Talat Turhan. Derin devlet

Transkript

Talat Turhan. Derin devlet
Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan'a ait olup izinsiz
çoğaltılamaz, alıntı yapılamaz, başka sitelerde kullanılamaz.
© Copyright 2008 Talat Turhan
Giriş
2. Baskıya Önsöz
Derin Devlet adlı kitabın birinci baskısı Ekim 2005’te yapılmıştı. O günden günümüze
kadar geçen süre içinde özellikle “Kurtlar Vadisi” dizi ve filminin kamuoyu tarafından
gördüğü ilgi bu konudaki televizyon tartışma programları ve yazılan yapıtlar içinde özellikle
Org. (E) Kemal Yamak’ın Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler Kitabı ve Org. (E) Sabri
Yirmibeşoğlu’nun açıklamaları nedeniyle; yayınlandığı tarihten bu yana konu yeniden
gündeme gelerek, görsel ve yazılı medyada büyük ölçüde tartışıldı.
Yazılan kitaplardan bir diğeri yine Derin Devlet ismini taşıyor. Ömer Lütfi Mete ve
Mahir Kaynak’la Cem Küçük’ün söyleşisinden oluşuyordu.1
Diğeri ise; Şu Derin Devlet.2
Yukarda adı geçen kitapların yazarları kanımca soruna mikro düzeyde bakmayı
yeğlemiş; Susurluk, Şemdinli, Kurtlar Vadisi gibi olaylar bağlamında sorunu irdelediklerini
değerlendiriyorum
Bu kitapta ise Derin Dünya Devleti’nin 1000 yıllık Siyonist ve masonik geçmişi öne
çıkarılmaya ve de günümüzde ABD’de somutlaşan gizli ABD Derin Devleti’nin içyüzü
olabildiğince makro düzeyde açıklanmaya çalışılmaktadır.3
Birinci baskıdan sonra okuyucularımdan sürekli aldığım önerilerde, Derin Dünya
Devleti’nin Siyonik ve masonik oluşumu şemasına biraz daha açıklık getirmem konusundaki
istemlerine yanıt vermek için, yeni baskıya eklemeler yapmak gereksinimi duydum.
Geçen dönemde bir haftalık dergide4 yayınlanan makalede en etkili üst masonik
örgütlerden biri sayılan Gül ve Haç Kardeşliği (kuruluş 1618), örgütüne üye olan Türklerin
isimlerini araştırmacı yazar Aytunç Altındal açıklıyordu:
1861’de Halim Paşa,
1909-1915: Aziz Ahmet Paşa
1928-1931: Yargıtay Başkanı Fuat Hulusi Demirelli
1945-1955 Dr. Mim Kemal Öke (Atatürk’ün Doktoru)
1955-1967: Prof. Hazım Atıf Kuyucak ve onun isteği ile şövalye
olan DP Milletvekili Ekrem Tok
1975-1984: Prof. Mukbil Gökdoğan
1984-1995: Prof. Sahir Erman
1966-1967: Dr. Enver Necdet Eğeren
İçişleri eski Bakanı: Şükrü Kaya
Dışişleri eski Bakanı: Tevfik Rüştü Aras
Ankara eski Valisi: Nevzat Tandoğan
İstanbul eski Valisi: Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay
Meclis Başkanı: Kazım Özalp
Eski Cumhurbaşkanı: Celal Bayar
Özbekler Tekkesi Şeyhi: Ataullah Efendi
Amiral Mehmet Ali Paşa
Yazar Servet Yesari
Başbakan Hasan Saka
Devlet Şurası eski Başkanı: Mustafa Reşit Mimaroğlu……
Bunların tamamı otuz üçüncü derece masondu; kimi Kadoş Şövalyesi, kimi Tunç-Yılan
Şövalyesi, kimi ise Gül ve Haç Şövalyesi unvanını taşıyordu. Ama Türkiye bu kişilerin gerçek
kimliklerini hiçbir zaman bilemedi
Aytunç Altındal’ın listesi kuşkusuz masonik ve premasonik örgütler bağlamında on
binlerce kişiye ulaşan bir masonik yapılanma içinde küçük bir bolümü göstermesine karşın,
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi (örneğin Şeyhülislam Musa Kazım Efendi dahil),
İttihat Terakki ve Atatürk dönemi dahil Osmanlı ve Türkiye’nin, masonizme; dolayısı ile
Siyonizme hizmet ettikleri görülüyor.
1950 yılında Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar’ın küçük Amerikancı olması acaba kendi
yeğlemesi miydi? Yoksa örgüt tarafından yapılan bir zorlama mıydı? Tarihçiler bu sorunun
yanıtını vermek zorundalar.
İstanbul valileri, sırayla Mustafa Üstündağ ve Lütfi Kırdar’ın ABD isteğine karşın
bugünkü Hilton Oteli’nin inşa edildiği araziyi yeşil saha olması gerekçesi ile ABD’lilere
vermemesine karşın, Fahrettin Kerim Gökay’ın Valiliğe getirilerek bu izni vermesi acaba
yetkisi içinde miydi? Ya da bağlı olduğu masonik ve Siyonist örgütten aldığı yönergeyi mi
yerine getiriyordu. Şahsen ikinci olasılığı ön plana çıkarıyorum, çünkü Gökay, Hilton
Oteli’nin yerini ABD’ye peşkeş çektikten sonra ABD’nin dünyada en yaygın premasonik
örgütü olan LIONS kulübünün kurucu başkanlığına getirilerek ödüllendirilmiştir.
Masonizm Siyonizme, Siyonizm küreselleşmeye, küreselleşme ABD Derin Devleti’ne
hizmet eder.
Özellikle 11 Eylül komplosundan sonra George W. Bush’un ağzından eksik etmediği
(iyiler ve kötüler) söylemi tersine çevrilmeli, Türkiye ve tüm dünyanın mazlum ulusları,
saflarını belirlemelidirler.
Tayyip Erdoğan iktidarının, iktidara geldiğinden beri ABD ve İsrail’in hiçbir isteğini
geri çevirmediğini bütün kamuoyu biliyor. Çeteleşme adlı kitabımda (1999) Said-i Nursi’nin
tilmizi Fethullah Gülen’in bir söyleşisine yer veriyorum.5
… Amerika, su andaki konum ve gücü ile bütün dünyaya kumanda edebilir…. Amerika
hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır…. Amerika daha uzun zaman
dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır… Bu realite kabul edilmeli... Tarihte
gücü elde eden her ülke, dünya hakimiyeti iddiası içine girmiştir… Aşırı komünist akımlar
herhangi bir akli, mantıki dayanağa dayanmadan Amerika düşmanlığı yapıyorlar, Amerika
bize düşmanlık yapabilir, fakat birlikte yaşadığımız bir dünyanın genel ahengi
düşünüldüğünde bazen düşmanımızla bile iyi geçinmek mecburiyetinde oluruz…
Zaman zaman küreselleşmeci medyada Fethullah Gülen ile yaşadığı ABD’de çarşaf
çarşaf röportajları yayınlanıp bu kişi parlatılmaya devam ediliyor. Türkiye ve yurtdışına
sarkan cemaati her geçen gün gücünü arttırıyor. Ama bu medya kuruluşlarından hiçbiri
Gülen’in ormanlık bir villa içinde oturduğunu yazmasına karşın, villa sahibi yeğeninin
özgeçmişinden söz etmeyi aklına getiremiyor. Yeğeni kimdir? Ne zaman Amerika’ya
gitmiştir? Ne iş yapmaktadır? Servetinin kaynağı nedir sorularının kaynağını araştırmayı
yaşamsal değerde görüyorum.
Bir Müslümanın, Siyonist ve masonik bir devlet olan ABD’ye bu derece bağlı olmasının
nedenleri, başta cemaati olmak üzere tüm Türkiye’ye açıklanmalıdır. Nitekim yazılan bir
kitapta Fethullah Müslüman mı? sorusu sorulmaktadır.6
BOP bağlamında ABD’nin olası İran saldırısına destek olmayı yeğlemek, iktidar adına,
“gaflet”, “hıyanet” hatta “delalet” olduğu tüm Kurtuluş Savaşı yandaşlarınca kabul edilip,
yasal karşı koyma yöntemlerine vakit geçirmeksizin başvurulmalıdır…7
MÖ. XIX. yy.da Batı Samilerin geçtikleri bölgeye, dinsel bir deyim olan Verimli Hilal
tanımı yapılmaktadır. Bu hilal, Basra Körfezi’nin başından itibaren bir kemer çizerek yukarda
bugün Türkiye sınırları içerisinde bulunan Fırat Vadisi’ne, güneyden Suriye ve Filistin’den
geçerek Mısır’ a kadar uzanan bir bölgeyi içine alır...
Bu tanım bir anlamda BOP’un kapsama alanı ile örtüşmektedir; bilmem ne demek
istediğimi anlatabildim mi?
Bu çerçevede ABD Derin Devleti’nin kuyrukçuluğuna takılıp ABD hegemonyasına
hizmet etmek; İslam alemine yapılacak en büyük alçaklıktır.
Bu kitabın oluşmasında Berat ve isimlerini saymak istemediğim arkadaşlarım ile Özgür
Erdem’e, Nedret Ebcim’e ve İleri çalışanlarına sonsuz teşekkürlerimi sunarken
okuyucularımdan da saygılarımı kabul etmelerini istirham ederim.
Kuzguncuk
3 Nisan 2006
Kaynakça ve Açıklamalar
1.
Derin Devlet, Ömer Lütfi Mete-Mahir Kaynak, Konuşan: Cem Küçük, Timaş
Yayınları, 2. baskı, Ekim 2005
2.
Şu Derin Devlet, Hasan Taşkın, Truva Yayınları, 1. baskı, 2006
3a.
Gizli Ordular, Halid Özkul, Sorun Yayınları, Aralık 2005
3b.
Yeni Din Yeni Tanrı, Alpaslan Işıklı, Otopsi Yayınevi, Kasım 2005
4.
Kurtlar Vadisi’ni Artık Derin Devlet Değil, Dünyanın En Eski ve En Tehlikeli
Yeraltı Örgütü Illuminati Yönetecek-Kanlı Illuminati Vadisi’ne Hoş Geldiniz, Hakan Turpçu,
Haftalık, 18-24 Ekim 2005
5.
Fethullah Gülen ile New York Sohbeti, Nevval Sevindi, Sabah Kitapları, 1.
baskı, İstanbul, Ekim 1997, s. 39-41
6.
Fethullah Müslüman mı? Semih Tufan Gülaltay, İleri Yayınları, 1. baskı,
Ağustos 2005
Önsöz yerine: Görünmeyen Hükümet CIA1
Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde iki hükümet var: Biri görünen, diğeri
görünmeyen. Birinci hükümet, yurttaşların gazetelerden, çocukların yurttaşlık bilgisi
kitaplarından öğrendikleri hükümettir. İkincisi ise, Soğuk Savaş’ta ABD’nin politikasını
yürüten birbiri içine geçmiş, gizli mekanizmadır. Bu ikincisi, istihbarat toplar, casusluk yapar
ve bütün dünyada gizli harekât planlar ve bu planları uygular.
Görünmeyen hükümet, resmî bir kuruluş değildir. Bu, görünen hükümetin birçok
kısımlarından alınarak bir araya getirilmiş bireylerden ve örgütlerden kurulu dağınık ve
şekilsiz bir topluluktur. Merkezî Haberalma Örgütü bu topluluğun kalbi olmakla birlikte,
görünmeyen hükümet, sadece CIA’dan ibaret değildir. İstihbarat ailesi diye bilinen dokuz
örgütle de (Milli Güvenlik Kurulu, Savunma Haberalma Örgütü, Milli Güvenlik Örgütü, Kara
Kuvvetleri İstihbaratı, Deniz Kuvvetleri İstihbaratı, Hava Kuvvetleri İstihbaratı, Dışişleri
Bakanlığı Haberalma ve Araştırma Bürosu, Atom Enerjisi Komisyonu, Federal Araştırma
Bürosu)2 sınırlı değildir.
Görünmeyen hükümet, görünüşte diğer hükümetin normal kısımlarıymış gibi gelen
birçok birim, örgüt ve bireyleri de içine alır. Dıştan özel gibi görünen ticaret şirketleri ya da
kurumları, görünmeyen hükümetin birer organı olabilir. Bir bakıma yeni yeni farkına varılan
gerçek şudur ki, bu görünmeyen hükümet 190 milyon Amerikalının hayatına şekil verir.
Barış, savaş gibi ana kararlar halkoyunun bilgisi dışında alınmaktadır.
İstihbarat ağı, 1964’te, aşağı yukarı 200 bin kişi kullanan ve bir yılda birkaç milyar
dolar3 harcayan büyük ve gizli bir organı oluşturur. 1947 yılında çıkan Milli Güvenlik yasası,
Allen Dules’ın sözleriyle, “İstihbaratımıza hükümet içerisinde öyle bir yer vermiştir ki, buna,
dünyanın başka bir hükümeti içinde rastlamak mümkün değildir.”
Bu büyüklüğü ve gizliliği nedeniyle görünmeyen hükümet bazı kuşku ve eleştirilerin
hedefi olmuştur. Eski Başkan Harry S. Truman da dahil, birçok ileri gelen senatör ve devlet
adamı, bu kuruluşu, kendine özgü bir dış politika yürütmek ve başkanlıktan yetki almaksızın
başka ülkelerin işlerine karışmakla suçlamışlardır.
Görünmeyen hükümet hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmeyen Amerikan halkı, bu
suçlamaları değerlendirecek durumda değildir. Bu kuruluşun memur kadroları gizli,
faaliyetleri ondan da gizlidir. Bütçesi diğer ödenekler arasına saklanmıştır. Kongre,
görünmeyen hükümete verdiği paranın ne miktarını bilir, ne de ne yolda harcandığını. Bir
avuç kongre üyesine, bu kuruluş, ara sıra sözde bilgi verir; ama bu kongre üyeleri bile, bu
kuruluşun çalışmaları hakkında pek az şey bilirler.
Dış ülkelerin başkentlerinde, sözde, Amerikan elçileri, Amerikan Cumhurbaşkanı’nın
en yüksek temsilcisidir ve bunlara görünmeyen hükümetin ajanlarını denetleme yetkisi
verilmiştir. Ama bütün bunlar mümkün olabilmekte midir? Ajanlar kendi muhabere
kanallarını ve şifrelerini kullanmaktadırlar. Elçilerin yetkisi ise, Senato Komitesi’nce, “nazik
bir hayal” diye nitelendirilmektedir.
Amerika dahilinde hukuken araştırma yetkisi FBI’ındır, ama CIA’nın birçok büyük
kentlerde büroları vardır. Radyo istasyonlarından tutun da, deniz nakliyat şirketlerine,
üniversitelere kadar çeşitli işlerle ve kuruluşlarla yakından ilgilenmektedir.
Görünmeyen hükümeti birçok kimse Ulusal Güvenlik Kurulunun yönetimi altında
zanneder. Oysa, gerçekte, aldığı kararların çoğu bu kurulda görüşülmemiştir bile. Bu kararlar,
adı fısıltıyla söylenen bir topluluktan çıkar. Kaç Amerikalı, “Özel Grup”un (“54/12
Grubu”nun)4 adını duymuştur! Bu grubun adı da, varlığı da, görünmeyen hükümetin iç
çevreleri dışında bilinmez. Görünmeyen hükümetle ilgili önemli kararlar Özel grup adıyla
bilinen komite tarafından verilir. Bu komitenin yapısı, küçük değişiklikler gösterirse de,
üyeler genellikle şu kimsilerder ibarettir: Merkezi İstihbarat Müdürü, Dışişleri Bakanlığı
Müsteşarı (ya da yardımcısı), Savunma Bakanı ve müsteşarı. Kennedy ve Johnson idare leri
zamanında Özel Grup’ta cumhurbaşkanlığı temsilcisi, McGeorge Bundy idi. Diğer üyeler ise
sırasıyla, McCone, McNamara, Savunma Müsteşarı Roswell Gilpatric, Dışışleri Müsteşarı U.
Alexis Johnson idi.
Özel Grup, Eisonhower zamanında başkanlığın 54/12 nolu gizli emirleriyle kurulmuştur
ve bugün bile “54/12 Grubu” diye anıldığı olur. Bu grup, görünmeyen hükümetin “beyni”
gibidir ve istihbarat topluluğunda bile grubun varlığından pek az kişinin haberi vardır. Özel
Grup haftada bir kez toplanır ve Birleşik Devletler İstihbarat Kurulu’nun kararına bırakılması
doğru görülmeyen fazla önemli işler üzerinde karar verir. Amerika Birleşik Devletleri’ni ve
bazen de bütün dünyayı savaşa sürükleyebilecek karalar işte bu birkaç kişinin oluşturduğu
grup tarafından alınır.
CIA’cıların kendi politikalarını hiçbir zaman kendilerinin kararlaştırmadıklarını, daima
daha üstün bir otoritenin emirleriyle hareket ettiklerini söylemelerinin nedeni işte bu gruptur.
Allen Dulles bir keresinde “CIA şimdiye kadar hiçbir kimseyi ya da hükümeti kendi dışında
daha yüksek hükümet makamının izni olmadan desteklememiştir” demişti. Ortalama bir
vatandaş için Dulles’in bu ifadesi, tehlikelerle dolu bir gizli harekatın her yönünü, objektif bir
ölçüyle tartışmak için toplanan kabineyi, Ulusal Güvenlik Konseyini ya da özel
cumhurbaşkanlığı komisyonunu akla getirir. Oysa gerçek şudur ki, bu çeşit kararların bazıları,
öteki hükümet komitelerinin izledikleri yöntem ve kurallar dışında, tamamen gayrıresmi
olarak alınmıştır. Üstelik ülkenin kaderi üzerinde etkisi olan bu kararlar dıştan ve tarafsız
hiçbir eleştiriye ya da iktidarlarını genişletmek gibi insani zaaflardan uzak bulunduklarını
iddia etmek mümkün müdür?
Başkan yardımcısı, hukuken, Ulusal Güvenlik Kurulunun üyesi olduğu halde, Özel
Grubun toplantılarına katılamaz. Başkan Yardımcısı Lyndon B. Johnson, belki de kendinden
öncekilerden çok daha fazla sırları biliyordu, ama görünmeyen hükümetle ancak Birleşik
Devletler’in 36. Cumhurbaşkanı olarak yemin ettikten sonra gerçekten içli dışlı olabilmiştir.
Göreve başladığı 23 Kasım 1963 günü, Kennedy’nin Özel Grup ile şahsî temsilcisi
McGeorge Bundy, yeni başkanı, Beyaz Saray’ın bodrum katındaki gizli durum odasına
götürdü. Burada, çok gizli haritaların, elektronik aygıtların ve muhabere araçlarının arasında,
görünmeyen hükümetin başı Merkezî Haberalma Müdürü ve Özel Grubun üyesi John Alex
McCone, yeni başkana, gerekli bilgileri verdi. Johnson, görünmeyen hükümeti kimin
yönettiğini bildiği, çalışmalarının çoğundan haberdar olduğu halde, ancak o gün, örgütü ve
sırlarını öğrenebildi.5
Bu kitapta, ulusal güvenliğin sınırları içinde kalmak üzere görünmeyen hükümetin
yapısını, kuruluşunu ve gücünü belirtmeye çalıştık. Kullandığımız malzemenin çoğu başka
yerlerde basılmamış olmakla birlikte, niyetimiz bir teşhir değildir. Amerikan halkının
parasıyla çalışan, bu bakımdan da tanımakta haklı olduğu gizli bir Amerikan kuruluşunu
anlatmak istiyoruz.
Bu kitabın ana ilkesi, soğuk savaş sırasında bile Amerikan hükümetinin, Bağımsızlık
Beyannamesindeki sözlere uyarak, “yönetilenlerin rızasına” dayanması zorunluluğudur. Bu
“razı” olmanın anlamlı olabilmesi için, yönetilenlerin neye “razı” olduklarını bilmeleri
gerekir.
Bu gizli hükümet ne dereceye kadar Amerikan sistemi ile uzlaşmaktadır ya da onun
korunması için gereklidir? Zamanla, korumaya çalıştığı kuruluşların özelliklerini değiştirecek
midir? Eğer Amerikalılar bu sorulara karşılık vermeye çalışacaklarsa, önce bu gizli hükümetin
ne olduğunu daha yakından bilmeleri gerekir.
Kaynakça ve Açıklamalar
1.
Yazarın notu: Bu metin Onur Yayınları’nca 1966’da basılan, David Wise ve B.
Ross’un “Görünmeyen Hükümet”: CIA isimli kitabından alınmıştır. Wise ve Ross Soğuk
Savaş yıllarında CIA içerisinde çalışmış iki ajan olmalarına rağmen görünmeyen hükümet
gerçeğinden rahatsız olmuş ve bu kitabı kaleme almışlardır. Yazarların Soğuk Savaş’la
birlikte ortaya çıkan görünmeyen hükümet olgusuna parmak basmalarının üzerinden tam kırk
yıl geçmiştir. Görünmeyen hükümet bu süre içinde ABD sınırlarını aşmış Trilateral Komisyon
ve Bilderberg’in kurulmasıyla Avrupa ve Japonya’ya kadar yayılmıştır. Daha önceki
çalışmalarımda da ortaya koyduğum başka olgu ise Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte
görünmeyen hükümetin karşısındaki tüm güçler ortadan kalkmış ve özellikle George W. Bush
yönetimiyle beraber ABD tüm dünyada saldırgan bir savaş politikası yürütmeye başlamıştır.
2005 yılında CIA yönetiminin geliştirmiş olduğu yeni konseptle beraber CIA da
dünyanın her yerinde hiçbir otoriteden izin almaksızın operasyon yürütecek bir kapasiteye
ulaşmıştır. Bu ise ABD’ye bağımlı ülkelerdeki istihbarat örgütlerinin Soğuk Savaş yıllarında
CIA güdümündeki politikalarını gözden geçirmelerini dayatmaktadır. Amerikan halkı kırk yıl
önce olduğu gibi görünmeyen hükümetten bugün de haberdar değildir. Çünkü Amerikan
medyası doğrudan bu hükümete bağlanarak Amerikan halkının aptallaştırılması ve
uyuşturulması görevini yerine getirmektedir. Bu amaçla 1971 yılında kurulan Trilateral
Komisyon üyelerinin 87 kişisi ABD medyasından, 63 kişisi ise ABD Ordusu’ndan
oluşmaktadır. Sanırım “Küresel Çete”ye dönüşmüş olan görünmez hükümetin kitleleri nasıl
uyuttuğuna dair bir göstergedir.
2.
Milli Güvenlik Kurulu: NSC (National Security Council)
Savunma Haberalma Örgütü: DIA (Defense Intelligence Agency)
Atom Enerjisi Komisyonu: AEC (Atomic Energy Commission)
Federal Araştırma Bürosu: FBI (Federal Bureau of Investigation)
Milli Güvenlik Örgütü: NSA (National Security Agency)
1966 yılında yazılan bu kitapta görünmez hükümetin en az bu sayılan organları kadar
önemli olan bir başka örgütü gözden kaçırmıştır. Bu örgütü daha önceki çalışmalarımızda ve
kitapta da ayrıntılı olarak ele aldım. Bu örgütün adı USAID (US Agency For ınternatioanal
Development: Uluslararası Amerikan Gelişme Ajansı)’dır. Kısacası: AID.
3.
Günümüzde istihbarat örgütlerinin bütçesi yaklaşık 30-35 milyar dolardır.
Bunun 10 milyar dolarlık kısmı NSA’ya ayrılmıştır.
4.
Özel Grup artık “Bull’s Eye”(Boğanın Gözü) olarak adlandırılmaktadır.
Gerçekten de ABD yönetimi artık bir boğa gibi saldırganlaşmış aynı konsept çerçevesinde de
CIA operasyonel bir terör örgütüne dönüşmüştür.
5.
John F. Kennedy’nin görünmeyen hükümetin kurallarına uymadığı için
öldürüldüğünü 2013 yılında dünya öğrenecektir. Başkan Lyndon B. Johnson’un da bu
suikastten en azından haberdar olduğu da ortaya çıkacaktır.
Giriş
Gladio’dan Susurluk’a Derin Devlet
Derin Devlet nedir? Türkiye bugün yeniden Derin Devlet tartışmasının kapısını aralıyor.
Oysa Derin Devlet olgusu yeni bir olgu değil. 1970’li yıllardan beri üzerinde çalıştığım ve
cevabını aradığım “Derin Devlet’in kökenleri ve gizli bağlantıları” aradan geçen süreçte artık
daha net görülebiliyor.
1999 yılında yayınladığım Çeteleşme kitabımda Derin Devlet’in izini sürerek
emperyalizmin ezilen dünyayı sömürgeleştirmek için kullandığı kanlı yöntemleri ve bu
mekanizmanın işleyişini ortaya koymaya çalıştım. Ulaştığım sonuç Derin Devlet olgusunun
aslında emperyalizmin bütün ezilen ulusların coğrafyasını egemenliği altına almak için
kullandığı ve doğrudan bu emperyalist merkezlere bağlı bir araç olduğuydu.
İtalya’da yıllar önce ortaya çıkan Gladio olayının ardından ülkemizde yaşanan Susurluk
Skandalı Derin Devlet’in bütün dünyaya yayılan bir ağ haline geldiğini gösteriyordu. Bu
dönemde basına yansıyan ilginç bir haber Derin Devlet konusundaki fikirlerimizin daha da
netleşmesine yardımcı olmuştu. Susurluk olayının önemli isimlerinden Abdullah Çatlı ile
İtalya’nın sayılı faşistlerinden Stefano Delle Chiaie, ABD’de birlikte boy gösteriyorlardı.
Demek ki İtalyan Gladiosuyla Susurluk’u birbirine bağlayan bir bağdan pekâlâ söz
edilebilirdi. Bu bağ NATO şemsiyesi ve onun arkasındaki güç olan ABD emperyalizminden
başka bir şey değildir.
Kontrgerilla Cumhuriyeti isimli kitabımda ayrıntılı olarak açıkladığım şekilde NATO
üyesi tüm ülkelerde benzer bir kontrgerilla mekanizması kurulmaktaydı. Bu mekanizma,
NATO talimnameleri doğrultusunda Amerikan emperyalizminin çıkarlarını korumak ve
komünizmin yayılışına engel olmak amacıyla ezilen dünyada devlet yapılanmasının temeli
olan millet-devlet birlikteliğinin kopartılması ve bu birlikteliğin yerine Derin Devlet- ABD
emperyalizmi ilişkisinin konulması olarak özetlenebilir.
Bu amaçla ulusal orduların NATO şemsiyesi altında antikomünist bir ideolojik
çerçevede teslim altına alınıp tümüyle ABD güdümüne sokulması planı yürürlüğe konuldu.
12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri bu amaçla, komünizmle mücadele adı
altında Türkiye’nin adım adım ABD sömürgesi haline getirilmesini amaçlıyordu. Türkiye’de
Derin Devlet’in esas etkinlik kazandığı dönem de bu Amerikancı darbe dönemleri olmuştur.
Derin Devlet ya da kontrgerilla, adına ne derseniz deyin; bugün artık yadsınamayacak
bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Oysa yakın zamana kadar bütün devlet yetkilileri
bu gerçeği görmezden geliyorlardı. Ancak gelinen noktada devletin en yetkili organlarındaki
kişiler bile bu gerçeği yalanlayamamaktadırlar.
Yazarlık yaşamım boyunca devrimci bir kurmay subay olarak başlattığım “Tam
bağımsız Türkiye” mücadelemde Derin Devlet/kontrgerillanın ortaya çıkartılmasını bir
yurtseverlik görevi olarak gördüm. Derin Devleti ve arkasındaki güçleri deşifre etmeden
Mustafa Kemal’in bize miras bıraktığı “Tam Bağımsız Türkiye”yi kurmamızı olanaklı
görmüyorum.
Dikkat ederseniz Derin Devlet ve bağımsızlık arasında doğrudan bir bağ bulunmaktadır.
Zira ulus egemenliğine dayalı cumhuriyet iradesinin yerine bugün Derin Devlet aracılığıyla
Amerikan emperyalizminin egemenliği konulmaya çalışılmaktadır.
Türkiye’de Derin Devlet tartışmasının yaşandığı dönemler nedense Türkiye üzerindeki
emperyalist çıkar çatışmalarının yoğunlaştığı dönemlerdir.
Demek ki emperyalizm gerçeğini atlayarak Derin Devlet gerçeğini aydınlatmak olanaklı
değildir.
Derin Devletin Masonik Kökenleri
Derin Devlet bizzat ABD emperyalizminin güdümündeki bir suç şebekesinden başka bir
şey değildir. Ancak Derin Devlet’in kökenlerini araştırdığımız da aslında ABD
emperyalizminden de önce siyonist bir örgütlenmenin yol izlerini görebiliriz. Derin Devlet,
dünya çapındaki Yahudi lobisinin bir dünya devleti kurma projesinin araçlarından birisidir.
Çeteleşme kitabımda Derin Devlet’le masonluk arasındaki ilişkiyi ayrıntılarıyla açıklamıştım.
Aradan geçen dönem zarfında bu fikirlerimiz pek çok farklı araştırmacı tarafından daha da
geliştirildi. Derin Devletin masonik kökenlerine ilişkin temel tezimiz Yahudilerin hayalini
kurduğu Çağların Yeni Düzeni-bugünkü adıyla Yeni Dünya Düzeni’nin bu gün ABD
emperyalizmi olarak ortaya çıktığıdır. Dolayısıyla Amerikan emperyalizminden sözettiğimiz
zaman İsrail ve Yahudiliğe kadar uzanan geniş bir ilişkiler ağını da bütün ayrıntılarıyla ortaya
koymamız gerekmektedir.
Derin Devlet’in masonik kökenlerini açıklamaya giriştiğim Çeteleşme kitabımda
Bilderberg, Trilateral Komisyon ve CFR gibi büyük emperyalist örgütlerin varlığını ve işleyiş
mekanizmasını ortaya çıkartmaya çalıştım.
Bugün sevinerek görüyorum ki bu konuda hiç de azımsanmayacak bir bilgi birikimine
ulaşılmış durumda. Aradan geçen süre içinde pek çok araştırmacı bu örgütler hakkında
kapsamlı araştırmalarla bu ilişkiler ağını deşifre edecek önemli çalışmalara imza attılar.
Ben de bu çabaya Küresel Çete isimli kitabımda dünyayı yöneten bu gizli örgütleri
araştırmaya girişerek katıldım. Mehmet Eymen’le birlikte kaleme aldığımız Mont Pelerin
Cemiyeti isimli kitabımız bu üç büyük örgütün dışındaki diğer gizli alt örgütlerin de ortaya
çıkartılarak ABD derin devleti olgusunun bütünüyle açıklığa kavuşmasını amaçlamaktaydı.
Küresel Çete isimli kitabımızda da ayrıntılı olarak ele aldığımız gibi ABD derin devletini
meydana getiren pek çok gizli emperyalist örgüt bulunmaktadır.
Mont Pelerin Cemiyeti kitabımız sözünü ettiğimiz gizli örgütleri deşifre etme
tasarımızın ilk aşamasıydı. İlerleyen süreçte bu örgütlerin hepsini ayrı birer çalışma olarak
sizlere sunmak istiyorum.
Bu örgütleri kısaca hatırlamak gerekirse;
- Illuminati (Avrupa-ABD):
1776’da Almanya’da kurulan çok gizli Mason Locası. Kısa sürede Atlantik’in iki
yakasında da örgütlendi. Uluslararası çetelerin hepsi bu kökten çıkarak gelişti.
- Bussiness Round Table (İş Dünyası Yuvarlak Masası) (ABD):
1800’li yılların başında ABD’de Cecil Rhodes tarafından kuruldu. Cecil Rhodes,
Afrika’nın İngiltere’nin sömürgesi haline getirilmesini sağlayan meşhur bir sömürge fatihidir.
Anglosakson egemenliğinin ve ABD emperyalizminin komuta merkezi Yuvarlak Masa oldu.
Diğer gizli ve açık örgütlerin kurulmasına ön ayak oldu.
- Skulls&Bones Society (Kurukafa ve Kemikler Topluluğu):
1832’de ABD’de Yale Üniversitesi’nde kurulan gizli örgüt. Doğrudan Illuminati’ye
bağlı olan topluluğun üyeleri ABD finans merkezlerinin ve iktidarın zirvesini işgal
etmektedir. Topluluk özellikle son 20 yılda ABD devlet organları üzerinde mutlak egemenlik
kurmuştur. Her iki Başkan Bush da (Baba ve oğul) üyesidir.
- Bohemian Club (Grove) (Bohemyan Kulübü-Koruluğu) (ABD):
1872’de kuruldu. ABD’nin Batı yakasındaki “Elitleri” bu topluluğa üyedir.
Cumhuriyetçi Başkan ve Başkan adaylarının tümü bu topluluğun üyesidir. Faaliyetleri son
derece gizli olan topluluğun özel vadisine giriş, ABD devlet güçleri tarafından
engellenmektedir. Bu konuda Bohemian Club isimli kitabımızda ayrıntılı bilgi bulunabilir.
- The Royal Institute of International Affairs (RIIA) - Chantam House (Kraliyet
Uluslararası İlişkiler Enstitütüsü - Chantam Evi) (Britanya):
1920’de kuruldu. Kendisinden 1 yıl sonra kurulan CFR’nin Britanya’daki öncülüdür.
Atlantik’in iki yakasında temelleri atılan Anglosakson hegemonyasının bir ayağını oluşturur.
- The Council On Foreign Relations - CFR (Dış İlişkiler Komisyonu) (ABD):
RIIA’dan bir yıl sonra, 1921’de, ABD’de kuruldu. Kuruluşuna Morgan ve Rockefeller
ön ayak oldu. Amacı RIIA’yla birlikte 1. Dünya Savaşı sonrası Britanya’nın ve yeni bir lider
olarak ortaya çıkan ABD’nin hegemonyasını eşgüdümlü olarak güvence altına almaktı.
Onursal Başkanı ve lideri David Rockefeller’dir. ABD devletinin esas karar mekanizması
olduğu iddia ediliyor. CFR üyesi olmayanın devlet yönetiminde yükselmesi olanaksız gibidir.
- Bilderberg (BB) Örgütü (ABD - Avrupa):
1954 yılında eski Nazi ve SS işbirlikçisi Hollandalı Prens Bernhard tarafından kuruldu.
İlk toplantısını Hollanda’da Bilderberg Oteli’nde yaptı. Üyeleri arasında yalnız ABD’liler ve
Avrupa ülkelerinin seçkinleri yer alır. Uluslararası çetenin Avrupa ayağını oluşturur.
Dolayısıyla Türkiye’den çeteye girme yolu Bilderberg üyeliğidir. Her yıl başka bir yerde
düzenlenen Bilderberg toplantılarının katılımcıları bellidir. Ancak içeride ne konuşulduğu ve
ne kararlar alındığını bugüne kadar katılan kimse açıklamamıştır. Son 4 yıldır gündemin Irak
ve Ortadoğu olduğu bilinmektedir. Alınan kararların sonuçlarını hep birlikte görüyoruz.
Bilderberg iki kere Türkiye’de de toplanmıştır. 1959’da Yeşilköy, 1975’te Çeşme’de
Bilderberg toplantıları düzenlenmiştir.
-The Trilateral Comission-TC(Trilateral Komisyon) (ABD-Avrupa-Japonya):
1973 yılında yine David Rockefeller tarafından kurulan Trilateral Komisyon isminden
de anlaşılabileceği gibi üç kıtanın finans ve devlet liderlerini birleştirmeyi amaçlıyor. Japon
finans merkezleri de böylelikle Çete’ye dahil edildi. Japonya’dan sonra Kore elitleri de örgüte
katıldı. Artık küreselleşmenin ihtiyaçları doğrultusunda Hong Kong ve Çin’den de üye
alınmaktadır. Komisyonu zengin Kuzeyin fakir Güneyi sindirmek için çalışan örgütü olarak
nitelendirebiliriz.
- Pinay Cercle (Güç Çemberi):
Bilderberg üyesi ve Nixon’un yakın arkadaşı Antoine Pinay ve Fransız İstihbarat
Servisi’nin avukatı Jean Violet tarafından 1969’da kurdu. Eski ve yeni istihbaratçıları, NATO
yetkililerini ve ordu mensuplarını üye yaptı. Soğuk Savaş boyunca operasyonel bir görev
üstlendi. Süper NATO ve Gladio örgütlenmesinin beyin karargâhıydı. Henry Kissinger,
Zbigniew Brzezinski ve David Rockefeller Pinay Cercle’in üyesidir. Onların üyelikleri CFR,
Bilderberg ve Pinay Cercle arasındaki hiyerarşik bağı tamamlar. Böylelikle Avrupa Gladio
örgütlenmesi sadece NATO üzerinden değil, CFR üzerinden de ABD karar merkezine
bağlanmıştır.
- Mont Pelerin Society:
1947’de Profesör Friedrich von Hayek tarafından kuruldu. Soğuk Savaş’ın akademisyen
ve beyin kadrosunu bir araya getirdi. Çok dar ve elit bir örgütlenme olan Mont Pelerin’in esas
amacı tüm dünyada güçlenen sosyalizm ve devletçilik akımına karşı liberalizmin mutlak
egemenliğini yeniden kurmaktı. Üyelerini yalnızca mektup ve özel toplantılarla bilgilendirir.
- The European Round Table of Industrialists - ERT (Avrupa Sanayicileri Yuvarlak
Masası):
1983’te Mont Pelerin örgütünün kararıyla kuruldu. AB’nin oluşması, tek para politikası
ve bütünleşmeyi yönetmeyi amaçlıyor.
- Henry Jackson Cemiyeti
İngiltere’de Cambridge Üniversitesi Peterhouse Koleji’nde, Mart 2005’te kurulmuştur.
Başta ABD ve İngiltere olmak üzere, pek çok ülkenin siyaset, bürokrasi ve akademi
dünyalarından tanınmış isimleri bir araya getirmektedir. Cemiyet ismini eska ABD Demokrat
Parti senatörü Henry Jackson’dan almaktadır (1912-1983). Cemiyetin ünlü üyeleri, pek çok
başka gizli örgüte de mensuptur: Bruce Jackson, Robert Kagan, William Kristol, Vytautas
Landsbergis, Clifford May, Michael McFaul, Joshua Muravchik, Richard Perle, General Jack
Sheehan, James Woolsey. Henry Jackson Cemiyeti Anglo-Sakson birlikteliğinin en son
örgütüdür.
Tüm bu örgütler bir araya geldiğinde ABD derin devletinin masonik kökenleri daha net
olarak ortaya çıkacaktır.
Bilderberg Cumhuriyeti!
Küresel Çete ve Derin Devlet birbirine geçmiş emperyalist çıkar ağlarının ülkemizi bir
örümcek ağı misali sardığını göstermektedir. Bugün Türkiye ABD emperyalizminin Ortadoğu
merkezli hegemonya mücadelesi içinde tekrar sömürgeleştirilmeye çalışılan bir ülkedir ve
görünen gerçek küresel sermayenin ve emperyalizmin ülkemizdeki etkinliğinin günden güne
arttığıdır. Çalışmamız bu küresel oyunların deşifre edilmesine ve bozulmasına hizmet ettiği
ölçüde daha da değer kazanacak ve gerçek amacına ulaşacaktır.
Türkiye bugün yeniden bir yol kavşağındadır: Ya Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde
kazandığımız Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla kurduğumuz Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet
payidar kılacağız ya da “Küresel Çete”nin ve emperyalizmin ahtapot kolları Türkiye’yi deyim
yerindeyse bir “Bilderberg Cumhuriyeti”ne dönüştürecektir.
Bizim ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’dir!
Son olarak Derin Devlet üzerine otuz yılı aşkın çalışmamın sonucu olarak da
değerlendirebileceğiniz bu çalışmanın sizlere ulaşmasında emeği geçen İleri dergisi Genel
Yayın Yönetmeni İnan Kahramanoğlu’na ve Editör Yavuz Selim’e teşekkür etmek isterim.
Saygılarımla,
Talat Turhan
Kuzguncuk, 5 Ekim 2005
1. Bölüm
Derin Devlet ve Küreselleşme
ABD Derin Devletinin Oluşumu ve Küreselleşme
1989 yılında Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi, 1990 yılında Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) parçalanması ve izleyen yıllarda Varşova Paktı’nın
dağılması ile başlayan süreç; 1945’ten beri süregelen ‘Soğuk Savaş Dönemi’ni başka bir
deyim ile “İki Kutuplu Dünya Düzeni”ni sona erdirmiş ve “Tek Kutuplu Dünya Düzeni”ne
geçilmiştir.1 Rakibi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) çöküşü, Amerika
Birleşik Devletleri’ni (ABD) rakipsiz “Küresel Güç” haline getirmiştir.
Her ne kadar ABD, dünya liderliğini ele geçirince yeni politikalarını açıklamış ve bu
döneme “Yeni Dünya Düzeni” adını vermişse de, uygulamanın kökeni ABD’nin kuruluşuna
kadar gitmektedir. Bu konu ile ilgili ayrıntılı bilgileri Çeteleşme ve Küresel Çete adlı
kitaplarımda açıklamaya çalıştım.
ABD eski Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger Diplomasi2 isimli yapıtında eski
dünya politikalarını:
...Onyedinci yüzyılda Kardinal Richelieu yönetimindeki Fransa, uluslararası
ilişkilerinde, ulus-devlet kavramına dayanan ve nihai amaç olarak ulusal çıkardan güç alan
modern yaklaşımı geliştirmiştir. Onsekizinci yüzyılda Büyük Britanya, sonraki iki yüzyıl
boyunca da Avrupa diplomasisine egemen olan “güç dengesi’ kavramını geliştirmiştir.
Ondokuzuncu yüzyılda Metternich’in Avusturyası, “Avrupa Antlaşması”nı yeniden kurmuş
ve Bismarck’ın Almanya’sı da “Avrupa diplomasisi”ni “soğukkanlı güç politikası” oyununa
döndürerek bu antlaşmayı yürürlükten kaldırmıştır..
şeklinde açıklamış ve uluslararası ilişkilerde güç dengesi teorisini reddetmiştir.
Kurulacak olan Yeni Dünya Düzeni’ni ise:
...Yirmibirinci yüzyılın uluslararası sistemi, görünüşte bir “karşıtlıklar sistemi”
olacaktır: Bir tarafta bölünmeler, diğer tarafta ise, giderek artan küreselleşme. Devletler
arasındaki ilişkiler düzeyinde ise, yeni düzen, Soğuk Savaş’ın katı kalıplarından çok onsekiz
ve ondokuzuncu yüzyıl Avrupa devlet sistemine benzeyecektir. Yeni düzen en az altı büyük
güçten (Birleşik Devletler, Çin, Rusya ve olasılıkla Hindistan), küçük ve orta büyüklükteki
birçok devletten oluşacaktır. Aynı zamanda uluslararası ilişkilerde ilk kez, gerçekten
küreselleşmiştir.
şeklinde açıklamış ayrıca tüm dünyayı ABD değerler sistemini kabul etmesi için şu
şekilde uyarmıştır:
...Birleşik Devletler dünyadaki en iyi yönetim sistemine sahiptir ve insanlığın geri
kalan bölümü, ancak geleneksel diplomasiyi terk edip, onun uluslararası hukuk ve
demokrasiye saygısını kabul ederse barış ve refaha kavuşabilir.
Derin Dünya Devleti’nin günümüzdeki yansımalarını algılayabilmek için
küreselleşmeye göz atmak gerekir. ABD’nin uygulamaya soktuğu “Yeni Dünya Düzeni”
(YDD) senaryoları, “vahşi emperyalizm” ve “vahşi kapitalizm” olmak üzere iki boyutta
incelenmelidir. Çünkü YDD’nin emperyalizm boyutu askeri, jeopolitik, jeostratejik konular
ile ilgilidir; stratejik bölgelerinin ele geçirilmesini amaçlar; “Yeni Büyük Oyun” olarak
adlandırılır. YDD’nin kapitalizm boyutu ise siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel konuları
kapsar, stratejik kaynakların ele geçirilmesini amaçlar ve “Küreselleşme” olarak adlandırılır.
Diğer bir deyişle, küreselleşme politikaları ile YDD’nin alt yapısı, Yeni Büyük Oyun ile
YDD’nin üstyapısı ile hazırlanmıştır. Bu oyun Zbigniew Brzezinski’nin Büyük Satranç
Tahtası3 adlı yapıtında da dile getirilmektedir.
Bu dönemde ABD; dünya egemenliğini ele geçirmek için durmaksızın senaryolar
hazırlamış, “Yeni Dünya Düzeni”ni kurmak ve tüm dünyaya ABD hegemonyasını kabul
ettirmek için savaşlar, ekonomik krizler, terör, darbe, iç karışıklılar, kaoslar,
istikrarsızlaştırma, etnik kışkırtıcılık, kültürel emperyalizm, baskı, şiddet gibi yöntemleri sınır
tanımadan uygulamaya koymuştur. İlhamları, 1776 yılında kurulan ve üst masonik örgüt olan
Illuminati’nin4 “kaostan düzen çıkarma” (Ab di Chaos) temel felsefesine dayanmaktadır.
Bu kuram özel savaşa istikrarsızlaştırma (destabilizasyon) olarak yansımış ve
uygulamaya sokulmuştur. Kısaca, ABD tüm dünyada devlet terörü uygulamaktadır. Bu
gerçeği 1989’da yazdığım Doruk Operasyonu adlı kitabımda ABD’nin hem terörist devlet
olduğunu hem de terör ihraç ettiğini açıklamıştım.
Uygulamaya sokulan politikaları “küresel faşizm” olarak değerlendirmek, Paul
Wolfowitz’in ABD politikalarına karşı çıkan ülkelerin cezalandırılacağını ima eden şu
sözlerini okuduktan sonra yanlış olmayacaktır
Tek süper güç kalitesi, yapıcı bir davranış biçimi, ayrıca ABD’nin üstünlüğüne kafa
tutabilecek herhangi bir milleti ya da milletler grubunu caydırmaya yeterli askeri güçle
sürdürülmelidir. ABD’nin önderliğine karşı çıkmasınlar, yerleşik siyasi ve ekonomik düzeni
değiştirmeye kalkmasınlar!
Derin Dünya Devleti’nin İdeologları
Bugün oynanan senaryoların daha iyi anlaşılması için, bu oyunu sahneye koyan Yeni
Dünya Düzeni’nin mimarlarının incelenmesi gerekmektedir.
ABD’yi, dolayısı ile dünyayı yöneten kadrolar, bir ideal peşinde koşmaktadır. Bu
kadroların uzun erimli bir hedefleri olduğu anlaşılıyor. Dün bu projelerde Disraelli, Hitler,
Lenin, Stalin, Gorbaçov, Yeltsin vb. kullanıldı. Bugün ise George W. Bush, Tony Blair ve
Ariel Şaron kullanılmaya çalışılıyor.
Dün dünyaya şekil veren fikir adamlarınin bazıları; Adam Smith, Hegel, Hobbes, Karl
Marks ve Ferderich Engels ve Lenin sayılabilirken, bugün karşımıza Henry Kissinger, John
Naisbitt, Samuel Huntington, Françis Fukuyama, Zbigniew Brezinski, Bernard Lewis, Alvin
ve Heidi Toffler, Graham Fuller öne çıkmaktadır.
Kaynakça ve Açıklamalar
1.
Paris Şartı, Kasım 1990, 34 ülkenin katılımıyla.
2.
Diplomasi, Henry Kissinger, İş Bankası Yayınları, 1998.
3.
Büyük Satranç Tahtası, Zbigniew Brzezinski, Sabah Yayınları, 1999.
4.
2003
Illuminati, Texe Marrs, Çeviri: Ali Çimen-Petek Demiriz, Timaş Yayınları,
Derin Devlet Tartışmalarının Yakın Geçmişi
Son yıllarda; Dünya’da ve Türkiye’de yaşanan gelişmeleri bu açıdan değerlendirdim.
Yıllar önce bu yapılanmanın farkına vararak devletimi ve halkımı uyardım, ama inanmadılar.
Ancak yaşanan gelişmeler, ben ve benim gibi düşünenleri haklı çıkardı. Zira yakın tarihten
bugüne kadar yaşanan gelişmeler bugün Türkiye’yi arzu edilmeyen noktalara sürüklemiş;
dünya genelinde örgütlenen gizli örgütlerin Türkiye içindeki uzantıları Türkiye’yi bugünkü
çıkmaz içine sokmuşlardır. Bu gizli yapının karanlık bağlantıları analiz edilmeden bugünü
değerlendirmek olanaklı değildir.
Üzücü olan tarafı ise; “Türkiye Üzerine Oynanan Oyunları” tüm belgeleri ile beraber
kamuoyuna sunanlar ya yok edildi, ya yaşam kaynakları elinden alındı, ya da insanlık onurları
ayaklar altına alındı. Bu yurtseverler içinde kimler yoktur ki: Uğur Mumcu’lar, Bahriye
Üçok’lar, Doğan Öz’ler, Eşref Bitlis’ler, Ahmet Taner Kışlalı’lar, Necip Hablemitoğlu’lar ve
daha niceleri...
Ancak şurası da bir gerçektir ki, bugün bu vatan topraklarında hâlâ Türk bayrağı
dalgalanıyorsa, yok edilmeye çalışılan Kemalizm hâlâ ayaktaysa ve bu vatan hâlâ
parçalanmamışsa bunun tek nedeni canlarını vatana adayan yurtseverlerdir.
Yaşadığım sürece “Türkiye Üzerine Oynanan Oyunları” araştırdım, mazlum uluslar
aleyhine işleyen emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadele etmeye çalıştım. Ancak karşı
devrim sürecinde yer alan güçlerin hedefi oldum. Emperyalizm ve kapitalizmin temsilcileri ile
beraber yerli işbirlikçileri tarafından uydurulan hayali “Bomba Davası” davası yüzünden
“Vatan Haini” ilan edildim, tutuklandım. “Ziverbey Köşkü”nde ağır işkenceler gördüm ve
ağır hakaretlere uğradım, yıllar boyunca belleğimden silinmeyecek psikolojik baskılara maruz
kaldım.
Dostların ihanetini, çıkarın onur yerine yeğlendiğini gördüm, yaşam kaynaklarım
elimden alındı, acılar çektim. Yılmadım, mücadele etmeyi ve onurlu yaşamayı ilke edindim.
Ancak, 1803 sayılı af yasasının lehimdeki tüm hükümlerini kabul etmememe karşın dava
örtbas edilerek kapatıldı ve serbest bırakıldım.
Yine de bu gelişmelere karşın devrimci ve Kemalist kişiliğimden asla ödün vermedim.
Rahmetli Uğur Mumcu’nun, Emekli Tümgeneral Celil Gürkan’la yapmış olduğu söyleşiyi
yinelemek istiyorum:1
...
Uğur Mumcu: Emekli Kurmay Albay Talat Turhan’ın adı, 27 Mayıs’tan bu yana birçok
kez geçmekteydi. Turhan, 12 Mart döneminde İstanbul Boğaz Köprüsü’nün bombalanması
gibi hayali suç ile tutuklanmış ve işkence görmüştü. Emekli General Gürkan’a Talat Turhan’ı
soruyorum. Talat Turhan’ın tutumu ne idi, nasıl değerlendirirsiniz Talat Turhan’ı?
Celil Gürkan: Önce kısaca tanımlayalım: Talat Turhan “çağdaş bir İttihat ve Terakki
Subayı”; “kaya gibi Kemalist” ve ödün vermez bir “devrimci”; sapına kadar Atatürkçü ve
ilerici; sağlam inançlı ve kişilikli; sözünün eri bir emekli subay. 12 Mart’ın en ıstıraplı
uygulamalarına hedef olmasına rağmen, başını hiç eğmeyen inançlarından ödün vermeyen bir
kişi...
Uğur Mumcu: Kabibay ve Esin, size bir an önce düğmeye basılması için baskı
yapıyorlar; ya Talat Turhan?...
Celil Gürkan: Kabibay ve Esin’in tersine, Talat Turhan İttihatçı karakterine karşın
ölçülü, serinkanlı, geniş görgülü, sentezci görüş ve telkinleri ile temas ettiğim kişiler arasında
en dikkat çekici olanıydı. Aslında herkesin hepimizden çok daha riski göze alacak bir
karakterde olmasına karşın eğer bir müdahale kaçınılmaz hale gelirse bunun olabildiğince
disiplin içinde, rizikoları asgariye indirilmiş biçimde yapılmasından yanaydı. Sanmıyorum ki,
kafasında, “İşler altüst olsun, bu arada ben pay kapayım!..” düşüncesine zerre kadar prim
vermiş olsun...
Uğur Mumcu: Talat Turhan’a bugün de saygınız çok...
Celil Gürkan: İstanbul’da Kuzguncuk’ta annesinden kalan 70 metrekarelik bir evde
yaşıyor. İstese çok parlak işlere de girerdi. Bir ona bakıyorum, bir de Adapazarı “Toprak
Devrimi” diye masaları yumruklayan Kabibay’lara ve Esin’lere!... Ne gariptir ki, 12 Mart
döneminde Orhan Kabibay’ın kapısını bile çalmayan kuvvet, Talat Turhan’a en ağır
işkenceleri denemiştir!...
Can Dündar ve Celal Kazdağlı ise yazdıkları kitapta şöyle demektedir:2
1 Mayıs katliamından on gün sonra 7 Gün dergisinde Emekli Kurmay Albay Talat
Turhan imzalı bir yazı yayımlandı. İktidarların Çeteleşmesi başlıklı bu yazı 20 yıl sonra açığa
çıkacak çeteleri ilk kez haber verirken, kontrgerilla örgütlerinin çalışma yöntemlerini de
anlatıyor ve adeta olacakları duyuruyordu:
...Kontrgerilla örgütleri, gerektiğinde terör ve siyasi cinayetlerle anarşiyi araç olarak
kullanarak faşist askeri darbeler için ortam hazırlar ve bu suretle azgelişmiş ülke düzenlerinin
emperyalist çıkarlara uyarlı şekle dönüştürülmesini sağlarlar.
Tarih, Yarbay Talat Turhan’ı yanıltmadı. O günden sonra olaylar bir çığ gibi büyümeye
başladı. Ve ilk hedeflerden biri, 1 Mayıs (1977) katliamının faillerini araştıran CHP lideri
Bülent Ecevit oldu. 1 Mayıs katliamından tam 28 gün sonra kurşunların hedefinde bu kez
Ecevitler vardı...
...
...Sonunda beklenen oldu ve Talat Turhan’ların, Doğan Öz’lerin uyardıkları gibi 12
Eylül darbesi geldi. Ama çetenin işi bitmedi. Aynı isimler, yeni rollerle, yine devlet tarafından
göreve çağırıldılar. Hem de 12 Eylül öncesi karıştıkları olaylardan ellerine kan bulandığı
halde...
...
...Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tabloyu bu ülkenin Doğan Öz gibi cesur savcıları,
Talat Turhan gibi gözüpek askerleri, Cevat Yurdakul gibi dürüst polisleri, Uğur Mumcu gibi
yürekli gazetecileri daha 20 yıl önce gözler önüne sermişlerdi. Onlara sahip çıkamadık ve tam
20 yıl kaybettik...
Ergenekon adlı kitapta derin devletle mücadelem onaylanırken, ilginçtir ki, Los Angeles
Times adlı Amerikan gazetesinde de yayınlanan bir makalede aynı doğrultuda açıklamalara
yer verilmiştir.3
...Türkiye’de de bu oldu. Kontrgerilla faaliyetleri konusunda üç kitabın yazarı olan
Emekli Albay Talat Turhan’ın belirttiğine göre, askeri özelliği olan ancak orduya bağlı
olmayan gölge birimler dinleme, baskı ve sol görüşlülere işkence yapılması olaylarına karışan
kontrgerilla örgütü “Bozkurtlar”a silah sağladı...
Bugün Türkiye’de, ülkenin dışarıdan yönetildiğini ileri sürenler çoğalmış; yıllar önce
öne sürdüğüm “kontrgerilla” savım “derin devlet” kavramına dönüştürülerek yeniden
tartışılmaya başlanmıştır. Ancak “derin devlet”in geçmişteki anlamı açısından tartışılması,
anlamlı olduğu kadar da hatalıdır.
Bugün tartışılan “derin devlet” kavramının, mikro ve içsel açıdan bakıldığında, Türk
Silahlı Kuvvetleri ve yargı başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarını
yıpratmaya, etkinliğini azaltmaya ve “Ulus Devlet”i yıkmaya yönelik olduğu görülmektedir.
Geçmişten ders alınmalıdır, ancak geçmişte görev verilen ve “Soğuk Savaş”
kapsamında ABD tarafından kullanılan ve desteklenen aşırı sağ kadroların işlevi bitenler
deşifre edilmiş ve temizlenilmesine çalışılmaktadır..
NATO bağlamındakilerin ise hâlâ etkinliğini sürdürdüğü bir gerçektir.
Ziverbey Köşkü’ndeki bir aylık işkence seansından (4 Temmuz 1973 ile 1 Ağustos
1973) 10 ay sonra, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Üç Nolu Askeri Mahkemesi’ne
çıkarıldığımda, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanı’na
sunulmak üzere 12 Haziran 1973 günü bir dilekçe verdim. Ve Türkiye’de ilk kez, daha sonra
adı Ergenekon olarak açıklanan direkt Pentagon’a bağlı bir çetenin varlığından söz ettim.
Anılan dilekçede:
Türk Devleti’nin geleceğini ağır bir tehlikeye düşürecek nitelikteki kanun dışı gizli
örgüt uygulamalarını açıklamış ve bir Parlamento Araştırma Komisyonu kurularak
iddialarımın saptanmasını ...
istemiştim. Ne yazıktır ki, bugüne kadar dilekçeme cevap verilmediği gibi, bu konu
hakkında TBMM’ye sunulan araştırma ve soru önergeleri de sonuçsuz kalmıştır.
Ziverbey İşkence Köşkü’ndeki4 gizli yapılanmanın açığa çıkartılması için 1975 yılında
10 klasörden oluşan 5.000 sayfalık bir savunma hazırlayarak, Sıkıyönetim Askeri
Mahkemesi’ne sundum. Daha sonra da 1990 yılına kadar olan süreçte bu doğrultudaki
çabalarımı çeşitli etkinliklerle sürdürmeye devam ettim. 1990 yılında İtalya’da, sağ ve sol
terörü idare eden NATO’ya bağlı Gladio isimli bir yeraltı örgütü ortaya çıkınca, bu konuda on
yedi yıldan beri sürdürdüğüm yasal kavga Türkiye ve dünya genelinde kabul gördü ve bu
dönemde iç ve dış basınla söyleşiler yaptım, yurtiçi ve yurtdışı konferans, televizyon ve radyo
programlarına katıldım.7
Ayni doğrultuda iki kitap daha yayınladım: Özel Savaş ve Kontrgerilla Cumhuriyeti. Bu
dönemde sırasıyla: “Seferberlik Tetkik Kurulu”, “Özel Harp Dairesi”, “Özel Kuvvetler
Komutanlığı” diye tanımlanan kuruluş da tartışmaya katıldı. Böylece örgütün Türkiye’de
“kontrgerilla” diye tanımlanan yeraltı yapılanması ortaya çıktı ve Bülent Ecevit, Özel Harp
Dairesi adlı bu örgütü “vatanseverlerden” olusan “sivil uzantı” diye tanımladı. Özel Harp
Dairesi eski Başkanı Orgeneral (E) Kemal Yamak, bu yıl yayınlanan kitabında örgütünün
ABD’den yılda bir milyon dolar aldığını itiraf etmiştir.5
Çalışmalarımı sürdürerek derin devletle istihbarat örgütleri arasındaki ilişkiyi ortaya
çıkartmak için iki kitap daha yazdım:
- Doruk Operasyonu
- Mehmet Eymür
O dönemde “MİT’in sivilleştirilmesi” konusu gündeme getirilmişti. MİT’te askerler ve
sivillerden oluşan iki kanat bulunuyordu. Sivil kanadın önde gelen kişileri mason olduğu için
bir bahane ile askerleri safdışı bırakıp istihbarat örgütünü masonlar adına ele geçirmek
istiyorlardı. Hiram Abas ve Mehmet Eymür’den oluşan iki silahşor, bu kavganın ön
safhalarında yer alırken, kendilerini teşkilat dışına vurdular ve konuşmaya başladılar.
Yukarıda söz ettiğim iki kitabım istihbarat dünyasının derin devlet bağlamında iç ve dış
ilişkilerini ana hatlarıyla gözler önüne sermektedir.
İlk önce Ziverbey’deki yapılanmadan başlayan ABD, Pentagon, CIA, AID, NATO’ya
kadar uzanan ilişkileri 1973-1999 arasında yayınlanan başvuru ve kitaplarımda
değerlendirdim. Daha sonra bu kuruluşları da yöneten ABD Derin Devleti’nin gizli örgütlerini
açıklamaya koyuldum.
Sürdürdüğüm bu mücadele sırasında iki kitap daha yazarak 1954 yılından bu yana
Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in küresel ilişkilerini de açıkladım: Çeteleşme ve Küresel
Çete.
1950 yılından bu yana süregelen küçük Amerikancılık özlemi, derin devlet gizli
örgütleri bağlamında süregelmiş, 1990’lardan bu yana eski CIA ajanı Graham Fuller
tarafından doktrine edilen “Ilımlı İslam modeli”ne uygun bir iktidar ile sürece devam
edilmeye çalışılmaktadır. Üst bir masonik örgüt olan Bilderberg grubu içinde, ılımlı İslam
söylemi ile AKP yönetim kadrosuna girmiş olan Ali Babacan’ın ne işi var?
Bir dergide yayınlanan makalede, Masonlar AKP’ye ve Devletin Zirvesine Kanca Attı6
başlığı atılmıştır. Eğer bu haber doğru ise, AKP iktidarının bugüne kadar sürdüregeldiği
Amerikan yanlısı faaliyetleri de göz önüne alındığında “AKP masonlaşıyor mu?” sorusunu
sorabiliriz. Hatta AKP’nin ABD ve AB yanlısı politikalarıyla da yeni dünya düzeni ve BOP’a
daha faydalı hizmetler sunacağını bile iddia edebiliriz.
1973’ten günümüze değin süregelen ve bir işkence odasında başlayan eylemsel ve
kuramsal boyuttaki derin devlet mücadelemi bugün bile onaylayan kişilerin çıkmış olması, bu
konudaki öncülüğümü yadsınamayacak şekilde ortaya sermiştir. Örneğin Orgeneral (E)
Kemal Yamak’ın kitabında 1973’ten beri öne sürdüğüm “kontrgerilla”, “Gladio”, “Süper
NATO”, “Paralel NATO” ve “derin devlet” konusundaki sürdürdüğüm yasal mücadelenin
birinci ağızdan onaylanması olarak kabul edilebilir:
Sayın Talat Turhan 18 Kasım 1990 tarihli Milliyet gazetesinde “kontrgerilla” lafını ilk
kez Erenköy görevlilerinin çıkardığını söyledi. Onlar gerçekten Özel Harp Dairesi’nin
adamları mıydı?... Kesin yanıtı henüz verilmiş değil. Yalnız eskiden beri bir iddiam var: “Bir
kurum kendisini temize çıkarmak istiyorsa, adına iş yapanlara hesap sorar” diyor ve doğru
değilse adının, gerçeklere dayanılarak temize çıkarılması gereğini vurguluyor. Bu ihtiyaca
Genelkurmay Özel Harp Dairesi’nde görev alan, yaptıkları görevin ulviyetine inanan ve bu
münakaşalardan çok büyük üzüntü duyan bütün personel katılmaktadır.
Org. (E) Kemal Yamak’ın kitabının yayınlandığı Ocak 2000’den beri “derin devlet”
tartışması Türkiye’nin gündemini uzun süre işgal etti. İşbirlikçi küresel medya, ismimi
geçirmemeye özenle dikkat etti. Sadece Yıldırım Türker, yazdığı makalesinde, bu konuda ilk
kez kamuoyuna mal ettiğim bir kitaba gönderme yaparak onurlu ve medya etiğine uyan bir
davranış sergiledi.7 Gerçekte bu olay benim açımdan sürpriz olmadı; buna karşılık tüm
pisliklerini bildiğim medyayı yeniden test etmek olanağını buldum. Zaman bulursam bu
konuyu ayrıntılarına girerek irdeleyeceğim.
Kuşkusuz, bütün dünyayı ilgilendiren bu yaşamsal sorunu kamuoyuna mal etmekten
onur duyuyorum. Çünkü kitaplarımda yer verdiğim konular, binlerce makale ve kitapta da yer
alarak haklılığımı kanıtlamaya devam etmektedir. Medya içindeki sahtekarlar beni
ilgilendirmez.
Örneğin İsviçreli akademisyen Daniele Ganser Ekim 2005’te yayınlanan kitabında
Türkiye bölümünde beni kaynak kişi göstermektedir.8
Aslında kitaba ekli şemada (Ek:1) açıklıkla görüldüğü gibi derin devletin Siyonist ve
Masonik geçmişinin Türkiye’deki uzantılarına ek olarak “TÜSİAD”, “Küresel Medya”,
“İkinci Cumhuriyetçiler”, “Ilımlı İslamcılar” ile “Mason”, “Siyonist” ve “Evangelist” destekli
“NGO”lar (“Sivil Toplum Örgütleri” ile “Sivil Toplum Kuruluşları”) devreye sokulmuş, bir
anlamda dış destekli bu kuruluşlar neredeyse siyasi partilerin önüne geçirilerek bir tür
demokrasi modeli oluşturulmak istenmektedir. “Soros” destekli bu model, “turuncu
devrimler” şeklinde sahneye konulmuştur. “Ilımlı İslam modeli” de gerektiğinde bu amaca
hizmet etmek için geliştirilmektedir diye düşünüyorum. Bu yapay oluşum daha şimdiden
Ukrayna’da geri tepmiştir.
Kaynakça ve Açıklamalar
1.
9 Mart 1972, Ertuğrul Alatlı, Alfa Yayınları, Ekim 2002, s. 285-286
2.
Ergenekon, Can Dündar ve Celal Kazdağlı, İmge Kitapevi, 1. baskı
Temmuz 1997
3.
Türklerin Kirli Savaşı Açıklandı…, Los Angeles Times, 14.04.1998
4.
Ziverbey Köşkü, İlhan Selçuk, Çağdaş Yayınlar (sayısız baskı yapan bu kitapta
İlhan Selçuk, sadece bana gönderme yapmaktadır.)
5.
Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler, Kemal Yamak, Doğan Kitap,
1. baskı, Ocak 2006
6.
Haftalık, Özel Haber, Ferhat Ünlü, 31 Mart- 6 Nisan 2006
7.
Özel Harp Dairesi Duyurur, Yıldırım Türker, Radikal, 9 Ocak 2006
8.
NATO’nun Gizli Orduları, Daniele Ganser, Güncel Yayıncılık, 1. baskı, Ekim
2005, s. 399-402
Derin Devletin Gizli Örgütleri
ABD kendi çıkarına yönelik politikalarını diğer uluslara dayatmakta, onlar da ister
istemez bu olguya göre politikalarını şekillendirmektedirler. Bu bağlamda, ulusal politika ve
ulusal çıkarlardan söz etmek olanaksızdır.
Anglo-Sakson hegemonyasındaki dünya politikaları ise The Royal Institute of
International Affairs (RIIA) Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 1920), Council on
Foreign Relations (CFR) Uluslararası Dış İlişkiler Komisyonu (1921), Bilderbergs Group
(BG) Bilderberg Grup (1954) ve Trilateral Commissions (TC) Üçlü Komisyon’ca (1971)
belirlenmektedir.1
ABD ile dünya genelinde uygulanacak politikaları CFR, Avrupa’da uygulanacak
politikaları BG, Asya’da uygulanacak politikaları TC belirlemektedir.
Üçlü Komisyon ABD, AB ve Japonya’dan oluşmaktadır. Bu dört örgüt kurulacak
“Küresel İmparatorluğun” omurgasını teşkil etmektedir ki, bu yapılanmayı Derin Dünya
Devleti olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
CFR, Bilderberg ve Üçlü Komisyon adlı örgütlerin hazırladığı raporlar doğrultusunda
belirlenen politikaların uygulama şekli ve zamanını; CFR’de Center of Bulls Eye/Boğa’nın
Gözü olarak adlandırılan karar organındaki on-onbeş kişilik çekirdek kadro belirlemektedir.
Bazı yorumculara göre boğanın gözü aslında “Hedef tahtasındaki 12”yi simgelemektedir. Bu
oluşumun şu andaki başkanı David Rockefeller’dır.
Aslında ben bu yapılanmayı R&R düzeni olarak tanımlıyorum, yani
Rockefeller&Rothschilds düzeni. Bu iki Yahudi kökenli aile, dünya sermayesinin büyük bir
bölümüne sahip olarak ekonomik ve finansal egemenliği ve gücü ellerinde tutmaktadırlar.
Dünya egemenliği için tankları, topları ile gelmelerine gerek yok. Örneğin bu grupların
bankaları, bankacılık sistemimize dahil olarak, Dünya Bankası ve IMF dışında ekonomimizi
ve parasal düzenimizi zaten yönlendirmektedir. Trilyonlarca dolara hükmeden bu iki gruba
karşın Türkiye, bıçak sırtında duran ekonomisini 5-10 milyar olar borçla ayakta tutmaya
çalışmaktadır. Bu kitabımda ve Çeteleşme adlı kitabımda 1 ABD dolarının arkasındaki
piramidin açılımını ayrıntıları ile yapıyorum.
Piramidin açılımında, paralarının üzerindeki bu cümleden de net bir şekilde
görülmektedir ki, aslında ABD, kuruluşundan bu yana yeni dünya düzenini (Novus Ordo
Seclorum (Latince)/Çağların Yeni Düzeni) hedeflemektedir.
Şimdi de 1 ABD doları arkasındaki piramidin katmanlarını açıklamak suretiyle yeni
dünya düzeninin kökenine inip, bu düzenin Siyonist ve masonik bağlantıları yanında Yahudi
örgütleri ile olan ilişkisini gözler önüne serelim. (Ek-2)
Aslında tüm Çokuluslu Şirketlerin liderinin de, David Rockefeller olduğu Gaylon
Ross’un Who’s Who of the Elite adlı yapıtında görülmektedir.
Derin Dünya devletinin karar organı olan “Boğanın Gözü”nde belirlenen politikaların
en büyük özelliği; kim iktidara gelirse gelsin -ki, bunlar Amerika’nın iki büyük partisi olan
“Cumhuriyetçiler” ve “Demokratlardır”- değiştirilmemesi, aksine, saptanan politikaların ödün
verilmeden uygulanmasıdır. (Örneğin Demokrat Partililer de Irak’ın işgalini
desteklemektedirler). Bu kuruluşların üçüne birden üye olmayan politikacı veya devlet adamı
ABD yönetimine giremediği gibi, kimin ABD Başkanlığına ve kritik kadrolara getirileceği,
Boğa’nın Gözü karar organındaki on-on beş kişilik çekirdek kadro tarafından
belirlenmektedir. Dahası, bu örgütler ile dolaylı veya dolaysız ilişkisi olmayan hiçbir ülkenin
politikacısı da iktidara getirilmemektedir. Bu örgütler ile kuruluşların karar mekanizmasında
görev alan kişilerin saptadığı politikalar; yine kendi seçtirdikleri iktidarlarca uygulanmaktadır.
Bu yapılanma; ekonomik olarak Neo-Liberaller2 , siyasal anlamda Neo-Con, dinsel anlamda
Evangelist3 olarak karşımıza çıkmaktadır.
Masonik ve Siyonist eğilimli bu üç temel örgütün altında; Mason Locaları, Premasonik
Örgütler, Vakıflar, Think-Tank Kuruluşları (Düşünce Üretim Merkezleri), Stratejik Araştırma
Merkezleri, İstihbarat Örgütleri ile Sivil Toplum Örgütleri (STÖ) ve Sivil Toplum Kuruluşları
(STK)’dır. Bu kuruluşlar dünyanın her ülkesinde örümcek ağı gibi yayılmıştır. Özellikle
dışarıdan beslenen STÖ ve STK’lar ön plana çıkarılarak, iktidara ortak edilmeye çalışılmakta,
turuncu devrimlerde kullanılarak ABD çıkarları ön plana geçirilmekte ve o ülkedeki yerli
işbirlikçiler ile korunmakta ve kollanmaktadır. Bu kuruluşların bir anlamda; Kurtuluş Savaşı
dönemindeki “İngiliz Muhipler Cemiyeti” ve benzerleri gibi ülke aleyhine çalıştığı
görülmektedir. Öyle ki, tartışmalara konu olan 1990’lardan önceki derin devletin işlevleri;
içsel açıdan bir anlamda bu kuruluşlar tarafından uygulanmaya konulmuş ve
sürdürülmektedir.4
Milliyetçilik ve ulusçuluk akımları ile başlayan süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nu
parçalamaya yönelik iç ve dış unsurlar kullanılmıştır. Bu senaryonun iç oyuncuları “azınlıklar
ve yerli işbirlikçiler”, dış oyuncuları ise “Düveli Muazzama” idi.
Küresel İmparatorluğa geçiş aşamalarının gerçekleşmesi için, öncelikle etnik kökene
dayalı devletler gerekmektedir. Bunun için de olmazsa olmaz koşul, ulus devletlerinin ortadan
kaldırılması mikro milliyetçiliğin öne çıkarılmasıdır.
Sömürülmeye başkaldırarak bağımsızlığını kazanan ulus devletlerin ilham kaynağı
bugün de Kemalizmdir. O halde öncelikle bu ideolojinin ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Nitekim ABD’den ve AB’den Kemalizm karşıtı söylemler duyulmaktadır. Batılı ve Doğulu
uluslar, Türkleri ve Türklerin kurmuş olduğu devletleri ortadan kaldırmak için zaman zaman
güçbirliği içerisine girmekte ve ortak hareket etmekte ve bu amaçları doğrultusunda da
mesafe almaktadırlar. Kullanılmaya (!) devam mı edeceğiz? Yoksa ülkemize sahip mi
çıkacağız? Temel sorunumuz bu...
Kaynakça ve Açıklamalar
1.
Who’s Who of the Elite; Members of the Bilderbergs Council on Foreign
Relations Trilateral Commission and Skull & Bones Society, Robert Gaylon Ross, Sr. RIE
Yayınevi, Temmuz 1995
2.
Neo-Con (Yeni Muhafazakarlar), William Kristol, Robert Kagan, Irwing
Kristol, Robert Locke, Perry Anderson, Jim Lobe, Gregory Pavlik, J. Bellamy Foster,
Derleyen: Gamze Erbil, Ali Simsek, Yeni Hayat Kütüphanesi, Haziran 2004
3a.
