indir - Öğretmenler Odası Dergisi

Transkript

indir - Öğretmenler Odası Dergisi
Ö Ğ R E T M E N V E E Ğ İ T İ M D E R G İ S İ • YIL: 3 • SAYI: 9 • EYLÜL-EKİM-KASIM 2013
Hür Düşünce
Mektebinin Kapısı
Milli Eğitimimiz VE
Toplumsal Barış:
Gezi Parkı ve
Eleştirel Pedagoji
Doğru Bir Eğitimle
Toplumsal Barış
İman Tazelemek Yerine
Yeniden İman mı Etsek?
Y Kuşağı Üzerinden
Bir Örgün Eğitim
Sorgulaması
Ücretli Öğretmenlik
Neden Zor?
Sarı Saltuk’un
İzinde
Prof. Dr. Aytaç Açıkalın:
Mesleki Gelişim Ortamı Olarak
“Öğretmenler Odası”
Selamun Aleykum ya da Yurtta Sulh Cihanda Sulh
editörden
Yüzünüzdeki
gülümseme
devam ettikçe
sınıfımız
huzurlu olacak.
Toplumsal
barışımızın
teminatı da bu
sınıflarda hayata
gülümseyerek
bakan huzurlu
ve mutlu
çocuklar olacak.
Biri mensubu olduğumuz dinin Yüce
Peygamberi’nden biri yeni devletimizi kuran
Lider’in dilinden iki cihanşumül barış mesajı:
“Barış ve esenlik üzerinize olsun.”, “Bütün dünya
kardeş olsun!”
Bir barış ve huzur ortamında yaşayabilme kabiliyeti, tecrübesi ve irfanı, diyebilirim ki, hiçbir
medeniyette bizdeki kadar mümkün değildir.
Peki ne oluyor bize de sürekli bir barış arayışı
içindeyiz? Bizi bize düşüren, aramıza kara kedi
sokan nedir? Son kertede Türkiye kimseyle değil
kendiyle mücadele ediyor. Ve bu mücadeleyle
de yine en çok kendine ve geleceğine ediyor.
…
Yeni öğretim yılıyla birlikte dergimiz de ruhunu
ve sayfalarını yenileyerek eğitimciler olarak en
mahsus mekanımız öğretmenler odasına ulaştı.
Bu sayımızda memleketimizin her ferdinin ama
belki de en çok biz eğitimcilerin hasretle sona
ermesini beklediği gerginliğimizi kapak konusu
yaptık. Öğretmen, gazeteci, akademisyen, öğrenci ve velilerimiz toplumsal barışa ilişkin görüşlerini paylaştı dergimizde. Muhammet Yılmaz
ve Murat Karasoy Gezi Parkı olaylarını bir eğitimci ufkuyla ve eleştirel bir yaklaşımla yeniden
irdeledi.
Çiçeği burnunda derneğimiz Öncü Eğitimciler,
7 yıllık heyecanı aynen taşıdı yeni mekanına. Bu
heyecanı, bu ay gerçekleştirdiğimiz Genel Kurul,
yeni dönemine başlayan akademimiz, hazırlıkları tamamlanan 5. Öğretmenim Sempozyumu ve
daha birçok etkinliği ile sizlere taşımaya çalıştık.
Bahar ve yaz aylarında yaptığımız temalı Balkan
ve Karadeniz gezilerimize ilişkin keyifli notlara
da yer verdik sayfalarımızda. Emektar ama halen
sınıfta olan kıpır kıpır ruhuyla gezi boyunca da
bize enerji veren sevgili ve değerli öğretmenimiz
Mahire Kiremitçi’nin “Sarı Saltuk’un İzinde” adlı
koşması, şüphe yok ki şiirden ve gönülden anlayan her okuyucumuzu coşturacak.
Her sayıda yer alan Yazar Öğretmenler, Film Kulübü, Web Sayfaları ve Eğitim Gündemi bölümlerimiz ise her sayıda olduğu gibi uzmanlarınca
ve titizlikle hazırlandı.
Fakat bu sayımızın en büyük zenginliği, hayatını
eğitime adamış değerli bir hocamızın yazar kadromuza katılması oldu. Hemen hepimizin yakından tanıdığı hocamız Prof. Dr. Aytaç Açıkalın
Beyefendi, biz öğretmen öğrencileri için Öğretmenler Odası’nı yazdı. Hocamıza bitmeyen heyecanıyla bize yol göstermeye devam ettiği için
minnettarız.
Bu sayımızı değerli kılan diğer bir husus ise dergimizi sizlere hazırlayan kadronun büyük oranda
gençleşmesi. 9. Sayımız olan bu sayıyı neredeyse tamamıyla akademimiz öğrencileri üstlendi.
Organizasyonundan grafiğine, sabit bölümlerden kendi yazılarına, fotoğraf seçimine kadar
büyük oranda onların emeği ile hazırlandı bu
sayı. Ve en büyük kazancımızın da bu olduğunu
düşünüyorum.
Bu
sezon
sloganımız:
öğretmen=Mutlu öğrenci!”
“Gülümseyen
Yüzünüzdeki gülümseme devam ettikçe sınıfımız huzurlu olacak. Toplumsal barışımızın teminatı da bu sınıflarda hayata gülümseyerek bakan
huzurlu ve mutlu çocuklar olacak.
Yeni sayımızda buluşmak dileğiyle…
editör
içindekiler
Hür Düşünce
Mektebinin Kapısı;
“FARKINDALIK”
9
17
Yaygın süreli yayın. 3 ayda bir yayınlanır.
4
İman Tazelemek Yerine
Yeniden İman mı Etsek?
dr. İbrahim hakan karataş
6
Mesleki Gelişim Ortamı Olarak
ÖĞRETMENLER ODASI
Prof. Dr. Aytaç Açıkalın
9
Yeni Eğitim Yılı Başlarken
Eğitimi Yeniden Düşünmek
sinan aydın
20
Doğru Bir Eğitimle
Toplumsal Barış
ufuk coşkun
23
Y Kuşağı Üzerinden Bir
Türk Milli Eğitim Sistemi
Sorgulaması
11
30
Toplumsal Barışı Görünür Kılmak
zeki saka
34
Eğitim Fakülteleri ve
Öğretmen Yetiştirme Üzerine
metin bayrak
38
Milli Eğitimimiz Ve Toplumsal Barış
savaş özdemir
Pekiştirme Yöntemiyle Öğretim, BALİNA
EĞİTİMİ, PEKİŞTİRİCİLER
adem gündem
24
40
Doğru Bir Eğitimle
Toplumsal Barış
46
Bütün Dünya Buna İnansa
Hayat Bayram Olsa
şadettin göksu
48
Hep Göz Ardı Edilen Misyon:
İnsan Yetiştirmek
mustafa yazkan
Sevi
yusuf mesut kilci
Gezi Parkı Ve
Eleştirel Pedagoji
murad karasoy
Eğitim Ortamlarında Öfke Yönetimi Ve
Okullarımızı Zorbalıktan Arındırma Programı
kerem gözen
Yenilmesinler Hayata
MERVE AKYOL KILIÇ
11
28
42
56
13
Eğitim Devletin Görevi Değildir
adil gülmez
Toplumsal Barışa Giden Yol
Hacer yalçıntaş
Üretli Öğretmenlik Neden Zor?
erkan özkan
29
44
Toplumsal Barış Eğitimi
vural gündüz
İşsizliğin Çözümü Mesleki
Eğitimden Geçiyor
vural gündüz
DİKKAT!
Öğretmenler Odası Dergisi Türkiye’nin en geniş yazar kadrosu olan bir eğitim-öğretim
dergisidir. Tüm öğretmenler dergimizin yazarıdır. Dergimize yazı gönderenlerden daha
önce başka bir yerde yayımlamış yazıları göndermemelerini önemle rica ederiz.
58
Wc’siz Okullar
ŞEMSETTİN KOÇAK
60
Masal Ablası / Abisi,
Dil ve Anlatım
AHMET USLU
50
Hür Düşünce
Mektebinin Kapısı;
“FARKINDALIK”
mehmet cüneyt ancın
Y Kuşağı Üzerinden Bir Türk Milli Eğitim
Sistemi Sorgulaması
Muhammet yılmaz
20
54
Bir Başka Öğretmenler Odası
ABDULLAH YILDIRIM
Gezi Parkı ve
Eleştirel Pedegoji
62
Sarı Saltuk’un
İzinde
MAHİRE KİREMİTÇİ
24
68
Üsküdar Çocuk Üniversitesi
70
Eğitimin Öncüleri Genel Kurulunu Gerçekleşti
72
Öncü Eğitim Akademisi
76
Dr. İbrahim Hakan KARATAŞ
Yayın Koordinatörü
Adil GÜLMEZ
Yayın Kurulu
İsmail CİHANGİR
Gökhan ERENOĞLU
Aysen ERAYDIN
Zehra ŞAŞMAZ
Didem BAYINDIR
Mahmut AYTEKİN
M. Cüneyt ANCIN
Necdet BAYINDIR
Mesut KAYMAKÇI
Danışma Kurulu Prof. Dr. Selahattin TURAN
Dr. Melike GÜNYÜZ - Dr. Faruk KANGER
Dr. Özlem GÜNEŞ - Ali CAN
Ahmet AKBAL - Hüseyin AKAR
Dergi Hazırlama Kurulu
Yasir İHTİYAR - Seyfullah KÖKSAL
Zeynep KANBAY - Dilara ÇIKIKÇI
Betül BİLGİN - Merve ÖZDEMİR
Düzelti ve Edisyon
Mesut KAYMAKÇI
78
Dizgi-Tasarım-Uygulama
Ayşe ÖZLÜ
63
Yazar Öğretmenler
ABDULLAH YILDIRIM
66
Film Kulübü
zeynep kanbay
79
Üsküdar Sanat Derneği ile
Röportaj
80
Web Siteleri
ismail toNbuloğlu
Yazı göndermek ve her türlü öneri ve
değerlendirmelerinizi bize ulaştırmak
için:[email protected]
İletişim : Mimar Sinan Mh. Bosna Cd. No: 12/6 Gün Plaza, Çekmeköy - İSTANBUL
Telefon ve Fax: 0 216 640 10 55
Genel Yayın Yönetmeni Öncü
Eğitimciler Uluslararası Öğretmen
ve Eğitim Öncüleri Derneği Sahibi
ve Sorumlu Yayın Yönetmeni
Eğitimden Haberler
Seyfullah Köksal
Balkanlar’dan Notlar
Yayımlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazılarda
yayın kurulu ve editör değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar
iade edilmez. Yazılar, kaynak gösterilerek yayınlanabilir.
yıl: 3 sayı:9 eylül - ekim - kasım 2013
yıl:3 sayı:9 eylül-ekim-kasım 2013
Baskı: NanoDigitalPrint Yüzyıl Mah. Mas-Sit.
Matbaacılar Sitesi 5 Cd. No:22 Bağcılar / İstanbul
Tel: 0212 429 29 03 www.nanodigitalprint.com
www.ogretmenlerodasi.org.tr
[email protected]
www.facebook.com/ogretmenlerodasidergisi
www.twitter.com/OgrtmnlrOdasi
Reklam ve Tanıtım
Gökhan ERENOĞLU
Sekreterya ve İletişim
Seyfullah KÖKSAL
Abone ve Satış
Yasir İHTİYAR
Eğitimden Haberler
Seyfullah KÖKSAL
Film Kulübü
Zeynep KANBAY
Yazar Öğretmenler
Abdullah YILDIRIM
Web Siteleri
İsmail TONBULOĞLU
İman Tazelemek yerine
Yeniden İman mı Etsek?
DR. İBRAHİM HAKAN
KARATAŞ
Fatih Üniversitesi / İSTANBUL
6
Geçenlerde sosyal
medyada rastladığım
bir paylaşımda şöyle
bir ifade vardı:
“Karmaşık ve zor
soru(n)ların aslında
ilk bakışta görülen ve
çok basit çözümleri
vardır ama maalesef
o çözüm değildir.”
Galiba toplum olarak
sürekli boğuştuğumuz
ama bir türlü çözüme
yaklaşamadığımız
sorunlarla ilgili böyle
bir çıkmaz içindeyiz.
Kökü eskilere giden bir geleneğimiz,
daha doğru bir ifadeyle dini bir
ritüelimiz vardır: İman tazelemek ya da
özgün haliyle tecdid-i iman. Eskiden
köylerde perşembeyi cumaya bağlayan
gece imamlar, yatsı namazı cemaatine
tecdid-i iman yaptırırlardı. Yine imamlar
nikahını kıydıkları gençlere önce tecdid-i
iman yaptırıp sonra nikah merasimine
geçerlerdi. Halen yaygın olarak Cuma
günleri vaizler Cuma vaazlarını “buyurun
aşk ile bir dahi…” kalıbıyla başlayan
ifadeyle bütün cemaate hep birlikte
kelime-i şahadeti okutmak suretiyle
tecdid-i iman yaptırarak bitirmeyi pek
sever. Cemaat de tam bu esnada birden
uyanır, yüksek sesle ve büyük bir iştiyakla
iman tazeleme heyecanıyla buna katılırlar.
…
Elbette
bizim
konumuz
tecdid-i
iman geleneği ve bunun nerede nasıl
uygulandığı değil. Zaten bu konuyu
tartışmak da benim haddim değil.
Amacım, genel olarak ülkemizde bir türlü
çözüme dair fikirlerimizin işe yaramadığı
kronik sorunlarımızın, özel olarak
da eğitim ve toplumsal barış ile ilgili
tartışmalarımız konusunda bu gelenekten
ilham alarak birkaç cümle etmek.
Geçenlerde sosyal medyada rastladığım
bir paylaşımda şöyle bir ifade vardı:
“Karmaşık ve zor soru(n)ların aslında
ilk bakışta görülen ve çok basit
çözümleri vardır ama maalesef o çözüm
değildir.” Galiba toplum olarak sürekli
boğuştuğumuz ama bir türlü çözüme
yaklaşamadığımız sorunlarla ilgili böyle bir
çıkmaz içindeyiz. Karşılaştığımız sorunlara
esasen her birimizin oldukça basit ve
pratik çözümlerimiz olmasına rağmen
hala bir arada kardeşçe yaşamaktan,
okul ve sınıf yönetimine kadar pek
çok irili ufaklı, genel özel sorunumuzu
çözemediğimizi kabul etmeliyiz. Nasıl
kabul etmeyelim ki eğitime baktığımızda
PISA sonuçlarına göre 60 küsür ülke
içinde 40’lı sıralardayız. Kalkınmaya
ve insani gelişmişliğe baktığımızda
BM İnsani Gelişmişlik Raporuna göre
bilmem kaçıncı sıradayız, rüşvet ve
yolsuzluk, şehirleşme, demokratikleşme,
özgür medya, trafik kazaları, bilimsel
çalışmaların niteliği vb birçok konuda
kronik sorunlarımız olduğu apaçık
ortada. İşin en etkileyici tarafı hemen
çözüm bulmak için kolları da sıvarız
aslında. Ne var ki maalesef o çok kolay
bulduğumuz çözümler nedense çalışmaz.
Bir süre sonra yılarız. İşin daha kötü
tarafı aynı sorunları çözmeye yeltenen
diğerlerine de başarısız girişimlerimizi
örnek vererek heyecanlarını söndürürüz.
Nafile kendilerini yormamaları gerektiğini
salık veririz. Belki bundan daha kötüsü
artık inanmadığımız halde, sırf bu görevi
hasbelkader kamu adına üstlendiğimiz
için sorunu çözmek üzere çabalıyormuş
görüntüsü verir ama aslında hiçbir şey
yapmadan yıllarca o makamları işgal
ederiz.
Nedense uzun zamandır bu durumun
tecdid-i iman geleneğimizle ilişkili
olduğunu düşünmeye başladım. Nasıl ki
imanımızı sağlam tutmanın yolunu en az
haftada bir tecdid-i imana bağlamış ve bir
mümin olarak kendimizi imanî açıdan
mutmain hissediyoruz, sanki bunun gibi
dünyaya ilişkin sorunlarımızı da sonuçsuz
teşebbüsleri tekrar ederek çözmeye
gayret etme içinde oluşumuzla iç huzura
eriyoruz. Cumadan çıkarken nasıl ki
çok daha kavi bir iman ile gündelik
hayata dönmüyorsak bu kadük çözüm
gayretlerinin sonucunda da sorunlarımızı
daha da azaltmadığımızı biliyoruz. Ama
her ikisine de yılmadan devam ediyoruz.
Hatta mensubu olduğumuz dinin
Peygamber’inin müminin bir delikten iki
kere ısırılmayacağı sözünü hiç duymamış
gibi.
O zaman bir yerde hata yaptığımız
kesin. Bütün kronik sorunlarımız
için olduğu kadar toplumsal barış ve
eğitimle ilgili sorunlarımız için de bunu
söyleyebiliriz.
Ezberciliği
seviyoruz.
Başkalarının ardından aşk ile aynı
cümleler tekrar ederek ve hatta bunu
yüksek sesle yaparak tüm hücrelerimizle
bir itminan hali yaşıyoruz. Terör sorunu
ya da birlikte yaşamaya ilişkin bir sorun
söz konusu olduğunda savunduğumuz
partinin görüşlerini, eğitime ilişkin bir
sorun gündeme geldiğinde mensubu
olduğumuz
sendikanın
görüşlerini,
daha küçük ve bireysel sorunlara dair
ise kısa vadeli ve genel geçer çözümleri
medreselerde bina okuyan talebeler gibi
tekrarlayıp duruyoruz.
Sözün özü, galiba tecdid-i imanı bırakıp
bir kez yeniden, bütün şuurumuzla,
bilincimizle, kendi adımıza ve tüm
analizleri etraflıca yaptıktan sonra bir
yeniden imana ihtiyacımız var. Hadi yine
gelenekten bir örnekle pekiştireyim: Hz.
İbrahim gibi.
Aslında tek ihtiyacımız da bu kanımca:
Bu teşebbüse kalkıştığımızda öncelikle
aklımızı,
muhakeme
yeteneğimizi;
eşleştirme, karşılaştırma, sınıflandırma,
ilişkilendirme,
çözümleme,
değerlendirme gibi birçok ileri düzey
becerisiyle kullanmaya başlayacağız ki
bu gerçekten büyük bir cesaret ister.
Fakat ikinci aşama daha da büyük bir
başkaldırmayı gerektiriyor: Bunu başaran
birey artık yeni zihinsel durumuna uygun
bir pozisyon almak, gereklerini yerine
getirmek için harekete geçmek, kısacası
daha fazla çaba göstermek, daha açık
bir ifadeyle daha çok çalışmak zorunda
kalacak.
Sözün özü,
galiba tecdid-i
imanı bırakıp
bir kez
yeniden, bütün
şuurumuzla,
bilincimizle,
kendi adımıza
ve tüm analizleri
etraflıca
yaptıktan
sonra bir
yeniden imana
ihtiyacımız var.
Eğitimin, örgün ya da yaygın fark etmez,
toplumsal barışa bir katkısının olup
olmayacağı da bu yeniden iman etme
cesaret, yöntem, sabır ve heyecanını
topluma mal etmesiyle söz konusu
olabilir ancak.
7
çevrelere taşınırlar.
Mesleki Gelişim Ortamı Olarak
ÖĞRETMENLER ODASI
Prof. Dr. aytaç açıkalın
ÇANAKKALE
8
Öğretmenler
odası,
müdavimleri,
boyutları ve
donanımı,
düzenlemesi
ile “okulda
etkili iletişimin”
başlangıç
noktası kabul
edilebilir.
Öğrenim mekânı/çevresi olarak tasarlanan bir okulun mimari projesinde müdür odası ve öğretmenler odası, “olmazsa
olmaz”larıdır. Ancak en sınırlı durumlarda,
örnekse bir veya iki derslikli bir köy ilkokulu yapılırken bu iki öncelikten birinden
vazgeçileceği zaman öğretmen odası müdür odası ile birleştirilir fakat adı, “müdür
odası” olur. Bin dokuz yüz doksan sekiz
(1998) yılındaki Marmara Depreminde
yıkılan okulun bahçesinde iki çadır kurulmuştu ve üzerlerinde iki levha: Müdür,
Müdür Yardımcısı. Öğretmenler için bir
çadır yoktu.
Öğretmenler odası okulların “çalışanlarının” yaşamlarında mesleki varoluşun farklı
bir boyutunu tamamlar. Meslek yaşamlarını yıllarla tanımlayan öğretmenlerin, çalışma hayatlarında önemli bir dilimini öğretmenler odasında geçirdiğini söylemek
yanlış değildir. Mesleğe ilk kez başlayanlar
sınıfına derse gitmeden önce, orada, perde
açılıp ilk kez seyirci önüne çıkacak sahne
sanatçısının heyecanını yaşarlar. O gün öğretmenler odasının kapısından bir masal
şehrinin büyülü kapısından girer gibi girmişizdir; çok defa okulun kıdemli bir öğ-
retmeninin, daha geliştirici olanı bir müdür
yardımcısının refakatinde ve hem içeridekilere takdim edilmişiz hem de oda bize
tanıtılmıştır. Burası mesleğe yeni girenlerin
veya okula yeni gelenlerin bir tür çekingenlik/yabancılık/acemilik/ çektikleri tereddütlerin ve kaygıların yaşandığı saadet kapısıdır. Öğretmenler odasının kapısı, meslekte
okul veya eğitim yöneticiliğine yükselen
merdiven öncesindeki sahanlıktır. Çünkü
bizim örgütsel ve eğitsel geleneğimiz, yönetici yetiştirme felsefemizde, öğretmen
olmadan yönetici olunmaz.
Öğretmenler odası, müdavimleri, boyutları
ve donanımı, düzenlemesi ile “okulda etkili iletişimin” başlangıç noktası kabul edilebilir. En uzak kaynaklardan çok değişik,
yoğun araçlar ve kanallarla sağlanan “bilintiler” (enformasyonlar) bu odada sesli (fısıltı, sohbet, yüksek sesle yapılan duyurular
vb.), iki boyutlu (yazılı, grafik tarzı) materyallerle veya üç boyutlu nesnelerle paylaşılır, takas edilir ve çok defa kişilik özellikleri,
kültür süzgeçlerinden geçirilerek geçerlik
güvenirlikleri sınanır. Sonrasında, bilintilere farklı yorum ve anlamlar, içerikler eklenerek işlenir ve geldiklerinden daha uzak
Öğretmenler odasında her öğretmenin bir
mülkiyet payı vardır: Dolabı. Aslında bir
okulun öğretmenler odasını ziyaret etmek
kurumu değerlendirmek açısından önemli ipuçları verir. Dolapların üzerindeki
isimler, hep aynı boy, aynı renk kâğıtlara,
bilgisayarda yazılmış, hepsi dolap kapaklarının aynı yerine yapıştırılmış. Ne düşünürsünüz? Düzen/nizam-intizam arayışının
yoğun olduğu bir okulda mıyız? Olabilir.
Dolap kapaklarının birçoğu açık, hatta sarkık olabilir. Anahtarlarını bir önce kullanan
meslektaşımız almış götürmüş veya vermemiştir; ya da kaybolmuştur. Dolapların içi
öğretmenin mahremiyetidir. Bir çay içme
bardağı, genellikle porselen kulplu ve mesleki kitaplar ile öğrenim araç gereçlerini
göz ucu ile fark edersiniz. Bardağı (kupanın) şekli, rengi, deseni, dolabın yerleştirilişi, örneğin dolap kapağının içinde yapıştırılmış olan bir şeyler öğretmenin “estetik”
kaygıları hakkında sizi düşündürüyor mu?
Odaya girdiğinizde sizi karşılayan, hoş geldiniz diyen dolabının başındaki öğretmenin müsaadesi ile içeriye bir bakın bakalım,
meslek/ders kitaplarının dışında başka kitaplar var mı; özellikle bir şiir kitabı?
Öğretmenler odasında duyuruların asıldığı bir alan çoğu kez vardır. Burası, zaman
zaman evlenme, nişan, sünnet gibi sosyal,
taksitli satış duyuruları ve sendikal duyuruların da yer aldığı fakat aslında yönetsel
bir iletişim alanıdır. Bazen burada düğün
davetiyeleri görülür, panonun bir yerlerinde adı geçenlerin çocuklarının doğduğu
hediye alınacağı, “katılmak isteyenlerin”
duyurusu da ilişmiş kalmıştır. Bu iki boyutlu duyuru alanlarının güncelliği ve estetik
kaygısı, okul yönetiminin öğretmenlere
sunumdaki özenini, öğretmenlerin geliştirilmesi için taşınan kaygıların görüntüleri
olarak algılanabilir.
Bir okulda tek bir öğretmen odası mı olma-
lıdır? Öğretmenler odaları okulun neresine
yerleştirilmelidir? Bu sorulara daha doğru
cevaplar verebilmek için mimarlar, projelerini hazırlarken okul yöneticileriyle, eğitimcilerle istişare edebilmelidirler. Türkiye’de
okul mimarlığı yeni yeni bir alan olarak
kendini kabul ettirmektedir. Öğretmen
odalarının büyüklüğü nasıl hesaplanmalıdır? Buralardaki uzun büyük masaların ne
kadar işlevsel olduğunu öğretmenlere sormak gerekir. Farklı büyüklükte çalışmaya
elverişli masalar daha rahat çalışmak için
uygun olabilir mi? Ancak öğretmenler odası aynı anda iki ayrı boyutta hizmet vermelidir: Çalışmak ve dinlenmek.
Okul yöneticileri okul içi girişimlerinde
önceliği yöneticilerin odasından evvel öğretmen odalarının seçimi, hazırlanması,
donatılmasına vermeli ve bu konuda hem
duyarlı hem özverili olmalıdırlar. Öğretmen odaları donatım bakımından zengin
(konforlu) olmalıdır. Sadece saat ve takvim
değil, halı, radyo, televizyon, çay/kahve
makineleri, lavabo, internet ulaşımı, ağır/
estetik pencere perdeleri ve zengin bir
kütüphane. Bu mekân temizlik yönünden
öğretmenleri sınıflarında temizlik konusunda titiz davranmayı anımsatacak düzeyde
olmalıdır. Duvarların uygun yerlerine Ülkemizin, çevrenin kültüründen sanat değeri
olan eserler/nesneler yanında, soyut, şiirsel
görsel öğeler, mizahi çalışmalar yerleştirilebilir. Bütün bu çalışmalarda okul öğretmenlerinin görüş ve katkılarıyla birlikte
yöneticilerinin, iç süsleme alanında deneyimli profesyonellerden yardım/destek alması okulun çevreye açılmasını ve estetik
gelişmesine katkı sağlayacaktır.
Binaları uygun okullarda genellikle okul
yöneticilerinin (müdür/müdür yardımcısı)
odaları ayrı, müstakil ve kapılıdır. Benzer
yerleşim biçimini Türkiye’de devlet dairelerinde, kamu kuruluşlarında yoğun olarak görmek mümkündür. Yanılmıyorsam
Okul
yöneticileri
okul içi
girişimlerinde
önceliği
yöneticilerin
odasından
evvel
öğretmen
odalarının
seçimi,
hazırlanması,
donatılmasına
vermeli ve
bu konuda
hem duyarlı
hem özverili
olmalıdırlar.
9
Akçadağ
ilköğretmen
Okulu’nda,
öğretmenler
odasından
yararlanmam sınırlı
kaldı; üç aylık
öğretmen iken
müdür yardımcısı
oldum; kapılı
odaya taşındım.
Ama okul
yöneticiliğinde
“öğretmenler
odası” benim
“suyolum”
oldu. Okulu
oradan görmek,
dinlemek, teneffüs
etmek, orada
öğretmenlerin
iletişim çemberine
girerek yönetmek
becerisini
kazandım.
10
1980’li yıllarda, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın yeni binası tamamlanmış;
hemen hemen tüm birimlerin Ulus’daki
tarihi binadan buraya taşınmaları başlamak
üzereydi. Bankanın ilk binası yapıldığı dönemin yönetim ve mimari anlayışına göre
projelendirilmişti; müşterilerle doğrudan
teması olanlar dışında tüm amirler ve memurlar, çoğunlukla tek başlarına veya iki üç
kişi birlikte müstakil odalarda çalışmaktaydı. Yeni bina ise, yeni yönetim ve işletme /
çalışma anlayışına göre çalışanların (yöneticilerde çalışanlardır) camlı bölmelerle ayrılan geniş alanlarda, amir ve memurların
birlikte yerleştirilmesini esas almaktaydı.
Bu uygulama Bankanın özellikle ilk ve orta
kademe yöneticilerinin uygulamaya karşı
çok sert direnişine neden olmuştu. Benim
de içinde olduğum bir grup öğretim üyesi,
Bankanın üst kademe yöneticilerine “Çatışmanın/Sürtüşmenin Yönetimi” ilk ve orta
kademe yöneticilerine “Ast Üst Akran İlişkileri”, İnsan İlişkileri/İletişim” konularında
yoğun çalışmalar yaptığımızı hatırlıyorum.
Düşünüyorum. Yeterince büyük bir salonda cam bölmelerle ayrılmış bir düzenleme
ile öğretmen, müdür, müdür yardımcılarının birlikte oturması düşünülemez mi?
Burada rehber öğretmenden söz etmedim.
Ancak okulun uygun bir yerinde düzenlenecek, dışarıdan gelenler için açık “EYVAN“ (özel oda) ihtiyacı olan herkes tarafından bir zaman çizelgesine bağlı olarak
kullanılabilir mi diye düşünüyorum. Ancak
okul dışından gelenlerle ve öğrencilerle
yapılacak kısa görüşmelerin hiçbirinin öğretmen odasına alınması bence amaç ve
biçim bakımından uygun düşmemektedir.
Öğrencilerin kısa öğretmen ziyareti ve görüşmeleri için giriş kapısına yakın bir yere
yerleştirilecek iki koltuk bu amaca hizmet
için yeterlidir.
Bu önerim okul mekânlarının daha etkili
kullanılması açısından olduğu kadar, okul
havasının birlikte teneffüs edilmesi bakımından da etkili olabilir diye düşünüyorum. Doğal olarak okul müdürlerinin üst
düzey ziyaretçilerimizi nerede ağırlayacağız? Okulun temsil edilmesi nasıl olacak?
Soruları gelecektir. Haklı olabilirler. Bence
konunun müzakere edilmesi okulun değişimi, öğretmenlerin mesleki gelişimleri, sağlık, estetik, ekonomik boyutlarda çözüme
giden yollara ulaşabilmek, yönetime yol
gösterici olacaktır. Yukarıda sözünü ettiğim
Türkiye Merkez Bankası yöneticilerine, astları ile aynı mekânda birlikte oturmalarının
sakıncaları sorulduğunda “Benim bir sürü
gizli, özel görüşmelerim var.” demişlerdi. Ben okul yöneticilerinin “çok gizli” ve
“özel” durumları olduğunu düşünmek istemiyorum. Kaldı ki öğretmenler odasında
öğretmenlerin dolaplarının kitli olduğu gibi
yöneticilerin de hem masalarının gözleri,
hem “çelik dolapları” kitli olacaktır.
Bilgisayar gerçekten sayıyor. Bu satırın başına kadar tam 999 sözcük yazmışım. Kim
okur? Öğretmenler Odası’ndan birileri belki. Benim öğretmenler odasında öğretmen
olarak yaşantım çok kısa oldu. İlk atandığım köy okulunda tek öğretmendim, okul
müdür vekilliğini ve aday öğretmenliğini
tek başıma yaşadım. Akçadağ ilköğretmen
Okulu’nda, öğretmenler odasından yararlanmam sınırlı kaldı; üç aylık öğretmen
iken müdür yardımcısı oldum; kapılı odaya taşındım. Ama okul yöneticiliğinde “öğretmenler odası” benim “suyolum” oldu.
Okulu oradan görmek, dinlemek, teneffüs
etmek, orada öğretmenlerin iletişim çemberine girerek yönetmek becerisini kazandım. Eğitim yöneticisi olduğumda her okul
ziyaretimde, öğretmenler odasını ziyaret
etmeden okuldan ayrılmak istemezdim.
En çok ÖĞRETMENLER ODASI’ndaki
meslektaşlarıma saygı duyarım; çünkü onlar benim meslekte “öğrenme çevremin”
canlı ışıklarıdır.
HÜR DÜŞÜNCE
MEKTEBİNİN KAPISI;
“FARKINDALIK”
“Çeşm-i insaf gibi kâmile mizan olmaz
Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.”
Bursavi Tabip Muhammet Bey
M.CÜNEYT ANCIN
Tarih Öğretmeni
Eğitim Yöneticisi / İSTANBUL
Noksan ve tam olanı
birbirinden ayırt etme
yeteneği gibi nesnel
biçimde ve bilinenden
yola çıkarak ulaşacağı
her bilgiyi, kendi
noksanlığının farkında
olarak değerlendirecek
bir insaf ve merhamet
mekanizması
geliştirebilmektir
farkındalık…
İnsan diğer tüm canlılardan önemli ölçüde
ayırt edilebilen özellikleri ile farklı bir varlıktır.
Akıl ve irade yetenekleri ile donatılarak
alet yapabilen, dolayısıyla medeniyet
sahibi olması itibariyle diğer varlıklardan
ayrılır. Bu doğal fark onda çoğu zaman
içselleştirilmiş halde bulunduğundan, göz
ardı edilebilmekte, dolayısıyla insanın,
sahip olduğu değerini göz ardı etmesine
yol açabilmektedir. Şüphesiz her varlık
ve her oluşum birbirinden belli ölçülerde
farklılıklar göstererek meydana gelmektedir.
Tüm bu farklılıkları ayırt edebilecek yetenek
de yalnızca insanda mevcuttur. Eğitim ve
öğretim süreçleri ile özünde insanın ‘ne’lik
ve ‘kim’liğin bilincinde olması öncelenmiştir.
Bu bakımdan kendisinden yalın olarak insan
oluşunun, aynı zamanda ait olduğu kültür ve
medeniyetin temsilcisi olduğunun farkında
olması ve gerekli sorumlulukları üstlenmesi
beklenmektedir. Sonuçta görevi kendiyle ve
içinde bulunduğu toplumla barışık fertler
var etmek olan mektebin ilk ve en temel
işlevi, insanın her yönü ile farkındalığını
arttırmaktır. Bu yüzden tüm bilimlerin
temel eğitiminde işe önce tanımlamalarla
başlanır; daha sonra işlevselliğine geçilir.
Hayat, ontolojik ve epistemolojik olarak
erken yaşlardan itibaren elde edilen tahayyül
ile ömür boyu elde edilen bir farkındalık ve
buna bağlı sorumluluklar içerisinde geçer.
Özgürlük arayışındaki insan, onun nasıl
olduğunu ve ne ile elde edileceğini bulmaya
çalışırken, çevre ile ilişkisi bağlamında
kendinin farkına varmaya çalışmaktadır
aslında. İster istemez mevcut durumunu
sorgulama ihtiyacı içerisinde farkındalığını
arttırma ya da tazeleme talebini devamlı
olarak duymaktadır. Bu da eğitimin yaşam
boyu devam ettiğini göstermektedir. Eskinin
mektebi, bugünün okulu, farkındalıkları
geliştirme konusunda nerede durmaktadır?
Halk arasında ‘Diplomalı cahil’ tabiri
neşvünema bulduğuna ve henüz ‘hayat
mektebinin rahle-i tedrisinden geçmediği’
için davranışları oturmamış talebelerden
bahsedildiğine
göre
okulumuz,
öğretmenlerimiz
ve
müfredatımız
farkındalığı olan insan yetiştirme konusunda
11
Farkındalık,
mektebin
kapısından
eğilerek girmek,
hakikatine
ermek için
kendini bulmaya
adanmak, çileye
hazır olmak
demektir. Hazırda
bulunmaz, reçete
ile satılmaz,
hamken yanılarak
pişmekle, sabır ve
azim ile arayışla
elde edilir.
