Etkisiz eleman “eski” Türkiye

Transkript

Etkisiz eleman “eski” Türkiye
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi ARALIK 2015 YIL 10 SAYI 109
haber
15 TL www.haberajanda.com.tr
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Savaşa hazır olmadan
barışı getiremezsiniz!
PROF. DR. TURAN GÜVEN
Kölenin geç kalan isyanı
S. SERVET HOCAOĞULLARI
Sınırı aşan cihat: Suriye
MEHMET ŞEKER
Hiçbir uçak havada kalmaz
Ya iner, ya düşer, ya düşürülür!
SABRİ ÖĞE
Suriye’de denklem değişti:
Rusya kumar mı oynuyor,
yoksa ateşle mi?
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Rusya’yı savunma bakanları
MURAT İLKTER
Armageddon
NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
İçimizdeki ve dışımızdaki savaş
ZEHRA ULUCAK
Rusya, Suriye’de ne arıyor?
ORHAN MÜCAHİT
Suriye: Medeniyetler
çatışmasının son cephesi
M. SERHAT BIÇAK
CÜNEYT AKAR
Hangisi daha düşman:
Rusya mı Cemaat mi?
Vefa her şeye,
10 koca yıla vefa!
AYTEKİN ATASOYU
Toplumsal sağırlaşma ve
sosyal körleşme
AHMET YOZGAT
Sümerlerden Osmanlı’ya
yönetimsel mustralar-1
Devlet formatları
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Sivilleşmenin dört “Lale Devri”
Neo-Patronalılar
SÖYLEŞİLER
ZEHHRA DÜLEK
Halit Bekiroğlu
Bütün kalpler Kâbe’ye döner,
her yol Mekke’ye çıkar!
MİR KAMİL KAŞGARLI
Uygurların gözünden Nobel
ödüllü Prof. Dr. Aziz Sancar
AYTEN ÇALIŞ
Etkisiz eleman “eski” Türkiye,
artık “küresel güç”
Yayınları
Sedat Servet
Hocaoğulları
HABER AJANDA
YAYINLARI
SUNAR
• 2023’te “Yeni Türkiye”nin kurulmasından kimler
rahatsız?
• 2023 Dünya Liderliği için “Kod kabul edildi!”
şifreleri neler?
• 2023 Kuşağı hangi hazırlıkları tamamladı?
• Gençlik, Kültür ve Başkanlık Sistemi
politikalarının “Kırmızı Kitabı” hazır mı?
• Medeniyet atlası ve siyâsî haritada “Yeni Türkiye”
sınırlarını ne kadar genişletecek?
• Gençlik Enstitüsü, Kültür Divanı ve Başkanlık için
Gençlik Hareketi, hangi kurucu aklı temsil ediyor?
• 2023 hedefleri için hangi aktörler doğal, sivil ve
resmî alanda neleri planladılar?
• Yeni Türkiye-Yeni Vizyon Lideri’nin 2023 yılı için
yetiştirdiği gençlere bıraktığı “emanet” nedir?
Ç I K T I
Tel: 0 312 3809092
0 533 165 39 82
HABER AJANDA
YAYINLARI
2.BASKI
aralık 2015
AJANDA
1HABER
YAYINLARI
haberajanda
İçindekiler
SAYI: 109 // ARALIK 2015
KAPAK
AYTEN ÇALIŞ
Küresel tahterevalli hareketlendi
Etkisiz eleman “eski” Türkiye, artık “küresel güç”
34
Mevcut sürecin esaslı bir girizgâh olduğunu ve uluslararası dengelerde çok
uzun yıllar “etkisiz eleman” pozisyonuna sıkıştırılmış olan Türkiye’nin bir “joker eleman”a dönüşerek yeni bir tarih yazacağını, “Musul’da ne işimiz var?”
diyen ve Türkiye’yi yüz yılı bulmayan daracık bir Cumhuriyet tarihine sıkıştırmaya çalışanların görmesini de beklemiyoruz.
10 PROF. DR. TURAN GÜVEN
Kölenin geç kalan isyanı
Ülkede devrim niteliğinde yapılan işler ve
atılan adımlar, doğal olarak bir paradigma
değişikliğine yol açtı. Bu paradigma değişikliğinin dışarıya yansıyan en önemli özelliği, küresel güçlere “Sen sensen, ben de
benim!” denebilmesiydi. Kölenin zalim sahibine karşı isyan etmesi için her şey vardı;
hatta bunun için köle çok geç bile kalmıştı. Yaklaşık bir asırlık bir gecikmeydi bu...
16 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Savaşa hazır olmadan barışı
getiremezsiniz!
Bu ülkeyi yönetenler şimdi, “En iyi savunma, hücumdur” gerçeğinin gereklerini yerine getiriyorlar. Çünkü kuşatmayı, kuşatıldığımızı biliyorlar. Musul’a çıkışımız
bunun içindir, kimilerinin sandığı gibi macera için değildir.
26 S. SERVET HOCAOĞULLARI
Sınırı aşan cihat: Suriye
Peki, bizzat “kâfir” olarak Batı görülüyorken, kendisi doğrudan bu riski neden arttırsın ki? Bu çarpık anlayış çok tehlikeli
iken, Batı bunu neden doğrudan ve bizzat organize etsin ki? Bu iki sorunun çok
mantıklı bir sebebi var:
10
30 MEHMET ŞEKER
16
26
30
2
40
aralık 2015
Hiçbir uçak havada kalmaz
Ya iner, ya düşer, ya düşürülür!
Ülkenin adı Osmanlı değil, Türkiye... Kıyafetler farklı. Bir de sakal bıyık durumu farklı. Kararlılık, vatanseverlik, cesaret, hak hukuk gözetme, sözünde durma,
dosta ve düşmana karşı tavır takınma bakımından milim hesabıyla dahi fark gösteremez kimse. Zaten dostları sevindiren,
düşmanları korkutan taraf da burası!
40 SABRİ ÖĞE
Suriye’de denklem değişti: Rusya kumar mı oynuyor, yoksa ateşle mi?
Rusya’nın Suriye’ye çok büyük hesaplar için geldiği, Türkiye’yi bu emelinde
önemli bir engel olarak gördüğü aşikâr.
Bunu, Türkiye’yi gözden çıkarmış olmasından anlıyoruz. Rusya bilerek ve isteyerek Türkiye’ye sataşmış, kavga çıkarmıştır.
Uçak olayından hem önceki, hem de sonraki tutumu bunu ifade ediyor.
5
6
7
8
10
12
16
18
22
26
30
34
40
42
44
46
AHMET YOZGAT
Karikatür
EDİTÖR / M. SERHAT BIÇAK
Vefa her şeye, 10 koca yıla vefa!
AHMET YOZGAT
Karikatür
AYIN OLAYI
“Karizma karizma” dediğin
nedir ki gülüm? Ben senin için soba kurumunu göze almışım!
PROF. DR. TURAN GÜVEN
Kölenin geç kalan isyanı
SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Savaşa hazır olmadan
barışı getiremezsiniz!
ÖMER BEKİR SADIK
Dünya Ajanda
ULUĞ BAYINDIR
Medya Ajanda
SERVET HOCAOĞULLARI
Sınırı aşan cihat: Suriye
MEHMET ŞEKER
Hiçbir uçak havada kalmaz
Ya iner, ya düşer, ya düşürülür!
KAPAK / AYTEN ÇALIŞ
Küresel tahterevalli hareketlendi
Etkisiz eleman “eski” Türkiye,
artık “küresel güç”
SABRİ ÖĞE
Suriye’de denklem değişti: Rusya
kumar mı oynuyor, yoksa ateşle mi?
MURAT İLKTER
Armageddon
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Rusya’yı savunma bakanları
NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
İçimizdeki ve dışımızdaki savaş
SÖYLEŞİ: ZEHRA DÜLEK
PORTRE-SÖYLEŞİ/ MİR KAMİL KAŞGARLI
Bütün kalpler Kâbe’ye döner,
her yol Mekke’ye çıkar!
Uygurların gözüyle Nobel ödüllü
Prof. Dr. Aziz Sancar
78
48
50
52
54
HALİT BEKİROĞLU: “Medeniyetler kolay kurulmaz, kolay da yıkılmazlar.
İslâm medeniyetinin yeniden ortaya çıkması ve kendisini somut olarak
kurum ve kuruluşlarıyla göstermesi elbette kolay
değil; diğer medeniyetler elbette buna müsaade
etmek istemeyeceklerdir. Buna müsaade etmemeleri normal, ama bizim tam da bu noktada oyuna
gelmeyip bu uzun yürüyüşe sabırla devam etmemiz
gerekiyor.”
ORHAN MÜCAHİT
Suriye: Medeniyetler çatışmasının
son cephesi
CÜNEYT AKAR
Hangisi daha düşman;
Rusya mı Cemaat mi?
AYTEKİN ATASOYU
Sosyal ve siyasal bir kara delik olarak
toplumsal sağırlaşma ve sosyal körleşme
CEMAL CEYLAN
Seçmen, “Ben koyun değilim” dedi
58 LOKMAN AYVA
Hükümet’in eylem planı ve biz
60 AHMET YOZGAT
Sümerlerden Osmanlı’ya yönetimsel mustralar-1: Devlet formatları
70 SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Sivilleşmenin dört “Lale Devri”:
Neo-Patronalılar
78 ZEHRA DÜLEK
Söyleşi / Halit Bekiroğlu:
Bütün kalpler Kâbe’ye döner,
her yol Mekke’ye çıkar!
86 MİR KAMİL KAŞGARLI
Portre - Söyleşi
Uygurların gözüyle Nobel ödüllü
Prof. Dr. Aziz Sancar
92 ZEHRA ULUCAK
Rusya, Suriye’de ne arıyor?
96 FURKAN ERGÜL
Felaket sonrası yaraları sarmak:
Liberal Demokratlar geri dönüyor!
102MUHAMMED MURAT GÖZÜBÜYÜK
“Lâ”: Sonsuzluk hecesi
104MEHTAP KAYAOĞLU
İnternet bağımlılığı
aile düzenini bozuyor
108SUNGUR İNCİ
Kitap Ajanda
112AHMET YOZGAT
Karikatür
86
Dr. Abdır Razak Tuğluk: “Uygur Türklerinin faaliyetlerini hiçbir
zaman kaçırmazdı. Ne kadar önemli işi olursa olsun, onun bir
çaresini bulur ve işini bırakıp Uygur Türklerinin
etkinliklerine katılırdı. Bunu kutsal bir görev
olarak bilirdi. İmkânı olduğu halde Uygurların
faaliyetlerine katılmayan Türk kardeşlerimizinse
gerçek bir Türk ferdine yakışmayan tavırlarını
bir ihanet ve hıyanet olarak telakki ederdi.”
42
46
70
44
60
92
MURAT İLKTER
Armageddon
NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
İçimizdeki ve dışımızdaki
savaş
Hem de bunu öyle bir yapardım ki, MİT tırlarındaki Bayırbucak Türkmenlerine giden silah
ve mühimmatı devletin kendi içinde yuvalanmış organlarına deşifre ettirir, Türkmenleri
DAEŞ’çi ilan edip Türkiye’yi teröristlere yardım eden ülke konumuna sokardım. Siz gerçeği
ne kadar haykırırsanız haykırın, Batı ve üst aklın varlığından
bîhaber kamuoyuna bu iddialar
oldukça makul gelir.
42
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Rusya’yı savunma
bakanları
Rusya’ya gönüllü olarak “savunma
bakanlığı” yapan bu kullanışlı kişiler, Türkiye’nin herhangi bir kritik
zamanında en çok endişe edilmesi gerekenlerdir. Bütün ülkelerde,
herhangi bir dış sorun karşısında
vatandaşlar birbirlerine kenetlenirlerken, bizde karşı cepheye geçmeye gönüllü kişiler çıkabiliyor.
44
Bazı kalemlerin ve zihinlerin sözde Türkiye sevdasına bakınca, onların mutlu olduğu bir Türkiye’nin
nasıl olacağını düşünmeden edemiyor insan. İnsanî değerleri, sözde demokrasiyi, içsel özgürlüğü,
yaşamsal hakları ve iradeli bir seçimin saygı göreceği günleri değil, kendilerinden başka herkesin
aforoz edildiği zamanları yaşamak... Demokrasiden ve gelişmiş
Batı (!)...
46
AHMET YOZGAT
Sümerlerden Osmanlı’ya
yönetimsel mustralar-1
Devlet formatları
Proto-Fırat ya da Ubaidler olarak
anılan, arkaik bir halkın üzerine bina ettikleri varlıklarıyla tarih
sahnesine çıkan Sümerler, haddizatında kendilerini bildiğimiz
adla tanıtmıyorlar ve kendilerine
“Kengerler” diyorlardı.
60
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Sivilleşmenin dört “Lale Devri”
Neo-Patronalılar
“At” dedik de, o da Doğu’ya,
hatta Türklere ait bir hayvandı
ve bir önceki medeniyetin “buhar makinesi” gibiydi. Bu yüzden
Anglo-Saksonlar, Batı medeniyetinin motoru olan buhar makinesinin gücünü “at gücü olarak
hesaplamaya” başlamışlardı. Bu
ölçü, Batı’nın Doğu’ya, daha açık
bir ifadeyle İngiliz’in Türk’e meydan okumasının adıydı. Majeste,
Sultan ve tebaasına hakaret...
70
ZEHRA ULUCAK
Rusya, Suriye’de ne arıyor?
“Suriye, uluslararası anlaşmalarla imzaladığı doğalgaz boru hattı anlaşmasını feshetti; anlaşmaların tazminatlarını Suriye’nin yerine
İran ödeyerek rejime her konuda desteğini bildirdi. Yani Esad doğalgaz boru hattının anlaşmasını
İran’ın maddî desteğiyle engellemiş oldu. Bu engelleme en çok Avrupa ve Türkiye’ye...
92
aralık 2015
3
Sayı: 109/ Aralık 2015
İMTİYAZ SAHİBİ
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
YAYINLAR GENEL
SANAT YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ
MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ
HABER AJANDA
BASKI
Yavuz Selim
[email protected]
Müzeyyen Selim
[email protected]
Sinan Canan
[email protected]
Nesrin Çaylı
[email protected]
Erkan Oğur
[email protected]
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
A. Levent Şahsuvaroğlu
Ömer Bekir Sadık
[email protected]
Bige Canan
[email protected]
Ahmet Oğuz
[email protected]
Aykut Koçoğlu
[email protected]
Aktüelya
İlker Kırmızı
Anadolu Ajansı / 123RF
Serkan Selim Dilek / Bravadziluk
8/71000 Sarajevo
Bosnia and Hercegovina
Ofis Tel : 00 387 33 225526
Cep
: 00 387 62 225526
Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp
Skopje - Macedonia
Ofis Tel : 00 389 23 220337
Cep
: 00 389 70 451737
Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd.
Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak
yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim
ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3
Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97
BASKI TARİHİ
Aralık 2015
İDARİ ADRES
Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303
Kat: 3 Ulus – Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 381 45 65
HABERLEŞME ADRESİ
Posta Kutusu 168/ 06420 Yenişehir/Ankara
[email protected]
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ISSN
ABONELİK
Yurtiçi yıllık abonelik 180 TL,
kurum ve kuruluşlar için
360 TL, Kıbrıs için 200 TL,
Avrupa için 150 € ve
ABD için 200 $’dir.
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltdi Şti.
Vakıfbank Ankara
Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007 287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
4
aralık 2015
1306-5742
Abone
bildiriminiz için
[email protected]
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 380 44 70’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
haberajanda
Fikir Platformu
O askeri
kim haber verdi?
A
LLAH’ın selamı evvela Güzeller Güzeli Efendimiz
Muhammed Mustafa’nın (sav), Ehl-i Beytinin,
Ashabının ve O’na yaraşır şekilde yaşayanların
üzerine olsun. Tabiî Rabbimizin selamı, lutf-u
keremi, ihsanı, rahmeti, bereketi ve muhabbeti, Haber
Ajanda yazarlarının ve okurlarının ve de tüm Ümmet-i
Muhammed’in (sav) üzerine olsun.
>> Efendim, Rusya’nın hava sahamızı ihlâl eden uçaklarından yalnız birini,
hem de haklı ve usûlüne uygun şekilde düşürdük diye bir krizdir tutturduk
gidiyoruz. Uçağı düşürüldüğü ve
bunun sebebinin uluslararası hukuka
riayet etmezlik olduğu her hâliyle belli
olmasına rağmen bu kriz, Rusya’nın
başına patlayacağı yerde neredeyse
sadece bizim başımıza patlamış gibi
gösteriliyor. Hatta bunun tam olarak
gerçekleşmesi için bürokrasisinden
paraleline, ideoloji fanatiklerinden
bazı muhalefet partilerine, emekli
diplomatlarından medyasına kadar
bir kesimin özellikle çaba sarf ettiğini
gözlemliyoruz.
Görsel ve yazılı medyanın yanında
sosyal medya denen yaramaz torbasının (af buyurunuz) kustuğu Rusya
yanlısı yayınlar, analizler, makaleler ve
mesajlar, her geçen gün hadleri zorlayan bir merhaleye ulaşıyor. Tabiî bu
şerle birlikte ortaya çıkan hayırlar da
mevcut. Zira Ümmet-i Muhammed’in
(sav) Türkiye üzerine daha şiddetli
ittifak ettiği ve dua oranını daha da
yükselttiği bütün beyanlarla ortada.
En son İstanbul Boğazı’nda bulunan
Rus savaş gemisinin güvertesindeki bir
askerin fırlatma pozisyonunda tuttuğu
roketatarlı fotoğraf kamuoyuyla paylaşıldı. Bu fotoğrafın haberlere konu
olmasının ardından diplomatik bazı
görüşmeler gerçekleşti, sert notlarla
dolu görüş alışverişleri oldu.
Açıkçası bizler bu fotoğrafı gördüğümüzde celallendik. Bir askerin böyle
bir pozisyonda beklemesi olağanüstü
sinirlendirdi bizi. Ancak istenen bu
değil mi? Yani provoke olmamız, manipüle olmamız, öfkeyle kalkmamız ve
tabiî zararla oturmamız…
Tabiî biz, rahmetli Osman Yüksel
Serdengeçti’nin doldurduğu damarı da
bilir, kızıl günleri özlediğini açıkça dile
getiren Putin’in kendi gibi düşünen
askerlerine Serdengeçti’nin cevabıyla
(Moskofname) cevap da veririz: “Dedelerimden kalma intikam var kanımda./
Geçmişini s... Bulgarın, Moskofun da!/
Bir domuz görmüş gibi ayaklanır hislerim/ Alçakların sesini dinlerken mikrofonda./ O kadar gururlanma, o kadar
mağrur olma!/ Dün daha kölemizdin,
mahvolmuştun Prut’ta…/ Yalnız şunu
isterim, yalnız şunu hatırla:/ Yatmıştı
Katerina, Baltacı’nın koynunda…”
Evet, Putin ve askerlerinin o kadar
gururlanıp o kadar mağrur olmalarına
ne hakları var, ne de kabiliyetleri. Alçak tehditleri ancak kendi iç politikalarına söker, bize değil! Fazla karizma
yoldaş usandırır(!)…
Tabiî biz bu askercağızın fotoğrafını
görünce sinirlendik ama aklıselimle
düşününce yine bir alçaklıkla karşı
karşıya olduğumuzu da anladık. Öyle
ya, bir Rus savaş gemisi Boğaz’dan
geçecek, bu sırada, hem de alelade
bir anda alelade bir asker güverteye
çıkıp rokeratarı omzuna alarak atış
pozisyonu alacak, sonra bu pozisyonu
sadece bir karaltı olarak değil, doğrudan roketatarı tutmuş bir asker olarak
bir muhabir tespit edecek, Rus savaş
gemisi kendisini fotoğraflayan bir
muhabiri -ki objektifi epey büyük olmalı- görmezden gelecek ve çekilen bu
fotoğraf, Rusya ile Türkiye’nin arasının
en sıkıntılı olduğu bir zamanda servis
edilecek…
Bütün bunları düşününce, o askerin
okuma yazma bilmez bir cahil olamayacağını da bilince, akla bilinçsiz ve
danışılmadan, yani ülkemizde bu pozu
yakalayacak bir medya kuruluşuna,
yani daha da açık belirteyim ki “krizi
daha da tırmandıracak bir işbirlikçiye”
bu poz haber verilmeden böyle bir
fotoğraf ortaya çıkmaz!
Dövüşeceksek adam gibi dövüşelim, böyle pisliklere ihtiyaç yok! “Sırtımızdan hançerlendik” diyor Putin;
peki, bizim “delikanlı” Cumhurbaşkanımız nasıl cevap veriyor? “Biz her zaman, her yerde göğüs göğse çarpıştık,
arkadan hançerlemeyi bilmeyiz!”
Sahte pozlarla, tehditlerle gelme bize
Rusya! Bize her gün Katerina’yı hatırlattırma! (Hasan Şarkışlalı-İstanbul)
Ahmet Yozgat - [email protected]
haberajanda
Karikatür
aralık 2015
5
haberajanda
Editör
Vefa her şeye,
10 koca yıla vefa!
N
İHAYET 109’uncu sayımız ile
2015’e veda ediyor ve 2016 yılına
“Merhaba!” diyoruz. Peki, sadece
2016’ya mı giriyoruz? Hayır!
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
Vefa öyle bir kelime ki,
çok geniş iklimleri kuşatan bir yüzölçümüne
sahip. Sadece bir insanın
başka bir insana dair
taşıdığı minnet veya
saygıyla ilintili olsa, “ahde
vefa” şeklinde söylenen
deyimin hiçbir kıymeti olmazdı meselâ. Bu yüzden
Haber Ajanda’ya emek
veren, bu dergi için yazan, bu dergiyi alıp okuyan, bu dergiye reklâmı
veya ilânıyla destek olan
her birey veya kurumun, “Haber Ajanda’nın
kabullendiği değerlere
büyük bir bağlılıkla vefa
duymakta” olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz.
Zira Haber Ajanda’ya
emek veren, bu dergide
yazı yazan, bu dergiyi
alıp okuyan, bu dergiye
maddî ve manevî destek
veren herkes Hakk’a,
Peygamber’e, Kitap’a,
vatana ve bayrağa karşı
ahde vefayla donanmış
kimselerdir.
6
aralık 2015
>>Haber Ajanda, vefakâr okuyucuları ve vefakâr yazarlarıyla
10’uncu yaşını dolduruyor ve
bu 10 koca yıl ile fedayı, muhabbeti, sevgiyi, birliği, sadakati,
ilmi ve en önemlisi de vefayı
kuşanmaya devam ediyor.
Bu dergi nice yazar, nice okur
ve nice zorlu günler gördü. Kimi
yol ayrımlarından da geçti, kimi
dar zamanlardan da... Birbirinden bağımsız ve birbirinden
farklı damarlardan beslense de
mutlaka memleket aşkıyla çarpan bir ortak kalbe sahip oldu.
Medya dünyası ilginçtir,
olağan insanların kurduğu
olağanüstü bir sisteme sahiptir.
Aslında bu cümleyi parantez
içine yerleştirilecek bir ünlem
işaretiyle bitirebilirdim. Zira
olağan insanlar, içinde bulundukları dünyayı gittikçe kendilerinin meydana getirdiğini ve
şöhretin takım işinden ve de
kurumsal fikirden evla olduğunu düşünerek ahlaklı düzeni
vahşileştirir ve olağanüstü
özelliklerle anlatırlar. Sistem
olağanüstüdür onlara göre, zira
kendileri olağanüstü özelliklere
sahiptirler(!).
Bu zihniyetteki medya
sisteminin uluları, ellerinin
üstünde tutmaları gereken
kurumu ve kurumu oluşturan bireyleri “Elimin altında
nasılsa…” diye değerlendirir,
herhangi bir isyan ihtimalinde
ise “Şöhretimin gölgesinde
yaşamak isteyen milyonlarca
aç var!” garantisiyle yaşatırlar
kimliklerini. Hâlbuki ellerinin
altında tuttuklarını sandıkları
kimseler, el üstünde tutulması
gereken varlık sermayesidirler.
Bu durumu tümüyle değerlendirdiğimizde, medya dünyası için “vefasız” nitelemesini
yapabilir, kurulu sistemine ise
“vefasızlar yurdu” diyebiliriz.
Ancak buna rağmen bu yurttan
bazı istisnalar çıkar. Ve “10 yıl”
gibi önemli bir delil, Haber
Ajanda’nın tescilli bir istisna
olduğuna işaret eder.
Haber Ajanda öyle bir istisnadır ki, kendisiyle hemdem
olduğunu hissettiği herkesi,
her şeyi sahiplenir. Kara gün
dostu, dert ortağıdır. Dine ve
vatana halel getirecek davranış
ve söylemlerde bulunanlar
dışında bu hâl hep böyledir. Bu
yüzden de herkes haddini bilir.
10 yıla bir ekol ve dolayısıyla
okul hüviyeti yükleyen Haber
Ajanda, okuru ve yazarıyla
dimdik kalmayı başarmış bir
vefa abidesidir. Yazar, okur ve
dergi, Haber Ajanda örneğinde
birbirinden kimliklenir. Tabiî
bu noktada en büyük pay, bizi
hiçbir zaman yalnız bırakmayan Ağabeylerimiz ve Ablalarımızındır. Her satırı insan ve ille
de memleket kokan yazıların
kaynakları olmasa, kim bilir
kendimizi hangi yana savrulmuş birer kuru yaprak gibi
bulurduk.
Tabiî Ağabey ve Ablalarımızın yanında, bu feda dergisinin
her boyutunu saran başka vefa
kahramanları da vardır. “Bu ay
daha da iyisi olmalı” diyerek
geceyi gündüze katarken “hafta” ile “sonu” kelimelerini yan
yana getiremediğimiz süreçlerde hem lisanen, hem de fiilî
dualarıyla desteklerini esirgemeyen ailelerimizdir onlar.
Vefa öyle bir kelime ki, çok
geniş iklimleri kuşatan bir
yüzölçümüne sahip. Sadece bir
insanın başka bir insana dair
taşıdığı minnet veya saygıyla
ilintili olsa, “ahde vefa” şeklinde söylenen deyimin hiçbir
kıymeti olmazdı meselâ. Bu
yüzden Haber Ajanda’ya emek
veren, bu dergi için yazan, bu
dergiyi alıp okuyan, bu dergiye
reklâmı veya ilânıyla destek
olan her birey veya kurumun,
“Haber Ajanda’nın kabullendiği
değerlere büyük bir bağlılıkla
vefa duymakta” olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira Haber Ajanda’ya emek veren, bu
dergide yazı yazan, bu dergiyi
alıp okuyan, bu dergiye maddî
ve manevî destek veren herkes
Hakk’a, Peygamber’e, Kitap’a,
vatana ve bayrağa karşı ahde
vefayla donanmış kimselerdir.
Vefa, Elest Meclisi’nde söylenen “Belâ!” sözünü, Abdurrahman olup Peygamber (sav)
emrini, Veysel (ks) olup anne
hatırını unutmamak ve kalp
ile akledip kalbe nakşolunandan sapmamaktır. Bu yüzden
vefa, yaşatmadıkça yaşanması
mümkün olmayan iş…
Ailelerimizdeki her ferde,
Ağabeylerimize, Ablalarımıza,
yazan, okuyan, destek olan
herkese vefa üzere selam!
Ve rahmet-i Rahman’a
kavuşmuş yazarlarımız ile
okurlarımıza, hatta karşılıklı
muhabbetlendiğimiz güzel
insanlara vefa üzere rahmet
ve dua…
Nice 10 yıllara Haber Ajanda!
Ahmet Yozgat - [email protected]
haberajanda
Karikatür
aralık 2015
7
AYINOLAYI
Ayın Olayı
“Karizma karizma” dediğin nedir ki gülüm?
Ben
senin
için
soba kurumunu göze almışım!
2
4 KASIM 2015 günü, dünya siyasî tarihine yeni kilometre taşlarından biri
daha döşenmiş oldu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hava sahasını ihlal eden
Rus Hava Kuvvetleri’ne ait bir savaş uçağı, 10 dakika içerisinde her 30 saniyede bir uyarılmasına rağmen herhangi bir cevap vermediği gerekçesiyle Türk Hava
Kuvvetleri’ne ait iki savaş uçağı tarafından düşürüldü.
>> Düşürme işleminin
gerçekleştirilmesinin
kamuoyuna yansıdığı ilk
saatlerde, hava sahamızı
ihlal eden bir uçağın varlığından, fakat bu uçağın
hangi ülkeye ait olduğuna
dair herhangi bir bilgiye
vâkıf olunamadığından,
iki pilotlu uçağın pilotlarından birinin öldüğünden ve diğerinin de yaralı
olarak kurtulduğundan
bahsedildi. Türkiye’de
haberler bu şekilde yayınlanırken, Rusya’daki yetkili kaynaklardansa Türk
Hava Kuvvetleri’ne ait iki
savaş uçağı tarafından bir
uçaklarının düşürüldüğü
teyit edildi.
Rusya’nın bu türden
gerçekleştirdiği ihlallerin
sıklığı ve çokluğu, angajman kurallarında güncellemeye gittiğini sadece
birkaç ay önce ilan eden
Türkiye’yi oldukça rahatsız etti. Daha birkaç ay
önce yine Rus savaş uçakları tarafından ihlal edilen
hava sahamızda bu tür bir
eylem gerçekleşmemiş,
Rusya’ya yalnızca uyarıda
bulunulmuştu.
O günlerde ülkemizin
müzmin muhalifleri,
8
aralık 2015
Rusya’nın yaptığı bu
diplomasi tanımaz densizliklere karşı Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ı
ve de hâlihazırdaki
Hükümet’i bu ihlallere
cevap vermemekle suçluyor, devletin idare edilmediğinden dem vuruyorlardı. Aynı mahfiller, bu
defa ise Türkiye’nin yanlış
yaptığını savunuyorlar.
Öyle ya, aslanın suçu ya
ava çıkmak ya da miskin
miskin oturmak…
Daha sonra Rusya
Devlet Başkanı Vladimir
Putin’den önemli açıklamalar (!) işittik. Yaptığı
yanlışı “Tükürdüğümü
yalamam!” karizması
içinde yoğurup sıvamaya
kalkışan Putin, hakkında
“Daha delikanlısını görmedim” dediği Cumhurbaşkanımız Erdoğan için
“Türkiye’yi İslamlaştırıyor” gibi garabet ve hadsiz
bir ifade kullandı. Her
sözünde savurduğu tehdidi daha ağırlaştırdığını
zanneden Putin, dış politikada uğradığı akameti iç
politika bakımından judocu ayı avcısı şöhretiyle
evirmeye kalkıştı. Hele bir
cümlesi vardı ki oldukça
komikti: “Sırtımızdan
hançerlendik!”
Tabiî Putin’in bu
yaklaşımı, ülkemizdeki
müzmin muhalifler tarafından allanıp pullandı,
“Bu Putin, Perez’e benzemez, ne de olsa KGB
ajanı!” cümleleriyle ilginç
bir domates-doğalgaz
eğrisi çizildi piyasada.
Türkiye’den doğalgaz
sayesinde 20 milyar dolar
kazanan Rusya’nın mı,
yoksa Rusya’dan yaklaşık
3 milyar dolar kazanan
Türkiye’nin mi daha
büyük zarar göreceğini
öngöremeyen bir zekâ
patlamasıydı bu(!).
Putin böyle konuşadursun, bizim büyüklerimiz
de bu sırada armut toplamıyorlardı hani, Katar ve
Azerbaycan ile yapılan
anlaşmalar ve hâlihazırda
yürütülen projeleri hızlandırma çalışmaları büyük
bir tokat oldu. Arap medyasının deyimiyle “Tam
bir Osmanlı tokadı!”… Suudi Arabistan’ın söz konusu
domates polemiğine dâhil
olarak Rusya’nın aldığı bütün stokları satın alacağını
ve Afrika’daki mazlum-
lara hibe edeceğini ilan
etmesi, Dünya Müslüman
Âlimler Birliği’nin bütün
Müslümanları Türk mallarını kullanmaya teşvik
etmesi gibi hamlelerin
yanında, birçok Ortadoğulu Müslüman aydının
“O uçağı biz düşürdük”
diyerek konuyu sahiplenmesi bize dahi bambaşka
soluklar kazandırdı.
Toprakları vahşice
ve alçakça işgal edilen
Ukraynalıların Kiev’deki
Türk Elçiliği’ne giderek
minnet ve heyecan dolu
duygularını iletmeleri ve
bunun yanında medyada
da Türk askerini öven
içeriklerle dolu yayınlar
yapılması coğrafyamızın
mazlum ve mağdur insanındaki ümide ümit kattı.
Türkiye Cumhuriyeti
Hükümeti, Rusya’nın
densiz tavrına karşılık
her an diplomatik ahlakla
karşılık verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yüz
yüze görüşme talepleri
hadsiz bir tepkiyle olumlu
karşılık bulmazken, ancak
NATO’nun bu konuda
Türkiye’nin yanında
olduğunu duyurmasının
ardından Rusya Dışişleri
Haber Ajanda
Türk Hava Kuvvetlerinin F-4 Fantom savaş uçağı 2014
yılında Gilze-Rijen Royal Dutch (Hollanda) Hava Kuvvetleri
Günleri’nde 245 bin kişi tarafından ziyaret edilmişti.
Bakanı Sergey Lavrov, Dışişleri
Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu
ile bir görüşme gerçekleştirdi.
Bakan Çavuşoğlu söz konusu
görüşmenin olumlu geçmediğini, fakat bu görüşmenin diplomasi kapılarının açık tutulması
açısından önemli olduğunu
vurguladı.
sında bulunuyorum. Bir kez
düşünsünler; Ukrayna Devleti,
süren iç savaş dolayısıyla
Türkiye’den destek isteseydi ve
Türk savaş uçakları Türk sınırı
olmayan bir bölgede, yani Doğu
Ukrayna’da hava operasyonu
yapsaydı, acaba Rusya’nın tavrı
ne olurdu?
Başbakanımız Ahmet Davutoğlu ise, Rusya’ya ait savaş
uçağının düşürülmesi ile ilgili
basit, net ve toparlayıcı bir açıklama yaparak şunları söyledi:
Türkiye-Suriye sınırı,
Türkiye-Rusya sınırı değildir.
Rusya-Suriye sınırı da değildir. Suriye, Rusya toprağı da
değildir. Ama barbar Suriye
rejiminin davetine uyarak
gelip ‘DEAŞ’a karşı mücadele
edeceğiz’ dedikten sonra orada
asırlarca bizim kardeşimiz olan
Bayırbucak Türkmenlerini
Türkiye hava sahasını kullanarak vurmak istediklerinde
defaatle uyardık, bizi anlamadılar, anlamak istemediler. Bunun
üzerine gerekli hava sahamızı
koruma tedbirlerini aldık.
“Rusya’da bulunan emekçi
kardeşlerimizin hukukunu
sonuna kadar koruyacağımızı
vurgulamak istiyorum. Rusya
ile hava sahamızı ihlali sonrası gelişen bir kriz yaşıyoruz.
Türkiye yıllara sari dostluğun hatırıyla hareket ediyor.
Türkiye’nin sınırları, hava
sahası, deniz sınırları kutsaldır
ve bunları korumak bizim
için onurlu bir görev ve haktır.
Günlerdir Rusya tarafından
ağır ithamlarla eleştiriliyoruz.
Buradan Rus liderlere, başta
Sayın Putin olmak üzere hepsine empati yapmaları çağrı-
Aldığımız her tedbir
Suriye’deki sivil halka yardımcı
olmak içindir. Rus savaş uçaklarının bombaladığı bölgelerden kaçan siviller, mülteciler
Rusya’ya gitmiyor, Türkiye’ye
geliyorlar. Tek bir DEAŞ unsurunun olmadığı Bayırbucak
bölgesinde eğer Rus uçakları
masum Türkmenleri bombalıyor, bir de hava sahamızı ihlal
ediyorsa, buna Türkiye’nin
sessiz kalmasını beklemek,
Rusya’nın benzer bir duruma
Ukrayna’da sessiz kalması gibi
bir tutum anlamına gelir.
Gözümüzün önünde Türkmenlerin katledilmesine
sessiz kalacağımız beklenirse,
sessiz kalmadık, kalmayacağız!
Suriye’de yeni bir yönetimin
nasıl kurulacağına beraber
karar verelim. Ama Şam’da
Türkiye’ye düşman bir yönetimin oturup Türkiye’ye tehdit
oluşturmasına da gözümüz
kapalı seyredecek şekilde
tutum almayacağımızın bilinmesi lazım!”
Hava sahamızı ihlal eden
Rusya, kendisine turizm, iş ve
tahsil maksadıyla gelen vatandaşlarımıza 24 Kasım 2015
gününden beridir zulmediyor.
Öğrencilerimizin evlerini basan, havalimanlarında işadamlarımızı alıkoyduğu gibi su dahi
vermeyen Rusya, ayı avcısı (!)
Putin’in de dediği gibi “pişman
olacak”!
Evet, bu gürültü de her zaman olduğu gibi sakinleşecek.
Ama zihnimizde bu olaya dair
çok soru kalacak. Hava sahasını ihlal eden pilotlardan sağ
olarak kurtulanının “Bir uyarı
almadık” demecinin ardından
Rus aydınları ve bazı milletvekilleri, Rusya’nın büyük bir
aymazlık içinde olduğunu ve
bu konuda suçlu olduğunu
belirttiler. Ve özellikle oluşan
orta düşüncede, madem hava
sahası ihlal edilmediyse neden
uçağın milliyetinin gizlendiği
sorgulandı. Evet, madem ihlal
yoktu, neden uçağın milliyeti
gizlenmişti? Ve olayın hemen
ardından komik açıklamalar
yapan Putin’in amacı ve yönlendiricisi kimdi ki “Erdoğan
Türkiye’yi İslamlaştırıyor, teröristlerle birlik içinde” gibi bir
ifade kullanmıştı? Bu iki soru
doğrudan aydınlığa kavuşmasa
da bizde derin cevaplarla baki
kalacak.
aralık 2015
9
Ayın Yorumu Türkiye
Kölenin geç
Ülkede devrim niteliğinde yapılan işler ve atılan adımlar,
doğal olarak bir paradigma değişikliğine yol açtı. Bu paradigma
değişikliğinin dışarıya yansıyan
en önemli özelliği, küresel güçlere “Sen sensen, ben de benim!”
denebilmesiydi. Kölenin zalim
sahibine karşı isyan etmesi için
her şey vardı; hatta bunun için
köle çok geç bile kalmıştı. Yaklaşık bir asırlık bir gecikmeydi bu...
10
aralık 2015
Prof. Dr. Turan Güven // [email protected]
kalan isyanı
SON beş yılda Türkiye, küresel güçlerin kullandığı terör örgütleriyle hizaya getirilmeye, eski bir deyimle “tedip edilmeye” çalışıldı.
>> Türkiye, niteliksiz nüfusu
ile her alanda dışa bağımlı bir
“pazar-ülke” olarak kalmalıydı.
Dünyaya kapanmalı, İslam
âlemine sırtını dönmeliydi.
Çin’de, Irak’ta ve Suriye’de
yaşayan Türklerin kaderleri
başkalarının belirlediği bir
unutulmuşluğa terk edilmeliydi. Hiç kimse Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi’nin beş
daimî üyesinin yüzüne yaptıkları haksızlık ve adaletsizlikleri
haykıramamalıydı. Araplara ve
gariban Afrikalılara aşağılanarak bakılmalı, Yahudi bankerlerin hâkim olduğu IMF ve Dünya
Bankası gibi finans kurumlarının kapısında onursuzca beklemeye devam edilmeliydi.
Daha açık bir ifadeyle, eski
köye yeni âdet getirmeye gerek
yoktu. Eski Türkiye neremize
yetmiyordu da insansız hava
aracı, tank, tüfek, helikopter,
füze ve savunma sanayiinde
millî üretime geçiliyordu? Bilim
ve teknolojide yerimizi bilmiyor ve boyumuzdan büyük
işlere kalkışıyorduk. Halkın 50
yıl gerisinden gelen iç siyasetin figürleri, Türkiye düşmanı
küresel güçlerle öyle birleşmişlerdi ki hayal bile edemedikleri
büyük projelerden ve altyapı
çalışmalarından rahatsız oluyorlardı. Onlara göre Türkiye
büyümüyordu; aksine, ülke
yağma edilmiş ve yıkıma uğramıştı.
Türkiye’nin huzur ve güven
içinde olmasından, halkın iktidara el koymasından çok rahatsız olmuşlardı. Eski Türkiye’de
küresel güçlerle işbirliklerine
onlarca kılıf bulup gizlerken,
şimdilerde çatal dilleriyle bu
işbirliğini gizlemeye bile gerek
duymuyor, geriye dönüşü
olmayan bir yola giriyorlardı.
Küresel güçler, Türkiye’nin
dışa bağımlı bir “pazar ülke”
olarak kalmasını istedikleri
için, Eski Türkiye’nin tüketici
niteliksiz nüfusundan ve mankurtlaştırılmış aydınlarından
hiç rahatsız olmamışlardır. Hatta bu mankurt aydınlar parlatılarak öne çıkarılmış, millî-yerli
aydınlar ise halkın gözünde
itibarsızlaştırılmışlardı.
Eski Türkiye’de gerek iç
politika, gerekse dış politika
küresel güçlerin belirlediği
paradigmaya kölelik üzerine
kurgulanmıştı. Küresel güçler,
böyle bir Türkiye’de her şeyin
“sütliman” olduğunu gösterecek ve sömürü düzeninin deva-
mını sağlayacaklardı. Onlarla
işbirliği yapan siyasetçiler, bürokratlar ve mankurt aydınlar
her zaman baş tacı yapılmışlardır. Ne zaman ki küresel güçler
halkı ve millî-yerli aydınları
manipüle edemez hale geldiler, işte o zaman sırtlanlar gibi
saldırmaya başladılar!
Türkiye, ayağındaki prangaları kırmak, bir asırdan beri
devam eden zihinsel-psikolojik
kölelikten kurtulmak için en
kötü senaryoları göze almak
zorundaydı. Elbette Türkiye,
eski dünya düzeninin paradigmasını değiştirebilme gücüne
sahip değildi, ama hiç olmazsa
“Eski Türkiye” düzeninin paradigmasını değiştirebilirdi. Nitekim öyle de oldu!
Ülkede devrim niteliğinde
yapılan işler ve atılan adımlar,
doğal olarak bir paradigma
değişikliğine yol açtı. Bu paradigma değişikliğinin dışarıya
yansıyan en önemli özelliği,
küresel güçlere “Sen sensen,
ben de benim!” denebilmesiydi.
Kölenin zalim sahibine karşı
isyan etmesi için her şey vardı;
hatta bunun için köle çok geç
bile kalmıştı. Yaklaşık bir asırlık
bir gecikmeydi bu...
aralık 2015
11
Türkiye Ajanda
2 02 3 ’e n e k a l d ı k i?
10 AĞUSTOS 2014, Türkiye’nin liderinin kim olduğunu tescilleyen günün adıydı. Recep Tayyip Erdoğan, tek başına milletimizin yüzde 52’sinin oyunu alarak halk tarafından seçilen ilk Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olmuştu.
>>10 Ağustos tarihinden beridir kana ve kaosa susamışların
öfkesi dinmiyor. Bunun yanında
Erdoğan kimliğine paketledikleri millet ve değer düşmanlığını
sürekli biçimde açığa vuruyorlar. 1 Kasım 2015 gününe kadarki
bu alçaklık, o günün akşamına
daha ferah şekilde çıkan Türkiye
için elbette bitmeyecek. Ancak
“Lider”ini zaten belirlemiş olan
Yeni Türkiye, 2023’e iki dönem
kala varını yoğunu ortaya koyacak!
1 Kasım 2015 günü sandıktan
tek başına iktidar nasibiyle
çıkan AK Parti, önce Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanlığı
seçimini kazandı, ardından
yeni kabineyi şekillendirdi. AK
Parti İstanbul Milletvekili İsmail
Kahraman, yeni TBMM Başkanı
oldu. Ardından AK Parti Genel
Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun
sunduğu yeni kabine de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan tarafından onaylanmasından hemen sonra Başbakan
Davutoğlu tarafından açıklandı.
Yeni kabine şöyle: Başbakan Ahmet Davutoğlu, Başbakan
Yardımcısı Tuğrul Türkeş, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek,
Başbakan Yardımcısı Numan
Kurtulmuş, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, Başbakan
Yardımcısı Lütfü Elvan, Adalet
12
aralık 2015
Bakanı Bekir Bozdağ, Ekonomi
Bakanı Mustafa Elitaş, Maliye
Bakanı Naci Ağbal, Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu, Avrupa Birliği Bakanı Volkan Bozkır, Bilim-Sanayi
ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık,
Gümrük ve Ticaret Bakanı Bülent Tüfenkçi, Kalkınma Bakanı
Cevdet Yılmaz, Kültür ve Turizm
Bakanı Mahir Ünal, Gençlik ve
Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç,
Çevre ve Şehircilik Bakanı Fatma
Güldemet Sarı, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, İçişleri
Bakanı Efkan Âlâ, Millî Savunma
Bakanı İsmet Yılmaz, Dışişleri
Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Sağlık
Bakanı Mehmet Müezzinoğlu,
Enerji Bakanı Berat Albayrak,
Gıda-Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanı Süleyman
Soylu, Millî Eğitim Bakanı Nabi
Avcı ve de Ulaştırma-Denizcilik
ve Haberleşme Bakanı Binali
Yıldırım.
Başbakan Ahmet Davutoğlu,
Bakanlar Kurulu’nun açıklamasının ardından 3 ay, 6 ay ve 1
yıllık eylem planına dair gerçekleştirdiği kamuya açık sunumla
Hükümet’in kısa ve orta vadede
gerçekleştirmeyi arzuladığı hizmetlere değindi. Reform üzerine
odaklanan eylem planına dair
Başbakan Ahmet Davutoğlu
şöyle konuştu:
“Önümüzdeki bir hafta içinde
eylem planımızın uygulanmasına yönelik Bakanlar Kurulu
kararını çıkarıyor ve ‘Reformların Koordinasyonu ve İzlenmesi
Kurulu ve Reform Grubu’nu
oluşturuyoruz. Gençlerimize,
kadınlarımıza, esnafımıza, çiftçilerimize, işçilerimize, bütün
vatandaşlarımıza dönük vaatlerin tamamını 3 ay içinde hayata
geçiriyoruz. Allah’ın izniyle bu
çalışmaları hayata geçirdiğimize hep beraber şahit olacağız.
Milletimize söz verdik, şimdi
de verdiğimiz sözleri tutmanın
zamanı!
Bu yıl büyüme yüzde 3,5-4
arasında olur, gelecek yıl daha
iyi bir yıl olacak. Gençlerimize
50 bin TL’lik nakdî desteği
vermeye başlıyoruz; genç girişimcilere yönelik 100 bin TL’lik
faizsiz krediyi de başlatıyoruz,
esnafımıza yönelik 30 bin TL’lik
faizsiz kredi uygulamasını da.
Çiftçilerimize seraların modernizasyonu için faizsiz kredi
desteğini başlatıyoruz. Asgarî
ücreti inşallah bin 300 Türk
lirasına yükseltiyoruz. İşçilerimize yönelik bu düzenlemeyi
gerçekleştirirken işverenlerimizin rekabet gücünü zaafa uğratmayacak düzenlemeler yapacak, özellikle KOBİ’lerimizin
üzerindeki yükü minimize
edeceğiz.
Yurtdışında yaşayan vatandaşların askerlik bedelini 6 bin
avrodan bin avroya düşürüyoruz. Gençlerin Genel Sağlık
Sigortası prim borçlarını sıfırlıyoruz. Meslek lisesi ve üniversite
öğrencilerinin staj yapmalarını özendirici tedbirler alıyoruz.
Lise veya üniversite mezunu
gençlerimizin Genel Sağlık
Sigortası giderlerine destek
oluyoruz. Buna göre primler iki
yıl süreyle gelir testi yapmaksızın ve prim alınmaksızın devlet
tarafından karşılanacak. Ücretsiz internet düzenlemelerini de
süratle yapacağız.
Vatandaşın adalete erişiminin hızlanması için gerekli
adımları atacağız. Temyiz
mahkemelerinin alt derece
mahkemeler üzerindeki hukukilik yetkilerinin denetimi
sınırlandırılacak. Bilirkişilik müessesesini yeniden ele
alarak müstakil bir bilirkişilik
kanun tasarısı hazırlanacak.
İş mahkemelerinin yapısı ve
işleyişi gözden geçirilecek. Adlî
ve idarî yargıda istinaf mahkemelerinin hayata geçirilmesi en
geç 6 ay içerisinde sağlanacak.
Ülke genelinde ideal yargılama
süreleri belirlenecek. Uzayıp
giden, yıllarca süren yargılamalara son verilecek. Yargılama
süreleri ile ilgili olarak mahkeme ve dava türlerine göre ideal
süreler belirlenecek; mahkeme
ve savcılıkların bu sürelere
uymalarını sağlayacak tedbirler
alınacak.
Siber güvenliğe yasal düzenleme getirilecek. Bilimsel özerkliği
gelişmiş bir üniversite sistemi
kurulacak. Yüksek Öğretim Kalite Kurulu oluşturulacak. Eğitim
fakülteleri yeniden yapılandırılacak. Özel meslekî ortaöğretim
kurumları teşvik edilecek. Yeni
bir gelir vergisi kanunu çıkarılacak. Gümrüklerde tek pencere
sistemine geçilecek ve işlemler
kolaylaşacak. İmar planı değişikliği sonucu ortaya çıkacak değer
artışından kamunun pay almasını sağlayacak düzenlemeler
Mart sonuna kadar çıkarılacak.
Enerji izin ve ruhsat işlemleri
kolaylaştırılacak. Patent kanunu
çıkarılacak…”
Vaatler çok önemli konulara
ilişkin; ancak yeni anayasa ve bu
anayasayla birlikte düşünülen
başkanlık sistemine dair 3 ay, 6 ay
ya da 1 yıllık bir süreçte herhangi
bir adım atılacağına dair bir iz
yok. Neyse, hayırlı ola, kolay gele!
Selçuk Kayıhan // [email protected]
“G ü c ü n e g ü ç k a t m aya ge l d i k ! ”
RUSYA’yla yaşanan uçak düşürme krizinin ardından bir yerlerden çıkan doğalgaz kesintisi iddiası ülke yönetimimizi harekete
geçirdi ve Türkiye’nin kullandığı enerjiyi sağlama almak için doğrudan yeni anlaşmalara ve hâlihazırdaki anlaşmalara da güncellemeler yapılmaya başlandı.
arasında, Türkiye ile Katar’ı
LNG (sıvılaştırılmış doğalgaz)
noktasında da birbirine bağlayan anlaşma birkaç saat içinde
gerçekleştirildi, Azerbaycan’la
birlikte yürütülen TANAP’a
(Tran Anadolu Petrol Boru Hattı)
da Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’le yapılan
görüşmenin hemen ardından
hız verildi. Azerbaycan ayrıca,
Türkiye’nin Kafkaslara ticarî
manada açılımına Rusya’nın
getirdiği engellemeleri resmen
delerek, Türkiye’ye ait lojistik ve
ulaştırma planlarını kendisine
kaydırdı ve bütün sınır kapılarını Türkiye için serbestleştirdi.
>> Aslında bunun altında yalnız Türkiye’nin kendisine alternatif arayışları yoktu, kendisine
yoldaş olanların da “Gücüne
güç katmaya geldik!” der gibi bir
tavırları vardı.
Rus uçağı Hava Kuvvetlerimiz
tarafından daha yeni düşürülmüş, ölen pilotun cenazesi
Rusya’ya daha yeni ulaşmışken,
Cumhurbaşkanımız Erdoğan
ile Katar Emiri Şeyh Tamim
Tabiî Rusya’nın Türkiye’den
aldığı sebze-meyve alımını sınırlaması, ülkemizdeki sebze ve
meyve fiyatlarının düşmesine
de vesile oldu. Bakalım bu süreç
daha hangi olumlu gelişmelere
sebep olacak…
Terörle mücadeleye devam!
7 HAZİRAN genel seçimlerinin ardından başlayan
PKK saldırıları, 1 Kasım’ın ardından da özellikle Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’yu meşgul ediyor.
>> Silahlı, hendekli, çukurlu
saldırılara sokağa çıkma yasağı
ve çeşitli operasyonlarla cevap
verilse de alçak terör örgütünün şeytanı bile utandıracak
hamleleri özellikle de bölge
insanına büyük zararlar veriyor.
Bu noktada Osmanlı Devleti’nin
Diyarbakır’a bıraktığı ilk emanet olan 500 yıllık Kurşunlu
Camii’nin yakılması, PKK’nın
Kürtleri hiçbir çerçevede temsil
etmediğinin son ispatı oldu.
Birçok okulun yıkılıp yakılması
da cabası…
Peki, bu hamle PKK açısından bize ne tür yeni işaretler
veriyor? Irak ve Suriye’de Müslüman olmayan etnik grupları
örgütleyen ABD, İngiltere, Almanya ve Rusya’nın icraatları
bu noktada önemli! PYD ve
IŞİD’in şekillendirdiği koridorda bulunanların Türkiye’deki
akrabaları kimler?
İhanet uydusu
uydudan çıktı
SAMANYOLU Yayın
Grubu’na ait televizyon
ve radyo kanalları Türksat uydusundan çıkarıldı.
Daha önce Digitürk, Kablo TV
ve Teledünya adlı platformlardan çıkartılan Samanyolu Yayın
Grubu kanalları ile Türksat da
sözleşme uzatmamaya karar
verdi.
Samanyolu TV, Samanyolu Avrupa, Ebru TV, Samanyolu
Haber, Mehtap TV, Yumurcak TV,
Dünya TV, MC TV, Samanyolu Afrika, Tuna Shopping, Burç FM,
Samanyolu Haber Radyo, Radyo
Mehtap ve Radyo Cihan (ki bu
radyo kanalı, STV grubu altında
yayın yapmıyor, ancak STV’nin
Türksat’la sözleşmesinden yararlanıyor), Türksat’tan çıkarılan
kanallar listesinde yer alıyor.
Bilindiği gibi FETÖ’ye medya
anlamında destek sağlayan
kanallar arasındaki Bugün ve Kanal Türk’e, Koza-İpek Holding’e
atanan kayyumla revizyon getirilmiş, terör örgütü propagandası
yapmasının önüne geçilmişti.
Romantik
çocuk kodese!
ADANA’da durdurulan MİT
tırlarına ait olduğu belirtilen
fotoğrafları yayınladığı gerekçesiyle, hakkında başlatılan
soruşturma çerçevesinde
ifadeye çağırılan Cumhuriyet
Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve gazetenin
Ankara Temsilcisi Erdem Gül
tutuklandı. Dündar ve Gül,
“Devletin güvenliğine ilişkin
bilgileri temin etme”, “siyasî ve
askerî casusluk”, “gizli kalması
gereken bilgileri açıklama” ve
“terör örgütünün propagandasını yapmak” ile suçlanıyor.
aralık 2015
13
Türkiye Ajanda
G20 Antalya’da toplandı
TÜRKİYE’nin Dönem Başkanlığı’nı yürüttüğü G20 Liderler Zirvesi, 15-16 Kasım günlerinde Antalya’daki Belek Turizm Merkezi’nde gerçekleştirildi.
teci krizi ve terör sorununun
daha da büyüdüğünü belirten
Erdoğan, PKK ve PYD’nin
IŞİD’den ayrı tutulamayacağı
söylemini de yineledi. Zira
Zirve’ye katılan birçok ülke, sırf
IŞİD’le mücadele etme gerekçesiyle PYD ve dolayısıyla PKK’ya
doğrudan büyük destekler
veriyor.
ABD Başkanı Barack Obama ise, Zirve kapsamında bir
basın toplantısı düzenledi ve
güvenli bölge, IŞİD’le mücadele
ve Suriye’nin geleceğine dair
şunları söyledi: “Güvenli veya
uçuşa yasak bölge amaca zarar
verir. Gerçek bir güvenli bölge,
sahada askerler bulundurmamızı gerektirecek. Bu güvenli
bölgeye kim girecek, kim çıkacak? Terör saldırıları için bir
mıknatıs görevi mi görecek? Bu
konuda çok sayıda soru ortaya
çıkıyor. Hedefimiz, IŞİD denilen
zalim örgütü yok etmek. Örgüt
hem Irak, hem de Suriye’de
daha az toprağı kontrol ediyor.
IŞİD’in Rakka’daki merkezine
giden hatları kesiliyor. Doğru
stratejiye sahibiz ve bu işi bitireceğiz. Beşar Esed’in Suriye’nin
geleceğinde kesinlikle bir rolü
olmadığına inanıyoruz! Krizin
en önemli sebeplerinden biri de
Suriye halkına açtığı savaş…”
Diyarbakır Baro Başkanı
>> Sorunsuz geçen iki gün
boyunca ABD, İngiltere, Rusya,
Japonya, Kanada, Almanya,
Fransa, İtalya, Avustralya, Brezilya, Arjantin, Hindistan, Çin,
Endonezya, Meksika, Suudi
Arabistan, Güney Afrika, Güney
Kore ve Avrupa Birliği Komisyonu liderleri, Türkiye’nin misafiri
oldular.
G20 her ne kadar ekonomi
temelli bir platform olsa da
Zirve’nin bütününe hâkim olan
konu Irak ve Suriye’deki terör
ile birlikte ortaya çıkan göçmen
sorunu idi. Tabiî Zirve’nin ana
gündem maddelerinden birini
de, Zirve’den hemen iki gün
önce gerçekleşen Paris’teki
eşzamanlı 7 IŞİD saldırısı oluşturdu.
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ev sahibi sıfatıyla yaptığı
açılış konuşmasında öncelikle
Fransa’da yaşananları kınayıp
taziye mesajını sunarken şu ifa-
14
aralık 2015
deleri kullandı: “Terörizm hepimizin güvenliğini tehdit etmeye
devam etmektedir. Ekonomiyle
güvenlik arasındaki ilişkiyi
görmezden gelemeyiz. Mülteci
krizi konusunda da uluslararası
dayanışma ve işbirliği gittikçe
daha büyük önem kazanıyor.
Maalesef uluslararası toplumun
bu konularda çok iyi bir sınav
verdiğini söyleyebilmemiz
mümkün değildir. Adalet temelinde çok acil bir güncellemeye
ihtiyaç var!”
Cumhurbaşkanı Erdoğan,
ekonominin huzuru için öncelikle insanların huzur içinde
yaşamları gerektiğine değindiği
konuşmasında sözlerini şöyle
sürdürdü:
“G20 sadece kriz zamanlarında hatırlanacak bir platform
değildir. Sözlerimizin takipçisi
olmak ve verdiğimiz taahhütleri uygulamaya geçirmek mecburiyetindeyiz. 2025’e kadar
eğitimde ve istihdamda yer
almayan gençlerin oranını yüzde 15 azaltmayı taahhüt ettik.
Öncelikle büyüme stratejilerine
odaklandık ve kapsamlı bir
izleme mekanizması geliştirdik.
Yıl boyu süren çalışmalarımızın somut sonuçlara ulaştığını
memnuniyetle ifade etmek
isterim. Taahhütlerimizin yaklaşık yüzde 45’ini tamamlamış
bulunuyoruz.
Atılan tüm adımlara rağmen
hâlâ küresel ekonomide güçlü
performansa erişemediğimizi
görüyorum. Küresel krizin
başladığı 2008’den bu yana bu
kısırdöngüden bir türlü kurtulamadık. Finansal piyasalardaki
belirsizlikler yeni risklere işaret
ediyor. Bu risklere bazı bölgelerde ortaya çıkan siyasî belirsizlikler de eklenmiş bulunuyor.
Ekonomik konuları siyasî ve
sosyal yönleriyle değerlendirmeliyiz.”
Ayrıca Suriye’deki iç savaşın
beşinci yılına girmesiyle mül-
Tahir Elçi
öldürüldü
DİYARBAKIR Barosu’na üye
avukatlarla birlikte birkaç vatandaşın katıldığı bir basın açıklaması sırasında gerçekleşen
PKK’lı teröristlerle Emniyet güçleri arasında çıkan çatışmada,
ekranlardan “PKK terör örgütü
değildir” açıklamasıyla ünlenen
Diyarbakır Baro Başkanı Tahir
Elçi öldürüldü. Çatışmada bir
polisimiz şehadet şerbetini içti.
Tahir Elçi’nin ölümü Türkiye
Cumhuriyeti’nin elinde yeni
Hrant Dink davası olarak kalabilir mi? Bunu, Dink davasının
hakikati ortaya çıktıktan sonra
daha net göreceğiz.
Selçuk Kayıhan
Tutuklamazsanız olacağı bu!
PARALEL İhanet Çetesi ile mücadele kapsamında çeşitli
adımlar atılsa da, sırf hukukî boşluklardan dolayı tutuksuz
yargılanma avantajından yararlanarak gözden kaybolan hiçbir
terör örgütü elemanına ulaşılamıyor.
>> Örneğin Ekrem
Dumanlı’dan 18 Eylül’den bu
yana haber alınamıyor. Zaman
gazetesinin eski Genel Yayın
Müdürü hakkında PDY’nin Selam Tevhid soruşturmasında
kumpas yaptığına ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında
gözaltına alınmış, ancak serbest
bırakılmıştı. Zekeriya Öz ve
Celal Kara’dan sonra Akın İpek’e
de bir türlü ulaşılamadı. Emre
Uslu ve Sinan Dursun ise asıl
vatanlarında (!) densizliklerine
densizlik katarak yaşamaya
devam ediyorlar.
En son İstanbul’daki Askerî
Öz’ün yediği hurmalar
ortaya çıkıyor!
KAYYUM atanan Koza
Holding’in kayıtlarında yapılan
inceleme sürerken Çok önemli
bir belgeye ulaşıldı. Bu belgeye
göre FETÖ firarilerinden Zekeriya Öz, 17-25 Aralık operasyonlarından kısa süre önce Koza
Holding’e ait Marmaris’teki 5 yıldızlı Angel’s Peninsula Hotel’de
“konuk edilmiş”. Daha evvel
de kendisine Dubai’de böyle
bir kıyağın çekildiği ispatlanan
Zekeriya Öz’ün bu memleketin
maaşında neden gözünün olduğunu anlamak mümkün değil
açıkçası. Ama buna rağmen
kendisi için dua eden “abileri
ve ablaları” anlamak hiç mi hiç
mümkün değil.
Casusluk Davası ile ilgili hazırlanan müfettiş raporunu ele alan
HSYK 2. Dairesi, sanıklar lehine
verilen TÜBİTAK raporunu dosyaya koymayan eski İstanbul
Başsavcı Vekili ve Çorum Savcısı olan Fikret Seçen hakkında
24 Kasım’da geçici olarak görevden uzaklaştırma kararı vermişti. İki gün sonra da Bakırköy
2. Ağır Ceza Mahkemesi, Seçen
hakkında yurtdışına çıkış yasağı koymuştu. Ancak Seçen, 24
Kasım günü 20 gün rapor alarak, Atatürk Havalimanı’ndan
KLM Havayolları’na ait uçakla
Hollanda’nın Amsterdam şehrine kaçmayı başardı. Yani iki
günlük boşlukta Seçen için her
şey hazırlandı.
Peki, tutuklamayıp bıraktıkça
bu mücadele ne kadar sağlıklı
kalacak? Boşlukları doldurmazsak, o boşluklardan yaralanacak daha çok isim var, biline!
Çin’e verilen füze ihalesi iptal
TÜRKİYE’nin uzun menzilli
bölge hava ve füze savunma sistemi için Eylül 2013’te Savunma
Sanayi İcra Komitesi’nin yaptığı
ve söz konusu hava savunma
sisteminin kurulumunu Çin’in
kazandığı ihale, Çin ile başlayıp
da 26 aydır süren görüşmelerin
sıkıntılı, hatta oyalanarak geçirilmesi sebebiyle iptal edildi.
Kararı bizzat Başbakan Ahmet
Davutoğlu verdi.
Türkiye, kendi millî füze üretim projesini başlatacak olması
nedeniyle bu iptal kararını aldı.
Bilindiği ihalenin Çin’ verilmesi,
başta ABD ve NATO olmak
üzere büyük tepkiyle karşılanmıştı. Çin, Türkiye’ye 20 bin
metre irtifa ve 100 kilometre
menzile sahip olan ve CPMIEC
firmasınca üretilen FD-2000
sistemini önermişti. Halen Çin
Ordusu’nda kullanılan HQ-9
füze savunma sisteminin bir
benzeri olarak tasarlanan
FD-2000’in ilk resmî müşterisi Türkiye olmuştu. Sisteme
entegre edilen YLC-20 sensörleri ile radara yakalanmama
özelliği bulunan füzelerin dahi
tespit edilmesi öngörülüyor.
3,4 milyar dolarlık dev ihalede
görüşmelerin yapıldığı CPMIEC,
ABD tarafından bu sebeple kara
listeye alınmıştı.
aralık 2015
15
Ayın Yorumu Dünya
Bu ülkeyi yönetenler şimdi, “En iyi
savunma, hücumdur” gerçeğinin
gereklerini yerine
getiriyorlar. Çünkü
kuşatmayı, kuşatıldığımızı biliyorlar.
Musul’a çıkışımız
bunun içindir, kimilerinin sandığı gibi
macera için değildir.
Onlar da biliyorlar
en kötü barışın en
iyi savaştan iyi
olduğunu. Fakat
uluslararası ilişkilerde, hele de oyun
kurucu rolünü tam
olarak oynama
gücünde değilsek,
her istediğimizi
istediğimiz şekilde
yapamayacağımız
bellidir.