Ben Bush Evangelist Bush, Kemal Akmaral, Şimdi Kitap Kültür Sanat,
İstanbul, 2005
3b.
Evangelizm-Beyaz Saray’ın Gizli Dini, İsmail Vural; Karakutu Yayınları, 2.
baskı
İstanbul, Mayıs 2003
4.
2003
Sivil Örümceğin Ağında, Mustafa Yıldırım, Toplumsal Dönüşüm Yayınları,
Hedefleri
ABD’nin dünya egemenliğinde oynadığı jeopolitik oyun “Yeni Büyük Oyun” olarak
tanımlanmaktadır. Bilindiği gibi 19. yüzyılda aynı oyunun benzerini İngiltere “Büyük Oyun”,
Almanya “Bitmeyen Oyun” adıyla oynamış, 1. ve 2. Dünya Savaşı’na neden olmuştur.
Yeni Dünya Düzeni üzerine seçtiğim iki benzeş görüş aşağıdadır.
Bu oluşumu James Warburg, 17 Şubat 1959’da ABD Senatosu’nda yapmış olduğu
konuşmasında (CFR Üyesi)1 :
...Bir dünya hükümeti ister istemez kurulacak; tek sorun bu sonuca güzellikle mi yoksa
zorla mı ulaşılacağıdır....
cümlesiyle ifade etmiş ve görüşlerini şöyle açıklamıştır:
1- Ekonomik ve Stratejik Bölgelerin Ele Geçirilmesi (Balkanlar, Ortadoğu ve Orta
Asya),
2- Küreselleşme (Tek Dünya Pazarının Oluşturulması),
3- Devlet ve Yönetim Sistemlerinin Değiştirilmesi (Liberal Demokrasi),
4- Ulus Devletlerin Yok Edilmesi (Makro Milliyetçilik).
5- Etnik Kökene Dayalı Site Devletlerin Kurulması (Mikro Milliyetçilik).
6- Birleşik Devletler’in Kurulması.
7- Tek Dünya Devleti’nin kurulması
Benzeri bir ifadeyi de ondan aktararak Jacques Bordist2 yinelemiştir... Bordist’e göre:
“Dünya Hükümeti’nin” hedefleri;
1- Uluslararası finans sorunları
2- Karşılıklı muhaceret (serbest dolaşım) özgürlüğü
3- Gümrük engeli olmaksızın malların serbest dolaşımı
4- Uluslararası ekonomik birlik
5- Silahlı kuvvetlerin kaldırılmasıyla eşzamanlı olarak uluslararası bir kolluk gücünün
kurulması
6- Uluslararası bir parlamentonun oluşturulması
7- Devletlerin egemenliklerinin sınırlanmasıyla birlikte egemenliğin BM veya
uluslarüstü herhangi bir başka hükümete devri
8- Belirtilen ilkelere göre bir “Dünya Hükümeti”nin kurulması
Görüldüğü üzere iki görüş de birbiriyle örtüşmektedir. Aslında dünya, bu görüşler
doğrultusunda tek bir dünya devletine doğru ilerlemektedir.3
Diğer bir açıdan bu bölgenin tam merkezinde Türkiye bulunmakta ve bu coğrafyanın
çoğunda Türkler yaşamaktadır. Bermuda Şeytan Üçgeni olarak adlandırılan bölgenin
egemenliğinin ele geçirilmesi için, öncelikle Merkez Ülke’nin ele geçirilmesi
amaçlanmaktadır. Bu merkez ülke de ne yazık ki, Anadolu topraklarında varlığını sürdüren
Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bu bölgeleri ele geçirmek için yapılan askeri, siyasi, sosyal, kültürel
ve ekonomik her türlü savaş Türkiye’yi ve Türkleri dolaylı veya dolaysız olarak etkiyecektir.
Ekonomik coğrafya bölgelerinin ele geçirilmesi son hedefin başlangıç evresi sayılabilir.
W. Blum’a göre ise4
...ABD, çıkarlarına hizmet etmeyen devletleri iktidardan düşürür. Tarihsel anlamı ile
emperyalizm, bir devletin başka bir devlet ya da devletler topluluğu üzerinde siyasi,
ekonomik, askeri mali ve kültürel hegemonya kurarak yeraltı ve yerüstünün ele
geçirilmesidir...
Bu teorilerin hepsi beraber değerlendirdiğinde, ortaya atılan hakimiyet teorilerinin bir
bütünün parçası olduğu tespit edilecektir. Aslında bu teoriler, çok iyi bir şekilde senkronize ve
koordine edilmiş Yeni Dünya Düzeni’nin bir parçasıdır. Önceki bölümlerde açıkladığım gibi,
bu teorilerin amacı da Dünya Hakimiyeti’nin ele geçirilmesi, hedefi Küresel İmparatorluğun
kurulmasıdır.
Yeni Dünya Düzeni’nin ilk hedefi, ekonomik coğrafya bölgelerinin ele geçirilmesidir
(Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya). İkincisi, devlet ve yönetim sistemlerinin değiştirilmesi;
üçüncüsü, ulus devletlerin yok edilmesi; dördüncüsü, etnik kökene dayalı küçük devletlerin
kurulması; beşincisi, en az yedi-sekiz Birleşik Devletler’in kurulması ve sonuncusu ise
Küresel İmparatorluğun kurulmasıdır.
Bugün dikkatlerimiz, başka yöne çekilerek, beyinler işgal edilmekte, dirençler
kırılmakta, kırılan dirençler sayesinde sosyal ve siyasi, kültürel ve ekonomik işgale zemin
hazırlanmaktadır.
Bugün, uygulanan yöntemler ile BOP’ta yer alan ülkeler parçalanmaya çalışılmaktadır.
Irak aşaması bitmek üzere olan bu senaryonun daha sonraki aşamalarında, ilk etapta Suriye,
İran ve Kuzey Kore vardır. Daha sonraki aşamalarda aday adayı “haydut devletlere” sıra
gelecektir.
Yaşanan ekonomik krizler, sosyal ve siyasi çalkantılar yaşanan kültürel değişimlerin bir
sonucudur. Ukrayna ve Kırgızistan’da yaşanan gelişmeler; Küresel Krallık planlarının hızla
devam ettiğini ortaya koymaktadır.
Bunun için bize dayatılan görüşlerden ziyade; konu araştırmalı ve bizlere sunulan tez ve
anti-tezlerden, sentez oluşturmalı, görsel, işitsel ve yazılı basın tarafından dayatılan bilgiler
yerine, derinlemesine araştırıldığında çarpıcı sonuçlar ile karşılaşacağımız bir gerçektir.
“Ya bizdensin ya da yok olursun sloganıyla bireyler, toplumlar, milletler ve devletler,
var olan alışkanlıklarından koparılmakta; ailesine, toplumuna, devletine ve milletine düşman
edilmektedir”. Siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik yapı bozulmakta ve sonra kaçınılmaz olan
sona yaklaştırılmaktadır.
Dünyanın her yerinde gerekli müdahalelerde bulunma ve piyasa ekonomisini
benimsemiş demokrasiler camiasının genişletilmesini öngören ABD hedeflerini, ABD
Başkanı George W. Bush, Milli Güvenlik Stratejisi ile açıklamıştır. Daha da ötesi silahlı ve
silahsız tüm kuvvetlerine strateji oluşturacak ve hazırlanacak şekilde direktif de verilmiştir.
Ast seviyelerden en üst kademelere kadar yapılan incelemede sağlanan direktiften de
yararlanılarak hazırlanan bu askeri stratejide milli hedeflere ulaşılmasına yardımcı olmak için,
ABD’nin askeri imkan ve kabiliyetlerinin en iyi nasıl kullanılacağı ana hatlarıyla
açıklanmaktadır.
Çatışmaların nedenleri ile ABD hedefleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde,
ABD’nin Irak’a açmış olduğu savaşın nedenleri ortaya çıkacaktır. Ancak Irak Savaşı asla tek
başına değerlendirilmemelidir. Irak işgali sadece bir bütünün parçasıdır. Daha doğrusu
Michael Hardt ve Antonio Negri söylemi ile:
Dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkmış olan yeni politik hareket biçimlerini,
özellikle bunların içinden doğrudan küresel iktidar biçimlerine hitap eden ve saldıranları
analiz etmek zorundayız.
Çünkü sorun tüm dünya ülkelerini ve milletlerini ilgilendirmektedir. Bu nedenle
ABD’nin Irak’taki hedefleri, çatışmaların kaynağı ve ABD hedefleri ile beraber
incelenmelidir
Akşam gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Serdar Turgut, 24 Haziran 2004 tarihli Akşam
gazetesindeki Renkler isimli köşesinde yazmış olduğu;
Bu gidişatın, bu savaşın temelinde muazzam maddi çıkarlar yatıyor. Petrol var işin
içinde ve ondan daha fazla önemli olan su var. Ancak bölgede aktif olarak savaşan ABD ve
İsrail’in hedeflerini sadece bu maddi öğelere bakarak açıklayamazsınız. Protestan- Yahudi
ittifakı çok uzun zamandır hazırlandıkları bir hesaplaşmanın zamanının geldiğine
inanmaktadırlar...
Ya dünyada önemli bir değişiklik olacağını tahmin ediyorlar ya da bu değişikliği kaos
çıkararak kendileri yaratacaklar. İçine girilen kaotik süreçte tüm bölgemizde ve oradan da
zıplama yaparak tüm dünyada güç dengeleri değişecek. Ve dahası bölgemizde tüm ülke
sınırları yeniden tanımlanacak. Büyük ihtimalle yeni ülkeler yaratılacak ve yeni ittifaklar
kurulacak. Bu denklem içinde en önemli iki unsur olarak Türkiye ve Kürtler ortada
gözüküyor. Kürtler bölgeye yeni düzen getirmeye kararlı güçlerin müttefikidir. Türkiye ise ne
yazık ki hedefteki ülke olarak gözükmektedir...
Serdar Turgut endişelerini yazılarında,
...Bazı çevrelerin sürekli yıpratmaya çalıştığı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yeni gelecek
dönemde daha da güçlü olması gerekiyor. Zayıflık gösteren ülkelere acımayacaklar, öyle
gözüküyor ve o tür kaos ortamlarında her şey hatta bağımsızlığı kaybetmek bile gerçek bir
risktir...
şeklinde ifade etmiş ve bir başka yazısında da şu çarpıcı açıklamaları yapmıştır:
...Söz konusu yazı Pentagon’un yaptırmış olduğu önümüzdeki 20 yıl içinde olacak
iklim değişiklikleri ve bunların vahim sonuçlarını araştıran raporla ilgili. Raporla ilgili haber
22 Şubat 2004 tarihli İngiliz The Observer gazetesinde yayınlanmış. Haberde imzaları
bulunan gazeteciler Mark Tovvsend ve Paul Harris. Aslında son derece gizli olan,
Pentagon’un ve Bush yönetiminin saklamaya çalıştığı ama gizliliği Observer tarafından
bozulmuş olan raporda, önümüzdeki 20 yıl içinde olacak büyük iklim değişikliklerinin
dünyaya terörizmden çok daha büyük bir tehlike arz ettiği, dünya çapında ayaklanmalar ve
hatta nükleer savaş tehlikesinin bile olabileceği ve global kaosta milyonlarca yaşamın
kaybedilmesine hazırlıklı olunması gerektiği yazılmış...5
Kaynakça ve Açıklamalar
1.
Bu konuda Çeteleşme kitabımıza bakılabilir.
2.
Une maine cachee dirige- Jacques Bordist, Librairie Francais, Paris 1974,
Jacques Bordist’in yine aynı konu üzerine 1983 yılında yayınladığı Le Government Invisible
(Görünmeyen Devlet) adlı kitabı ile de görüşlerine derinlik katmıştır. Aslında YDD de bu
hedefler doğrultusunda yol almaktadır.
3.
Derin Dünya Devleti, Atilla Akar, Timaş Yayınları, 4. baskı, Ekim 2003
4.
Haydut Devlet-Dünyanın Tek Süper Gücü İçin Bir Rehber, William Blum,
Türkçesi: Erdal Yüzak, Hayat Kütüphanesi, 1. baskı, 2003
5.
Bana İnanmıyorsanız İşte Gizli Rapor adlı makale, Serdar Turgut, 2 Nisan
2004, Akşam gazetesi.
ABD Derin Devleti ve Türkiye Üzerine Oynanan Oyunlar
Yalnız Atatürk’e değil, Türk Ulusu’na karşı da yoğun saldırılar yeniden başlatılmıştır.
Öylesine ki, Türkiye üzerine oynanan oyunlar, ABD’liler tarafından bile dile getirilmektedir.
Texe Marrs kitabında:1
...Yeni Dünya Düzeni’nin komplocu liderlerinin, ki ben onları Illuminati’nin adamları
olarak isimlendiriyorum, Türkiye’yi, kendileri için bir dayanak noktası ya da dünya
hakimiyetine giden bir yolda bir anahtar olarak görmeleri şaşırtıcı olmamalıdır. Türkiye,
sıradan insanların yaşadığı bir ülke değil. Miras aldığı tarih, yüzyıllar boyunca global
gelişmeleri etkilemiş; nüfusunu genç, eğitimli erkek ve kadınların oluşturduğu bir ülke...
Türkiye dünya meselelerinin hissedilir bir güç merkezi olacak... Türkiye’nin ekonomik, askeri
ve sosyal arenada oynayacağı rolün artması, aynı zamanda bu ülkenin, eski çağlardan bu yana
devam etmekte olan global komplonun ayrılmaz bir parçası olarak görülmesi anlamına
geliyor.
Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türk Ulusu’na ve M. Kemal Atatürk’e yapılan sistemli ve
planlı saldırıların arkasında “Türklere olan tarihi düşmanlık” yatmaktadır ki, bu düşmanlığın
iki ana nedeni vardır ve dinseldir.
Birincisi: Türklerin Müslümanlığı kabul etmesi ve Halifeliğin ele geçirmesidir.
İkincisi ise; Türklerin
İmparatorluğu’nu yıkmasıdır.
Anadolu
topraklarına
yerleşmesi
ve
Doğu
Roma
Salahi R. Sonyel, Hıristiyan kaynaklı düşmanlığı aşağıdaki şekilde dile getirmektedir:2
...Hıristiyan Batının ruhani ve sivil önderleri, Türkleri, Hıristiyanlığı kabulü
reddettikleri, yeniden şahlanan yabancı bir dine (İslamiyet) katıldıkları ve Hıristiyan Batının
mücevheri olan İstanbul’u ele geçirerek yıpranmış ve çürük Ortodoks Hıristiyan Bizans
İmparatorluğu’na son darbeyi vurdukları için onları asla affetmemişlerdir.
Prof. Dr. Fritz Neumark aynı konuda:3
İçtenlikle itiraf etmeliyim ki Avrupalı, Türkleri sevmez; sevmesi de mümkün değildir.
Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların ve kilisenin asırlardır hücrelerine sinmiştir.
Avrupalılar Türkleri Müslüman olduğu için sevmez ama laiklik şöyle dursun, Türkler
Hıristiyan olsa da onlara düşman olarak bakmaya devam eder. Türkler pek farkında değil ama
Avrupalılar şu gerçeğin farkındalar: Tarihten, Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye bir şey
kalmaz.
Ömer Turan ise:4
...Atlantik ötesinde yaşayan “Protestan Amerikalılar ve Yahudiler” de bu sürece
katılmaktan geri kalmamışlar; misyonerler vasıtası ile Şark Meselesi’ne katkı adı altında
kendilerine hayat alanı aramışlardır. Bu amaçla dini perde olarak kullanmışlar, Ermenileri
kışkırtmışlardır. Osmanlı topraklarına ilk ayak basan (15 Haziran 1920) ABD’li
misyonerlerden Pliny Misk ve Levi Parsons; ABCFM (Amerikan Board Commisioners
Foreign Missionas) adlı merkezden:
...Bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar, silahsız bir Haçlı Seferi ile geri alınacaktır...
talimatını aldıklarını,
1880 tarihinde, ABCFM hedeflerini “Barlett Raporu”nda5
“...Misyonerlik faaliyetleri açısından, Türkiye Asya’nın anahtarıdır...”
şekilde açıklamıştı.
1975 yılında Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde yapmış olduğum savunmada bu
konuya yer vermiştim.6
Çeşitli misyonerlik örgütleriyle, diğer yabancı hayır kuruluşlarının, dini ve siyasi
propaganda merkezleri olarak kullanılmış olduğu da bir gerçektir...
...Amerika Birleşik Devletleri çıkarları gereği, bu konularda en yakından ilgilenilmesi
gereken ülkedir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’deki misyonerlik kurumları, okullar,
hastahaneler ve yetimhaneler.... Uzun yıllar, siyasi propaganda merkezleri oldukları yolunda
hiçbir şüphe uyandırmadan görev yapmışlardır...
Hıristiyanların Türkiye üzerinde günümüze kadar gelen niyeti Papa II Jean Paul
tarafından açıklanmıştır:7
...Birinci bin yılda Avrupa’yı, Afrika’nın bir kısmını; ikinci bin yılda, Kuzey ve Güney
Amerika’yı Hıristiyan yaptık. Üçüncü bin yılda, Asya, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’yı
Hıristiyanlaştıracağız. Hıristiyanlaştırılacak ilk ülke Türkiye’dir...7
Üçüncü bin yıldaki Haçlı Seferleri, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W.
Bush’un
“...Bu bir Haçlı Seferi’dir!...”
söylemiyle, 11 Eylül saldırıları bahane edilerek fiilen devreye girmiştir. Üçüncü bin
yıldaki Şark Meselesi uygulamalarını David Marley ve Kevin Robins,8
Bu yüzyılın büyük bir kısmı boyunca Sovyet İmparatorluğu Doğuda tabii bir sınır
oluşturduysa da, Soğuk Savaş’ın bitimi bu ehven duruma son vermiş oldu. Bir kere daha
Doğu Sorunu gündeme gelmiş oluyor ve bununla birlikte Güney Sorunu ortaya çıkıyor.
Gerçekten de Balkan Sorunu’nun Avrupa medyasında tekrar manşetlere çıkması ile birlikte
karşı karşıya kaldığımız durum, “tarihin sonu”ndan ziyade “tarihin geri dönüşü”ne
benzemektedir.
diye nitelemektedirler.
Özetle; üçüncü bin yılda da Türkiye Cumhuriyeti ve Türkler büyük tehlikelerle karşı
karşıyadır. Tarihsel süreç boyunca; Türklere düşman olanlar, emellerine ulaşmak amacıyla
her türlü yönteme başvurmuş dahası planladıkları eylemleri vakit geçirmeden uygulamaya
koymuşlardır. Ancak tarih bize gösteriyor ki, bir “Türk devleti” yok olduğunda yeni bir “Türk
devleti” mutlaka kurulmuştur.
Kaynakça ve Açıklamalar
1.
Illuminati, Texe Marrs, Çeviri: Ali Çimen- Petek Demir, Timaş Yayınları
9. baskı, Nisan 2003
2.
Büyük Devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu Parçalama Çabalarında
Hıristiyan Azınlıkların Rolü, Salahi R. Sonyel, Belleten Yayınları, Sayı 195, Nisan 1986,
s. 447
3.
Bitmeyen Oyun, Metin Aydoğan, Umay Yayınları, 30. baskı,
4.
Avrasya’da Misyonerlik, Ömer Turan, Avrasya Stratejik Araştırmalar MerkeziASAM, Ankara, 2002, s. 6
5.
4’te age
6.
Bomba Davası Savunma-I, Talat Turhan, 1. baskı , Ocak 1986, s. 91
7.
Terorizm Olgusunda Dinin Yeri, Dr. V. Fatih Güven, Stratejik Analiz dergisi,
Haziran 2004, Aktaran: Talat Turhan, Bomba Davası Savunma-I “Yargılayanları
Yargılıyorum”, Sorun Yayınları, 3. baskı, Eylül 2004, s. 28
8.
Kimlik Mekanları, David Marley-Kevin Robins, Ayrıntı Yayınları, 1997
9.
ABD-Avrupa Birleşik Devletleri Rekabeti ve Türkiye-Neo Liberalist
Yaklaşım, Yasar Onay, Jeopolitik dergisi, Çağatay Yayınları, Bahar 2003 sayısı, s. 78
Günümüzdeki ABD Politikası
11 Eylül 2001 baskını üçüncü bin yılın bir dönüm noktası olarak ABD’nin süregelen
saldırgan politikasına yeni bir ivme kazandırmıştır. ABD Başkanı George W. Bush 15 Eylül
2001 günü CNN televizyonunda Ulusa Sesleniş programında ABD halkına, dünya
kamuoyuna şöyle seslenmiştir.1
...Sizden istenen sabırlı olmanız, çünkü bu savaş kısa sürmeyecektir. ...Sizden istenen
sabırlı olmanız azimli olmanız, çünkü bu savaş kolay geçmeyecek. Sizden istenen kuvvetli
olmanız çünkü zafere giden yol uzun olabilir. ...ABD’ye savaş açanlar, kendi yıkımlarını
elleriyle seçmişlerdir. Terörist ülkelere ve onlara kucak açıp destekleyenlere yönelik bir dizi
kararlı eylemle sağlanacaktır bu zafer. Sizi temin ederim sembolik bir eylemle
yetinmeyeceğiz... Bizim vereceğimiz karşılık çok kapsamlı, güçlü ve etkili olmalıdır.
11 Eylül sonrasında radikal İslam birinci tehdit ilan edilmiş ve “Sonsuz Adalet”
operasyonu çerçevesinde Afganistan’a müdahale edilerek yerleşilmiş ve bu suça NATO da
ortak edilmiştir.2
Afganistan işgalinden sonra, “Önleyici Müdahale Konsepti” ile terörist ülkelerin
yerinde cezalandırılacağı karara bağlanmıştır. Daha sonra “Şer Ekseni”ne3 dahil ettiği
ülkelerden Irak’a müdahale etmiş ve Ortadoğu bölgesine yerleşmiştir. Ve bu suretle
“Asimetrik Savaş” diye tanımlanan bir savaş türü uygulanmaya konulmuştur.
ABD’nin sözde barış getirmek için gittiği Irak’ta, yaşananları Servet Cömert’ten
aktaralım:4
...Irak’ın binlerce yıllık tarihi, kültürü tahrip edildi. 7000 yıllık tarihi eserlerin
bulunduğu müzeler yağmalandı. Her yerde enkaz, korku, talan açlık, susuzluk, çıplak ayaklı
çocuklar... Her yerde ölüm, öldüren, öldürenler. Yönetim yok; kargaşa, kaos, anarşi kol
geziyor...
Stratejik müttefikimiz ABD(!), “Serseri (Haydut) Devletler” kuramını Taşkın Şenol şu
şekilde tanımlamaktadır.5
Birincisi, Asıl Serseri Devletler: Bunlar Irak, İran, Suriye, Libya ve Kuzey Kore...
Amerika’ya düşman bu ülkeler terörizmi desteklemekte ve ellerinde kitlesel imha silahları
bulundurmaktadır. Tümünde kimyasal silah vardır...
İkincisi, Aday Serseri Devletler: Çin, Hindistan, Pakistan, Güney Kore, Mısır, Tayvan,
Türkiye... ABD’ye göre bu ülkeler, hegemonya kurma ve kitlesel silahlar sahip olma arzusu
içindedirler. Bu ülkeler her ne kadar şu anda Amerika’nın dostu ve müttefiki
konumundaysalar da gelecekte taraf değiştirebilirler. Görüldüğü gibi Türkiye de ABD’nin
serseri devletleri arasındadır. Türkiye kırk yıldır uğraşmasına karşın Avrupa Birliği’ne aday
olmamış ama bir çırpıda Amerika’nın serseri devletler adayları arasına girmiştir!...
Üçüncüsü, Aday Adayı Serseri Devletler: Arjantin, Brezilya, Küba, Endonezya, İsrail...
Pentagon stratejistlerine göre Arjantin ve Brezilya nükleer silahlara sahip değildir ama bu
arzuyu taşımaktadırlar. Meksika ve Endonezya hem büyük nüfuza sahip hem de büyük askeri
güç yaratma potansiyeli taşıyorlar. ...Kitlesel imha ve nükleer silahlara sahip olan İsrail’in bu
sınıfa dahil edilişi aslında bir Amerikan kandırmacası. Zira İsrail’in ABD’nin yanından
ayrılmayacağını cümle alem biliyor...
1955 yılında, Türkiye’nin karıştırılmasına karar verildiği anlaşılıyor. Nitekim CNN’de
yapılan bir söyleşide eski bir CIA ajanına sorulan sorulur ve alınan yanıtlar bunu
göstermektedir:6
Soru: Eskiden Sovyetler Birliği’nde bir çok ajanınız vardı. Şimdi Rusya ile dost olundu
ve siz ajanlarınızı çektiniz. Peki bu ajanlar şimdi nerede? Siz ajanları bir yere yığarsanız orası
karışacak demektir. Söyleyin bakalım hangi ülke karışacak?
Yanıt: Türkiye
Soru:
Nereden çıktı bu?
Yanıt: Evet Türkiye!.. Önümüzdeki dönemde dünyanın en çok karışacak ülkesi. Siz
bunun henüz farkında değilsiniz; ama şu anda Türkiye gizli servislerin ajandasında 1
numaraya yerleşti, daha sonra Güneydoğu ve Ege’den söz edip dünya ajanları orada
toplandı...
diye yanıtlar.
Türkiye, Harvard Üniversitesi Dekanı Allison’ın tanımlaması ile:7
“ABD’nin 51. eyaleti” yapılmak isteniyor.
Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türkleri mevcut yöntemler ile yok edemeyenler, Türkiye’nin
önüne iki seçenek koymaya başlamışlardır. İçi tuzaklarla dolu: Ya Avrupa Birliği’ne katıl, ya
da “Büyük Ortadoğu Projesi”nde ABD ile beraber hareket et. İki yol da mümkündür ancak
yok olmak şartıyla!...
Emekli Korgeneral Suat İlhan AB’ye katılımı:8
...Türkiye’nin Avrupa’ya katılımı Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne
-ulus devlete- geçişten daha büyük bir dönüşüm. İmparatorluktan ulus devlete geçişte ülke ve
ulus bağımsızlığı gelişiyor ve korunuyordu; egemenlik kendi ulusumuza ait bir kadrodan yine
kendi ulusumuzdan başka bir kadroya geçiyordu. Sonuç olarak imparatorluktan ulus devlete
geçiş sırasında Türk yönetiminin üstünde, AB’de olduğu gibi diğer uluslardan daha yetkili bir
yönetim getirilmiyor; Parlamentomuzun üstünde bir parlamento, yürütme ve yargı
organlarımızın üstünde başka ulusların egemen olduğu bir yürütme ve yargı organı
gelmiyordu... AB, konfederasyon değil, federasyon da değil, bütünleşmeye katılımı
amaçlayan merkezi gücü egemen kılan bir yapı oluşturuyor. Bu sebeple diyoruz ki, AB’ye
katılım çok büyük bir dönüşüm, bir geçiş; Türk kültürü, Türk tarihi açısından bir
teslimiyettir... AB’ye Türkiye’nin katılımı dış politika seçeneği değildir. Ya Atatürk’ün
kurduğu bağımsız egemen ulus devleti koruyacağız veya Avrupa’ya katılacağız... AB’ye
katılım Türkiye coğrafyası, Türk kültürü, Türk tarihi,Türk devrimi, Türk kimliği ile
bağdaşmıyor. Her şeyden önce bağımsızlık, Türk kimliğinin ayrılmazıdır.
şeklinde değerlendirmiştir.
Kaynakça ve Açıklamalar
1.
ABD-Avrupa Birleşik Devletleri Rekabeti ve Türkiye-Neo Liberalist
Yaklaşım, Yaşar Onay, Jeopolitik dergisi, Çağatay Yayınları, Bahar 2003 sayısı, s. 78
2.
Baskın-11 Eylül, Talat Turhan, İleri Yayınları, 1 baskı, Eylül 2004
3.
Rouge State, William Blum, Common Courage Press, 2000
4.
Türkiye ABD İlişkilerinde Güvenlik ve Güven Boyutları, Servet Cömert,
Jeopolitik dergisi, Çağatay Yayınları, İstanbul, Bahar 2003 sayısı, s. 5
5.
Serseri Devletler Kavramı, Taşkın Şenol, Star gazetesi, 8 Nisan 2003.
6.
Devletler Oyunu, Hayrullah Mahmut, Habertürk, İstanbul, 18 Şubat 2003
7.
Erdoğan’a Teklif, ABD’nin 51. Eyaleti Olun, Hasan Demir, Yeniçağ gazetesi,
17 Şubat 2004.
8.
Türkiye’nin Jeopolitiği ve Avrasyacılık, Suat İlhan, Yöneten: Attilâ İlhan, Bir
Millet Uyanıyor dizisi 2, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2. baskı, Haziran 2005 s. 18
ABD Derin Devleti’nin Büyük Ortadoğu Projesi
Fikir babası Doğulu Oryantalist Bernard Lewis tarafından ortaya atılan Büyük Ortadoğu
Projesi ile bölgeye demokrasi getirilmeye çalışılmaktadır. İslamın ılımlaştırılması, bölgeye
demokrasi getirilmesi adı altında devreye sokulacak bu proje, aslında emperyalist
politikalarının bir ürünüdür. Kısacası; gelişen süreçte oyuncular ve araçların değişmiş fakat
dünya atlasındaki genel tabloda “Batı ve Kuzey” zengin, “Doğu ve Güney” fakirdir. Batı
Kuzeye; Doğu da Güneye nazaran daha zengindir. Dünyanın kritik hammadde ve enerji
kaynakları Batının ve Kuzeyin ya elinde, ya da kontrolü altındadır. Batı ve Kuzey,
zenginliğini Güney ve Doğunun kritik kaynaklarını sömürerek elde etmiştir. 21. yüzyılda ise;
Batı ve Kuzeyde üretim, Doğu ve Güneyde emek fazlası ile kritik hammadde ve enerji
kaynakları hâlâ vardır, Ancak Batının izni olmadan işletilememektedir. Bu durum Güneyden
Kuzeye, Doğudan Batıya olan “Tersine Göç”ü başlatmış ya da Batıya olan düşmanlığı
hızlandırmıştır ki, “teröre” neden olmuştur.
Dünya Egemenliği’nin ilk hedefi, ekonomik değeri olan Doğu ve Güney bölgelerin ele
geçirilmesidir. Bu bölgeler Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanlar’dır. Dünya enerji kaynakları ve
büyük enerji ulaşım hatlarının büyük bir bölümü bu bölgelerde bulunmaktadır. Ekonomik
Coğrafya olarak adlandırılan bu bölgeler; tarih içerisinde kurulan tüm imparatorlukların
ilgisini çekmiş ve bu bölgelere sahip olma arzusu ile aralarında kanlı savaşlar yapmışlardır.
Bu nedenle Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya bölgelerinde yaşayan halkların tarihi kendileri
tarafından değil, dünyaya egemen olmak ve imparatorluklar kurmak isteyen emperyalist
ülkeler tarafından yazılmıştır. Dün emperyalizm ve kapitalizm anlayışı ile sömürülen bu
bölgedeki ülkelerde, şimdi Yeni Dünya Düzeni, Küreselleşme ve Büyük Ortadoğu Projesi ile
yeniden sömürülmenin alt yapısı hazırlanmaktadır.
Büyük Ortadoğu Projesi içerine alınan bu bölgeler şunlardır: Kuzey Afrika Ülkeleri
(Mısır, Fas, Cezayir, Fas, Libya), Ortadoğu Ülkeleri (Suudi Arabistan, İran, Irak, Suriye),
Kafkasya Ülkeleri (Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan), Orta Asya Ülkeleri (Pakistan,
Afganistan) ile Türkiye’yi kapsamaktadır. Bu proje içinde bazı devletler uzlaşma, bazı ülkeler
işgal ve saldırı ile ABD politikalarına bağımlı hale getirilecektir. Bu projenin görünen ve
açıklanan hedefi, bu bölgelere demokrasi ve özgürlük getirmek olarak açıklansa da, asıl
hedefi Çokuluslu Şirketler için pazar yaratma ve bu ülkelerin petrol ve enerji kaynakları başta
olmak üzere yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el koymaktır. ABD Savunma Bakanı Mc
Namara, Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde 1967 yılında yapmış olduğu
konuşmada Ortadoğu’nun ABD için önemini şu sözler ile açıklamıştır:
... Ortadoğu, taşıdığı stratejik önem nedeni ile Birleşik Devletler açısından önemlidir Bu
bölge askeri ve ekonomik çıkarlarımızın birleştiği kavşaktır ve Ortadoğu petrolü Batı için
yaşamsal önemdedir.1
Bu bölgedeki devletlerin gelişme sürecini tamamlayamaması, monarşi ile yönetilmesi,
var olan kaynaklarının sömürülmesinden dolayı oluşan Batı düşmanlığının terör olarak ortaya
çıkması, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi çatışması gibi gelişmeler; bu bölge devlet ve
insanların potansiyel tehlike olarak görülmesine neden olmuştur. Dinlerin bu bölgelerden
çıkması; yaşanan çatışmaların esas kaynağının diğer nedenlerinden birinin dinsel olduğunu
ortaya çıkarmaktadır. Dün din düşmanlığı adı altında yapılan savaşlar, bugün petrolün,
doğalgazın ve diğer madenlerin sahneye girmesi ile beraber boyut ve şekil değiştirmiş ve din
çatışmalarına ekonomik savaşlar da eklenmiş, bölge bu açıdan emperyalist devletlerin savaş
arenası durumuna gelmiştir. Ayrıca, gelecek yüzyıllarda yaşanacak iklimsel değişikliklerde su
kaynaklarının da önem kazanacak olması, bu bölgelerin öncelikle ele geçirilmek istenmesinin
açık bir göstergesidir.
ABD’nin Yugoslavya’ya müdahalesi, Irak ve Afganistan’ı işgali gibi nedenler bu açıdan
değerlendirilmelidir. Ancak bu bölgeleri ele geçirerek dünya hakimiyetini elde etmek isteyen
devletlerin yapmış olduğu kanlı savaşlar, hiçbir emperyalist devlete yaramamış; ya tarihten
silinmelerine ya da güçlerini önemli ölçüde kaybetmelerine ya da parçalanmalarına neden
olmuştur. Bu açıdan Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya bölgesi, tarihçiler ve jeopolitikçiler
tarafından Bermuda Şeytan Üçgeni olarak adlandırılmaktadır. Küresel İmparatorluğun
kurulma aşamalarından ilk şart olan ekonomik coğrafya bölgelerinin ele geçirilmesi; Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin ve Yugoslavya’nın parçalanması, Afganistan ve
Irak’ın işgali ile gerçekleşmiştir. Bu aşama ile aynı zamanda stratejik Balkanlar, Ortadoğu ve
Orta Asya bölgesi ele geçirilmese dahi kontrol altına alınmıştır.
Yeni Dünya Düzeni ile beraber ortaya atılan dünya egemenliği kuramlarının
gerçekleştirilmesi Anadolu toprakları, Türkiye ve Türkler ile ilgilidir. ABD eski
başkanlarından Bill Clinton TBMM’de yapmış olduğu konuşmasında:
20. yüzyılın ilk elli yılı Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasının paylaşılmasının yol
açtığı değişiklikler ile geçti. 21. yüzyılın ilk elli yılı da Türkiye’nin alacağı doğrultu ile
şekillenecektir. Türkiye modelinin, hem İslam dünyası, hem Türkiye’nin bulunduğu bölge
hem de Avrupa için büyük etkileri olacaktır.
şeklindeki sözleri ile Türkiye’nin ve Türklerin Yeni Dünya Düzeni’ndeki öneminden
söz ediyor ve Berlin Duvarı’nın yıkılışının 10. yıl törenleri için gittiği Georgetown
Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasındaki: “Önümüzdeki yüzyılın büyük ölçüde, Türkiye’nin
bugünkü ve yarınki rolünü nasıl tanımlayacağına bağlı olarak şekilleneceğini umuyorum”
sözleri ile de, Yeni Dünya Düzeni senaryoları içerisinde Türkiye’nin ve Türklerin alacağı
rolün çok önemli olduğuna işaret ediyordu.
Türkiye hem taşımış olduğu tarihi misyon hem de bulunmuş olduğu jeopolitik konum
nedeni ile dünya coğrafyasının Kalpgah-ı’dır. Bu açıdan Türkiye, dünya üzerinde yaşayan,
sömürülmek ve yok edilmek istenen ulus devletler açısından da bir direnç noktası olarak
görülmektedir. Yok edilmek istenen ulus devletler açısından Türkiye örnek bir ülkedir,
modeldir. Bunun için Türkiye ve Türkler öncelikle yok edilmek istenmektedir. Türkiye ve
Türkler yok edildiği takdirde, “Domino Teorisi” ile diğer uluslar daha kolay yok edilecektir.
Bugün Türkler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti namlunun
ucundadır.
Bu kapsamda; ilk aşama da Amerika Birleşik Devletleri, ikinci aşamada Avrupa
Birleşik Devletleri (AB) kurulmuştur. Üçüncü aşamada Ortadoğu Birleşik Devletleri’nin
temeli BOP ile ortaya atılmıştır.
Sonraki aşamalarda ise Asya Birleşik Devletleri, Afrika Birleşik Devletleri, Güney
Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulacağı değerlendirilmektedir. Bu amaçlarına ulaşmak için
önce Avrupa Birliği’nin kurulmasına destek vermişlerdir. Bugün ise Büyük Ortadoğu Projesi
adı altında Ortadoğu Birleşik Devletleri’ni kurmaya çalışmaktadırlar. Yarın Uzakdoğu
Birleşik Devletleri, Orta Asya Birleşik Devletleri, Afrika Birleşik Devletleri adları altında
yeni birleşik devlet kurduracaklardır. Bu projeler ile, dünyayı altı birleşik devlet ile yönetmeyi
arzu etmektedirler. Ancak bu birleşik devletler, gerçek amaca ulaşmak için araç olarak
kullanılacaktır. Bugünlerde; Yeni Dünya Düzeni’nin bir parçası olan ve Doğulu oryantalist
Bernard Lewis tarafından ortaya atılan ve ABD Başkanı George W. Bush tarafından açıklanan
Büyük Ortadoğu Projesi, bölgede sosyal yapıyı düzeltmekten ziyade Ortadoğu Birleşik
Devletleri (Büyük İsrail Devleti’ni)’ni kurmaya yöneliktir.
BOP üç aşamada gerçekleşecektir. Birinci aşamada: Kürt bölgesi diye adlandırılan
bölgede yeni bir devlet oluşturulacaktır. İkinci aşamada, Irak’ın başına Yahudi asıllı veya
destekli biri getirilecek. Üçüncü aşamada ise, böylece Vaat Edilmiş Topraklar
birleştirilecektir. ABD, İngiltere ve İsrail beyinli bir “Ortadoğu Birleşik Devletleri”
kurulacaktır. Tek Dünya Devleti kurulacaktır. Kısacası, gelişen süreçte oyuncular ve araçlar
değişmiş, fakat amaç aynı kalmıştır. Batılıların sosyal, siyasi ve kültürel bu bakış açıları
aslında bir yanıltmadır. Ekonomik değeri olan bu bölgelerin ele geçirilmesi asıl nedendir.
Müslüman devletlere demokrasi getirilmesi amacının arkasındaki asıl neden, Batının ürettiği
mal ve hizmetlerin bu bölgelere arzu edilen şekilde satılmasıdır. Enerjinin ele geçirilmesidir.
1.
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz.: Amerika Birleşik Devletleri’nin
Büyük Ortadoğu Projesi, Kemal Evcioğlu, Umay Yayınları, İkinci Baskı, Aralık 2005.
2. Bölüm
Derin Devlet ve Mafya
Mafyanın Globalleşmesi
Globalleşmenin Mafyalaşması1
Kamuoyu Mehmet Eymür2 adını 12 Mart’tan sonra daha sık duyar oldu. Analiz3 adlı
kitabında Ziverbey Köşkü’nde bir teğmeni sorguladığını itiraf etmektedir. Her ne kadar
işkenceden söz etmese de, anılan köşkte binlerce genç, aydın ve yurtsever kişilere sistematik
olarak bir orgeneralin oluru ile bir tümgeneral yönetiminde ve bir MİT görevlisi
denetimindeki bir ekiple teknik sorgulama yani işkence yapıldığını bugün kamuoyumuz
ayrıntılı bilmektedir.
Peki kimdi bu kişiler? Ortak özellikleri ne idi? Ne yapmak istiyorlardı? Bu ve benzeri
sorular zaman içinde genellikle açığa kavuştu. Bu konularda yüzlerce kitap yazıldı. Ancak 12
Mart’ın işkence çetesi gücünü korudu. Sadece onlar değil zaman içinde işkencecilik meslek
haline geldi. Öyle ki işkencede ölümler “vukuatı adiye” haline dönüştü. İşkenceciler yetkili
makamlarca hep korundu kollandı... Avrupa Birliği’nden dışlanmamızın temel nedenleri
arasına ülkemizdeki yaygın insan hakları ihlallerinin ağırlıklı bir yer alması ve Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nde bu konuda açılan davaların çığ gibi büyümesi, Türkiye’yi 1999’lu
yıllarda işkenceye karşı önlem alma noktasına getirdi4.
Ziverbey İşkence Köşkü’ne alınanlara sorgucular.
- Oranın Kontrgerilla örgütü olduğunu,
- Genelkurmay’a bağlı olduklarını, (Gn. Kur. Bşk. Org. Memduh Tağmaç)
- Anayasa ve yasaların geçerli olmadığını,
- İstedikleri kişileri istedikleri zaman öldürebileceklerini,
- Gözaltına alınanların esir olduğunu istedikleri ikrarları vermek zorunluluğunda
olduklarını söylüyorlardı...
Tüm bu söylemler gözaltına alınanların bir çete tarafından esir alındığını gösteriyor,
uygulamalarda bir çeteleşmenin varlığını duyumsatıyordu.
O dönemde içeri alınanlar genellikle sol tandanslı kişiler idi. Ziverbey Çetesi ise
komünizmle mücadeleyi “vatansever”lik sayan antikomünist yapıda kişilerden oluşuyordu.
Emperyalizmin tüm dünyaya ihraç ettiği bu ideolojinin(!) yandaşları bu işleri sırf
milliyetçilik, vatan ve millet adına yapmıyorlardı. Emperyalist işbirliği ortak paydasında
aralarında çeşitli çıkar ilişkileri olduğu ve göz koydukları makamlara ulaşmak için böylesine
bir vahşete alet olacak kadar gözleri kara olduğu anlaşılıyordu.5
Mehmet Eymür’ün portresi her ne kadar olumlu bir profil vermiyorsa da, yazdığı MİT
raporları, gazetelerde yayınlanan söyleşileri, yazdığı kitapta sergilenen çirkin ilişkiler
“düzenin mafyalaşması”na ışık tutmaktadır. İbretle tekrar tekrar okunmalı ve her an el altında
bulundurulmalıdır. Çünkü Eymür suçladığı kişilerin tümü -biri hariç- sessiz kalmayı
yeğlemişlerdir. Bu kişiler zaman içinde Genel Müdürlük, Milletvekilliği, Bakanlık ve hatta
Meclis Başkanlığı makamlarına oturmalarına karşın, bu kişilerin gücü, Mehmet Eymür’ün
MİT’e geri dönerek göreve başlamasını engellemeye yetmemiştir. Bu olgu bile tek başına,
Eymür’ün derin devlet içindeki etkin konumunu algılayabilmek için yeterli bir kanıt
sayılabilir... Uyuşturucu ticareti, kara para aklama, kumarhane işletmeciliği, hayali ihracat ve
hatta fuhuş yoluyla palazlanan mafyanın, politikacılarla akçalı çıkar ilişkilerine girmiş olduğu,
tüm çıplaklığıyla Susurluk kazasıyla ortaya çıkmış olmasına karşın olay “af yasası” ile
kapatılmak istenmektedir...
Dünün hayali ihracatçı üç kağıtçıları günümüzün saygın özel sektör temsilcilerine
dönüşmüştür. Çıkarları globalizmle bütünleştiği için, emperyalist işbirlikçilerinin hıyanetleri
süregelmektedir.
Mafya başkalaşmış, işini bilenler, ya da “vatansever tetikçiler örgütü”ne taşeronluk
yapanlar patronlaşmış, rant pazarında kolay yoldan trilyonlarına trilyonlar katmakta ve
kirlenmiş politikaya ve politikacıya ve bürokratlara destek sağlayıp çıkarlarının devamlılığını
sağlamaya çalışmaktadır...
At izine it izleri karışmış, düzen yozlaşmış, kokuşmuş ve hiçbir sorunu çözemez duruma
düşürülen ekonomiye can suyu vermek için iktidarlar IMF buyruklarını yerine getirmek
suretiyle ekonomik iflası önlemek için zaman kazanmaya çalışmaktadır... Susurluk kazasında
ortaya çıkan suçlular koalisyonunun pisliklerini örtmeye çalışan iktidarın foyası deprem
felaketi ile bir kez daha ortaya çıkmış gibi görünüyor. Kuşkusuz 1950’li yıllardan bu yana
emperyalizmin ve kapitalizmin uyduluğunu benimseyen sağcı iktidarlar bugün görünen
çürümenin baş sorumluları olarak tarihte yerlerini alacaklardır...
Mehmet Eymür bu süreçte kilit bir isim olduğu için kendisinden söz edilmektedir.
Öyleki bu kişi bu karmaşık ilişkiler ağı içinde son ana kadar parlamenterlere dahi nasip
olmayan bir dokunulmazlığa sahip olmuştur. Çünkü bu pisliklerin içinde debelenenler onun
bildiklerinden hep ürkmüşlerdir. Eymür’ün:
- Uzun süre MİT’te çalışan ve subay olan babası Mazhar Eymür masondur. O’nun da
mason olduğu söylenilmektedir.
- Eymür’ün MİT’te gönülden bağı olduğu eylem ve düşün birliği içinde bulunduğu
Hiram Abas mason bir aileden gelmektedir.
- Hiram Abas ve Mehmet Eymür, istihbaratta ABD ekolünü temsil etmişler, MİT
yasasını zaman zaman hiçe sayarak sorgulamalara katılmışlar, yurtiçinde “ramboculuk”
yapmışlar, yurtdışı operasyonlarda “vatansever, şerefli, tetikçi, uyuşturucu kaçakçısıyla
işbirliği” yapmaktan çekinmemişlerdir.
- H.A ve M. E, MİT’in sivilleşmesi projesine tüm provakatif güçleriyle katılıp kendi
önlerini temizlemek suretiyle Özal’ın desteğiyle Hiram Abas’ın MİT müsteşarlığını ele
geçirmeye çalışmışlardır.
- Özal’ın itimadını kazanmak adına “saraydan kız kaçırma” senaryosunun karşıtı “damat
kaçırma” operasyonunda yer alıp örgütlerine büyük ziyan vermişlerdir.
- Bu iki kişinin fütursuz ve ilke tanımaz tutumları devletin önemli kurumları arasında
süregelen çatışma ve kamplaşmanın zeminini oluşturmada önemli katkısı olmuştur.
- İktidar dengelerini iyi değerlendirmemeleri sonucu MİT raporunu yazdıktan sonra
örgüt dışı kalan iki silahşörden biri, bir zamanlar antikomünizmin şampiyonluğunu yapan
müflis fakat itibarlı (!) -Cavit Çağlar gibi- bir işadamının korumacılığını üstlenmiş, Eymür ise
vakit geçirmeksizin fabrika sahibi olabilmiştir.
- Yasal olarak ve yerleşik teamüle göre bazı kurumlardan ayrılanların -hele ayrıldıktan
sonra konuşmuşlarsa- örgütlerine dönmeleri olanaklı olmamasına karşın bir güç(!) yerleşik
bütün kuralları hiçe saydırarak bu iki kafadarı MİT’te göreve döndürmeyi başarabilmiştir.
- Mehmet Eymür’ün mal varlığına baktığımızda şaşırmamak elde değil... Türkiye’de ve
ABD’de evler, apartmanlar, dolarlar ve arabalar... Hele bu arabalardan bir tanesi varki 4x4
Chevrolet Grande Cheroke, 90.000 $ değerinde, bir derginin yazdığına gör bir ülküdaşı(!)
hediye etmiş ama bu devlet geleneği ve etik dışı davranışların hesabını sormaya iktidarların
gücü yetmiyor...6
- Mehmet Eymür ikinci kez MİT’e döndüğünde adı Susurluk olayına karıştı. Ona,
başlangıçta iktidar gene dokunamadı. Hatta Başbakan Mesut Yılmaz’ın kendisiyle pazarlık
yaptığı “Sen bize lazımsın, bir müddet Washington’da dinlen.” dediği basına yansıdı. Daha
sonra değişen dengeler sonucu Mehmet Eymür’ü “Şeker Şirketi”nde görevlendirdiler... Bilgi
ve becerilerini şekercilere öğretsin diye(!)..
- Eymür kendisine yapılan haksızlığa(!) dayanamadı. Danıştay’da iptal davası açtı.
Danıştay’a verdiği 75 sayfalık dilekçede son sözlerini söyledi. Okunmaya değer...
- Hakkında, çeşitli eylemleri nedeniyle dava açıldı ve gözaltına alınma kararı çıktı.
- Bazılarına dokunur diye Anavatan’ına gitti diyemiyorum ama, ABD’ye kaçtı...
Masonluğun kabesinde bir antikomünistin aç kalacağını her halde düşünemezsiniz? Kaldı ki
evlerini, arabalarını daha öncesi almış, hazırlığını yapmıştı...
Diğerleri nasıl paşalar gibi yaşıyorsa o da yaşıyacak. Uzur ömürler diliyorum, anılarını
yazıp itiraflarda bulunması için...
Bizim senaristlerin gücü yeter mi bilmem ama7 ABD’liler Eymür’ün yaşam
öyküsünden Akbabanın Üç Günü’nü gölgede bırakan bir film üretebilirler. Mehmet Eymür iki
nedenle beni ilgilendirdiği için ondan 1989 yılından bu yana söz ediyorum.
Bilindiği gibi, masonluk, kapitalist enternasyonalizmi dolayısıyla “küreselleşmeyi”
temel ilke olarak benimseyen bir örgüttür. Bu nedenle gerçekten milli olan kurumlarda
masonların varlığını hiç bir zaman içime sindiremedim. Slh. K’lerde, Milli Savunma
Bakanlığı’nda, Milli Eğitim Bakanlığı’nda, İçişleri Bakanlığı’nda, istihbarat örgütlerinde
masonların ne işi var? Ulusal bir devlette, enternasyonalist bir cumhurbaşkanı ya da başbakan
nasıl mason olabiliyor? Atatürk, Mason Locaları’nı neden kapattı?
Aslında sorunun yanıtı açık. Kapitalist dünyanın lideri ABD yönetimi masonların
denetiminde, kapitalizmin dümen suyuna girmeyi yeğlemiş ülkelerin denetimi neden
masonlarda olmasın ki?
1989 yılında kaleme aldığım Doruk Operasyonu8 adlı kitapta istihbarat örgütlerindeki
masonların sakıncalarından söz etmem zaman içinde İtalya’da ortaya çıkan P-2 Mason Locası
skandalı ile öngörüye dönüştü. (Sayfa 156)
Şöyle ki, İtalya’da legal Komünist Partisi’nin iktidara gelmesini engellemek için her ay
CIA’dan 10 bin $ alan P-2 Mason Locası üstadı Licio Gelli, güvenlik ve istihbarat örgütleri ve
antikomünist diğer güçlerin desteğinden yararlanıp İtalya’da “devletin bilgisi dahilindeki”
terörü organize ettiği ve toplumun destabilisation (istikrarsızlaştırma) ve demagnatisation
sürecinde aktif rol almaktan mahkûm olması, bizde bir P-X Mason Locası neden olmasın
sorusunu akla getirmektedir. Aslında son söylemde derin devlet diye tanımlanan ve bir türlü
gizi çözülemeyen güç, bu P-X Mason Locası olmasın?
Özellikle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri öncesi darbe ortamı hazırlamak ve
toplumu istikrarsız hale getirmek için güvenlik ve istihbarat örgüt elemanlarının doğrudan
doğruya ya da taşeron yönetimiyle tıpkı İtalya’da olduğu gibi sağ ve sol terörü
yönlendirdiğine dair o döneme ait dava dosyalarında sayısız örnekler bulunabilir.
İtalyan provokatörü P-2 Mason Locası üstadı Licio Gelli La Verita-Hakikat- adlı kitabı
nedeniyle çıktığı bir televizyon programında masonizmin uluslararası gücünü, yanında
işbirliği yaptığı grupları açıklamaktadır:
- Üst düzeyde iş adamları
- Politikacılar
- Subaylardan oluşan bir örgütlenme ile devlet terörünü düzenleyen L.Gelli, “1971
yılında Hristiyan Demokrat Parti’den Cumhurbaşkanlığına seçilen Giovanni Leone’nin,
parlamentodaki masonların oylarıyla seçildiğini, Arjantinli masonların desteği sayesinde, Juan
Peron’un yeniden iktidara gelmesine yardımcı olduğunu ve ABD Başkanı Reagan’ın yemin
törenine davet edildiğini ve bu davette Cumhuriyetçi Parti ile işbirliği yaptığı için kendisine
takdir belgesi verildiğini” açıklamıştır9.
CIA desteğiyle, İtalya işbirlikçilerinin katkılarıyla devlet terörü’nü bağlı olduğu
Loca’nın onayıyla yürüten ve değişen deneyler sonucu mahkûm edilen bu adamın, İtalya’dan
Arjantin’e oradan ABD Başkanı’na kadar uzanan serüveni emperyalizmin ve kapitalizmin
iğrenç iç yüzüne yeterince ışık tutmuyor mu?
Bu ve benzeri olgular karşısında ülkemin duyarlı kurumlarında masonların yanında
masonluk üstü örgüt üyelerin düzene egemen olması her yurtseveri tedirgin etmelidir diye
düşünüyorum... Bu oluşuma “küreselleşme” adına premasonik örgütlerin önemli katkıları da
göz ardı edilmemeli...
Licio Gelli’nin ağzından derin devlet içinde yer alanları yineleyelim:
- P-2 Mason Locası üyeleri,
- Üst düzey iş adamları,
- Politikacılar,
- Subaylar,
- İstihbarat örgütleri (her ne kadar L. Gelli bu örgütlerden söz etmiyorsa da İtalyan
İstihbarat Örgütü Başkanı olan general, terör olaylarındaki rolü nedeniyle mahkûm olmuştur Gn. Musumici- Dönemin İtalya Cumhurbaşkanı F. Cossiga ve Başbakan Anderotti’nin de Gladio
skandalına karıştıkları zaman içinde ortaya çıktı.
Mehmet Eymür’den söz etmemize neden olan ikinci etmen, onun hem Ziverbey İşkence
Köşkü’nde hem de Susurluk olayı içinde bulunmasından kaynaklanmaktadır. 1971’lerden
1996’lara kadar süregelen olumsuzluklar sürecinde TBMM, ne “Hayali İhracat Olayı”nı, ne
“Faili Meçhul Cinayetleri”10 ne de “Susurluk” olayını ne yazık ki çözememiştir. Bu olayların
birinci elden tanığı ya da sanığının sahip olduğu görünmez dokunulmazlık aşılamadığı için,
Eymür soluğu ABD’de almıştır... Tıpkı Bezmenler, Civanlar, Edesler, Ayşegül Nadirler,
Gülay Aslıtürkler vb. gibi... ABD bizim seçkinlerimizi(!) konuk etmekte neden bu kadar
hevesli acaba? Onlar ABD bankalarında yatan dolarlarının hatırı için mi yoksa başka
nedenlerden dolayı mı korunup kollanmaktadır?
6-7 Şubat 1998 gecesi, ATV’de Siyaset Meydanı programında “Susurluk” konulu
programa katıldım11.
Birkaç gün sonra Ankara’dan bir dostum bana telefon ederek Mehmet Eymür’ün
benimle konuşmak istediğini, kabul edip etmeyeceğimi sordu. Arkadaşımdan hangi konuda
görüşeceğini sorduğumda, “bir konuda yanlış olan kanımı düzeltmek istediğini” açıkladığında
görüşmeyi kabul ettim. 13 Şubat 1998 günü eve geldiğimde Eymür’ün telesekreterimde notu
vardı.(Mealen) “Talat Bey, hürmetler. Bir konuda sizi aydınlatmak istemiştim. Cep
telefonumun numarası 0532 296 21 18 beni ararsanız sevinirim.” diyordu. Bu konuşmayı
arkadaşlarıma da dinlettim. Kendisini aradım. Bir başka kişi çıktı. Bir süre sonra saat 18.30’da
Eymür beni arıyordu. Selamlaşmadan sonra: (Mealen)
- M.Eymür: Talat Bey, ben sizin Ziverbey Köşkü’ndeki sorgunuzda bulunmadım.
- Talat Turhan: Mehmet Bey, benim bu konuda net bir açıklamam yok. Yalnız siz
Analiz adlı kitabınızda bir teğmeni sorguladığınızı yazıyorsunuz. Dolayısıyla oradaki
koşulları çok yakından biliyorsunuz demektir. Ben bunu ifade etmeye çalışıyorum. Bakınız
Mehmet Bey, ben sizi hiç tanımıyorum. Size de bir husumetim söz konusu olamaz. Ancak ben
istihbarat örgütlerinin yabancı istihbarat örgütleriyle çok içli dışlı olmasından çok tedirgin
olduğumu ve bu nedenle de bu konularla ilgilendiğimi belirttim.
-Mehmet Eymür- O konuda haklı olabilirsiniz.
Tabii ki o konuda haklı idim. Ta 1959’lu yıllardan bu yana tanıdığım, komutanlığımı
yapmış ve 1960-1962 yılları arasında MAH ve MİT Başkanlığı görevinde bulunmuş dostum
Tümgeneral Naci Aşkın’la bu konuları yıllarca tartışıp, o değerli kişinin özelleştirilerini
dinledikten sonra çabalarımın haklılığından da emindim.
Peki yazıldığı gibi Mehmet Eymür mason ise, masonik ilkelerle yüzseksen derece karşıt
olması gereken bir işkence merkezinde onun ne işi vardı? İtalya’da Mason Üstadı Licio Gelli,
CIA dolarlarıyla neden terörü yönlendiriyordu?
3-4 Temmuz 1972 gecesi Ziverbey Çetesi beni de esir alıp, bir ay süreyle işkence
yaptıktan sonra, yüzlerce sahte suçlamayla sıkıyönetime gönderip Bomba Davası adlı yapay
bir davanın başsanığı yaptı, Çünkü varlığımı kendileri için tehlikeli görüyorlardı...
Anayasa’sında “demokratik hukuk devleti” yazan bir ülkede kişisel ve toplumsal onur
adına bu Çete’yle-”Pentagon boys”larla- o günden bu yana yasal kavga veriyorum.
- Nitekim mahkemeye çıkar çıkmaz 12 Haziran 1973 günü sıkıyönetim mahkemesi
aracılığıyla Başbakanlık, Gn. Kur. Bşk.lığı ve KKK’lığına bir dilekçe vererek12:
“Türk Devleti’nin geleceğini, ağır bir tehlikeye düşürecek nitelikteki, kanun dışı gizli
örgütlenmeden” söz edip İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Org. Faik Türün ve Tümg. Memduh
Ünlütürk’ü adlarını belirterek suçladım ve olayın bir parlamento komisyonunca araştırılmasını
istedim. Yıl 2005 olmasına karşın bugüne değin bu konuda TBMM’deki tüm girişimlerden
sonuç alınmamış, Susurluk olayı bile aydınlanamamıştır. Dönemin Başbakan Yardımcısı Sadi
Koçaş daha sonra kaleme aldığı anılarında “Faik Türün, söz dinlemeyen dukalıktı” diye
yazmaktadır. Doğal olarak yasaları hiçe saymayı göze alan İstanbul Tiranı hiyerarşik gücünü
kullanıp insanları esir alıp, işkence yaptırdı, sahte davalar açtırabildi. Doğal olmayanı,
Türün”ün emekli olduktan sonra Adalet Partisi tarafından Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi
idi. Bu olgu bir yandan Adalet Partisi’nin ne ölçüde adil olduğunu açıkladığı gibi,
Ziverbey’deki gizli örgütlenmenin bağlantılarının nerelere kadar uzandığını da gösteriyordu.
Faik Türün’ün protokol dışında cenaze törenine katılma aymazlığına düşenler bir anlamda
O’nun kirli geçmişini onaylamış olmuyorlar mıydı? Aslında tüm dünyada ABD yanlısı
partilerde bu türden akıl almaz karmaşık ilişkilerin süregeldiği bilinmektedir.
- 6 Aralık 1973 günü, İstanbul 3 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’ne bir başka
dilekçe vererek Ziverbey Çetesi’ne biraz daha açıklık getirmeye çalıştım: “Bu gizli örgüt
Seferberlik Tetkik Kurulu -Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın ilk adı- Emniyet Teşkilatı ve
diğer güvenlik kuvvetlerinden, iktidar içinde iktidar olmak isteyen şebeke elemanlarınca
seçilmiş kişilerden oluşan ve bir kısım yetkili kişilerin müsaade ve himayesi altında örgütün
amaçlarının gerçekleşmesi için kanun dışı yöntemler uygulanmıştır13
- Kuşkusuz bir kısım MİT elemanları da Ziverbey İşkence Köşkü’nde icrai sanat (!)
etmişlerdir. Sorgulama timi başkanı Emekli Binbaşı Eyüp Özalkuş’u saptayıp, Bomba Davası
duruşma tutanağına takma adıyla zorla geçirtebildim. -Kel Eyüp-, Hiram Abas ve Mehmet
Eymür hem sorguda hem eylemlerde görev aldıklarını açıkladılar.
- O dönemde İzmit’te Kolordu Komutanı olan KorgeneralTurgut Sunalp da Ziverbey
Köşkü ziyaretçileri arasındadır. Bu kişinin legal olarak MİT’le ilişkisi bulunmamasına karşın,
MİT’in Marmara Köşkü’ nde brifing vermesinin anlamı nedir? Tüm bu ayrıntıyı Ziverbey’i
milad kabul edip derin devlet olgusuna bir ölçüde açıklık getirebilmek için yazıyorum:
Marmara Köşkü Brifing Ekibi
-Devlet Brifingi: 3 Kasım 1972 Ankara14.
Korgeneral Turgut Sunalp
Korgeneral Abdurrahman Ergeç
Tümgeneral Recai Ergin (Özel Harp Dairesi eski Bşk.)
Tümgeneral Memduh Ünlütürk (Ziverbey İşkence Köşkü Yöneticisi)
Tümgeneral Fazıl Polat (İstanbul Merkez K.)
Kur. Alb. Nahit Arda (Mit raporuna bakınız)
Kur. Alb. Fikret Küpeli
P. Alb. Ali Pigril
Dz. Hak. Alb. Turgut Akan (İstanbul, SKYN Adli Müşaviri)
Hv. Alb. Ragıp Horozoğlu
Hak. Yb. Sabahattin Ar
Kur. Bnb. Necdet Timur (E. Orgeneral)
-İki yıl Selimiye Ceza ve Tutukevi’nde yatıp, idam istemiyle yargılanıp değişen politik
koşullar içinde tahliye edilip yargılandığım davanın örtbas edilmesine karşın, Ziverbey
Çetesi’nin peşini bırakmadım. Kaynak ve belgeler araştırıp savunma hazırlamak uğraşısı içine
girdim.
-Ulaştığım en önemli kaynak, Amerikan FM 31-15 (Ek: 1) resmi talimnamesinden
aynen tercüme edilerek 1965 yılında ülkemizde de uygulamaya konulan ST 31-15 Gayri
Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât Talimnamesi (Ek: 2) idi. Bu belgede “Tipik bir yeraltı
örgütü”-vatanseverler- şeması, gösteriliyor ve de 9. maddede:
“Bir gayrinizami kuvvetin yeraltı unsurları, kaide olarak kanuni olarak yasal statüye
sahip değildirler.” diye yazılıyordu
Bu maddeyi okuduğumda Ziverbey Çetesi mensuplarının neden Anayasa ve yasa
tanımadığını net ölçülerde algıladım. Bu anlayışın süregelmesi Susurluk olayında tüm
çıplaklığıyla ortaya çıkmış olmasına karşın, yeraltı güçlerinin egemenliği devam ediyor olmalı
ki; olay “afla” kapatılmak isteniyor.
ABD’nin müttefiki olan tüm ülkelerde CIA dolarlarıyla finanse edilen, örgütlenen ve
eğitilen, aynı yöntem ve anlayışla kullanılan “vatanseverler örgütü”, ABD adına kendi
ülkelerinde istikrarsızlık yaratmak ya da istikrar sağlamak için soğuk savaş döneminde
komünizme karşı savaş ve mücadele için kurulmuşlardır. Bu nedenle kapitalist uydusu düzene
başkaldıran ya da muhalefet eden örgüt ve kişileri “gerilla” olarak nitelendirmişlerdir. Bu
anlayışla Ziverbey çetesi mensupları kendilerine “Kontrgerilla örgütü” adını vermişlerdir.
-ABD’den getirttiğim daha önemli resmi bir belge FM 31-16 Counterguerilla
Operations- (Türkçesi: FM 31-16 Kontrgerilla Operasyonları) olayın boyutunun
“vatanseverler örgütü” ile sınırlı olmadığını, ABD çıkarları adına kurtuluş savaşlarıyla ya da
komünizmle mücadele için örgütlenmenin içinde toplumun her kesiminden yetkili kişilerin
olduğunu gördüm. Bu talimnamede-Sivil Asker Gözlem Talimnamesi- Civil Military
Advisery Commitee=CMAC(Ek:3) adlı örgütlenme içinde:
(1) Local police chief: Yerel polis şefi
(2) Superintendent of school or school principal(s): Okul yöneticisi ve müfettişler
(3) Senior members of dominant redigivous faiths: Üst düzey din adamları
(4) Judges and/or other judiciary repraentatives: Hakimler ve yüksek yargıçlar
(5) Labor union president(s): İşçi sendikaları başkanları
(6) Editors of infuential publications: Etkin gazetelerin editörleri
(7) Representatives of majör business or commercial interests: İş dünyasının önde
gelenleri
(8) Other infuential persons ve diğer önemli şahsiyetler
Görüldüğü gibi kontrgerilla harekâtı ve bu harekâtın örgütlenmesi için, askerler dışında
polis şefleri, eğitimciler, din adamları, yargıçlar, sendika başkanları, editörler ve etkili
yayıncılar, büyük iş ve sanayi örgütlerinin temsilcileri ve diğer önemli kişiler
bulunmaktadır15.
Anayasada “demokratik hukuk devleti” diye yazacak ama emperyalizmin güdümünde
bir yeraltı örgütü-vatanseverler-yasalara bağlı olmadan istihbarat, sabotaj, terör yapacak. İşte,
derin devlet dedikleri bu olsa gerek...
Anayasa’da, kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenecek ama, yargıçla-polis, işadamıylasendikacı, eğitimcilerle-din adamları, editörlerle-yayıncılar kontrgerilla harekâtı içinde CIA
ve AID denetiminde örgütlenip ülkelerinde ABD çıkarlarına katkıda bulunma karşılığında
kendi dümenlerine bakacaklar...
Tüm bu belgeleri sıkıyönetim mahkemelerine savunmalarımla beraber birer adet verip
ayrıntılı eleştirilerimi yaptım. Bu çabamı kitaplarımda da sürdürüyorum. Ulus Devlet ve
Gerçek Demokrasi adına.
-1990 yılında İtalya’da ortaya çıkan Gladio örgütlenmesi oradaki ve tüm NATO
ülkelerindeki derin devlet olgusunun emperyalist işbirlikçi yönünü gözler önüne serdi.
Cumhurbaşkanı ve başbakanın bilgisi dahilinde, CIA tarafından kurumlaştırılan,
örgütlenen ve finanse edilen Gladyatörler, Hıristiyan Demokrat Parti, istihbarat örgütleri,
jandarma, P-2 Mason Locası vb. gibi örgütlerin de destek ve katkısıyla İtalya’da Komünist
Partisi’nin seçimle iktidara gelmesini engellemek için, sağ ve sol terörü kışkırtıp, gerektiğinde
devlet terörü ve provokasyonlara başvurarak toplumu destabilize(istikrarsızlaştırma) ve
demagnetize ederek, bir yandan ABD yanlısı düzeni tutan örgütlerin güçlenmesini sağlarken,
öte yandan terörü bahane ederek baskı yasalarını çıkararak demokratik görünümlü neo-faşist
düzenler kurmayı başarmışlardır.
Gladio skandalında boy gösteren güçler ve yetkili kişiler, özellikle istihbarat örgütleri ve
P-2 Mason Locası diğer ülkelerdeki derin devletlerinin omurgasını oluşturdukları
görülmektedir.. Bu bağlamda Mehmet Eymür’ün Ziverbey Köşkü ile Susurluk olayı içinde
yer almış olmasını bir gün değerlendirme durumunda kalacak araştırmacılar önemli bulgulara
ulaşabilirler. Çünkü Mehmet Eymür, büyüğü Hiram Abas’la birlikte derin devletin istihbarat
kanadında antikomünizm ve “küreselleşme” adına etkin roller üstlenip, ABD
emperyalizminin değirmenine su taşıdıklarını gözlemliyoruz...
1990 yılında İtalya’da Gladio olayı patlak verince, skandalın boyutu aylarca tüm NATO
ve Avrupa ülkelerinin medyasında gündem oluşturdu. Bu bağlamda kuşkusuz Türkiye de
kendini yeniden kontrgerilla tartışmalarının içinde buldu16. Bu tartışmalar içinde bir
milletvekili ilginç açıklamalarda bulundu ve yazımızın bu bölümüne kadar madde başlıkları
boyutunda derin devletin derinliğini anlamamıza katkıda bulundu. Bağımsız Bingöl
Milletvekili İlhami Binici diyor ki17: “12 Mart sonrasında kendisine de işkence yapıldığını,
Ziverbey Köşkü’nde 23 gün kaldığını, kontrgerillanın işkencesinden geçtiğini, kontrgerilla
konusunda bazı şeyler bildiğini, ama konuşursa öldürüleceğini, can güvenliği sağlanırsa
konuşabileceğini” açıkladıktan sonra örgüt elemanlarını sınıflandırıp, derin devleti oluşturan
çete üyelerini bu bölüme kadar açıklananların koşutunda betimledi. Binici, anılan örgütün
içinde:
- Uyuşturucu kaçakçıları,
- Mafya elemanları,
- Subaylar,
- Polisler,
- Doktorlar,
- Askerî ve sivil savcılar,
- Hatta bugünün aktif politikacılarının da bulunduğunu iddia ediyordu. Binici’nin 1990
yılında yaptığı bu açıklamaları 1996’daki Susurluk olayının röntgenini çekiyor ama, kirli
ilişkilerin sarmalında iktidarlar kös kös dinliyor. Aynı dönemde Ecevit: “Devletin içinde
devlet var”18 tanısına karşın iktidarların gücü günümüzde “Derin Devlet” diye tanımlanan
yapılaşmayı aşmaya yetmiyor. Böyle bir ortamda “demokrasi, hak, kukuk, adalet ve insan
hakları” söylemleri hep askıda kalıyor. Emperyalist güdüm “Yeni Dünya Düzeni” söylemi
ardına sığınılarak ülke düzenleri gizli örgüt ve güçlerin denetiminde giderek yozlaştıkça
yozlaşıyor...
Şimdi de Ziverbey İşkence Köşkü’nden Susurluk kazasına kadar uzanan kirlenme,
yozlaşma, mafyalaşma ve çeteleşme sürecine Can Dündar ile Celal Kazdağı’nın, ErgenekonDevlet İçinde Devlet adlı özgün kitabında19 önemli bir tanığın -Erol Mütercimler- görgü ve
bilgiye dayanan gözlemlerine dayanarak kontrgerilla örgütü, derin devlet vb. adlarla
tanımlanan gizli örgütün adının Ergenekon olduğunu öğrendim.
Erol Mütercimler’in Ergenekon Örgütü’nü sınıflandıran bölümü yineliyorum:
- Subaylar
- Emniyetçiler,
- Profesörler,
- İş adamları,
- Şuradan insanlar,
- Çeteler.
“Memduh Ünlütürk Paşa kendisinin de bu Ergenekon’un içinde olduğunu söyledi ve
dedi ki: “Bu Ergenekon Genelkurmay’ın da, hükümetlerin de bürokrasinin de herkesin
üstünde bir örgüttür. Yasayla falan kurulmuş bir örgüt değildir. Bu, 27 Mayıs darbesinden
sonra CIA, Pentagon tarafından kurdurtulmuş. Bunun içinde bulunan insanlar da buraya
hizmet eden insanlardır. Ama bunlar vatana ihanet olsun diye hizmet etmezler. Biz vatanı
kurtarıyoruz, vatana hizmet ediyoruz, vatana yararımız dokunuyor düşüncesiyle bu örgütün
içinde yer almışlardır. Özellikle Amerika’da kontrgerilla eğitimi görmüş olan bu kurslardan
geçmiş olan generallerin bir bölümü yeri geldiğinde kontrgerilla içinde yer alır... Sonuçta ben
daha, başka insanlardan Ergenekon’u araştırdığımda şunu gördüm: Bunun içinde subaylar var,
emniyetçiler var, profesörler var, gazeteciler var; işadamları var, sıradan insanlar var.” Bugün
çeteler dediğimiz bu küçük birimler var ya, işte bu birimler Ergenekon’un içindeki birer
bölüm birer parça. Adını saydığımız kişiler de Ergenekon adı verilen bu üst örgüt tarafından
kullanılan tetikçiler.”
Erol Mütercimler sonunda çok ilginç bir örgütle karşılaştığını söylüyor. Mütercimler’e
göre ülkeyi darbeye sürükleyen ve bugün “çete” diye anılan örgütün gerçek adı Ergenekon.
“Ben de ilk kez bu örgütün adını öğrendiğimde şok oldum. Gerçek anlamda şok oldum.
Çünkü o kadar yıl yüzlerce insanla konuştum ki bunların hepsi ihtilalci darbeci subaylar çok
büyük bölümü. Ama bunu ilk ben emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ten duyduğumda,
öğrendiğimde anlayamadım”.