112
2
başarısız mıdır? İhtiyaçlar hiyerarşisinde
en tepedeki asıl hedefin ‘kendini
gerçekleştirme’ şeklinde tarif edildiği ve
diğer temel beşeri ihtiyaçların yalnızca bu
ana hedefin gerçekleştirilmesinde araç
olduğu, okulumuz ve eğitim sistemimizin
bileşenleri tarafından yeterince idrak
edilememiş
midir?
Makineleşme
çağının robotları, yerini dijital ve daha
hızlı
dönüştürülebilen
paketçiklere
bırakırken, insan-ı kamil arayışı hala
hep hüsranla sonuçlanan beyhude bir
bekleyiş olarak mı sürecek? Her dem
yeniden tanımlanan çağın ‘yeni insan’ı
neyin ne kadar farkında? Engellilerle
ilgili
farkındalık
oluşturulmasından
bahsedilirken hissettiğimiz duyarlılık
bir tür acıma duygusunun ötesine
geçememişken,
yanı
başımızda
doğranan insan nesillerine göstermekten
imtina edilen duyarlılık ve “bana
dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın”
aymazlığı derekesine indirgenmiş his
kaybını nasıl telafi edebiliriz? Giderek
daha bireyci, hatta daha narsist kuşaklar
yetiştirildiğinin farkına varılmasında geç
kalınmış değil midir? İnsanoğlu yedi
milyarı aşkın ayrı parmak ucu ve retina
karakteri olduğunun farkında ve bunları
tasnif edebiliyor gerektiğinde, ama bilgi,
birikim ve becerisini yalnızca savaşmak
uğruna kullanıyorsa, henüz savaşın ve
barışın farkındalığından elbette söz
edemeyiz. Zira mektep, hakikaten “Hür
Düşünce Mektebi” olmaya evrilmek
yerine, savaş adlı oyunun çocuklarının
mektebi olmayı sürdürmektedir bugün.
Kökü fark olan farkındalık, eşyayı
tanımlarken onun zıtlıklarından yola
çıkarak ‘zıtlıkların birliği’ bilgisine
ulaştığımız ve tüm kozmoloji teorilerinin
yolunun uğradığı bir odak terimdir
aslında. Noksan ve tam olanı birbirinden
ayırt etme yeteneği gibi nesnel biçimde
ve bilinenden yola çıkarak ulaşacağı
her bilgiyi, kendi noksanlığının farkında
olarak değerlendirecek bir insaf ve
merhamet mekanizması geliştirebilmektir
farkındalık… Geleneğimizde ‘Faruk’
adı, aynı ünvanla maruf Hz. Ömer’in
en belirgin sıfatı olan adaletli olmayı
açıklar. Kur’an ise aynı zamanda diğer
bir ismi olan Furkan suresinde evreni
fark edilesi nitelikleriyle gözlerimizin
önüne serer; hak ve adaletin şaşmaz
terazisine vurgu yaparken insana
hakikatini hatırlatır. O’nu kendiyle ve
tüm donanımını oluşturan değerleriyle
yüzleştirir; vicdanına hitap ederek
beden kafesinden eşref-i mahlukat olma
mertebesine yücelmenin yolunu gösterir.
Kendiyle barışık ve kendinin farkında
olarak yaşaması için gereken rehberliği
yapar. İletici araçların tekelinden,
sömürüsünden kurtararak yeni bir yol
haritası eşliğinde ve farkındalığına erdiği
tüm engellerini aşması için alıcılarını
açar; adeta yeniden diriltir. Farkındalık,
mektebin kapısından eğilerek girmek,
hakikatine ermek için kendini bulmaya
adanmak, çileye hazır olmak demektir.
Hazırda bulunmaz, reçete ile satılmaz,
hamken yanılarak pişmekle, sabır ve
azim ile arayışla elde edilir. Farkındalık
yolculuktur, yolda olmayı, dengeli
olmayı, karşılık beklemeksizin üretmeyi
ve özde hür olmayı gerektirir. Gerçek
hürriyet ise Sokrates’in işaret ettiği ve
Delphoi tapınağının kapısında yazıldığı
gibi “gnoth seauton” yani “kendini tanı”
uyarısını dikkate almakla başlar; çünkü
kendini bilen Rabb’ini de bilir, haddini
de bilir…
Y KUŞAĞI ÜZERİNDEN BİR
TÜRK MİLLİ EĞİTİM SİSTEMİ
SORGULAMASI
MUHAMMET YILMAZ
DKAB / İSTANBUL
Yaklaşık çeyrek asırdır
liselerde ders ve ders
dışı etkinliklerde
öğrencilerle oldukça
yakın ilişkiler kurarak
öğretmenlik yapan bir
kişi olarak birçoğuna
bizzat şahit olduğum bu
tespitlerin önemli bir
kısmına katılıyorum.
Web: www.muhammetyilmaz.com
E-mail: [email protected]
2013 yılı Mayıs ayında, Taksim Gezi
Parkı’nın yeniden düzenlenmesine karşı
çıkan bir grup insan seslerini duyurmak
için parkta çadır kurdu ve eylem yapmaya
başladı. Kendi ifadelerine göre Taksim Gezi
Parkı’ndaki ağaçların kesilmesi/başka yere
taşınmasına, parka alış veriş merkezi (AVM),
rezidans (restoran, otopark, havuz, alışveriş
merkezi gibi birimleri içinde bulunduran
ve otel gibi hizmet veren gökdelenlerdeki
daireler/konut) ve tarihi Topçu Kışlası
yapılmasına karşı çıkıyorlardı. Kurdukları
çadırların polis tarafından bir gece sabaha
karşı şiddet ve gaz bombaları kullanılarak
sökülmesi ile başlayıp daha sonra büyük
toplumsal eylemlere dönüşen olaylarla
birlikte toplumda yaşayan kuşakların X, Y, Z
şeklinde ifade edildiği daha sık duyulmaya
başlandı.
Konu ile ilgili uzmanlar Türkiye’deki
kuşakları sessiz, kentleşen, X, Y ve Z
kuşakları gibi isimlerle adlandırmaktadırlar.
Uzmanlara göre 1927-1945 arasında
doğanlar sessiz kuşağı oluşturuyor ve bu
kuşak “uyumlu” özelliği ile göze çarpıyor.
1946-1964 yılları arasında doğan kuşağın
insanları “kuralcı” kimlikleriyle ön plandalar
ve şu anda Türkiye’yi bu kuşak yönetmekte.
X kuşağını oluşturanlar 1965-1979 arasında
doğmuşlar ve bunlar da “rekabetçi”
özellikleri ile bilinmekteler. 1980-1999
yılları arasında doğan Y kuşağı insanları
“yaratıcı” özelliği, 2000’den sonra doğan Z
kuşağı ise “duygusallıkları” ile diğerlerinden
ayrılmaktalar.
Gezi olaylarındaki eylemlerde Y kuşağı
ön plana çıkmıştır. Uzmanlar bu kuşağın
özelliklerini şöyle sıralamaktadır: Onlar
için anne babaları çok önemli. Birer
yetişkin olmalarına rağmen çoğunlukla
anne babalarıyla oturuyorlar. Kira ve
faturaları ödemekle uğraşmak istemiyorlar.
Bu
sebeple
“ileri
ergen”
olarak
nitelendiriliyorlar. Kendilerini dünyanın
merkezi olarak algılıyorlar. Özgüvenleri var
ama bu özgüvenlerini ailelerinden aldıkları
destekten devşiriyorlar.
Kendi
kafalarına
uymayanlara
dayanamıyorlar. Kendi çıkarlarına ve
keyiflerine dokunmadıkça çoğulculuktan
yanalar. Kendi farklılıklarına ne olursa
olsun saygı gösterilmesini istiyorlar ama
kendileri sevmedikçe ve beğenmedikçe
başkalarına saygı duymuyorlar. Onları dar
kalıplara hapsedecek ve tek tipleştirecek
gruplaşmalara ve örgütlenmelere karşılar.
Kendi yeteneklerinin ve kişisel özelliklerinin
çevresindekiler tarafından bilinmesinden ve
kendilerine değer verilmesinden son derece
hoşlanıyorlar.
Facebook ve Twitter üzerinden çok hızlı bir
şekilde organize olabiliyorlar. Ortak amaçlar
ve çıkarlar etrafında bir araya gelebiliyorlar.
En önemli özelliklerinin her şeyi sorgulamak
olduğu söyleniyor ama sanal âlemdeki
13
13
Uzmanlara göre 1927-1945
arasında doğanlar sessiz
kuşağı oluşturuyor ve bu
kuşak “uyumlu” özelliği
ile göze çarpıyor. 19461964 yılları arasında doğan
kuşağın insanları “kuralcı”
kimlikleriyle ön plandalar
ve şu anda Türkiye’yi
bu kuşak yönetmekte. X
kuşağını oluşturanlar 19651979 arasında doğmuşlar
ve bunlar da “rekabetçi”
özellikleri ile bilinmekteler.
1980-1999 yılları arasında
doğan Y kuşağı insanları
“yaratıcı” özelliği, 2000’den
sonra doğan Z kuşağı
ise “duygusallıkları” ile
diğerlerinden ayrılmaktalar.
KAYNAKÇA
1.http://www.isteinsan.com.tr/isteinsan_
gazete/y_kusaginin_fendi_patronlari_
yendi.html
2.http://www.hurriyet.com.tr/
yazarlar/23465715.asp
3.http://www.bugun.com.tr/y-kusagiyazisi-704123
4.http://www.kigem.com/adan-zye-ykusagi.html
5.http://www.acarbaltas.com/makaleler.
php?id=97#.Uek2ZNJM8Z4
14
14
bilgilerin doğruluğunu sorgulamakta bu
kadar başarılı değiller. Bilgisayar ve cep
telefonu ile büyüdüklerinden dikkatlerini
toplamakta zorlanıyorlar bu nedenle
çabuk dağılıyorlar ve zamanlarını da iyi
kullanamıyorlar.
Y kuşağı çalışanları öğrenmek, gelişmek,
hızlı yükselmek ve kırklı yaşlarda emekli
olmayı
isterler.
Çevresindekilerden
beklentileri yüksektir. Başarısızlıklarının
kendilerine eleştirel değil yapıcı bir şekilde
söylenmesini arzularlar. Emir almaktan
hoşlanmazlar ama birilerinin kendilerine
rehberlik yapmasını beklerler. Genellikle
sabırsızdırlar; birçok şeyin “hemen şimdi”
olmasını isterler, isteklerini ertelemeleri
gerektiğini düşünmezler. Uzun süreli
sadakat göstermeyen bir yapıya sahipler.
Kolay kolay tatmin olmazlar. Rahatlarına
düşkünler. Çalışmayı ve sosyalleşmeyi
pek sevmezler. Kendine ait bir dünyaları
vardır. Kendi fikirlerine çok önem verirler
ve fikirlerinin mutlaka sorulmasını isterler.
Kolay öğrenmeleri, teknolojiye yatkın
olmaları, gelişmeye açık olmaları Y kuşağının
en önemli özelliklerinden olduğu için
potansiyellerinden yararlanma konusunda
değerlendirilmeye açıktırlar.
Bu konuda şahsen bir araştırma yapmadım
ama yaklaşık çeyrek asırdır liselerde ders ve
ders dışı etkinliklerde öğrencilerle oldukça
yakın ilişkiler kurarak öğretmenlik yapan bir
kişi olarak birçoğuna bizzat şahit olduğum
bu tespitlerin önemli bir kısmına katılıyorum.
Y kuşağının Türkiye’de, Türk Eğitim Sistemi
içinde örgün eğitim aldıkları ve Milli
Eğitim Bakanlığı tarafından belirlenen ders
programlarını uygulayan okullara devam
ettikleri göz önünde bulundurarak temel
bir soru ile konunun irdelenmesi gerektiğini
düşünüyorum:
Y kuşağı Türk Milli Eğitim Sistemi’nin bir
ürünü müdür?
Bu sorunun analizini yapmak için Türk Eğitim
Sistemi’nin genel amaçları ile Y kuşağının
özelliklerinin karşılaştırılması gerekmektedir.
Milli Eğitim Temel Kanununun ikinci
maddesinde Türk Milli Eğitiminin genel
amacı ifade edilmiştir. Kanaatimize göre Y
kuşağının bahsedilen özelliklerini göz önüne
aldığımızda Türk Milli Eğitiminin genel
amaçları ile örtüştüklerini söylemek oldukça
zordur.
Türk Milli Eğitiminin genel amaçları üç ana
bölümde ifade edilmiştir. Bunlardan birincisi
milli ve manevi değerler ile devlete bağlılığı
hedefler. Yukarıda ifade edilen özellikleri göz
önünde bulundurup kendi gözlemlerime
dayanarak söyleyecek olursam Y kuşağının
kanunda ifade edilen değerlere bağlılık
amacına ulaşamadığı kanaatindeyim. İkinci
bölümde ifade edilen amaçlar beden,
zihin ve ahlak bakımından hedefler ortaya
koyar. Y kuşağının Gezi Parkı eylemlerindeki
uygulamaları özellikle ahlaki açıdan bu amaca
ulaşmada pek de başarılı olamadıklarını
göstermiştir. Üçüncü bölümdeki hedefler
de bireylerin kendi ayakları üzerinde
duracak şekilde yetiştirilmeleri gerektiğini
anlatmaktadır. Otuzlu yaşlarına gelmelerine
rağmen ebeveynlerine bağımlı olmaktan
kurtulamamaları ve sorumluluk almaktan
kaçınmaları bile bu konuda aldıkları eğitimin
başarılı olmadığını göstermeye yeterlidir
kanaatindeyim.
Bu şartlarda yeni bazı soruların sorulması
zorunlu hale gelir. Acaba Türk Milli
Eğitimi işlevini yitirmiş midir? Bu durum
bir başarısızlık olduğuna göre ülkeyi
yönetenlerin, eğitim teorisyenlerinin ve
uygulayıcı öğretmenlerin bu sonuçtaki
payı nedir? Eğitimle ilgili herkesin üzerinde
düşünmesi gereken bu sorulara verilecek
cevapların eğitim açısından geleceğimizi
şekillendireceği için üzerinde önemle
durulması gerektiği kanaatindeyim.
Eğitim
Devletin Görevi
Değildir
adil gülmez
DKAB / İSTANBUL
Milletler, değişik
zaman dilimlerinde
insanlarını çağın
gerekleri olan
bilgilerle ne ölçüde
donatmışlarsa o
ölçüde başarılı
olmuşlar ve bilgi
çağının içinde yer
Ayakta kalabilmek, rahat ve huzurlu bir
hayatı yakalayabilmek, uluslararası yarıştan
kopmamak, üstelik ön plana çıkabilmek ve
geleceğe uzanabilmek için bir milletin en
öncelikli meselesi eğitim olmalıdır.
Bugünün her yönüyle önde gelen ülkelerinin bu seviyelerini iyi bir eğitimle yakaladıkları tartışma götürmez bir gerçektir.
Bir başka ifadeyle milletler, değişik zaman
dilimlerinde insanlarını çağın gerekleri olan
bilgilerle ne ölçüde donatmışlarsa o ölçüde
başarılı olmuşlar ve bilgi çağının içinde yer
alabilme şansını yakalayabilmişlerdir.
Buna karşılık, insanını çağın gerektirdiği
bilgiler yerine, belli bir ideolojinin dar kalıpları içindeki bilgilerle donatan ülkeler,
onayladıkları bilgiler ve amaçladıkları hedefler yönünden kendilerine göre oldukça
iyi bir eğitim vermelerine rağmen; hem
bilgi çağının dışında kalmışlar hem de özledikleri ve önemsedikleri ideolojilerinin
yıkılmasına engel olamamışlardır. Sovyetler Birliği bunun en son, en açık ve en acı
örneğidir.
alabilme şansını
Bu gibi acılara düşmemek için, öncelikle
çağın gerektirdiği bilgilerin tarafsız bir gözle ve doğru bir şekilde belirlenmesi gerekir.
yakalayabilmişlerdir.
Böyle bir tespitin dayatmacı bir zihniyetle;
ideolojinin daracık kalıplarına sıkıştırılmış
bir kafa yapısıyla; ben yaparsam olur ya
da ben yaptım oldu vurdumduymazlığıyla;
ben her şeyi bilirim ya da her şeyi sadece
ben bilirim ahmaklığıyla; devlet olarak ben
ne dersem o olur anlayışıyla sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi mümkün değildir.
O halde, çağın gerektirdiği bilgileri kim/
kimler nasıl, hangi ölçülere dayanarak tespit edeceklerdir?
İlk bakışta cevaplandırması zor bir soru gibi
gözükmesine rağmen; bu hiç de cevaplaması zor bir soru değildir.
Öyleyse, nedir bu sorunun cevabı ve bu
cevabı kim/kimler verecektir mi diyorsunuz?
Dikkatli bir gözle bakıldığında, bu tespitte
hak ve yetki sahibi olan iki ana faktörün,
belirleyici gücün varlığı derhal görülecektir.
Birinci faktör, hayatın bizzat kendisidir ve
asıl belirleyici güç odur. Gerçekten de, hayat neyi gerektiriyorsa, zaman neyi gerektiriyorsa, gün neyi gerektiriyorsa çocuğa bilgi
olarak o verilecektir.
Hayatın, zamanın, günün ne gerektirdiğini
ya da gerektireceğini bilmek ise hiç de zor
değildir.
15
Çevreye şöyle bir bakmamız ve çağın nereye
doğru gittiğini görmemiz, bu sorunun cevabını bulmamız için yetecektir.
kendileri için yararlı şeylerle dolduramazlarsa; o boşluklar, başkaları tarafından kötü,
çirkin, zararlı şeylerle doldurulacaktır.
Fakat çağa gözlerimizi kapar ya da görmek
amacıyla bakmazsak… Üstelik kimi ön kabuller doğrultusunda çocuğun beynini yıkayıp, onu ideolojimizin bekçisi yapmak amacıyla ne işe yaradığını kimselerin bilmediği
arkaik bilgileri çocuğa enjekte etmeye kalkışacak olursak… Hayatın, zamanın, günün,
kısacası çağın gerektirdiği bilgilerin ne olduğunu bulmamız ve bilmemiz hiçbir şekilde
mümkün olmayacaktır.
Bu nedenle insan zamanla yarışmak ve hayatın boşluklarını, zamanında ve istediği biçimde, iyi, güzel, yararlı şeylerle doldurmak
zorundadır.
Çağın neler gerektirdiğinin en çarpıcı ve en
açık örneklerini üretim alanlarında görüyoruz.
Çağın neler
gerektirdiğinin
en çarpıcı
ve en açık
örneklerini
üretim
alanlarında
görüyoruz.
16
Dün gündemimizde olmayan, üstelik hayalini bile edemeyeceğimiz, yüzlerce ve hatta
binlerce ürünün bugün üretimi yapılıyor; bu
ürünleri daha da geliştirmenin, daha da kaliteli yapmanın ve ucuza mal etmenin yolları
aranıyorsa; bütün bu arayışların nedeni bugünün yani çağın gerektirdiği içindir.
Günümüz dünyasında, ayakta kalmak isteyen her millet, günün ve çağın gerektirdiği
bu ürünleri üretebilmek için gerekli olan teknolojik bilgileri edinmek, bu bilgileri sürekli
geliştirmek ve yenileştirmek zorundadır.
Aksi halde kılık kıyafetiyle, oturup kalkmasıyla, yiyip içmesiyle, afrası tafrasıyla, kısacası her çeşit monşerce davranışlarıyla,
kendisini çağdaş sansa bile çağın tamamen
dışında kalmıştır da haberi bile olmamıştır.
Hayat gerçekten son derece dinamiktir; yeter ki bizler hayatın bu dinamizminin önünü
kesmek için çaba göstermeyelim.
Hayat durağanlığı sevmediği gibi, hayat boşluk da kabul etmez.
Eğer insanlar hayatın dinamizmine ayak uyduramaz ve onun boşluklarını iyi, güzel ve
İşte bu noktada insana bir gözleyici, bir yol
ve yön gösterici, bir elinden tutucu ve yardımcı olucu gerekir.
Bir başka ifadeyle, insanı birinci derecede
yönlendiren, herhangi bir konuda motive
eden ilk faktör günün ve çağın gerektirdikleriyse…
İkinci faktör, insanın en yakınları olan anne
babası, yakın akrabaları ve aile çevresidir.
Bunlar çocuğun hangi bilgilerle donanması
ve bezenmesi gerektiğine karar verecekler
olanlardır.
Aslında demokrasinin ve insan haklarına
saygının gereği budur.
Çünkü demokrasilerde çocuğun sahibi yani
velisi anne-babasıdır; hiçbir şekilde devlet
değildir.
Devletin velayeti komünist ülkelerde söz konusu olabilir.
Bir başka ifadeyle, komünist ülkeler dışında,
millet adına devlet yönetimini ellerinde tutanların milletin iradesine ve doğal haklarına
ambargo koyma hakları yoktur.
Üstelik eğitim hiçbir şekilde devletin görevi
değildir.
Eğer bir ülkede herkes, herkesim kendi üzerine düşen görevi yaparsa, o ülkede hem
gelişme ve kalkınma olur hem de huzur ve
kardeşlik gerçekleşir. Bunun doğal sonucu
olarak, o ülke güçlenir ve diğer ülkeler arasında saygın bir yere sahip olabilir.
*
Eğitim sistemi üzerinde söz ederken, konuya
iki ayrı açıdan bakmak gerekmektedir…
İlki sistem açısından…
İkincisi uygulama açısından…
Eğitimimizin asıl sorunu bugünkü sistemdir.
Gerçekten de, mevcut eğitim sistemimizle
insanımızı yetiştirmemiz, bilgi çağını yakalamamız, uluslararası yarıştan kopmamamız,
büyük başarılara imza atmamız mümkün
değildir.
Bunun nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
İlkokuldan başlayarak lise sona kadar devam
eden on iki yıllık eğitim sürecinde curcuna
hâkimdir. Bu süreç, çocuğun kafasını karıştırmaya, zihnini tahrip etmeye, gönlünü
incitmeye yönelik öyle bir eğitim sürecidir
ki; çocuk akla gelebilen her konuda ders
almak, aldığı bu derslerden başarılı olmakla
yükümlüdür.
Yakından bakınca daha kolay görülebileceği
gibi, bu eğitim sürecinde, tıpkı aşure çorbasına benzer şekilde, her şeyden biraz bir
şeyler vardır.
Ve her şeyden biraz bir şeylerin öğretildiği,
fakat herhangi bir şeyin çok iyi öğretilmediği
bu eğitim süreci, ülkemiz ortalamasına göre,
insan ömrünün yaklaşık %16-17’lik bir kısmına karşı gelmektedir.
Bir eğitim sürecinde bu kadar farklı ders
okutulmasının anlamı, çocuğun nereye gideceğinin ve ne olacağının belli olmaması
olarak özetlenebilir. Gerçekten de, on iki yıllık bu eğitim döneminin, yolu ve yönü belli
olmayan, tamamen genel kültüre dayalı bir
eğitim süreci olduğunu görüyoruz. Üstelik
genel kültür adı altında verilen bu bilgilerin
büyük çoğunluğunun, güncellikten uzak,
eski, dolayısıyla yanlış olduğunu söylemek
pek de abartılı bir değerlendirme olmayacaktır.
İletişim teknolojisinin çok geliştiği ve her
türlü sınırı kaldırdığı günümüz dünyasında,
genel kültür edinmek isteyen bir genç, bu
bilgilerin çok daha fazlasını ve doğrusunu,
çok daha kısa sürede, daha kolay, daha masrafsız öğrenme imkânına sahiptir.
Çocuğun ilgi alanını hiç dikkate almadan,
her şeyden biraz bilsin, belki ilerde lazım
olur mantığıyla, kimi bilgilerin, temcit pilavı
gibi ısıtılıp tekrar çocuğun önüne konmasını, bilginin şimşek hızıyla değiştiği bu çağda,
bilimsellikle bağdaştırmak mümkün değildir.
Ülkemiz eğitim sistemi bu açmazdan kurtarılamayacak olursa…
Ülkemiz eğitim seviyesinin bir yerlere gelmesi, bu eğitim sistemimizde yetişen insanlarla bilgi çağında kendimize yer bulmamız
imkânsızdır.
Bugünkü eğitim sisteminin, gençlerimizi
eğitmesi, çağı yakalaması, bilgi çağının içinde yer alacak bir gençlik oluşturması mümkün değildir.
İlkokuldan başlayarak, üniversite sona kadar
eğitim sistemimiz açmazlarla doludur.
Bu açmazları şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Eğitim sürecinin tamamı, gerek
ders çeşidi, gerekse derslerin içeriği bakımından, özden ve esastan uzak olup;
eğitimin belli bir yönü ve hedefi yoktur.
Bir başka ifadeyle, hangi derslerin niçin
okutulduğunu ve hangi konuların niçin o
dersin içinde yer aldığını, hiç kimse net
bir biçimde söyleyemez. İşte bu haliyle
eğitim, bir tereddütler yumağıdır ve her
şeyden biraz muhtaç bir aşure çorbası
görünümündedir.
2.
Sistem, bir bütün olarak daimi bir
On iki
yıllık eğitim
sürecinde
curcuna
hâkimdir. Bu
süreç, çocuğun
kafasını
karıştırmaya,
zihnini tahrip
etmeye,
gönlünü
incitmeye
yönelik öyle bir
eğitim sürecidir
ki; çocuk akla
gelebilen her
konuda ders
almak, aldığı
bu derslerden
başarılı olmakla
yükümlüdür.
17
Çocuğun
ilgi alanını
hiç dikkate
almadan, her
şeyden biraz
bilsin, belki
ilerde lazım
olur mantığıyla,
kimi bilgilerin,
temcit pilavı
gibi ısıtılıp
tekrar çocuğun
önüne
konmasını,
bilginin şimşek
hızıyla değiştiği
bu çağda,
bilimsellikle
bağdaştırmak
mümkün
değildir.
18
korku içindedir ve bu korku aynıyla
eğitime de yansımaktadır. Buna göre,
ülkede birileri bir şeyler yapacak ve sistemin kaymağını yiyenleri iş başından
uzaklaştıracaktır. Dolayısıyla, bu birilerine imkân tanımamak ve fırsat vermemek
için, gerekliliğine, ilmi olup olmadığına
bakılmaksızın, eğitimin belli kabulleri,
belli tabuları olmalı ve eğitim bu kabullerin ve tabuların oluşturduğu bir kalıba
oturtulmalıdır.
3. Ülkemiz eğitim sisteminin esası,
diplomalara ve bu diplomaları kazanmak
için harcanması gereken sürelere endekslidir. Yani eğitim tamamen şeklîdir,
muhteva hiçbir şekilde ön planda değildir. Bu nedenle, insanımız, genel olarak
bilgisiyle öne çıkmayı değil, etiketiyle
öne çıkmayı sever duruma getirilmiştir.
4. Ülkemiz eğitim sisteminin belki en
büyük çelişkisi iyi olsun kötü olsun, yararlı olsun zararlı olsun, hiçbir şeyi tam
olarak öğretmemesidir. Öğrenmeyi sürekli olarak bir sonraki eğitim dönemine,
daha açık bir ifadeyle bir başka bahara
bırakması sistemin en önemli çıkmazıdır. Bu nedenle, üniversite eğitiminin
adı, anahtar eğitimidir ve bir meslek
sahibi olunduğu bu eğitim döneminde
bile Türk gencinin herhangi bir konuda
derinliği sağlanmaz ve yine her şeyden
biraz bir şeyler öğretilmeye devam edilir.
5. Sistemi ellerinde tutanlar, dolayısıyla,
devlet adına milletten alınanların başına çöreklenme imkânına kavuşanlar, iyi
yetişmiş, yani bilen insandan hoşlanmamaktadırlar. Bu bakımdan yarım adam
yetiştiren sistem, sistemin ağalarının işine
gelmektedir.
6. Sistemin bir başka açmazı ise sistemin
bütününde olduğu gibi, eğitim sisteminde de sistemin ağalarının, yanlış da olsa
kendilerine ait orijinal hiçbir fikirlerinin
ve görüşlerinin olmayışıdır. Bu nedenle,
beğenmeseler de sisteme dokunmaya,
şurasında burasında tadilat yapmaya cesaret edememektedirler. Gerçekten de
düzeltelim derken daha da bozarsak korkuları yabana atılacak cinsten değildir.
Sistemin ağaları açısından konuya baktığımızda sivil anayasa yapımına direnenlerin
gerekçelerini anlayabilirsiniz.
*
Yeni Eğitim Yılı Başlarken
Bu sistem içinde yapılacak kimi düzenlemelerle gençlerimizi biraz daha bilgili hale
getirmek mümkünse de evrensel yarıştaki
kayıplarımızın telafisi için “biraz daha bilgili
olmak” yeterli olmaz.
Eğitimi
Yeniden Düşünmek
Yeni bilgiler ve yeni teknolojiler üreterek,
bilgi çağının içinde yer alabilecek yepyeni
bir gençlik yetiştirebilmek için yeni bir eğitim sistemini aramak ve bulmak zorundayız.
Bu yeni eğitim sisteminin ana unsurları şunlar olabilir:
1. Sistem, bilgi çağının gereklerine
uygun bilgileri içermeli; eğitim, hayatın
ihtiyaçları göz önüne alınarak düzenlenmelidir.
2. Sistem, anne-babanın ve çocuğun
tercihlerine cevap verecek biçimde olmalıdır. Çocuk geleceğin büyüğüdür, hür
olarak yaratılmıştır, hür olarak yaşama
hakkına sahiptir. Sistem tarafından kobay
gibi görülen ve gençlik yıllarını dayatmalarla geçiren bir insanın hayatının ilerleyen yıllarında gerçek anlamda hür olması
mümkün değildir.
3. Sistem, “ağacı yaşken eğecek”, “demiri tavında dövecek”, “su akarken testiyi dolduracak” biçimde sürekli ve yoğun
olmalıdır.
4. Sistem, malumat sahibi olanı değil
de eğitim sürecinde öğrenen ve bilen insanlar yetiştirmelidir.
5. Sistem, mevcut kaynakları ve her
türden atıl kapasiteyi en iyi şekilde değerlendirecek biçimde olmalıdır.
Sinan AYDIN
DKAB / İSTANBUL
Bir araştırmaya
göre bundan
50 sene kadar
önce okulda
öğrenilenlerin
%75’i gerçek
hayatta
uygulanıyorken,
bugün
sadece %2’si
uygulanabiliyor.
İnsanlar günümüzde, geçmişe kıyasla
çok daha fazla bilgiye maruz kalmaktadırlar. Milat referans alınınca, tarihte
bilginin ilk kez kendini katlaması 1750
yıl almış, sonra bilgi kendini 50 yılda
katlamış, günümüz dünyasındaki bilgi
kendini her 4 yılda bir katlıyor. 2020’ye
gelindiğinde ise bilginin kendini her 73
günde bir katlaması bekleniyor. Biz, bu
yeni bilginin ancak küçük bir parçasına
vakıf olabiliyoruz. Acaba vakıf olduğumuz bu küçük bilgi parçasının boyutları
nedir?
2008 yılında, San Diego’da bulunan
Kaliforniya Üniversitesinden iki araştırmacı, Roger Bohn ve James Short,
insan beyninin bir günde maruz kaldığı bilginin miktarını belirlemek üzere
bir araştırma yapmaya karar verdiler.
Ancak insan beynine gelen bilgi faklı
biçimlerde gelebildiğinden, ayrıca televizyon ve videolardan gelen bilgiyi,
dergi ve gazetelerden gelen bilgi ile
mukayese etmek zor olduğundan, bütün bilgiyi standart bir ölçüm birimine,
yani kelimelere dönüştürmeye karar
verdiler.
2009 yılında açıkladıkları nihai raporlarına göre ABD’de yaşayan ortalama bir
insanın beyni, her gün 100500 kelimeye maruz kalıyor. Ve bu rakam her yıl
% 2,6 oranında artıyor. (Bu sayı 2012
yılı için ortalama 108500 kelimeye tekabül ediyor.) Araştırmacılar bütün bu
kelimelerin nereden geldiğini de tespit
etmeye çalışmışlar:
Kaba bir hesapla, bu kelimelerin, % 45’i
televizyondan, % 27’si bilgisayardan, %
11’i radyodan, % 9 basılı medyadan, %
5 telefon konuşmalarından ve geri kalanı da küçük miktarlar halinde oyunlardan ve diğer bilgi kaynaklarından geldiğini tespit ettiler.
19
duğu tartışmaya açıktır. Çünkü yapılan
başka bir araştırmaya göre bundan 50
sene kadar önce okulda öğrenilenlerin
%75’i gerçek hayatta uygulanıyorken,
bugün sadece %2’si uygulanabiliyor.
Yapılan bir başka araştırma da konumuzla bağlantılı. O araştırmaya göre ise
Türkiye’de 180 iş günü okul var. İlköğretim okullarında eski haftalık ders çizelgesine göre günde 6 saat ders işleniyor. Yılda 180X6=1080 ders saati eder.
Bu 1080 saatlik dersin ortalama sadece
300 saatinin etkin kullanılabildiği tespit
edilmiştir.
Okulda öğrenilenlerin sadece %2’si
gerçek hayatta uygulanıyorken, 1080
saatlik dersin sadece
ortalama 300 saati
etkin kullanılabiliyorken siz öğrencileri
nasıl ve ne kadar
20
etkileyebilirsiniz?
Bu araştırmanın bizi daha çok ilgilendiren tarafı, örgün öğretimin “diğer bilgi
kaynakları” kategorisinin derinliklerinde bir yerde, % 1’den düşük oranla yer
alıyor olmasıdır. Sınıfta yapılan çalışmalar, yüksek öğretim gören öğrencilerde bile, gün içinde maruz kaldıkları
bilginin görece olarak küçük bir kısmını
oluşturuyor. Tabi bu bilgiler okul ya da
yüksek öğrenim kurumu gibi güvenilir
bir kaynaktan geldikleri için gündelik
olarak maruz kaldığımız diğer bilgilerden çok daha değerli kabul edilirler.
Okul, okuma-yazma ve matematik
gibi gerekli becerilerin geliştirilmesine
odaklanır. Ancak öğrenci gelişme kaydettikçe, gerekli becerilerin yerini giderek öğrenilmesi istenen beceriler alır ki
hızla gelişen ve değişen dünyada bunların bazılarının ne kadar işe yarar ol-
Öte yandan okullar haricinde pek çok
farklı kurum da bilgiyi anlaşılabilir formatlarda sunabiliyor ve bunu çok daha
ucuza mal edebiliyorlar. Okul öncesi
eğitimden yüksek lisansa kadar bütün
öğretim sistemleri, yüksek maliyetli ve
yoğun emek içeren bir süreç etrafında
konumlandırılmıştır. Öğretmen sınıfın
karşısında durur ve öğrencinin öğrenmesi gereken bilgiyi açıklar. Öğretmene
bağımlı eğitim sistemleri aynı zamanda,
zamana bağımlı, mekâna bağımlı ve
duruma bağımlı olurlar. Öğretmen bilgi
akışını açıp kapatan bir kumanda vanası işlevi görür. Bütün bu bağımlılıklar,
öğrencilerle aradıkları bilgiyi bir araya
getirmenin maliyetini yükseltir. Maliyetin yükselmesinin ötesinde bu durum
öğrencinin özgüvenini de olumsuz etkiler. Oysa eğitimde özgüven çok önemlidir. Özgüvenden kasıt çocuğun öğretmene bağlı kalmamasıdır. Öğretmen ile
öğrenci arasındaki göbek bağı kopmalı.
Çocuk özgüven kazanmalı. Okullardaki
haftalık ders saati sayısının fazla olması
ve öğrencinin adeta dersten derse koşturulması da istenenin tersine “öğrenci
kendi kendine öğrenemez; o yüzden
biz ona her şeyi öğretelim” mesajını
vermektedir. Oysa öğretmenler öğrencilerine okuyarak kendi kendine öğrenmesini ve dolayısıyla kendi kendine
öğrenme özgüvenini kazanmasını, öğretmeyi hedeflemelidir.