16
aralık 2015
Savaşa hazır olmadan
barışı getiremezsiniz!
BAŞLIKTAKİ söz, değişik söyleyiş biçimleriyle insanlık tarihi boyunca değişik milletlerde ve değişik coğrafyalarda dile
getirilmiştir. Bu sözü ceddimizin dile getirişi ise gerçekten çok
ahenklidir: “Hazır ol cenge ister isen sulh u salah!”
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen // [email protected]
>> Evet, bu muhteşem dile
getiriliş biçimine göre, “eğer barış
istiyorsak cenge hazır olmalıyız”.
İşte dananın kuyruğu da tam
burada kopuyor! Bu toprakların
vatan olmasında teri, kanı, gözyaşı olmayanların torunları, tam
da bu noktada devreye giriyor ve
başlıyorlar ağlamaya, sızlamaya,
saç baş yolmaya. Öyle ya, bu
güzel vatan topraklarında sulh
içinde yaşamak varken, bu savaş
hazırlıkları, bu savaş sözcükleri
de nereden çıktı?
Ne diyor Pakraduni teröristlerin sözcüsü konumunda olan
siyasî partinin sırtını PKK’ya,
PYD’ye dayayan Eş Başkanı?
“Rus uçağını düşürmek de nereden çıktı? Rus uçağı sınırlarımızı
ihlal etmişse ne olmuş yani?”
Öyle ya, bu vatan topraklarının
sınırları, onun sınırları değil!
Onun, onların bu vatan topraklarıyla en ufak bir bağlantıları
yok! Aslında burada Anadolu
insanını mehaz göstererek
söyleyecek sözümüz çok da
söyleyemiyoruz…
Önce Pakradunilerin sözcüsü
siyasî partinin uzaktan kumandalı yöneticilerine sormamız
gerekir:
Ced olarak kabul ettiklerinizin
bu toprakların vatan oluşunda
kanı, teri, gözyaşı var mı? Yok!
Bu toprakların vatan olarak
kalmasında dökeceğiniz ter, kan,
gözyaşı var mı? Yok! Bu toprakların güzelleşmesinde, bu ülkenin
güçlenmesinde, bu milletin
yerkürede söz sahibi olmasında
bir düşünceniz, planınız, programınız var mı? Yok! Pakradunilerin sözcüsü olduğunuz sürece
-ki öylesiniz- bu topraklarda
hâkimiyet hakkınız var mı? Yok!
Ve bir şey daha… Biz bu toprakları, kendilerini bu milletten
kabul edenlerle birlikte, burada
tebaa, yani tâbi, yani Bizans’ın
boyunduruğu altında yaşayanlardan değil, o zamanın savaş
hukukuna göre Bizans’tan aldık.
M.Ö. 560 yıllarında Babil hükümdarı Buhtunnasr’ın, ya da
M.S. 70 yıllarında Bizans hükümdarı Titus’un yurtlarından
ettiği Pakradunilerden de almadık. Bu millet o densizlerin bu
konuda söz haklarının olmadığını öğrendiğinde o densizlerin
soy kütükleri de ortaya çıkmış
olacak ve gerekirse onları Mardinli bir bit yavrusu ile birlikte
anavatanlarına gönderecek!
Sözüm o densizleredir ki, o
zamana kadar biraz daha ötebilir, biraz daha üst perdeden konuşabilir, biraz daha sahibinin
sesi rolünü oynayabilir, biraz
daha cami, okul veya işyeri
yakabilir, bize biraz daha şehit
verdirir, yüreklerimizi yakar,
kimi ocaklarımıza ateş düşürebilirsiniz, fakat bütün bunlar
burunlarınızdan getirilecek,
yaptıklarınızın hesabı bütün
ayrıntılarıyla sizden sorulacak,
ateş sizin yüreklerinizi yakacak,
o namert bilekleriniz bükülecek,
o namert belleriniz kırılacak,
o namert dilleriniz kökünden
sökülecek!
Şimdilik sizlere söyleyeceğimiz sözlerimiz bu kadardır
ey namert dölleri! Bekleyin ve
görün!
Batı’nın korkusu
Şimdi gelelim ölüm korkusu,
Allah’a olan korkusundan daha
fazla olan “ehl-i dünya” diye
nitelediklerimize!
Bu millet ve yönetenleri asla
savaş istemiyorlar. Çünkü savaşın acılarını biliyorlar, bunu
aynelyakin öğrendiler. Fakat
ne var ki, savaş istememekle
savaştan kurtulmak mümkün
olmuyor. Hele de bizim gibi
yolların kavşak noktasındaki bir
ülke, tarihin kavşak noktasında
olup asırlar boyu cihan devletleri kurmuş, bulunduğu coğrafî
konum ve sahip olduğu tarihî
miras nedeniyle İslam ülkelerinin doğal lideri konumunda
olan aziz bir millet için…
Siz ne kadar “Yurtta sulh,
cihanda sulh” deseniz de, ne
kadar tarihî mirasınızı reddetseniz ve “Benim Osmanlı ile ilgim,
alakam, bağlantım, muhabbetim, muarefem yok” deseniz de,
ne kadar “Azıcık aşım, ağrımaz
başım” rolünü oynamak isteseniz de geçmişiniz, genetik
yapınız, “lider millet” olma özelliğiniz sizi ele veriyor. Batılının
nezdinde biz, “sabıkalı bir milletiz” elhamdülillah! Batı’nın harimine kadar girmiş, Batı’yı zapt
ü rapt altına almış, Batı’ya tatlı
uykuyu haram etmiş, Batı’nın
korkulu düşü olmuş bir milletiz
elhamdülillah!
Batılı, yakamıza taktığımız
TC rozetimize değil, bizim kimi
zaman yakamızın arkasına
sakladığımız ve kimi zaman da
yakamıza bile iliştirmediğimiz
Osmanlı rozetimize bakıyor.
Batılı bizden korkuyor! İçimiz-
deki Truva atlarının Batı’dan ve
Batılıdan korktuğundan daha
çok korkuyor Batılı bizden ve
elbette tarihî geçmişimizden.
İşte bu korkuyla, bu korkulu
düşle, tıpkı Firavun’un gördüğü
korkulu düşle Musa’nın (as)
gelişinden korktuğu gibi, Batılı
da bu milletin tarihe gelişinden
korkuyor!
Devlet içine yerleşen Batılı
çetenin bir gece yarısı darbesiyle
Menderes ve arkadaşlarını asması bu gelişi durdurmak içindi.
Ve Batılının emrindeki çetelerin
yaptığı 1971, 1980, 1997 darbelerinin hepsi, bu gelişi, bu milletin
tarihe yürüyüşünü durdurmak
içindi. 27 Nisan 2007 günü
yapılan darbe teşebbüsü de
bu milletin tarihe yürüyüşünü
durdurmak içindi, CHP’nin millî
güçlerin elinden alınması da,
MHP’nin kaset operasyonlarıyla
durdurulması da, AK Parti’nin
iktidara geleli beri akla gelmeyecek operasyonlara maruz kalması da bu milletin tarihe yürüyüşünü durdurmak içindi.
PKK ve benzeri yapılanmaların hepsi de bu milletin güçlenmesini ve tarihî yürüyüşünü
durdurması ve büyük ülke,
başat ülke, oyun kurucu ülke
olmasını önlemek içindi. Nasıl ki
Nemrut İbrahimî (as) yürüyüşü
durduramadıysa, nasıl ki Firavun Musa’nın (as) doğuşunu ve
İsrailoğullarını Kızıldeniz’den
geçirişini durduramadıysa,
nasıl ki Kureyş’in kudurmuşları
Muhammedî (sav) yürüyüşü
durduramadılarsa ve Mekke’nin
fethini engelleyemedilerse,
nasıl ki Haçlı sürüleri İslam’ın
nurunu söndüremedilerse, nasıl
ki Bizans ve topyekûn Batılılar
bu güzel toprakların vatan
olmasını ve bu topraklarda iki
cihan devletinin kurulmasını,
İstanbul’un fethini önleyemedilerse, hiç kimse, hiçbir ülke,
hiçbir güç bu milletin tarihe
yürüyüşünü önleyemeyecektir!
Bu, tarihin önümüze çıkardığı
bir fırsattır! İçimizdeki beyinsizler istemese de, Batılı işbirlikçiler istemese de, sırlarımızı
Batı’ya satan Pakraduni dölleri
istemeseler de bu yürüyüş
durdurulamayacaktır! Herkesin
kendisini bu kutlu yürüyüşe
hazırlaması gerekir.
İslam’ın son ordusu
Bu ülkeyi yönetenler şimdi,
“En iyi savunma, hücumdur”
gerçeğinin gereklerini yerine
getiriyorlar. Çünkü kuşatmayı, kuşatıldığımızı biliyorlar.
Musul’a çıkışımız bunun içindir,
kimilerinin sandığı gibi macera
için değildir. Onlar da biliyorlar
en kötü barışın en iyi savaştan
iyi olduğunu. Fakat uluslararası
ilişkilerde, hele de oyun kurucu
rolünü tam olarak oynama gücünde değilsek, her istediğimizi
istediğimiz şekilde yapamayacağımız bellidir.
Şu bir gerçektir ki, oyunu
kurallarına göre oynamaya
çalışan millî kişiler tarafından
yönetiliyoruz. Hatasız olmaları
elbette mümkün değil. Buna
rağmen gücümüz ölçüsünde
oyunu iyi oynadıklarını da
görmeli, dua etmeli, elimizden
geldiğince yardımcı olmalı ve
kimilerinin yaptığı gibi asla
paniğe kapılmamalıyız. Çünkü
panik, gelecek olan tehlikeyi
önleyemediği gibi, içimizdeki
düşman güçlerine sadece moral
verir. Buna hakkımız olmadığını
bilmeliyiz. Unutmayalım ki bu
millet, İslam’ın son ordusudur!
Yüz yıl önce gönderden indirilen sancağı yerden kaldıracak
ve tekrar göndere çekecek olan
bu millettir. Bu gerçeği bilelim ve
bu gerçeğe inanalım! İnanmadan başaramayız…
Bilelim ki, Allah (cc) isteseydi
İslam’ın sancağını bir başka
İslam milletine kaldırtırdı. Bir
vakıa olarak biliyoruz ki kaldırtmadı. Öyleyse?
Yere düşen bu sancağı yerden
kaldıracak olan bu millettir.
Çünkü bu sancak, bu milletin
elindeyken yere düştü. Anadolu
insanının o güzel ifadesiyle,
“Yitik düştüğü yerde aranır”. Bu
topraklarda düşmüşse bu topraklarda aranacak; bu milletin
elindeyken düşmüşse, bu milletin eliyle kaldırılacaktır.
Umut ederim ki sonuç, bu
milletin istediği gibi olacaktır. Ve
bu millet tarihe olan yürüyüşünü tamamladığı zaman, bütün
insanlık aydınlık bir geleceğe
gözlerini açacaktır. Bunu hep
birlikte göreceğiz.
Kâfirler, münafıklar, müşrikler, mürtetler, mülhitler,
Pakraduniler, Vatikan uşakları,
vatansızlar istemeseler de, tıpkı
Kur’an’ın dediği gibi olacak ve
“Allah (cc) nurunu tamamlayacaktır”.
İnşallah…
aralık 2015
17
Dünya Ajanda
Bedir’den Çanakkale’ye,
Çanakkale’den Bayırbucak’a
“YEDİ iklimi cihanın duruyor karşında./ Ostralya’yla beraber bakıyorsun Kanada…/ Çehreler başka; lisanlar, deriler rengârenk…/
Sade bir hâdise var ortada: Vahşetler denk!/ Kimi Hindu, kimi
yamyam, kimi bilmem ne belâ!/ Hani tâuna da züldür bu rezil
istilâ…/ Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!/ Gökten ecdâd
inerek öpse o pâk alnı, değer!/ Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor
Tevhid’i!/ Bedr’in Arslanları ancak bu kadar şanlı idi…”
>> İstiklâl Şairi Mehmed Âkif
Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine
ithafen kaleme aldığı mısralarla
başlamamızın sebebi belli:
Bayırbucak’ta yaşanan alçak
oyun!
Ancak bize bu mısraları hatırlatan, Bayırbucak Türkmenlerinin oluşturduğu gruplardan yalnız birine liderlik genç bir asker,
Tümen Komutanı Yardımcısı
Alparslan Çelik oldu. Bayırbucak Türkmenleri üzerine ölüm
kusan alçaklara karşı dünya
kamuoyuyla paylaşılan videoda Çelik şu sözleri sıralıyor:
“‘Türkmen dağı düştü’ diyorlarmış. Bu sözlere inanmayın!
Türkmen dağı, Akdeniz’in
Çanakkale’sidir! Bayırbucak,
ilelebet Türkmen yurdu olarak
kalacaktır! Esed’e, destekçilerine ve tüm dünyaya sesleniyoruz: Herkes haddini bilsin! Türkmen dağı, Türk’ün öz yurdudur.
18
aralık 2015
Türkmen dağı düşmeyecektir!
Kanımızın son damlasına kadar savaşacağız! Bize bu yolda
öncelikle Allah yardım edecek,
daha sonra Türk Devleti ve
Türk milletinin hayır dualarıyla
başarıya, zafere ulaşacağız!
Allah var, keder yok! Kanımız
aksa da zafer İslam’ındır!”
Suriye’de dört yıldır süren iç
savaş, evvela Hama ve Humus’a
yapılan çıkarma ve hava bombardımanlarıyla başlamıştı.
Beşar Esed, Cumhurbaşkanı
olduğu ülkeyi bizzat paramparça etme yoluna bu iki şehirden koyulmuştu. Zira Hama
ve Humus, Arap Baharı’nın
rüzgârından etkilenerek Esed’e
muhalif seslerin yükseldiği ilk
merkezler olarak biliniyordu.
Hama ve Humus’un özelliği
yalnız bu değildi tabiî. Şimdi
şehir olma noktasında hiçbir
emare bulunmayan bu iki mer-
kezin insanları ya öldürüldüler
ya da göçe zorlandılar. Ancak
Halep’te, Rakka’da, hatta Şam’da
da muhalif gösteriler yapılmış
olsa da bu şehirlere yavaş yavaş
ilişmişti Esed zulmü. Hama ve
Humus ise, tarihî kayıtların
gösterdiği doğrudan belgelere
göre Türk nüfusun en yoğun
yaşadığı iki şehirdi. Savaş, zaten
bir avuç azınlığın yönettiği
Suriye’de rahatlıkla çıkarılabilirdi. Esed’in kafasındaki, burayı
kimliğinden ve tarihinden
temizlemekti.
Hava bombardımanları, zehirli gazlar, kimyasal silahlar, varil bombaları, keskin nişancılar
ve aklınıza gelecek tüm iğrenç
savaş taktikleriyle mazlumlara,
zulme baş eğmeyenlere ölüm
kusuldu Suriye’de. Bu rezalet
dört yıldır sürüyor. Ancak bu
alçaklık, yalnız Esed’in elinde
kalmadı, taştı. İki buçuk yıldır
İran ve güdümündeki Hizbullah, son iki aydır ise Rusya ve
Çin’in Esed yanında yer alması,
zulmün tek elde kalmamasına
sebep oldu.
Fakat bir bölge var ki, hem
bu zulüm ittifakı, hem de güya
bu ittifaka karşı cephe alan
birkaç terör örgütü tarafından
alçakça kuşatılmış durumda.
Yalnız Türkiye ve Özgür Suriye
Ordusu’nun kısmen destek
olabildiği Bayırbucak, bir Türkmen bölgesi olarak Esed, İran,
Rusya, Çin, PYD (PKK) ve IŞİD
tarafından kuşatılmış durumda.
Ve bu bölge, Türkiye açısından
sınır olarak bir mihenk taşı
hükmünde.
Esed’e bağlı birliklerin karadan, Rusya’nın havadan ve
denizden düzenlediği saldırılar
bölgede etkili. Bayırbucaklı
Türkmenler, Türkmen dağı
(Kızıldağ) mevkiine çekilerek
çadırlarda yaşamaya devam
ediyorlar. Eli silah tutan her
Türkmen, oluşturulan irili ufaklı gruplarla doğrudan müdafaa
için mevzilenmiş durumda.
Bölgeden göçler de sürüyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti,
elinden gelen bütün desteği Bayırbucaklı kardeşlerimize ulaştırmaya çalışıyor. Bu noktada
doğrudan Cumhurbaşkanlığı
ve Başbakanlık olarak girişilen
hamleler önemli. Rusya’nın
bölgeye yapılan saldırılarla
ilgili IŞİD’den kasıtla “Terörist
unsurları bombalıyoruz” açıklamasına karşılık Başbakanımız
Davutoğlu’nun belgeli şekilde
“Bu bölgede DEAŞ unsuru yok!”
şeklindeki çıkışı dikkat çekici!
Dünyanın buradan hareketle
olumlu bir reaksiyon vermesi
şart, lakin bu tür bir adım atılacağı da hissedilmiyor.
Evet, Türkmen kardeşlerimizin karşısında cihanın yedi
iklimi durduğu için Bayırbucak Çanakkale’dir! Bakınca
Rusya’ya İran’ı gördüğümüz için
Bayırbucak Çanakkale’dir! Kimi
Rus, kimi Esed artığı, kimi Farsî,
kimi PYD, kimi IŞİD’li olduğu
için Bayırbucak Çanakkale’dir!
Ve ne diyor Alparslan Komutan? “Allah var, keder yok! Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” İşte
böyle dediği için Bayırbucak
Çanakkale’dir!
Alparslan Komutan, “Ne
büyüksün ki, kanın kurtarıyor
Tevhid’i!/ Bedr’in Arslanları
ancak bu kadar şanlı idi”.
Ömer Bekir Sadık // [email protected]
Paris’te eşzamanlı 7 terörist saldırı
FRANSA’nın başkenti Paris, hem bombalı
ve silahlı saldırıların, hem de kanlı bir rehine eyleminin hedefi oldu.
>> Saldırılar, Paris’in doğusundaki bir restoranda, metro istasyonunda ve bir konser salonunda silahlı şekilde, Fransa’nın en
büyük futbol stadyumu Stad de
France’nin iki ayrı bölgesinde
de bombalı şekilde gerçekleşti.
Saldırılarda 142 kişi hayatını
kaybetti, yüzlerce kişi de yaralandı.
Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, saldırılar üzerine yaptığı
Fransız ırkçılarının önde gidişi
bunun en önemli delillerinden.
Ayrıca hâlihazırdaki hükümet
de saldırıların hemen ardından
terörle mücadelede yönetime
daha fazla yetki verilmesi için
anayasa değişikliğini öngören
bir yasa tasarısı hazırladı. Buna
göre terör suçuyla mahkûm
olanların vatandaşlıktan düşürülmesine olanak sağlanacak.
Buna göre sonradan vatandaşlık alanların dışında, doğuştan
Fransız vatandaşları bile gerektiği takdirde terör suçundan
mahkûm olmaları halinde
vatandaşlıktan atılabilecek.
“Bu savaş demektir!” açıklaması
ile dikkat çekti ve bir noktada
Jr. Bush’u aratmadı. IŞİD, saldırıları bir beyanat yayınlayarak
üstlendi.
Paris’teki eşzamanlı saldırıların ardından ülkede internet
erişimi, yayın yasağı, sıkıyönetim, sokaklarda tanklarla gezen
asker görüntüleri gibi teyakkuz
atmosferine dair her şey ortaya
konuldu. Evet, hiçbir Fransız
buna ses çıkarmadı. Hatta yapılan bir deney, Fransa halkının
nasıl bir ruh haline büründüğünü ve refleks eşiğini bütün
çıplaklığıyla ortaya koydu.
İslamofobinin zinde tutulması için yapılan bu komploda hedefin gerçekten Fransa’nın mı,
yoksa doğrudan İslam’ın kendisi mi olduğu bizlerce malûm.
Saldırıların hemen ardından
gerçekleşen genel seçimlerde
Sonrasında bir lokantada ampul patlaması üzerine olduğu
söylenen bu gürültü ile bütün
Paris halkının nasıl kaçıştığını
canlı canlı izlettiler. Peki, bırakın bir bombayı, gerçekten bir
ampul patladı mı?
Irkçı Rumlardan olağan tepkiler
GÜNEY Kıbrıs Rum Kesimi’nde aşırı sağcı olarak bilinen Rum Ulusal Halk
Hareketi (ELAM) üyeleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluş
yıldönümünü güya protesto etmek için sınır kapılarında bulunan Türk plakalı
araçlara taş ve sopalarla zarar verdiler.
>> Araçlarda bulunan vatandaşlarımızdan yaralananlar
oldu. Bu sırada kısa bir süre
için sınır kapılarındaki geçişler
durduruldu.
Saldırıların ardından KKTC
Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, yazılı bir açıklama yaparak
Rum Yönetimi’nden suçluları
derhal yakalayarak yargı önüne çıkarmasını istedi. Rum
Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis ise olaylar nedeniyle
hem Twitter hesabından, hem
de resmî olarak açıklama yaptı.
Anastasiadis açıklamasında,
bu tür saldırıların Kıbrıs sorununa çözüm bulunması için
gösterilen çabalara olumsuz etki yaptığını belirterek olayları
kınadığını ve kabul edilemez
olduğunu belirtti. Anastasiadis,
bazı münferit kişilerce veya
azınlık gruplarınca yapılan ve
sahte vatanseverlik nidalarıyla
adanın bölünmesini hedefleyen” bu gibi eylemlere müsamaha gösterilmeyeceğini de
vurguladı.
Mali’de bir
baskın daha
MALİ’deki Radisson Blu
oteller zincirine ait Radisson Blu Mali, silahlı bir grup
tarafından basıldı.
170 kişiyi rehin alan grup,
daha sonra bu rehinelerden
Türkler başta olmak üzere
Fransızlar dışındaki diğer
rehineleri grup grup salıverdi. Baskında 2 Mali, 1 de
Fransa vatandaşının öldürüldüğü ifade edildi. 170
rehinenin 140’ı müşteri, 30’u
ise personeldi.
Baskını gerçekleştiren
grup, diplomatik plakalı
bir araçla otele geldi. Bu
baskına dair herhangi bir
örgütten bir üstlenme ilanı
olmadı. Zengin Avrupalıların tercih ettiği otelin içine
araçla giren silahlı grup,
otelin yedinci katına rehinelerle yerleşti. Bunun üzerine
Mali polisiyle birlikte Fransız askerî birlikleri otele bir
operasyon düzenledi.
Hatırlanacağı gibi yine bu
yılın Mart ayında, yine Mali
Bamako’da bir baskın gerçekleşmiş, biri Fransız, biri
de Belçikalı olmak üzere 5
kişi hayatını kaybetmişti.
Otel baskınının Paris’teki
eşzamanlı eylemlerin üzerine gerçekleşmesi, baskının
El-Kaide veya IŞİD’le bağlantılı Malili gruplar tarafından
düzenlenebileceği konusu
ve çok ilginçtir ama Mali’de
neden hep Fransızların
hedef alındığı tartışılıyor. Bu
tartışmaları açanlara basit
bir soru: Tarihte Mali’nin
altın kaynaklarını ve Orta
Afrika bölgesine ait madenî
yağ rezervlerini keşfedip bu
topraklarda yaşayan insanlara dünyayı dar eden ülke
hangisidir?
aralık 2015
19
Dünya Ajanda
B os n a’d a ne ler oluyor?
SARAYBOSNA, iki Boşnak askerin öldürülmesi olayıyla çalkalanıyor. Saraybosna Kantonu İçişleri Bakanlığı’ndan yapılan
açıklamada, Rajlovac semtinde meydana gelen saldırıda BosnaHersek Silahlı Kuvvetleri mensubu 2 askerin silahlı bir saldırı sonucu hayatını kaybettiği belirtildi.
cunu beklememiz gerekiyor.
Vatandaşlara sakin olmaları
çağrısında bulunuyorum” dedi.
Görgü tanıkları, Safet Zajko
Caddesi’ndeki bir şans oyunları
bayisine girerek birkaç el ateş
eden saldırganın, sonra dışarı
çıkıp yakındaki otobüse doğru
da silahını ateşlediğini anlattılar. Bosna-Hersek Güvenlik
Bakanı Dragan Mektic ise, önce
kaçan, daha sonra kimliği belirlenen Enes Omerovic isimli saldırganın, saldırının gerçekleştiği
Rajlovac semti yakınlarındaki
Sokolje’de bulunan bir evde intihar ettiğini ifade etti.
Bu olaydan yalnız iki gün
sonra ise yine önemli bir olay
vuku buldu. Bosna-Hersek
Genelkurmay Başkanı Anto
Jelec’in içinde bulunduğu aracın
girmek üzere olduğu tünelde bir
patlayıcı infilak ettirildi. Patlamada General Jelec ve çevresindeki kimsenin yaralanmadığı
ifade edildi. Bosna polisi, yaptığı
araştırmalar sonucu bombayı
tünele atan saldırganların aracına ulaştı ve gözaltına aldı. Olaya
dair henüz somut bir bilgi yok.
>> Hafif yaralı bir asker de Saraybosna Klinik Merkezi’ndeki
tedavisinin ardından taburcu
edildi.
Bosna-Hersek Federasyonu
Emniyet Müdürü Dragan Lukac,
failin otomatik silah kullandığını tespit ettiklerini aktararak,
“Saldırının sıradan bir cinayet
mi, yoksa bir terör eylemi mi
olduğunu söylemek için erken.
Yapılan araştırmaların sonu-
Bosna-Hersek bu gündem
üzerine konuşadursun,
Suriye’de kendini gösteren
Rusya, Balkanlarda da ihtiras
rüzgârları estirmek için bütün
gayretini sergiliyor. Daha bir buçuk ay önce Bosna Savaşı’nda
savaş suçu işlemek iddiasıyla
gözaltına alınan Sırp tecavüzcü
ve işkencecilerin hamisi Rusya,
muhtemel karışıklıklara karşı
bölgedeki Sırplara silah sevkiyatı yapıyor.
Konsolosluğumuza iğrenç saldırı
ALMANYA’nın Stuttgart kentindeki Türkiye
Başkonsolosluğu’na içi boya
dolu 10 adet torba fırlatıldı.
Stuttgart polisi tarafından yapılan olaya dair açıklamada, saldı-
20
aralık 2015
rının siyasî nedenlerle yapılıp
yapılmadığının belli olmadığı
belirtildi ve yılın esprisi yapıldı(!). Polise göre saldırı öncesinde Konsolosluğa karşı herhangi
bir tehdidin bulunmaması,
Can Gardaş’ın
başı sağ olsun!
AZERBAYCAN Devlet
Petrol Şirketi’ne (SOCAR) ait
Hazar Denizi’ndeki Güneşli
Petrol Yatağı bünyesindeki platformda çıkan yangında 1 kişi hayatını kaybetti, 33
kişi ise sağ olarak kurtarıldı.
Yangın sırasında tahliye
edilmeye çalışılırken bindikleri botun devrilmesi
sonucu kaybolan 29 çalışana ise henüz ulaşılamadı. Ülkede 1 günlük ulusal
yas ilan edilirken, Cumhurbaşkanı İlham Aliyev,
yapılan yazılı açıklamada,
“4 Aralık’ta Güneşli Petrol
Yatağı bünyesindeki 10. platformda güçlü kasırganın
neden olduğu kazada çok
sayıda can kaybı yaşanmıştır. Hazar’da kaybolanların
arama kurtarma çalışmaları devam ediyor. Hayatını
kaybedenlerin ailelerinin
kederini paylaşarak 6 Aralık
tarihinin ülke genelinde
ulusal yas ilan edilmesi
yönünde karar aldım” ifadesini
kullandı.
Başımız sağ olsun!
olayın siyasî sebeplerle olup
olmadığının bilinmemesinin
sebebi. Madem bizim mahallenin yumurcaklarını herhangi
bir Alman Konsolosluğu’nun
önüne yollayıp bir çelik çomak
oynattıralım da o çomak konsolosluk duvarına gelince ne tür
bir tepki verileceğini öğrenelim,
iyi mi?
Ömer Bekir Sadık
Artık İngiltere de Suriye’de!
İNGİLTERE Parlamentosu, uluslararası koalisyonun Suriye’de
IŞİD’e yönelik yürüttüğü hava operasyonlarına Birleşik Krallık’ın
katılmasına izin veren tezkereyi kabul etti.
>> Başbakan Cameron, IŞİD’i
Suriye’de bombalamanın
İngiltere’yi güvende tutacağını
söyleyerek, “IŞİD’in bize saldırmasını bekleyemeyiz. Şimdi
harekete geçmemiz gerekiyor!”
dedi. Tabiî bu tezkere kararının
alınmasından hemen bir gün
sonra, Suriye’de İngiltere’ye ait
ilk hava saldırısı gerçekleşti.
Buna göre, Güney Kıbrıs’taki
hava üssünü kullanan İngiltere
Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne
(RAF) ait 4 Tornado jetinin
havalandığı ve ikisinin de
Suriye’deki IŞİD hedeflerini
bombaladıktan sonra yerel
üsse döndüğü kaydedildi. Paris’te saldırılar oldu, Fransa Cumhurbaşkanı “Bu savaş
demektir!” dedi, Avam Kamarası Suriye’ye girilmesine izin
verdi… Dikkat et Fransa, Kraliçe
Sykess-Picot’u çiğniyor!
Vicdansızlık!
ABD’nin California eyaletine
bağlı San Bernardino kentinde
engellilerin hizmet aldığı bir
sosyal hizmet binasına silahlı
kişilerce saldırı düzenlendi.
Dünya Engelliler Günü’nde
yapılan bu korkunç baskında
ölenlerin sayısı 14. Saldırıda 17
kişi de yaralandı. Polis, öldürülen saldırganların isimlerini
Seyid Rıdvan Faruk ve eşi Taşfin Malik olarak açıkladı.
Yetkililer, saldırı sırasında
Faruk ile eşinin askerî kıyafetler giydiğini, saldırı tipi tüfek ve
yarı otomatik tabanca kullandığını kaydetti. Saldırının ardından sosyal hizmetler merkezinde yapılan araştırmada üç de
patlayıcının bulunduğu belirtildi. Faruk’un eniştesi Farhan
Han, aile olarak büyük şaşkınlık yaşadıklarını ifade etti. Amerikan İslâmî İlişkiler Merkezi’nde
gazetecilerin sorularını yanıtlayan Han, Faruk ile en son bir
hafta önce konuştuğunu belirtti
ve “Böyle bir şey yapabileceği
hayatta aklıma gelmezdi. Şok
oldum!” dedi.
Suudi
Arabistan’dan
İsrail’e net tavır!
SUUDİ Arabistan Sivil Havacılık Genel Kurumu, hiçbir
İsrail uçağının ülkelerinin
hava sahasından geçmesine
izin vermediklerini belirtti.
Kurumun yaptığı yazılı açıklamada, İsrail havaalanlarından kalkan veya İsrail’e giden
herhangi bir uçağın Suudi
Arabistan hava sahasında
uçmasına izin verilmediği
ve söz konusu uygulamanın
Havacılık Kılavuzu’nda yazılı
olduğu ifade edildi. Suudi
Arabistan Hava Yolları, Mayıs
ayında Suudi Arabistan’dan
kiraladığı uçağı Ben Gurion
Uluslararası Havalimanı’na
indiren Portekiz şirketiyle
anlaşmasını bitirdiğini ve
şirket hakkında yasal işlem
başlattığını duyurmuştu.
Mazereti
ten rengi
FRANSA’nın Cambrai
kentinde, sokak ortasında
Türk asıllı bir kişiye sırf ten
rengi nedeniyle ateş açıldı.
Cambrai Valiliği, bir kişinin
“teninin rengi nedeniyle”
silahlı saldırıya uğradığını,
saldırganın ise intihar ettiğini
açıkladı. Hayatî tehlikesi
bulunmayan vatandaşımızın
sırtından vurulduğu bilgisi
alındı. İsminin Enis olduğu
öğrenilen vatandaşımıza
ateş eden saldırganın aracında saldırı anında bulunan
iki tanık da sorgularında bu
saldırının sadece “görüntü”
nedeniyle gerçekleştiğini
belirtti. Ten rengi beyaz
dışındaki renklerden oluşanların bundan böyle Fransa’da
dikkatli olmaları gerekecek
anlaşılan; zira eşzamanlı
saldırılar burayı Teksas’a
çevirmiş bile… aralık 2015
21
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
22
Evet, “tarafsızlık” kelimesi üç değil, dört hece… Ancak o başlıkla birlikte ülkemizdeki
“tarafsızlık” kavramının nasıl bir eksiklikle anlaşıldığına ve uygulandığına dair bir mizah
geliştirmeye çalıştık. Zira tarafsızlık, RTÜK’e tenkidini yöneltirken, RTÜK’ün kapattığı
medya grubunun yanlışını da gösterebilmekti. Bunu başarabilirsek ne mutlu!
“Tarafsızlık” dediğin üç hece
1
KASIM’ın üzerinden bir ay geçti, ancak seçime dair yapılan televizyon yayınlarıyla ilgili
olarak hâlâ konuşuyoruz. Çünkü ülkemizde
“Radyo ve Televizyon Üst Kurulu” adında
tuhaf bir bürokrasi malzemesi var.
aralık 2015
Sırf milletin daha huzurlu biçimde medya takip etmesi için elinden geleni ardına
koymayan RTÜK, belli çerçevelerle belirlenmiş olan “tarafsızlık” ilkesinden de sapmıyor. Biri doğrudan küfür mü etti? RTÜK
kesiyor cezayı! Biri doğrudan bir siyasî
partiyi mi savundu? Hop, RTÜK orada!
RTÜK istiyor ki, milletin alayı dansöz
gibi kıvırsın, önüne gelen münafıklık
edip salladığı küfrü veya hakareti ustaca
dillendirebilsin. Ama kimi buna ayak
uyduramıyor, RTÜK de cezasını kesiyor.
Mesele siyasî gündem seçim sürecine
kilitliyse, bu sefer bir de “Yüksek Seçim
Kurulu” adındaki -aynı bürokrasi ve darbe
kaynağından beslenen- malzemeyle ortak
hareket ediyor.
>> RTÜK, elinde bulundurduğu yetkiler
dâhilinde Türkiye’deki bütün radyo ve
televizyon yayınlarını takip ediyor, denetliyor, gerektiğinde yayını gerçekleştiren
organları cezalandırıyor. Tabiî bu noktada
halk için ortaya koyduğu muhteşem ötesi
hizmetler de mevcut(!). Mesela hangi yayından rahatsızlık duyduysanız şikâyet
ediyor, “Ey şanlı RTÜK, bunu da cezalandır
bunu da!” diyebiliyorsunuz.
RTÜK, sırf bu millet daha huzurlu yaşayabilsin diye öyle acayip bir sorumluluk
hissediyor ki üzerinde, bu sorumluluğu
en iyi şekilde nasıl kullanacağını dahi
şaşırıyor. Bu heyecanla insan ötesi çözümlemeler sunuyor halka(!). Mesela gece 21
sularında televizyon izleyen her vatandaş
“Bugünlük bu kadar yeter!” veya “Şimdi
uyku zamanı!” gibi bilinçli spotlarla uyarılıyor. En önemlisi de, “akıllı işaretler” denen
uygulamayla kimin neyi kimlerle izleyip
ne tür önlemler alması gerektiğine RTÜK
tarafından karar veriliyor.
Örneğin 1 Kasım sonrasında RTÜK,
YSK ile ortak hareket ederek Turkuvaz
Medya’ya ait A Haber’e, tek tip yayıncılık
yaptığı gerekçesiyle ceza üstüne ceza yağdırdı. Malûm, önceleri bu ceza ekrandaki
simsiyah ekranın üzerine yazılı kapama
gerekçesiyle “günlük” biçimde uygulanırdı.
Şimdi ise hangi program içeriği sebebiyle
ceza kesildiyse, o programın yayın kuşağına RTÜK’ün belirlediği “bilgilendirici
programlar” (!) yerleştirilerek uygulanıyor.
Bu bilgilendirici programların absürtlüğü
ise ayrı bir yazı konusu. Benim yaptığım
belgesel millete “ceza” diye izletilse vallahi
isyan ederdim(!)…
Ancak bir sıkıntı var ortada! Bu cezalardan tek nasip alanlar, A Haber gibi millî
yayın yapan medya organları… Fakat bunun sebebini az önce belirtmiştik: Kıvırmadan, dosdoğru, örtmeden, algı yürütmeden
yapılan yayın ceza alıyor. Ama kıvırarak,
algı yürüterek, örterek edilen ihanetler ve
hakaretler, her saniye televizyon izlemekten yorgun düşen bürokratlar tarafından
algılanamıyor, dolayısıyla cezaya da uğramıyor(!).
A Haber, bu süreçte RTÜK’ten en çok
ceza yiyen televizyon kanalı. Öyle ki,
tartışma programlarındaki konukların
yaptığı yorumlar bile cezaya bahane edildi.
Türkiye’nin gerçeklerini anlatan “Hatırla!”
isimli belgesel bile ceza sebebi oldu. Bu tür
millî yayınların aksini yapan paralel medya kanallarına şimdi erişim güç; peki, daha
önce bundan dolayı hiç yayınları kesildi
mi? Hiç!
Uluğ Bayındır // [email protected]
A Haber’e ceza üstüne ceza yağdıran YSK ve RTÜK, örneğin doğrudan
terör örgütü PKK propagandası yapan
İMC TV’yi görmezden gelmekte. 7
Haziran ve 1 Kasım seçimleri sürecinde her gün PKK lehine yayın yapan
İMC TV, ekranlarını Türkiye Cumhuriyeti ve güvenlik güçlerine karşı kara
propaganda aracına dönüştürüyor.
Başta Kandil’deki KCK yöneticileri
Cemil Bayık ve Murat Karayılan olmak
üzere onlarca PKK’lıyla özel röportaj
yapan kanal, PKK sözcülüğü yapıyor.
Şu aralarda Putin sözcüsü oldular.
Ama buna rağmen 1 saat bile kapatma
cezası verilmedi. Bu arada, terör örgütü propagandası yaptığı gerekçesiyle
uydu yayınından kaldırılan paralel
kanallar gibi, söz konusu bu kanalın
da bir an evvel servis dışı bırakılması
gerekiyor!
Rus medyasından spor haberleri
G
ALATASARAY A.Ş. Futbol A Takımı, A Millî
Futbol Takımımızın yapacağı hazırlık karşılaşması sebebiyle verilen arada BosnaHersek’e giderek bir dostluk maçı oynadı.
Bosna-Hersek’in son şampiyonu Saraybosna ile yapılan müsabaka 3-3 berabere bitti.
Tabiî RTÜK’ün bu anlayışı millî
şuura dayalı yayınlar için de ayrı bir
çerçeve oluşturuyor. Vatandaşlar
tarafından her gün şikâyet edilen şeytan malzemesi programlar, diziler ve
filmler rahat rahat yayınlanadursun,
millî kimliğe vurgu yapan programlar
ve diziler de RTÜK’ün cezalarından
nasipleniyorlar.
A Haber’in bir nevi ağabeyi olan
ATV, yaptığı programlar, yayınladığı
diziler ve kamuoyuna sunduğu yarışma programlarıyla büyük tepki topluyor. Bu noktada RTÜK, A Haber’e değil
de ATV’ye kesse cezayı, vallahi yeridir!
Geçen ay Mars’ta bulunan tuzlu su
haberinin hemen ertesi günü yayınlanan dinî sohbet içerikli bir programda
ekrana yansıtılan spot soru şuydu:
“Mars’taki suyla abdest alınır mı?”
Şimdi gelelim başlığa… Evet, “tarafsızlık” kelimesi üç değil, dört hece…
Ancak o başlıkla birlikte ülkemizdeki
“tarafsızlık” kavramının nasıl bir eksiklikle anlaşıldığına ve uygulandığına
dair bir mizah geliştirmeye çalıştık.
Zira tarafsızlık, RTÜK’e tenkidini yöneltirken, RTÜK’ün kapattığı medya
grubunun yanlışını da gösterebilmekti. Bunu başarabilirsek ne mutlu!
Reis Bey’i
hatırlatır
Ü
STAD
Necip Fazıl
Kısakürek’in “Reis
Bey” adlı tiyatro eseri
herkesçe malumdur.
Bir ceza hâkimi olduğu için etrafınca “Reis
Bey” diye anılan başkarakter, bir komplo
sonucu cezaevine
girer.
Cezaevinde türlü
insanlarla tanışır.
Bunlardan biri, polisler tarafından o kadar
çok sıkıştırılmış ve
öyle çok suçu üzerine
almıştır ki, korkusundan her cinayet için
“Onu da ben öldürdüm” der…
Tabiî A Haber’e yapılan bu haksızlığı
dillendirip millî medyanın yanında
olduğumuzu belirtirken, yine bir
örnek üzerinden farklı bir hatırlatma
yapmak isterim.
Tamam, birileri Müslümanın ferasetiyle dalga geçiyor ama birileri de
buna ayak uyduruyor. Sonra birileri
de çıkıp bu milletin insanını, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sevenleri işte bu tür
programları izlemekle suçlayıp “göbeğini kaşıyan adam” veya “bidon kafalı”
gibi densiz etiketlerle sıfatlandırıyor.
Millî medyanın bu tip artıklardan
kurtulması şart!
Bazen her şey
>> Şimdi bir ara bilgiyi, daha
doğrusu hatırlatmayı paylaşalım: Balkanlarda Sırpların
en büyük destekçisi Ruslardır.
Rusya için Sırbistan ve bölgedeki bütün Sırplar çok çok
önemlidir.
Tekrar karşılaşmaya dair habere dönelim… Galatasaray’ın
kardeş Bosna-Hersek temsilcisi
Saraybosna takımı ve takımın şehri olan Saraybosna,
ülkemizde baskı yapan Sözcü gazetesi tarafından şöyle
yayınlandı: Saraybosna bir Sırbistan vilayeti, dolayısıyla
Galatasaray’ın dostluk maçındaki rakibi Saraybosna da bir
Sırbistan temsilcisi…
Sözcü, haberi aynen şöyle
girdi: “Hazırlık karşılaşmasında
Sırbistan’ın Sarajevo takımıyla
karşılaşan Galatasaray, deplasmandan 3-3’lük beraberlikle
ayrıldı.” Bu karşılaşma, Rusya ile
aramızdaki uçak düşürme
krizinden evvel yapılmış,
hatta bu haber de yaklaşık bir
ay önceki dönemde kalmıştı.
Uçak krizinde Türkiye yerine
Rusya’nın yanında cephe alan
ihanet medyasının bugünlerde
yaptıkları akla gelince, BosnaHersek’e nasıl baktıklarını
kavramak da kolaylaşıyor.
Evet, bu şebeke o sıfatı hak
ediyor: “Rus medyası”…
Paris’te 132 kişinin
ölümüne neden olan
ve IŞİD terör örgütünün üstlendiği katliamın ardından, ülkemizde baskı yapan
Cumhuriyet ve Sözcü
gazeteleri Türkiye’yi
hedef alan haberler
yapmaktan çekinmedi. İki gazete de terör
saldırısı faillerinin
Türkiye’den geçtiğini
duyurdu. Cumhuriyet gazetesi “Katliamın yolu Ege’den
geçti” manşetiyle çıktı
ve şöyle bir spot kullandı: “Paris barbarlığında Türkiye-Suriye
bağlantısı büyüyor!”
Sözcü ise haberinde,
“2 saldırganda sahte
Türk pasaportu çıktı”
başlığını kullandı.
Cumhuriyet ve
Sözcü’nün kime çalıştığını, hangi birimin
polisi olduğunu az
biraz tahmin edebiliyoruz tabiî. Ancak bu
iki polis şunu bilmeli:
Bu ülke, her suçu
üstlenecek bir saftirik
değildir!
aralık 2015
23
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
24
aralık 2015
Rus medyasında
Uluğ Bayındır
“doğalgaz kesintisi” yorumları
P
ARALEL İhanet Çetesi’nin yayın organlarından olan Zaman gazetesinde, Rusya ile girilen uçak düşürme krizinin
ardından ortaya atılan doğalgaz kesintisine dair yapılan
İsmail Altunsoy imzalı (27 Kasım 2015) analizi yorumsuz
olarak buraya aktaralım öncelikle:
“Doğalgaz kesilirse
faturası ağır olur!
Rusya’dan gelen doğalgazda yaşanacak muhtemel bir
kesinti, elektrik santrallerini,
sanayi ve konutları doğrudan
etkileyecek. Kesinti, en fazla
nüfusun ve sanayinin yoğunlaştığı Marmara ve İç Anadolu
bölgelerini vuracak. Gaz akışının durmasıyla ortaya çıkacak
açığın başka bir kaynaktan
sağlanamayacak olması krizi derinleştiriyor.
Havalar soğumaya başladı. Doğalgaz tüketiminin her yıl
rekor kırdığı bu aylarda Türkiye ile Rusya arasında siyasî kriz
patlak verdi. Krizin ekonomiye
yansıması, ‘Rusya’dan gaz akışı
kesilir mi?’ endişelerini daha
da arttırdı. Türkiye için en fazla
doğalgazın alındığı Rusya’dan
yaşanacak muhtemel bir gaz
kesintisinin faturası ağır olacak.
Bazı e santrallerinde üretimin durması, sanayide yavaşlama ve konutların soğukta
kalması gibi olumsuzlukların
yaşanacağı kesintilerden en
fazla nüfusun ve sanayinin
yoğunlaştığı Marmara ve İç
Anadolu Bölgesi’ni etkileyecek.
Ancak kesinti nedeniyle ulusal
doğalgaz şebekesinde yaşanacak dengesizlik, diğer bölgeleri
de etkileyecek. İran’ın soğuk
havalarda doğalgazı kestiği
ve Azerbaycan’ın da üretim
kapasitesinin sınırlı olduğu
düşünülürse, gaz aboneleri
için zor bir kış söz konusu.
Rusya’dan alınan gaz için fazla
alternatif kaynak olmaması da
Enerji Yönetimi’nin elini kolunu bağlıyor.
Kısa dönemde yapılabilecek
bir şey olmasa da petrol ve kömür stoklarının arttırılması, az
da olsa rahat nefes aldırabilir.
En önemlisi de, iki ülke arasındaki krizi doğalgazdan uzak
tutmak gerekiyor.
Enerji Piyasası Düzenleme
Kurumu (EPDK) ile Boru Hatları
ile Petrol Taşıma A.Ş. (BOTAŞ)
verilerine göre yıllık yaklaşık
50 milyar metreküpü bulan gaz
ithalatının yarıya yakını elektrik üretiminde kullanılıyor.
BOTAŞ ve özel şirketler tarafından tüketime sunulan gazın
yüzde 18’i konutlarda, yüzde
25’i sanayide kullanılıyor. Geri
kalan bölüm ise ulaşım ve
gübre sanayiine gidiyor. Doğalgaz, Rusya’nın yanında İran ve
Azerbaycan’dan boru hattıyla,
Nijerya ve Cezayir’den de LNG
(sıvılaştırılmış doğalgaz) olarak
ithal ediliyor. Ayrıca talebin
arttığı dönemlerde Marmara ve
Ege LNG tesislerinin yanında
Silivri Yeraltı Doğalgaz Deposu
da devreye alınıyor.
İthal edilen doğalgazın
yüzde 92’si elektrik üretimi,
konut ve sanayide tüketiliyor.
Türkiye-Rusya arasında gerginliğin ekonomiye yansıması, en
çok bu 3 sektörü etkileyecek.
Çünkü Rusya’dan Batı Hattı
ile BOTAŞ ve özel şirketlerin
ithal ettiği doğalgaz, nüfusun
ve sanayinin yoğunlaştığı Marmara Bölgesi’nde tüketiliyor.
Yine Rusya’dan gelen Mavi
Akım gazı (Karadeniz), orta
ölçekli sanayinin yer aldığı İç
Anadolu’da kullanılıyor. Elektrik tüketiminin yanında sanayi
kuruluşlarının yoğun doğalgaz
talebi, kesinti halinde üretimlerini olumsuz etkileyecek. Rus
gazında yaşanacak kesinti ile
ortaya çıkacak açığın başka
bir kaynaktan sağlanamayacak olması da muhtemel krizi
içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Çünkü Türkiye’nin gaz alımı
için fazla kaynak çeşitliliği
yok. Kaynak çeşitliliği olsa bile,
alınacak gazın ulusal iletim
şebekesine verilmesi mümkün
olmayacak. Nedeni, günlük
yaklaşık 200 milyon metreküp
olan taşıma kapasitesinin
yarısı Ruslara ait (Batı ve Mavi
Akım). İthal edilecek gazın bu
iki hattan şebekeye verilmesi
mümkün değil.
Öte yandan Enerji Yönetimi,
tüketimin arttığı dönemlerde
kamu elektrik santrallerini
ikincil yakıta geçirerek (fuel oil,
motorin gibi) konutlarda ısınma amaçlı gaz ihtiyacını karşılıyordu. Rusya gibi ana tedarikçinin devre dışı kalacak olması
bu çözümü de zora sokacak.
Doğalgaz açısından sorunsuz
veya en az sorunlu bir kış yaşamak için kısa dönemde yapılacak iş, Rusya’dan gaz akışının
sağlanması olacak.”
Altunsoy, 3 Aralık 2015 günü
yaptığı analizde ise, Türkiye
tarafından açılan stratejik
kartların değersizliğinden bahsediyor. Altunsoy’a göre ceylan
olup boynumuzu uzatsak ve
çakala “Gel de ısır!” desek yeri
(bunun daha kaba olanını belirtmek imtina ediyoruz tabiî)…
“Katar doğalgazı çözüm olur
mu?
Kamu şirketi Boru Hatları
ile Petrol Taşıma AŞ (BOTAŞ),
Katar Milli Petrol Şirketi ile
uzun vadeli LNG (sıvılaştırılmış
doğalgaz) alımı için ön mutabakat zaptı imzalandığını açıkladı. Türkiye ile Rusya arasında
yaşanan siyasî krize denk gelen
anlaşma, önemli gibi gözükse
de aslında kısa dönemde yaşanacak muhtemel doğalgaz kesintileri için çözüm adına hiçbir
anlam ifade etmiyor. Çünkü
Türkiye’nin LNG dönüşüm (sıvı
gazın boru gazına çevrilmesi)
kapasitesi sınırlı. Var olan kapasite de Cezayir ve Nijerya’dan
alınan gaz için kullanılıyor.
Ayrıca zor dönemlerde yapılan anlaşmalar daima alıcının
aleyhine hükümler taşır. Örnek
olarak 1996’daki Türkiye-İran
doğalgaz alım anlaşmasını gösterebiliriz. Zor şartlarda yapılan
anlaşma, bugün Türkiye’nin
en pahalı doğalgazı almasına
sebep oldu.
Türkiye, yıllık yaklaşık 50
milyar metreküp doğalgaz tüketiyor. İhtiyaç duyulan doğalgaz
Rusya, İran ve Azerbaycan’dan
boru hatlarıyla, Cezayir ve
Nijerya’dan da sıvılaştırılmış
(LNG) gaz şeklinde alınıyor.
Ayrıca acil durumlarda da spot
piyasadan LNG alınarak ihtiyaç
karşılanıyor. Yine Marmara’daki
Yeraltı Doğalgaz Deposu da acil
durumlarda devreye sokuluyor.
İthal edilen doğalgaz, hemen
ulusal şebekeye verilemiyor.
Türkiye’nin halen günlük tüketim için ulusal şebekesine en
fazla 190-200 milyon metreküp
doğalgaz verebiliyor. Bu kapasitenin yaklaşık 40 milyon
metreküpü LNG’ye ait. Geri
kalan bölüm ise boru gazı. Boru
gazında en fazla kapasiteyi
Rusya kullanıyor (100 milyon
metreküp). Bu sebeple alınacak
LNG ve boru gazı için öncelikle
ulusal şebeke altyapısı (boru
hattı, dönüşüm tesisi gibi) yeter
hale getirilmeli. Özellikle LNG
gazı için hem stoklama hem de
dönüşüm kapasitesi artırılmalı.
Çünkü gazda talep artışı daha
çok kış aylarına yoğunlaşıyor.
Kışın da fırtınalı hava sebebiyle
LNG tankerlerinin limanlara
yanaşmasında zaman zaman
sorunlar yaşanıyor...”
Bu gazeteyi okuyanlar hâlâ
biricik hocalarından Fatih’in
torunları olduklarını dinliyorlardır herhalde. Okudukları adamcıkların ne kadar önemli realitelerle konuştuklarının farkına
varıyorlardır sanırım. Öyleyse
söyleyelim, belki inanırlar: O
gemiler karadan yürümedi, üç
harfliler götürdü(!)…
(“Üç harfli” esprisi, biricik hocalarının yazdığı “Asrın Getirdiği
Tereddütler” adlı kitap serisiyle
alakalıdır.)
aralık 2015
25
haberajanda
Perspektif
Peki, bizzat “kâfir” olarak Batı görülüyorken, kendisi doğrudan bu riski
neden arttırsın ki? Bu çarpık anlayış
çok tehlikeli iken, Batı bunu neden
doğrudan ve bizzat organize etsin ki?
Bu iki sorunun çok mantıklı bir sebebi
var: Kâfire savaş açmak için “İslam
Devleti” şartı ileri sürülerek Müslümanların kafalarına “cihat” adı altında
“Senin devletin kâfir! Önce onu İslam
Devleti’ne dönüştür ki Batı ile mücadele edebilesin” telkini yapılmıştır
ve sonuç alınmıştır. Çünkü bu çarpık
cihat fikrine kavuşmuş birçok örgüt
kuruludur. Onun için İslam dünyasında sözde cihat fikrine sahip Müslümanların arasında kendi devletlerine
olan nefreti Batı’ya olan nefret ve
kinden yüzlerce kat daha fazla olan
akımlar ve gruplar var olmuştur.
SINIRI AŞA
Bitmeyen dizi: Büyük Ortadoğu Projesi
İSLÂM
dünyasının iki yüzyıldır
“değişmeyen hâlleri” ve “Mümin aynı delikten iki defa
ısırılmaz!” şeklindeki mübarek tavsiyeye rağmen ısırıldığı yeri evi bellemiş bir bağımlılık durumu
hep aynı senaryonun sadece farklı oyuncular tarafından filmleştirilmesi
ile sonuçlanmaktadır. Neden? Çünkü Ortadoğu, dünya arabasının benzin
istasyonu… Üstelik çok sık “yangın” yerine dönen ve patlamaların hiç bitmediği bir istasyon...
>> Bu benzin istasyonunun birçok yerinde
“Besmele” ve “Allahu
Ekber” yazılı; çalışanların
ağzından din vaazı eksik
değil. Fakat ilişkileri,
ahlakı, hesapları, iddiaları
belirleyen öz, “petrolün
patronu” olmak…
Ortadoğu’daki petrolü
26
aralık 2015
elde tutma noktasında
dünyadaki birçok ülkenin
bu bölgedeki en bayatlamış numarası “kukla
değiştirmek için terör bahanesi” planını gerçekleştirmek. Bugün bile “DAİŞ
aşağı, DAİŞ yukarı” propagandasının özünde ne
var? Yine petrol...
Dünyanın terör örgütü
dediği bir yapı, muazzam
bir petrol işletimine ve
satışına sahip. Bu iflah
olmaz oyunun ve sahtekâr
hesapların dikkatleri
dağıtmak için kullanıldığı
bir tiyatro oyunu var:
İslamofobi!
Müslüman dünya bu
Sedat Servet Hocaoğulları
[email protected]
N CİHAT: SURİYE
oyunla meşgul edilirken, öte
tarafta Ortadoğu’nun yeraltı ve
yerüstü kaynakları iki yüzyıldır
sömürülüyor. Özellikle İslamofobi ile mücadele etmeyi marifet sanan “aymaz ve caymaz”
bir dindarlık anlayışı var ki, bu
anlayış adeta barış güvercini
kostümüyle dünya turuna çıkadursun, dünya Ortadoğu’yu kan
gölüne çevirmeye devam ediyor.
Peki, bunu her defasında kesin
sonuç alarak nasıl başarıyor?
Bu konuda çok basit bir
yöntem kullanılıyor: Devlet
düşmanlığı İslam’ın altıncı
şartlanmışlığı olan “cihat”…
Müslüman tarihinde anlam
ve bağlamından çıkarılmış, içi
boşaltılıp bambaşka bir içerikte
kullanılmış ve en tehlikeli olarak
da “yönü ve muhatabı belirsiz-
leştirilmiş” bir intihar yöntemine
evrilmiş bir değer ve kavram
varsa, sanırım bu en başta “cihat”
kavramı ve kültürüdür.
Batı, iki yüzyıldır Müslümanların zihnine çarpık bir
cihat tanımı yerleştirmeyi
başarmıştır. Bu tanım şudur:
“Kâfirleri öldürmek sadece
savaş durumlarında olmaz; bir
kâfir öldürmek için çok sebep
var edilebilir!”
Peki, bizzat “kâfir” olarak
Batı görülüyorken, kendisi
doğrudan bu riski neden arttırsın ki? Bu çarpık anlayış çok
tehlikeli iken, Batı bunu neden
doğrudan ve bizzat organize
etsin ki? Bu iki sorunun çok
mantıklı bir sebebi var: Kâfire
savaş açmak için “İslam Devleti” şartı ileri sürülerek Müslü-
manların kafalarına “cihat” adı
altında “Senin devletin kâfir!
Önce onu İslam Devleti’ne
dönüştür ki Batı ile mücadele
edebilesin” telkini yapılmıştır
ve sonuç alınmıştır. Çünkü bu
çarpık cihat fikrine kavuşmuş
birçok örgüt kuruludur. Onun
için İslam dünyasında sözde cihat fikrine sahip Müslümanların arasında kendi devletlerine
olan nefreti Batı’ya olan nefret
ve kinden yüzlerce kat daha
fazla olan akımlar ve gruplar
var olmuştur.
Nitekim bu örgütler, Batı’dan
önce kendi devletlerine yönelik,
yine Batı tarafından kullanılan
şiddet sarmalının öncü sebebi
ve kaynağı haline gelmişlerdir.
Hatta Batı, böylelikle birçok
devleti kendi Müslüman halkı
ile tehdit etmiştir. İki yüzyıldır
bu oyun adeta dünya turnesine
çıkar gibi geleneksel biçimde
dolaşmaktadır.
Oysa cihat, toplumların İslamlaştırılması noktasında her
türlü çabayı anlatan bir kavramdır. Toplumların İslamlaştırılması ise eğitim, kültür, sanat,
estetik, ahlak, adalet ve bilgi
gibi, “insan” odaklı her şeyin
İslam kaynağından beslenmesidir. Ancak maalesef, Batı’nın
klasik kavramlarla oynaması
sonucunda cihat kavramı yönünü devlete çevirmiştir. Bu yönelişe devlet de “derin” bir karşılık
vermiştir. Böylece şiddetli çatışma kaçınılmaz olmuştur.
Derinleştikçe
öldüren Müslüman
aralık 2015
27
haberajanda
Perspektif
Görünen ve artık gerçeği
yansıtan bir fiilî durum var:
“Müslüman” ve “öldürmek”
fiili arasındaki ilişki, iki
yüzyıldır belirgin bir artış
göstermiştir. Bu ilişkiyi kuran
ve kurgulayanlar “bazı Müslümanlar” olarak görülebilir
veya gösterilebilirler. Ancak
fiilî bir durum var.
Çok ilginçtir, Müslümanlar ilimde derinleştikçe
öldürmek noktasında zihin
olarak “geniş meşrep, radikal
mezhep” gergefinde masum
insanları öldürmeyi meşrulaştıran bir “sapma” içine
düşebilmektedirler. Bunun
nedeni ise “savaş fıkhı” eksenli İslâmî eserlerin sanki
birer ahlak, iman, akide eseri
gibi algılatılmasıdır. Yani
cihat kavramını dönüştüren
üst akıl, bunu fıkhî eserlerle
yapmaktadır. Özellikle fıkıh
eğitimi alan Ortadoğu’daki
birçok adres, bunun için birer
üs(t) akıl olarak işlevlendirilmişlerdir. Nitekim DAİŞ aslında bir petrol mafyası iken,
maske olarak cihat kültürünü
kullanmaktadır.
Bu nedenle gerçekten
Batı(lı) kâafirlerle mücadele
ettiğine inanan cihatçı birçok
grup, gidip DAİŞ şemsiyesi
altında savaşmaktadır. Böylelikle DAİŞ, insan kaynağını
bu algıdan besleyebilmektedir.
Oysa çok dikkatli incelendiğinde şu tehlike fark edilecektir: Ortadoğu’daki devletler de Batı ile işbirliği içinde,
kendi derin devlet kanadıyla
bazı “provokatif cihat eylemleri” organize ederek istediği
örgüte her türlü operasyonu
yapmak için malzeme toplamaktadırlar. Bu “basit”
denklemi olan, fakat karmaşık ilişki görüntüsü verebilen
“Büyük Ortadoğu Projesi”,
kendini “Ortadoğu’nun demokratikleşmesi programı”
28
aralık 2015
Gülen bu bağlamda, “Suriye” konusunda başından beri pozisyon aldırılmış bir figürandır. Çünkü Suriye politikasında inisiyatif almış ve başarılı olmuş bir Erdoğan demek,
Ortadoğu dengelerinin değişmesi demektir. Küresel güçler direkt Erdoğan’ı “cihatçı”
diye suçlayamayacakları için, bu zavallı hocanın ağzıyla “İslamcılık” adı altında aynı
kapıya çıkacak bir başka yol kullanmışlardır. Suriye bağlamında sınır ihlali sebebiyle
düşürülen Rus uçağının oluşturduğu kriz içinde Putin’in bile ilk demeçlerde “Erdoğan
Türkiye’yi İslamlaştırıyor, Rusya’daki cihatçıları Türkiye’de barındırıyor!” demesi, aynı
taktiğin canlandırılmasına yönelik bir kışkırtmadır.
Sedat Servet Hocaoğulları
olarak etiketleyebilmiştir. Bu
bağlamda bu büyük oyunu bozma çabasına girecek
herhangi bir ülkenin, içine
gireceği süreçte büyük riskleri
üstlenmek durumunda kalacağı ortadadır. Bu noktada kritik
soru şudur: Türkiye bu riski
üstlenmiş midir?
Türkiye: Oyun
bozan mı, oyun
kuran mı?
Fethullah Gülen isminin
“şöhret şehvetinde titreyen
hoca” ve “kıyamet öncesinde
beklenen kurtarıcı aziz” tanımları arasında tartışılmasının orijinal sebebi, Gülen’in
“cihatçı gammazcısı” diye
ünlenmesidir. Yani Gülen, kırk
yıldır vaazlarında, yazılarında,
sohbetlerinde sürekli Batı’ya
Ortadoğu’daki “cihatçı” hareketleri ispiyonlayan ve onların
ne kadar tehlikeli olduğunu
anlatmaya çalışan biri olarak
bilinmeye gayret etmiş ve
kendisini de İslamofobi’nin
panzehri olarak algılatmaya
çalışmıştır. Öyle ki, hayatı bu
“gizli tanık” hikâyeleriyle doludur. Nitekim günü geldiğinde,
kendi geleceğini göğertmek
ve yeşertmek adına Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanı Recep
Tayyip Erdoğan’ı da Batı’ya
“cihatçıların destekçisi” diye
gammazlamış, hatta onu
tutuklatıp yargılatmak için
kumpas kurmayı bile göze
alabilmiştir.
Erdoğan’ı DAİŞ destekçisi diye sunma gayreti ve
bu bağlamda MİT tırlarına
operasyon yaparak Erdoğan’ı
“terör destekçisi” algısı içinde
uluslararası alanda mahkûm
etmeye de çalışmıştır Gülen.
Neden? Bu sorunun cevabı
ayrı bir yazı konusudur, ancak
soruyu ortada bırakmamak için
bir şeye işaret edebiliriz: Politik
dindarlık projesi, Batı’nın “yeni
taktiklerinden biri”dir. Yani
Batı’nın istediği tarzda bir
Müslümanlık anlayışının gelişmesi için kullandığı ve Gülen
örneğinde somutlaşan yeni bir
taktiktir. Bir adresi “cihatçı”
göstermek ve bir başka adresi
de “örnek Müslüman” etiketiyle cihatçıların deşifresi için
kullanmak…
Dikkat çekmek isteriz ki,
Gülen’in sözlüğünde “cihatçılar” ayrı bir niteleme ile ispiyonlanır: “İslamcılık”…
Gülen’in İslam dünyasına
yönelik en büyük ihaneti, Batı
algısındaki “Terör eşittir cihatçılar” formülünü Türkiye’ye
tercüme ederken “İslamcılık”
kavramını kullanmasıdır.
Çünkü Gülen, “İslamcılık”
kavramının Batı dünyasındaki tam karşılığının yukarıda
çerçevesini verdiğimiz çarpık
“cihatçılık” ile aynı anlama
sahip olduğunu bilmekte ve
öyle kullanmaktadır. Nitekim
17 Aralık operasyonundan bu
yana Gülen medyasının Erdoğan için “İslamcı” ve “siyasal
İslam” etiketiyle saldırması,
aslında Batı’nın Ortadoğu
hesaplarını ve oyunlarını bozan
Erdoğan’ın tasfiyesi ile ilgili
stratejisinin sadece bir yönüdür.
Gülen bu bağlamda, “Suriye”
konusunda başından beri pozisyon aldırılmış bir figürandır.
Çünkü Suriye politikasında
inisiyatif almış ve başarılı olmuş bir Erdoğan demek, Ortadoğu dengelerinin değişmesi
demektir. Küresel güçler direkt
Erdoğan’ı “cihatçı” diye suçlayamayacakları için, bu zavallı
hocanın ağzıyla “İslamcılık”
adı altında aynı kapıya çıkacak
bir başka yol kullanmışlardır.