Mütercimler, Ergenekon adlı bir üst örgütten ilk söz eden Tümgeneral Memduh
Ünlütürk 12 Mart döneminde işkenceli sorguların yapıldığı ve kontrgerilla kadrolarının ilk
kez ortaya çıktığı Ziverbey Köşkü’nün komutanı olarak tanınıyordu. Ve yıllar sonra ilk kez
kendisinin de içinde bulunduğu derin devlet olgusunun 1970’lerden 1999’lara kadar uzanan
boyutunu adım adım iz sürülerek genel çizgilerle açıkladığım İtalya’da P-2 Mason
Locası’ndan Erol Mütercimler’in savlarına kadar aralarında hiç bağlantı olmayan kişi ve
kuruluşlarının açıklamalarıyla ABD, FM 31-15 ve FM 31-16 resmi talimnamelerinde yer alan
açıklamaların birbirleriyle örtüşmesini gözler önüne serip derin devletin gizini çözmeye
çalıştım.
Mehmet Eymür’ün bu yapılanma içinde Hiram Abas’la birlikte aktif roller üstlenmesi
ülke dışına kaçmak zorunda kalıncaya kadar ona belki bugüne kadar hiçbir istihbaratçıya
nasip olmayacak kadar dokunulmazlık sağladı.
Sosyalist rejim döneminde Bulgaristan’da mafya içine sızıp özellikle mafya lideri
A.U.’yu ajan olarak kullanarak o alemin içyüzünü öğrenip para ve uyuşturucu trafiği ve
kaçakçılıkta deneyim sağladı... Bugün edindiği servetin “Bal tutan parmağını yalar”
yöntemiyle elde edilip edilmediğini bilemeyiz.
Beyrut, Marsilya, İtalya, İsviçre ve Fransa’daki ülkücü, uyuşturucu kaçakçısı, hapishane
kaçkını, katil “vatansever(!) tetikçilerle” gizli operasyonların yürütülmesinde yer aldığı iddia
ediliyor...
Ağca’nın hapishaneden kaçırılmasından, Papa’ya suikast girişimine kadar ki ülkücü
çeteleşmeyi, mafyalaşmayı en iyi bilebilecek konumda olan bir kişi kuşkusuz Mehmet
Eymür’dür,
Mehmet Eymür-Abdullah Çatlı ilişkileri gerçek anlamıyla aydınlanabilseydi derin
devletin ne menem birşey olduğu anlaşılabilirdi.
Abdullah Çatlı’nın İtalya’nın en azılı katil neo-faşisti Stefano Delle Chiaie ile ABD’de
boy göstermesinin anlamı ne olabilir?20
İtalya’da fazla deşifre olan Stefano, bir süre gözden uzaklaşmalıydı. İspanya, Portekiz,
Angola ve Arjantin’e gitti; oralardaki diktatörlere, sağcı örgütlere yardım etmeye başladı.
Kuşkusuz bu yardım CIA desteği ile o ülkelerdeki terör, provokasyon, örgütlü hareketi
yönlendirme şeklindeydi. Mafya globalleşmişti. Bu bağlamda yolları Abdullah Çatlı ile
örtüştü. Bizim istihbarat örgütlerinin kullandığı ve açıkça derin devletten destek alan sağcı
militanlarda global eylemlerle ünlerini arttırmışlardı. Papa’ya suikast girişimi bu gelişmenin
en karanlık, hâlâ gizini koruyan en önemli eylemini oluşturuyordu.
Soğuk savaş döneminde CIA tüm dünyada legal ve illegal örgütler içinde
antikomünizmi örgutledi. Bu güçlerin desteğiyle ABD çıkarlarının korunması için, hep
Amerikancı iktidarların iktidarda kalmasını sağlamaya çalıştı, Neo-faşist ve Neo-Naziler tüm
dünyada ABD yanlısı düzenin devamlılığını sağlamak için, CIA dolarlarıyla beslenip
ülkücülük, vatanseverlik adında gerektiğinde idam mangaları21 oluşturup emperyalistlerin
tetikçiliğine soyundular. Bu kirli ya da örtülü operasyonların finansmanı uyuşturucu ticareti,
kara para aklama, hayali ihracat, kumarhane işletmeciliği, fuhuş vb. yollarla sağlandı. Bu
pisliğe bulaşanlar bol para ve gerektiğinde devlet desteğini de yanlarına alıp mafyalaştı ve
çeteleşti... Palazlandıkça bu sergerde takımına yurtiçi az geldi. Küreselleştiler!... Ele
geçirdikleri maddi olanaklar o kadar boyutlandı ki, işlerini kolaylıkla yürütmek için bürokrat
ve politikacıları satın alıp, düzendeki kokuşmanın nedenlerini oluşturdular.
Aslında emperyalistler el attığı ülkelerin kokuşmasını kendi sömürülerinin devamlılığı
adına arzu ederler...
- İngiltere’nin Çinlilere karşı yürüttüğü Afyon Savaşı’nın (1839) nedeni ne idi?22
- ABD’nin II. Dünya Savaşı’nda Sicilya çıkarması döneminde oradaki mafyadan yardım
almasının daha sonraki evrede ABD’de İtalyan mafyasının etkin olmasında rolü olmamış
mıdır?
- ABD’nin bazı başkanlarının mafya liderleriyle girdiği ilişkiler nasıl açıklanabilir?
-Panama eski devlet başkanı CIA ajanı Noirega ABD ile uyuşturucu konusundaki
ilişkileri nedeniyle mi kaçırılıp hapse konuldu?
- İran-Contra skandalının anlamı nedir? Örnekler çoğaltılabilir. Ama gereksiz...
Soğuk Savaş sonrasında dünün antikomünistleri ağa-babalarının buyrukları
doğrultusunda, küreselleştiler, serbest piyasa ve özelleştirmeci oldular. Bu kez komünistler
yerine “ulus devlet” yanlılarını hedef alıyorlar...
1990 yılında imzalanan Paris Şartı’yla Soğuk Savaş’ın bitimiyle ortak düşman kavramı
başkalaştı. Zengin kuzey ülkeleri petrol başta olmak üzere gereksinim duydukları tüm ham
madde kaynaklarına sahip olan güneydeki yoksul ülkeleri düşman ilan ettiler. Güneyde
özellikle petrol rezervlerine sahip olan Irak, İran ve Libya vb. ülkeler emperyalist baskı ve
sömürüye meşreplerince karşı çıktıkları için hedef seçildiler. Buna karşın ABD işbirlikçisi
müslüman ülkeler Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE’leri baş tacı edildiler. 1.Körfez Savaşı bu
sürece katkıda bulundu. Radikal İslama özgün bir örnek oluşturan Taliban örgütü SSCB ile
çatışırken emperyalistlerce desteklenirken, bugün Usame bin Ladin’e yataklık ettiği için
düşman sayılıyor.23 ABD’nin yıllardan bu bölgede emperyal çıkarlarına hizmet edecek bir
ılımlı İslâm kuşağını dünkü “Yeşil Kuşak” yerine kullanmak Üzere Adriyatik’ten Çin
Seddi’ne kadar örgütlenmek için Fethullah Gülen’e destek verdiği görülmektedir. Aslında
geçmiş dönemlerde tüm yandaşları ve tarikatları kullanmışlardır. Bugün bu gücü
“küreselleşme” da “Yeni Dünya Düzeni”ni yanına almaya çalışmaktadır.
Derin devlet olgusunun dış boyutuna da bakmamız gerektiğini düşünüyorum. 1999
yılında yayınlanan Çeteleşme adlı kitabımda “Yeni Dünya Düzeni”nin oluşumunu yıllardan
bu yana hazırlayan enternasyonal kapitalizmin yüzlerce örgütü içinde en etkin konumda olan:
- Commission of Foregin Relation= CFR
- Bilderberg Group= BB
- Trilateral Commission= TC
- Eisenhower Exchange Fellowship= EEF’den söz edip masonluk üstü bu örgütlere üye
olan küresel seçkinler ve seçilmiş Türk vatandaşlarını ismen açıklıyorum.24 Kuşkusuz bu
örgütlenme hiyerarşisinin en altında bulunan Bilderberger’lerin”Yeni Dünya Düzeni”
hiyerarşisi içinde üst örgüt üyelerinden direktif almaları da doğaldır. Serbest piyasa
ekonomisine geçiş, özel sektörün öne çıkartılması, özelleştirme, sosyal güvenlik reformu(!),
sendikasızlaştırma, IMF buyruklarına uyum, tahkim, çok taraflı yatırım anlaşmaları, MAI,
MIGA oluşumları gerçekleştikçe iktidarların emperyalistler nezdindeki itibarları artmakta
“globalizm” adına ulus devletler ve ulusal değerler ufalanmaktadır. Bu olguya da globalizmin
mafyalaşması diyebiliriz
“YDD”nin en etkin ve köklü örgütü masonluk baz oluşturmak üzere mason üstü ve
premasonik örgütler globalizmin gerçekleşmesi için yıllardan bu yana çaba sürdürüyorlar,
gene bu örgütlerde emperyal çıkarlar uğruna alınan kararlar seçilmiş yerel küresel seçkinler
aracılığıyla yaşama geçirilmektedir. Ticaret ve sanayi burjuvazisi ve örgütleri, ABD yanlısı
neo-liberal partiler, bürokrasi, iktidarı tutan diğer güçler, ılımlı İslâm, neo-faşistler ve
örgütleri, ikinci cumhuriyetçiler, Amerikan mandacılarının ardılları, Sevr yandaşları vb.
güçler, Atatürk’ün “tam bağımsız, özgür, anti-emperyalist, anti-kapitalist” ulus devletiyle ve
yandaşlarıyla kıyasıya çatışma içine girmiş bulunuyorlar. Bu cepheye karşı global karşı
koyacak güç ve sınıfların örgütlenmeleri için kaybedecekleri bir gün bile olmaması
gerektiğini düşünüyorum.
Enternasyonal kapitalizmin masonluk üstü örgütleri ABD, Avrupa, Japonya ve
Türkiye’de örgütlenmiş, bunun dışında dünyadaki emperyal çıkarları korumak için masonlar
ve premasonik örgütlerin desteklerini yeterli buldukları anlaşılmaktadır. EEF (Eisenhower
Exchange Fellowship) bağlamında sisteme dahiledilmiştir. Türkiye’nin öneminden sıkça söz
edilmektedir. Kuşkusuz bu söyleme değişik anlamlar yüklenilebilir. Bunlardan biri de
ülkemizde 40 kadar EEF üyesi, 38 tane Bilderberg üyesinin bulunması emperyalistler adına
yadsınması olanaksız bir kazanım olarak değerlendirilebilir.
Bu bağlamda Türkiye’nin 40 yıllık politikasına damgasını vuran politikacıların hemen
hemen tümü anılan örgütlere üye olarak globalleşmişler ve etkinliklerini sürdürmeye devam
ediyorlar.
Kuşkusuz bu kişilerden en etkin ve yetkin olanı Süleyman Demirel’dir.
- Demirel’in mason olduğunu ilk kez 1968 yılında bir gazete yazdı.25 Bu belge üzerine
karşıt bir belge yayınlandı. Necdet Egeran’ın ismi geçti. Sorun tartışıldı ve dalgalanmaya
bırakıldı.
- Demirel, Eisenhower Exchange Fellowship Örgütü’nün 1954 yılında ABD’de 11 ay
süreli çalışmalarına katılan ilk Türk olma onurunun sahibidir.26
Uluslararası global anlayış beraberliğini gelişme amacını güden EEF örgütünün
kurulduğu 1953 yılından bu yana 1200 üyesi bulunmaktadır. 46 yılda tüm dünyada 1200 kişi
olması olgusu bile bu örgüt üyelerinin seçilmiş olduğunu kanıtlamaktadır. Peki bu örgüt
üyeleri hangi kuruluşlardan seçiliyor:
- Özel sektör şirketler ve bankalar
186 kişi
- Sanayi ve Ticaret odaları, ihtisas örgütleri 21 kişi
- Devlet ve hükümet başkanları
4kişi
(biri Süleyman Demirel)
- Bakan düzeyinde ve üst düzey yetkilileri
- Devlete ait şirketler ve bankalar
- Elçiler 32 kişi
34 kişi
92 kişi
- Gönüllü organizasyonlar (STK)27
(sağlık, bilim,çevre, eğitim, sosyal güvenlik vb.
69 kişi
- Üniversite lisans üstü 30 kişi
Doğrusu ABD’lileri kutlamak gerek(!), her sektörden -özellikle özel sektördeninsanları seçip yetiştirip “küresel seçkinler” arasına kattıkları için.
Bizim açımızdan bu gruplarıma ile derin devlet olgusuna yeni bir boyut gelmiş
olmaktadır.
EEF örgütünün şu andaki başkanı George Bush’tur. Bu kişi, masondur, enternasyonal
kapitalizmin örgütlerden CFR ve Trileteral üyesidir, CIA eski başkanıdır, ABD’nin eski
başkanıdır. Hakkında mafyayla ilişkileri hakkında ciddi savlarla suçlanılmaktadır...28
Kuşkusuz, Bush’un en belirgin özelliği istihbaratçı oluşudur. Mehmet Eymür de onun bu
sıfatıyla başkanlık yapmasından memnun görünüyor.
Süleyman Demirel, 1975 yılında Çeşme Altın Yunus Oteli’nde toplanan Bilderberg
toplantısına Bülent Ecevit’le katılmıştır. Bu birliktelik günümüzde açığa çıkmış bulunuyor...
Aslında uluslararası kapitalizmin tüm örgütleri masonist ve siyonist tandansta olup,
genellikle ABD istihbarat örgütleri denetimindedir. Nitekim 1954 yılında kurulan Bilderberg
örgütünün kurucusu Josheph Retinger’in de Yahudi kökenli ünlü bir mason olduğu
bilinmektedir. Bu ilk toplantının finansmanının CIA tarafından sağlandığı internet
kayıtlarında görülmektedir. Bilderberg toplantıları katılımcılarını sınıflandırırsak FM 31-16
Counterguerrilla Operation adlı resmi Amerikan talimnamesine dayanarak kategorize
ettiğimiz derin devlet olgusuna yeni boyut kazandırabiliriz.
- Örgütün fikir babası ve sürekli katılımcıları arasında David Rockefeller, G. W.Ball, Z.
Brzezinski, H. Kissinger, Edmond Rotchild, Michel Rocard gibi ünlü banker ve devlet
adamları yanında,
-Özel sektör temsilcileri
- Devlet adamları ve politikacılar
- Büyükelçiler
- Akademisyenler
- CIA Başkanı ve görevlileri
- NATO Başkanı ve genel sekreterleri
- Medya kuruluşlarının patronları, editörler
- ABD Gn.Bşk. ve Kuvvet Komutanları vb.
bulunmaktadır. Bilderberg örgütü toplantılarının gizli olduğunu anımsayalım ve bu
örgütle CIA başkanları ve NATO Komutanı ve genel sekreterlerinin de bulunduğunu
vurgulayıp yeniden İtalya’daki ünlü P-2 Mason Locası olayı ve Gladio skandalını
anımsayalım. Bilindiği gibi CIA, dolayısıyla ABD, NATO ve P-2 Mason Locası yanında
İtalyan Cumhurbaşkanı Cossiga, Başbakanı Andreotti, Hıristiyan Demokrat Parti- ABD
yanlısı, liberal İtalyan istihbarat örgütlerinin terörü yönlendirdiği ortaya çıktı. Bu olgu orada
“Temiz Eller” girişimini başlattı. Gladio örgütü lağvedildi ve İtalya siyaseti burjuva
demokratik anlamda nispeten temizlendi... Biz Susurluk çayında boğulduk. Çünkü derin
devletin gücü demokratik, güç ve örgütlerden çok daha güçlü...
İtalyan P-2 Mason Locası ardında Kissinger’in parmağı olduğu iddia ediliyor. Aslında
bu kişinin dünyadaki tüm kirli işlerde parmağı olduğu biliniyor. Örneğin ta 1975 yılında
mahkemede yaptığım savunmaya Kissinger’in Kıbrıs olayında Türkiye aleyhindeki
girişimlerinden söz ettim.
İtalya’daki P-2 Mason Locası ardında Kissinger varsa bir türlü aşılamayan bizim derin
devletin içinde olması olası P-X Mason Locası’nın ardında neden bulunmasın? Üstelik gelmiş
geçmiş tüm liderlerimizin dostu(!) olduğuna göre...
Henry Kissinger, Alman asıllı, Yahudi kökenli, hayata istihbaratçılık ve özel
savaşçılıkla başlamış, Almanya Oberammergau’daki İstihbarat Okulu’nda öğretmenlik
yapmış, akademisyen olarak anti-komünizmin örgütlenmesinde özel savaşın kuramlaşmasında
yer almış, devlet adamı sıfatıyla CIA’yı denetime almış, bir çok darbe ve örtülü operasyonu
yönlendirmiş, mason ve uluslararası enternasyonalizmin tüm örgütlerine üye olan günümüze
değin ABD emperyalizmi adına etkinliğini sürdüren, siyonizmin baş destekçisi olan bir
kişiliktir. Özellikle ülkemizde her kademede insanlarla dostluk kurmayı başarmıştır.29 Bu
kişilerden biri Selahattin Beyazıt’tır. Beyazıt aşağı yukarı Bilderberg örgütünün duayeni ve
lideri olarak bizim Bilderbergs’lerin uzun süre başında bulunmuştur. Kissinger’in de dostu
olan bu kişinin İskoç Büyük Mason Locası’nın üyesi olduğuna ilişkin hakkındaki iddialar
basında yer aldı.
Şu anda “Yeni Dünya Düzeni”nin liderinin David Rockefeller olduğu, onun ABD’deki
Chase Manhattan Bank’ında Henry Kissinger’in Baş Danışman, Rahmi Koç’un yönetim
kurulu üyesi olduğu bilinmektedir. Rahmi Koç’u kutlamak gerek YDD’nin finans kesimine üs
düzeyde giren ilk Türk olduğu için. Ayrıca Rahmi Koç CFR üyesi olan ilk ve tek Türk
vatandaşıdır.30
Rahmi Koç’un uluslararası kapitalizmin bazı örgütlerine üye olduğu bilinmektedir. Bu
kişi aynı zamanda TÜSİAD üyesidir. TÜSIAD üyeleri içinde Bilderberg örgüt üyeleri
çoğunluktadır. Örneğin, 1999 yılında Portekiz, Sintra’daki Hotel Caesar Penha Lonya da 3-6
Haziran günleri arasında yapılan gizli Bilderberg toplantısına Gazi Erçel, Sedat Ergin, Suna
Kıraç ve TÜSİAD başkanı Erkut Yücaoğlu’da katılmıştır... David Rockefeller ve Richard
Holbrooke da ABD’li katılımcılar arasında... Her şey açık değil mi? Koç ailesi ve Ali
Babacan örgütün itibarlı üyelerinden.
Henry Kissinger’in Süleyman Demirel’le de çok yakın dost olduğu anlaşılıyor. Hem de
evinde davet edebilecek boyutta.
1995 yılının Nisan ayında Arjantin’i ziyaretinde Cumhurbaşkanı Menem’in çiftlik
evinde verdiği kahvaltıda Henry Kissinger’de bulunmaktadır. “Demirel, Kissinger ile çok
eskiye dayanan dostluklarının bulunduğu belirterek, “Türkiye’ye gel, çok önemli konular var,
konuşalım.” dediği açıklandı.31 “Demirel, Kissinger’in de ekim ayında ABD gezisi sırasında
kendisini evinde ağırlamak istediğini söylediğini bildirdi.”
Demirel’in, ABD’ye gittiğinde ne konuştuklarını, Kissinger’in evine konuk olup
olmadığını bilemiyoruz ama Kissinger’in Ecevit, Özal ve Çiller gibi politikacılar yanında
Ayşegül Nadir’le çok özel ilişkileri fotoğraflarla basına yansıdı.
TÜSIAD, 13-14 Kasım 1996 günleri arasında “Siyasette Kirlenme ile Temiz Politikacı”
konulu bir seminer düzenledi. Kissinger baş konuşmacı idi. Bu davet kanıma dokunmuştu. Bir
Atatürk milliyetçisinin bir globaliste karşı olmasından daha doğal ne olabilirdi? Bir basın
toplantısı düzenledim Kissinger’in iç yüzünü açıkladım. Daha sonra yazılı metini tüm basına
faksladım. Ne sponsorum, ne de yardımcım vardı. Ama girişimimin medyada çok az yer
alması bile benim için bir ölçüttü.
H. Kissinger’in bağlı olduğu örgütlerin ve onun yandaşlarının gücünün, medyayı
denetime aldığını algılamıştım. Medyamız genellikle globalleşmişti!32
Görüldüğü gibi, emperyalizmin örgütleri çeşitli burslardan da (AFC, Fulbright bursu,
EEF, Ford Vakfı, D. Garnecie Vakfı vb. gibi) yararlanıp yetiştirdikleri adamlarıyla globalizme
hizmet edecek nicelik ve nitelikte”Küresel Seçkinler” yetiştirip Sivas Kongresi’nin Amerikan
mandacılarının, Demokrat Parti’nin, küçük Amerikancıların katkılarıyla uzun erimli
hedeflerine ulaşmış gibi görünüyorlar... Ne yapmalıyız?
Anti-emperyalist ve anti-kapitalist yurtseverlerin gündemini bu soru oluşturmalı... Çok
geç kalınmış olduğu gerçeğini algılayarak.
11 Temmuz 2001 günü bir gazetede Demirel’in aile fotoğrafı manşetten bir haberle
yayınlandı.33 Bu fotoğrafta yer alan Cavit Çağlar, Mehmet Eymür’ün kaleme aldığı MİT
raporunda, M. Ali Yılmaz’la yer almıştı. Demirel’in vefa ve gönül adamı olduğu söylenirdi.
Gerçekten de bu iki kişiyi Bakanlık koltuğuna oturtmaktan çekinmedi.
Demirel’in mafya babası olarak tanınan “İnci Baba”yla dostluğu da basına”
yansımıştı.34
Bunun gibi polis, ordu, hükümet, mafya bağlantısının kilit adamı olan Yasef Öztürk’le
de Demirel ailesinin bir dergide aile fotoğrafı yayınlanmış ama tepki çekmemişti.
Kuşkusuz Demirel’in aile fotoğrafları örneklediğimiz kadar değildir. Onun, kaba
hatlarıyla açıklamaya çalıştığımız ilişkilerini albümlere sığdıramazsınız. Her ne kadar
“Kontrgerilla tartışmaları havanda su dövmektir.” diyorsa da derin devleti ondan daha iyi
bilen bir kişi tasavvur edemiyorum.35 Türkiye’de Cumhurbaşkanı seçimleri hep sancılı
olmuştur. Hele ülkemizin böylesine istikrara gereksinim duyduğu bir dönemde önümüzdeki
seçim daha da önem kazanmış görülüyor. Uzun süredir Demirel’in yeniden Cumhurbaşkanı
seçilmesi için Anayasal düzenleme için olay gündemde tutuluyor ve bazı ittifaklar kuruluyor.
Demirel’in gerek yurtdışı ve gerekse yurtiçi kurmayı başardığı ilişkiler ağı içinde her ne kadar
hayatının hiç bir döneminde kendisi için bir şey istemese de ‘ülkenin o’na gereksinimi var’
diye düşünüyor; yeniden seçilmesini olası görüyorum.
Ülkemizi Mesut Yılmaz’ın tanımlamasıyla “Mafya Cumhuriyeti”nden kurtarıp özlemini
çektiğimiz düzene erişmemiz için...
Kaynakça ve Açıklamalar
1. Y.n. Daha önce Talat Turhan ve Orhan Gökdemir tarafından hazırlanan Mehmet
Eymür- Susurluktan Ziverbey’e Bir MİT’çinin Portresi, Sorun Yayınları, 6. baskı, Haziran
2005” isimli kitabta yayınlanan aynı adlı makalenin güncellenmiş şeklidir
2.
Talat Turhan, Orhan Gökdemir, Mehmet Eymür- Susurluktan Ziverbey’e Bir
MİT’çinin Portresi, Sorun yayınları, 6. baskı, Haziran 2005
3.
Mehmet Eymür, Analiz-Bir MİT Mensubunun Anıları, Milliyet Yayınları,
Ağustos 1991
4.
Y.n. Günümüzde toplumların gelişmişlik düzeyleri değerlendirilirken öncelikle
bakılan birkaç temel ölçütün arasında artık ‘hukukun üstünlüğü’, ‘demokrasi’ ve ‘insan
hakları’ da var. -Devlet Bakanı Mehmet Ali İrtemçelik: Cumhuriyet: 6 Eylül 1999 Özgen
Acar’la söyleşi
5.
Can Dündar, Celal Kazdağlı, Ergenekon-Devlet İçinde Devlet, 2. baskı,
Temmuz 1997, s.73-94.
6.
Talat Turhan, Orhan Gökdemir, Mehmet Eymür-Susurluk’tan Ziverbey’e Bir
MİT’çinin Portresi. s.122-127
7.
Y.n. Bizim bu öngörülerimiz daha sonra “Kurtlar Vadisi” isimli dizide bir
ölçüde yansıtılmış ancak suya sabuna dokunulmadan aktarılmıştır.
8.
Talat Turhan, Emperyalizmin Bataklığında
Operasyonu, Sorun Yayınları, 2. baskı, Mayıs 1999
İstihbarat
Örgütleri-Doruk
P-2 Mason Locası’yla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Enis Tezcan, Bir Ortaçağ Mafyası Tapınakçılar, Sayfa Yayınları, sh. 79, sh. 89
9.
İktidarda Mason Oyunu-Milliyet: 13 Nisan 1989
10.
TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Raporu
11.
Talat Turhan, Çeteleşme, Akyüz Yayıncılık, 1999, s. 105-124
12.
Talat Turhan, Bomba Davası Savunma-2, 1986
13.
Talat Turhan’ın Savunması, 7. Klasör, Dilekçelerin eleştirisi
14.
Marmara Brifingi; Devletin Gözüyle Sağ ve Sol Örgütler, Kaynak Yayınları,
Nisan 1995, (Talat Turhan’ın önsözüyle)
15.
Y.n. Talat Turhan’ın 10 Klasör, 4500 sahifeden oluşan ve 1975 yılında
mahkemeye verilen savunmasının 1. Klasörü olan ‘Politik Savunma’ya bakınız.
Bu bölümün özeti 1986 yılında Bomba Davası Savunma I adlı yapıtımda yayınlanmış
bu konulara yer verilmiştir.
16.
Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla,1992 ve Kontrgerilla Cumhuriyeti,1993 adlı
yapıtlarıma bakınız.
17. Milliyet: 17 Kasım 1990
18. Yeni Asya: 4 Aralık l990
19.
Can Dündar, Celal Kazdağlı, Ergenekon-Devlet İçinde Devlet, 2.baskı,
Temmuz 1997, s.73-94.
20.
En Kirli Yeraltı Örgütü, Sabah, 23-28 Aralık 1996: Anılan dizi yazıdan
Hazırlayan: Mehmet Yalçın, Mehmet Tez, Şahin Artan “Talat Turhan, söylediği olaylarla
diğer NATO ülkelerindeki olaylar arasındaki paralellikler de var.”
21.
Talat Turhan, Doruk Operasyonu, Sorun Yayınları, 1. baskı, Ağustos 1989, s.
85-97
22.
Talat Turhan, Mehmet Eymen, Mont Pelerin-Küresel Sermayenin Beyni, İleri
Yayınları, Mart 2005
23.
Y.n. - 2. Körfez Savaşı ve Afganistan’ın işgalinden önce yazılmıştır.
24.
Ayrıntılı açıklama için Bkz. Talat Turhan, Küresel Çete, İleri Yayınları, Şubat
2005. Ayrıca bu kitabın “önsüz yerine” bölümündeki şemaya bakılabilir.
25.
Ocak 1968
Bu vesika karşısında lütfen saygı ile eğiliniz Sayın Demirel, Yeni İstanbul, 26
Demirel’i Kızdıran Soru: Mason musunuz?, Hürriyet: 8 Haziran 1989
26.
Y.n. Bu konudaki ilk açıklama 1975 yılında mahkemedeki savunmamla
yapılmıştır. (Bomba Davası, Savunma 1 adlı yapıtıma bakınız.)
- 1999’da yayınlanan Çeteleşme adlı yapıtımda internetten yararlanıp, bu konuda
ayrıntılı bilgi vermeye çalıştım.
- Bakınız: “Demirel’i ikinci kez, önemli kişiler yetiştiren EEF örgütü Amerika’ya
çağırdı .”,Örsan Öymen, Milliyet: 12 Şubat 1976
27.
Y.n. NGO (Non Goverment Organisation)’lar STK genellemesi içinde bilinçli
olarak gizlenmektedir. Dış güçlerce finanse edilen bu kuruluşlar globalizme hizmet etmekte
ve ulus devlet aleyhine çalışmakta ve misyonerlik çalışmalarını sürdürmektedirler. (Bakınız:
Mont Pelerin ve İleri dergisindeki Talat Turhan ve Mehmet Eymen tarafından kaleme alınan
“AEGEE: Küresel Çeteleşmenin Gençlik Cephesi” adlı makale.
28.
Mafya, CIA, George Bush- ABD’de Devletin En Yüksek Kademelerine Kadar
Çıkan Yolsuzluk Skandalı, Pete Brewton, Milliyet Yayınları, 1. baskı, İstanbul, Eylül 1993,
Çeviren: Şen Süer Kaya (Bakınız: ‘Siluet ve Gölge’-Güneri Civaoğlu- Milliyet: 10 Kasım
1996)
29. Talat Turhan, Orhan Gökdemir, Mehmet Eymür-Ziverbey’den Susurluk’a bir
MİT’çinin portresi, Sorun Yayınları, 9. baskı, Eylül 2000,s. 271-292.
Talat Turhan TÜSİAD’ın girişimleri ve Henry Kissenger’ın iç yüzü.
30. Talat Turhan, Orhan Gökdemir, Mehmet Eymür-Ziverbey’den Susurluk’a bir
MİT’çinin portresi, Sorun yayınları, 9. baskı, Eylül 2000,s. 271-292.
Talat Turhan TÜSİAD’ın girişimleri ve Henry Kissenger’ın iç yüzü.
31.
Y.n. Bildirberglerin listesi için bkz. s.81
32.
Y.n. Chase Manhattan Bank’ın İstanbul’daki şubesi bulunmaktadır. Müdürü
İsak Antika’dır; Yahudi asıllı bir vatandaşımızdır.
33. Demirel, İçini Kissinger’a Döktü, Hürriyet: 6 Nisan 1995
34.
Talat Turhan, Kissinger: ‘Küçük Amerikacıların akıl babası, 13 Ekim 1996
- Talat Turhan, Darbeciden Dürüst Politikacı Dersi, , Evrensel, 14 Ekim 1996
- Talat Turhan, Yüzbaşı Henry Kissinger, Bizim Gazete: 21 Ekim 1996
- Talat Turhan, Kissinger’dan Siyasette Kalite Dersi Almak Utançtır, Aydınlık, 10
Kasım 1996
35.
Milliyet, 11 Temmuz 2001
36.
Yargı “Baba”sını Kaybetti, Gerçek dergisi- Kapak: 21 Ağustos 1993
37.
Mesut Yılmaz: “Türkiye Mafya Cumhuriyeti’ne dönüşmüş. Bu olayların
içinde siyasiler, devlet görevlileri ve mafya vardır” -Siyasilerle çeteler içiceDürdane Kırçuval’ın haberi, Cumhuriyet, 21 Ekim 1998
1.
Yn. Mesut Yılmaz’ın 1988 yılında Ankara, Çankaya Mason Locası’na
kaydolduğunu Mustafa Akgün’ün Yahudinin Tahta Kılıcı adlı kitabının üçüncü baskısında,
1996, Rahmet Kitap Kulübü, iddia ediyor. (Kitapta, s. 350-51’de ‘Çankaya L.:1988
Yıllığı’nda, Mesut Yılmaz’ın Mason Locasına üye olduğu yazılıdır.)
2.
Y.n. Mesut Yılmaz, Erdal İnönü ve Selahattin Beyazıt ile 1990 yılında ABD’de
Glen Cove- Newyork’da yapılan Bilderberg toplantısına katıldığı yazıldı. Hürriyet: 15 Mayıs
1990
3.
Yn. Mesut Yılmaz’ın globalleşmede önü açık görünüyor. İddia doğru ise
masonluk -Bilderberg üyeliği- Başbakanlık çizgisi onun global etkisini daha da artırabilir.
4.
Y.n. Bir yerde yanlış yapmış olmalı ki, küresel seçkinler arasına katılmış
olmasına karşın halen Yüce Divan’da yargılanıyor. Sonucunu göreceğiz.
ABD-CIA-Pentagon-NATO-Gladio Uzantısındaki
Hizmet Ediyor?1
İstihbarat
Örgütleri
Neye
Bizler, 10’larca yıldır düzenin bozuk olduğunu iddia ederiz; yalnızca ve salt bu iddiayla
da kalmaz, sözümüzün arkasında durduğumuzu da kanıtlarız; “bozuk düzen”in oluşmasında
rol alanlarla birlikte, neden-sonuç ilişkisi bağlamında bazı saptamalarda ve yorumlarda da
bulunuruz...
Yaptığımız saptama ve yorumlarımızı büyük ölçüde hayat da doğrulamıştır.
Birinci basımı 1989 yılında yapılan Doruk Operasyonu isimli kitabımda yer alan
konuların çoğunluğu daha da güncelleşerek, 2005 yılına geldik. Bu süreçte “düzen
bozukluğu” bağlamında yaşananları yirmi yıl önce hayal bile edemezdik. Olay ve olguları
irdelerken devrimci sezgilerimizi de katarak önemli ipuçlarını yakalamış ve bu konuyu
okurun değerlendirmesine sunmuştuk. “Susurluk” kazasının ortaya çıkması ya da çıkarılması,
politikada, bürokrasinin her iki kanadında vb. pek çok alandaki yozlaşmayı ortaya çıkarıpdökmüş olmasına karşın, bu konu örtbas edilmeye çalışılmış, büyük halk kitlelerinin
bilinçlenmesi, ve emperyalizmin çirkin yüzünün daha da öğrenilip kavranılması gizlenip
saklanmak istenmiştir. Bunda da başarılı olunduğu görülmektedir...
Aslında, TBMM Susurluk Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış bile olayın
kapatılacağı inancındadır; bu kanısını da açıkça ifade etmektedir. Eski MİT görevlisi Mehmet
Eymür, Danıştay’a sunduğu savunmasında2: Susurluk olayından sonra “Yeşil”-Mahmut
Yıldırım- adının bilinçli olarak ortaya atıldığını iddia ediyor ve ekliyor: “Böylece adalet
mekanizmasını da gerçeklerden uzaklaştırdılar. Benim tanıdığım Yeşil yaşasaydı bu
suçlamalara izin vermezdi.” (...) “Jandarmanın, polisin ve bizim -MİT- görevlerimizi yerine
getiren Yeşil, jandarmanın, polisin verdiği istihbarat görevlisi kartını, telsizini, silah ve
patlayıcı maddeyi taşıyan Yeşil, neden korkup saklanacak ki? Korkup saklanacak olanlar ona
kanunsuz görevleri veren resmi kişiler.”
Kuşkusuz, emperyalist-kapitalist sistemin konumu, mantığı ve işleyiş kuralları bir yana
itilerek bu olay ve olguların analizi ve aralarındaki çelişki, kişilere indirgenemez.
Emperyalizme bağımlı, “alt emperyalist” ve “taşeron” olarak bazı sıçramalar yapmak isteyen
sistem ve egemen gerici sınıflar koalisyonun iç mantığı da olay ye olguları kişiler bazında ele
almak cihetine girmiştir.
Mehmet Eymür’ün açıkladığı gibi, Yeşil’i jandarma, polis ve MİT “kanunsuz
görevlerde” kullanmışsa, burada birincil sorumluluk yürütmenin başına düşer...
Eymür, o konuya da açıklık getiriyor: “Yeşil’in kullanıldığı operasyonda dönemin
başbakanı Mesut Yılmaz’in onayı var...” Mesut Yılmaz, Eymür’ün açıklamasından bir gün
sonra onu onaylıyor:3 “Operasyondan haberim olduğu doğrudur. Ama benim değil bütün
kamuoyunun haberi vardı.” Kamuoyunun haberdar olması başbakanın sorumluluğunu ortadan
kaldırmaz ki... Mesut Yılmaz ekliyor: “Çetelerle mücadelemiz siyasi iktidarın belirlenmesinde
vatandaş için kriter olması gerekir.” Binbir kuşatma ve akıl almaz yabancılaştırma
yöntemleriyle yanıltılmış “vatandaş” acaba bu ölçütü seçimlerde değerlendirebildi mi,
göreceğiz!..
Eymür, ABD’ye gitmeden önce Başbakan Mesut Yılmaz’ı ziyaret ettiğini, Başbakan’ın
kendisine: “Sen bu memleket için lüzumlu bir insansın, 1-2 sene Amerika’da dinlen, sonra
yine beraber çalışacağız.” dediğini ve konuşma sırasında Yılmaz’a: “Alaaddin Çakıcı’nın
elinde ‘Mesut Yılmaz’ın yer değiştirip kaçması’ için haber yolladığına dair bant olduğunu”
açıklamış, daha sonra da görüşmeye Eyüp Aşık’ın da katıldığını belirtmektedir.4
Mehmet Eymür, bozuk düzenin, kapitalist anarşinin adeta topografyasını çıkartıyor.
“Küçük Amerika” özlemleri gerçekleşmiş, CIA ve NATO’ya deli bağlar misali bağlanmış
ülkemizde bunların olacağı bir rastlantı değildi elbette...
Burada Mehmet Eymür’ün günümüzdeki tavrının neden ve niçin vb. gibi sorulara
verilebilecek yanıtlar ikinci dereceden, ayrı bir yargının kapsamına gireceğinden üzerinde
derinlemesine durmuyoruz. Konunun önemi ve kapsamı zamanla daha çok ortaya çıkacaktır.
O zaman yapılacak analizler yanında, psikologlara da iş düşeceğini sanıyorum... Bakın Eymür
hangi saptamalarda bulunuyor:
- Terör uzmanı bir polis şefi silah kaçakçılarıyla ortaktı.
- Cinayet masasının amiri, mafya cinayetlerini örtbas etmekle görevliydi.
- Bazı valiler babalara mektup yazıp, makam arabası hibe etmeleri için özel ricada
bulunuyordu.
- Emniyet Genel Müdürü, bu göreve bir baba tarafından tayin edildi.
- Üst rütbeli bazı subaylar, tanınmış bir gazinoda bedava yemeye karşılık, babaların
askerlik işlerini takip ediyordu.
- Dünyaca ünlü uyuşturucu kaçakçısı, ülkenin kaderini değiştiren ihtilâl lideri
generallerden birine İsviçre’de villa aldı.5
Mehmet Eymür, “Susurluk Çözülmez” yargısına da açıklık getiriyor:
Kanaatimce Susurluk olayının tam olarak çözülmesi zordur. (...) Sonyıllarda iki tip
illegal faaliyet sürdürülmüştür. Bunlar Devlet yararına olduğuna inanılan işler ile çıkar
sağlamaya yönelik faaliyetlerdir. Her iki faaliyet iç içedir. (...) Devlet yararına olduğuna
inanılan işlerin açıklanması ülkeyi zora sokabilir. (...) Devlet yararına yapıldığına inanılan
işler belli bir emir-komuta zinciri içinde yerine getirilmiştir. Emirleri icra eden kişiler ulvi bir
görevi yerine getirdikleri inancı ile bu işleri yapmışlardır.
Eymür, aynı bakış açısıyla “şerefli vatansever tetikçi”lerden(!) söz ediyor. Peki bu
kimselerin kullanılması yasal mıdır? Yasal değilse ya da devlet adına iş yapıyorum derken, bu
arada kendi adına uyuşturucu ticareti yapan tetikçinin -Ölüm Mangası lideri ya da elemanıeyleminden siyasi iktidarlar sorumlu değil midir? Bu sorular sistemin mantığına göre bile
sorulmuş olsa, kimse ağırlığının altından kalkamayacaktır.
Eymür, bir anlamda bu soruya da yanıt veriyor: “soruşturmaların ‘önemli makam’lara
ulaşınca kestirildiğini veya ifadelerin değiştirildiğini, para gücünün, her şeyi örtbas etmesi ve
satın alması, resmî kişilerin ‘müesseseler yıpranmasın’ gibi ciddiyetsizlikleri sonucu bu güne
gelindiğini”, “günümüzde siyasi güçte kazanan yeraltı dünyası, kendisiyle uğraşan resmî
görevlilerden çekinmeye başladı. Ayrıca “hazırladığı ünlü MİT raporundaki bilgilerin de
bugün çoğunluğunun doğru çıktığını da” açıklamaktadır.
Eymür’ün bu konudaki kimi yorum ve saptamalarına katılmamak olanaksız. Ancak,
bütün bu kokuşmuşluğun bir adı ve sorumlusu olmalı. Eymür bunları siyasal-sosyal devrimini
gerçekleştirmiş bir siyasi iktidara değil, kuşkusuz, en azından 50 yıldan beri ABD
güdümündeki bir bozuk düzenle her türden çıkarları örtüşen siyasi iktidarların bu oluşumun
birincil sorumluları olduğunu bilerek “görevini” yerine getirdiğini sanmaktadır. Kanımca,
istihbarat örgütleri ve sistemin bütünleyici bir parçası olarak, bürokrasinin her iki kanadının
da bu hiyanete bilinçli olarak ortak olup ülkemizi “Mafya Cumhuriyeti”ne dönüştürmüşlerdir.
Bu ülkede, “uluslar ötesi” tekelci sermayenin avantalar ve yağmalar ülkesinde daha da
“Karun” olması için neler yapılmaz ki... Koç ve Sabancı ve diğer holdinglerin yüksek
çıkarlarını kollayan bir “demokrasi” de, MİT görevlisi Eymür de böyle bir “dokunulamayan
adam” kimliğinde olur... Gizli cinayet şebekelerinde “kirli işlerini” temizlemek için kullanılan
tetikçiler de, isimleri afişe edilen faşist bozuntuları gibi olur... Yeri gelmişken söylemek
durumundayım, çeşitli niyet ve gerekçelerle bozuk düzene karşı isyan ederek ayağa kalkan
bütün devrimciler, polis, işkence, cezaevi deneyimlerinde davasına sahiplenir, en anlamlı
zamanlarını içerde bırakır, aç ve işsiz kalır, ya da çeşitli kıyım ve kırımlardan geçirilir...
Mesut Yılmaz, bir gazetede yer alan açıklamasında: “Çetelerin büyümesi devletin
zaafındandır. Türkiye, Mafya Cumhuriyeti’ne dönüşmüş. Biz, devleti bu zaaftan kurtardık.”
diyebilmektedir.6
Hayali ihracat, İLKSAN, faili meçhul cinayetler (keyfî-fiilî infazlar), kayıp silahlar,
Susurluk kazası, uyuşturucu ticareti, kara para aklanması, vb. gibi sorunlar orta yerde
dururken, Mesut Yılmaz, bu türden bir “başarıyı” acaba nasıl gösterebiliyor?..
Biz, Mesut Yılmaz’ın “yeni keşfettiğini sandığımız bu türden saptamaları yıllar
öncesinde yayınladığımız çeşitli kitap ve yazılarımızda, ayrıca, Kontrgerilla Cumhuriyeti adlı
kitabımızda, sorunun “uluslar ötesi” emperyalist sisteme ilişkin boyutunu öne çıkarmaya
çalışmıştık. Bunların yanı sıra Doruk Operasyonu adlı kitapta ise, çeşitli istihbarat örgütlerinin
konumunu, bu arada MİT içinde Hiram Abas ve Mehmet Eymür’ün başını çektiği, ve yine
ayrıca emperyalizmin gizli-açık cinayet şebekeleri ve örgütleriyle organik ilişkili masonik
kanadın varlığını, bu bilinçli “sızma”yı neden içimize sindiremediğimizi, devrimci ve
yurtsever kimliğimizle açıklamaya çalışmıştık. Bunun gibi, eğer “ulusal çıkar” söz konusu ise,
“milli” olan (olması gereken) bir kurumun saygınlığını koruması ve bu sıfata layık olabilmesi
için ön koşulun “uluslar ötesi” emperyalist örgütlere üye olan kişilerin teşkilatta
görevlendirilmemesi gerektiğini vurgulamıştık...
Aslında olay derinliğine araştırılabilse İtalya’daki P-2 Mason Locası’nın bir benzerinin
ülkemizde sahneye konulduğu ortaya çıkarılabilirdi.
Oysaki siyasi iktidarların duyarlı kilit noktaları, angajmanları yıllar öncesi yapılmış ve
kapitalist enternasyonalin en tehlikeli örgütlerinden masonlar, premasonik örgütler ve
masonluk üstü kuruluşların örgüt elemanlarınca çoktan tutulmuş olduğundan, olaylar (bir
anlamıyla) bir türlü aydınlanamamaktadır. Türkiye’yi açık-gizli örgütleriyle kuşatan
emperyalizm o denli donanımlıydı ki, sistemin işleyiş kuralları ve mantığı bile
işlemeyebiliyordu... Cumhuriyet, demokrasi, hak-hukuk, anayasa ve yasal düzenlemeler,
burjuvazinin yasallık ve meşruiyetine ilişkin söylem ve savlarıyla bir kalemde silip
süpürebiliyordu...
Bütün bu konulara 1999’ da yayınlanan Çeteleşme adlı kitabımda yeterince
değinilmiştir.
İtalyan Gladiosu’nu ortaya çıkaran araştırmacı-gazeteci A., “Çatlı, Gladio’nun merkez
kadrosundaydı...7” demektedir. ABD’nin çıkarları doğrultusunda, CIA ve Gladio’nun, hemen
hemen bütün dünyada manipüle ettiği, kışkırttığı, kullandığı birinci, ikinci, üçüncü vs.
dereceden örgüt ve kişiler, yerine ve duruma göre sansasyonla magazinleştirilerek
sunulmaktadır. Böylelikle sorunun ana kaynağına inilmemiş, sözümona kitleler yanıltılmış
olunuyor... CIA’nın ya da pekçok istihbarat örgütünün yöntemlerinden biri de, konuyu kişi
veya örgütlere indirgeyerek sunan, basın, yayın, TV, vb. gibi araçlar arasında bir “rekabet
hissi” yaratıp-pompalamak, emperyalizmin kucağındaki kurumlar arasında çözümsüz
çelişkiler varmış gibi yanılsamalı düşünceleri ortaya sürmektir. Böylelikle emperyalizmin ne
teorik-ideolojik kimliği, ne sınıfsal konumu kavranılmamış olacaktır(!) İşçi sınıfı ve emekçi
halkların gözünden ustaca saklanan bir emperyalizm ve onun yerli ortakları, “yeni dünya
düzeni”, “küreselleşme”, “sosyal barış”, “insan hakları” ve “demokrasi” şampiyonluğuna
soyunur... Ayrıca, emperyalizm, hegemonların “dünyayı yönetme” nihaî amaçlarını
maskeleyerek, “ulus sevgisi” ve “yurtseverlik” vb. gibi henüz emperyalizm tarafından kirlenip
tahrip edilmemiş duyguları, bu arada “ulus” ve “ulusal çıkar” gibi emperyalizmin başını
ağrıtan “belâ”lardan kurtulmak isteyişi olgusunu da vurgulamak gerekiyor...
Emperyalizmin gizli terör örgütleri ağıyla bütünleşmiş kuruluşların başındaki bütün
kişilerin ideolojik-teorik esin kaynağı daima, ya İtalyan faşizmine ya da Alman Nazizmine
çıkar. Günümüzde ABD faşizmi, bunları “sollamış”tır. Gladio’nun Türkiye ayağında şu ya da
bu düzeyde görev yapan veya kullanılanların tamamı da ırkçı-faşist ideolojinin uzantısında
yeralmışlardır. Görünen o ki, yalnızca en üst yönetimde bulunanların masonik yapılarına özen
gösteriliyordu.
İtalya’nın ünlü faşisti Stefano Delle Chiaie, faşist yönetimlere pekçok hizmet sunmuş.
İtalya, Almanya, Fransa, İspanya, Venezüela vb. ülkelerde, CIA’nın “gerilim stratejisi”
doğrultusunda görev yapmıştı. “Abdullah Çatlı’nın arandığı 1982’de, gerçek kimliğiyle kontra
eğitim merkezi Miami’de ABD’ye giriş yaptığını (...), hem de İtalyan Gladiosu’nun önde
gelenlerinden Stefano Delle Chiaie’yle birlikte (...) Çatlı’nın hocası; İtalya’nın yaşayan en
ünlü faşisti, Franco’dan Salazar’a bir sürü diktatörün “danışmanı” ve Latin-Amerika
kontrgerillalarının eğitmeni.. .”8 olduğu biliniyordu.
Susurluk kazası, şimdiye kadar adeta bir “sis perdesi” altında tutularak gizlenmeye
çalışılan gizli örgüt ile birlikte, pek çok olay ve olguyu ortaya çıkardığı gibi, Gladio ve
istihbarat örgütlerinin nasıl ve hangi amaçlar çerçevesinde kullanılmış olduğunun da önemli
işaretlerini vermiştir.
Emperyalizmin kışkırtıp kuşattığı, hedef gösterdiği cinayet ve “kirli işler”de kullandığı
kimseler, her ne kadar “vatanseverdik” kisvesine bürünerek savunma konumuna gereksinme
duymuş olsa bile, her “kirli iş”in tamamlayıcısı (ikizi) uyuşturucu, silah, para ve kadın
“aksesuarı” mutlaka aranacaktı...
“Parasal” ilişkileri araştıran bir gazete, “Korkut Eken, İbrahim Şahin ve son olarak
Mehmet Eymür: Kimi emniyetçi, kimi istihbaratçı ama sonuç olarak hepsi devlet memuru.
Dolayısıyla kullandıkları lüks cipler memur maaşından ‘artırılarak’ alınabilecek cinsten değil.
Kimi ‘Benim cipim yok’ diyor, kimi arkadaşından “ödünç” aldığını söylüyor ama, MİT/
Kontrterör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür’ün kullandığı Chevrolet marka cip bizzat
kendisine ait. İşin ilginç yanı, Eymür’ün 90 bin dolar değerindeki cipi polis tutanaklarında
ismi sıkça geçen, cezaevini ‘şereflendirmiş’ eski bir ülkücüden ‘devralmış’ olması.”9
Vukuatı ayyuka çıkan M.Eymür’ün Washington Büyükelçiliği’ne hukuk müşaviri
olarak atandığı (...) “Virginia Eyaleti’nde bir apartman dairesi ile son model iki otomobil satın
aldığını” (...) “bunların yaklaşık 150 bin dolar değerinde olduğu”10 ve böylelikle “hini
hacette” gelecekte sunacağı hizmetleri için nasıl korunduğunu ortaya çıkarmıştır.
Daha sonra “ABD’ye yerleşme planları” yaptığı yolundaki haberlerin doğru olmadığını
savunan Eymür, “Çağrıldığım gün Türkiye’ye hemen dönerim.” demeyi de ihmâl etmedi.11
Eymür: “MİT’in iç operasyonlarda faal rol alması gayet doğaldır. MİT, başında ‘milli’
kelimesi bulunan birkaç devlet kuruluşundan biridir.”12 diyerek 1971 sıkıyönetim
koşullarında gerçekleştirilen, 30 Mart 1972’deki Kızıldere operasyonunu ve kimi devrimci
gençlerin katledilmesi olaylarını “doğal” ve “olağan” göstermektedir.
Gestapo ve Nazi istihbarat örgütlerinde yaptığı görevlerden sonra CIA’ya da “hizmet”
servisi sunan Gehlen”in “yöntemlerinden”13 esinlenen Eymür, mevcut anayasa ve yasal
mevzuatı nasıl çiğnediğini, Gestapo ve Gladio’nun mantığına göre şöyle açıklamaktadır: “Bir
istihbarat servisinin, devletin diğer kuruluşları için konulan kurallarla yönetilmesi her zaman
mümkün değildir.” demektedir.14
Eymür’ün “vukuatı” bütün olaylarda sırıtıyordu. “Ünlü MİT raporunu yazan Mehmet
Eymür’ün müsteşar yardımcılığına atanması, operasyon yetkisi verilen özel timlerin başına
getirilmesi (...) TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk, Milli Eğitim Bakanı (Dönemin
İstanbul Valisi) Nevzat Ayaz ve Devlet Bakanı Mehmet Ali Yılmaz’a (Trabzonspor Başkanı)
giderek, “Size mafya diyerek bunları raporuna geçiren Eymür’ün himaye edilmesini
durdurun.” dediler. Cindoruk ise, Eymür’ün MİT içindeki etkinliği konusunda özel
müşavirlerinden bilgi aldı. Cindoruk, kendisine gelerek, “Ağırlığınızı koyun Eymür köşesine
çekilsin. Sizinle birlikte Eymür’e karşı biz de ortak girişimde bulunalım.” diyen DYP’li bakan
ve milletvekillerine, “Devletin bekası için bir tuğlaya ihtiyaç varsa; o tuğlanın konmasına ben
yardımcı olurum, tuğlayı kırmam.” yanıtını verdi. Böylelikle MİT’e darbe önlenmiş oldu.
Eymür, skandaldan sonra Antalya’ya yerleşmişti. Çiller’in Başbakan olması üzerine MİT
Raporu’nda suçlananlardan eski Bölge Başkanı Nuri Gündeş, Başbakan’ın özel güvenlik
danışmanı, Mali Şube eski müdürü Cevdet Saral Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele
Daire Başkanlığı’na getirilmişti.”15
Eymür, 1988 yılında kendisi tarafından hazırlanan MİT Raporu’nun “hukuki bir
sorumluluk getirmediğini”,16 TBMM Susurluk Komisyonu’na verdiği 26.12.1996 günlü
ifadesinde de belirtmiştir. Tolga Atik, Erkan Gürvit vb. isimlerle olan ilişkileri, “Tarık
Ümit’in MİT teşkilatının görev sahasına giren konularda istihbarati olarak kullanılan bir kişi
olduğunu,”16 Haluk Kırcı’nın nasıl gözaltına alınıp bırakıldığı, “1982 yılında Dündar Kılıç,
Şükrü Balcı ve diğer kaçakçılık konularında uyuşturucu kaçakçılığı konusunda bazı ifadeleri
olduğunu, kimlerin “özellikle uyuşturucu kaçakçılığı konusunda emniyet birimlerine yardım
ettiğini genel hatlarıyla bildiğini,”16 “MİT teşkilatına zaman zaman özellikle ihtilâller ve
sıkıyönetimlerinden sonra özel görevler verildiğini, kendisinin de birçok kez bu tür görevlerde
yer aldığını, bunların kanuni görev sınırlarını aşan görevler olduğunu,” “birkaç kişinin yaptığı
olumsuz şeyler varsa bunların ortaya çıkmasını kendisinin istediğini,” “olayların yabancı
istihbarat teşkilatlarıyla bağlantılı yönlerinin araştırılması gerektiğini,”16 “Abdullah Çatlı gibi
kişilerin sadece suç yönünden değil, yabancı istihbarat teşkilatlarıyla bir bağlantıları olup
olmadığının da incelenmesi gerektiğini,” bir “hukukçu” kimliği ve “uzmanlığıyla ifade
etmiştir!..
Burada yeri gelmişken sıcağı sıcağına şu saptamayı yapmalıyız: Gladio ve istihbarat
ağında kullanılan tetikçi, taşeron, katil, ülkücü, lümpen vb. gibi pekçok “insan” malzemesi,
Eymür benzeri sorumlu kimselerin, “A Takımı” kadrolarıyla bütün siyasi partilere
dağılanların sayesinde olduğu anlaşılmaktadır. 12 Mart ve 12 Eylül gibi açık veya örtülü faşist
yöntemlerin pervasızca kullanılageldiği, sıkıyönetim ve olağanüstü hal sürecinde daha
pervasız bir üst konuma sıçrama başarısını göstermiştir. Bu dönem kır ve kent burjuvazisinin,
Koç ve Sabancı vb.’lerinin yanı sıra Anadolu Kaplanları’nın daha da palazlanıp büyüdüğü bir
dönemdir. 1989’larda dünyanın 500 tekelci en büyük şirketi arasında 134. sırada bulunan
Koç, 1998’de 55. sıraya gelmiştir. “Anadolu Kaplanları”nın ise, hem siyasal hem ekonomik
açıdan uluslararası tekelci sermaye ile “nasıl bütünleşiriz” ölçütüyle öne çıktığını görüyoruz.
Türkiye’deki, 12 Eylül ara rejimi bir ölçüde, devam ediyor. Emperyalist-kapitalist ilişkilerin,
NATO’cu politikaların, doğal bir uzantısı olan Gladio ve istihbarat örgütlerinin konumunu bu
bağlamda değerlendirmek durumundayız. Gladio, mafya, gizli cinayet şebekeleri sömürücü
kapitalist anarşik ilişkilerinin bir bileşeni ve vazgeçilmez parçasıdır. Mevcut siyasi iktidarlar,
aşağıdan gelen sosyal muhalefetin baskısıyla ne esnemiş, ne de geri adım atmıştır. Türkiye’de
“tutarlı bir demokrasi” mücadelesi verdiğini ileri süren siyasî partiler bile bu sorunun üzerine
gidemiyorsa, Susurluk kazasıyla yalnızca “Pandora Kutusu”nun kapağı aralanmıştır. Hepsi o
kadar...
Başbakan Mesut Yılmaz, “Siyasi, çetelerle iç içe”16 ve “Türkiye Mafya Cumhuriyeti’ne
dönüşmüş. Biz devleti bu zaaftan kurtardık”16 derken sorumluluğu altında yapılan istihbarat
örgütlerinin nasıl yasadışı bir konuma düştüğünü bildiği halde, onları koruduğu anlışılmıştır.
ANAP’lı milletvekili ve bakan Eyüp Aşık “Trabzon seninle gurur duyuyor!”
sloganlarıyla karşılanırken mafya elebaşlarından ülkücü Alaattin Çakıcı ile yaptığı “mahut”
telefon görüşmelerini, Aşık’ın “Çeteler devleti teslim alıyordu,”17 yolundaki savunmasını
büyük bir pişkinlikle destekleyen Mesut Yılmaz’ın “demokratlığı” da bir hayli yara alacaktı...
Gladio ile ilişkili ve istihbarat ağında adlan geçenler çoğunlukla, ailece bu işin
içindeydiler. “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın oğlu Murat Yıldırım MHP’nin 18 Mayıs
1997 günü yapılan kongresinde olay çıkarıp ruhsatsız silahla havaya ateş açmıştır. Murat
Yıldırım, “Adem Özbay, Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı Azmi Karamahmutoğlu, Mustafa
Hakan Üner, Yılmaz Ünal ve Aytekin Yıldırım’ın da aralarında bulunduğu 50 kişilik bir
grupla birlikte MHP’nin 5. olağanüstü kongresinde olay çıkarmıştı.”18
Haluk Kırcı’nın “vukuatı”19 öteki MİT ve CIA güdümlü kimselerinkine benzemektedir.
Bahçelievler’de, 7 TİP’linin hunharca katledilmesi, pek çok kirli iş ve cinayetlerin sanığı bu
kişinin, Susuzluk kazasından sonra da korunarak serbest kalabilmesi, ve en sonunda
yakalanışı, Gladio ilişkili istihbaratın üzerindeki “şalı” açmaya yetmeyecektir. Kırcı “İdam
cezasına mahkûm olduğu için askeri hastane psikiyatri servisinden aldığım (askerliğe)
elverişli olmadığıma dair rapor nedeniyle askere gitmedim.”20 diyerek ne denli “koruma”
altında olduğunu gizleyememiştir. “Urfa’da yakalanan silahlar Kırcı ekibinin” haberi de bu
türden işlere girenlerin eylemleri için hangi ilişkiler içinde olduğunun kanıtıydı. Kırcı,
ifadesinde: “Çatlı bana MİT’ten Mehmet Eymür’ün görev teklif ettiğini, kendisinin kabul
etmediğini ancak Korkut Eken’in teklifini geri çevirmediğini anlattı. Eken’in
görevlendirilmesinden Ağar’ın bilgisi vardı. Çatlı’nın İbrahim Şahin’le de ilişkisi vardı.
Yemeğe gittiklerini biliyorum. Korkut Eken, Abdullah Çatlı’ya yurtdışı operasyonlarda
kullanılmak üzere sayısını bilmediğim miktarda Uzi tabir edilen silah vermiş. (...) Çatlı’nın
sürekli yanında taşıdığı içinde tüm ilişkilerini kayıt ettiği defter ve rehberlerle Mikro Uzi silah
bulunan şifreli Bond çanta Susurluk kazasından sonra kayboldu.”21
Haluk Kırcı, 7 TİP’li öğrencinin Ankara-Bahçelievler’de katledilmesiyle ilgili bir
soruya, “Şimdi pişman mısınız?” sorusuna, “Evet pişmanım. Yaptığımız hayvanlıktı,
vahşetti...”22 diyerek yanıtlamıştır.
Haluk Kırcı çok açık biçimde korunduğu bilinen konumuyla, “Katliamdan sonra
Erzurum’da görüştüğü, dönemin ÜGD Genel Başkanı, halen BBP Genel Başkanı Muhsin
Yazıcıoğlu’nun, “Yakalanırsan hiç acımadan Abdullah Çatlı’yı suçla ve onun evinde
saklandığını söyle. Çünkü Çatlı son zamanlarda teşkilata ters düşmeye başladı.” dediğini
aktarıyor. Kırcı, Yazıcıoğlu ile görüşmesi konusunda, “Suçu tamamen üstlenmemi söyleyerek
beni teskin etti.” açıklamasını yapıyor.”23
“Susurluk davasında ilk kez sorgulanan faşist katliamcılardan Haluk Kırcı, suç ortağı
Abdullah Çatlı’nın devlet tarafından kullanıldığını savundu. Kırcı, Çatlı’nın eylemlerini
aralarında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de bulunduğu birçok siyasetçinin bildiğini
öne sürdü.”24 Kırcı, savunmasında: “Haluk Kırcı, 1980 öncesi olaylara katılmıştır. Hattâ
cinayet işlemiştir. Hiçbir şekilde gurur duyacağım bir şey değildir. Ben şiddete en karşı olan
insanlardan biriyim. Ülkücü kesimin silahlarını bırakması gerektiğini, terörün ve şiddetin yine
terör ve şiddet getireceğini söyleyen ilk kişiyim.(...) Bizim jenerasyonumuz mahvoldu.
Abdullah Çatlı gibi bir değer, belki de dünyaya bir daha gelmeyecek. Ama o Türkiye’nin en
büyük katili.”25
Gladio ilişkili istihbarat sonucu gerçekleştirilen cinayet ve katliamlardan sonra MİT’in
yeni bir çehreye büründürülmesi kaçınılmaz olacak ki, MİT yetkilileri çeşitli paneller,
söyleşiler düzenlemiş, bazı etkin gazetecilerle röportajlar yapma gereksinimini duymuştur.
MİT’in idarî, personel, eğitim vb. alanlarda daha özenli çalışması gerektiği vurgulanıyor.
İstihbarat yerine katliamlarla, failî meçhul (fiili-keyfi infazlarla) iş bitirmenin faturası kime
çıkartılacaktır? Yetkililer, “taşeron devri bitti.”26 demekle anayasal ve yasal konumunun
dışına çıkanlar, Çatlı, Kırcı, Yeşil vb.’lerine bütün “suçu” yıkıp temize çıkamazlar. Bir MİT
yetkilisinin bir gazeteciye verdiği demeç oldukça düşündürücüdür: “Yeşil’in kullanılması
bizim için büyük bir hata oldu. Bunun bedelini teşkilat olarak ağır ödedik. Yeşil aslında başka
devlet birimleriyle de daha uzun süreli çalışmıştı. Ama faturası bizim üzerimizde kaldı.
Dışarıdan adam kullandığınız takdirde, en önemli sakıncası kullandığınız kişinin de sizden
istifade etmeye çalışması oluyor. (...) Artık teşkilat dışından kimseye gebe kalmak
istemiyoruz.” (...) MİT de “Dışardan gerekirse kanundışı kişilerden istifade edebilirsiniz. Bu
yetkimizin olması gerekir.” tezi ile “Hayır, dışardan taşeron kullanmak, teşkilatı zora sokar,
hukuk dışı bir çizgiye itebilir. Kendi yeteneklerimizle yetinelim.” tezi arasındaki tartışma,
yeni politika ile birlikte ikinci tezin lehine sonuçlanmış görünüyor.”26
Gladio, istihbarat vb. konularda adı, Susurluk kazasından sonra öne çıkan Mehmet
Eymür’ün 83 sayfalık savunmasını ele geçiren gazeteler, konuyu, Eymür’ün İntikamı27
başlığıyla sunmaktadır. Adları pek çok kirli işe çıkan istihbaratçılar, ister Gladio bağlantılı,
ister taşeron, ve ister henüz işlevi yeterince bilinmeyen ilişkiler ağı çerçevesinde olsun, neden
aralarındaki uzlaşmaz gibi görülen çelişkiler içinde kavga ediyorlar? Bu konuyu ayrıntılı
tartışmak gerekiyor.
İstihbarat örgütleri edilgen, eylemsel bir yapıda olabilir. Eğer bir istihbarat örgütünü
eylemsel bir yapıda kurarsanız örgütü pis ilişkilere girmekten kurtaramazsınız. Aslında
emperyalist ülkelerin örgütleri “Kirli Operasyonlar”a sıkça başvurup kendi çıkarlarını
korumaya çalışırlar. Buna karşın emperyalist güdüm ve uyum içine alınmış ülkelerin
istihbarat örgütleri “işbirliği” kelimesinin ardına sığınıp emperyalist büyük devletlerin(!)
değirmenine su taşırlar. Bu oluşumda mason localarının ve masonik ideallerin rolü
tartışılamaz. Bu nedenle düzenin ve sermayenin kilit noktaları masonluk üstü ve premasonik
(Rotary, Lions, Diners, vb. gibi) örgütler tarafından ele geçirilmeye çalışılmakta, işbirliğinin
masonik ilişkiler içinde sürdürülmesi sağlanılmaktadır. MİT içinde başını Hiram Abas ve
Mehmet Eymür’ün çektiği masonik operasyonel klik bu kişilerin örgütten ayrılmasıyla
kuşkusuz tasfiye olmuş değildir. Uluslararası bir örgüt üyesinin ulusal bir kuruluş içinde
bulunmasının gerekçesi akıl ve mantıkla açıklanamaz. Neo-faşist ve Neo-Nazist ilişkilerden
“ölüm mangaları”na kadar uzanan taşeron kullanan kanlı geçmiş Susurluk’ta uç göstermiş,
ancak önü tıkanmış, geçmişin pislikleri üzerine şal örtülmüştür.
Böyle bir ortamda geçmişin hesabı sorulmadan MİT’de yöntem değişikliğine
gidilmesinin bir anlamı ve işlevi olabileceğini sanmıyorum. Hele ABD’nin dayattığı “Türkİslam Sentezi” modelinde birinci ayak çeşitli propaganda ve akçalı yöntemlerle
güçlendirilirken, ikinci ayağın bir süre için geriye çekilmesi mevcut dengeleri daha da
bozacak bir eğilime yöneldiği görülmektedir.
Avusturya Büyük Mason Kurultayı’nda 1989 yılında alınan kararlar geçen 7 yıllık süre
içinde ne ölçüde yaşama geçirilmiştir?
Bu sorunun yanıtını hiçbir etki altında kalmadan ve çıkar gözetmeden vermek göreviyle
karşı karşıya bulunduğumuzu düşünüyorum ve sloganlar ardına sığınarak hiyanetlerini
maskelemeye çalışan çevreleri ve onların ardındaki emperyalist işbirlikçi güçleri tok sesle
kınıyorum.
Mehmet Eymür, ne “34 USG...”-USG: United State Goverment-plakalı arabasının, ne
de bir devlet memuru olarak “yoldaşlarıyla” kurduğu şirketlerin açık bir hesabını
verebiliyor.27
Bu kısacık özetin özeti bir anlatımla bile ne devletin, ne anayasa ve yasaların, ne
istihbarat kurumlarının, ne de adeta “yasaüstü” özellikleriyle baş sorumlu Mehmet Eymür’ün,
sıradan, basit ve sade vatandaşı ikna etmesi mümkündür. Ortalama demokrat bir anlayışın bile
büyük ölçüde köreltildiği günümüz ortamında “devletin bekası” diye söze başlayanların
söyleyeceği hiçbir şey yoktur. Mızrak çuvala sığmamaktadır!
Kamuya sunulan “veriler”e göre:
“1. MİT, açığa çıkan bu denli somut olay ve olgulardan sonra, artık “taşeron”
kullanılmasından vazgeçiyor. Fakat Mehmet Eymür’e kimse bir şey söyleyemiyor. Bu
“dokunulmazlık”ın nereden gelmektedir?
2. MİT Raporu, çok önemli soru ve sorunları dile getiriyor. Rapor: Necdet Üruğ, Nevzat
Ayaz, Mehmet Ali Yılmaz, Hüsamettin Cindoruk, Mehmet Ağar, Ünal Erkan vb. kişileri
açıkça suçluyor. “Devletin bekası” nakaratıyla mangalda kül bırakmayanlardan ses soluk
çıkmıyor. Neden?
3. Suçlanan kişilerden yalnızca Orgeneral(E) Necdet Üruğ mahkemeye başvurarak
“kişilik” haklarını koruma yolunu seçiyor. Mahkeme 40 milyon lira tazminat verilmesine
karar veriyor. Bir kamu görevlisi yaptığı işten dolayı devleti ziyana sokarsa, devlet rücu etme
hakkına sahiptir. Devleti koruduğunu söyleyenler devletine zarar veriyor! Devlet, Üruğ’a
verilen bu parayı Eymür’den aldı mı?
4. Eymür MİT’ten atılıyor. Konuşuyor. Rapor veriyor. Danıştay’a başvuruyor.
“Gemileri yaktığı”, “köprüleri attığı” anlaşılıyor. MİT elemanı ve baş sorumlusu olarak
yaptığı iş gereği bunları yapamaz. Yapmaya cüret ettiğine göre bir daha geri dönemez.
5. Hal böyle iken Başbakan Mesut Yılmaz, “Sen lüzumlu bir adamsın, Amerika’ya git,
1-2 yıl dinlen, sonra yine beraber çalışırız...” mealinde bir “teminatı” bu kişiye nasıl veriyor,
verebiliyor? Görevi istihbarat olması gereken birinin düşünsel ve eylem bağlamındaki, gizli
ve açık angajman ve bağlantıları bilindiği halde, nasıl oluyor da önceleri Orman Bakanlığı
bünyesinde, daha sonra ise (Eymür’ün bu bakanlıkça istihdamının inandırıcı bir açıklaması
var mıdır? Yoksa Aziz Nesin vari birileriyle “dalga” mı geçiliyor?), ABD Büyükelçiliği’nde
“hukuk müşaviri” perdesi altında istihdamı düşünülüyor? Eymür adının hukuk ve etik ile
hangi ilişkisi vardır?
6. Eymür, kendisi, karısı, bir “üçüncü adam” ve oğlundan oluşan şirket kuruyor.
Ticaretle uğraşıyor.28 Uğraşabiliyor. ABD’de ev ve arabalar alıyor. Alabiliyor.’ Fakat bunun
mevcut anayasa ve yasalar bağlamında bir açıklaması ve mantığının olması gerekiyor.
Anlıyoruz, emperyalist-kapitalist sistemin pek onurlu olmayan “kirli işlerinde” rol üstlenen
kimileri gibi, burada da ilerici bir politikanın, bilimin, sanatın, etikin, aklın ve mantığın yeri
aranamayacaktır. Bu türden ilişkilerin arasında kapitalist anarşinin “mantığı” ve “etiği” söz
konusu olacaktır!.. Arabasına “34 USG...” plakasını takarak mesaj verenlerin, Gladio ve
istihbarat örgütleri konusunda daha anlamlı bir mesajına gereksinme var mıdır?”
Türkiye’de yaşayıp da sağda ve “sol”da politika yapan, ya da yaptığını sananların,
“demokrat” ve “yurtsever” sıfatlarını bilerek-bilmeyerek kullananların, herkesin bu soru ve
sorunları daha da çoğaltmasını diliyorum...29
Kaynakça ve Açıklamalar
1.
Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütleri-Doruk Operasyonu, Sorun
Yayınları, 2. baskı, Mart 1999 içinde yeralan aynı adlı makalenin gözden geçirilmiş halidir.
2.
Y.n. Susurluk kilit ismi Mehmet Eymür’ün Danıştay’a sunduğu 83 sayfalık
savunmasını ele geçirdik, Saygı Öztürk, Star, 8-10 Nisan 1999.
3.
Mesut Yılmaz, Haberim Olduğu Doğru, Star, 8-10 Nisan 1999.
4.
Y.n. Mehmet Eymür, Başbakanlığı mahkemeye vermiştir. O nedenle
Danıştay’a sunduğu yazılı savunmada (83 sayfa) açık konuşmaktadır. (Y.n.)
5.
Saygı Öztürk, Star, 9 Nisan 1999.
6.
Siyasilerle Çeteler İç İçe, Dündar Kırçuval, Cumhuriyet, 21 Ekim 1998.
7.
23-24.
Oral Çelik ve Gladio Lideri Licio Gelli, Aktüel, 5-11 Aralık 1996, Sayı: 283, s.
8.
Susurluk’tan Türk Gladiosu’na. İşte Çatlı’nın Gladio Hocası!, Aktüel, 5-11
Aralık 1996, Sayı: 283, s. 27-28-29-30.
9.
Çete’nin 4x4 Merakı, Aktüel, 6 Ağustos 1997, Sayı: 317, s. 28-29-30-31.
10.
Mehmet Eymür ABD’ye Yerleşiyor, Cumhuriyet, 10 Mart 1998.
11.
Eymür: ABD’ye Yerleşmeyeceğim, Cumhuriyet, 11 Mart 1998.
12.
“MİT” ve “Ben”, Tempo, S: 21,27 Nisan 1991.
13.
Ayrıntılı bilgi için bakınız: General Reinhard Gehlen: CIA Bağlantısı, Mary
Ellen Reese, Sorun Yayınları, 1999.
14.
Mehmet Eymür, Analiz-Bir MİT Mensubunun Anıları, (Gehlen’in ‘Servis’ adlı
yapıtından aktarma) Milliyet Yayınları. 1998.
15.
Zirvede Eymür Krizi, Hürriyet, 30 Haziran 1994.
16.
TBMM Susurluk Komisyonu, s. 138-139-140.
17.
Aşık: Çeteler Devleti Teslim Alıyordu, Cumhuriyet, 21 Ekim 1998.
18.
Yeşil’in Oğlu MHP Militanı, Cumhuriyet, 22 Ekim 1998.
19.