İnsanların kafasını bilgiyle doldurmak,
onları bir anda topluma katkıda bulunan bireyler haline getirmediği gibi,
pahalı eğitimlerinin öğrencilere iyi bir
yatırım rantı sağlayacağının da garantisi yoktur. ( Bu araştırmanın yapıldığı
dönemde, ABD’de doktora diploması
olup, kapıcılık yapan 5.000 ‘den fazla
kişi tespit edilmiştir.)
Buna karşın insanlar; televizyon, çevrim
içi çalışma grupları, e-kitaplar, radyo ve
gazetelerden hemen anında ve çok
daha düşük bir maliyetle bilgi alabiliyor.
Bugün bilgisayar sahibi olan herhangi
biri, dünyanın önde gelen üniversitelerinde okutulan 200 binden fazla derse
erişebiliyor. Hem de tamamen ücretsiz
olarak… Görüldüğü gibi eğitim, devrime yatkın bir sistemdir. Öngörülen o
ki, pek yakında, genç bir yazılımcı iyi
planlanmış bir çevrim içi ders oluşturma programı yazacak ve şablon haline
getirilmiş bu programı kullanan herhangi bir uzman da kendi ders paketlerini
oluşturarak dünyanın herhangi bir yerinde bulunan herhangi birinin, istediği
zaman bu dersleri almasını mümkün
hale getirecektir.
Bu bilgiler ışığında, okullarımızın yeniden açılacağı bu dönemde, “eğitimi
yeniden düşünmeye” sizleri davet ediyorum ve kendi kendimize şu soruyu
sormamız gerektiğine inanıyorum:
Şu halde çocuk kimin ve biz okullarda
ne yapmaya çalışıyoruz?
Yani bir gün içerisinde işitilen kelimeler
örgün öğretimde, “diğer bilgi kaynakları” kategorisinin derinliklerinde bir
yerde, yüzde birden düşük oranla yer
alıyorken, okulda öğrenilenlerin sadece
%2’si gerçek hayatta uygulanıyorken,
1080 saatlik dersin sadece ortalama
300 saati etkin kullanılabiliyorken siz
öğrencileri nasıl ve ne kadar etkileyebilirsiniz? Mademki çocuğu etkilemek
bu kadar zor, o zaman çocuğu başarısız
diye etiketlemekte kolay olmamalı değil mi?
Çünkü çocuğun başarılı olabilmesi o
kadar çok değişkene bağlı ki!..
Peki, o zaman gücümüz sadece çocuklara mı yetiyor acaba?
1.
Kaynak:
2.
1. Eğitimi Yeniden Düşünmek, Thomas Frey
(Çeviri: Sedat Girgin), SkyLife Dergisi, Mart
2011,
3.
2. Bilgi Toplumuna Geçişte Üniversitelerin
Rolü, Yunus Çengel, Adnan Menderes
Üniversitesi, 26 Eylül 2011 Tarihindeki Sunumu,
Eğitimde özgüven
çok önemlidir.
Özgüvenden kasıt
çocuğun öğretmene
bağlı kalmamasıdır.
Öğretmen ile öğrenci
arasındaki göbek
bağı kopmalı. Çocuk
özgüven kazanmalı.
Okullardaki haftalık
ders saati sayısının
fazla olması ve
öğrencinin adeta
dersten derse
koşturulması da
istenenin tersine
“Öğrenci kendi
kendine öğrenemez;
o yüzden biz ona
her şeyi öğretelim.”
mesajını vermektedir.
21
Doğru bir eğitimle
toplumsal barış
UFUK COŞKUN
Eğitimci Yazar / İSTANBUL
Russel: “Eğer
bir çocuğa
düşünmeyi
öğretmek
istiyorsanız ona
küçüklükten
itibaren saygı
duymalı, onunla
samimiyetle
konuşmalı ve
mahremiyetine
kabul etmelidir.”
der.
22
Son zamanlarda haber bültenlerinden geçen haberler hiç açıcı değil. Savaş neredeyse
günlük hayatımızın bir parçası haline geldi.
Savaşların, nefretle çatışmaların en önemli
nedenlerinden birinin de bir sınıfın, ırkın ya
da inancın bir başkasına üstün olduğu inancından kaynaklandığını söylersek sanırım
yanlış bir şey söylemiş olmayız. Aslında tüm
mesele çocuklarımızın ileride nasıl insanlar olmasını istediğimizle alakalı bir durum.
Amacımız onları disipline sokmak, zihinlerini tasnif etmek ve onları milliyetçi yapmak
ise kısacası ölüm ve yıkımdan hoşlanıyorsak
eğer devlet tekelinde varlığını sürdüren militarist bir eğitimle bunu fevkalade başarabiliriz. Eğitimci Krishnamurti’ye göre çocuklar
başlangıçta sınıf ve ırk bilincine sahip değillerdir. Kendi içinde oyun arkadaşlarının söz
gelimi bir zenci, Alevi, Şii, Sünni, Kürt, Türk,
Arap, Mihellemi vs. olup olmamasının bir
anlamı yoktur. Ve bu durum onların umurunda bile değildir.
Çocukları diğerlerinden ayrı, özel ve önemli olduğunu hissettiren eğitim sistemleridir.
Çünkü ülkelerin eğitim sistemleri çocuklarda önce kasten katı bir milliyetçi ideolojinin
içselleştirilmesine aracılık ediyor. Dolayısıyla
milliyetçiliğin de tesiriyle benim ırkım fikri
insan hayatından daha değerli bir hale getiriliyor. Krishnamurti’nin de ifadesiyle bu
yüzden kendimizle başkaları arasında sürekli kin ve şiddet var. Bir bakıma çocuklarımızı kendi hazlarımıza kurban ediyoruz. Bu
bakımdan savaşların asıl nedeni katı ideolojik tutumlar, milliyetçilik ve benim dünyamın
dışındakilerin işe yaramaz oldukları bilinci
ve duygusudur. Savaşlar açıkça insanlığa
zarar vermesine rağmen ülkeler çocukların
içinde militan bir ruh geliştirmekten imtina
etmezler. Tam da bu noktada Russel: “Eğer
bir çocuğa düşünmeyi öğretmek istiyorsanız ona küçüklükten itibaren saygı duymalı,
onunla samimiyetle konuşmalı ve mahremiyetine kabul etmelidir. Zorunlu eğitimin
uygulamaya geçirildiği günden bu yana devletin bu yönde niyeti olduğuna dair hiçbir
bulguya rastlanılmamıştır.” der.
Savaşların bir nedeni de militarist eğitim
anlayışı
Prusya’da 1819 yılında başta orduya itaatkâr
askerler yetiştirmek amacıyla zorunlu eğitimin yürürlüğe sokulmasının ardından Erich
Maria Remarque “Batı Cephesinde Deği-
şen Bir Şey Yok” adlı kitabında I.Dünya
Savaşı’nın biraz da okul ve öğretmenlerin marifeti olduğunu ifade etmiştir. Ünlü
Teolog Dietrich Bonhoffer ise; II. Dünya
Savaşı’nın mükemmel(!) eğitim sistemimizin bir sonucu olduğunu vurgulamıştır.
Çünkü Prusya akımının da etkisiyle eğitim
zihnin kendi kendine düşünebilme yetisini ortadan kaldırmıştı. John Holt yaşama
hakkının yanında en temel insan haklarından birisinin de aklımızı ve düşüncelerimizi kontrol etme hakkımız olduğunu
ifade eder. Bunun anlamı şudur; çevremizde olup bitenleri, dünyayı nasıl keşfedeceğimizi, kendi tecrübelerimiz üzerinde
düşünmek ve hayatı anlamlandırabilmek,
insanlığımızı bulmak ve gerçekleştirebilmektir. Ne var ki eğitim sistemleri, okul
ve öğretmenler bu hakkı elimizden alıyor.
Aslında birileri bize, kendi düşüncemize
ve anlam dünyamıza dahi güvenemeyeceğimizi bunun için ömrümüzün sonuna
kadar diğerlerine bağlı ve bağımlı kalmamız gerektiğini söylemeye çalışıyor.
Grace Llewellyn ülkelerin eğitim anlayışlarını eleştirdiği bir makalede bütün gün
okuldaysanız aslında bir diktatörlük altında nasıl yaşanacağını iyi öğrenirsiniz der.
Şöyle ki; örneğin okulda izin almadan konuşamaz, ne söyleyeceğiniz ve düşüneceğiz dikte edilir, günün altı saati boyunca
ne yapacağınız, nasıl davranış sergileyeceğiniz hep diğerleri tarafından belirlenir.
Bizde olduğu gibi rahat hazırol komutları
eşliğinde onlara antlar da ezberlettirilir vs.
Kısacası özgürlüklerle bağdaşmayan birtakım uygulamalar ve önceden tayin edilmiş
programlarla çocuklar kendileri olmaktan
gittikçe uzaklaştırılır. Tolstoy’un ifade ettiği
gibi eğitim aslında bir diğerini kendi gibi
kılma eğilimidir. Bu bir bakıma tuhaf bir
kıskançlığın da tezahürüdür. Çocukların
saflığını ve masumluğunu kıskanma ve onları kendimiz gibi kılma arzusudur bu da
çocuğu heba eden bir tutumdur. Peki, bu
durum aşılabilir mi?
Tek-tipçi eğitim toplumsal barışı zedeler;
Düşünün her gün milyonlarca öğrencinin
devrim kanunlarından sayılan birtakım
eğitim kanunlarıyla da dizayn edilmiş kısacası CHP zihniyetiyle kurgulanmış bir
eğitim sisteminin tezgâhından geçmektedirler bunun zamanla yol açtığı tahribat
ortada değil midir? Eğitim sisteminin “tek”
bir anlayışa mahkûm edilmesinin sonuçlarını başta Gezi, Mısır ve Suriye’de olmak
üzere yakın tarihte yaşanılan birbirinden
vahim hassas toplumsal hadiselerde gösterilen tutum ve tavırlarda gördük. Bilindiği gibi ulus devletçi sistemler toplumsal
hayatı yeniden dizayn etmek ve yeni bir
ulus yaratmak adına bir takım mekanizmalar geliştirdiler.Toplumu bir kesimin
emrine vererek merkeziyetçi bir planlamayla yeniden şekillendirmek için eğitim
kurumlarını bir araç olarak kullandılar. Ne
var ki toplumsal hayat üzerinde planlanan
bu tür girişimler -başka bir yazımda da
alıntıladığım- aşk ve irfan insanlarımızdan
biri olan Şems-i Tebriz’in de ifade ettiği
gibi Hakk’ın mukaddes nizamına bir saygısızlık değil midir?
Ünlü filozof Hayek: “İnsanları belli bir
tarzda davranmaya zorlamak bize bir çok
faydalar sağlayan kompleks mekanizmayı
Eğitim bireyde
insan ve
değerlerini
anlama, hakikati
hissedilme,
diğerine karşı
nazik olmayı
öğrenme, ahlak,
vicdan, erdem
ve özgürlük
değerlerini
içselleştirebilme
ve evrensel
bir dünya
görüşüne sahip
olma yetilerini
kazandırmada
öncü rol
üstlenmelidir.
23
tahrip eder. Kişi özgürlüğünü ortadan
kaldırır ve neticede tüm bu planlamaların ve zorlamaların bir felaket getirmesi kaçınılmazdır.” der. Ve ilaveten
özgürlüğün insanların bizzat kendi
deneyimlerini ortaya koymalarına neyin kendileri için değerli veya işe yarar
olacağı konusunda tahmin yapmalarına
ve yeni düşünceler bulup çıkarmalarına
izin verilmesi gerektiğinin altını çizer ve
herkesin kendi tecrübelerini yürütmesi
ve kendi risklerini üstlenmelerine müsaade edilmesi gerektiğinin daha yararlı
olacağını ifade eder. Neticede yararlı
olduğu ortaya çıkan fikirler kabul edilecektir.
Stalin döneminde bir Sovyet eğitim
dergisinde öğretmenlere hitaben şunlar yazılıdır, Herkes karşı konulamaz
biçimde şu düşünceleri paylaşır: “Stalin
mantıklı düşünür, kristal berraklığında
bir zihne sahiptir, partisine bağlıdır, halkına inanır ve halkını sever, onun demir
gibi bir iradesi vardır.”. Benzer bir şekilde Hitler Gençlik örgütünün gazetesinde ise şu cümleler dikkat çekicidir:
“Başımızdaki lidere bağlıyız ona inanıyoruz, kendimizi ona gönüllü olarak
adıyoruz çünkü o tüm halkın yararlarını
düşünür halkı suiistimal etmez.”. Bu tür
toplum üzerinde yeniden dizayn edici
ifadeler ve uygulamalar total üzerinde
kurulan kontrolü net bir biçimde ifade etmektedir. Oluşturulan mitleriyle,
medyayla, eğitim araçlarıyla vs. resmi
ideoloji çerçevesinde belirli bir davranış biçimini alışkanlık haline getirmeleri
beklenir insanlardan. Bu tür toplumu
tek merkezden kontrol edilebilir bir
24
biçimde dizayn edilen sistemlerde ne
yazık ki insanın başlı başına bir değer
olduğu ihmal edilmektedir. Bu bakımdan yapılan her müdahale bu minvalde
çıkartılan her tür yasa aynı zamanda
insan tabiatına karşı yapılmış büyük bir
hakaret teşkil etmektedir.
Eğitim; göğüsten emzirmek anlamına
gelir;
Patrick Farenga bizleri sürekli atladığımız ve aslından kopartılan bir eğitim
tanımını hatırlatıyor. Farenga bizdeki “educate” kelimesinin beslemek,
büyütmek, yetiştirmek anlamındaki
Latince “educare” kelimesinden geldiğini hatırlattıktan sonra bu kelimenin
etimolojik kökeninin “göğüsten emzirmek” anlamına geldiğini ifade ediyor.
Bilindiği gibi emzirme süreci bizzat
annenin çocuğuyla birebir etkileşim
halinde olduğu bir beslenme sürecidir. Örneğin Ilıch erken dönem Avrupa
Katolik manastırlarında memeleri olan
ve keşişlere bilgi sütünden dağıtan başrahipleri tasvir eden heykellerin rahatlıkla bulunabileceğini ifade ediyordu.
Kısacası eğitim, kurumsallaşmadan ve
bir kamu hizmeti olarak tek elden sunulmadan evvel çocuk ve anne sütü
ilişkisi bağlamında söz konusu edilen
en önemlisi de şefkat, merhamet, hoşgörü temelinde ilerleyen bir yetiştirme
süreciydi. Yani direkt olarak aile ortamı kastediliyordu. Zaman içerisinde bu
tanımlama yerini daha bürokratik ve
resmi bir tanıma bırakmıştır. Bu bakımdan öncelikle eğitimin kurumsallaşma
sürecini iyi okumamız ve ona göre yeni
Milli eğitimimiz
ve toplumsal barış
eğitim anlayışları önermemiz gerekmektedir.
Nasıl bir eğitim?
Çocukları önyargılardan, milliyetçilikten
ve savaştan kısacası nefret dolu bir dünyadan uzak tutmak istiyorsak eğer önce
biz yetişkinlerin kendi önyargılarını yıkması gerekmektedir. Devletlerin eğitimi
ellerinde tutması ve denetlemesi üzgünüm uzun süre dünya barışını zedeleyecektir. Çocuklarımızı gerçekten seviyorsak onları tepeden dizayn edilen bir
takım katı yöntemlerle zihinlerini ele
geçirmeye çalışmaz onların özgür olmalarını isterdik. Bugün Ortadoğu’da bir
savaş var. Zalim yöneticiler halklarına
karşı çok acımasızlar gerçekten vahim
bir durum. Türkiye’de bir kesim bu savaşı görmek ve zalim yöneticilere karşı
bir tavır ortaya koymak niyetinde değil.
Bunu aldıkları eğitime bağlamak mümkün. Çünkü kendisi gibi olmayanı hakir
gören bu dışlayıcı zihin dünyası ancak
militarist eğitimle mümkün olabilir. Ülkeler klasik zorunlu eğitim anlayışlarını
gözden geçirmek mecburiyetindeler.
Eğitim bireyde insan ve değerlerini anlama, hakikati hissedilme, diğerine karşı nazik olmayı öğrenme, ahlak, vicdan,
erdem ve özgürlük değerlerini içselleştirebilme ve evrensel bir dünya görüşüne sahip olma yetilerini kazandırmada
öncü rol üstlenmelidir. Belki bu sayede
hem savaş ve nefretleri en aza indirme
şansımız olabilir hem de içinde yaşadığımız ülkelerde toplumsal barışın tesis
edilmesine bir katkı sunabilir...
SAVAŞ ÖZDEMİR
Tarih Öğretmeni / İSTANBUL
“Milli” kavramının
etimolojik açılımını
dil bilimcilere
bırakacak olursak
bu kelime
uygulamada Türkiye
Cumhuriyeti
devletinde
yaşamakta olan
tüm etnik ve dinî
grupları kapsadığını
söylemek yanlış
olmayacaktır.
1
Özbudun, Türk Anayasa
Hukuku, op. cit., s.52.
http://www.anayasa.gen.tr/
ataturkmilliyetciligi.htm#_ftn65).
Milli Eğitim Bakanlığımızın da niteleyeni ve birçok farklı ortam ve makamda karşımıza çıkan
“milli” sıfatı çok zamandır tartışma konusu olmayı sürdüre gelmiştir. Varlığı ayrı yokluğu ise
apayrı bir dert olan bu “milli” ifadesi mevcut
koşullarda gündeme alınması dokunanın elini
yakacak türden bir kavrama benziyor desek
yeridir. Bugünden geriye dönüp baktığımızda
adında “milli” ifadesi olan kaç bakanlığımız var?
“Milli” ibaresi kaç devlet kurumunun veya genel
müdürlüğünün ön adı? Bir zamanlar orta öğretim müfredatımızda ve derslerimizin tanımında
kitaplarımızda bugüne nazaran daha fazla olduğunu hatırlamaktayım. Bilinçli bir şekilde önce
ders isimlerinden ve kitaplarımızdan sonra hayatımızdan daha sonra da zihinlerimizden mi
çıkarmalıyız?
“Milli” kelimesi ile millete ait olan kastediliyor
olsa gerek. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında
üzerinde titizlikle durulduğu anlaşılan “milli”
kavramının etimolojik açılımını dil bilimcilere
bırakacak olursak bu kelime uygulamada Türkiye Cumhuriyeti devletinde yaşamakta olan
tüm etnik ve dinî grupları kapsadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Herhalde bu kapsayıcı
ifadeyi Osmanlı Devletindeki “millet–ümmet
sistemi” anlamıyla kullanılmadığının farkındayızdır. Zira Osmanlı Devletinin teşkilat yapısı temellerinde dini referans “şeriat” önemli bir yer
hatta temel teşkil etmekteydi. Oysaki Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ana unsur olarak
laiklik ilkesinin merkeze alındığını bilmeyen
yoktur. Atatürk ilkeleri arasında da kendine yer
bulan “milliyetçilik” ilkesi ile “milli” ifadesi arasında bir bağ kurmak düşünen bireyler için yol
gösterici olacaktır.
Şöyle devam edersek konuyu toparlamış oluruz
kanımca: Atatürk İlkelerinde yer alan milliyetçilik ilkesinin tanımını yani “milli” olanın tanımını,
anayasamızda oldukça açık ve net görebiliriz:
1982 Anayasasının 2’nci maddesine göre, “Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk milliyetçiliğine bağlı
bir devlettir. “Milliyetçilik” ilkesi, ilk defa 1924
Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 2’nci maddesine
10 Kânunuevvel 1937 tarih ve 3115 sayılı Kanunla girmiştir. 1961 Anayasa koyucusu, 1924
Teşkilât-ı Esasîye Kanunundaki “milliyetçilik” terimini benimsememiş; onun yerine “millî devlet”
terimini kullanmıştır. Kurucu Meclis görüşmelerinde, “milliyetçilik” teriminin “ırkçılık” anlamına
çekilebileceğinden endişe duyulmuş ve onun
yerine daha nötr olduğu düşünülen “millî devlet
” deyimi kullanılmıştır. 1982 Anayasası da “milliyetçilik” ilkesinin yanlış yorumlara yol açmaması
için “Atatürk milliyetçiliği” ifadesini kullanmıştır.1
Hülâsa “milli” ve “milliyetçi” kavramları devletimizin kuruluşundan itibaren -kuruluş felsefesini,
ideolojisini de hatırdan çıkarmadan- bu ülkenin
sınırları içinde yaşayan bütün etnik, dini ve kültürel toplulukları yani hepimizi, herkesi kapsayan
birleştiren bir harç olduğunu art niyeti olmayanlar anlayacaklardır.
Amaç üzüm yemek değil bağ bozmak olunca,
öküzün altında tilkiyi de buluruz. Toplumsal barış bu milletin yabancısı olduğu, tanımadığı ithal
edilmiş nevzuhur bir şey değildir. Lakin biraz
özümüze, kendimize, geçmişimize hakkınca hürmet edelim.
25
GEZİ PARKI VE
ELEŞTİREL PEDAGOJİ
MURAD KARASOY
Marmara Üniversitesi /
İSTANBUL
Şahsiyeti zayıf
olanlar, kendine
güveni olmayan,
kültürel ve tarihi
değerlerinden de
beslenemeyen
kimselerdir.
1
Karakoç, Sezai, Fizikötesi Açısından
Ufuklar ve Daha Ötesi II, Diriliş, İstanbul,
1995, s.133.
2
Dewey, John, Tecrübe ve Eğitim.
3
Tozlu, Necmettin, Eğitim Felsefesi Üzerine
Makaleler, Elis Yayınları, 2. Baskı, 2003,
Ankara, s. 225.
26
II. Dünya Savaşında Rusya’nın yanında
yer alan ABD, Faşizm’in ve Nazizm’in
yıkılışını sağlayarak, Komünizm karşısında Demokrasi kavramı ile yeni bir
kutup oluşturmuştur.1 Böylece Demokrasi kapitalist dünyanın tek ideolojisi olmuştur. Bir ideoloji olarak
demokrasi ve modern devlet, devamlılığını sağlamak için eğitime dolayısıyla da okullara el atar. Çünkü ihtiyacı
olan insanı oradan yetiştirecektir. Demokrasilerde eğitim zorunlu ve devlet
denetimindedir. Çünkü demokraside
eğitim, sadece araçsal bir olgudur.
18. yüzyıldan bu yana eğitimimizin
düşünsel/felsefi sağlam bir zemine
oturmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Aslında böyle bir sorunun/ihtiyacın
hissedilip hissedilmediği de belli değildir. Özellikle eğitim politikaları bağlamında meselenin felsefi bir yanının olduğu gerçeğinin artık dikkate alınması
ve irdelenmesi gerekmektedir. Tarihsel
süreç göstermiştir ki popülist yaklaşımlar, eğitim gibi “en geç biçilen ürünü”2
olgunlaşmadan tarlada çürütüvermiştir. Bu sebeple eğitimimizi tüm içeriği
ile beraber bütüncül bir yaklaşımla yeniden gözden geçirmeli ve kendi insanımızı kendi köklerimizden aldığımız
kuvvet ve temelle, diğer güzelliklerin
etkileşimine açık bir şekilde yeniden
inşa etmeliyiz. Tozlu (2003) eğitime
düşen görevin, çelik iradeleri besleyecek dinamizm olması ve ibdacı insanın içini donatması olarak betimler.
Bunun için insanı geçmişi ile örerek
geliştirmek esastır. Geçmişini silen, değerlerini reddeden şüphecilerin, varlık
âleminde ses getirmeleri imkânsızdır.3
Türkiye’nin eğitim kuramları ile tanışıklığı Cumhuriyet tarihimizin başlarına
dayanır. J. Dewey’in Türkiye’ye davet
edilmesi çağdaş eğitim kuramlarının
uygulamasının başlangıcı sayılabilir.
1950’li yıllarda ortaya çıkan Davranış-
çı model, 60’lı yıllarda ülkemizde de
“iyi vatandaş yetiştirme” paradigması
sebebi ile uygulamaya konulmuştur.
Bu uygulamaya, 2005 yılında yapılandırmacı eğitim kuramı çerçevesinde
yapılan yeni müfredatla son verilmiştir.
Eğitim sistemimize yazılan yeni reçete Türkiye’nin geldiği nokta açısından
tedavi edici bir reçeteydi. Ama uyarlama, uygulama ve hizmet içi eğitim
faaliyetlerinde yaşanan yetişmiş insan
sıkıntısı nedeni ile diğer unsurlar gibi
eleştirel pedagojik unsurların da bu
müfredatla beraber eğitim sistemimizin merkezine kadar girmesine neden
olmuştur. Bunlardan bazıları; eleştirel
düşünme, düşünme eğitimi, sorun tanımlama ve öğretmene biçilen yeni
konum (öğrenen öğretmen) şeklinde
sayılabilir. Eleştirel pedagojinin özellikle epistemolojisi ve ontolojisinin kültürel ve aksiyolojik karakterimize uymadığı gün gibi aşikârdır. Günümüzde
Marksizm, Komünizm, Faşizm, Sosyalizm artık siyasal/yönetimsel bir veçheden değil, eğitim, ekonomi, hukuk
gibi sonu Roma’ya çıkan tali yollardan
ilerlemektedir. Zaman zaman birbirinden bağımsız ve bir birine zıt eğitim
kuramlarının aynı anda uygulandığını görmekteyiz. Bunun da temelinde
başta da belirttiğimiz gibi oturmuş bir
eğitim felsefemizin olmayışı veya bunu
yeterince önemsemeyişimiz yatmaktadır. Okullarımızda milyonlarca öğrenci
eleştirel becerilerle yetiştiriliyor artık.
Eğer bu öğrenciler, kazandıkları bu
becerileri yerli yerinde kullanmazlarsa
veya öğrencilere eleştirel güçlerini kul-
Öğrenciler,
kazandıkları
bu becerileri
yerli yerinde
kullanmazlarsa
veya öğrencilere
eleştirel güçlerini
kullanabilecekleri
alanlar açılmazsa
bundan en
büyük zararı
demokrasinin
göreceği
muhakkaktır.
lanabilecekleri alanlar açılmazsa bundan en büyük zararı demokrasinin göreceği muhakkaktır. Gezi Parkı bunun
cılız bir göstergesidir. Eleştirel ve sorgulayıcı bir kafaya sahip olmanın karşısında olduğumuz zannedilmemelidir. Bu
durum çeşitli ideolojilerce fırsat olarak
görüldüğünden, tepkimiz eleştirel becerilerin ideolojilere kurban edilmesinedir. Yoksa 10 yıl sonra büyük öğrenci olayları bizi bekliyor olabilir.
Eleştirel Pedagoji veya Eleştirel Eğitim
Felsefesi, her ne kadar geçen yüzyılda
ortaya çıkmış ve dal budak salmış olsa
da aslını 19.yüzyıl Aydınlanması içerisinde aramak daha doğru olsa gerektir.
Aydınlanma Çağı sonrası Batı Felsefesi
iki ayrı ekolle temsil edilmiştir. Bunlar
Analitik Felsefe ve Kıta Felsefesi’dir.
Kıta Felsefesi daha çok Fransa ve
Almanya’da güçlenmiştir. Avrupa
Marksizmi de denilebilecek olan bu
felsefede hermeneutik, fenomonoloji, postmodernizm, postyapısalcılık ve
feminizm akımları yer bulmuştur. İşte
Eleştirel Eğitim Felsefesi/Eleştirel Pedagoji, bu akımların ortak görüşlerinden
oluşmuş bir eğitim felsefesidir. Neo
Marksistler, eleştirel pedagojinin en
önemli temsilcileridirler.
Eleştirel pedagoji, tüm savunularında
hümanist bir karakter taşır. Hümanizm, insana yüksek bir değer atfeden,
her türlü dini, ideolojik ve milli değer
ve düşüncelerden bağımsız olarak insanın gelişmesini, yüceliğini, refah ve
mutluluğunu düşünce ve eylemin ni-
4
Cevizci, Ahmet, 2010. Eğitim Sözlüğü. Say
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, s.254-255.
27
Eğitimimizi tüm içeriği
ile beraber bütüncül
bir yaklaşımla yeniden
gözden geçirmeli
ve kendi insanımızı
kendi köklerimizden
aldığımız kuvvet
ve temelle, diğer
güzelliklerin
etkileşimine açık bir
şekilde yeniden inşa
etmeliyiz.
5
Freire, Paulo, Ezilenlerin Pedagojisi, çev.
Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yayınları, 8. Baskı,
İstanbul, 2011, s.46.
6
Kant, Immanuel, Eğitim Üzerine, çev: Ahmet
Aydoğan, Say Yayınları, İstanbul, 2009, s.101.
7
Kant, Immanuel, Eğitim Üzerine, çev: Ahmet
Aydoğan, Say Yayınları, İstanbul, 2009, s. 36.
28
hai hedefi yapan anlayışın eğitim teorisi ile pratiği anlamına gelmektedir. 4
Gezi Parkı olaylarının aktörlerinin oldukça genç bir nüfustan oluştuğu
gerçeği ile olaylara destek veren gerek bazı üniversitelerin gerekse bazı
sivil toplum kuruluşlarının öteden
beri sürdürdükleri eleştirel pedagoji faaliyetleri/projeleri, dikkatleri Neo
Marksist bir teori olan eleştirel pedagojiye çekmiştir. Eleştirel pedagojinin
en önemli temsilcisi olan Paulo Freire
(ö.1997), ezen-ezilen mücadelesinin
düşünce-eylem birlikteliğini (Praksis)
doğurduğunu ama bu mücadelenin
asla sloganla ve şiddetle olamayacağını vurgular. Freire’ye göre, kimse tek
başına özgürleşemeyeceği gibi, başkaları tarafından da özgürleştirilemez.
Özgürleşme yarı insanlar tarafından
başarılamaz. İnsanlara yarı insani varlıklar olarak davranmak onları insandışılaştırır. O, baskı yüzünden zaten
insandışılaşan insanların (ezilenlerin),
özgürleşme sürecinde insandışılaştırıcı yöntemlere (propaganda, slogan,
şiddet) başvurmalarına izin vermez.5
Freire’nin, Marx ve Hegel’den etkilendiği ortadadır. Ama onun dine, eğitime ve siyasete bakış açıları birlikte
değerlendirildiğinde, Neo Marksist
olarak tanımlanması oldukça anlamlıdır. Gezi Parkı süreci; atılan sloganlar,
yapılan propagandalar, küfürler, kavgalar çerçevesinde değerlendirildiğinde eleştirel pedagojinin temsilcisi ve
savunucusu olarak görülen çevrelerin
bu alanda da Türk Usulü bir yaklaşım
geliştirdikleri ve sergiledikleri sonucuna ulaşılabilir. Bu buluşun adı da Türk
Usulü Neo Marksizm’dir. Ama Freire’yi
kim ne yapsın? Önlerinde Machiavelli
duruyorken: “Amaca ulaşmak için her
yol mubahtır.”.
Bu süreçte gençler ve öğrenciler kural-kaide tanımadılar. Uyarı ve ihtarları
dinlemediler. Polisle çatıştılar ve üzdüler, üzüldüler. Bunlar bizim insanımızdı
ve şahsiyet/kişilik bakımından kendilerini nasıl hissediyorlardı acaba? Kant
(ö.1804), ahlak eğitimi disiplin üzerine
değil, maksimler (temel kurallar) üzerine oturtulmalı; biri kötü alışkanlıktan
alıkoyar, diğeri zihni eğitir ve düşünmeye hazırlar6 der. Çocuk öncelikle
okul maksimlerine, sonra da insanlığın
maksimlerine itaat eder. Böylece Kant,
çocukta şahsiyet teşekkülünü amaçlar.
İkbal (ö.1938)’e göre de eğitimin amacı şahsiyeti güçlendirmek olmalıdır.
Şahsiyeti zayıf olanlar, kendine güveni
olmayan, kültürel ve tarihi değerlerinden de beslenemeyen kimselerdir.
Gezi Parkındaki öğrenciler, ne okul
maksimlerine ne de insanlığın maksimlerine uymuştur. Müthiş bir hırs ve
kinle inadına direnmiştir. Böylece de
ne kendileri rahat etmiş ne de etrafa
huzur vermişlerdir.
Kant, eğitimden geçmemiş insan kaba,
talim terbiye görmemiş insan serkeştir
der. Talim terbiyenin ihmali, eğitim
öğretimin ihmalinden daha büyük
bir kötülüktür. Çünkü bu sonuncusu
hayat içerisinde telafi edilebilir. Fakat
serkeşlik (kanun kural tanımazlık) giderilemez ve talim terbiyede yapılan
yanlışlık hiçbir zaman tamir edilemez.7
Anlaşılan o ki, toplum olarak bu öğrencilerin talim ve terbiyelerinde yanlışlıklar yaptık ve yapmaya devam ediyoruz.
Rousseau, yetenekli bir adamı yoğurup
biçimlendirmek istiyorsanız, önce ondaki sokak çocuğunu bulmalısınız, der.
Çoğu lise ve üniversite öğrencisi olan
bu gençler, günlerce sokakta kaldılar.
Aradığımız sokak çocukları bunlar olabilir mi acaba? Aslında yetenekli olan
bu gençler şimdi okullarında derslere
girecekler. Elbette öğretmenlere, öğretim görevlilerine ve öğretim üyelerine
bu konuda birçok görevler düşmektedir: Bu görevlerden biri de bu öğrencilerin yeteneklerini kendilerinin ve
toplumun yararına kullanabilecekleri
bir yöne rehberlik etmeleridir.
Sonuç
demokrasilerde başta karar vericilere
düştüğünü belirtmek gerekir. Elbette
ki gençlerimiz daha özgür olmalıdır
ama bu özgürlük kendisinden başlayıp
sonsuza doğru giden lineer bir çizgiyi değil, Varlık’tan kendisine yatay bir
düzlemden gelip tekrar Varlık’a doğru
yansıyan yatay bir çizgiyi betimlemelidir.
Elbette ki gençlerimiz
İkinci Yol: Taksim’de Emniyet güçle-
sonsuza doğru giden
ri, “Gezi Parkı’ndaki eyleme son verin!” anonsunun ardından dağılmayan
gruplara müdahale etti. Eylemcilerin
çadırları tek tek söküldü. Bazı eylemciler gözaltına alındı. Saat 21.00 itibariyle Taksim Gezi Parkı tamamen
boşaltıldı.9 Tristram Shandy Beyefendinin Hayatı ve Görüşleri’10ndeki Toby
Amca, kendisini bir süre rahatsız eden
sineği yakalar ve pencereden dışarı
atar. Sonra da arkasından ona şöyle
seslenir: “Defol muzır yaratık, dünya
ikimiz için de yeteri kadar geniş.”…
daha özgür olmalıdır
ama bu özgürlük
kendisinden başlayıp
lineer bir çizgiyi değil,
Varlık’tan kendisine
yatay bir düzlemden
gelip tekrar Varlık’a
doğru yansıyan
Sonuçta iki yol karşımıza çıkmaktadır:
yatay bir çizgiyi
Birinci Yol: Açık bir alanda kendi
betimlemelidir.
başına duran bir ağaç eğilip bükülür
ve özgürce dallanır budaklanır. Bodur kalır ve istenen seviyeye gelemez.
Hâlbuki bir ormanın ortasındaki ağaç,
etrafındaki diğer ağaçların tazyiki ile
eğilip bükülmeden atabildiği kadar
boy atar, yukarıdaki havayı ve günışığını arayarak uzadıkça uzar.8 Gençlerimize ve öğrencilerimize iyi bir çevre oluşturmak, onların nüvelerindeki
iyi’nin ortaya çıkmasına zemin hazırlamak gerekmektedir. Bu görevin de
8
Kant, Immanuel, Eğitim Üzerine, çev: Ahmet
Aydoğan, Say Yayınları, İstanbul, 2009, s. 42.
9
15 Haziran2013 tarihli gazeteler ve haberler.
10
Laurence Sterne’nin eseri.
29
TOPLUMSAL BARIŞ
EĞİTİMİ
TOPLUMSAL BARIŞA
GİDEN YOL
vural gündüz
HACER YALÇINTAŞ
PDR / BALIKESİR
Toplumun en temel birimi birey olduğuna
göre toplumsal barışın sağlanması için ilk
adım, bireyin kendi ile barışık olması diyebilir miyiz?