Suriye bağlamında sınır ihlali
sebebiyle düşürülen Rus uçağının oluşturduğu kriz içinde
Putin’in bile ilk demeçlerde
“Erdoğan Türkiye’yi İslamlaştırıyor, Rusya’daki cihatçıları
Türkiye’de barındırıyor!” demesi, aynı taktiğin canlandırılmasına yönelik bir kışkırtmadır.
Sahi, Erdoğan Suriye’de
neye dokundu ki dünya güçlerinin uykusu kaçtı da Erdoğan’ı
“cihatçı” kartı ile durdurmak
istediler? Cevabı çok sade:
Erdoğan küresel güçlerin sahte
“cihatçı” etiketini/kartını işlevsiz kılan adımlar atıyor. Hatta
bu yüzden Erdoğan’a “Eskiden
cihatçıydı, şimdi dünyacı oldu”
suçlamasının basit düşünen ve
çoğu kompleksli, sorunlu, şöhret budalası birçok sözüm ona
“sosyal medya hocaefendisi”ne
söylettirilmesi de bu oyun
bozmanın faturasını ödetme
çabasıdır.
Demek ki Suriye’ye dokunmak, büyük bir oyunu bozma
kararıdır ve çarpık tanımlanmış “cihatçı” kartını küresel
güçlerin elinden almaktır.
Erdoğan’ın Suriye politikasını okuyamayanların “Ne gereği
vardı?” demesi, aslında iki yüzyıldır durmayan ümmet kanının daha da akmasını sağlayacak düzenin devam etmesini
savunmaktır. Nitekim konu
“petrol” olunca, Suriye’deki
Esed’i ölümüne savunan İran
ve Rusya ittifakının mantığını
çözmek için biraz dikkat yeterlidir!
Nitekim Esed’in, “Suriye
demek, sadece ben değil, çok
taraflı bir koalisyon demektir.
Erdoğan bana dokunursa
dünya dengelerine dokunmuş
olur!” demesi de bu perde arkasına işaretti.
Ancak Erdoğan bu gerçeği
bilerek bu “noktaya” dokundu.
Çünkü İslam dünyasının akan
kanı durmalıydı. Kuşkusuz bunun da bir can bedeli olacaktı.
Ancak umutsuz bir halde yüzlerce yıl aynı trajediyi yaşamak
yerine, artık bu oyuna “One
minute!” demek gerekiyordu.
Erdoğan diplomatik tüm
yolları kullandı; Suriye’de kan
dökülmeden, demokratik reformlarla çözüm olması noktasında çok çaba gösterdi. Hatta
DAİŞ tehlikesini ilk fark eden
ve tedbir alan yine Erdoğan
oldu. Fakat aldığı tedbirle suçlandı. Çünkü Erdoğan mesafe
aldı ve büyük oyunu bozmayı
başardı. Küresel güçler artık
Erdoğan’sız Ortadoğu hesapları yapamıyorlar. Bu, büyük bir
imkân ve ümmet için bir umut!
Bu sürecin sağlıklı sonuçlanması için Türkiye’de mutlaka
bir sistem değişikliği olmak
zorunda! Gerçi bazıları çıkıp
“Eskisi gibi ‘Etraf düşmanla
çevrili! Araplar hain! Bize ne
Ortadoğu’dan, Müslüman
dünyadan!’ deyip halimiz devam etseydi” diyebilir. Hatta
her gün, içine kapatılmış
ülkede asker dayağı yemeyi
de benimseyebilir. Ancak bir
“insan olmak” gerçeği var:
İnsan için insanlığını ortaya
koymazsan eğer, zaten sana
“insan” demezler!
Suriye, bir “insan özlemi”
projesi, Ortadoğu’nun yeni
umut kapısını açma çabasıdır. DAİŞ ise “yedi kocalı
Hürmüz”dür. Bu çatı altında
kâfire karşı savaştığını düşünenler ise sadece “büyük
fotoğrafı” göremeyen, görmek
istemeyen, düşmanları tarafından tanımlanmış “cihat”
kavramının kötü birer tüketicisi konumundadırlar. Değilse,
Allah için, Allah yolunda ve
Müminlere savaş açanlara karşı
mücadelenin adı “kıtal”dır,
“savaş”tır. Ve bu yolda öldürülenlere “şehit” denir. Gidip masum insanları öldürmek ve kirli
petrol savaşlarında mafyacılık
yapmanın adı “cihat” olamaz!
Çünkü cihat, insanı İslâm’lı
kılmanın esenlikli yoludur,
insanın masumiyetini korumak
için mücadele etmektir; masum insanı öldürmek değil.
Zaten vahiy ne emrediyordu? “Bir (masum) insan öldürmek, tüm insanlığı öldürmek
gibidir!” (Maide, 32)
aralık 2015
29
haberajanda
Analiz
Ülkenin adı Osmanlı değil, Türkiye... Kıyafetler
farklı. Bir de sakal
bıyık durumu
farklı. Kararlılık,
vatanseverlik, cesaret, hak hukuk
gözetme, sözünde
durma, dosta ve
düşmana karşı
tavır takınma
bakımından milim
hesabıyla dahi fark
gösteremez kimse.
Zaten dostları sevindiren, düşmanları korkutan taraf
da burası!
***
Türkiye ile Rusya
arasındaki ilişkilerin çok köklü bir
geçmişi var. Arada
pek çok savaş dönemi olduğu gibi,
yakın ilişki içinde
olduğumuz, ortak
çıkarlara sahip
bulunduğumuz
dönemler de oldu.
Zaman zaman “iki
dost ülke” tanımı
yapılsa da buna
itirazım var. Dost
değil, “düşman
olmayan iki ülke”
pozisyonundayız.
Putin, uçağın
düşürülmesinden
sonra “Arkamızdan
hançerlendik” açıklamasında bulundu
ve Türkiye’den
özür bekledi. Aslında arkasından
hançerlenen Rusya
değil, Türkiye.
Özür dilemesi gereken de biz değiliz, Putin.
30
aralık 2015
Hiçbir uçak havada kalmaz
Ya iner, ya düş
IŞİD,
ISIS, DAEŞ,
DAİŞ... Herkes başka
türlü söylüyor; kişiye ve zamana
göre değişiyor. Her ne bela ise
adı (batasıca), bizim için baştan
beri bir terör örgütü. İslam adına
savaştığını söyleyip İslam’a aykırı
hareket eden ilk örgüt olmadığını
da biliyoruz. Kendilerinden başka
kim varsa kâfir ilan etmişler ve saldırıyorlar. Katılımcıları arasında
İngiliz, Fransız, Alman, Arap, Amerikalı, Türk, ne ararsan var… >>
>> Rusya, DAEŞ ile mücadele etme görüntüsüyle
Suriye’ye girdi ve Türkmenleri vurdu. Uçakları
defalarca sınırımızı ihlal
etti. Uyarılara aldırmadılar. Angajman kurallarını
hiçe saydılar. Bizim ne
kadar ciddi olduğumuzu
mu ölçmek istiyorlardı?
Belki… Belki de “Bugüne
kadar yüzlerce defa pek
çok ülkenin sınırını ihlal
ettik, hiç kimse uçağımızı
düşürmedi. Türkler de kuru
gürültü” diye baktılar.
En üst seviyede yaptığımız uyarılara rağmen yine
Rus savaş uçakları sınır
ihlali yapınca, sonuç malum, düşürdük.
Rusya sınır ihlali olmadığında ısrarcı. Fakat havadaki bütün araçlar uydular
vasıtasıyla kayda alınırken
böyle bir açık ihlalin olmadığını iddia etmek çocukça.
“Bir arkadaşa bakıp
çıkacağım hemen” deseydi
daha masum olurdu.
***
Mehmet Şeker
[email protected]
er, ya düşürülür!
Şakacı bir hostes, uçak korkusu olan bir yolcuyu teskin
etmeye çalışırken ne diyordu?
“Korkmayın efendim! Hiçbir
uçak havada kalmaz, mutlaka
bir şekilde iner...”
Öyle hakikaten… Ya iner, ya
düşer. Yahut düşürülür.
Dünyada ilk defa bir Rus
uçağının bu gerekçeyle düşürülmesi herkesi şaşkına çevirdi.
Şaşkınlığın ötesinde, çoğunluk
tarafından takdir gördüğüne de
şahit olduk. Menfî tepki gösterenler sadece Rusya, Suriye,
İran, İsrail… Çin’in ne dediğini,
nasıl tepki gösterdiğini bilmiyorum. Benim mi gözümden
kaçtı, sessiz kalmayı mı tercih
ettiler, farkında değilim.
Erdoğan ve Davutoğlu’nun
angajman kurallarıyla ilgili
uyarıda bulunurken şaka
yapmadıkları görüldü. Esnek
davranılmayacağını, iltimas
olmayacağını, istisna uygulanmayacağını, sınırı aşan kim
olursa olsun gereken cevabın
verileceğini gösterdi Türkiye.
“Osmanlı olsaydı nasıl dav-
ranırdı?” diye bir soru geliyor
insanın aklına. Çok güçlü olduğu dönemde değil, diyelim ki
bugünkü kadar bir toprak, bugünkü kadar siyasî, ekonomik
ve askerî güce sahipken, ülkenin başında Fatih var, Yavuz var
yahut Kanuni var… Açıklanan
angajman kurallarına rağmen
geçen uçakları seyretmekle
mi yetinirlerdi? Bu sorunun
cevabı son derece basit, çocuğa
sorsanız bilir. Geçen uçağa
bakıp “Geçmişse geçmiş olsun”
demezdi hiçbiri.
Peki, bugün arada bir fark
olduğu söylenebilir mi? Şu
tür farklar var: Ülkenin adı
Osmanlı değil, Türkiye. Kıyafetler farklı. Bir de sakal bıyık
durumu farklı. Kararlılık, vatanseverlik, cesaret, hak hukuk
gözetme, sözünde durma, dosta
ve düşmana karşı tavır takınma
bakımından milim hesabıyla
dahi fark gösteremez kimse.
Zaten dostları sevindiren,
düşmanları korkutan taraf da
burası!
Bilmek gerekir ki her neslin
yükü ağır. Duvardaki bir sıra
aralık 2015
31
haberajanda
Analiz
görüşü şöyle: “Putin, Türk dış
politikasının tabutuna bir çivi
daha çaktı.”
***
İnsanlar yeni karşılaştıkları
durumları bildiklerine göre
değerlendiriyorlar. Mesela
Balkanlar seyahatine çıkanlar,
Üsküp ve Saraybosna’yı gördüklerinde Bursa’ya benzetiyorlar: “A, aynı Bursa!..”
Oradan kalkıp buraya gelenlerse, Bursa’yı kendi şehirlerine
benzetirler.
tuğlanın üstüne bir sıra daha
konulması gibi değerlendirilebilir nesillerin durumu. Her
nesil, kendinden sonrakilerin
yükünü biraz daha hafifletmek
için uğraşıyor dünya kurulalı
beri. Eğer aksi biçimde davranılırsa duvarda boşluk oluşur ve
yukarı kısımlar sıkıntıya maruz
kalır; dolayısıyla bütün duvar ve
bütün bina tehlikeye girer.
***
Bugünkü sorumluluğun
farkında olan Türkiye gerekeni
yaptı. Üzerine düşen sorumluluğa göre davrandı ve sınırlarını
ihlal eden, yapılan uyarıları
dikkate almayan Rusların uçağını düşürdü. O düşen uçakla
beraber hareket eden diğer
uçak ikazlara uyup geri dönmeseydi, o da düşürülecekti.
Bu olay, bir anda dünyanın
“1” numaralı gündem maddesi
haline geldi. Bazı medya organlarının olayı nasıl değerlendirdiğine bakalım:
The Wall Street Journal,
“Türkiye kâğıttan bir kaplanı
düşürdü” başlığıyla verdi haberi
ve şöyle bir açıklamaya yer
verdi: “Putin, dostu Merkel’i
neredeyse kendine düşman etti.
Kayda değer bir Türk dostunu
ise gerçek bir düşmana dönüştürdü. Uçağın düşürülmesi
açıkça bir kaza değildi. Türk
32
aralık 2015
hükümeti Putin’i bazı Amerikalı hayranları gibi yeterince
etkileyici bulmuyor.”
Bloomberg, Putin’in Erdoğan hakkında yanlış hükme
vardığını belirtti. The Telegraph, NATO’nun ciddi bir
önlem almayacağına inanan
Putin’in her seferinde daha da
saldırganlaştığına vurgu yaptı
ve Türkiye’nin çıkarlarını koruma konusundaki kararlılığını
hiç anlayamadığını kaydetti.
Türkiye’nin son derece haklı
olduğunu belirten Financial
Times, Rusya’nın sorumsuz
davranışları neticesi olduğuna
işaret ederek, “Ankara, yapacağını söylediği şeyi yaptı. Bunu
yapmak için her türlü hakkı
vardı” diye yazdı.
“Ey Dünya Türkmenleri, birleşin!” diyen Al-Hayat, Putin’in
darbeyi kabullenip biraz tevazu
göstermesi gerektiğini, zira
Arap coğrafyasının doğusundaki Rus çıkarlarını koruması
için İran ile ittifak kurmanın
yetmeyeceğini belirtti.
Fars Haber Ajansı ne dedi?
Türkiye’nin maceracı davrandığını ve bunu cevapsız bırakmanın Rusya’ya büyük zarar
vereceğini yazdı.
Bir de onların çok sevdikleri
ortaklarına bakalım: Haaretz’in
Rus uçağının düşürülmesi
için “İkinci ‘One minute!’ Olayı” denilmesini de bu şekilde
değerlendirebiliriz. Eğer uçak
düşürme önce olsaydı, Davos’ta
“Dönemin Başbakanı” Recep
Tayyip Erdoğan “One minute!”
diyerek “Siz öldürmeyi çok iyi
bilirsiniz” çıkışını yaptığında
şöyle değerlendirilecektik:
“İkinci uçak da düştü! Erdoğan,
Rus uçağından sonra bu defa
da İsrail’in karizmasını çizdi...”
***
Putin, Paris’teki İklim
Zirvesi’nde aile fotoğrafına
girmemek için uçağını geciktirdi. Nişan bozulunca eski
fotoğrafları makaslayan birini
gördünüz mü hiç? Gördüyseniz, Putin’in bu yaptığının aynı
tavır olduğunu kabul edersiniz.
Görmediyseniz, Putin’in fotoğrafına bakın yeter!
Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan, Paris’te Putin
ile görüşme talebinde bulundu.
Karşılık bulmadı bu talep. Aile
fotoğrafına bile girmeyen Putin, yüz yüze görüşmeye cesaret
edemedi. Yüzü yok!
Hâlbuki bu sorunlar görüşerek, konuşarak halledilir. Kaçarak, göçerek değil…
Erdoğan, “Biz bağları
korumaya gayret ediyoruz”
açıklamasında bulundu. Kast
ettiği “Ankara’nın bağları” değil
sadece, Moskova’nın da bağları
olmalı. Bağı koparırsanız, neticesi hoş gelmez!
Putin’in şu sözü hiç kulaklardan gitmeyecek: “Erdoğan,
Türkiye’yi İslâmlaştırıyor…”
Kulaklardan gitse bile hafızalarda kalacak.
Rusya, Türkiye’ye karşı hemen ambargo uygulama kararı
aldı. İhraç ürünlerimizi almayacak. İyi, almasın... Fakat oradaki Türk işadamlarına, gezmeye
gitmiş turistlere ve tahsil için
Rusya’da bulunan öğrencilerimize karşı uyguladığı ahlâk dışı
hareketlerin diplomasi tarihine
kara bir leke olarak geçtiğini
rahatlıkla ifade edebiliriz.
Türkiye ile Rusya arasındaki
ilişkilerin çok köklü bir geçmişi
var. Arada pek çok savaş dönemi olduğu gibi, yakın ilişki
içinde olduğumuz, ortak çıkarlara sahip bulunduğumuz dönemler de oldu. Zaman zaman
“iki dost ülke” tanımı yapılsa da
buna itirazım var. Dost değil,
“düşman olmayan iki ülke”
pozisyonundayız.
Putin, uçağın düşürülmesinden sonra “Arkamızdan
hançerlendik” açıklamasında
bulundu ve Türkiye’den özür
bekledi. Aslında arkasından
hançerlenen Rusya değil, Türkiye. Özür dilemesi gereken de
biz değiliz, Putin.
Türkiye’den aldıkları tarım
ürünlerine ve işçilerimize karşı
yaptırım başlatmanın ötesinde
bir de doğalgaz konusu var.
“En fazla doğalgazı Rusya’dan
alıyoruz, keserlerse ne yaparız?”
endişesi başladı bazı kesimlerde. Anadolu’daki vatandaşlara
sorduğumuzda şık cevaplar
alıyoruz: “Keserse kessin, tezek
yakarız!”
Takdir edilecek bir durum,
ama İstanbul’da, Ankara’da tezek yok. Sobaların kaldırılmasının üzerinden de çok zaman
geçti. Bazı binalarda baca bile
bulunmuyor. İşte bu yüzden
çok korkanlar var. Özellikle
eski gomonistleri aldı bir “endişe”… Yetmedi “korku”... O da
yetmedi “panik”...
Mehmet Şeker
Mesela Bekir Coşkun, “Sizin
yüzünüzden kıçımız donacak”
diye başlık döşendi. Bir yetkili çıkıp, o arkadaşın kıçının
nasıl ısıtılacağını açıklasın da
içi rahat etsin, korkusu gitsin.
Tamamen bitmese de azalsın...
Eski gomonistlerden başka,
onlar gibi düşünen bazı keçi
sakallılar var. Kaçıp gitmişler
yurtdışına, oradan bizi aşağılama derdine düşmüşler.
“Us”unu neresinde sakladığı
belli olmayan bir Emre Uslu
var mesela. Zaten ülkemiz
b… kokuyormuş, bir sürü sığır
varmış, o yüzden gaz kesilirse
tezek yakıp ısınabilirmişiz. İlle
hakaret edecek ya, edep medep
Hakk getire! Sanki kendisi
kıçına mantar tıkamış.
***
Rusya’nın ambargosu duyulunca, dünyanın pek çok
yerinden Türkiye’ye destek
açıklamaları gelmeye başladı.
Yazılı ve görsel basın dışında
sosyal medyaya da yansıyan bu
mesajlar dikkat çekici.
Suudi Arabistan ve Katar’dan
gelen Türkiye’ye destek açıklamasını göz ardı edemeyiz:
“Türkiye’nin Rusya’ya sattığı
malların tamamını alarak
Afrika’daki yoksul ülkelere göndereceğiz.”
Ukrayna da aynı açıklamada
bulundu.
Sosyal medyada binlerce
mesaj yer aldı. Bunlardan birkaçına bakabiliriz. Mesela Nuh
Baloğlu şöyle yazdı:
“Katar, Kuveyt, Ürdün, Suud
ve nice Arap basınında ‘Osmanlı torunu Moskof ’u tokatladı. Rusya Türkiye’yi hafife
alıyordu. Korkusuz lider özür
dilemeyecek’ diye manşetler
atıyorlar.
Sadece bununla kalmıyor ve
Reis’in Peygamber aşkına vurgu yapıp ‘Ey Sevgili’ şiirini paylaşıyorlar. Hepsinin kaleminde
bu yazılar. Hatta daha fazlası
da var. İslam âlemine ayrı bir
cesaret gelmiş ve neredeyse
‘Rus uçağını Türkiye değil, biz
düşürdük’ diye üstlenecek şevkteler. Ukrayna bile Türkiye’ye
övgüler yağdırıp Türk uçakları
ve pilotları ile ilgili videolar,
capslar yapıyor.
Ne demişti atalarımız? ‘Tüm
uyuyanları uyandırmak için bir
uyanık yeter!’
‘Öleceksek adam gibi ölelim’
sözünün başlangıcıydı bu vuruş.
Bilesiniz…”
***
Dünya Müslüman Âlimler
Birliği’nden de Türkiye’ye
destek geldi. Yapılan yazılı
açıklamada Müslümanlardan,
haklı davasında Türkiye’nin
yanında olmaları istenirken,
Türk ürünlerine ve ekonomisine destek verilmesi gerektiği
ifade edildi. Başta Suriye, Irak
ve Filistin olmak üzere, bölgede
yaşanan yıkıcı durum ve artan
gerginliğe işaret edilen bu açıklamada, “Suriye ile Rusya’nın
kışkırtma ve provokasyonlarıyla
Türkiye’nin kargaşa ve savaş ortamına çekilmeye çalışılmasını
kaygıyla izliyoruz. Söz konusu
provokasyonlar, Rus uçağının
düşürülmesi ve ardından gelen
Rusya’nın Türk ürünlerini
boykot kararı ile neticelendi”
denildi.
***
Suudi Arabistanlı meşhur
âlim Dr. Muhammed AlArefe’nin 20 milyon takipçisi
ile paylaştığı mesaj önemli:
“Türkiye öyle bir devlet ki,
onun adını zikrettiğimde büyük
tarihi, halkının cesareti, kararlı
oluşları, Türklerin zekâsı ve
onların güzel vasıfları aklıma
geliyor. Türkiye bugün dünyada
iktisat, ilerleme ve gelişme, yönetim ve uluslararası ilişkilerde
büyük atılımlar gerçekleştiriyor.
Türkiye’nin Suriyeliler ve
diğer mülteciler için sarf ettiği
harcamaları, gösterdiği çabayı
birçok devlet gösterememiştir.
Allah iyilik edenleri sever ve
onlara izzet ve ikramda bulunur.
Hayır ve adalet taraftarı her
insan Türkiye’yi sever, Türkiye
için iyilik temenni eder. Allah’ın
Türkiye’yi destekleyeceğini ve
Türk halkını aziz, kerim ve yüksek mevkide kılacağını diler.
Benim selamım, sevgim ve
duam Türkler içindir. Allah’ım,
Türkiye’yi ve halkını muhafaza
et! Onları, tuzak kuran zalimlerin tuzaklarından koru!”
***
Destek yalnızca Türkiye’ye
değil. Rus saldırısı altında bulunan Bayırbucak Türkmenlerine
yardım etmek isteyenler de yola
koyuldu. Yardım kuruluşları
seferber oldu.
Onun dışında, Türkmenlere
yardım maksadıyla Bosna’dan
yola çıkan 150 kişilik mücahit
Boşnak, Türkmen Dağı’na
ulaştı. Yiyecek veya giyecek götürmek için değil, onlar cepheye
koşuyorlar. Savaşmak için…
***
Bizdekilere bakmamız lazım.
Hani Bayırbucak Türkmenlerine yardım götüren MİT tırlarını durduranların mesajlarını
göz ardı etmek gaflet sayılırdı,
bakın neler söylüyorlar…
Bir paralelci: “Putin
Türkiye’den intikam almak istiyorsa, Rusya’nın dört bir yanına
Türk okulu açsın!”
Başka bir paralelci: “Putin
bu Yezit’ten intikam almak
istiyorsa, kapılarını Hizmet
Hareketi’ne sonuna kadar açmalı. Ülkenin her yerinde Türk
okulu açılmasını sağlamalı.”
gütü DAEŞ’ten petrol aldığını
iddia etmişti. Esasen durum
tam tersi. DAEŞ ile petrol ticareti yapan Rusların isimlerini
açıkladı Türkiye. Kimin nereden,
nasıl ve ne kadar petrol aldığı,
kime sattığı belli. Bu konuda
Rusya’dan tek satırlık bir açıklama gelmedi. Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan, Putin’in
o iddiasına karşılık rest çekmiş
ve hodri meydan demişti: “Böyle
bir şey ispatlanırsa, milletimizin
asaleti şunu gerektirir: Ben bu
makamda saniye durmam! Ama
Sayın Putin’e soruyorum: Sen
o makamda durur musun? Bu
kadar açık bunu konuşuyorum.
Eğer böyle bir belge varsa, ortaya koysunlar, bu belgeleri görelim. Bizim petrol kaynağımız,
petrol aldığımız ülke bellidir.”
Putin’den çıt çıkmadı. Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov,
düzenlediği basın toplantısında,
“Moskova elindeki verileri ortaya koymaya hazır mı?” sorusu
üzerine “Mevcut durumda
önemli olan, bu bilgiye sahip
olmak ve onu bir şeyleri ispat
etmek için değil, terörle mücadelede kullanmaktır. Bu bilgi
terörle mücadelede kullanılıyor”
diye konuştu. Türkçesi şu:
“Elimizde belge yok, boş konuşuyoruz! Sadece iddia ediyoruz.
İsteyen inansın. Biz kafamıza
göre konuşur, kafamıza göre
davranırız!”
***
En başka paralelci: “Putin
Rusya’da Cemaat’in Türk okulu
açmasına izin verecek olursa,
Erdoğan’dan düşürdüğü uçağın
ve öldürülen pilotunun intikamını almış olur.”
Bir zamanlar “Boney M”
adlı bir müzik grubu vardı.
En meşhur şarkıları “Rasputin”. Moskova’daki Kızıl
Meydan’nda klip çekmişlerdi:
“Ra Ra Rasputin…” Eskiler
hatırlar. O grup bugün olsaydı
ve “Ras”ını atarak, sadece “Putin” diye bir şarkı yapsaydı ne
güzel olurdu. Putin giderayak
bir şarkı edinirdi.
Putin, Türkiye’nin terör ör-
Bitirirken, bugün son derece
komik bulacağınız bir hatırlatma yapalım: Rusya, birkaç sene
önce NATO’ya girmek istemişti. Başta yine Putin vardı.
Bu mesajlar, okulların ne
işe yaradığını gayet iyi ortaya
koymuş!
***
aralık 2015
33
haberajanda
Kapak Dosyası
Mevcut sürecin esaslı bir
girizgâh olduğunu ve uluslararası dengelerde çok
uzun yıllar “etkisiz eleman”
pozisyonuna sıkıştırılmış
olan Türkiye’nin bir “joker
eleman”a dönüşerek yeni bir
tarih yazacağını, “Musul’da
ne işimiz var?” diyen ve
Türkiye’yi yüz yılı bulmayan
daracık bir Cumhuriyet
tarihine sıkıştırmaya çalışanların görmesini de beklemiyoruz. Zira ya kilitlenmiş
olan, ya devşirilmiş bulunan
ya da olayları son derece
güdük, sınırlı bir zâviyeden
seyreden bu kemikleşmiş
yapı, Anadolu’nun hiçbir
zaman Musul’dan da,
Kerkük’ten de, Kırım’dan da,
Balkanlardan da, Kafkaslardan da kopmadığını hissedemeyecek kadar Fransız’dır,
İngiliz’dir, Rus’tur, Amerikalıdır…
***
Komünizm modasının geçmesinden sonra işsiz kalan
NATO’yu açıkta bırakmamak
için hızla radikal İslâmî
örgütleri piyasaya süren
adresler dünyayı yeniden
iki kutuplu bir sürece doğru
taşırken, ciddi bir kaos ortamına sürüklenen dünyanın
orta yerinde hem iç kamuoyuna, hem de dış kamuoyuna “Gelin bağcıyı dövmekten
vazgeçelim ve biz bu üzümü
yiyelim!” diyen bir Erdoğan
var. Fakat buna rağmen
karşımızda, “Türkiye’nin
uçağımızı düşürmesini unutmayacağız!” inadında demirleyen duygusal (!) bir Putin
ve Esed, İran gibi görünen
aktörlerden çok daha geniş
bir arka planla hareket eden
ciddi bir cephe var.
34
aralık 2015
Küresel tahterevalli hareketlendi Etk
artık “küre
Ayten Çalış
[email protected]
isiz eleman “eski” Türkiye,
sel güç”
Rusya’dan subliminal meydan okuma
D
ÜNYADAKİ uluslararası dengelerin
tıpkı birbiri ardına dizilmiş domino
taşları gibi oluşunu ve bir taş hareketlendiğinde otomatikman diğer
taşların da harekete geçtiğini oldukça yakından müşahede ettiğimiz günlerdeyiz.
>> Ne var ki bu kez, tıpkı 11
Eylül’de de olduğu gibi, fay hatları doğal bir ritimle oynamıyor
yerinden! Daha çok, süreç
tetikleniyor. Akışı hızlandıracak
sıcak hareketler yapılıyor ve
aslında kendi içindeki restorasyonuna devam etmek isteyen
Türkiye zorla mindere çekiliyor.
Rusya’nın birçok uyarıya rağmen art arda yaptığı sınır ihlâlleri
ve sonrasında bizi resmen uçağı
düşürmeye mecbur bırakışı, bu
durumun en son örneği.
Suriye’de Esed’in yaptığı
zulme destek vermeyişimiz ve
aksine mağdur halkın yanında
olduğumuzu gösterişimizden
sonra Suriye ateşine girmemiz için çok şeyler yapıldı. Ve
bunlar Gezi, Cemaat, PKK
gibi birçok ciddi olayla boğuştuğumuz, zorla koalisyona
doğru itelendiğimiz bir süreçte
gerçekleşti.
Fakat Türkiye o süreçte çok
dikkatli davrandı ve frenlerinin oldukça sağlam olduğunu
aralık 2015
35
haberajanda
Kapak Dosyası
Japonlar’a “Demek
beni vuracaksın? Buna
engel olmayacağım,
gel, vur! Vur ki ben de
gereken atağı gerçekleştirebileyim!” diyen
Amerikan mantığı ile
Türkiye’yi -kendini
savunmak durumunda
bırakarak-, resmen
uçağını düşürmeye
zorlayan Rusya arasında ciddî bir benzerlik
var. Zira savaş koşullarını oluşturmaya çalışan o dönemki Amerika ile Deli Petro’nun
yeni versiyonu olan
bugünkü Putin’in varmak istedikleri nokta,
aşağı yukarı aynı.
gösterdi. Sonra ise Bayırbucak
Türkmenleri gibi hassas bir
uzvumuz üzerinden resmen
şantaja uğradık ve tahrik edildik. Tüm bunlara rağmen yine
de temkinli hareket etmeye
çalışan Türkiye -bu sefer bile
bile lades mantığı ile- resmen
Rus uçağını düşürmeye zorlandı. Tıpkı 1941’de ABD’nin,
yaşanacak Japon saldırısını
biliyor olduğu halde bunu önleme yoluna gitmeyerek Pearl
Harbour Baskını’na davetiye
çıkarması gibi…
Bu, savaşa soğuk bakan
Amerikan kamuoyunu harbe
hazır hale getirmek ve karşı
hamlelerin gerekçesini oluşturmak için işe yarar bir yöntemdi,
uygulandı... Dolayısıyla 11
Eylül meselesinin derûnunu,
Amerika’nın tarihsel genetiğinde aramak da oldukça yerinde
olur doğrusu.
Sonuçta Japonlar’a “Demek
beni vuracaksın? Buna engel
olmayacağım, gel, vur! Vur ki ben
de gereken atağı gerçekleştirebile-
36
aralık 2015
Ayten Çalış
yim!” diyen Amerikan mantığı
ile Türkiye’yi -kendini savunmak durumunda bırakarak-,
resmen uçağını düşürmeye
zorlayan Rusya arasında ciddî
bir benzerlik var. Zira savaş
şartlarını oluşturmaya çalışan
o dönemki Amerika ile Deli
Petro’nun yeni versiyonu olan
bugünkü Putin’in varmak istedikleri nokta, aşağı yukarı aynı.
Bayırbucak Türkmenleri gibi
Türkiye’nin namusu sayılabilecek bir nüfusu, IŞİD’le ilgisi
olmayan bir bölge olmasına
rağmen o gerekçeyle yok etmeye kalkan Rusya, hem Esed’i
koruyarak, hem İran’la farklı
bir oyunun içine girerek, hem
Bayırbucak Türkmenlerinin canını yakarak, hem de defalarca
yaptığı sınır ihlâllerine bir yenisini ekleyip tüm ciddi uyarılara
kulak tıkayarak Türkiye’ye “Gel
beni durdur!” demiştir.
Bu durum, en net tanımıyla “subliminal bir meydan
okuma”dır!
Türkiye gemisinin
mürettebatı da,
rotası da değişti
Eğer bugünkü Türkiye’nin
yerinde “Eski Türkiye” olsaydı
bu kartı görmemezlikten gelir
ve asla “Bu oyunda ben de varım!
Dur bakalım orada!” diyen bir
duruşu sergileyemezdi. Fakat
son 10 küsur yıllık süreçte geminin mürettebatıyla birlikte
rotası da değişti ve Türkiye
gemisi, nihayet aslî misyonunu
îfâ edebilecek bir vizyona adım
attı. “Adım attı” diyoruz, zira 10
küsur yıllık bu sancılı sürecin
sadece bir girizgâh olduğu ortada. Bunu, “2053’ü bizler göremeyeceğiz ama siz gençler, 2053’ü,
2071’i inşa edeceksiniz! Surda
gedik açılmıştır, Türkiye kritik
eşiği aşmıştır!” diyen Erdoğan
da gayet net özetliyor zaten.
Fakat mevcut sürecin esaslı bir girizgâh olduğunu ve
uluslararası dengelerde çok
uzun yıllar “etkisiz eleman”
pozisyonuna sıkıştırılmış olan
Türkiye’nin bir “joker eleman”a
dönüşerek yeni bir tarih yazacağını, “Musul’da ne işimiz var?”
diyen ve Türkiye’yi yüz yılı
bulmayan daracık bir Cumhuriyet tarihine sıkıştırmaya çalışanların görmesini de beklemiyoruz. Zira ya kilitlenmiş olan,
ya devşirilmiş bulunan ya da
olayları son derece güdük, sınırlı bir zâviyeden seyreden bu
kemikleşmiş yapı, Anadolu’nun
hiçbir zaman Musul’dan da,
Kerkük’ten de, Kırım’dan da,
Balkanlardan da, Kafkaslardan
da kopmadığını hissedemeyecek kadar Fransız’dır, İngiliz’dir,
Rus’tur, Amerikalıdır…
Eskimeyen Pearl
Harbour taktiği
Rusya’ya süreci hızlandırma
şansını veren ve Suriye’de daha
rahat yayılmasını sağlayan uçak
hâdisesine, Atilla Akar’ın uzun
yıllar önce yayınlanan “Komploların Yüzyılı, Yüzyılın Komploları” isimli kitabının “Pearl Harbour” bölümünden hareketle
bakarsak, olayların tırmanmasına sebep olan birçok hamlenin
aynı işlevi taşıdığını görürüz.
Atilla Akar, 1941’deki o meşhur baskın için şunları yazıyor
örneğin:
“Aynı şekilde Amerika’nın
İkinci Dünya Savaşı’na katılması da bir deniz baskını sonucu
olacaktı. Bu kez olayda bir gemi
başrolde değildi, ama ABD’nin
Hawai’deki Pasifik Filosu’nun
tüm gemileri hedefteydi.
Olay, Japonların 7 Aralık
1941 günü, Amerikalıların Pearl
Harbour Deniz Üssü’ne yaptıkları anî bir baskın sonucu gerçekleşecekti. Birçok kişi için olay önceleri çok akıl almaz gibi gelecekti,
ama sonradan ABD’nin, saldırının istihbaratını ve emarelerini
aldığı halde ‘sessiz’ kaldığı, adeta
kendi gemilerine saldırılmasını
istediği ortaya çıkacaktı.
Bunun en temel nedeni de
Amerikan halkı ve kamuoyunun
savaşa karşı olan ilgisizliği ve
isteksizliği idi. Bunun için Amerikalıların milliyetçi ve militarist
duygularını kamçılayacak ‘şok
edici’ bir olayın gerçekleşmesi
gerekiyordu.
Pasifik’teki bütün komutanlıkların bir Japon saldırısına karşı
uyarılmasına, şifreli yazışmalarla
saldırı istihbaratının alınmasına
ve olayların gelişimi bir saldırıyı
işaret etmesine rağmen yaklaşan
tehlike görmezden gelinecekti.
ABD’nin Pasifik Filosu’nun
sembolik açıdan önemli fakat teknik ömrünü doldurmuş gemileri
Japonlara adeta yem edilecekti.
Bütün bunlar şunu gösteriyordu: Pearl Harbour’a saldırı yapılacağı önceden biliniyordu. Uyarıların dikkate alınmaması basit
bir ‘değerlendirme hatası’ndan
çok, ‘görmezden gelme’ isteğine
benziyordu. Artık Amerika
‘taraf ’tı ve savaşın kaderi bir
anlamda değiştirilmişti…”
Tıpkı baskını haber aldığı
halde mani olmayan Amerikalılar gibi, Türkiye’nin çok büyük
bir ihtimalle müdahale edeceğini bilen Rusya da aynı mantıkla
Türk sınırlarına tecavüz etmiştir işte! Uçağa yapılan mükerrer
uyarıların dinlenilmemesi ve
kimlik bildirilmemesi de bunun
apaçık bir göstergesidir.
Dünyanın ikinci
Esed’i Putin ve
Mursileştirilmeye
çalışıldıkça daha da
büyüyen Erdoğan
Sınırlarına tecavüz eden
uçağa müdahale etmeyen bir
Türkiye, gardı düşmüş, sindirilmiş ve bastırılmış bir Türkiye
demektir; bu durum yine,
Suriye’de burnumuzun dibinde
dolaşan Rusya’yı kuvvetlendirir!
Yok, suskun kalmaz da reaksiyon gösterirse, bu daha da
iyidir! Zira böylelikle ciddi bir
avantaj elde edilecek ve tetikte
bekleyen saldırgan ve yayılmacı
tavrın altyapısı oluşturulacaktır.
İşte bu olasılıklar üzerinden
Suriye’de daha rahat bir yayılmanın içine girmeyi planlayan
ve DAEŞ meselesinden sonra
düşürülen uçağı da sebep edinerek bu hedefini realize etmeye başlayan Putin, bugün dünyanın ikinci Esed’i olmuştur.
Hatta olay sonrası, Erdoğan’ı
yıpratma amaçlı bir basın faaliyetiyle, neredeyse bir yıllık
bir sürenin ardından tapeleri
dünya kamuoyuna servis ederek
Erdoğan’ı Mursileştirme çabalarına giren Putin, Esed’den de
daha vahim bir tablo çizmiştir.
Vahametin asıl sebebi ise,
Putin’in dünyaya verdiği “güçlü
lider” imajının gerçekten de
sadece “bir imaj” olduğunu
ortaya koyan gelişmelerin peş
peşe gelmesidir.
“Sırtımızdan vurulduk, Türkiye bedelini ödeyecek! Özür ve tazminat bekliyoruz!” gibi reaktif ve
diplomatik derinlikten yoksun
bir ön tavırdan sonra, votka ile
iyi gittiğini anladığımız limon
hariç birçok ürünün ithalatına
son veren yaptırımların süratle
devreye sokulması, vizyondaki
güçlü lider imajını yerle bir
eden ilkel tavırlar olarak diplomasi tarihindeki o ilginç yerini
almıştır. Alatlı’nın da kişisel
Putin analizinde altını çizdiği
gibi, Putin’in bu reaktif tavrı,
tam bir ergen tavrıdır.
Putin, asla Çeçen halkını
temsil etmeyen ama “Çeçen
lider” olarak lanse edilen
Kadirov’la Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni karıştırmış
olacak ki bu çocuksu tavırlarıyla
dünya kamuoyundaki prestijini
ciddi ciddi sabote etmiştir. Şu
an dünya liderleri arasında
kendi kredisini bu kadar süratle
bitiren bir lider daha var mıdır,
bilemiyoruz.
Bu noktada hâdisenin bir
halk tabiri ile “Sen gelme ağam,
namın gelsin!” tadına eriştiği de
aralık 2015
37
haberajanda
Kapak Dosyası
Kısa süreç içinde
IŞİD ve türevlerinin
Ladin projesinden
hiçbir farkı olmadığını
görerek Türkiye’nin
bir “gizli IŞİD destekçisi” değil, “IŞİD
mağduru” olduğunu
anlayacakların sayısı
artacak ve bu noktada
da Erdoğan’ın Davos
sonrası ikinci doğumu
gerçekleşecek!
pekâlâ söylenebilir. Yani Putin
bu hamleleri yapmadan önce
vahşi hayvanlarla verdiği pozlar
üzerinden inşa ettiği o sanal
kimliği ile çok daha güçlü ve
oturaklı bir liderdi.
Ayrıca bu sıcak olaydaki net,
soğukkanlı ve akil tavrı gözlemlenmeden önce Erdoğan da
bazılarınca reaktif ve otokontrol
sorunu yaşayan biriydi. Fakat
süreç içinde Putin imajının
abartılı yönü ile Erdoğan’a
haksız bir biçimde atfedilen
bazı nahoş vasıfların gerçek
olmadığı da açıkça görüldü.
Dolayısıyla Rusya birçok
açıdan kendine kaybettirirken,
Türkiye’ye de bazı noktalarda
dolaylı fayda sağlamış oldu.
Rusya kapılarını kapayınca
Azerbaycan’ın gümrük kapılarını açıp ulaşımda kâr edilecek
yeni bir güzergâhı Türkiye’ye
kazandırmasından Katar’la
yapılan doğalgaz anlaşması ve
vize serbestisine kadar birçok
noktada boşluklar dolmaya
başladı. Pakistan’dan birçok
Arap ülkesine kadar sürpriz
dayanışma modelleri doğdu ve
Rusya’nın doğal olmayan bu
zorlama adımıyla küresel tahterevalli harekete geçti. Başta
MHP ve AK Parti tabanları
olmak üzere millî hassasiyet taşıyan tüm kesimlerin birleşmesi
ve AK Parti oylarındaki ciddi
artışı ortaya koyan anketlerse iç
Türkiye-Suriye sınırında Türk hava sahasını 5
dakika içinde 10 defa uyarılmasına rağmen
ihlâl etmeyi sürdüren SU-24 tipi savaş uçağına
angajman kuralları çerçevesinde bölgede
devriye görevinde bulunan iki Türk F-16 uçağı
müdahalede bulunmuştu. Uluslararası hukuk
teamülleri, ülkelere hava sahalarını koruma
hakkını tanıyor. Dünya genelinde kabul edilen
kurallara göre, ihlâlde ısrar eden uçaklara her
türlü karşılık verilebiliyor. Türkiye de angajman kurallarını uçakların milliyetini ayırmaksızın uyguluyor. Nitekim ihlâli gerçekleştiren
uçağa müdahale edildiğinde, uçağın milliyeti
kimliğini gizlediği için anlaşılamamıştı. Rusya,
olaydan sonra uçağı sahiplenmişti.
38
aralık 2015
1
kamuoyuna yönelik tesirlerdi.
AB’nin vize uygulamasının
kaldırılabileceği sürece hız
vermesinden dünya kamuoyunda Türkiye’yi haklı bulduğunu açıkça dile getiren birçok
ülkenin beyanlarına varıncaya
kadar sayısız gelişme oldu. Yani
bu sıcak süreç içinde, geçmişte
“etkisiz eleman” olan Eski
Türkiye’nin nasıl bir bir “joker
eleman”a dönüştüğünü yakînen
müşahede etmiş olduk.
Putin’in, IŞİD’in petrolünü almakla suçladığı Türkiye
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı,
“Biz IŞİD’den petrol alacak kadar haysiyetsiz bir ülke değiliz!
İspat etsin, istifa edeyim! Ama
2
ispat edemezse acaba Putin istifa
edebilecek mi?” diyerek gayet net
bir tavır sergiledi ve Rusya’dan
peş peşe gelen ekonomik
yaptırımlar için de “Üretimimizi arttırarak arayışlarımızı
sürdüreceğiz. Türkiye, Rusya’nın
ithalat blokajıyla yıkılacak bir
devlet değildir” cümlesini kurdu.
Fakat ne yazıktır ki, son 10
küsur yıllık AK Parti iktidarını
Don Kişotluk ile suçlayan mutsuz azınlık, Don Kişotluk ile
“hakikat adına korkudan berî
olmak” arasındaki o kalın çizgiyi yine es geçti ve artık tesiri
epeyce azalan ezberini kusmaya
devam etti. Böylelikle Ermeni
ve Fransızlardan sonra ne kadar
Rus nüfusa sahip olduğumuzu
da öğrenmiş olduk.
Zira “Türklere haddini bildirmeliyiz!” diyen Rus sporcu
Sharapova’ya karşın, bizde ise
Putin’den ricacı olan Nasuh
3
Ayten Çalış
Mahruki ve Hakan Şükür
gibi “millî” (!) sporcular vardı. Ve gazetecilik sebebiyle
değil, “gazetecilik adı altında
uluslararası tetikçilik yapma
teşebbüsü”nden tutuklanan
Can Dündar’a selam göndermeyi aydın olmanın bir önkoşulu olarak kabul eden bir kısım
gazeteci ve şarkıcı...
Aslında hâl diliyle, “Bu ülkede
gazetecilik kanalıyla uluslararası
tetikçilik yapılamaması demokrasiye, bireysel hak ve özgürlüklere aykırıdır!” diyen bir “yığın”
insan…
Türkiye’ye rağmen
harita çizme sevdası
bitmiştir!
Sonuç olarak bugün, “icat
edilen örgütler üzerinden yürüyen soğuk savaş”ın ülkeler
arasındaki net saflaşmayı tetikleyen çok daha sıcak bir sürece
evrildiğini görüyoruz. Fakat
maskeli Siyonist lobi, Putin’den
sonra üçüncü bir Esed’le de kol
kola girse, Türkiye’nin süreçteki
kilit rolü asla yadsınamaz, es
geçilemez! Yani Türkiye’ye rağmen hiçbir harita çizilemez!
Bilakis Putin’in, Suriye’ye
pirince giderken evdeki bulgurdan olması da ihtimal
dâhilindedir. Tabiî aynı şey
Esed için de geçerlidir.
Komünizm modasının
geçmesinden sonra işsiz kalan
NATO’yu açıkta bırakmamak
için hızla radikal İslâmî örgütleri piyasaya süren adresler
4
5
dünyayı yeniden iki kutuplu
bir sürece doğru taşırken, ciddi
bir kaos ortamına sürüklenen
dünyanın orta yerinde hem iç
kamuoyuna, hem de dış kamuoyuna “Gelin bağcıyı dövmekten
vazgeçelim ve biz bu üzümü
yiyelim!” diyen bir Erdoğan var.
Fakat buna rağmen karşımızda,
“Türkiye’nin uçağımızı düşürmesini unutmayacağız!” inadında
demirleyen duygusal (!) bir Putin ve Esed, İran gibi görünen
aktörlerden çok daha geniş bir
arka planla hareket eden ciddi
bir cephe var.
İçimizdeki Fatihlerle Deli
Petro taraftarlarını, daha doğrusu holiganlarını bir ölçüye
vurduğumuzda ise, “Allah’tan
süreci Akşemseddinler yönetiyor!”
dedirtecek cinsten bir tabloyla
karşılaşıyoruz.
Devlet, hiç olmadığı
kadar diri bugün
“Erdoğan hiç de demokratik
değil!” çığlıkları atan Putin’e,
“110 gazetecinin öldüğü, 50’sinin
de tutuklandığı 15 yıllık iktidarını iyi bir belgesel yapayım
mı?” diyecek akın akın insanın
olması gerekirken, “Sayın Putin!
Şu Erdoğan’ı bir başımızdan
alsan vallahi ellerinden öperiz!”
diyerek son derece trajikomik
fotoğraflar veren insanlarımız
var bizim! Nüfus kâğıdında
“Türkiye Cumhuriyeti” yazan
vatandaşlarımız…
Tabiî bu, büyük devlet olmanın da bir göstergesi aslında.
Büyük başın asalağı da, paraziti
de, musîbeti de bol oluyor sonuçta…
Tabiî bu arada açılım sürecindeki jokeri kaybetmelerinin
arkasından ciddî bir mücadeleyle yüzleşmek durumunda
kalan PKK ve siyasal uzantıları
da onca zaman sonra Anadolu
topraklarında devletle kafa kafaya gelip köşeye sıkıştıkları için
“Bu ülkede devlet yok!” naraları
atıyorlar. Tıpkı Gezi ve Cemaat
olayı üzerinden semirtilen o
meşhur ahtapotun ön kolları
kesilmeye başlayınca açığa
çıkan feveranlar gibi…
Ne var ki, Türkiye’nin ne
iç kamuoyunda, ne de dış kamuoyunda paspas olmaya hiç
niyeti yok artık! Onun için de
diklenmeden dik duracak, icap
ederse de diklenenlere gereken
müdahaleyi yapmaktan çekinmeyecek bir tavır sergiliyor
bugün.
Rus çekirge sıçradıkça
Türkiye’nin cazibesini ön
plana çıkaran küresel tahterevalli hareketlendi bir kere. Ve
“matrix”ten adım adım çıkan
Türkiye gemisinin dümeninde
de “Hiç kimse bölgedeki gelişmeleri tribünden seyretmemizi beklemesin!” diyen bir “Kaptan” var.
Kısa süreç içinde IŞİD ve
türevlerinin Ladin projesinden
hiçbir farkı olmadığını görerek
Türkiye’nin bir “gizli IŞİD
destekçisi” değil, “IŞİD mağduru” olduğunu anlayacakların
sayısı artacak ve bu noktada da
Erdoğan’ın Davos sonrası ikinci doğumu gerçekleşecek!
6
aralık 2015
39
haberajanda
Analiz
Rusya’nın
Suriye’ye çok büyük hesaplar için
geldiği, Türkiye’yi
bu emelinde önemli bir engel olarak
gördüğü aşikâr.
Bunu, Türkiye’yi
gözden çıkarmış
olmasından anlıyoruz. Rusya bilerek ve isteyerek
Türkiye’ye sataşmış, kavga çıkarmıştır. Uçak olayından hem önceki, hem de sonraki
tutumu bunu ifade
ediyor. Rusya’nın,
kendisi için ekonomik ve stratejik
açıdan çok önemli
bir partner olan
Türkiye’yi gözden
çıkarmış olmasının
“çok önemli” sebebi acaba nedir?
>> Bütün bu soruların
cevabı, söylenenlerden ziyade söylenmeyenlerde saklı.
İnsanlarımızın kafası karışık,
görüşler muhtelif. Bu safhada
kesin hükümler çıkaramasak
da, muhakememize yardımı
olabilecek bazı tespitler yapabiliriz.
DAİŞ’ten başlayalım. Bu bir
fenomen! Bölgede hiçbir müttefiki yok; aksine, dünyanın en
büyükleri dâhil “herkes onun
düşmanı”. Dört bir yandan her
gün üzerine bombalar yağdırılıyor ama mağlup edilemiyor.
Gücünü petrolden sağladığı
söyleniyor, ancak üzerine yağan binlerce bombadan hiçbiri
40
aralık 2015
Suriye’de denklem değişti:
Rusya kumar mı oynuyor,
yoksa ateşle mi?
S
URİYE’de işler daha da karıştı, denklem değişti. Rusya’nın bu hamlesi beklenmiyordu. Şimdi oyuna yeni aktörler giriyor, eski aktörler yeni roller üstlenmeye
hazırlanıyor. Kimin ne yapmak istediği belli mi, taraflar birbirlerinin niyet ve
hedeflerini biliyor mu? Olay nereye doğru evriliyor, ucu nereye kadar varır, kontrolden çıkabilir mi? Türkiye’mizin bölgedeki pozisyonu ve küresel ölçekteki yeri
değişiyor. Peki, Türkiye olup biteni anlayıp nasıl pozisyon alacağını belirleyebilmiş midir?
petrol üretim tesislerine isabet
etmiyor. ABD, DAİŞ’in petrolünü Esed’in aldığını biliyor,
fakat birkaç bomba atarak
hem DAİŞ’i, hem de Esed’i
eritmeyi düşünmüyor.
DAİŞ, bölgedeki oyuna
katılmak isteyenlere giriş vizesi işlevi görüyor; her gelen
“DAİŞ’le mücadele etmek
için” gelmiş oluyor. Ayan
beyan belli ki, bu örgüt “büyük düşmanları” tarafından
bölgenin yeniden dizaynında
kullanılmakta olan en önemli
enstrümandır ve korunup
gözetilmektedir.
Rusya’nın Suriye’ye çok
büyük hesaplar için geldi-
ği, Türkiye’yi bu emelinde
önemli bir engel olarak gördüğü aşikâr. Bunu, Türkiye’yi
gözden çıkarmış olmasından
anlıyoruz. Rusya bilerek ve
isteyerek Türkiye’ye sataşmış,
kavga çıkarmıştır. Uçak olayından hem önceki, hem de
sonraki tutumu bunu ifade
ediyor. Rusya’nın, kendisi için
ekonomik ve stratejik açıdan
çok önemli bir partner olan
Türkiye’yi gözden çıkarmış
olmasının “çok önemli” sebebi
acaba nedir?
Batı’nın ve NATO’nun ilk
defa yerinden kımıldamasının
sebebi, Rusya’nın bu büyük
hesabı olmalıdır. İşin başında
ABD ile Rusya’nın, Esed’in
kurtarılması üzerinde anlaşmış
oldukları hissediliyordu. Fakat
galiba Rusya sınırı aşmış oluyor. ABD, Suriye’nin bölünmesine ve kenarda bir Nusayri
devletçiğinin kurulmasına
belki karşı değil, ama burada
yoğun bir Rus varlığına razı
olmak istemiyor.
Evet, Rusya neyin peşindedir? Muhtemelen NATO’nun
pasifliğinden istifade ile
Gürcistan’da, Kırım’da ve
Ukrayna’da elde ettiği yağlı
kazanımlardan cesaret alarak
ve henüz ABD’nin başında
Barack Obama gibi biri varken
yeni bir hamleyle Suriye’de
Sabri Öğe
[email protected]
kendisine bağlı bir Nusayri
uydu devleti kurma hesabıdır.
Bu maksatla bölgeye yapmakta olduğu askerî yığınağı
“Türkiye düşmanlığı ile kamufle etmeye” çalıştığı tahmin
olunabilir. Rusya kumar mı
oynuyor, yoksa ateşle mi oynuyor? Henüz belli değil. Bunu
NATO’nun tavrı belirleyecek.
Doğu Akdeniz’e
Kanada’dan, İspanya’dan, hatta
Danimarka’dan dahi “DAİŞ’le
mücadele için” askerî gemiler
gönderiliyor; bunların anlamını da henüz bilmiyoruz.
NATO, Karadağ’ı içine almayı
teklif ederek Rusya’ya karşı
cevabî bir hamlede bulundu.
Evet, Rusya neyin peşindedir? Muhtemelen NATO’nun pasifliğinden istifade ile
Gürcistan’da, Kırım’da ve Ukrayna’da elde ettiği yağlı kazanımlardan cesaret alarak ve henüz ABD’nin başında Barack Obama gibi biri varken yeni bir hamleyle
Suriye’de kendisine bağlı bir Nusayri uydu devleti kurma hesabıdır.
NATO’nun Rusya’ya vereceği
Suriye cevabı acaba bununla
mı sınırlı kalacak? Geçmişte
Kırım meselesini ambargolarla
geçiştirdiklerine bakılırsa, bu
defa da “Suriye senin, Balkanlar benim olsun” diyerek
zevahiri kurtarmaya çalışması
sürpriz olmaz.
Rusya’nın gelişi Türkiye’yi
zora soktu. ABD’nin
Türkiye’ye rağmen PYD/
PKK’ya olan nispeten ılımlı
desteğini Rusya daha etkin
ve aleni bir şekilde devralmış oldu. Suriye sınırımız
boyunca PYD kantonlarının
birleştirilerek Akdeniz’e kadar
uzanacak bir Kürt koridoru
ile Türkiye’nin kuşatılması
projesinde bu iki süper güç
hemfikir. Böyle olunca Türkiye, kırmızıçizgisi olan FıratCerablus hattını açık tutmakta
zorlanacak gibi görünüyor.
Suriye rejim muhaliflerinin ve
Bayırbucak Türklerinin des-
teklenmesi de zorlaştı. Diğer
taraftan Rusya’nın saldırgan
tavrı, Türkiye’yi Batı’ya karşı
zayıf düşürüyor. Bu durumdan
ABD ve AB oldukça keyiflenmiş olmalıdır.
Önümüzdeki günlerde yaşanacak gelişmelerin yönünü
büyük ölçüde NATO’nun, yani
ABD’nin tavrı belirleyecek.
Mevcut tablo bizim için oldukça zor görünse de, inanıyoruz ki Rabbimiz bizimledir!
aralık 2015
41
haberajanda
Analiz
Hem de bunu
öyle bir yapardım ki, MİT
tırlarındaki
Bayırbucak
Türkmenlerine giden silah
ve mühimmatı devletin
kendi içinde
yuvalanmış
organlarına
deşifre ettirir,
Türkmenleri DAEŞ’çi
ilan edip
Türkiye’yi
teröristlere
yardım eden
ülke konumuna sokardım.
Siz gerçeği
ne kadar
haykırırsanız
haykırın, Batı
ve üst aklın
varlığından
bîhaber kamuoyuna bu
iddialar oldukça makul
gelir. Ne Ortadoğu bilirler,
ne buralarda
yaşayan
halkların
etnik ve kültürel yapısını,
ne de inanç
yapıları
arasındaki
mezhebî ve
itikadî farkları. Ayrıca
eski düşman
Rus’un Tahir
Elçi’yi taşeron
PKK’ya katlettirmesindeki
maksadı da
kavramazlar.
42
aralık 2015
“ORTADOĞU
barışı” demek, küresel huzur demektir. Bir de
“İsrail’in güvenliği” tabiî… Batı’nın barıştan anladığı ancak bu kadardır. Onun ötesinde, Ortadoğu’nun kana bulanması, sınırların
değişmesi, kültürlerin yok olması umurunda bile değildir!
>> Ortadoğu kaynaklı tüm terör
örgütleri, varlık gösterilerini Batı
başkentlerine yönelik yaparlar.
Bombalar orada patlar. Küresel
güçler patlayan bombaların ardından dünyaya ağıt yaktırır ve
ardından operasyona geçer. Batılı
tüm devletler teker teker terörü
bitirme bahanesiyle önce ordularını seyahate çıkarır, çalıp çırpar,
yağmalar, yakıp yıkar. Orduların
arkasından petrol şirketleri bavullarını hazırlar, silah tüccarları beş
yıldız otellerde rezervasyon yaptırırlar. Nihayetinde gelsin dolarlar,
gebersin Müslümanlar(!)…
çıkarları vardır? Ayrıca bunun için
bir tasavvur gerekir.
“Biz sizi de vuracak güçteyiz,
bize devlet verin!” demenin ötesinde, bu terör örgütlerinin ne gibi
İngiltere’nin tekrar sahneye
çıkmasına, Fransa’nın İncirli’ye
inmesine, Rusya’nın Tartus ve
Sükûn içindeki bir Ortadoğu
işlerine gelmez.
Klasik bir tanımlama olacak
ama kimse babasının hayrına
kimseyi desteklemez. Herkes “Bu
karışıklıktan ne koparırım?” hesabını yapar.
Murat İlkter
[email protected]
Lazkiye’de tahkimi artırmasına,
PYD’ye, yani PKK’ya destek
vermesine neden şaşırıyorsunuz ki?
“Nasılsa adıma o kadar çok
çalışan var, sahaya inmeme ne
gerek var? Ben de bu arada
içeriyi daha emniyete alayım
ve yayılma politikamı geliştireyim, bunun için birkaç Filistinli daha geberteyim” diyen
Yahudi’nin de rolünü ayrıca
hesaba katmak gerekir.
Bir devleti durdurmanın
veya orada karışıklık çıkarıp
etrafına bile bakamaz hale
getirmenin yegâne stratejisi,
içerideki muhalif unsurları
harekete geçirip o ülkenin
ayağına pranga vurmaktır.
Bölgesel rolü artan
Türkiye’nin Avrupa kıtasında
planlanan 3. havaalanı, Kanal
İstanbul ve 3. köprü ile Boğazları tekrar sözleşmeye açık hale
getiren Türkleri durdurmanın
elbette bir hesabı olacaktı.
Türkiye içeriyle uğraşırken,
Putin’in yerinde olsam, ben
de ekonomik ambargonun
yanında anında PKK’ya yönelirdim. Batı enerji yollarının
güvenliği için Irak Kürdistan’ı
ile Suriye kantonları üstünden
Akdeniz’e inmenin hesabını
yapmış, Kürtlere buraları tahsis
etmişken…
Hem de bunu öyle bir yapardım ki, MİT tırlarındaki
Bayırbucak Türkmenlerine
giden silah ve mühimmatı
devletin kendi içinde yuvalanmış organlarına deşifre
ettirir, Türkmenleri DAEŞ’çi
ilan edip Türkiye’yi teröristlere
yardım eden ülke konumuna
sokardım. Siz gerçeği ne kadar
haykırırsanız haykırın, Batı ve
üst aklın varlığından bîhaber
kamuoyuna bu iddialar oldukça makul gelir. Ne Ortadoğu
bilirler, ne buralarda yaşayan
halkların etnik ve kültürel
yapısını, ne de inanç yapıları
arasındaki mezhebî ve itikadî
farkları. Ayrıca eski düşman
Rus’un Tahir Elçi’yi taşeron
PKK’ya katlettirmesindeki
maksadı da kavramazlar.
Onların gözünde İran’la
Türkiye arasında zerre fark
yoktur. “İran niye ayrı devlet,
Türkiye niye ayrı devlet?” şeklindeki bir soruyu bile akıllarına getirmezler.
Sanırım mekanik zihinler
ihtihsal ederek on-off toplumlarını böyle oluşturuyorlar.
Buna tiyatro literatüründe
“makinemsi aktör” diyorlar.
“Sadece tek rolün adamı”…
Silah satacaksan ve mevcut yönetimlerden artık
yeterince nemalanamıyorsan,
Osmanlı’nın yıkılmasından
sonra Ortadoğu’da oluşan
gecekondu devletlerinde
jeopolitik boşluklar oluşturmalısın. Oluşan bu boşluklar,
emperyalistlerin “ileri hatları”
olarak tanımlanır ve savaş alanı
haline dönüştürülür. Bundan
asıl maksat, savaşı merkezden
uzak tutmanın yanında, iç
savaşla birlikte ülkeyi deneme
tahtasına çevirmektir. Ardından çevre ülkeler istikrarsızlaştırılır ve kılını kıpırdatamaz
hale sokulur; en nihayetinde de
işlerine gelen yönetimler iktidara taşınıp sömürge sistemi
tekrar dizayn edilir.
Irak’ta oluşan boşluklar da,
Suriye’de oluşan boşlukların
doldurulması da bu amaca
yöneliktir. Bölgede yeni oluşan
güçler sanırlar ki, “Ben bu
boşluğa kurulup yeni bir devlet
olursam, Batı’nın vasiliği benim terakkime hizmet edecek”.
Sen öyle san gerzek!
Yalnız bu sefer fena tırstılar. Çünkü “Kavimler Göçü”
tekrar sahne alınca, hele insan
göçünü bir silah gibi kullanan
bir zekâyla karşılaşınca etekleri
tutuşmaya başladı. Türkiye’nin,
“Buraların halkları benim kardeşlerim! Açık sınır politikası
uyguluyorum; Kürdü de gelsin,
Arap’ı da, isterse Yezidi’si de,
Ezidi’si de” demesine önce pek
aldırmadılar. Ama ne zaman ki
lastik botlar karşı kıyıya ulaştı,
oradan da Avrupa’ya taşındı,
bu arada Yunan bu işten -adam
başı 5 bin dolar- büyük paralar
kazandı, işin vahametini anladılar; ancak bu epey zaman aldı.
Merkel daha düne kadar
“Türkiye ancak ayrıcalıklı bir
üye olabilir” derken, Türkiye,
2016 yılının Ekim’inde AB
içerisinde vizesiz geçiş hakkını elde etti. Gördünüz mü
sokakta dilenen Suriyelinin
yaptığını?
PKK günü kurtarma adına
hendek kazadursun, şu bilgiyi
de verelim: Geri göç konusunda anlaşmanın yürürlüğe
girdiği tarih esas alındığından,
eski göçerlere dair bir yükümlülüğün olmaması bizim açımızdan oldukça kazançlı!
“Hasta Adam”
Türkiye mi, Rusya mı?
Rusya’nın Suriye’ye bodoslama dalacak kadar gözünü
karartmasındaki sebepleri
bulabilirsek, sanırım hasta adamın kim olduğuna dair cevabı
verebiliriz.
Birincisi Esed iktidarının
devamı, ikincisi de Esed’le
anlaşan PYD’nin kendi kantonlarının tahsisi neticesinde
doğuda Ermenistan, güneyde
PKK Kürdistan’ı ile Türkiye’yi
boğazlayarak Boğazları açık
tutmanın yollarını garanti
altına almak…
Tabiî bir de üçüncüsü var:
Deli Petro’nun hayalini kurduğu “sıcak denizlere inip
Ortadoğu’da ideolojik ve kültürel varlığını göstererek tekrar
imparatorluk hayaline kavuşmak”… Bunun yolu, İran’la
birlikte Türkiye’yi parçalamaktan geçiyor.
Ekonomik kriz içinde boğulan Rusya’nın, bunu örtme
çabası olarak gördüğümüz
saldırgan politikasına dair neler
yapabileceğimizi düşünmemiz
gerekiyor.
İran, bu konuda en aptalca
davranan devlet… Devlet
geleneği genetik kodlar gibi
her zaman sirayet etmez. Eğer
İran’a bir hareket çekilecekse,
bunun etnik farklılıklar üstünden değil, Molla rejiminden
nefret eden halkı harekete
geçirerek yapılması gerekir.
Rusya’ya da bir hareket çekmek elzem olduğu anda, Boğazları Rus gemilerine kapatıp,
Teşkilat-ı Mahsusa’yı ise nüfusunun yüzde 30’u Müslüman
olan Rusya steplerine salmanız
gerekecektir.
Dünyada devlet geleneği
olan tek bir ülke vardır: İngiltere… İngiltere Suriye’ye niçin
indi? Bunu yakında anlayacağız!