Susurluk’un “Kara Kutusu”nun Yeni “İşleri” Ortaya Çıktı, Aydınlık, 17 Ocak
20.
“Ölüm Orucu” Ağar ve Bucak’a Mesajdı, Aydınlık, 24 Ocak 1999.
21.
Kırcı: Uzileri Eken Verdi, Milliyet, 20 Ocak 1999.
22.
Haluk Kırcı: Yaptığımız Hayvanlıktı, Uğur Dündar Yazıyor, Hürriyet, 17 Ocak
23.
Katliamın İtirafı, Cumhuriyet, 16 Ocak 1999.
24.
Çatlı’nın Eylemlerini Demirel Biliyor, Cumhuriyet, 16 Mart 1999.
25.
Kırcı: En Büyük Katil Çatlı, Milliyet, 16 Mart 1999.
26.
Taşeron Devri Bitti, Sedat Ergin, Hürriyet, 31 Mart 1999.
1999.
1999.
27. Susurluk Kilit İsmi Mehmet Eymür’ün Danıştay’a Sunduğu 83 Sayfalık
Savunmasını Ele Geçirdik, Saygı Öztürk, Star, 8-10 Nisan 1999.
28.
Ticaret Sicili Gazetesi, 21 Kasım 1989, s. 17-18 ve devamı, (Ankara Ticari
Sicil Memurluğundan) Sicil No: 72 435, İMKO Müşavirlik ve Ticaret Limited Şirketi,
Kurucular: Işın Kadıoğlu, Güneş, Yusuf Asım Gürel, Mehmet Eymür, Mehmet Korkut Eken,
Mehmet Olcay, Ahmet Yusuf Gürel, vekâleten Yusuf Asım Gürel, statü tadillerinde ise:
Cansel Eymür ve Mazhar Eymür isimleri ekleniyor. Daha sonra şirket devrediliyor.
29.
Mehmet Eymür, Analiz-Bir MİT Mensubunun Anıları, Milliyet yayınları,
Ağustos 1989
3. Bölüm
Derin Devlet ve Kontrgerilla
Derin Devlet’in Tarihçesi1
1950’de başlayan “Küçük Amerika” süreci bana göre 27 Mayıs 1960’da bir süre
kesintiye uğradı. O zamanki bildirilere göz atıldığında NATO’ya ve CENTO’ya bağlı
olunduğu söyleniyordu ama kanımca 27 Mayıs devrimcilerinin başka da seçenekleri
bulunmuyordu. Bununla birlikte 27 Mayıs idaresi Kore’deki birliği geri çekti. Bu olay
nedeniyle ABD olumsuz tepki gösterdi. ABD yetkilileri bu olayı içlerine sindiremediler.
Bütün baskılara karşın, o günkü yönetim kararından dönmedi. Dolayısıyla ABD başından beri
27 Mayıs’a karşı oldu.
Aslında özel savaş yöntemlerini kuramlaştıran ve bağlaşıklarına ithal eden ABD, kendi
çıkarları gerektiğinde destabilizasyon(istikrarsızlaştırma ve demagnetizasyon yöntemleriyle
darbeleri yönlendirmeye devam edegeliyordu. 27 Mayıs, bir anlamda dipten gelen bir dalga
olduğu için, ABD’nin denetimi dışında kalmış olması olgusu bile ABD’nin 27 Mayıs’a karşı
olması için yeterli bir gerekçe sayılabilir. Bu nedenlerle ABD, 27 Mayıs’a, onun getirdiği
Anayasa’ya ve 27 Mayıs sonrasındaki sürece karşı oldu. Bu nedenle devrimle birlikte
karşıdevrim süreci de başlamış oldu.
Bu süreç içinde tasfiyeler de birbirini izledi. 1960’da başlayan Türk Silahlı
Kuvvetleri’nden (TSK) tasfiye süreci, 12 Mart 1971 muhtırasal darbesinden sonra ivme
kazandı. 1980 12 Eylül darbesiyle bu süreç hızlandı. Bu dönemde, özelikle TSK’den gerçek
Atatürkçü, ulusal bağımsızlıkçı gruplar elendi. Bu “Küçük Amerikalılaştırma” sürecini aynı
zamanda sömürgeleştirme süreci olarak algılıyorum.
1960 yılında 42 sayılı kanun çıkmıştı. Bu kanunla yönetim 5 yıl süreyle, TSK
içerisinde, istediği kişiyi emekliye ayırıyordu.
Tasfiyeler Süreci
27 Mayıs’tan sonra 42 sayılı kanun gereğince binbaşı dahil daha üst düzeyde bulunan
bütün subaylardan kendi istekleriyle emekli olmak istediklerine dair birer dilekçe vermeleri
istendi. Eğer dilekçeyi verirseniz, yönetim emekli edildiğinizde size çift ikramiye vermeyi
öneriyordu. Eğer dilekçe vermezseniz, emekli edildiğinizde alacağınız ikramiye tek olacaktı.
Böylesine de özendirici, o günün koşullarında yadsınamayacak ölçüde parasal bir yeğlemeyle
karşı karşıya bırakılmıştık.
27 Mayıs’tan sonra İskenderun 39. Tümen Harekat ve Eğitim Şube Müdürlüğü’ne
vekalet ediyordum ve kurmay binbaşıydım. Bir gün Tümen Kurmay Başkanı Kurmay Albay
beni odasına çağırdı. Odada birkaç subay daha vardı. Bana hitaben:
“Binbaşım, kolordumuz bölgesinde emeklilik dilekçesi vermeyen tek kişinin siz
olduğunu biliyor musunuz?” şeklinde bir soru yöneltti.
“İlk defa sizden duyuyorum.” şeklinde yanıtladım. Kurmay Başkanı tehdit dozajını
biraz daha artırarak:
“Yani siz bu davranışınızla MBK’nın davranışını tasvip mi etmiyorsunuz?” dedi.-Bu
kişi 42 sayılı yasaya göre emekliye ayrıldıO dönemde MBK’nın icraatına karşı çıkmak ertesi gün kendinizi sokakta bulmakla
eşanlamlıydı. Kurmay Başkanı’na yanıt olarak duraksamadan:
“Evet, kendi adıma tasvip etmiyorum. Dilekçe vermeyeceğim. Eğer TSK adına faydalı
bir unsur değilsem, tek ikramiye alarak emekli edilmeyi yeğlerim çünkü 36 yaşındayım,
mesleki kariyerimin en üst noktasındayım, bu durumu bir ikramiye uğruna kendi rızamla
mesleğimi bırakmamı bana kimse kabul ettiremez.” dedim ve ayrıldım.2
42 sayılı kanuna dayanarak 238 general ve 5 bin kadar subay bir gecede emekli edildi.3
2. Dünya Savaşı nedeniyle TSK’nın kadroları şişmişti. Generallerin tasfiye edilmesinin
nedenini, “Eğer bu generaller Demokrat Parti’ye (DP) bu derece uşaklık yapmasaydı, 27
Mayıs’a gereksinim kalmazdı” diye açıkladılar.
Hatta o zaman sıfır general diye bir tartışma oldu. Fakat ne yazık ki bu gerçekleşemedi.
19 general kaldı. Kanıma göre hepsini yakından tanıdığım bu 19 generalin en iyileri olduğu
söylenemez. MBK, kendisine itaat edecek ve tehlikeli olmayacak kişileri bırakmayı
yeğlemişti. Daha sonraki süreçte bu generallerin bir çoğu karşıdevrimci saflarda yer alıp,
olayları yönlendirdiler.
Bu yasa iki taraflı çalıştı ve tabii haksızlıklar da oldu. Kalan 5 yıllık süreç içinde ilerici,
Atatürkçü, devrimci, ulus devletçi kişiler tasfiye edildi. Onlardan biri de benim. 14 Ağustos
1964 günü 42 sayılı kanun gereğince emekli edildim. Emekli edildiğim vakit devremdeki
kurmay subayların kıdem bakımından birincisiydim. Olumlu sicil aldığımdan 16 gün sonra
Albaylığa terfi edecektim.
27 Mayıs’tan sonra hemen başlayan karşıdevrim sürecinde devrimden hoşnut
olmayanlar, iktidarı ele geçirdiklerinde tasfiye edilen general ve subayların sanki DP yandaşı
olduğu için görevlerinden ayrıldıkları anlayışını kendi çıkarlarına uygun buldular.
Olabildiğince bu kişileri bürokrasi ve politikada etkin konuma getirerek TSK içindeki
dalgalanmalara neden oldular. Bu arada Süleyman Demirel’in Başbakanlık dönemlerinde 42
sayılı kanunla tasfiye edilen subaylara parasal hatta rütbesel ayrıcalıklar tanıyan ek yasalar
çıkartarak bu grubu sempatizan olarak elde tutmayı yeğledi. Örneğin ek yasaların bir
maddesinde “... bu yasa 1961 yılının Ekim ayına kadar emekli olanlar için geçerlidir.” kaydı
düşülüyor, bu suretle Adalet Partisi kendinden yana saydığı 5 bin emekli subayı kollarken,
1961-1965 yılları arasında 42 sayılı kanunla emekli edilen kendine karşı saydığı, TSK
içindeki devinimlerde yer almış bir kaç yüz subayı hak dışı bırakarak, Anayasa’nın eşitlik
ilkesini fütursuzca çiğniyordu. Bu haksızlık günümüzde de düzeltilmiş değildir...
Örneğin 1960 yılında 42 sayılı yasa gereğince binbaşı rütbesinde emekli olan bir kişi,
bugün albay maaşı almaktadır. Buna karşın aynı yasayla emekli edilen ben, onlardan hem bir
rütbe fazla hem de dört yıl daha fazla hizmetim olmasına karşın emekli yarbay maaşı
almaktayım. Parasal olayı hiçbir zaman sorun yapmadım. Örneği vermekteki amacım
karşıdevrimcilerin yasaları ilkel öç alma duygularına nasıl alet ettiklerini vurgulamaktır.
Dickson Raporu diye bir belgeden söz edildi. Haydar Tunçkanat4 açıklamıştı
Cumhuriyet Senatosu’nda. Dickson Raporu’nda tasfiye edilecek kişilerin isimleri yazılıydı.
Silahlı Kuvvetler’deki en büyük tasfiye 22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963 olayları bahane
edilerek yapıldı. Hatta 21 Mayıs olayı, daha evvelden hükümetin haberi olduğu halde
önlenmemiştir ki, tasfiye yapılabilsin. Bu hususu Suphi Karaman Cumhuriyet Senatosu
konuşmalarında açıkça dile getirilmiştir. 22 Şubat dönemindeki tasfiyede beni de emekliye
ayırmak istediler. Ancak Milli Savunma Bakanlığı Özel Kalem Müdürü olduğum için Bakan
İlhami Sancar karşı çıkmış ve “Bütün silahlı kuvvetlere imza atarım, Talat Turhan’a atmam.
Bu bana karşı ayıp değil mi? Bana sormadan, benim en yakın elemanımı nasıl emekliye
ayırırsınız?” demiş. Nihayet pazarlık sonucu Afyon’a sürgün edildim. Afyon’da da peşimi
bırakmadılar.
Daha sonra 21 Mayıs’ta 1459 Harp Okulu öğrencisi tümüyle TSK’dan atıldı. Harekete
katılan 150-200 subay da tasfiye edildi. Bu meyanda iki arkadaşımız da ne yazık ki hayatlarını
kaybettiler. Talat Aydemir, Fethi Gürcan…
Sonra 70’li yıllara geldik. 1969’da Hava Harp Okulu’nda, sol bilinç yönetimi rahatsız
etmişti. Kütüphanelere ajanlar koyuyorlar. Hangi kitabı kimin okuduğunu saptıyorlar. Ona
göre de ideolojisini tespit ediyor, sonra da izlemeye alıyorlardı. Hava Harp Okulu
kütüphanesine de ajan koymuşlardı ve de kütüphaneyi de sol kitaplarla doldurup tuzak
kurmuşlardı. Kütüphanede mini etekli, güzel bir genç kız sahneyi tamamlıyordu. Genç
çocuklar oraya gidiyorlardı. Bol bol sol kitap alıyorlar, bir yandan da fişleniyorlardı.
Bu genç subaylar Göksenin diye bir yıllık çıkardılar. Ama hiç alışılmış türe
benzemiyordu.. Birinci sayfası Hava Piyade Yüzbaşı Salih Zeki Yılmaz’ın İsyan isimli şiiriyle
başlıyordu. İkinci sayfası Genç Kemalistler Marşı’yla sürüyordu. Benim yargılandığım
davanın da ismi Genç Kemalistler Davası. Daha sonra genç hava subayı olan bu kişilerin
çoğu, THKP-C davası sanığı yapılmak suretiyle elendiler. Hv. Teğmen Saffet Alp de onlardan
biriydi; Kızıldere’de öldürülen Saffet Alp.
Hava Kuvvetleri’nden önce, Deniz Kuvvetleri subayları ki onlar da sol bilinç sahibi
olmuşlardı, Göksenin bahane edilip sağcı basın tarafından Slh.K.lere hakaret edilince
dayanışma gösterip “69’lar Bildirisi”ni yayınladılar. Bu sefer bu bildiri bahane edilerek 12
Mart döneminde 84 sanıklı bir dava sanığı yapılarak TSK’dan uzaklaştırıldılar. Bu süreç
antikomünizm histerisine tutulmuş karşıdevrimci güçlerce sürdürüldü.
Karşıdevrim bugün çok ileri bir noktada bulunuyor. Görevimiz çok büyük, çok güç, çok
zorlu. Bugün her zamandan daha çok Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ve Bursa Nutku’ndaki
önerilerini rehber edinip, anımsamamız gereklidir diye düşünüyorum...
Devleti ve Ülkeyi Kimler Yönetiyor ve Yönlendiriyor?
Türkiye’de yıllardan beri yönetim tartışılıyor. 1987 yılında bir bakan “iç politikayı,
dışarıdan esen rüzgarlar yönlendiriyor”5 diyor. 1990 yılında Necmettin Erbakan ise:
“Türkiye’yi seçilmiş kişiler değil, başka kişiler yönetiyor...”6 diyordu. Süleyman Demirel
1993 yılında “Bu memleketi IMF mi yönetiyor?”7 diyor. Bir gazetede yayınlanan 1994
yılında yapılan bir ankette % 68 yabancı devlet, % 64 işadamları, % 44 büyük şirketler, % 36
partiler, % 34 tarikat, % 32 MİT, % 26 hükümet, gazete, televizyon % 22, başbakan % 18,
cumhurbaşkanı % 17, mafya % 15, aşiretler % 8.8 Bu tablodan çıkan sonuç Türkiye’yi
yönetmek durumunda olanlar yönetmiyor. Farklı güçler yönetimi ele geçirmişlerdir.
Mahir Kaynak, 1994 yılında “İttihat ve Terakki benzeri bir örgütün Türkiye’yi
yönettiğini”9 iddia ediyor. Prof. İzzettin Önder 1995 yılında “Ülkeyi holdingler yönetiyor.”10
diyor. Amerikalı ünlü senatör Alfonse D’amato 1995 yılında “Türkiye’yi bir haydut çetesi
yönetiyor”11 diyor. Bu demece karşı medyada hiçbir tepki görülmüyor. Amerikan
Büyükelçisi Abromoviç “Türkiye’nin sorunlarını ancak devletten güçlü hükümetler çözer.”12
diyor. Ben, 1995 yılında bir gazeteye verdiğim demeçte “ülkeyi istihbarat örgütlerinin
yönettiğini”13 söylüyorum. TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Başkanı
Sadık Avundukoğlu 1995 yılında: “Devlette gizli örgüt yapılanıyor.”14 diyor.
“Çağımızda iktidarlar, ulusal hükümetlerden tüm dünyaya egemen olmak isteyen
çokuluslu şirketlerin ve holdinglerin tekeline geçiyor.” Bu da Newsweek’ten 1995 yılında
aktarılmış bir görüş.15 1995 yılında Ecevit “dışarıdan yönetildiğimizi”16 söylüyor. Gerçekten
de doğru söylüyor. Ancak söylemek yetmez. Bu durumu nasıl içine sindirebiliyor? Korkut
Özal: “Ülkeyi ordu, mafya, dış güçler yönetiyor.”17diyor. Deniz Baykal 1996 yılında “Ülkeyi
çeteler yönetiyor”18 diyor.
Bütün bu görüşlerin sonucunda gelinen noktada “devlet üzerinde devlet”, “karanlık
güçler”, “güç odakları”, “Milli Güvenlik Kurulu”nun ülkeyi yönettiği kanısı yaygınlık
kazanıyor. Bugünkü tanımlamasıyla da “Derin Devlet” yönetiyor kanısı yaygınlaştı.
Türkiye’yi bu noktaya Demokrat Parti (DP ) ile başlayan süreç ile 12’li darbeler getirdi.
Şimdi çok yakın bir tarihte 12 Mart döneminin Kültür Bakanı Talat Halman anıları bir
gazetede19 yayınlandı. Halman diyor ki; Memduh Tağmaç’a -o dönemde cunta lideri“Tiyatrolarımızdan, kültür hizmetlerimizden TSK’yı yararlandıralım”. Memduh Tağmaç’ın
yanıtı: “TSK’nın kültüre ihtiyacı yoktur.” Bu yanıt 12 Mart yönetiminin faşizan anlayışını çok
açık ortaya koyuyor. Bir anlamda kültürle kültürsüzlerin çatışması. Karanlıkla aydınlığın
çatışması.
Memduh Tağmaç 1969 yılında yeni Genelkurmay Başkanlığına atandı. Ve NATO’ya
gitmesi lazım fakat bilgi ve yeteneğine güvenmediğinden gitmekten korkuyor. Ve ilk defa bir
Genelkurmay Başkanı NATO toplantısına katılmıyor. O dönemde bir general 5 aylık bir
çalışmasının ürününü koyuyor önüne. “Ege’deki dengeler değişmiştir. NATO’ya gidildiği
zaman Türk tezini şu şekilde savunun.” Fırlatıyor dosyayı atıyor. “Benim bulunduğum
dönemde Amerikalılarla ihtilaf olmayacak...”20 İşte Türkiye böyle kafalarla bu noktaya geldi.
Şimdi 12 Mart dönemi iktidarının onursuzluğunu belirten bir örnek daha vermek istiyorum.
Nihat Erim -o dönemin başbakanı- Atilla Karaosmanoğlu’nu bakan seçmek için Amerika’dan
izin istiyor.21 Cüneyt Arcayürek’in, “Cüneyt Arcayürek Anlatıyor: Büyüklere Masallar Küçüklere Gerçekler” isimli dizi kitapları yayınlandı. Bu kitap serisinde, Adnan Menderes,
Fatin Rüştü Zorlu’yu Dışişleri Bakanı yapmak için Amerika’dan müsaade alıyor. Böyle
onursuz bir politikanın, böyle onursuz iktidarın tabii Türkiye’yi getirdiği yer bugünkü
noktadır.
Amerikan Emperyalizminin Türkiye ve
Kurtuluş Savaşı’na Bakış Açısı
“Büyük dost”, “büyük müttefik”(!) ABD’nin, Türkiye’ye, Kurtuluş Savaşı’nda
bakışlarına göz atmak istiyorum.22 Başkan Wilson 5 Ağustos 1919 yılında “Türkiye
haritadan silinmelidir. Türkiye’yi parça parça ederim.” 1920’li yıllarda İngiliz Başbakanı
Lloyd George “Türkler Avrupa’dan atılacaklardır.” diyor. 1922 yılında Adam Dulles
“Mustafa Kemal’e karşı sert bir tutum alınmalıdır. Gelecekte istikraz için başvurabilirler. Eğer
Türkiye hiçbir zarar görmeden, devletlere kafa tutmakta devam eder, kapitülasyonları kaldırır
ve İstanbul’a yerleşirse, bu yalnız Ortadoğu’yu değil, Avrupa’da da barışı tehlikeye
atacaktır.” 1920 yılında New York Times “Avrupa’dan süpürülen Türklerin dünya siyaset
sahnesinden bir daha dönmemek üzere silinip gitmesi başlıca isteğimizdir.” 1922 yılında New
York Times “Ortadoğu’daki Amerikan çıkarlarının genişletilmesi için sınırsız fırsatlar bizi
beklemektedir.” “Anadolu’daki savaşın Türklerin zaferiyle son bulması yakın tarihin en
korkunç olayıdır. Korkunç Türk bütün vahşetiyle yeniden ortaya çıkmıştır.”
Bu anlayış bugün de değişmemiştir. PKK ve Ermeni olayı ya da Sevr’in önümüze
sürülmesinin temel nedeninin bu bakış açısının sunucu olduğunu düşünüyorum. Çünkü
Türkiye’yi en geç tanıyan ülke ABD’dir. Aslında Amerika’nın bakış açısı hiç değişmez;
Amerikan çıkarından başka hiçbir ilke tanımaz. Her ülkeye ilişkin bu gözle bakar. Ama
ülkeler de bağımsızlıklarını, kendi ekonomik, ulusal çıkarlarını korumak zorundadır. İşte
Küçük Amerikancılar bunu yapmadılar. Teslimiyet politikasıyla Türkiye’yi bugünkü batağa
soktular. Dünün manda yanlıları iktidarlara egemen oldular. Özellikle neo-liberaller, İkinci
Cumhuriyetçiler, özelleştirmeciler küreselleşmeci olarak karşımıza çıkarıldılar.
Küreselleşme gibi laflarla kanımca ABD derin devletini oluşturan siyonist çekirdek
kadro -Bull’s Eye- dünya egemenliğini ele geçirmek istiyor. Bu konuda yazılmış çok yapıt
var. Şimdi Jacques Bordist’in 1974 yılında kaleme aldığı kitapta gelecekteki dünya
hükümetinin amaçlarını açıklıyor23 -1974- Uluslararası finans sorunları
- Karşılıklı muhaceret özgürlüğü
- Gümrük engeli olmaksızın malların serbest dolaşımı-Gümrük Birliği- Uluslararası ekonomik birlik
- Silahlı kuvvetlerin kaldırılmasıyla eş zamanlı olarak
uluslararası bir kolluk gücünün kurulması
- Uluslararası bir parlamentonun oluşturulması
- Devletlerin egemenliklerinin sınırlandırılmasıyla birlikte egemenliğin BM’ye veya
uluslarüstü başka bir hükümete
devri
- Belirtilen ilkelere göre bir Dünya Hükümeti’nin
kurulması
Bunlar yavaş yavaş, ağır ağır gerçekleşiyor. Ve Paul Waurburg devam ediyor :24
“… Hoşunuza gitsin ya da gitmesin bir Dünya Hükümeti’ne sahip olacağız. Tek sorun
bunun işgal ile mi, gönül rızası ile mi kurulacağı sorunudur.”
Buradan çıkaracağımız sonuç, eğer bu hedeflere ulaşılırsa ulus devletlerinin sonunun
geleceğidir.
Küreselleşmenin Üç Gizli Örgütü
Şimdi bu yere nasıl geldik?
Anglo-Amerikan kitaplara da baktığımızda küreselleşeme üç gizli örgütün çabalarıyla
yaşama geçiriliyor. Bu örgütler:25
1) Council On Foreign Relations (CFR) (1921)
2) Bilderberg Group (B.B) (1954)
3) Trilateral Comission (T.C) (1971)
Dünyayı yönetenin aslında bu üç gizli örgütün üyeleri olduğu anlaşılıyor. Bu örgütün
Sezar’ı David Rockefeller yani dünyanın imparatoru. David Rockefeller’e bağlı örgüt üyesi
üç grup var: Kuzey Amerika seçkinleri, Avrupa Seçkinleri, Japon seçkinleri. Bu oluşumun
içersinde Türkiye seçkinleri yahut Türkiye’nin seçilmiş insanları Bilderberg Grubu’na üye
yapılmış durumdalar. Bazı kaynaklar anılan örgütlerin açık çalışan legal kuruluşlar olduğunu
savlıyorlar. Bu savın doğru olduğunu kabul edersek yanılmış olacağımızı düşünüyorum. Evet,
örgütlerin üyelerinin isimleri belli. Burada açıklık var. Buna karşın örgütlerin yaptıkları
toplantılar ve bu toplantılarda alınan kararlar gizli. Öylesine ki örgüt üyeleri bile bütün
kararlardan haberdar edilmiyorlar. Bu bağlamda gizli örgüt tanımlaması gerçeğe uygun düşer.
Council On Foreign Relations(CFR), dışişleri komisyonu olarak 1921’de New York’ta
“siyonist, üniversal, mali sermaye oligarşisinin” önderliğinde kurulmuş. Başından beri
Rockefeller ailesi destek ve finansmanıyla gelişmiştir. 1954 yılında gene CFR güdümünde
örgütlenmenin Avrupa ayağı olarak Bilderberg örgütü kuruluyor. 29-31 Mayıs 1954
günlerinde Danimarka’nın Oosterbeek kentinde Bilderberg Oteli’nde ilk toplantısını yaptığı
için bu gizli örgütün adı Bilderberg Group olarak anılıyor.
Üçüncü örgüt Trilateral Komisyon. Adından da anlaşılabileceği gibi üçlü komisyon.
1973 yılında üç büyük emperyalist sermaye odağını CFR güdümünde birleştirmek için
kuruluyor. İçinde Kuzey Amerikalılar, Avrupalılar, Japonlar var. Bu örgüt de Bilderberg’e
göre bir üst kuruluş. Birincisi CFR, İkincisi Trilateral, üçüncüsü Bilderberg. Böyle bir
hiyerarşi var aralarında. Tabi oraya seçilmenin şartları var.26
Halid Özkul’a göre27 “1975 yılında Nelson Rockefeller, ABD’nin bütün istihbarat
örgütlerini CFR’ın denetimi altına alıyor”. Ancak bana göre bu tespiti ABD’yle sınırlı
tutarsak eksik olur. Çünkü uluslararası kapitalizmin gizli örgütlerine baktığımız zaman
istihbarat örgütü üst düzey yetkilileri yanında, NATO Başkumandanları ve NATO Genel
Sekreterleri ve hatta Birleşmiş Milletler’in etkin görevlilerinin de yer aldığını görmekteyiz.
Bu anlayışla ABD istihbarat örgütleriyle müttefik istihbarat örgütleri arasında işbirliğinin
ötesinde bağlar kurulmuştur.
Küreselleşmenin üç büyük gizli örgütünün hiyerarşisine göre merkezde bulunanlara
“Boğanın Gözü”28 diyorlar. Öküzün Gözü de diyebilirsiniz. Öküzün Gözü’nde -Bull’s Eye-,
David Rockefeller, diğer seçilmişler içinden seçilmiş üyeler yer alıyor. Bu gruba alınmanın ön
şartı üç gizli örgüte de üye olmak. Bu kadarı da yeterli değil, bunların da arasından seçilmek
gerekiyor. Amerikan başkanları değişiyor. Rockefeller ailesi her zaman Öküzün Gözü’nün
içinde yer alıyor. Bütün bu oluşumdan dolayı Rockefeller için Sezar tanımlaması yerine
oturuyor.
Bunlar dünyayı yönetmek için karar alan kişiler. Ve yüzde yüz küreselleşmeyi
yönlendiriyorlar. Ondan sonraki halkada, iç halka denilen bir halka var. Burada da yeni dünya
için çalışan idareciler ve üç büyük gizli örgütün birden üyesi olanlar yer alıyor. Ondan sonraki
üçüncü halka merkez halka. Bunlar da küreselleşme olgusu için alınan gizli kararlardan yüzde
80 bilgilendiriliyorlar. Bu halkada yer alanlar iki örgüte üye olanlar. YDD’nin uygulayıcıları
liderlerden seçiliyorlar. Ondan sonra dış halka var. Buradakiler dünyada olup bitenlerden yani
emperyalistlerin aldığı kararların yüzde 50’sinden haberdar ediliyorlar. Bazı CFR üyeleri
diğerlerini gizlemek için bu halkada yer alıyorlar.
Şimdi iç halkada bulunanlara yani Boğanın Gözü’nden sonraki halkadakilere bakalım.
Yeni Dünya Düzeni (YDD) -New World Order-. Bütün bunlar David Rockefeller’e bağlı.
Bütün büyük şirketler. Japon şirketleri birkaç tanesini sayalım. Bunlardan bazıları Toyota,
Mitsubishi... Bu çokuluslu şirketleri tanıyorsunuz. Kuzey Amerika şirketlerinden örnek
vermek gerekirse: Rockefeller, Morgan, DuPont, Philips... Şimdi Avrupalı bazı şirketler:
Henkel, Siemens, Fiat...
Rockefeller’in dünyanın en zengin adamlarından biri olması sıfatıyla iki bankaya sahip.
Dünyadaki ve Amerika’daki bütün finansı koordine ediyor. Bunlardan bir tanesi Chase
Manhattan Bank (Türkiye’de de şubesi var). Bir tanesi CitiBank (Türkiye’de şubesi var).
Chase Manhattan Bank’ın yöneticilerine baktığımız zaman danışman olarak karşımıza Henry
Kissinger çıkar. Henry Kissinger hiç gündemden düşmüyor çünkü Öküz’ün Gözü’nde yer
alan bir kişidir. Bütün liderlerimizin en yakın dostudur. Bu bir tesadüf değil. Öküzün Gözü
içerisindeki karar mekanizmasında bulunan Henry Kissinger aynı zamanda Bilderberg
Grubu’nun özellikle de Türkiye’deki Bilderbergersler’in başkanı durumundadır. Rahmi
Koç’un da Chase Manhattan Bank’ın yönetim kurulu üyesi olduğu biliniyor. Bilderberg
örgütü üyesi olarak Chase Manhattan Bank’ın yönetim kurulu üyesi. Koç Grubu’ndan Rahmi
Koç dışında Suna Kıraç, Mustafa Koç, Bülent Özaydınlı da 1992 yılında Bilderberg
toplantılarına katılıp üye oldu. Suna Kıraç halen örgütün başkanı konumunda.
ABD yönetimi ve ABD başkanları da Sezar’a bağlı durumda. David Rockefeler’in
hiyerarşisinde gizli örgütler bağlamında aynı zamanda NATO, Birleşmiş Milletler vb gibi
uluslararası örgütler yer alıyor. Pentagon, CIA, FBI, bütün finans kuruluşları, üniversiteler,
medya denetim altına alınmış durumdadır. Basın, yayın, televizyon hepsi... İşçi temsilcileri,
think-thank kuruluşları, vakıflar, ayrıca Asya, Afrika ekonomik toplulukları, AB, AGİT,
NAFTA... Bu şekilde emperyal dikta kurulmuş oluyor.29
Türkiye bütün ulusal değerlerini satışa çıkardı. Bu satışı en iyi yapan küresel seçkinler
birbirine ödüller veriyorlar ve kamuoyuna medya kanalıyla parlatılıp, halka yutturuluyorlar.
Bu satış halktan bu şekilde gizleniyor. 7 milyar dolar borç alacağımız söyleniyor ama 250
milyar dolarlık borç batağına ülkemizi sürükleyen aymaz hatta hain politikacılar uluslararası
tefeci kuruluşlar olan Dünya Bankası ve IMF yetkilileri karşısında ceketlerinin düğmelerini
ilikliyorlar.
Küreselleşme Gerçekten 1990’da mı Başladı?
Bu noktaya nasıl gelindi? 1 Amerikan dolarını alın. Küreselleşmenin ne tür bir olay
olduğunu algılatmak için tüm çevrenize gösterin. Bakın 1 Amerikan dolarının arka yüzünün
sol tarafında bir piramit var. Bu piramit masonik bir amblem. Üstünde bir göz yer alıyor; ona
masonlar “Ulu Göz” derler. Her mason locasında bir kılıç, “Ulu Göz” ve buna benzer
simgesel semboller bulunur. Yani YDD’nin söylendiği gibi 1990’larda Sovyetler Birliği’nin
dağılmasından sonra kurulmuştur safsatası yalan. Amerika daha 1776 yılında 1 dolara
masonik amblem koymak suretiyle uzun erimli hedefini saptamış ve çalışmalarını bu
doğrultuda sürdüregelmiştir. Tek başına bu sembol bile ABD’nin masonik ve siyonist bir
dünya emelini gösteriyor.
Doların üzerindeki sembol ve yazıların anlamlarını irdeleyelim.30 Piramit şeklinin
üzerinde Annuit Coeptis yazıyor. Bu Latince: “Bizim meselemiz, planımız başarıyla
tamamlanmıştır” demek. Piramitin altında ise romen rakamıyla 1 Mayıs 1876 yazıyor. Bu
Amerika’nın kuruluş tarihi değil, bu İlluminat denilen bir mason üst örgütünün kuruluş tarihi
olarak buraya alınmış. En altta ise yine Latince olarak Novus Ordo Seclerum yazıyor. Bu
“Çağların Yeni Düzeni” demek yani Yeni Dünya Düzeni. Demek ki 1876’dan başlıyor Yeni
Dünya Düzeni.
Yeni Dünya Düzeni’nin Küresel Seçkinlerinin Hiyerarşisi
Küresel seçkinlerin hiyerarşisinin tarafımdan yorumlanmış ve çizilmiş şemasını şekilde
görebilirsiniz. Bu oluşumun merkezinde Masonlar var. Bunun üstündeki örgütlere masonüstü
örgütler diyorlar. Bunlar aşağıdan yukarı sırasıyla Bilderberg Grubu, Trilateral Comission ve
CFR. En yukarıda ise Öküzün Gözü-Bull’s Eye- yeralıyor.
Masonların altındaki örgütlere de masonaltı veya premasonik örgütler deniyor. Bu
örgütler de yukarıdan aşağıya sırasıyla Rotaryenler, daha altta Lionslar en altta da Diners,
Bony and Scott ve benzeri kuruluşlar. Bunlar yukarıya tırmanmak için çabalıyorlar.
Premasonik örgütlerin amacı, mason ideallerin gerçekleşmesi için toplumsal yararlı
faaliyetlerde bulunmak, ABD’yi sempatik göstermek ve küreselleşme olgusuna hizmet etmek.
Bu oluşumun içerisinde direktif, emir, talimat yukarıdan aşağıya doğru geliyor.
Aşağıdan hiçbir kıpırdama olmuyor. Tahkim kanunu mu? Anında çıkacak. Özelleştirme?
Mutlaka gerçekleşecek... Çünkü kendi emperyal sistemine entegre etmek için ülkeleri
uydulaştırıyorlar. Sır saklama, hiçbirinin ağzından kelime alamazsınız. Aşağıdan yukarıya,
yukarıdan aşağıya çalışan bir olgu. Mutlak itaat, aşağıdan yukarı. Örgütler arası dayanışma.
Aşağıdan yukarıya.31
Harun Yahya’nın (Adnan Hoca) Masonluk ve Kapitalizm adlı kitabında bir belge
buldum. Doğru olup olmadığını araştırdım. Doğruluğunu saptadıktan sonra yetkilileri
haberdar ettim ve yayınevinden izin alarak bu belgeyi Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat
Örgütleri isimli kitabımda yayınladım.32
1989 yılında Avusturya Büyük Mason Kurultayı’nda Türkiye’yi yönetmek için kararlar
alınmış olduğu görülüyor. Bu geçen 16 yı içindeki uygulamalara bakıldığında, düzenlemelerin
tümüyle bu kararlar doğrultusunda olduğu görülüyor:
“Basındaki biraderlerimiz arasında dayanışmanın güçlendirilmesi. Bununla afişe
olmalarını engellemek amacıyla aralarında suni bir rekabet havası yaratılması. Önemli
yerlerdeki biraderlerin açıklanmasını engellemek için temel önlemlerin alınması. Basındaki
biraderlerin gerici dindarları bildirmek konusunda daha duyarlı, daha dikkatli davranması için
uyarılması.”
Sivil toplum örgütlerine bu yüzden sızıyorlar. Laikliğe indirgendi Atatürkçülük.
Laikliğe sahip çıkıyorlar işlerine geldiği için.
“Büyük derneklerimizin GAP düzenlemesi işine sokulması. Güneydoğu’ya yatırım için
faydalı koşulların hazırlanması. Yatırımlar için girişimci biraderlerin bir araya getirilmesi.
Premasonik kuruluşlarımız Rotary, Lions, Diners vasıtasıyla uygun gençlerin gözlem ve
seçilmelerinin devam edilmesi. Seçilen gençlerin masonik idealler doğrultusunda Amerika ve
Avrupa’da eğitilmesi. Seçilenlerin dışında eğitim için uygun çapta ödemelerin
hazırlanması.”33
Birkaç örnek vermek istiyorum GAP’la ilgili olarak. Koç, 17 Aralık 1999’da GAP’a el
atıyor.34 Çünkü zaten sistemin tepesinde bulunuyor. Masonların talimatı da bu doğrultuda.
GAP’taki arazi yapılanmasına şu anda bakarsanız çoğunun oradaki halkın lehine olmadığını,
arazinin çoğunun yabancı, uluslararası, çokuluslu holdinglerin eline geçtiğini görürsünüz.
Bilderberg Toplantıları ve Katılımcıları
Kimdir bu YDD’nin Türk katılımcıları? Bilderberg’den yukarı çıkamıyor bizimkiler.
Bilderberg örgütü iki kere Türkiye’de toplanmış. Birisi 18-20 Eylül 1959’da Yeşilköy’de.
Katılımcılar çok ilginç: Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu. Adnan Menderes’i asanlar
böyle bir örgüte üye olduğunu bilmiyorlardı. Bu aslında çok anlamlıdır. ABD Türkiye’de
kendi istediği karşıdevrim sürecinin yürütecek işbirlikçileri Bilderberg örgütünün ilk Türk
üyeleri yapıyor. 35
Bir de 25-27 Nisan 1975 yılında Çeşme Altın Yunus Oteli’nde toplanıyor bu örgüt.
Örgütün Türkiye lideri yıllarca Selahattin Beyazıt. Bir kaç yıl önce Türkiye’ye Kissinger
gelmişti. Sabah gazetesinde ağzından bir laf kaçırdı. “Türkiye’de tanıdığım ilk dostum
Selahattin Beyazıt’tır.” diye. 23-25 Nisan 1971 yılında Amerika Woodstock, Vermont’ta
Bilderberg toplantısına beraber katıldıklarını saptadım. Dostlukları orada başlıyor. Şimdi bu
adam örgüt anlamında diğer bütün Bilderbergersler’in de üstünde bir kişi. 1957 yılından
1998’e kadar en çok Bilderberg toplantılarına katılan Türk Selahattin Beyazıt’a tüm Türk
Bilderbergersleri bağlı. O da Henry Kissenger’a bağlı. Yani Bilderberg’in Türkiye sorumlusu
Henry Kissinger. Şimdi Beyazıt’ın yerine Suna Kıraç’a geçti. Bu örgütün yerli üyelerinden
biraz daha örnek vermek istiyorum. 1990 yılında Erdal İnönü ve 1995 yılında Hikmet Çetin
bu örgüte üye oluyorlar.36 Yanlarında yine Selahattin Beyazıt var. Selahattin Beyazıt’ın bir
özelliği de şu: 33. dereceden Mason. İskoç büyük locasına bağlı üstad. İngiltere Kraliyet
protokolünde yeri var. Başka bir örnek; sürekli ödül veriyorlar İsmail Cem’e. Batı basınında
“Mr. Smile” diyorlar ona. Solana’yla el ense çekiyor.37 Çünkü Solana da bu örgütün üyesi.
Küresel medyada parlatıp bu kişileri öne çıkartıyorlar. Medyaya baktığımızda Bilderberg
üyelerinin sürekli ödüller aldığını ve manşetlere çıkartılarak gündeme getirildiklerini
görüyoruz. Bu bilinçli bir propaganda çalışması. Yalnızca birkaç örnek: Özelleştirme İdaresi
Başkanı Uğur Bayer Bilderberg üyesi olduktan sonra Dünya Ekonomik Forumu tarafından
“Yarının Küresel Lideri” seçiliyor.38 Bu ödülü daha önce de 1995 yılında B.B üyesi olan
Cem Boyner almıştı. Rahmi Koç, İsmail Cem gibi diğer B.B üyesi isimlerinde sürekli ödüller
aldıklarını görüyoruz.
Nitelik olarak kimlerin Bilderberg’e üye yapıldığına bakarsak, genellikle büyük
sermaye patronlarının, Merkez Bankası Genel Müdürlerinin ve Dışişleri Bakanlarının mutlaka
üye yapılmak istendiğini görüyoruz. Merkez Bankası eski Genel Müdürü Rüştü Saraçoğlu,
Gazi Erçel ve eskiden Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Fatih Rüştü Zorlu, İlter Türkmen,
Mesut Yılmaz, Hikmet Çetin, İsmail Cem, Emre Gönensay gibi...
Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit 1975 yılındaki Çeşme toplantısında bu örgüte üye
oluyorlar. 1975 yılında Türkiye iki kampa ayrılmış, kıyasıya bir çatışma var. Adeta bir iç
savaş çıkmış durumda. Dağlar taşlar Karaoğlan yazılarıyla doluyor. Sokaklarda bağırılıyor.
Türkiye iki keskin kutba ayrılmış durumda. Ecevitçiler ve Demirelciler. Oysa aynı yıl bu iki
kişi aynı örgüte üye oluyor. Binlerce yazı yazıldı Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit
hakkında. Kimse bu örgüt birlikteliğini ifade etme cesaretini gösteremedi. Nitekim daha sonra
aralarındaki bu sahte ayrım ortadan kalktı. Bugün bakıyoruz Demirel Ecevit’in Başbakan
olması, Ecevit de Demirel’in Cumhurbaşkanı süresini uzatmak için ellerinden geleni
yapıyorlar.39 Arasıra karşı karşıya medyada görünmeleri oyunun bir parçası.
Bilderberg üyeleri arasında sürekli devam eden dayanışmaya bir kaç örnek daha:
Süleyman Demirel ve İhsan Doğramacı arasında yıllardır devam eden dayanışma, ayrıca eski
SSK Yönetim Kurulu Üyesi Halil Tunç’un Refah Partisi iktidarınca görevden alınmasının
Demirel’ce araya girilerek engellenmesi, Jak Kamhi’nin yıllarca İktisadi Kalkınma Vakfı
Başkanlığı yapabilmesi vs. gibi...
1975 Çeşme toplantısına katılan yabancılar da var tabi. Onlardan birkaçını söylersem
durumu biraz daha somutlaştıracaksınız40. Edmund de Rothchill -Fransa bankeri- bu
örgütlerin finansörü. Amerika’da Rockefeller neyse Avrupa’da da de Rothchill ailesi o. Theo
Sommer zaman zaman gündeme geliyor. Die Zeit gazetesi başyazarı ve şefi. Joseph Luns
NATO eski Genel Sekreteri. NATO da işin içinde. Robert Mc Namara Dünya Bankası
Başkanı, eski savunma bakanı. Giovanni Agnelli Fiat patronu. Arrigo Levi La Stampa
gazetesi genel yayın yönetmeni, Olef Palme, Margaret Thatcher, W. George Ball, Brezinski.
Brezinski her tarafta görünüyor. Çünkü Boğanın Gözü’nün içinde bulunan adamlardan biri.
David Rockefeller’da bu toplantıların katılımcısı.41
Bu üç örgütün üyelerinden seçmeler yaptım. David Rockefeller, üç gizli örgütün üyesi,
yani Boğanın Gözü’nün başı. Bu hiyerarşi de en üst kademede. Bill Clinton da üç örgütün
üyesi. Buna karşı Jimmy Carter iki örgütün üyesi. George Bush iki örgütün üyesi ancak
George Bush aynı zamanda Eisenhower Exchange Fellowship (EEF)’in başkanı. İki örgüt
üyeleri olanlar iç halkalarda görev alabilirler. Öküzün Gözü-Bulls’Eye içinde yer alanlar ise
üç gizli örgütün üyesi olmak zorunda. Üç gizli örgütün üyesi olmak da bazen yeterli
olmayabilir. Bunlar arasında dahi ancak seçilenler Öküzün Gözü’ne girebilir. Henry Kissinger
üç örgütün de üyesi. Richard Holbrooke da üç yıldızlı. Böyle devam ediyor. Avrupa’da da
saydığım isimler var. Japonya Başbakanı tek örgüte üye olabilir. Onlar da Trilateral
Komisyonu üyesi olabilir. Türkler de tek örgüte yani Bilderberg’e üye olabilir. Buna bugüne
kadar yalnızca bir istisnası var. Rahmi Koç, CFR’a da üye olan ilk ve tek Türk . Avrupalılar
iki örgüt üyesi olabilir. Hem Trilateral hem Bilderberg üyesi olabilir. Amerikalılar üç gizli
örgütün de üyesi olabilir. Bu örgütlerde hiyerarşi var, gizlilik var. 42
Bir başka örgüt daha var. Bu örgüt yerli kişileri seçiyor, alıp götürüyor, ABD görüşleri
doğrultusunda yetiştiriyor. Bu örgütün adı Eisenhower Exchange Fellowship (EEF) örgütü.
EEF örgütü 1954 yılında kurulmuş. İlk katılımcısı Süleyman Demirel. Süleyman
Demirel iki yıldızlı oldu. Bir Bilderberg üyesi bir de EEF üyesi. Amacı Amerikan ideallerini
benimsetmek. Bu program çerçevesinde 9 ay Amerika’da gezdiriyorlar, Amerikan sistemini
sevdiriyorlar, tanıtıyorlar ve gönderiyorlar. Buradaki olanakları kullanmak suretiyle, basını
kullanmak suretiyle çıtasını yükseltiyorlar.43 1954’de genç bir su mühendisi olan şimdiki
Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel buradaki kursa katılmıştır.44
Bugüne kadar EEF örgütüne üye olmuş kimselerin listesine göz attığımızda ilginç bir
noktaya rastlıyoruz. 1954’ten 1993 yılına kadar 25 kişi gitmiş. 1993 yılında dünya kontenjanı
iptal ediliyor Amerika ve bizden 10 kişi alıyor. Seçenler kim? Amerikan Büyükelçisi,
Eczacıbaşı ve diğer holdinglerden birer temsilci seçiyor bu 10 kişiyi. Bu 10 kişiye dikkat. 20
sene sonra karşımıza başbakan, cumhurbaşkanı olarak çıkabilirler. Çok ilginçtir, Tema Vakfı
çok güzel işler yapıyor. Türkiye’yi erozyondan kurtarmak çok büyük bir ideal. Ama binlerce
sivil toplum örgütü içinden neden TEMA öne çıkıyor? Bakıyoruz ki TEMA Vakfı Genel
Sekreteri Leyla Derya Çelikel de EEF üyesi olarak çıkıyor karşımıza. Bunu düşünmek
gerekli.
Darbe Okulları
Biliyorsunuz ABD vatandaşı, yahudi kökenli ünlü bir yazar var: Noam Chomsky. ABD
Terörü adlı kitabında 4 özgürlükten söz ediyor. Bunları zamanında Özal da kopya etmişti. Sık
sık söylüyordu. Rooswelt 4 özgürlükten söz etmiş. Konuşma, ibadet, yaratma, yaşama
özgürlüğü. Chomsky bir tane daha ekliyor. Adına “5. özgürlük” diyor. (Ek: 9) “Soyma,
sömürme, hüküm altına alma, güce başvurma.” Dünyada yaşanan da bu. ABD saldırganlığının
çok somut olarak ifadesi.45 Bütün bu soyma, sömürme, hüküm altına alma, güce başvurmayı
gerçekleştirebilmek için bazı mekanizmalara gerek var. Bütün dünyada işkence, darbe v.s.
aynı yöntemlerle oluyorsa, bunun mutlaka bir hocası, bir merkezi, bir yöntemi vardır. W.
Bush yönetimi N. Chomsky’e taş çıkartıyor.
Latin Amerika’da İspanyol Genel Valisi Simon de Bolivar, başkaldırmak suretiyle
Bolivya’yı kuruyor. Latin Amerika’da darbe geleneğini başlatıyor. Orası darbeler coğrafyası.
Bu geleneği Amerikan emperyalistleri geliştiriyorlar. Geçen yüzyılın başlarında ABD Başkanı
Monroe “Amerika Amerikalılarındır” diye bir doktrini ortaya attı. Yani “Güney Amerika
Kuzey Amerikalılarındır” anlamında algılamak lazım bu doktirini. ABD, doktrin uyarınca o
bölgeyi çeşitli yöntemlerle ele geçirdi. Bu amaçla da darbe yöntemlerini kuramlaştırdı.
Ağırlıklı olarak Latin Amerika’yı darbe laboratuarı gibi kullanıp, darbeleri bütün dünyaya
çıkarları doğrultusunda ihraç etti.
Amerika ilk darbe okulunu yani Fort Gullic’i 1946 yılında Panama’da kuruyor. Okul
1984’e kadar kalıyor burada. Güney Amerika’daki bütün faşist katiller, işkenceciler,
darbeciler, bu okuldan yetişiyor. Sonra okulu ABD’ye Fort Benning’e 1984 yılında taşıyor.
Fort Benning’de aslında piyade okulu var. Piyade okulu olağanüstü büyük bir alana yerleşmiş.
SOA buraya taşınınca işkence, darbe, katiller okulu olarak da anılıyor. Bütün bu okulların en
büyüğü Fort Bragg denilen yerde. Buna aynı zamanda “Kennedy Özel Savaş Okulu” da
(1963) deniyor. En üst düzeydeki darbeciler de bu okulda yetişiyor. Bu okullara School Of
Americas (SOA) deniliyor. Halkın tepkisi üzerine deşifre olan okulun adı “Batı Yerküre
Güvenlik Enstitüsü” diye değiştiriliyor.
Ancak ABD’nin işkence ve darbe okulları bunlarla sınırlı değil. Tüm NATO ülkelerine
ve diğer müttefik ülkelere bu okullar ağı yayılmış durumda. Bu okullar çeşitli bağlarla
birbirine bağlanıyor. Ve aynı emir komuta zinciri altında. Bu okulların aralarında dört değişik
şekilde bağ var.
Bu bağlardan birincisi CIA bağı. Bütün dünya bu açıdan da CIA vasıtasıyla kontrol
ediliyor. ABD’nin başkentinden dünyanın bütün başkentlerine CIA ve diğer istihbarat
örgütleri arasındaki ilişki sayesinde böyle bir bağ kuruluyor. ABD cani, katil, suikastci,
provokötör, sabotajcı, işkenceci ve darbecileri yetiştiren okullardan çıkan adamları
vasıtasıyla, gerektiğinde devlet terörü ile bir bakıma gözetim altında tutuyor dünyayı.
Emir kumanda bağlantısı ikinci bağ; ABD Denizaşırı Kuvvetler Komutanlığı bütün
dünyaya bu anlamda hükmediyor. Bunun da da ucu gene Almanya’da Bad Tölz isimli
kasabada.
Okullar arasında üçüncü olarak eğitim bağlantısı var. Fort Bragg ana okul. Ona bağlı
olarak Amerika’da Fort Benning okulu var. Bunun Avrupa ucu ise Almanya’nın
Oberammergau kasabasındaki “Ayaklanmaları Bastırma ve İstihbarat” okulu.
Bütün NATO ülkelerinde yukarıda bahsettiğim kategorideki insanlar yetiştiriliyor.
Derin devletin bir NATO bağlantısı var. Bu bahsettiğim dünya çapında derin devlet aslında.
Brüksel’deki Shape karargâhına bağlı bütün bu merkezler. Brüksel’deki Shape karargahında
(NATO Müttefik Başkumandanlığı) ACC denilen bir örgüt var. Bu bir yeraltı örgütü. Bütün
NATO ülkelerinin yeraltına kumanda ediyor burası. Allied Coordination Center (Müttefik
Koordinasyon Merkezi-.Ek:3), ACC’nin açılımı. Yani derin devletin bir ucu Washington’dan
Brüksel Shape karargahına geliyor. (Bkz. Kitabın sonundaki, “Derin Devlet’te Militer
Yapılanma” haritası)
Basında devamlı SOA hakkında haberler çıkıyor. Bütün dünyanın katilleri, işkencecileri
biliyoruz da, bizimkileri bilmiyoruz. Hangisi hangi okulda okumuş bilemiyoruz. Ben bir basın
toplantısına Ahmet Yıldız’ı çağırdım. O Fort Bragg’tan geçmiş. Geldi anlattı. 27 Mayıs’tan
sonra Amerikalılar Ahmet Yıldız’ı yoklamışlar, olumlu izlenim alamayınca uzaklaşmışlar.
Sadece Ahmet Yıldız Fort Bragg’ta kurs gördüğünü basın önünde açıkladı. Bu okullardan
yetişmiş, her biri ülkelerinde ABD çıkarları doğrultusunda faşist rejimler kurarak on binlerce
insanı katleden bu isimlerin bazıları: Manuel Noriega, Leopaldo Galtirei, Humbarto Regalado,
Hugo Banzer Suarez, Roberto D’aubuisson…46 Hepsi cani, katil bu okullardan yetiştirilmiş.
Aşağıdaki bilgiyi ABD’nin Syracuse kentinden bir akrabam bana gönderdi. Amerikan
Senatörü Daniel Patrick Moynihan senatoda bir önerge veriyor. Önerge şu şekilde:47
“60 bin Latin Amerikalı askerin eğitim gördüğü Fort Benning’deki Amerikalılar
Okulu’nu (SOA) inceledim.
SOA diplomalı görevliler tüyler ürpertici eylemlerde bulunuyorlar. Bu okullarda
işkence, gasp, suikast ve insanları kaçırma yöntemleri öğretilmektedir.
1996 yılı Eylülünde Pentagon (Savunma Dairesi) ‘İşkence Eğitim El Kitabı’nı SOA’nın
kullanmasına izin verdi. Bu kitapta sahte suçlama48 şantaj yapma, yanlış bilgilendirme, fiziki
ve diğer işkence yöntemleri SOA’daki görevli personel tarafından Latin Amerikalı askerlere
halkını öldürme, tehdit, özellikle dini çalışma, sendikalarla diğer çalışma ile yoksulluğu
kullanma taktikleri öğretiyor.
Bu ‘Cinayet Okulu’ yılda yaklaşık 20 milyon dolara mal olmaktadır. Oysa bizim
çocuklarımıza ve insanlarımıza yönelik yatırımlarımız tamamlanmış değildir. Lütfen SOA’yı
Durbin yasa tasarısıyla kapatınız.”
Aynı şekilde Joseph Kennedy de bir önerge veriyor fakat tabii ki bu önergeler
reddediliyor. Gerekçe ise şöyle: “Okulun Latin Amerika demokrasilerini güçlendirmek için
önem taşıdığı...”
Bu noktada ABD Genelkurmay eski Başkanı Oramiral William Crove’un ilginç bir
demecine yer vermek istiyorum:49
“Biz müttefik ülke subaylarına ABD’de eğitim görmeleri için askeri kurslar veririz. Bu
kursların amacı tabii ki bu ülkelerin orduları, askeri ve siyasi lider kadroları üzerinde etki
sağlamaktır.”
Fort Benning denen cinayet okulunun bulunduğu yer. Kapısında şöyle yazıyor United
States Army Infantry School, yani Amerikan Ordusu Piyade Okulu. Yine bizim basında yer
almış bir haber. “Fort Bragg’ta50 işkence, adam kaçırma, cinayet alanında uzmanlık kazanan
‘Gafe’ adı verilen özel birlikler restoran bombaladılar.”51
Georgia eyaletindeki Fort Benning okulunun kapatılması amacıyla yürütülen kitlesel
kampanyaya ise Amerikalı bir rahip Roy Bourgeois önderlik ediyor. Fort Bragg’ın alanı 75
km2 bir alan. 12 bin kişi protesto ediyor Amerika’da. “Bu okulun burada ne işi var?” diye.
Açıklama yapılıyor. “Amerikan çıkarları bunun gerektiriyor...”
1993 yılında Almanya’ya konferans vermek için gittiğimde “Nereyi görmek istersin?”
dediler. Ben “Oberammergau” diye tutturdum. Orada bulunan Ayaklanmaları Bastırma ve
İstihbarat Okulu’nun bulunduğu yerin video ve fotoğraflarını çektim.. Bu fotoğraflardan da
kesinlikle anlaşılabileceği üzere, anılan okulların NATO ve dolayısıyla Shape karargahına
bağlı olduğu görülmektedir. Yol levhalarında “NATO Schule” ve “NATO School” yazmasına
karşın, bir başka yol levhasında Almanca “Yönetim Okulu” denilerek okulların asıl adı
gizlenmeye çalışılıyor. Oberammergau’daki okulun NATO Brüksel bağlantısını tespit ettim.
Bu okul emir komuta bağlantısı bakımından doğrudan doğruya ABD’ye, dolaylı olarak
NATO’ya bağlı, Bad Tölz’de bulunan 20. Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın emrinde
çalışmaktadır.52
Osmanlı’dan Bugüne Gelen Miras: İşkence
Osmanlı’dan miras kalan işkence olgusu ne yazık ki günümüze değin devam
edegelmektedir. Ancak sistematik olarak işkence ülkemizde 1971’li yıllarda 12 Mart
muhtırasal darbesinden sonra başladığını biliyoruz.
Dünya geneline baktığımız zaman aynı türden işkence yöntemlerinin diğer ülkelerde de
uygulandığını görüyoruz. Kuşkusuz bu olguyu bir rastlantı olarak algılayamayız. Çünkü
Soğuk Savaş döneminde, ABD’de başlayan McCarthycilik akımını ABD dünyaya “antikomünizm” ideolojisi olarak ihraç etti. Politikadan, bürokrasinin her iki kesiminden, güvenlik
güçlerinden seçilmiş kişilerin hem ideolojik hem de kuramsal ve pratik olarak bu olgunun
benimsetildiğini biliyoruz.. Bu amaçla Panama’da, Ft. Benning’de, Ft. Bragg’ta,
Oberammergau’da ve dünyanın diğer ülkelerinde devlet terörü, sabotaj, işkence, provokasyon
vb gibi yöntemleri öğrenen kadrolar yetiştirildi. Bu çabaların görünürdeki amacına göre eğer
ülke işgal edilirse, yetişen bu kadrolar gerilla yöntemleriyle iç direnişi örgütleyecek ve
düşman işgalini engelleyecekti.
Aslında çok gerçekçi ve makul gibi görünen bu amaç, iç ve dış düşman kavramlarını
eşitlediğinizde iki ucu keskin bir kılıca dönüştü. Dünya halkları üzerinde işkence, baskı,
zulüm ve devlet terörüyle somutlaştı. Onların mantığına göre “milliyetçi ve dinci” olmanın ön
koşulu komünizmle mücadeleden geçiyordu. Sermaye, kazanılanı korumak için komünizmle
mücadelenin doğal müttefikiydi. Bu amaçla dünyanın bütün ülkelerinde “Komünizm ile
Mücadele Dernekleri” yanında “Antikomünist partiler, örgütler, dernekler” ABD
finansmanıyla kuruldu ve iktidara getirildi. Avrupa’da Euro-komünizm’in yükselişi ve hatta
özellikle İtalya ve Fransa gibi ülkelerde demokratik yöntemlerle iktidara sahip olacak ölçüde
güçlenmesi karşısında Gladio türü örgütler öne çıkarılarak iç düşman saydıkları komünistlerle
amansız bir kavgaya tutuşturuldular. ABD’de veya ABD yandaşı örgütlerde yetiştirilen
“milliyetçi, vatansever” tetikçiler(!), bilerek ya da bilmeyerek ABD adına kendi halkları
üzerinde devlet terörü, sabotaj, provokasyon v.b gibi yöntemleri uygulayarak ülkelerini
destabilize(istikrarsızlaştırma) ve demagnetize ettiler ve komünist partilerin iktidara gelmesini
engellediler. Eski CIA başkanı Colby muhtelif yayın organlarına vermiş olduğu demeçlerde
bu gerçeği açıkça itiraf etmektedir. Colby şöyle diyor:53 “NATO üyesi olması dolayısıyla
Türkiye’de de benzeri bir kurumun (Gladio kastediliyor) varlık ihtimali bulunuyor...
Türkiye’nin komünistlerin eline düşmemesi için CIA’nın antikomünist kuruluşlara destek
vermiş olması ihtimali vardır...”
Kuşkusuz Türkiye bu oluşumun dışında tutulmadı. Ülkemizde de sosyal demokrasiyle,
komünizm koşut sayılarak ve hatta CHP komünistlikle suçlanarak, özellikle 12’li darbelerden
sonra benzeri yöntemler uygulamaya konuldu.
12 Mart muhtırasal darbesinden sonra sistematik olarak uygulamaya konulan işkence
olgusu, o dönemin 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün’ü öne çıkarttı. Faik Türün açıkça
CHP’ye cephe aldı ve de özel savaş yöntemlerinden biri olan “Temizlik Operasyonu”nu
başlattı. Bu amaçla tüm İstanbul’u 2 kez evlere hapsederek ve sokağa çıkma yasağı koyarak,
“Fırtına 1” ve “Fırtına 2” operasyonu adı altında aramalar yaptırdı. Binlerce aydın, yurtsever,
ilerici, Atatürkçü kişi ve özellikle solcu olarak tanımlanan öğrencileri göz altına alarak,
işkenceden geçirdi. İşkence özellikle 1971’den sonra yıldır ülkemizde sistematik bir şekilde
uygulanmakta ve uzun vadede toplumu sindirmenin yani “sessiz çoğunluğu” yaratmanın
metodu olarak kullanılmaktadır.
Faik Türün o dönemde emniyet örgütündeki işkenceleri yeterli görmemiş olacak ki özel
işkence merkezleri kurarak zulme devam etti. Bunlar içinde en ünlü olanı da “Zihni Paşa
(Ziverbey) İşkence Köşkü”dür. Bu köşkten sırf kuram gereğince komünist olanlar
geçirilmediler. Ek olarak Faik Türün Genelkurmay Başkanı olabilmek için önünde engel olan
generalleri bir komplo içine alarak etkisiz halde bırakmak ve amacına ulaşmak için de işkence
yaptırmıştır. Bunlardan biri de benim.
Kanımca Dreyfus davasından yüz kere daha önemli sayılması gereken bu olay 40 yıllık
uğraşıma karşın kamuoyunca tam olarak kavranmış değildir. Nitekim bu akıl almaz, çirkin
komployu sergilemek için yazdığım 4500 sayfalık “Savunma” hâlâ elimde durmaktadır.
Yargılandığım “Bomba Davası”nda (1972-1975) dönemin Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Faruk Gürler, Orgeneral Muhsin Batur, Oramiral Kemal Kayacan ek iddianameyle
Marksist ve Leninist bir cuntanın lideri olarak suçlanmalarına karşın, mahkeme önüne
getirilememişlerdir. O nedenle de “Bomba Davası” diye adlandırılan balonu söndürmek bana
kaldığı için ben bu misyonu alnımın akıyla yerine getirmeye çalıştım.
Mahkeme dışında tarihe de verilecek bir hesap bulunması gerektiğine inanarak, adı
geçen üç orgeneralin Marksist ve Leninist olup olmadıkları saptanmalı, eğer bu sav doğru
değilse -ki benim savım da budur- başta Faik Türün olmak üzere bu tertibi düzenleyen kadro
açığa çıkarılmalı, ölmüş olsalar bile kınanmalıdır ki benzeri olaylar yaşanmasın.
Türkiye’de işkence var çünkü işkence öğreten okullar da var, oradan geçen insanlar da
var. Ve de sistematik işkence var. 1974 yılında Ecevit işkenceye karşı çıkıyordu. “Çok şeyi
değiştireceğiz.” diye. Demirel ona cevap veriyor “İşkence ve kontrgerilla iddialarını ispat
etmek için devlet arşivini karıştırmaya gerek yok.” Yıl 2000, Ecevit başbakan, işkence devam
ediyor. Şimdi o dönemde bize işkence yapan Faik Türün gayet pişkin olarak 1974 yılında
Hürriyet gazetesiyle yaptığı söyleşi de “İşkence olarak dün ne yapıldıysa bugün de onlar
olmuştur.” diyor. Bu işkenceci general geçen gün, Cumhurbaşkanlığı protokolünde ağırlandı.
Dana sonra Türün Demirel tarafından cumhurbaşkanı adayı gösterildi.
12 Mart dönemi, karanlığın aydınlığa saldırısı olduğu için bütün aydınları, Prof’ları içeri
aldılar. Ve Mümtaz Soysal gibi saygın bir kişiye tokat atıyorlar. Böyle bir dönem! Şimdi,
Demirel, Clinton karşısında düğmelerini ilikliyor. İşkence olduğunu kabul ediyor.54 Bunun
sorumlusu kim? Herhalde biz değiliz.
Derin Devletin İçyüzü
Derin devlet nedir? Derin devlet aslında kontrgerillanın başkalaşmasıdır. İlk önce
kontrgerilla çıktı, sonra Gladio, sonra Süper NATO, en sonunda derin devlette işi bağladılar.
EEF örgütünün 1200 üyesi var. Ve başkanı George Bush. Eski CIA Başkanı sıfatıyla bu
kişilerin de lideri. Bu grup içinde devlet, hükümet başkanları, bakanlar üst düzey yetkilliler,
sivil kuruluşlar, akademisyenler. EEF anlamında derin devleti kategorize edersek bunlar
karşımıza çıkıyor. Bunlardan her biri derin devletin elemanı olabilir.
Özetle; FM 31-16 numaralı Amerikan Kontrgerilla Talimnamesi, EEF örgütü, İlhami
Binici’nin açıklamaları, hepsi birbiriyle örtüşüyor ve derin devlette yeralan unsurlar
açıklanıyor.
Bana göre derin devlet, ABD derin devletinin uzantısı olan küresel bir yapılanmadır.
Kaynakça ve Açıklamalar:
1.
Y.n. İstanbul Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü’nde konferans olarak
sunulan ardından da İleri dergisinin Ekim-Kasım 2000 tarihli 1. sayısında yayınlanan aynı adlı
makalenin güncelleştirilmiş şeklidir.
2.
Talat Turhan, Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri-1, Sorun Yayınları,
üçüncü baskı, Ağustos 2001
Talat Turhan, Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri-2, Sorun Yayınları, birinci
baskı, Ocak 2005
-Talat Turhan, Genç Kemalistler Ordusu, İleri Yayınları, Eylül 2004
3.
Y.n. Bu grup kendilerini EMİNSU (Emekli Subaylar) diye tanımladı.
4.
Talat Turhan, Bomba Davası Savunma 1, syf 104-105
5.
Milliyet, 3 Ekim 1983
6.
Günaydın, 17 Kasım 1990
7.
Aktüel, 1-7 Nisan 1993
8.
Hürriyet, 20 Ekim 1994
9.
Y.n. Daha fazla bilgi için Emperyalizm Bataklığında İstihbarat Örgütleri Doruk Operasyonu isimli kitabıma bakınız.
10.
Aktüel, 10-16 Kasım 1991
11.
Zaman, 14 Ocak 1995
12.
Milliyet, 13 Mart 1995
13.
Selam, 17-23 Nisan 1995
14.
Cumhuriyet, 21 Mayıs 1995
15.
Newsweek’ten aktaran Cumhuriyet, 21 Haziran 1995
16.
Cumhuriyet, 28 Aralık 1995
17.
Milliyet, 23 Haziran 1996
18.
Cumhuriyet, 27 Kasım 1996
19.
Hürriyet, 20 Mart 2000
20.
Talat Turhan, Bomba Davası Savunma 1, syf 135
21.
Milliyet, 25 Mart 1978
22. Osman Ulagay, Amerikan Basınında Türk Kurtuluş Savaşı adlı eserinden aktaran
Talat Turhan, Bomba Davası Savunma 1, Sorun yayınları, üçüncü baskı, Eylül 2004
23.
Y.n. Bu görüşler Une Main Cochée Dirige (1974) adlı yapıtında yer almıştır.
24.
Y.n. CFR üyesi tanınmış kapitalist, 17 Şubat 1950 günü ABD Senatosu’nda bu
sözleri dile getirmiştir.
25.
Y.n. Kuşkusuz emperyalist örgütler sayılanlarla sınırlı değil. Daha ayrıntılı
bilgi için bkz. Talat Turhan, Küresel Çete, İleri Yayınları, Mart 2005
26.
Talat Turhan, Çeteleşme, sf. 156
27.
Halid Özkul, Yeni Dünya Düzeni, Anahtar Kitapları Kasım 1992
28.
Who’s Who Of The Elite, Robert Geylon Ross, Sr. Published by RIE
29.
James Adams, Bull’s Eye, Ney York, Time Books, 1992
30.
Talat Turhan, Çeteleşme, Akyüz Yayıncılık, Haziran 1999. s. 156
31.
30’da age
32.
Harun Yahya, Masonluk ve Kapitalizm adlı eserinden aktaran
Turhan, 9’da age
Talat
33.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Talat Turhan, Mehmet Eymen, AEGEE: Küresel
Çeteleşmenin Gençlik Cephesi, İleri Dergisi sayı:25
34.
Milliyet, 17 Aralık 1999
35.
Talat Turhan, Çeteleşme, Akyüz yayıncılık, Haziran 1999
36.
Milliyet, 15 Mayıs 1990
37.
Talat Turhan, Devrimci Bir Kurmay Subay’ın Etkinlikleri, Sorun yayınları
38.
Milliyet, 11 Aralık 1999
39.
Cumhuriyet, 29 Ocak 1999
40.
30’da age
41.
30’da age
42.
30’da age
43.
30’da age
44.
30’da age
45.
Noam Chomsky, ABD Terörü kitabından aktaran Talat Turhan, Çeteleşme,
Akyüz yayıncılık, Haziran 1999
46.
Cumhuriyet, 4 Ağustos 1993
47.
Syracuse Herald American gazetesi 4 Ocak 1998
48.
Y.n: -andıç
49.
Milliyet
50.
Irak’ta Ebu Garip Hapishanesi’nde işkenci yaparken görüntülenen Lynndie
England görüntülerin ortaya çıkmasından sonra Fort Bragg’a dönmüştür.
51.
Milliyet
52.
30’da age
53.
30’da age
54. Cumhuriyet, 26 Mart 1999
Kontrgerilla Cumhuriyeti1
1992 yılının Mart ayında Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla2 başlığını taşıyan kitabım
yayımlandı. Bu yapıtla, bu konuda Türkiye’de var olan kavram kargaşasına son vermeyi
amaçlamıştım. Ama o günden bu yana geçen sürede, kontrgerilla tartışmasında ne yazık ki,
yeni bir mesafe alınabilmiş değil. Belgesel olarak ortaya koyduğum gerçekleri gerek iktidar
yetkilileri ve gerekse bürokrasinin her iki kanadının temsilcileri, bugün de yadsımayı
sürdürüyorlar. Uğur Mumcu’nun hunharca katledilmesinden ve kontrgerillayı da hedef alan
geniş kitle gösterilerinden sonra, 14 SHP milletvekilinin TBMM’ye sundukları görüşme
önergesi, önce bu partinin yetkili kurulları tarafından engellendi.
Kontrgerilla tartışmalarında alınan sonuçların gene hasıraltı edileceği anlaşılıyor.
Konunun derlitoplu bir biçimde Türk kamuoyunun gündemine yeniden getirilmesinin
gerekli olduğuna inanıyorum.
Kitapta sunduğum yeni belgelerin ve bilgilerin ışığında, konunun yeniden ele
alınacağına ve tartışılacağını umut ediyorum. Ne yazık ki umudum gerçekleşmedi...
Özel Harp Dairesi’nden Özel Kuvvetler Komutanlığı’na
22 Ekim 1992 günü Genelkurmay Harekat Daire Başkanlığı’na bağlı Özel Kuvvetler
Komutanlığı, basın mensuplarının çağrılı olduğu bir özsunuş düzenledi. Bu toplantıdan önce
Özel Kuvvetler’e mensup olan özel timlerin gösterileri izletildi. Bu timlerin özel donanımlı
olduğu ve özel eğitimden geçirilmiş, attığını vuran elemanlardan oluşturulduğu anlatılmaya
çalışıldı.
Kuşkusuz, birçok ülkenin silahlı kuvvetlerinde olduğu gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri
içinde de böyle özgün bir birliğin bulunmasından, her yurtsever gibi biz de kıvanç duyarız.
Ancak Türkiye’de bu kuruluş üzerinde yoğunlaşan kuşkuların varlığı da bir gerçektir. Bu
özsunuş ve gösteri, özel eğitimli timlerin varlığı; düşünen, irdeleyen gerçekleri araştıran
çevrelerdeki kuşkuların daha çok artmasına neden oldu.
Bu arada Türk kamuoyu kuruluşun adının değiştirildiğini de ilk kez öğrenmiş oldu.
Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya girmesinden hemen sonra, eylül ayında bugünkü
Milli Güvenlik Kurulu’nun işlevlerine sahip Milli Müdafaa Yüksek Kurulu’nun bir kararıyla
bugünkü Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın atası olarak bilinen Seferberlik Tetkik Kurulu adı
altında yeni bir organizasyona gidildi. İşlevi ile ismi arasındaki uyumsuzluk görülmüş olmalı
ki, daha sonra kuruluşun adı Özel Harp Dairesi olarak değiştirildi.
Şimdi de Özel Kuvvetler Komutanlığı adının yeğlendiği görülüyor. Gerçekten de Özel
Kuvvetler Komutanlığı, gerek kuramsal bakımdan, gerekse kuruluş şeması ve işlevi
bakımından, örgüte verilebilecek en uygun isimdir. Eski isimlerinden vazgeçilerek gerçeğe
dönüş yeğlenmiştir. Daha doğrusu isimlendirme düzeyinde de ABD talimnameleri esas
alınmıştır. Çünkü ABD kaynaklı bütün belgeler, talimnameler ve yönergeler Türkiye için de
aynen geçerlidir. ABD kaynaklı FM 31-20 resmi talimnamesinin ismi Special Forces
Operational Techniques, yani Özel Kuvvetler Harekat Teknikleri’dir. Aynı şekilde FM 31-21
Amerikan resmi talimnamesinin ismi Special Forces Operations, yani Özel Kuvvetler
Harekatı’dır. Örneğin bu talimname Türkiye’de aynı simgeyle, ST 31-21 Gerilla Harbi ve
Özel Kuvvetler Harekatı ismiyle yayımlanarak uygulamaya konulmuştur. Bunun gibi FM 3121A Special Forces Operations (U), (Gizli) Özel Kuvvetler Harekatı resmi ABD talimnamesi
de bu örgütlerin kullandığı yöntemleri içermektedir.