Bireyin kendini olduğu gibi kabulünün
gün geçtikçe azaldığı bir dünyada yaşıyoruz. Dışarıdan bakıldığında özgüven
sahibi, kendinden emin tavırlarıyla dikkat
çeken kişiler, gerçekte kendi yalnızlığında
kayboluyor olabilir. Öyleyse diyebiliriz ki;
toplumsal barış bireylerin kendini tanıması,
kendini olduğu gibi kabul etmesi, kendine değer vermesi ve dolayısıyla çevresine
değer vermesi süreciyle sağlanır. Kendine
küs olan çevresine nasıl barış getirebilir ki!?
Kişinin kendini model aldığı en yakın çevre ailesi olduğuna göre barışcıl bir ortama
giden yolda ikinci adımın, aile içi barışın
sağlanması olduğunu söyleyebiliriz. Çocuklarımızın teknoloji furyasında kaybolduğu
bir dünyada ailelerin buna duyarsız olması,
ortaya çıkan çatışmalarda uzlaşmacı tavırdan uzak duruşları evlatlarımızı toplumsal
değerlerimizden koparıyor.
30
Son zamanlarda elde ettiğim bir izlenim ailelerin toplumsal ve kültürel değerlerini çocuklarına layıkıyla aktaramadığı yönünde.
Gençlerimiz birey olayım derken bireysel
yaşam tarzında kültürel değerlerden gün
geçtikçe uzaklaşmakta. Bu konuda bir öğrencimin yanlış bir davranışı nedeniyle uyarı aldığı babasına“ Bu benim hayatım sen
kim oluyorsun da bana karışabiliyorsun?”
cümlesini şuursuzca sarf etmesini örnek
verebilirim.
Acaba çocuklarımıza özgüven kazandıralım, onları özgür bireyler yapalım derken
adeta ‘kaş yaparken göz çıkarma’ derecesinde onları değerlerimizden koparıyor
muyuz? Ataya saygı milli değerlerin başında gelen ve barışın sağlanmasında temel
alan bir koşul değil mi? Kendiyle barışık
olmayan, günlük hayatta ideal ‘ben’ine ulaşamayıp sanal dünyada kendisini olduğundan farklı tanıtan ve o dünyada kendini var
etmeye çalışan neslin eğitimcileriyiz.
barış eğitim programı kapsamında iletişim
becerileri, öfke kontrolü, çatışma-çözme,
empati, demokrasi eğitimi, değerler eğitimi
gibi eğitimler verilmeli ve bu sürece aile de
dahil edilmelidir ki verilen eğitimler sadece okul duvarları arasında sıkışıp kalmasın.
Öğrenciye okulda verilen teorik eğitim aile
içerisinde desteklenmeli ve pratiğe dönüştürülmelidir.
Okul sadece öğrencinin değil ailenin de
eğitim yuvası olmalı. Böylece üçüncü adımımızı da atarak; hem öğrencide görmek
istediğimiz kazanımlara hızlı bir şekilde
ulaşırız hem de ailelere verdiğimiz eğitimler sayesinde toplum içi barışa doğru yol
alabiliriz. Ailesini eğitemediğiniz bir öğrenciyi ne kadar eğitip geliştirebilirsiniz, en temel biriminde barış görmediğimiz topluma
nasıl barış getirebilirsiniz ki?
Eğitimciler olarak ne yapabiliriz?
Toplumsal barışa doğru giden yolda aile içi
barışı sağlamalı önce, sonra da okul ortamındaki barış ile desteklenmeli ve böylece
global barışa doğru yol almalı.
Eğitimin okul, aile, öğrenci üçgeninden
oluşan bir süreç olduğu düşüncesiyle ailenin okul ile olan bağını güçlendirmek
gerekmektedir. Okullarda öğrencilerimize
Unutmayalım barış çiçeklerini toplamak
için önce barış tohumlarını ekmek gerek.
Çocuklarımıza barış eğitimi verelim ki gelecekte barış dolu günler bizimle olsun.
Coğrafya Öğretmeni /
İSTANBUL
Milletlerin ve fertlerin huzur ve mutluluk
içinde yaşayabilmesi için hoşgörü, diyalog ve barış anlayışının önemi günümüzde
daha da artmıştır. Çünkü fertlerin hoşgörü ve barış ile ilgili düşüncelerinin, olumlu yönde eyleme dönüşmemesi çağımızın
önemli bir sorunu haline gelmiştir.
Hiç kimse inancı, etnik kökeni, kültürü ve
yaşam tarzından dolayı yaşadığı toplumdan dışlanmamalıdır. Toplumda bulunan
farklı ırk, inanç, dil ve kültürlerin, o toplumun zenginliği olarak kabul edilmesini
sağlamak ise eğitimden beklenmektedir.
Birlikte yaşama kültürünü ortak paydada
buluşturarak, uzlaşmayı bir yaşam biçimi
haline getirmek, eğitimin birinci derecede
önceliği haline gelmiştir. Bunun için barışı
engelleyen sorunların çok iyi saptanması
gerekir. Bu sorunların tümünde ise, yerel
ve ulusal düzeyde toplumun tüm katmanlarının katkı sağlaması, bilinçli bir eğitim
sürecinden geçer.
Türk eğitim sistemi, milli birlik ve beraberliği tesis ederken; hoşgörü, sevgi, sosyal
barış, yardımlaşma, paylaşım, dayanışma,
güven vb. değer ve kavramların toplumun
ortak paydaşları olduğunu ve bir arada yaşamanın ön koşulu olduğunu vurgulamalıdır. Bunları anlamlandırıp, içselleştirerek
yaşam biçimi haline getiremezsek gerginlik, öfke, güvensizlik, çatışma kaçınılmaz
olacaktır. Bu ortamda ise barış ve huzuru
sağlamak zor olacaktır.
Okullarda barış kültürünü yaymak amacıyla kendine özgü eğitim altyapısı oluşturulması artık kaçınılmaz bir durumdur. Aynı
zamanda barışsever, hoşgörülü bireyler yetiştirmek, uzun bir eğitim sürecini de beraberinde getirir. Bu yüzden aileden itibaren
bütün yaygın ve örgün eğitim kurumlarında barış eğitimine önem verilmelidir. Her
vatandaşın toplumsal barış için bilinçlendirilmesi eğitim müfredatının ayrılmaz bir
parçası haline getirilmelidir. Bu çerçevede
Türk milli eğitiminin yaptığı müfredatta,
özel olarak da her dersin öğretim programında hoşgörü, barış, farklılıkları kabullenme, empati, duyarlılık, karşılıklı saygı ve
benzeri kavramlar yer almalıdır. Tüm bunları uygulama alanına koyma, iyi planlanmış eğitim ve öğretimle mümkündür. Yani
barış ve hoşgörü kavramları kâğıt üzerinde
kalmamalıdır.
Toplumsal barışın temelleri eğitimin bilim-
sel ve dinamik yapısıyla örtüşmelidir. Fertleri çocukluktan itibaren hoşgörü, diyalog
ve barış eğitiminden geçirerek sorunları
kalıcı ve insani yollarla çözme alışkanlığı
kazandırılmalıdır. Bunu sağlamak için yazılı
ve görüntülü eğitim materyallerinin hazırlanması, özellikle çocuklar için çizgi filmlerin yapılması, hoşgörü ve toplumsal barışın
temellerini çok erken yaşlardan itibaren
atacaktır.
Bu çerçevede eğitimin, toplumsal barışın
ve demokratikleşmenin sağlanmasına katkı
sunan bir anlayışla uygulanabilir bir şekilde
mevcut durumun geliştirilmesi gerekiyor.
Ders kitaplarında yapılacak olan düzenlemeler ve yenilikler, toplumsal barışı sağlamada ülkemize önemli katkı sağlayacaktır.
Ayrıca kitapların ve müfredatın uygulayıcıları öğretmenler olduğuna göre, öğretmen
eğitiminin de barış eğitiminin ayrılmaz bir
parçası olduğunu unutmamak gerekiyor.
Bu da kuşkusuz, öğretmenlere verilecek
hizmet içi eğitimden geçiyor. Toplumsal
barış sürecinde önemli etkiye sahip olan
öğretmenlerin ders içerisinde kullandıkları dil ve öğrencilere karşı takındıkları tavır
çok önemli olacaktır.
Barış ve hoşgörünün yolu okullardan, derslerden geçer.
31
( Caminin İkinci Katı)
TOPLUMSAL BARIŞI
GÖRÜNÜR KILMAK
Çaybaşı Kargalı Camii ve Mektebi
Bağlamında Sembolik Bir Aktarım
( Mezarlık İçindeki Caminin Genel Görünümü )4
zeki saka
PDR / KONYA
1
İlçenin tarihi, kültürel, sosyal vb. özelliklerinin
araştırıldığı her hangi bir “müstakil çalışma”
bulunamamıştır. İlçenin bu gün bile tanıtımı
yeterince yapılamamaktadır. İlçeye ait tek
çalışma kaymakamlık tarafından 1998 yılında
yapılmış olan bir tanıtım kitabıdır (Bkz.
Siyambaş,1998).
2
Camii ve mektebin bulunduğu yer resmiyette
Kargalı Mahallesi olarak geçse de, insanların
gündelik dilinde bulunduğu mevkiden ötürü
“Aşağı Köy” olarak bilinir. Dolayısıyla caminin
de adı “Aşağı Köy Camii”dir.
32
Dosya konusu olarak kendisine “toplumsal barış”ı, kendini bir zaruret olarak da
iyiden iyiye hissettiren bir kavramı seçmiş
bir dergide, durduk yere metruk bir köy
camisinden ve mektepten bahsetmenin
ne anlamı olabilir? Cami ve mektebin kişisel yaşamımda hususi bir manası elbette
var. Bu cami benim çocuk halimle cemaat,
babamın ise aldığı eğitimin gereği, vazife
bilip de vaazlar verdiği, cuma ve bayram
namazları kıldırdığı bir camidir. Mektepse,
babamın çocukluğunda gittiği gibi benim
bir sene de olsa gittiğim mekteptir. Fakat
bir metni tamamen hususi mana üzerine
kurmak, onu ziyadesiyle şahsileştirecektir.
İnsanın anıları, dinledikleri ya da ferdi yaşamının neticeleri yani en rafine haliyle tecrübe, bir ülkenin toplumsal ve siyasal zaruretleri bağlamında değil fazla bir şey, hiçbir
şey ifade etmeyebilir. Ama kişisel yaşamın
doğallığı gereği diğer insanlara eklemlendiği yerde oluşan genel hava, sulh ve selametle geçen bir ortak yaşam algısına dahası öyle bir yaşamın bizzat kendisine vesile
olabiliyor. Bu vesile çoluk çocuk demeden,
ırk ve cinsiyet ayrımı gözetmeden, yediden yetmişe herkese hitap edebiliyor. Yine
kendi doğallığı gereği herhangi bir düşünce
pratiğine gerek duymadan içkin hale de
gelebiliyor. Zannımca bu noktada durup,
biraz düşünmekte fayda var. Zira cami ve
mektepten mahalleye, mahalleden köye,
köyden tüm ilçeye yayılan ortak yaşamın
bizzat kendisini değilse bile, o yaşamı var
eden koşullar ve kurumlar üzerinde düşünmenin kazanımları muhakkak olacaktır.
Metne konu olduğu şekliyle, bütün farklılıklarına rağmen onlarca insanı kendi çevresinde toplayan ve onlara, birlikte olmayı,
beraber yaşamayı öğreten cami ve mektep, Ordu’nun küçük ilçesi Çaybaşı’ndadır.
Yıllarca, Ordu Ünye’ye bağlı bir belediye
olan Çaybaşı, 1991 yılında ilçe olmuştur.
Merkez nüfusu 6000 civarında olan ilçe,
Karadeniz’in bütün coğrafi, beşeri ve iklim
özelliklerini sergiler.1 Bekleneceği üzere
yeşillikler içindeki ilçede, dağlık bir arazide,
dağınık bir yerleşim görülür. Dağınık yerleşim zamanın her döneminde ilçe insanının
sağlık, eğitim ve ibadethane kullanımlarını
olumsuz etkilemiştir. Bugün hala yaygın bir
şekilde var olan dağınık yerleşimde, ekonomik iyileşmeyle, teknik imkânların artmasıyla kısmen aşılma eğilimi gösteren olumsuzluklar, maalesef devam etmektedir.
Metni anlam itibari ile reel, anlatım itibari ile göreli de olsa sembolik kılan Kargalı2
Camii ve Mektebi de, zikredilen dağınık
yerleşimin gereklerine göre inşa edilmiştir.
Dış Kapı
Dağınık yerleşimin gereği mesafe kavramının iyice izafi olduğu bir coğrafyada camii
ve mektep, ırmak kenarında, bir mezarlığın
ortasına, genel muhite göre düz bir yere
inşa edilmiştir. Camii ve mektebin mezarlığa yapılmış olmasının, yazıya konu etmeye
çalışıldığı şekilde sembolik okumaya müsait yanları söz konusudur. Zira mezarlık,
gerek camiye gelen yetişkinlere gerek de
mektebe gelen çocuklara, hatırlattığı ölüm
duygusuyla, her şeyin fani olduğunu ima
eder gibidir.
Camiinin yapılış tarihi kayıtlarda 1700 yılı
olarak belirtilse de (Uzun, 2012) belirtilen
tarihi teyit edecek her hangi bir bilgi söz
konusu değildir. Aynı şekilde mektebin3
yapılış tarihi de net olarak bilinmemekle
birlikte, cami ile birlikte inşa edilmiş olması
kuvvetle muhtemeldir. Zira sadece dışarıdan bakmak bile iki yapının birbirini ne kadar tamamladığını gösterecek niteliktedir.
Fakat burada metnin gayesi bağlamında
önemli olan, ne caminin ne de mektebin
yapılış tarihi değildir. Metnin gayesi bağlamında önemli olan cami ve mektebin
birlikteliğidir. İnsanların zihninde gereklilik olarak var olan iki kurum, biri diğerine
tercih edilmeden yan yana inşa edilmiştir.
Böylece zihniyette zaten bir olan kurumlar
toplumsal hayatta da mücessem hale gelmiştir.
İç Kapı
Dağınık yerleşim, maddi ve teknik imkânlar
belki her mahalle ya da köye bir cami yapımını zor kılmış olabilir ama var olan
imkânsızlık ve belki de en çok coğrafya
kendi jestini yapmıştır. Zira sadece camii
ve mektebin inşası bile insanlarda, bir birliktelik, beraber iş görme duygusu oluşturmuştur. Vakıa insanlar önce düşünce bağlamında bir araya gelirler. Ve düşünce bir
eyleme matuf olduğu sürece insanları bir
arada tutar.
Caminin yapı ustalığı ve iç ahşap süslemeleri5 anne tarafından büyük dedemiz
ve arkadaşı tarafından yapılmıştır.6 Dedem Yanıklı Namlı Hacı Osman Gümüş,
camiinin iç süslemelerinin Osmanlı Rus
Harbinden7 sonra Batum’dan göç etmek
durumunda kalan büyük dedesi tarafından yapıldığını bana bizzat anlatmıştır.
Belki de büyük dedem, muhacir olmanın yükünü camiye yaptığı bu katkıyla
atmıştır üzerinden. Birçok muhacir aile,
böylece emin addedilmiş ve toplumsal
bir kabul görmüşlerdir. Harbin ağır şartlarının devam ettiği bir dönemde, bölgedeki Rum ve Ermenilerle, uzakta olsa
birlikte yaşamanın henüz adı konulmamış gerilimi tahayyül edildiğinde, Gürcü
bir muhacirin, cami yapmasının önemi
daha iyi anlaşılacaktır. Bütün bir muhite,
toplumsal ilişkiler bağlamında nefes aldıran bu yapı, Gürcü muhaciri bir ustayla,
3
Bazı kaynaklarda Kargalı Mektebi için
“medrese” ifadesi kullanılmaktadır (Demir,
2006:316). Fakat medrese ifadesi, sadece
köyde yaşayan insanlar için değil, ilçedeki
insanların kullanımları ile de uyumlu değildir.
İlçe ve köylerinde medrese yerine “sübyan
mektebi” ifadesi kullanılmaktadır. Mektepte
verilen eğitimin içeriği de bu kullanımı
doğrulamaktadır.
4
Fotoğrafların tamamı Muhammed Emin SAKA
tarafından çekilmiştir.
5
Mesleki bir eğitimim olmadığı için caminin
yapısal özelliklerini ve sanatsal değerini teknik
bir dille ifade etmem mümkün görünmüyor.
Bu nedenle fotoğraflardan yararlanmayı tercih
ettim. Yine de caminin ahşap, minaresiz ve
iki katlı olduğunu belirtmeliyim. Sunulan
fotoğraflar, caminin genel itibari ile özelliklerini
gösterecek şekilde düzenlenmişlerdir. Caminin
yapı özellikleri için (Bkz. Bayhan, 2009:65-66).
6
Caminin ve mektebin yapılış tarihi
araştırmalarda tahmini olarak verilmektedir.
Aynı şekilde kimler tarafından yapıldığının
da bilinilmediği ifade edilmektedir (Bayhan,
2009: 65). Dedemin babasından, benim de
dedemden bizzat dinlediklerim bu konudaki
belirsizliği giderecek niteliktedir. Fakat bu
konudaki bilgilendirme daha sonra müstakil bir
başka çalışmayla gerçekleştirilecektir.
7
Burada göçe neden olan savaşın Osmanlı Rus
Harbi (93 Harbi) mi, yoksa Kırım Harbi’ mi
olduğu araştırmayı gerektiren konudur. Her iki
savaştaki Rus varlığı bir bilgi karmaşasına sebep
olmuş gibi görünüyor. Bu konuyla ilgili müstakil
bir çalışma daha sonra gerçekleştirilecektir.
33
Bütün bir muhite,
toplumsal ilişkiler
bağlamında nefes
aldıran bu yapı, Gürcü
muhaciri bir ustayla,
muhitin yerlisi bir Türk
ustanın işbirliğinde
gerçekleşmiştir.
Dedem Yanıklı
Namlı Hacı Osman
Gümüş, camiinin
iç süslemelerinin
Osmanlı Rus
Harbinden sonra
Batum’dan göç
etmek durumunda
kalan büyük dedesi
tarafından yapıldığını
bana bizzat anlatmıştır
34
muhitin yerlisi bir Türk ustanın işbirliğinde
gerçekleşmiştir. Irkı dolayısıyla dili ve kültürü
birbirinden ziyadesi ile farklı olan iki dünyayı
birbirine yakın kılanın, kelimenin tam manasıyla “İslam” olduğunu söylemeye bilmem
gerek var mı?
Camiinin ameliyesinin, baba tarafından dedem Sakun Halilin Ahmet Saka (Sakaoğullarından Halil oğlu Ahmet Saka)’nın anlatımlarından yola çıkılarak “her evden dönüşümlü
bir erkek göndermek” suretiyle gerçekleştiğini tahmin etmek güç değildir. Bu usul bugün
de geçerlidir. Kim bilir, birbirine yabancı kaç
aile bu inşaatta tanış hatta akraba oldu! Selamı sabahı kesmiş nice kırgın ve küskün insanlar da barışık oldu.
Bir çift gözün görüş alanına sığmayan muhitteki tek caminin, her şeye rağmen bütün cuma
ve bayram namazlarında dolup taştığı, benim
hatırladığım bir anı olduğu kadar, yeri geldikçe herkesçe anlatılan ve konuşulan bir şeydir.
Akraba ya da değil, camiye uzaktan yürüyerek gelmenin, yol boyunca sohbet etmenin,
yarenliğin ya da sadece camiide buluşmanın
verdiği tanışıklığın izleri, bugün hala devam
etmektedir. Yaşça dedemin emsali amcalar,
torunu yaşındaki gençlerle konuşmak durumunda kaldıklarında, tanışıklığı öncelikle onların dedeleriyle beraber kıldıkları cuma ve
bayram namazlarında ararlar. Aradıklarında
hiç zorlanmaz, hemen bulurlar. Zira insanlar,
ortak bir mana etrafında yapıp ettikleri şeyleri
kolay hatırlarlar (Connerton, 1999).
( İkinci Katın İşlemeli Çubukları)
( Yan Odayı Gören Pencere)
(İkinci Katın İşlemeli Çubukları)
(Yan Odanın Duvarına İşlenmiş)
34
Cuma ve bayram namazlarında camiye gitmek, yetişkinler için dini bir vecibe olduğu
kadar bir de sosyal sorumluluktur. “Cumasız”
olmak deyimi, o günlerin bugünlere hediyesidir. Yatalak hasta olmak dışında hiçbir mazerete kapı aralamayan bu deyim, birçok insan
için gündelik yaşamın ve ilişkilerin seyrinin
anahtarı olmuştur.
Mektebe gelmek ve devam etmek söz konusu olduğunda benzer yaklaşım çocuklar için
de geçerlidir. Bir yetişkin için cumaya gitmek
sosyal beklentiler bağlamında neye denk geliyorsa, ergenliğin arifesindeki genç adayların ve cumadan münezzeh olan çocukların
mektebe gelmeleri de ona denk gelmektedir. Mektebe yolu düşmeyen çocuğun yarın
cumaya, camiye, cemaate de yolu düşmez
çünkü. Zaten cumanın şimdiki cemaati, çoğunlukla zamanının da mektep talebesidir.
Dolayısıyla mektep ve cami birbirini sosyal
dünyada bir kere daha tamamlar.
Mektebe gelen çocuğun, geliş gidişleri babasının ve dedesininkinden farklı değildir. Aynı
mesafeyi, yürüme yolunu o da kat eder. Yalnız gelip gitmediği mektep yolunda bir sürü
arkadaşı, ağabeyi, ablası hatta sevdiği kız bile
olur. Mektep onu, sadece geldiği köyün ya da
mahallenin çocukları ile değil civardan gelen
bütün emsalleriyle, Gürcü ya da Türklerle,
hiç görmediği ağabeyi, ablalarıyla tanıştırır.
Yıllarca sürecek, her fırsatta dile gelecek, hak
hukuk doğuracak mektep arkadaşlığı böyle
kurulur. Ufak tefek didişmeler, diş bilemeler
belki kavgalar iki insanın olduğu her yerde
olur. Ama cami gölgesinin düştüğü, penceresinden mezarlığın göründüğü bir mektepte
kin tutamaz, meseleyi uzatamazlar. Yarın yine
geleceği, aynı ritimle, hep bir ağızdan okuyarak zammı sureleri ezberleyeceği mektepte,
cemaat olacağı dibindeki camide, kırgınlığın
sürmeyeceğini daha o yaşta öğrenir. En fazla,
mektep bahçesindeki ıhlamur ağacının o gün
bile diri olan gövdesinde oynanan uzuneşek
oyununda, üstte daha fazla kalmanın yolları
aranır.
………………….
Netice babında bir muamma;
Kim bilir, belki bu gün için bile toplumsal
barış, bütün sembolik çağrışımlarıyla söylemek gerekirse, üzerine cami gölgesi düşen ve
penceresinden mezarlık görünen okullardan
geçiyordur!
REFERANSLAR
BAYHAN, A.A.(2009), “Ordu’dan Bazı Tarihi Ahşap
(Çantı) Camiler, Uluslararası Sosyal Araştırmalar
Dergisi, 2 / 7
CONNERTON, P.(1999), “Toplumlar Nasıl
Anımsar?”,(Çev. A. Şenel), İstanbul: Ayrıntı Yayınları
DEMİR N.(2006), “Ordu Yöresi Tarihinin Kaynakları
IX, Efsaneler, Masallar, Maniler ve Etnografik
Malzemeler”, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları
SİYAMBAŞ B.(1998), “Dünü ve Bugünü İle
Çaybaşı”, Çaybaşı Kaymakamlığı Köylere Hizmet
Götürme Birliği Yayını:1
UZUN K. (Haz.), (2012), Ordu/Çaybaşı İlçesi
Tanıtım Filmi, Çaybaşı: Nazar Dijital
KAYNAK KİŞİLER (Atıf Sırasına Göre)
Osman GÜMÜŞ, Yanıklı / Yanıklının Osman olarak
tanınır. Unvanını köyünün isminden almıştır. Köyün
ismi babasının yadigârıdır. İlçenin eşrafındandır,
uzun yıllar ticaretle uğraşmıştır. Bu gün itibari ile
81 yaşındadır. İlçe ve yöresinde gayet iyi bilinen,
tanınan ve saygı duyulan bir merkez şahsiyettir.
Ahmet SAKA, Sakun Halilin Ahmet Saka
(Sakalardan/Sakaoğullarından Halil Oğlu Ahmet
SAKA) olarak tanınır. Unvanını soyadından almıştır.
Uzun yıllar fındık çiftçiliği ile geçimini sağlamıştır.
Bu gün itibari ile 79 yaşındadır. Muhitte sözüne,
kanaatlerine itimat ve itibar edilen bir kişidir.
35
Eğitim Fakülteleri ve
Öğretmen Yetiştirme Üzerine
Giriş Tezi
“Türkiye, yarımlıklar ülkesidir.”
METİN BAYRAK
Felsefe Öğretmeni /
İSTANBUL
Örgün eğitimin
kutsandığı
günümüzde,
“Eğitim süresi
ne kadar
uzun olursa
gelişmişlik
yükselir.”
yargısı
neredeyse
dogmaya
dönüşmüştür.
36
“Türkiye, yarımlıklar ülkesidir.” tezi,
çok sert bir yargı, farkındayım.
Bununla ne demek istediğimi
açıklayıp konu yargımı ya da tezimi
temellendirmeye çalışacağım. Eğitim
fakülteleri ve öğretmen yetiştirme
üzerine adlı bu felsefeleştiride konuya
dair çeşitli tezler ileri süreceğim.
Eğitim, geç Osmanlı erken Cumhuriyet
döneminde seküler hale getirilmeye
çalışıldı. Siyasi irade tarafından
konjunkturel olarak siyasi iktidarın
oynadığı eğitimin, önündeki patolojik
‘milli’ nitelemesi ile manipülasyona
ne denli açık tutulageldiği hepimizin
malumudur.
İnsan, dil bilinci olan ahlaksal varlığa
dönüşme sürecinde toplumsal bir
özne olarak karşımıza çıkıverir.
Profesyonel anlamda bir iş üretmesi
beklenir belli bir yaşın ardından. Bu
süreçte zorunlu olarak örgün eğitim
içinde yer alır. Ülkeden ülkeye
değişen zorunlu eğitim yasalarına
rastlamak olanaklıdır. Örgün eğitimin
kutsandığı günümüzde, “Eğitim süresi
ne kadar uzun olursa gelişmişlik
yükselir.” yargısı neredeyse dogmaya
dönüşmüştür. Zorunlu eğitim, belli
bir kademeden sonra öğrencilerin
eğilimlerine, toplumun ihtiyaçlarına
göre dizayn edilir. Profesyonel olarak
kimi öğrenciler eğitim ‘sektör’ünü
tercih eder. Bunlar arasında fen,
edebiyat, fen-edebiyat ve yazının
konusu olan eğitim fakülteleri yer alır.
Birinci Tez
“Öğretmenler,
öğretmenlik
sertifikası olan fen, edebiyat, fenedebiyat fakülteleri mezunlarından
öğretmenlik
sertifikası
alanlar
arasından seçilir.”
Eğitim
fakültelerinde
yetişen
öğretmenler, öğrenciler tarafından
her branşla ilgili muhatap kalınan
“İyi ama ne işime yarayacak?”
sorusunu ne yazık ki doyurucu
biçimde
yanıtlayamamaktadırlar;
çünkü geniş genelinin alanın(ın)
hayatla, diğer disiplinlerle olan bağını
kendi zihninde yeterince kuramadığı
görülür. Bunun temel nedeni, eğitim
fakültelerinde yetişmeleridir. Eğitim
fakültelerinden ne ‘kuş’ ne de ‘deve’
olarak çıkarlar. Yeterince alanın içine
girme imkânı -içinde bulundukları
fon nedeniyle- bulamazlar; kuramsal
olarak alınan öğretmenlik derslerinin
“saha”da ne işe yaradığı ise
tartışmalıdır. Bu konuda öğretmenler
arasında yapılacak bir araştırmanın,
verilen derslerin anlamının ifşasını
sağlayacağı kanaatindeyim. Fen Edebiyat fakültelerinde öğrenim gören
öğrenciler, arzu ettikleri durumda
öğretmenlik için gerekli olan sertifika
programı kapsamında yer alan ve
eğitim fakülteleri tarafından verilen
dersleri alarak öğretmenlik hakkı
kazanabilirler. Öğretmenlik sertifikası
almadan fakülteden mezun olanlar,
göreli bir iş deneyiminin ardından
öğretmenlik yapmak isteyebilirler;
bu durumda bulunduğu yerdeki
üniversitenin eğitim fakültesince
verilen
sertifika
programını
tamamlayarak öğretmenlik hakkı
kazanabilirler.
Bunun
sonucu
öğrenciler, saha deneyimi olan
öğretmenlerle de karşılaşma, tanışma
olanağı bulmuş olurlar.
İkinci Tez
“Eğitim fakülteleri, sınıf öğretmeni
yetiştirmek ve diğer fakültelere
pedagojik formasyon vermekten
sorumludur.”
Eğitim
fakülteleri,
disipliner
olmayan sınıf öğretmenliği gibi
alanlar dışında öğretmen yetiştirme
görevini edebiyat, fen, fen-edebiyat
fakültelerine devreder. Görev tanımı,
sorumlu olduğu alanlarda öğretmenler
yetiştirmek ile diğer disiplinlerde
öğrenim gören ve öğretmenlik
yapmak isteyenlere sertifika dersleri
vermekle sınırlandırılır.
Türkiye’de işveren Milli Eğitim
Bakanlığı olduğu için YÖK ile
öğretmen
yetiştirme
konusunu
istişare eder ve sürekli ‘yeni’
politikalar, düzenlemeler geliştirir.
Her alanda olduğu gibi -ne yazık
ki- burada da yap-bozlarla hareket
edilir. Sürekli değişen mevzuatlarla
fen, edebiyat, fen-edebiyat fakültesi
öğrencilerinin öğretmenlik sertifikası
alarak öğretmen olup olamayacağı
belirsizliğini korur.
Eğitim fakültelerinden
ne ‘kuş’ ne de ‘deve’
olarak çıkarlar.
Yeterince alanın içine
girme imkânı -içinde
bulundukları fon
nedeniyle- bulamazlar;
kuramsal olarak alınan
Üçüncü Tez
öğretmenlik derslerinin
“Üniversitelerin varlık nedenleri
arasında
alanında
uzman
yetiştirmek kadar araştırma yapmak
da vardır.”
“saha”da ne işe yaradığı
Üniversiteler, hükumetin güdümünde
olan
YÖK
tarafından
sürekli
kontenjanları artırılan ve bu nedenle
ise tartışmalıdır.
İ
Tam metine http://vmetinbayrak.blogspot.
com/2013/02/egitim-fakulteleri-ve-ogretmen.
html adresinden ulaşabilirsiniz.
37
Mesleki
anlamda
donanımlı
hale gelen
öğretmen,
çağın çok
sevdiği deyimle
“rekabet
edebilirlik”
açısından
nitelikli hale
geleceğinden
ülkenin
endekslerdeki
sıralarının
iyileşmesine
de katkıda
bulunacaktır.
de facto yüksek liselere dönüşen
kurumlardır. Üniversiteler politikası,
akademisyenlere de ikinci öğretim
ile ‘rüşvet’ vererek, “bir yanlışı bir
başka yanlışla düzeltmek” yanlışına
düşmekte; şöyle ki, akademisyenlerin
ücretleri göreli olarak düşük; bu
sorun, ikinci öğretim vb. araçlarla
çözülmeye
çalışılmakta.
Sonuç:
Akademisyenler, ders yükü nedeniyle
kendini tekrar eden, alanını dahi
yeterince takip edemeyen “tiltli
yüksek
lise
öğretmenleri”ne
dönüşürler. Eğitim fakülteleri, diğer
alanlarda okuyan öğrencilere sertifika
programı kapsamında servis dersleri
verdiklerinde iş yükleri azalacağı için
eğitim alanına dair, varlık nedenlerine
uygun olarak daha fazla araştırma
yapma imkânı bulabilirler.
Dördüncü Tez
“Öğretmen adayları, stajyerlik,
yardımcı öğretmenlik, öğretmenlik
statülerine bağlı olarak sınıfa
kademeli olarak alınır.”
Her mesleğin çıraklığı, kalfalığı
ve ustalığı varken belli bir alanda
kuramsal bir eğitimin ardından
sınıfa girmeye izin veren eğitim
politikasının handikaplarına dair
sürekli yazılıp çizilmekte. Mazide
yeterli öğretmen olmaması nedeniyle
‘pratik’ çözümler uygulanmıştır; ama
konu ‘çözüm’lerin faturasını bütün
toplum hala ödemektedir. Oysa
şimdi, öğretmen arz fazlalığı var.
O nedenle uzun erimli politikalar
rahatça hayata geçirilebilir. Öğretmen
adayları, liyakate dayalı birtakım
aşamaların ardından “öğretmenlik”
statüsüne kavuştuğunda hem kendilik
algısı gelişecek hem de öğretmenlik
mesleğinin saygınlığı yükselecektir;
bu süreçte hiç kuşku yok ki ücretler
de iyileşecektir. Mesleki anlamda
donanımlı hale gelen öğretmen,
çağın çok sevdiği deyimle “rekabet
edebilirlik” açısından nitelikli hale
geleceğinden ülkenin endekslerdeki
sıralarının iyileşmesine de katkıda
bulunacaktır.
Sonuç
“Toplumsal sorunlar, istişareyle
üretilecek ortak akıl ile kalıcı
biçimde çözümlenebilir.”
“Türkiye,
yarımlıklar
ülkesidir.”
tezine dönersek, devlet politikası
ile gündelik politikaları birbirine
karıştıran siyaset anlayışı ile politika
üretmenin kısır döngüsü içinde
yap-bozlarla,
deneme-yanılma,
yeniden yap-boz, deneme-yanıl/
ma ile sorunlar, çözülmekten ziyade
daha da derinleşmekte, içinden
çıkılmaz hale gelmekte; oysa istişare
yöntemiyle üretilecek ortak akıl ile
çözümlenebilir.
.
38
39
www.oncuegitimciler.org.tr
PEKİŞTİRME YÖNTEMİYLE
ÖĞRETİM, BALİNA EĞİTİMİ,
PEKİŞTİRİCİLER
BALİNA ÖYKÜSÜ
ADEM GÜNDEM
Matematik Öğretmeni /
İSTANBUL
Eğitimde
insanların
eğitilmesinden
daha zor olanı
hayvanları
eğitmek olduğuna
ve bu metot bu
tür eğitimlerde işe
yaradığına göre,
neden insanlar
benzer metotla
eğitilemesinler?
Sadece denemek
lazım.
40
Balina ve yunus balığı eğitimcilerinin tonlarca ağırlığındaki balinaları ve yunusları
nasıl suyun yedi metre üzerine sıçratıp
orada akrobatik hareketler yaptırdıklarını
hiç merak ettiniz mi? Ayrıca yine bu eğitimcilerin, balinayı ve yunus balıklarını suyun çok üzerindeki bir ipin üzerinden nasıl atlatabildiklerini biliyor musunuz? İpten
atlatmak ve suyun çok üstünde akrobasi
hareketleri yaptırmak, aslında çok zor bir
iştir. Belki de insanın eğitilmesinden de
zordur.