Unutulan şu: Biz o angajman kurallarını iki Fantom
pilotumuz 100 metreden
çıkartıldığında değiştirdik. O
angajman kurallarını Rusya’ya
değil, Esed’e karşı hazırladık ve
gereğini yaptık.
Rusya’nın uçağının düşürülmesine dair “Pardon!”
diyerek kıvırmanın bir âlemi
yok! Rusya’ya, “Savaş şartlarını
oluşturuyor, iki toplumu birbirine düşürmeye çalışıyorsun.
Senin burada sınırlı varlığına
izin veririm, ama altımı oymana izin vermem! Bekamı tehdit
altına alırsan, gerekirse savaşırım” diyecek kadar açık ve net
olmanın zamanı geldi!
Rusya’nın bunu göze alabileceğini sanmıyorum. Zira karşısında bu sefer ne Gürcistan var,
ne de Ukrayna.
Boğazların Rusya’nın tahakkümü altına girmesine Batı da
izin vermez.
Velhasıl, Armageddon’a
kimsenin yüreğinin yeteceğini
sanmıyorum.
aralık 2015
43
haberajanda
Analiz
Rusya’ya gönüllü olarak
“savunma bakanlığı” yapan bu
kullanışlı kişiler,
Türkiye’nin herhangi bir kritik zamanında en çok
endişe edilmesi
gerekenlerdir.
Bütün ülkelerde,
herhangi bir dış
sorun karşısında
vatandaşlar birbirlerine kenetlenirlerken, bizde
karşı cepheye
geçmeye gönüllü
kişiler çıkabiliyor.
Güzel ülkemin,
herhangi bir konuda herhangi
bir adım atacağı
zaman bu zafiyetinin de farkında
olması gerekiyor.
Dışarıdaki düşmanlardan çok,
içimizdekiler bizim için daha ciddi
tehdit unsurları.
44
aralık 2015
Rusya’yı savu
T
AM “Seçim bitti, rahatladık” derken, gündemimiz Türkiye’nin hava sahasını ihlal
eden Rus uçağının Türk jetleri tarafından düşürülmesi ile değişti. Uluslararası ilişkiler uzmanı değilim ama işin ehemmiyetini daha ilk saatlerden itibaren konunun yabancı ajanslar tarafından gündemin ilk sırasına yerleştirilmiş olmasından anladım.
>> Rus uçağını düşürmek, öyle sıradan bir
şey değilmiş! Gündem
düşürülen Rus uçağı
olunca, biz de meseleye
daha yakından bakmak
zorunda kaldık.
Sınır ihlalleri daha
önce de yapılmış ve
konu ile ilgili Rusya
birkaç defa uyarılmış.
Laftan anlamayınca
anladığı dilden konuşulmuş. Türkiye’nin
büyüklüğüne yakışır bir
tepkiydi yapılan. Böyle
bir durumda hiçbir
şey yapmamış olmak,
Türkiye için büyük bir
zül olacaktı. Uluslararası
camiada da Türkiye’nin
haklı olduğuna dair
kanaat hâkim. Bu da şu
an Türkiye’nin elini güçlendiriyor. Rusya haksızlığını kâh Türkiye’nin
İslamlaşmasından dem
vurarak, kâh DAİŞ’le
petrol alışverişi yaptığı
iftirası atarak örtbas
etmeye çalışıyor.
Rusların öfkesi henüz
yatışmış değil, olayın şokunu atlatamadılar; bir
taraftan da hamaset edebiyatı yapmaya devam
ediyorlar. Tabiî bundan
sonra ne olacağını gör-
mek için biraz beklemek
lâzım. Ancak Türkiye
tarafından Rusya’nın,
Putin’in karizmasına
kalın bir çizik çekilmiş
oldu. Haliyle içeride
ve dışarıda Türkiye’nin
bu müdahalesini takdir edip Rusya’ya “Oh
olmuş!” diyenler de var,
bunun Türkiye için ciddi
sonuçlar doğuracağından endişe duyan ve
“Türkiye’nin başı belaya
girer” beklentisiyle sevinip el ovuşturanlar da.
Olayla birlikte TürkRus ilişkilerinin seyri
değişti. Tarihi bir daha
açıp okumak zorunda
kaldık. Her iki ülke de
bu olayın yankıları ile bir
müddet meşgul olmaya
devam edecek.
Türkiye ile Rusya
arasındaki kriz, meselelere sadece ekonomik
çerçeveden bakanlar
tarafından doğalgaz,
sebze-meyve ihracatı,
turizm sektörü gibi konular üzerinden değerlendiriliyor. Diğer yandan Rusya’nın Suriye’ye
daha agresif bir müdahalede bulunacağına,
orada Türkiye için tehdit
unsuru olan grupları
Serhat Atabey
[email protected]
nma bakanları
besleyeceğine, hatta Türkiye ile
sıcak savaşa girebileceğine dair
değerlendirmeler de yapılıyor.
Her ne kadar süper güç olarak
lanse edilse de bu krizden
Rusya’nın en az Türkiye kadar,
belki de daha fazla kaybı söz
konusu olacaktır.
Olayın diğer bir boyutu da
şu ki, Suriye üzerinden büyük
bir hesaplaşmaya doğru gidiliyor. Suriye üzerinde hesabı
olan kim varsa bölgeye uçak,
gemi, asker yığma yarışına
girmiş vaziyette. Uzaklardan
bölgeye gelenleri görmeyen
içimizden birileri, Suriye’deki
olaylardan en çok etkilenen,
etkilenmeye devam eden
Türkiye’ye “Orada ne işimiz
var?” sorusunu soruyorlar.
Rusya’nın, Almanya’nın,
ABD’nin, Çin’in, Fransa’nın,
İran’ın ne işi olduğunu sormak
akıllarına gelmiyor.
Rusya ile ortaya çıkan savaş
ihtimali ve aramızda esen
soğuk rüzgârlar, içimizdeki
bazı kesimleri de yine bir yerlere savurmuş görünüyor. Her
kritik olay, bazılarının gerçek
yüzünü ortaya çıkarmak, bazılarınınkini de pekiştirmek
için bir turnusol kâğıdı olma
özelliğine sahip.
Seçim hezimetinin hemen
akabinde yaşandığından mıdır, yoksa bitmek tükenmek
bilmeyen kinlerinden midir,
bazıları için Rusya üzerinden
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a,
Hükümet’e, dolayısıyla
Türkiye’ye atış yapabilmek için
yeni bir bahane ortaya çıkmıştır. Krizi değerlendirirken
kullandığı söylemlere baktığınızda isimlerini cisimlerini
bilmeseniz Türk vatandaşı
olduğuna dahi ihtimal vermezsiniz. Rusya’nın ya da başka
herhangi bir ülkenin mensuplarının tavrı, söylemleri ya
da yaptıkları bu kadar dikkat
çekmiyor; çünkü onlar, kendi
menfaatlerini savunuyorlar. Ya
bizim içimizdekilerin durumu?
Sanki her biri birer “Rusya’yı
savunma bakanı”…
Önce-sonra
Birkaç örnek verelim mi?
İşte biri!
(Uçak düşmeden önce:)
“Türkiye Suriye’nin bir helikopterini düşürdü. Ruslar Suriye’nin
ucuna, bizim dibimize geliyor.
Bunların hepsi Türkiye’ye meydan okumaktır. Haydi, Rusya
uçağını vursana, vur da görelim!
Kabadayılıkla olmaz bu işler!
Senin karşında Rusya var.”
Demek istiyor ki, “Sen kim,
Rusya’nın uçağına vurmak
kim?!”. Güya kendince tahrik
ediyor, muhatabını zelil ve
alçak duruma düşürmek istiyor.
Kime diyor bunu? Ülkeyi yönetenlere, Türkiye’ye…
(Aynı kişi, uçak düştükten
sonra:) “Ben uçağı düşüremezsin
mi demek istedim? Uçağı düşürmekte ne var? Zaten uçak uçağı
düşürür. Adam oradan geçerken
sen buradan atmışsın, düşürmüşsün, bundan kolay ne var?! Rus
uçağı belki bir an girip çıkmış
olabilir Türkiye topraklarına.
Neden sükûnetle davranamadın,
silah sıktın, uçağı devirdin?”
Bu da önceki sözünü yutma
yöntemi… Daha önce “Haydi
vur!” diyor, vurunca da “Niye
silah sıktın, uçağı devirdin?”.
Asıl devrilenin kim olduğunun
farkında değil!
Bir de başka birini örnek
verelim: “Putin’den ricam, bu
saldırının bedelini dost ülke Türkiye ve Türk milletine değil, bunu
planlayan AKP’ye ödetmesidir!” Beyefendi sanki Rus vatandaşı, rica ediyor, Türkiye’ye
güya iyilik yapıyor ve “Bedeli
AKP ödesin” diyor. Sanki ihlal
edilen AKP’nin hava sahası…
Bu da diğeri: “Tayyip Bey sert
kayaya çarptı. Allah kendisine
kolaylık versin. Putin KGB’de
yetişmiş bir arkadaştır.”
Bunu söyleyenin ciddiye
alınacak bir tarafı yok ama bu
düşüncedeki adamlar yıllardır
bu memlekette gazeteci olarak
geçinip gidiyorlar.
Bir gazete, Rus Savunma
Bakanlığı’nın iddiasını manşete koyuyor: “Uçak kesinlikle
Suriye sınırı içindeydi!” Gazete
öyle bir savrulmuş ki, artık
aklıselim bir şey beklemek
imkânsız, “Herkes iyi, Türkiye
kötü” modunda…
Bir gazetecinin sorusu: “Rus
uçağı sınırımızı 12 saniye ihlâl
etmişse ne olmuş? Çok mu önemli? Bir uçağı vurmak için bu
ihlâl gerekçe olabilir mi?” (Güya
meseleyi anlamak için böyle
soruyor muhatabına; lakin
soru, zihniyeti açığa çıkarıyor.)
Bu da gazeteciymiş: “Yorumcular bir âlem! ‘Rusya konuyu
diyalogla halletmeliymiş…’ Yahu
Türkiye konuyu diyalogla mı
halletmiş? Uçağı vurmuş!” (Bu
kişiyi Rusya, sorgusuz sualsiz
vatandaşlığına kabul edip en
yüksek kademelerde görev vererek ödüllendirmeli. Rusya’nın
sözcülüğünü Türkiye’de Türkçe
olarak hangi Rus vatandaşı bu
derecede yapabiliyor(!)?)
Rusya’ya gönüllü olarak
“savunma bakanlığı” yapan bu
kullanışlı kişiler, Türkiye’nin
herhangi bir kritik zamanında
en çok endişe edilmesi gerekenlerdir. Bütün ülkelerde, herhangi bir dış sorun karşısında
vatandaşlar birbirlerine kenetlenirlerken, bizde karşı cepheye
geçmeye gönüllü kişiler çıkabiliyor. Güzel ülkemin, herhangi
bir konuda herhangi bir adım
atacağı zaman bu zafiyetinin
de farkında olması gerekiyor.
Dışarıdaki düşmanlardan çok,
içimizdekiler bizim için daha
ciddi tehdit unsurları.
aralık 2015
45
haberajanda
Analiz
Bazı kalemlerin ve zihinlerin
sözde Türkiye sevdasına bakınca,
onların mutlu olduğu bir Türkiye’nin
nasıl olacağını düşünmeden edemiyor insan. İnsanî değerleri, sözde
demokrasiyi, içsel özgürlüğü, yaşamsal hakları ve iradeli bir seçimin
saygı göreceği günleri değil, kendilerinden başka herkesin aforoz edildiği zamanları yaşamak... Demokrasiden ve gelişmiş Batı (!) özlemlerinden fışkıran şey sadece bu hayaller.
O çok iddialı cümlelerin, uzman
tavırlarının ardında yatan hazımsız
bir düşmanlık var. Tüm dünyaya
içsel bir savaş açan ergen tavırları
bitmez tükenmez komplekslerle yol
alıyor yıllardır, ancak bir türlü yetişkin analitiğine kavuşamıyor.
46
aralık 2015
ARTIK
olağan hale gelen Ortadoğu yangınında yeni ikaz
alarmlarının çalmasına neden oldu Türkiye-Rusya
arasında yaşanan gelişmeler. Olayın ardından tekrarlanan istatistiksel
haberler gösterdi ki tutum da, bu kez daha ciddi bir şekilde karşılık verilen
olay da yeni ve beklenmedik bir şey değildi.
>> Ama bir an için de olsa “Neler oluyor?” demeyenimiz kalmadı ve yeni bir
savaş fikrine nasıl da hazırlıksız olduğumuz ortaya çıktı. Üstelik milyonlarca savaş
mağduru içimizde yaşıyorken, savaş kıtalarca uzakta değil, metrelerce uzakta yaşa-
nıyor ve sınır komşularımızdan biri Rusya
iken, diğer sınırımızda yıllardır yaşanan
ve uluslararası kârlılık boyutu ve küresel
hesaplar yüzünden henüz bitirilmesine
karar verilmeyen savaşta yeni aktörler yeni
iddialı eylemlerde bulunurken...
Nadire Çamlı Yıldırım
[email protected]
Yıllardır asla unutmamamız
gereken öyle çok şey oldu ki
bu topraklarda ve bizden uzak
yerlerde bize dair, hâlihazırdaki
gelişmelerin de böylesi bir önemi var. Yıllar sonra bugünlerin
tarihi yazılırken ortaya çıkacaklar, olayı netleştirecek olsa
da bütün olup bitenler kadar,
bazen daha da çok olanların
yorumlanışına takılıyor zihnim.
Rusya krizi, on yıldır tavan
yapan bir zihniyeti artık mide
bulandıran bir çizgiye taşımadı
mı sizce de? Bu ülkenin bu ülkeden nefret eden, Türkiye vatandaşı olmayı eski zamanlardaki dünyanın bir zamanlardaki Amerika’sının Zencilerinden
daha ezik hissettirdiği insanları
var. Bu aşağılık kompleksi boşuna değil, yüz yıllık bir nesli
programlamanın nihaî sonucu,
kabul! Ama bilgiye ulaşmanın
bu kadar kolay olduğu, isteseniz de, istemeseniz de her
yandan akan bilgilerle sığındığımız ideolojilerin çarpıklığının yüzümüze de çarpıldığı
bir dönemde bırakın hikmetî
körlüğü, bilginin körlüğü çok
değil mi? Herkesin kör noktası
vardır, kaçınılmazdır da, ama
bunlarınki nasıl bir gözünü
açamamaktır, bilmiyorum.
Bazı kalemlerin ve zihinlerin sözde Türkiye sevdasına
bakınca, onların mutlu olduğu
bir Türkiye’nin nasıl olacağını
düşünmeden edemiyor insan.
İnsanî değerleri, sözde demokrasiyi, içsel özgürlüğü, yaşamsal
hakları ve iradeli bir seçimin
saygı göreceği günleri değil,
kendilerinden başka herkesin aforoz edildiği zamanları
yaşamak... Demokrasiden ve
gelişmiş Batı (!) özlemlerinden
fışkıran şey sadece bu hayaller.
O çok iddialı cümlelerin, uzman tavırlarının ardında yatan
hazımsız bir düşmanlık var.
Tüm dünyaya içsel bir savaş
açan ergen tavırları bitmez
tükenmez komplekslerle yol
alıyor yıllardır, ancak bir türlü
yetişkin analitiğine kavuşamıyor.
Ülkemin seçilmiş yöneticilerine asgarî düzeyde saygı
ve kabullenme zorunluluğu
hissedemeyen, bununla da
yetinmeyip, onları seçen halka
karşı duyduğu nefreti her fırsatta kusan Beyazların karanlık
zihinleri böylesi her krizde dökülüveriyor ortalığa. İlk andan
itibaren sağduyulu bir diplomasi yürüten, hâlâ uzlaşma
içerikli ve sorunun çözülebileceğine dair iki ülke halkının
menfaatlerini içermeyen tek bir
açıklama yapılmazken Türkiye
tarafından, bunlar en başından
beridir Rusya safında...
Kıtalar ötesinden Suriye
denklemine dâhil olan ülkelerle bu savaşın en çok etkileneni olan Türkiye’nin tavırları
kıyaslanırsa, “insan hakları” ve
“dünya halkları” başlıklarında
kimin zirve yaptığı açıkça
ortaya çıkar.
Dâhilî ve haricî bedhahlarla
sürekli tehdit edilen ülkemin
bağımsızlığını ve egemenliğini korumanın NATO’dan
gelecek ekipmanlar yahut her
an farklı menfaatler icabı saf
değiştirebilecek müttefik ülkelerden bağımsız hale gelmesi
ve bütün bunlardan söz etmeyi
bırakıp gerçek bir dünya barışı
ikliminde nano-teknolojinden
sonraki sıçramalardan, Afrika
ülkelerinde bir zamanlar ya-
şanan ölümcül açlığın yerini
alan refahtan söz edebildiğimiz
günleri hayal ediyorum.
Oysa bugünün dünyasında
“dünya barışı”, güzellik yarışmalarının sakızı sadece. Çok
uluslu çok çıkarlı denklemlerin
gizli değişkeni... Çıkarlara göre
şekillenen küresel bir tanım…
Evet, Türkiye gibisi yok
Bir an önce yüzde 100 yerli
ve millî savunma hedefinin
gerçekleşebilmesini dilerken
ülkem adına, savaşın maliyetinin, kendilerini sözde barışın,
demokrasinin ve insan haklarının teminatı gibi gören ülkeler için ne anlama geldiğine
bakmadan okumamak gerek
olan biteni. Gelirlerinin önemli
bir bölümünü silah satışından
gerçekleştiren ülkeler için savaş
ne demek sizce? “Dünya barışı”
mı demiştim?
ABD, Rusya, Almanya,
Fransa... Ekonomik canlılıklarını silah satışına borçlu bu ülkeler için barışın anlamı, bugün
olduğu gibi “Suriye’ye girmek”
mesela. Yıllardır hangi ülkelere
kaç milyon dolar silah sattıkları
açıklanıyor, peki bu kadar mı?
Elbette hayır! Dolaylı yollarla
desteklenen silah kaçakçılığı
ve stratejik gizli ortaklıklar yok
iken rakamlar bu. Felaket bu
işte! Dünyanın barışı ve huzuru, tam da bu huzur kaçtıkça
zenginleşen ülkelerin elinde
olmamalı, değil mi?
Rusya’nın yardım tırlarını vurduğu sıcak saatlerde
konuştuğumuz bir yakınım,
“Türkiye’ye kapılarını açacak
bir Türkiye de yok!” demişti.
Doğrudur, bu dünyada bu
vizyonla, bu inançla ve insanî
değerlerle yükselen bir başka
ülke yok! “Büyük balık küçük
balığı yutar” anlayışından beslenmeyen bir irade yok! Her
fırsatta her türlü terörü kayıtsız
şartsız, “ama”sız lanetleyen bir
başka ülke yok! İçimizde hâlâ
bizi tanımaya yanaşmayan ve
bizden gibi görünmeye çalışanlar olsa da bizi biz yapan
değerlerden üstünü de yok! Bu
değerlerden utanan muhalefet lideri, yazarçizer, sanatçı,
tüccar... Bırakalım da kalsınlar
öylece, utanmaya devam etsinler! Biz yola devam edelim:
“Sizin dininiz size, benim
dinim bana!”
Üst insan modelini örnekleyecek ve özlenen toplumu
dünyaya örnekleyecek bir
Türkiye için yeni baştan, daha
da inançlı sarılalım işimize. Bu
dünya bu ruha muhtaç! “Biz ki
ecdadın... “ diye başlayan hamasi duygularla söylemiyorum
bunları. Yazık ki, dünyada bu
denli iyi niyetli bir ülke yok!
Bu yüceltici inşa ruhuna sadece
bizdeki bizler sahibiz ve başka
bir örneğimiz yok! Sadece
bunun gereğini ve kaçınılmazlığını anlatmaya çalışıyorum.
Benliğimizdeki, ailemizdeki ayrıştırıcı ve uzaklaştırıcı
tutumlardan uzaklaşıp, yine
kendimizden başlamak üzere
nazik ve içten bir iletişim
dilini, daha iyiyi ve felahı özleyen niyetlerimizi büyütelim.
Öyle büyütelim ki bizi de
aşsın ve kuşatsın, sınırları da.
Yaratan bize “Yâr” olsun! O
ki Fettah’tır, Baki’dir. Hakk’ın
yanında olmadığı bir gücün
de haklı olma ihtimali yoktur;
velev ki galip görünsünler…
aralık 2015
47
haberajanda
Analiz
Suriye: Medeniyetler ç
Ortadoğu’da kalmak içinse öncelikle kendi
halkını ikna edeceği bir bahaneye ve savaşın
ekonomik ve askerî maliyetini ve de elbette
risklerini paylaşacağı müttefiklere ihtiyacı vardı
ABD’nin. İşte ne büyük bir tesadüf ki(!), tam da
bu sırada DEAŞ terör örgütünün ortaya çıkması
ile ABD istediği bahaneyi bulmuş oldu. Ve yine
ne rastlantı ki(!), Paris katliamları ile beklediği
müttefikleri de buldu. En son 13 Kasım’da meydana gelen saldırılar sonrasında başta Fransa
olmak üzere Almanya ve İngiltere, bu koalisyona ortak oldu.
ABD
’nin başını çektiği koalisyon
güçleri, El-Kaide bahanesi ile
girdikleri Ortadoğu’yu adeta
bir cehennem yerine çevirdiler. El-Kaide terör örgütü
özellikle Bin Ladin’in öldürülmesinden sonra etkisini
iyice yitirdi ve yerini DEAŞ’e bıraktı.
ABD’nin Irak işgali, istediği
şekilde neticelenmedi. ABD
adeta bir bataklığa saplandı.
Irak bölünüp parçalandı ve
hâlihazırda istikrarlı bir hükümet yapısı kurulamadı. Diğer
küresel güçlerin ve bölge ülke-
lerinin etkisi (bir anlamda desteği) ile iç savaş uzadı. Amerikan halkı, ölümleri ve savaşın
kendilerine getirdiği ekonomik
maliyeti sorgulamaya başladı.
Amerikan hükümeti de köşeye
sıkışmaya başladı. Özellikle
bahane olarak öne sürülen
kitle imha silahlarının bir türlü
bulunamaması ABD’yi ve
destekçisi İsrail’i zor durumda
bıraktı. Gerçi İsrail istediğini
almış, Saddam bir tehdit olmaktan çıkarılmıştı.
Köşeye sıkışan Amerikan
hükümetinin önünde iki seçenek vardı. Ya her şeye rağmen
Ortadoğu’da kalmayı sürdürecek ya da bir anlamda yenilgiyi
kabul edip Ortadoğu’dan geri
çekilecekti. Geri çekilmek, zaten istikrarsız olan ülkeyi daha
fazla istikrarsız hale getirmek
ve petrol üretiminin kontrolünü yitirmek anlamına gelecekti.
Ortadoğu’da kalmak içinse
öncelikle kendi halkını ikna
edeceği bir bahaneye ve savaşın
ekonomik ve askerî maliyetini
ve de elbette risklerini paylaşacağı müttefiklere ihtiyacı
vardı ABD’nin. İşte ne büyük
bir tesadüf ki(!), tam da bu
sırada DEAŞ terör örgütünün
48
aralık 2015
Orhan Mücahit
[email protected]
atışmasının son cephesi
DEAŞ veSuriye’nin durumu,Kuzey Irak’ta Peşmergelerin ve Musul-Kerkük Türkmenlerinin durumu,
yanı başımızdaki Bayırbucak Türkmenlerine yapılan saldırılar, Türkiye’yi de ister istemez zorunlu olarak bu koalisyona itti. Suriye’deki durum İran ve Rusya’nın, son olarak da Çin’in devreye girmesi ile biraz daha karmaşık bir hal aldı.
ortaya çıkması ile ABD istediği
bahaneyi bulmuş oldu. Ve yine
ne rastlantı ki(!), Paris katliamları ile beklediği müttefikleri
de buldu. En son 13 Kasım’da
meydana gelen saldırılar sonrasında başta Fransa olmak
üzere Almanya ve İngiltere, bu
koalisyona ortak oldu.
DEAŞ ve Suriye’nin durumu, Kuzey Irak’ta Peşmergelerin ve Musul-Kerkük
Türkmenlerinin durumu, yanı
başımızdaki Bayırbucak Türkmenlerine yapılan saldırılar,
Türkiye’yi de ister istemez
zorunlu olarak bu koalisyona
itti. Suriye’deki durum İran ve
Rusya’nın, son olarak da Çin’in
devreye girmesi ile biraz daha
karmaşık bir hal aldı. Nihayet
sınırlarımızı ihlal eden Rus
jetinin düşürülmesi ile gerginlik
had safhaya ulaştı.
Sonuç olarak, DEAŞ bahanesi ile Suriye bir medeniyetler
çatışmasının son cephesi haline
getirildi.
Medeniyetler çatışması nedir?
En başta ifade etmek isterim
ki, Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezini tümüyle
kabul etmeyi de, reddetmeyi de
doğru bulmuyorum. Objektif
bir bakış açısı ve ancak Batılı
bir aydının gözü ile ele alınmış
bir görüşü ifade ediyor. Fakat
son yıllarda meydana gelen
olaylar, ülkelerin parçalanması,
parçalanan ülkelerin bir türlü
istikrar bulamaması, küresel
güçlerin çıkarları gereği dünya
genelinde kimlik siyasetini
körüklemesi, en nihayetinde
Suriye’de gelinen durum bize
bu tezi pek çok yönüyle doğruluyor.
Medeniyetler Çatışması
tezini hatırlayalım: Samuel
Huntington’un bu ünlü tezi,
ilk kez 1993 yılında Foreign
Affairs dergisinde yayımlandı.
Gördüğü yoğun ilgi üzerine
1996 yılında “Medeniyetlerin
Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Yapılması”
adıyla bir kitap haline getirildi.
Türkiye hakkındaki görüşleri
ve Kemalist sistemi sorgulaması, bu tezin ülkemizde de
yoğun olarak tartışılmasına
neden oldu. (Medeniyetler
Çatışması’nı okumadıysanız,
özellikle yazar Serdar Kaya’nın
değerlendirmeleri ile özetlediği
makaleleri okumanızı tavsiye
edebilirim.)
Huntington’u asıl ünlü
yapan gelişmelerse 11 Eylül
saldırılarından sonra gerçekleşti. Zira her ne kadar bir
“kurgu” olduğunu düşündüren
belirsizlikler olsa da saldırılar
sonrası yaşanan gelişmeler
bu tezi doğrular nitelikteydi.
Medeniyetler Çatışması tezi
özetle, “Önümüzdeki dönemde
uluslararası ittifakların kurulmasında artık medeniyetlerin
belirleyici olacağı ve dolayısıyla
olası çatışmaların/savaşların
bu farklı medeniyetler arasında
gerçekleşeceğini ifade ediyordu. Ortaçağ dönemindeki ırk,
din veya mezhep çatışmaları
Yeniçağ’da yerini sömürge
savaşlarına bıraktı. Yakınçağ
ise Soğuk Savaş dönemiydi. İki
kutuplu Soğuk Savaş dönemi
Sovyetlerin dağılması ile sona
erdi. Şu an bir medeniyetler
çatışması dönemindeyiz” der.
(Hungtinton’un kararsızlar
grubuna dâhil ettiği Türkiye
konusundaki değerlendirmelerine, özellikle de Kemalist sistemin başarısızlığı konusundaki
yorumlarına başka bir yazıda
yer verelim.)
Melheme-i Kübra,
Arz-ı Mevud,
Armageddon
Bildiğiniz gibi üç büyük dinin
birtakım rivayetleri benzer bir
gelecekten bahseder. Buna göre
ahir zamanda dinler arasında
bir savaş olacağı ve Allah’ın/
Tanrı’nın/Yehova’nın kendile-
rine yardım edeceği ve savaşı
kendilerinin (her din kendisinin) kazanacaklarına inanırlar.
Hıristiyanların “Armageddon”, Yahudilerin “Arz-ı
Mevud”, Müslümanların
“Melhame-i Kübra” olarak
adlandırdıkları bu savaş, bazı
hadislere ve rivayetlere göre Hz.
Mehdi ve Hz. İsa’nın gelişi ile
sona erecektir. İslam dininde,
bazı hadislerde Melheme-i
Kübra’dan (Büyük Kapışma)
bahsedilmektedir. Ancak bazı
müfessirlere göre Osmanlı’nın
dağılması, 1. Dünya Savaşı ve
İstanbul’un İngilizler tarafından
işgal edilmesi, bu hadislerin işaret ettiği gerçekleşmiş olaylardır. Bazı müfessirler ise bunun
yakın bir gelecekte olacağını
söylemektedirler.
Rivayetler farklı ve çok çeşitli
olsa da Suriye’de yaşanan son
gelişmeler ve küresel güçlerin bu
bölgeye yönelmesi, bahsedilen
geleceğin yakın olduğunu düşündürmektedir. Bize kıyamet
senaryoları gibi gelen gelişmeler,
bazıları için aslında yüzlerce yıldır hazırlık yaptıkları vadedilmiş
bir gelecek. Bu yüzden böyle bir
savaş için şartları olgunlaştırmış
durumdalar.
İlahî adalet ve kader tecelli
edecektir. Gaybı şüphesiz ancak
Allah (cc) bilir!
aralık 2015
49
haberajanda
Analiz
Gülen Grubu, AK Parti ve
Erdoğan’dan sonra Devlet’in
de karşısında olmayı kendine yol edinmiş durumda. Hâl
böyle olunca, kimsenin “Ben
bunu bilmiyordum!” deme
şansı kalmamıştır. Kendini
hâlâ Cemaat mensubu olarak isimlendirenlerin, “Dindarlıktan ve milliyetçilikten
nasibini almamış, Gülen’in
gücünden nemalanmaya
çalışanlar” olarak etiketlenmeye itirazları olamaz. Artık
Cemaat, Erdoğan düşmanlarının Devlet düşmanlığı da
yapanlarından müteşekkil
bir menfaat grubudur. Bu
yüzden erimeye hızla devam
ediyor ve etki alanlarını
hızla kaybediyorlar. Güçleri
azaldıkça patronlarının desteğini de kaybedecekler ve
tarih sayfalarına gömülecekler elbette!
Hangisi daha düşman;
Rusya mı Cemaat mi?
H
Cemaat, Türk ve Türkiye düşmanı oldu
ERKESİN safını netleştirme zamanıdır!
Muhteşem Tıraş kardeşimin Gülen
Cemaati’ni tepeden tırnağa aynı kefeye
koyduğu bir yazısına yaptığım yorumda, Hizmet’e gönülden bağlı olan, derdi
yalnızca dinini öğrenmek ve yaymak
olan, Cemaat’in malî ve idarî işlerine hiç karışmadığı
için bilgi sahibi olmayan ve işin temiz tarafından başka
yüzünü bilmeyen saf gönüllüleri ayrı tutmak gerektiğini
yazmıştım. O ise, bu yanlışın başındakine biat etmenin
yapılan yanlışlara ortak olmak anlamına geldiği mealinde
bir cevap yazdı. O gün pek de aynı fikirde değildim kendisiyle. Susmayı tercih ettim. Hiç Cemaatçi olmamış ama
Gülen’e, cemaatine, hizmetlerine senelerce sıcak bakmış,
buna rağmen henüz Hükümet-Cemaat kavgası başlamadan Cemaat’in parayla olan ilişkisini eleştiren yazılar yazmış biri olarak konuya objektif baktığımı düşünüyordum.
>> Ne var ki, Muhteşem
Tıraş kardeşime şu an sonuna
kadar hak veriyorum. Zira her
gün kendi gazete ve televizyonlarını takip eden Cemaat
mensuplarının, olayın Erdoğan
ve AK Parti düşmanlığından
çıktığını fark etmemesi mümkün değil. Paris’teki patlamaları
anında IŞİD’e yükleyip Fransız
Devleti’ni suçlamayı aklına bile
getirmeyen Gülen medyasının,
Ankara’daki patlama sonrası
neredeyse Erdoğan’ı katil ilân
etme mücadelesi hafızalarda.
Din ve dindarlıktan çok
uzak kalma özeleştirisinde
bulunan CHP’ye verdiği seçim
desteği sonuç vermeyince, 7
Haziran’da gücünü kandan
alan HDP’ye baraj desteği
veren, Demirtaş balonunu en
çok üfleyen medya grubu da
başkası değil.
Rus savaş uçağını düşür-
50
aralık 2015
Cüneyt Akar
[email protected]
AHMET HAKAN’DAN İTİRAFLAR
A
RTIK “o” da başkanlık istiyor. Israrla
söylediğim ve yazdığım gibi, asıl
muhalefetin istemesi gereken sistemi, onlardan önce Ahmet Hakan istiyor. Ama
dediğim gibi, muhalefetin tek iktidar umudu
olarak gördüğü için değil, başkanlık sistemini, zor yürüyen bugünkü parlamenter sistemden daha demokratik bulduğu, başkanın
yetkilerinin Erdoğan’ın kullandıklarından
daha kısıtlı olacağını düşündüğü, dolayısıyla
Erdoğan hegemonyasından kısmen de olsa
kurtulmanın tek yolunun bu sistem olduğu
için istiyor.
kendi TV programını ve gazetedeki yazılarını
didikleyenlere sitemi var. Bu sitemden ben
de payımı alıyor ve üç küçük paragrafımı ona
ayırıyorum işte!
Neden başkanlık sistemi istediğini uzun
uzun anlattığı yazısının bir bölümünde ise,
AK Parti yapar, herkes eleştirir, kimse
çözüm üretmez. Yaptığı yolları, hızlı treni,
düğümüz ilk gün, -neredeyse- Türk Devleti’ni terörist,
Rusya’yı ise mazlum ilân eden
Twitter mesajları atmaktan
çekinmeyip, rüzgâr bizim
arkamızdan esince tornistan
yapanlar da kendileri.
Ve son olarak, Rusya’nın
Lazkiye ve çevresindeki bombardımanını verdiği sosyal
medya mesajında, Özgür
Suriye Ordusu ve Türkmen
savaşçılardan “terörist” şeklinde
bahseden de aynı medya.
Velhasıl Gülen Grubu, AK
Parti ve Erdoğan’dan sonra
Devlet’in de karşısında olmayı
kendine yol edinmiş durumda.
Hâl böyle olunca, kimsenin
“Ben bunu bilmiyordum!”
deme şansı kalmamıştır. Kendini hâlâ Cemaat mensubu
olarak isimlendirenlerin, “Dindarlıktan ve milliyetçilikten
nasibini almamış, Gülen’in
gücünden nemalanmaya çalışanlar” olarak etiketlenmeye
itirazları olamaz. Artık Cemaat, Erdoğan düşmanlarının
Devlet düşmanlığı da yapanlarından müteşekkil bir menfaat
grubudur. Bu yüzden erimeye
hızla devam ediyor ve etki
alanlarını hızla kaybediyorlar.
Güçleri azaldıkça patronlarının
desteğini de kaybedecekler ve
Üretmek yerine eleştirmekle suçladığı
medya gruplarına çatarken, (belki de farkında olmadan) AK Parti’nin üretken politikalarının da hakkını teslim ediyor. Yazının ilgili
kısmı aynen şöyle: “Artık medyada şöyle bir
görev paylaşımı söz konusu: Biz yapıyoruz,
onlar konuşuyor. Kısacası, AK Parti yandaşı
medya için durum çok ama çok trajik: Biz AK
Parti gibiyiz, onlarsa muhalefet gibi…”
tarih sayfalarına gömülecekler
elbette!
Siyasiler arasında
fikir birliği
Rus uçağının sınır ihlâli
yaptığı, Türkiye’nin meşru müdafaada bulunduğu konusunda
neredeyse kimsenin itirazı yok.
Yakın zamanda bu konuda
Rusya’yı uyarmış olmamız, olay
esnasındaki telsiz ikazımızın ses
kayıtlarını ve radar haritasını
gecikmeden dünya ile paylaşmamız, iki uçaktan birinin geri
dönmesi ve diğerinin ihlâlde
ısrar etmesi ve de Rusların bir
askerî tepki vermemesi haklılığımızı fazlasıyla gösteriyor.
Fakat haklılığımızı teyit eden
AB, NATO ve ABD’nin Rusya ile ilişkilerimize karışmama
gayreti de bizi düşündürüyor.
“Aranızda çözün” diyenler,
dünya savaşına sebep olmaktan
mı, yoksa Rusya’dan mı korkuyorlar? Bunu çözemedim.
Çok şükür ki ülkemizde,
Rusya’ya karşı bir Millî Mücadele ruhu hâkim. Rus uçağını
düşürmekteki haklılığımız
muhalefet tarafından da kabul
görmüş durumda. Bu karalılık
devam ettiği sürece, krizin
ülkemize vereceği zarar da
minimum düzeyde kalacaktır.
Marmaray’ı, havaalanlarını, ürettiği elektriği,
ödediği maaşı, faizsiz kredileri, teşvikleri,
getirdiği teknolojileri herkes kullanır ama her
birinin altında bir ihanet ararlar. Televizyonlardan, gazetelerden Erdoğan ve AK Parti’yi
her gün eleştirip neredeyse küfrederler de
“Basın özgürlüğü yok!” diye bağırırlar.
AK Parti’yi anladığın ve çok güzel anlattığın için teşekkürler Ahmet Hakan!
Her geceyi güneş aydınlatır. Her kışı bir
bahar bekler. Ne gecenin karanlığı ürkütsün
bizi, ne kışın soğuğu umutsuzluk doldursun kalplerimize. Her şey güzel olacak! Bir
olursak, birlik olursak, her şey daha kolay
olacak!
Ahmet Hakan’ın yazdığı gibi,
Erdoğan’ı sevmemek, Putin’i
sevmek anlamına gelmez, bu
bir millî meseledir. Ve herkes
gardını ona göre almalıdır.
Almıştır da…
Ne var ki Rusya, krizi tırmandırma, hiç değilse sıcak
tutma derdinde. Buradan
kazancının ne olacağını bilemiyorum. İki ülke arasındaki
ticaret hacmi hiç de azımsanmayacak düzeyde. Özellikle
inşaat sektörünün lokomotifi
durumunda Rusya’daki Türk
şirketleri. Libya pazarını kaybeden müteahhitler, Rusya’dan
da çıkmayı istemeyeceklerdir
tabiî ki. Limonu, portakalı
almazlarsa ne olur? Ne onlar aç
kalır, ne de ürettiklerimiz bizim
elimizde çürür. Rus turist gelmezse Antalya’ya, biz de daha
çok para harcayan Arapları
çağırırız mükemmel tesislerimize. Siyaseten zaten anlaşamıyorduk, bundan sonra daha
net sınırlar oluverir aramızda.
Doğalgaz mı? Onlar bize
satmadıkları gazdan ne kadar
zarar ederlerse, biz de o kadar
sıkılırız ancak. Katar gazı gelene kadar, ısınırken, kömür
üretirken su kullanırız olsa
olsa. Tarihimiz boyunca dost
olmadığımız Ruslarla kimlerin
dostluk yaptığına bakar ve “İyi
ki dost değilmişiz” deyiveririz.
Taksim Meydanı’ndaki anıtı
benim atalarım dikmedi nasıl
olsa… Onu oraya diktirenler
düşünsün!
Bu arada, herkes bilmelidir
ki Türkiye, işin sulh yoluyla
ve her iki tarafa da fazla zarar
vermeden çözülmesi için ılımlı
davranmakta ve kendi yaptırım
kozlarını kullanmak için acele
etmemektedir. Çanakkale’yi
geçilmez kılan güç, Karadeniz’i
bir göle çevirmeye de yeter
Allah’ın izniyle!
Her şeye rağmen, kimse
iki ülke arsında bir savaş
beklemesin. Rusya haklı olsa,
şimdiye kadar beklemez, bizi
çoktan vururdu zaten. Tarihî
tecrübeleri onlara bu anlamsız
cesaretleri sürüklerdi kuşkusuz.
Ama Rusya ile Türkiye arasındaki bir savaşın 3. Dünya
Savaşı’nı tetikleyeceğini herkes
bilir. Ve dünya, buna müsaade
etmemek için elinden geleni
yapmaya devam edecektir.
Müsterih olun!
Netice olarak bu kriz ne
Rusya’yı, ne de Türkiye’yi batırır. Ama bize kattığı “birlik
ruhu”nun kazancı, Rusya’nın
tüm gaz rezervlerinden daha
kıymetlidir bence.
aralık 2015
51
haberajanda
Toplum
İçtimaî hayat
içerisinde
toplumsal
sağırlık ve
sosyal körlük
yaşayanlar
olduğu gibi,
siyasal yaşam
içerisinde de
aynı durumu
yaşayanlar
vardır. Bu
sağırlık ve
körlükte ısrar
edenler siyaset sahasında
kısa bir süre
boy gösterseler de çok
geçmeden
silinip gitmişlerdir. Siyasal
tarihimiz bunun örnekleri
ile doludur.
Kitle iletişim
araçlarının geliştiği ve toplumun en ücra
köşelerine
kadar girdiği
günümüzde
bile bu sağırlık ve körlüğü
yaşayanlar
yok değildir.
Ondandır ki,
bu sağırlık
ve körlüğü
yaşayanlar,
demokratik
hayata adım
attığımız günden bu yana
iktidar olamamışlardır.
Bu sağırlığa
ve körlüğe
devam ettikleri sürece de
iktidar olamayacaklardır!
52
aralık 2015
Sosyal ve siyasal bir kara delik olarak
Toplumsal sağırlaşma ve
SOSYAL KÖRLEŞME
G
EREK iç politika, gerek dış politika, gerekse dünya siyaset gündeminde meydana gelen olaylardan dolayı
gündem hızla değişmektedir. Kitle iletişim araçlarındaki çeşitlilik, bilginin doğru süzgeçlerden geçmeden
bize ulaşmasına sebebiyet vermekte, bu da bize ulaşan bilgiyi fazlasıyla manipülatif bir forma sokmaktadır. İnsanlar bu manipülasyon girdabının ortasında doğru bilginin ne olduğunu kestirememekte, çoğu
insan, psikolojik bütünlüğü koruma gibi nedenlerle doğru bilginin peşinden koşmak yerine aidiyetlerin ve savunduğu ideolojinin kendisine dayattığı gerçeklere inanma eğilimindedir.
>> Aslında bu, bir çeşit
ataleti de beraberinde
getirmektedir. Herhangi
bir muhakemeye gerek
duymadan kendilerine
sunulan bilgiyi tüketme
şeklinde ortaya çıkan bu
ataletin tefekkür dünyasına getireceği zarar da
cabası…
Atalete düşmeyip
doğru bilgiye ulaşmak
için çaba harcayanlar
da meselelerin derinine
indikçe kitlesel gerçeklikten kopmakta ve bunun
sonucunda da ulaşabildikleri doğruyu topluma
aktarmada ciddi sıkıntılar
yaşamaktadırlar.
Bu sıkıntılar hemen
hemen tüm toplum tabakalarında kendini gösterirken, insanlar bu doğru
bilgiyi betimlemede, bu
bilginin oluşturduğu değişim rüzgârını tanımlamada, yaşanan hızlı değişim
süreçlerine entegre olmada, nihayetinde ise doğru
bilgiyi ve değişim denilen
olguyu yönlendirmede ve
yönetmede dinamik bir
tutum içerisine girememektedirler. Çok daha net
bir şekilde ifade edecek
olursak, doğru bilginin
ortaya çıkaracağı atmosferi tanımlama, bu atmosferin ortaya çıkaracağı
değişimin dinamiklerini
topluma sunma ve bunun
yaratacağı değişim olgusunu yönetme noktasında
ciddi bir aktör olmaktan
ziyade, değişimi yöneten
ve yönlendirenlerin önünde sabun köpüğü gibi bir
o yana, bir bu yana sürüklenmektedirler.
En gayretlilerimiz
bile doğru bilgiye ulaşmak gayretiyle hareket
ederken, atalete düşmüş
olanlar tarafından şevkleri
kırılmaya çalışılmakta,
sosyal ve psikolojik baskılara maruz bırakılmakta,
bunun sonucunda da iniş
çıkışlar yaşamaktadırlar.
Bazılarımız ise hakikatin ne olduğunu
merak etme gereği bile
duymuyoruz. Başkalarının
marifetleri sonucu ortaya
çıkmış sanal hakikatleri
kendi ezberimiz haline
getiriyoruz. Tüm bunlar
bizi kendi gerçeğimize
bağımlı kılıyor. “Egoizma”
denilen psikolojik mekanizma besleniyor. Bunun
sonucunda da toplumsal
sağırlık ve sosyal körlük
ortaya çıkıyor.
“Toplumsal sağırlık” ve
“sosyal körlük” kavramları bazen aynı anlamda
kullanılsa da, iki kavram
arasında ayrım yapmak
mümkün. “Kendi dışında
kalan toplumsal katmanlarının sorunlarına, duygularına, beklentilerine,
isteklerine karşı kayıtsız
kalma” olarak tanımlayabileceğimiz “toplumsal
sağırlaşma” ve “kendi
dışında kalan toplumsal
katmanlarının sorunlarını,
duygularını, beklentilerini,
isteklerini görmezden
gelme” olarak tanımlayabileceğimiz “sosyal körleşme”, sosyal ve siyasal
hayatı kara delikler gibi
yutup kendine benzetiyor.
Grup grup
toplumsal
sağırlar ve
sosyal körler
Gerek iç politik meselelerde, gerekse dış
politika konularında
hangi bilginin gerçek
olduğu, hangi bilginin
manipülatif olduğu, hangi
bilginin strateji oluşturmamıza yardımcı olacağı,
hangi bilginin yaptığımız
siyasal ve sosyal okumalarda projektör görevi
göreceği konusunda
rasyonel tutum almakta
zorlandığımızdan, toplumsal sağırlık ve sosyal
körlük yaşayan toplum ve
bireyler, meselelere farklı
tepkiler vermektedirler.
Toplumsal sağırlık ve
sosyal körlük yaşayanların
birinci grubunda yer alanlar, kendi içine kapanarak
hemen hiçbir şey yapmadan bir kurtarıcının gelip
her şeyi güllük gülistanlık
etmesini beklerler.
Toplumsal sağırlık ve
sosyal körlük yaşayanların
ikinci grubunda yer alanlar, birinciler gibi kendi
içine kapanmak yerine
kendilerini olayların ve
olguların akışına bırakarak başkalarının kurguladığı hayat hikâyelerinde
yoldan geçen adamı oynamayı seçerler.
Toplumsal sağırlık
Aytekin Atasoyu
[email protected]
ve sosyal körlük yaşayanların
üçüncü grubunda yer alanlar,
kendi gerçeklerini tek gerçek
kabul ettiklerinden dolayı
yanlış yöntemlerle kendi gerçeklerini dillendirip dururlar.
Ama yaşadıkları toplumsal
sağırlık ve sosyal körlük, onları
toplumun ruh köküne agâh
olmaktan uzaklaştırdığı ve
geçmişte topluma sundukları
yaşam tecrübeleri toplumda
fobiler oluşturduğu için toplum
gözündeki imaj problemlerini
aşamazlar. Kendi sanal gerçekliklerine takılıp kalır, sürekli
kendi ezberlerini tekrar edip
dururlar.
Toplumsal sağırlık ve sosyal
körlük yaşayanların dördüncü
grubunda yer alanlar, toplumsal
sağırlık yaşadıklarını aslında
bilirler. Toplumsal sağırlık
yanında toplumsal körlük de
yaşayan bu grup, toplumsal
sağırlık ve körlüklerini kamufle
etmek için demokrasi ve insan
hakları gibi kavramları fetişe
ederek bunları birer kamuflaj
olarak kullanırlar. Toplumsal
körlüklerini örtmek içinde
herkesin onları üvey evlat
olarak gördüğünü ve sistem
tarafından mağdur edildiklerini
söyleyerek mağduriyet rolüne
bürünürler.
Toplumsal sağırlık ve sosyal
körlük yaşayanların beşinci
grubunda yer alanlar, fosilleşmiş ideolojik kırıntıları işaret
ederek müreffeh toplumun
ancak bu ideoliye sarılmaktan geçtiğini söylerler. Fakat
toplumun mânâ köklerine
karşı kronikleşen bir sağırlık ve
körlük yaşadıklarından dolayı
bir zaman sonra toplumu
cahil-cühela, garip-gureba
olarak adlandırırlar.
Toplumsal sağırlık yaşayanların dışında bir grup vardır
ki, onlar da toplumun sahip
olduğu dinamizmi tarihî ve
kültürel dinamiklerin üstüne
oturtup bilim ve teknoloji gibi
güç parametrelerini, mensubu
oldukları toplumun lehine
kullanma gayreti içerisinde
çabalar dururlar.
Toplumsal sağırlık yaşayanların birinci kısmında bulunan-
lar, kendi içlerine kapanmayı
bir çeşit hava yastığı olarak
kullansalar da aslında toplumun yaşadığı negatif durumlara karşı toplumsal körleşme
içerisine girdiklerinden bir
çeşit egoizmaya kendilerini
mahkûm ederler. Bu durum,
ayrıca bu gruptakilerin özgüven
noktasında ciddi bir bunalım
yaşamalarına sebebiyet verir.
İkinci grupta yer alanlar,
kimlik bunalımı yaşayan ve
duruma göre her kimliğe bürünebilen alaca kimlikliliği ifa
eder. Üçüncü grupta yer alanlar,
kendilerini altın mayalı sayar,
Jakoben tavırlarını medeniyet
göstergesi kabul ederler. Aslında bu, toplumun ruhuna
radyasyon yayıp toplumu mutasyona uğratma halidir.
Dördüncü grupta yer alanlar,
mağduriyet rolüne bürünmüş
çığırtkanlardan oluşur. Beşinci
grupta yer alanların hali, fosilleşmiş ideolojik kırıntıların
kült kültürü üzerinden kitlelere
pazarlama halidir.
İçtimaî hayat içerisinde top-
lumsal sağırlık ve sosyal körlük
yaşayanlar olduğu gibi, siyasal
yaşam içerisinde de aynı durumu yaşayanlar vardır. Bu sağırlık ve körlükte ısrar edenler
siyaset sahasında kısa bir süre
boy gösterseler de çok geçmeden silinip gitmişlerdir. Siyasal
tarihimiz bunun örnekleri ile
doludur. Kitle iletişim araçlarının geliştiği ve toplumun en
ücra köşelerine kadar girdiği
günümüzde bile bu sağırlık ve
körlüğü yaşayanlar yok değildir.
Ondandır ki, bu sağırlık ve
körlüğü yaşayanlar, demokratik
hayata adım attığımız günden
bu yana iktidar olamamışlardır.
Bu sağırlığa ve körlüğe devam
ettikleri sürece de iktidar olamayacaklardır!
Yarım asırlık siyasî geçmişlerinde iktidara ortak olanlar da
kısa sürede iktidardan kendileri
çekilmek zorunda kalmışlar ve
bir daha iktidar olma gayretini
topluma hissettirememişlerdir.
Toplumsal sağırlık ve sosyal
körlükleri devam ettiği müddetçe de hissettiremeyeceklerdir.
aralık 2015
53
haberajanda
Siyaset
“Yeni anayasa ve sistem değişikliği” konusu hemen tartışılarak siyasî bir çözüme
kavuşturulmaz ise, çok değil, dört yıl sonra Türkiye siyaseti yeni bir krizi çağırmış
olacaktır. Gerçek şudur ki, sistem değişmiştir! Ancak bu durumu yeni bir anayasa ile
kurallara bağlamak ve normalleştirmek, siyasetin birinci ve en büyük sorumluluğudur. Seçimlerde sonuç ne olursa olsun, Türkiye’nin kazanacağının garanti altına
alındığı bir seçim sistemi ve yeni bir anayasa, olmazsa olmaz bir noktaya gelmiştir.
Seçmen, “Ben koyun
değilim” dedi
A
K Partililer üzerindeki mahalle baskısı 1 Kasım’da buharlaştı. Özellikle gençler
arasında ve AK Partili olmayan ama oyunu AK Partiye veren kesimde “Gezi
olayları” ve “17-25 Aralık darbe girişimi” sonrası bir dışlanma ve ötekileştirme
duygusu yaşandı. Yani muhalif olmak saygın bir tavır, AK Parti’den yana olmak
ise sanki yanlış bir tavırmış gibi sunuldu ve seçmen üzerinde mahalle baskısı oluşturuldu.
>> 1 Kasım sonuçları bu
oyunu bozdu, psikolojik üstünlük “İstikrar!” diyenlere geçti.
AK Parti’ye oy veren çoğunluk
moral buldu. AK Parti’ye oy
vermiş olmak, 1 Kasım’da milli
ve yerli duruşun adı oldu. 1
Kasım sonrasında, AK Parti’ye
oy vermek, yeniden prestijli bir
tavır oldu ve hatta muhalefet
seçmeni bile gizli bir “Oh!”
çekti ve rahatladı.
1 Kasım seçimlerinin üzerinden hemen değil de birkaç
hafta sonrasında bir değerlendirme yapmayı daha uygun
gördüm. Seçimin heyecanı ile
54
aralık 2015
ekranlardaki gazetecilerin ve
anketçilerin yorucu ve sıkıcı
yorumları sonrasında biraz ara
vermek iyi oldu. Geriye dönüp
bakınca, “Türkiye siyaseti ve
seçmeni açısından durum
nedir?” diye sakin bir değerlendirme yapmak daha kolay
oluyor.
Bu sürece nasıl
gelindi?
Toplumsal psikoloji açısından önce 7 Haziran 2015’te
ortaya çıkan siyasi tabloyu ve
sonrasında Türkiye’yi 1 Kasım
2015 de seçimlerine taşıyan
süreci hatırlamak gerek.
Gezi olayları ile başlayan
toplumsal kamplaşma sonrası
devam eden medya kampanyası ile muhalif kesimin nefretini bir kişiye odaklayan suni
diktatör tartışmaları başlatıldı.
17-25 Aralık darbe girişimi
sonrası hedefteki kişi olan
Erdoğan hakkında yolsuzluk
iddiaları ve üzerinden de “diktatör” yakıştırması devam etti.
Paralel yapı tartışması sonrası
muhalefet bir konuda uzlaştı;
uzlaşılan konu, Erdoğan’ın
bir şekilde tasfiye edilmesiydi.
Bunun için legal-illegal tüm
yöntemlere başvurdular. “Paralel yapı” dediğimiz örgütü bile
gözden çıkaracak kadar tüm
güçleri ile saldırdılar.
6-8 Ekim (Kobani bahanesiyle yapılan) ayaklanması ve
kaos girişimi de yine bu senaryoya hizmet ediyordu. Tüm
bu olaylar sırasında toplumum
iktidarı sorgulamaya başlaması
bile bence muhalefet için
önemli bir fırsattı. İktidarın
aşırı özgüveni sonucu, siyasî
sorumluluk ve risk taşımayan,
ama devlet imkânlarını ve
iktidar nimetlerini kullanan bir
kesim de bu durumdan mem-
Cemal Ceylan*
[email protected]
nundu. Muhalefet kendisini
konumlandırmadı, seçimlere
çok mekanik yaklaştı, demokrasiyi sayısal bir sistem olarak
gördü ve “Vaat eşittir oy” diye
düşündü. Oysa samimiyet ve
güven olmadan milleti kazanmak mümkün değildir. İşte bu
sebeple 7 Haziran’ı 1 Kasım’a
taşıyan, aslında muhalefetin
bizatihi kendisidir.
Olanda hayır
vardır
7 Haziran’da seçmen,
duygularıyla oy kullandı. Bıkkınlık, kızgınlık, nefret, sevgi,
7 Haziran’da seçmen, duygularıyla oy kullandı. Bıkkınlık, kızgınlık, nefret,
sevgi, aidiyet veya partili olma gibi hisler, seçmenin kararında doğrudan etkili
oldu. 1 Kasım seçiminde ise seçmen duygularını değil, mantığını ve aklını sandığa yansıttı. Güven ve istikrar arayışının yanında endişe ve korku, seçmen davranışında mantığı harekete geçirdi.
aidiyet veya partili olma gibi
hisler, seçmenin kararında
doğrudan etkili oldu. 1 Kasım
seçiminde ise seçmen duygularını değil, mantığını ve
aklını sandığa yansıttı. Güven
ve istikrar arayışının yanında
endişe ve korku, seçmen davranışında mantığı harekete
geçirdi.
Mesela; 1 Kasım seçim
sonuçlarını kimse tahmin
edemedi; çünkü öncesinde
insanlar, en yakınlarıyla bile
siyaset konuşmuyor, tavırlarını paylaşmıyorlar, karşılıklı
bir mahcubiyet yaşıyorlardı.
Bunun açıklaması ise şöyleydi:
“7 Haziran’daki siyasî tercihimi değiştireceğim ama bunu
paylaşmak istemiyorum.” 7
Haziran öncesi siyasî tartışmalarda ölçü kaçmış ve toplumsal
kesimler birbirlerine çok kırıcı
eleştirilerde bulunmuşlardı.
Anket şirketlerinin yanılması
da bu yüzdendi. Sorularına
seçmenden cevap alamadılar,
çünkü herkes kendi içinde
yaşadı seçimi.
1 Kasım seçim sürecinde
aralık 2015
55
haberajanda
Siyaset
sokakta gördüğüm bir başka durum ise, her görüşten
seçmenin yüzünde endişe ve
kaygı olmasıydı. Çünkü AK
Parti’nin tesis ettiği güven
ortamına, onu seven ya da
sevmeyen herkes ihtiyaç duyuyordu. Bu endişe ve kaygı ile
bir kısım muhalif seçmen bile
AK Parti’ye oy verdi.
“Olanda hayır vardır” denir
ya, 07 Haziran’da durum tam
da böyle oldu aslında! Eğer,
AK Parti yüzde 49,5 oy oranını 7 Haziran’da almış olsaydı
toplumsal psikoloji bu sonucu
kabullenmekte zorlanacak
ve özellikle muhalif kesimler
AK Parti’nin bu başarısını
1 Kasım’daki gibi sükûnetle
karşılamayacaktı. Muhalefetin
kendisini iktidara hazır hissetmediğinin göstergesi, Recep
Tayyip Erdoğan düşmanlığı
ya da AK Parti karşıtlığında
buluşan muhalefet partilerinin,
buluşabilecekleri başka bir ortak payda olmadığı konusudur.
Bu durum 7 Haziran-1 Kasım
arasında net olarak görülmüş
oldu.
1 Kasım seçim sonuçlarını kimse tahmin edemedi; çünkü öncesinde insanlar,
en yakınlarıyla bile siyaset konuşmuyor, tavırlarını paylaşmıyorlar, karşılıklı bir
mahcubiyet yaşıyorlardı. Bunun açıklaması ise şöyleydi: “7 Haziran’daki siyasî
tercihimi değiştireceğim ama bunu paylaşmak istemiyorum.” 7 Haziran öncesi
siyasî tartışmalarda ölçü kaçmış ve toplumsal kesimler birbirlerine çok kırıcı
eleştirilerde bulunmuşlardı. Anket şirketlerinin yanılması da bu yüzdendi. Sorularına seçmenden cevap alamadılar, çünkü herkes kendi içinde yaşadı seçimi.
56
aralık 2015
Muhalif kesimler bile 1
Kasım’da pozisyon değiştirerek
AK Parti’yi diğer seçeneklere
tercih ettiler. HDP seçmeni,
çatışma ve teröre karşı olduğunu teyit etti ve MHP’li
bir iktidar olmasındansa AK
Parti’nin iktidarını tercih etti.
MHP’li taban ise bir CHP
ve HDP birlikteliğinin hayalinden bile rahatsız oldu ve
AK Parti iktidarını kabul etti.
CHP’ye oy vermiş olan, ancak
güven ve istikrarı arzu eden bir
kesim de AK Parti’den yana
tercihini kullandı. Bu arada,
AK Parti’ye ders vermek isteyen AK Parti seçmeni ise hem
ders vermiş, hem ders almış
oldu.
Sonuçta, 1 Kasım’da milletin
tercihi AK Parti’de buluştu ve
millet, tek başına iktidarı tekrar onaylamış oldu.
Cemal Ceylan
Muhalefetin
yanlış okumaları
7 Haziran’daki sonuçlar Türk
seçmeninin düşünen ve sorgulayan bir seçmen olduğunu,
saplantılı ve fanatik bir kitle
gibi davranmadığını ispatlamıştır. Bu seçimde muhalefete
verilen fırsatın istikrara zararı
olduğunu ve muhalefetin uyum
içerisinde ve ortak vizyonda
buluşamayacağını gören seçmen, 1 Kasım’da tekrar istikrara oy vermiştir.
7 Haziran 2915 seçimlerinde
sandık güvenliği hakkındaki
tartışmalara rağmen, özellikle
HDP’nin yaptığı sandık hileleri ve baskı ortamını görmezden
gelen ve sonuçları onaylayarak
sahiplenen muhalefet, beklemediği bu sonucu bir zafere
dönüştürmek istemiştir. Seçimi
muhalefetin kazandığını sanmış ve sandığa saygı çağrısında
bulunarak AK Parti’nin sonuçları kabullenmesini istemiştir.
7 Haziran sonuçları ile AK
Parti’ye diz çöktüreceğini varsayan muhalefet 1 Kasım’ı öngörememiş, dahası, AK Parti’nin
yeni bir seçime gitmeye cesaret
edemeyeceğini düşünerek birinci hatayı yapmıştır.
Muhalefetin ikinci hatası
ise koalisyon görüşmelerinde
samimi olmamasıydı. Koalisyon kurulamaması durumunda faturanın AK Parti’ye
kesileceğini ve yapılacak erken
seçimde AK Parti’den tamamen kurtulacağını varsaymak,
muhalefetin hatalar zincirinin
son halkası olmuştur.
Oysa muhalefet, 7 Haziran
öncesi kendisinin kazanamayacağını düşünerek sandık
güvenliği ve seçmen iradesi
hakkında; oyların çalınacağı,
elektrik kesintileri ile seçimin
sabote edileceği gibi konularda
kara propagandalara başvurdu.
Muhtemel bir AK Parti zaferine leke sürmek için toplumsal
psikolojiyi hazırladı. Muha-
lefet, seçmen için yönelttiği
kömür ve makarnaya iradeyi
satma beyanının yanında seçmene doğrudan ağır hakaretler
etmesine ve şaibe yaratma girişimlerine rağmen, 7 Haziran’da
ortaya çıkan seçim sonucunu
görünce durumu beğenmiş ve
sandık sonuçlarını sahiplenmiştir.
7 Haziran seçimi, 13 yıllık
AK Parti iktidarının da gerektiğinde sorgulanacağını göstermesi açısından son derece
değerli bir gösterge oldu. Yani
sorgulayan, gerekli gördüğünde
tavır koyan tutarlı seçmen davranışı ile Türk demokrasisinin
olgunluğu bir kez daha ispat
edilmiş oldu.
7 Haziran sonuçları, AK
Parti’nin de kendi hatalarını
görmesi ve kendini güncellemesi için bir fırsat oldu. 1
Kasım seçim zaferini kutlarken
AK Parti 7 Haziran’ı unutmadı; toplum da unutulmadığını
düşünüyor.
2023 ve Yeni
Türkiye
7 Haziran’ın en önemli
sonuçlarından biri de HDP
ve PKK’nın, en başından bu
yana suiistimal ettiği Çözüm
Süreci’nde, gerçek yüzlerini
barajı aşıp yüzde 13 oy ile yeniden göstermeleriydi. Sürece
samimi destek veren ve terörün
biteceğine inanmak isteyen
toplum, HDP ve PKK’nın
şımarıklığından bıkmıştı. Bu
hususta toplumsal memnuniyetsizliğin görülmesi, 7 Haziran sonrasını hazırlayan en
önemli etmenlerden biri oldu.
7 Haziran sonrası oluşan terör
ortamına hızlı ve kesin bir dille
cevap veren AK Parti, terörle
mücadelede milletin açık desteğini almış oldu.
Çözüm Süreci ile Kürt siyaseti açığa düşmüş ve terörün
gölgesinde kalmıştır. Çözüm
Süreci ile psikolojik üstünlük
Devlet’e geçmiş, bu durum iç
politik ve dış politik ortamda
Devlet’in ve siyasetin elini
terörle mücadele konusunda
güçlendirmiştir.
Türkiye’de teröre karşı
mücadelede meşruiyet hiç bu
kadar güçlü olmamıştı. Çünkü
Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi, Çözüm Süreci gibi, devletin,
atılabilecek tüm adımları attığı
bir süreci toplum kabullenmiş, buna karşılık olarak terör
örgütünün niyeti ortaya çıkmıştır. Terör örgütleri PKK,
DHKP-C, DEAŞ ve diğerleri,
Türkiye’ye karşı kullanılan
birer maşa olarak hak ettikleri
cevabı en sert şekilde almışlardır. Elbette bu tepkiyi almaya
devam da edeceklerdir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tarif ettiği “millî
ve yerli” tanımı toplumsal
kabul görmüştür. 1 Kasım’da
AK Parti’ye oy vermek, genel
durumu görüp Türkiye’yi düşünen millî ve yerli bir duruşun
adı, ayrıca prestijli bir tavır
olmuştur. Bu sebeple, seçim
sonuçları açıklandıktan hemen
sonra çoluk çocuk sokaklarda
kutlamalar yapılmış, ama kimseyi incitecek, kırıp dökecek
bir davranışta bulunulmamıştır.
Diğer partilere oy verenlere
saygı gösteren bir seçim zaferi
yaşanmıştır.