Daha önemlisi de, Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yayımlanan ST (Sahra
Talimnamesi) simgeli talimnameler, ABD kaynaklı FM (Field Manuel) simgeli
talimnamelerden aynen çevrilmiştir. (Ek: 5 )
FM 31-16 simgeli ve Counter Guerilla Operations (Kontrgerilla Harekatı) adlı ABD
resmi talimnamesinde yer alan komando alayı kuruluş şeması, FM 31-15 simgeli ABD
talimnamesinden, (Ek:1) ST 31-15 simgeli Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat
Talimnamesi’ne(Ek:2) aynen aktarılmıştır. Bu durum ST 31-15 talimnamesinin de, aynı
zamanda bir kontrgerilla talimnamesi olduğunu kesinlikle kanıtlamaktadır. Kaldı ki ST 31-15
talimnamesinin adını etimolojik açıdan incelersek, gene aynı sonuca ulaşabiliriz:
Silahlı Kuvvetler örgütlenmesi, nizami ve gayrinizami olarak ikiye ayrılır. Birinci
bölüm düzenli ordular için, ikincisi gerilla güçleri için kullanılır. Bu durumda: Gayrinizami
Kuvvetlere Karşı
Harekat Talimnamesi, Gerillaya Karşı Kontrgerilla Harekatı olarak
adlandırılabilir.
Bunu belgelemek için, ST 31- 15 simgeli Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat
Talimnamesi’nin şemasını ve karşılığı olan FM 31-16 simgeli talimnameden alınan şemayı
örnek olarak aktarıyorum. (Ek:1-2)
ABD resmi talimnamelerinin bazılarında “secret-gizli” kaydı bulunmaktadır. Türkiye ve
dünya kamuoyunun bir türlü çözemediği Özel Kuvvetler Harekatı yöntemleri de, bu gizli
kaydın arkasına saklanmaktadır.
Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri ve Kissinger
Genelkurmay adına konuşan Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Kemal Yılmaz,
yukarıda sözünü ettiğim özsunuş sırasında “Türk Silahlı Kuvvetleri literatüründe kontrgerilla
sözcüğü yoktur.” cümlesini kullandı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eski bir mensubu olarak,
tüm yasal devlet kuruluşlarını gözümüzün bebeği gibi korumayı temel bir ilke sayıyoruz. Bazı
çevreler bizim gerçekleri ortaya çıkarma çabamızı, Türk Silahlı Kuvvetleriyle, güvenlik ve
istihbarat örgütlerini yıpratma propagandası ile eşdeğerli tutmaktadırlar. Oysa bugüne kadarki
çabalarımızla, bir avuç işbirlikçi, aşağılık, satılmış kişinin yasadışı eylemlerini sergilemek
suretiyle anılan örgütleri temize çıkartmak istiyoruz. Örneğin Ziverbey Köşkü’nde başlayan
ve benzeri işkence merkezlerinde binlerce yurtsevere uygulanan işkence günümüze değin
artarak devam etmektedir. Ziverbey İşkence Köşkü’nde, lider kadro dışında, MİT ve polis
görevlilerinin, Silahlı Kuvvetler mensupları olmadıkları, ilgili kişilerin açıklamalarıyla da
ortaya çıkmıştır. Bu ekip, işkence eylemlerine Silahlı Kuvvetleri de ortak ederek, işkence
kurbanlarıyla Silahlı Kuvvetleri karşı karşıya getirmek gibi aşağılık bir yol izlemişlerdir.
12 Haziran 1973 gününden başlamak üzere İstanbul Sıkıyönetim Askeri
Mahkemesi’ne, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na
vermiş olduğum sayısız dilekçeyle3 sadece bu tertibin ortaya çıkarılmasını değil, aynı
zamanda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de temize çıkartılmasını istiyordum. İşkenceye karşı
çıkan her kişi, sadece kendi onurunu korumakla kalmaz, insanlık onurunu da temsil eder.
İşkence yapanlar, işkenceye destek olanlar, bulundukları bataklıkta ne kadar çırpınırlarsa
çırpınsınlar, sorumluluktan kurtulamazlar. Kara Harp Okulu, Topçu Okulu, Kara Harp
Akademisi, Yüksek Komuta Akademisi mezunu bir kurmay subayım. Bana işkence yapanlar,
aynı zamanda geçmişte elde ettiğim kazanımlara, kariyerime saldırmak istemişlerdir. Silahlı
Kuvvetler’in, kendisini, işkencecilik suçlamasından kurtarmasının tek yolu, işkence olgusunu
kabul ederek işkencecileri teşhir etmesidir. Eğer yetkili ve sorumlu kişiler böyle bir tavrı
benimserlerse, kurumlarına en büyük hizmeti yapmış olurlar.
Oysa 3 Aralık 1990 günü Özel Harp Dairesi ile ilgili yapılan özsunuşta dönemin
Genelkurmay Harekat Dairesi Başkanı Korgeneral Doğan Beyazıt, ÖHD’nin Ziverbey Köşkü
sorgulamaları ile ilişkisinin olmadığını açıklama gereğini duymuştur. Gene 22 Ekim 1992
günü Özel Kuvvetler Komutanlığı özsunuşunda da, kuruluşun komutanı Tümgeneral Kemal
Yılmaz, aynı tutumu sürdürmüştür. Bu tutumlar Ziverbey Köşkü’nde işkence gören
yurtseverlere yapılmış , yapılabilecek en büyük saldırıdır. Bu tip demeçler vermeye, hangi
makamda bulunursa bulunsun hiç bir kimsenin hakkı yoktur. Ziverbey İşkence Köşkü’nde
görevlendirilmiş Pentagon uşaklarının kendilerine “kontrgerillacı” adını taktıkları 30 yıldan
bu yana yazılıp çiziliyor. Bizim sürdürdüğümüz kavga, kendi kirli emellerine Silahlı
Kuvvetler’i alet eden kişilerin gerçek yüzlerinin ortaya çıkarılması amacını taşımaktadır.
Halbuki 30 yıldan bu yana, parlamento dahil devletin tüm organları, ortaya
koyduğumuz somut gerçeklere karşın sadece susmayı veya örgütün varlığını dahi yadsımayı
yeğlemişlerdir. Parlamento adeta kilitlenmiş, kontrgerilla tabu olma konumunu sürdürmüştür.
Türk halkının gerçek demokrasiye ulaşma özlemi, kontrgerilla tabusunun yıkılmasına
doğrudan bağlıdır. Bir örgüt ya da kişi, bu tabunun yıkılması için ne ölçüde çaba gösterirse, o
ölçüde demokrattır. Bunu yapamayanların kendilerini, zaman zaman Yassıada’da,
Hamzakoy’da veya Zincirbozan’da bulmalarından daha doğal bir şey olamaz.
Demirel’in HEP milletvekilleriyle yaptığı görüşmede söylediklerini Milliyet
gazetesinin 23 Ocak 1993 günlü sayısındaki köşesinde Demirel’in HEPlilerle Buluşması
başlıklı yazısı ile Yalçın Doğan aktardı:
“Sizin davranışlarınız Türkiye’ye zarar veriyor. Bu zarar sadece Güney için değil,
hepimizi için işler. Öyle bir zaman gelir ki, beni de bir kenara iterler ve sonra sıkıyönetim
gelir.”
Bu sözler olası bir yeni 12 Eylül’ün bir işareti olarak algılanabilir.
Sıkıyönetimin ilan edilmesi ile başbakanlar bir kenara itilmezler. Çünkü sıkıyönetim
yasal bir zorunluluktur ve yasalara göre de yürütmenin denetimi altındadır. Başbakanı “bir
kenara itecek” güç hangisidir? Bu ve benzeri soruların yanıtlarının tartışıldığı bir siyasal
ortamda, demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla işlediğinden nasıl söz edilebilir?
Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Kemal Yılmaz’ın, 22 Ekim 1992 günlü özsunuşu
ile yeniden tartışma gündemine gelen “Literatürde kontrgerilla sözcüğü yoktur.” sözüne
dönelim yeniden.
Resmi yetkililerin vardır-yoktur tartışmalarına açıklık getirmek amacıyla, Mart 1992’de
Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla başlığı ile yayımlanan kitabımda, Encyclopedia
Americana’dan konuyla ilgili bölümü aktarmıştım. “Kontrgerilla” bir yöntemin adıdır. Bütün
dillerde kullanılır, ansiklopedilere de geçmiştir. Ansiklopedide yer alan, konuyla ilgili
kaynaklar incelenirse, bunlar arasında bulunan David Galula-Counter Insurgency Warfare
(1964) başlığının dikkat çekici olduğu görülecektir. 1975 yılında İstanbul Sıkıyönetim Askeri
Mahkemesi’nde sürdürülmekte olan Bomba Davası’nda mahkeme heyetine bir belge olarak
da sunduğum bu kitap, Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri-Teori ve Tatbikatı başlığı ile
Cevdet Sunay’ın Cumhurbaşkanı, Süleyman Demirel’in Başbakan olarak görev yaptığı 1965
yılında, Genelkurmay Basımevi (çeviren: Hasan Lambet) tarafından Türkiye’de de
yayımlanmıştır. (Ek:8) Kitabı yayımlayan Frederick A. Praeger Publisher Inc.’in ClA’nın
finanse ettiği bir yayınevi olduğu CIA’nın eski başkanlarından Stanfield Turner’in CIAGizlilik ve Demokrasi başlığını taşıyan “anılar”ında da açıklandı. David Galula’nın maske bir
isim olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü kitap Harward Üniversitesi’nden bir grup tarafından
yazılmıştır. Yazarları arasında, eski başbakanlardan Bülent Ecevit’ in “hocam’ olarak takdim
ettiği ABD’nin eski dışişleri bakanlarından Henry Kissinger de bulunmaktadır.4
Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri başlığı ile yayımlanan kitap, ülkede sol akımların
ve sol muhalefetin hangi yöntemlerle ve nasıl hizaya getirileceğini kuramsal ve eylemsel
açıdan göstermektedir. Kitap, “Temizlik Harekatı” sonrasında yapılacak seçimlerin yöntemine
varıncaya kadar, her türlü öneriyi içermektedir.
Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri’nde yer alan öneri ve yöntemler, 12 Mart 1971 ve
12 Eylül 1980 askeri darbelerinde kelimesi kelimesine uygulanmıştır, uygulanmaktadır.
Burada ileri sürülen önerilerle, ülkemizde 1965 yılından bu yana süregelmekte olan
uygulamalar arasındaki uygunluğa da dikkati çekmek istiyorum.
“Vardır-Yoktur” Tartışmalarının Özü
Tümgeneral Kemal Yılmaz’ın “Kontrgerilla yok.” demeci başka bir açıdan da
talihsizcedir. Çünkü, kendisinden yaklaşık 25 gün önce, Milliyet gazetesinin 5-6 Eylül 1992
günlü sayılarında yayımlanan bir söyleşide, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş,
Nilüfer Yalçın’ın sorularını şöyle yanıtlıyordu:
“Önce şu kontrgerilla sözü tamamen yanlış kullanılıyor. Bu teşkilatın amacı şudur:
Karşıda savaşa giren bir düşman vardır. Kontrgerilla, düşman bölgesine sızarak oradaki halkı
mukavemet için organize eder. Ya da düşman toprağına girmiştir, teşkilat işgal bölgesinde
kalıp halkı direnişe teşvik eder, organize eder. Bu kuruluşlar her ülkede var. İngiltere’de SAS
Alayı, ABD’de Delta Forces budur. Bizde de Özel Kuvvetler Komutanlığı var.5”
Düşündürücü olması gerekir: Eylül ayı başında Genelkurmay Başkanı’nın kabul ettiği
gerçeği, ekim ayında Genelkurmay’a bağlı bir kuruluşun komutanı yadsıyabiliyor. Ortada
gizlenen bir şeyler olduğu açık. Demokrasi açıklık rejimidir. Olayın taraflarından birisinin
retçi tutumuyla, gerçekler ortaya çıkarılamaz. Demokrasilerde en üst denetim organı, şüphesiz
ki, parlamentodur.
1973 yılında, yasal hakkımı kullanarak parlamentoyu bu konuda göreve çağırdım.
Gladio skandalının patlak verdiği 1990 yılında, MÇP(Milliyetçi Çalışma Partisi) hariç tüm
partilerin desteklediği bir Meclis Araştırması Önergesi, Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla
kitabımda ayrıntılarıyla açıkladığım gibi, 1991 yılı Aralık ayına bırakılmıştı. Aradan bir
buçuk yıllık bir süre geçmiş olmasına ve dahası yeni soruşturma önergeleri verilmiş olmasına
karşın, o günden bu yana tek bir adım dahi atılmamıştır. TBMM bu konudaki işlevini yerine
getirememiştir.
Demokrasinin geleceğinin, kontrgerilla konusunun açıklığa kavuşturulmasına bağlı
olduğuna inanıyorum. TBMM’yi bir kez daha göreve çağırıyorum. Bu konuda kuşku altında
bulunan örgüt ve kişilerin, kuşkudan arınması gerektiğini düşündüğüm için de, ısrarımı
sürdürüyorum.
İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, göreve başladığı günden bu yana verdiği demeçleriyle,
kontrgerillayı yadsıyan tutumunu sürdürdü. Güneydoğu’daki “faili meçhul” cinayetlerin
arkasında kontrgerillanın bulunduğuna dair iddialar üzerine, İçişleri Bakanı, Cumhuriyet
gazetesinin 1 Aralık 1992 günlü sayısında yayımlanan bir demecinde,
“Kim kontrgerilla konusunda bir şey biliyorsa, belgeleriyle beraber çıksın ortaya,
söylesinler. Kontrgerillayı 1980 döneminde de Meclis’te söyleyenler , görev yaptıkları 2 yıl
içinde Kontrgerilla ile ilgili tek bir belge koyamadılar ortaya. Devleti töhmet altında
bırakıyorsunuz, ama elinizde belge yok, devlet adam öldürmez.6”
diyordu.
Bakan en son olarak da “Kontrgerillanın varlığını ispat edin, istifa edeyim.”
açıklamasında bulundu.
İsmet Sezgin’in bu şekilde konuşmaya hakkı olduğunu sanmıyorum. Tüm yöntemlerini
benimsediğimiz ABD’nin, özellikle de istihbarat örgütlerinin cinayet işleme birimlerine sahip
olduğu, devletin en yetkili kişileri tarafından itiraf ediliyor. İktidar çevrelerince “büyük dost
ve müttefik” olarak kabul edilen ABD, cinayet işleme örgütleri kuruyorsa, onunla yakın
ilişkisi olan devletlerin benzeri örgütleri neden cinayet işlemesin? Devleti bu tip kuşkulardan
arındırmanın bir tek yolu vardır “faili meçhul” tüm siyasal cinayetlerin faillerini, doyurucu bir
biçimde kamuoyuna açıklamak... (Gehlen, İleri Yayınları, Ekim 2005’teki değerlendirmeme
bakın.)
Bu konuda en büyük sorumluluk da İçişleri Bakanı’nın omuzlarındadır. Özel Harp
Dairesi üzerindeki kuşkuların yoğunlaşmasına neden olan iki önemli devlet yetkilisinin
açıklamalarından söz edelim. Bunlardan birincisi eski başbakanlardan Bülent Ecevit’tir.
İkincisi ise Genelkurmay eski başkanlarından, Devlet Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı
da yapmış olan Emekli Orgeneral Kenan Evren’dir. Kenan Evren, 26 Kasım 1990 günlü
Hürriyet gazetesinde yayımlanan demecinde şunları söylüyordu:
“Benim Genelkurmay Başkanlığım sırasında dönemin başbakanı Süleyman Demirel
bana geldi. Özel Harp Dairesi’nin anarşi ve terörle mücadelede kullanılmasını istedi. Ben
“olmaz” cevabını verdim. Demirel “Ama 1971’deki sıkıyönetim döneminde bu amaçla
kullanılmıştı.” dedi. Ben yine kullanamayacağımı söyledim.
Ben izin vermedim, ama haberim olmadan belki bazı olaylarda kullanılmıştır.”7
Üçüncü bir olay da Başbakan iken Turgut Özal’a 1988 yılında yapılan suikast
girişimidir. Suçun faili olarak yakalanan Kartal Demirağ, 4 yıl cezaevinde kaldıktan sonra
tahliye olunca yazdığı “anılar”ında Dazkırı’1da kontrgerilla eğitiminden geçtiğini
açıklamıştır. Bu konu ile ilgili olarak Turgut Özal tarafından kurulan Soruşturma
Komisyonu’nda görev alan Yargıtay onursal üyesi Uğur Tönük tehdit edildiğinden dolayı
görevi bıraktığı için, suikast girişimi olayı bugün de gizini sürdürmektedir.
Bu demeçlerle Türkiye’de yaşanan olayları karşılaştırdığımızda, kontrgerilla konusunda
kamuoyuna mal olan kuşkuların nedenleri kolaylıkla anlaşılabilir. Konuyla ilgili olarak,
ÖHD’nin eski başkanlarından emekli general Cihat Akyol’un yazdıklarını da gözardı
edemeyiz. Cihat Akyol, 1971 yılında Silahlı Kuvvetler Dergisi’ne yazdığı bir makalede
şunları dile getiriyordu:
“Mukavemetin en verimli tohumunun zulüm olduğu bilinmelidir. Bazen gayrinizami
kuvvetlerin bu gerçeği bile bile sahte operasyonlarla, halkın mukavemet cephesine iltihakına
çalışır. (...) Halkı mukavemetçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetleri tarafından
yapılıyormuş gibi, mücadele kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile
sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir. (Silahlı Kuvvetler Dergisi Eki, Mart-1971)”
1971 yılından bu yana meydana gelen tüm kuşkulu olayların Cihat Akyol’un bu
önerileri doğrultusunda gerçekleşmiş olması da, var olan kuşkulara daha büyük bir haklılık
kazandırmaktadır.
Demokratik hukuk devletinde kendi halkına “zulüm” yapmayı öneren bir general, bu
yetkiyi hangi yasanın hangi maddesinden almaktadır? Generalin “sahte operasyon” önerisi
hangi olaylarda uygulanmış, bu operasyonlarda hangi örgüt veya kuruluşlar kullanılmıştır?
“Hukuk devleti” ilkelerine bağlı olduğunu iddia eden yetkililer, bu soruların yanıtlarını
bulmak gibi bir görevle karşı karşıyadırlar.
Ve nihayet Devlet Bakanı Orhan Kilercioğlu, 10 Aralık 1992 günü Show TVde
yayımlanan Arena programında, Uğur Dündar’ın “Kontrgerillanın varlığına inanıyor
musunuz?” sorusuna yanıt olarak “hayır” diyebilmektedir.
Eylül 1992’de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş’in varlığını kabul ettiği
bir örgütü, kontrgerillayı, Devlet Bakanı Kilercioğlu reddediyor.
Aynı Kilercioğlu, sözü edilen programın ilerleyen dakikalarında, programın sunucusu
Uğur Dündar’ın bir sorusu üzerine, TBMM’ye gelecek muhtemel bir kontrgerilla önergesine
de destek olacağını vaadediyor. Varlığı yadsınan bir örgütün araştırılmasına nasıl destek
olunacağını anlayabilmek bizim açımızdan olanaklı değildir.8 Görüldüğü gibi, tüm
çabalarımıza karşın, kontrgerilla konusu gizini ve varlığını sürdürmektedir. Kitaplarımda,
yurtiçi ve yurtdışı konferans, panel ve basın toplantılarında bu konudaki gerçeklerin gün
ışığına çıkarılmasına, demokrasimize katkıda bulunmaya çalışıyorum.9
Yukarıdaki örneklerde sergilenen çelişkiler, kontrgerilla konusundaki kuşkuları daha
büyük ölçüde yoğunlaştırmaktadır. Vardır-yoktur kolaycılığı ile, konuyu geçiştirmeye çalışan
yetkililer, var olan kuşkuları ortadan kaldırmak gibi tarihsel bir yükümlülüğün altındadırlar.
Kendilerini yeniden göreve çağırıyorum.
16 Kasım 1992 günü Show TV’de yayımlanan 32. Gün programının ilk 15 dakikası
kontrgerilla konusuna ayrılmıştı. Bu programa hazırlık olmak üzere, program danışmanı Erbil
Tuşalp, Antalya’da benimle bir saat süren bir söyleşi yaptı. Sunulan programda yapılan
söyleşinin sadece birkaç cümlesine yer verildi. Bu cümleler dahi, bazı çevrelerde büyük bir
tedirginlik yarattı ve aynı programın devamında yer alan Osman Öcalan röportajı bahane
edilerek, program yapımcısı Mehmet Ali Birand üzerindeki baskılar yoğunlaştırıldı.
Sırası gelmişken şu noktayı yeniden belirtmeliyim ki, hiçbir gücün tehdidi bizi
yolumuzdan döndüremez. Bildiğimiz gerçekleri son nefesimize kadar söylemeye ve yazmaya
devam edeceğim. Bizler, hiçbir zaman ilkel öç alma duygusunun esiri olmadık ve
olmayacağız. Söylediklerimizin ve yazdıklarımızın yanlış olduğu iddia ediliyorlarsa, karşı tezi
ilgililer belgeleriyle birlikte açıklamak zorundadırlar.
32. Gün programının yayımından sonra, Kanal 6 Tv, 6 Aralık 1992 günü gösterilmek
üzere benimle İşkenceler, Cuntalar ve Kontrgerilla konusunda bir söyleşi yaptı Bu amaçla 3
Aralık 1992 günü stüdyoda çekim yapıldı. Daha program yayımlanmadan, 4 Aralık 1992
günü Hürriyet gazetesi, bana atıf yaparak Orhan Kilercioğlu hakkındaki bazı savları da gene
bana mal ederek haber haline getirdi. Programın gösterilmesinden sonra da, aynı yöndeki
haberler Hürriyet ve diğer basın organlarında sürdü. Hürriyet gazetesi, tüm düzeltme
başvurularımı gözardı etti.Noterden ve mahkeme kararıyla gönderdiğim düzeltme yazılarımı
yayınlamadı.
Devlet Bakanı Orhan Kilercioğlu bu maksatlı yayınlara dayanarak, benimle tartışmaya
girişti. Orhan Kilercioğlu-Talat Turhan tartışması kamuoyunun gündemine girdi. Gerçeğe
olan saygımdan dolayı, Kilercioğlu’nu Cumhuriyet gazetesi aracılığı ile açık tartışmaya
çağırdım. (Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleri, 8 Aralık 1992) Bu açık çağrıma karşın, Orhan
Kilercioğlu, kontrgerilla konusunda bir tartışmaya girmeyeceğini açıklamakla yetindi.
(Cumhuriyet, 9 Aralık 1992)
Daha önce de belirttiğim gibi, Devlet Bakanı Kilercioğlu, Arena programında
kontrgerillanın olmadığını belirtiyordu. Halbuki 1978 yılından 1990 yılına kadar geçen 12 yıl
boyunca, Kilercioğlu-ÖHD ilişkisi konusunda basın-yayın organlarında (Aydınlık, 22 Eylül
1978 - 2000’e Doğru, 27 Ağustos 1989 - Yüzyıl, 25 Kasım 1990) çeşitli savlar ileri sürülmüş
ve bu yayınlarla ilgili olarak Kilercioğlu’ndan hiçbir tepki gelmemiştir.
Kilercioğlu, sadece bir dergi hakkında, Aktüel dergisinin 5-11 Aralık 1991 tarihli 22.
sayısında Kilercioğlu Ne Kadar Şeffaf başlıklı yazıda yer alan görüşler hakkında, şahsına
yönelik savlarla ilgili olarak dava açmıştır. Bununla da kalmamış, ikinci bir davanın hedefi
olarak da beni seçmiştir. Yayımlanmasının üzerinden 10 ay geçtikten sonra, Özel Savaş Terör
ve Kontrgerilla başlığını taşıyan kitabımın 31-33. sayfalarında kendisi hakkında sıralanan
savları dava konusu yapmıştır. Orhan Kilercioğlu, 1993 yılında açtığı davayı, 12 yıl geriye
götürerek kendisini aklama çabası içerisine girmiştir.10
Burada çok daha önemli bir noktanın gözden kaçırılmaması gerekiyor: Orhan
Kilercioğlu’nun Hürriyet gazetesinin 4 Aralık 1992 günlü maksatlı yayınına dayanarak
yaptığı başvuru üzerine, Ankara 18. Asliye Hukuk Mahkemesi, 4 Aralık 1992 gün ve
1992/477-284 İş sayılı kararıyla, Medeni Kanun’un 24/a maddesi gereğince, Kanal 6’da, 6
Aralık 1992 günü gösterime girecek Bizim Koltuk programının yayınını ‘tedbiren’ durdurma
kararı aldı. Türkiye’de ilk kez, bir TV programı yayından önce ve içeriği görülmeden, bir
mahkeme kararıyla yayımdan kaldırılmak istendi.11 Basın-yayın özgürlüğüne saygılı
kurumların, Türkiye Barolar Birliği’nin, baroların bu olayın üzerine gitmesi gerekirken
medya, mahkeme kararı karşısında sessiz kalmayı yeğledi. Zaman tümüyle geçmiş sayılmaz.
Kişisel bir kaygı ile hareket etmediğimin bilinmesini istiyorum. Amacım, siyasal iktidarın,
yargı üzerindeki somut baskılarını açığa çıkaran bir örneği gündeme getirerek, yansız bir
adalet mekanizmasının yaratılmasına katkıda bulunmaktır.
Kontrgerilla Örgütlenmesinin Devasa Boyutları
Bunu izleyen süreçte, Nokta dergisi, 13-19 Aralık 1992 günlü 51. sayısında kontrgerilla
konusunda benimle yaptığı bir söyleşiyi kapaktan yayımladı. (Üçüncü Bölüm)
Bugüne kadar sürmekte olan kontrgerilla tartışmalarında ÖHD’nin, Gayrinizami
Kuvvetlerin yeraltı ve yerüstü olmak üzere iki gruptan oluştuğu, yerüstü örgütlenmesinin
komando birliklerinden, yeraltı örgütünün ise “vatanseverler”den meydana geldiği genel
kabul görmüştür. Bu kabul, özel savaş örgütünün boyutunu küçültmeyi, lokalize etmeyi,
olduğundan daha az göstermeyi amaçlamaktadır. Halbuki 1975 yılında İstanbul Sıkıyönetim I
Askeri Mahkemesi’ne sunduğum savunma12 da, özel savaş örgütlenmesinin çok boyutlu
olduğunu, toplumun tüm kesitlerine kadar yayıldığını, resmi ABD belgelerine dayanarak
açıklamıştım, 1975 yılında mahkemede yaptığım savunmanın yeterince yankı bulmaması
üzerine, 14 Eylül 1977 günlü 7 Gün dergisinde, özel savaş örgütlenmesinin boyutları
tarafımdan yeniden gündeme getirildi. 1977 yılında da belirttiğim gibi,
Amerikan emperyalizminin azgelişmiş ülkelerin kuramsal düzenlerini, uygulamada
kendi sömürü olanaklarını korumaya yönelik sivil-asker karması örtülü faşizme dönüştürmede
kullandığı yöntemlerden en etkili olanı kontrgerilla örgütlenmesidir.
FM 31-16 simgeli, Counterguerilla Operations (Kontrgerilla Harekatları) adlı Amerikan
talimnamesinin 34. sayfasının İngilizce aslını Ek’te sunuyorum. (Ek: 1)
Sözü edilen talimname’nin ilgili bölümünde, azgelişmiş ülkelerdeki “Temizlik
Harekatı”nın gerçekleştirilmesi için, kontrgerilla örgütlenmesinin içinde, ACC (Bölge
Koordinasyon Merkezi) emrinde de görevlendirilecek şekilde kimlerin birlikte bulunacağı
belirtilmekte ve ek olarak CMAC (Civil Military Advisory Committee), Sivil-Asker İstişare
Komitesi’nin kurulması da önerilmektedir.(Ek: 3)
İtalya’da Gladio adlı kontrgerilla örgütlenmesinin P- 2 Mason Locası ile ilgisini
gösteren bir haberi, bu konuda iyi bir örnek oluşturduğu için ek olarak sunuyorum. (Sayfa
156)
Şimdi kamuoyunun önünde çok önemli bir görev durmaktadır: CMAC örgütlenmesi
içinde yer alan işadamları ve işçi temsilcileri kimlerdir? Hangi din adamları ve polis şefleri bu
örgütlenme şeması içerisinde görevlendirilmiştir?
Yukarıda sayılan diğer grupların temsilcileri kimlerdir? Soruları arttırabiliriz.
Kontrgerilla örgütlenmesinin bu geniş yelpazesi içerisinde yer alanlar, 1950’li yıllardan
bu yana Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapmak için ABD emperyalizminin çıkarlarına hizmet
eden siyasi iktidarlar ve onların yardakçıları arasında aranmalıdır. 1950’li yıllardan beri, gerek
olağan ve gerekse olağanüstü siyasal koşullarda, bulundukları makamlardan hiç oynamayan
kişiler arasında kimlerin kontrgerilla örgütlenmesi içinde bulunduğu saptanmalıdır.
Kontrgerilla örgütlenmesi içerisinde yer alan kişileri tanımak için, AFC’den
Fullbright’a, Fullbright’tan EEF (Eisenhower Exchange Fellowship) bursuna kadar uzanan
sayısız ABD bursundan yararlananların listeleri incelenmelidir. ABD derin devletinin gizli
örgütlerine üye olan işbirlikçiler saptanmalı ve izlenmelidir. NGO’lar gözetim altına
alınmalıdır.
1973 yılında İstanbul Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde yaptığım savunmada
Süleyman Demirel’in EEF bursundan yararlanan ilk Türk olduğunu belirtmiştim.
AID ve CIA burslarından yararlanarak ABD ve Batı Almanya’daki özel okullarda özel
eğitimden geçirilen, güvenlik ve istihbarat örgütlerine mensup sivil ve asker kişilerin
kimlikleri saptanmalıdır.
Bu konuda en iyi tanıklardan birisi, daha önce sözünü ettiğimiz CIA eski
başkanlarından Stanfield Turner’dir. Turner, gene CIA- Gizlilik ve Demokrasi başlığı altında
yayımlanan anılarında şunları söylüyor:
“1967 yılında CIA’nın yurtdışındaki yararlı dost ve unsurları desteklemek için harcadığı
para yılda on milyon dolara yükselmişti. Bu paranın büyük bir bölümü bizim sendikalar,
öğrenci dernekleri, özel kuruluşlar aracılığıyla yurt dışındaki benzeri kuruluşlara
aktarılıyordu. Bizim sendikalar, dernekler bir tür paravan kuruluş görevi yaparak, para
kaynağının CIA olduğu gerçeğinin öğrenilmesini önlüyordu. Böylece, bizden para alan
yabana sendika ve derneklerin ‘Amerikan kuklası’ diye anılmasını da önlüyorduk Bu öylesine
büyük bir operasyondu ki, Ford, Rockefeller ve Carnegie Vakfı dışındaki yabancılara burs
veren kurumların 1963-1967 arasında harcadığı paranın üçte biri CIA’dan geliyordu. 13”
Sinai Kalkınma Bankası, bu alanda çok önemli bir kuruluştur. Sinai Kalkınma Bankası,
Türkiye’de işbirlikçi özel sektörü palazlandırmak için kurulmuştur. Bankanın yabancı kökenli
sermayesi, Avrupa Kalkınma Bankası, Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) ile
International Finance Cooperation’a (IFC) aittir. Sinai Kalkınma Bankası’nın iştirakçileri
arasında çok önemli bir kuruluş daha vardır: Amerikan Kalkınma Teşkilatı (AID). AID
konusuna aşağıda tekrar döneceğiz, ama hemen belirtelim ki AID, ABD’nin bir casusluk
örgütüdür. Eski CIA ajanı Philip Agee CIA Günlüğü adıyla yayımladığı kitabında AID’i “geri
kalmış ülkelerde CIA için paravan görevi yapan bir örgüt” olarak tanımlamaktadır.
Daha 1989 yılında AID’ın Türkiye’nin önde gelen özel sektör örgütleri ile işbirliği
yapacağı açıklanmıştı. Hattâ ABD Büyükelçisi Abramowitz ile TOBB Başkanı Ali Coşkun’un
imzaladıkları bir de anlaşma parafe edilmişti. Anlaşmanın imzalanmasından bir hafta kadar
önce, Ali Coşkun “Bu uzman kuruluşun bilgi birikiminden yararlanacağız.”14 diye demeç de
vermişti.
AID’ın “bilgi birikiminden” nasıl yararlanıldığını araştırmak önemlidir. Kontrgerilla
örgütünün işadamları arasına uzanan kollarını saptayabilmek için, Sinai Kalkınma Bankası
“teşviki” ile palazlanmış özel sektör üzerinde bir araştırma yapılmalıdır. 12 Mart
Muhtırası’nın altına Genelkurmay Başkanı olarak imza atan Orgeneral Memduh Tağmaç’ın
emekli olduktan sonra Sinai Kalkınma Bankası’nın Yönetim Kurulu’na getirilmiş olmasından
da ilginç bir raslantı olarak sözedebiliriz.
AID 1960’lı yılların sonunda, gelişen anti-emperyalist öğrenci hareketinin de boy hedefi
haline geldi ve deşifre oldu. Bunun üzerine ABD, 1971 yılından itibaren AID’in etkinliklerini,
bir yandan bir kısım vakıflar aracılığı ile sürdürmeye çalıştı, bir yandan da AAFLI (AsyaAmerika Hür Çalışma Enstitüsü)’ yi devreye soktu. Bu tarihten itibaren AID’ın bir kolu
olarak çalışan AAFLI, özellikle sendikalara mali destekte bulunmakta ve sendika ağalarını
ABD’de özel eğitimden geçirmektedir. Kontrgerilla örgütlenmesinin, işçi sendikalarındaki ve
işçi temsilcileri arasındaki kolları için, ABD’de eğitim gören sendika bürokratlarının
listelerine göz atmak gerekir.15
Kontrgerilla örgütlenmesinin basın-yayın organlarındaki uzantıları,
ABD
emperyalizmine sözcülük yapan ve aynı zamanda uluslararası tekellerin mümessilliğini
üstlenen kişiler arasında aranmalıdır.
AID Askeri Darbe Örgütlenmesinin de İçinde
Yeniden AID konusuna dönmemiz gerekiyor. Çünkü AID’in etkinlikleri ve işlevi,
yukarıda açıklamaya çalıştığımız sınırların çok ötesindedir. AID örgütü, (EK:3) deki şemada
da görülebileceği gibi ABD istihbarat temsilcilerinin yanında, azgelişmiş ülkelerdeki askeri
darbe örgütlenmesi içerisinde de yer almaktadır. İlgili şemaya 1977 yılında 7 Gün
dergilerinde yayımlanan İktidarların Çeteleşmesi ve Bürokrasi başlıklı bir dizi yazıda yer
vermiştim. 1989 yılında Doruk Operasyonu adlı kitabıma yeniden alma gereğini duymuştum.
Şimdi tekrar ediyorum.
Şemadaki ACC simgesi, Area Coordination Center ibaresinin kısaltılmışıdır ve Bölge
Koordinasyon Merkezi anlamına gelmektedir. Ev Sahibi Ülke Koordinasyon Merkezi
şeklinde de düşünülebilir.
Bölge Koordinasyon Merkezi’nin örgütlenme şemasında Amerikan Uluslararası
Kalkınma Örgütü temsilci(leri)si, “US AID Representative (s)=AID” ve Amerikan İstihbarat
Ajanları temsilci(leri)si, “USIA Representative (s)=CIA” resmi ABD talimnamelerinde yer
almaktadır.
Şema’da görüldüğü gibi kontrgerilla örgütlenmesinde, ABD askeri ve sivil güçleriyle,
ABD’yle işbirliği içine giren ülke anlamında kullanılan Host Country-Ev Sahibi Ülke’
(EÜ)nin asker ve sivil güçleri işbirliği içinde çalışmaktadırlar.
Bu örgütlenmenin Türkiye’deki benzeri, (Ek: 4) de örgütlenme şemasını verdiğimiz
Bölge Koordinasyon Merkezi veya Sıkıyönetim Eşgüdüm Merkezi’dir. Bu örgütlenme
içerisinde de, aynı örgütlerin temsilcileri yer almaktadır. ACC’nin görevi, bu örgütlenme
modeli ile, bölgesel-ülkesel planda Sıkıyönetim Eşgüdüm Merkezi’ne aktarılmıştır.
AID, bu işlevlerine koşut olarak, aynı zamanda, “temizlik ve pasifikasyon harekatı”
düzenleyerek olağanüstü dönemlerde, ABD çıkarları karşısındaki yurtseverlerin etkisiz hale
getirilmesinde ve azgelişmiş ülkelerin güvenlik örgütü mensuplarına adam öldürme
yöntemlerinin öğretilmesinde de görev almaktadır.16
Burada ilginç bir koşutluğa daha dikkati çekmemiz gerekiyor: Kontrgerilla-Gladio türü
ögrütlenmelerin koordinasyonunu sağlamak için Belçika’daki NATO karargahında kurulan
örgütün simgesi de ACC’dir, (ACC, Allied Coordination Comitee17- Müttefik Koordinasyon
Komitesi’nin kısaltılmış şeklidir.)
1990 ve 1991 yıllarında, bu konuda Alman basınında özellikle Der Spiegel dergisinde
ve Die Tageszeitung gazetesinde ayrıntılı açıklamalarım yayınlanmıştır.
Koordinasyon Görevi Cumhurbaşkanı’nda
Nokta dergisinin yukarıda sözünü ettiğim sayısında yayımlanan söyleşide: Kontrgerilla
örgütlenmesini, bilinen sınırlarının da ötesine geçerek cumhurbaşkanlarına da görev
yüklediğini açıklamıştım. Son derece iddialı bu saptama, basın organlarında yankı bulmadı,
sadece Özgür Gündem gazetesinin 13 Aralık 1992 günlü sayısında bir haber olarak yer aldı.
Nokta dergisinin, daha sonraki sayılarında yayımlamaktan kaçındığı şemayı bir belge
olarak ekte sunuyorum. (Ek: 7)
ST 31-15 simgeli Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi’nin “Harekat
Anafikri ve Sevk-i İdaresi” başlığını taşıyan ikinci bölüm birinci kısım “Komuta ve Kontrol”,
“Soğuk Harp Durumları” arabaşlığının 11. maddesinin (b) ve (c) şıklarında cumhurbaşkanına
verilen görev şu şekilde formüle edilmektedir:
“b. Her memleketteki Türk diplomatik misyon şefi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir
mümessili sıfatıyla, kaide olarak dış politika konusunda bir hükümet ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin bu memleketlerdeki bütün makam ve hizmetlere mensup temsilcilerinin
faaliyetlerinde kıdemli koordinatör durumundadır. Bazı hallerde, diplomatik temsilcilik
mevcut olmayabilir veya diplomatik temsilci ile askeri komutan arasındaki münasebet,
Cumhurreisi tarafından ayrıca çizilebilir. (Ek: 7)
c. Bir soğuk harp durumunda birleşik kuvvet karargahları veya müşterek ya da kombine
komutanlıklar gayrinizami kuvvetlere karşı harekatı idare edebilirler. Bu harekata, ev sahibi
durumundaki memleketin iştiraki normaldir ve genel olarak bir kombine komutanlığı zaruri
kılar.
d. Sivil kontrol ve idare ile ilgili sorumluluk, ev sahibi hükümetle varılan anlaşmalarda
açıkça belirtilir ve kaide olarak, mümkün olan azami ölçüde, meşru şekilde kurulmuş
hükümete verilir. Askeri kuvvet komutanına, eğer sivil sorumluluk verilmişse anlaşmalarda,
genel olarak, kurtarılmış ve emniyet altına alınmış bölgelere ait bütün sorumlulukların, askeri
durum müsaade eder etmez, mahalli makamlara devredileceği ifade edilir.”
Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi’nde ve eldeki şemada da
görülebileceği gibi, “gayrinizami savaş” içinde cumhurbaşkanı da, bir koordinatör olarak
bulunmaktadır. Sadece Türkiye’de değil, tüm NATO ülkelerinde cumhurbaşkanlarına bu
görevi yükleyen, ABD kaynaklı FM 31-15 simgeli talimatnamedir. İtalya Cumhurbaşkanı
Cossiga’nın Gladio ile ilişkisi açığa çıktıktan ve Gladio skandalının bütün Avrupa’yı
sarsmasından sonra “Ulusa hizmet eden bir sırrın parçası olduğumu söylemekten gurur
duyarım.” (Internatianal Herald Tribüne, 13 Kasım 1990) şeklindeki demeci anımsanmalıdır.
ABD Başkanı Clinton, selefleri gibi, ABD’nin ulusal ve evrensel çıkarlarını korumak
için yemin ederek görevi teslim aldı. Kuşkusuz bir ülke başkanının, kendi ülkesinin çıkarlarını
korumasından daha doğal birşey olamaz. İtirazımız bu noktada değil. İtirazımız, sözünü
ettiğimiz talimnameye uyarak, ABD dışındaki ülkelerin devlet başkanlarının veya
cumhurbaşkanlarının ABD çıkarlarını savunma konumuna sokulmalarıdır.
Sorunun çok ilginç bir boyutu daha var: Talimname uyarınca Kara Kuvvetleri
Komutanı, cumhurbaşkanına görev vermektedir. Bu durum, Anayasa’nın görev-yetki
hükümleri ve hiyerarşik örgüsü ile nasıl bağdaşmaktadır? Dahası cumhurbaşkanları
talimname ile kendilerine verilen görevin farkında mıdırlar?
ABD kaynaklı FM 31-15 talimnamesinden aynen tercüme edilerek 30 yıldan bu yana
ülkemizde uygulanmakta olan ST 31-15 simgeli Kara Kuvvetleri Komutanlığı Sahra
Talimnamesi’nin önemli bazı maddelerini ek olarak kitabıma alıyorum. (Ek: 2 )
Anayasa ve yasal sistemin üzerinde olduğunu kendi resmi talimnamesi ile 1965’den beri
açıklayan bir kuruluşun, demokrasi anlayışıma aykırı olduğunu 1973 yılından beri iddia
ediyorum.
Başta parlamento olmak üzere, tüm demokratik kuruluşların yetkililerine ve resmi
devlet yetkililerine yeniden sormak istiyorum: Bu tip kuruluşların denetimden çıkabileceğinin
eski bir Genelkurmay Başkanı’nın ağzından dahi itiraf edildiği bir ülkede, kendini yasaların
üstünde bir statüye oturtan böylesine bir yapılanmaya daha ne kadar tahammül
edilebilecektir?
“Güneyden Gelen Tehdit” ve
ABD Özel Kuvvetler Komutanlığı
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilan edilen Soğuk Savaş döneminin kurumlarını Özel
Savaş Terör ve Kontrgerilla başlığı ile yayımlanan kitabımda açıklamıştım. Orada da
görülebileceği gibi, bu konudaki kuramların bir bölümü, John F. Kennedy tarafından formüle
edildi. Nitekim bu amaçla, Ford Bragg’da kurulan okula J. F. Kennedy Özel Savaş Okulu
adının verilmesi uygun görüldü.
ABD, özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yavaş yavaş İngiliz emperyalizmini
teslim almaya başladı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da dünya emperyalizminin tek sözcüsü
konumuna yükseldi. AGİK’e kadar devam eden süreçteki özel savaş yöntemlerinin ABD
açısından bir başarı olduğunu söyleyebiliriz.
Günümüzün “Yeni Dünya Düzeni” yutturmacası ve abartılmış Kuzey-Güney çelişkisi
olgusu temelinde formüle edilen Hafif ve Orta Yoğunlukta Çatışma Doktrinleri, petrol
üreticisi İslam ülkeleri başta olmak üzere hammadde kaynaklarına sahip üçüncü dünya
ülkelerindeki her türden karşı-çıkışı, bastırmayı hedeflemektedir.18 İçinde bulunduğumuz
koşullarda “host country-ev sahibi ülke” (EÜ)nin19 ya da emperyalist tanımlama ile “sadık
müttefik” olduğunu kanıtlayan ülkelerin güvenlik-istihbarat örgütleriyle silahlı kuvvetlerinin,
ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmesi sürecini yaşamaktayız.
Bereket ki Kıbrıs ambargosu ulusal refklekslerimizin gelişimine katkıda bulundu. Ulusal
savaş sanayi ivme kazandı.
1990 yılından bu yana ülkemizin bir kontrgerilla cennetine dönüştüğünü iddia
ediyorum. Nedenlerini de açıklıyorum:
1990 yılında imzalanan AKKA Antlaşması gereğince 39. paralelin güneyi ve ek olarak
da Mersin Limanı, hem konvansiyonel, hem de paramiliter güçler açısından indirim kapsamı
dışında tutuldu. Eski NATO stratejisine hakim olan “Kuzey’den gelen tehdit” olgusunun, yeni
NATO stratejisine göre “Güney’den gelen tehdit”e dönüştürülmesi suretiyle, özel savaş
örgütlenmesinin stratejik gerekçesi hazırlanmış oldu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin değişen
dünya koşulları çerçevesinde yeniden örgütlendirilmesi, ABD ve NATO tarafından gündeme
getirilmiş ve yeni planlamaya uygun olarak da özellikle Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra
Türkiye adeta askeri malzeme akınına uğramıştır. Yeni örgütlendirme projesine göre, Türk
Kara Kuvvetleri’nin üçte ikisinin komando tugaylarından oluşacağı öngörülmektedir. Özel
Savaş Terör ve Kontrgerilla adlı kitabımda da açıkladığım gibi, komando birlikleri özel savaş
örgütlenmesinin, görünen legal bir biçimlenmesidir. J. F. Kennedy’nin tanımlamasına göre:
“Bu savaş gerillaların, yıkıcı unsurların (..) yaptığı bir savaştır. Çarpışma yerine pusu
kurma, tecavüz yerine sızma, düşmanla yüz yüze dövüşme yerine onu yıpratma ve takattan
düşürme yolu ile zafere ulaşmak istenen bir savaştır. Bu savaşlar, ekonomik huzursuzluklar ve
ırk mücadelesinden istifade eder. Yepyeni bir strateji, tamamen farklı bir kuvvet ve dolayısı
ile yeni ve bambaşka bir eğitime ihtiyaç vardır.20
Özel Harp Dairesi eski başkanlarından Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun
tanımlaması ile de “en basit direnişten başlayarak, şiddet kullanmaya kadar uzanan bir seri
mukavemet faaliyeti”21 özel savaş kapsamı içinde değerlendirilmektedir.
Bu durumda, böyle bir örgütlenmeyi öngören güçlerin, ülke içindeki demokratik
eylemleri ve etnik oluşumları bastırmanın yanında, ülkemizi, kendi amaçları doğrultusunda
İslam ülkelerine yönelik olarak kullanmayı düşündüklerini varsayabiliriz.22
ABD’nin ilk kez, “Amerika Amerikalılarındır” sloganıyla Amerika kıtasını mutlak
egemenliği altına alması, özel savaş örgütlenmesi ile birleşti. Panama ABD üslerinde
Southern Command’a bağlı kontrgerilla okulları (Escuela De Las Americas) kuruldu. 40
değişik kursta, bugüne kadar 30-40 bin askeri personel eğitildi. Bunlardan 170’i, ülkelerinde
Devlet Başkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı gibi üst düzey görevlerine geldiler.
Şili ve Arjantin cunta liderleri de bu kurslardan geçmişlerdir. Meksika devlet eski
başkanlarından Luis Echeverria’nın aynı zamanda bir CIA ajanı olduğu ve örgüt arşivinde
Litempo-14 kod adıyla kayıtlı olduğu da açıklandı.23 Kosta Rika eski cumhurbaşkanlarından
Jose Figures CIA hesabına 30 yıl çalıştığını ve örgütle 200 değişik konuda işbirliğine
girdiğini, Latin Amerika ülkelerinin birçok devlet adamı için de aynı şeyin söylenebileceğini
ifade ediyor.24 Ürdün eski Kralı Hüseyin, CIA’dan para aldığını itiraf etmiştir.25
Kuşkusuz ABD’nin özel savaş örgütlenmesi sadece Amerika kıtası ile sınırlı kalmadı,
bütün dünyaya yaygınlaştırıldı. NATO ve Avrupa ülkeleri, Belçika’dan NATO karargahından
yönlendirilmekte ve açıkladığım gibi ACC (Allied Coordination Comitee) tarafından idare
edilmektedir. Bu örgütlenmenin askeri birimi Almanya’dadır. ABD’nin Almanya’daki
komutanlığı Bad Tölz’dedir. Bu komutanlığa bağlı olarak Oberammergau’da Ayaklanmaları
Bastırma Okulu ile İstihbarat Okulu bulunmaktadır. Paraşüt Okulu da Songav’dadır. Bütün
NATO ve Avrupa ülkelerinde görev yapan özel kuvvet birimlerinin elemanları bu okullarda
yetiştirilmektedir. Kuruluş şeması aşağıdadır.
ABD Özel Kuvvetler Komutanlığı
A= Özel Harekat Timi= 11 Kişi
A+A= 2 Özel Harekat Müfrezesi= B Özel Harekat Timi= 22 Kişi
A+A+A= 3 Özel Harekat Müfrezesi= C Company= 33 Kişi
ABD açısından, Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı birim ve timlerin amacının
doğrudan savaşmak olmadığı, müttefik ülkelerde benzeri örgütleri savaştırmak, savaşa
hazırlamak olduğu, gerçekleştirilmesi için de:
1. Mahalli gerillayı ya da kontrgerillayı örgütlemek,
2. Donatmak,
3. İndoktrine etmek,
4. Eğitmek,
5. Yönetmek.
olduğu formüle edilmektedir.
Bir özel harekat timi, subay sınıfından 1 komutan ve subay/astsubay sınıfından 10
eleman olmak üzere toplam 11 kişiden oluşmaktadır.
Bu açıklamalardan ve örgütsel modellerden iki önemli sonuç çıkarabiliriz:
Birincisi, ABD Özel Kuvvetler Komutanlığı kendisini rizikoya atmıyor. Bu görevi, ev
sahibi (EÜ) ülkelerin koşut örgütlerine veriyor. ABD kendi amaçların gerçekleştirilmesi için
ev sahibi ülkelerin özel kuvvetlerini kullanmak niyetinde.
İkincisi, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın yerüstü birimlerinin 11 kişilik çekirdek bir
kadrodan oluşması, ülkemizde yetkililerin bu konuda yaptıkları açıklamalarla koşutluk
gösteriyor. Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla adlı kitabımda, özel savaşın yeraltı birimi olan
Gladio türü örgütlerden yeterince söz etmiştim.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş, Milliyet gazetesinin 5/6 Eylül 1992
tarihli sayılarında yayımlanan söyleşide, İngiltere’de SAS’a, ABD’de Delta Forces’a
gönderme yapıyordu. Bunlara Alman Grenz Schütze Gendarmerid Neuen (GSG-9) örgütünü
eklemek gerekir.
GSG-9 timleri, Alman polisinin en önemli birimi olarak biliniyor. Milliyet gazetesinin
11 Aralık 1992 günlü sayısında, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde görev yapmakta olan özel
harekat timlerinden seçilecek 10 kişilik bir grubun, GSG-9 timlerinde eğitilmek üzere
Almanya’ya gönderileceği, üçer aylık periyotlarla bu grupların sürekli yenileceği haberi yer
alıyordu.
Kural olarak bu tip örgütler, CIA’nın denetimindedir. Buna karşın, adı geçen örgütler
kendi ülkelerinin istihbarat örgütlerinden bağımsız çalışırlar, gerektiğinde sadece işbirliği
yaparlar. Bu konudaki tek istisna, İsrail’de benzer amaçlarla kurulan Shin Beth örgütüdür.26
Shin Beth, MOSSAD’ın denetimi altında çalışır.
Sonuç
Görüldüğü gibi ABD emperyalistleri kendi çıkarlarını güvence altına almak için, bütün
dünyaya tepeden tabana kadar örgütlemişlerdir.
Sivas Kongresi’nden başlayarak Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın temelinde, Amerikan
mandacılığına karşı tam bağımsızlığı savunan yurtseverlerin kanı vardır.
Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapmak için yola çıkmış olanların, ülkemizi getirmiş
oldukları bağımlılık bataklığı bütün iğrençliği ile artık gizlenemez olmuştur.
Türkiye’nin önünde sadece demokrasi savaşımı değil, İkinci Kurtuluş Savaşı da vardır.
Bu savaş demokratik yöntemlerle yürütülmesi gereken uzun erimli bir mücadeleyi
gerektirmektedir.27
1947’den bu yana ABD emperyalizminin ülkemiz üzerinde ilmik ilmik ördüğü ihanet
ağları tek tek sökülüp atılmadan ve bağımsızlık bilinci benimsenmeden, kontrgerilla
tartışmalarını sürdürmeye devam edeceğiz. Emperyalizmi, kapitalizmi ve küreselleşmeyi
mercek altına almayı sürdüreceğiz.
Kaynakça ve Acıklamalar
1.
Talat Turhan, Kontrgerilla Cumhuriyeti, Tümzamanlar Yayıncılık, Mart 1993
kitabında yayınlanan aynı adlı makalenin güncellenmiş halidir.
2.
Talat Turhan, Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla, Tümzamanlar Yayıncılık, 1.
baskı, Mart 1992
3.
Talat Turhan, Bomba Davası Savunma-2, 1986 (Talat Turhan’ın Savunması 7.
klasör, Dilekçelerin Eleştirisi’ne bakınız)
4.
Talat Turhan, Orhan Gökdemir, Mehmet Eymür-Bir MİT’çinin Portresi, Sorun
Yayınları, 9. baskı, Eylül 2000. s. 271-292: TÜSİAD’ın Girişimleri ve Henry Kissinger’in İç
Yüzü başlıklı basın açıklaması, Talat Turhan, 12 Ekim 1996
5.
Y.n.: Kitaplarımda Güreş’in bu tanımlamalarına aynen yer verilmektedir. 30
yıldan beri tüm yetkililer gerçeği yadsımaktadırlar, ama Güreş bu örgütün varlığını zımnen de
olsa kabul etmektedir.
6.
Y.n.: Sezgin, kontrgerilla konusunda kendi partisinin girdiği angajmanı
unutmuş gibi gözüküyor.
7.
Y.n.: Kenan Evren’in söyledikleri gizli örgütlerin doğasında vardır. Nitekim
Batı Almanya gizli örgütü BND’nin kurucusu Reinhard Gehlen, Servis başlığı ile yayımladığı
kitabında, Mehmet Eymür’ün Analiz isimli anılarında aktardığına göre “Bir istihbarat
servisinin devletin diğer kuruluşları için konulan kurallarla yönetilmesi her zaman mümkün
değildir.” demektedir.
8.
Y.n.: Nitekim Orhan Kilercioğlu, 2 Mart 1993 tarihli TBMM oturumunda
kontrgerilla ile ilgili araştırma önergesine ret oyu kullanmıştır.
9.
a) Muzaffer Ayhan Kara, Atatürk’ün Yarbayı-Talat Turhan İçin Ne Dediler,
İleri Yayınları, 1. baskı, Ağustos 2004
b)Talat Turhan, Çeteleşme, Akyüz Yayıncılık, Haziran 1999, s.446-522
10.
Y.n.: Bu dava aleyhime sonuçlanmış, 10 yıl önce mahkeme Orhan
Kilercioğlu’na beni 240 milyon TL ödemeye mahkum etmiştir. Davayı AİHM’ye götürdüm
ve kazandım. “Talat Turhan-Türkiye Davası” ismini taşıyan bu davada devlet 2005 yılında
bana tazminat ödemeye mahkum oldu. Bu suretle haklılığım kanıtlandı.
AİHM kararıyla Kilercioğlu’nun aleyhimde açtığı davada haksız olduğu hükme
bağlandığından Kilercioğlu benden aldığı parayı devlete iade etmek zorundadır diye
düşünüyorum. En azından devlet rûcu edip ziyanının bir bölümünü Orhan Kilercioğlu’ndan
almalıdır. İlgilileri göreve çağırıyorum. Başta Adalet Bakanı olmak üzere...
11.
Y.n: Ermeni Konferansı’nın durdurulması için alınan mahkeme kararına
saldıran “küresel medya” genellikle bu olayı görmemeyi yeğledi. (İki yazar hariç)
12.
Talat Turhan, Bomba Davası Savunma-1,1986
13.
Y.n.: Aktaran: Şahap Balcıoğlu, Görüşler-Görüşmeler s. 390
14.
Y.n.: Cumhuriyet, 2 Ağustos 1989. Bilindiği gibi Ali Coşkun şu anda Sanayi
Bakanı’dır. Ali Coşkun’un bizce çok önemli bu açıklamasına 1989 yılından beri 3 baskı
yapan Emperyalizmin Bataklığı’nda İstihbarat Örgütleri-Doruk Operasyonu, Sorun Yayınları,
Eylül 2004, s. 259 kitabımda yer veriyorum. Ses seda çıkmıyor.
15.
Talat Turhan, Devrimci Bir Kurmay Subay’ın Etkinlikleri-2, Sorun yayınları,
Ocak 2005, sf. 155-186: İşçi Sınıfı ve Sınıf Gerçeği başlıklı yazıya bakınız.
16.
Y.n: AID küresel amaçlara hizmet eden etkili politikacı, bürokrat, öğretim
görevlilerine bir yolunu ve yöntemini bularak para aktarmakta, onları işbirlikçi
emperyalist(küresel ajan) haline dönüştürmektedir. Örneğin; Ermeni Konferansının baş
destekçilerinden birinin fonlandığı yazıldığı halde sesiz kalmayı yeğlemiştir. Bunlar mı
tarafsız bilim adamı? 84 bin Avro’luk tarihçi, Aydınlık, 15 Mayıs 2005, s.16-18,
17.
Leo A. Müller’in Gladio-Kontrgerilla, Soğuk Savaşın Mirası, Pencere
Yayınları, çeviren Emin Karaca, kitabının 43. sayfasında bu örgütün ismi Clandestine
Coordination Comitee= CCC olarak geçmektedir.
18.
Y.n: Irak işgalinden önce yazılmıştır.
19.
Daha geniş bilgi için bkz.Talat Turhan, Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat
Örgütleri-Doruk Operasyonu, Sorun Yayınları, 3. baskı, Eylül 2004, s. 262-275)
20.
2’de age, s.44
21.
Silahlı Kuvvetler Dergisi, Mart 1976, Sayı: 257
22.
Y.n: Günümüzde ABD’nin derdi NATO ve BOP bağlamında Türkiye’yi
komşularına karşı kendi çıkarları içerisinde kullanmak olduğu görülüyor. ABD bu amaçla
PKK kartını oynamaya devam etmektedir.
23.
Cumhuriyet, 5 Ocak 1975
24.
Talat Turhan, Savunma, 8. Klasör, sayfa 4; Cumhuriyet, 15 Mart 1975
25.
9 b’de age, s. 63
26.
Talat Turhan, Savunma, 8. Klasör, sayfa 4; Cumhuriyet, 15 Mart 1975
27.
Talat Turhan, Devrimci Bir Kurmay Subay’ın Etkinlikleri, Sorun Yayınları, 3.
baskı, Ağustos 2001, VI. Bölüm: Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a Açık Mektup, sf. 255-262.
Mektupta da görüleceği üzere 1970 yılından beri İkinci Kurtuluş Savaşı’nı savunuyorum.
Ama şimdilik kaydıyla “Atı alan Üsküdar’ı geçmiş” görünüyor.
Emperyalizmin Örgütleri1
Emperyalist ülkelerin, sömürdükleri ülkelerdeki çıkarların sürekliliğini sağlamak
amacıyla, çok değişik yöntemlere başvurdukları bilinen bir gerçektir. Bu bağlamda “Zenginler
Kulübü”2 adı altında zaman zaman bir araya gelen kapitalist ülke liderleri, önemli yönetsel
kararlar almakta ve saptadıkları doktrinleri, emirlerindeki örgütlerle dünya genelinde
uygulamaya koymaktadır. Genellikle sömüren ülkeler - sömürülen ülkeler arasındaki
ekonomik ilişkiler; Dünya Bankası, IMF, OECD, vb. örgütlerce düzenlenirken, ülkemizin
askeri kontrolü NATO doktrinlerine uyarlı olarak sağlanılmakta, kültürel açıdan politikacılar
bürokrasinin her iki kanadı, sendikacılar, öğretim elemanları ve lise düzeyine kadar
öğrenciler3değişik burslarla genellikle ABD’ye çağrılmakta ve indoktrine edilerek ülkelerine
gönderilmektedir.4
Amerikan istihbarat örgütlerinin (NSC, CIA, DIA, AID vb.)5 yerli istihbarat
örgütleriyle ilişkisi gün yüzüne çıkmış bulunuyor.
Bu anlamda ABD’nin tüm kirli işlerini CIA’ya yüklemekle, asıl hedefi göz ardı etmek
gibi bir yanılgıya düşmüş oluyoruz. Bu bağlamda AID (Uluslararası Kalkınma Ajansı,
Uluslararası Kalkınma İçin Yardım, Uluslararası Gelişme Örgütü, Amerikan İktisadi İşbirliği
Teşkilatı vb. adlarla anılıyor) de CIA’nın gizli işlerine paravanlık yapmaktadır. Oysa ki
bundan önce yayımlanan yazılarımda da6 çok yönlü ve tehlikeli bu paravan casusluk
örgütünün işlevinden söz etmiştim. Anılan örgütün dünyada ve gerekse ülkemizde ipliği
pazara çıkartıldığı için kapatıldığından söz edildi ve bu yolla unutturulmaya çalışıldı.
Oysa ki AID’nin kapitalist dünyanın uyduları haline dönüştürülen ülkelere yönelttiği
hıyanet eylemleri saymakla bitmez.
Bir gazetede yer alan habere göre7 Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nde yapılan
törende, ABD Büyükelçisi Abramowitz, özel sektörlerin aralarındaki ilişkiyi geliştirmelerinin,
iki ülkenin de yararına olduğunu ifade etmiştir.
Aynı gazetenin diğer bir haberine göre de8 Abramowitz itimatnamesini sunar sunmaz,
ayakkabısındaki cila ile Odalar Birliği Başkanı ile bir sözleşme imzalamıştır. Sözleşmeye
göre Ankara’da kurulacak bir büro, ABD’li firmaların Türkiye’de yatırım yapmalarında
öncülük edecek, bu firmalarla bizimkiler arasında ortak yatırım projeleri geliştirecektir. ABD
Büyükelçisi, bu girişimden duyduğu memnuniyeti dile getirmektedir: “Türkiye’de
bulunmamın önemli amaçlarından biri, doğrudan ABD yatırımlarını Türkiye’ye getirmektir...
ve bu ek yatırım imkanlarından Türk işadamları da yararlanacaktır...”
Anlaşmaya göre ABD’nin Uluslararası Kalkınma Ajansı (US-AID)9 Türkiye’nin önde
gelen özel sektör örgütleriyle de işbirliği yapacak.
Alıntı yaptığımız haberlerden de kesinlikle anlaşılacağı gibi Abramowitz ile birlikte
AID, yeniden Türkiye’deki çalışmalarını sürdürmektedir. Aslında dünya halklarına
yutturulduğu gibi AID’in kapatılması da söz konusu değildi.
Bugün serbest piyasa ekonomisi adı altında halkımıza dayatılmaya çalışılan model’in
itici gücü: Amerikan casusluk örgütünün finansmanı ile palazlanan, işbirlikçi sermayedar özel
sektörden oluşmaktadır. Abramowitz’in Ali Coşkun ile imzaladığı anlaşma bu işbirliğini daha
geniş bir alana (orta ve küçük büyüklükteki işyerlerine) yaymak için yapılmaktadır. Bu yolla
işbirlikçi özel sektör, tabanını daha geniş bir alana yayarak, ekonomik sömürünün alt yapısı
güçlendirilmeye çalışılmaktadır.
Uzun bir süreç içerisinde örgütlenen işbirlikçi sermayenin, özellikle 80’li yıllardan
sonraki iktidar üzerinde söz sahibi olduğu ve ABD yanlısı partilerin iktidara gelmesi ve
kalması için destek sağladığı günümüzde daha da açıklığa kavuşmuş bulunmaktadır. Özellikle
12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren’in, bir işadamının talimatına itibar ettiğini itiraf
etmesi10 üzerinde önemle durulmalıdır.
AID’in çok yönlü ve etkili bir casusluk örgütü olduğundan söz etmiştik. Nitekim ev
sahibi ülkelerde11 bir yandan işbirlikçi özel sektör yetiştirirken, diğer yandan sarı
sendikacılığı örgütlemekte ve finanse etmektedir.12
CIA ajanı Philips Agee; AID’ın, CIA’e paravanlık görevi yapmak amacıyla kurulmuş
bir Amerikan casusluk örgütü olduğunu açıklamaktadır.13
Bu örgütün az gelişmiş ülkelerde yüklendiği görevlerden bazıları şunlardır:
1) Özel Sektörle İlişki ve Ekonomiyi Yönlendirme
AID, az gelişmiş ülkelerin ekonomilerini, emperyalist metropollerin gereksinmeleri
doğrultusunda düzenleme amacını güttüğü halde “yoksulluğa karşı uluslararası işbirliğinin
somut belirtileri olarak” gösterilmeye çalışılmaktadır.14
Oysa gerçekte güdülen amaç, diğer AID görevlerinin başarılması için, ekonominin özel
sektör kesimine egemen olmak, az gelişmiş ülkelerin iş adamlarıyla ilişki kurmak ve onları
örgütlemektir.15 AID, bu manivelayı kullanarak, iktidarlar üzerinde egemen olmaktadır.
a) Sınai Kalkınma Bankası’nın Yabancı Kökenli Sermayesi
Avrupa Kalkınma Bankası, Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD), Amerikan
Kalkınma Teşkilatı (AID) ve International Finance Cooperation (IFC) (Uluslararası Finans
Birliği) örgütlerinin katkılarından oluşmaktadır. Dünya Bankası’nın yan kuruluşu olan bu
kuruluş bir süredir doğrudan doğruya özel sektörü finanse etmektedir.
AID’in de iştirakçisi olduğu bu banka, özel sektör projelerini finanse etmektedir. b)
AID, Karadeniz Bakır İşletmelerimize el atmıştır. Bu konuda yapılan Senato Araştırmasında
“ABD’den sağlanan kredilerin, ulusal çıkarlarımıza aykırı olduğu”16 saptanılmıştır.
c) “Dünyanın en büyük tröstlerinden biri olan CORN Product Company’nin, yüzde 60
hisseye sahip olduğu Türkiye’deki Bemis şirketinin, işlerinin büyük ölçüde AID tarafından
takip edildiği öğrenilmiştir.”17 Bemis şirketinin memurları, mısır üreticisi köylere teker teker
gitmekte, köylerde “Grup Reisi”18 (!) olarak tanınan kişilerle ilişki kurmaktadır. Amerikan
Yardım Örgütü AID’in, Türkiye’deki yöneticilerinden Dr. Edward Pice, Bemis şirketinin
çalışmalarıyla doğrudan doğruya ilgilenmektedir...
Köylülere teknik yardım sağlamak şeklinde gelişen bu kampanyayı yine AID’den Mr.
Parker yönetmektedir.
Eski CIA ajanı Philips Agee CIA Günlüğü adlı kitabında “Özellikle geri kalmış
ülkelerde -Uluslararası İşbirliği Kurumu (eski AID)- CIA için tam bir paravana görevi yapar.”
dedikten sonra “Uluslararası Tarım ve Müttefik İşçiler Federasyonu’nu, gerillaların köylerde
üslenmesini engellemek için kullandıklarını” ve “Kırsal bölgede yaşayan köylülerin
akıllarının çelinmesini önlemek, en önde gelen amaçlarımızdandı.” demektedir.
Türkiye’de 1972’den bu yana Türk-İş, AID yerine Asya-Amerika Hür Çalışma
Enstitüsü’nden (AAFLI) yardım almakta ve işçi liderlerinin eğitimi de bu örgüt tarafından
sağlanmaktadır.
AAFLI Türkiye Temsilcisi Emanuel Boggs’un CIA ajanı olduğu saptandığından, yerine
bir başkası gönderilmiştir.
CIA’nın, Türk tarım işçilerinin sorunları ile de ilgili olduğunu, TÜRK-İŞ’e müşavirlik
yapan CIA ajanı Emanuel Boggs’un, Haziran 1976’da Tarım İş Sendikası’nın Adana’da
düzenlediği, Tarım İşçileri Eğitimi Semineri’ne katılmasından öğreniyoruz.19
2) Az Gelişmiş Ülkelerde Her Konuda İstihbarat Yapmak
AID, Amerika’da özel beyin yıkama eğitiminden geçirilen ve işbirlikçi yapılan ajanların
yönetiminde, azgelişmiş ülkelerde örgütlediği legal ve illegal örgütlerle, bunlar aracılığı ile
çeşitli yöntemlerle ikinci derece ajan yapılanlar ve antikomünizm oltasına takılan kişilerle,
diğer sağcı örgütlerden de yararlanarak, Amerika adına istihbarat çalışmalarını
sürdürmektedir.
Bu istihbarat “siyasi, iktisadi, sosyolojik, askeri ve yıkıcı faaliyetler” alanını
kapsamaktadır.
FM 30-31 A işaretli Amerikan talimnamesinde, bu istihbaratların ayrıntıları
verilmektedir. 20
Örneğin; “Siyasi alanda; her ilin, ilçenin ve hatta köyün idaresinde, söz sahibi olunması
gerekir.” denilmektedir.21
Kaldı ki, FM 31-15 işaretli Amerikan talimnamesinde bir yeraltı örgütü şeması
verilmekte ve bu örgütün köylere kadar, istihbarat, tedhiş ve sabotaj yapmak amacıyla
örgütlendiği de gösterilmektedir.
Yani CIA ve AID, az gelişmiş ülkelerin köyüne dek girmiş bulunmaktadır.
FM 30-31 A işaretli Amerikan talimnamesinde istihbarat toplamak için her türlü
kaynaktan yararlanılacağı, özellikle “siyasi partilerde istihbaratın temel görevlerinden biri”
olduğu ve istihbaratın, Amerikalı görevlilerden oluşan ülke ekibi tarafından sağlanacağı da
belirtilmektedir.
Ülke Ekibi: Bu genellikle bir elçi olan, ABD diplomatik misyonunun şeflerinden biri
tarafından idare edilir ve ilgili bulunan ABD dairelerinin ya da ajanlıklarının en büyük
ajanlarından oluşur. Buna Dışişleri Bakanlığı, ABD Merkezi İstihbarat Servisi (CIA), ABD
Uluslararası Gelişme Ajanlığı üyeleri (AID), savunma ataşesi, diğer kilit personel ve danışma
ya da yardım programının en büyük askeri yetkilisi de dahildir denilmektedir.
3) Faşist Yeraltı Örgütlerinin Kurulması,
Anarşinin Organizasyonu ve Darbe Düzenleme
Az gelişmiş ülkelerde, Amerikancı iktidarları yaşatmak için, Makyavelizmin en iğrenç
örneklerini veren Amerikan emperyalizmi uyguladığı bu yöntemleri, “Kurtuluş Savaşları”nın
önlenmesinde de kullanmaktadır. Genellikle Kurtuluş Savaşları, gerilla harbi şeklinde
yürütüldüğünden, Amerika geliştirdiği yöntemlere “Kontrgerilla” adını vermektedir. Bu aynı
zamanda Amerikan yanlısı iktidarların seçimle işbaşına gelme şansının kalmadığını
saptadığında, terörist eylemler (banka soygunu, bombalama, adam kaçırma, uçak kaçırma gibi
ve siyasi cinayetler) düzenleyerek, sosyal ve politik ortamı etkilemekte ve faşist askeri dikta
rejimlerinin kurulmasını sağlamaktadır. 12 Mart 1971; Türk halkının eriştiği bilinç düzeyi
nedeniyle, yarım kalmış bir faşist müdahaledir.
Bu gibi durumlarda, “temizlik operasyonları” düzenlemekte ve daha önce azgelişmiş
ülkelerin istihbarat örgütleriyle birlikte çalışan, CIA ve AID ajanlarının da katkısıyla fişlenen
kişiler, çeşitli yöntemlerle etkisiz hale getirilmektedir.
Amerika’nın yardım ettiği 82 ülkede, Amerikan eğitim sistemi ve örgütlenmesinin tümü
aynen benimsendiğine göre, azgelişmiş ülkelerin sıkıyönetim komutanlarının CIA ve AID
ajanlarıyla birlikte çalıştıklarını, bu belgeler karşısında kesinlikle iddia edebiliriz.
4) Polis Yetkililerinin Özel Eğitimle Beyinlerinin Yıkanması ve İşkence Yöntemlerinin
Öğretilmesi
AID, Washington’da Uluslararası Polis Akademisi’ni kurmuş ve finanse etmektedir.
Akademiyi, kurulduğundan beri CIA, kontrolü altında tutmakta ve 87 azgelişmiş
ülkenin polis şeflerini özel eğitimden geçirmekte, teknik sorgulama yöntemleri (işkenceli
sorgulama) öğretmekte ve beyinlerini yıkamaktadır.22 Eski CIA ajanı Philips Agee’nin, CIA
Günlüğü adlı yapıtının ilgili bölümünü aşağı çıkarıyorum: (Cilt 2, s. 820)
“Amerikalar Arası Polis Akademisi” Panama Kanal Bölgesi’nde Panama merkezi
tarafından kurulan eğitim okulu, Washington’a taşınarak, Uluslararası Polis Okulu adını
almıştır. Mali açıdan AID tarafından desteklendiği halde CIA denetimindedir.
Örneğin, Uluslararası Polis Akademisi kurs programları arasında, “Patlayıcı maddelerle
suikast düzenleme ve patlayıcı maddelerin hazırlanması, boş vakitleri değerlendirmek için (!)
sessizce adam öldürme (bıçaklama, boğma vb.)23 plastik ve elektrikli bomba hazırlama ve
mayın döşeme çalışmaları” bulunmaktadır.”24 Yasalarımızın polis örgütüne yüklediği
görevlerin başta geleni; vatandaşın can, mal ve ırz emniyetini korumak olduğu halde,
Amerika’da az gelişmiş ülkelerin polis yetkililerine suikast düzenleme, sessiz adam öldürme
neden öğretilmektedir?
Dün ve bugün adı işkenceci olarak çeşitli olaylarla kamuoyuna yansıtılan polis
yetkililerinin, Washington’da Uluslararası Polis Akademisi’nde eğitim görüp görmedikleri de
saptanılmalıdır.
AID az gelişmiş ülkelerin siyasi polisini, Amerikan emperyalizmine hizmet ettiği
ölçüde dolarlarla beslemekte, araç ve gereçlerini sağlamakta, işkence yerleri ve hapishanelerin
yapılmasını finanse etmekte ve işkence araçları sağlamaktadır. 25
Örneğin; Senatör Edward Kennedy’nin Senato’da yaptığı bir konuşmada: “Amerika’nın
AID aracılığıyla, Güney Vietnam siyasi polisine para verdiğini” söylemiş ve bu açıklama
Kongre üyesi Michael Clare tarafından doğrulanmıştır. Clare’dan: “5 yıl içinde Güney
Vietnam siyasi polisine 2 milyar 500 milyonluk bir ödeme yapıldığını ve Morrison firmasınca
Güney Vietnam’da ‘Bahriye Kışlası’ adı altında, siyasi suçluların hapsedilmesi için tecrit
hücreleri yapıldığını ve Amerikan dolarlarıyla beslenen işbirlikçi 120. 000 Güney Vietnamlı
siyasi polisin, ülke halkının üçte ikisini fişlediğini” öğreniyoruz.