Eğitimin her kademesinde eğitmenlerin
karşılaştıkları eğitim sorunları bu öyküyle
ya da metotla mutlaka çözüme kavuşturulabilir. Eğitimde insanların eğitilmesinden
daha zor olanı hayvanları eğitmek olduğuna ve bu metot bu tür eğitimlerde işe
yaradığına göre, neden insanlar benzer
metotla eğitilemesinler? Sadece denemek
lazım. Temel sorun, anne ve babalarımızın,
öğretmen, eğitmen, çalıştırıcı veya yöneticilerimizin karşılaştıkları eğitim sorununu
sabırla çözmek yerine, öfkeyle yok etmeği
seçmelerinde yatıyor. Peki, bu eğitimciler
bu işi nasıl başarıyorlar? Bu eğitimcilerin
en önemli ve birinci özellikleri, öğrenilmesi ve tekrarlanılması istedikleri bilgileri ve
davranışları kızmadan, bağırıp-çağırmadan,
ısrarla ve sabırla pekiştirme çalışmaları yaptırmalarıdır. Burada her eğitimciye düşen
birinci ve en önemli görev, pekiştirme yöntemiyle öğretme (PYÖ) metodunu sabırla
öğrenip sonra da sabırla bu metodu öğrenciler üzerinde denemektir. Zamanla da bu
becerilerini geliştirmesidir.
PYÖ Metodunun Temel Nitelikleri ve
Yöntemleri
Bu metot genel olarak beş basamaktan
oluşmaktadır. Her basamak ısrarla ve sabırla takip edilmelidir. Sonuç almadan vazgeçilmemelidir. Şimdi basamakları beraberce
takip edelim.
Birinci basamak: Eğitimciler balina öykü-
sünde, hayvanı eğitmeden önce, balinanın
çevresini, onun başarısız olmasına sebebiyet verecek engellerden arındırmakla işe
başlarlar. Böylece balinanın başarılı olması
garanti altına alacak ortamın oluşturulması
sağlanır.
İkinci basamak: Öğretilecek konuyu belirlemek, aynı anda tek işle meşgul etmek.
Eğer öğretilecek konu su üzerindeki ipten
atlatmaksa, başlangıçta ip suyun hemen
üzerinde tutularak suya temas etmesi sağlanır. Bu öyle bir durumdur ki balinanın kendisinden bekleneni yapmaması mümkün
değildir. Balina ipin üstünden her atlayışında “olumlu pekiştirici” alır. Balıkla beslenir,
okşanarak sevildiği hissettirilir, eğiticisiyle
oyun oynama fırsatı bulur, böylece davranışı pekiştirilir.
Üçüncü basamak: Başarısızlık durumu ile
karşılaşılırsa yapılacak iş olumsuz eleştirmemektir. Buna göre balina ipin altından geçerse ne yapılır? O zaman hiçbir şey olmaz
ya da yapılmaz. Ne balinaya zarar verecek
elektrik şok verilir, ne onu sinirlendirecek
yıkıcı eleştiride bulunulur. Ne de gelişme
sürecinde olumsuz değerlendirmeler yapılır. Sessiz kalmakla olumsuz davranışının
onaylanmadığı öğretilir.
Dördüncü basamak: Bu ilkenin temelinde “olumlu olanı pekiştirme ilkesi” vardır.
Balina ipin altından çok ipin üstünden geçmeye başladığında, eğitimciler ipi giderek
daha yükseğe çıkartıp orada gererler. Balinanın fiziksel veya duygusal rahatsızlık duymaması için ip yavaş yavaş yükseltilmelidir.
Beşinci basamak: Balina eğiticilerinin
kullandığı motive yöntemi “kutlamak”tır.
Onlardan alınacak en önemli ders çok
kutlamaktır. Çok kutlamanın yanı sıra
daha önemli olan, az eleştirmektir. Evet,
çok kutlama yerine az eleştirmeliyiz.
Eğitimciler eğitilen bireylere başaramama olanağı sunmalı. Bunu sunarken de,
kendilerine sabırlı olma eğitimini vermeliler. İnsanlar işleri mahvettiklerinde bunu
anlarlar. Bu anda ihtiyaç duydukları şey
sadece yardımdır. Onları burada yalnız
bırakmamak yardım etmek gerekir. Peki,
nasıl? Nasıl mı? Onları beklediklerinden
daha az eleştirmekle. Onları daha az
eleştirir ve cezalandırarak disipline edersek, o olayı unutmaz ve tekrarlamazlar.
Eğitimcilerin temel görevi öğretecekleri
konuyu öğretmeden önce insanların başarısız olmayacakları şartları oluşturmak
zorunda olduklarını bilmeleridir. “Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız, sevdiriniz nefret ettirmeyiniz.“ hadisi şerifi ne kadar
da doğru söylüyor ve hedef veriyor değil
mi?! Öğretilecek konuları zorlaştırmayıp
kolaylaştırabilirsek başarının arttığını, öğretilmek istenilen konuların ve davranışların öğretilebildiğini göstermiş olacağız.
Çok kutlayıp, az eleştirip, ipi ne kadar
yükselteceğimizi yani hedefleri ne zaman
nerede ve ne kadar arttırmamız gerektiğini iyi bilmek lazım. Tecrübe etmeden
de bu ve benzeri hassas ayarları yapmak
zordur. Her birey bir âlem olduğuna göre
herkes için farklı metotlar geliştirmek gerekir. Bilmek, tecrübe etmeden yeterli bir
çözüm yöntemi değildir.
Eğitimcilerin
temel görevi
öğretecekleri
konuyu
öğretmeden
önce insanların
başarısız
olmayacakları
şartları
oluşturmak
zorunda
olduklarını
bilmeleridir.
“Kolaylaştırınız
zorlaştırmayınız,
sevdiriniz nefret
ettirmeyiniz.”
hadisi şerifi ne
kadar da doğru
söylüyor ve
hedef veriyor
değil mi?!
41
EĞİTİM ORTAMLARINDA
KEREM GÖZEN
ÖFKE YÖNETİMİ VE
an
u zam lğ
u
d
l
o
lo
in kra ncinin kral
n
e
m
t
.
e
Öğre iydik, öğr
olduk
n
e
m
c
öğren aman öğret
z
duğu
Herhangi bir kim
se öfkelenebilir. Bu
kolaydır.
Ne var ki; Doğru
in
cede Doğru zaman sana Doğru derela Doğru biçimde da Doğru maksatöfkelenmek İşte bu
zordur.
PDR / İSTANBUL
• Saldırganlık, kasıtlı olarak zarar
verme amacıyla gerçekleştirilen
davranışların ortaya çıkardığı durum olarak tanımlanmıştır.
• Öfke, istenmeyen sonuçlara ve karşılanmayan beklentilere verilen son derece doğal ve insani bir tepkidir. Ama
öfke, başkalarını kontrol etme yolu değildir.
“Allah’ım bana
değiştirebileceğim
şeyleri değiştirmek
için ‘cesaret’, değiştiremeyeceğim
şeyleri kabullenmem için ‘sabır’
ve ikisi arasındaki
farkı görebilmem iç
in de ‘akıl’ ver!”
HİTİT DUASI MÖ
2000
42
ARİSTO
• Zorbalık, taraflar arasında güçlerde
dengesizliğin olduğu, güçlü olan çocuğun ondan daha az güçlü olana baskı
yaptığı, tekrarlı olarak yapılan fiziksel,
sözel ve psikolojik saldırıları içerir.
empati kurmakta zorluk çekmesidir.
Zorbanın en tipik duygusal davranışı
gücün yanlış kullanımıdır.
Zorbalığın en önemli etkisi, şiddet ve
ilerİlköğretimdeki zorbalık davranışı ile
arauluk
suçl
n
çıka
ya
orta
rda
yılla
n
leye
ı
Ayn
ıştır.
anm
sında yüksek bir ilişki sapt
şkin
yeti
rının
anla
kurb
zamanda zorbalık
ası
likte kendine güvenlerinin düşük olm
r.
rlidi
geçe
mi
eğili
ak
Gerek zorba ve gerek de kurban olar
diği
edil
r
rapo
sık
a
erkek çocukların dah
görülmüştür.
nlık,
Erkeklerin daha çok fiziksel saldırga
ankull
kızların ise duygusal saldırganlık
dığı görülmüştür.
Kızlar erkeklere kıyasla öy–
lesine incelikli ve karmaşık kötülük
yapma biçimleri kullanırlar ki, bu nedenle kızların zorbalığını fark etmek
çok güç olabilir.
yaZorbalar genellikle kurbanlarını kendi
da
grup
iki
şıtları arasından seçerler. Her
.
olur
ta
sınıf
ı
ayn
ve
genellikle aynı yaşta
kiarı
dıkl
tanı
iyi
alar
zorb
Büyük olasılıkla
rler.
şileri kendilerine kurban olarak seçe
a yaZorbaların anne babaları hakkınd
sert
alar
zorb
pılan kimi çalışmalara göre
l
ense
bed
ve
la
ılığıy
arac
disiplin teknikleri
le
ellik
gen
ve
r
erdi
mişl
ştiril
yeti
ceza alarak
popüler kişilerdir.
OKULLARIMIZI
ZORBALIKTAN ARINDIRMA
tür kurbandan söz edilir.
Zorbalık terminolojisinde iki
PROGRAMI
Bir insan
a
duyabiliy cı duyabiliyorsa
orsa insa
canlıdır.
ndır.
Bir insan
ba
iz ve
şkasının
Bunlar utangaç, duyarlı, güvens
acısını
• Birincisi pasif kurbandır.
ına- • Öğrencile
kaç
da
ya
ak
yar
ağla
ığa
bal
Zor
r
ır.
e
ard
ukl
z
çoc
o
r
b
a
aşırı korunmuş
b
lı
ir
k
la başa
önem
çok etkilenirler.
de kurba taşımaktadır. Ç çıkma becerile
rak tepki verirler ve durumdan
ünkü
rinin
n
d
ır. Fakat
dir. Bun
dikkate a öğrencilerin % öğretilmesi ayr
tanınırlar. Bunlar aynı zaaz
a
dah
ise
la
lar
r
ban
ı
kur
z
lı
85
tıcı
o
n
rbaların
• Kışkır
için kayg
davranış ması gereken as ’i ne zorba ne
gösterirler. Daha güçlü olanıl
a
n
ır
ıl
la
la
manda saldırgan özellikler de
bu ö
rını
r. E
sadece s
ırken, kendinden daha güçsüz
eyirci ka ğer bu çoğunlu izlerken, kendi ğrencilerlar tarafından zorbalığa uğratıl
arın
onl
ğ
güvenlik
lm
c
bile
u
ü
er
n
enl
a
n
retm
z
ü
g
Öğ
la
r.
üc
zayıflatırl
arla
r, kurban
olanlara karşı da zorbalık yap
ar.
a destek ü harekete geçir leri
kurçek
ger
arı
onl
ve
r
ünü
düş
i
il
verirler,
• Kur
zorbalığa uğramayı hak ettiğin
zorbanın irse
bana yö
gün
elik
zorbalığ
ban olarak görmezler.
a karşı k davranışlarının
en
sık
cilerde k
oruyucu dini savunma ta lığında azalma
,
k
davranış
ların artm tiklerinde gelişm kurbanın
e
ası bekle
nmekted ve seyirir.
nlar zorba-
iler olarak adlandırılır. Bu
ylaşırlar.
% 70 –80’lik bölüm seyirc
çaresizlik duygusunu pa
nın
rba
ku
ve
er
ed
ık
ıkl
lığa tan
koro olarşı kayıtsız kalıp zorbaya
ka
a
lığ
rba
zo
da
an
zam
Kimi
rak hizmet ederler.
Öğrencilere bu soru sor
ulduğunda % 41’i öğret
menlerin asla bir
şey yapmadığını, % 33’ü
ara sıra bir şeyler yaptığ
ını ve sadece %
18’i ise daima zorbalığı
durdurmaya çalıştıkların
ı belirtmişlerdir.
Buna karşılık öğretmenle
r da
rına ilişkin seçeneği öğren ima zorbalığı durdurmaya çalıştıklacilerden üç kat daha faz
la işaretlemişlerdir.
• Bu çalışmaya göre,
öğretmenlerin çoğu zorba
lığın vurm
meleme ve alay etmeden
ibaret olduğunu düşünme a, tekktedir.
tarafından yapıldığı, amacı, ne1. Oturum: Zorbalığın tanımı, kim
rın özellikleri, kurbanda ortaanla
denleri, türleri, zorba ve kurb
ya çıkan duygusal sorunlar
li kartonlara yazılması, kuralları
2. Oturum: Sınıf kurallarının renk
olan etkisinin açıklanması
uygulamanın zorbalığın azalmasına
ilişkin bir öykü okunması/izlet3. Oturum: Zorba-kurban ilişkisine
neler yapabileceklerine yöneda
arın
tirilmesi, zorbalığa uğradıkl
lik sloganlar yazılması
kağıda yazmalarının istenmesi,
4. Oturum: Bir zorbalık olayını bir
ak canlandırması
bu senaryoyu gönüllülerin rol oynayar
dığında kullanabileceği tak5. Oturum: Kurbanın zorbalığa uğra ım edenlere taktik öğreyard
n
nda
tiklerin hatırlatılmasının ardı
tilmesi.
BUNU ASLA BİR
YALNIZ OLMADIĞINI
DET YA DA ZORBALIĞA
ŞİD
SIR OLARAK SAKLAMA!
ZORBAYA KANITLA!
MI MARUZ KALIYORSUN? ÇÜNKÜ ZORBALAR
ÇÜNKÜ GİZLİLİK ZORBALARIN
TANIKLARDAN HOŞLANMAZ!
EN GÜÇLÜ SİLAHIDIR!
43
ÜCRETLİ ÖĞRETMENLİK
NEDEN ZOR?
ERKAN ÖZKAN
Matematik Öğretmeni /
İSTANBUL
44
Konuların aynı, fakat
her öğretmenin
birbirinden farklı
anlattığını fark
ettiğinde ise öğrenci,
artık bu değişimin
sebebini öğrenmek
istemiş, okulun
ilk günü daha
önceden birkaç
konuda fikrini aldığı
öğretmenlerinin
birine sormuştu.
Çalan zilin ardından dersi olduğu sınıfa
doğru yürüyen bir öğretmen. Merdivenleri
çıkarkenki sakinliği, elinde çantası, aklında
neler konuşacağı. Aslında çok heyecanlı.
Nasıl olmasın ki? Birazdan gireceği sınıfta
meraklı 34 çift göz kapıyı açar açmaz
ona bakacak, ilk kelimeyi o söyleyecek.
Masasına doğru yürürken ayakkabısı,
gömleği, pantolonu çoktan incelenmiş
olacak, nerede duracağını bilemeyecek
önceleri. Neler konuşacağını dün geceden
hazırlamıştı. Yolda ve öğretmenler odasında
son bir kez bakmıştı aldığı notlara. Bu ilk
ders onun için çok önemliydi. Geçen sene
dershanede çalışmıştı fakat ilk defa bir
devlet okulunda ders anlatacaktı.
Yüksek ve kararlı bir ses tonuyla “Günaydın”
dedi ve “Günaydın” sesi geldi sınıftan.
“Oturabilirsiniz” dedi sonra. Her şey dün
gece planladığı gibi gidiyordu. İlk ders kendi
öğrencilik yıllarında olduğu gibi tanışma ile
geçecekti. Öğrenciyken kendini tanıtmaya
alışamamıştı bir türlü. Tanışma sırasının
kendisine her zaman en son gelmesini
istediğini düşündüğü an anladı, öğretmen
olduğu için ilk sıradan başka seçeneğinin
olmadığını. “Merhabalar” diyerek başladığı
konuşmasını ismini, soy ismini, branşını,
memleketini, mezun olduğu okulu, hangi
şehirden geldiğini söyleyerek sürdürdü.
Konuşurken heyecanı azalmıştı. Sınıf
sessizce onu dinliyordu. Öğrencilerin bir
daha bu kadar sessiz kalmayacağını birkaç
ders sonra anlayacaktı.
Kendini tanıtma sırası öğrencilere gelmişti
şimdi de. Pencere kenarından başlayarak
öğrenciler birer birer kendilerini tanıtmaya
başladı. Hemşerisi, aynı okuldan mezun
yakınları olanlar ve adaşı dikkatini
çekmişti. Ara ara kısa sorular sorarak
heyecanlı öğrencilere yardımcı oluyordu.
Kapı kenarındaki son öğrenci de kendisini
tanıttıktan sonra ders işleyiş, sınavlar ve
notlar hakkında bilgi vermeye başlayacaktı
ki, arka sıralardan sadece sarı saçlarını ve
havaya kaldırdığı sağ kolunu görebildiği bir
öğrenci ısrarla söz hakkı istiyordu. Acil bir
durum olduğunu düşünerek ve biraz da
telaşlanarak, “Evet” dedi hemen.
Öğrenci, “Bir soru sorabilir miyim
hocam?” dedi. Birazdan bir öğretmene
sorulabilecek en zor sorulardan birine
cevap vermek durumunda kalacağını bilse
söz hakkı vermezdi belki de. Öğrenci
kısık bir sesle sordu: “Kadrolu mu yoksa
ücretli öğretmen misiniz?” Şaşırmıştı.
Dün akşamki hazırlıklarında, şehir
dışında üç yıldır öğretmenlik yapan en
samimi arkadaşının öğrenciler tarafından
sorulabilecek sorular tahmini arasında bu
soru yoktu. Sorunun cevabı gerçekten
de zordu. Boş bırakma hakkı da yoktu.
Soruyu soran öğrencinin önceki yıllarda
defalarca aynı dersten birkaç öğretmeni
ders işleyişine, düzenine ve tarzına tam
da alışacakken değişmişti. Konuların aynı,
fakat her öğretmenin birbirinden farklı
anlattığını fark ettiğinde ise öğrenci, artık
bu değişimin sebebini öğrenmek istemiş,
okulun ilk günü daha önceden birkaç
konuda fikrini aldığı öğretmenlerinin
birine sormuştu. Öğretmeni, ülkemizde
kadrolu ve sözleşmeli öğretmenlerin
atanmadığı okullarda geçici bir süre
ücretli öğretmenlerin görev yaptığını
söylemişti. Öğrenci, artık sınıfa yeni bir
öğretmen geldiğinde ilk olarak bu soruyu
sormaya karar vermişti. Aldığı cevaba göre
ya derse konsantre olacak, öğretmenine
alışacak ya da alışmayacaktı kendince.
Sınıf daha da sessizleşmişti. Koridordan,
alt ve yan sınıftan, ara sokakta bir
bahçeye bakan pencereden gelen sesler
de kesilmişti. Zilin bir an önce çalmasını
öğrencilik yılları dâhil hiç bu kadar çok
istememişti. Zil çalsa teneffüste cevabı
düşünmek için vakti olurdu ne güzel.
Sol kolundaki saatine bakmayı düşündü
bir an. Derse giriş saatini bilse üstüne 40
dakika ekleyecekti ama okula geldiğinden
beri saatine bakmamıştı. Saniyeler
geçiyordu hızla. Bir cevap bulmalıydı ve
vermeliydi hemen.
Aklına geçen hafta okul müdürü ile okulda
yaptıkları görüşme geldi. Aynı günün
sabahında kaldığı eve yakın bir KPSS
dershanesine kayıt yaptırırken tanıştığı bir
öğretmen vesile olmuştu okul müdürüyle
görüşmesine. İki hafta önce İlçe Milli
Eğitim Müdürlüğü web sitesinden ücretli
öğretmenlik için başvurmuş fakat haber
gelmemişti. Okul müdürü, öğretmen
kadrolarında kadrolu öğretmenlerin
yanında ücretli öğretmenlerin de
bulunduğunu söylemişti. Aylık ortalama
104 saat derse girebileceğini belirtti
bilgisayar ekranına bakarak. Okuldan,
öğretmenlerden, öğrencilerden, ilçeden,
projelerden, problemlerinden bahsetti
kısaca. Sonra da ücretli öğretmenlerin
çalışılan gün sayısı üzerinden sigortalarının
yatırıldığını, yeni atanacak öğretmen
gelmesi durumunda ders saatinin
azaltılacağını veya tamamen kesileceğini
ekledi sözlerine. Dershane, kira, mutfak
ve diğer giderleri için maaşı merak
etmişti. Bir ders ücreti olarak ortalama
8,04 TL cevabını aldığında ise 104 ile
çarpmak aklına gelmediğinden normal
karşılamıştı. Ama eve gittiğinde bir aylık
masraflarına yetmiyordu bu maaş. Nasıl
yettirecekti peki?
Bir cevap bulmalıydı bu iki soruya da:
Bu maaş bu masraflara nasıl yetecek ve
öğrencinin “Kadrolu mu yoksa ücretli
öğretmen misiniz?” sorusuna cevap
ne olmalıydı? İki sorunun da cevabı
pencereden dışarıya baktığında aklına
geldi. Bahçeye çıkan öğrencilerdi bu zor
iki soruya da cevap. Zil çalmıştı. “Zil çaldı
öğretmenim.” dedi onunla bahçedeki
aynı kalabalığı gören bir öğrenci. “İkinci
ders devam ederiz.” diyerek öğretmen
masası üzerindeki çantasını alarak
öğretmenler odasına doğru yürümeye
başladı. Çantasında dershaneden aldığı
bir kitap vardı belki teneffüslerde boş
vakti olur da çalışır diye.
Öğrencinin
“Kadrolu mu
yoksa ücretli
öğretmen
misiniz?”
sorusuna cevap
ne olmalıydı?
İki sorunun
da cevabı
pencereden
dışarıya
baktığında
aklına geldi.
45
İŞSİZLİĞİN ÇÖZÜMÜ
MESLEKİ EĞİTİMDEN
GEÇİYOR
Vural GÜNDÜZ
Coğrafya Öğretmeni /
ANKARA
Kişinin ilgi duymadığı,
sevip benimsemediği
ve kabiliyetine uygun
düşmeyen bir işte başarı
göstermesi mümkün
değildir. Onun için her
ülke eğitim sistemi içinde
kişinin ilgi, yetenek ve
kabiliyetine göre bir
mesleğe hazırlama imkânı
46
sağlamaya çalışır.
Mesleki eğitim, toplum hayatında
kişiye kendi hayatını kazanması için
belirli bir meslek alanına ait bilgi,
beceri ve davranışlar kazandıran ve
kişinin kabiliyetini çeşitli yönleriyle
geliştiren bir faaliyet şekli olarak
tanımlanmaktadır.
Toplum hayatı, insanların ihtiyaç
ve eğilimlerine göre iş bölümüne
dayalı olarak gelişir. Bunun tabii bir
sonucu olarak da medeniyetler gelişir
ve insanların refah payı yükselir.
Bu bakımdan kişinin kabiliyet ve
becerisine uygun bir çalışma zemini
hazırlamak, işin verimliliği ve insan
gücünün iyi değerlendirilmesi önem
taşır. Çünkü eğitimin de amacı,
sistematik bir çerçeve dâhilinde
kişinin ilgi, kabiliyet ve becerilerini
keşfederek, bu özelliklerine uygun
bir meslek kazanmak suretiyle iş
hayatına hazırlamaktadır. Nitekim
eğitim sistemimizin de buna göre
düzenlenmesi kaçınılmazdır.
Kişinin
ilgi
duymadığı,
sevip
benimsemediği ve kabiliyetine uygun
düşmeyen bir işte başarı göstermesi
mümkün değildir. Onun için her
ülke eğitim sistemi içinde kişinin
ilgi, yetenek ve kabiliyetine göre bir
mesleğe hazırlama imkânı sağlamaya
çalışır.
iş gücüne sahip olmaktır. Eğitilen
insanlarla daha ucuz mal ve hizmet
üretimi mümkün olabilmektedir.
Mesleki teknik eğitimin gelişimi
toplumun iktisadi ve teknolojik
gelişimiyle yakından ilgilidir.
Mesleki teknik eğitim, hızla gelişen
teknolojik
dünyada,
keşfedilen
teknolojilerin
kullanımının
yaygınlaştırılması ve günlük hayata
uygulanması bakımından sosyal bir
öneme sahiptir. İnsanın kullanımına
ve faydasına sunulamayan teknolojik
gelişmenin pratik bir anlamı olmadığı
herkesçe bilinmektedir.
Batı standartlarında mal ve hizmet
üretimi ve nitelikli ara-insan gücü
ihtiyacının doğması mesleki eğitimin
yeniden
düzenlenmesi
gereğini
zorunlu kılmıştır. Öğretim sistemindeki
genişleme, insan yetiştirmeye her
zamankinden daha fazla verilen bu
önem; şüphesiz modern teknolojik
ilerlemelerin eseridir.
Mesleki eğitim, ekonomik ve sosyal
ihtiyaçlardan doğan, karşılanması
zorunlu olan bir faaliyet sahasıdır. Her
şeyden önce mesleki teknik eğitimin
üretime yönelik olması, ekonomik
değer taşıması ve toplum hayatına
katılması gerektiği görülmektedir.
Ülkemizde mesleki eğitim, Milli
Eğitim Bakanlığına bağlı kurum ve
kuruluşlar ile diğer bakanlıklara bağlı
kurum ve kuruluşlar, üniversiteler,
meslek
yüksek
okulları,
özel
kuruluşlar, meslek odaları ve gönüllü
kurum ve kuruluşlar gibi taraflarca
yapılmaktadır. Bu kurum ve kuruluşlar
birbiriyle sıkı bağlantı kurmalı, ortak
hareket noktaları geliştirmelidir.
Mesleki teknik eğitim,
eğitilenler
açısından incelendiğinde de beşeri
kaynakların
harekete
geçirilmesi
konusunda karşımıza çıkmaktadır.
Beşeri
kaynakların
harekete
geçirilmesinde en önemli husus nitelikli
Meslek liselerini toplumda saygın
bir yere getirmek, toplumda başta
aile olmak üzere okullar, basın-yayın
gibi bütün kurumlara düşmektedir.
Mesleki eğitim son yıllarda kan
kaybetmektedir. Öğrenci olmadığı için
bazı bölümleri
de kapanmaktadır.
Meslek liselerinin yeniden
aktif hale getirilebilmesi gerekir.
Bunu için öncelikle mesleki eğitimde
yakın çevrenin ihtiyaçları dikkate
alınmalı, sanayin ihtiyacı olan program
uygulamalarına önem verilmelidir. En
önemli sorunlardan biri olan, meslek
lisesi mezunlarının üniversitelere
girmesindeki eşitsizliği ortandan
kaldıracak tedbirler alınmalıdır. Meslek
Lisesi mezunlarının çoğunluğunun
gidebildiği okullar, meslek yüksek
okullarıdır. Burada da karşımıza dikey
geçiş yetersizliği ile meslek yüksek
okullarını bitirenlerin ilgili fakültelere
geçişi çok sınırlı kalmaktadır. Bu
durum düzeltilmelidir.
İşsizlikle
mücadelenin
çözümü
mesleki eğitimden geçiyor. Ekonomi
dışa açıldıkça yeni teknolojilerin
kullanımı yaygınlaştıkça daha fazla
eğitilmiş ve uzmanlaşmış ara-insan
gücüne talep artacaktır. Dolayısıyla
ülkemizde mesleki eğitimi bir kere
daha gözden geçirip, bilgi toplumuna
hazırlamak zorundayız.
Mesleki teknik
eğitim, hızla gelişen
teknolojik dünyada,
keşfedilen teknolojilerin
kullanımının
yaygınlaştırılması
ve günlük hayata
uygulanması
bakımından sosyal
bir öneme sahiptir.
İnsanın kullanımına ve
faydasına sunulamayan
teknolojik gelişmenin
pratik bir anlamı
olmadığı herkesçe
bilinmektedir.
47
BÜTÜN DÜNYA BUNA İNANSA
HAYAT BAYRAM OLSA
Bir bedenin hücrelerden meydana gelmesi
gibi toplumun hücreleri de bireylerdir.
Toplumu meydana getiren, ona hayat
veren, ona var olma özelliğini kazandıran
unsurlar da bireylerdir.
ŞAdettin GÖKSU
DKAB / İSTANBL
Bir ülke içerisinde
yaşamakta olan insanların
durumu, yolculuğunun
sonunun ne zaman
olduğu bilinmeyen
bir gemide yolculuk
eden insanlara benzer.
Yolcuların gemide
taşkınca hareketleri ya
da kavga etmeleri, belki
de bazılarının doğrudan
gemiye zarar vermeleri
geminin gidişatına zarar
verecek, belki de gemiyi
batıracaktır.
48
Bir toplum içerisinde yaşayan bireylerin
arzu edilen özelliklere sahip olması demek,
aslında toplumun hayat bulması, kalite
kazanması demektir. Sosyal bir varlık olan
toplumun oluşumunda olduğu gibi, hayatını
idamesinde ve kendisini meydana getiren
bireylerin mutlu olabilmesinde bireylerin
duruşu, yaşam biçimi, niyeti, eylemleri çok
önemlidir.
İnsan topluluklarını yani toplumları
idare eden yöneticilerin öncelikli görevi,
yönettikleri kitlenin hayatının devamını
sağlama konusunu çözmektir. Bir ülke
içerisinde yaşamakta olan insanların
durumu, yolculuğunun sonunun ne zaman
olduğu bilinmeyen bir gemide yolculuk
eden insanlara benzer. Yolcuların gemide
taşkınca hareketleri ya da kavga etmeleri,
belki de bazılarının doğrudan gemiye zarar
vermeleri geminin gidişatına zarar verecek,
belki de gemiyi batıracaktır. Bunun
olmamasını temin etmek, gemide barış ve
huzuru sağlamak, kaptan olmak üzere gemi
idarecilerinin görevidir. Örneğin yolcuları
uygun bir dille bilgilendirmek, aralarında
doğabilecek olumsuzlukları önceden sezip
önlemler almak, onları kaynaştırmak,
değerli olduklarını onlara fark ettirmek,
birbirlerini seven, sayan kimseler olmalarını
sağlamak, yolculuğun geleceği hakkında
umut vermek…
İşte bir ülkenin durumu da bunun gibidir.
Halk dediğimiz yönetilen sınıfın kaliteli
olmasının; yani hem zihni, hem de ruhi
donanımlara sahip kimseler olması,
kuralları benimsemesi, doğruyu, hakkı,
adaleti, vicdan duygusunu, ahlakı, inancı ön
planda tutan bireylerden oluşmasının doğal
sonucu, yönetenlerin de aynı özelliklere
sahip kimseler olmasıdır. Zira yönetenler de
yönetilenlerin içinden çıkarak o makamlara
ulaşacaklardır. Bu döngü içerisinde
yapılması gereken, hem halkın, hem de
devletin bireylerin eğitimini ön plana
çıkartan bir anlayışa sahip olunmasıdır.
Çünkü
bilgiden,
görgüden,
güzel
ahlaktan, vicdandan mahrum güruhların
en zaruri ihtiyaçları olan yeme-içmenin
temininde bile zorlanacakları aşikârdır. O
halde eğitimin en önemli yararı zorunlu
ihtiyaçların karşılanmasını öğretmesidir.
Bunu da şüphesiz eğitimcilerin eli ve derin
bakış açılarıyla yapılacaktır.
Eğitimin en az bunun kadar önemli başka
bir rolü de vardır ki o da, sahip olunanların
paylaşılmasından doğan sorunları çözmeyi
insanlara öğretmesidir. Çünkü insanoğlu
bencil bir nitelikte yaratılmıştır. Onun, bu
özelliğinden vazgeçmesi, paylaşımcı olmayı
benimsemesi gereklidir. Bencillik, kıskançlık,
tamahkârlık,
menfaatçilik,
gösteriş
tutkunluğu, bazen de yoldan çıkmışlık,
gözü dönmüşlük, hak ve adalet düşmanlığı
vb. duygu ve düşünceler kavgaların asıl
nedeni, barışın düşmanıdır. Bugün dünyada
ve özellikle de Müslümanların yaşadığı
ülkelerdeki kavganın, cinayetlerin temel
nedenleri bunlardır.
Zulmün tek nedeni ve geçerli bir
mantığı
olmamakla
birlikte,
zulüm
gören toplumların ortak noktası şudur:
Eğitimsizlik, maddi ve manevi yönden geri
kalmışlık, yetersizlik, güçsüzlük… Bunların
doğal sonucu da kavga. Bugün savaş
bölgelerinde yaşayan halklara baktığımız
zaman bu durumu açıkça görebiliyoruz.
Eğitim ya da doğru eğitim verilememiş
bireylerden oluşan toplumlarda meydana
gelen bağnazlıklar, kıskançlıklar, nefsani
hareketler, saldırganlıklar, objektiflik ve
akıldan uzak fiiller neticesinde musibetler
meydana gelmekte ve insanlık dışı sonuçlar
doğmaktadır.
Bölünüp parçalanmaya meyilli toplulukların
yenilmesi kaçınılmazdır. Burada her zaman
suçlu şüphesiz ki zulüm yapanlardır,
çünkü bir evin kapısının açık olması,
içeriye giren hırsızı haklı çıkarmaz. Fakat
özellikle Müslüman dünyasının bu duruma
gelmesinde Müslümanlar olarak bizim de
payımızın olduğu bir gerçektir. Bu durumu
değerlendirirken, inananlar olarak mutlaka
müracaat edilmesi gerekli olan ayet ve
hadislerden naslar da bize çok değerli
mesajlar vermektedir: “Başınıza gelenler
kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir.”
(Şûra Sûresi,30); “Halkı ıslah edici kimseler
olsalardı, Rabbin o şehirleri haksız yere
helak edecek değildi.” (Hud Sûresi, 117).
O halde eğitim zorunludur ve hayatın her
alanını kuşatıcı olmalıdır. Eğitim, bireylerin
ve böylece toplumun huzur ve refahında,
hayatını idamesinde en önemli ihtiyaçtır.
Eğitimli bireyler kendileriyle barışık
olduklarından, bu bireylerin oluşturduğu
toplumda da barış ve huzur hâkimdir.
Elbette eğitimin niteliği, içeriği, verdiği
mesajları da müspet olmalıdır.
Eğitimcilerin ufuklarını genişletmeleri, mutlu
bir dünyaya uzanmak için çaba harcamaları,
bu yolda fedakârlıkta bulunmaları, bıkıp
usanmadan çalışmaları, doğru yol ve
yöntemleri kullanmaları gerekmektedir.
Fakat öncelikle buna inanmak, iyi niyetle
çalışmak zorunluluğu vardır.
Eğitimcilerin
ufuklarını
genişletmeleri,
mutlu bir dünyaya
uzanmak için çaba
harcamaları, bu
yolda fedakârlıkta
bulunmaları,
bıkıp usanmadan
çalışmaları, doğru
yol ve yöntemleri
kullanmaları
gerekmektedir.
Fakat öncelikle
buna inanmak, iyi
niyetle çalışmak
zorunluluğu vardır.
49
Birine yardım yapılacaksa
birlikte davranıyorlar.
hep
….
Hep Göz Ardı Edilen Misyon:
İnsan Yetiştirmek
MUSTAFA YAZKAN
Sınıf Öğretmeni /
İSTANBUL
Bir turist ilk kez
ülkemizi ziyarete gelir.
Gezmeleri sırasında
gördüklerine inanamaz.
Notlar alır:
Toplum hiçbir şeyi israf etmiyor.
Toplum temizliğe çok dikkat
ediyor.
Başkalarını rahatsız edecek
davranışlarda bulunmuyorlar.
Birbirlerine çok saygılılar.
Komşuluk ilişkileri çok iyi.
Birine yardım yapılacaksa hep
birlikte davranıyorlar.
50
….
Eğitimci-Yazar Ali Erkan Kavaklı,
“Öğretmeni
Başarıya
Götüren
Yol” isimli kitabında 80’li yıllarda
Almanya’da görev yaparken başından
geçen bir olayı şöyle anlatır:
Birlikte görev yaptığım öğretmen
arkadaşım
bayram
arifesinde
Türkiye’ye
gelmek
için
tüm
hazırlıklarını yapar. Öğlene kadar
okulunda derse girip sonra Türkiye’ye
uçacaktır. Ancak birden, tüm özel
eşyalarının bulunduğu çantasını
metroda unuttuğu aklına gelir. Telaşla
idareye gider, durumu bildirir. Alman
olan okul müdürü eğer çantasını
bir Alman bulursa mutlaka kayıp
bürosuna vereceğini ve bunun böyle
olması için Tanrı’ya dua etmesini
söyler. Çanta, kayıp bürosunda
bulunur ve öğretmen derin bir nefes
alır. Öğretmen idareye bunu nasıl
sağladıklarını sorduğunda ise aldığı
cevap şudur: “Biz çocuklarımıza
ilkokul hayatları boyunca buldukları
eşyaları kayıp bürosuna teslim
etmeleri gerektiğini öğretiyoruz.”.