Yine 1 Kasım öncesi AK
Parti, hem Genel Merkez
kadrolarını, hem de milletvekili
listelerini güncellemiş, dolayısıyla muhtemel gerilimler
en alt düzeye indirilmiştir. Bu
güncelleme ile parti içinde
eski-yeni dengesinin korunduğu bir süreç yaşanmış ve
AK Parti güç kazanmıştır. 7
Haziran sonrası Sayın Cumhurbaşkanımızı “doğal lider”
olarak gördüğünü ilan eden ve
sahiplenen AK Parti kadroları
ve Sayın Başbakanımız, bu
siyasî pozisyonunu milletin
desteği ile güçlendirmiş oldu.
1 Kasım sonrası oluşan istikrar
tablosu ile hükümet ve siyaset, “Yeni Türkiye” iddiası ve
“2023 hedeflerine” konsantre
olacaktır.
AK Parti Genel Başkanı ve
Başbakan olarak Sayın Ahmet
Davutoğlu, 7 Haziran’dan 1
Kasım’a kadar geçen süreçte
sorumlu davranmayı başarmış
ve toplumsal desteğin AK
Parti’de buluşmasına katkıda
bulunmuştur.
Türk seçmeni bir kez daha
rüştünü ispatlamış, birilerinin
iddia ettiği gibi koyun sürüsü
olmadığını, göbeğini kaşıyıp
keyif yapmadığını, makarna
ve kömüre değil, istikrarlı ve
güçlü Türkiye’ye oy verdiğini
göstermiş oldu. Seçim sistemi
konusunda son derece başarılı
bir dönem geçiren Türkiye,
demokratik olgunluğunu bir
kez daha ispatladı. AK Parti
seçmeni üzerinde oluşturulmaya çalışılan mahalle baskısı da
böylece buharlaşıp uçtu. Artık
vatandaşımız, yeniden gururla
AK Parti’ye oy verdiğini söyleyebilmenin rahatlığını kimseyi
ötekileştirmeden yaşayacaktır.
Sonuç
1 Kasım’ın kazananı Türkiye
olmuştur. Hayırlı olsun!
“Yeni anayasa ve sistem değişikliği” konusu hemen tartışılarak siyasî bir çözüme kavuşturulmaz ise, çok değil, dört yıl
sonra Türkiye siyaseti yeni bir
krizi çağırmış olacaktır. Gerçek
şudur ki, sistem değişmiştir!
Ancak bu durumu yeni bir
anayasa ile kurallara bağlamak
ve normalleştirmek, siyasetin
birinci ve en büyük sorumluluğudur. Seçimlerde sonuç ne
olursa olsun, Türkiye’nin kazanacağının garanti altına alındığı bir seçim sistemi ve yeni
bir anayasa, olmazsa olmaz bir
noktaya gelmiştir.
TBMM Siyasî Danışman
*
aralık 2015
57
haberajanda
Analiz
Hükümet’in eylem planı
Genel olarak
dün yaşadığımız
sorunları bugün çözebiliriz, ama yarın
çıkması muhtemel
olan problemleri
de şimdiden öngörerek önerilerde
bulunursak son
derece iyi olur. O
halde dünü, bugünü ve de yarını
düşünerek, ülkemizin genel strateji
ve politikalarını
hesaba katarak,
Hükümetimizin
eylem planı çerçevesinde kendimiz
de bir eylem planı
geliştirmeli ve
hayata geçmeleri
konusunda kolları
sıvamalıyız.
58
aralık 2015
Lokman Ayva
[email protected]
ve biz
S
EÇİMLERİ geride bıraktık. Hükümet, seçim öncesi çok ciddi ve kapsamlı vaatlerde
bulunmuştu, şimdi de söz konusu vaatlere dair eylem planını açıkladı. Önümüzdeki
yılları okuyup ona göre bizlerin de kendi eylem planlarımızı hazırlamamız ve yürürlüğe koymamız gerekmez mi? Elbette gerekir!
>> Neydi o öyle, değil mi?
Seçim üstüne seçim, üst üste
seçim… Seçimler üst üste, bizler alt altta... 18 ayda 4 seçim...
Hepsi de baba seçimler… Bir
yerel seçim, bir Cumhurbaşkanlığı -Türkiye tarihinde ilk
olmak üzere- seçimi ve iki adet
de genel seçim… Eğer seçimsizliğe dayanabilirsek, önümüzde 4 sene boyunca seçim
yok. Bu, Türkiye tarihinde ilk
defa oluyor neredeyse. Eskiden
hükümet değiştirirdik, şimdi
de seçim yapıyoruz. Allah’tan
hükümet değişmiyor, sandığa
gidip gidip geliyoruz. Bizler
fikrimizi değiştirmeye vakit
bulamadan bir seçim daha…
Şimdilik seçim konusunu
Türkiye olarak bir tarafa bırakıyor ve işimize gücümüze
bakıyoruz. Şu anki şartlarda
aynen devam edersek, kimse
kusura bakmasın ama burnumuz beladan kurtulmaz. Nasıl
kurtulsun ki? Dışarıya ödediğimiz para, dışarıdan aldığımız
paradan daha çok! Günlük
hayatımızda en çok parayı harcayarak elde ettiğimiz şeylerin
hepsi dışarıdan alınıyor. Elektrik, benzin, araba, telefon, yazılımlar, parfüm, diş macunları
falan filan… Nereye kadar, ne
zamana kadar böyle gidecek?
Sattıklarımızın aldıklarımızdan
daha çok olması gerekmiyor
mu? Böyle bir ülkenin ipini
çekmek çok kolaydır.
Bir başka boyut da şu:
Türkiye’nin gelecekte ne olması kimin işine nasıl gelir?
Mesela Türkiye’nin batması
eğer birilerinin işine geliyorsa,
o zaman işimiz kötü! O birileri
bizi batırmak için uğraşırlar.
Tam tersi olur da Türkiye’nin
istikrarlı bir şekilde devam
etmesi, hatta büyümesi ve de
gelişmesi yine birilerinin işine
geliyorsa, o zaman bize karada
ölüm yok! Eski Enerji Bakanlarımızdan M. Hilmi Güler’in
geliştirdiği strateji bu idi. Türkiye bir enerji köprüsü olsun
ve enerji satanlar da, alanlar
da kendilerinin menfaatleri
gereğince Türkiye’nin istikrarlı
olması için uğraşsınlar… Dikkat edilirse şu anki enerji politikalarımız hep bu yönde ilerlemektedir. Bunun gibi birçok
politika ve strateji mevcut.
Bu noktada mesele şu: Bizler
bu strateji, politika ve muhtemel durumları da dikkate
alarak, hükümetin açıkladığı
eylem planına uygun biçimde
nasıl hareket edebiliriz?
Biz ne yapmalıyız?
Asgarî ücretin yükselmesi,
emekli maaşları, öğrenci bursları gibi birçok icraat, yeni sonuçları da beraberinde getirecek. Dikkat edilirse bu paralar,
tasarruf edilecek paralar değil.
Adam aldığı asgarî ücretin ne
kadarını tasarruf etsin ki? Öğrenci aldığı bu bursu, eminim
bir haftada bitirir ve pederi
ile validesini yine harçlık için
arar. Atalarımız bu durumları
bilerek söylemişler “İnsanın
geliri kadar gideri oluyor”
diye. Yani anlayacağınız “denk
bütçe”, geleni gönderiyoruz…
Tabiî bu, piyasada da canlanma
demek. İktisatta “çarpan etkisi”
dedikleri sonuçlar muhtemelen
ortaya çıkacak.
Eğer çeşitli bireysel üretimler yapanlar gençlerin, emeklilerin ve asgarî ücretlilerin
ilgilerini çekebilecek ürünler
geliştirebilirlerse paraya “para”
demezler. Benim önerim şu:
Her yaşın ayrı ayrı ihtiyaçlarını karşılayacak cep telefonu
yazılımları geliştirilmeli ve
güncellenmeli. Ayrıca tatil
paketleri de gayet güzel olur.
Eğlenceli türde dizayn edilmiş
eğitim sektörü de göz kırpıyor.
Eğlence sektörünü söylemeye
bile gerek yok.
Reformlar geliyor! Hepsi
de ülke için birer fırsat! Yıllarca acı çektiğimiz hususları,
TBMM’yi e-posta bombardımanına tutarak değiştirtme
şansımız doğuyor böylece.
Özellikle devlet hizmetleriyle
ilgili olarak müthiş şeyler yapabiliriz. Tapu dairesi, nüfus
idaresi, Emniyet, MEB, sağlık,
SGK, noterlik, kültür, kütüphane, internet, üniversite, çevre,
orman veya seyahat… Yani
aklınıza ne gelirse, düşündüğünüz her şeyi yapabilirsiniz.
Herkes kendi ilgili olduğu
alanda hemen bir ekip kurmalı
ve gereğini yapmalı. Yapılmasını istediğimiz hususları tüm
partilere gönderebiliriz. Ama
tabiî bunları öncelikli olarak
iktidar partisine göndermeliyiz.
Genel olarak dün yaşadığımız sorunları bugün
çözebiliriz, ama yarın çıkması
muhtemel olan problemleri
de şimdiden öngörerek önerilerde bulunursak son derece
iyi olur. O halde dünü, bugünü ve de yarını düşünerek,
ülkemizin genel strateji ve
politikalarını hesaba katarak,
Hükümetimizin eylem planı
çerçevesinde kendimiz de bir
eylem planı geliştirmeli ve
hayata geçmeleri konusunda
kolları sıvamalıyız.
Sesini çıkarmayının problemini kimse bilmez! Ne kadar
sesimizi çıkarır ve çözüm için
ne kadar bastırırsak, tam da o
kadar az sorun yaşarız. Zaten
buna da “demokrasi” diyorlar.
aralık 2015
59
HABERA JANDADOSYA
Proto-Fırat ya da Ubaidler olarak
anılan, arkaik bir halkın üzerine
bina ettikleri varlıklarıyla tarih
sahnesine çıkan Sümerler, haddizatında kendilerini bildiğimiz
adla tanıtmıyorlar ve kendilerine
“Kengerler” diyorlardı. Çevre kavimlerden Elamlılar ise onlar için
“Şümer” ismini kullanmaktaydılar
ve bu isim “Sümer” olarak da
söyleniyordu. Bunun gibi değişik
uluslar, Kengerleri başka başka
adlarla anıyorlardı.
***
Yönetimin sosyal birlik hâlinden
gevşek siyasal birlik biçimine
dönüşmesi, Aşağı Mezopotamya
sitelerini gerçek mânâda bir devlet yapmaya yetmemişti. Lakin
husule gelen dinsel birlik otuz beş
birim arasındaki mesafeyi öyle
daraltmıştı ki, artık site devletlerinden söz etmenin pek anlamı
yoktu. Böylece bölge bir başka yönetim biçimine evrilmiş ve “üniter
devlet” olmuştu. Lugal kral, artık
eşitler arasında birinci olan değildi;
gerçek bir kraldı ve yetkisi, çevre
patesilerin tercihiyle sınırlanmıyordu. Çünkü idare “gökler”in
seçmesiyle kat’î bir hal almıştı.
Artık rahip-kral, rahip-patesilerle
ilişkilerinde belirgin kurallar ve
disipliner bir standart istiyordu.
***
Buna göre yargılama, bir grup
rahibin hazır bulunduğu bir oturumda yapılmaktaydı. Kâhin,
davanın seyrinde her sorunun
cevabını tanrıya soruyordu. Tanrının cevabı “Evet!” ya da “Hayır!”
olabilecek şekildeydi. “Evet” ve
“hayır” seçenekleri, bir papirus ya
da çömlek parçası üzerine yazılı
şekilde bekletiliyordu. Tanrının
somutluğu sayılan rahipler arasındaki herhangi bir hareket, söz
ve davranış, bu karşılıklardan
birine işaret sayılıyor ve davalar
o şekilde sonuçlandırılıyordu.
Yani tanrılar mahkemelere inince
davalarda kenbetin bir hükmü
kalmamış, ombusdmanlık ve jüri
sistemi tarih olmuştu…
60
aralık 2015
Ahmet Yozgat // [email protected]
Sümerlerden Osmanlı’ya
yönetimsel mustralar-1
Devlet
formatları
M.
Ö. 7000’den 5000’e
doğru uzayan zaman
diliminde,
Mezopotamya’da büyük bir
medeniyet kuran ve yazıyı bulan bir kavim vardı: Sümerler…
Günümüzde mevzubahis kavim, “tarihin başlangıç toplumu”
olarak bilinmeye devam ediyor.
Bu itibarla Sümer Devleti, kayda
düşülmüş ilk insanî organizasyon olma özelliğine de sahip.
Dolayısıyla yönetimle ilgili
temel kuralların konulduğu ve
kendisinden sonra gelen devletleri etkileyen yapısıyla incelemeye değer bir örnek olarak
dikkat çekiyor.
aralık 2015
61
HABERA JANDADOSYA
Tanrıdan köklendiğine inanılan idarî paradigma, iki merkezden doğu ve batıya doğru
iki alacakaranlık galeri açıyor teozofik
anlayışını yaygınlaştırmak için.
62
aralık 2015
>> Coğrafî mekân olarak
Aşağı Mezopotamya’da icray-ı
devlet eden Sümer kavmi,
bölgenin Sami popülasyonunun dışında kalan bir nüfusa
sahipti. Tarihçiler Sümer
halkının Asya kökenli olduğu
hususunda fikir birliği halindeler. Hatta bu halkın Orta Asya
orijinli olduğu da biliniyor. Zira
medeniyetten kalan kil tabletlerdeki dil, Orta Asya’da mukim
Bozkırlıların lisanlarıyla benzeşiyor ve sesi ile anlamı çok
yakın sözcükler barındırıyor.
Bu benzeşik durum, yönetim
usulünde de simetrik unsurlar
içeriyor tabiatıyla.
Dünya yönetim tarihinde iki
paradigmal örneklemeden söz
etmek mümkün: Bu örneklerden birincisi meşruiyetini göklerden alırken, diğeri ise aynı
meşruiyeti yeryüzünde aramakta. Bunlardan birincisinin
merkezi Mısır olarak görülüyor. Mısır’ın firavunik başkenti
olarak ünlenmiş olan Menfis
(Memphis) kentini merkeze
alan bu anlayış, Filistin üzerinden İran’a kadar genişliyor ve
bir damar olarak Hindistan’a
geniş bir koridor açıyor.
Menfis-Kudüs-Persepolis
üçgeni, “tanrısal kaynaklı yönetim paradigması”nın merkez
alanı olarak yer tutuyor haritada. Tanrıdan köklendiğine
inanılan idarî paradigma, iki
merkezden doğu ve batıya
doğru iki alacakaranlık galeri
açıyor teozofik anlayışını yaygınlaştırmak için.
Bunlardan ikinci galeri, İran
Persepolis’inden başlangıç
yapan doğu galerisi olarak
biliniyor. Galeri, Himalayalar üzerinden devamla
Hindistan’da duruyor. Orada
yeni bir formatla revan oluyor
yola ve ilk durak olarak Tibet’i
buluyor. Akabinde Çin’i ortasından yarıp ince bir koridorla
Japonya’ya bağlanıyor.
Batıya yönelen koridor ise
kökünü Mısır’dan alıyor. İlk
durak olarak kutsal Menfis’ten
neşet ediyor. Nil üzerinden
hareketle Yunanistan’ın Olimpos dağına ilintileniyor, oradan
Alpleri takiben Fransa’da uç
veriyor.
Dünya yönetimindeki ikinci
paradigmanın, “meşruiyetini
yeryüzünde arayan” damar
olduğu yazılmıştı üstte. Şimdi
de mevzubahis biçimselliğe bir
bakalım…
Bu anlayışın çıkış durağının
Güneydoğu Anadolu’daki Cudi
noktası olduğu biliniyor. Bu
noktayı belirleyen tarihsel
kişilik de belli elbette: İkinci
Ata Nuh… Dinsel “yeryüzü
paradigması”nın kendisine
hayatiyet bulduğu merkezî
alan ise Ural ve Tanrı dağları
arasındaki bölge; yani Orta
Asya… Oradan hareketle söz
konusu paradigmanın da tıpkı
ilki gibi Asya’nın kuzey şeridini
takiben doğu ve batıya doğru
iki kat oluşturduğu görülüyor.
Büyük Kenger
yolculuğu
Bu girizgâhın ardından tekraren Sümerlere dönelim…
Köken itibariyle Asya’nın
kuzey yarısına bağlı olan
Sümerlerin, yönetim anlayışı düzleminde “yeryüzünü merkez alan yönetim
paradigması”na mensup
olmaları gerekmekte. Ancak
unutmamak gerekir ki, söz konusu kavim devlet organizasyonunun merkezini Asya’da
değil, Mezopotamya’da, yani
Ortadoğu’da kuruyor. Yani
Ahmet Yozgat
yukarıda sözünü ettiğimiz
Menfis-Kudüs-Persepolis
üçgeninin tam ortasında;
“meşruiyetini göklerde arayan” idarî formatta… Bir başka
tarifle, “tanrısal yönetim
paradigması”nın mer’i olduğu
alt kuşakta…
Bu sebeple Sümerler,
yönetimlerini kurarken geniş spektrumlu bir anlayışa
imkân veren özel yöntemlerini
hayata geçiriyor olsa gerek.
Bir bakıma “bir eli yağda, bir
eli balda” olanların bereketli
müktesebatı var onlarda. İşte
söz konusu özel ya da özgün
yöntemler de iki zenginliğin
eseri denilebilir.
Tarihi başlatan en özgün
argüman sayılabilen “yazı”yı
bulmuş olan bu kavmin mensupları, kurdukları medeniyetlerinin yönetim anlayışıyla da
her iki yönetim paradigmasına
örneklik teşkil eden bir durakta konuşlanmış durumdalar.
Kendilerinden sonra gelen
ve tarafımızdan bilinen tüm
devlet ve imparatorlukların
başkentlerinde “yeryüzü ve
gökyüzünü” tercih nokta-i
nazarında bir Sümer etkisi
görülüyor.
Şimdi de Sümer başkentindeki yönetim formatına
geçelim…
Proto-Fırat ya da Ubaidler
olarak anılan, arkaik bir halkın
üzerine bina ettikleri varlıklarıyla tarih sahnesine çıkan Sümerler, haddizatında kendilerini bildiğimiz adla tanıtmıyorlar
ve kendilerine “Kengerler”
diyorlardı. Çevre kavimlerden
Elamlılar ise onlar için “Şümer”
ismini kullanmaktaydılar ve bu
isim “Sümer” olarak da söyleniyordu. Bunun gibi değişik
uluslar, Kengerleri başka baş-
ka adlarla anıyorlardı.
Sümer medeniyetinin
başşehri Nippur idi. Bugünkü
Bağdat-Basra arasındaki Nippur, medeniyetin değişimiyle
isminde tadilata gitti ve “Babil”
olarak anılmaya devam etti.
Yerleşik bir toplum olarak
bilinen Sümerler, coğrafyanın
kuzey doğusundaki öz yurtlarında göçebe bir toplum olarak
biliniyor ve buna bağlı olarak
evcilleştirdikleri hayvanlarına
otlak arıyorlardı. Bu esnada
evlerini taşımakta ilk ilkel
arabaları yaptıkları da tarihin
malûmu. İlk ilkel araba demek,
“tekerlek” demekti; tekerlek
de “Sümer medeniyeti”nin
itici unsuru olarak aldı teknoloji
tarihindeki yerini.
Sümerlerin tarih sahnesinde
arz-ı endam ettikleri Mezopotamya coğrafyasına hangi
sebepten indikleri bilinmiyor.
Bilinen o ki, ikinci vatan diye
kabullendikleri Aşağı Mezopotamya onlar için son durak
oldu. Göçe göçe geldikleri,
uzun yolculuklar sonunda
ulaştıkları iki nehir arasına yerleştiler. Zaten yerleşik hayat
anlayışı ve kültürü de burada
dahil oldu dünyalarına. Yeni hayatları onları toprakla tanıştırdı
ve böylece ilkel tarım örnekleri
dünya yüzünde ilk kez görülmeye başlamış oluyordu.
Sosyolojik açıdan “kuralı az
yaşantı biçimi” olan göçerlik,
doğal olarak yersiz yurtsuz,
adı dahi konulmamış toplumlara has bir durum olarak
bilinmekte. “Konargöçer” diye
tabir edilen ve daha çok Orta
Asya Bozkırlılarını tarifte kullanılan yaşantı ise, göçerliğe
göre daha derli toplu ve kurallı
bir hayattı. Yazlak ve kışlak
olmak üzere iki temelli mekân
arasında gidip gelen konargöçerler “standart kurallar”
belirlemek zorundaydılar. Bu
nedenle birtakım sözel kanun
ve kurallar belirlemişlerdi. Bu
standartlara uymak zorunluluğu vardı ve boy beyi konunun
takipçisiydi.
“Aile veya yukarı doğru büyüyen ve genişleyen topluluklar” anlamlarına gelen “oguş,
urug, boy ve budun”, Orta
Asya’ya has içtimaî geometrik
şekillerdi. Yapılan sıralamada
bir bir yükselip genişleyen söz
konusu toplum katmanları,
standart kurallar dahilinde
şekilleniyordu. Standardı oluşturan ortak mutabakatlar, bu
biçimlemenin temelini teşkil
ediyordu. Bidayette aileden
başlayan toplumsal biçimlenme, “oguşlar toplamı”/
akraba aileler/sülale birliği
içerisinde bir üst formata
çıkıyordu. Uruglar arasındaki
ilişkiler de bir ortak ve sözel
akitleşmeler manzumesiydi ve
bu manzume boylara evriliyor,
daha sonra boylardan buduna,
oradan da en büyük siyasal
örgütlenme olan “il/el” şekline
dönüşüyordu ki bu, merkezi
Asya’da ve tüm Bozkır kavimlerinde “devlet” demekti.
Orta Asya Bozkırlılarında
devlet teokratik değil, karizmatikti. Hatta dünya sistemleri arasında tek “karizmatik”
hususiyet taşıyan yönetsel
biçim Bozkırlılara hastı. Teokratik ve karizmatik yapılanmalar dışında kalan bir diğer
yönetsellik de “demokratik”
olanıydı. Teokratik ve karizmatik uygulamalar yeryüzüne
dağılmışken, eğer Batılıların
oluşturduğu “tariholoji” doğru yazıyor ve “demokrasinin
prototipi”nin uygulama alanı
olarak gösterdiği Yunan top-
rağı ve toplumu özelinde bizi
yanıltmıyorsa, söz konusu
“Atina demokrasisi”ne daha
dört bin yıl vardı. Bu itibarla
Atina demokrasisiden dört
bin yıl evvelki çağlarda bir
demokratik yatkınlıktan söz
edilecekse, o yıllarda “demos
yönetim” Sümerlere aitti. Evet,
bunu söylemekte bir mahzur
yok bize göre.
Sümerlerin içinden çıktığı
coğrafyanın, “Bozkırlı” diye
tarif ettiğimiz halklar totalinin içinde “Proto-Türk” diye
bilinen ve “Sibir taygaları”nda
yaşayan, bir ucu Orta Asya’ya
doğru yayılan topluluklar, yukarıda sözü edilen oguş, urug,
boy, budun katmanlarını oluşturup sosyal organizasyon dönemini tamamladığında siyasal
organizasyon olarak il/el katmanına geçerken teokrasiye
müracaat ettiler. İşte o anda
ortaya çıktı “Aşinaoğulları”!
Ve onlar dinsel bir urba/kisve
taşıyorlardı sırtlarında. Bu kisve onlara Olcayto Peygamber
dedikleri, Nuhoğlu Yafes’ten
mirastı. Bölgedeki tüm halkların da dip-atası sayılan Yafes’e
“gahamlık bağı” ya da en güçlü
ilinti Aşinalılara aitti. Bu itibarla
“Olcay töresi”ni acunda egemen kılma hakkı ve vazifesi de
onların üzerindeydi.
Tartışmasız devlet veya
imparatorluk tahtına oturtulan Aşina kağanlarının “Kutalmışoğlu” oluşları, onların
idarelerini başlangıç itibariyle
teokratik kılıyordu. Ortada,
söz konusu “Yafes şeriatı”na
dair veri yoksulluğu ve Yafes’in
Olcayto’ya, “Yafes şeriatı”nın
“Olcay töresi”ne evrilmiş olması, kurulmakta olan “il”in
oturduğu temelleri gökten
yere indirmekteydi. Bu sebeple “Aşina iktidarı” teokratik
aralık 2015
63
HABERA JANDADOSYA
düzlemden uzaklaşıyor ve
“karizmatik sisteme” dönüşüyordu.
Teokratik kargodan aldıkları
“Kutalmış olma hususiyeti”
töre gereği tartışmasızlık sebebiyle yönetim namzetliğinde mutlak olan Aşina kağanı,
karizmatik düzlemde mutlak
olma salahiyetini budun ulularıyla paylaşmak zorunda
kalmaktaydı. Bunun üzerine
60 yaşla sınırlı bir iktidar da
eklenince “Bozkır sistemi”
demokratik bir uygulamaya
dönüşüyordu kısmen. Bu
sebeplerle “Aşina iktidarı”
yapısal anlamda ilk ve tek görünüyordu yeryüzünde (ya da
nev-i şahsına münhasır).
Sümer ya da kendi deyimleriyle Kengerler, Olcayto
töresinin içinden, yanından
veya yakınından neşet etmiş
bir toplum olarak söz konusu
törenin sosyal uygulamalarını
Mezopotamya’ya eksiksiz
taşımış görünüyor. Yani bu
toplumda da “temel sosyal mimari” olarak oguş/boy/budun
katmanlarının olduğunu söylüyor tarihçiler. Ancak “Bozkırlı ili” durağındaki yönetsel
prensipleri Asya mentaline
pek uymuyor. Yani Kengerlerde bir “Kutalmışoğlu” ailesi
yok. Doğal olarak bir “yönetici boy”dan söz ediliyor ama
mevzubahis boyun göklerle
kan bağının bulunduğuna dair
bir kayıt bulunmamakta. Bu
bağlamda zamanla bir “semavî
bağ”ın oluştuğu biliniyor; fakat
bu ilinti, biyolojik olmaktan
çok “sosyo-militarik” olarak
görünüyor.
Buradan hareketle bir soru
sorup öyle devam edelim
mevzuya: Kengerleri anayurtlarından çıkartıp çok uzaklara
64
aralık 2015
savuran sebep neydi?
Bu sorunun iki cevabı var
ki ilki şu: Kenger boyları Aşinaoğullarıyla problemli bir
toplumun/toplumların temel
unsurunu oluşturuyordu.
İkinci olarak da akan zaman
içerisinde Kengerler, sapkın
bir toplum halini alıp “Olcay
töresi”nin dışına taşmışlardı ve
bu sebeple “Kutalmışoğulları
iktidarını” reddettiler.
Her ne kadar yukarıdaki
soruya ait iki cevaptan söz
edildiyse de karşılık tekti. Zira
(ve zaten) yukarıdaki argümanlar birbirleriyle ilintili; hatta
kendi kendilerini tetikleyen
bir durum arz etmekteler.
Yani “töreden çıkmış” bir
toplum, idarenin teokratikleşmesini kabullenemedi ve
Bozkırlıların bir nevi seküler
“karizmatizm”ini yanlarına
alıp, merkezi Asya’nın siyasal
sisteme geçmiş hali olan “il”
aşamasını da reddederek
kolektif sosyal yapı mimarisini
korur şekilde yurttan ayrıldılar. Bir nevi sürgün topluluk da
sayılabilecek Kengerler, yıllar
süren bir yolculuktan sonra
denize ulaştılar.
2015 yılında Hakkari’de
bulunan Balbal taşları, Bozkırlı mezarları ve kurganlar,
Kengerlerin “Sümer” olmadan
önce sürülerinin peşinde İran
platosunu geçip Anadolu’nun
bir ucuna dokunduklarını
göstermekte. Bozkır Kengerleri, sürücülük iklimini haiz
Horasan, Kuzeybatı İran, Doğu
Anadolu ve Kuzey Irak coğrafyasında mezarlarını bırakacak
kadar eğleştiklerine göre neden buralarda kalıcı olmadılar?
Bunun cevabı bilinmiyor. Peki,
bu göç bir kaçış ve kovalamaca
mıydı? Burası ikircikli!
Ancak şurası bir hakikat ki,
söz konusu toplum Asya ve
Orta Mezopotamya arasındaki
coğrafyada hâlâ karizmatik
düzlemde, göklerle irtibatsızlık
anlamında seküler, göçerlik
nedeniyle dünyevî ve kendi
sosyal ve yönetsel kurallarını
kendi koyacak kadar bağımsız ve özgür, ayrıca pek çok
sistemin protosunu deneyecek kadar yenilikçi ve sosyal
dokusuna uymayan sistemleri silkip atacak, yenisine de
yelken açacak kadar zaman
zengini bir toplumdu. İşte bütün bunlardan sebep, Kenger
öncülünden Sümer hâline
evrildiklerinde o kadar çok
tecrübeye sahiptiler ki bir nevi
yönetim çeşitliliği bereketlisi
ve zenginiydiler. Bu yüzden
kendilerinden sonra gelen pek
çok topluma yönetsel sistem
babalığı yaptılar.
Bununla kalmadılar, Aşağı
Mezopotamya’da inşa ettikleri uygarlıklarıyla insanlığa
yazıyı armağan ettiler. Tekerlek, onların bulduğu bir
teknolojik mucizeydi ve “taş
medeniyeti”nden “ahşap
medeniyeti”ne geçtiler. İlaveten, binlerce yıl sonra zuhur
eden Musevi, Hıristiyan ve
İslam dinlerinde onların izlemine rastlandı. Bu anlamda
Nuh Tufanı’ndan ilk kez onların
efsaneleri söz etti. Mesela
Sümeryan yaratılış efsanelerinde sözü edilen bazı hususların semavi dinlerle örtüştüğü
görüldü.
Kenger’den Sümer’e
değişim
Ve “budun göçü” sona
erdi. Kengerler, Aşağı
Mezopotamya’ya indiler. Fırat
ve Dicle nehirlerinin “evlendiği” noktadan geri “Şattü’l-
Arap” adını aldığı kıstak, onların son durağı oldu. Kenger
toplumu ilk defa bataklık
ve denizle karşılaşmışlardı.
Üstelik bu arazi, onların yola
çıktığı ve serüven esnasında
karşılaştıkları coğrafî bölgelere
hiç mi hiç benzememekteydi. Burada göz alabildiğine
panoramik bir düzlükten söz
ediyoruz. Bu düzlükte ne yazlak için dağ doruklarında yayla
düzlemleri, ne kışlak için kuytu
ovalar ve vadiler vardı. Kısacası
bölge, hayvancılığa hiç de müsait olmayan yapısıyla Kenger
boylarını yerleşik yaşantıya
geçmeye zorluyordu. Ve mecburen bu şartla yerleştiler yeni
araziye onlar da.
Kengerler, Şattü’l-Arap
kıstağına göçü indirip ilk
barınakları inşa etmeye başladıklarında, aynı zamanda
Sümerleşme aşamasına da
geçmiş oluyorlardı. Ve birkaç
bin yıl sürecek olan bu aşama
onları “mustralık bir medeniyet” biçimine getirecekti. Yeni
din, yeni rejim, yeni mimari ve
yeni teknolojiler onların elinde
şekillenecekti.
Anlaşılan o ki Kengerler,
Bozkır’dan 35 “sosyo-unit”
halinde ayrılmışlardı. Bu bölümlerden 21 boy aşiret büyüklüğündeydi, 14 de urug,
yani kabile ebatlarında. Total
olarak 35 birime ulaşan toplumsal kompartıman sayısı,
bölgede 35 araziye oturdu.
Bu yerleşim alanları geleceğin
şehirlerinin ilk halleriydi. 21
yerleşim obasını hanlar idare
ediyordu; 14 birim ise beylerin
gözetimindeydi. Sümerler,
bey pozisyonunda olan yöneticilere “en” diyorlardı. Enlerin
üstünde, boyları idare edenlerin unvanı “ensi”ydi. Ensiler
“vali” pozisyonundaydılar
Ahmet Yozgat
Sümerlerin tarih sahnesinde arz-ı endam
ettikleri Mezopotamya coğrafyasına hangi
sebepten indikleri bilinmiyor. Bilinen o ki,
ikinci vatan diye kabullendikleri “Aşağı
Mezopotamya” onlar için son durak oldu.
enlerin “kaymakam” ile eşit
durumuna karşı. En ve ensi
unvanlarıyla yükselen yönetgen pozisyonunun sonuncusuna “lugal” deniyordu. Ülkede
bir tane lugal bulunması ve
tüm pozisyonların en üstünde
olması sebebiyle tarihçiler onu
kralla eşleştiriyorlar.
Lugal, ensiler arasından
seçiliyordu. Seçimdeki ölçü,
en geniş nüfus ve nüfuza
sahip olmaktı. Bu şartlardaki
boyun idarecisi olması sebebiyle ensilerden bir ensi, doğal
olarak lugal şeklinde kendini
belli ediyordu. Bir bakıma
kimse onu seçmiyordu, “onun
gücü” tercih nedeniydi. Yani
çevredeki 34 birim güçlü olan
benzerinin etrafında birikince,
sistem, sosyal organizasyonlar olmaktan çıkıyor ve
siyasî birliğe dönüşüyordu.
Tabiî baş-ensinin yetkileri bir
anda artıyor ve kral seviyesine
ulaşıyordu.
Kenger topluluklarının
yerleştikleri otuz beş alanda,
sürülerini besleyecek imkânın
kısıtlılığı sebebiyle sürü sahiplerinin zamanla sürülerini tasfiye ettikleri ve hayvancılıktan
el çektikleri, böylece insanların
toprağa yöneldikleri görülüyordu. İlk tarım uygulamaları
da bu şekilde başlamıştı. İnsanlık yeni bir üretim biçimine
yükselmiş oluyordu. Yerleşik
hayat tarımla doğrudan ilintili
olduğu için Orta Asya’ya has
“yurt” çadırları, yerini ilk evlere
bırakıyordu.
Yöre imkânlarının el verdiği
kerpiç barınaklar yeni yerleşim
yerinde belirirken, ilk şehircilik uygulamaları da hayata
geçmiş oluyordu. Yerleşik
hayat da tarım ve toprak mülkiyetini beraberinde getiriyor
ve ilk çiftlikler de belirmeye
başlıyordu. Buna bağlı olarak
“kamu mülkü” kavramı da
“proto-pratiğine” kavuşmuş
oluyordu.
Kamu mülkü pratiği, ilk önce
kendini kırsal yerleşim yerle-
rindeki barınaklar arasındaki
geçiş şeritleri şeklinde göstermişti. Zamanla oluşmaya
başlayan şehirlerde mesken
adaları ve yolların doğduğu
görülüyordu. Kenger halinden
Sümerleşmeye geçişin en
somut biçimi olan şehirlerde
yolların varıp çıktığı alanı, yani
“ulu orta” şehrin ana meydanını oluşturuyordu. Şehir
meydanlarına dikilen “orta
evler” elbette şehir şefinin sarayı olarak diğerlerinden daha
büyük ve görkemli olarak inşa
ediliyorlardı. Doğal olarak şehrin ortak hayatının söz konusu
merkez yapı etrafında şekillenmesine neden oluyordu.
aralık 2015
65
HABERA JANDADOSYA
Yöre imkânlarının el verdiği kerpiç barınaklar yeni yerleşim yerinde belirirken, ilk
şehircilik uygulamaları da hayata geçmiş oluyordu. Yerleşik hayat da tarım ve toprak
mülkiyetini beraberinde getiriyor ve ilk çiftlikler de belirmeye başlıyordu. Buna bağlı
olarak “kamu mülkü” kavramı da “proto-pratiğine” kavuşmuş oluyordu.
Bu şekillenme, aynı zamanda
yönetim mekanizmasının da
hiyerarşisini vermekteydi.
Ortada en, ensi ya da lugalın
oturduğu yönetim merkezi;
onun yanındaki halkada idare
birimleri; ikinci halkada muhafız birlikleri; en dış halka ise
yönetilenler ve tabiî yerleşim
yerlerini koruyan askerler…
Tarihçiler, Sümerlerin bidayette anaerkil olduğunu yazıyorlar. Kanaatimizce doğru,
ancak eksik! Kengerler anaer-
66
aralık 2015
kil, ancak onların ikinci sosyoyapısı sayılabilecek Sümerler
ataerkil bir toplum olarak şekillenmekte. Ana ya da ataerkil
kavramları, toplulukların göçer
veya yerleşik oluşlarıyla ilgili
olsa gerek. Göçebe hayatında
ananın dominant olma ihtimali
yüksek; lakin yerleşik düzen,
idare mevkiine babayı yükseltmekte. Bu değişimde ise
klana katılan yeni insanî unsurların etkisi olsa gerek.
Göçer topluluklar, aralarında
kan bağı bulunan insanların
beraberliğini zorunlu kılıyor.
Fakat yerleşik hayat, söz konusu akraba birliğinin terkibini
işçi ve köleyle bozmakta ve
böylece yeni insan tipolojisinin
sosyal yaşama duhuliyeti/yönetsel muhataplığını anadan
ataya çevirmekte.
Kenger dönüşmesinin yeni
ismi Sümer, dolayısıyla yeni
biçimi olan Sümer şehirlerinde
yaşayan halk, üç ya da dört
katmandan oluşuyordu. Kendi
içinde özgür olan her şehir
-ki bunlara site, yönetimine
de site devleti denmekte-,
unvanı “patesi” olan bir prens
tarafından yönetilmekteydi.
Patesinin çevresindeki birinci
halkayı savaşçı aileler, yani askerler oluşturmak zorundaydı.
Kengerli halk ise bunların arkasından geliyordu. Son halka ise
kölelerden müteşekkildi. Bazı
tarihçiler üçüncü çemberde
maraba/işçi sınıfını koyarak
kölelere dördüncü katmanı
veriyorlar ki bu da doğru bir
biçimlendirme sayılabilir. Ancak kanaatimizce maraba/işçi
tipolojisi de eski kavimlerde bir
nevi köle sayılmaktaydı (yani
paralı köle).
Site yönetimlerinde tahtı
işgal eden patesi, tek başına
hareket etmekteydi. Ancak
onun akıl danıştığı, soylu
Ahmet Yozgat
ailelerin reislerinden oluşan
bir “danışma kurulu” olduğu
da biliniyor. Patesi, şehre ve
topluma ait sorunları “yaşlı
reisler”den oluşan bu “danışma meclisi” ile müşavere
ediyor ve kendi yöntemleriyle
çözüyordu. Bununla birlikte
mecliste görüşülen hususlarda
son söz patesinin olsa da nihaî
kararda “ak sakallılar”ın etkisinin olduğu da biliniyor. Bir grup
müşavirin “akıldaneliği” ile
boyunu yöneten patesi prens,
site devletinin tek sorumlusu olması hasebiyle bir nevi
başkanlık sisteminin de sahibi
gibiydi. Bu göreve seçimle
gelmediğine ve iktidarı babasından devraldığına bakılırsa
“mutlakî prenslik” özelliğinde
bir “kantonunotokrat”ı gibi
durduğu da bir gerçek.
Bu noktada Sümer şehir
devletlerinin iç yapısında
olmayan bir argümanın yönetme sürecine dâhil olduğu
görülüyor. Patesiler arasında
en güçlüsünün “lugal”, yani bir
nevi kral olarak ortaya çıkması, yeni biçimin Sümercesiydi.
Tıpkı ensilerde olduğu gibi, 35
site kantonunun oluşturduğu birliğin federal idaresinin
oluşumunda ortaya sürülen
“baş-patesi”nin konumunun
seçimle belirlendiğine dair bir
bilgi yok. Yukarıda da söylendiği gibi, bu tercihler sonunda
varılan nihaî bir durum. Bu
nedenle lugalin yetkileri sınırsız değil ve hatta sembolik; bir
yetki yoksulu gibi oturmakta
baş-patesi.
Kengerlerde
din
ve devlet
Kengerler anavatan
Asya’dan yola çıktıklarında,
bölgedeki diğer göçebe boylar gibi keskin hatlarla, hatta
somut olarak belirgin bir tanrı
inancına sahip değillerdi kanaatindeyiz. Yuvarlak bir söyleyişle yollara dökülen Kenger
topluluğu, arkada bıraktıkları
soydaşları misali “mavi göğe”
inanmaktaydılar elbette; zira o
ve daha sonraki çağlarda “tanrısızlık” söz konusu değildi.
Tanrıtanımazlık sayılan
“ateizm” anlayışı, yakın zamanlara has bir sapkınlık bilindiği üzere. Kengerlerin inancı
da benzeşleri gibi oldukça ayrıntısız bir iman biçimiydi. Buna
bağlı olarak Kenger inancının
“kurban” dışında herhangi bir
kutsal ritüeli bulunmamaktaydı. Tanrı biçimini ise “yukarıda
mavi gök” betimlemesiyle
sınırlı tutan genel Bozkırlılardan ayrı değildi. Bilindiği üzere
Bozkır inancında herhangi bir
şekilde “Tengri” figürüne rastlanmamaktaydı. Eğer bir figür
sayılırsa, ancak her şeyin derununda saklı olan ve flu bir sis
gibi duran ruhtan söz etmek
mümkün. Hepsi bu!
Anlağına “Sis Tengrisi”ni
alarak merkezi Asya’dan
yola çıkan Kengerler, Güney
Mezopotamya’da Sümer’in
kavmine evrildikten sonra
girift inançların kımıl kımıl
kaynadığı Ortadoğu’da oldukça basit, hatta yok mesabesinde duran içrek yapısıyla
malûlleşen “mavi gök” imanını
terk ettiler. Bir iman eğitiminin
sonucunda Bozkırdan ithal
“tanrısal sis”, yeni coğrafyada
antromorfist somutluklara
evrildi. Artık bir düzine insan
suretli tanrıya sahip Sümer
dininin prototip olarak nerede,
ne zaman ve nasıl oluştuna
dair bir bilgi yok kayıtlarda.
Lakin sureti bir fotoğraf netliği,
hatta bir heykel somutluğunda belirgin tanrıların cirit
attığı yeni coğrafyada bunun
bir önemi de yok. Zira her an
ve her yerde yeni yeni inançlar
oluşmaktaydı. Sümer organizasyonu içerisinde yer alan her
şehrin bir tanrısı bulunuyordu.
Sümer dini kayıtlarında olan
bir gerçek bulunuyor: Hayatın
tam ortasında yer alan Sümer
tanrılarının devlet yönetimine
de müdahil oldukları sabitesi...
Sümer sitelerine çok tanrılı
iman sirayet ettikten sonra
insan-tanrı ilişkisini sağlayacak “aracı sınıf”ın doğmasının
zamanı gelmiş ve böylece
ruhban kuşağı oluşmaya başlamıştı. İşte Orta Asya orijinli
ve karizmatik Sümer idarî
felsefesinin teokrat yönetim
şekline evrilmesi de bu gerekliliğin bir eseri olarak yeni
dinin ortaya çıkış zamanına
rastlamakta.
Bu aşamada otokrat idare
teokrat yönetim anlayışına
evrilirken kaçınılmaz olarak
35 site ve bir o kadar patesi
prensleri de idareci rahiplere
dönüştüler. Buna bağlı olarak,
başkent Nippur’da ikamet
etmekte olan ve bir nevi imparator postunda oturan lugal
de “rahip-kral” cübbesine
bürünmüş oluyordu. Bir nevi
sivil kent meclisi sayılan ve
adına “unken” denilen patesi
müşavirleri ise şehrin rahipleri
unvanının sahibiydiler artık.
Yönetimin sosyal birlik
hâlinden gevşek siyasal birlik
biçimine dönüşmesi, Aşağı
Mezopotamya sitelerini gerçek mânâda bir devlet yapmaya yetmemişti. Lakin husule
gelen dinsel birlik otuz beş
birim arasındaki mesafeyi öyle
daraltmıştı ki, artık site devletlerinden söz etmenin pek
anlamı yoktu. Böylece bölge
bir başka yönetim biçimine
evrilmiş ve “üniter devlet”
olmuştu. Lugal kral, artık eşitler arasında birinci olan değildi;
gerçek bir kraldı ve yetkisi,
çevre patesilerin tercihiyle
sınırlanmıyordu. Çünkü idare
“gökler”in seçmesiyle kat’î
bir hal almıştı. Artık rahip-kral,
rahip-patesilerle ilişkilerinde
belirgin kurallar ve disipliner
bir standart istiyordu.
Bu istekler sonucunda zamanla oluşan disipliner gelenek, Rahip Urgakina zamanına
kadar sözel olarak uzadı. Ondan sonra ilk kanun maddeleri
kesinleşti ve Urgakina, bunları
kil tabletlere yazdırdı. Ardından
özgün tabletleri çoğalttı, tüm
sitelere birer nüsha zimmetledi. Belki de beşeriyetin ilk
kanunlarıydı bu tablet yazıtlar
ve yasal kurallar, kesin hudutlarla çizilmişlerdi.
Mesela diyordu ki Rahip
Urgakina, “Bir kişi, bir diğer
kişinin gözünü çıkarırsa onun
da gözü çıkarılır”. “Kısas” bu
proto-kurallarda yoktu. İlk yazıtlarda cezanın infazı, zararın
ürünle ödenmesi ve mağduriyetin giderilmesi mantığına
dayanıyordu. Ancak anlaşılan
o ki bu mantık pek caydırıcı
olamamıştı. Zira Asurlular
zamanında ünlü Hammurabi,
Sümer kanunlarının ana damarına kısası ekleyerek yeni
bir hukuk anlayışının da temelini atmış oldu.
Yazılı hukuka geçilmesi,
cezaların keskin hatlarla belirginleşmesi, adaletin mutlak
uygulanması gibi hususiyetler
Sümer resmî organizasyonuna
mahkeme, yargıç, güvenlik
gücü, kâtip gibi memurin anlayışını da eklemledi. Böylece
modern devlette de benzerle-
aralık 2015
67
HABERA JANDADOSYA
rine rastlanan temel kurumların prototipleri ortaya çıkmaya
başladı.
Genişleyen memurin tabakası ve giriftleşen devlet-halk
alâkası, tepe yönetiminde de
bir değişikliğe neden oldu.
Daha önce karizmatik tek
lidere dayanan ve bir nevi
başkanlık olan Sümer yönetimi, rahip-lugal ve rahip-patesi
yardımcılıklarıyla desteklenerek bir nevi yarı başkanlık
şeklinde kendini yeniledi böylece. Bu anlamda Sümer kralının üç yardımcısı ya da veziri
vardı. Bunlar, kralın mutlak
yetkisini onun adına kullanma
hakkına sahiptiler. Bu yardımcı
rahiplerden biri dışişlerinden
sorumluydu; diğerlerinden
biri alışveriş ve üretimden,
son vezir ise şehir ve belediye
işlerinden.
Tarihler, Sümer şehir dev-
letleri yönetimine son verenlerin Akad-Sargon Hanedanı
olduğunu yazıyor. Köken
olarak Kiş, Uruk ve Ur hanedanlarının kantonal idaresine
son veren Sargonların Sami
ırkından ve bölgenin yerlilerinden olduğu biliniyor. Devleti
federal formattan üniter şekle
dönüştüren Sargonların, yüz
yıllık iktidarından sonra Sümer
devletinin kendini toparlayamadığı ve bölgede idarî
merkezler kuran Akad, Elam
ve Babil organizasyonlarıyla
baş edemediği ve yavaş yavaş tarihten silindiği biliniyor.
Ancak devlet sistemleri, teknolojileri, yazıları, kültürleri ve
dilleri uzunca süre ardıllarını
etkilemeye devam etti.
Hammurabi
Kadim zamanları süsleyen
ve en önemli medeniyetlerden biri sayılan Babilonya,
Sümerlerin ardıllarından; aynı
topraklarda ortaya çıkmıştı.
Hatta her iki medeniyetin baş
şehri de aynıydı ama isimleri
farklıydı. Sümerler başşehre
Nippur, Babilonyalılar ise Babil
diyorlardı. İki uygarlığın eşdeğerliği yalnızca aynı toprak ve
aynı başkent değildi elbette.
Babil Devleti, Sümer kanunlarını ve hukuk müktesebatını
da teslim almıştı. Sadece dine
dayalı teokratik devlet anlayışını tercih etmedikleri biliniyor.
Birinci Babil Devleti olarak
tarihe geçen Babillon Hanedanlığı, Sümer adaletini olabildiğince geliştirme gayreti
içindeydi. Devletin en meşhur
kralı olarak ünlenen Hammurabi Sümer hukukunu öylesine
geliştirmişti ki ceza, ticaret ve
mülkiyet alanlarında devrin
en gelişmiş kanunları onun
elinden çıkmıştı. Tabiî haklı
olarak tarihe adını bu kanun-
Daha önce karizmatik tek lidere dayanan ve bir nevi başkanlık olan Sümer yönetimi, rahip-lugal ve rahip-patesi yardımcılıklarıyla
desteklenerek bir nevi yarı başkanlık şeklinde kendini yeniledi böylece.
68
aralık 2015
larıyla yazdırmayı da başardı.
Bunca gelişkin kanun anlayışına rağmen Hammurabi’nin
devleti, gücünü hukuktan
değil, ordudan alıyordu yine de.
Bu özelliğiyle “mutlak krallık”
anlayışına dayanıyordu.
Sümer’den
Mısır’a
Antik çağın en büyük medeniyetlerinden biri, belki de
birincisi Mısır’dı. Afrika’nın
kuzeydoğusunda yer alan
Mısır, Asya ile Afrika’nın temas
noktasındaki mühim konumu
sebebiyle günümüzde olduğu
gibi Antik Çağ’da da oldukça
“gözler üstünde” bir yerdi.
M.Ö. 3150 yılında ortaya
çıkan ilk firavundan önce Aşağı
ve Yukarı Mısır olarak iki ayrı
birim şeklinde olan ülkenin
-daha sonra birleşince- önemi
artarak gelişti ve dünyanın
“süper gücü” hâlini aldı. Tam
bin 500 yıl bu “süper gücü”
koruyarak yükseldi. Ancak
medeniyetinin doruk noktasında, toplumunun bir kesimini
hedef alan “anti-adil” biçimiyle
sarsıldı. Bu sebeple ortaya
çıkan Hz. Musa’nın zuhuru,
Mısır’ın düşüşünü tetikledi.
Hızlı bir şekilde “süper lig”den
uzaklaştı ve devletler arasında sıradanlaşma yoluna girdi.
Bununla birlikte, tıpkı çıkışı gibi
zirveden inişi de bin 500 yıl
süren “firavunların ülkesi” M.Ö.
31 yılında Roma İmparatorluğu
tarafından istila edildi ve Latin
medeniyetinin bir eyaleti biçimine geldi.
Gelelim şimdi, Mısır yönetim
paradigmasının özgün biçimine…
Mısır’da firavun, ülkenin
mutlak hükümdarıydı. Teorik
de olsa tüm kaynakların ve
toprakların üzerinde hâkim
Ahmet Yozgat
firavundu. Mısır’ın mutlak kralı
sayılan firavun, aynı zamanda
en yüksek askerî komutan ve
devletin başkanıydı. Belirlediği
işlerin yürütülmesi için atadığı
resmî görevlilerden oluşan bir
bürokrasiye dayanmaktaydı
arkası. Yönetimin tepedeki
idareyi üstlenmesinde onun
hemen altındaki kişi “vezir” idi.
Vezir, firavunu temsilen hareket etmekteydi. Başta yasal
sistemin işletilmesi olmak
üzere, devlet hazinesini, ülke
arazilerinin kullanımını, büyük
inşaat projelerini ve resmî papirüs arşivlerinin tutulmasını
idare ve koordine etmekteydi.
Ülke bir nevi “siyasî bölgeler” denilebilecek yerel yönetim birimlerine ayrılmıştı ve
bunlara “nom” adı veriliyordu.
Sayıları zamanla 42’ye kadar
yükselmişti. Nom yöre birimleri, yetki anlamında vezire
karşı sorumlu yönetimlerdi
ve başlarında yarı feodal yönetgenler bulunuyordu. Antik
Mısır’da bölgesel nom olarak
adlandırılan bu feodal yöneticiler, günümüz idarî sistemine
göre bir nevi valilik ve çeşitli
hacimlerde oluşları nedeniyle
kaymakamlıklardı. Her bir
nomu idare eden feodalin adı
ise “nomark”tı.
Antik Mısır’da hayat ve buna
bağlı olarak yönetim, tapınakların etrafında şekillenmekteydi. Tapınaklar aynı zamanda
ekonominin de temel merkezlerini oluşturuyordu. Yani Ra
tapınakları, sadece dinin merkezleri değildi elbette. Bununla
birlikte nomarklar ve onlara
bağlı yetkililer tarafından yönetilen bir vergi sisteminin de
düğüm noktalarıydı. Tüm eski
zaman devletlerinde olduğu
gibi Mısır’da da vergi, “ürün”
demekti. Ürün olarak devşiri-
len vergi ve vergi ürünlerinin
toplandığı tahıl ambarları,
tapınakların yedd-i emanetindeydi.
Bölgesel ambarlarla daha
merkezî mânâda devlet hazinelerindeki her türlü devinim,
Ra’nın rahiplerinin güvenli ellerinde gelip gidiyordu. Hatta Ra
rahipleri, Mısır idarî sistemindeki ulusal servetin toplanmasından, depolanmasından
ve yeniden dağıtılmasından da
sorumluydular dense abartılmamış olur.
Tarihçiler, “Antik Mısır’da
‘son dönem’e kadar madenî
para kullanılmadı” diye yazıyorlar. Bu durum, millî servet
olarak başta tarımsal ürünleri
olabildiğince önemli kılmakta. Bu sebeple ülkede para
yerine ürünler kullanılıyordu.
Mal değişimi şeklindeki takas
yöntemi, ticarî hareketin ana
belirleyeniydi. Bir ekonomik
hakikat olarak onca gelişmişliğine rağmen Mısır’da para
yoktu; ancak altın ve gümüş
de ürün takasının yanında mal
değişimlerine aracılık etmiyor
değildi. Ticarî sistemde altın ve
gümüşün kullanıldığı yerlerde
standart “deben” idi. Antik
Mısır’da uzunca süre kullanılan
standart ağırlık birimi olan
“deben”, kabaca 91 gram demekti. Altın ve gümüşün ötesinde madenî paraya gelince, o,
Mısır’a ilk kez M.S. 5. yüzyılda
ve dışarıdan getirildi. İlk sikkeler biçimlendirilmemiş değerli maden parçalarıydı. Daha
sonraki yüzyıllarda uluslararası
ticaret gerçek sikkelerle yapılır
hale geldi ve zamanla bu paralar iç ticarette de yaygınlaştı.
Devlete kim format
atıyor? Din mi, din
adamları
mı?
Firavunik hukuk sisteminin
başı, resmî olarak firavundu
tabiî. Sistemin başı olarak
firavunun dediği kanun sayılıyordu; yani bir bakıma yasama
işlemi onun sorumluluk alanına
dâhildi. Yasa çıkarmaya bağlı
olarak adalet dağıtmakta da
o liderdi ve resmî düzeni ve
tüm genel hukuku korumak da
vazife-i firavun idi. Zira firavun,
hukuk alanında “Doğruluk
ve Adalet Tanrıçası Ma’at”ın
yeryüzündeki temsilcisiydi.
Bu anlamda dediği ve yaptığı,
doğrudan doğruya Tanrıça
Ma’at’ın
arzusu sayılıyordu.
Babilonya’nın aksine, Antik
Mısır’dan günümüze ulaşan
yasal düzenleme kayıtları yok
sayılır. Lakin ciddi bir arşiv
ve arşivleme mekanizmasını
bağrında bulunduran Eski
Mısır’dan bugüne kalan birçok
mahkeme kaydı bulunmakta.
Bu kayıtlar bize Mısır yasal düzeninde ve mahkeme icraatlarında bir nevi ombusdmanlığın
mer’i olduğunu gösteriyor.
Bununla beraber Mısır adalet
sisteminde bahsedilen davada
karmaşık yasal düzenlemelerle çözüm yoluna gidilmediği de görülmekte. Karmaşık
kanunları uygulama yerine,
meseleleri uzlaşma yöntemiyle hallediliyordu. “Kenbet”
olarak adlandırılan “ihtiyarlar
meclisi”, mahkemeler için
temel uzlaştırıcısı olarak görevlendirilmişlerdi. Yani kenbet
üyeleri, bir nevi jüri kurullarıydı
ve mahkemelere yansıyan
küçük davaları çözümlemekle
görevliydiler. Daha büyük
davalar ise “büyük kenbet”
olarak adlandırılan mahkemede görülüyordu.
Büyük kenbete vezir ya da
firavun başkanlık etmekteydi.
Mısır mahkemelerinin harika
bir hususiyeti vardı. Öyle ki,
davanın önemine bakılmaksızın, mahkeme kâtipleri suçlamaları, tanıklıkları ve mahkeme kararını kayda geçiriyorlardı. Bu kayıtları gelecekteki
davalara dayanak olmak üzere
saklamak zorunluydu.
Mısır adaletinin şahsına
münhasır bir uygulamadan söz
etmekte tarihçiler. Bu uygulamaya göre cezalandırma, suçlunun ailesini dahi kapsayabilmekteydi. Ki bu gayrihukuki
bir gelenekti ve Mısır, yüksek
medeniyet seviyesine rağmen
böyle bir geleneği devam ettirebiliyordu.
Mısır hukuk sisteminde,
adalet dağıtmada kâhinlerin
rol oynamasının “Yeni Krallık”
döneminde başladığı bilinmekte. Yani söz konusu dönemde adalete tanrı ve tanrıların eli karıştı denilebilir. Ve
bu yöntemin, sistemi içinden
çıkılmaz bir şekle getirdiği de
görülüyor.
Buna göre yargılama, bir
grup rahibin hazır bulunduğu
bir oturumda yapılmaktaydı.
Kâhin, davanın seyrinde her
sorunun cevabını tanrıya
soruyordu. Tanrının cevabı
“Evet!” ya da “Hayır!” olabilecek şekildeydi. “Evet” ve
“hayır” seçenekleri, bir papirus
ya da çömlek parçası üzerine
yazılı şekilde bekletiliyordu.
Tanrının somutluğu sayılan
rahipler arasındaki herhangi
bir hareket, söz ve davranış,
bu karşılıklardan birine işaret
sayılıyor ve davalar o şekilde sonuçlandırılıyordu. Yani
tanrılar mahkemelere inince
davalarda kenbetin bir hükmü
kalmamış, ombusdmanlık ve
jüri sistemi tarih olmuştu…
aralık 2015
69
haberajanda
Dosya
“At” dedik de, o da
Doğu’ya, hatta Türklere ait bir hayvandı
ve bir önceki medeniyetin “buhar makinesi” gibiydi. Bu yüzden
Anglo-Saksonlar,
Batı medeniyetinin
motoru olan buhar
makinesinin gücünü “at gücü olarak
hesaplamaya” başlamışlardı. Bu ölçü,
Batı’nın Doğu’ya,
daha açık bir ifadeyle İngiliz’in Türk’e
meydan okumasının
adıydı. Majeste, Sultan ve tebaasına hakaret olsun diye ata
“at” değil, aşağılayıcı
bir deyimle “beygir”
dedirtiyordu. Tabiî
buharın enerjisini
ölçme birimi olarak da
“beygir gücü”… Bir at,
1 beygir gücündeydi;
lakin küçük bir buhar
makinesi, 10 beygir
gücünün fevkinde bir
şeydi. İcadından 15
yıl gibi kısa bir süre
geçmesine rağmen
İngiltere’nin kömür
ve maden ocaklarında, kereste işletmelerinde ve bilhassa dokuma tezgâhlarında
100 beygir gücünü
aşan makineler dönmeye başlamıştı. 100
beygir gücündeki bir
makine yüz ata, o
da 200 insana eşitti.
Üstelik bu icat ne
ücret istiyor, ne de
arpa saman; bir kucak kuru odun, birkaç
saat çalışmasına kâfi
geliyordu. Günde 24
saat çalışması da cabası…
70
aralık 2015
Sivil eşmenin dört “Lale Devri”
Neo-Patronalılar
H
ER ne kadar İsa Mesih’in doğumu anlamına gelse de içrek
değişim anlamında dünyada
milat “1701” oldu. Milat ile
birlikte medeniyet, anayurdundan, yani Doğu’dan koptu
ve mel’unik bir çete marifetiyle Batı’ya götürüldü.
Bu “antidoğal” değişimin yapıldığı esnada uygarlığın Doğu taraftaki temsilcisi Türkler, Batı’daki
tarafı da Anglo-Saksonlar, yani “Angltere” (İngiltere) oldu. Böylece İngilizler, ezelî “Made in
Turkey” olan medeniyeti çekip elimizden aldılar
ve kendilerine mâl ettiler. Lakin medeniyetin bir
evvelki mevlası olan Türkleri, yani bizi asla “başıboş olarak doğaya salmadılar”. Hep ensemizde
ve açık-gizli takipte oldular. Yetmedi, takip işinde
önce Fransız, sonra Almanları kendi yanlarına
çektiler. Haydi bu iki yandaş kavimle genetik
“amcadaşlık”ları vardı, peki yadırgı Slavları, yani
Rusya’yı da çeteye dahil etmelerine ne demeli?
Elbette “başarı” denir…
>> Dünyanın beyleri
1699’dan önce Türklerdi.
1701’den sonra Tötonlar/
Aryanlar oldu; bilhassa
Anglo-Saksonlar... Dünya, aradan geçen üç yüzyıllık süre zarfında adım
adım genleşen nüfuz/
hegemonya alanlarıyla
önce Londra’dan, peşi
sıra Paris’ten ve akabinde
Berlin’den sorulur oldu.
Aryan nüfuzu cihanın
diğer bölgelerinde doğrudan doğruya kolonyanizmle şekillenirken, Türk
Sultanı’nın ülkesinde
endirekt biçimiyle ilerlemek niyetindeydi. Zaten
bidayette başka türlüsü
de olamazdı. Bu itibarla
Anglo-Saksonlar, bir
plan dâhilinde öncelikle
İstanbul’un yönetimsel
Seydahmet Karamağralı
[email protected]
katmanında çalışmaya başladılar.
Türk idarî tarihinde Orta
Asya töresini temel alan yönetim şekli, Selçuklu’dan geriye
giderek İran, Anadolu ve İç
Asya üçgenindeki teknikler-
le şekillenmişti ve Batı’daki
hiçbir biçemi andırmıyordu.
Saldırganların, Osmanlı’nın
kendine has formatıyla oluşturduğu yönetime müdahalesi
zor, hatta imkânsızdı. Direkt
müdahale için karnı yumuşak
bir yönetim biçimi lazımdı.
Sanayi Devrimi’nin anahtarı
sayılan buhar makinesinin
bulunuşu ve İngiliz işletmelerinde kullanıma başlanmasıyla
fark edilen şey, ortaya çıkan
enerjinin insan ve hayvan (bilhassa at) natürel enerjisiyle
karşılaştırılamayacağıydı.
Öyle başka ve devasa
boyuttaydı ki...
Bu arada
“at” dedik de,
o da Doğu’ya,
hatta Türklere
ait bir hayvandı ve bir önceki
medeniyetin “buhar makinesi”
gibiydi. Bu yüzden AngloSaksonlar, Batı medeniyetinin
motoru olan buhar makinesinin gücünü “at gücü olarak
hesaplamaya” başlamışlardı.
Bu ölçü, Batı’nın Doğu’ya,
daha açık bir ifadeyle İngiliz’in
Türk’e meydan okumasının
adıydı. Majeste, Sultan ve
tebaasına hakaret olsun diye
ata “at” değil, aşağılayıcı bir
deyimle “beygir” dedirtiyordu. Tabiî buharın enerjisini
ölçme birimi olarak da “beygir gücü”… Bir at, 1 beygir
gücündeydi; lakin küçük bir
buhar makinesi, 10 beygir
gücünün fevkinde bir şeydi.
İcadından 15 yıl gibi kısa
bir süre geçmesine rağmen
İngiltere’nin kömür ve maden
ocaklarında, kereste işletmelerinde ve bilhassa dokuma
tezgâhlarında 100 beygir
gücünü aşan makineler dönmeye başlamıştı. 100 beygir
gücündeki bir makine yüz ata,
o da 200 insana eşitti. Üstelik
bu icat ne ücret istiyor, ne de
arpa saman; bir kucak kuru
odun, birkaç saat çalışmasına
kâfi geliyordu. Günde 24 saat
çalışması da cabası…
Bütün bunlar şu anlama
geliyordu: Hadsiz hesapsız
üretim… Bu da İspanyolların
Amerika’yı buluşuyla birlikte
başlayan Merkantalizmin
sonu, kapitalizminse başlangıcı demekti. Yani bundan
sonra zenginlik, hazinedeki
çil çil altınla değil, üretimle
ölçülecekti. En çok üreten, en
gelişmiş ve en zengin ülke sayılarak tarihteki başat rolünü
alacaktı. Şu an “en çok üretmeye başlayan” tek ülke vardı,
o da Majeste’nin İngiltere’si...
Ancak bir sorunu da beraberinde getirmişti Sanayi
Devrimi: Pazar… Üretim ihtiyacın katbekat üstüne çıkınca,
hususiyetle Doğu’da üretim
ve tüketim dengesini gözeten
“Ikta Sistemi”ni yerle bir ediyordu (veya etmeliydi). İşte bu
durakta şekillendi kolonyanizm
Majeste’nin altın taçlı kafasında.
Ve o kafa doymaz hırsıyla dünyaya gözünü dikti. Bu noktada
bir başka sorun belirdi: Dünyada bir adada oturarak imparatorluk kurmanın olanağı yoktu,
imparatorluk sahibi olmanın
birincil şartı “kıtada oturmaktı”.
Ufacık bir adadan yola
çıkarak dünyanın dört bir tarafına yüz binlik ordular sevk
etmek ve koca koca kıtaları
fethetmek namümkündü.
