Protocol. 289 Ekler - Appendix As also ensues from the ruling of the Court of Justice of the European Union of 29 April 2010, C-92/07, the Commission versus the Netherlands, considerations 67 through to and including 69 (www.curia.europa.eu), the Association Agreement has as a goal to bring the situation of the Turkish nationals closer to the situation of the citizens of the Union by gradually realizing the free movement of workers and by lifting the restrictions of the freedom of establishment and the free provision of services and as a consequence the different treatment of Turkish nationals and citizens of the Union cannot be justified on the basis of the circumstance that Turkish nationals are not fully eligible in the same manner as the citizens of the Union with regard to the free movement of workers, the free establishment or the free provision of services within the European Union. With that in mind the visa-requirement for Turkish self-employed persons should also be deemed at odds with the ban on discrimination under Article 9 of the Association Agreement. 2.6.4 With a view to the above it ought to be judged whether the foreigner falls under the scope of Article 41/1 ofthe Additional Protocol. As becomes clear from the official report of the findings of the Royal Military Police of 3 November 2009 the foreigner upon arrival in the Netherlands, stated that he was [already] working in the Netherlands and that he had only been to Turkey for a visit and he did not have a return ticket because he did not know when he would have to go back. Furthermore, to the question of whether he could make clear the purpose or the duration of his trip, he answered that he was in possession of documents of the Chamber of Commerce (hereafter KvK). From those statements and from the extract from the trade register of the KvK presented on that occasion -which as becomes clear from the documents pertaining to the case is the same extract that the foreigner presented in the framework of his regular residence application- it can be deduced that after entry 290 Ekler - Appendix into the Netherlands the foreigner only intended to continue with the already existing business activities he was involved in. At that moment, however, it was already intrinsically judged that these business activities did not form grounds for granting the foreigner a regular residence permit for limited duration under the restriction of ‘self-employment’. As long as it has not become clear that that rejection has been rescinded or revoked, it is to be assumed that this rejection is valid. The Minister quite rightly complains that under those circumstances the foreigner, at the moment that he was denied access to the Schengen territory, could not be marked as a self-employed person in the sense of the Association Agreement and that the Articles 41 of the Additional Protocol and 9 of the Association Agreement therefore did not apply to him. 2.7 The complaint contained in the grievance of the foreigner is therefore justifiably introduced, but it cannot lead to the rescinding of the contested ruling. The appeal of the foreigner is unfounded. 2.8 In so far as the Minister complains that the Court has wrongfully arrived at the judgment that the imposing of a visa-requirement on Turkish self-employed persons is in breach of Article 41 of the Additional Protocol, the grievances fail. However, the Minister is right to complain about the fact that the Court has not acknowledged that the foreigner, given the circumstances of this case, cannot appeal to the standstill clause, as laid down under Article 41/1 of the Additional Protocol, because he cannot be marked as a self-employed person in the sense of that provision. To that degree the grievances are successful. The appeal of the Minister is founded. What else has been introduced needs no discussion. The contested ruling is to be rescinded. The Department will as yet declare the appeal against the ruling of 11 February unfounded. 