5) Sarı Sendikacılığın Örgütlenmesi,
İşçi Liderlerinin Eğitimi ve Finansmanı
AID; azgelişmiş ülkelerdeki sendikal hareketleri kontrol etmekte, örgütlemekte, sendika
liderlerini eğitmekte ve bu amaçla gerekli finansmanı sağlamaktadır.26
Türk-İş bültenlerinde, AID’den yardım alındığı açıklanmaktadır. Bugün, TÜRK-İŞ’le
Amerika arasındaki ilişki, AID yerine Asya Amerika Hür Çalışma Enstitüsü’nce (AAFLI)
sürdürülmektedir. 27
6) Burs Sağlama
AID ajanları azgelişmiş ülkelerde, kendi ölçülerine göre seçtikleri öğrenci ve öğretim
üyelerine ve bürokratlara burs sağlamakta, Amerika’da eğitmektedir.
7) Sağcı Örgütlerin Kurulması, Finansmanı, Anarşi ve Cinayetlerin Organizasyonu
AID az gelişmiş ülkelerde “anti-komünizm”i28 ilke olarak benimsemiş, sağcı
kuruluşları örgütlemekte, finanse etmekte ve yönetmektedir.29 Bu örgütlerle “itimat edilir
polislerden” oluşan ekiplerle, gerektiğinde terörizmi ve siyasal cinayetleri organize ederek,
darbe ve temizlik ortamı hazırlamaktadır.
Özetle;30
- AID, özel sektör projelerini finanse etmekte ve azgelişmiş ülke iş adamlarıyla ilişki
kurmakta, bu kişilerin önde gelenlerinden uluslararası örgütler içinde, kendi amaçları
doğrultusunda yararlanmaktadır.
- AID, azgelişmiş ülkelerde “siyasi, iktisadi, sosyolojik, askeri ve yıkıcı faaliyetler”
hakkında istihbarat yapmaktadır.
- AID, azgelişmiş ülkelerde Amerikan yanlısı düzenlerin yaşatılması için, müdahale de
dahil olmak üzere her türlü tertibe başvurmaktadır.
- AID, Washington’da Uluslararası Polis Akademisi’nde özel eğitimden geçirdiği polis
şeflerine işkence, sabotaj, adam öldürme yöntemleri öğretmekte ve gerektiğinde bu
işbirlikçileri kendi halkına karşı kullanmaktadır.
- AID, azgelişmiş ülkelerdeki sendikal hareketi kontrol ve finanse etmekte ve işçi
liderlerinin de Amerika’da özel eğitim (!) görmesini sağlamaktadır.
- AID, azgelişmiş ülke öğrenci, öğretim üyesi ve bürokratlarına burslar sağlamakta ve
onları, Amerika’da özel eğitimden (!) geçirmektedir.
- AID, çeşitli yöntemlerle yetiştirdiği yerli işbirlikçiler aracılığıyla, Amerikan
emperyalizminin çıkarları doğrultusunda sağı örgütlemek, darbe ve temizlik harekatları
düzenlemek için, terörizm ve siyasi cinayetleri organize etmektedir.
İşçi sınıfının örgütleriyle AAFLI ilişkileri geçmişte olduğu gibi, bugünde devam
ettiğinden bu mücadelede ulusallıktan söz edilemez.
Türk-İş, CIA, AID, AAFLI ilişkilerinin, tüm boyutlarıyla saptanılmasının ulusal
çıkarlarımız açısından sayısız yararları vardır. Türk işçi hareketinin doğal doğrultusunda
gelişmesi, ancak bu konudaki gerçeklerin aydınlanmasına bağlıdır. Belgesel
açıklamalarımızda görüldüğü gibi Türk ulusu her yönü ile uzun ve sistemli bir uğraş
sonucunda ABD güdümüne sokulmuştur. Bu amaçla Atatürk ilkeleri, paspas gibi çiğnenmiş
ve çiğnenmeye devam edilmektedir. 12 Eylül 1980’den sonra bakan olan bir general, Silahlı
Kuvvetler’de iken, Atatürk konusunda konferans vermekle görevlendirdiği bir subaydan,
“halkçılık” ilkesinden söz etmemesini istiyordu.
Dün Atatürk devrimciliğinin savunmasını yapan politikacılar, günümüzde devletçilik ve
devrimcilik ilkelerinden söz edilemeyeceğini itiraf edebilmektedirler. Bu koşullar altında tam
bağımsızlığı, kimse ağzına almaya bile cesaret edememektedir. 31
Oysa ki, ekonomimizin evrelerini incelediğimizde altın yılların devletçilik döneminde
yaşandığı görülmektedir. Buna karşın 1980 yılından sonra ABD ve Batı’ya teslimiyet arttığı
ölçüde, Türk halkının yoksullaşması giderek hızlanmaktadır. Halkımızın hedefi bu çemberi
kırmak olmalıdır.
Kaynakça ve Acıklamalar
1.
Talat Turhan’ın Küresel Çete, İleri Yayınları, Mart 2005 kitabında yer alan
aynı adlı makalenin gözden geçirilmiş şeklidir.
2.
Y.n.: Başlangıçta G-7’ler olarak bilinen katılımcı ülkeler daha sonra Rusya’yı
da aralarına alarak G-8’ler olmuşlardır.
3.
Y.n: AFS
4.
Y.n.: AB fonları da bu amaçla kullanılmaktadır. Bakınız. Talat Turhan,
Mehmet Eymen, Mont Pelerin Cemiyeti-Küresel Sermayenin Beyni, İleri Yayınları, Mart
2005. Özellikle Ermeni Konferansı’na ev sahipliği yapan Bilgi Üniversitesi’nin nasıl ve
nereden fonlandığı kitapta açıklanmaktadır.
5.
“Şifre Çözücü”, Project Democrasy (Sivil Örümceğin Ağında), Mustafa
Yıldırım, Toplumsal Dönüşüm - Project Democrasy, Deniz Som, Cumhuriyet, 12 Mayıs
2004.
6.
a) Talat Turhan, İşçi Sınıfı ve Sınıf Gerçeği, 7 Gün dergisi, 16 Şubat, 9 Mart
1977
b) Talat Turhan, İktidarların Çeteleşmesi ve Bürokrasi, 7 Gün dergisi, 3 Ağustos-14
Aralık 1977
c)
Talat Turhan, Bomba Davası, I. Kitap, 1986
7.
“Evren, ABD Elçisini Kabul Etti”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 1989.
8.
“Abramowitz Hızlı Başladı” Cumhuriyet, 11 Ağustos 1989
9.
US-AID’ın askeri darbelerdeki rolü için Doruk Operasyonu, Sorun Yayınları,
1989 adlı kitabımın özellikle 152 ve 153’ncü sayfalarına ve 3. Bölüm Ekler çizelgesindeki
Ek: 3’e bakınız.
10.
“Kenan Evren’in Anıları”, Milliyet, 23 Aralık
11.
AID ve benzeri örgütler, işbirlikçileri finanse etmeye devam etmektedir. Bkz.
“84 Bin Avro’luk Tarihçi”, Aydınlık, 15 Mayıs 2005,
12.
Y.n.: ABD, kontrolü altına aldığı ülkeleri böyle tanımlamaktadır (Host
Country=Ev sahibi ülke).
13.
20-21 Şubat 1976’da televizyonda yapılan açık oturumda Türk-İş Genel
Başkanı Halil Tunç 1952-1961 döneminde işçi eğitimi için Çalışma Bakanlığı ve AID
arasındaki işbirliğini açıklamaktadır.
14.
Philips Agee, CIA Günlüğü, E Yayınları,
15.
“Azgelişmiş Ülkelerde Kalkınma Sorunu” Yeni Ortam, 15 Ekim 1974
16.
Turkish American Business Assosiation= TABA gibi...
17.
Politika, 15 Nisan 1977
18.
Y.n.: Bu “Grup Reisi” köylerdeki vatanseverler olmasın!
19. Ayrıntılı bilgi için, dipnotlarda belirtilen; Talat Turhan’ın 7 Gün dergisinde
yayınlanan “İşçi Sınıfı ve Sınıf Gerçeği” adlı incelemesine ve Talat Turhan’ın Devrimci Bir
kurmay Bubayın Etkinlikleri 2. Kitap, Sorun Yayınları, 1. baskı, Ocak 2005, s. 155-186’ya
bakınız.
20.
Talat Turhan, Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütleri, Doruk
Operasyonu, Sorun Yayınları, 3. Baskı, Eylül 2004, s. 266-275
21.
Y.n.: Kuşkusuz, mısır ekilen bir köyde, en çok mısır üreten kişi, kilit adamdır
ve “grup reisi” (!) adı ile tanımlanan bu tip kişilerle, çeşitli yollarla ilişki kurulmaktadır. Bu
ilişkinin bir türü, yukarda açıkladığımız Bemis şirketi örneğinde verilmiştir. Bu kişinin
köydeki kontrgerilla ajanı olması da olasıdır diye düşünülebilir. (18’e bakınız)
22. Amerikan Harper’s dergisi, Ocak 1975
23.
John Minnery, Kill Without Joy, The Complete How To Kill Book - Eğlence
Olmadan Öldürme, Nasıl Öldürebileceğinizin Tam Kılavuzu, Baladin Press, 1992.
24.
Franco Solinas, Sıkıyönetim, s. 82-88
25.
a) Günaydın, 23 Aralık 1975
b)
Kemal Yücel, Kontrgerilla, Yar Yayınları, 1973
c)
Talat Turhan, Bomba Davası-1, Yargılayanları Yargılıyorum, Sorun Yayınları,
3. baskı, Eylül 2004, sf.70-76
26.
Yeni Ortam, 6 Kasım 1975
27.
19’da age s. 155-186: “İşçi Sınıfı ve Sınıf Gerçeği”
28.
Y.n.: Günümüzde dünün anti-komünistleri “küreselleşmeci” olmuşlardır. Aynı
yapı ve anlayış süregelmektedir.
.29. Y.n: Günümüzde ABD ve AB kendi çıkarlları için küreselleşme ve demokrasi adına
kişileri ve bazı STK’ları beslemektedir.
30.
a) “AID, Türkiye’nin Sorunlarına Katkıda Bulunmak İçin Siyasal İstikrar
Bekliyor” Cumhuriyet, 4 Nisan 1977
b)
Nisan 1977
“AID Heyeti İşadamları Ve Bakanlık Yetkilileri İle Görüştü” Cumhuriyet, 8
31.
Y.n.: 20 yıldan beri dışarıdan pompalanan ve ülkemize dayatılan”ılımlıislam”
modeline karşın gerek ABD ve AB’nin yetkili ağızlarınca Atatürk ve Atatürkçülük hedef
seçilmiştir. Aslında küreselleşme ulus devletlerin ortadan kalkmasıyla gerçekleşeceğine göre
emperyalistlerin tepkisi doğaldır. Sorun bizim ne yapacağımız da düğümleniyor. Kuşkusuz
AKP’den Atatürk’ün savunuculuğunu beklemenin olanaklı olmadğını da biliyoruz.
Özel Savaş, İşkence ve “Küresel Çete”1
Konunun Uluslararası Boyutu
Bilindiği gibi, 2. Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş döneminde Doğu ve Batı
blokları oluştu. Bu evrede az gelişmiş ülkeler, SSCB’nin desteğinde Kurtuluş Savaşı vererek
bağımsızlıklarını kazanmaya başladılar. Bu ülkeler gerilla yöntemlerine başvuruyorlardı.
Doğal olanı da bu idi. Gerilla savaşı ile yirmi kat güçlü düşmanı bile yenmek olası hale
gelebiliyordu. Bu oluşum ABD’yi rahatsız ettiği için Özel Savaş türü ile gerillaya karşı
Kontrgerilla yöntemleri geliştirilmesi düşünüldü.2
Bu anlayış sonucu ABD’de Fort Bragg’da, J. F. Kennedy Özel Savaş Okulu kuruldu.
Daha sonra da girişim dünya çapında yaygınlaştırıldı.
Örneğin bu amaçla Panama’da kurulan kontrgerilla okullarında (Escuela De Las
Americas)3 tüm Latin Amerika özel savaşçıları kurslardan geçirildi. Latin Amerika’daki
askeri darbeler burada yetiştirilmiş generaller tarafından sahnelendi.
NATO ülkeleri ve Batı blokundaki diğer Avrupa ülkelerinin özel savaşçılarının lider
kadroları ise Almanya’daki okullarda yetiştirilmektedir. Oberammergau’da European
Command Intelligence School’da4 1946 yılında Alman tarih doçenti olan H. Kissinger, 194649 yılları arasında askeri istihbaratta görev almış, daha sonra da Harvard Üniversitesinde
Counter-Insurgency, Warfare-Theory and Practice (Karşı Ayaklanma, Savaş-Teori ve Pratik)
adlı kitabın yazılmasına katkıda bulunmuştur. “Özel Savaş”çılık ve istihbaratçılıkla başlayan
kariyerini, ABD Dışişleri Bakanı olarak tüm dünyada uygulama fırsatı bulmuştur.
Anti-komünizm ile beyinleri yıkananlar, ülkelerindeki sosyalistlere savaş açmış,
kendilerini milliyetçi sanarak bilinçli ya da bilinçsiz ABD çıkarlarına hizmet etmişlerdir.
ABD’nin Rolü
Özel Savaş kuramını ABD geliştirmiş ve eğitimi ABD öncülüğünde tüm dünyaya
yayılmıştır.
Özel Savaş; gayri nizami savaş (Unconventional Warfare), istikrar harekâtı
(Stabilisation Operations) ve psikolojik savaş (Psychologic Warfare) ana başlıklarına
ayrılmaktadır.5 (Gayri nizami savaş ise; gerilla harekatı, mukavemet harekatı, kurtarmakaçırma harekatını kapsamaktadır.
ABD’de yayınlanan FM 30, FM 31, FM 41 simgeli (FM=Field Manual) resmi
talimatnamelerde istihbarat, kontrgerilla, psikolojik harekat ve sivil işler konularının teorisi
ayrıntılarıyla açıklanmakta, AR 515-1 adlı resmi belgede Soğuk Savaş kuramına yer
verilmektedir. (Army Cold War Activities)
Tüm NATO ülkelerinde bu talimatnamelerin gizli olmayanları tercüme edilip yürürlüğe
konulmuştur
FM 31-15 simgeli ABD resmi talimatnamesinde, gayri nizami kuvvetlerin, yeraltı ve
yeüstü güçlerden oluştuğu açıklanmakta ve bunların kuruluş şemaları verilmektedir.
“Gayri Nizami Savaş” ya da “Kontrgerilla Savaşı”nda yer üstü birliklerinin komando
birliklerinden oluştuğu da talimnamede gösterilmektedir.
Yeraltı örgütü tüm NATO ülkelerindeki Gladio türü örgütlerin kuruluşuna açıklık
getirmektedir.
Yeraltı örgütlerinin Gladio örgütünde olduğu gibi yapısı gereği amacı dışında iç
politikada terör ve siyasal cinayet olaylarında kullanıldığı da anlaşılmaktadır.
İtalya örneğinde bu tür örgütlerin doğası gereği iç politikaya, terör ve cinayet olaylarına
karıştığı anlaşıldığına göre, böyle bir örgütü demokrasi ile bağdaştırmak olanaklı
görülmemektedir.
Örneğin FM 31-16 simgeli Counterguerilla Operations adlı resmi ABD talimnamesinde
yer alan CMAC’ı (Civil-Military Advisory Committee) da demokrasiyle bağdaştırmak
olanaklı değildir.
Polisle yargıcı, işverenle işçiyi bir araya getirmekle örtülü faşizme davetiye
çıkarılmakta ve bu durumda ülkelerin düzenleri “Kontrgerilla Cumhuriyetleri”ne
dönüştürülmektedir.
ABD Özel Kuvvetler Komutanlığı
47 bin kişilik Özel Kuvvet’in 11 bini Yeşil Bereliler’den oluşmaktadır. Yeşil Bereliler
savaş alanından çok yurtiçindeki, ayaklanma, terör uyuşturucu satıcılarıyla mücadele ile
görevlidirler.
ABD, müttefik ülkelerdeki özel kuvvetlerle yakından ilgilidir. Bu güçleri Soğuk Savaş
öncesi anti-komünizmle koşullandırıp, kendi halkına karşı düşman edip sosyal demokrat
görüşün bile gelişmesini engelleyerek, politik çıkarların garanti altına almayı hedeflemiş ve
bunda da başarılı olmuştur.
Soğuk Savaş Sonrası Durum
Özel Savaş’ın, Soğuk Savaş döneminin ürünü olduğu söylenegelmiştir. 1990 yılında
Paris Şartı ile başlatılan AGİK sürecinde Soğuk Savaş’ın bittiği açıklanmasına karşın, özel
savaş birlikleri ve yöntemleri Yeni Dünya Düzeni içinde kapsamlı bir şekilde
kullanılmaktadır. Ancak bu kez dünya liderliğini dayatmakta kararlı görünen ABD:
-Çıkarlarını korumak için BM’yi amacına alet etmeyi denemekte, genellikle kendi
açısından başarılı sonuçlar almaktadır.
-Libya’nın bombalanması, Panama’da Noriega’nın kaçırılması ve Bağdat’ın
bombalanması eylemlerinde uluslararası hukuku dışlayan bir tavır sergilemekten kaçınmadı.
- 1990 öncesi Doğu-Batı doğrultusunda olacağı varsayılan çatışma Kuzey-Güney
doğrultusuna yönlendirildi. Petrol çıkarlarını korumak için 1. ve 2. Körfez Savaşı’yla dünyaya
gözdağı vermeye çalışmaktadır6.
- SSCB’nin dağılmasından sonra komünizm yerine radikal İslam’ı düşman seçti. 11
Eylül 2001 saldırısını bahane ederek Afganistan ve Irak’a saldırıp bir yandan dünyadaki enerji
kaynaklarına egemen olmak isterken BOP projesiyle de bölgeyi kontrol altına çalışmaktadır.
Nitekim Başkan George Bush’un Ulusal Güvenlik danışmanı olan Brent Scowcroft
Yeni Dünya Düzeni’ni:
“ABD gücünü, koşullara bağlı olarak bazen BM, bazen bölgesel ittifaklar ve
koalisyonlar yoluyla farklı biçimlerde de gösterebilir. Bu tür bir globalizm Amerika’nın ulusal
çıkarlarına son derece uygun...”
diye tanımlamaktadır.
ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher ise,
“ABD dünya lideri olma sorumluluğunu taşımaya devam edecektir. Gerektiği zaman
çıkarlarımızı korumak için tek başımıza hareket edeceğiz, toplu karar alınmasının daha uygun
olduğu zaman da bu cevapları sağlayacak ülke yine biz olacağız ama, yanılgıya düşmeyin
yöneteceğiz...”
şeklinde konuşmaktadır.
ABD, Özel Harekat Birliği Komutanı Gn. Carl Stliner ise özel timlerin “Amerikan dış
politikasının en önemli unsuru ve ulusal güvenlik stratejisinin en sağlam desteği” olduğunu
açıklamaktadır.
Bu anlayış sonucu ABD Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı özel timler, 1991 yılında
41 ülkede 195 değişik görev üstlenmiştir. Bu birliklerin Bangladeş ve Florida’da meydana
gelen kasırga1arın tahribatını gidermek için kullanılmasına da tanık olmaktayız. Başlangıçta
Somali’ye de yardım amacıyla gidildiği açıklanmasına karşın, bugün amacın farklı olduğu
görünür hale gelmiştir.
Kuşkusuz her ülkenin kendi çıkarlarını öncelikle düşünmesi en doğal bir davranış
biçimidir. Ama diğer ülkeleri bu amaçla kullanması onaylanamaz. ABD çıkarlarını kendi özel
kuvvetleri ve çoğunlukla müttefiklerin özel kuvvetleri’ni kullanarak kırk yıldan beri
sürdürdüğü bu stratejiyi uygulamaktadır. Yeni Dünya Düzeni’nde diğer ülkeler açısından
temel sorun, kendi ulusal çıkarlarıyla ABD çıkarları arasındaki dengeyi bulmaktadır. Az
gelişmiş ülkeler açısından böyle bir dengenin kurulabileceğini sanmıyorum.7
ABD eski Adalet Bakanı Ramsey Clark ve yazar Noam Chomsky, ABD’nin
makyavelist, oportünist ve saldırgan politikasına karşı çıkmaktadırlar.
ABD kendi hegemonyasına gölge düşürür diye Almanya-Fransa öncülüğünde kurulması
öngörülen Avrupa ordusu fikrine bile soğuk bakmaktadır.
Gladio ve Diğer NATO Ülkeleri
İtalya’da yürütülen soruşturma Başbakan Andreotti’nin mafya ilişkilerine kadar
uzanmıştır. Yasadışı örgüt elemanlarına dokunmazlık tanınırsa, sonuçta varılan nokta sürpriz
sayılmamalıdır. Benzeri olayların yaşandığı herhangi bir ülkede, İtalya örneğinde olduğu gibi
araştırma yapılabilirse varılacak sonuç aynıdır. Çünkü yeraltı örgütlerinin arkasındaki güç
CIA, dolayısıyla ABD’dir. Hür Dünyanın Lideri ABD (!)...
Kuşkusuz böylesine kapsamlı bir organizasyonun NATO içinde de uzantısı
bulunmaktadır. Brüksel’de NATO Komutanlığı’na bağlı Allied Coordination Commitee
(ACC), (Müttefik Koordinasyon Komitesi) NATO ülkeleri yeraltı örgütleri arasında
koordinasyon sağlamak için eş zamanlı olarak toplanmaktadır. 1990 yılında, Belçika Ordusu
İstihbarat Daire Başkanı General Raymond Van Calster’in NATO çerçevesinde Gladio türü
yeraltı örgütlerinin dönem başkanlığı yaptığını açıklamıştır.
Gene NATO bünyesinde The Clandestine Planing Committe (CPC) aynı amaçla eş
zamanlı olarak toplanmaktadır. Örneğin: Ekim 1990’da böyle bir toplantının Brüksel’de
yapıldığı basına yansımıştır.
Almanya’daki Örgütlenme
Daha önce açıkladığım Almanya’daki okullarda Türkiye dahil olmak üzere tüm NATO
ülkelerinin özel savaşçılarının lider kadrosu yetiştirilmektedir. Tıpkı Panama kontrgerilla
okullarında olduğu gibi...
Alman Özel Timi’nin adı Grenz Schütze Gendarmerid Neuen = (GSG 9)’dur. Alman
polisine bağlı olup, sadece, baskın ve rehine kurtarma olaylarının son anında tüm tekniklerden
yararlanarak görevlerini sürdürmektedirler. Bu şekli ile de yararlı işlevleri bulunmaktadır.
Özel Savaş’ın özellikle yeraltı unsurları ile istihbarat örgütleri, kendi ideolojisine yakın
partilerin gençlik örgütlerini dünyanın her yerinde taşeron olarak kullanmaktadırlar. Bunun
için Neo-Nazist ve Neo-faşist parti ve örgütler elverişli bir kaynak oluştururlar. Ancak
toplumlardaki iç kargaşa ve çatışmaların önemli nedenlerinden birini oluşturan bu görüş,
sakıncalarına karşın terkedilmiş değildir, Bu anlayış sonucu B. Almanya’da 1950 yılında
“Teknik Hizmet” (BDJ = Bund Deutscher Jugend) adlı bir gizli örgüt kurulmuş örgütün iç
politikada KDP ve SPD’ye karşı çaba göstereceği, silahlı bir direniş örgütleyerek bu amaçla
CIA’nın teknik eğitim ve finansal desteğinden yararlandığı, Ekim 1952’de Frankfurt am Main
Savcılığı tarafından saptanılıp mahkemeye gönderilmiş olduğu halde, ucu CIA’ya dayandığı
için dava sürdürülememiştir,
BDJ örgütlenmesinin NATO’nun kuruluş yıllarına denk düşmesi kuşkusuz rastlantı
değildir, Tıpkı üyelerinin eski Nazi subayları ile SS’lerden oluşmasının da bir rastlantı
olmadığı gibi... 8
Demokrasi, İstihbarat Örgütleri Ve Özel Savaş
CIA ve diğer ABD istihbarat örgütleriyle NATO ülkelerinin istihbarat örgütlerinin
işbirliği boyutunu aşan ilişkilere girdiği ve yasadışı eylemlere başvurduğu bilinmektedir,
Özel Savaş’ın yeraltı birliklerinin kuramının ve eğitiminin ABD denetimi ve liderliği
altında olduğunu kanıtlarıyla açıkladım.
Gladio örneği, tüm yeraltı örgütlerinin CIA’nın denetimi ve finansmanı ile kurulduğunu
göstermektedir,
ABD, müttefiki
desteklemektedir.
olan
ülkelerdeki
yandaşı
olan
partileri
CIA dolarları
ile
- ABD, ülkelerin hem istihbarat örgütlerini hem de yeraltı örgütlerini denetlemekte ve
bu örgütler arasındaki çelişkilerden yararlanarak kendi istihbaratını güçlendirmekte ve
çıkarlarını garanti altına almaktadır.
- ABD, yeraltı örgütlerinin “yasalara bağlı olmadığı” kuralını koyup, bunu diğer
ülkelere de kabul ettirmiştir.
- ABD, psikolojik harp yöntemlerini kullanıp insanlarının beynini yıkamakta ve dünya
liderliğini sürdürmeye çalışmaktadır.
- ABD, müttefiki olan ülkelerdeki çıkarları için ortak işbirlikçilere destek vermekte ve
bunları uluslararası örgütler içine almak suretiyle işbirlikçi ağı kurarak yandaşı olan partilerin
iktidarda kalmasını sağlamaktadır.
Tüm bu ve benzeri anti-demokratik zorlamalara karşın, ülkeler kendi demokratik
değerlerini, uygarlık aşamaları, kültürleri, teknik üstünlükleri ve de ekonomik gücü oranında
ulusal çıkarlarını korumak gibi güç bir sorunla karşı karşıya bulunmaktadırlar.
Türkiye’deki Durum
Özel Savaş kuramları NATO bağlamında ülkemiz için de geçerli bulunmaktadır.
Ülkemizde Gladio türü yeraltı örgütlerine halkımız “kontrgerilla” örgütü adını vermiştir.
Konuşmamın başında da açıkladığım gibi Ziverbey Köşkü işkencelerinden kaynaklanan
kontrgerilla savı gerek benim ve gerekse siyasal partiler ve politikacılar ile demokratik kitle
örgütleriyle basın ve yayın organlarının tüm girişimlerine karşın açıklığa
kavuşturulamamıştır.
Yıllardan bu yana suçluları yakalanamayan kuşkulu eylemlere sahne olmaktayız. Bunlar
arasında başbakanlara suikast girişimleri de bulunmaktadır.
Ecevit ve Özal’a yapılan suikast girişimleri bile aydınlığa kavuşturulamamış olup,
özellikle Özal olayındaki suçlunun istihbarat örgütleriyle ilişkisi bulunması yanında
kontrgerilla eğitimi gördüğünü açıklaması bu örgütler üzerindeki kuşkuları artırmaktadır.
1975 yılında mahkeme önünde yapmış olduğum savunmada kontrgerilla
örgütlenmesinin uluslararası boyutu hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunduğumu
söylemiştim. Savunmama ek olarak mahkemeye verdiğim üç belgeyi Türkiye’deki olaylarla
karşılaştırıp, yasadışı olduğunu da kanıtlamaya çalıştım.
Türkiye’de uzun bir süredir kuşkulu toplumsal provokasyonlar, terör olayları ve faili
bilinmeyen cinayetler işlenmektedir. Bu tablonun sürmesini demokrasimiz adına potansiyel
bir tehdit saymaktayım. çünkü Özel Savaş’ın bir bölümü olan İstikrarsızlaştırma Harekatı
(Destabilisation Operation) ülkemdeki 12’li darbelerde sahnelendi. Formül hep aynı:
İstikrarsızlık (destabilisation), askeri darbe, seçimleri yönlendirme veya hile katma,
istikrar (stabilisation), temizlik harekâtı , ABD yanlısı partinin iktidara getirilmesi suretiyle
müttefik ülkelerde ABD çıkarlarının garanti altına alınması...
Ülkelerin, tehdit değerlendirmelerine göre kendi silahlı kuvvetlerini düzenlemeleri
doğal olanıdır. Ancak ABD, özel kuvvetlerinin temel felsefesi müttefiki olan ülkelerin özel
kuvvetlerini kendi çıkarları doğrultusunda savaştırmaktır. Yeni Dünya Düzeni’ndeki
liderliğini kendi suçlarına diğer ülkeleri ortak ederek sürdürmeyi amaçlamaktadır.
Birinci ve İkinci Körfez Savaşları ile Somali bu anlayışın somut örneklerini
oluşturmaktadır.
ABD, Soğuk Savaş evresinde İslam’ı amaçları doğrultusunda kullanmış olmasına
karşın, günümüzde çıkarlarını koruyan Müslüman krallık, şeyhlik, emirlik ve bunlar gibi
rejimleri desteklerken, başta Irak olmak üzere İran, Suriye, Kuzey Kore’deki rejimleri
devirmeye çalışırken9, radikal İslam’ı düşman seçmiştir. Oysa aynı ABD, Pakistan
aracılığıyla Afganistan’daki en radikal örgüt olan Taliban’a destek vermiştir.
1980’li yıllardan bu yana CIA’nın Ortadoğu uzmanları Türkiye’ye Türk-İslam sentezini
önermiştir. Bu doğrultuda sürdürülen dayatmalar sonuçta “ılımlı İslam”ın iktidara
taşınmasıyla sonuçlanmıştır. Bu oluşumun ülke gerçekleriyle bağdaşacağını sanmıyorum.
Kaynakça ve Acıklamalar
1.
Talat Turhan’ın Küresel Çete, İleri Yayınları, Şubat 2005, kitabında yayınlanan
aynı adlı makallenin güncellenmiş halidir.
2
Y.n.: Günümüzde “Asimetrik savaş” yöntemleri kullanılmakta, ABD de
“terörle mücadele” bahanesiyle uygarlığın tüm kazanımlarını yok sayarak küresel
saldırganlıkla hegemonyasını kurmaya çalışırken Irak’ta bataklığa saplanmış görünüyor.
Yarın dergisi’ndeki tanıma göre (Yılmaz Tezkan, “Asimetrik Savaş Üzerine”, sayı 41,
s. 25) “Asimetrik Savaş; birbirine benzemeyen, denk olmayan organizasyonlar arasında
cereyan eden bir mücadele şeklidir. Bir tarafta toplumun güvenliğini sağlamaktan sorumlu
olan devlet, diğer tarafta yeri yurdu belli olmayan kişiler,örgütler, şebekeler, “network”ler
gibi devlet dışı aktörler vardır. Devlet belli kurallar içinde mücadelesini sürdürürken, devlet
dışı aktörleri bağlayan hiçbir hukuki ve ahlaki kural yoktur. Bu savaşa verilen “asimetrik”adı,
tarafların benzemezliğinin ve denk olmayışlarının bir ifadesidir. Asimetrik savaşçı
devletin/devletlerin karşısına çıkan kişidir.”
Yine asimetrik savaş kavramının ortaya çıkmasına yol açan 11 Eylül saldırılarının
kapsamlı bir değerlendirmesi için Bkz. Talat Turhan, 11 Eylül-Baskın, İleri Yayınları, Eylül
2004
3.
Y.n.: School of Americas: SOA (Bu isim deşifre olduğu için “Batı Yerküre
Güvenlik Enstitüsü” olarak değiştirildi.)
4.
Y.n.: Avrupa Komutanlığı İstihbarat Okulu
5.
Talat Turhan, Çeteleşme, Akyüz Yayıncılık, İstanbul, 1999.
6.
Y.n.: Irak’ın işgali bu anlayışın devam ettiğini göstermektedir.
7.
Y.n.: Nitekim Irak saldırısına katılan Koalisyon güçleri havlu atmış, ABD ve
de W. Bush’a yaranmak için hiçbir haklı gerekçeye dayanmayan işgal suçuna katılmak gibi
bir açmaza düşmüşllerdir.
8.
Y.n.: İtalya’da bu tür örgütlenmeler için hapishaneden çıkartılan faşistler
kullanılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda sonra işsiz kalan S.S.’lerin kullanıldığını görüyoruz.
Bkz. Gehlen, İleri Yayınları, Ekim 2005
9.
Rogue State, William Blum, Common Courage Press, 2000
Ek
İtalyan P-2 Mason Locası Hâlâ Faaliyette1
İtalya’da aşırı sağcı gizli mason locası P-2’nin dağılmadığı ve faaliyetlerini sürdürdüğü
haber veriliyor. Şu sıralarda İtalya’nın çeşitli şehirlerinde kolları bulunan gizli bir şebeke ile
ilgili araştırmalar yapılıyor. Tam olarak açıklanmayan sayıdaki şebeke üyesi hakkında polis
soruşturması yapıldığı bildirildi.
İtalyan basınında Yargıç Agostino Cordova’nın, 1980’li yıllarda bir darbeyle hükümeti
devirmeyi planlayan P-2 locası ile özdeş bir yapıyı açığa çıkardığı yolunda yazılar yer alıyor.
P-2’nin terörist faaliyetlerle de yakın ilişki içinde olduğu kaydediliyor.
Hıristiyan Demokrat Parti Milletvekili Tina Anselmi, La Republica gazetesine “Bu yaz
bana P-2’nin faaliyetlerine yeniden başladığı ve gizli grupların kurulduğu haber verildi.” dedi.
Anselmi, P-2’nin ve ardındaki en önemli kişi olan milyoner Licio Gelli’nin faaliyetlerini
soruşturan parlamento komisyonunun üyesiydi.
Bu günlerde açığa çıkarılan locanın üyeleri arasında yargıçlar, politikacılar, gazeteciler
ve mafya üyelerinin bulunduğu bildirildi. Bu üyelerden birçoğunun adının 1981 yılında Licio
Gelli’de yakalanan üye listesinde de bulunduğu belirtiliyor. Bunlar arasında 4 bakan, üç
bakan yardımcısı, 38 parlamento üyesi 195 yüksek rütbeli subay, Komünist Parti ve Radikal
Parti dışındaki bütün partilerden politikacılar, işadamları, bankacılar, gazeteciler istihbarat
servisi üyeleri ve polis müdürleri bulunuyor.2
P-2 Locası’nın üstadı Gelli, dünyanın elit tabakasından pek çok kişiyle, kişisel dostluk
kurmuş. Bunlar arasında ABD’nin eski Başkanı Ronald Reagan, Arjantin eski Devlet Başkanı
Juan Peron, Sicilyalı Bankacı Michele Sindona gibi isimler bulunuyor.
P-2 açığa çıkarıldığında Gelli kaçmıştı. Daha sonra Güney Amerika’ya gitmek
üzereyken İsviçre’de tutuklandı. Yedi yıl sonra İtalya’ya iade edildi. Ancak iadesi çok
tartışmalı oldu. İadesi için yapılan özel anlaşma aşağı yukarı ceza muafiyeti sağlıyordu.
P-2’yi soruşturan parlamento komisyonunun üyesi Anselmi, “Şunu unutmamak gerekir
ki, P-2 başlangıçta gizli bir locaydı. Örgütlenmesinin bu boyutlara vardığını çok az kişi
tahmin edebilmişti. P-2 ve onun temsil ettiği tehlike keşfedildiği zaman, olanların bir daha
tekerrür etmemesi için hiçbir tedbir alınmadı.” diyor.
Anselmi’nin üyesi olduğu parlamento komisyonu yaptığı araştırmaların sonucunda
Gelli’nin locasının aşın sağcı teröristlerle kontakları olduğunu açığa çıkarmıştı. Komisyonun
elde ettiği kanıtlar, seçimlerde komünistlerin çoğunluk sağlayıp iktidara gelmeleri halinde P2’nin hükümet darbesi yapmayı planladığını gösteriyordu. Soruşturma sırasında ayrıca,
Gelli’nin CIA, mafya ve uluslararası silah tüccarlarıyla ilişkisi olduğu yolunda bulgular elde
edilmiş, ancak bunlar resmen kanıtlanmış olgular olarak komisyon raporuna geçmemişti.
Milyoner Gelli 1991 yılında tekrar soruşturmaya uğradı. Yargıç Agostino Cordova,
N’drangheta-Calabria mafyası ile ilgili soruşturma yaparken, araştırmaları onu Gelli’nin
ismine götürmüştü. Bunun üzerine Cordova, mahkeme kararıyla Gelli’nin Arrezzo’daki
malikanesine el koymuştu.
P-2 Locası’nın mafyayla yakın ilişki içinde olduğu, mafya babası Antonino
Calderone’nin geçen hafta verdiği ifadeyle de kanıtlandı. Calderone, Roma’daki yargılama
sırasında şunları söyledi: “Mason locası ile mafya oldum olası yakın ilişki içinde olmuştur.
Catani’deki mahkeme ile bir sorunumuz olduğu zaman yerel locanın şefi ile kontak kurardık.
Birçok yargıcın loca üyesi olduğunu biliyorduk. Yerel lider sayesinde ceza mahkemesine bile
müdahale edebiliyorduk.”
İtalya’da loca faaliyetlerine ilişkin yapılmakta olan soruşturma ile ilgili olarak pek az
şey yayımlandı. Birçok kişi, soruşturma sonuçlarının gizli kalması için çeşitli mekanizmaların
çalıştırıldığını ve geride cevaptan çok soruların kalacağını söylüyor.3
Kaynakça ve Acıklamalar
1.
Özgür Gündem, 14 Kasım 1992
2.
Y.n: Burada sayılan gruplarla Civil Military Advisory Comitee’de sayılan
gruplar arasındaki koşutluk anlamlıdır. Derin devleti sınıflandırırken de bu görevlerdeki
kişilerden söz etmiştim.
3.
Y.n.: Başka ülkelerde de mason localarının bu tip faaliyetler içinde olduğu
biliniyor. Ülkemizde İttihat Terakki’den bu yana masonların istihbarat ve güvenlik örgüden
içine sızdıkları ve özellikle de İçişleri Bakanlığı’nda önemli mevkileri ellerinde tuttukları da
bilinen bir gerçektir.
4. Bölüm
Demirel, Masonluk ve Derin Devlet
Demirel: “Derin Devlet Askerdir” Diyor
(Hürriyet, 18 Nisan 2005 ve diğer yayın organları)
Demirel: “Derin Devlet, Devletin Askeridir”*
CNN Türk’te yayınlanan Ankara Kulisi programına katılan 9. Cumhurbaşkanı Demirel,
derin devlet nedir?’ sorusunu şöyle yanıtladı: “Devletin kendisidir, askeridir. Cumhuriyeti
kuran askerler devletin yıkılmasından daima korkmuşlardır. Yönetilemeyen ülke, derin
devlete muhtaç olur.” Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, dün çok çarpıcı bir açıklama
yaparak “Derin devlet devletin askeridir.” dedi. Hürriyet gazetesi Ankara Temsilcisi Nur
Batur’un ilk kez katıldığı CNN Türk’te yayınlanan Ankara Kulisi programında Demirel,
önemli açıklamalarda bulundu. Türkiye’de, kamuoyunu rahatsız eden hareketlerin her zaman
olduğunu, bunların bir kısmının bazen çok ciddi bazen de yüzeyde olduğunu ifade eden
Demirel, bunların ayırt edilmesi gerektiğini belirtti. Kamuoyunu rahatsız eden hareketlerin
bazılarında devletin kanun hakimiyetini sürdüremediğinin altını çizen Demirel, “Kanunları
icra edemeyince, o zaman, ülke elden gidiyor ve binlerce sıkıntıyla kurduğumuz devlet elden
gidiyor, deyip, derin devlet devlete sarılmıştır.” dedi. Demirel, “Nedir derin devlet?” sorusuna
ise şu karşılığı verdi:
Yıkılma Korkusu
“Devletin kendisidir derin devlet, askeridir derin devlet. 1912 Halaskar Subaylar
olayından bu yana Türkiye Cumhuriyeti devletinde cumhuriyeti kuran askerler, devletin
yıkılıverme endişesinden daima korku duymuşlardır. Biz demokrasiye geçtik. Sokaklar hür,
serbest dedik. Dedik ki; silahsız, saldırısız yürüyüş serbest. Her türlü demostrasyon (gösteri)
serbest, dedik. Bu iş hakkın suistimaline gelince bu serbestiyetin sahipleri gittiler, bu hakkı
cam çerçeve indirerek polisle savaşarak kullandılar. Bu hak değildi. Bu hakkın suistimaliydi.
Ama, karşıdan bakan adam bunu hak gibi görüyor.”
Devlet Yetmeyince
“Derin devlete ülkenin muhtaç olması, ülkenin yönetilememesinden ileri
gelmektedir.(*) Türkiye’de olup bitenlere bakalım. Bugün Türkiye’de olup bitenlerin halktan
geldiğini sanmak yanlıştır. Tahrik yapılırsa, ona halk çok ağır cevap verir. Bayrak, ezan, cami,
Türklük meselesine cevap verir. O tahriki, bu işlerin olmasını isteyenler yapar. Bugün
Türkiye’nin AB ve diğer politikalarına karşı halkta bir reaksiyon yoktur. Siyasetçilerin
anlatması lazım gelen şey, Türkiye’nin birliği ve beraberliğinin önemidir. Türkiye’nin
bölünmez bütünlüğüne yöneltilmiş birtakım gösterilerden halk rahatsız olur. Her yerde olur.
Ama bunların uzun boylu bir sıkıntı çıkaracağını sanmıyorum.”
Ayrı Devlet Değil
“Geçmişte Türkiye, yönetilemez hale gelince sıkıyönetim ilan etmiştir. 80 senelik
Cumhuriyet’in 40 senesi sıkıyönetim ve olağanüstü haldir. İdaresi kolay bir memleket değildir
burası. Ama bugün her meseleye hemen sıkıyönetimle gitmek yanlıştır. Çünkü, dün
Türkiye’nin kâfi derecede polis gücü yoktu. Bugün Türkiye’nin kâfi polis gücü vardır. Derin
devlet, devleti onların kanaatine göre yıkılma sınırına getirmediğiniz taktirde hareket halinde
değildir. Onlar ayrı bir devlet değildir. Devlete el koydukları zaman derin devlet olurlar. O
zaman devlet yoktur.”
(*) Demirel döneminde darbeler olduğuna göre “ülkeyi yönetemediğini” dolaylı da olsa
kabul etmektedir.
Talat Turhan’ın Demirel’e Yanıtı: “Demirel, Gerçeklerin Üzerini Örtebileceğini
Sanıyor”
(Evrensel, 13 Mayıs 2005)1
Sunu:
Susurluk sürecinin ardından inişe geçen “derin devlet” tartışmaları, bir dönem devletin
en üst kademelerinde görev yapmış Süleyman Demirel, Kenan Evren ve Bülent Ecevit’in
röportajlarıyla yeniden güncellik kazandı. Ancak resmi söylemi temsil eden makamlarda
görev yapmış olanların bu açıklamalarında Demirel ve Evren röportajlarını gerçekleştiren
gazeteci Yavuz Donat’ın da daha sonra yazdığı gibi yazılmaması koşuluyla kendisine
anlatılanlar yazılmamıştır. Bu durumda karşımıza çıkan da çerçevesi belirlenmiş bir “derin
devlet” tartışması oluyordu. Ancak, “derin devlet” gerçeğinin uzun yıllar en acı sonuçları ile
yaşanmış olduğu ve hâlâ da yaşanmaya devam edilen bir ülkede, bu tartışmaya gayri resmi bir
müdahale de önemli. Bu nedenle biz bu tartışmaya, konuyla ilgili söyleyecek sözü olan ve
yaşamının hiçbir döneminde “derin devlet”in sorumluluğunu taşımamış, hatta onun hedefi
olmuş isimleri dahil etmeyi gerekli gördük. Öyle de yaptık. İlk günün röportajı, “derin devlet”
tartışmaları bakımından tarihsel bir önemi olan Ziverbey Köşkü’nde işkence görmüş Emekli
Yarbay Talat Turhan. Derin devlet ile ilgili Türkiye’de en fazla araştırma yapmış ve kitap
yazmış bir isim olan Turhan’ın söylediklerinin birçok bakımdan dikkat çekici.
Evrensel: Derin Devlet hakkında ne düşünüyorsunuz?
Talat Turhan: Sorunuza makro ve mikro düzeyde yanıt vermek olası. İleri dergisinin 1.
sayısında ve Katman Internet Sitesi’nde yayınlanan Derin Devletin Tarihçesi başlıklı
incelememde yer alan görüşler günümüzde de güncelliğini korumaktadır (2. Bölüm) Orada
kaynak göstererek, derin devletin hangi unsurlardan oluştuğunu açıklamıştım. Aslında 1970’li
yıllardan bu yana derin devlet ile sürdürdüğüm yasal kavganın kaynağı FM-31/16
Kontrgerilla Operasyonları adlı resmi Amerikan talimnamesinde yer almaktadır. Bu
talimnamede belirtilen odur ki, yapılanma şemalanması içinde yer alanlar asker ve sivil
kişilerden oluşmaktadır. Bu kişiler arasında bürokrasinin sivil ve asker kanadı yanında
Amerikan istihbarat görevlilerinin de yer aldığını görmekteyiz. Bunları kitaplarımda
açıklamış bulunuyorum.2
Derin Devletin NATO’yla Bağlantısı Var
Makro düzeyde derin devlet örgütlenmesinin bir de NATO bağlantısı vardır ki, örgüte
üye olan bu devletler bu bağlantı içinde yer almaktadır. Belçika Brüksel’deki NATO Genel
Karargahı’nda (Shape) Allied Coordination Center (ACC) (Müttefik Koordinasyon Komitesi)
adlı gizli bir yapılanma bulunmaktadır. Bu yapılanma NATO’ya bağlı tüm devletlerin
yeraltlarını denetlemektedir. Bu kurumun başlangıçta NATO ülkelerinden biri ya da birçoğu
Sovyet işgaline uğrarsa iç direnişi örgütlemek amacıyla oluşmuş olmasına karşın, ülkeler
içinde zaman zaman siyasal amaçlar için de kullanılır olmuştur. Günümüzde de bu yapı varlık
ve etkinliğini korumakta olup, hedef olarak terör faaliyetlerini seçmiş olmayı öne sürmektedir.
Kuşkusuz bu terör faaliyetleri, NATO ve ABD çıkarlarına aykırı her türden gelişmedir.
Günümüzde NATO genişlemesinin mantıki hiçbir gerekçesi olmamasına karşın, aslında ABD
yeni üyelerin de yeraltına egemen olarak o ülkeleri sürekli denetimi altına almayı
hesaplamaktadır.
İtalya’da Gladio, Türkiye’de Ergenekon
Mikro düzeyde ise ülkemizde geçmiş yıllardan beri süregelen kontrgerilla tartışmaları
ile gündeme oturan bu olgu, başlangıçta 1972 yılında faaliyete geçirilen Ziverbey İşkence
Köşkü uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Bu örgütte görev yapanların zaman içinde
doğrudan doğruya Pentagon’a bağlı olarak çalıştıkları Ergenekon3 adlı kitapta açıklanmıştır.
Daha sonra Susurluk olayı patlak verince bu konuyu araştırmak için kurulan parlamento
araştırma komisyonunda suçlanan asker ve sivil önemli kişilerin yargı önüne çıkarılmamaları
bir yana günümüzde de etkinliklerini sürdürmelerinin anlamı ülkemizdeki derin devlet
yapılanması gücünün kesin kanıtıdır. Susurluk olayının bir başka yönü de faşist militan
kadroların ve mafya ilişkilerinin taşeron olarak bu yapı içinde yer almalarının açığa çıkmış
olmasıdır.
1990 yılında İtalya’da, oranın derin devleti olan NATO’ya bağlı Gladio örgütlenmesi
açığa çıkınca olayın boyutu tüm dünya tarafından algılandı. Bu arada Gladio ile birlikte
çalışan P-2 Mason Locası üstadı Licio Gelli’nin İtalyan Askeri İstihbarat Örgütü Başkanı
General Musumici’nin İtalya’daki sağ ve sol terörü yönettikleri anlaşılıp o günkü iktidar
dengesi içinde tutuklanıp yargılanmaları derin devlet boyutunu küreselleştirdi. P-2 üstadı
Gelli yargılanırken CIA ile birlikte çalıştığını ve bu amaçla İtalya’daki bir CIA ajanından her
ay 10 bin dolar aldığını itiraf etti. ( Bölüm 2) Bu itiraf bir yandan ABD’nin ülke düzenlerini
kendi çıkarlarına uyarlamak için terörü amaç olarak kullanmak ve propaganda anlamına gelen
P başlıklı mason localarını desteklemekteki rolünü göstermektedir. İtalya’da o dönemde
komünist partisinin iktidara gelmesini engellemek için terör manivela olarak kullanılıyordu.
Dünyanın diğer ülkelerinde de terörle destabilizasyon (istikrarsızlık) yaratılıp darbeye ortam
hazırlandığını yaşayarak gören ülkelerin önde geleni Türkiye’dir.
Licio Gelli masonizmin uluslararası etkinliğini de açıklamıştır.
Derin devletin boyutunu bu açıklamalar ışığında değerlendirirsek hem gerçekleri hem
de küreselleşme olgusu içindeki masonik yapının işlevini daha iyi algılayabiliriz diye
düşünüyorum. Bu durumda dünkü ve bugünkü yöneticilerimizi gerçekten biz mi seçiyoruz
diye de kuşkulanıyorum.
Yukarıdaki açıklamalar ülkemizde kontrgerilla ve derin devlet soruşturmalarının neden
sonuca ulaşmadığını da apaçık göstermektedir. Çünkü gerek darbe dönemlerinde gerekse de
demokrasi olarak tanımlanan dönemlerde masonlar düzene egemendirler. Masonizmin kâbesi
olan Washington’u ve onun militer örgütü olan NATO’yu deşifre edemediklerine göre, iktidar
da muhalefet de kendi kendileriyle çelişerek gargara yaparak kamuoyunu oyalamışlardır.
Evrensel: Demirel, “derin devlet” ile ilgili Yavuz Donat’a uzun bir ropörtaj verdi. Bu
röportaj ile gündeme gelen açıklamaları ve tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Talat Turhan: Son süreçte derin devleti anlatması ve açıklanması istenen bir eski devlet
yöneticisinin de masonlardan seçilmiş olması, onunla söyleşi yapanın da konuyu geçiştirmek
amacında olduğu izlenimi vermektedir.
Kontrgerilla Cumhurbaşkanlarına da Görev Yükler
1985 yılında Nokta dergisi benimle yaptığı söyleşiyi kapaktan yayınlayıp “Kontrgerilla
Cumhurbaşkanlarına da Görev Yükler” başlığını kullandı. Ben o açıklamamda, resmi bir
talimnamede yer alan şemayı kaynak olarak göstermiştim. (Üçüncü Bölüm, Ek: 7) Oysa ki,
Anayasamızda cumhurbaşkanının görevleri açıklanmıştır. Bu durumda ya talimnamedeki
madde oradan çıkarılacak ya da talimnamedeki maddenin Anayasaya eklenmesi gerekirdi.
Aksi halde cumhurbaşkanlarının faaliyetleri illegal olurdu. Bu duruma hiç tepki vermeyen bir
eski Cumhurbaşkanı, sanki “Kontrgerilla Cumhurbaşkanlarına da Görev Yükler”4
gerçeğinden habersizmişçesine ortaya çıkıp derin devleti açıkladığını sanıyor. Ya da bizim
öyle sanmamızı istiyor. Yani Süleyman Demirel, “Derin devlet askerdir.” diyerek tüm
gerçeklerin üstünü rahatça örtebileceği kanısında oluyor.
Demirel Mason mu?
Oysa Demirel gibi uzun yıllar Türkiye siyasetini en üst mevkilerinde bulunmuş birisinin
derin devletin ne olduğunu ve nasıl işlediğini bilmediğini düşünmek zor. Üstelik Demirel’in
yaşam öyküsü ve hızlı yükselişi ile Uğur Mumcu gibi önemli araştırmacı gazetecilerin
“Demirel masondur.”5 iddiaları bir araya getirildiğinde Demirel ve derin devlet arasındaki
ilişkinin boyutları tahmin edilenin de üstüne çıkacaktır. Demirel Sabah gazetesinde Yavuz
Donat’la (Yavuz Donat’la yapılan bu röportajda yayınlanmayan gizli konuşmalarda ne
konuşulduğunu bilmemekle birlikte Donat’ın yahudi olmamasına karşın yahudi cemaatinin
önde gelen isimlerini içinde barındıran 500. Yıl Vakfı’nın kurucu üyesi olduğunu belirtelim.)6
yaptığı derin devlet konulu dizi röportajda derin devlet içindeki kurtarıcılardan sözediyor.
Ancak bu “kurtarıcılar” hangi tehlikeye karşı kimi kimden ve nasıl koruyacaklar bu belirsiz.
Zaten kurtarıcılık misyonuyla ortaya çıkan derin devlet üyelerinin bir süre sonra çeteleşme
dediğimiz olguyu doğurmaları da bu kendi kendilerine misyon yükleme özgürlüğünden
kaynaklanıyor. Denetimin olmadığı yerde bu kişiler bir süre sonra ellerindeki sınırsız yetkiyi
başka amaçlar için kullanmaya başlıyorlar. Bu da derin devletin gizli bir operasyon
örgütünden adım adım mafyaya dönüşmesine neden oluyor.
Mehmet Ağar Ne Yaptığını Açıklamalıdır
Yine “derin devlet” denildiğinde ilk akla gelen politikacılardan biri olan DYP Genel
Başkanı Mehmet Ağar’dır. Ağar’ın medyada derin devlet konusunda çelişkili açıklamaları
çıkmıştır. Ağar, Derya Sazak ile yaptığı söyleşide derin devletin varlığını yadsıyor.7 27 Ocak
2000’de CNN Türk’de Mehmet Ali Birand’ın sorusuna ise şöyle aşağıdaki gibi yanıt veriyor:
“Bir devletin başı çok sıkışır. O zaman devlet için canını verecek adamlar ortaya çıkar.
Her şeylerini bir kenara atarlar. Devlet onları derinden bir öper. Biz de yaptık birşeyler.”8
Böyle diyerek varlığını zımnen de olsa kabul etmektedir. Bu durumda Ağar, “yaptığı
şeyleri” kumuoyuna açıklamak durumundadır.
Görüldüğü gibi Ağar hem derin devleti yadsımakta hem de “Biz de yaptık bir şeyler.”
demektedir. O halde sormak gerekir: Ne yaptın? Bir kamu görevlisi iken yaptıkların hukuka
ne kadar uygundu?
Böyle bir yapılanma içerisinde bir de bakıyoruz ki Ziverbey’in işkenceci
müdavimlerinden Korgeneral Turgut Sunalp, küresel sermayenin beyni olan Mont Pelerin
Cemiyeti toplantılarına davetli olarak katılmaktadır.9 Bu durumda bir ucu derin devlet
işkencehanelerine, bir ucu mason localarına, bir diğer ucu da dünya ekonomisini yöneten
ekonomik örgütlere değin uzanan ve tümleşen yapılanmanın ne anlama geldiği korkunç bir
tuzağın bütün boyutlarını sergilemektedir.
Doların Üzerindeki Işıklı Göz
Evrensel: Kitaplarınızda ve makalelerinizde dünya derin devletinin tarihte masonluğun
ve masonik örgütlenmelerin kilit bir role sahibi olduğunu dile getiriyorsunuz. Bunu da biraz
açar mısınız?
Talat Turhan: Geçen ay Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Derneği Büyük
Üstadı, dolar üzerindeki ışıklı göz üzerine bir açıklama yapmak gereğini duydu. Üstad,
açıklamasında ışıklı gözün masonlukla ilgisi olmadığını söylemek gereğini duymuştu ama
aslında önemli bir itirafta da bulunuyor, gerçeği saptırıyordu. Üyelere verilen ve Büyük
Mason Mahfili tarafından Murat Özgen Ayfer imzasıyla yayınlanmış Mason Sözlüğü’nün
157. ve 158. sayfalarında yer alan Dernekler Türkiye’de ve 308. sayfasında yer alan Hür ve
Kabul Edilmiş Masonlar Derneği başlıklı bölümlerde “Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük
Locası, T.C. Dernekler Kanunu’na göre kurulmuş bir resmi örgüttür” denilmektedir. Üstad,
yaptığı açıklamalarında Dernekler Kanunu gereğince senede iki toplantı yaptıklarını
bunlardan birine hükümet komiserinin katıldığını, diğerine ise alınmadığını açıklamaktadır.
Bu durumda mason örgütlerinin gizliliğinden söz etmemiz asla yanlış olmayacaktır.
Demokrasi içinde böyle bir yapılanmaya nasıl göz yumulmakta, devletin gücü bu gizli
toplantılara girmeye nasıl yetmemektedir acaba? Belki de bunlara yumulan göz ile 1
Amerikan doları üzerindeki göz bir ve aynı şeylerdir. Hele, Licio Gelli olayından sonra derin
devleti arayanların adresi daha belirgin hale gelmektedir. Yayınlanmış bu sözlükte dolar
üzerindeki ışıklı gözü tarif edilirken hem bunun masonlukla ilişkisiz olduğunu söylemekte
hem de “her şeyi gören göz” olarak nitelediği bu figüre “ışıklı üçgen” başlığı altında
göndermede bulunmaktadır. Dolayısıyla üstadın yadsımasını sözlük yadsımış olmaktadır.
(Mason Sözlüğü’nün ilgili bölümlerine bakın)
Kontrgerilla Cumhurbaşkanlarına da
Görev Yükler1
Sanki sıradan, basit bir şeyi anlatır gibi ağzından dökülüyor sözcükler emekli Yarbay
Talat Turhan’ın; “ST 31-15 kodlu talimnameye bakın.” diyor ve ekliyor, “Orada, bu işlerin
tek bir ülkenin işi olmadığı, müttefiklerle müşterek bir çalışmayı gerektirdiği, bunun şeklini
de cumhurbaşkanının tayin ettiği yazılı.” Şaşırıyoruz. Talat Turhan’ın “bu işler” diye
tanımladığı çalışmalar, “kontrgerilla faaliyetleri” çünkü. “Kontrgerilla cumhurbaşkanına
görev mi veriyor?” diye soruyoruz. Talat Turhan sakin sakin cevaplıyor; “Tabii, tabii...”
Yani kontrgerilla faaliyetlerini anlatan bir talimnamede cumhurbaşkanının
koordinasyonla görevlendirildiğini söylüyor Talat Turhan. Bizim şaşkınlığımız karşısında
“Evet, bunu ilk kez Nokta’ya açıklıyorum” diye de ekliyor.
Cumhurbaşkanı’nın Görev Talimnamesi.
Cumhurbaşkanlarına görev veren ST 31-15 kodlu Gayrinizami Kuvvetlere Karşı
Harekat Talimnamesi, Amerikan Savunma Bakanlığı’nın FM 31-15 talimnamesinden aynen
tercüme edilerek hazırlanmış. Türkiye’deki kontrgerilla faaliyetlerinin legal bölümünü
yürüten Özel Harekat Dairesi ile illegal faaliyetleri yürüten sivil oluşumların genel hatlarını
çizen bu talimnamenin Türkçe’ye çevriliş tarihi 1964. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı
Ali Keskiner’in imza ve onayı ile yürürlüğe giriş tarihi ise 1965.
Talat Turhan bu noktada şu soruyu soruyor:
“Şimdi bu talimnamenin yürürlükte olduğu 1965 yılından bugüne kadarki
cumhurbaşkanlarına sormak gerekir; bu talimnamedeki görevinizi yerine getirdiniz mi,
getirmediniz mi? Anayasa dışındaki bir talimname size görev veriyor...”
Asker mi, Sivil mi?
Kara Kuvvetleri Komutanı’nın imzalayarak yürürlüğe koyduğu bir talimname ve bu
talimname ile görevlendiren cumhurbaşkanı!... Burada bir soru geliyor akla:
“Yoksa yıllardır Türkiye’de cumhurbaşkanının asker mi, sivil mi olması konusunda
yapılan yoğun tartışmalara sebep bu talimname mi?”
Ve Talat Turhan sorularına devam ediyor; “Bugüne kadar hiçbir cumhurbaşkanı merak
edip de kendisine görev veren bu asker talimnamelerinin çıkış noktası üzerine düşündü mü
acaba?”
En azından şimdilik yanıtsız kalacak bu soruyu bir yana bırakıp, Talat Turhan’a
cumhurbaşkanlarına görev veren bu talimnamede başbakana ait bir görev olup olmadığını
soruyoruz. Turhan, bu soruya bir başka soruyla yanıt veriyor; “Bugüne kadar hangi başbakan,
kontrgerilla faaliyetleriyle ilgili iddialar için bir şey yaptı?” Turhan’a göre bu iddiaları
duymamazlıktan gelmek, araştırmamak, saklamak anlamına gelir ki, bu da bir görev olmalı
herhalde.
Köşk’teki Kontrgerillacılar
Peki, cumhurbaşkanlarının kontrgerilla tarafından kendilerine verilen görevi nasıl
yürüttüklerine ilişkin bir yorum yapılabilir mi? Talat Turhan bu noktada da Çankaya
Köşkü’ndeki eski ve yeni “kontrgerillacı” danışmanlara dikkat çekiyor ve “bunların Köşk’teki
varlık sebepleri bu görevin yürütülmesi olabilir” diyor. Bu danışmanlardan birinin gazeteci
İlhami Soysal’ın yıllar önce dövülme olayıyla kamuoyunun gündemine geldiğini de
öğreniyoruz bu arada. O yıllarda attırdığı yumruklar karşılığında Londra Ateşemiliterliği ile
ödüllendirilen kontrgerillacı2 danışmana ne demeli?. Ama kontrgerillacılar sadece Köşk’te
değil. Konut’a bağlı kontrgerillacılar da var. Turhan, Başbakanlığa bağlı olarak çalışan
kontrgerillacılardan ünlü isimler veriyor.
“Ya Kilercioğlu?” diyoruz Talat Turhan’a, isteksiz isteksiz, “Kilercioğlu ortada hiçbir
şey yokken, bir gazetenin oyununa geldi” diyor. Turhan’a göre, Kanal 6’da yayınlanan Bizim
Koltuk’daki tartışmasını, programın yayına üç gün kala “Talat Turhan Kontrgerillayı Anlattı”
başlığı ile haberleştiren bu gazetenin haberine “Devlet Bakanı Orhan Kilercioğlu’nun
1977’deki 1 Mayıs Katliamı’nda parmağı olduğunu öne süren Talat Turhan” diye başlaması
yol açmış bütün gelişmelere.
Turhan, ne programda, ne de başka bir yerde bu tür bir açıklamasının olmadığını
söylüyor ve “Bu, programın yayını engellemek için yapılmış bir oyun.” diyor. Gazetenin
yayınlandığı gün, Bizim Koltuk programının yayınını durdurmak için mahkemeye başvuran
Devlet Bakanı Orhan Kilercioğlu ile Harbiye Orduevi’nde özel bir görüşme yaptığını
anlatıyor. Bu görüşme sonucunda karşılıklı olarak anlaştıklarını söyleyen Turhan, bir sonraki
gün Kilercioğlu’nun “Talat Turhan yalan söylüyor.” biçimindeki açıklamasına çok kızmış.
Hem de çok. Üstelik Kilercioğlu, bir de bu açıklamanın ardından “Ben tartışmadan
çekiliyorum.” deyince...
Kilercioğlu’nun Yöntemleri
Bu kızgınlık, Talat Turhan’ı polemiğe girmek istemediği Kilercioğlu ile ilgili bazı
duyumlarını açıklamaya itiyor:
“Orhan Kilercioğlu uzun süre eski Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’ın Özel Kalem
Müdürlüğü’nü yaptı. Dolayısıyla Semih Sancar’ın 2 Mart dönemindeki Sıkıyönetim
Komutanlığı sırasındaki yasadışı bütün davranışlarından haberdar. Sonra sıra, Semih
Sancar’ın Kıbrıs Harekatı’nı birlikte yaptığı Bülent Ecevit’le olan dostluğuna geliyor. Bu
dostluk bazı çevreleri rahatsız ettiği için, ayrıntılarını açıklamaktan rahatsızlık duyduğum bazı
yöntemlerle ve bazı aracılarla Semih Sancar’ın Ecevit yerine Demirel’e yaklaşması sağlandı.
O olayda Kilercioğlu’nun rolü var mıdır acaba? Bugünkü yerine bakınca insan düşünmüyor
değil.”
Dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’ı Bülent Ecevit’in dostluğundan,
Süleyman Demirel’in dostluğuna iten kişiler arasında Orhan Kilercioğlu dışında kimler
bulunduğu soruları şimdilik karanlıkta kalacak gibi. Hiç değilse Semih Sancar’a dost
değiştirten rahatsızlık verici yöntemleri öğrenebilir miyiz diye ısrar ediyoruz. Ama nafile...
Kilercioğlu ile ilgili bilgiler arasında yıllar öncesine ait bir gazete kupürü de var. Bu
kupüre göre; 12 Mart’a doğru koşan günlerde Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğrencilerin
yakalayıp teşhir ettikleri bir Amerikan ajanının cebinden bir not defteri çıkıyor. Bu defterin
sayfaları arasında ise Orhan Kilercioğlu’nun ad ve telefonu yazıyor. Neden, nasıl bilinmez...
O geçmiş döneme ait bir başka anektod ise Namık Kemal Ersun’a ait. 5 Haziran 1977
seçimlerinin ardından Kara Kuvvetleri Komutan Namık Kemal Ersun ile birlikte bazı
subayların emekli edildiklerini anlatıyor Talat Turhan ve bu emekliliklerin o günden bugüne
bilinmediği iddiasını ileri sürüyor. Turhan, “Nasıl açıklık rejimi bu? Bu kadar önemli
olayların nedenini bilmiyoruz.” diyor. Namık Kemal Ersun ve diğerlerinin darbe hazırlığı
içinde oldukları gerekçesiyle emekliye ayırıldığını söyleyen Turhan, idamla
cezalandırılabilecek önemde bir suçu işleyen Ersun Paşa’nın 12 Eylül’den sonra İş Bankası
Yönetim Kurulu üyeliğine atanarak ödüllendirildiğini belirtiyor.
Biz tekrar kontrgerilla konusuna dönmek istediğimizde, anlattığı hiçbir kişi veya olayın
bu konunun dışında olmadığını söylüyor Talat Turhan ve devam ediyor: “Nerede
dokunulmaz, hiçbir dönemde yerini kaybetmemiş bir kişi varsa o kişi bana kontrgerilla
ilişkilerini çağrıştırır. Nerede karanlıkta kalmış bir cinayet, suikast, üzeri kapatılmaya çalışılan
bir bilinmez varsa şüphelenirim.” Talat Turhan’ı bu denli şüpheci kılan, biraz da duyarsızlık.
Yıllarca bu konu ile ilgili kamuoyuna belge ve isim sunduğunu, ne bu isimlerden ne de bu
belgelerden bir karşılık alabildiğini anlatıyor Turhan.
“Biz yine de bir kez daha soralım.” deyince, “Mesela Halit Narin.” diyor Talat Turhan.
Turhan’a göre hiçbir zaman gündemden düşmeyen, hep önde, yukarıda kalmış bir isim Halit
Narin. “Adam hem müflis, hem devlete borçlu, hem de evinde bakanlar ağırlıyor, bakanlarla
beraber. Ben bu tür dokunulmaz insanlardan ürküyorum.” diyor Turhan ve “80’den bu yana
başbakan ve cumhurbaşkanının yurt dışı seyahatlerine katılanlar arasında Narin var. O
gezilerde acaba Narin para ödüyor mu? Yoksa onun parasını birisi mi veriyor?” sorusunu
soruyor. Ama anlattıkları arasında asıl ilginç olanı biraz geçmişe uzanıyor.
Abas’ın Narin İlişkisi
12 Eylül’den hemen sonraki günlerde o zamanın Konsey üyesi Nurettin Ersin Paşa’nın
Muğla’ya geleceği duyulunca, Muğla Valisi ve Garnizon Komutanı, Valilik’te karşılama
protokolünü hazırlamak üzere biraraya geliyor. Çalışmanın ortalarında bir yerde kapı açılıyor
ve içeri iki kişi giriyor. Talat Turhan olayın devamını şöyle anlatıyor: “Girenlerden biri Halit
Narin, diğeri bodyguard, bu kişi MİT’ten emekli edilen Hiram Abas... Konuşmanın nasıl
başladığını bilemiyorum ama Hiram Abas ile Mülkiye’den sınıf arkadaşı Muğla Valisi
arasında yüksek perdeden bir tartışma başlar. Konu Nurettin Ersin’in gelişinden sonra nerede
kalacağı üzerinedir. Son sözü Hiram Abas söyler: “Nurettin Ersin yarın gelecek ve bizim
misafirimiz olacak!” ve Narin’in ardından kapıyı çarpıp çıkar.”3
Bir sonraki gün Muğla’ya gelen Konsey Üyesi Nurettin Ersin, resmi devlet töreni ile
karşılandıktan kısa bir süre sonra Marmaris’in yolunu tutuyor. Vali ve komutanın değil, Abas
ve Narin’in konuğu oluyor. Talat Turhan’ın sözleriyle, “Ersin Paşa Halit Narin’in
Marmaris’teki otelinin üst katında bulunan karârgahına konuk olur. Ertesi gün de oradan
helikopterle Gümüşlük’e gider.”
Talat Turhan bu olayı ve ilişkiyi anlayamadığını söylüyor ve ekliyor: “O olayın ertesi
günü Muğla Valisi oradan sürüldü. Narin’in bodyguardı Hiram Abas’ı ise bir güç oradan aldı
ve MİT’in üst düzeyinde yeniden göreve başlattı. Kanımca Abas’ı MİT’in başına koymak
devletin onuruna yakışmazdı. Eğer MİT Raporu olayı olmasaydı gerçekten de MİT’e başkan
olacaktı.” Hiram Abas’ın MİT’e başkan olarak getirilmek istenmesinin nedeni ise asker-sivil
çekişmesinin ardında yatıyor. Turhan, sivil kanadın başındaki Hiram Abas’ın ilişkileri ve
bağlılıklarını Doruk Operasyonu adlı kitapta yazdıklarını örnek vererek açıklıyor. Bu
dokunulmazların kontrgerilla örgütlenmesi içindeki olası yerini ise bir belgeyle işaretliyor
Turhan. Bu belge de hayli ilginç. FM 31-16 kodlu ve Counterguerilla Operations4 başlıklı bir
talimname belgesi bu. Turhan’a göre son derece ilginç bir sivil örgütlenmeyi göz önüne
seriyor bu belge. Ve basın-yayın yöneticileri, polis şefleri, sendikacılar, din adamları, iş
dünyası temsilcilerinin kendilerine yer bulduğu bir örgütlenmeyi anlatıyor.
Bu kişiler kimler olabilir sorusu geliyor akla tabii ki ve biz de soruyoruz. Turhan’ın
imaları var elbette; “Yeri hiç değişmeyen sendika temsilcileri, iş dünyasının hep gündemdeki
temsilcileri, parlamenterlere oturduğu yerden hakaret edip koltuğu dahi sallanmayan yargı
temsilcileri ile flaşları hiç sönmeyen yayın dünyası yöneticileri” gibi imalar bunlar. “Bir örgüt
içinde, polis ile yargı yöneticilerini biraraya getiriyorsanız, bu çok tehlikeli bir durumdur”
diyen Turhan, anayasal sistemi reddeden bu oluşumun CIA ve AID tarafından kontrol
edildiğini ve denetlendiğini de sözlerine ekliyor. Turhan’ın DGM’lere yönelik sözleri ise “12
Mart’ın bütün pisliklerine bulaşmış insanların göreve getirildiği olağanüstü mahkemelerin
doğası, zaten istihbarat örgütleriyle birlikte çalışmalarına uygundur.” oluyor.
Bütün bu anlatılanlardan sonra “kontrgerilla yoktur” denilemez belki ama kontrgerilla
gerçekten yok. Çünkü kontrgerilla bir kurum değil bir yöntem. O yöntemi uygulayan yeraltı
kuruluşuna kamuoyunun koyduğu bir ad bu. Çünkü hala ortaya çıkartılabilmiş değil. “Ancak
bu arada bir şeyin de karıştırılmaması gerekir.” diyor Turhan. Ona göre karıştırılmaması
gereken Özel Kuvvetler Komutanlığı adlı legal oluşumun işlevlerinin, illegal oluşumlarla
beraber yorumlanması. Bunu şöyle anlatıyor: “Bir savaşta, iç savaşta direniş örgütlemek,
devlet güçlerinin kendini savunma hakkı. Ama bu işin CIA tarafından finanse edilmesi ve
illegal sivil askeri uzantılarla farklı alanlara kaydırılması başka şey.” Bu sivil ve asker
uzantıların kimler adına ne işler yaptıklarının bilinemediği gibi bilinenlerin de denetlenmediği
kanısında Turhan. “1 Mayıs 1977 Katliamı’nı zamanın yöneticileri önceden biliyorlardı da ne
oldu, engelleyebildiler mi?” diyor. Son sözü daha da ilginç:
“O 1 Mayıs gösterileri sırasında orada silah kullanan kalabalığa ilk ateşi açan birkaç kişi
biliniyordur herhalde, bu kişiler şimdi nerede ve hangi görevdeler?”5
Ecevit’e suikast girişiminde kullanılan silahın ve balistik raporunun nerede olduğu
sorusu da var ortada. Ya Özal’a suikast girişimindeki bilinmezler. Turhan’a göre örnekleri
çoğaltmak mümkün ama soruların yanıtlarına ulaşmak o kadar mümkün görünmüyor.
Kontrgerilla yöntemleri, suikastler, cinayetler, bombalamalar, rüşvet ve yolsuzluk ve
yozlaşma anlatılmakla tükenmiyor kuşkusuz. İlginç dokunulmazlıklar ve dokunulmazlar hep
var. Aslında “dokunulmazlık” güzel bir şey olsa gerek. Yasal ve bize özel olunca... Ama gelin
görün ki yıllardır “dokunulamazlar”ın baskısı altında yaşama talihsizliğinden kurtulabilmiş
değiliz. “Dokunulamaz” kişi ve kurumların fena halde “dokunduğu” bir demokrasiyle yaşayıp
gidiyoruz. Nedense hiçbir şey “dokunmuyor” bize; “dokunmadan” yaşayıp gidiyoruz.