Ancak bu imkânsızlığın da
bir çözümü vardı: Devletleri
içten fethetmek… Bunun için
evvela göz dikilen ülkenin
yönetim şekillerini değiştirmek şarttı.
aralık 2015
71
haberajanda
Dosya
Devleti
boğazlamak
İngiliz, puslu adasından
çıkınca üç imparatorlukla
karşılaşıyordu: Avrupa’ya
hâkim Habsburg, Karadeniz’in
kuzeyine sahip olma yolunda
durmadan genişleyen Slav
ve de Akdeniz, Ön Asya ve
Ortadoğu’nun sahibi sayılan
Osmanlı İmparatorluğu…
Bunlardan birincisi üzerinde durmadılar Majeste’nin
adamları; zira onlar, zaten
Cermenik kökenleri itibariyle
amca çocuklarıydılar. Üstelik
hacimleri de dişin kovuğunu
dolduracak mesabeye düşeli
yüzyıllar olmuştu. Bu nedenle
Majeste teorisyenleri, Osmanlı
ve Slavlar üzerinde çalışmaya
başladılar.
Medeniyet değişiminden on
beş yıl kadar sonra Osmanlı
Devleti, durup dururken “Lale
Devri” diye bir şey başlattı. Bu
esnada tarihler 1715’i gösteriyordu ve buhar bulunalı on
dört sene olmuştu.
Aynı yıllarda orta-kuzeyde,
yani Slavya’da Deli Petro diye
bir çar işbaşı yaptı. Ve imparatorluk işini kotarma azmiyle
yüz yıldır “Korkunç İvan
yöntemi”ni benimsemiş olarak
klasik yürüyüşünü sürdüren
Slavlara da bir nefes üflemişti
sanki. İstanbul’da sivil laleler
ekilmeye başladığında burada
da Petro bir nevi “Lale Devri”
başlatmıştı sanki. Bu esnada
takvimler 1720’yi gösteriyordu
ve buharın üzerinden on dokuz yıl geçmişti.
Türk ve Slav Lale Devirlerinin ortak özelliği, kompleksli
oluşlarıydı. Yönetim kademesinde olanlar (sultan dâhil)
mer’i sistemi beğenmiyor ve
yeni bir rejim arıyorlardı kendileri için. İlaveten, ilkelerden
her ikisi de aradıklarını Batı’da
bulacaklarını sanıyorlardı. Peki,
bütün bunlar birer tesadüf
72
aralık 2015
olabilir miydi? Hayır!
İşte Türk’ün İngiliz’le dansı
bu şekilde başladı ve oynanan
Anadolu halayı değil, vals idi.
İşin kötüsü, Osmanlıların bu
dans türünde hiç tecrübeleri
yoktu. Bu sebeple oyunda başı
kimin çekeceği ta ilk adımdan
itibaren belli olmuştu: Tabiî ki
Anglo-Saksonlar...
Tüm zamanlarda “Asker
Millet” nitelemesiyle yücelttiğimiz sosyal yapımız ezeliydi
ve milli harsımızı belirliyordu.
Rejimimiz ve yönetsel taktiklerimiz de bu nitelemeye
muvaziydi. Bunlarla beraber
ekonomimiz de askerî unsurlardan oluşuyordu neredeyse.
Osmanlı Devleti, Türk’ün
tüm zamanlarında olduğu gibi
yine bütçesini dizmek için
savaşa çıkıyor ve ele geçirdiği
ganimetle hayatını idame
ettiriyordu. Saray erkânınca
kazanç elde etmenin yegâne
yolu ganimet gibi algılanıyor
ve akıllara “üretim” gibi bir
unsur gelmiyordu. Öyle ki, savaş zamanı geciktiğinde asker
huzursuzlanıyor, şehirlerdeki
ahali ve esnaf homurdanmaya başlıyordu. Durum yine
bu minvaldeydi; zira asker,
son zamanlarda sık sık tağşiş
edilen bozuk akçayla ödenen
ulufey ile hayatını devam
ettirmekte zorlanmaktaydı.
Kazancını orduya mensup
müşteriden temin eden şehirli
esnaf, züğürt askerle kazanç
temin edemiyor ve dükkânını
siftahsız kapatıyordu.
Hal böyle iken, başlatılan “Lâle Devri” bir nevi
sivilleşme açılımıydı. Ordu
milleti çözmek ve “sivil tebaa”
biçimine getirmek ve saray
erkânını, orduyu, hatta esnafı
ve ahaliyi “savaş özlemi” çeken
unsur olmaktan uzaklaştırmak
amaçlanmaktaydı sanki. Bir
bakıma devlet, ezelî düsturu
“Gökyüzünde Tek Tanrı, yeryüzünde tek kağan” anlayışını
terk ediyor ve “İlay-ı Kelimetullah uğruna nizam-ı âlem”
mottosunu rafa kaldırıyordu.
Vesselâm, devlet genişleyebileceği son sınıra varıp dayanmıştı; bundan sonra fütuhata
özenmek gerekmiyordu. Çünkü fütuhat huduttaydı. Bu
noktada durmak, içe dönmek
ve “barışçıl bir sultan” ile “sivil
bir halk” oluşturmak yeni amaç
olmuştu. Da…
Bu noktada kaçırılan unsur, üretimde gittikçe artan
ezeli zafiyetti. Yeni konseptte
devreden çıkarılan ganimetin
yerine konulacak unsur sadece
üretimdi ve bu unsurun yerine
konması şarttı; hem de ivedilikle…
Lakin problem şuradaydı:
Ne yazık ki üretimin altyapısını oluşturmanın temel şifreleri
yoktu devletin hafızasında!
Haydi bu bir yana, temel
üretim araçlarını yerli yerine
oturtmak, bugünden yarına
oluşturulacak kolaylıkta bir
şey değildi. Bu sebeple medeniyetin elden çıkartılmasıyla
sonlandırılan “geleneksel ganimet ekonomisi” ve onun yerine
başlatılamayan üretim ekonomisi “Lale Devri”nin kurdu
oldu, devlet de kurbanı…
Motto devam
etti (mi?)
Lale Devri sivilleşmesinin en belirgin işi olan ve
Memalik-i Osmanî’de yeni
yeni açılmaya başlayan kıraathanelerde boş boş oturan
asker taifesi ve ahali arasında
konuşulan konu “sistem” idi.
Ve ilk kez oluyordu bu durum
bin yıllardan bu yana. Gelmiş
geçmiş Türk devletleri için
“yönetim sistemi” ya da “devlet
rejimi” diye bir sorun olmamıştı hiçbir zaman; zira böyle
kavramlar yoktu literatürde.
Bir devlet zaafa mı düştü?
Bunun sebebi “yorgun Hane-
dan” idi. Bir bakıma, “Hanedan
artık kitleleri memnun edemiyor” anlamına geliyordu bu. O
halde?
Çaresi kolaydı problemin. O
sırada ülkedeki en güçlü Bozok boyu hangisiyse başkenti
basar, mevcut hanedanı tutsak
eder, tigin ya da şehzadeleri
yay kirişinden geçirir, boşalan
tahta geçer, kendi beyini oturturdu. Bu esnada “Yönetimde
hangi teknik kullanılacak?”
ya da “Yeni devlet rejimi nasıl olacak?” gibi sorular akla
gelmezdi. Çünkü ortada bir
devlet zaten vardı ve değişen
sadece hanedandı. Hangi
isimle anılırsa anılsın, devletteki sistem tek ve gelenekseldi,
değişimlerden sonra da devlet
aynı minvalde yürür giderdi.
“Devlet-i ebed müddet” mottosunun derin anlamı buydu!
Hanedan’daki
manzara
Zannederiz ki Osmanlı’nın
yönetsel sistemi şer’î mutlakiyetti ve tebaa, bu sistem dışında başka rejimlerden haberdar
değildi. Öyle değil!
Mesela, Devlet-i Aliyye
içerisinde iki tane cumhurî
bölge vardı: Raguza ve Dubrovnik… Yüzyıllar boyunca
Adriyatik şeridinde yer alan bu
iki Güney Slav şehri, seçimle
iş başına gelen iki “başkan”
tarafından idare edilegeliyordu.
Ve bundan Topkapı’da mukim
saltanat idaresinin herhangi
bir rahatsızlığı yoktu. İstanbul
“İlla da bir paşa-vali atayacağım ve bu iki aykırı şehri
ben yöneteceğim” demiyordu.
Ya da “Buralardan etkilenir
ve geniş ahali kesimleri de eş
rejim talep eder” gibi bir kuşku
yoktu, olmamıştı da kafalarda.
Raguza ve Dubrovnik’te yapılan her seçimin sonunda Payitaht, bildirilen seçim sonucunu
ve seçilen başkan voyvodaları
onaylıyor ve mazbatalarını
Seydahmet Karamağralı
Kızıl elmaya doğru yapılan büyük
hücum hareketi 1529’da Sultan Kanuni tarafından tarihe mâl edildi. Yani
maalesef başarılamadı. Böylece kızıl
elma, 150 yıl daha beklemek zorunda
kaldı Türk’ü. Osmanlı, takvimler 1683’ü
gösterdiğinde “Bu sefer tamam!” demiş olmalı; ancak ne yazık ki tamam
olmadı. Bir kez daha çakıldı kaldı muazzam ordu Viyana sınırlarının önünde.
Yazık oldu! Aslında son kızıl elmaydı
Viyana’yı süsleyen; o da Habsburg
Sarayı’nın burç âleminde çürüdü gitti.
Böylece kızıl elma masalı da bitti. Onunla birlikte medeniyet serüvenimiz de
nihayete dayandı. İşte o hüzünlü nihayetin tarihidir 1699 ve el değiştirmenin
miladı olan 1701!
Aynı yıllarda orta-kuzeyde,
yani Slavya’da Deli Petro
diye bir çar işbaşı yaptı. Ve
imparatorluk işini kotarma
azmiyle yüz yıldır “Korkunç
İvan yöntemi”ni benimsemiş
olarak klasik yürüyüşünü
sürdüren Slavlara da bir nefes
üflemişti sanki. İstanbul’da
sivil laleler ekilmeye başladığında burada da Petro bir
nevi “Lale Devri” başlatmıştı
sanki. Bu esnada takvimler 1720’yi gösteriyordu ve
buharın üzerinden on dokuz
yıl geçmişti.
kendilerine tevdi ediyordu.
Osmanlı’daki idarî yadırgılıklar ya da aykırı istekler sadece
bunlar mıydı?
Henüz Lale Devri start
almadan, 1703 yılında Payitaht
bürokratlarından Çalık Ahmet
nam biri, açık açık “cumhurî
idare”ye geçmenin propagandasını yapıyordu. Bundan da
kimsenin rahatsız olduğuna
dair bir kayıt yok. Saltanat,
hanedan ve mutlakî idare
dâhil…
Lale Devri kıraathanelerinde “tekellüm” edilen vahim bir
konu daha vardı: Osmanoğlu
Hanedanı’nın yorgunluğu
ve değiştirme zamanının
geldiği… Garip! Hanedan
jurnalcileri sarayı ve idarî
devleti durumundan haberdar
etmiş olmalılar. Lakin tarihlerde fitneye karşı herhangi
bir önlem ve Çalık Ahmet’i
susturma faaliyeti kaydı da
bulunmuyor. Konu, devrin
aydınları ve hatta ahalisi arasında o denli derinlemesine
irdeleniyor olmalı ki, “hanedan değişimi”ni ortaya atanlar
yeni hanedanlığın kök atasını
aralık 2015
73
haberajanda
Dosya
Bu dört sivilleşme atağından birincisi
on beş yıl sürdü ve 1730’da Patrona Halil
isyanıyla şiddet ölçüsünde cezalandırıldı. Yetmedi, anlayış yedi kat yerin altına
gömüldü. Bu öyle bir gömülmeydi ki
devr-i Osmanî’de bir daha sivil dirilme
cesareti zinhar gösterilemedi.
len Osmanlı çaşıtları/casusları
Batı başkentlerinde dolaşmaya
başlamadan önce oralardan
İstanbul’a haber getirenler
Hugonolardı. Batı’nın daha
yakından takip edilmesi bir
gereklilik olarak kabul edildiği
ve diplomasinin bir devlet
politikası olarak belirlendiğinde akla gelen ilk karakulaklar
da Hugonolar oldu. Bununla
birlikte tıpkı Bogomil orijinli
Boşnaklarda olduğu gibi Hugonolarda da “gönüllü devşirme” eğilimi ortaya çıkmış,
pek çok Macar kökenli devlet
adamı Hugonolar arasından
seçilmişti.
Hugonoların sayesinde geldi matbaa İstanbul’a. Aslında Memalik-i Osmaniye’ye
baskı aleti geleli az değil, tam 200 yıl olmuştu; fakat getirenler Hugonolar değil,
diğer ekalliyettendiler. O ekalliyetin de Patronalılarla yakınlığını saklamanın
imkânı yok. İşte o ekalliyet, devlete ve millete mâl etmedi getirdiği makineyi,
kendine sakladı. Yuh olsun onlara! Şimdilerde onların uzantıları, geciken matbaa
suçunu ekmeğinin peşinde el yazması işi yapan günahsız hattatlara yükleyerek
yükten kurtuluyorlar. Lakin bilen biliyor gerçeği!
da belirlemişlerdi: Kırım-Tatar
Hanedanlığı’ndan bir giray/
prens…
Haddizatında Osmanlı’da
herhangi bir yönetim zafiyeti
durumunda kendilerine mirasçı olarak Kırım hanlarını
işaret etmişlerdi. Bu anlamda
“Deli” lakabıyla tarihe geçmiş
olan Sultan İbrahim’in uzunca
bir zaman erkek evlat sahibi
olamayışı esnasında saltanatın
devamlılığının sağlanması için
bir Kırım girayının Topkapı’ya
getirilmesi tasarlanmıştı. Neyse ki İbrahim Han’ın gözdelerinden biri bir erkek şehzade
vermişti de Hanedan-ı Osman
74
aralık 2015
kurtuldu. Neyse…
Sanayiye dair
istihbarat raporları
ve sivilleşme
girişimleri
Dönelim Lale Devri’ne…
İstanbul ve Moskova’nın beş
yıl arayla Batı cihetine pencere
açtıklarını ya da açtırıldıklarını
yazmıştık yukarıda, o esnada
İstanbul tahtında 3. Ahmet,
Moskova tahtında ise Deli
(Büyük) Petro oturuyordu.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve
oğlu İsa Çelebi’nin de köken
itibariyle bağlı oldukları söylenen Hugono (Huguenot)
Macarları, sapkın bir Protestan
ekolü olarak biliniyordu. Bu
itibarla Hugonolar, genel
Macar inancından ve bağlı
olarak Hungari toplumundan
dışlanıyorlardı; tıpkı Güney
Slav kampının dışına itilen
Bogomiller misali…
Toplumlarının Zencileri
addedilebilecek olan Hugonoların 1526 Mohaç’ından sonra
tebaası oldukları Osmanlı’nın
“koltuğuna” girdikleri de
kayıtlarda yer tutmakta. Onların yeri sadece kayıtlarla
sınırlı değil, tarihler Osmanlı
istihbaratının omurgasını da
Hugonoların teşkil ettiğini
yazıyor. “Karakulak” tabir edi-
Yirmisekiz Mehmet Çelebi
gibi İbrahim Müteferrika
da aynı toplumun bir ferdiydi ve devlet, “Batılılaşma”
hareketini ona bir matbaa
kurdurarak başlatmıştı. Zira
Hugono karakulaklarının
Batı başkentlerinden getirdiği
izlenimleri havi “istihbarat
raporları” birer nihaî tavsiye
olarak, başta İngiltere olmak
üzere genel anlamda Batı
ülkelerinde ortaya çıkan Sanayi Devrimi’ni işaret ediyor ve
oralarda şekillenen endüstriyel
gelişmelerin taklit edilmesini
belirtiyorlardı. Dikkat buyrula!
askerî gelişmeler ve militarist
mukallitlik değildi ilk önerilen, sanayisel takipti.
İşte buradan yola çıkarak,
“Lale Devri, Osmanlı’nın
–hatta Türk tarihinin- ilk
sivilleşme hurucuydu” dendi
yazının başında. Yeri gelmişken yazalım: Lale Devri’nden
sonra millî hayata dâhil edilen
ikinci “sivilleşme çıkışı” Menderes demokratlığıydı. Bir
üçüncüsü de Özal üzerinden
Seydahmet Karamağralı
denendi. Haydi, dördüncü
deneme de kayda girsin: Erdoğan Hareketi…
Bu dört sivilleşme atağından birincisi on beş yıl sürdü
ve 1730’da Patrona Halil
isyanıyla şiddet ölçüsünde
cezalandırıldı. Yetmedi, anlayış
yedi kat yerin altına gömüldü.
Bu öyle bir gömülmeydi ki
devr-i Osmanî’de bir daha sivil
dirilme cesareti zinhar gösterilemedi.
Yukarıda değindiğimiz
“ikinci sivilleşme” hurucu da
malûm, onun ömrü ancak
on sene sürdü. 1960 Askerî
Darbesi ile o da yere gömülenlerden oldu. Üçüncü sivil hareketin başı kopartıldı; Özal, bir
bardak zehirli portakal suyuyla
Hakk’a yürüdü. Üçüncü sivil
başkaldırının mücadelesi dünya ölçeğinde devam ediyor.
Lale Devri’nin Menderes’i
Nevşehirli İbrahim Paşa’ydı.
1950’nin İbrahim Paşa’sı ise
Aydınlı Adnan Menderes
oldu. Her ikisi de bu cesaretlerini uluorta yerde asılarak
ödediler. Üçüncü hareket,
Menderes’ten otuz yıl sonra
Malatyalı Turgut Özal’la
geldi. Tonton Adam da on
yıllık bir sadrazamlık mesleği
sonunda önce “Birinci Adamlık” makamına sürgün edildi,
sonra Çankaya Köşkü’nün
ıssızlığında zehirlenerek ortadan kaldırıldı. Sırada Rizeli
Erdoğan var! Erdoğan, önce
sadrazam olarak devletin
“İkinci Adamlık” makamına
oturdu ve sonra Cumhurreisi
tahtına. Günümüzde devr-i
Recep Tayyip devam ediyor.
Akıbeti nasıl olacak, mücadelesi başarıyla mı sonuçlanacak,
belli değil. Daha önce yaşanmış olan deneyimler ve dersler
ışığında çok yakında sonucu
görecek bu millet. Hakk şerleri
hayreyleye…
Damat’a
izin yok!
Osmanlı ve Rus ülkelerinin
Lale Devirlerini başlatan 3.
Ahmet ve Deli Petro’nun ilk
farkları birinci adamlıklarında
ortaya çıkmaktaydı. Petro’nun
adı üstündeydi: Deli… Ancak
Sultan Ahmet “deli” değildi.
Malûm “delilik”, literatürümüzde “gözünü daldan budaktan esirgemeyecek ölçekte
cesur” anlamına da gelmekteydi. Yani “kahramanlık”, delilik
mesabesinde tutuluyordu. Galiba Petro’nun deliliği de böyle
bir şeydi ve Deli Çar bir hedef
koymuştu önüne: “Slav ırkını
sıcak sulara eriştirmek…”
Aslında bizim de bir idealimiz vardı: Orta Asya’dan
beri “Türk soyunu kızıl elmaya
ulaştırmak… Ancak bu ideal 1689’daki İkinci Viyana
Kuşatması’nda ikinci ve son
kez yitip gitmişti. Lale Devri başlığında, “Viyana kızıl
elması”nın yitiminin üzerinden çok değil, 29 yıl geçmişti
ancak. Temel itibariyle ülkede
bir “öze dönüş ve sivilleşme
hareketi” olarak Lale Devri’nin
başlatılması da yine “Viyana
bozgunu”nun eseriydi haddizatında.
Türk için kızıl elma ideali
başladığında, Oğuzlar henüz İran sınırındaydılar. Bu
nedenle kızıl elma İran’ın
başkentinde, Rey sarayının
burcundaydı. Rey Selçukluların olduğunda, kızıl elma
bir öteye, Konstantinapol’ün
en büyük kilisesinin, yani
Ayasofya’nın kubbesine
taşınmıştı. Tarih evrildi ve
Ayasofya da Türk’ün uhdesine
geçti. Bu itibarla 1453’ün 30
Mayıs’ında kızıl elma için yeni
ikametgâh Viyana’ydı. Elma
ideali, Habsburg Hanedanı’nın
sarayının en yüksek burcundan
Osmanlılara el ediyordu “Gel!
Gel!” diye.
Kızıl elmaya doğru yapılan
büyük hücum hareketi 1529’da
Sultan Kanuni tarafından
tarihe mâl edildi. Yani maalesef başarılamadı. Böylece kızıl
elma, 150 yıl daha beklemek
zorunda kaldı Türk’ü. Osmanlı, takvimler 1683’ü gösterdiğinde “Bu sefer tamam!”
demiş olmalı; ancak ne yazık
ki tamam olmadı. Bir kez daha
çakıldı kaldı muazzam ordu
Viyana sınırlarının önünde.
Yazık oldu! Aslında son kızıl
elmaydı Viyana’yı süsleyen; o
da Habsburg Sarayı’nın burç
âleminde çürüdü gitti. Böylece kızıl elma masalı da bitti.
Onunla birlikte medeniyet
serüvenimiz de nihayete dayandı. İşte o hüzünlü nihayetin
tarihidir 1699 ve el değiştirmenin miladı olan 1701!
Tarih, Viyana bozgununun
müsebbibi olarak bir “abalı”
bulmuştu. O abalı, tam da
Osmanlı saray idaresinin
bulduğu şahıstı. Adı ise Kara
Mustafa Paşa’ydı. Osmanlı,
kabahatin derin sebebini irdeleyeceğine abalı ilan ettiği
Kara Mustafa’yı işin kolayına
kaçarak yarı yolda boğdurdu
şu meşhur “Kara Ali” celladına.
Tarihçiler de bozgunun suçunu Kara Paşa’ya yükleyiverdiler, günümüzde de zavallıya
vura vura tozunu çıkarmaya
devam ediyorlar. Neyse…
Temel itibariyle Lale Devri,
kızıl elması çürüyen Türk’ün
“titreyip kendine ilk dönüş”
denemesiydi. Devletin nice
zamandır ihmal ettiği ahalisiyle aynı düzlemde buluşması,
sarayın halkını tanımaya başlaması, yönetimin sivilleşme
çabaları, daha başka bir deyişle
ayakların yere basması hareketiydi. Bozgunun akabinde
içe dönen ve Lale Devri’ni
başlatan elbette Birinci Adam
değildi; onu ikna eden İkinci
Adam, yani Damat İbrahim
Paşa’ydı.
Anadolu’nun ortasında yer
tutan yoksul köy Muşkara
nüfusuna kayıtlı olan İbrahim,
hareketin başına geçmişti;
yani devlette birinci adamlık, İkinci Adam’ın şahsında
müşahhastı artık. İdarenin
başı tek adamdaydı. Bu atakla
beraber İbrahim’in yaptığı,
yorgun hanedanın temsilcisi
olan Birinci Adam’ın içten
pazarlıklı bürokrasi tarafından
kuşatılmışlığını kırmaktı. Bu
bakımdan türünün ilk olmasının heyecan ve cesaretini
yaşayan İbrahim, Muşkara’yı
“Nevşehir” yaptığı gibi, eski
töresinden dahi uzaklaştırılmış
olan Osmanlı’yı da “Yeni Osmanlı” yapmaya soyunmuştu.
Bıraksalar, amaçladığı çıkış
yolunu bulacak ve eskiyi “yeni”
yapacaktı Muşkaralı Damat.
Ancak bırakmadılar! Kimler
mi bırakmadı Damat’ı? Tabiî
ki o zamanki adıyla “Patronalılar”…
İbrahim’in atağı sonunda
“Üçüncü Adam” ve peşindekilerin genetik kodlarını taşıyan
fitne damarı kabardı; kıskançlık bir kan denizi oldu ve
Nevşehirli Paşa’yı ve de onun
gibi düşünen yerli gücü boğdu.
Devir bitirildi, dönüş eskiye
oldu. Hepi topu ancak on iki
yıl sürmüştü Lale Devri…
İsyanın arkasındaki gerçek
Patronalılar, Halil ve avenesini katil mesabesine indirip
Paşa’yı da onlara bağlı bostancılar eliyle boğdurdular.
Kısa zamanda otoritesini
sıfırladıkları taife-i Patrona’nın
suyunu ise üç ay içinde ısıttı
ve taşırıp döktüler. Birinci
adamlığa geçirdikleri halefe de
bir tavsiyede bulunmayı ihmal
etmediler: “Sadrazamını ehil
kişilerden seçesün!”
Bu sözdeki “ehliyet”, İbrahim Paşa’nın ehliyetsizliği
değildi aslında. “İşgüzarlık
derecesinde ehliyetli oluşuydu”
dersem inanın. Çünkü Patronalılar, ehil insan değil, kendi-
aralık 2015
75
haberajanda
Dosya
O Deli Petro’nun akıllı oğulları bugünlerde Suriye’deler. Yani “sıcak deniz”in
hemen kıyısında... Aslında 1970’lerden
beri oradalarmış; Tartus diye bir Osmanlı limanında… Biz şimdilerde haberdar oluyoruz. Gerçi 1933’te Hünkâr
İskelesi Antlaşması’yla kendi elceğizimizle indirmiştik onları sıcak denizlere.
Ama neyse, açmayalım o kepazeliği bu
yazıda. Yani kendi kızıl elmalarını hayata geçireli olmuş da olmuş. Bugünlerde
Tartus elmasıyla yetinmeyeceklerini
tüm dünyaya göstermekteler.
lerine “köpeklik” derecesinde
sadakat istiyorlardı ve hâlâ
istemeye de devam ediyorlar.
Her neyse…
Böylece “birinci öze dönüş
ve özgün medeniyetini yerli
siviller üzerine bina etme hareketi” kendi saksısında taze
bir fidanken işlevsiz hale getirilmişti. Eski hal berdevamdı
tekraren. Günümüzde de
karanlık elin süpürme işlemi
devam edegidiyor.
Sultan ve Çar
Peki, kuzeyde ne oldu
güneyde kelleler alınırken?
1700’e bir kala Petro en büyük
deliliğini yaptı ve işi hiç kimseye havale etmeden kendini
vurdu yollara tebdil-i kıyafet
etmiş olarak. Bir gece saraydan
ayrıldı ve karanlıklara karıştı.
Geri dönüşü yıllar sonra oldu.
Peki, ne yapmıştı bu arada
Deli Çar? Saraydan ayrılmadan evvel şu soruyu sormuştu
kendine mealen: “Biz niye
bu seviyedeyiz, komşularımız
neden o seviyede?” Çar’ın
Temel itibariyle Lale Devri, kızıl elması
çürüyen Türk’ün “titreyip kendine ilk dönüş” denemesiydi. Devletin nice zamandır ihmal ettiği ahalisiyle aynı düzlemde
buluşması, sarayın halkını tanımaya
başlaması, yönetimin sivilleşme çabaları, daha başka bir deyişle ayakların yere
basması hareketiydi.
76
aralık 2015
Seydahmet Karamağralı
“komşularımız” dediği, yılların
Osmanlı’sını Viyana önünde
çivileyen Batı Avrupalılardı.
Ve Çar, “Bu sorunun cevabını
behemehâl öğrenmeli ve gereğini yapmalıyım” diyordu. İşte
o kadar!
Aynı soruyu Osmanlı’nın
Birinci Adamı da sormuştu
kendi kendine elbette. Onun
bulduğu yol da şuydu: “İşi
onlardan öğrenmeliyiz!” Çar
da aşağı yukarı aynı cümleyi
sarf etmiş, aynı yöntemde
karar kılmıştı ya... Lakin
unutmamak gerekir ki Slavlar
için komşu olanlar, Osmanlılar için ezeli düşmanlardı.
Her iki başkent için öyle veya
böyle Avrupalılar arayı açmış,
Osmanlıların ve Slavların ta
karşı kıyısına geçmişlerdi. Ve
acilen yakalanmalıydılar. Ama
nasıl?
İşte bu son sorunun cevabında ayrıldı Sultan ile Çar!
Moskova’nın hükümdarı,
Avrupa’yı tanıma hususunda
işi ikinci ve daha sonraki şahıslara havale etmedi, kalktı,
kendisi gitti. Yıllarca Fransa,
Almanya ve Hollanda şehirlerini dolaştı. Haşa dolaşmadı,
gittiği kentlerde tulum giydi,
işçi oldu, marangozluk yaptı,
tıp öğrendi ve en önemlisi de
tersanelerde gemi yapımını
tedris etti. Ve dolu dolu döndü
Slav ülkesine. Ya güneyde ne
oldu? Güneyin Birinci Adamı
işi İkinci Adam’a havale etti,
o da üçüncü şahıslara. Neyse
ki üçüncü sıradaki şahıslardan
bazısı Yirmisekiz Mehmet
Çelebi, Yirmisekizzade Said
Efendi ve İbrahim Müteferrika ve tabiî yanlarındakilerdi
(tarihçiler bunları önemsemiş
olmalılar). Söz konusu şahısların ortak özelliği neydi, biliyor
musunuz? Yukarıda sözünü
ettiğimiz Hugono Macarı
oluşları…
Bu etnisite, bilindiği gibi
Osmanlı dostu bir toplumdu
ve dostluklarının kökeni ta
Orta Asya’ya kadar uzanmaktaydı.
Hugonoların sayesinde geldi
matbaa İstanbul’a. Aslında
Memalik-i Osmaniye’ye baskı
aleti geleli az değil, tam 200
yıl olmuştu; fakat getirenler
Hugonolar değil, diğer ekalliyettendiler. O ekalliyetin
de Patronalılarla yakınlığını
saklamanın imkânı yok. İşte
o ekalliyet, devlete ve millete
mâl etmedi getirdiği makineyi,
kendine sakladı. Yuh olsun
onlara! Şimdilerde onların
uzantıları, geciken matbaa
suçunu ekmeğinin peşinde el
yazması işi yapan günahsız
hattatlara yükleyerek yükten
kurtuluyorlar. Lakin bilen
biliyor gerçeği!
Kuzey ve güneyin Lâle
Devirlerinden birincisi, bizzat
“Birinci Adam”, yani “Başkan”
eliyle amacına ulaştı. 1725
yılında, 52 yaşında ölen Petro,
geride bir miras bırakmıştı:
Avrupa’nın ilerlemişliğinin
yorumu ve Slavca uygulama
tekniği… Terekesinde bir
başka şey daha vardı ki Çar’ın,
en önemlisi de buydu kanaatimizce: Birinci adamın görevini
birinci adamın devam ettirmesi şartı…
Buna karşın güneyin durumu hakikaten karışıktı.
İstanbul’un Birinci Adam’ının
terekesi bomboş, İkinci Adam
ise kellesinden olmuş idi. İhanet içindeki üçüncü adamlar
ise o devirde Patronalılardı;
başka devirlerde adları değişti,
huyları değişmedi, değişmeyecek de…
Zavallı Tellâk Halil ve
avenesi, Lâle isyanını sadece
“Neden böyle işler yapıyorsunuz?” diye hayata geçirmişlerdi. “Böyle işler” dedikleri
de matbaa başta olmak üzere
kâğıt, kumaş ve çuha fabrikasıydı. Dersaadet’te şehircilik
uygulamaları ise bir başka can
sıkan “böyle işler”dendi. Devlet
enerjisini savaşlarda tüketmemek için yapılan “komşularla
sıfır sorun” antlaşmaları ve
bunlara benzer sivilleşme
çabaları da “böyle işler” arasındaydı tabiî. Tarihin o kısmındaki hödüklüğü söylemeden
geçemeyeceğim: Yeniden
ganimet ekonomisine dönmek
isteyen savaş taraftarlarının
baskı gösterileri karşısında Birinci Adam’ın yaptığına bakın:
Birinci adam olarak Padişah,
İran seferi yapma kararı alıyor.
Sefere katılmak için alayı vala
ile saraydan ayrılıp Üsküdar’a
geçiyor. Ordu İran üzerine
doğru hareket ediyor, ancak
Sultan, Üsküdar’da akşamın
olmasını bekliyor. Karanlık
basınca da saklandığı yerden
ayrılıp gizlice sarayına dönüyor. Lakin arkadaki ganimet ve
savaş lobisi durumu öğreniyor.
İşte isyanın sebebi ve başlama
ânı, hikâyenin burası!
İsyanın arkasından ne şehircilik uygulamaları kalıyor, ne
fabrikalar, ne de matbaa makineleri, her şey tarumar oluyor.
Hatırlıyor musunuz geçmiş
Mayıs’lardan birinde KadıköyAltıyol’da “çiçekleri döven
kız”ı? O yılki isyanın sonunda
İstanbul, çiçekleri dayaktan
geçirilmiş olarak bir ölüler
şehrine dönmüştü. Ne benzerlik ama! İkisi arasında 300 yıl
olmasına rağmen…
Lâle isyanının sonunda “birinci adam/başkan, başkanlık/
birinci adamlık” yapamadığı
için bir tellâğın elinde oyuncak olup gitti diye duyuruyor
tarihler. Bu durumda halka
düşense kına yakmak oluyor.
Devlet, beraber yola çıktığı
“Deli Petro’nun oğulları”nın
arkasından bakakalmak gibi
bir rolün içinde geçiriyor iki
yüzyılını. Ki bu iki yüzyıl,
geri sayım yılları olarak tarihe
geçmiş. Acı olan da bu!
O Deli Petro’nun akıllı oğulları bugünlerde
Suriye’deler. Yani “sıcak
deniz”in hemen kıyısında...
Aslında 1970’lerden beri
oradalarmış; Tartus diye bir
Osmanlı limanında… Biz
şimdilerde haberdar oluyoruz.
Gerçi 1933’te Hünkâr İskelesi
Antlaşması’yla kendi elceğizimizle indirmiştik onları sıcak
denizlere. Ama neyse, açmayalım o kepazeliği bu yazıda.
Yani kendi kızıl elmalarını
hayata geçireli olmuş da olmuş. Bugünlerde Tartus elmasıyla yetinmeyeceklerini tüm
dünyaya göstermekteler.
İşin hülasası, bütünüyle
Suriye’yi istiyorlar. Biz ise
Patronalıların patlattıkları
bombalarla kan gölüne dönen
şehirlerimizle kan, et ve gözyaşı sağanağı altındayız.
Acı olan ne, biliyor musunuz? Tıpkı Lale Devri
isyanında olduğu gibi Patronalılar, Patronalı olduklarının
farkında bile değiller ve onlar,
kendilerinin “Patronalı avcısı”
zannıyla saldırıyorlar Topkapı
Sarayı’nın muadiline. Muadil
sarayda durum ne? Birinci
Adam, gerçeğin farkına varanların başında gelmekte.
İkinci Adam da Muşkara’yı
Nevşehir’e çevirmeye inanmış.
Lakin Birinci Adam’a, birinci
adam gibi davranmanın yolunun tıkacı olan Patronalılar,
İkinci Adam’ın hareketini
bombalarla önlemeye çalışmaktalar. Kabahat, kendilerini
Patronalı sanan yerli çakmalarda… Oysa Patronalıların
arkasındaki karanlık el burada
değil, Patro’nun “komşularımız” dediği başka diyarlardaki
ikametlerinde.
Her şeyin doğrusunu Âlim
olan biliyor ve ancak O’nun
dediği olmakta…
aralık 2015
77
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
Ana kaynak, yani mena
değiştirilmiş ve siyaset
kendi modelini Batı’dan
almaya başlamıştır. Zaten Said Halim Paşa da
bunu söylemeye çalışır:
“Siyasetini aldığınız
yerin aslında ahlâkını da
alıyorsunuz…” Çünkü
siyaset ahlâktan ortaya
çıkar ve Batı’nın bir
siyaset modelini veya
kurumunu aldığınızda
aslında ahlâk düşüncesini de zımnen almış
oluyorsunuz. Dolayısıyla
ahlâkının dayandığı
kaynak olan dinini de
farkında olmadan almış
ve uygulamış oluyorsunuz. Said Halim Paşa bir
ileriki aşamaya gider ve
“Batı’nın siyaset modeli
bize uymaz” demiş olur.
***
Said Halim Paşa
1921’de şehit edilince
Cumhuriyet’i görmüyor, ama Batılılaşmanın
çok kutsandığını ve
abartıldığını o günün
sosyolojisine baktığımız zaman elbette fark
ediyor. Burada farklı
bir adres gösteriyor
ve herkesin yönünün
Batı’ya döndüğü bir dönemde o “Hayır!” diyor,
“Kurtuluş Batı’da değil,
asıl köklerimizde, yani
Mekke’de, Kâbe’de,
yani İslâm’da!” demiş
oluyor. Bu yönüyle
bakınca, söz konusu bu
deyişi slogan olmasının
ötesinde, çok anlamlı
buluyorum.
78
aralık 2015
Zehra Dülek // [email protected]
Bütün kalpler
Kâbe’ye döner,
her yol
Mekke’ye
çıkar!
Ü
LKEMİZ, 2015 yılını neredeyse külliyen seçim rüzgârının tesiri altında
geçirdi. Önce 7 Haziran seçimlerinin heyecanlı ve zorlu sürecini soluduk.
Sonra AK Parti’nin birinci parti olarak seçimleri tamamlamasına rağmen
ahlâkî değerlerini sıfırlamış gerek yurtiçi, gerekse yurtdışı basının ipe
sapa gelmez manşetlerinin ve elle tutulur yanı olmayan argüman ve ithamlarının
koyu gölgesini gündelik yaşamdan ekonomimize, dost ilişkilerimizden ülkeler arası
ilişkilerimize sirayet eden tezahürlerine şahit olduk. Ve en sonunda 1 Kasım’da söylediklerinin hesabını vermelerini beklemediğimiz, ancak utancını hissetme niteliğini kendilerine bir ikram olarak atfettiğimiz bir seçim sonucu gördük.
>> Milletimiz, tercihini AK
Parti’den yana yaptığı basiret
açıklığı ile rotasını ülkemizde toplumsal istikrardan ve
huzurdan, devletin bekasının
ehemmiyetinden yana belirledi. Ve şimdi dem, hem millet
ve dahi iktidar olarak bu tercihin istikrar ve isabet teyidini
müşahede etme demidir!
dil, bize önemli bir gerçeği ve hassasiyeti hatırlattı:
“Ahlâk”…
Son bir yılda, gerek sokaklardaki üslûp, gerekse ekranlardan evimize yansıyan
Evet, ahlâkî değerler, hayatın her alanında her adımın
rengini, tınısını, süreç ve so-
nucunu değiştirecek nitelikte
birer erdem. İnsandan topluma sirayet eden ve toplumsal
duruşta sese bürünüp yeniden
insana dönen bir yankı tesiriyle bizi kuşatan bu erdemin
siyasî mecradaki önemine dikkat çekelim istedik.
Tam da siyasetin güçlü tesiri altında olduğumuz bugünlerde siyaset ve ahlâk üzerine
dostlarımızla değerlendirmeler yapıyorken, bu konuya temas etmiş bir kitabın, ilgilisinin dikkatlerine sunulduğunu
gördük. Ve hemen, hiç vakit
kaybetmeden, sıcağı sıcağına
kitabı kaleme alan yazar ile siz
okurlarımızı buluşturalım, tarihten günümüze analitik değerlendirmelerin bulunduğu sayfalarından, satırlarından
bahsedelim istedik.
İşte o kitap, “Said Halim
Paşa’da Siyaset Ahlâkı” ismiyle geçtiğimiz günlerde raflarda
yerini aldı. Kitabın yazarı ise
ÖNDER (İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği) Başkanı Halit Bekiroğlu.
Kendisi ile gerçekleştirdiğimiz söyleşide hem kitabın içeriğine değindik, hem de günümüz siyasetini “ahlâk” gibi
ehemmiyetli bir erdem üzerinden değerlendirdik. Şimdi sizleri, Halit Bekiroğlu’nun
siyaset ve ahlâk üzerine mülahazaları ile başbaşa bırakıyorum.
***
“Siyaseti ahlâktan
soyutlayarak ele
alamazsanız!”
• Siyaset ahlâkına dikkat çeken bir çalışmaya imzaya attınız. “Said Halim
Paşa’da Siyaset Ahlâkı” ismiyle yayımlanan kitabınız, ülkemizde siyasî platformda ahlâkî prensiplerin yitirildiği ve akıl almaz
çirkinliklerin servis edildi-
aralık 2015
79
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
nağı yine ahlâktır, ancak buradan elbette ahlâkın temellerine inmek lazım. Aslında
Said Halim Paşa ahlâkı en temelde dine dayandırır. Adaleti ortaya koyacak ve tecelli
ettirecek refleks, ahlâk felsefemizden ve ahlâk düşüncemizden kaynaklanır. Siyaseti ve siyaset biçimini de, siyasetteki
iyilikleri ve siyasetteki kötülükleri de ortaya koyan şey, sizin ahlâk felsefeniz, ahlâk düşünceniz ve ahlâk inancınızla
yakından ilişkilidir. O yüzden
ahlâkı öncelikli olarak vurgulamakta fayda olduğu kanaatindeyim.
• Kitabınızın içeriği ve akış
sürecinden bilgi alabilir
miyiz?
Medeniyetler kolay kurulmaz,
kolay da yıkılmazlar.
İslâm medeniyetinin yeniden ortaya çıkması ve kendisini somut olarak kurum ve kuruluşlarıyla göstermesi elbette kolay değil; diğer medeniyetler elbette buna müsaade etmek istemeyeceklerdir. Buna müsaade etmemeleri normal, ama bizim tam da bu noktada oyuna gelmeyip bu uzun yürüyüşe
sabırla devam etmemiz gerekiyor. Birbirimizin enerjisini tüketmek yerine,
farklı gerekçelerle birbirimizi tüketmek yerine, nefesimizi ve enerjimizi biriktirip geleceğe kendimizi hazırlamamız gerekiyor.
ği bir döneme denk geldi.
Meselâ neden adalet değil
de ahlâka dikkat çekmek
istediniz?
Aslında “siyaset ve ahlâk
ilişkisi”, tarih boyunca ele
alınmış önemli başlıklardan
biridir. Özellikle felsefe bağlamında farklı formlarda tartışılmıştır. Hatta Eflatun’un
devlet yaklaşımını ya da
Farabi’nin Medinetü’l Fazıla (İdeal Devlet) teorisini göz
80
aralık 2015
önünde bulundurduğumuz
zaman, “fazilet ile siyaset” ve
“ahlâk ile siyaset” direkt birbirleri ile ilişkili konulardır ve
tarih boyunca da çoğunlukla
bu şekilde ele alınmıştır.
Said Halim Paşa, “ahlâk ile
siyaset” arasında çok yakın ve
köklü bir ilişkiden bahseder.
Bu, elbette günümüze de yansımaktadır. Siyaseti ahlâktan
soyutlayarak ele alamazsanız!
Aslında daha geniş baktığımız
zaman ticareti, akademi dünyasını veya sosyal ilişkilerimizi
de ahlâktan bağımsız ele alamayız.
Sorunuzun son bölümünde
vurguladığınız şekliyle “neden
adalete değil de ahlâka vurgu”
yaptığımıza gelince… Elbette
adalet çok önemli bir kavram;
ama adaletin, menşeine bakınca bizi yine ahlâka götürdüğünü görürüz. Siyasetin de
(yapılış biçimi itibariyle) kay-
Dört bölümden oluşan çalışmanın birinci bölümünde
Said Halim Paşa’nın hayatını
ve eserlerini, ikinci bölümünde dönemin düşünce akımları
ve Doğu-Batı karşılaştırması
biçiminde tartıştığı siyaset düşüncesini, üçüncü bölümünde İslâm ahlâkı kapsamında
ahlâk düşüncesini, dördüncü
ve son bölümde ise Paşa’nın
ahlâk düşüncesi ile siyasî tasavvurları arasında kurduğu ilişki ve devamlılığı inceliyoruz.
Günümüzde sosyal, siyasî
ve ekonomik alanda ortaya çıkan sorunlara dair yapılan tespitlere bakıldığında, söz konusu sorunlara ahlâkî değerlerin
yitirilmesinin zemin hazırladığı görülüyor. Özellikle içinde yaşadığımız çağda mevcut
kabuller, ahlâkı hayatın bütün alanlarının dışına itme konusunda birbiriyle adeta yarışıyor. Yaptığım çalışmanın bu
noktada mevcut güncel tartışmalara da ışık tuttuğunu söyleyebiliriz.
“Batı’nın siyaset
modeli bize uymaz”
• Ahlâk ve siyaseti İslam dü-
Zehra Dülek
şünce felsefesinden bakarak değerlendirdiğinizi düşünürsek, ülkemizde
cumhuriyet ile İslam’ın temel prensipleri (sevgi, saygı, birlik, beraberlik vb) nasıl ve ne şekilde mezcedilebilir?
Esasında İslam’ı kendi özgün yapısıyla ele almak lazım;
tabiî bu ayrı bir tartışma konusu. İslam’ın bir başka model
ile mezcedilebilir olup olmadığı konusuna bu zeminde girmenin doğru olmayacağını düşünüyorum. Özetle belirtecek
olursam, İslam’ın kendi özgün
yapısıyla yaşamasının gerekliliği kanaatimce sarihtir. Buna
inanıyorum.
Ama cumhuriyet ile ilişkilendirdiğimiz zaman bütün bir
İslam düşünce ve felsefe tarihini de hesaba kattığımızda, siyasetin beslendiği kaynak, cumhuriyet ile beraber
tersyüz edilmiştir şeklinde bir
cümle belirtebiliriz. Siyasetin beslendiği kaynak, Osmanlı döneminde, diğer İslam toplumlarında ve geçmişte direkt
İslam’ın temelleri iken, cumhuriyet ile birlikte Batılılaşma
ve modernleşme kaygıları ile o
temel değişmiştir.
Ana kaynak, yani mena değiştirilmiş ve siyaset kendi modelini Batı’dan almaya başlamıştır. Zaten Said Halim Paşa
da bunu söylemeye çalışır: “Siyasetini aldığınız yerin aslında ahlâkını da alıyorsunuz…”
Çünkü siyaset ahlâktan ortaya çıkar ve Batı’nın bir siyaset
modelini veya kurumunu aldığınızda aslında ahlâk düşüncesini de zımnen almış oluyorsunuz. Dolayısıyla ahlâkının
dayandığı kaynak olan dinini
de farkında olmadan almış ve
uygulamış oluyorsunuz. Said
Halim Paşa bir ileriki aşamaya
gider ve “Batı’nın siyaset modeli bize uymaz” demiş olur.
Said Halim Paşa’nın böyle id-
dialı bir söylemi de vardır.
Meseleye böyle baktığımız
zaman, cumhuriyet ile birlikte siyasetin beslendiği kaynağımız maalesef değişmiştir; sadece bizim değil, bütün bir
İslam dünyasının yaşadığı toplumsal travmaların en önemli
sebebi belki de budur.
• Siyaset ve ahlâka dikkat çekişinizde mutlaka özel nedenler olmalı. Size bu çalışmayı yaptıran iradî kaygı ve
gayret nedir?
Daha lise öğrenciliğimiz
dönemlerinde siyasete ilgimiz oldu. O dönemde Bingöl İmam-Hatip Lisesi’nde
okuyordum ve Körfez Savaşı yanı başımızdaydı. Ülkemiz
12 Eylül’den çıkmış ama henüz mecrasını bulamamıştı;
dolayısıyla hayata dair görüşlerimiz ve iddialarımız vardı. O
atmosferde farklı sivil toplum
kuruluşlarında çalışma ve görevlerim oldu. Kitap okumalarımız veya okulda aldığımız
sosyal sorumluluğumuzda olsun, hep bir derdimiz vardı ve
ideallerle yaşadık.
Burada ilk defa size söylemiş olayım, üniversiteye geliş
sebebim sadece bu ideallerdir.
“Üniversiteye gidip okumalıyım ve ideallerim için mücadele etmeliyim, çaba göstermeliyim” kaygısı ile üniversiteye
hazırlandım. Mesele böyle
olunca, bir derdiniz ve bir idealiniz olunca, siyaset ile ilişkili olmamanız mümkün değil.
Ama öteden beri de siyasetin kurumsal yapısına hep mesafeli durdum. Örneğin 90’lı
yıllardan bu yana hiçbir siyasî
partiye resmî üye olmadım.
“Siyasetin resmî ve hiyerarşik
yapısı özgünlüğüme halel getirebilir” endişesindendir bu.
Diğer açıdan bakılınca, hiçbir zaman siyasete particilik
yaklaşımıyla bakmadım. Buna
rağmen siyasete ilgili ve de hep
içinde oldum.
Elbette siyasî görüşlerimiz
oldu ama günübirlik siyasetin ötesine geçmeyi önemsedim. Bunun için de siyasetin
hep kaynağına inmeye çalıştım. İslam Felsefesi bölümünde okurken daha çok İslam
düşünce tarihindeki siyaset
düşüncesi, siyaset felsefesi alanında okumalar yapmaya çalıştım. Tarih bölümü mezunu
olmam hasebiyle Said Halim
Paşa’yı hem tarihten bir figür
olması, hem de siyaset ve ahlâk
düşüncesinden ötürü ele almayı önemsedim ve bunları meczetmeye çalıştım. Çünkü İslam
felsefesi ya da daha genel anlamda felsefe, siyaset ve ahlâk
meselesi, felsefenin en önemli
konularıdır.
“Said Halim Paşa
‘Asıl kaynağımıza
dönmeliyiz’ diyor”
• “Her yol Roma’ya çıkar” argümanına İslâmî bir refleks geliştirerek “Her yol
Mekke’ye çıkar” diyorsunuz… Bize bu yolculuğun
haritasını verir misiniz?
Slogan gibi bir cümle belki, ama o günün atmosferinde
meseleye baktığımızda bunu
daha doğru anlayabiliriz. Sonuçta 1900’lü yılların başında yazılmış bir metin. Orada Said Halim Paşa, aslında
bir tür nazire yapmıştır. Herkesin Batı’ya yöneldiği, Batı
olmadan bu işin olamayacağını düşündüğü bir dönemde başka bir adres göstermiştir
bize. Ve bizim kültürümüze, ahlâkımıza, medeniyetimize atıfta bulunarak aslında öze dönüşü hatırlatmıştır.
Bizim için en önemli sembollerden biri olan, en kutsal mekânlarımızdan birincisi olan Kâbe’yi adres göstermiş
oluyor böylece. Tam da “Asıl
kaynağımıza dönmeliyiz” diyor ve kurtuluşumuzun Batı’ya
yönelmekte olmadığını söylemiş oluyor.
O dönemlerde –hatırlarsanız- Yusuf Akçura’nın da kitaplaştırdığı “üç tarz-ı siyaset”
bahsi vardır. Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık olarak 3
tür siyasetten bahsedilir. Aslında Türkçülük, Osmanlıcılık
ve İslamcılık, Osmanlı’nın çöküşünü engellemek için ortaya konulmuş modeller ve çabalardır. Ama bütün bunlara
rağmen Osmanlı sonuç itibariyle yıkılmaya yüz tutmuş
ve Osmanlı’nın yerine Cumhuriyet kurulmuştur. Aslında
Cumhuriyet kurulurken ta Jön
Türkler’den bu yana, İttihad
Terakki’de de etkili bir şekilde
Batıcılık zihniyeti var.
Bu üç tarz-ı siyaset başarılı olmayınca, bir süre sonra
“Tek kurtuluşumuz Batı’dadır”
anlayışı hâkim olmaya başlıyor. Böylece Cumhuriyet neredeyse tamamıyla Batıcılık üzerine kurulmuş oluyor.
Said Halim Paşa 1921’de şehit edilince Cumhuriyet’i görmüyor, ama Batılılaşmanın çok
kutsandığını ve abartıldığını
o günün sosyolojisine baktığımız zaman elbette fark ediyor.
Burada farklı bir adres gösteriyor ve herkesin yönünün
Batı’ya döndüğü bir dönemde o “Hayır!” diyor, “Kurtuluş
Batı’da değil, asıl köklerimizde,
yani Mekke’de, Kâbe’de, yani
İslam’da!” demiş oluyor. Bu yönüyle bakınca, söz konusu bu
deyişi slogan olmasının ötesinde, çok anlamlı buluyorum.
“Modernitenin
en temel problemi,
madde ile mânâyı
beraber ele
alamamasıdır”
• Mekke’de insan olmaklığımızın temel dinamiklerinin oluşturulduğu, Medine
ise iman edenlerin ve salih
amel işlemeyi vazife edinmiş mü’minlerin toplum
ve şehri oluşturduğu, her
ikisininse medeni insan-
aralık 2015
81
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
Biz ahlâk vurgusu yaparken, aslında sadece siyaset-
le ilgili yapmış olmuyoruz bu vurguyu. Ticarette de ahlâk, ailede de ahlâk,
ilim alanında da ahlâk, sosyal çevrede de ahlâk... Yani bugün bir başkasının
kitabını kopyala-yapıştır sûretiyle çalarak ona atıfta bulunmayan biri, bizim
hem geleneklerimize, hem de “intihal” dediğimiz yaklaşıma göre bir tür hırsızlık yapmış oluyor. Ama örneğin bir milletvekilinin hırsızlığı hemen görülürken, bir akademisyenin hırsızlığı hemen farkedilmez.
medeni mekân ve toplumun rehberini sunduğu İslam düşünce felsefesi, modernitenin pençelerindeki
ülkemizde yeniden uyarlanabilir mi?
Güzel bir soru, teşekkür
ederim… Said Halim Paşa’nın
82
aralık 2015
bunu mu kastedip bunu mu
düşündüğünü tam olarak bilmiyoruz, ama kendisinden bağımsız olarak kendi kişisel kanaatimi belirtmem gerekirse,
bizim hem Mekke’nin sadeliğine, basitliğine dönmemiz,
ama aynı zamanda bu sadeliği
ve basitliği Medine’nin ruhu
ve kimliği ile donatmamız gerekiyor. Aslında modernitenin
-sizin de sorunuzda geçtiği
gibi- en temel problemi, madde ile manayı beraber ele alamamasıdır.
Zaten moderniteyi doğuran en temel unsur materyalizmdir ve materyalizmin en
büyük sorunsalı ise ruhu, manayı, metafiziği ihmal ediyor
olmasıdır. Bunu ihmal ettiğimiz zaman geriye ruhsuz, manasız, köksüz bir fizik, yani bir
tür “modern şehir” ve sadece
binalardan, araçlardan ibaret
bir toplum çıkmış olur. Hatta insana dahi bunu uyarlayabiliriz: Yani sadece görüntüden, gösterişten ibaret insan
modeli ortaya çıkmış olur. Bugün en temelde yaşadığımız
sıkıntı da zaten modernitenin
bu açmazlarına ve çıkmazlarına düşmüş olmamızdır. Dolayısıyla çözüm noktamız, hem
Kâbe’nin o sadeliğini tekrar
yakalamak, hem de bunu ruhen beslenmiş bir medeniye-
Zehra Dülek
te, bir şehre, bir Medine’ye dönüştürebilmektir.
“Uyanış ve çıkış,
ancak geleceğe
doğru bakmakla
mümkün!”
• Balkanlardan Kafkaslara, Gürcistan’dan Filistin’e,
hâsılı çevre coğrafyaların
umudu olmayı başardık.
Bize inanıyorlar. Peki, medeniyet tasavvurumuzun
varlığına rağmen siyasî anlayış ve dinamiklerin bu tasavvurun hayata geçişinde
ne kadar ve nasıl payı ve etkisi olur?
Bütün İslam dünyası olarak
aslında çok önemli bir evreden
geçiyoruz. Yaklaşık üç asırlık
bir geri çekilme ve mağlubiyet
sürecinden sonra, yaklaşık yarım asırdır yeniden İslam dünyası kendisini toparlama çabası
içerisinde; bence bütün bu günübirlik yaşadığımız olumsuzluklara rağmen İslam dünyası
her geçen gün kendisini toparlıyor ve kendisini toparladığı için de bazı sorunlarla karşı
karşıya kalıyor. Yani bugün yaşadığımız sancılar, aslında bir
tür doğum sancısıdır ama bu
doğumun gerçekleşmesini istemeyen güçler bunu sabote etmek için elbette ellerinden
geleni yapıyor, farklı taktiklerle bizi birbirimizle meşgul etmeye çalışıyorlar. İşte tam da
bu noktada İslam dünyasının
kendine gelmesi ve -o benzetmeyle ifade edersek- doğumun
gerçekleşmesi elbette siyasetten bağımsız olamaz.
Ancak bu meseleye siyaset olarak baktığımızda, bunları tepeden inme değişimler
olarak ele almamız gerekir. Bu
değişimin sadece tepeden gerçekleşemeyeceğini, hem aşağıdan yukarıya, hem yukarıdan
aşağıya bir değişim gerçekleşmesi gerektiğini bilmemiz gerekir. Salt tepeden inme de-
ğişimlerin kalıcı olmadığını
bütün yakın tarihî tecrübemiz
bize göstermiştir. Ülkemizde
ve komşu ülkelerde görüldüğü
gibi, dünyada birçok coğrafyada tepeden inme yöntemlerle
kalıcı çözümlerin ve değişimlerin olmadığını hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla bir taraftan
siyasetin imkânlarının ve iradesinin mutlaka var olması gerekiyor, ama her şeyi siyasete bağlamanın, her şeyi siyaset
kurumları üzerinden yapmaya
çalışmanın da kalıcı olmayacağı kanaatindeyim.
Aslında bu anlamda
Türkiye’de ve bütün bir İslam
dünyasında İslam kimliğini
önemseyen çalışmalar içerisinde bulunan kişilerin, siyasetin
ötesinde üretimlere ve değişimleri gerçekleştirmeye ciddi anlamda ihtiyaçları olduğu
kanaatindeyim. Özellikle zihin
kodlarımızın bu yönüyle -tabir
caizse- formatlanmasının faydalı olacağını düşünüyorum.
• Rol modeller insanı ve ülkeleri aktör konumuna getirebilir. Fakat bu ülkenin,
bu milletin üzerinde yüzyıllık bir deneme yanılma
programı uygulanıyor. İleriye dair bir tasavvur sunar
mısınız bize?
Yaşadığımız aşamanın
önemli bir merhale olduğunu ifade ettim. Eğer yaşadıklarımızı tarihten ve yaşadığımız
coğrafyadan bağımsız ele almaya çalışırsak, anakronik tarih yaklaşımı dediğimiz hataya düşmüş oluruz. Yani 200 yıl
önceki yaklaşımlarla bugünkü
yaklaşımları doğru silsile içerisinde değerlendirmek gerekir.
Yine aynı şekilde, Said Halim Paşa’nın neredeyse 100 yıl
önce yazmış olduğu bir değerlendirmeyi olduğu gibi alıp
bugüne kopyalamaya çalışmak
da elbette yanlış olur. Ama sonuçta biz o tarihin bir parçasıyız ve bu coğrafyada yaşıyo-
ruz. Bütün bir İslam dünyası
olarak baktığımızda da yaklaşık bir “coğrafya” tanımı yapabiliriz. Buradaki bu uyanışın
ve çıkışın geleceğe doğru bakmakla mümkün olacağı kanaatindeyim. Yani sizin söylediğiniz o gelecek tasavvurunun
doğru ele alınmasıyla mümkün olacağını düşünüyorum.
Bunun için şahsen önemsediğim konulardan biri, bu yürüyüşte meseleyi uzun vadeli ele
almaktır. 5-10 yıllık yaklaşımlarla değil, 50-100 yıllık tasavvurla meseleye bakmalıyız.
Bunun yanı sıra, bu yürüyüşte -az önce satır aralarında
da söylediğim gibi- bu doğumun gerçekleşmesini istemeyen güçlerin oyununa gelmememiz gerekir. Medeniyetler
kolay kurulmaz, kolay da yıkılmazlar. İslam medeniyetinin yeniden ortaya çıkması ve
kendisini somut olarak kurum
ve kuruluşlarıyla göstermesi elbette kolay değil; diğer medeniyetler elbette buna müsaade
etmek istemeyeceklerdir. Buna
müsaade etmemeleri normal,
ama bizim tam da bu noktada
oyuna gelmeyip bu uzun yürüyüşe sabırla devam etmemiz
gerekiyor. Birbirimizin enerjisini tüketmek yerine, farklı gerekçelerle (etnik, siyasi, mezhebi veya meşrebi reflekslerle)
birbirimizi tüketmek yerine,
nefesimizi ve enerjimizi biriktirip geleceğe kendimizi hazırlamamız gerekiyor. O gelecek
tasavvuruna hizmet etmemiz
gerekiyor ki bu kolay bir yürüyüş değil.
Yolculuğumuz çok meşakkatli, dolayısıyla çok sabretmemiz gerekiyor. Ama o hedeften
asla kopmadan, uzaklaşmadan
yolumuza devam etmeliyiz!
Ben bunun gerçekleşeceğine
inanıyorum. Bunun gerçekleşeceğine sosyolojik olarak da,
itikadî olarak da inanıyorum.
Çünkü bu gidişatı engelleyemeyecekler! Dönem dönem
saptırmaya çalışacaklar, dönem
dönem sabote etmeye çalışacaklar tıpkı bugün yaptıkları
gibi; Irak’ta, Suriye’de, öyle ya
da böyle Ankara’daki, Paris’teki
patlamalarla bunu sabote etmek isteyecekler, ama bu yürüyüşü engelleyemeyecekler!
Sosyolojik olarak engelleyemeyecekleri gibi, itikadî olarak da biz inanıyoruz ki, “Allah
nurunu tamamlayacak”. Bundan hareketle, inancımız gereği biliyoruz ki, bu kutlu ama
uzun yürüyüşü engelleyemeyecekler! Bizim geleceğe dönük
ideallerimiz, davamız, düşüncemiz Allah’ın izniyle mecrasını bulacaktır.
“Her geçen gün
siyaset de diğer
alanlar gibi daha
tutarlı, daha ilkeli
ve daha seviyeli bir
hâle gelecek”
• Malumunuz, yeni bir seçim süreci yaşadık; Türk tarihinden bir rol model ile
ahlâka temas ettiniz, seçim
sürecini göz önüne alınca günümüzdeki siyasî üslubu ve tavırları nasıl buluyorsunuz?
Siyaset tarihte de tartışmalı ve daha rahat eleştirilebilecek bir alan. Bunun birkaç sebebi var ama ilk aklıma gelen
sebeplere değineyim.
Hani Sokrates’in konuşmalarında geçtiği gibi; Sokrates,
o günün siyasetçilerini eleştirir ve onların polemik yaptıklarını söyler. Aslında siyasetle polemik arasında çok yakın
bir ilişki vardır. Günümüzdeki siyasetçiler de tabiî polemik yaparlar. Daha nazik ifade
edecek olursak, bir tür söz ustalığıdır bu. Söylemlerinde bazen abartılı, bazen eksik ifadeler kullanarak kitleleri ikna
etmeye çalışırlar. Yani siyasetin
özünde biraz da bu vardır. Siyaset insanları yönetme beceri-
aralık 2015
83
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
sidir; insanları yönetmenin bir
yolu da onları bir şekilde ikna
etmektir. Tam da bu noktada
ahlâk meselesi devreye girer.
İnsanları yönetmek, idare etmek, gönüllerini almak,
ikna etmek kötü değildir. Ama
bunu yaparken niyetiniz kötüyse, “ahlâksız bir siyaset” ortaya çıkar. Niyetiniz iyiyse,
“ahlâklı bir siyaset” ortaya çıkar. Siyasetçilerin sadece söylemleri üzerinden bir değerlendirme yapmak bizi doğru
bir yere götürmez. Dolayısıyla
üslup ile ilgili olarak siyasetçilerimizin öteden beri sorunları
var. Ama çok iyi üsluba sahip,
nezaket içerisinde, söylemesi
gereken şeyi söyleyen siyasetçilerimiz de var. Bu biraz bizim toplam insan kalitemizle
de ilişkili bir durum.
Toplum geliştikçe, toplumun refah seviyesi, düşünsel ve kültürel seviyesi geliştikçe siyasetçiler de değişecektir
ve ona göre bir dil kullanacaklardır. Bu biraz gelecek tasavvurumuz ve medeniyet
anlayışımızla ilgili bir mesele. İnanıyorum ki, her geçen gün siyaset de diğer alanlar gibi daha tutarlı, daha ilkeli
ve daha seviyeli bir hale gelecektir.
• Ülkemiz, dışarıdan ve içeriden pek çok hesabın yapıldığı nazarlar altında, fakat milletimizin dar ve zor
zamanlarda basireti açılıyor. Bu her zaman mümkün olmayabilir; daha bilinçli bir siyasî duyarlılığı
nasıl oluşturmalı?
İnsanlarımızın kültürel seviyesi, eğitim seviyesi, refah seviyesi geliştikçe bu
yönde olumlu etki sağlanacaktır. Ama yetmez, “Her yol
Roma’ya çıkar” anlayışından
uzaklaşıp “Her yol Mekke’ye
çıkar” anlayışına doğru yönelip
irfan, idrak ve manevi yoğunluğumuz arttıkça köklerimizle
84
aralık 2015
Zehra Dülek
HALİT BEKİROĞLU
1975’te Elazığ’da doğdu. 1993’te Malatya İmam Hatip Lisesi’nden, 1997’de Marmara Üniversitesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisansını 2001 yılında Marmara Üniversitesi İslam Felsefesi Bölümü’nde yaptı. Birçok sivil toplum kuruluşlarında çeşitli görevler aldı. ÖNDER’de Eğitim, Gençlik ve Spor komisyonlarından sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevinden sonra 13 Haziran’daki 53. Genel Kurulda Genel Başkan oldu.