2.9 There exist no grounds for a remuneration of the trial costs. 291 Ekler - Appendix EK-2 Avukat Ali Durmuş Tarafından Karar İle İlgili Açıklama DANIŞTAY, İDARİ HUKUK DAİRESİ Konu: Hollanda Danıştayı’nda karara bağlanan C. Yılmaz Davası Tarih ve Esas No: 14-03-2012, 201102803/1/V3 Meslektaşım avukat Ejder Köse ile birlikte davanın avukatlarından olarak 14 Mart 2012 tarihli Hollanda Danıştay kararıyla ilgili ek bir açıklama yapmayı gerekli buluyorum zira karar gerçekten Hollanda İdari Hukuk sistematiği ve içerik açısından anlaşılması zor bir metindir. Bu karar ilk bakışta bizleri yanıltabilir zira müvekkilimiz Cahit Yılmaz adına yaptığımız temyiz Hollanda Danıştayı tarafından reddedilmiştir. Ancak bu vize konusunda Danıştay’ın bizi haksız bulduğu anlamına gelmiyor. Müvekkilimiz Cahit Yılmaz bu dava açılmadan önce zaten Hollanda’da bulunmaktaydı ve biz Adalet Bakanlığı nezdinde AB-Türkiye Ortaklık Hukukuna ve özellikle Katma Protokol 41.maddeye dayanarak Türk işadamı statüsünde oturum ve ikamet izni başvurusu yapmıştık. Bakanlık bu başvuruyu esastan değerlendirerek bu başvuruyu Cahit Yılmaz’ın işadamı ve ticari faaliyet kriterlerini yerine getirmediği için reddetmişti. Müvekkilimiz bu esnada Hollanda’dan çıkış yaparak Türkiye’ye gitmişti. Daha sonra vizesiz tekrar Hollanda’ya gelip giriş yapmak istemiştir. 14 Mart 2012 tarihli Danıştay kararına sebep olan süreç de bu vizesiz giriş talebiyle başlamıştır. Danıştay, kararın 2.6.4 ve 3. paragrafında belirttiği gibi, müvekkilimizin vizesiz giriş talebini de daha önce Bakanlık tarafından işadamı/serbest meslek sahibi statüsü kabul edilmediği için Katma protokol 41. madde ve 1963 Ankara Anlaşması 9. madde kapsamında bulunmadığı gerekçesi ile müvekkilimizin vizesiz giriş talebini ve temyizini reddetmiştir. Ancak Danıştay aynı anda kararın 2.6.2 ve 2.6.3 paragraflarında bizim ileri sürdüğümüz itiraz gerekçelerini değerlendirerek açık ve net şekilde Türk işadamlarına/serbest meslek sahipleri ve hizmet sunucularına Katma Protokol 41. maddesi gereği vizenin uygulanamayacağını tespit etmiştir. 292 Ekler - Appendix Danıştay daha da ileri giderek 2.6.3 paragrafının sonunda ilk defa Türk işadamlarına vize zorunluluğunun Ankara Anlaşmasının 9. maddesine de aykırı olduğunu kararlaştırmıştır. Böylece Hollanda’nın en yüksek idari mahkemesi vizenin hem Katma Protokol 41. maddesine hem de Ankara Anlaşması 9. maddesine aykırı olduğunu karara bağlamıştır. Bu karar sonucu Göç ve İltica bakanı Leers Hollanda Meclisine 13 Temmuz 2012 ve 2012-0000406445 tarih ve esas numaralı mektubunda Danıştayın 14 Mart 2012 tarihli kararına atıfta bulunarak Türk işadamlarından ve hizmet sunucularından artık vize talep edilmeyeceğini bildirmiştir. Bakan bu doğrultuda söz konusu Türk işadamı veya hizmet sunucusunun Türkiye’de iş sahibi veya hizmet sunucusu olduğunu ve Türkiye’de ikamet ettiğini Hollanda sınırında ispat etmek zorunda olduğunu belirtmiştir. Bunun da bir sonucu olarak Hollanda’nın İstanbul Başkonsolosluğu İTO ile 13 Eylül 2012’de bir mutabakat protokolü imzalamıştır. Sonuç itibarı ile 14 Mart 2012 tarihli Hollanda Danıştayının kararı ameliyatın başarılı geçtiği ancak hastanın vefat ettiği misali bir örnek olmuştur. Müvekkilimize yaramamıştır ancak genel anlamda Türk işadamı ve hizmet sunucularına Hollanda tarafından vize uygulamasının AB-Türkiye Ortaklık Hukukuna aykırı olduğu ve dolayısıyla kaldırılmasına yol açmıştır. 