Benzer örnekleri hep duymuşuzdur.
Japonya’da da ilkokulda çocuklara
buldukları paraları kayıp bürosuna
teslim etmeleri öğretiliyor.
Peki, bizde ne öğretiliyor?
Şimdi hep beraber bir hayal kuralım.
Bir turist ilk kez ülkemizi ziyarete gelir.
Gezmeleri sırasında gördüklerine
inanamaz. Notlar alır:
Toplum hiçbir şeyi israf etmiyor.
Toplum temizliğe çok dikkat ediyor.
Başkalarını
rahatsız
edecek
davranışlarda bulunmuyorlar.
Birbirlerine çok saygılılar.
Komşuluk ilişkileri çok iyi.
Turist bütün bu güzelliklerin sebebini
öğrenmek için çevresine sorular
yöneltir. Hep aynı cevabı alır: “Bunları
bize ilkokulda öğretiyorlar.”.
Son 5-6 yılı saymazsak, maalesef
ülkemizde
eğitim
sistemimizin
böyle bir misyonu olmadı. Okula,
müdüre, öğretmene böyle bir misyon
yüklenmedi.
Okul böyle öğrenciler yetiştiremeyince
zamanla sıkıntılar ortaya çıktı. Okulun
misyonunu ve öğrenciye biçilen rolü
bir eğitimci geçenlerde TV’de güzel
izah etti:
“Test ile tost arasına sıkıştırılmış
insan.”
Oysaki ilkokulda öğrencileri hayata
hazırlayacak 20 tane davranış
kazandırabilsek kalitede değişim
hemen gözlenecektir.
Büyüklere
saygı,
tutumlu olma…
yardımlaşma,
Geçen sene TV’de sokak röportajları
yapıyorlardı. Herkese: “İlkokulda
öğrendiklerinizden
aklınızda
ne
kaldı?” sorusunu yöneltiyorlardı. Bir
vatandaşımız çok güzel bir cevap
verdi: “Öğretmenimin anlattığı hiçbir
şey aklımda değil. Ancak öğretmenim
bana başkasının eşyasını izinsiz
almamam gerektiğini öğretmişti.”
dedi. Bu aklımdan hiç çıkmaz.
Bu görev kimin? Biz öğretmenlerin…
Öğretmenler sınıf içi etkinliklerinde,
değer eğitimine gerekli önemi
verdikleri takdirde değişim kaçınılmaz
olacaktır.
Kendi sınıfımda uyguladığım “1 Puan”
çalışması bana çok şeyler öğretti.
50 Puanı tamamlayanlara hediyeler
veriyorduk. Verilen süre sonunda
puanı az olanlar puan ihtiyacı
olanlara puan vermiş, başkalarının
da hediye almasını sağlamışlardı. Hiç
birisi “Benim puanlarım yetmiyorsa
başkasına neden vereyim? Onun da
yetmiyor. O bana versin.” demedi.
Puanını yardımla tamamlayanlara ve
yardım edenlere de hediyesi verildi.
Ancak o gün çocukların fıtratında
“yardımlaşma”
duygusunun
en
saf halinin var olduğunu, okulun
ve öğretmenin bunu işlemek için
muhteşem
görevi,
sorumluluğu
olduğunu anladım.
Herkese: “İlkokulda
öğrendiklerinizden
aklınızda ne
kaldı?” sorusunu
yöneltiyorlardı.
Bir vatandaşımız
çok güzel bir
cevap verdi:
“Öğretmenimin
anlattığı hiçbir
şey aklımda değil.
Ancak öğretmenim
bana başkasının
eşyasını izinsiz
almamam gerektiğini
öğretmişti.” dedi.
51
SEVİ
YUSUF MESUT KİLCİ
Eğitimci Yazar / ESKİŞEHİR
Nehrin ortasında
susuzluk
çeken kayıkçı
gibi kalabalık
içinde dostlara,
arkadaşlara özlem
duyduğumu
fark ettim. Evet
yalnızdım. Tanıdık
bir arkadaşım,
dostum yoktu.
52
Mevsim sonbahar, yaprakların renk
cümbüşü, elvan elvan dökülmeye
başladığı günler. Hazan, hüzün ortaklık
kurmuş nöbet tutuyor köşe başlarında.
Körpe
dimağımda,
karamsarlık
ufkumda, gecenin zifiri karanlığında
kapkara bulutlarla ayla sobe oynuyor.
Gergef işliyor cadılar isteklerimin
zirvesinde.
Baykuşlar
tünemiş
beklentilerimin çatısında. Her nefes alış
verişimde şimşekler çakıyor kaygılarımın
yamaçlarında. Umutsuzluk denizinin
karanlık
derinliklerinde
umutlarım
kulaç atıyor. Düşüncelerim; karanlıklar
prensinin kapkara atıyla, simsiyah
gecelerde meçhule dörtnal koşturuyor.
Ruhum dar geliyor beden kafesine. Beş
duyum savaş açmış birbirine, belli değil
galip mağlup. Zihnim ellerime, ellerim
zihnime rakip. Aklım, dümeni kırık kayık
Uğultular, gürültüler misali kürek çekiyor
hayat ırmağında belirsiz menzile.
Dışarıdan
baktığınızda
diğer
çocuklardan sizce fiziki bir farkım
yoktu. Aynı tip elbise, ayakkabılar
kravat ve saç modelim karşınızda
tipik yatılı bir lise öğrencisi. Nehrin
ortasında susuzluk çeken kayıkçı gibi
kalabalık içinde dostlara, arkadaşlara
özlem duyduğumu fark ettim. Evet
yalnızdım. Tanıdık bir arkadaşım,
dostum yoktu. Tören… Eğitim
yılının ilk günü… Eğitim, öğretim,
konuşmalar,
şiirler,
özdeyişler,
alkışlar... Hepsi kavrama alanımın
dışındaydı. Hiçbirisi ilgimi çekmiyor.
Etkilenmiyordum. Yetkili birisinin,
“Yeni kayıt yaptıran öğrenciler
bahçenin sağ tarafında toplansınlar!”
sözüyle törenin bittiğini anladım.
Tek tek yeni gelen öğrencilerin ismi
okunuyor, üçerli sıra olduktan sonra
bir öğretmenle birlikte belirlenen
sınıfa gidiyorlardı.
Karanlıklar ülkesindeyken bir zil sesiyle
yatılı bir okulun bahçesinde buldum
kendimi. Yeni, eski, akran, büyük, küçük
benim gibi çocukların arasındaydım.
İsmim okundu. İlk defa kendimi
hatırladım. İsmimin İsa olduğunu
sanki yeni öğreniyordum. Yetişkin bir
insan ağzından İsa ismimin bu kadar
güzel söylendiğini ilk defa duydum.
Sıra olduk bir anda sınıfı doldurduk.
Herkes biriyle eş oldu uygun bir
sıraya oturdu. Ben yine yalnızları
oynuyordum. Kimsenin tenezzül
etmediği en ön sırayı kendime mekân
seçtim. Yalnızlık elbisesi benim
için biçilmiş, bana da yakışıyordu.
Her öğrenci yeni okula başlamanın
heyecanını, sevincini doya doya
tadıyorken ben yalnızlığı kendime
dost edindim.
Sınıf kapısı açıldı. Benim ruh kapım
kapandı. Sizdiniz o anda ruh kapımı
kapatan. Senenin ilk günü ilk dersinde
karanlık ülkenin kara pelerinli,
simsiyah atlı elinde ölüm mızrağı ile
düşmanına saldıran karanlık prensi
gibi sınıfa daldınız. Sizi görür görmez
babamı hatırladım. Yürüyüşünüz,
kaşlarınızı çatışınız, alnınızdaki kalın
çizgiler, bakışlarınız konuşma ses
tonunuz her davranışınız babamla
geçen günleri hatırlattı.
Annem benim doğumum esnasında
hayatını kaybetmiş. Babam annemin
ölümünden beni sorumlu tutmaya
başlamış. Artık gülen yüzü gülmez,
konuşan dili, konuşmaz olmuş. Önce
içine kapanmış, kendini ıssız kimsesiz
yerlere atmış. Kimseyle konuşmaz,
kendini bilmez hale gelmiş. Günler
haftaları, haftalar ayları kovalamış
babamın hastalığı ilerlemiş, kendisine
ve çevresine zarar vermeğe başlamış.
Biz evde iken evi ateşe verecek kadar
ileriye gitmiş. Önce Eskişehir sonra
İstanbul’da tedavi görmüş.
Çocukluğumda babam, ablama ve
özellikle bana aşırı derece sözle,
kaba kuvvetle şiddet uygulardı.
Ablamı çok severdi. Bana karşı nefret
duyardı. Dedemin yanında bana bir
şey demese dahi kin ve nefret ile
bakardı. Küçük olduğumdan kendimi
savunamazdım. Ablam babama karşı
beni savunurdu. Benim yüzümden
şiddete maruz kalırdı. Dedem de bizi
himaye etmeseydi, o olmasaydı, ne
olurdu halimiz?..
Sınıfa girer girmez, sizi gördüğümde
ellerimin
titremesi,
nereye
bakacağımı
bilememem.
Ne
yapacağımı şaşırmam; gözlüklerimi
takıp çıkarmam, gözlük saplarını
vidalarından söküp takmam, babamı
ve bize uyguladığı şiddeti hatırlamam
ve kendimi kaybettiğimdendi.
Okul hayatımız zaman tünelinde yol
almaya başladı. Yol arkadaşlığımız
sırasında sizi tanımaya başladım.
Dış
görünüşünüz
babama
benziyordu. Fakat o sert bakışın
gerisinde yüreğinizin sevecenliğini,
sıcaklığını keşfetmeye başladım.
Sevgi sözcüğü sizin dilinizde anlam
kazanıyor, hayatı anlamaya, yaşamın
manasını derslerinizde kavramayı
öğreniyordum.
Derslerinizde
güldüğünüz olmazdı. Bazen kısa süreli
tebessüm eder, hemen o ciddiyet
yüzünüzde belirirdi. Dersinizde
anlattıklarınızı yaşar, bizlere de
Sınıfa girer
girmez, sizi
gördüğümde
ellerimin
titremesi, nereye
bakacağımı
bilememem.
Ne yapacağımı
şaşırmam;
gözlüklerimi
takıp çıkarmam,
gözlük saplarını
vidalarından
söküp takmam,
babamı ve bize
uyguladığı şiddeti
hatırlamam
ve kendimi
kaybettiğimdendi.
53
Eğer himaye
etmez, bu
yaşlarda
eğitmez,
topluma faydalı
bir fert olarak
yetiştirmezsek,
kendisine
ve topluma
zararlı olur.
Son sözünüz:
“Eğer şimdi
eline kalem
vermezsek,
gelecekte o eline
silah alır. Kalem
tutan parmaklar,
yarın tetik
çeker.”…
54
yaşatırdınız. Bazen dilinizden bir
kelam çıkmaz, gözlerinizle bin kelam
ederdiniz. Hepimiz bu iletişimden
payımızı alırdık. İlk derslerinizdeki size
karşı olan ürkekliğim, çekingenliğim
yerini ilgi, sevgi ve saygıya terk etmişti.
Sizin dersinizde başka bir dünyada,
başka bir iklimde olurduk.
Sınıfta her birimize ayrı ayrı değer
verir, adaletli, sevecen davranırdınız.
Bizleri anlamaya, bizlerin ruh
dünyasına
girmeye
çalışırdınız.
Bizlere bizden biri gibi davranırdınız.
Sert görünüşlü idiniz, kırıcı yıkıcı
değildiniz. Öğüt verirdiniz, yargılamaz
zorlamazdınız. Hatalarımızı söyler,
uyarır, kırıcı eleştirmezdiniz. Emir
kipini kullanmaz, istek ve dilek kipiyle
konuşurdunuz. Sadece branş dersinizi
sevmekle kalmadık. Sizin sayenizde
Türkçe dersimizi de sevdik. Çünkü
kötü sözcük duymadık dilinizden.
Türkçenin
akıcılığını,
güzelliğini
kavrattınız
bizlere.
Dersinizin
bitmesini istemez, ders çıkış zilini
duymaz, sizin sözlerinizin bitmesini
arzulamazdık.
İşte ders yılının yarısı bitmek üzere,
yedi gün sonra karneler verilecek.
Yarıyıl tatili yaklaştı. Benim karnem iç
açıcı değil! Pişman ve üzgünüm. On üç
dersten on dersim kırık not görünecek
yarıyıl karnemde. Ben başarısızlığımın
pişmanlığı ve üzüntüsünü yaşarken
ablamı okulda görüyorum. Benim
başarı durumumu görüşmek için
okula siz davet etmişsiniz. Döne
döne koridor ve sınıflarda sizi arıyor.
Sizi bulduğunda onu güler yüzle
karşıladınız. Siz söze başlamadan
ablam sırlarımı sıralamaya başladı.
- İsa başka okulda başarılı olamaz!
Zekâ seviyesi buna uygun değil.
Ayrıca yatılı olduğu için İsa’yı buraya
vermeyi tercih ettik.
Siz öfkelenmiştiniz. Sizi hiç böyle
öfkeli görmemiştim. Ablamın benim
hakkımdaki sözleri sizi çok etkilemişti.
Beni savunuyordunuz, beni yeniden
tanıtıyordunuz ablama.
- Siz kardeşinizi tanımıyor, tanımak
istemiyorsunuz. İsa sınıfın en zeki
öğrencilerinden birisidir. Şu anda ki
başarı durumunu ölçü almayın. Eğer
ilgi görürse, destek verilirse değil bu
okulda hiçbir okulda başaramayacağı
ders olamaz. Eğer himaye etmez, bu
yaşlarda eğitmez, topluma faydalı bir
fert olarak yetiştirmezsek, kendisine
ve topluma zararlı olur. Son sözünüz:
“Eğer şimdi eline kalem vermezsek,
gelecekte o eline silah alır. Kalem
tutan parmaklar, yarın tetik çeker.”…
Bu konuşmalardan anladım ki ben,
beni tanımıyorum. Can ciğer ablam
beni tanımıyor. Öğretmenim beni,
bana ve yakınlarıma tanıttınız. Benim
dünyamda yeni kapılar açtınız. Bana
özgüven kazandırdınız. O günden
sonra problem dağının zirvesindeki
bulutlar dağılmaya başladı. Ruh
iklimime artık cemre düştü. Dört ay
sonra körpe dimağımda, karamsarlık
ufkumda gecenin zifiri karanlığındaki
kapkara bulutlarla ay sobe oynamıyor.
Umut ufkumda dolunay doğdu.
Ümitsizliği, karamsarlığı sonsuza kadar
sürgüne gönderdi. Düşüncelerimin
gerçek prensi yağız atıyla nurlu
gecelerde hedefine dörtnala koşuyor.
Bedenim artık ruhuma dar değil, beş
duyum akıl sayesinde barış anlaşması
imzaladı, sonsuza kadar kardeş, dost
oldu.
Kendimi Ağrı Dağı zirvesinde
salınan bembeyaz, salkım salkım
buluta benzettim. Çünkü benim gibi
yalnızdı. Fakat halinden hiç şikâyet
etmiyordu. Zirvelere çıkmış yaratılış
sırrını yükseklerden seyrediyordu.
Kimi zaman şiirlerde şaire ilham
oluyor, kimi zaman seyredene yoldaş,
sırdaş oluyor. Kimi zaman dağ başında
boynu bükük, rengini değiştiriyor,
paramparça oluyor su damlacıklarına
dönüşüyor. Rahmet, bereket oluyor.
Yanık yürekleri serinletiyor, susuz
toprakları suluyor. Buğday oluyor,
açları doyuruyor, çiçeğe, çimene renk
katıyor. Evet, zirvedeki bulut orada
boş boş durmuyordu. Zirveye çıkmak
için ne kadar yol kat etti. Yollarda
ne zorluklar, çileler çekti. Beynimde
fırtınalar koptu. Niçin ben bir bulut
kadar olamıyorum!
Bu düşüncelerle yarıyıl tatili bitti,
dersler başladı. Davranışlarımdaki
değişikliği gözlemleyen yine siz
oldunuz. Günlerimi değerlendirdim.
Öğretmen ve arkadaşlarımı, derslerimi
okulumu seviyorum. Artık sınıfta
sıramda tek başına oturmuyorum.
Benim de sıra arkadaşım var. Ben de
arkadaşlarımdan silgi kalem istiyor,
isteyene veriyorum. Bilgimi, becerimi,
imkânlarımı onlarla paylaşıyorum.
Başarısız olduğum dersleri kavramaya,
anlamaya başladım. Onlardan yedi
tanesini kurtardım.
Yaz tatili geldi. Karne günü. Sınıfta
karne heyecanı zirvede. Sınıf
öğretmenim
karnemin
yanına
teşekkür belgesi iliştirmiş. Karneme
hızla baktım, başarısız dersim
kalmamış.
Gözlerim
buğulandı,
dizlerimin bağı çözüldü. Oturduğum
sıraya zorla ulaştım. Sonbaharda,
eylül ayında olduğu gibi gözlüklerimi
çıkardım. Başımı koydum, kollarımın
üzerine kapandım. Hıçkıra hıçkıra,
doya doya ağlamaya başladım.
Bu gözyaşları başarmanın sevinç
gözyaşlarıydı.
Öğretmenim, beni ve zekâmı bu okula
layık görmeyen yakınlarım kaydımı
başka okula aldılar. Zamanımı,
imkânlarımı
değerlendirdim.
Bir meslek sahibi oldum. Belki
zirvedeki bulut olamadım. Ancak
sizden, okulumdan sevgiyi, saygıyı
öğrendim. Okulumun adını, sizin
isminizi sizi tanıyanlardan işittiğimde;
yüreğim burkulur, boğazımda bir
şey düğümlenir, gözlerim bulutlanır,
buğulanır…
Sizden,
okulumdan
sevgiyi, saygıyı
öğrendim.
Okulumun
adını, sizin
isminizi sizi
tanıyanlardan
işittiğimde;
yüreğim
burkulur,
boğazımda bir
şey düğümlenir,
gözlerim
bulutlanır,
buğulanır…
55
öğrenemiyor.
Yenilmesinler
Hayata
MERVE AKYOL KILIÇ
Okul Öncesi Öğretmeni /
İSTANBUL
56
Hep bir elimiz
arkasında oluyor.
Yürüdüğü yerleri
yastıklarla
çevreliyoruz.
Düşmenin ne
demek olduğunu
ve her düştüğünde
kendi başına
kalkması gerektiğini
öğrenemiyor.
“Eğer bir çocuk, çocukluğunda
kurbağa, yengeç gördüyse, bir
kaplumbağa yavrusunu eline alıp
onun kabuğuna çekilişini izlediyse,
bir su yılanının suyun üzerinde
tuttuğu küçücük başını gördüyse ve
hepsinden önemlisi tabiatın sadece
bize ait olmadığı fikri zihninin
bir köşesine yerleştiyse, ilerideki
hayatında daha cesur ve kendinden
emin olacağı muhakkaktır.”
Jean Jack Rouessau, ‘Emile’ adlı
kitabından.
Çocuklarımızın cesur olup zorluklara
göğüs germesini öğrenmelerini mi
istiyoruz yoksa hayatta karşılaştıkları
her
güçlükte
bizlerin
yanına
koşmalarını mı bekliyoruz? Sanıyorum
ilk seçenek. Neden mi?
Daha doğduğu andan itibaren onu
el bebek gül bebek büyütüyoruz.
Her ağladığında yanı başında
oluveriyoruz. Her istediğini anında
gerçekleştiriyoruz.
Sabretmesini
öğrenemiyor.
Hayattaki ilk adımlarını atmaya
çalışırken hemen arkasında biz
oluyoruz. “Aman düşmesin, aman
bir şey olmasın.” diye hep bir elimiz
arkasında oluyor. Yürüdüğü yerleri
yastıklarla çevreliyoruz. Düşmenin ne
demek olduğunu ve her düştüğünde
kendi başına kalkması gerektiğini
öğrenemiyor.
Okula
başladığında
bir
türlü
ayrılamıyoruz yanından. Her şeyini
kontrol ediyoruz. Arkadaşlarıyla kavga
ediyor belki, ertesi gün okula gidip
sorunu biz hallediyoruz. Sorunlarını
tek başına halletmesi gerektiğini
Üniversite yılları geliyor. Hangi
mesleği
seçeceğine
biz
karar
veriyoruz. Tek başına karar almasına
fırsat vermiyoruz. Karar almanın ve
bunun sorumluluğunu taşımanın ne
demek olduğunu öğrenemiyor.
Bunların hiçbirini öğrenememişken
biz ondan hep güçlü olmasını
bekliyoruz ve ona sürekli telkinler
veriyoruz.
Peki ama çocuk öğrenemediği bir
şeyi nasıl yapabilir? Hayatının hiçbir
anında tek başına bir karar almasına
fırsat vermediğimiz bir çocuktan,
hayatı için çok önemli bir seçimi
yapmasını nasıl bekleyebiliriz? Ya da
ona sabrı öğretmediğimiz halde ondan
bir olay karşısında sabırlı olmasını
nasıl isteyebiliriz? Her düştüğünde
elinden biz tutup kaldırdıysak, belli bir
zamandan sonra ona “Artık biz yokuz,
sen tek başına devam etmelisin.” nasıl
diyebiliriz?
Hayatta her söylediğimiz, her
yaptığımız davranış bir makine
gibi kaydediliyor çocuklarımızın
beyinlerine. Ve günü geldiğinde
söylediklerimizle
yaptıklarımız
çelişiyorsa
şayet,
zihinlerinde
yanlış bir anne-baba profili çiziliyor
işte o zaman. İster misiniz bunu
değerli anne-babalar? İstemezsiniz
biliyorum. O halde vakti zamanında
söylediklerimizle bugün yaptıklarımız
çelişmemeli. Eğer çocuğumuza sabrın
ne demek olduğunu öğretmemişsek
ondan sabır bekleyemeyiz. Ya da
onun tek başına mücadele etmesine
hiç fırsat vermemişsek ondan güçlü
olmasını isteyemeyiz.
O halde bırakın çocuklarınız
düşsün. Tek başına kalkabilir merak
etmeyin.
Bırakın çocuklarınız sorunlarını tek
başına çözsün. Siz ona güven verin
yeter.
Bırakın çocuklarınız kararlarını tek
başına versin. Getirdiği sonuç kötü
olsa da üzülmeyin. Hayatta her şey
her zaman iyi sonuçlanmayabilir.
Demek istiyorum ki çocuklarınızın
üstündeki koruyucu kalkanı çıkarın
artık. Onları hayatın gerçekleri ile
yüzleştirin. Acının, mutsuzluğun
ve daha başka olumsuzlukların ne
demek olduğunu bilsinler. Bilsinler
ki bazı şeyleri öğrenmeleri için geç
olmasın. Bilsinler ki, yenilmesinler
hayata.
Çocuklarımızın
cesur olup
zorluklara
göğüs germesini
öğrenmelerini
mi istiyoruz
yoksa hayatta
karşılaştıkları her
güçlükte bizlerin
yanına koşmalarını
mı bekliyoruz?
Sanıyorum ilk
seçenek. Neden
mi?
57
BİR BAŞKA
ÖĞRETMENLER ODASI
Abdullah YILDIRIM
DKAB / MARDİN
58
Bak buradan
bir kerede ve
bangır bangır
söylüyorum
işitin ey
yarenler: Bizim
öğretmenler
odası burcu
burcu kebap,
lahmacun;
kavun, karpuz
üzüm ve
bilumum erzak
kokar.
Bizim öğretmenler odası öyle buram
buram ilim, irfan kokmaz Osman Abi.
Bizim öğretmenler odasının bilim, sanat,
fenden dem vurduğu da yok üstelik. Kusura
bakmasın kübera. Bak buradan bir kerede
ve bangır bangır söylüyorum işitin ey
yarenler: Bizim öğretmenler odası burcu
burcu kebap, lahmacun; kavun, karpuz
üzüm ve bilumum erzak kokar. İlçenin
kuşunun da kervanının da geçmediği
noktasında arzı endam edince okulumuz,
haliyle akşama kadar aç ve biilaç duracak
değil ya muallimun Osman Abi! İleriki
restoran beriki lokanta köşedeki manav
derken işte hali pür melalimiz Abicim.
Anladın sen onu!
Melahat Abla bizi her Allah’ın günü (öyle
dediğime bakmayın on iki yıllık matematik
öğretmenimiz)
pastalara,
böreklere
keklere, turtalara –Allah’ım hamur işi
adına aklına ne gelirse artık- tuzlulara,
şekerlilere boğunca, haliyle ben de tam
sekiz kilo alıp göbekli Anadolu Erkekleri
Derneğine kaydımı yaptırdım geçenlerde.
Geçenlerde dediğime bakma sen, üç ay
falan oldu. Mutlu musun Ablacım? Hem
evde hanım iyice işkillenmeye başladı,
sen benim yemekleri eskisi kadar iştihayla
yemiyorsun diye söyleyeyim valla! Üstelik
ilçede adımız paskülbozanlar lisesi diye
çıkmasın mı, Allah’ım Allah’ım kel başa
şimşir tarak.
Nihat Abi (e tabi öyle dediğime bakmayın
yirmi iki yıllık edebiyat öğretmenimiz)
başlayınca falan ilçede şu kadar zaman
kaldık, filan beldede bu kadar ikamet
ettik, biz mesleğe başladığımızda maaşları
elden alırdık be heeeyy demelere, bizi bir
kahkaha alır; gülmekten karnımıza ağrılar
girerdi. Gerçi Osman Abi memleketin bir
ucundan diğerine savrulan ve bizim bir
masal dinliyormuşçasına kahkaha attığımız
bu hayat serüvenlerinin gerçekliği, bir acı
tokat gibi gerçekliğini de hissettirmiyor
değil anlayacağın. Karın diz boyu olduğu
ilçeye gitmenin imkânsızlaştığı; doğanın,
ölenin o kasaba standartlarında doğup
ölebildiği o masalsı hayatlar... Bu kadar
cefa, bu kadar eza ve her şeyinizden ama
her şeyinizden bir parçayı feda edebilme
güdüsü: Öğretmenlik.
Neyse bizim öğretmenler odası öyle
buram buram ilim, irfan kokmaz Osman
Abi!
59
WC’SİZ
OKULLAR
Köy okulu, W.C., müfettis anıları.
ŞEMSETTİN KOÇAK
Çukurova Üniversitesi /
ADANA
İlk köyden sonraki
okula, ilk köyün
öğretmeni ile
gitmek, ondan
sonraki köye o
köyün öğretmeni
ile gitmek ve
bu işi son okula
kadar sürdürmek.
Teftişe, ilk kez
yalnız çıkmanın
verdiği tedirginlik
içindeyim.
60
Grup başkanı arkadaşım, “Fakülte
dolmuşlarına binip, Et Balık Kurumu
kavşağında ineceksin ve sola doğru
giden yola döneceksin.”, diyor.
Arkasından da, “Köy çok yakın, tepeye
çıkınca hemen okulu görürsün, en
fazla beş yüz metre yürürsün.”, diye
ekliyor. Ondan sonrası belli. İlk köyden
sonraki okula, ilk köyün öğretmeni ile
gitmek, ondan sonraki köye o köyün
öğretmeni ile gitmek ve bu işi son
okula kadar sürdürmek. Teftişe, ilk
kez yalnız çıkmanın verdiği tedirginlik
içindeyim. Et Balık durağına gelince,
dolmuşçu indiriyor beni ve gideceğiniz
köy çok yakın hocam, diyor. Yol şose.
Yerler ıslak olmasına rağmen, yol kuru.
Yer yer su birikintileri varsa da önemli
değil. Yürümemi engellemiyor. Beni en
çok köye varırken karşılaşabileceğim
köpekler
meşgul
ediyor.
Sonra
okuldaki durumlar. Yarım saat kadar
bu duygular içinde gittikten sonra,
okulun tam karşısına gelince, okula
doğru yöneliyorum ve çamurlar içinde
yürümeye başlıyorum. Yüz metre kadar
ilerledikten sonra okula ulaşıyorum.
Her ne kadar çamurlara batmamaya
çalışıyorsam da, ayakkabılarımın dışında
bir ayakkabı oluşmasını önleyemiyorum.
Bu kadar çamurlu ayaklarla okula
girilmez ki, deyip merdivenin yanında
ayakkabılarımı temizlemeye çalışırken,
okulun öğretmenlerinden biri geliyor
ve “Hoş geldiniz.” diyor. İçeri girmeden
biraz sohbet edip köy, köylü ve okul
hakkında bilgi toplamaya çalışıyorum.
“Görüyorsunuz ya, şoseden buraya
kadar çamurlara bata çıka geldim. Şu
yolu, hemen şu dereden çocuklara taş
toplatarak döşetseniz de, çamurlara
batıp çıkmasak olmaz mı?”, diyorum
öğretmene. Öğretmen, “Ben bu yolu
ağadan alana kadar ne çektim bir
bilseniz hocam?” diyor. Okulda iki
öğretim yapılmasına rağmen fazla
bir ev göremeyince öğretmene,
“Kaç öğrenciniz var ki ikili öğretim
yapıyorsunuz?” diye soruyorum, aldığım
cevap yeterli oluyor. Oluyor da ben yine
birkaç evden bu kadar çocuğun nasıl
çıktığını anlayamıyorum. Öğretmen
bu kez: “Hocam ağanın dört karısı,
yirmi kadar çocuğu var.” diyor. Ve
arkasından, “Bu topraklar ve okulun
bulunduğu yer de ağanın malı. Yolu,
rica minnet alabildik.” diyor. Okula
girip öğrencilere bakınca, öğrencilerin
yarıdan fazlasının ağanın olduğunu
anlıyorum.
Teneffüste
okulun
çevresinde gezerken, okul binasından
başka binanın olmadığını görünce,
“Odunluk ve tuvalet binası yok mu?”
soruma Öğretmen: “Öğrencilerin
tuvaleti
yok
hocam.”
diyor.
Çocukların tuvalet ihtiyaçlarını nasıl
karşıladıkları konusunda ise herhangi
bir soru sormaya gerek duymuyorum.
Aynı hafta içinde ziyaret ettiğim
bazı okullarda da tuvalet olmadığını
görünce, “Bu okullara niye tuvalet
yapılmamış?”
sorusu
takılıyor
aklıma. Bir süre sonra, gezdiğim
okulların tuvaletlerini hatırladıkça,
okullara
tuvalet
yapılmamasını
pek o kadar da anormal bir durum
olarak görmez oluyorum. Çünkü köy
okullarının tuvaletlerinin birçoğu,
akarsudan yoksun olmaları nedeniyle
kullanılamaz
duruma
gelmişti.
Bir kısmının çatısı uçmuş, kapısı
parçalanmıştı. Bir kısmının yanına
bile
yaklaşılamıyordu
kokudan.
Bu konuda öğretmenlere bir şey
söylemek de boşunaydı. Çünkü
onlar da çaresizdi. Dairede toplantı
yaptığımız bir gün, bina işlerine bakan
müdür yardımcısına, köy okullarının
bazılarında
tuvalet
olmadığını
söyleyince, bana durumu açıklıyor:
“O yıllarda yapılan okulların hemen
hiçbirinde tuvalet yok, yapılmamış.
O zamanki Milli Eğitim Müdürü, iki
köye yapacağımız tuvalet parasıyla,
okulu olmayan bir köye, bir derslik
yaparız. Böylece okul sorunumuzun
çoğunu çözeriz. Tuvalet binalarını
da köylü kendi imkânları ile yapsın
diye bir karar alıyor. Ve o yıllarda,
gerçekten birçok köye okul yapılmış
diyor. Her ne kadar sözü edilen
köylere, okul binasından sonra,
köylü tarafından tuvalet yapılmamış
ise de, yapılan uygulama düşünsel
açıdan yerindeydi. Çünkü 60’lı
yılların başında birçok köye sadece
tuvalet değil, birçok okul binası da
devletin desteği, köylünün emeği ile
yapılmıştı. Yine ziyaret ettiğim bazı
köylerde, az da olsa, öğretmenlerin,
köylülere tuvalet binası yaptırdıklarını
görüyorum. Aradan yıllar geçiyor.
Bu olaydan tam on sekiz yıl sonra,
“Tuvaletsiz Okullar!” diye bir gazete
haberini, öğrencilerim eğitim haberi
diye sınıfa getirince, bu olayı tekrar
hatırlıyorum ve öğrencilerime, haberi
tekrar okutarak, “Okullara tuvalet
yapılmama
gerekçesi,
haberde
yazılmış mı?”, diye sorunca, “Hayır!”
cevabını alıyorum. “Bu haberi yazan
kişi, okulların yapıldığı dönemdeki
yöneticilerin
savunmasını
almış
mı?” diye bir soruyu bu kez tekrar
soruyorum ve cevap alamıyorum.
Bu kez öğrencilerime, “Eldeki
imkânlarımız bu kadar. Siz olsaydınız
iki köye tuvaletli okul mu, yoksa üç
köye tuvaletsiz okul mu, yapmayı
tercih
ederdiniz?”
diyorum.
Tuvaletsiz okul yapmanın gerekçesini
öğrenmeden önceki sert çıkışları
birden yumuşuyor ve tuvaletli iki
okul, diyemiyorlar. Siz ne dersiniz?
Bu olaydan
tam on sekiz yıl
sonra, “Tuvaletsiz
Okullar!” diye bir
gazete haberini,
öğrencilerim
eğitim haberi diye
sınıfa getirince,
bu olayı tekrar
hatırlıyorum ve
öğrencilerime,
haberi tekrar
okutarak,
“Okullara tuvalet
yapılmama
gerekçesi, haberde
yazılmış mı?”, diye
sorunca, “Hayır!”
cevabını alıyorum.
61
Masal Ablası / Abisi,
Dil ve Anlatım
AHMET USLU
Edebiyat Öğretmeni /
KÜTAHYA
Anlatılacak çok
hikaye var belki
ama şu kadarını
söylemekle iktifa
edeyim: Öğrenciye
masal anlattırma,
hem dersin amaçları,
hem de öğrencinin
kendini keşfi adına
62
iyi bir araç olabilir.
Bu yazıda, öğrencilerin yeteneklerini
keşfetmede
yardımcı
olduğunu
düşündüğüm,
Dil
ve
Anlatım
dersinin kazanımlarıyla da örtüşen
ve
uyguladığım
bir
yöntemden
bahsedeceğim. Hepimiz biliyoruz ki,
öğrencinin yapıp getirdiği ödev-proje
kontrol edilmediğinde, bunun bir
kıymeti yoktur. Aynı şekilde öğrencinin
çalışmasına verdiğiniz değer, aslında
sizin öğrenci nazarındaki değerinizle
eşdeğerdir. Öğrenciyi yormadan estetik,
doğru, planlı, basit ödevler vermek
mümkündür. Öğrencinin on sanatçıyı
fotoğraflayıp arkadaşlarına sunması, beş
soruyu beş farklı kişiye sorup cevapların
değerlendirmesini
arkadaşlarının
önünde yapması, bir romanın zaman
çizelgesini çıkarması, Dede Korkut’taki
karakterleri çizmesi bence yeterlidir.
Öğrencilerin
kendilerini
tanıma,
topluluk karşısında konuşma heyecanını
yenme, estetik zevklerini geliştirme ve
konuşma becerilerinin gelişmesinde
önemli bir görev üstlendiğini gördüğüm
ve öğrencilere sözlü notu, dönem ödevi
notu vermede kullandığım bir yöntemi
paylaşmak istiyorum. Önce, konunun
belirlenmesinden imkanlara, öğrenciden
beklenenden değerlendirmeye kadar
her aşama öğrenciyle müzakere ederek
yürüttüğümü söylemeliyim. “Sen şunu
yap gel.” değil de, “Fotoğraf makinen
var mı veya bulabilir misin?”, “Bu
çalışmanı bilgisayara aktarabilir misin?”
gibi sorularla öğrencinin neyi yapıp
yapamayacağını anlamaya çalışıyorum.