Muhtelif medya organlarında yazıları çıkan Bekiroğlu’nun “Hamira’dan Duşanbe’ye” (şiir kitabı) ve “Said Halim Paşa’nın Ahlak ve Siyaset Düşüncesi”
adlı iki kitabı bulunmaktadır. İyi derecede Arapça, Farsça ve orta derecede İngilizce ve Rusça bilen Bekiroğlu, dış ticaretle uğraşmaktadır. Evli ve 3 çocuk babasıdır.
de uyumlu, daha ferasetli reflekslerimiz devreye girecektir. Herkes ve her şey
için ahlâk
• Meselâ pek çok kişi ve “kanaat önderi” kabul ettiğimiz duayen isimler bile son
seçimde gerçekleşen sonucu görme noktasında tedirgindi. Yani güzel bir sürpriz yaşandı diyebilir miyiz?
Bu sürprizin ayakları sonraki dönemlerde nasıl yere
basar?
Halkımızın tercihine her zaman saygı duymamız ve bunu
doğru anlamamız önemlidir.
Ülkemizde halkımızın istikrara dönük bir tercihte bulunmasını doğru anlamak gerekir.
Bazen fazlasıyla seçkinci yaklaşıp “üst bir siyaset dili” kullanmaya çalıştığımızda meselenin özünden uzaklaşıyoruz.
İnsanlar eleştirileri ve kaygıları olmasına rağmen toplumun
huzurunu ve refahını bütün o
eleştirilerin ve çelişkilerin üzerinde tutuyorlar. Aslında bu
da bir tür ferasettir. Toplumun
huzursuz, istikrarsız ve çatışma
içerisinde olmasının bedelinin
diğer bedelden çok çok daha
ağır olduğunu görebiliyorlar.
İnsanımızın bu tercihini
doğru anlamak ve verdiği bu
fırsatı, az önce konuştuğumuz
doğrultuda gelecek tasavvurumuzun yeniden oluşumuna
katkı sunmak bağlamında değerlendirmek elzemdir. Önümüzdeki on yıllar, yeni medeniyet inşamızın önemli
merhalaleri ile bizi yüzleşti-
recek ve elbette birçok zorluk
söz konusu olacak. Ama tüm
bu yaşanmışlıklardan ders çıkartırsak, o medeniyetin inşasında önemli rolümüz olur.
• İnkâr, iftira, montaj, manipülasyon ve asparagas haberler, tapeler vs... Zor bir
platformda çok kutlu bir
değerden söz ediyoruz:
Ahlâk… Siz ise bir nevi adres gösteriyorsunuz. Zor
değil mi? Başarılabilir mi?
Başarılabilir ama kolay değil, onun farkındayım. Çünkü
bu ahlâkı yitirmemiz kolay olmadı, belki üç yüzyıllık bir uğraşla bu ahlâktan uzaklaştık.
Ahlâkî değerlerden uzaklaşmamız, yozlaşmamız asırlarca
sürdüğüne göre, bunu toparlamamız da 3-5 yılda olmayacaktır. Ama ısrarla ahlâk vurgusu yapmamız çok önemlidir.
Zira bu olmadıkça zaten gelecek tasavvurumuz da sağlıklı işlemez. İslam medeniyetinin
yeniden kendisini ortaya koyması da sağlıklı olmaz.
Ahlâk vurgusu yaparken,
ahlâkı elbette sadece siyasetten ibaret de görmemek gerekiyor. Siyasetin diğer alanlara
göre dezavantajlı bir tarafı var. Daha görünür olduğu için siyasetteki çelişki veya
ahlâksızlık hemen ortaya çıkabiliyor. Ama siyaset alanının dışındaki ahlâksızlık bu
kadar bariz bir biçimde ortaya çıkmıyor. Mesela ben ticaretle uğraşıyorum. Ticarette bir
işadamının yaptığı ahlâksızlık
hemen görünmez, fark edilmez, ama bir milletvekilinin
yaptığı ahlâksızlık hemen görülür. Çünkü siyaset, daha fazla insanın gözü önündedir.
Biz ahlâk vurgusu yaparken,
aslında sadece siyasetle ilgili
yapmış olmuyoruz bu vurguyu.
Ticarette de ahlâk, ailede de
ahlâk, ilim alanında da ahlâk,
sosyal çevrede de ahlâk... Yani
bugün bir başkasının kitabını
kopyala-yapıştır suretiyle çalarak ona atıfta bulunmayan
biri, bizim hem geleneklerimize, hem de “intihal” dediğimiz
yaklaşıma göre bir tür hırsızlık yapmış oluyor. Ama örneğin bir milletvekilinin hırsızlığı
hemen görülürken, bir akademisyenin hırsızlığı hemen farkedilmez.
Özetle, hayatın tüm alanlarında ve herkes için ahlâk aynı
değerde önemli olmalıdır.
• Son olarak (kişisel merakım), sosyal medya’da nifak misyonu ile bir isim
hayli etkili oldu: “Fuat
Avni”… Abdulhamid’e ihanet eden Deli Fuat Paşa ve
Abdulaziz’e ihanet eden
Hüzeyin Avni Paşa’nın kolajı gibi duruyor bu isim.
Said Halim Paşa’yı olması gereken siyasî aktör olarak sunarken bir gönderme
yapmayı dilemiş miydiniz?
Said Halim Paşa’yı aslında bir rol model olarak çalışmış olmuyorum. Bir kişiyi ele
aldığımızda, o kişinin mutlak anlamda iyi bir kişi olmasını savunmuş olmuyoruz. Said
Halim Paşa’nın da mutlaka eksiklikleri var. Ama onun İslam-
cılık Risaleleri üzerinden hareketle siyaset ve ahlâk ilişkisini
ele almaya çalışıyoruz. Burada
tam da ahlâkla ilgili olan konu
şudur: Fuat Avni örneğinde
veya başka örneklerde ahlâk
bağlamında, eğer bir düşünceniz var ise, bu düşüncenizi, fikrinizi mecrasında, yerinde ve
zamanında söylemeniz gerekir.
Bunu meşru zeminlerde ifade etmediğiniz zaman, aslında
çok da ahlâklı bir duruş sergilemiş olmuyorsunuz.
Bugün Fuat Avni veya başka
bir isim, herhangi birinin siyasetle alakalı bir eleştirisi ve iddiası varsa, düşüncesi her ne
olursa olsun, gelip bizzat kendisinin siyaset yapması, belki
parti kurması, bunun mücadelesini vermesi bana daha ahlâkî
geliyor. Fuat Avni de gelip siyaset yapabilmeli, kendi fikirlerini açık, net ve dürüst bir
şekilde, kimliğini de ortaya koyarak söyleyebilmeli. Ama gizli
saklı tarzlarla, spekülatif yaklaşımlarla, nereden ve kim tarafından yazıldığı belli olmayan
entrikavari işlerle ortaya çıkmak, özü itibariyle ahlâkî değil.
• Bu nitelikli söyleşi ve bize
bizim kaynaklarımızla yol
haritası sunan cevaplarınız
için teşekkür ediyor, kitabınızın müstefidi çok olsun
diliyorum…
Çok teşekkür ediyorum, güzel sorularınız vardı. Benim de
bazı konuları yeniden düşünmeme ve zihnimde tartmama
vesile oldunuz…
aralık 2015
85
HABERA JANDA/ PORTRE-SÖYLEŞİ
Uygur Türklerinin faaliyetlerini hiçbir zaman kaçırmazdı. Ne kadar önemli
işi olursa olsun, onun
bir çaresini bulur ve işini
bırakıp Uygur Türklerinin
etkinliklerine katılırdı. Bunu
kutsal bir görev olarak
bilirdi. İmkânı olduğu halde
Uygurların faaliyetlerine
katılmayan Türk kardeşlerimizinse gerçek bir Türk
ferdine yakışmayan tavırlarını bir ihanet ve hıyanet
olarak telakki ederdi.
***
ABD’de öğrenim gören Uygur Türkü öğrenciler olarak
10 yıl önce kurduğumuz
“Tanrı Dağ Öğrenciler Birliği” adında bir derneğimiz
de vardı. Prof. Sancar Hocamız, bu derneğimizin resmî
üyesi idi. Derneğimizin
faaliyetlerine büyük katkılar yapmıştı. Onun Uygur
Türklerinin faaliyetlerinde,
protesto eylemleri ile yürüyüşlerinde mutlaka giydiği
meşhur “Free East Turkistan” (Doğu Türkistan’a
Hürriyet) yazılı tişörtünü
büyük kızım tasarlayarak
hediye etmişti.
***
Aziz Akam, eşi Prof. Dr. Güven Sancar Hanımefendi ile
ortaklaşa kurdukları “Aziz
and Güven Sancar Foundation” (Aziz ve Güven Sancar
Vakfı) adlı vakıf -ki bu vakıf
aynı zamanda “Turk House”
(Türk Evi) olarak da anılırbünyesinde Türkiye’den
gelen Türk kardeşlerimiz ve
Uygur Türkleri başta olmak
üzere bütün Türk asıllı
öğrencilere imkânları nispetinde yardım ediyorlardı.
86
aralık 2015
Uygurların gözüyle Nobel ödüllü
PROF. DR. AZİZ SANCAR
DNA
onarımı alanındaki bilimsel çalışmalarıyla dünyaya adını duyuran ve ABD’de yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bilim adamı Prof. Dr. Aziz Sancar’ın 2015 Nobel Kimya Ödülü’ne
layık görülmesi, Türkiye’ye büyük gurur yaşattı. Bu gelişme, bütün Türk ve İslam
dünyasında da büyük heyecan ve sevinçle karşılandı. >> Cumhurbaşkanı Sayın
Recep Tayyip Erdoğan, 2015
TÜBİTAK Bilim, Özel ve
Teşvik Ödülleri Töreni’nde
yaptığı açılış konuşmasında,
Prof. Dr. Aziz Sancar’ın onur
verici başarısına minnettarlığını dile getirerek, “Geçtiğimiz
aylarda Prof. Dr. Aziz Sancar
Hocamız Nobel ödülüne layık
bulundu. Bu durumu büyük
bir memnuniyetle karşıladık.
Bizim daha çok bilim adamımız olması gerekiyor. Bilimsel
çalışmalarda da çıtayı yükseltmemiz ve hedeflerimizi büyütmemiz gerekiyor. Ben sizlere
inanıyorum, güveniyorum.
Devletimiz olarak üzerimize
ne düşüyorsa yerine getirmeye
hazır olduğumuzu ifade etmek
istiyorum” sözleri ile yüksek
bir değerlendirmede bulundu
ve her zaman (Orhan Pamuk
gibi ülkesine sırtını dönenlerin
değil) Prof. Dr. Aziz Sancar
gibi vatanına ve milletine vefalı
bilim adamlarının yanında
olacağını ifade etti.
Prof. Dr. Aziz Sancar’ın
Türkiye’ye büyük mutluluk
yaşatan haberi, birkaç nedenle
başarı ve övünç kaynağı idi.
Birincisi, Prof. Sancar’ın çalışmalarının kanserle mücadelede
ciddi bir hamle ve insanlık tarihini değiştirebilecek bir buluş
olarak görülmesidir. İkincisi,
Prof. Sancar’ın okuma-yazma
dahi bilmeyen sekiz çocuklu
bir anne ve babanın 7. çocuğu
olarak bu seviyeye yükselmiş
olması ve “az çocuk, yüksek
kalite” tezini savunanlara acı
bir hayal kırıklığı yaşatmasıdır.
Üçüncü neden, kendi değerlendirmesinde ülkesine ve
toprağına olan bağlılığını ortaya koyarak, “Bu, yıllarca yaptığım çalışmaların bir ödülüdür.
Büyük kısmını Türkiye’ye borçluyum! Çünkü Türkiye bana
üstün dereceli bir eğitim verdi.
O dönemin koşullarında ilk ve
ortaokulda, lisede olağanüstü
bir eğitim aldım” sözleri ile
Türkiye Cumhuriyeti’ndeki en
dezavantajlı bireylerin bile kendini en iyi şekilde geliştirebilme
imkânlarına ve fırsatlarına
sahip olabildiğini göstermesidir.
Bu da Türkiye’nin özellikle bazı
ülkeler için örnek oluşturulabilecek bir kaliteye ve standarda
sahip olduğunun göstergesi
olarak yansımaktadır.
Bir başka neden ise şudur:
BBC’nin etnik kimliği ile
ilgili kendisine küstahça yönelttiği “Arap mısınız, kısmen
mi Türksünüz?” şeklindeki
sorusuna tokat gibi bir cevap
vererek “Ben Türküm!” demesi,
kendini etnik veya mezhep
kökleriyle değil, millî kimliği
ile tanıtmak sureti ile (etnik ve
mezhepsel bölünmelerle karşı
karşıya olan Suriye ve Irak
gibi Ortadoğu ülkeleri göz
önünde bulundurduğumuzda)
çok anlamlı bir mesaj vermiştir Prof. Dr. Aziz Sancar. Bu
mesaj, aynı tehlikeyi Türkiye’de
de oluşturmaya çalışan, yani
Türk-Kürt veya Sünni-Alevi
gibi ayırımcılık üretmeye
çalışan kötü niyetli kesimleri
derinden rahatsız etmesi, birlik
ve beraberliğe en çok ihtiyacı
olduğu dönemde Türkiye’de
fitne üretmek isteyen iç ve
dış mihrakları fazlasıyla hayal
kırıklığına uğratmıştır.
Ve duyduğumuz gururun
en önemli nedeni de şudur:
Prof. Sancar Bey’in yıllardır
mazlum Uygurların özgürlük
mücadelesine büyük moral
ve destek vermesinden dolayı
Mir Kamil Kaşgarlı // [email protected]
işgalci Çin yönetimi bir hayli
rahatsız olmuştur. Çünkü bilim
dalında Nobel ödülü alan “ilk
Türk” olarak tarihe geçen Prof.
Dr. Aziz Sancar’ın, bu büyük
başarı ile birlikte Uygurların
haklı davasına verdiği desteğini
uluslararası basına sunacağı,
bunun dikkat çekebileceği ve
dolayısıyla Çin’in dünyadan
gizlemeye çalışmakta olduğu
Doğu Türkistan’daki zulüm ve
soykırımların Prof. Dr. Aziz
Sancar sayesinde tekrar dünya
gündemine gelme ihtimali
zalim Çin’i fazlasıyla endişelendirmekteydi.
Neticede Prof. Dr. Aziz
Sancar Bey’in olumlu mesajı
o kadar etkili olmuş ve kötü
niyetli karanlık güçler bu mesajdan o kadar rahatsız olmuş
olacaklar ki, Türkiye 3 gün
sonra acı bir olayla sarsıldı.
Prof. Dr. Aziz Sancar Bey’in
7 Ekim’de ilan edilen büyük
başarısı, Türkiye’nin bilim
insanları yetiştirme potansiyeli
ve Sancar Bey’in Uygur sevgisi
gerektiği şekilde daha gündeme gelmeden, 10 Ekim günü
Ankara Garı’nda bir patlama
meydana geldi. Bu terör saldırısı ile Prof. Dr. Aziz Sancar
Bey’in Türk ve İslam dünyasını
onurlandıran başarısı, aradan 3
gün bile geçmeden gündemden düşürülmüş oldu.
Ama ne ilginç tesadüf ki,
patlama yaşandığı saatlerde
“Katil devlet!” diye bağırarak
oy devşirmeye çalışan, mağdur
gösterilmek istenen ve aynı
zamanda Prof. Dr. Aziz Sancar
Bey’in birlik mesajından rahatsızlık duyan Maocu, komünist,
PKK sempatizanları ve olayın
failleri, Uygur sevgisinden
rahatsız olan komünist Çin’in
ideolojik beslemeleri idiler.
Prof. Dr. Aziz Sancar
Şimdi gelelim Nobel ödüllü
Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Uygur sevgisine, insanî ve kişilik
yönünden daha bilinmeyen
önemli vasıflarına...
aralık 2015
87
HABERA JANDA/ PORTRE-SÖYLEŞİ
İsveç Kralı Carl 16. Gustaf ve eşi Kraliçe Silvia, Nobel Kimya
Ödülü’ne layık görülen Prof. Dr. Aziz Sancar ve diğer Nobel
ödüllerini kazananları, akşam yemeğinde ağırladı.
Aziz Akamız çok dindar ve inançlı bir
kişi olduğu için, bölgede yaşayan Türklerin çocuklarına pazar günleri Kur’an-ı Kerim kursları açtı. Onlara dinî bilgiler verdi. Onların okul derslerine de yardım ediyordu. Benim iki kızıma da Aziz Akam bizzat
Kur’an-ı Kerim öğretti. Bir diğer Uygur kardeşimizin
evladı da yine Aziz Akam’dan bizzat Kur’an-ı Kerim
okumayı öğrendi. Bu bölgede yaşayan -yaklaşık 10
kadar- çeşitli boylara mensup Türk çocuklarına her
pazar günü, ciddi iş temposuna rağmen işini bırakarak Kur’an ve din dersleri veriyordu.
Nobel ödüllü Prof.
Sancar’ın Uygur
sevgisi
Prof. Dr. Aziz Sancar’ın
88
aralık 2015
Nobel Kimya Ödülü’ne layık
görülmesi, bütün Türk-İslam
dünyasını sevince boğduğu gibi,
mazlum Uygur Türklerinin
de büyük mutluluk kaynağı oldu.
Sancar’ın ABD’de Uygur
Türklerinin dostu ve yakın
destekçisi olarak tanınıyor
olması, ABD’ye tahsil amaçlı
gelen Uygur Türkü öğrencilerin en büyük destekçilerinden
sayılması, kendisinin kurduğu
ve aynı zamanda kıymetli eşi
Prof. Dr. Güven Sancar’ın
da müdür olarak görev yaptığı “Türk Evi”nde Türkiye
ve Türk dünyasının değişik
yerlerinden gelen öğrenicilere
devamlı surette destek veriyor
olması, Uygur çocuklara bizzat
Kur’an öğretmesi, dinî ve millî
değerlerine, bilim ve eğitime
sımsıkı sarılmadan Çin işgali ve
asimilasyonundan kurtulmanın
mümkün olmayacağı yönünde
öğütler vermesi, özellikle Nobel
ödüllü Âlimimizin “Free East
Turkistan” (Doğu Türkistan’a
Özgürlük) yazılı tişörtü ile
çekilen fotoğrafının TRT Uygurca sitesi başta olmak üzere
birçok resmî basında ve sosyal
medyada yayınlanması Uygurları çok duygulandırdı.
Hiç şüphesiz ki, bir Doğu
Türkistanlı ve aynı zamanda
bir gazeteci olarak ilk başta heyecanlanan ve gözleri
ıslanan yine ben oldum. Bu
güzel haberle Uygur halkını ilk
haberdar etmenin ve Prof. Dr.
Aziz Sancar’ın Uygur sevgisi
hakkında ilk söyleşiyi gerçek-
Mir Kamil Kaşgarlı
leştirmenin gurunu yaşayan da
yine ben oldum.
Yeğen Hakan Sancar Bey’in
bana aktardığı fotoğraf ve
bilgilere dayalı olarak kısa bir
araştırmadan sonra, Prof. Dr.
Aziz Sancar’ın bir Uygur aile
dostu, öğrencisi ve aynı zamanda ABD’de yaşayan hemşehrim
Dr. Abdır Razak Tuğluk Bey’e
telefonla ulaştım ve TRT
Uygurca resmî web sitesinde
yayınlamak üzere bir söyleşi
gerçekleştirdim.
Bana göre Prof. Dr. Aziz
Sancar Bey, bir bilim adamı
olmanın yanı sıra şuurlu ve duyarlı büyük bir dava insanıdır.
Yalnız bilimin zirvesinde değil,
insanlık ve İslam ahlakının da
özellikle zalime karşı mazlumun yanında olma şuurunun
zirvesinde olan yüce ruhlu
bir büyük insan Aziz Sancar.
Gerçekleştirdiğim söyleşinin
Türkçe tercümesini okuduktan
sonra sevgili okuyucularımızın
da bu konuda bana hak vereceğinden eminim.
***
Hill Üniversitesi’nde öğrenim
gören tek Uygur bendim. Bir
gün kendisi ile bir halı mağazasında karşılaştım, çehresi
dikkatimi çekti. Yanına giderek
selam verdim ve kendimi tanıttım. Kendisinin Uygurlara çok
benzediğini söyledim. Sancar
Hoca gülümseyerek, “Doğru
tahmin etmişsin, ben yüzde 20
Uygurum!” dedi. Kendisi ile
tanışıklığımız ve dostluğumuz
böyle başlamış oldu.
Sancar Hoca Uygur Türkçesi
öğrenmek isteğini söyledi. Ben
de bunu memnuniyetle yapabileceğimizi ifade ettim. Böylece
Sancar Hocama Uygur Türkçesi öğretmeye başladım. O da
bana Türkiye Türkçesi öğretti.
Böylece yakın dostlardan olduk.
Davut’un uzmanlık ve bilimsel
araştırma hocası oldu. Yaklaşık 10 yıl Sancar Hoca’nın
yanında öğrenim gördü ve bir
yandan da çalışmalarına yardımcı oldu.
• Prof. Dr. Sancar Hocamızın yeğeni Hakan Sancar,
yaptığı kısa açıklamasında,
bize amcasının ABD’de
Uygur Türklerinin faaliyetlerine aktif olarak katıldığını söylemişti. Siz onun
yakın bir dostu olarak bu
konuda bildiklerinizi aktarabilir misiniz?
Prof. Dr. Sancar Hocamız,
yaratılışı olarak mütevazı, fazla
konuşmaktan kaçınan ve fazla
gündeme gelmekten pek hoşlanmayan sade bir yapıya sa-
Eşim Dr. Lale Davut da
1991’de Urumçi’de tıp fakültesindeki doktorasını tamamlayıp yanıma geldi. Prof. Sancar
Hocamız, eşim Dr. Lale
• Sayın Dr. Tuğluk Bey, sizin Prof. Dr. Aziz Sancar
Hocamızın yakın aile dostu
olduğunuz biliniyor. Kendisi ile nasıl tanıştınız?
Ben, Prof. Dr. Aziz Sancar
Hocamız ile 1990 yılında J.
Hill Üniversitesi’nde matematik bilimi dalında doktora
öğrenimimi sürdürürken tesadüfen tanıştım. O zamanlar J.
aralık 2015
89
HABERA JANDA/ PORTRE-SÖYLEŞİ
Hocamız, “Doğu Türkistan meselesini Türk-İslam âleminin ve tüm insanlığın sorunu
haline dönüştürmek lazım” sözleri ile bu ulvî fikirlerini konuşmalarımızda ve sohbetlerimizde sürekli gündeme getirir ve bizlere de bu fikri telkin eder, aşılamaya çalışırdı.
hiptir. Zamanını boş geçirmez,
fazla eğlence ve gezmesi de
yoktur. Onun esas işi, bilimsel
araştırmalar yapmak, mesleğindeki deneyimlerini öğrencilerine iyi bir şekilde aktarmak
ve öğretmektir. Hatta ABD’de
kaldığı 40 yıl içerisinde bir kez
dahi otomobil kullanmamıştır.
Bu nedenle sosyal aktivitelere
fazla katılmazdı. Ancak Uygur Türklerinin faaliyetlerini
hiçbir zaman kaçırmazdı. Ne
kadar önemli işi olursa olsun,
onun bir çaresini bulur ve işini
bırakıp Uygur Türklerinin
etkinliklerine katılırdı. Bunu
kutsal bir görev olarak bilirdi.
İmkânı olduğu halde Uygurların faaliyetlerine katılmayan
Türk kardeşlerimizinse gerçek
bir Türk ferdine yakışmayan
tavırlarını bir ihanet ve hıyanet olarak telakki ederdi. Bu
sebeple Uygur Türklerinin
faaliyetlerine mutlaka iştirak
ederdi.
90
aralık 2015
Ayrıca bu tarihlerde ABD’de
öğrenim gören Uygur Türkü
öğrenciler olarak 10 yıl önce
kurduğumuz “Tanrı Dağ
Öğrenciler Birliği” adında bir
derneğimiz de vardı. Prof. Sancar Hocamız, bu derneğimizin
resmî üyesi idi. Derneğimizin
faaliyetlerine büyük katkılar
yapmıştı. Onun Uygur Türklerinin faaliyetlerinde, protesto
eylemleri ile yürüyüşlerinde
mutlaka giydiği meşhur
“Free East Turkistan” (Doğu
Türkistan’a Hürriyet) yazılı
tişörtünü büyük kızım tasarlayarak hediye etmişti.
• Prof. Dr. Aziz Sancar
Hocamızın Uygur Türkü
öğrencilere önemli yardımlar yaptığı yönünde bilgiler
aldık. Hocamız kimlere
nasıl yardımcı oldu?
Prof. Sancar Hocamız çok
mütevazı bir kişiliğe sahiptir.
Başkalarının kendisine “Dr.”
veya “Prof.” diye hitap etmesinden de pek hoşlanmaz. Bana da
kendisine adı ile hitap etmemi
tembihlemişti. Bu nedenle biz
Uygur Türkleri, kendisine Uygurca olarak “Aziz Aka” (Aziz
Ağabey) diye hitap ediyorduk,
buna alışmıştık. Bu nedenle
bundan sonraki sözlerimi de
kendisine hitap ettiğim şekilde
“Aziz Akam” diye sürdüreceğim.
Gerçekten günümüzde Aziz
Akamız gibi duyarlı ve yardımsever insanlar çok nadir olarak
bulunuyor. Özellikle kendi
ülkesinde ezilen ve zulme uğrayan Uygur Türklerine hiçbir
şeyini esirgemezdi. Onun en
fazla yardımına erişen Uygur
ise başta ben ve ailemdir. Eşim
Dr. Lale Hanım’a 10 yıldan
fazla bir süre ile rehber hocalık
yaptı. ABD şartlarında bir
profesörün bir öğrenciyi, hele
bu öğrenci bir tıp öğrencisi ise
10 yıl eğitim vermesi kolay bir
iş değildir. Bunun için birçok
maddî bedel ödemek gerekiyor.
Bizden başka, diğer Uygur kardeşimiz Mücahit Tursun’a da
2 yıl süre ile yardım etti. Murat Kadir kardeşimizi de çok
destekledi. Ona maddî olarak
katkı veremese de fikir vererek
yönlendirdi. Okula yerleşmesine çok yardımcı oldu. Şimdi de
ülkemizden gelen birçok Uygur
Türkü kardeşimizin öğretim
kurumlarına yerleşmelerine yol
göstermekte ve onları doğru
yönlendirmeye gayret etmektedir.
Aziz Akam, eşi Prof. Dr.
Güven Sancar Hanımefendi
ile ortaklaşa kurdukları “Aziz
and Güven Sancar Foundation”
(Aziz ve Güven Sancar Vakfı)
adlı vakıf -ki bu vakıf aynı
zamanda “Turk House” (Türk
Evi) olarak da anılır- bünyesinde Türkiye’den gelen Türk
kardeşlerimiz ve Uygur Türkleri
Mir Kamil Kaşgarlı
başta olmak üzere bütün Türk
asıllı öğrencilere imkânları
nispetinde yardım ediyorlardı.
Aziz Akamız çok dindar
ve inançlı bir kişi olduğu için,
bölgede yaşayan Türklerin
çocukları için Pazar günleri
Kur’an-ı Kerim kursları açtı.
Onlara dinî bilgiler verdi. Onların okul derslerine de yardım
ediyordu. Benim iki kızıma da
Aziz Akam bizzat Kur’an-ı
Kerim öğretti. Bir diğer Uygur
kardeşimizin evladı da yine
Aziz Akam’dan bizzat Kur’an-ı
Kerim okumayı öğrendi. Bu
bölgede yaşayan -yaklaşık 10
kadar- çeşitli boylara mensup
Türk çocuklarına her Pazar
günü, ciddi iş temposuna rağmen işini bırakarak Kur’an ve
din dersleri veriyordu.
Yıllar sonra başka bir şehre
göç ettik. Talebesi olan büyük
kızımın üniversite mezuniyet
törenine Prof. Sancar Hocamız
uçakla gelerek katıldı ve kızımı
kutladı. Bu tavrından dolayı
bizler son derece duygulandık
ve çok mutlu olduk. • Prof. Dr. Sancar Hocamızın
Uygur Türklerine karşı olan
sevgisi ve ilgisinin arkasında sizin aile dostluğunuzun
etkisinin olduğunu da söyleyebilir miyiz?
Elbette etkisi vardır, ama Aziz
Akamız Uygur Türklerine özel
ilgi duyan ve onların dertleri ile
dertlenen alicenap bir büyüğümüzdür. Dolayısıyla bizden
Doğu Türkistan’ın ve Uygur
Türklerinin içinde bulunduğu
dramatik durum hakkında sık
sık sorular sorar ve bilgiler almaya çalışırdı. Biz de Uygur Türklerinin durumu ve vatanımızda
olup bitenlerle ilgili sürekli
kendisini bilgilendirirdik.
Aziz Akam bir tıp, fizik ve
kimya bilgini olmasına rağmen
sosyal bilimler, tarih ve coğrafya
ile de ilgilidir, bu konuda çok
derin ve kuvvetlidir. Özellikle
millî kimlik duygusu çok güç-
lüdür. Ben kendisinin mazlum
Uygur Türklerine olan yüksek
hassasiyetini ve ilgisini de bu
millî duygularının çok güçlü
olmasına bağlıyor, böyle olduğunu düşünüyorum.
• ABD’de muhaceret hayatı
yaşayan Uygur Türklerinin
Prof. Dr. Aziz Sancar Hocamızda nasıl bir etkisi var?
Aziz Hocamız Uygur Türklerinin geleceği hakkında
neler düşünmektedir?
ABD’de yaşayan Uygur
Türklerinin Aziz Akam üzerinde olumlu tesirler bıraktığını
düşünüyorum. Aziz Akam
daha çok Uygur öğrenciler ile
haşir neşir olduğu için, bazı
olumsuzlukların olması tabiî ki
mümkündür. Birkaç kez bana
Uygur öğrencilerin ve bazı
aydınlarımızın olumsuz tavır
ve tutumundan şikâyet ederek,
“Uygur Türkü öğrenciler diğer
öğrencilere göre biraz daha
tembeller. Üstelik kendi kişisel çıkarını daima önde tutan
ferdîlik ve bencillik duyguları
çok güçlü. Yüksek gaye ve hedefe kendini adayan, bu yolda
gayretli bir çaba ve çalışma
içerisinde değiller. Benim tanıdığım Uygur Türkü aydınların
sorumluluk ve manevî duyguları, hem de dinî ve millî değerlerine sahip çıkma anlayışları çok
zayıf ve az” tespitini yapmıştı.
Aziz Akam her olaya bilimsel yaklaştığı ve olayları bilimsel
olarak yorumladığı için Uygurlardaki bu olumsuzlukların
esas sebebi olarak hiçbir zaman
Uygur Türklerini suçlamazdı.
Bunu belki uzun tarihten beri
esaret ve istilacıların asimilasyon siyaseti altında yaşamanın
doğal sonucunda şekillenen
psikolojik ümitsizlik anlayışının
bir neticesi olarak görürdü.
Esaret psikolojisinin ümitsizlik
ruh haletini şekillendireceğini
ifade ederdi. Özellikle işgalci
gücün ve onun yönetiminin
mahkûm ve köle olarak baktığı
Uygur Türklerini tahakküm
ve hâkimiyeti altında sorunsuz
olarak tutabilmek için onların
iradesini tembel, hazıra konan,
millî ve dinî kimlik anlayışından mahrum olarak yetiştirmelerinden kaynaklandığını ifade
ederdi. Bundan kurtulmalarının
tek yolunun da bağımsızlık ve
özgürlük olduğunu söylerdi.
Şimdi çok kıymetli Aziz
Akamızın Uygur Türkleri ve
onların geleceğine dair düşünceleri üzerinde maddeler
halinde duralım:
1. Aziz Aka, Uygur Türklerinin geleceğinden kesinlikle
umutludur! Zira kendisini
daima “Ben yüzde 20 Uygur
Türküyüm” diye ifade ederdi.
2) Uygur Türklerinin Türkİslam tarihine çok önemli katkılar sağladığını söyler. Uygur
Türklerinin Türk-İslam kültür
ve medeniyetine kattığı eşsiz
katkılar hakkında uzun uzun
durur. Bu konuda çok bilgilidir.
3. Uygur Türklerinin çok
zeki, akıl ve feraset sahibi ve de
medenî bir Türk toplumu olduğunu belirtirdi.
4. Uygur Türklerinin en
kadim ve tarihî bir kimliğe
sahip bir Türk boyu olduğunu
ve çağlar içinde Türk milletini
şerefle temsil ettiğini ifade eder.
Uzun geçmişinde Türk millî
kimliği ile İslam anlayışını
çok iyi sentez ederek yeni ve
özgün bir Türk-İslam kimliği
meydana getirdiklerini söylerdi.
Eskiden olduğu gibi, günümüzde de Uygurların millî ve
dinî kimliklerine yine ısrarla
sarıldıklarını ve kendileriyle
birlikte gelecek kuşaklarını bu
kimlik ile yetiştirebildikleri
takdirde bütün olumsuzlukların
ve zorlukların üstesinden gelebileceklerini belirtirdi.
5. Özellikle Uygur Türkleri
sorununu ABD ve AB gibi,
demokrasi ve çağdaş değerleri
benimseyen Batı ülkelerinde,
onların siyasî, ekonomik ve
diplomatik çıkarlarına etki
edebilecek bir konuma getirmenin mümkün olabileceğini
ifade ederdi. Bu şart ve ortamların oluşmasından sonra bütün
ümit ve arzuların gerçekleşebileceğini sürekli ifade eder ve
bizlere teselli ve ümit verirdi.
Bunun için de Doğu Türkistan
Türklerinin Uygur, Özbek,
Kazak, Kırgız, Türkmen, Azeri
ve benzeri boyların en kısa
zamanda birleşmeleri ve birbirlerini ayırmamaları gerektiğini,
bütün Türklerin MüslümanTürk ortak kimliği ile düşünmesi ve hareket etmelerinin
gerekli olduğunu, Müslüman
Uygur Türklerinin şimdi karşı
karşıya bulunduğu baskı, zulüm
ve asimilasyonun sadece Uygur
sorunu olmadığını ve bunu
bütün Müslüman Türk milletinin sorunu haline getirmek
gerektiğini söylerdi.
6. Hocamız, “Doğu Türkistan meselesini Türk-İslam
âleminin ve tüm insanlığın
sorunu haline dönüştürmek lazım” sözleri ile bu ulvi fikirlerini
konuşmalarımızda ve sohbetlerimizde sürekli gündeme getirir
ve bizlere de bu fikri telkin eder,
aşılamaya çalışırdı.
Ben, şahsen kendimdeki
Türk-İslam anlayışının, Aziz
Akamın bu ve benzeri sohbet
ve konuşmaları sayesinde şekillendiğini iftiharla söyleyebilirim. Bu benim kanaatimdir.
• Nobel ödülü alarak
Türkiye’mizin, Türk-İslam
âleminin ve özellikle biz
kalbi kırık Doğu Türkistanlıların sevinç, moral ve
teselli kaynağı olan yürek
dostumuz, Akamız, Prof.
Dr. Aziz Sancar Hocamızla
ilgili bilgi ve düşüncelerinizi
paylaştığınız için çok teşekkür ediyorum. Sağ olunuz!
Bana bu imkânı verdiğiniz
için ben de size teşekkür ediyorum.
aralık 2015
91
haberajanda
Dış Politika
“Suriye, uluslararası anlaşmalarla
imzaladığı doğalgaz boru hattı anlaşmasını feshetti; anlaşmaların tazminatlarını Suriye’nin yerine İran ödeyerek
rejime her konuda desteğini bildirdi.
Yani Esad doğalgaz boru hattının anlaşmasını İran’ın maddî desteğiyle engellemiş oldu. Bu engelleme en çok Avrupa
ve Türkiye’ye doğalgaz satan Ruslara ve
İranlılara yaradı. İran ve Rusya, doğalgazda üçüncü bir alternatif istemedikleri için Suriye’de rejime ellerinden gelen
tüm yardımı yapıyor. Suriye’nin Humus
vilayetinde de doğalgaz var. Bunu halk
DAEŞ’in Şear dağını ele geçirmesiyle
ancak öğrenebildi. Suriye’de petrolün
geliri halka değil, sadece rejime akıyor
ve bunu her Suriyeli biliyor.” (AA Suriye
Baş Muhabiri Ali Demir)
92
aralık 2015
Rusya,
Suri
O
RTADOĞU’ya son 25 yıldır hâkim olan jeopolitik mücadeleden kendine sürekli pay çıkarmaya çalışan Rusya, sonunda sahada fiilen
yer aldı. Bölgede güç gösterisi yapmak için
fırsat kollayan Rusya, Ukrayna ve Kırım’dan
sonra kendisine yeni bir faaliyet alanı bulmuş oldu böylece.
Zehra Ulucak
[email protected]
ye’de ne arıyor?
>> Rus Çarı Büyük
Petro’dan Putin’e kadar tüm
Rus devlet başkanlarının sıcak
denizlere inme hayali de bir
bakıma gerçek oldu ve Rusya,
Ortadoğu’nun enerji koridoru-
nu Doğu Akdeniz’den kontrol
edebilmek için çok sayıda Antonov tipi büyük askerî kargo
uçağını Esad ailesinin memleketi olan Lazkiye’ye indirdi.
Hama, Humus ve İdlip’te
El-Nusra, Fetih Ordusu,
Ahraru’ş-Şam ve ÖSO’ya
yönelik operasyonlar düzenleyen Rusya, Suriye’ye “insanî
yardım” sağladığı yalanıyla
yıllardır devam eden silah desteğini kendince meşrulaştırıyor.
Uluslararası basında çıkan haberlere göre, Rus askerî ekipmanlarının gittiği yerlere Rus
ordusunun danışmanları ve
eğitmenleri de gidiyor. Rusya
ise hâlâ bu askerlerin Suriye’ye
verilen askerî teçhizatın bakımından sorumlu olduğunu ileri
sürüyor.
Sıcak denizlere inmek
isteyen Rusya’nın yurtdışında bulunan tek askerî üssü,
Ortadoğu’daki en önemli stratejik müttefiki olan Suriye’nin
Tartus kentinde. 1971’den bu
yana önce SSCB’nin, sonra
Rusya’nın Akdeniz filosuna
ev sahipliği yapan bu şehirde
Tartus Limanı’na demirlenen
Rus donanmasına ait gemilerle kent, Rusya’nın küçük bir
deniz üssü haline getirilmiş
durumda.
Öte yandan, Tartus’ta konuşlanan uzun menzilli S-300
hava savunma füzeleriyle Esad
rejiminin bölgedeki güvenliği
de güçlenmiş oldu. Suriye’de
yaşanacak olası bir rejim değişikliği Akdeniz’deki Rus etkisinin geleceğini riske atacağından, Rusya bu riski göze almak
istemedi. Körfezden Avrupa’ya
akacak olan gaz hatlarını şimdiden kesen Rusya, Suriye’ye
asker çıkararak Ortadoğu’daki
enerji koridorunun sadece
ABD ve AB’nin tekelinde
olmadığını, Rusya-Çinİran’dan oluşan Asya gücünün
de bölgede söz sahibi olduğunu
göstermiş oldu.
ABD’nin Suriye’de giderek
azalan hegemonyasından istifade ederek devreye giren Rusya,
silah endüstrisini Suriye’deki
mazlumları katlederek test
ediyor. 1956’da yapılan askerî
işbirliğiyle Suriye ile yakın
temas halinde olan Rusya, İran
ve Libya ambargolarından
sonra Suriye’nin silah ithal
ettiği en önemli pazar oldu.
Suriye’yi ticarî anlamda da
kaybetmek istemeyen Rusya,
bu ülkede kriz başladığından
bu yana çatışmanın örtülü
tarafı olurken şimdi ise kartlarını açık oynamaya başladı. 60
yıldır Suriye’ye destek veren
Rusya’nın bir diğer amacı da
“Ortadoğu’da ben de varım!”
mesajı vermek oldu.
Soğuk Savaş’ın bitmesinin
ardından Ortadoğu’daki petrol ve doğalgaz kaynaklarının
kontrolünü ABD ve AB’ye
kaptıran Rusya, son yıllarda
NATO destekli hükümetin
başa geldiği Libya’da da benzer zarara uğrayınca Suriye’de
elini çabuk tutup vakitlice
ABD ve Batı’nın karşısına
çıkmış oldu.
Rusya’nın asıl korkusu,
DAEŞ’e ya da diğer radikal
İslamcı örgütlere katılmak için
Suriye’ye gidenlerin ülkelerine
geri döndüklerinde başlarına bela olması. Öyle ki, sırf
DAEŞ’e katılan Çeçen savaşçıların sayısı dahi 2 bin 400’e
ulaşmış durumda.
Amerikan CBS televizyonuna konuşan Putin, “Onların
ülkeye dönmesini beklemek
yerine, Esad’a, Suriye topraklarında onlarla savaşması için
yardım etmek daha iyi. Dolayısıyla Esad’a destek vermeye
bizi iten ve teşvik eden en
önemli şey bu! Genel anlamda
da bölgenin istikrara kavuşmasını istiyoruz” dedi.
Putin, Rusya’nın
Ortadoğu’da liderlik rolü üstlenmeyi mi amaçladığına dair
sorulan bir soruya “Pek değil!”
yanıtını verse de, bir yandan da
müttefiklerine “Ben buradayım!” mesajı veriyor.
ABD liderliğinde DAEŞ’e
yönelik başlatılan hava operasyonları, 8 Ağustos’ta birinci
yılını tamamladı. Hava saldırı-
aralık 2015
93
haberajanda
Dış Politika
Kırım’ın işgalinden sonra uygulanan uluslararası
yaptırımlar ve düşen petrol fiyatları nedeniyle
ekonomisi giderek kötüleşen Rusya, bölgede Şii
ittifakı kurup enerji kaynaklarını kontrol altına
almayı planlıyor. Rusya’nın temeldeki amacı,
Körfez’den gelen doğalgazın geçtiği Suriye’de
hâkimiyet kurarak doğalgazın Avrupa pazarına
ulaşmasını engellemek ve ayrıca İran’la rekabet
etmek yerine işbirliği sağlamak. (Körfez’den gelen
doğalgaz boru hattı, Suudi Arabistan, Ürdün ve
Suriye’den geçip Türkiye’ye kadar geliyor. İran,
Suriye’den bu boru hattının iptalini istedi. Ruslar
ve İranlılar Körfez’in gazının karadan Türkiye’ye
ve Avrupa’ya gitmesini engelliyor.)
larının ABD’ye 12 aylık maliyetinin 3,5 milyar dolar olduğu, eğit-donat projesi için 500
milyon dolar ayrıldığı açıklandı. Ancak yapılan harcamalara
rağmen DAEŞ’e karşı etkili
bir sonuç alınamadı ve Irak’ta
Ramadi, Suriye’de ise Palmyra
antik kenti DAEŞ tarafından
ele geçirildi. Eğit-donat projesi kapsamında 5 bin kadar
94
aralık 2015
ılımlı muhalifin DAEŞ’e karşı
savaşmak üzere eğitilmesi
tasarlanırken, Suriye’de sadece
dört beş eğit-donat personeli
kaldığı belirtildi.
Esad rejim ordusunun
Suriye’deki tek “meşru” askerî
güç olduğunu ve terörizmle
savaştığını savunan Putin ise,
ABD’nin DAEŞ ile mücadele
kapsamında silahlandırdıkları
muhaliflerin DAEŞ’e katıldığını her fırsatta dile getirdi.
Washington’dan gelen haberler, ABDli bazı yetkililer
tarafından Rusya’nın Suriye’de
artan askerî varlığının Esad’a
destektense Esad sonrası döneme hazırlık olduğu görüşünün benimsendiği yönünde.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ise desteklerinin
bireysel olarak Esad’a değil,
Suriye Devleti’ne ve hükümetine olduğunu belirterek, “Biz
Suriye hükümetinin DAEŞ’e
karşı mücadelesini destekliyoruz. Yani meşru Suriye hükümetini destekliyoruz, bireysel
olarak Esad’ı değil. ABD ise
Suriye’deki meşru hükümeti
yıkmaya çalışan teröristlere
destek veriyor” dedi. BBC’nin
haberine göre Lavrov’un bu
sözleri, “Moskova, Esad’ı belli
bir noktada gözden çıkarabilir” yorumlarına neden olmuş
durumda.
Suriye’de
kurtların dansı:
Peki, son nasıl
olacak?
Suriye’de Esad rejimine
destek olmak konusunda
hemfikir olan Rusya ve İran,
mevzu Ortadoğu’da güç gösterisi olunca kendi çıkarlarından
elbette taviz vermiyor. Rusya,
Suriye’ye asker çıkararak İran
ile “5+1 ülkeleri” arasında
imzalanan nükleer anlaşmayla
İran’ın bölgede artan gücünü
kırmak için bir nevi hamle
yapmış oldu. Bu fikrin arkasında da muhtemelen İran’a
uygulanan yaptırımların kalkmasıyla İran enerji kaynaklarının Batı’ya açılması ihtimali
yatıyor.
Kırım’ın işgalinden sonra
uygulanan uluslararası yaptırımlar ve düşen petrol fiyatları
nedeniyle ekonomisi giderek
kötüleşen Rusya, bölgede Şii
ittifakı kurup enerji kaynaklarını kontrol altına almayı
Zehra Ulucak
planlıyor. Rusya’nın temeldeki amacı, Körfez’den gelen
doğalgazın geçtiği Suriye’de
hâkimiyet kurarak doğalgazın
Avrupa pazarına ulaşmasını
engellemek ve ayrıca İran’la
rekabet etmek yerine işbirliği
sağlamak.
(Körfez’den gelen doğalgaz
boru hattı, Suudi Arabistan,
Ürdün ve Suriye’den geçip
Türkiye’ye kadar geliyor. İran,
Suriye’den bu boru hattının
iptalini istedi. Ruslar ve İranlılar Körfez’in gazının karadan
Türkiye’ye ve Avrupa’ya gitmesini engelliyor.)
Rusya’nın Suriye’deki askerî
varlığının kesinleşmesiyle
petrol fiyatlarında ufak bir
yükselme olmuş ve fiyatlar
önce 50 dolara yaklaşmış, sonra
Suudi Arabistan ve ABD’nin
müdahalesiyle 46 dolara düşmüştü. Rusya, şu an ne yapıp
da önümüzdeki sene eksi vermemek için 60 doların altına
düşmemesi gereken petrol
fiyatlarını yükselteceğinin hesabını yapıyor.
Anadolu Ajansı Suriye
Baş Muhabiri Ali Demir’le
yaptığımız görüşmede, Demir
bölgedeki son gelişmelerle ilgili
açıklamalarda bulundu.
Ali Demir, Suriye’ye terör
örgütü DAEŞ’le mücadele
kapsamında gelen Rus ordusuna ait savaş uçaklarının,
şimdiye kadar terör örgütüne
yönelik hiçbir saldırıda bulunmadığı gibi, Rusların saldırılarının genellikle Humus,
Hama, İdlib ve Halep’te ılımlı
muhaliflerin karargâhlarına ve
sivil yerleşim yerlerine yönelik olduğunu söyledi. Demir,
Hama’nın kuzeyi ile Halep’in
güney kesimlerinde rejim güçlerine havadan destek sağlayan
Rus uçaklarının saldırılarından
kaçan binlerce kişinin, Halep’in
güneyinden İdlib’in kuzeyine,
Hama’nın kuzeyinden de
İdlib’in güney kesimlerine
sığındığını belirtti.
Demir, “DAEŞ, Suriye’de
sivil yerleşim yerlerine saldırmazken, rejim ordusu ve
Ruslar sivil yerleşim yerlerine
saldırarak 120 binden kişinin
yerinden olmasına neden oldu.
Halep’in güney kesimlerinden ve Hama’nın kuzeyinden
güvenli bölgelere göç edenler,
Rusların hava saldırılarından
kaçtıklarını belirtiyorlar. Terör örgütü, halkı koalisyon
güçlerinin saldırılarına karşı
birçok bölgede kalkan olarak
kullandığı için halkı yerinden
etmiyor, tam tersine halkın
bölgede kalmasını istiyor”
açıklamalarında bulundu.
Suriye’deki Kürtlerin yaşam koşullarıyla ilgili olarak
sorduğumuz soruya Demir,
“Suriye’deki Kürtler fikir
olarak Rusya’ya daha yakın
aslında. Esad yönetimi başa
geldiğinden bu yana Kürt
bölgelerinde bir asimilasyona
giderek Sünni Kürtleri zamanla ateist hale getirmiş durumda. 400 bine yakın Kürde
de hiçbir hak verilmemiş olup,
bu Kürtlerin ülkede hiçbir
sosyal ve hukuksal hakları yok.
Suriye’nin kuzeyinde yaşayan
ve hiçbir hakkı olmayan bu
Kürtlerin çocukları okula
gidemiyor, araç, ev ve taşınmaz hiçbir şey alamıyorlar.
Bir köye, beldeye veya şehre
giderken bölge yöneticisinden
izin almak zorundalar. Esad
rejimi Kürtleri komünistleştirdiğinden dolayı Kürtler
arasında çok az sayıda inançlı
insan bulunuyor şimdi kuzeyde. Bu da PYD’nin işine geliyor. Zira PYD genellikle ateist
gençleri bölgede en iyi şekilde
kullanmaya bakıyor. PYD
Eş Başkanı Salih Müslim,
ABD’den önce Ruslarla diyalog halindeydi, ta ki DAEŞ
Kobani’ye saldırana kadar.
DAEŞ’in Kobani’ye saldırması aslında bir taktikti; ABD
Kürtleri kendi safına çekmek
için bunu yaptı ve bunda da
başarılı oldu” şeklinde çarpıcı
cevaplar yöneltti.
“Rusya ve İran neden
Esad’ın yanında?” diye sorduğumuzda ise, Demir’in cevapları daha da önemli detaylar
veriyor bize:
“Rusya ve İran, Körfez’deki
doğalgaz için Esad’la birlikte.
Suriye’deki olayların asıl nedenlerinden birincisinin enerji,
ikincisinin ise 100 yıllığına
yapılan anlaşmaların tarihinin
bitmiş olması olduğunu söyleyebiliriz. Dünyada batıya en
çok gaz satan ülkeler arasında
Rusya ve İran geliyor. Bu iki
ülke, Körfez doğalgazının
Türkiye ve Batı ülkelerine
satılmasını engellemek için
Esad rejimiyle anlaştı.
Suriye, uluslararası anlaşmalarla imzaladığı doğalgaz
boru hattı anlaşmasını feshetti;
anlaşmaların tazminatlarını
Suriye’nin yerine İran ödeyerek rejime her konuda desteğini bildirdi. Yani Esad doğalgaz
boru hattının anlaşmasını
İran’ın maddî desteğiyle engellemiş oldu. Bu engelleme
en çok Avrupa ve Türkiye’ye
doğalgaz satan Ruslara ve
İranlılara yaradı. İran ve Rusya,
doğalgazda üçüncü bir alternatif istemedikleri için Suriye’de
rejime ellerinden gelen tüm
yardımı yapıyor. Suriye’nin
Humus vilayetinde de doğalgaz var. Bunu halk DAEŞ’in
Şear dağını ele geçirmesiyle
ancak öğrenebildi. Suriye’de
petrolün geliri halka değil,
sadece rejime akıyor ve bunu
her Suriyeli biliyor.
Suriye’nin boru hattı anlaşmalarını feshetmesinin
ardında Dera kentinde olaylar
başladı. Batı’nın da muhalifleri
desteklemesi, rejimde İsrail’in
güvenlik kartını oynamasına
yol açtı. Esad yönetimi ülkede
muhaliflere baskı yaparak
onları silaha zorla yöneltti.
Rejimin düşmemesi için
elinden geleni yapan ve bölgede emeli olan İran, Esad
yönetiminin düşmemesi için
Cumhuriyet Muhafızları’nı
dahi göndererek savaşın seyrini değiştiremedi. Rusya ise
Şam yönetimine silah vererek
desteğini sürdürdü. Muhalifler
karşısında bir şey yapamayan
rejim, Rusya’dan tam destek
istedi. Rusya da kendisine
günlük maliyeti 4 milyon
doları bulan bir harcamayla
Suriye’deki olaylara müdahil
oldu, fakat sahada bir şey
değiştiremedi. İran ise her
hafta üst düzeyde bir subayını
yitirerek Suriye’deki olaylarda
rejimin yanında yer aldığını
hatırlatıyor.”
Ali Demir, şu an bölgedeki
son durumu ise şöyle aktarıyor:
“Halep ve İdlib’in güneyinde ve Hama ile Humus’un
kuzeyinde bir ilerleme sağlayamayan Ruslar, muhaliflerin
denetiminde olan bölgelere
daha ağır silahlarla saldırmaya
başladılar. Rejim tarafından
‘ülkenin kuzeyine açılan kapı’
olarak nitelenen ve Hama’nın
kuzeyinde kalan Morik ilçesinin tamamı, bu ayın başında
başlayan yoğun çatışmaların
ardından muhaliflerin eline
geçti. Rus savaş uçaklarının
hava desteğine rağmen yenilgiye uğrayan rejim ordusu,
birliklerini Hama’nın kuzeyindeki Soran beldesine doğru
çekti.”
İbrahim Varlı, “Şam Şekeri, Rus Pokeri”,
birgun.net
Dr. Tahir Tamer Kumkale, “Rus savaş
uçakları Suriye’de ne arıyor?”, turansam.
org
“Putin neden Esad’ı desteklediğini
açıkladı”, mynet.com
“Suriye’de tüm yollar neden Beşar
Esad’a çıkıyor?”, bbc.com
Rusya uzmanı USAK analisti Kerim Has
- Akt: koprubasi.tv
Tuğçe Varol, “Putin enerji hatlarının
kontrolü için Suriye’de”, Enerji ve Enerji
Güvenliği Araştırma Merkezi, 21yyte.
org/tr
aralık 2015
95
haberajanda
İngiltere
Felaket sonrası yaraları sarmak: Li
İster ciddiyetle, isterse
dalga amaçlı
yazılmış olsun,
bu yorumlar
Farron’un
kamuoyu
nezdindeki
tanınırlığının
düşük olduğunu göstermekte. Corbyn’in
beklenmedik
şekilde İşçi
Partisi’nin yeni
lideri olarak
seçilmesi de
kamuoyunun
gündemini son
zamanlarda
oldukça meşgul etti. Corbyn
hakkında son
günlerde çıkan
haberlerin
insanlara Tim
Farron ve Liberal Demokratları unutturduğunu
söyleyebiliriz.
Farron ve Liberal Demokratlar, kendilerinin de siyaset
sahnesinde
olduklarını ve
Muhafazakâr
hükümete
alternatif oluşturabileceklerini halka anlatmak zorunda!
96
aralık 2015
H
İÇ kuşkusuz, 7 Mayıs parlamento seçimlerinden en zararlı şekilde çıkan
parti Liberal Demokratlar oldu. Liberal Demokratların 2010 seçimlerinde
yüzde 23 olan oyu 2015’te yüzde 8’e, 56 olan milletvekili sayısı da 8’e düştü.
Parlamentoda sahip oldukları koltukların 26’sını Muhafazakârlara, 12’sini
İşçi Partisi’ne, 10 tanesini de İskoç Ulusal Partisi’ne (SNP) kaybettiler.
>> Muhafazakârların tek başlarına iktidara gelmesi de Liberal
Demokratların iktidar ortağı
olma umutlarını söndürürken, bu
durum, parti lideri Nick Clegg
için de yolun sonuna gelindiğinin
işaretiydi.
Clegg’in 8 Mayıs sabahı yaptığı
konuşmada geçen şu cümleler,
kendisinin ve diğer Liberal Demokratların seçim sonrasındaki
psikolojisini özetliyordu: “Partimiz kurulduğundan beri Liberal
Demokratların yaşadığı en büyük
hezimetin sabahında, geriye
dönen bir yol olmadığını düşünmek basit, ancak geriye bir yol
var. Çünkü Britanya Liberalizmi
olmadan daha eşit, daha yeşil ve
daha özgür bir Britanya için bir
yol yok! Partimiz için çok karanlık
bir zaman ama liberal değerlerin
sönmesine izin vermemeliyiz ve
vermeyeceğiz. Korku kazandı,
liberalizm kaybetti. Ama liberalizm şu an daha önce olduğundan
çok daha değerli ve bunun için
savaşmaya devam etmeliyiz.”
Farron’un görevi
Partinin yeni lideri seçilen Tim
Farron’un zorlu bir görevi var:
Liberal Demokratları yeniden
eski günlerine döndürmek... Liberal Demokratlar artık iktidar
ortağı değil. Dolayısıyla Farron,
yapacağı seçim kampanyalarında
Clegg döneminin aksine, devletin
imkânlarından faydalanamayacak.
Farron’un konuşma yapacağı
alanların yakınında devletin hiçbir
resmî makam aracını göremeyeceğiz. Farron, konuşmalarında
Clegg döneminin aksine “2 milyon yeni iş yarattık, milyonlarca
insanı etkileyen vergi kesintilerine
gittik!” diyemeyecek, kurduğu
hükümetin icraatlarından bahsedemeyecek.
Fakat bu durumun bir yandan
da Liberal Demokratlara sağladığı bazı avantajlar var. Koalisyon
döneminde Liberal Demokratlar,
büyük ortağının çok etkisinde kalmış, parti lideri Clegg,
Cameron’a karşı pasif kaldığı için
çok eleştirilmişti. Fakat artık tek
parti iktidarının olduğu dönemde
ülkede meydana gelen bütün
olumsuz olaylardan Muhafazakâr
hükümet sorumlu olacak. Ekonominin kötüye gitmesi durumunda,
dış politika başarısızlıklarında ve
diğer ülke meselelerinde tek sorumluluk Muhafazakâr Parti’nin
olacak. 2020 yılına gelindiği
zaman Muhafazakârlar, 10 yıldır
kesintisiz bir şekilde iktidarda
kalmış olacaklar. 10 yılın demokratik bir sistem için çok uzun bir
süre olduğu dikkate alındığında,
2015 seçimlerinden oylarını bir
miktar arttırmış olarak çıksalar
da Muhafazakârların 2020’ye
kadar uzun süreli iktidarın getirdiği doğal bir yıpranma süreci
yaşayacağını söyleyebiliriz. Liberal
Demokratlar muhalefette kal-
dıkları süreyi iyi değerlendirebilirlerse, 2020 seçimlerinde belirli
bir ölçüde toparlanabilirler gibi
görünüyor.
Farron’un yolu
Furkan Ergül
[email protected]
beral Demokratlar geri dönüyor!
Farron’un ilk amacının,
Clegg’in iktidarda olduğu sürece uyguladığı politikalardan
uzaklaşmak olduğunu söyleyebiliriz. Koalisyon dönemi
boyunca iktisadî alanda büyük
ortağının oldukça etkisinde
kalan partinin kaybettiği koltukların yarısından fazlasını
Muhafazakâr Parti’ye kaybettiği hatırlanırsa, 2010 seçimlerinde Liberal Demokratları
tercih etmiş birçok seçmenin
bu seçimde Muhafazakâr
Parti’yi seçtiği görülecektir.
Fakat Liberal Demokratların
Muhafazakârlara kaptırdığı
seçim bölgelerinin önemli bir kısmında da eskiden
Muhafazakâr adayın seçilmesini engellemek için Liberal
Demokrat adaya oy veren sol
seçmenin (örneğin İşçi Partisi
ve Yeşiller seçmeni) koalisyonla
beraber hayal kırıklığına uğrayıp kendi partilerine döndü-
ğünü ve Muhafazakârların o
bölgeleri bu şekilde kazandığını görüyoruz.
Aynı zamanda, Liberal
Demokratların İşçi Partisi’ne
kaybettiği önemli bölgeler de bulunuyor. Örneğin
Londra’nın “Liberal Demokratların kalesi” olarak bilinen
bir bölgesi olan Hornsey and
Wood Green, 2015 seçimlerinde İşçi Partisi’ne geçmişti. Bu
sebeple Farron’un asıl amacının
Muhafazakâr Parti’ye ve İşçi
Partisi’ne kayan Liberal Demokrat oyları geri kazanmak
olacağı söylenebilir.
İskoç Ulusal Partisi’ne
kaybedilen koltuklarınsa geri
alınabilmesi -en azından şu
konjonktürde- kolay görünmüyor. İskoç milliyetçiliği
yükselişte ve bu durum sadece
Liberal Demokratların değil,
Muhafazakârların ve en çok
da eskiden İskoçya’da en güçlü
Partinin yeni lideri
seçilen Tim Farron’un
zorlu bir görevi var:
Liberal Demokratları
yeniden eski günlerine döndürmek...
aralık 2015
97
haberajanda
İngiltere
parti olmasına rağmen şimdi
İskoçya’daki koltuklarının
çoğunu SNP’ye kaptıran İşçi
Partisi’nin aleyhine gelişiyor.
2010 seçimlerinde sadece
6 koltuk kazanabilen SNP,
2015 seçimleriyle birlikte
parlamento üyesi sayısını 56’ya
çıkartarak İskoçya’daki seçim
bölgelerini -tabiri caizse- silip
süpürmüştü.
Sosyalist görüşlere sahip Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’nin
yeni lideri olması da Farron’un
ve Liberal Demokratların yeni
stratejisini şekillendirecek.
Daha seçimlere 5 yıl olduğu
için bu konu hakkında konuşmanın biraz erken olduğu söylenebilir, ancak Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin gelecek
seçimleri kazanacağı beklentisinin halk nezdinde yüksek
olmadığı görülmekte. Nitekim
YouGov’un yeni anketine
göre katılımcıların yüzde 34’ü
Corbyn’in 2020 seçimlerini
kazanacağına hiçbir şekilde ihtimal verilmiyor. Katılımcıların
yüzde 31’i Corbyn’in kazanma
ihtimalinin az olduğunu dile
getirirken, “Corbyn’in kazanma şansı var” diyenlerin oranı
yüzde 25. Corbyn’in büyük
ihtimalle seçimleri kazanacağını düşünenlerin oranı ise
98
aralık 2015
sadece yüzde 4.
Ancak gelecek seçimlerin 5
yıl sonra yapılacağını da unutmayalım. Bu süre içerisinde
dengeler değişebilir. Ayrıca
Britanya’daki araştırma şirketlerinin yaptığı anketlerin güvenilirliği hakkında kafalarda
soru işaretleri de var. 7 Mayıs
seçimlerinden önce hiçbir
ankette Muhafazakârların tek
başına iktidar olabilecek sayıda
parlamento üyesi çıkartabileceği görünmezken ve anketlerde
Muhafazakâr Parti ile İşçi Partisi başa baş giderken, 7 Mayıs
akşamı seçim sonuçları belli olduğunda Muhafazakârların tek
başlarına hükümet kurabilecek
sayıya ulaştıkları anlaşılmıştı.
Ayrıca Jeremy Corbyn’in İşçi
Partisi’nin yeni lideri olması da
son günlere kadar bir sürpriz
olarak yorumlanıyordu.
1997 seçimlerinden önce Liberal Demokratlar ile İşçi Partisi arasında 1979’dan beri 18
yıldır süregelen Muhafazakâr
iktidarına son vermek için
-uzun süren ANAP iktidarına
son vermek isteyen DYP ve
SHP’nin yaptığına benzer şekilde- gayrıresmî ve örtülü bir
ittifak gündeme gelmiş, fakat
seçimi Blair’in İşçi Partisi’nin
yüzde 40 oy oranını geçerek
kazanması ve tek başına iktidara gelmesinin ardından
bu olasılık ortadan kalkmıştı.
Böyle bir yakınlaşmanın bugün
olabilme ihtimalinin çok az
olduğunu da belirtelim. Liberal
Demokratların, Corbyn’in
liderliğe gelmesiyle birlikte sola
daha fazla meyleden bir İşçi
Partisi ile ittifak kurmak bir
yana, bu durumu protesto eden
İşçi Partili seçmeni kendi tarafına çekmek için çalışacağını,
bu politikanın parti açısından
daha kârlı olduğunu söyleyebiliriz. Farron’un, yeni taktiğini
kurgularken Corbyn’e muhalif
olan İşçi Partilileri de hesaba
katması, seçim kampanyalarını
bu kesime de hitap edecek
şekilde oluşturması bekleniyor.
Nitekim Farron’un kendisi de,
Corbyn’den ve onun sosyalist
politikalarından uzaklaşmak
isteyen İşçi Partili “sosyal
demokratlara ve liberallere”
kapılarının açık olduğunu
söyleyerek bu politikanın ilk
işaretlerini verdi.
Liberal Demokratların
internet sitesinde, partinin
izleyeceği yeni politikanın
ipuçlarını bulmak mümkün:
“İşçi Partisi tehlikeli bir şekilde
sola, dikkatsiz bir borçlanmanın yoluna doğru giderken,
Muhafazakârlar ise tehlikeli
bir şekilde sağa, dikkatsiz kesintinin yoluna doğru gidiyor.
Sadece Liberal Demokratlar
Britanya’yı rayında tutabilir.”
Bu söylem, Clegg döneminde de kullanılsa da
koalisyonun büyük ortağının
tutumu nedeniyle uygulamada
bu söyleme riayet edilmemiş,
Muhafazakârların baskısı sonucunda koalisyon döneminde
devlet harcamalarında büyük
kesintilere gidilmişti. Öyle
ki, seçimden önce yapılan bir
araştırmada Liberal Demokrat
seçmenin yüzde 46’sı, koalisyon
döneminde devlet harcamalarından yapılan kesintilerin çok
fazla olduğunu düşünüyordu.