Kaynakça ve Açıklamalar
1.
Nokta, sayı 51, 13-19 Aralık 1992
2.
Y.n.: Sözü edilen kişi İlhami Soyal’ın dövülmesine fiilen katılmamıştır. ÖHD
eski Başkanı olan bu kişi, Soysal’ın kaçırılması ve dövülmesi olayına göz yumarak
katılmıştır. Bu kişi Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı döneminde Köşk’te görevli idi. Daha
sonra bir banka yönetim kurulu üyesi iken hakkında dava açıldı. Dava köşkün girişimiyle
örtbas edildi.
3.
Y.n.: Nokta dergisinde bu yazı yayımlandıktan sonra, müflis Halit Narin’i
kurtarmak ve kendisine yeni krediler açmak için banka olanaklarının zorlandığı, basına haber
olarak da yansıdı. Bkz: Cumhuriyet, 26 Şubat 1993
4.
Y.n.: Doğrusu, ST 31-16 Counterguerilla Operations olacaktır.
5.
Y.n.: 1 Mayıs 1977 Katliamı başından sonuna kadar Intercontinental (Şimdiki
The Marmara) Oteli’nin bir odasında istihbaratçılar tarafından filme alınmıştır.
Uğur Mumcu: Mason Belgesi...
(Cumhuriyet, 20 Haziran 1980)
Başbakan Demirel’in AP Genel Başkanlığı’na adaylığını koyduğu günlerde mason
olduğu ileri sürülmüş; Demirel de kongrede adı, Türk Yükseltme Cemiyeti olan mason
derneğinden bir yazı alarak, “Ben mason değilim” demişti. Mobil şirketinin Türkiye temsilcisi
Necdet Egeran imzası ile verilen belge ile Demirel, mason olduğu yolundaki söylentileri
yalanlamış bulunuyordu.
Demirel mason muydu, değil miydi? Mason olmasının bir önemi var mıydı, yok
muydu? Bence, bunlardan daha önemlisi, AP Başkanı’nın siyaset sahnesine atlarken yalan
söyleyip, söylemediğiydi.
Geçenlerde elime geçen bir kitap, bu konuyla ilgili bir araştırma raporunu açıkladı.
Kitap, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası-Arşivlerimiz İçinde 1965 Olayları
başlığı ile yayınlanmıştır. Kitabın yazarı Büyük Üstad Nafiz Ekemen’dir.
Kitaptan edindiğimiz bilgiye göre, Demirel’in Mobil şirketi Türkiye temsilcisi Necdet
Egeran’dan aldığı, “Cemiyette kaydının bulunmadığı” yolundaki yazının AP Genel
Kongresi’nde okunması üzerine, Halit Arpaç, Hulusi Selek ve Saffet Rona biraderlerden
oluşan soruşturma kurulu, Ankara’da gereken incelemeleri yapmış ve düzenledikleri raporu,
Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonları Büyük Locası’na sunmuşlardır.
Bu mason biraderlerce düzenlenen raporun giriş bölümünden bir paragrafı aktarayım“Bay Süleyman Demirel, Devlet Su İşleri’nde çalışırken, Nüshet Gün, Orhan Alsaç,
Rıza Berike kardeşlerimiz tarafından Bilgi Muhterem Locası’na 27.10.1954 tarihinde teklif
edilmiştir. Ankara Ünite Büyük Locası 23.12.1954 tarihinde tasvipname vermiş, tahkikat
safhalarını aşarak tekris sureti ile 15.2.1956 tarihinde camiamıza dahil olmuştur. 27.3.1957
tarihinde Refik derecesine terfi eden bu kardeşimiz, Umum Müdür olunca locasına devam
etmemiş ve bugüne kadar hakkında istifa veya gayrimuntazam ilanı gibi hiçbir işlem
yapıldığına dair bir kayda rastlanmamıştır. Bu bakımdan camiaya dahilmiş gibi
görünmektedir...”
Düzenlenen raporda Demirel’in, “Mason değildir” yolundaki yazıyı nasıl sağladığı da
anlatılmaktadır. Çok ilginç, okuyalım:
Süleyman Demirel biraderimiz, liderlik mücadelesine giriştiği günlerde, herhalde bazı
ihtimalleri önlemek düşüncesi ile olsa gerek, 14.11.1964 tarihinde bir mektupla Türk
Yükseltme Cemiyeti Ankara Şubesi’ne başvurarak cemiyette kayıtlı olup olmadığını
sormaktadır. Bu mektup, Ankara bölgesinden geçmemiş, varide ve sadirede de kaydına
tesadüf edilmemiştir...
Böyleyse Demirel bu yazıyı cemiyetten nasıl almıştır? Rapor bu konuya şöyle bir
açıklık getirmektedir:
Bölgedeki kanaatlara göre, o sırada Hikmet Turat kardeşimiz. Bölge Kitabevi’nden
Türk Yükseltme Cemiyeti anteti taşıyan bir kağıt istemesi, yazılan cevabın da aynı kağıtta
bulunuşu mektubu getirip cevabı verenin bu biraderimiz olması ihtimalini ortaya
koymaktadır.
Bu meyanda Büyük Üstad Kaymakamımız Hikmet Turat kardeşin kendisine başvurarak,
bu kardeşin bütün istikbalini tehlikeye düşürmenin geleneklerimize, yardım vecibelerimize
aykırı olacağını gözönünde tutarak, böyle bir cevabın verilmesine yardımcı olmasını istediği
ve şahsen bu yardımın yapılmasında ilerde camia için büyük kazanç doğuracağını düşünerek
ses çıkarmadığını beyan etmiştir...
Bu belgeden anlaşıldığı gibi, Demirel, 1954 yılında mason olmuş, ancak Devlet Su işleri
Genel Müdürlüğü’ne atandıktan sonra üyelik ödentilerini yatırmamıştır. 1964’de Hikmet
Turat birader aracılığı ile, Türk Yükseltme Derneği antetli kağıda Necdet Egeran’ın imzasını
attırıp, “Kaydına rastlanmamıştır.” diye bir kağıt almış, bunu AP Kongresi’nde okumuştur.
Demirel, Devlet Su İşleri Genel Müdürü oluncaya kadar masonları kullanmış, AP Genel
Başkanı ve Başbakan olduktan sonra, “Masonlara karşıyız” diyen MSP ve MHP’yi ve de
ülkücü gençleri kullanıp, iktidarını, iktidarı ile birlikte kardeşleri ve yeğeninin kazanç
düzenini ayakta tutmasını bilmiştir.
Mason biraderlerce Demirel hakkında hazırlanan bu raporu, gensoru öncesinde MSP
milletvekillerine armağan ediyorum. “Batı Kulübü” budur, böyle oynatır.
Ekler:
Ek-1: Mason Sözlüğü*
Türk Yükseltme Cemiyeti: Türkiye’deki Masonluğun tarihçesindeki derneklerden biri...
Bu derneğin adı, 1929 yılında, bundan iki yıl önce kurulmuş olan Tekâmül-ü Fikrî Cemiyeti
yerine alınmıştı. 1933’de derneğin adına Türkiye Büyük Maşrıkı adı da eklendi. 1957 yılında
ise bu masonik örgütün resmî adı Türk Yükseltme Derneği oldu.
Türkiye’de Dernekler: Türkiye’de masonik kurallar ve yöntemler uyarınca oluşturulmuş
kuruluşların, devletin yasalarına uygun olarak kurmuş bulundukları, ilgili kamu organlarında
resmî kayıtları yapılmış olan örgütler... Cumhuriyet’in ilanından sonra Cemiyetler Kanunu
çıkarılınca, Türkiye’de masonik etkinliklerde bulunmak üzere ilk kez 1926’da Yetimlere
Yardım Cemiyeti adı altında bir dernek kuruldu. Türkiye Büyük Maşrıkı adını almış olan
ulusal obediyans,1 927 yılında İstanbul’da Tekâmül-ü Fikrî Cemiyeti’ni oluşturunca
İzmir’deki ilk dernek kapandı. 1929 yılında Tekâmül-ü Fikrî Cemiyeti’nin adı Türk
Yükseltme Cemiyeti olarak değiştirildi. 1933 yılında cemiyetin adına Türkiye Büyük Maşrıkı
terimi de eklendi. Büyük Maşrık ile Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin yüksek derece
atölyelerini yöneten Yüksek Şûra’nın çalışma ve statüleri birbirinden farklı olduğundan, 1932
yılında Türkiye Yüksek Masonluk Cemiyeti de kuruldu. Gene 1932 yılında, Türkiye Büyük
Maşrıkı’ndan ayrılarak Müstakil Türk Masonluğu Azim Mahfil-i Alisi adı altında bir
bağımsız loca kurmuş olan masonlar da, aynı isim altında bir dernek kurdular.
Türk Masonluğu’nun 1935-1948 yılları arasındaki “Uyku Dönemi”nden sonra, yeniden
etkinliğe geen Yüksek Şûra, Türkiye Yüksek Masonluk Cemiyeti’nin yerine Türkiye Mason
Derneği’ni kurdu. Türk Yükseltme Cemiyeti’nin yerine Türk Yükseltme Derneği’nin
kurulması ise,sonunda Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonları Büyük Locası adını alan
ulusal obediyansın ülke çapındaki örgütlenmesinin gecikmesi nedeni ile 1957 yılını buldu.
Ancak bu arada Ankara’da 1956 yılında Türkiye Masonlarının Büyük Locası Derneği adıyla
bir dernek daha kurulmuş, türk Yükseltme Derneği’nin kuruluşundan sonra feshedilmişti.
Türk Masonluğu’nun 1966 yılında ikiye bölünmesiyle kurulan Türkiye Büyük Mason
Mahfili, aynı adı taşıyan bir dernek çatısı altında örgütlendi. 1967’dte oluşturulan İkinci Eski
ve Kabul Edilmiş İskoç Riti Süprem Konseyi de, 1968 yılında Türkiye Fikir ve Külltür
Derneği’ni kurdu.
1973 yılında T.C. dernekler Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle, Türkiye’deki
derneklerin “Türk” ve “Türkiye” sıfatlarını kullanmaları kısıtlandı. Bunun üzerine,
etkinliklerini sürdürmekte olan dört dernek de, tüzel kişi ünvanlarının başında yer alan
“Türkiye” sözcüğünü peyderpey kaldırdılar. Yükseltme Derneği’nin adı da 1981 yılında Hür
ve Kabul Edilmiş Masonlar Derneği oldu.
Hür ve Kabul Edilmiş
Masonlar Büyük Locası: Türkiye’deki ulusal mason
obediyanslarından biri... Bu opediyans, 1981 yılı öncesinde Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş
Masonları Büyük Locası adını taşımaktayken,T.C. D ernekler Kanunu’nun getirdiği kısıtlama
nedeniyle ‘Türkiye’ başlığı kaldırılarak bu adı almıştır. Adının uzunluğundan dolayı Türkiye
Büyük Locası olarak da anılmıştır. Bu Büyük Loca aslında 1957 yılında kurulmuştur; ancak
Türkiye’deki
ulusal
Masonluğun
tarihçesi
bu
obediyansın
da
tarihçesini
oluşturduğundan,masonik belgelerde kuruluş tarihi 1909 olarak benimsenmiştir. 1935
yılından önce Türkiye’deki ulusal mason obediyansı Türkiye Büyük Maşrıkı adını
taşımaktaydı. 1935-1948 yılları arasındaki “Uyku Dönemi”nden sonra geçen dokuz yılda
ise,tüm Türk ulusal localarını bir araya toplayan bir obediyans oluşturulamamıştı. 1950’li
yılların başlarında Türkiye’de, Ankara, İstanbul ve İzmir’de kurulu ve her biri birer Granloj
adını taşıyan üç ayrı obediyans varken, bunların yeniden birleşimiyle önce Hür ve Kabul
Edilmiş Türk Masonlarının Türkiye Büyük Locası kuruldu. Bu isim, kısa bir süre sonra
Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonları Büyük Locası olarak değiştirildi.
Türk Masonluğunda 1966 yılında oluşan bölünmeden sonra Hür ve Kabul Edilmiş
Masonlar Büyük Locası, Anglo-sakson Masonluğu’nu Türkiye’de uygulamaya yöneldi ve
1970 yılında ritüellerini de buna göre yeniden düzenledi.
1987 yılı başında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın İstanbul’da 39,
Ankara’da 21, İzmir’de 9, Manisa’da 3, Bursa’da 1 ve Adana’da 1 olmak üzere toplam 74
etkin locası, beş bin dolayında da üyesi bulunmaktaydı.
Göz: Dikkatin, araştırmanın, incelemenin, uyanıklığın simgesi... Masonluk’ta bir simge
olarak Göz, iki ayrı şekilde değerlendirilerek yorumlanmaktadır. Bunlardan birine göre Göz,
Doğa’yı ve evrensel gerçekleri inceleyip anlamayı öğütler; bunu yaparken de dikkatli ve
uyanık olmayı, Doğa Yasaları arasındaki ilişkileri ve farklılıkları kaçırmamaya dikkat etmeyi
önerir. Diğer yoruma göre ise Göz, bir masona, tutum ve davranışlarında masonik ilke ve
gerekliliklerden ayrılmaması gerektiğini öğütleyerek, tüm yapıp etmelerinin sürekli bir
şekilde izlenip denetlendiğini anımsatır.
Göz “Herşeyi Gören”: Fr. L’Oeil qui voit t out; İngi. All-seeing Eye
Masonluk’ta Teizm’e uygun bir inancın zorunluğunu savunan masonik kuruluşların
benimseyişlerine göre, Tanrı’nın kullarını sürekli olarak gözlediğini belirten simge.
Üçgen “Işıklı”: Bir mason mabedinin doğusunda bulundurulan, ortasında bir “Göz”
resmi yer alan simge...
Işıklı Üçgen, Masonluğun simgesel derecelerinde çalışan her locanın oturumlarını
yaptığı Mabet’te mutlaka vardır. Bu üçgen, genellikle içten aydınlatmalı olacak şekilde
düzenlenir ve oturumun başından sonuna kadar aydınlık tutulur.
Işıklı Üçgen, içeriğinde yer alan Göz ile birlikte bir bileşik simgedir. Bazı mason
kuruluşlarının benimseyişlerine göre burada Üçgen, Bilim’in ancak Bilgelik ile birleştiği
zaman insanlığa yararlı olabileceğini simgeler; üçgenin içinde yer alan Göz ise, Uyanıklık
kavramını, bir masonun gerçekleri her zaman dikkatle inceleyerek ve akıl süzgecinden
geçirerek arayıp değerlendirmesi gerektiğini vurgular. Bazı mason kuruluşlarının
benimseyişlerine göre ise bu üçgen, tanrısal gücün ve buyrultunun simgesidir; Üçgen’in
ortasındaki Göz, Tanrı’nın kullarını sürekli olarak hem gözettiğini hem de denetlediğini,
Tanrı’dan hiç bir şeyin saklanamayacağını vurgular.
* Murat Özgen Ayfer, “Mason Sözlüğü”, Büyük Mason Mahfili, 1982.
Türkiye'de seçilmiş 17 bin Mason, 7 trilyon TL'lik bütçeyle dışa bağımlı (international),
devlet denetimi dışında küreselleşmeye ve siyonizme hizmet etmektedirler. Ulus devleti
savunanlar ve ulusçuluktan söz edenler ilk önce bu örgütü mercek altına almalı ve örgüt
üyelerinin ve onlara hizmet eden premasonik örgütlerin içyüzünü gözler önüne sermelidir.
Kaynakça ve Açıklamalar
1.
“Derin Devlet-1”, Evrensel, gazetesinden 13 Mayıs 2005 günü Fatih Polat’la
yaptığım söyleşinin genişletilmiş ve güncelleştirilmiş halidir.
2.
Talat Turhan, Bomba Davası Savunma-1, Talat Turhan, Emperyalizmin
Bataklığında İstihbarat örgütleri-Doruk Operasyonu, Sorun Yayınları, 3. baskı, Eylül 2004
3.
Can Dündar-Celal Kazdağlı, Ergenekon-Devlet İçinde Devlet, Temmuz, 1997
4.
Nokta, sayı 51, 13-19 Aralık 1992
5.
Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 29 Haziran 1980
6.
Y.N.: Yavuz Donat, 500.Yıl Vakfı’nın kurucu üyesi (Resmi Gazete ilgili
sayıya bakınız)
7.
25 Kasım 2005, Milliyet
8.
28 Ocak 2000, Milliyet
9.
Talat Turhan, Mont Pelerin Cemiyeti: Küresel Sermayenin Beyni, İleri
Yayınları, 2005’e bakınız.
Ek-2: Çeşitli Belgelere Göre, Osmanlı ve Cumhuriyet Devrindeki Bazı Önemli
Masonlar
Sultan V. Murad,
Osmanlı Sadrazamları Sait Halim Paşa, Mustafa Paşa, Ali Paşa, Keçecizade Fuat Paşa,
Mithat Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Mehmet Rüştü Paşa, İbrahim Hakkı Paşa, Tunuslu Hayreddin
Paşa;
Ahmet İzzet Paşa, Talat Paşa, Cavid Bey, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Bahriye
Nazırı Cemal Paşa, Faik Süleyman Paşa, İsmail Canbolat, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin
önderleri Mithat Şükrü Bleda, Kazım Paşa, Manyasizade Refik, Kazım Nami Duru, Binbaşı
Naki, Drama Jandarma Kumandanı Hüseyin Muhittin;
Osmanlı aydınları şair Namık Kemal, şair ve Vali Ziya Paşa, düşünür-yazar Şinasi, Ali
Suavi, ilk Türk gazetecilerden Agâh Efendi, Kızılay'ın kurucularından Makro Paşa, matbaanın
kurucusu İbrahim Müteferrika;
3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar,
Başbakanlar Süleyman Demirel, Rauf Orbay, Ali Fethi Okyar, Hasan Saka, Refik
Saydam, Suat Hayri Ürgüplü, Naim Talu, Bülend Ulusu;
Cumhuriyet döneminin istihbarat servisi Milli Emniyet Hizmeti'nin reisleri Celalettin
Karasapan, Ziya Selışık, Hüseyin Avni Göktürk ve Ahmet Salih Korur (MEH Reisi ve MİT
Müsteşarı Fuat Doğu'nun da mason olduğu yönünde ispatlanamamış iddialar var.), Polis
müdürleri Sait Mehmet Bey ve Bedri Bey;
Jandarma Kumandanı Galip Paşa, Polis Mektebi Müdürü Zeki Bey,
Maliye Müfettişi Ferit Aseo, Gümülcine Mebusu Hoca Fehmi Efendi, Mustafa Doğan,
Mustafa Necip, İçişleri Bakanı CHP Genel Sekreteri Şükrü Kaya, Dışişleri Bakanı Tevfik
Rüştü Aras, İçişleri Bakanı Mehmet Cemil Uybadın,
Dr. Rasim Ferit Talay, Danıştay Başkanı Mustafa Reşat Mimaroğlu, TBMM Başkanı
Kazım Özalp, Emniyet Sandığı Murakıbı Raşit Reşat, Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel,
İstanbul Üniversitesi Umumi Katibi Ferit Zühtü, Milletvekili Süleyman Asaf, Kızılay
yöneticilerinden Haydar Ali Kerman, Atatürk'ün doktoru Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Ankara
Valisi Nevzat Tandoğan, Donanma Kumandanı Amiral Mehmet Ali Paşa, Bakan Rıza Tevfik
Bölükbaşı, Faik Süleyman Paşa,
Felsefe tarihçisi ve yazar Orhan Hançerlioğlu,
YÖK Başkanı İhsan Doğramacı ve gazeteci Erol Simavi.
Ek-3: ABD Başkanlarının Siyonist ve Masonik Örgüt Bağlantıları
1- George Washington 1789-1797
2- John Adams 1797-1801
Mason
Şüpheli, İlluminati üyesi olduğu kesin
3- Thomas Jefferson
1801-1809
Mason/İlluminati
4- James Madison
1809-1817
Mason/İlluminati
5- James Monroe
1817-1825
Mason
6- John Quincy Adams 1825-1829
Anti-Mason olduğu söyleniyor
7- Andrew Jackson
1829-1837
Mason
8- Martin Van Buren
1837-1841
Mason
9- William Henry Harrison
1841-1841
10- John Tyler 1841-1845
Mason
bilinmiyor
11- James K. Polk
1845-1849
Mason
12- Zachary Taylor
1849-1850
Mason+ Kinghts of Garter üyesi
13- Millard Fillmore
1850-1853
Bilinmiyor
14- Franklin Pierce
1853-1857
Mason+ Kinghts of Garter üyesi
15- James Buchanan
1857-1861
Mason
16- Abraham Lincoln 1861-1865
Bilinmiyor, ancak Farmasonluğun bir branşı olan
Rosicrucian Şövalyeleri üyesi-karısı Şeytan Cem. üyesi
17- Andrew Johnson
1865-1869
Mason
18- Ulysses S. Grant
1869-1877
Bilinmiyor
19- Rutherford B. Hayes
1877-1881
Bilinmiyor-İlluminati ile satanik bağları
var.
20- James A. Garfield 1881 Mason
21- Chester A. Arthur 1881-1885
Bilinmiyor fakat İlluminati üyesi
22- Grover Cleveland 1885-1889
Bilinmiyor fakat İlluminati kuklası-?
23- Benjamin Harrison 1889-1893
Bilinmiyor (Şeytan Cemiyeti üyesi)
24- Grover Cleveland 1893-1897
Bilinmiyor ama İlluminati kuklası
25- William Mckinley 1897-1901
Mason
26- Theodare Roosevelt
1901-1909
Mason
27- William Howard Taft
1909-1913
Mason
28- Woodrow Wilson 1913-1921
House Dan.
Bilinmiyor ama CFR Kurucu üyesi, Colonel
29- Warren G. Harding 1921-1923
Mason
30- Calvin Coolidge
1923-1929
Bilinmiyor
31- Herbert Hoover
1929-1933
Bilinmiyor ama Bohemian Club üyesi
32- Franklin D. Roosevelt
193-1945
33- Harryy S. Truman 1945-1953
34- Dwight D. Eisenhover
35- John F. Kennedy
Mason+CFR üyesi
1953-1961
1961-1963
Mason ve İlluminati kuklası+CFR
Bilinmiyor, CFR ve Bohemian Club üyesi
Bilinmiyor, CFR ve İlluminati üyesi
36- Lyndon B. Johnson 1963-1969
Mason+CFR
37- Richard M. Nixon 1969-1974
Bilinmiyor, CFR ve Bohemian Club üyesi
38- Leslie Lynch King Jr.
1974-1977
Mason
39- James E. Carter
1977-1981
Bilinmiyor, CFR ve The Club of Roma üyesi
40- Ronald Reagan
1981-1989
Mason
41- George H. W. Bush
1989-1993
42- William J. Clinton 1993-2000
Bilderberg
Mason, Kurukafa kemik, CFR, TC.
Mason,
Rhodes
Bursu
almış,
CFR,
TC,
43- George W. Bush (oğul) (2000'den bu yana)Mason, Kurukafa kemik Cemiyeti, CFR
(İngiliz kralı III. Henry ve Tudor sülalesinden geliyor)
Ek-4: Masonluktaki Dereceler
1. Derece: Çırak
2. Derece: Kalfa
3. Derece: Usta
4. Derece: Ketum Üstat
5. Derece: Mükemmel Üstat
6. Derece: Sır Kâtibi
7. Derece: Nazır
8. Derece: Bina Emiri
9. Derece: Dokuzlar’ın Seçilmiş Üstadı
10. Derece: Onbeşler’in Seçilmiş Üstadı
11. Derece: Yüce Seçilmiş Şovalye
12. Derece: Üstat Mimar
13. Derece: Solomon Krallığı’nın Şovalyesi
14. Derece: Yüce Üstat (Kutsal Kubbe Büyük Seçilmişi)
15. Derece: Doğu Şovalyesi (Kılıç Şovalyesi)
16. Derece: Kudüs Prensi
17. Derece: Doğu ve Batı Şovalyesi
18. Derece: Salipverdi Şovalyesi (Güllü Haç Şovalyesi)
19. Derece: Büyük Pontif (Yüce İskoçyalı)
20. Derece: Düzenli Locaların Büyük Saygıdeğer Üstadı
21. Derece: Prusya Şovalyesi
22. Derece: Lübnan Prensi (Kral Baltası)
23. Derece: Sır Sandığı Başkanı
24. Derece: Sır Sandığı Prensi
25. Derece: Tunç Yılan Şovalyesi
26. Derece: İskoçyalı Papaz (İnayet Prensi)
27. Derece: Kudüs Tapınağı’nın Hakim Amiri
28. Derece: Güneş Şovalyesi
29. Derece: Saint Ande Büyük İskoçyalısı
30. Derece: Seçilmiş Büyük Kadoş Şövalyesi
31. Derece: Büyük Müfettiş Kumandan
32. Derece: Kutsal Sır Yüce Prensi
33. Derece: Hâkim Büyük Genel Müfettiş
5. Bölüm
Medeniyetler Çatışmasının Kökeni ve Geleceği
Medeniyetler Çatışmasının Kökeni
“Medeniyetler Çatışması” söylemi, Samuel P . Huntington’ un aynı ismi taşıyan
kitabında şu şekilde açıklanmaktadır:1
...Gelecekte uygarlık kimliği artan bir öneme sahip olacaktır ve dünya belli başlı yedi ya
da sekiz uygarlığın arasındaki etkileşim tarafından şekillenecektir. Bu uygarlıklara “Batı,
Konfiçyus, Japon, İslam, Hindu, Slav-Ortodoks, Latin Amerikan ve muhtemelen Afrika
uygarlıkları” dahil olacaktır. Geleceğin en önemli çatışmaları bu uygarlıkları birbirinden
ayıran kültürel sürtüşme hatları boyunca gerçekleşecektir. …Yeni dünyada mücadelenin esas
kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacaktır. Beşeriyet arasındaki büyük
bölünmeler ve hakim mücadele kaynağı kültürel olacak, fakat global politikanın asıl
mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecektir.
Medeniyetlerin çatışması global politikaya hakim olacak. Medeniyetler arasındaki fay hatları,
geleceğin muharebe hatlarını teşkil edecek. Medeniyetler arasındaki mücadele, modern
dünyadaki mücadelenin evriminde nihai safha olacaktır…
ABD, medeniyetler çatışması sonunda “Kudüs Merkezli Dünya İmparatorluğu”nu
kurmak özlemindedir. İsmail Vural Evanjelizm adlı kitabında, ABD’nin bu özleminin yedi
aşamada kurulacağını açıklamaktadır:
1. Yahudilerin Filistin’e geri dönmeleri,
2. Büyük İsrail’in kurulması,
3. İsrailoğulları dahil dünyanın tüm uluslarına İncil’in vaaz
edilmesi,
4. Yedi yıl sürecek felaket dönemi (tirbulasyon),
5. Armageddon Savaşı,
6. Kiliseye iman edenlerin semaya yükseltilmesi
7. Hz. İsa’nın dünyaya gelmesi
Bugün emperyalizme hizmet eden tüm örgütlerin temelinde masonluk vardır.
...Masonluğun Yahudi ve Hıristiyan olmayan dünyaya yayılması ve bir dünya gerçekliği
haline gelmesi kapitalizm ve sömürgecilikle başlar. Türkiye’ye masonluk ilk olarak liman
kenti Selanik’ten girmiştir. İkinci olarak da yine komprador unsurların yoğunlaştığı İzmir’den
yayılmıştır. ABD devleti de zaten başından itibaren masonik ve Siyonist amaçlar temelinde
kurulmuştur. ABD başkanlarının hepsi masondur.
Siyonizm, 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkmıştır; Yahudilerin aksine Siyonistlerin ana
felsefesi ırkçılık ve sömürgeciliktir. Siyonizmin fikir öncüleri ise yine Yahudi olan Herlz ve
Max Nordau’dur.
Siyonizmin ne olduğu, araştırmacı yazar Hasan Yurtsever’in yazmış olduğu İsrail ve
Büyük Ortadoğu Projesi isimli kitapta özetle, “...Bugün İsrail devletinin iç ve dış politikasını
yönlendiren ana unsur Siyonist ideolojidir” şeklinde açıklamaktadır. Siyonizm tanımını biraz
daha açacak olursak, bu ideolojiyi, “geçmişi çok eskilere hatta insanlığın var oluşuna kadar
dayanan” ve “Vaat Edilmiş Topraklar”da Büyük İsrail Devleti’nin kurulmasını amaçlayan
ideoloji” olarak tanımlamak herhalde yanlış olmayacaktır. Siyonist liderlerden Vladimir
Jabotinsky daha 1920’lerde hedeflerinin Araplar ile Yahudiler arasında demirden duvar
olduğunu açıklamıştır. Bu ideoloji ırkçı, şoven ve işgalci bir anlayışa sahiptir. Siyonizm
Yahudi halkını milli bir varlık olarak tanımlamaktır.
Hedefleri, Vaat Edilmiş Topraklar’ın (Arz-ı Mevüd, Nil Irmağı ile Fırat Nehri arasında
olan bölge) ele geçirilmesi, Küresel Krallığın Kurulması ve Dünya Hakimiyeti’nin ele
geçirilmesidir. Bu amaçlarına, İsa Mesih’in yeryüzüne inmesi ile birlikte ulaşacaklarını iddia
etmektedirler. İlginç olanı ise, bu hakkın Tanrı tarafından kendilerine verildiği iddiasıdır.
Yahudiler kendilerini, Tanrı’nın Evlatları olarak görmektedirler; kendilerine göre Seçilmiş
Kavim’dirler ve insanlık ancak kendi yönetimleri altında huzura kavuşacaktır. Bizlere göre
yeni, kendilerine göre çok eskiye (milattan önceye) dayanan dünya hakimiyetini ele geçirme
senaryoları bugün başka bir adla sahneye konmuştur. Bugünün ideologlarının ileri sürdüğü
fikirler, tarihte yaşanan büyük olaylar ile beraber değerlendirildiğinde, dünya büyük bir
değişime doğru sürüklenmektedir. Bu değişim Kaos ve Kıyamet senaryosuna dayanmaktadır.
Açık bir ifade ile, dün ideolojiler ile sosyal ve siyasi savaşları, ticaret ve para ile ekonomi
savaşlarını, teknoloji ile askeri savaşları, ihtiras duyguları ile ırk savaşlarını yaratan Musevi
kökenli bilim ve ilim adamları; bugün Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşme fikirleri ile
medeniyetler ve kültürler arasındaki savaşları başlatmışlardır.
Şimdi söyleyeceğim ise benim inancımdan ibaret, bunu söylemeliyim, ama ben 11
Eylül’deki büyük operasyonun bizzat Amerika ve belki de bazı yakın dostlarından yardım
alınarak yapıldığını, yıllardır sosyal temeli oluşturulmuş olan kötüye karşı Hıristiyan-Yahudi
ittifakının da savaşa bu operasyonla start verdiğini düşünüyorum. Asıl Büyük Ortadoğu
Projesi (BOP) işte budur ve bugün sınır kapılarımıza kadar dayanmış olan ve daha da
yayılacak olan operasyona 11 Eylül günü başlanmıştır aslında. (Serdar Turgut, Akşam
gazetesi, Gibson’dan Sonra BOP Ne Olacak, 01.03.2004)
Aslında dinler tarihini incelediğimizde bu çatışmanın tarihten bu yana süregeldiğini
görmekteyiz. Bu bakımdan “medeniyetler çatışması” söyleminin gerçekte “dinler çatışması”
söylemini kamufle etmek amacıyla öne sürüldüğü kanısını taşımaktayım. Kuşkusuz bu
kapsamlı konuyu tarihsel derinlik içinde irdelemek bu kitabın konusu değildir. Ancak 1990
yılında imzalanan Paris Şartı sonrasında George Bush mealen:
“…Günümüze kadar savaşlar Doğu-Batı yönünde cereyan etmiştir. Bundan sonra
Kuzey-Güney yönünde devam edecektir...”
demiştir ve devamında, “Bundan sonra düşmanımız Müslümanlar”dır şeklinde “dinler
savaşı”na yeni bir boyut kazandırmıştır. George Bush’un önemsediğim bu söylemini, o
günlerde bir gazete ile yapmış olduğum söyleşide aktararak kamuoyuna mal ettim.
11 Eylül komplosundan2 sonra İslam dini, dolayısıyla ülkeleri, düşman seçilmiş ve
George W. Bush’un deyimiyle “Haçlı Seferi” yeniden başlatılmıştır. O halde şu anda
süregelen “dinler savaşı” Müslümanlarla Siyonist Evanjelistler arasındadır. Evanjelistler
Yahudileri üstün ırk olarak kabul ettiklerinden, daha da gerilere doğru gidersek, Ortodoksluk
ile Yahudilik arasında bağları görebileceğimiz için; bu bağlamda süregelen savaşın Siyonist
Evanjelistler+İsrail+Siyonistler ve onların destekçileri olan masonizm ile Müslümanlık
arasında olduğunu kesinlikle iddia edebiliriz.
Aslında Kuran’ı incelediğimizde “İsrailoğulları” hakkında birçok ayetin bulunduğunu
görebiliriz (Bakara Suresi 1, 2-Maide Suresi 70).
Yahudilerin Türkler hakkındaki fikirlerinin de olumlu olduğu söylenemez. Örneğin
Talmut’un en büyük yazarlarından biri olan Maimonides’in ırkçı fikirlerinde bu olgu
görülmektedir:
…Türklerin bir kısmı, kuzeydeki göçebeler ve zenciler ve güneydeki göçebeler. Bizim
coğrafyamızda yaşayıp da onlara benzeyenler, bunların tabiatı daha çok düşük sesli bazı
hayvanların tabiatına benzer. Benim düşünceme göre, bunlar insan seviyesinde değildirler;
seviyeleri bir insan ile bir maymunun seviyeleri arasında bir yerdedir. Çünkü görünüşleri
maymundan daha çok insana benzemektedir...3
Bilindiği gibi Musevilerin kutsal kitabı Tevrat’tır (Eski Ahit)4... (Tekvin, Çıkış,
Levililer, Sayılar, Tesniye) Yahudiler ve Hıristiyanlarca yakın zamana kadar Tanrı’nın Hz.
Musa’ya doğrudan doğruya yazdırdığı kitap olarak kabul edilmekteydi, ama iki yüz yıldan
beri yapılan incelemeler bunların çok yeni diyebileceğimiz zamanlarda yazıldığını, çeşitli
maksatlarla tarih boyunca değişikliğe uğratıldığını ispatlamıştır. Hz. Musa’ya gönderilen
Tevrat, bazı hahamların elinde, Yahudilerin belirli çıkar ve hedeflerine uygun olarak
değiştirilmiştir. Bu eklemelerden biri:
…Bir kısım Yahudilerin geleneksel üstün ırk ve dünya hakimiyeti konularındaki
ihtiraslarını pekiştirmiş, yaptıkları katliamlara, haksızlıklara ve ahlak dışı tavırlara yasal bir
zemin hazırlamıştır. Böylece muharref Tevrat’ın bazı kısımları hak dini anlatan bir kitap
olmaktan çıkarak bazı Yahudi hahamların ideolojilerini yansıtan bir kitap haline gelmiştir..
Aynı konuya 8 Mart 1989 günlü Salom gazetesi de temas etmektedir:
“…Tanrı’ya inanmak Yahudinin temel başlangıç noktası değildir..”
Resul, Jeremiah ile İsrail’in başkaldırışını, Tanrı’nın ağzından şöyle anlatır:
“…Beni terk ettiler ve kanunlarımı uygulamadılar…”
Eski hahamların bu sözleri yorumlama şekli ise şöyle olmuştur:
“…İnançlarından vazgeçsinler ama kanunları uygulasınlar…”
Kuran’da ise kitabı kendi elleri ile yazıp sonra onu az bir değerle değiştirmek için şunlar
yazılıdır:
“...Bu Allah katındandır… Vay haline! Ellerinin yazdığından dolayı vay hallerine!
Kazandıkları günahlarından dolayı vay hallerine!..”
Kuran’a göre (Bakara Suresi, 79):
“...Allah’ın ayetlerini yalan saymakta olan kavmin durumu ne kadar kötüdür. Allah
zalim olan bu kavmi hidayete erdirmez (Cuma Suresi 5).
Nitekim Kuran’da işaret edildiği gibi “Yahudi zulmü”, onların Filistin’e girerken birçok
şehri yakıp yıkmaları ve yaşayanları katletmeleri ile başlamıstır.
Tevrat’ta bu sanki Allah’ın emriymiş gibi gösterilir, oysa gerçekte bunun, uygulanan
vahşete mazeret bulmak için gösterildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Yahudi yazar Chaim Potok,
Wandering-Gezginler adlı kitabında Yahudilerin istila sırasında yaptıklarını şöyle
anlatmaktadır:5
…Yahudiler Jericho Kenti’ne girdiklerinde halk kılıçtan geçirildi, şehir yakıldı. Ai
Şehri’ni tahrip ettiler oranın halkını köleleştirdiler, yağmaladılar, şehri yerle bir ederek
yaktılar ve krallarını kazığa geçirerek öldürdüler…
Yukarıda açıklanan konular Doç. Dr. Mim Kemal Öke’nin Tarihten Günümüze Filistin
Sorunu ve Türkler ve Hayrullah Örs’ün Musa ve Yahudiler adlı kitaplarında da yer
almaktadır.6
Yahudilerin Filistin’e girerken başlattıkları şiddet ve zulmün bugün de Filistin halkı
üzerinde uygulanması, sorunun tarihsel köklerine ışık tutmaktadır. Kuşkusuz İsrail’in bu
tavrının aynı zamanda tüm Müslümanlığa yönelik olduğu da yaşanılarak görülmektedir.
Aslında Yahudi şeriatı kaynağı Halakha’dır. Halakha’nın en önemli kaynağı ise Talmut
adı verilen bir kitaptır. Talmut’un büyük bölümü Yahudi olmayanlara karşı kin beslemeyi,
imkan buldukça bu kini eyleme dönüştürmeyi emretmektedir.
Talmut yazarlarının tüm yeryüzünde şiddetle karşı oldukları kişi Hz. İsa’dır. Yine
Talmut’a göre Yahudiler, ellerine geçen İncilleri eğer şartlar uygunsa yakmakla hükümlüdür.
Bu da o dönemdeki Musevi-Katolik çatışmasına ve dolayısı ile Haçlı Seferleri’ne ışık
tutmaktadır.8
***
Bu bölümde özellikle “Dünya Egemenliği” sözüne dikkat çekmek isterim. Zira George
W. Bush yönetimi, Irak işgali ve BOP ile Tevrat’ta yer alan “Vaat Edilmiş Topraklar”ı ele
geçirmeyi hedeflemektedir. Siyonist Evanjelist inancı ile bunu Tanrı adına yaptığına
inanmaktadır. Yani bir anlamda bölgede İsrail adına, onun tetikçiliğine soyunmuştur. Doğal
olarak da “üstün ırk” saydığı Yahudilere hizmet etmektedir. Böyle bir oluşum içinde de
kuşkusuz en büyük müttefiki İsrail olmaktadır. O halde günümüzde Hıristiyanlık-Musevilik
ile İslamiyet arasında bir savaş süregelmektedir.
Bu gerçek karşısında “dinler arasında diyalog” ve “medeniyetler uyuşması’ söylemini
öne sürenler, bilerek ya da bilmeyerek aynı amaca hizmet etmektedirler. Hele hele her iki
kavramın da başını çekenlerin Amerikan yanlısı olduğu bilindikten sonra…
Kitaba ekli şemada (Ek:1) Siyonizm ve masonizmin bin yıllık geçmişinden söz
etmiştim. Bu durumda o kadar gerilere gitmeksizin bugünkü “dinler arasındaki çatışma”yı
algılamak için Siyonizme kısaca bakmamız gerektiğini düşünüyorum.
İlk önce Protestanlığa göz atalım:8
Ortaçağ Katolik Kilisesi’nin faizi kesin olarak yasaklıyor olması, faiz sisteminin çok
fazla yayılmasına engel oluyordu. XVI. yüzyılda Avrupa’da yeni bir mezhep olarak
Protestanlık doğdu. Her ne kadar mezhebin kurucusu Martin Luther tarih kitaplarında Yahudi
aleyhtarı gibi gösterilse de, gerek kaynağı, gerek kurucuları ve gerekse savunucuları açısından
Yahudilerle oldukça yakından ilgiliydi. Katolik Kilisesi’ne karşı başlatılan bu akım Tevrat’ı
kaynak alıyordu. Bu nedenle de Protestanlar Tevrat’ın yeni tercümelerine ön ayak oldular.
Değişikliğe yol açan esas eylem Tevrat’a, İbraniceye ve Tevrat ile ilgili çalışmalara
gösterdiği ilgi yüzünden dinde reform hareketi olmuştur.9
Reform hareketlerinin ve Protestanlığın ilk olarak Yahudiler tarafından desteklenerek
benimsenmesi bu yeniliğin Yahudilere ne derece olumlu hizmetlerde bulunacağının bir
göstergesidir. Luther’in Roma Katolikliğine getirdiği ikinci darbe ilk olarak Yahudiler
tarafından benimsenmiştir.10
Martin Luther reform hareketleri başlamadan önce Yahudilikle, Tevrat’la ve İbranice ile
ilgileniyordu.11
Luther’in Yahudilerle ilgili söylemleri bu konudaki ilgisini açıkça gösteriyor:
…Yahudiler bizim Tanrımızın akrabaları, kuzenleri ve kardeşleridir. Katoliklere
sesleniyorum, bana kafir demekten yorulduklarında Yahudi desinler...12
Yahudiler de Martin Luther’in Yahudi devletine hizmet eden “gizli-Yahudi” olduğunu
belirtmekte hiçbir sakınca görmüyorlardı:
Kabalist Abraham B. Eliezer Levi, Luther’in Hıristiyanları yavaş yavaş eğitmeye
çalışan bir “gizli Yahudi” olduğunu söyledi…13
Yukardaki açıklamalarda özetle Hıristiyanlık içinde iki mezhebin, Katolik-Protestan
çatışmasının başlangıcını görmekteyiz. Günümüzde Protestanlığın köktendinci bir kolu olan
Evanjelizmi benimseyen George W. Bush’un Yahudilere olan yakınlığını da açıklananlarla
daha belirginleştiğini gösterecek değerdedir.
Kitaba ekli şemada (Ek:1) Siyonizm ve masonizmin bin yıllık geçmişinden söz
etmiştim. Günümüzde de bu oluşum Siyonizm ve masonizmin desteği ile ABD’de somutlaşan
“Derin Dünya Devleti” ile karşımıza çıkmakta ve şemada belirtildiği gibi birtakım gizli
örgütlerden oluşmaktadır. Bu yapı, “Küreselleşme” diye dünya halklarına dayatılan olgunun
bir anlamda temelini oluşturduğu için ve sorunu kavrayabilmek adına Siyonizme bir göz
atmalıyız.
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Yahudiler maddi ve siyasal güçlerinin doruk noktasına
ulaştılar. XIX. yüzyılda bütün dünyada Yahudi finans imparatolukları kuruldu. Rotschild14,
Goldsmith, Warburgh, Lehmon ve Speyer, Avrupa ekonomisini büyük çapta ele geçiren
Yahudi hanedanlarının başında geliyorlardı. Yahudiler maddi olanaklarını kullanarak devlet
kademelerinde önemli görevler aldılar. Bu şekilde aynı dönemde gelişen Siyonizme önemli
destek sağladılar. Mason localarını organize ederek Siyonizme kazandırdıkları krallar,
başkanlar, başbakanlar ve parlamento üyeleri sayesinde İsrail’in kuruluşuna zemin
hazırladılar. “Dünya Egemenliği” için en güçlü devletleri kontrolleri altına almaları gerektiği
bilincinde olan Siyonist Yahudiler, ellerindeki olanakları bu amaçla kullandılar. (Bu konuda
kitabın sonundaki Şema-2’ye bakınız.)
...Siyonizmin kuvvetlendiği 1840’lar ile İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılı arasında
Avusturya’da 95, Fransa’da 75, Almanya’da 150, İngiltere’de 90, sömürgelerinde 78,
İtalya’da 54, Polonya’da 156, ABD’de 50 civarında Yahudi, üst düzey devlet kademelerinde
bakanlık, başbakanlık ve parlamento üyeliği yapmıştır…15
Başlangıcından İsrail’in kuruluşuna dek Siyonizme en büyük desteği veren ülke
İngiltere idi. XIX. yy. başlarında Siyonistler ülkede büyük bir etkiye sahiptiler. Özellikle
İngiliz ekonomisinde ve Parlamento’da büyük söz sahibiydiler. Bunun sonucu olarak İngiliz
politikacıları 1848’li yıllardan itibaren Filistin’de bir Yahudi devleti kurma planlarına ilgi
göstermeye başladılar.
1890’lı yıllarda da aynı girişimin öncülüğünü ABD’deki Evanjelist papazlar
üstlenmişlerdir.
Bu dönemde Sefardim Yahudisi Benjamin D’Israeli başbakanlığa seçildi. Ülkenin
yönetimindeki etkilerinin gücüne güvenerek İngiltere isminin İsrail olarak değiştirilmesini
Parlamento’ya teklif etti.
Benjamin D’Israeli;
Kral VII. Edward (Kralice Victoria’nın oğlu) büyük mason üstadı.
Baron Lionel Avam Kamarası
Nathaniel DeRothschilde16
Sir Arthur Montegue,
Lionel Kohen,
Sir Julian Goldschmit
gibi büyük servet sahibi Yahudi bankerlerden destek aldı.
1885 yılında Lord Rothschilde’e asilzadelik unvanı verildi.17
Her ikisi de Yahudi olan Lord Ishaac Reading Adalet Bakanlığı’na, Sir Herbert Samuel
de Vaat Edilmiş Topraklar’ı idare etmek ve orada bir Yahudi devleti kurmak için Filistin
Yüksek Komiserliği’ne atandı. Bu dönemde İngiltere’de başbakanlığı mason Llyod George
yürütüyordu. Kabinesinde 6 Yahudi, baş müşavir olarak görev yapmaktaydı. Bununla birlikte
Siyonistler, İngiltere’de masonluğu yaygın hale getirdiler. Birçok kral, prens, kont ve dük
mason oldu. İngiliz devlet adamlarından mason olanlardan birkaçı şunlardır:
İngiltere Kralı IV George18
Kral VIII. Edward, İngiltere ve İrlanda İmparatoru Frederic DeGalle19
1876’da Siyonist liderliği üstlenen George Elliot tarafından “Siyon Aşıkları” adlı ilk
İngiliz Siyonist teşkilatı kuruldu. Örgütün politikası, zengin Yahudileri ve İngiliz
politikacıları bir araya getirerek “Siyon ideali”nin gerçekleşmesini sağlamaktı.20
Fransa’da ise Siyonistler çok sayıda olmamalarına karşın, Fransız masonluğu sayesinde
hükümeti destek verecek şekilde yönlendirebildiler.
Almanya’da ünlü Siyonist lider Theodor Herlz, yüksek dereceli bir mason olan Alman
İmparatoru II. Wilhem ile temasa geçti bunun sonucunda Almanlar Osmanlı
İmparatorluğu’nun Alman vatandaşlara tanıdığı toprak satış iznini Yahudiler adına
kullandılar. Diğer Avrupa ülkelerinden gelen Yahudileri Alman vatandaşı yaparak Filistin’de
toprak satın almalarını sağladılar. Bu şekilde Filistin’e çok sayıda Yahudi yerleştirilmiş oldu.
Siyonistler tefecilik ve faiz yoluyla elde ettikleri büyük serveti kullanarak bulundukları
ülkelerdeki kralları, başbakanları ve üst düzey devlet adamlarını kontrol altına aldılar.
Gerçekte bu oluşum Tevrat’ta yer alan bir vaadin yaşama geçirilmesiydi:
“…ve ecnebiler senin duvarlarını yapacaklar, ve krallar sana hizmet edecekler (İsa
bölümü 60/10)…”
Osmanlı İmparatorluğu ve Yahudiler
...Yavuz Sultan Selim 1517 yılında İsrail’i topraklarına kattı. Daha önceki tarihlerde de
1492 yılından başlamak üzere Sultan II. Beyazıt döneminde (1481-1512) İspanya’dan göç
eden Yahudiler Kudüs de dahil olmak üzere Osmanlı topraklarına yerleştirildiler.
İstanbul’da 30.000 nüfus 44 sinagog ile Avrupa’nın en büyük Yahudi yerleşimi
oluşturuldu…21
…Göçmenler, hemen hemen geldikleri andan itibaren yükselmeye başladılar.
Aralarında İspanya’dayken yüksek görevlerde bulunmuş olanlar derhal Saray’a alındılar, bu
kişiler Osmanlı Maliye ve Dışişleri’nde söz sahibi oldular. Hatta denilebilir ki, XVI. yy.da
Osmanlı İmparatorluğu’nun yönü bu danışmanların fikrine gore tespit edildi…22
Osmanlı da ilk Yahudi lobisinin adı Nasi’ler olup Kanuni Sultan Süleyman döneminde
yaşamış olan Donna Grascia Nas ile Joseph Nas öncülüğünde kurulmuştur.
Nasi’ler İsrail tarihine geçmiş başlıca Yahudi ailelerindendir. Muazzam bir servete
sahip olan bu aile Avrupa’nın en güçlü hükümdarları ile arkadaşlık ilişkileri kurmuş, Osmanlı
Sarayı’nda çok önemli görevlere ulaşmış, Yasef Nasih siyasal Siyonizmden 350 yıl önce İsrail
ülkesinde özerk bir Yahudi kolonisi kurmayı tasarlamıştır.23
XIX. yy.da tüm Batı dünyasını etkileyen ideoloji ve eylemler Osmanlı topluluğu
içindeki bazı Yahudileri de etkilemiştir. Bu akıl ve ideolojilerden biri Siyonizmdir. Bir diğeri
ise kapitalist sistem ve kapitalist yaşam biçimidir. Galata bankerleri bu ikincinin bir temsilcisi
sayılabilir. Bu bağlamda Osmanlının sön döneminde parasal egemenliği ele geçiren Galata
bankerleri, ticaretle ilgili olan her şeyi ele geçirmişlerdir.24
1900’lü yılların başında İngiliz emperyalistlerinin yetiştirip İstanbul’a gönderdiği Prens
Sabahattin’in ortaya attığı “teşebbüs-ü şahsi” (özel teşebbüs) fikri 1950’den bu yana özel
sektör ağırlıklı liberal ve neo liberal politikalar olarak ABD emperyalistlerince küreselleşme
bağlamında tüm dünyada uygulanmaktadır. Dünyayı yöneten Anglo-Amerikan gizli örgütler,
tüm dünyadaki Siyonik ve masonik işbirlikçileri aracılığıyla küreselleşme adı altında tüm
mazlum halklara kan kusturmaktadır.
Bölgenin Kısa Tarihi ve Süleyman Tapınağı
Mezopotamya merkez olmak üzere Ortadoğu bölgesi, kitabi dinlerden önce Sümerler
başta olmak üzere birçok uygarlığa beşiklik yapmıştır. Bu uygarlıklar içerisinde en
önemlilerden birisi de Babil Krallığı’dır.
Babil Kralı II. Nabukadnazar, MÖ 587 yılında İsrail Krallığı’nı işgal etti ve İsrail kralı
ve peygamberi Hz. Süleyman (bazı kaynaklara göre MÖ 971) ve Hz. Davut döneminde inşa
edilen ünlü Süleyman Mabedi’ni yerle bir ederek Yahudileri köle olarak Babil’e götürdü.
(Sırası gelmişken, Saddam Hüseyin’in tugaylarından bir tanesinin adının Nabukadnazar
olduğunu hatırlatmak isterim.)
Her dinde olduğu gibi Musevilerin de kutsal emanetleri bulunmaktadır. Bu emanetler
“Ahit Sandığı” denilen altın kaplı bir sandıkta ve Süleyman Tapınağı’nın en kutsal bölümü
olan ikinci bölümde saklanmaktaydı. 12 kabileden oluşan Yahudilerde mabedin bu bölümüne
sadece dinsel açıdan en üstün sayılan Levililer girebilirlerdi. Mabet olmadığı dönemlerde Ahit
Sandığı Levililer sorumluluğunda olup, Kohen Kabilesi de Levililere yardımcı olurlardı.
Sandık gerektiğinde gerektiği yerde bulundurulurdu.
Nabukadnazar’ın bölgeyi işgaliyle 70 yıl süren bir sürgün hayatına başladılar. Bu
dönemde Yahudiler ana yurtlarını unutmazlar ve acı dolu mizmorlar yazarlar…
Örneğin;
eğer unutursam seni ey Yerusalayim (Kudüs)
sağ elim tüm hünerini unutsun,
eğer seni anmazsam,
ey Yerusalayim,
en büyük sevincimden üstün tutmazsam dilim damağıma yapışsın.26
Sürgün döneminde Yahudiler Tevrat hükümlerine daha da bağlı kalırlar, örneğin:
…sizi milletlerden alacağım, tüm diyarlardan toplayacağım ve sizi kendi topraklarınıza
götüreceğim ve atalarınıza verdiğim ülkede oturacaksınız…
Viran olan topraklar işlenecek …
Ben Tanrı, yıkılmış olan yerleri ben yaptım, çöl edilmiş olanı ben yaptım…27
Babil Krallığı Pers Kralı Syrus tarafından yıkılır ve Syrus, Yeuda Krallığı’na ve
Yerusalayim’e (Kudüs) egemen olur. Syrus Babil’deki Yahudilerin anavatanlarına
dönmelerine izin verir. Bu dönemde Kudüs yeniden inşa edilir ve Yahudi Peygamberi Ezra
döneminde Kudüs yeniden dini merkez haline getirilir. Bu durum Helen hükümdarı Büyük
İskender’in kutsal toprakları MÖ 322 yılında fethetmesine dek sürer. Bu arada (MÖ 516) inşa
edilen 2. Süleyman Mabedi, MS 70 yılında Romalıların Kudüs’ü işgali sırasında şehirle
birlikte tekrar yıkılır.
Yahudiler için yeni sürgün hayatı başlar… Günümüzde 2. mabetten 50 metre eninde 18
metre yüksekliğinde “Ağlama Duvarı” diye tanımlanan bir duvar kalmıştır. Bu duvar,
Yahudilerin en önemli kutsallarından biri olduğu için her gün televizyonda Yahudilerin bu
duvar önünde ibadet ettiğini görüyoruz. Bu duvara Ağlama Duvarı adı verilmesinin nedeni
Yahudilerin tek emeli olan üçüncü mabedin inşası için dua ederken ağlamalarıdır.
Kabalacı Haham Shlomo Chaim Hacohen Aviner Süleyman Tapınağı’nın önemini şöyle
belirtiyor:
…Unutmamalıyız ki, sürgünlerin toplanması, diaspora Yahudilerinin İsrail’e getirilmesi
ve devletimizin kuruluşunun tek bir kutsal amacı vardır: Tapınağın yeniden inşası…
Süleyman Mabedi’nin burada inşa edilmesi ve Vaat Edilmiş Topraklar28 olması
açısından Kudüs Yahudiler için çok önemlidir. Hıristiyanlar açısından ise İsa’nın ve
Hıristiyanlığın doğduğu yerdir. Müslümanların ilk kabesi Kudüs’tür, Hz. Muhammet
Kudüs’te Süleyman Mabedi içinde bulunan Mualla Taşı üzerinden Miraç’a yükselmiştir. Bu
taşın ve Süleyman Mabedi’nin üzerine Hz. Ömer zamanında Mescidi Aksa inşa edilmiştir.
Dolayısı ile Kudüs üç din tarafından da kutsal kabul edilen bir kenttir.
Yukarda belirtildiği gibi, Kudüs bir dönem Müslümanların eline geçmiş ve Süleyman
Mabedi’nin bulunduğu yere Mescidi Aksa inşa edilmiştir. O halde Musevilerin, dolayısı ile
Evanjelistlerin, tek amacı olan üçüncü tapınak nasıl inşa edilecektir?
Nabukadnazar II’nin birinci tapınağı yıkmasının intikamı Irak’ın işgali ile alınmış ve o
bölgedeki Babil medeniyeti yerle bir edilip kalanları da yağma edilerek Amerika’ya
taşınmıştır. Irak işgaliyle Üçüncü Dünya Savaşı’nın da başladığını söyleyebiliriz.
Yukarda ikinci mabedin yıkılmasının sebeplerinden birinin de Katolik- Yahudi
çatışması olduğunu yazmıştık. Üçüncü Süleyman Tapınağı’nın yapılabilmesi için Mescidi
Aksa’nın yıkılması gerekmektedir. Bu amaçla da İsrail o bölgede arkeolojik kazılar yaparak
Mescid-i Aksa’nın dibini oymakla ise başlamıştır. Birçok kaynağın da belirttiğine göre ünlü
bilgin Tesla’nın kuramlarına dayanılarak icat edilen Tesla makinesi ile yapay deprem
yaratılabilmektedir. Gölcük depreminin de bu sistem ile yapıldığı söylenmektedir... Uzun süre
Karamürsel’de konuşlanan ABD üssünün işlevini biliyor muyuz?
Irak’ta özellikle birkaç aydan beri kutsal mekanlara ve camilere yapılan saldırılar her ne
kadar Şii-Sünni çatışmasını alevlendirmek için yapılıyor diye söylense de, kanımca ABD ve
İsrail istihbarat örgütleri tarafından düzenlenmekte ve Müslümanların duyarlılıklarını
köreltmeyi amaçlamaktadır. Bu olayları Mescidi Aksa’ya yönelik kötü niyetin provası olarak
değerlendirebiliriz.
Amerikalı gazeteci Grass Halsell, yazmış olduğu kitabında29 Evanjelistlerin tapınağın
yeniden inşa konusuna İsraillilere verdikleri örgütlü destekten ayrıntılı olarak söz ediyor ve
kitabının Provoking a Hollywar-Kutsal Savaşı Kışkırtmak başlıklı bölümünde büyük
olasılıkla Müslümanlar ve Yahudiler arasında büyük savaş başlatacak olan Mescidi Aksa’yı
yıkma ve yerine tapınak inşa etme çabalarından söz ediyor.
Halsell Amerika’da “Kudüs Tapınağı Vakfı”nın kurulduğunu ve petrol zengini
Evanjelist Therry Reeisenhoover tarafından yönetilen vakfın üyelerinin az sayıda Yahudi ile
Evanjelistten oluştuğunu yazıyor. Vakfın amacı ise Müslüman mabedini yıkmaya çalışan
radikal İsraillilere yardım etmek olduğunu açıklıyor.
Kudüs Tapınağı Vakfı, Amerikan Evanjelistlerden topladığı yılda yaklaşık 100 milyon
dolar bağışı İsrail’e, tapınağın yeniden inşası için yürütülen projelere aktarıyor. Vakıf 1984
yılında Mescidi Aksa’yı uçurmak üzereyken tutuklanan Machteret Yahudit ile yakın ilişki
içerisindeydi....
Yahudilerin öteki tarihsel müttefiki olan masonluğun bu konuda Yahudilerin yanında
yer alıyor olması olayın bir başka önemli boyutudur. Tüm ideolojisini, sembollerini ve
ritüellerini Süleyman Tapınağı’na dayandırmış olan masonluk açısından tapınağın yeniden
inşası, yeryüzündeki en büyük hedeflerinden biridir. Bunun mason kaynaklarında örgütün
temel amaçlarından biri olduğu sürekli vurgulanmaktadır.25
Aslında Evanjelist inançlarından birisi de, İsrail’de Medigo Ovası’nda, Armaggedon
Tepesi’nde, iyilerle kötülerin çatışacağıdır. İyiler, Yahudiler ve Evanjelistler; kötüler,
Müslümanlar. Bu çatışmanın sonucunda iyiler galip gelecek, o sırada İsa Mesih yeryüzüne
inecek ve bin yıllık bir sulh ve huzur dönemi başlayacak, Evanjelistler bu arada cennete
çıkacaklardır. Bu Kıyamet Senaryosu’na kendisini peygamber sananla(!) ekibi inanmakta,
kıyameti tetiklemektedirler. Hatta bu konuda birkaç yıl önce bir kitap yazan Amerikalı
Pentagon’da görevlendirilmiştir.
Tarihteki bütün imparatorluklar canlılar gibi doğarlar, büyürler ve ölürler. Kanımca
dünya egemenliği hayali kuran ABD’li yöneticiler, ABD imparatorluğunun üçüncü evreye
girmiş olduğunu algılayamayacak kadar aymazlık içindedirler.
ABD başlangıçta Monroe Doktrini ile tüm Amerika’yı eline geçirdi. Ama görüyoruz ki,
küresel başkaldırı Brezilya’nın Porto Alegre Kenti’nde başlamış, bütün dünyayı sarmaya
devam etmektedir.
Güney Amerika’da Küba dışındaki, Venezüella başta olmak üzere, Bolivya ve Şili
domino taşları gibi ABD etkisinden kendilerini kurtardılar. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ve
Soğuk Savaş döneminde Amerika’nın gücü zirveye çıktıysa da, Vietnam’da yediği tokat bu
başarısını gölgeledi. Her ne kadar Birinci Körfez Savaşı’nın Amerikan halkında oluşan
Vietnam kompleksini yendiğini sandıysa da, İkinci Körfez Savaşı’nda diğer yanağına tokadı
yedi.30
Afganistan ve Irak işgali gerçekten de üçüncü evrenin başlangıcı sayılabilir. Çünkü
ABD ve yandaşı olan ülkeler gerçekten Irak bataklığına saplanmış, oradan kurtulmanın
çarelerini aramaktadırlar. Çünkü Irak Savaşı ABD’ye günde 1 milyar dolara mal olmaktadır.
Üç yılda yaklaşık 1 trilyon 100 milyar dolar sarf edilmiştir. ABD ekonomisi çıkmazda olup
sürekli bütçe açığı vermektedir. Bu savaşı sürdürme güç ve yeteneğine sahip değildir.
Bunun yanında elindeki teknolojik üstünlüğü kullanarak her yeri işgal edeceğini sanan
stratejilerin, insan unsurunu hesaba katmamaları akıl almaz bir ahmaklık olarak
değerlendirilebilir. Önemli olan, işgal kadar da işgali sürdürmek imkan ve kabiliyetidir.
Parayla toplanmış bir avuç Hispanik çapulcunun işgali sürdüremeyecekleri anlaşılınca Ebu
Garip Hapishanesi’ndeki vandalizmini sergileyerek öç almak aymazlığına düşmüşlerdir. Öç
almaya kalkışmak uygar olduğu sanılan bir ulusa yakışmaz.
Homojen bir yapısı olmayan ABD ulusundan toparlanan paralı askerlerle savaşı
sürdürmek olası olmadığı gibi, haydut devletler diye tanımladığı, başta İran olmak üzere,
diğer ülkelere de saldırırsa ABD’nin çöküşü daha da hızlanacaktır. Aslında İran’ı karadan
imkân ve kabiliyeti sıfır olduğu için işbirlikçi ülkelere havadan vurma için bile gereksinim
duymaktadır.
Hiç siz tarihte ABD’lilerden kamikaze saldırısı yapan bir intihar pilotu gördünüz mü?
ABD ve AB halkından bir intihar komandosu çıkabileceğini tasavvur edebilir misiniz? Son
çözümde savaşları inançlı ve imanlı ulusların kazandığı tarihsel bir gerçektir. Tıpkı Ulusal
Bağımsızlık Savaşımızda Mustafa Kemal’in yaptığı gibi.
O halde ABD’nin üstünlüğünü abartmayalım, yılgınlığa kapılmayalım. Yineliyorum;
ABD İmparatorluğu fikri daha şimdiden okyanuslara gömülmüştür. Mazlum ulusların bir an
evvel bir araya gelerek, yem olmadan direnmelerinin zamanının geldiğine inanıyorum
Sonuç olarak bir tarafta ABD, AB ve Japonya’dan oluşan trilateral coğrafyada yer alan
uluslar ve onların destekçileri ile tüm dünyanın Siyonistleri ve masonları bir cephede; diğer
cephede tüm mazlum uluslar ve küreselleşme karşıtları bir araya gelerek bu vahşeti
önlemelidir. Direnelim, direnelim, direnelim ki bağımsızlık, özgürlük ve ulusal onurumuzu
koruyalım.
Kaynakça ve Açıklamalar
1.
Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Samuel P.
Huntington, Çevirenler: Mehmet Turhan-Y. Z. Cem Soydemir, Okuyanus Yayınları, 3. baskı,
Mart 2004
2.
11 Eylül-Baskın, Talat Turhan, İleri Yayınları, Eylül 2004
3.
Guide, Kitap III , Maimonides, Bölüm 51; Jewish history, Jewish religion,
Israil Shaeke, s. 82
4.
Musa ve Yahudilik, Hayrullah Örs, s. 34-35
5.
Wandering- Gezginler, Chaim Potok, s. 117
6a.
Tarihten Günümüze Filistin Sorunu ve Türkler, Doç. Dr. Mim Kemal Öke
b.
Hayrullah Örs, Musa ve Yahudiler
7.
Daha fazla bilgi için bkz. History of Jewish Religion, Israel Shak
8.
The Universal Jewish Encyclopedia Christianity s. 185
9.
The History of Anti-semitisme, Leon Poliakov, s. 198
10.
Encyclopedia Judaica, c. 11 s. 584
11.
Jesus Christ was borned Jew (İsa Mesih bir Yahudi olarak doğdu)
12.
History of Anti-Semitisme, Leon Poliakov, s. 221
13.
Encyclopedia Judaica, c. 14, s. 21
14.
Dolar üzerindeki piramit
15.
The Universal Jewish Encyclopedia c. 7, Public Office Jews, sh. 22-29
16.
13’te age.
17.
Encyclopedia Judaica England, c. 6, s. 750-758
18.
Mimar Sinan dergisi, sh. 22,
19.
Türk Mason dergisi, Sayı 21, s. 50
20.
Bkz: Siyon Protokolleri, Victor Varsden, Çeviri: Abdullah Mustafa, Sayfa
Yayınları, 2. baskı, Nisan 2004
21.
Salom gazetesi, 6 Haziran 1990
22.
Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Sharon, s. 42
23.
Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Sharon, s. 44
24a.
Galata Bankerleri, Prof. Dr. Haydar Kazgan, s. 41-46
b.
Türkiye Mektupları, Lady Montaqu, 21 Temel Eser, s. 84
c.
Hürriyet, 2 Mayıs 1988
25. Mason Sözlüğü, Murat Özgen Ayfer, Büyük Mason Mahfili, Cem Ofset)
Masonlara özel hazırlanan bu sözlükte Süleyman Mabedi’yle ilgili maddeler şunlardır:
Herod Mabedi, Hiram "Sur Kralı", İkinci Mabet, Kutsalların Kutsalı, Süleyman Mabedi,
Tutsaklık Dönemi, Mazdeizm, İnsanlık Mabedi, İkinci Mabet, Mozaik Döşeme, Sütunlar,
Kutsalların Kutsalı, Orta Bölme. Mason Sözlüğü’ndeki bu maddeleri, bu bölümün sonunda ek
olarak bulabilirsiniz.
26.
Mizbor 137
27.
Tevrat, Yhezkel 37, 24-26
28.
Ortadoğu-Vaat Edilmis Topraklar, Suat Parlar, Bibliotek Yayınları, Aralık
29.
Prophecy and Politics-Kehanet ve Politika, Grass Halsell
1997
30a.
Seattle-Dünyayı Sarsan 5 Gün, Alexander Cockburn-Jeffrey St. Clair, Agora
Yayınevi, Eylül 2003
b.
Dünya Sosyal Forumu, F. Levent Sensever, Metis Yayınevi Eylül 2003
c.
Küresel Başkaldırı, Neva Welton, Linda Wolf, Aykırı/Güncel Yayınevi, Nisan
2004
d.Sinyorita Biz Burada Devrim Yapıyoruz, Ece Temelkuran, Everest Yayınevi, 2006
Medeniyetler Çatışmasının Geleceği: Süleyman Mabedi’nin Yeniden İnşası
Bu kutsal idealin gerçekleştirilmesi için, dünyanın kaos ortamına sokulması
gerekmektedir. Tüm dünyada yaşanan sosyal ve siyasi, kültürel ve ekonomik krizler bu açıdan
değerlendirilmelidir. Dinlerarası diyalog senaryolarının ve İslamın ılımlaştırılmasın arkasında
bu hedeflerin gerçekleşmesi vardır. Dinler tarihi incelendiğinde bu sonuca varmak zor
olmayacaktır. Kendilerini Seçilmişler ya da Evrenin Efendileri olarak tanımlayan bu
Deccal’lar (Deccal: Musevi inanışlarına göre; kıyametten önce dünyaya kötülükler getirecek
olan canavar.) evrenin sırlarını ele geçirmişlerdir.
Bugün dünya hakimiyetini ele geçirmek isteyen ABD’nin asıl hedefi budur. Bu nedenle
Kaos ve Kıyamet Teorisi olarak adlandırdığım senaryoyu uygulamaya çalışıyorlar. Kutsal
idealleri gerçekleştirme uğruna yapılan bu savaşların galibinin kim olacağını tarih yazacaktır.
Ancak ortaya atılan savlara göre Armageddon Savaşı olarak adlandırılan bu savaş
Müslümanlarla Yahudiler arasında olacaktır. Bu amaçlarını hangi yöntemler ile
gerçekleştirecekler?
Evanjelik Hıristiyanlık ile Yahudi ittifakı, yani ABD ve İsrail, şu anda inisiyatifi ele
almıştır ancak bunlarla, özellikle Avrupa’da gücü büyük olan gizli tarikatların hedefleri
aynıdır. Hem Evanjalik Hıristiyanlık hem Yahudiler hem de Hıristiyanlık dünyasının içinde
doğmuş olan gizli tarikatlar yüzyıllardır inandıktan efsanelerin nihayet gerçekleşmesi
zamanının yaklaştığını düşünmektedirler. Ayrıca kendilerine verilmiş olduğunu düşündükleri
dünyayı yeniden kendi inanışları doğrultusunda düzenleme görevinin uygulanma zamanının
geldiğine de inanmaktadırlar.
Din ise misyonerlik faaliyetleri ile emperyalizmin bir öncü kuvveti olarak
kullanılmaktadır. Bugün Türk dünyası olarak tanımlanan bölge -ki bölgeler Türkiye merkez
olmak üzere Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya, Kafkaslar bölgesidir- sistemli misyonerlik
faaliyetleri ile karşı karşıyadır. Bu faaliyetler rastlantı değil, aksine, sistemli bir planın
parçasıdır. Çünkü, misyonerler açısından Anadolu toprakları bir “İncil Ülkesi”dir ve
Hıristiyanlar için pek çok önemli merkez Anadolu’dadır.
Misyonerlerin kendi ifadesi ile “Bu mukaddes ve Vaat Edilmiş Topraklar silahsız bir
Haçlı Seferi ile geri alınacaktır” sözü Türkiye’nin hedef olduğunun açık bir göstergesidir.
Dahası, hedeflerini saklamaya gerek görmeden “Misyonerlik faaliyetleri açısından Türkiye,
Asya’nın anahtarıdır” şeklinde açıkça ifade etmektedirler. Ülkemiz topraklarını ele geçirmek
isteyen ülkelerin görevlendirdiği misyonerlik kuruluşlarının parolası haline gelen bu cümle
çok anlamlıdır. Bu cümle içerisinde, Hıristiyan-Yahudi ittifakını görmemek mümkün değildir.
Çünkü “Vaat Edilmiş Topraklar” Yahudilerin, “Kutsal Topraklar” da Hıristiyanların kutsal
hedefi içindedir. Ama her ne hikmetse aleyhimize faaliyet gösteren bu kurumların serbestçe
çalışmalarını sürdürmelerine izin verilmektedir. Dahası, çalışmalarını daha rahat yapabilsinler
diye özel kanunlar bile çıkarılmaktadır. Vay benim Türkiye’m nasıl bu hale geldin demek
dahi vatansever bir insanın vicdanını sızlatmaktadır.
Sovyetler Birliği başta olmak üzere eski Doğu Bloğu ülkelerinde “ateizm” bir anlamda
resmi devlet dini sayılıyordu. Bu bloğun çöküp dağılmasından sonra misyonerler söz konusu
coğrafyadaki insanlarda ortaya çıkan inanç boşluğunu doldurmak maksadı ile bu bölgeye
ağırlık vermişlerdir. Bilindiği gibi bu bölgeler Arnavutluk’tan, eski Yugoslavya’dan,
Bulgaristan’dan, Kırım’dan, Kafkasya’dan, Orta Asya’da ki Türki cumhuriyetlerden Çin’e
kadar uzanan bu şerit, aynı zamanda Türklerin yoğun olarak yaşadıkları ve Türkçeden başka
bir dil konuşulmadan baştan başa gezilebileceği ifade edilen bir bölgedir. Misyonerler; dün bu
coğrafyada yaşayan gayri Müslim azınlıklara yönelik faaliyette bulunuyorken, bugün bu
faaliyetlerini gayri Müslimler ile birlikte dini ne olursa olsun etnik kökenlilere çevirmişlerdir.
Bugün başta “Kürt” meselesi olmak üzere “azınlıklar” meselesi bu açıdan da
değerlendirilmelidir. Araştırmacı yazar Ömer Turan yazmış olduğu Avrasya’da Misyonerlik
adlı kitabında şunları yazmaktadır:
...Misyonerler çalışmalarının başlangıcında, o ülkede dinen ve etnik bakımdan en yakın
topluluklara yönelmektedirler. Çalışmalarının ikinci safhasını o ülkelerin yerli insanlarını
kendilerine çekmek teşkil etmektedir. Çalışmalarında söz konusu ülkede yaşanmakta olan
ekonomik sıkıntıları, insanların fakirliğini, kendi ekonomik üstünlüklerini ve diğer psikolojik
faktörleri de kullanmaktadırlar...
Misyonerlik hareketleri hiçbir zaman sadece dini hareketler olmamıştır. Dini olduğu
kadar siyasi, bir o kadar da ekonomik ve kültüreldir.