Razı olduğu halde sonradan yapamadığını
hissettiğim bir şey olursa, hemen görevi
güncelliyorum. Diğer bir husus da
öğrencileri beraber çalışmaya teşvik
ediyorum. Çalışma neyse, öğrencinin
kabiliyeti ve bilgisi ne durumdaysa, ona
göre görev paylaşımı yapmaya gayret
ediyorum. Masal Ablası ya da Masal
Abisi projesinde de önce öğrencilerden
arkadaşlarını belirlemelerini istiyorum.
Sınıfın durumuna göre, eğer talep
çok olursa birden fazla grup da
oluşturuyorum. Gruplar belirlendikten
sonra öğrencilerden en beğendikleri
üç masalı getirmelerini istiyorum. Bu
sayı öğrenci grubunun durumuna
göre artabiliyor. Getirilen masalları
inceliyorum. Uygun olanları kabul
ediyorum, olmayanlar için yeni masal
talep ediyorum. Masallar belirlendikten
sonra öğrencilerin masallara çalışmasını
istiyorum. Karakterleri canlandırma,
vurgu-tonlama-telaffuz
çalışması,
nefes kontrolü gibi konularda
onlara yardımcı oluyorum. Hazır
olduklarında, öğrencilerin masalları
sınıf
huzurunda
arkadaşlarına
anlatmasını istiyorum. Arkadaşlarından
geçerli not olan öğrencileri farklı
okullara gönderiyorum. Bu okulları
seçerken öğrencinin geldiği okulu,
tanıdığı
öğretmenin
sınıfını,
uygulamayı beğenen ve öğrencilerine
öğrencilerin masal anlatmasını isteyen
sınıf öğretmenlerini tercih ediyorum.
Bu şekilde olduğunda öğrenci ilk
anda hissettiği yabancılık duygusunu
daha az hissediyor. Öğrenciler
masal anlatılacak sınıfa gitmeden
önce, gidilecek okuldaki idareci
ve öğretmenleri uygulamayla ilgili
bilgilendiriyorum. Bu kısmı bazen
öğrenciler kendileri de halledebiliyor.
Hangi saat, hangi ders olduğunu
netleştirdikten sonra, okul idaresine
durumu bildiriyorum ve öğrenci o
saatte izinli sayılıyor. Masal Ablası
/ Abisi öğrenciler masal anlatmaya
başlamadan fotoğraf makinelerini
ve şekerlerini hazırlamak zorunda.
Hangi öğrenci masal anlatıyorsa
diğer/ler/i onu fotoğraflamalı ve masal
anlattığını belgelemeli. Aslında bu
çok gerekli değil belki ama öğrenci
fotoğraf makinesi olduğunda işe
daha ciddi sarılıyor. Masal sonunda
masalla ilgili sorular sorulmalı ve
bilen öğrencilere şeker dağıtılmalı.
Her öğrenci sınıfta masal/lar/ını
anlatıyor. Aynı sınıfa, aynı masalları
göndermemek önemli. Bu durumda
dinleyen öğrenciler “Biz bu masalı
dinlemiştik.” deyip masal anlatan
öğrencinin moralini bozabiliyor.
Masal Ablası / Abisi projesinin
son aşamasında, sınıfında masal
anlatılan öğretmenin öğrencilerle ilgili
değerlendirmesi var. Masalı dinleyen
öğretmen, sınıfa hakimiyet, sesin
kullanımı, masalın hissedilmesi ve
canlandırılması, öğrencinin heyecanı
gibi konuları içeren bir değerlendirme
yazıyor
ve
öğrenciye
veriyor.
Öğrenci bu değerlendirmeyi almak
zorunda. Değerlendirmeyi getiren
öğrenciyle öğretmenin görüşlerini
beraber değerlendiriyoruz. Masal
anlatırken yaşadıklarını, öğrencilerin
davranışlarını,
heyecanlarını
konuşuyoruz.
Öğrencinin
süreç
içindeki performansına bakarak,
öğrencinin durumuna göre, sözlü ya
da dönem ödevi notunu veriyorum.
Yalnız
burada
notları
yüksek
tuttuğumu belirtmeliyim. Bunun iki
nedeni var. Birincisi öğrenci bu süreci
yaşadığında zaten yeterince fedakarlık
yapmış oluyor ve üretiyor. İkincisi,
kolay gibi görünen ama özellikle
kendini ifade etmekte zorlanan
öğrenciler için zor bir sürece diğer
öğrencileri çekebilmenin yolu, tatmin
edici bir nottan geçiyor. Bugüne
kadar birçok öğrenciye masal anlatma
görevi verdim. Anlatılacak çok hikaye
var belki ama şu kadarını söylemekle
iktifa edeyim: Öğrenciye masal
anlattırma, hem dersin amaçları, hem
de öğrencinin kendini keşfi adına iyi
bir araç olabilir.
Öğrencilerin
kendilerini
tanıma, topluluk
karşısında
konuşma
heyecanını
yenme, estetik
zevklerini
geliştirme
ve konuşma
becerilerinin
gelişmesinde
önemli bir görev
üstlendiğini
gördüğüm ve
öğrencilere
sözlü notu,
dönem ödevi
notu vermede
kullandığım
bir yöntemi
paylaşmak
istiyorum.
63
MAHİRE KİREMİTÇİ
DKAB / İSTANBUL
14/07/2013
Sarı Saltuk’un
İzinde
64
İstanbul’dan çıktık yola,
Sarı Saltuk’un izinde.
Her makamda verdik mola,
Sarı Saltuk’un izinde.
Kosova’da nal sesleri,
Tuttu Haçlı nefesleri.
Son şehîd Âdem Yaşârî,
Sarı Saltuk’un izinde.
Ya bismillah diye diye,
Kusur bulduk cevâbiye.
Kavala’da kurâbiye,
Sarı Saltuk’un izinde.
Bulgaristan ilk duraktı,
Romanya’da yaşlar aktı.
Alperenler iz bıraktı,
Sarı Saltuk’un izinde.
Âkif’in köyünü gördük,
Bir dirildik bin kez öldük.
Ezan sesi idi Türklük,
Sarı Saltuk’un izinde.
Sofya’dan bir magnet aldım,
On dakikacık geç kaldım.
Bu yüzden de azarlandım
Sarı Saltuk’un izinde.
Nazlı Tuna akadurdu,
Etrafını yıkadurdu.
Osman Paşa çıkadurdu,
Sarı Saltuk’un izinde.
Berat’ını vermiş Sultan,
Farkı yok Safranbolu’dan.
Evlâd-ı Fâtihân bir vatan,
Sarı Saltuk’un izinde.
Gökhan kardeş bir Alperen,
Atalar izini süren.
Hak’tan alan halka veren,
Sarı Saltuk’un izinde.
Baştanbaşa Balkanları,
Sulamıştı al kanları.
Gördük Hüdâvendigâr’ı,
Sarı Saltuk’un izinde.
İnci gibi bir şehirdi,
Masmavi gölüyle Ohri.
Halvetîler, sabah zikri,
Sarı Saltuk’un izinde.
Eğitimin öncüleri,
Kadın erkek niceleri.
Akşam sabah geceleri,
Sarı Saltuk’un izinde.
Demir perde yıkılmıştı,
Çeteciler öç almıştı.
Müslümanlar yakılmıştı,
Sarı Saltuk’un izinde.
Balkan bozgunu ertesi,
Yıkılmıştı minâresi.
Selânik’te selâ sesi,
Sarı Saltuk’un izinde.
Her yolun bir sonu vardı,
Vatan her yerden kutsaldı.
Yol aldıran yoldaşlardı.
Sarı Saltuk’un izinde.
Saraybosna Aliya’ydı,
Üç Kulhü bir Fâtiha’ydı.
Ne Rahmâni bir rüyaydı,
Sarı Saltuk’un izinde.
“Selânik içinde selâm okunur,
Okunur da yüreğime dokunur.”
Safiye der ey erenler,
Ah vatanım der bülbüller.
Doldu da taştı gönüller,
Sarı Saltuk’un izinde.
Balkanlar ’dan
Notlar
Osmanlı devletinde yeni fethedilen
yerleri yerleşime açan, bu bölgelerin
Türkleşmesini ve Müslümanlaşmasını
sağlayan, Fuat Köprülü’nün “Kolonizatör
Türk Dervişleri” adını verdiği erenlerden
birisi olan Ahmet Yesevi erenlerinden Sarı
Saltuk’un izinden Bulgaristan, Romanya,
Sırbistan, Bosna Hersek, Karadağ,
Makedonya ve Yunanistan’ı dolaştık.
Günümüzde bu bölgelerde yaşanan
sorunlara
baktığımızda;
Osmanlı
Devleti’nin burada uyguladığı ırk esasına
değil,
inanç esasına göre insanları
bir arada tutmayı hedefleyen “Millet
Sisteminin” ne kadar isabetli bir politika
olduğunu gördük. Bu
doğrultuda
Osmanlı kültürünün kendine özgülüğüne
ve insani yönüne şahit olduk.
Mostar, Poçitelli, Drina ve birçok yerde
Osmanlı kültürünün coğrafya ile uyum
içerisinde ortaya koyduğu mimariyi
gördük. Kilisenin yanına Camiiyi yanyana
inşa eden Osmanlı hoşgörüsüne şahit
olduk. Bunları gördükçe insan sormadan
edemiyor; Bu estetik anlayışa, höşgörüye,
kendine güvene, farklılıklara ve saygı
anlayışımıza ne oldu?
Tarih derslerimizde anlattığımız 93 Harbi,
Balkan Savaşları, Osmanlı-Haçlı savaşları,
Kosova Savaşları gibi birçok olayların
geçtiği coğrafyaları tanıdık. Olaylara
bakış açımız değişti. Olaylar zihnimizde
canlılık kazandı. Bu açıdan bu geziye
katılmakta geç kaldığımı anladım.
Gezi süresince bu bölgelerde yaşadıkları
tecrübeleri ve bu konudaki bilgilerini
bizlerle paylaşan ,
Sayın Gökhan
Erenoğlu, Mehmet Salih Köse ve İbrahim
Hakan Karataş hocalarımıza ve gezinin
düzenlenmesinde emeği geçen Öncü
Eğitimciler Derneği üyelerine teşekkür
ederim.
BİLGE KRALIN
KABRİSTANI
insanlar
büyük
Günümüzde
arak
esinden koparıl
genellikle çevr
üz
üm
üğ
remizde görd
r
ifade edilir. Çev
bi
n
arlar bu anlayışı
büyük anıt mez
r,
le
abide şahsiyet
ifadesidir.Oysa
le
iy
es
vr
çe
hal olan
çevresiyle hem
n
da
m
dır. Bu bakı
gelişen insanlar
nı
nı n
oviç’in kabrista
eg
B
t
ze
İz
a
liy
A
nmış
esinden soyutla
tek başına çevr
osna
B
pılmak yerine
bir anıt gibi ya
bir
rinin kucağında
Savaşı’nın şehitle
dar
kselmesi ne ka
yü
ak
ar
ol
e
id
ab
anlamlı.
CANAN GÜLPINAR
Tarih Öğretmeni / İstanbul
65
Elif ORMENGÜL
Yok etme çabalarına rağmen TİKA
tarafından restore edilip ortaya
çıkartılan bir çok Osmanlı eserini
gururla izlemeyi,
Gezi; son dakikada hızlı bir kararla başlayan üç arkadaşın macerası…
Gezi; maceranın devamında belki de yıllarca yalnız okumakla elde
edilemeyecek bir farkındalık…
Gezi; soluduğum havada, bastığım topraklarda; gördüğüm gözlerdeki
acıları, beklentileri yüreğime kazıyan olay…
Ve gezi; üç kişinin anısıyla başlayan, yüzlerce kişinin ruhuyla dönülen
öğrencilerime anlatılacak pek çok anı…
Arnavutluk-Ohrid’de ve RomanyaKaliyakra’da Hıristiyanlar tarafından
aziz haline getirilen Alperen Sarı Saltuk
makamını,
Srebrenitsa’da başındaki Ayyıldızlı
fesiyle dolaşan Osmanlı hayranı Bosna
gazisini,
Şehitlerin hikayesini ve katliam alanını,
Sırbistan’da rejim tarafından yıkılmış
270 camiden geriye kalan ve binalar
arasında sıkışıp kalmış Bayraklı Camii
imamının Türkçenin Sırp diline etkileri
üzerine doktora tezi olarak yaptığı
çalışmaya göre Sırpçaya geçen 10.000
Türkçe kelimeden 2.000 tanesinin
karşılığının olmadan günlük dilde
kullanıldığı ve bu kelimeler olmadan
Sırp dilinin çökeceğini belirtmesini,
Saray Bosna’da savaştan geriye kalan
izleri, savaşın kaderini değiştiren
800 metrelik tünelin hikayesini savaş
gazisinin ağzından dinlemenin buruk
tadını,
Vezirler Şehri Travnik’in muhteşem
görüntüsünü,
Mehmet Akif Ersoy’un köyünde
tanıştığımız, Londra’da İktisat alanında
doktora yaparken Türkiye’dekinden
çok daha bilgiye ulaşarak bu durumu
ilginç bulan ve bu yüzden Mehmet Akif
Ersoy hakkındaki araştırmalara kendini
adayan Akif’in akrabası Adem’in
paylaştıklarını,
Şehidimiz Selami Yurdan’ın mezarını,
Kosova-Novi Pazar’da tanıştığımız
Selma isimli üniversite öğrencisi
genç bayana hangi dinden olduğu
sorulduğunda hafif kızgın bir ifade
ile “Selma dedik ya!” diyerek cevap
vermesini,
Kosova-Prizren’de tanıştığımız ve tatlı
sohbetiyle bizleri büyüleyen, Kosova’da
Türkçenin seçkinlerin dili olduğunu
gururla belirten, Türkiye hayranı
Kosova Meclis Üyesi Daşuriye teyzemiz
ve kardeşini,
Bulgaristan-Plevne’de Gazi Osman
Paşa’nın kahramanca mücadelesini
yerinde izlemenin tarihsel tadını,
Arnavutluk-Ohrid’de cebinde Recep
Tayip Erdoğan posteriyle dolaşan ve
“100 yıldır sizleri bekliyoruz.” diyen
Türkiye hayranı amcamızı, unutmak
elbette mümkün olmayacaktır.
Bosna’da Mostar Köprüsü’nü,
66
Bolagay Tekkesini ve tarihi dokuyu,
Bu resimle Shakespeare’in
meşhur eserindeki
sözünü kendime söylüyorum o kadar geç kaldık ki,
artık erken sayabiliriz. (Srebrenitsa Şehitliği)
Bu resimle Shakespeare’in
meşhur eserindeki
sözünü kendime söylüyorum o kadar geç kaldık ki,
artık erken sayabiliriz. (Srebrenitsa Şehitliği)
Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in sadeliğin
ihtişamıyla bezenmiş şehitliğini,
Kosova’da ailesi ile birlikte şehit
edilen komutan Adem Yaşari’nin
mücadelesini,
Tayfur Teksar
Meslek Dersleri Öğretmeni / AKSARAY
Saraybosna’da yapılacak 10 şeyden biri “kahve
içmek”
Bakır tepsi üzerinde tek kişilik bakır cezve yanında
lokumu ve suyu ile kulpsuz kahve fincanından
köpüklü kahve içmek, kırk yıl hatırı kalacak bir
yolculuğun bir yudumluk molasıydı adeta…
Şerife ALCAN
67
[email protected]
Üsküdar Sanat Derneği ile Röportaj
Kendinizi tanıtır mısınız?
İsmim Halil Küçük. Üsküdar Sanat
Derneği’nin kurucu başkanıyım.
Derneğinizden kısaca bahseder misiniz?
Derneğimizi
Üsküdar’ımızın
merkezinde küçücük bir ofiste kurduk.
Adresimiz, Mimar Sinan Mahallesi
Selman-ı Pak Caddesi Molla Eşref Sokak
No: 15/22. Derneğimiz çoğunlukla
sanatsal
faaliyetler
ve
projeler
gerçekleştirmek için kuruldu.
Dernek olarak ne gibi faaliyetler
yapıyorsunuz? Faaliyetlerinizden kimler
yararlanıyor?
Bizler bu derneğimizi sanat gönüllüsü,
fedakâr birkaç arkadaşla kurduk. Şu an
için en öncelikli çalışmamız fotoğraf
etkinlikleri, gezileri ve yorumlamaları.
Diğer yandan güzel sanatlara hazırlık,
resim ve yağlı boya kurslarımız olacak.
Geleneksel el sanatlarımızdan ebru,
hat, tezhip kurslarımız olacak. Sanatsal
kursların yanında şairlik ve yazarlık
kursumuz da yer alacak. Sanatsal,
sosyal ve kültürel projelerimiz olacak.
Şiir ve müzik dinletisi, fotoğraf sergisi
gibi çalışmalarımız var. Sergi, seminer,
konferans, imza günleri, film gösterileri,
film yorumları, fotoğraf gezileri, fotoğraf
değerlendirmeleri gibi programlarımız
olacak. Kurslarımız, 7’den 70’e
herkese açıktır. Bazı kurslarımızda
18 yaş üstü olma şartı arıyoruz tabi.
Bazı kurslarımızda da 18 yaş altı da
68
katılabilecek ancak kayıt olabilmeleri
için veli izni şartımız olacak. Diğer
kurslarımız da yıl içinde talepler
doğrultusunda planlanacak ve hafta içi
gündüz-akşam ya da hafta sonu gündüzakşam olacak şekilde kurs gruplarımız
oluşturulacak ve derslerimiz yapılacak.
Böylece derneğimiz 7-24 aktif olarak
kurslarına devam edecek.
Kurslarınıza katılabilmek için herhangi
bir ücret ödemesi yapılıyor mu?
Eğer
kursiyerimiz
derneğimizin
birden çok kursuna katılmak istiyorsa
derneğimize üye olmasını tavsiye ederiz
-tabi bunun için bazı farklı şartlar da
var- ve böylece derneğimiz üyelerine
sağladığımız imkânlardan yararlanır
ki derneğimizin istediği kursuna ve
istediği kadarına katılabilme imkânına
sahip olur. Üye olmadan kurslarımızdan
yararlanmak isteyen kursiyerlerimiz ise
derneğimizin belirlediği kurs ücretini
ödeyerek kurslarımızdan diledikleri gibi
yararlanabilirler.
Derneğiniz
olarak
bahseder misiniz?
hedeflerinizden
-Derneğimizi ilkin dar kapsamlı
çalışmalar için kurmayı düşünmüştük.
Fotoğraf derneği olarak düşünülmüştü
mesela. Ama daha sonra derneğimizin
kapsamını biraz daha genişleterek
uluslararası projelerde yer alabilecek
konuma
getirmeyi
hedefledik.
Ve böylece derneğimizin isminin
“Üsküdar Sanat Derneği” olmasında
karar kıldık. Derneğimizin amaçlarını;
birçok sanatsal alanda faaliyet yapmak,
projeler üretmek, halka sanatsal eğitim
açısından katkı sağlamak, ilgi duyanları
da projelerimize kurslarımıza davet
etmek, katılımlarını sağlamak olarak
söyleyebiliriz. Avrupa Birliği fon destekli
projelerimiz de olacak derneğimizde.
Ve her yıl en az bir tane bir projemiz
olacak. Sanat Derneğimizi ilerleyen
zamanlarda
Sanat
Akademisine
dönüştürme hedefimiz de var. Ve belki
çevre ilçelerde de şubeler açabiliriz.
Son olarak söylemek istediğiniz bir
şeyler var mı?
Derneğimiz çok kısa bir süre önce
15 Nisan 2013’te kuruldu. Ve
kurulduktan 20 gün kadar sonra
Bağlarbaşı Kültür Merkezinde “Mavi
Düşler” başlıklı bir sergi ve müzik
dinletisi gerçekleştirdi. Bu vesile ile kurs
hocalarımızın alanlarında uzman kişiler
olduğunu belirtmek isterim. Sanatsal
herhangi bir kursa katılmak isteyen
arkadaşımız eğitimini gerçekten de iyi
tamamlayabileceğinden emin olabilir.
Tabi bu biraz da arkadaşımızın kurslara
aktif katılımı ile mümkün olacaktır.
Sizlere de çok teşekkür ediyorum
derginizde derneğimize yer verdiğiniz
için. Daha güzel projelerde hep birlikte
olmak dileğiyle.
ÜSKÜDAR SANAT DERNEĞİ
facebook.com/uskudar_sanat--twitter.com/@uskudar_sanat
2013
FOTOGRAF KURSU
*Temel Fotoğraf
*Çekim Teknikler
*Ürün fotoğrafı
*Reklam fotoğrafı
*İleri Düzey Fotoğraf
*Gezi Fotoğrafı
*Doğa Fotoğrafı
*Fotoğraf Sunumları
*Fotoğraf Okumaları
ve yorumları
ENSTRUMAN KURSU
KLASİK EL SANATLARI
RESİM KURSU
*Hat
*Keman
*Gitar
*Ebru
*Teship
*Ney
*Flüt
*Güzel Sanatlara
*Saz
Hazırlık Kursları
*Bale ve Dans
*Resim
*Latin Dansları
YAZARLIK KURSU
*Yazarlık ve
Şiir Okulu
*Senaryo Yazımı
BİLGİSAYAR KURSU
*Grafik Tasarım
*Photoshop
*Dijital Fotoğraf
*Kısa Film
Çekimi
ETKİNLİKLER
*Sergi
*Seminer
*Konferans
*Söyleşi
*İmza Günleri
*Film Gösterimi
*Filmin Sanatsal
Yorumlanması
Değerlendirilmesi
*Kültür, Sanat ve Turizm
Gezileri
*Fotoğraf Gezileri
*Çekilen Fotoğrafların
Değerlendirilmesi
PROJE ÇALIŞMALARI
*Sanatsal Proje
Çalışmaları
*Kültürel
Proje Çalışmaları
*Sosyal Sorumluluk
Proje Çalışmaları
*Turizm
Proje Çalışmaları
İstanbul’da sanatın yeni adresi “Üsküdar Sanat Derneği”
Değerli vaktinizi bizlere ayırdığınız için
biz teşekkür ederiz.
İletişim:Başkan:0(532) 746 90 44 - Başkan Yard.0(506) 594 04 65
Mimar Sinan Mah. Selman-i Pak Cad. Molla Eşref Sok. No:15 / 22 Üsküdar / İSTANBUL
69
ÜSKÜDAR ÇOCUK
ÜNİVERSİTESİ
Üsküdar Çocuk Üniversitesinin
Tarihçesi:
Üsküdar
Çocuk
Üniversitesi;
İstanbul Medeniyet Üniversitesi ile
Üsküdar Belediyesi’nin ortaklaşa
gerçekleştirdiği bir sosyal sorumluluk
projesidir.
Bu proje ile Üsküdar’da ikamet
eden veya Üsküdar’da eğitim
gören 8-12 yaş grubundaki üstün
potansiyelli çocuklara, üniversite
ile etkileşim içerisinde; yaparak,
yaşayarak ve eğlenerek, bilimsel ve
eleştirel düşünme, sorgulama, sorun
çözme gibi temel yaşam becerilerini
kazandırma; onları zekâ seviyeleri,
yetenek ve ilgileri doğrultusunda
geliştirme amaçlanmaktadır.
“Ataerkil”
bir
aile
yapısının
“Çocukerkil” bir aile yapısına
dönüştüğü
günümüzde,
üstün
potansiyelli çocuk sahibi olmak
bir avantaj gibi görünse de uygun
eğitim imkânı verilmediğinde bu
durum tersine döner ve sorunlu
bir hal alır. Ülkemizde ilköğretim
çağında 15 milyon öğrenci olduğunu
70
kabul
edersek
yaklaşık
300.000 üstün potansiyelli
çocuğumuz, keşfedilmeyi ve
yeteneklerine uygun eğitim
almayı beklemektedir.
Mevcut eğitim sistemimizde, yüzde
95’lik kesimi oluşturan, normal
zekâya sahip öğrenci kitlesinin
eğitimi amaçlandığından, yüzde 2’lik
dilimi oluşturan yüksek potansiyelli
öğrenciler
bu
sistem
içinde
“normalleştirilmeye” çalışılmaktadır
ve adeta yetenekleri yok edilmektedir.
Okuldaki çalışmalar bu öğrencilerin
seviyelerine uygun olmadığı için,
dersler onlara sıkıcı gelmekte, bazen
pasif direniş göstererek kendilerini dış
dünyaya kapatmaktadırlar.
Çocuklarımıza, yeteneklerine uygun
eğitim
verebildiğimiz
takdirde,
ülkemizde önemli gelişmelere ve
ilerlemelere
imza
atacaklardır.
Bu
nedenle
üstün
yetenekli
çocuklarımızın
belirlenmesi,
eğitilmesi ve istihdamı ülkemizin
kalkınması ve ilerlemesi açısından çok
büyük bir önem arz etmektedir.
Üstün potansiyelli çocuklarımıza
yıllar süren, uzun soluklu ve ücretsiz
eğitim desteği vermek amacıyla
hayata geçirdiğimiz Üsküdar çocuk
üniversitesi projesi, bu yönüyle
ülkemiz için ilk ve örnek bir model
olmaktadır.
Üsküdar
çocuk
üniversitesi,
milli eğitim bünyesindeki eğitim
kurumlarının bir alternatifi değildir.
Yüksek potansiyelli öğrenciler, kendi
okullarındaki zorunlu eğitimlerine
devam edecek, okul dışı serbest
zamanlarında bu üniversiteden eğitim
desteği alacaktır.
Öğrencilerin Tespit Süreci:
Üsküdar Çocuk Üniversitesinden
eğitim desteği alacak üstün potansiyelli
öğrencileri
tespit
için;
proje
iştirakçimiz olan Üsküdar Milli Eğitim
Müdürlüğü ve Üsküdar Rehberlik
ve Araştırma Merkezi (RAM) ile
ortak çalışmalarımız 2012 yılı mayıs
ayından itibaren başladı. Öncelikle
Üsküdar’daki
tüm
ilköğretim
okullarına
gönderilen
yazıyla
Üsküdar çocuk üniversitesinden
eğitim desteği alabilecek nitelikteki
üstün potansiyelli öğrencilerin sınıf
ve rehber öğretmenleri tarafından
belirlenip RAM’a bildirilmesi sağlandı.
Hafize Özal İlköğretim Okulunda
TKT 7-11 adı verilen toplu teste tabi
tutuldu.
Bu programın amacı bilimde önemli
çalışmalara imza atabilecek “geleceğin
bilim insanlarını” yetiştirmektir.
Test sonunda 90 ve üzeri puan alan
430 öğrenci, 20 ocak pazar günü
20 rehber öğretmen gözetiminde
Üsküdar Gençlik Merkezinde bireysel
performans testine tabi tutuldu. Test
sonuçları değerlendirilip “WİSC-R”
testi
gereken
öğrencilerimizden
bu testi de yaptırmaları istendi. 30
Ocak-03 Şubat tarihleri arasında;
İstanbul Medeniyet Üniversitesi,
Üsküdar Rehberlik ve Araştırma
Merkezi ve Üsküdar Bilgi Evleri
rehber öğretmenlerinden oluşan
Üsküdar Çocuk Üniversitesi sınav
değerlendirme komisyonu, her üç test
sonucunu değerlendirerek Üsküdar
Çocuk
Üniversitesinden
eğitim
desteği almaya uygun görülen 260
üstün zekâlı ve 100 üstün yetenekli
öğrenciyi belirledi.
Ayrıca;
2013 Şubat ayının 2.haftasından
itibaren 8 ay süreli 1. kademe
eğitimlerimiz fiilen başladı.
- Öğrencilerin talepleri ve danışma
kurulunun önerileri doğrultusunda
yeni programlar açılabilecektir.
- Tüm öğrencilere -bir program
dâhilinde- tarihi, doğayı, bilim
ve teknolojiyi sanatsal ve sportif
faaliyetleri tanıtmaya yönelik geziler
ve etkinlikler düzenlenmektedir.
- Üsküdar Çocuk Üniversitesi
Rehberlik
Birimi’nde
görevli
rehberlik
uzmanları
tarafından;
eğitim süresince, her öğrencinin
kişisel bilgilerinin, sınav başarı
durumlarının, ilgi ve yeteneklerinin
kaydedildiği “öğrenci bilgi bankası”
oluşturulmakta;
öğrencilerin
aileleriyle ve okullarındaki rehber
öğretmenleriyle de işbirliği ve bilgi
paylaşımı yapılmaktadır.
- Eğitimler süresince öğrencilerin
gelişimleri
ölçülecek,
başarılı
öğrencilere her kademe eğitimi
sonunda “katılım belgesi”, 3 kademe
eğitimine katılıp başarılı olan
öğrencilere ise “mezuniyet belgesi”
verilecektir.
Üsküdar Çocuk Üniversitesi’nin
yönetim şekli ve eğitim programı
hakkında detaylı bilgiler alabilmek
için web adresine bakabilirsiniz.
http://www.uskudarcocukuniversitesi.com
RAM tarafından tespit edilen 1047
öğrencinin
velisine
Üsküdar’da
mevcut 14 bilgi evinden birine gelip
ön kayıt yaptırmaları için davet mesajı
gönderildi. Ön kayıt yaptıran 890
öğrenci, 12 Ocak 2013 tarihinde
70 rehber öğretmenin gözetiminde
71
EĞİTİMİN ÖNCÜLERİ GENEL KURULUNU GERÇEKLEŞTİRDİ
paylaşımlarını
gerçekleştirmek
amacıyla
kurulan
zümre
platformlarıdır.
“İyi İnsan” için bir adım daha atıldı.
2013 Mart ayında dokuz gönüllü
öncü eğitimci tarafından kurulan
“Öncü Eğitimciler Derneği” 43 kayıtlı
üyenin katılımıyla ilk olağan genel
kurulunu gerçekleştirdi.
“Amacımız, öğretmenlerin birbirleriyle
etkileşim kurarak kendi kendilerini
motive etmelerini sağlamaya yardımcı
olmaktır.” diyerek tamamladı.
Öncü
Eğitimciler
Uluslararası
Öğretmen ve Eğitim Öncüleri
Derneği ilk olağan genel kurulu
Çekmeköy’deki dernek merkezinde
14 Eylül 2013 Cumartesi günü yapıldı.
Divan
Kurulunun
seçilmesinin
ardından dernek üyeleri derneğin
vizyonuna ilişkin görüşlerini paylaştı.
Katılımcılar derneğin kısa, orta
ve uzun vadeli hedeflerine ilişkin
önerilerini dile getirdi.
Kurucu Başkan Gökhan Erenoğlu,
Kurul açılış konuşmasında derneğin
kuruluş sürecini özetledi. Erenoğlu
konuşmasında derneğin Türkiye’de
ve hatta dünyada gönüllülük ve
eğitimcilik misyonlarını birleştiren 43
heyecanlı üyenin ortak eseri olduğuna
vurgu yaptı. Erenoğlu konuşmasını,
Genel Kurul’da derneği 3 yıl boyunca
yönetecek
yönetim,
denetim,
danışma ve strateji geliştirme
kurullarının seçimi gerçekleştirildi.
Yönetim kurulu başkanlığına oy
çokluğu ile derneğin kurucu başkanı
Gökhan Erenoğlu seçildi.
Seçimin ardından dernek başkan
yardımcısı Mehmet Keskin, danışma
kurulu üyesi
M. Cüneyt Ancın,
İsmail Cihangir ve Dr. İbrahim Hakan
Karataş birer konuşma yaptı. Mehmet
Keskin yaptığı konuşmada: “Eğitim
dini ya da dünyevi diye ayrılmadan
insana bir bütün olarak yaklaşmalıdır.”
dedi. Ancın, Eğitimle düşen bir
toplumun yeniden ancak eğitimle
dirilebileceğini söyledi. Dr. Karataş ise
konuşmasında Öncü Eğitimcilerin
nihai hedefinin öğretmenlerin sınıf
içi motivasyonlarını ve etkiliklerini
artırmak yoluyla varlığımızı borçlu
olduğumuz toplumun ve insanlığın
gelişmesine
katkıda
bulunmak
olduğunu belirti. Karataş, “Varoluşsal
ilkemiz, insan onuruna saygılı olmak;
stratejik ilkemiz ise öğretmenler
olarak birbirimizden öğrenmeye
istekli olmaktır.” dedi. Karataş,
zirvenin daima münhal olduğunu
ancak Öncü Eğitimciler için gerçek
zirvenin sürekli öğrenmeye açık,
küresel bir perspektife sahip ve işini
ciddiye alan öğretmenlerin sayısını
artırmak olduğunu söyledi.
Üyelerin
görüş
ve
önerilerini
dile
getirmelerinin
ardından
yönetim kuruluna seçilen üyeler
gerçekleştirmeyi planladıkları “iyi
insan” hedefli 1 yıllık faaliyet planını
Kurul’a sundular.
Öncü Eğitimciler ‘in 1 Yıllık Faaliyet
72
ÖNCÜ EĞİTİMCİLER Uluslararası
Öğretmen ve Eğitim Öncüleri
Derneği
Planında öne çıkan etkinlikler şu
şekilde yer aldı:
V. Öğretmenim Sempozyumu: 1
Aralık 2013 tarihinde ‘Eğitim’le Barış:
‘Milli’ Eğitimimizin Toplumsal Barışa
Katkısı ana temasıyla Öncü Eğitimciler
tarafından gerçekleştirilecektir.
Öğretmen Zirveleri: Belli branştan
öğretmenlerin buluştuğu ve sınıf içi
etkinlik ve uygulamaların paylaşıldığı
2 zirve gerçekleştirilecektir.
bir program olarak planlanmıştır.
Öğretmenler Odası Dergisi: Eylül
2013’te 9. sayısı yayımlanacak
olan öğretmen ve eğitim dergisini
yayımlamaya devam edilecek.
Gönüllü Öğretmen Zümreleri:
Farklı branşlardan öğretmenlerin,
farklı okullardan ve şehirlerden
meslektaşlarıyla buluşmalarını ve
Genel kurul seçimi sonucu seçilen
yönetim kurulu ve alt kurullar için
V. Ulusal Öğretmenim Sempozyumu
paylaşımcı ve dinleyici başvurusu için
“Kurban Kardeşliği II - Sırbistan” Balkan
Gezisi için
Öğretmenler Odası yeni sayısına yazı
göndermek için
Eğitim Akademisi başvurusu için
İnternet Sitesimiz :
www.oncuegitimciler.org.tr
adresinden ulaşabilirsiniz
E-posta: [email protected]
Twitter Adresimiz :
twitter.com/oncuegitimciler
Facebook Sayfasımız : https://www.
facebook.com/oncuegitimcilerdernegi
Öğretmen Gezileri: Öğretmenlerin
sosyal ve mesleki gelişimlerine katkıda
bulunacak yurtiçi ve yurtdışı tematik
geziler düzenlenecektir.
Eğitim
Akademisi:
Eğitim
fakültelerinde
okumakta
olan
öğretmen
adayı
öğrencilerin
öğretmenliğe
hazır
olmaları
amacıyla deneyimli öğretmenlerin
gözetiminde ve uygulamalı olarak
uygulamalı öğretmenlik mesleğine
hazırlanmalarını hedefleyen 3 yıllık
73
Eğitim bireyi özgürleştirme sürercidir.
Eğitim, çocukların, kendine yeten,
karar verebilen, problem çözebilen
yetişkinliler/insanlar olmasına yardımcı
olmayı amaçlar. Bunu başarmak ise bu
niteliklere sahip öğretmenler aracılığıyla
mümkündür.
Eğitim
fakültelerinden
mezun
olup bir eğitim kurumunda göreve
başlayan
meslektaşlarımızın
çoğu,
lisans
eğitimi
boyunca
aldıkları
eğitimin aslında kendilerine mesleki
ihtiyaçlarını karşılayacak bir donanım
kazandırmadığından şikayet ederler.