Yani sadece Liberal Demokratlara muhalif olanlar değil,
partinin kendi seçmeni bile
alınan tasarruf tedbirlerinin
boyutundan rahatsızdı. Şimdi
Liberal Demokratlar muhalefete düştüğüne göre, Clegg
dönemindeki politikalardan
uzaklaşıp seçmene güven verme noktasında daha fazla çaba
harcayabilirler.
Farron’un, Clegg’in koalisyon dönemi boyunca izlediği
sağ çizgiyi terk edip partiyi
merkez-sol çizgiye getirmesi
bekleniyor. Bu nedenle partinin hükümete olan muhalefeti
de artacak.
Özellikle Cameron’un mülteci krizi konusunda izlediği
tutuma partiden çok büyük
tepki geldi. Cameron’un
2020’ye kadar 20 bin mülteci
kabul edeceğini açıklaması
Liberal Demokratların tepkisini çekti ve Farron da hükümete
Avrupa Birliği’nin üye ülkeler
için planladığı mülteci kotasına
uyması ve daha fazla mülteciyi
ülkeye kabul etmesi için çağrı
yaptı. Cameron’un planladığı yıllık 4 bin mültecinin
Almanya’nın bir haftada aldığı
mülteci sayısı olduğu dikkate
alınırsa, Liberal Demokratların tepkisinin nedeni daha iyi
anlaşılabilir. Ülkelerindeki iç
savaştan kaçan Suriyeli sığınmacıların yüzde 95’i sadece
5 ülkede bulunuyor (Türkiye,
Lübnan, Irak, Ürdün ve Mısır). Kalan sadece yüzde 5’lik
kesimse dünyanın farklı ülkelerinde. Liberal Demokratların
hükümete yaptığı eleştiriler de
ülkenin zenginliğine ve büyüklüğüne oranla hükümetin çok
az mülteciyi ülkeye kabul ettiği
yönünde. 1 milyonun üzerinde
Suriyeli mülteciyi ağırlayan
Lübnan’ın yüzölçümünün Birleşik Krallık ile karşılaştırmasını yaptığımızda bu durumu
daha net olarak görebiliriz.
Farron’un hedefi
Furkan Ergül
Farron’un kısa vadeli hedefinin -tıpkı diğer parti liderleri
gibi- 2016’da Londra, İskoçya
ve Galler’de yapılacak olan
seçimler olduğu söylenebilir.
Uzun vadede ise 2020 yılında
yapılacak olan genel seçimleri
kendisine hedef olarak belirlemiş durumda. 7 Mayıs’ta,
1970 seçimlerinde Liberal
Parti’nin yaşadığı hezimetten
beri en büyük hezimeti yaşayan
Liberal Demokratların yeniden
toparlanabilmesi için Farron’un
çok çalışması şart!
Liberal Demokratlar artık
iktidarda değil, seçim propagandası yaparken arkalarında
devlet desteği olmayacak. Dolayısıyla sadece Farron’a değil,
parti teşkilatına da gelecek
seçim kampanyalarında çok
büyük iş düşüyor.
Öte yandan YouGov’un
yaptığı son ankete göre “Parti
liderlerinin işlerini iyi mi,
yoksa kötü mü yaptığını düşünüyorsunuz?” sorusuna verilen
cevaplarda çoğu katılımcının
Farron hakkında fikri olmadığı
anlaşılıyor. Ankete katılanların
yüzde 67’si bu soruya Tim
Farron için “Bilmiyorum”
cevabını verirken, sadece
yüzde 8’i “İyi iş çıkardığını
düşünüyorum” demekte. David
Cameron için “Bilmiyorum”
cevabını verenlerin oranı yüzde
8 iken, bu oran Corbyn için
yüzde 30, Farage için de yüzde
24. Yine YouGov’un seçim
anketine göre Muhafazakârlar
7 Mayıs’ta aldıkları yüzde
37 oyun üzerine yüzde 2 oy
ekleyerek yüzde 39’u bulmuş
görünüyorlar. İşçi Partisi hemen hemen aynı oranı koruyor
görünürken, genel seçimlerde
yüzde 12 oy alabilen UKIP’ın
oy yüzdesinin 16’ya yükseldiği
görünüyor. Liberal Demokratların oyu ise yüzde 6 civarında.
Yani genel seçimle kıyaslandığında partinin oyunda yüzde
2’lik bir düşüş var.
Tim Farron, The Guardian
için kaleme aldığı ve gazetenin
internet sitesinde de yayımlanan yazıda umudunu koruduğunu ve partiyi eski gücüne
kavuşturabilmek için ne gerekiyorsa yapacaklarını söylüyor.
Yazının altındaki “Tim Farron? Liberal Demokratların
lideri olduğunu öğrenmek
için Wikipedia’ya bakmam
gerekti” ve “Tim Farron mu?
O kim?” tarzında yorumlar da
YouGov’un anketini doğrular
nitelikte.
İster ciddiyetle, isterse dalga amaçlı yazılmış olsun, bu
yorumlar Farron’un kamuoyu
nezdindeki tanınırlığının
düşük olduğunu göstermekte.
Corbyn’in beklenmedik şekilde
İşçi Partisi’nin yeni lideri olarak seçilmesi de kamuoyunun
gündemini son zamanlarda
oldukça meşgul etti. Corbyn
hakkında son günlerde çıkan
haberlerin insanlara Tim Farron ve Liberal Demokratları
unutturduğunu söyleyebiliriz.
Farron ve Liberal Demokratlar, kendilerinin de siyaset
sahnesinde olduklarını ve
Muhafazakâr hükümete alternatif oluşturabileceklerini
halka anlatmak zorunda!
Şurası bir gerçek: Liberal
Demokratlar 5 yıllığına elde
ettikleri iktidar fırsatını iyi
kullanamadılar. Ama isteklerine uygun bir Britanya yaratabilmek için yeniden iktidara
gelmeleri gerektiğini biliyorlar.
Farron’un dediği gibi, “İktidardaki bir gün, muhalefetteki
binlerce yıla bedel”…
*Partinin sitesinde yer alan paragraf:
http://www.libdems.org.uk/about_our_party
Kamuoyu yoklamaları: http://i100.
independent.co.uk/article/doesjeremy-corbyn-actually-havea-chance-at-winning-a-generalelection--b1vZsddULe
https://yougov.co.uk/news/2015/09/20/
conservatives-lead-8/
**Farron’un yazısı: http://www.theguardian.com/commentisfree/2015/
sep/17/jeremy-corbyn-lib-demspolitics-centre-ground
Güçlü “1” kadroyla “5” yıl daha:
Muhafazakârlar
B
İRLEŞİK Krallık’ta 2010 seçimlerinden sonra 1974’ten beri olmayan bir
şey olmuş ve hiçbir parti tek başına
iktidara gelememişti. Seçimden
hemen sonra kurulan MuhafazakârLiberal hükümeti ise ülkenin
1945’ten bu yana gördüğü ilk koalisyon hükümetiydi. Muhafazakâr lider David Cameron’un, Liberal
Demokratların lideri Nick Clegg’le birlikte Downing
Sokağı’ndaki 10 numaralı kapının önünde poz vermesi, Britanyalılar için alışılmış bir sahne değildi. Yıllardır
liderleri tek başlarına ya da eşleriyle birlikte o kapının
önünde poz verirken görmüşlerdi ama iki lideri birden
aynı kapı önünde görmek bir ilkti çoğu Britanyalı için.
>> Hikâye bu ya, müşteri lokantaya geldiğinde soruyor garsona:
“Ne var yemeklerden?” Garson da saymaya başlıyor: “Patlıcan musakka, patlıcan oturtma, patlıcan karnıyarık, patlıcan silkme, patlıcan
imambayıldı, patlıcan salata, patlıcan tava, patlıcan dolma…” Müşteri
ise, “Bana bir yemek getir, ama patlıcansız olsun!” diyerek cevap
veriyor; işte son günlerdeki Britanya’nın hali de buna benziyor!
Krallık basınında son günlerde her olayı İşçi Partisi’nin yeni lideri
Jeremy Corbyn’e bağlamak alışkanlık haline geldi. Öyle ki, Kanada’nın
yeni karizmatik Başbakanı Justin Trudeau’nun kendisini terletecek bir
soru soran gazeteci ile o gazeteciye karşı seslerini yükselten partililerine verdiği güzel cevap bile “Trudeau’dan Corbyn’e gazetecileri
idare etme dersi” olarak yansıdı Independent gazetesine.
Elbette basında Corbyn dışındaki liderler ve İşçi Partisi dışındaki
partiler de yer alıyor, fakat Corbyn’in bunların arasındaki ağırlığı, İşçi
Partisi’nin liderliğine seçildiği günden beri çok fazla.
İlk önce, verilen bir resmî davette İngiliz millî marşını okumamasıyla
gündeme damgasını vuran Corbyn, daha sonra Kraliçe’nin de katıldığı
bir kutlamaya başka bir programı olduğu bahanesiyle katılmamasıyla
yeniden gündeme geldi. Yapılan yorumlar Corbyn’in Kraliçe önünde
eğilmemek için böyle yaptığı yönündeydi. Fakat Britanya’daki tek
lider Jeremy Corbyn, tek parti ise İşçi Partisi değil. Ülkeyi beş yıldır
Muhafazakârlar -koalisyonun büyük ortağı olarak- yönetiyor ve
olağanüstü bir durum olmadığı sürece en az bir beş yıl daha -bu sefer
tek başlarına- yönetmeye devam edecekler. Bakalım Muhafazakârlar
ne halde?
Jeremy Corbyn İşçi Partisi’nin lideri olarak seçildiğinde Cameron tarafından atılan “İşçi Partisi artık ulusal güvenliğimize, iktisadî
güvenliğimize ve ailenin güvenliğine bir tehdittir” Twitter mesajı
çok tartışılmış, Türkiye’de bile haber bültenlerine kadar ulaşmıştı.
Muhafazakârların, doğal olarak Britanya’da da tartışılan bu mesajın
yaydığı söylemin içini doldurabilmek için son günlerde çaba göstermeye başladıklarını görüyoruz. Muhafazakârlar tarafından hazırlanan
bir broşürde İşçi Partisi’nin neden ulusal ve iktisadî güvenlik için bir
tehdit oluşturduğu üç maddede anlatılıyor:
aralık 2015
99
haberajanda
İngiltere
Muhafazakârlara,
herkesi şaşırtarak tek başlarına iktidar olma fırsatı veren şey, kuşkusuz
Britanya’daki seçim sistemi. Seçim
barajının olmadığı bir ülkede, bir partinin yüzde 37 oy alarak tek başına
iktidara gelmesi, ancak çoğu AngloSakson ülkesinde halen uygulanan
ve Westminster modelinin de bir
parçası olarak kabul edilen çoğunlukçu dar bölge seçim sisteminde
görülebilir.
“1. Trident’i (nükleer füze
sistemi) kaldırarak, NATO’dan ayrılarak ve asker sayısını azaltarak
ülke güvenliğimizi zayıflatacaklar./ 2. Para basarak ve borç alarak hayat masrafını artıracaklar./
3. Yatırım, kazanç ve mesleklere
yeni vergiler getirecekler.”
Sonraki sayfalarda ise
Corbyn’in ve üst düzey İşçi Partili politikacıların sözlerinden
örnekler verilerek iddialar güçlendiriliyor. Dolayısıyla iktidarın
ana muhalefeti Corbyn üzerinden
yıpratmak istediğini söylemek
mümkün.
İktidarın yaptığı propaganda
İşçi Partisi’ni Corbyn üzerinden
vurmakla sınırlı değil tabiî. Hükümet, son zamanlarda Britanya’nın
ekonomik başarısını ön plana
çıkartıyor. Hükümet yetkilileri
Britanya’daki otomobil fabrikalarının üretim bandından her bir
dakikada üç araba çıktığını ve
bunun 2008’den beri en yüksek
üretim düzeyi olduğunu söylüyorlar. Geçen ay saatlik asgarî
ücretler 0,65 sterlinden 0,67
sterline çıkarıldı. Hükümet, bunun
2006’dan beri gerçekleşen en
büyük asgarî ücret artışı olduğunu söylüyor. Fakat Financial
Times gazetesinde de belirtildiği
gibi, reel asgarî ücrette düşüş
var. Financial Times gazetesine
göre Britanya’da asgarî ücret en
yüksek seviyesine 2006 yılında
ulaştı ve bu yıldan sonra asgarî
ücrette reel olarak düşüş başladı.
Son yıllarda yeniden artma trendine girse de enflasyon oranları
dikkate alındığında asgarî ücretin
2006 ile reel olarak aynı seviyeyi
yakalayabilmesi için 0,7 sterlin
olması gerekiyor. Dolayısıyla
Britanya’nın, 2008 krizinin durgunluğundan hâlâ kurtulamadığını ve kriz öncesindeki seviyesine gelemediğini söyleyebiliriz.
Muhafazakârların
gündemi
5 yıldır koalisyon ortağı olarak
iktidarda bulunan Muhafazakâr
Parti’nin 7 Mayıs 2015 seçimiyle beraber tek başına iktidara
gelmesi, hiç şüphesiz parti kurmaylarına moral aşıladı, onların
motivasyonunu arttırdı. Fakat
partililerin bu zaferden dolayı
100
aralık 2015
Furkan Ergül
Partinin seçimlerden sonra internetten ve konferans alanındaki standlarında satmaya baş-
ladığı çeşitli malzemelerin üzerinde (örneğin kupalarda ve tişörtlerde) “1 güçlü takım, 5 yıl daha” yazıyor. Anlamlı bir
slogan bu! Hem “5 yıl daha” diyerek 5 yıldır iktidarda olduklarını ve bu süre içerisinde yaptıkları icraatın arkasında
durduklarını vurguluyor, hem de “güçlü bir takım” diyerek bu sefer tek başlarına iktidara geldikleri için bütün bakanların kendi ekiplerinden olduğunu, bu sayede daha güçlü bir kadro kurduklarını söyleyerek şimdiye yaptıklarını daha
da ileriye götürecekleri mesajını veriyorlar.
rehavete kapılmaması gerekiyor. Kanada’daki Muhafazakâr
Parti 2006 ve 2008 seçimlerini
kazanarak iki seçimden sonra da
azınlık hükümeti kurmayı başarmış, 2011 seçimleriyle birlikte tek
başına iktidara gelerek bu sefer
çoğunluk hükümetiyle ülkeyi yönetmeye başlamıştı. Fakat parti,
geçtiğimiz Ekim ayının 19’unda
yapılan seçimlerden yenilgiyle
çıktı. Yüzde 40 civarında olan oy
oranını yüzde 20 civarına düşürerek hem de...
Partinin seçimlerden sonra internetten ve konferans alanındaki standlarında satmaya başladığı
çeşitli malzemelerin üzerinde
(örneğin kupalarda ve tişörtlerde) “1 güçlü takım, 5 yıl daha”
yazıyor. Anlamlı bir slogan bu!
Hem “5 yıl daha” diyerek 5 yıldır
iktidarda olduklarını ve bu süre
içerisinde yaptıkları icraatın arkasında durduklarını vurguluyor,
hem de “güçlü bir takım” diyerek
bu sefer tek başlarına iktidara
geldikleri için bütün bakanların
kendi ekiplerinden olduğunu,
bu sayede daha güçlü bir kadro
kurduklarını söyleyerek şimdiye
yaptıklarını daha da ileriye götürecekleri mesajını veriyorlar.
Son haftalarda Muhafazakâr
Parti ile ilgili öne çıkan birkaç
gelişme var. Birincisi, yazarlarından biri Muhafazakâr Parti’nin
eski bir parlamento üyesi olan,
David Cameron’un gayrıresmî
otobiyografisi “Call Me ‘Dave’”
kitabında yer alan iddialar… Başbakanlıktan bu iddialara cevap
gelmemesi ve Corbyn’in de kendisine sorulan soruyu “Bu konu
hakkında söyleyebileceğim hiçbir
şey yok” diyerek yanıtlaması,
sosyal medyayı çok karıştıran bu
tartışmanın daha fazla büyümesini engellemiş görünüyor.
Bir diğer konu başlığı da,
2020 seçimlerinden önce istifa
edip sahneyi ekibinden başka
birine bırakacağının sinyallerini
veren Cameron’un yerine kimin
geçeceği. Londra’yı yöneten
Boris Johnson ile ülke hazinesini
yöneten George Osborne, bu
konudaki en popüler iki aday.
Johnson Muhafazakâr Parti’nin
seçmen kitlesi tarafından oldukça sevilirken, partinin parlamento
üyeleri ve yöneticileri arasında
yeni başbakan olarak Osborne’u
görmek isteyenler de ağırlıkta.
Muhafazakârların iç ve dış
kamuoyu tarafından baskı altında tutuldukları diğer bir konu
da Avrupa Birliği’nde kalma
veya Birlik’ten ayrılma meselesi.
Cameron’un söz verdiği referandumun tarihi henüz belli olmadı,
ancak AB’de kalınmasını şiddetle
savunan Liberal Demokratlar
ve AB’den ayrılmayı hararetli bir
şekilde savunan UKIP şimdiden
propagandaya başladı bile. Bu
konuda da Muhafazakârlar arasında görüş ayrılıkları mevcut.
Cameron’un asıl amacının AB’den
ayrılmak olmadığı, referandum
kozunu kullanarak Brüksel’in
ülke üzerindeki etkisini azaltmak
istediği konuşuluyor. Fakat parti
içinde AB’den ayrılma yanlılarının
da olduğu bir gerçek. Bu görüş
ayrılıklarının referandum yaklaştıkça su yüzünde çıkacağı aşikâr.
Şimdilik “Bekleyip göreceğiz”
demekle yetinebiliriz.
Seçim sistemi sorunu
Muhafazakârlara, herkesi
şaşırtarak tek başlarına iktidar
olma fırsatı veren şey, kuşkusuz
Britanya’daki seçim sistemi. Seçim barajının olmadığı bir ülkede,
bir partinin yüzde 37 oy alarak
tek başına iktidara gelmesi, ancak
çoğu Anglo-Sakson ülkesinde
halen uygulanan ve Westminster
modelinin de bir parçası olarak
kabul edilen çoğunlukçu dar bölge seçim sisteminde görülebilir.
Fakat son yıllarda Anglo-Sakson
dünyasında bu seçim sistemi ile
ilgili ciddi tartışmalar yaşanıyor.
Yine Kanada’dan örnek vermek
gerekirse, seçimi yüzde 40’a
yakın oy oranıyla kazanarak
tek başına iktidara gelen Liberal
Parti’nin vaatlerinden biri, ülkede
on yıllardır uygulanan FPTP (firstpast-the-post) seçim sistemini
değiştirmekti. Britanya’da da uygulanan bu sisteme göre partiler,
her seçim bölgesinden tek aday
çıkartıyor ve en fazla oy alan aday
parlamentoya girmeye hak kazanıyor. Bu da milyonlarca seçmenin
oyunun boşa gitmesi demek.
Trudeau verdiği sözü tutarsa, hükümet 18 ay içinde yeni bir seçim
sistemi yasası hazırlayacak ve bu
yasayı referanduma sunacak.
Britanya’da ise seçim sistemini
değiştirmek için Liberal Demokratların çabasıyla 2011 yılında bir
referandum yapılmış, fakat hem
Muhafazakârların, hem de İşçi
Partisi’nin değişikliğe karşı çıktığı
referandumda halk bu değişime
“Hayır!” demişti. Önceki seçimlerde, ülkedeki iki büyük partiden
biri olması dolayısıyla seçim
sisteminin kaymağını yiyen İşçi
Partisi’nin 7 Mayıs seçimlerinde
“seçim sisteminin mağduru”
durumuna düşmesi, bu konunun
ülke gündemine yeniden yerleşmesini hızlandırabilir. Özellikle
Kanada’da seçim sisteminde bir
değişiklik gerçekleşirse, bunun
Britanya’yı da etkileyeceğini
ve Britanya’daki seçim sistemi
tartışmalarını yeniden alevlendirebileceğini tahmin edebiliriz.
2011 referandumunda “Hayır”
oyu veren İşçi Partililerin bir kısmı
7 Mayıs’tan sonra pişman olmuştur belki, kim bilir…
Financial Times: http://www.ft.com/intl/cms/s/dd04e8e6-cc9b-11e4-b94f-00144feab7de,Authorised=false.html?siteedition=intl&_i_location=http%3A%2F%2Fwww.
ft.com%2Fcms%2Fs%2F0%2Fdd04e8e6-cc9b-11e4-b94f-00144feab7de.html%3Fsiteedition%3Dintl&_i_referer=http%3A%2F%2Fsearch.ft.com%2Fsearch%3FqueryText%
3Dminimum%2Bwage%2Breal%2Bvalue%2Bremains&classification=conditional_standard&iab=barrier-app#axzz3nVg3bNWp
aralık 2015
101
Kitap Tahlil
KITAP TAHLIL
“Bir itiraz ateşi geldi, Kabil’in benliğini sardı. O ateşle bağırdı: ‘Karışıyor aş-
kım aşkıma, kıskançlığım kıskançlığıma. Gördüğüm güzel rüyaların hiçbirisi çıkmıyor da kötülerinin çıkması sabaha bile kalmıyor. Hem Tanrı beni kapısından kovuyor, kurbanımı, adağımı
kabul etmiyor. Hem de uğrunda ayartıldığımı benden alıyor. Ölürüm de bırakmam.’ Hiçbir
şeyin onu durdurması mümkün değildi. Kalpten geçti, akıl aklı terk etmişti.” (Lâ/Sonsuzluk
Hecesi, Nazan Bekiroğlu)
“Lâ”: Sonsuzluk hecesi
102
“ HİKÂYENİN
ismi düştü dilime bir gece: Lâ./ ‘İllâ’ dedim./ Bir ömür aradığım
hece harfinin ‘lâ’ olduğunu bildim./ Lâ: Olumsuzluk eki. Başkaldırı
serbestîsi./ Ama değil mi ki Tevhid kelimesi de ‘lâ’ ile başlar: Lâ ilâhe./ Bilinçli kabul kelimesi onun ardından gelir: İllallah.”1
aralık 2015
Muhammed Murat Gözübüyük // [email protected]
NAZAN BEKİROĞLU
3 Mayıs 1957 günü Trabzon’da
doğdu. Babası, “Hedef” adlı mahallî
bir gazetenin sahibiydi ve edebiyatın
yanı sıra Osmanlı tarihine ilgi sahibi
biriydi. 14 yaşında iken babası vefat
etti. Babası, “İçinde Bir Sızı Var” adlı
hikâyesinin kahramanı olmuştur. İlk
ve orta tahsilini Trabzon’da yaptıktan
sonra Erzurum’a giderek Atatürk
>> Daha hiçbir şey yokken
âlemde; hava, su, toprak, ateş
yokken, “Ol!” denildi dünyaya ve
o oluverdi o an. Hava yaratıldı,
su, toprak ve ateş indirildi dünyaya. Türlü yemişler verdirildi
envaı çeşit nebata, türlü canlılar
var edildi, yeryüzüne düzen
verildi, kanunları bir bir bildirildi
her ne var ise artık yerde ve
gökte ve de bu ikisi arasında.
Beklemeye koyuldu her şey; başta yeryüzü ve gökyüzü, dağlar
ve denizler, göller ve akarsular,
bitkiler ve hayvanlar…
Eşref-i mahlûkat, Âdem var
edildi sonra Cennet’te. Bütün
güzellikler, canının isteyip
isteyebileceği her şey sunuldu
kendisine orada. “Oradalardı.
Yanı başındalardı. Elini uzatsa
tutacaktı. Ağaçları, ışıkları,
ırmakları, kokuları, otları, hazları, yeşil zümrüt kuşunu, güzel
bakışlı, munis yaradılışlı, cana
dost hayvanları, içe işleyen tatlı
nağmeleri, ılık nefesleri, güzel
sesleri, Cennet’in sakinlerini…
Hepsini bir bir tanıdı. İşaret etti.
Muhabbet etti. Tebessüm etti
her birine, her birinden bir tebessüm aldı.”2 Kelimeler Kitabı
talim ettirildi kendisine. Öğrendi,
gördü; gördü, öğrendi.
Eşref-i mahlûkattı Âdem.
Bilmek değilse de öğrenmek
kudreti verilmişti ona. Anlamak
ve anlatmak gücü verilmişti. İrade verilmişti, özgürlük verilmişti
fakat başıboş da bırakılmamıştı.
Güzeldi bir de Âdem. Melekler
hayran hayran bakakalmıştı
ilk seyre durduklarında onu.
Kötülük de yoktu zerre kadar
yaradılışında, lakin dünya imtihan yeri; zerre miktarı şer yoktu
ya hamurunda, kötülüğü taşıyabilecek bir kıvam eklenmişti. Biz
ki, Âdem ile Havva’nın sulbüyüz;
iyimiz iyi, kötümüz kötü. Bir
yanımız her iyiliğe, güzelliğe,
Cennet’e bakar, Cennet’i özler
dururuz farkına varmadan.
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi (1979).
Öğrencilik yıllarında halk edebiyatı ve
Orta Asya estetiğinin peşinde idi. Bunu
bir ölçüde ilk hikâyelerine de yansıttı
(Hava Hanım Öldü).
Gerek sanatkâr, gerekse akademik
kişiliğinin gelişmesinde hocası Orhan
Okay’dan teşvik ve destek gördü. İlk
Az çok herkes bilir Hz.
Âdem’in yaradılışını. Az çok
dinî eğitim almışlarımızın kulağına çalınmıştır bu var ediliş.
Birçok edip de işlemiştir sonra
kitaplarında yaradılışımızın
özünü, dünya sahnesine indirilişimizin gayesini. Bu varoluşun,
bu yaradılışın tadına Nazan
Bekiroğlu’nun “Lâ/Sonsuzluk
Hecesi” kitabında varmak ayrı
bir güzel.
“Âdem’e secde edin!” denilmişti meleklere, “Üstünlüğünü
tanıyın onun!” denilmişti yani;
“Eğilin önünde, Benim Ruhumdan bir parçanın önünde eğilir
gibi eğilin!” denilmişti, cümle
melekler, meleklerin cümlesi itaat etmişti Rahman’ın bu emrine.
Biri hariç! Alevdi, ateşti o, kibirdi
çokça. “Şeytan” denilmişti adına.
Ve o mühlet talep etmişti ahirete
değin yollarından saptırmak için
Yaratan’ın kullarını, sadık olanları hariç…
Hep söyledik, sık sık söyledik,
yine söylüyoruz: Güzellik vardı
insanın mayasında, sevmek ve
sevilmek vardı. Aşk ile var etmişti Yaratan yarattığını. Âdem
yalnızdı Cennet’inde. Emrine
amadeyse de her şey, çiçeklerin,
ağaçların ve bütün canlıların
dilinden anlıyorsa da tenha idi
işte bir yanı. Sıkıldı. Kelimeler
Kitabı öğretilmişti kendisine ya,
sanki orada öğrenmediği bir şeydi bu. Fakat Cennet’teydi; insan
nasıl sıkılırdı ki Cennet’te? Bütün
Cennet’te bir merak…
Yeşil Zümrüt kuşuna seslenir
Âdem: “Elini göğsünün üzerine
koydu.
‘Sanki’ dedi, ‘Bak tam şuramda, sol yanımda, kalbimin altında bir yer eksik kalıyor! Sonra
bu kadarla kalmıyor, o eksiklik
bütün ruhuma doluyor. Ne
yapsam eksilmiyor, ne yapsam
dolmuyor’.”3
kitabı olan Nun Masalları’nı 1997 yılında
yayımladı. 1998’den itibaren Karadeniz
Teknik Üniversitesi’nde açılan Türkçe
Eğitimi Bölümü’nde öğretim üyesi
olarak görev yapmakta olan Nazan
Bekiroğlu, 4 Mayıs 2001’de profesör
olmuştur. Çeşitli dergilerde çok sayıda
bilimsel makale, deneme ve öyküsü
yayımlanmıştır. İki çocuk annesidir.
Yaratan yarattığını bilmez mi
hiç? Yalnızlığı da, bir olmayı da
veren O değil mi hem? Âdem’i
duymaz mı karıncanın ayak
sesini işiten? Âdem’i var eden,
Havva’yı da var etmez miydi?
“Havva kolunu başının altından çekti, yarı doğruldu. Saçları
yüzünün yarısını örttü. Parmağının ucunu Âdem’in sol göğsünün altında, kalbinin üzerinde
gezdirdi. Yaseminleri yoktu ama
saçlarının ucundan sümbülleri
serpti. ‘Yok’ dedi, ‘Ben senin eğe
kemiğindenim. Bak, tam şuranda benimle dolar bir boşluk! Ben
olmazsam sende bir yokluk ki,
ne yokluk!’”4
Habil ile Kabil… Birini anınca
diğerini anmadan olmuyor. İyiliğin ve kötülüğün simgesi gibiler,
fakat öyle mi gerçekten? Hani
ya kötülüğü taşıyacak bir kıvam
eklenmişti Âdem’in hamuruna?
Hani ya imtihan yeriydi şu “dünya” dediğimiz? İki güzel çocuktu,
iki güzel yavruydu Habil ile
Kabil. Ağabeydi Kabil, Habil
kardeş… İkisi de can yongasıydı
Âdem ile Havva’nın. Peki ya
kolay kolay kıyar mıydı ağabey
kardeşe? Anlatması kolay; ya
gerçekten kolay mıydı kıymak
Habil’e? Ne olmuş, ne bitmişti de
aralarında kan girmişti aralarına daha dünyada bir elin dört
parmağı kadar insan var iken?
Gözünü ne bürümüştü öyle
Kabil’in? Kabil ki, Habil kadar
oğluydu Âdem’in, Habil kadar
Kabil’in de babasıydı Âdem. Habil kadar Kabil’i de “Oğulcuğum”
diye severdi babaları.
“İki oğlun arasındaki o şey…
Her ‘Bunu da aşarsam tamam!’
dediğinde... Gidemedi. Her ‘Bitti’
dediğinde… Bir nefeslenmeydi
sadece, eskisinden daha güçlü
geldi.
Âdem, bir türlü şerri hayra
çeviremedi. Bu. Musibetti. İsabet
etti. Yasak ağacın meyvesi bir
kez daha geldi, önünde durdu.
‘Ya Rabbim’ dedi Âdem, ‘Sen
onları koru’.
‘Öyle bir yağmur indir ki üzerlerine, birisinin ateşini diğerinin
eleminin elemi söndürsün. Güle
döndürsün’.”5
İlk uyarıcıydı o. İlk peygamberdi. Ama babaydı. Ama insandı. Kabil anlamadı, baba anladı
Kabil’ine isabet eden musibeti.
Uyardı, çevirmeye çalıştı, anlattı,
yalvardı. Olmadı. Kibir daha kuvvetliydi. ‘Ben!’ demek daha tatlı
geldi Kabil’e. “Yoldan çıkarıcı”ya
uymak, “ben”i dinlemek daha
kolaydı. Kabil insandı. Eşref-i
mahlûkattı yani. Mayasında
kötülüğü taşıma kıvamı vardı.
Özgürdü. İradesi vardı. Güzeldi
Havva gibi, Âdem gibi yakışıklıydı. Kibri vardı.
“Bir itiraz ateşi geldi, Kabil’in
benliğini sardı. O ateşle bağırdı:
‘Karışıyor aşkım aşkıma,
kıskançlığım kıskançlığıma. Gördüğüm güzel rüyaların hiçbirisi
çıkmıyor da kötülerinin çıkması
sabaha bile kalmıyor. Hem Tanrı
beni kapısından kovuyor, kurbanımı, adağımı kabul etmiyor.
Hem de uğrunda ayartıldığımı
benden alıyor. Ölürüm de bırakmam.’
Hiçbir şeyin onu durdurması
mümkün değildi. Kalpten geçti,
akıl aklı terk etmişti.”6
Dipnotlar
1. Lâ-sonsuzluk hecesi /
Nazan Bekiroğlu
2. Lâ-sonsuzluk hecesi /
Nazan Bekiroğlu
3. Lâ-sonsuzluk hecesi /
Nazan Bekiroğlu
4. Lâ-sonsuzluk hecesi /
Nazan Bekiroğlu
5. Lâ-sonsuzluk hecesi /
Nazan Bekiroğlu
6. Lâ-sonsuzluk hecesi /
Nazan Bekiroğlu
aralık 2015
103
haberajanda
Psiko-Reçete
İnternet bağımlılığı
Her eylemin
-biz anlasak da,
anlamasak da,
bize ters de gelsekendi içinde makul
bir nedeni vardır.
Önemli olan, o
nedeni anlamaya
çalışmamız, nedene takılmadan,
olana eşlik etmeyi
başarmamızdır.
Siz içten ve samimi olarak eşinize
eşlik ederseniz,
onun yalnızlık ve
anlaşılmazlık duyguları eksilir, bağımlılık nesnesine
olan ihtiyacı azalır.
Merak etmeyin!
104
aralık 2015
G
EÇTİĞİMİZ hafta Küçükçekmece Kaymakamlığı,
Küçükçekmece Belediyesi
ve Emniyet Müdürlüğü işbirliği ile hazırlanan “Temiz
Okul, Temiz Toplum: Çözüm Sensin!” adlı
proje kapsamında verdiğim eğitimlerin
birindeydim. Proje güzel! Başta madde
bağımlılığı olmak üzere, tüm bağımlılıklarla mücadele için pilot çalışmalar yapılıyor. Bu çalışmalar yaygınlaştırılarak
öğrenci, öğretmen ve aile bilgilendirme/
bilinçlendirme çalışmasına dönüştürülecek önümüzdeki bir yıl içinde. >>
Mehtap Kayaoğlu
[email protected]
aile düzenini bozuyor
>> Ben de bu kapsamda
ailelere, öğrenci ve öğretmenlere
eğitmenlik yapıyorum. Bağımlılıklardan, bağımlılık psikolojisinden, bağımlı olmadan
sağlıklı bağlı olmanın yollarını
anlatmaya çalışıyorum.
İnternet, yaşam üçgenimizin
bir köşesi haline gelmeye başladı. Canı sıkılan, eğlence olsun
diye, gevşesin diye, dağılsın
diye, biraz daha enerjik olsun
diye madde içiyor. Bağımlılıklar
artıyor sanki her geçen gün
maalesef.
Lineer denklem çözer gibi
sanal âlemin gizemlerinde dolaşmaya, integral hesabı yapar
gibi dolambaçlarından çıkarımlar yapmaya, şiir okur gibi
verdiği hazdan istifade etmeye
çalışıyoruz. Çok köşeli üçgenimiz bizim internet! İyisi ve
kötüsüyle, eğlencesi ve bağlayıcı
yanlarıyla senkronize oluyoruz
her geçen gün biraz daha. İnternet iyi de, internet ve oyun
bağımlısı kocalardan mustarip
kadınların yazdığı e-postalar
fena!
Gelen elektronik postalara
bakarak ülkenin evlilik grafiğini
çıkarmaya kalksak, memlekette
evli çift kalmayacak gibi kara
bir tabloyla karşılaşabiliriz.
“Eşim evde bilgisayar başından kalkmıyor, oyun bağımlısı
oldu” özet cümlesiyle gelen
ilişki sorunları artmaya başladı.
Ne diyeyim, koca bu! Atsanız
atılmaz, satsanız satılmaz…
İşin esprisi bir yana, boşanma
başvurularında eşlerin internet
ve oyun bağımlılığı şikâyeti
üst sıraları almaya başladı bile.
Hatta sadece erkeklerin oyun
bağımlılığı değil, kadınların da
kendi aralarında veya sosyal
paylaşım siteleri üzerinde oynadıkları, başından saatlerce kalkmadıkları oyunlar var. Çiftlik
veya kâğıt oyunu gibi masum
(!) heveslerle başlayıp ardından
saplantıya dönüşen oyun tutkusu, evin genel düzenini bozacak
ve günlük işleyişi zora sokacak
düzeyde.
Anlayacağınız, oyun/internet
bağımlılığı sorunları sadece
kadınlardan gelmiyor, beyler de
buna benzer sorular gönderiyorlar. Eşinin ev işlerini ihmal
ettiğini, sabaha kadar bilgisayar
başında oturduğunu, sabahtan
akşama kadar uyuduğunu, çocuğun okuldan alınma saatini
bile kaçırdığını, evde düzen
kalmadığını anlatan e-postalar
mevcut.
Bağımlılık eşittir
meşguliyet!
“Bağımlılık” dediğimizde, bizi
gün içinde en fazla ne meşgul
ediyorsa, o şeyi adres göstermiş
oluruz. Dolayısıyla bir kişinin
herhangi bir nesneye gereğinden fazla zaman ayırması, onun
farklı bir nesneyle meşgul olmaması anlamına gelir.
Bağımlılık öyle ilginç bir
durumdur ki, bağlandığınız
“şey”e karşı “algıda seçicilik”
geliştirmenize vesile olur.
Algıda seçicilik, bir kimsenin
baktığı, gördüğü, duyduğu,
eğlendiği, dikkatini verdiği her
şeyin hep aynı nesne üzerinden
algılanması ve her ortamda o
nesneyi ve çağrışımlarını bulup
çıkarması demektir.
Algıda seçiciliğin tehlikeli
yanı nedir, biliyor musunuz?
Her seçicilik, seçtiği nesnenin
dışındaki tüm uyaranlara karşı
-zaman içinde- “algıda körlük”
oluşturur. Yani eşiniz eve gelince bilgisayar başına oturduğunda, algısının seçtiği eylemi
gerçekleştirirken, sizin sinirlenip üzüldüğünüz ve ihmale
uğradığınız alanların tamamına
karşı körlük geliştirmiş olabilir.
Sıkıntı burada!
İnternet bağımlısı olduğunu
düşündüğünüz eşleriniz için
yapabileceğiniz ve uygun olduğunu düşündüğüm önerileri
sıralayayım, ne dersiniz?
1. Gereğinden fazla internet
kullanımı varsa, eşinizin, size
göre fazla olan o kullanımın,
ona göre de fazla olmasını
anlaması gerekir. Eşinize göre
normal, size göre fazlaysa,
aranızda anlaşmanız zor görünüyor. Bununla birlikte, günlük
pratiğindeki olumsuz etkilerini
anlamasına yardımcı olmanız işe
yarayabilir. Bilgisayar başında
zaman geçiren çoğu kişi, “E
‘Kalk!’ diyorsun da ne yapacağım buradan kalkınca? Canım
sıkılıyor, eğleniyorum, sen kendi
işine bak!” gibi bir tepki içinde
oyununa devam edebiliyor. Siz,
“Kalk!” demek veya oyununa
engel olmak yerine “olmak istediği kişi”yi anlamasına destek
olabilirsiniz. Bunun için oyun
başından kalkmasına çabalamak
yerine, oyun dışındaki zamanları keyifli hale getirmek işe
yarıyor.
Bir de kadınların teknik bir
hata yaptığını düşünüyorum.
Adam konuşmaktan hoşlanmıyor, zihni oyununda; kadın,
eşinin bilgisayarı kapatmasını,
kendisiyle yarım saat veya bir
saat göz göze bakarak sohbet
etmesini istiyor. Şaka gibi! Adamın fersah fersah kaçtığı bir
şeyi, hem de en fazla haz aldığı
duruma alternatif olarak sunuyorsunuz… Böyle yöntem olur
mu? Bulduğunuz yöntem, sizi ve
sizinle sohbeti “Zindan Adası”na
çevirmemeli. Doğal paylaşımlar,
doğal ilişkiler en iyi alternatiftir.
2. Bağımlılıkların tamamına göz attığımızda ilginç bir
durumla karşılaşıyoruz. Bence
bağımlı insanların çoğunda vicdan mekanizması var. Vicdanları
onları yanlış yönlendirebiliyor.
Ve gereksiz vicdan azabı kişide
yalnızlık ve anlaşılmamışlık duygusu oluşturuyor. Eşiniz bilgisayar oynadığı sırada onu, ailesini
ihmal etmek ve sorumluluklarını kollamamakla ilgili suçladığınızda vicdan azabı çeker. Azap
çektikçe yalnızlaşır, yalnızlaştıkça bağımlılık maddesine yapışır.
Sarmal döngü yani…
aralık 2015
105
haberajanda
Psiko-Reçete
lişmek güzeldir. Bunun yanında,
evlilik ilişkisinde birinin diğerini terbiye etmeye çalışması bir o
kadar iticidir. Çocuk terbiye eder
gibi koca terbiye edilmez!
Kişinin yanlışı ve size ters
gelen davranışları olabilir elbette.
Konuşarak, sadece kendi zorluğunuzu dile getirip geri çekilerek ve bu konudaki kontrollü
sorumluluğu kişinin kendisine
bırakarak sorun çözmeyi öğrenmelisiniz. “Konuşmak” demek,
tek taraflı olarak saatlerce seminer vermek değildir. Birkaç
cümle ile durumu betimleyip
tek cümle ile beklenen davranışı
ortaya koymaktır konuşmak.
Bunun dışında, sorumluluğu
kişinin kendisine bırakabilme
özgüvenine sahip olmayı da beraberinde getirir.
Her eylemin -biz anlasak
da, anlamasak da, bize ters de
gelse- kendi içinde makul bir
nedeni vardır. Önemli olan, o
nedeni anlamaya çalışmamız,
nedene takılmadan, olana eşlik
etmeyi başarmamızdır. Siz içten
ve samimi olarak eşinize eşlik
ederseniz, onun yalnızlık ve
anlaşılmazlık duyguları eksilir,
bağımlılık nesnesine olan ihtiyacı azalır. Merak etmeyin!
3. Bağımlı olduğu şey hakkında eşinizle tartışmayın. Zira her
tartışma, karşı tarafça savunma
oluşturur. Siz tartıştıkça o yanlışına sarılır. Savunulan davranış
değiştirilemez. Eşinizin saldırıya
uğradığını düşünmemesi gerekir.
Aslında onun cephesinden
bakınca haklı… Kendisini çok
iyi hissettiği bir işle uğraşıyor
ve siz ona olanca gücünüzle
saldırıyorsunuz. Destek olmak
için, nesnenin kendisini baz alan
konuşmalar yapmak, saldırmak,
kötülemek, o konuda vicdan
azabı çektirmeye çalışmak hiç işe
yaramaz, benden söylemesi!
“Bilgisayar dışında farklı
paylaşım alanları oluşturmaya
bakın!” derim.
4. Her insanda -eğer isterseher türlü değişikliği yapabilecek
106
aralık 2015
güç vardır. Kişi ya değiştirmesi
gerektiğini bilmiyordur, biliyorsa cesareti yoktur ya da cesareti
varsa hevesi yoktur, hevesi varsa
nasıl yapacağını bilmiyordur.
Birinin ona destek olması
gerekir. Karşılıklı iyi ilişki, her
türlü zorluğun üstesinden gelir.
İncitmeyen, hakaret etmeyen,
kavgacı olmayan ilişki zorlukların üstesinden gelir.
Siz farkında olmadan “olaya”
odaklanıyorsunuz. Bense “İlişkinin kendisine odaklanın” diyorum. Olaya odaklandığınızda,
dolayısıyla işler sizin istediğiniz
gibi gitmediğinde sinirlenirsiniz. İlişkinin kendisine odaklandığınızda ise aranızda kaliteli
bir süreç olsun diye aklıselimle
davranırsınız. Pek çok kadın,
kocasının oyun bağımlılığına
odaklandığı için evliliği toparlayamıyor. Oysa ilişkinize odaklansanız, oyundu, bağımlılıktı
gibi hallerin çoğu evinizden
uzaklaşır. Zira her bağımlılık,
alttaki başka bir ihtiyacın doyurulmamasından, yani duygusal
boşluktan kaynaklanır.
5. Eşinizi etiketlemeyin!
Günümüzün hatalı tutumlarından biri de bu maalesef! Eşler
birbirlerini kolaylıkla etiketli-
yorlar: “Sen bağımlısın, bilgisayar tutkunusun, bize zaman
ayırmıyorsun, oyunlarınla yatıp
oyunlarınla kalkıyorsun!” Bu tür
cümlelerin hiçbirinin işe yaradığını görmedim. Bu tutum işi
inada götürüyor ve kişi, devam
etmeyecekse bile inadına devam
ediyor.
Bir insanın bir insana etiket yapıştırması gerekiyorsa,
o etiket mutlaka iyi ve yapıcı
nitelikte olmalı. Hatta kişi durumunun farkındaysa ve zaten
o konuda sıkıntı çekiyorsa ona
destek olun. Kendisine haksızlık yapmamasını, zamanla her
şeyin düzeleceğini, onun için
yapabileceğiniz bir şey varsa
sizden yardım alabileceğini
hissettirin. Barışçıl ve dostça
uzatılan ele en çok eşlerin ihtiyacı
var bence.
6. Son olarak, önemsediğim
bir uyarıyı yapayım: Bağımlılıklar dâhil, pek çok konuda,
evlilik ilişkisinde kadınların
eşlerine çocuk muamelesi yaptığını görüyorum. Sanki kocası
ilk çocuğu; öğretmencilik oynar
gibi kocasını eğitmeye çalışan
ilginç bir kadın nesli ortaya çıktı. Evlilik, eşle senkronize olunan
bir ilişkidir. Evlilikte birlikte ge-
Bilgisayar/oyun bağımlılığı
tek başına bir bağımlılık veya
tek kişilik bir sorun değil anlayacağınız. İlişkinin kalitesi
bozuksa, kişi, kendisini oyalayacak farklı yöntemler bulur.
Yöntem bulanın adı kimi evde
kadındır, kimi evde koca. Bana
sorarsanız, sıkıntı hep duygusal
bir boşlukla ilgilidir.
Evlilik ilişkinizi kaliteli hale
getirdiğinizde, duyguya yatırım
yaptığınızda, günlük hayatın
tartışma kavgalarından ziyade
birbirinizin hayatını kolaylaştırıcı
yanlarına yatırım yaptığınızda
ilişki rahatlar. Ve ancak ilişki
rahatladıkça bağımlılık azalır.
Yine de yetkililere duyurmadan geçemeyeceğim: Bağımlılık
tedavilerindeki başarı günümüzde yüzde 1,3 oranında. Bu
neredeyse “Tedavi yok!” demek
gibi bir şey. Lütfen bu konuda
ayağı yere basan projeler yapalım ve hayata geçirelim.
İnternetin ve sosyal medyanın doğru kullanılmasıyla ilgili
eğitimler veriyorum. Bu eğitimleri tüm yurtta yapmamız, pek
çok insana ulaşmamız lazım.
Ne kadar çok kişiye ulaşırsak, o
kadar iyi!
Sevgiler...
SİNAN CANAN
DEĞİŞEN BE(Y)NİM
TÜM KİTAPÇILARDA
aralık 2015
107
KITAP AJANDA
Kitap Ajanda
108
“Haydi Bismillah! Şeytanı ve uşaklarını kovalarken, seni 2023’ten bakarken,
kucak açmış beklerken, görkemini ve de düşmanlarına saldığın korku ve dostlarına verdiğin
cesaretle kanatlanmış göreyim. Selam 2023 Kuşağı! Uzat, bayrağını başımın üstünde taşıyıp
ayını ve yıldızını kanımın rengi ile öpeyim…”
Kuşak şifresi başarıyla kaydedildi: “2023”
“2023
dünya liderliği
için gerekli ‘Kod
kabul edildi’
cevabını verecek şifreler neler? ‘2023 Kuşağı’ hangi hazırlıkları tamamladı? Gençlik,
kültür ve başkanlık sistemi politikalarının
‘kırmızı kitabı’ hazır mı? Yeni Türkiye,
medeniyet atlasında ve siyasî haritada
sınırlarını ne kadar büyütecek? ‘Gençlik
Enstitüsü’, ‘Kültür Divanı’ ve ‘Başkanlık İçin
Gençlik Hareketi’ hangi kurucu akla hizmet
edecek? 2023’e dair hedefleri için doğal,
sivil ve resmî alandan hangi aktörler hangi
yol haritasını çizdiler? Kaçınılmaz geleceği
yakınlaştıran liderin özel yetiştirdiği gençler kimler?”
aralık 2015
Sungur İnci // [email protected]
>> Evet, bu kadar soruyu peş
peşe soran aklın besbelli bir
derdi olmalı! Peki, dert edindiği
bunca soruya dair hiç cevabı
var mı? Vereceği cevabı çözümleme yoluna giderken ortaya
koyduğu formüllerden dolayı
puan kazanabilir mi? Sizce kazanacağı puan 2023 üzerinden
kaç olur?
Ortaya konuştuğunuz konunun başlığı eğer “Yeni Türkiye”
ise, bir tazeden, bir civandan, bir
gençten bahsediyorsunuzdur.
Öyleyse “yeni” unvanını verdiğiniz Türkiye’nin samimî olarak
ve gerçekten gençlere emanet
edilecek bir varlık olacağını
da kestiriyorsunuzdur. Peki,
emanet edeceğinize göre sizin
için değerli olan bu varlığı nasıl
bir kimliğe sahip emin ele bırakmak isterdiniz? Peki, emanet
şeklinizi ve emanete dair sınırları nasıl bir sistemle belirlemek
isterdiniz?
Dünyanın tartıştığı kuşak
çatışmalarının çok küçük birimlere sirayet ettiğini ve 50, hatta
30 yıllık kuşak farklılıklarının
tek haneli sayılara düştüğünü
hissetmişseniz, çatışmalar
sürecinin bitmesi ve toplumsal
ergenlik yaşının soyut kanserojen maddeler sayesinde daha
küçük yaşlara inmesini şiddetle
reddediyorsanız, mutlaka ama
mutlaka geleceğe dair yeni bir
kuşak tanımı getirmelisiniz.
Peki, ortaya koyacağınız bu
tanıma göre şekillenecek kuşağın hangi tekniklerle, yani hangi
sistem içinde formatlanmasını
istersiniz? Haydi en modern
yazılımı kodladığınızı düşünelim, gerekli donanım, yani
hafıza, önbellek (RAM), görüntü
ve ses kartı (zahirî ve hitabî)
özelliklerinin hangi çapta bir
büyüklüğe sahip olması gerektiğini net şekilde söyleyebilir
misiniz? Büyük ihtimalle tanımladığınız kuşağın özellikleri
ufuklardan bulut aparan tiplerle
dolu olacaktır, dolayısıyla böyle
bir sınırlamayı tam olarak belirleyemeyeceksiniz. Öyleyse
hem donanım, hem de yazılım
açısından bütün güncellemelere açık bir kurgu meydana
getirmeniz gerekecek.
Kıymetli yazarımız Sedat Servet Hocaoğulları, Haber Ajanda
Yayınları’ndan çıkan ikinci
kitabıyla tüm güncellemelere
açık bir reçete sunuyor “2023
Kuşağı” ile. “Yeni Türkiye-Yeni
“2023 Kuşağı”,
gençliğe dair çözümleri,
kültürümüze dair ortaya
koyduğu yenilikçi kurguları
ve ille de başkanlık sisteminin
anlaşılmasına dair sunduğu
en anlaşılır ve samimî
katkıyla başucu kitabı
edilecek bir eser.
Vizyon Zamanı Geldi: Recep
Tayyip Erdoğan” adlı çalışmasına bir noktada ikinci bir cilt
olarak hazırlanan “2023 Kuşağı”,
ülkemizin gelecek yıllarına dair
iç politik dizaynına yol gösterecek önemli işaretler taşıyor.
En başta yer alan koyu
şiddetli sorular, “2023 Kuşağı”
adlı eserin arka kapağında
yer alan vurgun soruları. Eğer
doğru ve kapasiteli bir tüple
dalış yaparsanız asla vurgun
yemeyeceksiniz! Doğru tüpün
sahip olduğu özelliklerse, kuşak
yetiştirici stratejiyi belirleyen
“Gençlik Enstitüsü”ne, yetişecek
kuşağa yol atlası olacak “Kültür
Divanı”na ve geleceğe dair güncellemelere her şekliyle hazır
olabilen başkanlık sistemini
zihnen organize edici “Başkanlık İçin Gençlik Hareketi”ne
sahip olması.
Servet Ağabey’den “kuşak”
fikrine dair bir eser çıkınca,
onun “yetiştirme” özelinde
ülkemizdeki siyasî gündem
paralelinde eğitim mevzuuna
dair önemli bir tespitini buraya
aktarmamız iyi olur. Servet
Ağabey şöyle diyor:
“Darbelerle terbiye edilmek
istenen millî iradenin eğitim
alanında yaşadığı acılar ise
sadece üniversitelerdeki terörize kavgalar ve millî eğitimi de
kapsayan başörtüsü zulmüne
bakarak görülebilir. Eğer üniversitelerde terörize kavgalar
neredeyse yok seviyesine inmişse ve başörtüsü zulmü artık
yaşanmıyorsa, bu başarı millî
iradenin tecellisi olan AK Parti
ruhu ve Yeni Türkiye Vizyonunun alamet-i farikasıdır.
12 yıllık iktidar döneminde
AK Parti’nin millî eğitimdeki
başarısı, Cumhurbaşkanımız
Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın
bir konuşmasında rakamlar ve
uygulama anlayışıyla ortaya
konulmuştu. Konuşmada en
dikkat çeken bölüm, eğitimin
bilgi kanadı noktasında dershane olgusunun yersizliği ve
sonuçları ile davranış noktasında çocuklarımızın ve gençlerimizin ‘millî duygu’ özüne sahip
kendi kimliğinden uzaklaşması
olmuştu.
Sayın Cumhurbaşkanımız
konuşmasında, özellikle kendi
değerlerini, dilini, sanatçılarını,
görgüsünü, örfünü unutup
küresel endüstrinin piyasaya
sürdüğü tüketime yönelmenin
bir an önce durdurulması ve
bizi biz yapan değerlerin davranış unsurları olarak öğretilmesi
gerektiğini belirtmişti. Gerçekten de bilginin tabiatındaki
evrensellik gibi davranışın da
tabiatında “yerellik”, dolayısıyla
bu anlamda bir millîlik vardır.
Yani ‘millî eğitim’ tanımındaki
‘millî’ vurgusu bilgiye değil,
davranışa matuftur. Zira doğrusu da budur!
Bilgiye ulaşmanın yolları
artık ‘çok dilli’ iletişimi zorunlu
kılmaktadır. Davranışların millî
duygusu ve özü korunsa da
millî olanı korumak için dünyaya bunu anlatmak, kaçınılmaz
olarak çok dilli edinimi zorunlu
kılmaktadır. Tarih boyunca
birçok milletin sömürgeciler
tarafından dilleri unutturularak
‘çok dilli’ adı altında sömürenlerin dili üzerinden onların aklının transfer edildiği tecrübesini
de unutmuyoruz. Ancak hem
çok dilli olmak, hem de millî
olanı korumak, ilginçtir ki hem
mümkün, hem de kaçınılmazdır. Nitekim ‘çok dilli’ olma özelliği eğitimin bir parçası haline
getirilmez ve yönetilmezse,
zaten sosyal medya ve internet
üzerinden hem millî özelliğimiz
azalmakta, hem de başka dili
öğrenen neslimiz zamanla başka akılları da edinmektedir.”
Servet Ağabey bu tespitleriyle, “Eğer söz konusu 2023
Kuşağı’nı biz yetiştirmezsek,
bu kuşağı mutlaka birileri yetiştirir” diyor. Bu noktada kitabında kültür üzerine okumalar
gerçekleştiren Hocaoğulları,
“Kültür Divanı” başlıklı bölüm
içerisinde muhteşem bir atlasla
karşımıza çıkıyor. Yalnız bu
atlas öyle kapsamlı ki, sadece
siyasî bir harita özelliğini taşımıyor, ayrıca fizikî bir harita olup
dağları ve nehirleri de gösteriyor, üç boyutlu bir harita olup
yükseklikleri ve çukurları da
birer izohips gibi ortaya seriyor.
“2023 Kuşağı”, gençliğe dair
çözümleri, kültürümüze dair
ortaya koyduğu yenilikçi kurguları ve ille de başkanlık sisteminin anlaşılmasına dair sunduğu
en anlaşılır ve samimî katkıyla
başucu kitabı edilecek bir eser.
Kitabın oluşumunda ortak dili
sağlayan ve ufuk çerçeveleri
belirleyen 2023 Kuşağı yazılımcıları bize şöyle sesleniyor:
“Şimdi, Seni göreyim 2023
için gürlerken! Yumruğunu
masaya değil, hainlerin beynine
indirmek için; barış maskesini düşürmek değil, altındaki
yüzsüzlüğü deşifre etmek için;
millî ve dinî olana düşmanlığı
hatırlatmak değil, millî ve dinî
olanın dostluğunu milyonlara
tattırmak için; tek başına iktidar
veya koalisyon ihtimallerinde
düşleyen değil, 2023 hedefine
yürürken çelme takanın karşısında düşmeden ona bir adalet
tokadı yapıştırmak için; “Ne
parti, ne devlet; patron millet!”
sloganı değil, bir yeni kuşağı
inşa için coşan Seni...
Haydi Bismillah!
Şeytanı ve uşaklarını kovalarken, seni 2023’ten bakarken,
kucak açmış beklerken, görkemini ve de düşmanlarına saldığın korku ve dostlarına verdiğin
cesaretle kanatlanmış göreyim.
Selam 2023 Kuşağı! Uzat, bayrağını başımın üstünde taşıyıp
ayını ve yıldızını kanımın rengi
ile öpeyim…”
Sanırım siz de daha fazla beklemeyecek, bu kuşağa en zinde
kalbinizle elinizi uzatacaksınız.
Öyleyse lütfen şifreyi giriniz!
aralık 2015
109
Kitap Ajanda
Ajanda Dergiler Grubu Genel Yönetmeni
Doç. Dr. Sinan Canan’ın üçüncü kitabı “Değişen Beynim”, daha kapağıyla birlikte on sekiz bin âleme “Arş-ı Âlâ”yı kondurarak nöronları (yahut beyin hücrelerini) takım yıldızlarına benzetmiş ve müthiş bir metafor ortaya çıkarmış.
Değişiyorum, o halde var!
Değişen Beynim
İ
NSANIN en önemli özelliği “düşünebilmesi”.
Ancak bu en önemli özellik, değişmek üzerine
kurulu. Öyle ya, en basit örneklerden biriyle şöyle
bir kurgu tasarlayabiliriz: İnsan sıcak ile soğuğun
arasındaki farkı hissetti. Bu his, düşünme ve dolayısıyla akletme ile mümkün oldu. Sonra bu işlem gelişti ve
soğuğa karşı sıcağı, sıcağa karşı soğuğu keşfetti. Yani düşünme, değişti. Sonra soğuğa karşı sıcağı, tabiî sıcağa karşı
da soğuğu yapay şekilde ortaya çıkarmak için didindi. Bu
didinmeler sırasında da sürekli düşünce değişti.
110
aralık 2015
>> Hohlamayla başlayan keşif
kombiyi, üflemeyle başlayan
keşif klimayı getirdi. Bu süreçler
arasında ise düşünme hep değişti, değişti… Peki, düşünmeyi
değiştiren şey neydi?
Her canlı doğar, büyür ve
nihayet ölür. Bu üç aşamalı
süreçte hep değişim vardır. Bu
değişimleri düşünmek de çe-
şitli değişimlerle mümkündür.
Elbette bu değişimlerdir düşünceyi geliştiren veya gerileten.
Ancak herhangi bir canlının
vücut anlamında değerlendirilmesi, onun doğuma, büyümeye
ve ölmeye gidene kadar sürekli
değişmesiyle mümkün olur.
Örneğin ana rahminde şekillenen yavrunun parmaklarının
oluşması için değişe değişe
Sungur İnci
ERTUĞRUL FACIASI
Erol Mütercimler
“Bu kitap sizinle, bizimle ilgili…
Anne karnından yaşamımızın sonuna kadar tüm
yaşantımızı yönetmek gibi çetin bir işle mükellef
o muhteşem et parçasının, yani beynimizin başrolü oynadığı bir macerayı yaşıyoruz hep birlikte.
Bu maceranın adı ise ‘hayat’…
meydana gelen hücreler, yine
bir değişimle oyuntuları ortaya
çıkarmak için ortadan kaybolurlar veya patlarlar. Her sistemli ve düzenli patlama yeninin
oluşumu içindir. Belli belirsiz
bir cisimken el şekil kazanır ve
parmaklar oluşur.
Tabiî bu örneği yalnız vücudun dışarıdan görünen fizikî
durumuyla anlatmaya gerek
yok. İçeride de her şey hem ana
rahminde, hem de doğumun
ardından değişir. İç organlar da
değişime uğrarlar. Bu değişimleri olumlu ve olumsuz örneklerle
vermek mümkün tabiî, ancak
şu an ihtiyaç yok. Şunu bilelim
yeter: Canlı ise, ille de değişir!
şen Beynim”, daha kapağıyla
birlikte on sekiz bin âleme “Arş-ı
Âlâ”yı kondurarak nöronları
(yahut beyin hücrelerini) takım
yıldızlarına benzetmiş ve müthiş bir metafor ortaya çıkarmış.
Arka kapağında ise Sinan
Ağabey’e ait şöyle bir not var:
Sırf on sekiz bin âlem metaforundan yola çıkarak insanı
kâinata denk tutmayı denediğimizde, Kur’an diliyle Arş-ı
Âlâ olarak sağlam bir mahfaza
içinde tutulandan kasıtla beyni
kestirmek mümkün olabilir.
Düşünmeyi değiştiren, her an
değişim içinde olan beynin ta
kendisi! Her an dirilerek ve her
an ölerek…
“Bu kitap sizinle, bizimle
ilgili… Anne karnından yaşamımızın sonuna kadar tüm
yaşantımızı yönetmek gibi çetin
bir işle mükellef o muhteşem
et parçasının, yani beynimizin
başrolü oynadığı bir macerayı
yaşıyoruz hep birlikte. Bu maceranın adı ise ‘hayat’… Bir sinirbilimci olarak, beyin hakkında
herkesin bilmesi gerektiğini
düşündüğüm işe yarar bilgileri,
kendi hayatıma geri dönüp
baktığımda gördüklerimle
birlikte, meraklısıyla paylaşmak
en büyük keyfim. Yüzlerce kez
anlatmama rağmen öğrenmeye
ve anlatmaya doyamadığım bu
muhteşem meseleyi bu kez de
sayfaların ve kelimelerin izin
verdiği ölçüde burada sizlerle
paylaşmak niyetindeyim. [n]
Beyin’in bu ilk beyin kitabında
inanıyorum ki bizzat kendinizi
okuyacak ve bilimsel bilgiden
yaşama sevincine açılan nice
kapıları keşfetmenin keyfini
hissedeceksiniz. Fakat unutmayın, hiçbir insanoğlu beyniniz
kadar muhteşem bir kitap yazamayacak! Bu sayfalarla birlikte
aslında bizzat onu okumaya,
onu anlamaya çalışıyoruz…”
Ajanda Dergiler Grubu Genel Yönetmeni Doç. Dr. Sinan
Canan’ın üçüncü kitabı “Deği-
Şimdi beyninizin değişimine
daha yakından şahit olmaya ne
dersiniz?
Bu değişenlerden biri de
elbette beyindir. Hele enfüsünde on sekiz bin âlem barındıran
insanın beyni…
“On sekiz bin âlem” deyince,
aklımıza galaksileri dahi içine
alan bir sonsuzluk kümesi geliyor. Gezegenler, yıldız takımları,
kara delikler, göktaşları derken
uçsuz bucaksız kâinatı hayal
etsenize… Ne muhteşem!
J
APONYA “uzaktaki yakın dost” diye tanımlanır. Gerçekten de böyledir. Bu yakın ilişki 1890
yılında kurulur; Japonya karasularında batan
Ertuğrul gemisinden kurtulan 69 Osmanlı
bahriyelisine yöre köylülerinin kucak açısıyla başlar
tüm öykü.
>>O günden
bugüne hiçbir
düşmanlık
yaşanmaz
iki ülke arasında. 2010,
“Türkiye’de
Japonya Yılı”
ilan edildi;
hatırlanacağı gibi 2003 de
“Japonya’da Türkiye Yılı”ydı.
Böylece Türk ve Japon halkının
birbirlerini daha iyi tanıyacaklarına inanıldı.
Bu kitap, Ertuğrul Faciası’nı
eksiksiz anlatan ilk araştırmadır.
1890 yılındaki Ceride-i Bahriye dergisinde konuyla ilgili
yayınlanmış tüm makaleler,
resmi yazışmalar, Hindistan’da
ve Japonya’da yayınlanmış olan
tüm gazeteler gözden geçirilmiş, bu kaynaklarda yazılan her
şey ilk kez tercüme edilerek
okuyucuyla buluşturulmuştur.
Ertuğrul’un kafile komutanı
Amiral Osman’ın torunu Nazlı
Tektaş ile yapılmış tek röportaj
da bu kitapta yerini almıştır.
Buna ek olarak, Ertuğrul’un
batışından 20 yıl sonra olayı
kaleme alan Deniz Müzesi
kurucusu Süleyman Nutki’nin
temel alınan eserinin yanında,
oğlu Ordinaryüs Profesör Dr.
Ata Nutku ile yapılan tek görüşme yine bu kitapta yerini
bulmuştur.
Zengin tanık ve arşiv malzemesi yüklü bu çalışma, Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı, Deniz
Müzesi ve Başbakanlık arşivlerinde konuyla ilgili ne kadar
belge varsa okuyucuyla buluşturmaktadır. Kitapta yalnızca
Ertuğrul Faciası anlatılmamakta, buradan yola çıkılarak 21.
yüzyılda Türkiye ile Japonya
arasında kurulabilecek siyasi
ve ekonomik ilişkinin de zemin
etüdü analiz edilmektedir.
Kitap, bu açıdan geçmişle gelecek arasında bir köprü olmak
iddiasındadır.
aralık 2015
111
haberajanda
Karikatür
112
aralık 2015
Ahmet Yozgat - [email protected]

Benzer belgeler