11 Eylül 2001 günü ABD’de gerçekleşen komplo bahane edilip yaşanan barış ve
değişim rüzgarını tersine çevirmiştir. Bu tarihten sonra askeri tedbirler devreye sokulmuş,
başlangıçta Orta Asya bölgesindeki Afganistan, daha sonra Ortadoğu bölgesindeki Irak işgal
edilmiştir. Bu süreçte, açıklanan genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), 19. yüzyılın
son çeyreğinden sonra yaşanan gelişmelerin bir aldatma olduğunu ortaya çıkarmıştır. “İkiz
Kuleler” ve “Pentagon”a yapılan saldırılarından sonra, yeni bir “Haçlı Seferi”nin başlatılması
ve küresel kapitalizmden küresel faşizme geçiş yönünde önemli bir dönüm noktası
oluşturmuştur. Uluslararası ilişkilerde uzman olan Doçent Barış Doster, ABD politikaların
çok iyi tahlil edilmesi gerektiğini şu şekilde açıklamaktadır:
...Gelişmeleri zamanında görmek, moda deyimle iyi okumak gerekir. Şurası açıktır:
ABD’nin dünya imparatorluğu iddiası vardır ve küresel egemen bir güç olmak için de
gerektiğinde silah başvurmaktadır. Bu yüzden Irak’ı işgal ederken ne uluslararası hukuku ne
Birleşmiş Milletler’i ne meşrutiyeti ne de uluslararası kamuoyunu dinlemiştir...
Görünen odur ki, ABD nereye elini atsa, bırakın oraya herhangi bir düzen getirmeyi,
tersine, bir kaos ortamı götürmektedir.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk 3 Mart 1922’de yapmış olduğu konuşmada,
emperyalist devletlerin geçmişte uyguladığı politikaları şu şekilde değerlendirmiştir:
...İstilacı ve saldırgan devletler, yerküresini kendilerinin malikanesi ve insanlığı kendi
hırslarını tatmin için çalışmaya mahkum esirler saymaktadırlar. Sonuç olarak, dünya iki
zümreye ayrılmaktadır. Birisi Doğudur. Ki kendi varlığını, istiklalini kavramıştır, bu bilinçle
el ele vermiştir. Diğeri ise, sırf kendi hırslarını tatmin için çalışan zümredir. Bunların amacı
zulüm ve baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz.
Ulu Önderimizin ifade ettiği gibi, tüm devletler ve uluslar, vahşi emperyalizm (küresel
faşizm) ve vahşi kapitalizmin (Neo Liberalizm, Liberal Demokrasi) boyunduruğu altında
yaşamaya mahkum edilmiştir. Ancak bu mahkum edilme, kin ve nefrete dönüşmüş
durumdadır.
Dünya çapında kaosun en önemli unsuru kitlelerin kafalarının iyice karıştırılması ve
kendi ülkelerine, sistemlerine inançların zayıflatılmasıdır. 11 Eylül saldırısından bu yana ben
son derece kuşkucu oldum. O tek günde Amerikan insanının nasıl da tamamen değiştiğini,
gerekirse demokrasiden bile vazgeçmeye hazır hale geldiğini yaşadım. Ve evet, Amerika’da
bugün gerektiği zaman ülke yönetimini devralmaya hazır olan bir gizli kabine vardır. Onun
yapacağı sıkıyönetim uygulamalarının yazılı emri de ellerindedir.
Dünyanın tepesindeki ahtapot, güneşin ışıklarına engel olduğu gibi, gölgesiyle de
evrenin insanlara sunduğu imkanlardan eşit olarak faydalanmasını istememektedir. Çünkü bu
ahtapotun içtiği su kan, yediği ekmek insan, giydiği elbise emperyalizm, ideolojisi ise
despotizmdir. Diğer bir ifade ile liberal faşizm dünyayı ve insanlığı sonucu kestirilemeyecek
bir sona doğru sürüklemektedir. ABD’yi, dolayısı ile dünyayı yöneten Başkan George W.
Bush ve ekibi, bazıları tarafından “Evrenin Efendileri” ya da “Neo-Liberaller” olarak
adlandırılsa da; bazıları tarafından “Küresel Çete” veya “Modern Cellat” olarak
adlandırılmaktadır. Bugün bu çete içerinde görev yapan kadronun bir çoğu Musevi kökenlidir.
Kendilerini üstün ırk olarak gören Yahudiler; kendilerini, Tanrı Tarafından Seçilmişler ya da
Tanrının Evlatları olarak görmektedirler. Dünyada yaşanan kaosun durdurulması ve barışın
sürekli sağlanması için kendilerini görevlendirilmiş olarak kabul etmekte ve bu görevin
kendilerine Tanrı tarafından verildiğini iddia etmektedirler.
Yıllarca değişik devletlerin boyunduruğu altında yaşayan ve bu ezikliklerini gidermek
için İsrail devletini suni bir şekilde Milletler Cemiyeti’ne kurduran Yahudilerin en büyük
arzuları kutsal ve Vaat Edilmiş Topraklar’ın (Arz-ı Mevüd, Nil ile Fırat Nehirleri arasındaki
bölge )ele geçirilerek Büyük İsrail Devleti’nin kurulmasıdır. Yahudilerin, devlet kurma isteği
Osmanlı döneminde başlamış ve ne yazıktır ki bu hayallerini İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni
kullanarak gerçekleştirmişlerdir.
Bazı bilim adamlarına göre dünya coğrafi olarak çok büyük bir değişime uğrayacaktır.
Ayrıca 21. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyanın yakınından geçeceği tahmin edilen Nibiru
Gezegeni’nin yaymış olduğu manyetik alanın, dünyada çok büyük iklimsel ve coğrafi
sonuçlara neden olacağıdır. Tarihsel süreç içerisinde yaşanan coğrafi ya da jeopolitik
değişimler (kitabın diğer bölümlerine kaynakları ile açıklanmıştır) incelendiğinde, bu
değişimlerin tüm canlı ve cansız yaşamında büyük etkileri olmuştur. Buzul Çağı’nın oluşması,
evrenin aşırı ısınması sonucu meydana gelen kuraklıklar, bazı canlı türleri (dinozorlar) ile
uygarlıkların yok olmasına neden olmuştur. Atlantis uygarlığının yok oluşu, Nuh Tufanı,
depremler gibi... Bu değişimlerin en büyük etkisi canlı ve devlet yaşamında olacağı bir
gerçektir. Gılgamış Destanı’nda, Kuran’da, Tevrat’ta ve İncil’de yazmaktadır.
Kıyamet olarak da adlandırılacak bu değişimden en fazla insanlar ve devletler
etkilenecektir. Çünkü böyle bir ortamda; canlı yaşamının devam ettirilmesi için, kurallar değil
içgüdüsel yaşam tarzı geçerli olacak ve kabile (ilkel) yaşamına geri dönülecektir. Modern
yaşamda kullanılan teknolojik araçlar (televizyon, telefonlar, bilgisayar, füzeler, uçaklar
gibi...) oluşan manyetik enerji sonunda çalışamayacak duruma gelecektir. İşte böyle bir
ortamda ABD’nin gücü işe yaramayacaktır. Dünyayı tekrar ele geçirmek böyle bir ortamda en
az ve daha az etkilenecek bu bölgelerin ele geçirilmesi lazımdır. İnsanoğlunun yönetilmesi
için de yeni bir düzenin oluşturulması lazımdır. Bunun için de insanları yola getirecek ve
insanları düzene sokacak bir gücün elde edilmesi gerekecektir. Bu güç de yeni bir dinin ortaya
çıkarılması ile sağlanacaktır.
Ancak bu hedefler, herkesin bildiği ve tahmin ettiği hedeflerdir. Diğer bir ifade ile bu
teoriler, aslında tali hedeflerdir. Nihai hedef, Küresel İmparatorluğun kurularak dünya
hakimiyetinin ele geçirilmesi de değildir. Bugün yaşanan kaos ortamının nedeni dünya
hakimiyeti değildir, sorun var olma sorunudur, sorun yaşam sorunudur. Nihai hedef,
bazılarının bildiği ve sakladığı gerçeklerdir. Bu projelerin arkasındaki ideologların Yahudi
olması, dünya tarihinde yaşanan büyük askeri, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel olayların
Yahudi kaynaklı olması ile beraber değerlendirildiğinde, mazisi çok eskilere ve dinsel
hedeflere dayayan bir amacın nihai hedef olduğunu tespit etmek güç olmayacaktır. Bu
bütünün son hedefi “Küresel Kraliyet veya Dünya Krallığı”nın kurulmasıdır. Bu görüş Tek
Dünyacılık olarak adlandırılmaktadır. Yeni Dünya Düzeni, diğer bir ifade ile Küresel
İmparatorluk yedi aşamada kurulacaktır.
Ek
Büyük Mason Sözlüğü’nde Süleyman Mabedi ile İlgili Maddeler
Herod Mabedi
Fr: Temple du He'rod ; İng: Temple of Herod
Kudüs'te inşa edilmiş olan üçüncü mabet…
MÖ 40 yılında Herod, Roma imparatorları Antonius ve Octavius tarafından Yahudi
Krallığı'na atanmıştı. Herod, MÖ 20 yılında mabedin yapımını yeniden başlattı. Bazı
kaynaklara göre bu üçüncü mabedin yapımı MS 7 yılında bitti; bazı kaynaklara göre ise 62
veya 64 yılında tamamlandı. Yahudilerin Roma İmparatorluğu'na karşı bir direniş eylemi
başlatmaları üzerine de bu mabet 70 yılında yerle bir edildi.
Hiram "Sur Kralı"
Fr: Hiram - Roi de Tyre; İng: Hiram King of Tyre
Masonluğun efsanesel tarihinde ve Süleyman Mabedi'nin yapımı ile ilgili töresel
nitelikteki allegorik öykülerde sık sık adı geçen bir kişi…
Tarihsel bilgilere göre, yaşadığı çağda 34 yıl Sur krallığı yapmış olan Hiram, önce
Davud ve sonra Süleyman ile yapımında kullanılmış olan tüm keresteyi Lübnan'dan
sağlayarak göndermiş, mabedin baş mimarı olan Hiram Abif'i ve diğer birçok yetenekli ustayı
bularak Süleyman'ın emrine vermiştir.
İkinci Mabet
Fr: Temple Se'condaire; İng: Second Temple
Süleyman Mabedi'nin MÖ 516 yılında tamamlanmış olan İkinci Mabet, yapısal
özellikleri bakımından Süleyman Mabedi'ne benzer. Ancak Süleyman Mabedi kadar zengin
olmadığı gibi, boyutları da ilk görkemli mabedin üçte biri kadardır.
İkinci Mabet MÖ 2. yüzyılda terkedilmiş ve kendi başına bir yıkıntıya dönüşmüştür.
Kutsalların Kutsalı
La: Sanctum Sanctorum; Fr: Saint des Saints; İng: Holy of the Holies; Al; Heilig der
Heilige
Süleyman Mabedi'nin ana tapınak binasının içindeki bir özel bölme…
Bu bölme, ana tapınağın Kutsal Yer olarak anılan büyük salonundan parmaklıklarla
ayrılmıştı. Buraya ancak yetkili olanların girmelerine izin verilirdi. Bu bölme, her zaman bol
ışıkla aydınlatılırdı.
Süleyman Mabedi
Fr: Temple de Salomon; İng: Solomon's Temple; Al: Solomonis Tempel
Masonlukta bir ülkü olarak benimsenmiş olan ideal İnsanlık Mabedi'nin simgesi..
İsrailoğulları Kudüs ve dolaylarına yerleştikten sonra burada görkemli bir mabet
yapılmasını ilk kez Kral Süleyman'ın babası Davut tasarlamış, bu amaçla birçok ön hazırlık
yapmıştı. Ancak, Davut'un hemen hemen tüm yaşamı savaşla geçtiğinden, mabedin yapımına
Süleyman tarafından, Sur Kralı Hiram'ın da desteğiyle MÖ 966 yılında başlanmıştı. Yedi
buçuk yılda bitirilen mabedin görkemi ise ancak 33 yıl sürebilmiş, MÖ 925'te Kudüs'ü işgal
eden Mısırlıların yağmasına uğramıştı. Bundan sonra zaman zaman onarılan ve zaman zaman
gene yağmalanan bu mabet, 370 yıl ayakta kaldı. MÖ 586 yılında Babil Kralı
Nebukadnezar'ın orduları Kudüs'e girdiklerinde, Süleyman Mabedi'ni de yakarak yıktılar.
Süleyman Mabedi'nin tarihteki varlığı da böylece sona erdi.
Süleyman Mabedi "Tek ve Ulu Tanrı" adına inşa edilmiş olan ilk mabet olduğundan,
yalnızca Musevilerce değil, Hıristiyanlar ve Müslümanlar tarafından da hep saygı ve övgüyle
anılmıştır. Yıkılmasından yetmiş yıl kadar sonra aynı yerde yapılan İkinci Mabet, bunun da
yıkılmasından sonra gene aynı yerde MS 7 yılında yapımı bitirilen Herod Mabedi, Süleyman
Mabedi kadar önem ve değer kazanamamışlardır. Mason ritüellerinde Süleyman Mabedi'nden
söz edilirken, tüm mabet külliyesine değil, külliyenin ortalarında yer alan ana tapınak binasına
değinilir. Ritüellerde, bu binanın girişine 12 basamaklı bir merdiven ile çıkıldığı, bu
basamakların sonunda eni ve boyu 20'şer arşın olan bir tarasın yer aldığı, tapınağın girişinin
tam önünde bu terasın döşemesinin 5 arşın eninde ve 7 arşın boyunda siyah-beyaz kareli bir
mozaik ile süslenmiş olduğu, giriş kapısının her iki yanında bronzdan dökme birer süsleme
sütununun bulunduğu, bu sütunların başlıklarının zambak yaprağı şeklinde işlemelerle
zenginleştirilmiş birer taç gibi olup üzerlerine birer nar (bazı literatürde küre), altlarına da
yedi sıra dolanmış olarak birer altın zincir asılmış olduğu anlatılır. Bundan sonra bu binanın
içine geçilerek, 20 arşın eninde, 60 arşın boyunda ve 45 arşın yüksekliğinde olduğu, içeriye
girildiğinde Kutsal Yer olarak anılan ilk bölmenin 40 arşın uzunluğunda olduğu, bunun
arkasındaki Kutsalların Kutsalı bölmesinin önceki bölmeden zeytin yaprağı şeklindeki
işlemelerle süslü altın parmaklıklarla ayrılmış bulunduğu ve her zaman bol ışıkla
aydınlatıldığı belirtilir.
Süleyman Mabedi, ayakta bulunduğu dönemde, öneminin yanı sıra yapımında
kullanılmış olan malzemelerin değerinden ötürü adeta bir hazine niteliği taşımıştır.
Tutsaklık Dönemi
Fr: Pe'riode de Captivite'; İng: Captivity Period
İsrailoğulları'nın tutsak olarak Babil'de geçirmiş oldukları dönem…
Tarihsel bilgilere göre Babil Kralı Nebukadnezar, MÖ 538 yılında Kudüs'ü ele
geçirdikten sonra, tüm İsrailoğulları tutsaklanarak Babil'e götürülmüşlerdir. Pers Kralı Kurus
(Keyhüsrev ya da Cyrus), MÖ 536 yılında İsrailoğulları'na özgürlüklerini bağışlamış ve
ülkelerine geri dönerek yıkılmış olan mabetlerini yeniden yapmalarına izin vermiştir. Aslında
52 yıl sürmüş olan Tutsaklık Dönemi, Süleyman Mabedi'nin yerine İkinci Mabet'in yapımına
kadar daha 18 yıl geçmiş olduğu için 70 yıl olarak benimsenmiştir.
Mazdeizm (Zoro astrianizm)
Fr: Mazde'isme; İng: Mazdaism; Al: Masdeismus
Eski İran'ın temel dinsel inanç sistemi…
Bu inanç sistemi genelde ateşe tapınmadan kaynaklanır. Eski İran dinlerinin hemen
hepsinde, en yüce ve en üstün Tanrı olan Ahura Mazda, her tür ışığın kaynağı sayılmıştır.
İnsanlık Mabedi
Masonluğun evrensel amaç ve ülküsünün tasarımsal simgesi…
Masonluğun evrensel boyutta benimsemiş olduğu amaç, tüm insanları ve bu insanların
oluşturdukları tüm toplumları içermek üzere bir İnsanlık İdeali'ne yönelmiştir. Bu ideal,
insanlığın nesnel ve tinsel birliğini kurmakla özdeştir.
Masonluğun bu evrensel amacının gereği olarak, bütün insanların ve bütün toplumların
sonsuz ve koşulsuz bir barış içinde esenlik ve mutlulukla dolu olarak yaşamaları, birbirlerine
güvenle ve sevgiyle sarılmaları, hep birlikte evrim doğrultusunda ilerlemeleri
öngörülmektedir.
İşte bu İnsanlık İdeali, Masonlukta İnsanlık Mabedi ya da Ülkü Mabedi olarak dile
getirilmektedir. Böylesine bir amaç, ancak "Mabet" sözcüğüyle simgelenebilir; çünkü amacın
yüceliği onu kutsallaştırmaktadır.
Bu mabet, bir dinsel yükümlülüğün yerine getirileceği somut bir mabet değildir. Bu
mabet, aynı ya da benzer inançlıların bir araya getirilerek bireysel huzur ve mutluluk arayışını
topluca yürütecekleri bir mabet de değildir. Bu mabet geçmişimizde yoktu; çağımızda da
yoktur; gelecekte kurulabileceği umulmaktadır. Bu geleceğin tasarımsal mabedi, tüm
iyiliklerin, güzelliklerin ve doğrulukların kaynaştığı bir ortam olacaktır.
İnsanlık Mabedi, bir toplumsal düzendir. Bu düzende bütün insanlar, dogmalardan,
bağnazlıklardan, batıl saplantılardan, nesnel tutkulardan, bireysel yararlanma kaygılarından
arınmışlar, gerçek özgürlüklerini kazanmışlardır. Bu toplumsal düzende, insanlar arasında
hiçbir nedenle ayırım ve ayrıcalık yoktur; herkes, her koşulda Tüze'nin gerektirdiği eşit
haklara sahiptir. Bu toplumsal düzende, insanlar, hiçbir karşılık beklemeksizin birbirlerine
saygıyla, sevgiyle, güven ve anlayışla bağlanmışlardır.
Böylesine bir İnsanlık İdeali'nin hiçbir zaman gerçekleşmesine olanak bulunmadığı,
hiçbir zaman da olanak bulunamayacağı, dolayısıyla İnsanlık Mabedi'nin bir imge ya da
düşten başka bir şey olmadığı ileri sürülebilir. Tüm olumsuz etkenlere karşın Masonluk,
insanın evrim yeteneğinin sınırsızlığına güvenerek, bu yüce idealin bir gün gerçekleşeceği
umudunu korumakta, bunun için de simgesel bir deyişle İnsanlık Mabedi'nin yapıtaşlarını
hazırlamaya çalışmaktadır.
İkinci Mabet
Fr: Temple Se'condaire; İng: Second Temple
Süleyman Mabedi'nin yıkılmasından sonra Kudüs'te yapılan mabet…
Yapımı MÖ 516 yılında tamamlanmış olan İkinci Mabet, yapısal özellikleri bakımından
Süleyman Mabedi'ne benzer. Ancak Süleyman Mabedi kadar zengin olmadığı gibi, boyutları
da ilk görkemli mabedin üçte biri kadardır.
İkinci Mabet MÖ 2. yüzyılda terkedilmiş ve kendi başına bir yıkıntıya dönüşmüştür.
Mozaik Döşeme
Fr: Pave' mosaique ; İng: Mosaic Pavement
Bir mason mabedinin, siyah-beyazlı karelerden oluşmak üzere düzenlenmiş bölümü…
Etimolojik bakımdan "mozaik" sözcüğünün Musa'nın ardından türetildiği söylenir.
Süleyman Mabedi'nin batı girişindeki terasın, mozaik döşemeyle kaplanmış olduğu belirtilir.
Mason mabetlerinde, mozaik döşeme üç ayrı türde uygulanmaktadır:
a) Mabedin tüm döşemesinin siyah-beyaz karelerden oluşacak şekilde düzenlenmesi.
b) Mabedin ortasında, özellikle Üç Sütun ile çevrelenmiş bölümün siyah-beyaz kareli
olarak düzenlenmesi.
c) Mozaik Döşeme'nin "Derecenin Tablosu" üzerinde temsilen gösterilmesi.
Mozaik Döşeme'nin nasıl oluşturulduğundan daha önemli olan, simgesel anlamıdır. Bu
konudaki yorumsal değerlendirmelerden bazıları şöyledir:
- Siyah kareler Doğa'nın henüz bilinmeyen gerçeklerini, beyaz kareler de bilim ve akıl
yoluyla aydınlığa çıkarılmış olan gerçekleri simgelerler.
- Masonluk, birbirleri arasında çok çeşitli farklılıklar ve çelişkiler bulunan insanları,
birbirlerine karıştırmadan, fakat uyumlu bir şekilde bağdaştırmaktadırlar.
- Doğa'daki diyalektik kavramlar, birbirlerine karşıttırlar;
bütünleyicisi olarak sürekli sentezler oluştururlar.
fakat
birbirlerinin
Mabedin tüm zemininin değil de, orta yerde bir bölümünün Mozaik Döşeme ile
yapılması veya derecenin tablosu üzerinde Mozaik Döşeme'ye bir simge olarak yer verilmesi
durumunda, dış ölçüleri 5/7 oranında olmak üzere alınır. 5/7 oranı, eski mimari ilkelerinde, bir
bina bölümünün yatay düzlemdeki en uyumlu ölçü oranı olarak benimsemiştir.
Sütunlar
Fr: Colonnes; İng: Pillars; Al: Saulen
Yapılarda kemerlerin, kirişlerin ve tavanların düşey taşıyıcı desteği olup, mason
mabetlerinin de önemli öğeleri…
Bir mason mabedinde, ya örnekleri ya da bir tablo üzerinde resimleri bulundurulan
Sütunlar, öncelikle İkiz Sütunları, Üç Sütun ve Yarım Kolonlar'dır. Bazı derecelerin ritüelleri
uyarınca ayrıca Kırık Sütun ve Kırılmış Sütunlar da mabedin dekoratif öğeleri olarak
kullanılırlar.
İkiz Sütunlar- Bir mason mabedinin girişinde, kapının her iki yanında yer alan,
birbirinin hemen hemen aynı olan sütunlardır. Bu sütunlar, Süleyman Mabedi'nin ana tapınak
binasının teras girişinde, Hiram Abif tarafından dikilmiş olan içi boş tunç sütunların
benzerleri olarak ve bu sütunları temsil etmek üzere dikilmişlerdir. Bununla birlikte bu İkiz
Sütunlar yalnızca Süleyman Mabedi'ne özgü de değildirler. Tarih öncesi çağlarının ezoterik
ekollerinin her iki yanına böyle iki sütun dikilmesi, geleneksek bir uygulama olarak
görülmüştür.
Süleyman Mabedi'nin ana tapınak binasının girişindeki İkiz Sütunlar'dan her birinin,
dörder parmak kalınlığında tunçtan silindirik bir şekilde yapılmış oldukları, yüksekliklerinin
18'er arşın, gövde çevrelerinin 12'şer arşın olduğu, sütun başlıklarının altına yedi sıra
dolanmış bir altın zincir asıldığı, başlıkların beşer arşın yüksekliğinde olup zambak yaprağı
şeklindeki işlemelerle süslendiği, üzerine de yarık narlar (bazı kaynaklara göre birer nar ya da
küre) yerleştirilmiş olduğu, mabet işçilerinin aletlerini bu sütunların içine yerleştirdikleri,
gündeliklerini alacakları zaman da bu sütunların önünde toplandıkları, mason ritüellerinde de
uzun uzun ve ayrıntılı olarak anlatılır.
Çağdaş masonlukta asıl önemli olan, İkiz Sütunlar'ın tarihçesi ya da boyutları değil, bir
mason mabedinde niçin bulundukları ve neyi simgeledikleridir. Bazı yorumlara göre bu iki
sütun, doğa yasalarının üstünlüğünü ve ölmezliğini simgelerler. Bazı yorumlara göre, eski
çağların ezoterik ekollerinde olduğu gibi masonlukta da, doğada her şeyin bağlantılı olduğu
ve bir karşıtının bulunduğunu, bir başka deyişle "diyalektik oluşum"u belirtir ve temsil
ederler. Öte yandan bu iki sütun, bir masonun iç dünyasının sınırları olarak da nitelendirilirler;
bu sınırlar, aralarında hiçbir zaman denge kurulamayacak olan Doğum ve Ölüm'dür. Bu iki
sütunun arasındaki uzaklık da, karanlıktan aydınlığa geçiş, yani noksanlıktan yetkinliğe
ulaşma için gerekli Zaman'ı simgeler.
Sütunların üzerinde asılı zincirler, tutsaklıktan sıyrılarak özgürlüğünü elde edememiş
olanların bu mabede giremeyeceklerini, mason mabedinin "özgürlük ortamı" olduğunu
simgeler. Sütun başlıkları üzerindeki yarık narlar, birbirlerine kardeşçe ve sıkıca bağlanmış
olan masonların, çalışmalarını "düzen" içinde yürüttüklerini belirtir.
Üç Sütun- Simgesel Dereceler'de çalışan mason localarının mabetlerinin hemen hemen
tam ortasında yer alan ve Antik Çağ'ın üç ünlü mimari stilinde düzenlenmiş olan sütunlardır.
Bazı mabetlerde bu sütunların yalnızca piyadestalleri (temelleri) yer alır. İyon Sütunu Akıl ve
Bilgeliği, Dor Sütunu Güç'ü, Korint Sütunu da Güzelliği temsil eder.
Beş Sütun- Antik Çağ'ın beş ayrı mimari stilinde düzenlenmiş olan sütunlardır. Bu
sütunlar, İyon, Dor ve Korint stillerine, Tuskan Sütunu ile Kompozit Sütun'un eklenmeleri ile
tamamlanırlar. Beş Sütun, çağdaş Masonluk ilkeleriyle birlikte Mimarlığın Beş Temel
İlkesi'ni temsil etmek üzere kullanılırlar: 1. Kullanışlılık (Bilim), 2. Rahatlık (Akıl), 3.
Yeterlik (Bilgelik), 4. Sağlamlık (Güç), 5. Estetik (Güzellik).
Kırık Sütun- Bazı mason kuruluşlarında, Mabet'teki üç sütuna ek olarak bulundurulan,
gövdesinin orta yerinden kırılmış sütun parçasıdır. Kırık Sütun, mabedin yapımı sırasında
mimarının öldürülmesi nedeniyle işlerin yüzüstü kalmış olduğunu temsil eder. Ancak, bu bir
tek sütunun kırılmış fakat diğerlerinin çatıyı tutmak üzere sağlam kalmış oluşu, yapılmış olan
bütün işlerin boşa gitmemiş olduğunu simgeler. Böylelikle Kırık Sütun, İnsanlık Mabedi'nin
yapımı sırasında engellerle, kötülüklerle ve olumsuzluklarla karşılaşılacağını simgesel bir
şekilde belirterek, acıları da tadıp bunlara katlanmak gerektiğini vurgular.
Kırılmış Sütun Parçaları- Bazı masonik derecelerde kullanılan dekoratif öğelerdir. Bu
öğeler, mabetlerin yıkılmış olduğunu, insanın umutlarını mabetlerde değil başka yerlerde
araması gerektiğini simgeler.
Yarım Kolonlar- Simgesel Dereceler'de çalışan bir locanın mabetlerinin duvarlarına
yapışık olan kolonlardır. Bu dekoratif öğeler her hangi bir simgesel anlam taşımaz, yalnızca
mason mabedinin Süleyman Mabedi'ni de temsil ettiğini anımsatırlar.
Kutsalların Kutsalı
La: Sanctum Sanctorum; Fr: Saint des Sains; İng: Holy of the Holies; Al: Heilig der
Heilige
Süleyman Mabedi'nin ana tapınak binasının içindeki bir özel bölme…
Bu bölme, ana tapınağının Kutsal Yer olarak anılan büyük salonundan parmaklıklarla
ayrılmıştı. Buraya ancak yetkili olanların girmelerine izin verilirdi. Bu bölme, her zaman bol
ışıkla aydınlatılırdı.
Orta Bölme
Es: Hücre-i Vasatî; Fr: Chambre du Milieu; İng: Middle Chamber; Al: Mittlere Kammer
1. Üstad derecesinde çalışma yapılırken, mabedin simgesel niteliği.
2. Süleyman Mabedi'nin bölümlerinden biri…
Tarihsel bilgilerin derlenmesinden anlaşılmış bulunduğu üzere Süleyman Mabedi'nin
ana tapınağının üç yanı, çepeçevre üç katlı ek bölmelerle donatılmıştı. Mabedin inşaatı
sırasında bu üç katlı bölümün orta katı, Mabedin yapımcıları arasında Usta derecesinde
bulunanların toplanmaları için kullanılırdı. Bu bölmeye bir Dönüşlü Merdiven ile çıkılırdı; bu
merdivenin önce üç, sonra beş, daha sonra yedi basamağı vardı.
Basamaklarının sayısıyla birlikte bu Dönüşlü Merdiven, çağdaş masonlukta Orta
Bölme'den de daha önemli bir simge niteliğini taşır.
Orta Bölme, Üstad derecesine gelmiş olan bir masonun, bireysel gelişiminin ilk
aşamalarından geçerek belirli bir düzeye yükselmiş olduğunu, ancak henüz yükselişinin
tamamlanmamış bulunduğunu simgeler.
Son Söz yerine
Başlığı yadırgamış olabilirsiniz. İşlediğimiz konu “Derin Devlet” her geçen gün
etkinliğini artırarak bütün dünyadaki hegemonyasını sürdürecektir diye düşünüyorum. O
nedenle bu konuda daha binlerce kitap yazılacağını düşündüğüm için başlığa “son söz”
diyemiyorum.
Derin devletin silahşörleri olduğu gibi kalemşörleri de vardır. Eğer küresel hıyanet
çetelerinden oluşan derin devletin içyüzünü açıklamaya kalkarsanız ilk önce onlar size
saldırırlar. Bu görevlerini inançları uğruna yaparlarsa kuşkusuz bunu doğal karşılarız. Ancak
bu kişiler, emperyalist güçlerin istihbarat örgütleri ve sayısız fonlarıyla beslendikleri için bir
anlamda satılmışlardır. Bu nedenle satılmış kalem tanımlamasına tepki verirler. Bu tür sözde
yazarlar efendilerinin işlerine gelmeyen gerçekleri yazanları karalamak için “komplo teorisi”
deyiminin ardına saklanırlar. Oysa ki bu konuda yazılmış yüzlerce kitap, sayısız kanıt
gösterecek derin devlet yapılanmasını neredeyse bin yıllık geçmişini gözler önüne
sermektedirler.
Bir kumandan, istihbaratçı ya da politika yorumcusu herhangi bir konuda bir çok
olasılıkları gözönüne alarak durum muhakemesi yapar. Bunlardan gerçeğe en uygun olanı
seçerek, uygulamaya koyar. Bu nedenle, yazılan yorumu “komplo teorisi” diye küçümsemek
aymazlıktır. Ancak zaman içerisinde olaylarla, yazılanlar doğrulanırsa bundan istihbaratçının
haklı olduğu anlaşılır. Doğrulanmaz ise yanılgı olarak değerlendirilir.
Gehlen’in Anıları’ndan da anlaşılacağı gibi istihbarat örgütleri medyayı kullanmak
suretiyle gerektiğinde karaborsacılığa kadar her türlü yönteme başvurabilmektedir. ABD
istihbarat örgütlerinin sabıkası kamuoyunca bilinmektedir. Bu bağlamda (USIS=United State
Information Service) ev sahibi ülke medyasını fonlamakta ve onlar aracılığıyla psikolojik
savaş aracı olarak halkın bilincini emperyal çıkarlar doğrultusunda yönlendirmektedirler.
İstihbarat servislerinde yalan ve yanlış haber üretme bölümleri yeralmaktadır. Bir yandan
işbirlikçi küresel medya, sistem içine aldığı kendi adamlarını parlatırken diğer yandan hedef
aldığı ulusalcı kişi ve güçleri pasifize etmeye çalışmaktadır. Bu amaçla hedef seçilen kişi,
medya tarafından sahte haber bombardımanına tutulmakta ve itibardan düşürülmeye
çalışılmaktadır. Bu olguya son zamanlarda “andıç” denilmektedir. Bugün kendilerine andıç
yapılınca ses veren kişiler daha önce yapılan andıçlama suçlarına katıldıklarını unutmuş
görünüyorlar.
“Men dakka dukka” deyimi tam yerine oturuyor. Yani “çalma kapıyı, çalarlar kapını.”
Ben de 1972-75 yılları arasında “Bomba Davası”nda yargılanırken sağcı basın tarafından
andıç bombardımanına tutulmuştum. Bu kalemşörlerin en önde gideni beni şöyle bir iddia ile
suçluyordu: “Henüz sadece ayakları tamamlanmış olan Birinci Boğaz Köprüsü’nü,
yapıldığında havaya uçurmayı düşünüyor!”
Bu iddianın gerçek olmadığı mahkeme kararıyla saptandı. Ancak işbirlikçi medya
Boğaz Köprüsü andıçlamasını sürdürdü.
Bir gün Taksim Meydanı’nda bu satılık kalemlerden birine rastladım ve sordum; “Sen
beni tanıyor musun?” Beni tanımış olmasına karşın hiç tepki vermeksizin “Tanımıyorum
efendim” dedi. “Talat Turhan’ı nasıl tanımazsın? Boğaz Köprüsünü havaya uçuracak adam
benim, benim hakkımda o kadar yazı yazdın!” Gayet ürkek, “Efendim, biz, bize yetkili
merciler tarafından ulaştırılan haberlerin doğruluğunu araştırmaksızın yazarız. Siz açıklama
gönderseydiniz onu da yazardık!” dedi. “Peki siz Asya’da anti-komünist toplantısı için üç ay
gezi yaptınız mı?” dedim. Şaşırdı. “Nerden biliyorsun?” diye sordu. “Yaklaşık üç ay, beleş
bütün Asya ülkelerini gezdiniz, dolaştınız. Paraları da CIA verdi. Eğer namus şerefin varsa
seni evime davet ediyorum, yazdıklarının tümünün yalan olduğunu göstermek için!” dedim.
Daveti kabul etti, tabii ki gelmedi. Satılık kalem örneğim bu tür tiplerden oluşmakta.
Aslında dünyada tek bir Derin Devlet vardır, o da kitabımda büyük ölçüde yer verdiğim
ABD Derin Devleti. ABD uydusu diğer bütün ülkelerin Derin Devletleri ABD’nin
kontrolünde olup, oraya taşeronluk yaparlar. NATO bağlamında bu ilişkilerin düzenlenmesi
gayet kolaydır. Belirttiğimiz gibi Brüksel’deki SHAPE karargahında Allied Coordination
Center-Müttefik Koordinasyon Komitesi (ACC) Derin Devlet ilişkilerini düzenler ve yönetir.
Eğer yeraltındaki bir yapılanmayı benimserseniz, yeraltına girdiğinizde orada faaliyet
gösteren mafyayla dirsek temasına geçersiniz. Onları kullanmaya kalktığınız takdirde de
istihbarat örgütünü pisliklere bulaştırmış olursunuz. ABD’de eski CIA ajanlarının çıkardığı
derginin ismi Dirty Action=Kirli İşler’dir.
Yaptıkları işin ismini kendi dergilerine vermişlerdir. Demokrasiye ulaşmanın ön koşulu,
düzeni bu kirli ilişkilerden arındırmaktır. ABD dünyadaki hegemonyasını NATO dışındaki
ülkelerde de, işbirlikçi iktidarları iktidara getirmek ve tutmak suretiyle yürütmektedir.
Bin yıllık bir süreçte, siyonist ve masonik bir dünya düzeni kurmak isteyen çevreler
altın dönemlerini yaşıyorlar. Çünkü ABD Derin Devletinin kuklası olarak iktidara oturtulan
ya da başkanlığa getirilen W. Bush fanatik bir Evangelisttir. Evangelistler Museviliğe en
yakın Hıristiyan mezhebi olarak bilinmektedir. Irak’ı işgal eden Bush, bir yandan enerji
kaynaklarına el koyarken diğer yandan da Tevrat’taki vaadedilmiş toprakları ele geçirmiş
olmanın keyfini yaşamaktadır. BOP projesi de -ben buna BİP (Büyük İsrail Projesi) diyorumbunun en büyük kanıtıdır.
3-4 Temmuz 1972 günü ABD Derin Devletin yerli işbirlikçileri bir vahşet senaryosu
içerisinde beni evimden aldı. 1 Ağustos 1972’ye kadar akılalmaz işkenceye tabi tutarak,
bunun ötesinde yargıyı da alet edip beni bertaraf etmeye çalıştı. Onlarca uydurma suçlarla
suçladı. İki yıl idamla yargılayıp hapiste yatırdıktan sonra davayı örtbas ederek kapattı. Bu
işleri yapanların Pentagon’a bağlı oldukları daha sonra açıklandı.
O günden bu yana ideolojik bilincimin dışında yaşadığım olayların da etkisi ile
emperyalizmle ve onun uşaklarıyla mücadelemi sürdürüyor ve bu amaçla da yazmaya devam
ediyorum. Bu kadar önemli konuda kavga verirken donanımlı olmak gereğine inandığım için
40 yıllık yazın hayatımda yazdığım bütün kitap ve makalelerde sayısız kaynakça ve dipnot
kullanıyorum. Bu nedenle de okuyucular tarafından sürekli eleştiriliyorum. Konunun
derinliğine inmek istemeyenler “kaynakça ve açıklamalara” hiç bakmaksızın kitaplarımı
okuyabilirler. Ama yukarıda belirttiğim gibi “Gizli Dünya İmparatorluğu”nun gücü her geçen
gün mazlum uluslar aleyhine çalışacağından, bu konuda araştırma yapacak kişilere katkıda
bulunmak için kıskanmaksızın bütün kaynaklarımı açıklıyorum.
Bin yıllık bir süreç içinde oluşan ve tüm dünyayı hegemonyası altına almaya çalışan
siyonist ve masonist güçlerle mücadele edip ulusal bağımsızlık ve onurumuzu kurtaracaksak
donanımlı olmak zorundayız.
Bütün bunların ışığı altında her doğruyu “komplo teorisi” olarak tanımlayan kişilerden
uzak durabilme dileğiyle diyorum...
Teşekkürlerimle.
Talat Turhan
Ekim 2005, İstanbul
1. Geçtiğimiz günlerde bir internet sitesinde yazarlığa soyunmuş birinin patronundan
aldığı talimat üzerine beni suçladığını gördüm. Ancak bu kişi yeterli donanımlı olmadığı için,
intihal (fikir hırsızlığı) yapma durumuna düşmüştü. Şöyleki, “Çeteleşme” kitabımda yer alan
ABD’den özel olarak getirttiğim, Türkiye’de sadece bende olan bir habere aynen sitesinde yer
vermiştir.
2. Derin devlet konusunda yüzlerce kitap vardır. Yazdıklarımın da derinlik getireceğini
umduğum için bu konuda en son yazılan “Gizli Dünya İmparatorluğu” Dünyayı Yöneten
Gizli Güçler, Jim Marrs, Truva Yayınları, 1. Baskı, Mayıs 2005. Her ne kadar Radikal Kitap
Eki’nin 19.08.2005 günlü sayısında Haluk Hepkan “Gizli Dünya İmparatorluğu’nda komplo
teorileri denilen ve şu ana kadar bilinen tüm saçmalıkları bir araya getiriyor” diyorsa da ben
her doğruyu komplo teorisi olarak tanımlayan kişilerden uzak dururum. Okuduğunuzda en
doğru kararı sizler vereceksiniz.
Talat Turhan İçin Ne Dediler?
1) 12 Mart’a Beş Kala, Celil Gürkan,
Tekin Yayınevi, Ankara 2. Baskı, s. 127
Üstün muhakeme tahlil ve sentez yeteneğine sahip, zeki, medeni cesaret sahibi, ikna
gücü fazla, teşkilatçı, çok seçkin bir subay olan Talat Turhan’a gelince, onun adından ilk kez
27 Mayıs Devrimi’nin ardından söz edildiğini duymuştum. Daha sonra genç yaşta emekliye
sevk edilmesine yol açan bazı hareketlerin yönlendirici olduğu söylendi. Ama kendisini yüz
yüze ilk tanıdığım günden bugüne dek, asla ödün vermeyen sözünün ve vaadinin eri Silahlı
Kuvvetler içinde popülaritesi fazla, kaya gibi sağlam ve inançlı bir Kemalist ve son derece
yurtsever çağdaş bir “İttihat Terakkici subay” olarak gördüm ve takdir ettim. 12 Mart
döneminin en ıstıraplı uygulamalarına hedef olmuş bir kişi olmasına karşın sarsılmamış,
eğilmemiş, inançlarından ödün vermemiş bir kişi. Kabibay ve Esin’in tersine Talat Turhan,
ihtilalci karakterine karşın itidalli, ihatalı, sentezci ve gerçekçi görüş ve telkinleri ile temas
ettiğim kişiler arasında kendini belli etmekteydi. Aslında herkesten hepimizden çok daha fazla
riski göze alabilecek bir karaktere sahip bulunmasına karşın, eğer bir müdahale kaçınılmaz
hale gelirse bunun, olabildiğince disiplin içinde rizikoları asgariye indirilmiş şekilde
yapılmasından yanaydı. Sanıyorum ki, “İşler alt üst olsun da, bu arada bende bir pay
koparayım” düşüncesine kafasında zerre kadar prim tanımış olsun.
Turhan, halen İstanbul’da Kuzguncuk’ta annesinden kalan 70 metrekarelik bir evde
yaşamını sürdürüyor. İsterse çok parlak işlere rahatlıkla girebilecek bir insan. Bir ona
bakıyorum, bir de Adapazarı’nda “toprak devrimi” diye masaları yumruklayan Kabibay’lara,
Esinler’ e, her nedense 12 Mart dönemi Kabibay’ın kapısını çalmamış, ama Talat Turhan en
ağır işkencelere maruz bırakılmıştır.
12 Mart’a Beş Kala, Celil Gürkan, Tekin Yayınevi, Ankara 2.Baskı, s.492
Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan’ın Açıklamalarına Yanıtım
(23 Kasım 1985 günkü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmıştır)
12 Mart döneminin en ağır ve haksız suçlamalarına darbelerine hedef olmuş, fakat
bütün bu darbe ve suçlamalar karşısında çoğu kişilerde gözlenen çözülme, yıkılma ve
tükenme yerine, anıtlaşan bir şahsiyet (kişilik) örneği vermiş olan Sayın Talat Turhan, ender
rastlanır açıksözlülükle ve “Sezar’ın hakkını Sezar’a Allah’ın hakkını Allah’a vererek”, 12
Mart öncesinde ilginç olaylara sahne olmuş 1961 dönemine ve “Üç Dönemin Perde ArkasıAnılar ve Görüşler” adlı yapıtında ileri sürülen iddiaları çürüten gerçeklere ışık serpen
görüşlerini, kendine özgü açık yüreklilikle ve açıklıkla ortaya koymuş bulunuyor.
İlk tanıdığım günden beri kendisine beslediğim takdir hislerim, 12 Mart duruşmalarında
sergilediği sarsılmaz inancı ile daha da pekleşmiştir.
Toplumların, Talat Turhan gibi yiğit, bel bağlanır dava adamı evlatlara ne kadar
gereksinimi olduğunu bir kez daha anladım. Her türlü hücum karşısında onurlu ve vakur
kalmanın en müstesna örneğini vermiş olan ve verdiği mücadelelerde “gerçek”ten
“mertlik”ten sapmayan, ödün vermeyen bir Kemalist olan bu dostuma yürekten teşekkür
ediyorum.
2) 9 Mart 1971, Ertuğrul Alatlı, Alfa Yayınevi, Ekim 2002
Rahmetli Uğur Mumcu’nun, Emekli Tümgeneral Celil Gürkan’la yapmış olduğu
röportaj güvenirliğimin bir kanıtı olarak sunulacak değerde görüyorum.
....Uğur Mumcu: Emekli Kurmay Albay Talat Turhan’ın adı, 27 Mayıs’tan bu yana bir
çok kez geçmekteydi. Turhan, 12 Mart döneminde İstanbul Boğaz Köprüsü’nün
bombalanması gibi hayali suç ile tutuklanmış ve işkence görmüştü. Emekli general Gürkan’a
Talat Turhan’ı soruyorum. Talat Turhan’ın tutumu ne idi, nasıl değerlendirirsiniz Talat
Turhan’ı?
Celil Gürkan: Önce kısaca tanımlayalım: Talat Turhan “çağdaş bir İttihat ve Terakki
Subayı”; “kaya gibi Kemalist” ve ödün vermez bir “devrimci”; sapına kadar Atatürkçü ve
ilerici; sağlam inançlı ve kişilikli; sözünün eri bir emekli subay. 12 Mart’ın en ıstıraplı
uygulamalarına hedef olmasına rağmen, başını hiç eğmeyen inançlarından ödün vermeyen bir
kişi...
Uğur Mumcu: Kabibay ve Esin, size bir an önce düğmeye basılması için baskı
yapıyorlar; ya Talat Turhan?...
Celil Gürkan: Kabibay ve Esin’in tersine, Talat Turhan İttihatçı karakterine karşın
ölçülü, serinkanlı, geniş görgülü, sentezci görüş ve telkinleri ile temas ettiğim kişiler arasında
en dikkat çekici olanıydı. Aslında herkesin hepimizden çok daha riski göze alacak bir
karakterde olmasına karşın eğer bir müdahale kaçınılmaz hale gelirse bunun olabildiğince
diplin içinde rizikoları asgariye indirilmiş biçimde yapılmasından yanaydı. Sanmıyorum ki,
kafasında, “İşler altüst olsun, bu arada ben pay kapayım!..” düşüncesine zerre kadar prim
vermiş olsun...
Uğur Mumcu: Talat Turhan’a bugün de saygınız çok...
Celil Gürkan: İstanbul’da Kuzguncuk’ta annesinden kalan 70 metrekarelik bir evde
yaşıyor. İstese çok parlak işlere de girerdi. Bir ona bakıyorum, bir de Adapazarı “Toprak
Devrimi” diye masaları yumruklayan Kabibay’lara ve Esin’lere!... Ne gariptir ki, 12 Mart
Dönemi’nde Orhan Kabibay’ın kapısını bile çalmayan kuvvet, Talat Turhan’a en ağır
işkenceleri denemiştir!...
3) Uğur Mumcu, Cumhuriyet
“…Talat Turhan’ın kitabını okuyun… Turhan, en hünerli hukukçuları bile
kıskandıracak savunmasında…(Savunma 1- Yazarın notu: Savunma 1 adlı kitabıma gönderme
yapıyor)
4) Kim, Kimi Doğruluyor…
Uğur Mumcu, Cumhuriyet,
Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'in, 12 Mart olayı ile ilgili açıklamaları, bazı
çevrelerde şaşkınlık yarattı. Nasıl yaratmasın ki, Demirel hükümetinin baş sorumlularından
biri, 12 Mart'ın CIA tarafından yapıldığını söylemekte ve MİT'in, CIA, İran'ın Güvenlik
Örgütü "SAVAK" ve İsrail Gizli Polis Örgütü "MUSAD" ile bazı ilişkiler içinde olduğunu
ileri sürmektedir. 12 Mart'ın CIA tarafından düzenlendiğini, Demirel'in bakanlarından Turhan
Bilgin'in sahibi bulunduğu "Güneş" gazetesinde, yazılmış üstelik Orgeneral Faruk Gürler'in
içinde bulunduğu bir "Brüksel Cuntası"ndan söz edilmişti.
12 Mart 1971 tarihinden sonra kurulan Sıkıyönetim Mahkemelerinde, birçok kimse, 12
Mart'ın CIA tarafından gerçekleştirildiğini söylemiştir. Mahkeme önünde söylenen bu sözler,
çoğu kez tepkiyle karşılanmış ve bu sözlerin sahipleri, itilerek, kakılarak, dövülerek duruşma
salonlarından dışarı atılmışlardır.
Çağlayangil, Süleyman Demirel'in yakın ve sadık dostlarından biridir. Turhan Bilgin,
12 Mart muhtırasıyla düşürülen Demirel hükümetinin sözcüsüdür. Demirel'in bu iki bakanı da
12 Mart'ın CIA tarafından yapıldığını söylemekte ve yazmaktadırlar.
Buraya bir nokta koyalım.
Talat Turhan, 1963 yılında, devrimci düşüncelerinden dolayı emekli edilmiş bir Kurmay
Yarbay'dır. 12 Mart muhtırasından sonra, İstanbul'da karargâh kuran Kontrgerilla
işkencecileri, bir gece Talat Turhan'ı esir aldılar. Talat Turhan Erenköy işkence evinde, en
ağır işkencelerinden geçirildi. Kontrgerilla eşkıyası, Türkiye'deki bütün devrimci eylemleri,
Talat Turhan'ın sırtına yüklemek için her türlü işkence yöntemine başvurdu.
Basında "Bomba Davası" olarak adlandırılan davada, Talat Turhan ilginç açıklamalar
yaptı. 4.500 sayfayı aşan savunmasında, Türkiye'de CIA çalışmaları birer birer sergilendi.
Talat Turhan savunmasını yaparken, Faik Türün, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı olarak görev
başında bulunuyordu.
Talat Turhan, 8 Haziran 1973 günü, 2 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi'nde CIA-MİT
ilişkileri hakkında şunları söylemişti:
"Savunmamda açıkladığım gibi Türk-Amerika ilişkileri 1947'den bu yana ikili
anlaşmalarla, Atatürk'ün "Tam bağımsızlık ilkesi"nden ödün verile verile bugünkü noktaya
varmıştır.
Türk-Amerikan ilişkilerinde, senelerce verilen ödünlerin dün Johnson'un mektubu,
bugün silah ambargosu olarak karşımıza çıkması senelerce sürdürülen dış politikamızın
iflasını simgelemesine karşın, Türkiye'yi, Amerikan emperyalizmine peşkeş çekenlerin,
politikasını sürdürmek için adam satın alarak cepheleşenlerin ardında olan güç nedir? 22
Ekim seçimlerinden önce silah ambargosu neden kısmen kaldırılmıştır? Joseph Luns
Türkiye'nin seçimleri ile neden ilgilidir…
Bizi, bütün bu olayların ardında CIA parmağı aramaya iten haklı nedenler olduğunu 12
Mart sonrası uygulamalarının CIA önerileri doğrultusunda olduğunu savunmamla
kanıtlayarak, milliyetçi tutsaklarının gerçek niteliklerini gözler önüne sermiş bulunuyorum.
Bu bölümde CIA-MİT ilişkisi üzerinde yeniden durmak istiyorum. Çünkü bilindiği gibi
MİT'in yasadışı bir emri ile tutuklanmış bulunuyorum.
8 Eylül 1964 günü Genç Kemalistler Ordusu olayı nedeniyle Gn. Kr. Bşk.lığı Askerî
Mahkemesi'nde yargılanırken yaptığım savunmada:
-MİT'in Silahlı Kuvvetler mensuplarını takip ettiğini ve bu yöndeki girişimlerinin her
geçen gün artacağını ve MİT'in siyasal iktidarın aleti olmaması gerektiğini, MİT'in içinde
görevini kötüye kullanan parazitlerden temizlenmesi gerektiğini belirttikten sonra, örgütün
görevini kötüye kullandığını ve Anayasa'yı ihlâl ettiğini ve Genç Kemalistler Ordusu
olaylarında tıpkı bugünkü gibi yasadışı olarak sorguların MİT'te yapıldığını belirtmiştim.
O gün bu çıkışı yaparken elbette bildiğim gerçeklere dayanıyordum. Nitekim olaylar
beni doğruladı.
Zamanın MİT Başkanı olan Fırat Doğu, Sunay ve Tağmaç'ın da tasvibi ile CIA ve
Savak gibi gizli örgütlerle yakın ilişkiye geçmişti. Bu ilişkinin bir gün 12 Mart muhtırası ile
noktalanmasından daha doğal bir sonucu olamazdı. (Örneğin 21 Mayıs 1963 darbe günü Fuat
Doğu İran'da ve Savak'ın misafiri bulunmaktadır.)
Olayların doğruladığı kanımızı, 9 sene sonra 2 No.lu Sıkıyönetim Askerî
Mahkemesinde yeniden dile getirdim: "Sunay ve Tağmaç'la şahsî bir ilişkim yoktur. Ancak
bunlar özellikle 22 Şubat'tan sonra yönetimi fiilen ele geçirmişler, MİT'i ele geçirmişler,
MİT'i de Amerikalılar ele geçirmiş ve bu şekilde idare edilmeye başlanmıştır. Bu yüzden de
memleket bu hale gelmiştir. Bu konuları savunmamda ayrıntıları ile bildireceğim. (D. Tu. Sh.
16)
İki buçuk sene önce verilmiş bu sözümü yerine getirmiş olduğumu sanıyorum.
MİT'in Erenköy'deki işkence köşkünde Kontrgerilla örgütü adına bana işkence yapanlar
eğer bir iktidar kavgasının karşıt grupları olsa idi onları mazur görürdüm. Hepsinin Amerikan
emperyalizmine yerli işbirlikçi yetiştiren Washington Uluslararası Polis Akademisi'nde
Kontrgerilla ve CIA okullarında yetiştirilmiş olması ardındaki hıyaneti görmemezlikten
gelemezdim."
Talat Turhan'ın bu açıklamaları, İhsan Sabri Çağlayangil tarafından kelimesi kelimesine
doğrulanmıştır. Bu açıklamalar, devrimcilere çektirilen acıların gerekçelerini de anlatmıyor
mu?
Her halde, Kurmay Yarbay Talat Turhan, şimdi İhsan Sabri Çağlayangil'e teşekkür
etmektedir.
5) Bomba Davası, Savunma-1, Talat Turhan,
İlhami Soysal Sunusu, Ocak 1986
…Talat Turhan… Sapına kadar Atatürkçü idi, 27 Mayıs Devrimi’nin dinamolarından
biri sayılırdı,
…Arkadaşları arasında hep geleceğin en parlak generallerinden, komutanlarından biri
olacak diye görülürdü. Gözünü budaktan sakınmaz, sert, dinamik, sözünü esirgemez,
inandığını sonuna kadar savunur, bilinç düzeyi yüksek bir Atatürkçü olarak tanınmıştı.
Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesini savunuyordu. Ordunun ve ülkenin ABD güdümüne
sokulmaya çalışıldığı görüşü içindeydi.
6) “Talat Turhan’ın Kitabını Okuyun! …”
İlhan Selçuk, Cumhuriyet, 31 Ocak 1986
…Talat Turhan’ı bilmem tanıtmaya gerek var mı? Eğer tanımayan varsa kitabını almalı
tanımalıdır (Savunma 1-Yazarın notu: Savunma 1 adlı kitabıma gönderme yapıyor) Çünkü
tanınması gereken kişileri tanımadan, bilinmesi gereken olayları bilmeden ülkemizin nereden
gelip nereye gittiğini anlamak olanaksızdır...”
Talat Turhan’ın kitabı 12 Mart’ın ünlü Bomba Davası’ndaki savunmasının giriş
bölümünden oluşuyor. Ne var ki bu bölüm, bir roman kadar yaşadığımız hayatın bir
parçasıdır. İşkencenin görünen nedenlerine ve görünmeyen köklerine inmektedir. Yalnız bu
kadarla da kalmıyor Talat Turhan, 12 Mart döneminden bugün de haber veriyor.
…Türkiye’nin düzeninin kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek isteyen iç ve dış
güçler ittifakının…
Kimi davaları kullanarak bugüne nasıl ulaştıklarını anlamak bakımından bu kitap
aydınlatıcı bir belgedir...
7) Bomba Davası, Savunma-2, Talat Turhan,
İlhan Selçuk Sunusu, Temmuz 1986
…Bomba Davası 1960’lı ve 70’li yılların Türkiye’sini göz önüne sermekte, daha da
ötesi 12 Eylül 1980 müdahalesinin köklerine ışık tutmaktadır… Bu döneme ilişkin Türkiye
tarihini yazmak isteyenler “Bomba Davası”yla ilgilenmek zorundadırlar…
…Talat Turhan, devrimci-demokratik bir inancın ve “tam bağımsız Türkiye” ülküsünün
adamıdır, karşı kökeni ise ABD, CIA, kontrgerilla ortaklığının güdümündeki bağımlılık
siyasetine dayanmaktadır…
…Bomba Davası’nın birincil sanığı Talat Turhan, “Savunma”sında anahtarları
açıklıyor. Bu nedenledir ki “Savunma” bir kişinin savunması değil, Türkiye’nin dün-bugünyarın çizgisindeki gerçeklerinin sergilenmesidir…
8) Asker Devrim Darbe, Atatürk İlke ve Devrimleri Süreklidir
Ömer Lütfi Erol, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2003, s. 24
Kendini olaylar içinde mücadele ederek yetiştiren, birçok suçlama karşısında büyük bir
inanç, bilinç ve çabayla hazırladığı savunmaları ile gerçekleri ortaya koyan, Atatürk
Türkiye’sini tehdit eden tüm unsurları bilimsel incelemeleriyle su yüzüne çıkaran, gerçek
Atatürkçü, ülkesini ve ulusunu yürekten seven, devrimci, ideolog, araştırmacı-yazar Kurmay
Yarbay Talat Turhan’ın zengin arşivinden cok yararlandım
9) Girdap, c. 1, Emekli Amiral Vedii Bilget,
Kastaş Yayınevi, 1. Baskı, Temmuz 2002
…Talat Turhan da aklını kullanıyordu. Türkiye’de ne gibi oyunlar döndüğünün
derinlemesine bilgisine erişilmeden, Silahlı Kuvvetler içinde tam bir amaç uyumu ve birliği
olmadan, hareket ertesinin tüm plan ve uygulamaları önceden kotarılmadan her hangi bir
atılıma geçmeyi zamansız buluyordu…
Talat Turhan bir süre ilintilendiği hareketten uzak durmaktadır artık. Yılların
deneyimiyle burnuna “kötü kokular” gelmektedir.
Hareketi satıyorlar, dedi gözlerimin içine bakarak. MGK’da hareketin içinde solcular
var, Rusya’daki gibi olacak diye açık bir taktik güdüldü. Bu hareketin yerine, duruma Tağmaç
ve Sunay’ın egemen olacağı başka bir hareket öngörüldü. Bakma sen Batur ve Gürler’in karşı
çıktıklarına. Önerilen harekette etkinlikleri hiç yoktu. Tağmaç ve Sunay onlara da güvenmez.
Bu nedenle karşı çıktılar. Ama önerilen yolda onlara da etkinlik tanınsın, sizi es geçmezlerse
ne olayım.!
Benden bir yanıt beklercesine ara verdi sözlerine. Sustum. Derin bir soluk alıp konunun
can alıcı noktasına girdi.
Tağmaç, alınan soluğu bile izliyor. Erçikan’ın bir namı da telefondur. Her şeyi iletir.
1963’ten bu yana böyledir bu. Sunay’ın telefonudur o!
10) Ergenekon, Can Dündar-Celal Kazdağlı,
İmge Kitapevi, 1. Baskı, Temmuz 1997,
1 Mayıs katliamından on gün sonra 7 Gün dergisinde Emekli Kurmay Albay Talat
Turhan imzalı bir yazı yayımlandı. İktidarların Çeteleşmesi başlıklı bu yazı 20 yıl sonra açığa
çıkacak çeteleri ilk kez haber verirken, kontrgerilla örgütlerinin çalışma yöntemlerini de
anlatıyor ve adeta olacakları duyuruyordu:
...Kontrgerilla örgütleri, gerektiğinde terör ve siyasi cinayetlerle anarşiyi araç olarak
kullanarak faşist askeri darbeler için ortam hazırlar ve bu suretle azgelişmiş ülke düzenlerinin
emperyalist çıkarlara uyarlı şekle dönüştürülmesini sağlarlar.
Tarih Yarbay Talat Turhan’ı yanıltmadı. O günden sonra olaylar bir çığ gibi büyümeye
başladı. Ve ilk hedeflerden biri, 1 Mayıs katliamının faillerini araştıran CHP lideri Bülent
Ecevit oldu. 1 Mayıs katliamından tam 28 gün sonra kurşunların hedefinde bu kez Ecevitler
vardı...”
...
...Sonunda beklenen oldu ve Talat Turhan’ların, Doğan Öz’lerin uyardıkları gibi 12
Eylül darbesi geldi. Ama çetenin işi bitmedi. Aynı isimler, yeni rollerle, yine devlet tarafından
göreve çağırıldılar. Hem de 12 Eylül öncesi karıştıkları olaylardan ellerine kan bulandığı
halde...”
...
...Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tabloyu bu ülkenin Doğan Öz gibi cesur savcıları,
Talat Turhan gibi gözüpek askerleri, Cevat Yurdakul gibi dürüst polisleri, Uğur Mumcu gibi
yürekli gazetecileri daha 20 yıl önce gözler önüne sermişlerdi. Onlara sahip çıkamadık ve tam
20 yıl kaybettik...
11) Los Angeles Times Adlı Amerikan Gazetesinde de Yayınlanan Bir Makalede Aynı
Doğrultuda Açıklamalara
Yer Verilmistir.
...Türkiye’de de bu oldu. Kontrgerilla faaliyetleri konusunda üç kitabın yazarı olan
Emekli Albay Talat Turhan’ın belirttiğine göre, askeri özelliği olan ancak orduya bağlı
olmayan gölge birimler dinleme, baskı ve sol görüşlülere işkence yapılması olaylarına karışan
kontrgerilla örgütü “Bozkurtlar”a silah sağladı...
12) İhtilalci Subaylar, Ersal Yavi, Yazıcı Yayınevi,
2. Baskı, Eylül 2003, İzmir, c. II, s. 389
Bir düşünce bir eylem adamı olan Talat Turhan, 27 Mayıs’tan itibaren hemen hemen
pek çok olayın doğrudan içinde veya tanığı olmuştur. Onun bütün çabası Atatürk
Devrimleri’ni dillendirmek ve ülke yönetiminde ortak ve adil halk katılımcılığını ısrarla ön
plana çıkarması olmuştur. Açıkçası katı askeri disiplin ve hiyerarşi onun kişiliği ile
uyuşmuyordu. Bu nedenle siyasetçiler ve bazı Yüksek Komuta Heyeti’yle sürekli anlaşmazlık
içine düşmüş ve başı dertten hiçbir zaman kurtulmamıştır. 22 Şubat ve 21 Mayıs ihtilal
girişimlerinin doğduran içinde olmamasını rağmen o da tutuklanarak cezaevine konulmuştur.
İhtilalci Subaylar, Ersal Yavi, Yazıcı Yayınevi,
2. Baskı Eylül 2003, İzmir, c. II, s. 390
Talat Turhan’ı Genç Kemalistler Ordusu olayında da görüyoruz. Önceleri kitapta
kısmen değindiğimiz gibi, Talat Turhan sürgün olarak tanımladığı Afyon’da da rahat durmaz
ve Kemalist Devrimleri, genç subaylar ve komutanları arasında kendince bütünleştirme çabası
gösterir.
(*) Yazarın notu: Genç Kemalistler Ordusu, Talat Turhan, İleri Yayınları, 1. baskı,
Eylül 2004.
13) Nato’nun Gizli Orduları, Daniele Ganser,
Güncel Yayıncılık, 1. Baskı, Ekim 2005, s. 399-401
...Ancak gerek Bozkurtların sahip olduğu geniş halk desteği gerekse de 1990’lı yıllarda
bile zorbalıklarını devam ettirmiş olmaları nedeniyle, Türkiye’den çok az kişi meseleyi açık
dille getirme cesaretini gösterebildi. Bu cesareti gösterenlerden biri subay Talat Turhan’dı.
Talat Turhan 1960 darbesinde yer alan isimlerden biriydi. Dört yıl sonra Ordu’dan Topçu
Kurmay Yarbay rütbesiyle emekli edildi. Türk emniyet sisteminin en karanlık sırları hakkında
konuşmayı sürdürdüğü için, 1971 darbesinden sonra Ordu, Turhan’ı ortadan kaldırmaya
çalıştı ve kontrgerillanın işkencesine maruz kaldı. Daha o zamanlar Turhan şu açıklamada
bulunmuştu: “Bu, NATO ülkelerinin gizli birimidir.” Ancak 1970’lerin Soğuk Savaş
konteksinde kimse Turhan’ı dinlemeye yeltenmedi.
Kontrgerilla işkencesinden sağ kurtulan Turhan yaşamını kontrgerilla gizli ordusunu ve
Türkiye’deki örtülü faaliyetleri araştırmaya adadı. Ve konu ile ilgili üç kitap yayınladı.
1990’da İtalya’da NATO tarafından organize edilmiş ve CIA tarafından desteklenen
Gladio adlı bir yeraltı örgütü bulunduğu ve bu örgütün ülkede düzenlenen terör eylemleriyle
bağlantılı olduğu ortaya çıktığında, çok sayıda Türk ve yabancı gazeteci bana ulaşarak
açıklamalarımı haber yaptı. Çünkü bu alanda 17 yıldır araştırma yaptığımı biliyorlardı.
Turhan, Türkiye’deki faili meçhul cinayetler göz önüne alındığında kontrgerillanın
faaliyetlerinin ve CIA, Türk İstihbarat Servisi ve Savunma Bakanlığı’yla bağlantılarının
ivedilikle araştırılıp tüm detaylarıyla su yüzüne çıkarılması gerektiğini ısrarla vurguluyordu.
Ancak üç askeri darbe yaşayan ülkede, silahlı ordu, paramiliter güçler ve istihbarat servisinin
Türk toplumunda eşi benzeri görülmemiş bir güce sahip olduğu herkesçe bilinen bir gerçekti;
dolayısıyla kontrgerillayla ilgili hiçbir soruşturma yürütülmedi. Turhan, “Türkiye’de Gladio
biçimindeki özel kuvvetler, halk tarafından kontrgerilla adıyla bilinir” diye açıklıyor ve “tüm
çabalarıma ve siyasi partilerin demokratik kitle örgütlerinin ve medyanın girişimlerine karşın,
kontrgerilla hâlâ soruşturma altına alınmadı” diyerek Avrupa Birliği’ni konuyla ilgili
soruşturma yürütmeye davet ediyordu.
Turhan, “Kontrgerilla ismiyle ilk kez bu koşullar altında tanıştım” diye açıklıyor ve
ardından Bozkurtlar’ın kontrgerillayla doğrudan bağlı olduğunu belirtiyordu ve “kendilerine
kontrgerilla diyen işkencecilerin çoğunluğu, Türk istihbarat servisi MİT’ten ve
Bozkurtlar’dan çıkma adamlardı. Bu gerçekler Meclis’in gündeminde olduğu halde, bugüne
kadar su yüzüne çıkarılmadı (1977) diyerek devam ediyordu.
14) Gizli Ordular, Halid Özkul, Sorun Yayınları, Aralık 2005
…Türkiye’de, dünyanın mazlum halklarının emeklerini gasp edip, özgürlükleri baskı
altına alan kapitalist “modern/çağdaş kölelik”in, bunu hangi taktiklerle nasıl başardığının
“perde arkası”nı kurcalayan, bu konuyu 1961’den itibaren bir disiplin içinde sorgulamaya
başlayan, “tek kişilik” bir araştırma merkezi gibi çalışan ilk kişi şüphesiz Kemalist-devrimci
Em. Kur. Yar. Talat Turhan’dır.
…Halbuki, 1970’lerin başında “pirkomutan” Em. Kur. Yar. T. Turhan, tek kişilik gerilla
taktik-taarruzlarıyla; karşı-devrimci cepheyi, sığınmış oldukları “kontrgerilla” koruganlarında
yıpratırken, yine onun taktik hurçları sonunda fesat (konspirasyon) odaklarından biri
Eisenhower Exchange Fellowship’in ve yerli işbirlikçilerinin deşifre edilmesiydi. 1970’lerin
sonunda “üç maymun Türk medyası”nda T. Turhan’ın yol göstericiliğinde konuya ilk olarak
değinen, önce bu fesatın izinde katledilmis olan gazeteci Uğur Mumcu ve ardından
Türkiye’nin gelmis-geçmis en namuslu birkaç gazetecisinden biri olup, “kalp krizi” (!?)
sonucu vefat eden Örsan Öymen…
Bütün bu fenomenlerin inkişafında zorunluluk, meyvesini “Gizli Ordular-RT-CFR-BGTLC” adlı çalışmam olarak verdi. Kaldı ki, yıllar önce; kavgamızın pirlerinden Em. Kur. Yar.
T. Turhan, beni böyle bir ürün yapılandırmam için de uyarmıştı. Çünkü bu konuda Türkiye’de
büyük bir bilgi eksikliği vardı. Çok ilerlemiş (81) yaşına karşın, 45 yıllık bir kanlı kavganın
yorgunluğu ile çok ağır bir rahatsızlık geçirmesine karşın, bütün onuru ile dimdik kavgaya
devam eden O’nun bu isteğini de yerine getirmek, benim için ayrı bir kıvanç oldu…
15) Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler, Kemal Yamak
... Kontrgerilla konusunda bu sözü ilk duyanlardan Sayın Talat Turhan, 18 Kasım
(1990) tarihli Milliyet gazetesinde:
… Kontrgerilla lafını ilk kez Erenköy görevlilerinin çıkardığını söyledim. Onlar
gerçekten Özel Harp Dairesi’nin adamları mıydı, kesin yanıtı henüz verilmiş değil. Yalnız
eskiden beri bir iddiam var. Bir kurum kendisini temize çıkarmak istiyorsa adına iş
yapanlardan hesap sorar…” diyor ve “doğru değilse gerçeklere dayanılarak temize çıkarılması
gereğini vurguluyor…”
Bu ihtiyaca Genelkurmay Özel Harp Dairesi’nde görev alan, yaptıkları görevin
ulviyetine inanan ve bu münakaşalardan çok büyük üzüntü duyan bütün personel
katılmaktadır…
16) Tageszeitung gazetesi, Almanya, 29 Ağustos 1991
“Darbe deneyemini yaşamış Türk Albayı anımsatıyor. / Reçete basit: İstikrarsızlık ve
Terör”
67 yaşındaki Talat Turhan, önceleri Türk Genelkurmayı’nda planlama memuru olarak
çalışan bir kurmay yarbay iken, 1960 darbesine katıldı ve 1971’de ise bizzat kendisi
darbecilerin kurbanı oldu. Ünlü “Bomba Davası”nda yargılandı. Sunduğu kapsamlı
savunmasında, Türk Gladiosu’nu oluşturan “Kontrgerilla”nın terörist etkinliklerini gösteren
belgeleri açıkladı.
17) Soğuk Savaş Mirası, Leo A. Müller
Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan, gerilla şubesinin arka planındakilerle yıllar
boyunca uğraştı.
Turhan, bir Amerikan ordu talimnamesinden tercüme edilen, Türk ordusu tarafından
harfi harfine uygulanan "Field Manual 31" (Amerikan Sahra Talimnamesi)i yayımladı. "Top
Secret" (Çok Gizli) talimnamede illegal bir grubun nasıl eğitileceği öğretiliyordu. Askeri
hizmet için, Kara Kuvvetleri Komutanı Ali Keskiner tarafından imzalanmıştı. Gizli örgütün
talimnamede belirtilen faaliyet alanları şunlardı: "İnsanları öldürmek, bomba atmak, soyun
olayları organize etmek işkence, adam kaçırma, kundaklama, sabotjlar, propaganda, karşı
enformasyon politikası. Talat Turhan tehlikeli bir subaydı. 1971'deki askerdi müdahaleden
sonra gerilla mensupları tarafından işkence edilmişti!
18) Talat Turhan, İzzet Özel
Siyaset masonu ininde buldu
Talat Turhan Atatürk'ün yarbayı
Yılmadı aylarca işkence gördü
Talat Turhan vatanının yarbayı
Bir ömür tüketti ülkesi için
Önüne set çekti küresel gücün
Fermanlar yazıldı idamı için
Talat Turhan Atatürk'ün yarbayı
Boynunu eğmedi katil faşizme
Satmadı vatanı emperyalizme
İhanet etmedi hiç Kemalizme
Talat Turhan vatanının yarbayı
Karanlıkta ışık oldu izzete
Bir tek ondan korktu küresel çete
Susmadı anlattı bütün millete
Talat Turhan Atatürk'ün yarbayı
İzzet Özel, 2 Ocak 2006
Yararlanılan Diğer Kaynaklar
1- Bir Ortaçağ Mafyası-Tapınakçılar, Enis Tezcan, Sayfa yayınları, Aralık 2003
2- Tek Dünya İmparatorluğu, Hakan Yılmaz Çebi, Kum Saati Yayıncılık-Nisan 2005
3- Masonların Saklı Tarihi, Tuncar Tuğcu, Gökçe Kitapevi Yayınları
4- Yeni Din, Yeni Tanrı, Alpaslan Işıklı, Otopsi Yayınları, Kasım 2005
5- Kaos İmparatorluğu, Alain Joxe, İletişim Yayınları, 2003
6- Derin İhtilal, H. A. Gwynne, Selis Kitaplar, 2003
7- Tapınak Şövalyeleri-Kutsal Kan-Kutsal Kase, Michael Bayent-Richard Leigh-Henry
Lincoln, Nokta Yayınları, Nisan 2004
8- 2012, Mardukla Randevu, Burak Eldem, İnkılap Kitabevi, 2003
9- Ezoterika-Gizli Cemiyetler, Aydoğan Vatandaş, Timaş Yayınları, 2003
10- Uluslararası Güç Odakları, Texe Marrs,Timaş Yayınları, 2003
11-Türkiye'nin Siyasi İntiharı-Yeni Osmanlı Tuzağı, Cengiz Özakıncı, Otopsi Yayınları,
Eylül 2005
Ekler çizelgesi
EK: 1. Amerikan Kontrgerilla Talimnamesi (FM 31-16)
EK: 2. Amerikan Kontrgerilla Talimnamesi (FM 31-16)
Özel Savaş’ın yerüstü birliği olan bir alayın kuruluş şeması
EK: 3. Kara Kuvvetleri Komutanlığı Sahra Talimnamesi (ST 31-15)
EK: 4. Type State (province) Area Coordination Center (ACC)
EK: 5. Bölge Koordinasyon Merkezi şeması
EK: 6. ABD ve Yerli Talimnamelerin Açılımı
EK: 7. FM 31 kodlu Sahra Talimnamesi’nden bazı örnekler
EK: 8. Bir soğuk savaş durumunda muhtemel ilişkiler
EK: 9. David Galula imzalı, Henry Kissinger tarafından yazılan
“Ayaklanmaları Bastırma-Teori ve Pratik” isimli kitabın İngilizce
EK: 10. Noam Chomsky’nin Roosevelt’in dört özgürlük tanımına karşı
geliştirdiği beşinci özgürlük kavram şeması
kapağı

Benzer belgeler