Öğretmenlerin
çoğu
öğretmenliği
okulda, sınıfta öğrendiğini itiraf eder.
Fakültelerimizde okul yönetimine ilişkin
bir lisans bölümü de yoktur.
Öğretmenlerin mesleki, kişisel ve sosyal
gelişimlerine katkı sağlamayı amaçlayan
Öncü
Eğitimciler,
öğretmenlerin
bu tespitlerinden hareketle bir sivil
toplum kuruluşu olarak bu ihtiyacın
karşılanmasına kendi gücünce destek
olmak amacıyla Eğitim Akademisini
kurdu.
Eğitim Akademisi üç yıllık bir program
dâhilinde eğitim fakültelerinde okumakta
olan öğretmen adaylarının okula ve
sınıfa daha hazır olarak girmelerine katkı
sağlayacak programlar geliştirmeyi esas
amaç olarak belirlemiştir.
Öğretmen
adaylarının
meslekte
derinleşmelerini sağlayacak seminerler ve
74
okumalar yanında öğretmenliği yaparak
yaşayarak
öğrenebilecekleriuygulama
çalışmaları da yapılmaktadır. Ayrıca
öğretmen
adaylarının
yönetim,
organizasyon, problem çözme vb.
becerilerini geliştirmek amacıylasivil
toplum kuruluşlarında gönüllü olmalarını
teşvik etmektedir. Adayların uluslar
arası görgüsünü artırmak amacıyla proje
çalışmalarına katılmalarını, okulu, sınıfı,
öğretmenler odasını ve öğrencileri daha
yakından ve daha derinlikli tanıması için
eğitim kurumlarında öğretmenlik stajı
yapmalarını sağlamaktadır. Son olarak
öğretmen adaylarının akademik derinlik
kazanmaları için çeşitli seminerler yanında
araştırma geliştirme kurumlarında staj
yapmaları teşvik edilmektedir.
Eğitim Akademisi, sınıfa gelen her çocuğun
her ders saatinin çok kıymetli olduğu
ve etkili bir biçimde değerlendirilmesi
gerektiği inancından hareket etmekte,
sınıfa giren her öğretmenin
tam donanımlı olarak mesleğe
başlamasının yollarını aramaktadır.
Eğitim Akademisi
Gerçekleştirildi
Mülâkatları
Türkiye’nin geleceğine katkı için
altı yıldır çalışmalarına aralıksız
devam eden Eğitim Akademisi
programı 2013-2014 yılı eğitimci
katılımlarını
belirlemek
için
mülâkatlarını
gerçekleştirdi.
Yapılan mülâkat sonucunda 46
öğrencimiz Eğitim Akademisi
seminerlerine
katılmaya
hak
kazandı.
Eğitim
Fakültelerinde
okuyan
ve
önce kendisine sonra da Türkiye’nin
geleceğine katkıda bulunmak isteyen
yüze yakın yenilikçi öğretmen adayı
dernek merkezimizde mülakata konuk
oldular.
Katılımcıları yönetim kurulu başkanımız
ve yönetim kurulu üyelerimiz karşıladılar.
Keyifli bir havada geçen mülakatlar
Türkiye’nin göreceği güzel günlere olan
inancımızı artırdı.
Mülâkata katılan yenilikçi ve gelişime
açık öğretmen adaylarının heyecanları
bize yaptığımız işin kıymetini fazlasıyla
hissettirdi.
Mülâkata katılan tüm öğrenci adaylarımıza
ve
gönüllülerimize
teşekkürlerimizi
sunarız.
Üniversite hayatımın başlangıcında, bölümden bir
hocamızın sunumunun da yer alması vesilesiyle haberdar
olduğumuz öğretmen zirvesinde tanıdım onları. Verilen
eğitim bir yana, ikramından yemeğine, detaylı ulaşım
bilgilendirmesinden sertifikasına kadar her şey en
ince ayrıntısıyla düşünülerek hazırlanmış fevkaladenin
fevkinde derler ya işte öyle bir programdı. Renksiz
geçen eğitim hayatımın yoğunluğunda kaybolduğum
üçüncü senemde, daha önce katıldığım zirve ile benden
tam puan alan eğitimcilerin, yine bana göre en önemli
yapıtı olan “Eğitim Akademisi” ile tanıştım. Mülakatta
Gökhan Erenoğlu hocam “Bugüne kadar neredeydin?”
diye sorduğunda bu sorunun ehemmiyetini o gün
pek kavrayamamıştım. Dolu dolu geçen iki senenin
ardından Gökhan hocamı anlamış; doyurucu içeriği,
çeşitli etkinlikleri ve her türlü imkanlarıyla Eğitim
Akademisinin, eğitim fakültesi öğrencileri için bir nimet,
bir lütuf olduğunu idrak etmiştim. Akademi sayesinde
eğitim hayatıma renk geldi, can geldi. Bunu sağlayan,
bütün bu güzelliklere sahip olabilmemiz için emeklerini
hiç esirgemeyen kıymetli hocalarıma teşekkürü bir borç
bilirim.
Mine AŞKAN
a Üniversitesi
enliği / Marmar
m
et
ğr
Ö
i
es
nc
Ö
Okul
Eğitim akademisinin tanıtımı ile ilgili
yazıyı ilk önce Genç Dergide
görmüştüm. O zamana kadar eğit
im fakültesi öğrencisi olarak
katılabileceğim bir çalışma veya STK
arayışındaydım. Birçok STK
değişik meslek grubu adaylarına yön
elik çalışmalar yürütüyorlardı
ama eğitimciler için bir çalışma
göremiyordum. Bu arayıştan
mütevellit akademiye katılma konusu
nda uzun uzun düşünmeyip
başvurdum. Bu yüzden çok fazla bir
şey ummadım açıkçası.
İlk başta sadece resmi bir ortam,
cumartesiden cumartesiye
görüşeceğim insanlar hayal ediyord
um. Akademinin ortamı ise
mülakattan itibaren gayet samimiy
di. Akademinin mülakatı,
birçok mülakat gibi rahatsız edic
i ve bezdirici sorular yerine
sohbet havasında geçmişti. Seminer
hocalarımız resmiyetten uzak
ve seminer dışında rahatça ulaşabil
eceğimiz, fikir alışverişinde
bulunabileceğimiz alanında uzman
kişilerdi.
Akademi dışındaki etkinliklerin ben
ce en keyifli ve verimlisi
kesinlikle gezilerdi. İlk yurtdışı den
eyimim eğitim akademisi ile
oldu. Yorucu ama keyifli yolculuklar
yaptık. Geziler dışında diğer
bir deneyimim de AB projeleri oldu
. Pek başarılı olamasam da
akademinin gayreti ile konunun uzm
anlarından AB projeleri ile
ilgili hiçbir yerde rahatça ulaşamayaca
ğımız uzun soluklu eğitimler
aldık. Bunların hepsinin dışında
edindiğiniz arkadaşlıklar bile
yanınıza kalan çok büyük bir kâr oluy
or. Bundan dolayı geçen 2
yıldır buradaydım ve 3. yılım için de
tereddüt etmeden başvurdum.
Sonuç olarak umduğum pek bir şey
yoktu ama birçok şey buldum
akademide. Teşekkürler.
T
Ebrû KARABULU
çi Üniversitesi
menliği / Boğazi
et
ğr
Ö
i
es
nc
Ö
l
Oku
ndimi içinde
yken bir anda ke
da
ın
as
i
am
aş
u
rg
ku
ı eğitim sistemin
Eğitim Akademisi
martesi sabahlar
cu
r
le
bi
ip
sa
ek
kı
r
bi
bi
gi
ik
rt yıl
buldum. Beş kişil
ız günlerdi.Üç dö emiye katılmak
ım
ığ
pt
ya
ar
al
irdeleyip, okum
en adayanın akad
mle ilgili
400-500 öğretm
da
ın
as
nr
so
lara gelmesi eğiti
re
at
sü
ak
ül
m
ı,
as
rinde aynı
bulunm
a ki eğitimcile
için başvurularda
nd
ısı
rş
ka
n
ke
zlerinde ki
hseder
nu hissedince gö
kaygılarından ba
ğu
du
ol
ın
ar
nl
iş insa
r duygu..
şeyleri dert etm
ek muhteşem bi
rm
gö
i
eğ
ist
ve
mutluluğu
Ahmet ÖZCAN
Eğitim Akademisi Koordinatörü
EĞİTİMEĞİTİM
AKADEMİSİyle
ilgili görüşler
ÖNCÜ
AKADEMİSİ
ÖNCÜ EĞİTİM AKADEMİSİ
Öncü Eğitimciler Eğitim Akademisi
şlarım sayesinde
iyi sınıf arkada
em
ad
ak
ve
dım. Bir buçuk
Derneği
n yarısında tanı
ıfı
sın
ci
in
ik
e
Üniversitede
üniversit
kınmışımdır hep.
ya
in
iç
m
ğı
dı
nı
enci ilişkisinin
yıl geç ta
ayan hoca-öğr
nm
lu
bu
ç
hi
akademisinde.
nerdeyse
buldum eğitim
ı
ın
en
as
zl
fa
ha
l de öğretm
çok da
emisyen deği
ad
al
ak
m
or
rin
N
le
ı.
ci
antajd
Seminer
k büyük bir av
ço
,
in
an
iç
lış
ça
m
zi
k
bi
an, ço
olması
olarak çok okuy
lı
rk
fa
an
ay
en
rd
km
le
bı
öğretmen
rulmayan ve
rı
umayan, hiç yo
andık ve onla
gerekirse hiç uy
erinden faydal
el
üb
r
cr
le
te
er
in
ın
m
ız
se
ğım
hocalarım
sayesinde katıldı
i
em
de
ad
sin
Ak
ye
k.
sa
dı
örnek al
pozyumlar
tmenliği, sem
rgiciliği, okuma
sayesinde öğre
sin
yesi saye de de
öl
at
i
rg
de
ri,
le
Balkanları ve
öğretmen
geziler sayesinde
ri,
şii
de
sin
ye
sa
sevdim. Emeği
grupları
lisi de gönüllüğü
em
.
ön
en
”
ği
teşekkür ederim
“kardeşli
kadaşlarıma çok
ar
ve
a
rım
la
ca
geçen ho
Seyfullah KÖKSAL
Öğretmen
75
75
Öğretmenler Toplumsal
Barışı Gündeme Taşıyor
Öğretmenler Toplumsal Barışı Gündeme Taşıyor.
Prof. Dr. Gülfettin ÇELİK’in katılımlarıyla gerçekleştirilecek.
1 Aralık 2013 tarihinde gerçekleştirilecek olan V. Ulusal
Öğretmenim Sempozyumu’nda “Toplumsal Barış” tartışılacak.
Panelin ardından oturumlara geçilecek.
Öğretmenlerin en büyük buluşma platformlarından biri haline
gelen Öğretmenim Sempozyumu’nun bu yılki ana teması
“Eğitimle Barış: ‘Milli’ Eğitimimizin Toplumsal Barışa Katkısı”
olarak belirlendi.
Beş yıldır öğretmenler haftasında binlerce öğretmeni buluşturan
sempozyum bu seneki konusuyla Türkiye’nin gündemini Eğitim
ve Barış’a taşıyacak.
Eğitimin dışarıda tutularak hiç bir sorunun çözülemeyeceğine
inanan ve hedeflerine “İyi İnsan’ı” yerleştiren bir grup gönüllü
eğitimci tarafından kurulan Öncü Eğitimciler Uluslararası
Öğretmen ve Eğitim Öncüleri Derneği tarafından gerçekleştirilen
sempozyum “Eğitim ve Barış” konulu açılış paneliyle başlayacak.
Panel; Osmangazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Selahattin Turan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğretim görevlisi Prof. Dr. Hasan
ALACACIOĞLU ve Medeniyet Üniversitesi Rektör Yardımcısı
Sempozyum öğretmenler tarafından gerçekleştirilecek olan otuz
üç sözlü beş poster sunum devam edecek.
Bu sene sempozyumda önceki yıllardan farklı olarak bir ara
konferans yapılacak. Dr. Abdulrahman ALMUHRİJ “The Role
of Education in Terms of Converting Social Differences Into
Diversity” başlıklı konuşmasıyla eğitimin toplumsal barışla ilişkisi
konusuna dışardan bir bakışla katkı sunacak.
Her zamanki gibi iyi örneklerin bolca paylaşılacağı Öğretmenim
Sempozyumu’nun oturum başlıkları şu şekilde gerçekleştirilecek:
• Dil ve Eğitim,
• Toplumsal Barış,
• Değerler Eğitimi,
• Eğitimle Barış,
• İyi Örnekler 1-2,
• Öğretmen Yetiştirme,
• Eğitim Araştırmaları ve
• Okul Öncesi.
http://www.oncuegitimciler.org.tr/basvuru.php
Lütfen dinleyici kaydınızı yaptırınız!
* Sempozyuma katılım ücretsiz olup tüm katılımcılara sertifika verilecektir.
* Sempozyumla ilgili ayrıntılı bilgiye www.oncuegitimciler.org.tr den ulaşabilirsiniz.
76
77
eğitim
haberleri
Seyfullah Köksal
Marmara Üniversitesi / İSTANBUL
21 Haziran 2013 Cuma
Okullara ‘Gezi’ yoklaması!
MEB’ten Okullara Yazı
Milli Eğitim Bakanlığı Gezi parkı
eylemlerine katılan öğretmen ve eğitim
yöneticilerini tespit etmek için Türkiye
genelindeki il milli eğitim müdürlüklerine
yazı gönderdi. Gönderilen yazıdan,
“Eylemlere katılan eğitim çalışanları
ve öğretmenlerin isimlerinin bakanlığa
bildirilmesi” istendi.
Edinilen bilgiye göre Bakanlık il milli
eğitim müdürlüklerinden gelen isimleri
tek tek tespit ettikten sonra öğretmenlerin
ve eğitim çalışanlarının savunmalarını alıp,
haklarında soruşturma başlatabilecek.
Eğitim-İş Genel Başkanı Veli Demir,
Bakanlığın il milli eğitim müdürlüklerine
böyle bir yazı gönderildiğini doğrulayarak,
“Bakanlık sindirme ve korkutma politikası
uyguluyor” dedi.
03 Temmuz 2013 Çarşamba
MEB Personeli
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, SBS’nin
78
kalkacağını ve dersanelerin kapanacağını
açıkladı.
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, televizyongazete Ankara temsilcileri ve eğitim
muhabirleri ile kahvaltıda yaptığı
toplantıda Seviye Belirleme Sınavı’nın
önümüzdeki yıldan itibaren kalkacağını
söyledi.
Avcı, dersanelerin kapanması konusunda
da ‘Dersaneler de kapanacak. Ancak
kapanan dersanelerin özel okullara
dönüştürülmesi
için
düzenleme
yapıyoruz’ dedi.
‘Çocuklarımıza gönlümüzden geçen
becerileri kazandıramadık’’ diyen Avcı,
değerler eğitimi konusunda da istenilen
yerde olamadıklarını söyledi.
05 Temmuz 2013 Cuma
Dershaneler Kalkacak Yerine Bakın Ne
Gelecek
Mevcut yasadan “dershane” tanımının
çıkarılmasıyla, bundan böyle “dershane”
adıyla herhangi bir eğitim merkezi
kurulamayacak. Ancak dershanelerin
isim değiştirerek etüt merkezi, kurs ya da
eğitim danışmanlığı merkezi adı altında
hizmet vermesi de engellenemeyecek.
Yüzde 20’si özel okula dönüşecek
Tabela
değiştirip
hizmet
verecek
kuruluşlar, hizmetlerini MEB’in üzerinde
çalıştığı yeni SBS modeline de adapte
edebilecek. Bakan Avcı’nın, Bakanlığın
yaptığı bir araştırmaya atıfta bulunarak
dershanelerin
yüzde
55’ininözel
okula dönüşme isteği bulunduğunu
söylemesine rağmen, mevcut haliyle
dönüştürülebilecek dershane sayısının,
toplamın yüzde 20’sini bile bulmayacağı
ifade ediliyor. Bu durumda mevcut
dershanelerin ancak yaklaşık 700’ü özel
okul olabilecek. Bu rakamın artırılabilmesi
için ise bugünkü özel okul açma kriterleri
belli bir süreliğine aşağı çekilecek.
05 Temmuz 2013 Cuma
Bakan: Öğretmen Atandığı Kurumda
“Çakılı” Çalışsın
“MİLLİ EĞİTİM BAKANIMIZ, ‘BİR
ÖĞRETMEN
BİR
İLKÖĞRETİME
ATANIYORSA 4 YIL ORADA KALSIN’
GÖRÜŞÜNÜ PAYLAŞTI”
Milli Eğitim Bakanı Nabi AVCI, Faruk
Çelik’le öğretmenlerin yer değiştirmesiyle
ilgili önemli konuları paylaştı. Faruk
Çelik, Milli Eğitim Bakanı’nın bu konuda
kendisine bildirdiği görüşü de paylaştı,
‘bir öğretmen bir yere atanıyorsa, mesela
bir ilköğretime atanıyorsa 4 yıl orada
kalması son derece önemlidir’ dediğini,
yine ilköğretim 4 yılolduğu için bir öğrenci
psikolojisi açısından bakınca, ‘öğretmenin
üçüncü yılda ayrıldığını düşünürseniz, hoş
bir tablo oluşmaz’ görüşünü bildirdiğini
söyledi. Bu sorunlarınhepsinin milletin
sorunları olduğunu vurgulayan Çelik,
bunların hepsini açık açık konuşarak,
önümüzdeki
dönemde
çözüme
kavuşturulması gerektiğini, farklı şekilde
yorumlar katarak, toplumsal huzursuzluğa
yol açmanın doğru olmayacağını ifade
etti.
05 Temmuz 2013 Cuma
Zam Sonrası Öğretmen Maaşları Nasıl
Oldu?
Maliye Bakanlığının Temmuz zammı
sonrası öğretmen Maaşları şöyle;
EKLİ
Kıdem Ocak 2013
Temmuz 2013
Öğretmen
1/4
2.378
2.469
Öğretmen
7/1
2.111
2.191
*Yukarıdaki maaşlara aile
çocukyardımı eklenmiştir.
ve
2
*Bunları çıkarttığımızda tablo şu şekilde
oluyor:
EKSİZ Kıdem Ocak Maaş
Temmuz Maaş
Öğretmen
1/4
2.138
2.229
Öğretmen
7/1
2.871
2.951
Maaşlara etki eden temmuz zamları
öğretmenlerin vergi dilimine girmesi ile
vergi olarak devlete geri ödeniyor. Bu
durumda gerçek anlamda öğretmenlerin
temmuz ayı zammı aldığını söylemek
zorlaşıyor.
09 Temmuz 2013 Salı
Yüzlerce öğretmen MEB’e dava açtı
Uzmanları oldukları kadrolardan alınarak,
‘iş yapamadıkları’ alana atanan yüzlerce
öğretmen ‘Geri dönmek istiyoruz’ diye
MEB’e dava açtı.
Milli Eğitim Bakanlığı’nda yıllarca sınav
soruları hazırlayan, eğitim içerikli yayınlar
üreten, ders kitabıincelemesi yaparak
konularında
uzmanlaşan
yüzlerce
öğretmen ya okullarına gönderildi ya da
hiçbir işverilmeden boşa çıkarıldı. Radikal
gazetesinden Can Güleryüz’ün haberine
göre, öğretmenler eski görevlerine
dönmek için bakanlığın işleminin iptalini
istedi.
Ömer Dinçer’in bakanlığı döneminde
MEB Teşkilat Kanunu yenilenmiş;
2012’nin başından itibaren de yaklaşık
300 bürokrat, hiçbir görev verilmeden
Beşevler’deki
MEB
Kampüsü’ne
gönderilmişti. Bu bürokratlara bir süre
sonra şube müdürleri de eklenmiş ve
sayı giderek artmıştı. Ancak bu uygulama
büyük bir Mali yük getirdi. Uygulamalar
nedeniyle
neredeyse
“bankamatik
bürokrat”a dönüşen tecrübeli isimlere
aylık toplam 2milyon lira ödendiği
belirlendi.
12 Temmuz 2013 Cuma
Öğretmenler, ders dışı saatlerini bakın
nerede geçiriyor
Kahvehanelerin günlük yaşama etkilerini
belirlemek amacıyla yapılan araştırmada
Türkiye’nin acı bir gerçeği ortaya çıktı.
Malatya
İnönü
Üniversitesi
tarafındankahvehane lerin günlük yaşama
etkilerini belirlemek amacıyla yapılan
araştırma,erkeklerin yüzde 51’nin her gün
fırsat buldukça kıraathanelere gittiğini,
yüzde 30’unun da bağımlılık derecesinde
müdavim olduğunu ortaya koydu.
İnönü Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali
Esgin,
araştırmayı.
‘geçmişten
günümüzesosyalleşme
mekanları’
şeklinde tanımlanan bu işyerlerinin, insan
hayatı içindeki yerlerini ortaya koymak
amacıyla gerçekleştirdiklerini belirtti.
31 Temmuz 2013 Çarşamba
Önlisans ve Açıköğretim Mezunu Kaç
Öğretmen Var?
Milli
Eğitim
Bakanlığı
emrinde
kadrolu
veya
ücretli
çalışan
öğretmenlerden,açıköğretim
fakültesi
ve ön lisans mezunu olanların sayısının
ne kadar olduğu konusundaki bir soru
önergesine verilen cevapta,öğretmenlerin
sayı ve eğitim durumuna ilişkin bilgi
verildi
Milletvekili Zuhal TOPÇU tarafından
verilenbir soru önergesinde, Milli Eğitim
Bakanı Nabi AVCI tarafından bazı
sorulara cevapverilmesi istenmişti. Bu
sorular arasında; açıköğretim fakültesi
ve ön lisans mezunukadrolu ve ücretli
öğretmen sayısının ne kadar olduğu da
yer almıştı.
Milli
Eğitim
Bakanı
tarafından
soruönergesine verilen cevapta, konuya
ilişkinyer alan bilgilere göre, Milli
EğitimBakanlığına bağlı 55.648 resmi
örgün eğitimkurumunda görev yapan
757.981 öğretmen arasında, 05.02.2013
tarihi itibarıyla;
• Anadolu Üniversitesinden mezun
205 kadrolu öğretmen,
• Anadolu Üniversitesinden mezun
578 ücretli öğretmen,
• Değişik ön lisans programlarından
mezun 44 kadrolu öğretmen,
• İki yıllık eğitim enstitüsü mezunu
12.331 kadrolu öğretmen,
• Ön lisans mezunu 8.926 ücretli
öğretmen görev yapmaktadır.
79
Bir yobazın günlüğü
Ömer Faruk DÖNMEZ
Türk Dili Ve Edebiyatı Öğretmeni / ADANA
yazar
öğretmenler
ABDULLAH YILDIRIM
DKAB / MARDİN
Ömer Faruk Dönmez… Şimdilerde edebiyatımızın daha özelde de hikâyemizin temelden,
gür ve güçlü şeyler söyleme yolundaki mümtaz
şahsiyeti. Bir kitap bir balta, Hamza, Hep Aynı
Hikâye, Bir Yobazın Günlüğü gibi gerek üslup,
gerek muhteva bakımından her biri ayrı yazı
konusu olabilecek kıymette eserler… Bir Yobazın Günlüğü’nü diğerlerinden ayrı tutmak lazım
tabi…
Müellifinin hayatının önemli bir bölümünü dile
getirdiği bu eser; mizahi ve enfes ironik dili,
okunmasındaki akıcılığı, muhatabının neredeyse
gözünün içine bakarak ‘ben bu hataları da yaptım’ der gibi dobralığıyla hayli ilgi çekici bir kitap.
Edebiyatımızın şimdilerde görmedim, duymadım, bilmiyorum diyerek üç maymunu oynadığı
bu müellifin öz yaşamının bir bölümünü dile getirdiği bu eseri okurken, zaman zaman kahkahalar atıp zaman zaman kendinizden bir şey bulup
düşüncelere dalabiliyorsunuz. Modernizm, kapitalizim, emperyalizm gibi zamanımızın zehirli
akımlarına ironik diliyle enfes tenkitlerde bulunan müellif, zaman zaman bizi Oğuz Atay, Dostoyevski, Kafka gibi edebi şahsiyetlerin düşünce
evreninde dolaştırmayı da ihmal etmiyor. “Bizim
tufanımız da modernizmmiş.” diyecek kadar ,
bu ve bunun gibi akımlara karşı yakazayı tavsiye
ediyor bize. Adana’da bir edebiyat öğretmeni
Ömer Faruk Dönmez hayata ve hayatın getirdiği bütün yeniliklere Müslümanca nasıl bakılması
gerektiğine dair güzel bir örnek aslında.
Kült eser Tutunamayanlar’daki Olric hayali karakterine atıfta bulunarak, Gregor’u kurgulayan
Dönmez, kendi iç konuşmalarını (düşüncelerini)
bu hayali karakter üzerinden bize cesurca aktarıyor. Bir insanın kendisiyle kavgalarını, çekişmelerini, mücadelesini ve hatta nadiren de olsa uzlaşısını bu müthiş hayali karakter üzerinden gözler
önüne seriyor. Sözgelimi, onun “Gregor lütfen
800
bilet ve kimlik kontrolü yap. Bir insanın parasının
olması, gösterimizi izleme hakkına sahip olduğu
anlamına gelmez. Biz burada entelektüel bir iş
yapıyoruz. Entelektüel bir iş mi efendimiz? Yani
zihinsel. Gerçi gönül işi de var ama. Yani ‘ tüccar mıyız ulan biz’ anlamında söyledim ben onu.
Ön koltukta zenginlerin oturması çok saçma! Sanattan anlayan yoksul öğrenci, paltosunu satarak
aldığı biletle, oyunumuzu neden en arkadan izlemek zorunda kalsın…’’ çıkışı, onun sanat, edebiyat gibi zihinsel argümanları olan alanlara nasıl
baktığını, nasıl bakılması gerektiğini bize anlatması bakımından hayli enteresan.
Kafka’nın edebi dehasına atıfları, Sartre’ın
’hiçlik’ üzerine söylemlerine karşı çıkışları,
Dostoyevski’nin edebiyatına farklı bakışıyla;
Cumhuriyet edebiyatımızda özellikle seksenlerden bu tarafa Müslüman kimliğini serdederek,
derli toplu ve yüksek sesle somut bir bakış geliştirmiş ender bir müelliftir kendisi. Özellikle modernizm, kapitalizm, emperyalizm gibi zamanımızın zehirli akımlarına temel ve kökten bir itiraz
geliştirmiş olması onun alametifarikasıdır denebilir. Peki, bu akımlara böylesine gür bir itirazdan
sonra bir alternatif sunmuyor mu bize? Sunmaz
mı?
Onun; “ Yeryüzünden fitne kalkıp din yalnız
Allah’ın
Spotlaroluncaya kadar o kafirlerle savaşacağız
(Enfal 39). Çünkü biliyoruz ki küfre rıza küfürdür.
Zulme rıza zulümdür.’’ tespiti, tam da bu noktada alternatifin ne olduğunu bize hatırlatıyor.
İnsanın fıtratına taban tabana zıt bu gibi akımların Kur’ani bir temelde halli kaçınılmaz oluyor
müellifçe. İnsana rağmen, insanlarca ayakta kalabilmiş hiçbir fiilin ve düşüncenin olmadığını,
olamayacağını Kur’an’ın müthiş itirazıyla dile
getiriyor Dönmez.
Öğretmen yazarlara yer verdiğimiz bu bölümde
size Dönmez’in tüm kitaplarını özelde de Bir Yobazın Günlüğü’nü gönül huzuru içerisinde tavsiye edebilirim. Takdir sizin. Yeni yeni ufuklara
yol açan yeni okumalarımızda buluşmak dileğiyle hoşça bakın zatınıza.
IMDB Puanı : 8.9/10
Yapım:1989 / İngiltere, İrlanda
Tür: Biyografi, Dram
Süre: 103 dk.
Yönetmen: Jim Sheridan
Oyuncular:Alison Whelan, Brenda
Fricker, Daniiel Day-Lewis, Declan
Croghan, Eanna Macliam
Fİlm
kulübü
zeynep kanbay
Marmara Üniversitesi
Öğrencisi / İSTANBUL
Doğuştan beyin felçli olan
Christy Brown, ayağının bu felçten etkilenmediğini fark ettiğinde çocuktur. Ayağıyla hayata
tutunan İrlandalı yazarın, yaşamını anlattığı kitabın sinemaya
uyarlanmasıyla ortaya çıkar Sol
Ayağım filmi. Filmde Christy
Brown’u canlandıran Daniel
Day-Lewis 1989 yılında, bu film-
IMDB Puanı: 7.5/10
Yapım: 2009-ABD
Tür: Dram
Süre: 86 dakika
Yönetmen: Thomas Carter
Oyuncular:Cuba Gooding Jr. , Kimberly
Elise , Aunjanue Ellis , Alan Wilder , Alecia Mcgill
Yetenekli Eller: Ben Carson’ ın Hikayesi filmi, dünyada yapılmaya cesaret
edilemeyen ameliyatları dahi başarıyla
gerçekleştiren, yetenekli bir doktorun
bu başarıya nasıl ulaştığını konu alır.
Ben Carson, okul hayatının ilk dönemlerinde öğretmenlerinin gözünde
tembel, adeta kafası çalışmayan bir öğrencidir. Kendisi de durumunun böyle
deki performansıyla en iyi erkek
oyuncu dalında Oscar kazanmıştır. Daha bir çok dalda ödül alan
film, tekerlekli sandalyeye mahkum, sol ayağı hariç bütün vücudu felçli bir insanın azim ve yeteneği ile neler başarabileceğini
gözler önüne seriyor. Yaptığı resimler, yazdığı kitaplar ve şiirler
ile her zaman bir umudun var
olduğunu bize gösteren Christy
Brown, aynı zamanda İrlanda
edebiyatında da saygın bir yer
SOL
AYAĞIM
kazanmıştır.
olduğuna inanmış ve başarmak için
hiçbir çaba göstermez bir hale gelmiştir. Ancak annesi, onun isterse her şeyi
başarabileceğini, tüm bilgilerin aslında
kafasının içinde zaten var olduğunu
anlatır her fırsatta. Kendisi okuma yazma bilmeyen bir kadındır ve temizlik
yaparak ailesini geçindirir. Önce çocuklarının televizyondan uzaklaşmasını sağlar, sonra onları kütüphaneye
yollayarak çocukların içindeki öğrenme merakını ortaya çıkarır. Başarısız
bir öğrencilik hayatı yerini yetenekli
ellerin yardımı ile başarılı bir meslek
hayatına bırakır.
YETENEKLİ
ELLER
81
WEB
SİTELERİ
Araştırma Görevlisi, Yıldız
Teknik Üniversitesi / İSTANBUL
http://www.cocukca.com
Çocukça’ nın amacı, çocuklara eğlendirici, eğlendirirken eğitici ve yaratıcı faaliyeti destekleyen
elektronik bir ortam sağlamak olarak ifade edilmiş.
Çocuklar internet sitesinde masallara, oyunlara ve
bulmacalara ulaşabiliyor; arkadaşlarının yaptıkları
resimleri, yazdıkları öyküleri izleyebiliyorlar.
Ayrıca çocuklar velilerin desteği ve izniyle, kendi
yaptıkları resimleri, yazdıkları öyküleri bu sayfalarda
görebiliyor, başkalarıyla paylaşabiliyorlar.
İnternet sitesi okul öncesi ve sınıf öğretmenleri açısından incelemeye değer bir kaynaktır.
www.ogretmenlerodasi.org.tr
facebook.com/ogretmenlerodasidergisi
twitter.com/OgrtmnlrOdasi
82
http://ide.yok.gov.tr/
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/cocuk/
Yükseköğretim Kurumları İnternet Destekli Dil Eğitim Portalı çalışması eğitim alanında bir sosyal destek
projesi olarak ortaya çıkmış ve eğitimde e-dönüşüm
politikası kapsamında geliştirilmiştir.
Yükseköğretim Kurumları İnternet Destekli Dil Eğitim Portalı ile web-tabanlı uzaktan eğitim alanında
gelişen Bilgi ve İletişim teknolojilerinin sunduğu alternatif eğitim ortamlarından yararlanılarak öğrencilerin yabancı dil eğitimlerine katkıda bulunulması
amaçlanılmaktadır. Öğrenciler bu platform içerisinde sunulan yabandı dil kaynaklarından ve hizmetlerinden ücretsiz olarak yararlanmaktadır.
TUBİTAK ‘ın destekleri ile yayınlanan internet sitesinde 7-15 yaş aralığına hitap eden eğitici içerikler
yer alıyor. İnternet sitesinin amaçları ise şu şekilde
ifade edilmiş;
• Bilimi küçük yaşlardan başlayarak çocuklara sevdirmek
• Çocukların bilim dünyasına katkıda bulunabileceklerini fark ettirmek
• Araştırma yapma, soru sorma, merak etme ve
okuma isteği uyandırmak
• Bilimin yaşamın bir parçası olduğunu göstermek
• Bilim alanında yaratıcılığı artırmak
• Buluş yapmaya özendirmek
Hazırlayan: Maşuk CEYLAN
İsmail TONBULOĞLU
Bilişim Teknolojileri konusunda her düzeyden kullanıcıya hitap eden zengin bir içerik sunmayı amaçlayan bir internet sitesi. 2007 yılı Kasım ayından bu
yana sürekli artan içeriğiyle, bilişim eğitimi konusunda bir başvuru kaynağı olmak yolunda çalışmalarını sürdürüyor.
Çoğunlıkla eğitimcilerden oluşan içerik ekibi ile
kendi kendine öğrenmenin kalıcılığı üzerine bina
edilmiş, öğrenilmesi ve anlaşılması kolay dersler hazırlamaya gayret ediyorlar.
Eğitimcilerin Bilişim Teknolojileri alanında karşılaşacakları bir çok soruna ve hazırlamak istedikler
eğitim içeriklerine çözüm üretebilecek bir internet
sayfası.
[email protected]
http://www.ogren.tv/
Uluslar arası Öğretmen ve Eğitim Öncüleri Derneği
Öğretmen ve eğitimcilerin mesleki, kişisel ve
sosyal gelişimini sağlayacak imkân ve ortamları
oluşturmak ve desteklemek, yeni eğitimcilerin
daha nitelikli olması için çalışmak, bu yolla
ülkemizde ve yeryüzünde “iyi insan”ların ortaya
çıkmasına katkı sağlamayı amaçlamaktadır.
İlkelerimiz
•ÖNCÜ
•PAYLAŞIM
CI
•İLKELİ
Sivil ve özerk bir yapılanmaya sahiptir, vesayeti
reddeder.
Türkiye’nin ve çevresinden başlayarak yeryüzünün eğitimle ilgili tüm sorunlarıyla ilgilenir.
Çoğulcu yönetim ve karar alma yaklaşımı ile
yatay organizasyon yapısıyla yönetilir.
Üyeler dünya görüşünü gizleme kaygısı gütmez. Ancak hiçbir kişi ve kuruluşa da dünya
görüşünü dayatmaz.
Faaliyetlerini birey merkezli geliştirir.
Evrensel değerlere bağlı milli nitelikli etkinlikleriyle temayüz eder.
Gönüllülerini cinsiyet ve ideolojik farklılıklar
gözetmeksizin temsil yeteneği ve kabiliyetlerine göre seçer ve görevlendirir.
Hizmet sunan ve hizmet alan kişi ve kurumlara
yönelik ırksal, dini, mezhebi, siyasi, cinsi vb.
bütün ayrımcılıkları reddeder.
Organizasyonlarında ortaklıklara gider. Yurt
içinden ve yurt dışından partnerler edinir, onları destekler ve onlardan destek alır.
Hedef kitlesi öğretmen, eğitimci, öğretmen
adayı ve eğitime muhtaç kimselerdir.
Düzenlediği organizasyonlar ve bunların sonuçları kamuya açıktır.

Benzer belgeler