293 Ekler - Appendix EK-3 Hollanda Göçmen, Entegrasyon ve Mülteciler Bakanı* Retourades Postbus 2011 2500 EA Den Haag Schedeldoekshaven 200 2511 EZ Den Haag www.rijksoverheid.nd Dosya Numarası 2012-0000406445 Tarih: 13 Temmuz 2012 Konu: Hollanda Danıştay’ının Türkiye menşeli şirketlerin sahipleri ve/veya çalışanları için vize zorunluluğu hakkındaki Mahkeme Kararının üzerine avukatlık bürosu “Köse” tarafından gönderilen mektuba cevap niteliğindedir. Göç ve İltica Daimi Komisyonu’nun isteği üzerine ve Dışişleri Bakanı’nın adına 15 Mart 2012 tarihli Avukatlık bürosu “Köse” tarafından gönderilmiş Türkiye menşeli bir şirketin sahibi ve/veya çalışanları vize zorunluluğu hakkında Danıştay’ın idari bölümü tarafından verilen mahkeme kararı uygulanması hakkındaki mektuba cevap vermekteyim. 2009 yılında Avrupa Birliği Adalet Divanı Soysal davasında1 kararını vermiştir. Bu dava, Almanya’nın Türk tır şoförlerine 1993 yılından sonra başlattığı vize uygulamasına tabii tutulmalarına karşı açılmıştı. Davacı taraf Katma Protokol çerçevesinde Standstill (Mevcut Haklarda Kötüleştirme Yasağı 41. Madde, Tercümanın eklemesidir.) temelinde Türkiye AB arasındaki Ortaklık Antlaşması dâhilinde Katma Protokol’ün uygulama tarihi itibariyle (1973) * Çeviri Gülder Akgöğ tarafından yapılmıştır. 1 Avrupa Birliği Adalet Divanı’nda Mehmet Soysal ve İbrahim Savatlı’nın Almanya’ya karşı yürüttükleri C-228/06 sayılı Karar. 294 Ekler - Appendix hizmetlerin serbest dolaşımı ve yerleşme özgürlüğü konularında yeni sınırlandırmalar konulamaz. Bu nedenle, Avrupa Birliği Adalet Divanı, Katma Protokol yürürlüğe girdiği tarihten önce AB-üyesi ülkelerde bir vize zorunluluğu yoksa işyeri sahiplerine ve onların çalışanlarına bu tarihten sonra vize konulamayacağını hükmetmiştir. Hollanda’da sözü edilen Katma Protokol’ün yürürlüğe giriş tarihi 1 Ocak 1973’tır. 28 Ocak 2011 tarihli bir mektupta Parlamento’ya Hollanda’nın Soysal kararından etkilenmeyen ülkelerden olduğunu ve Türk işyeri sahiplerine ve onların çalışanlarına vize uygulamalarının değiştirilmeden kalabileceği bildirilmişti. Buna karşın geçtiğimiz 14 Mart 2012 tarihinde Danıştay baktığı Yılmaz davasında2 Hollanda’nın Türk vatandaşlarına kısa süreli kalma izni için vize uygulamasının Katma Protokol’de yer almış standstill kararlarına ters düştüğüne ve bunun hukuksuz olduğuna karar vermiştir. Danıştay kararı sonucunda Türk işverenleri ve/veya onların çalışanları istenilen kısa süreli vize (3- 6 ay) isteme zorunluculuğu sonlandırılmıştır. Türk işverenleri ve/veya onların çalışanları tüm bu koşullara uydukları takdirde Hollanda’ya vizesiz olarak seyahat edebileceklerdir. Vize muafiyeti sadece Türk işverenleri ve/veya onların çalışanları Hollanda’ya hizmet sunma amaçlı, yani iş amaçlı gelişi ile sınırlıdır. Hizmet sunan kişi Türkiye’de ikamet ediyor olması yanında yine Türkiye’de olan bir şirketin sahibi veya çalışanı olmak zorundadır. Turizm, aile ziyareti gibi farklı amaçlarla yapılacak olan Hollanda seyahatlerinde mevcut vize zorunluluklarında değişiklik olmayacaktır. Vizesiz geçiş haklarını kullanmak isteyen Türk vatandaşları sınırda belirlenen şartlara uygun olduklarını ispatlamak zorundadırlar. Ayrıca giriş-çıkışlarında pasaportlarına bir damga vurulacaktır. Bu şekilde yasal kalma sürelerini aşıp aşmadıklar kontrol edilecektir. Türkiye’de ki Hollanda’nın konsoloslukları ve diplomatik temsilciliklerinde isteği üzerine Türkiye menşeli bir şirketin sahibi ve/veya çalışanı ücretsiz bir şekilde gerekli belgelerle ispatlanmış bir şekilde tüm şartlara uygun olduğu ve bu nedenle de Hollanda’ya vizesiz seyahat edebileceğine dair bir belge edinebilinir. Türkiye menşeli bir şirketin sahibi ve/veya çalışanı böyle bir belge almak 2 ABRvS 14 maart 2012, 201102803/I/V3. 295 Ekler - Appendix zorunda değildir. Ancak, bu belgenin alınması Hollanda’ya giriş işlemlerini kolaylaştırmak ve sınırda gecikmeleri önlemek adına önerilmektedir. Ayrıca, Schengen vizesi almak hala mümkündür. Schengen Vizesi’nin avantajı salt Hollanda’da değil tüm Schengen bölgesinde kısa süreli kalma için uygun olmasıdır. Hedefimiz Hollanda temsilciliklerine 15 Ağustos 2012 tarihi itibariyle burada anlatılan belgeyi verebilmelerini sağlamaktır. Hollanda Göçmen, Entegrasyon ve Mülteciler Bakanı (İmza) G. B. M. Leers 296